bkulliye44

Page 1


Muhterem Okurlar, 44. sayımızda yine birlikteyiz. Dergimizin her sayısında seçkin imzaların yer aldığını görüyorsunuz. Türk diline, edebiyat ve sanatına vefa gösteren kalem erbabı, yurdumuzun her köşesinde yazılarıyla olsun şiiriyle olsun bize destek vermeye devam ediyor. Bizler de kültür ve edebiyatımıza hizmet edenleri, bu yönde eser verenleri özel dosyalarla hatırlayıp/hatırlatacak, ahde vefa örneği göstermeye devam edeceğiz. Dergimiz, özel dosya konusuna ‘Destan Şairi’miz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu ile başlamıştı; sonra Ahmet Kabaklı Hoca ve bozkırın bilgesi Cengiz Aytmatov ile devam etti. Şimdi de aynı halkanın bir devamı olarak gördüğümüz Yavuz Bülent Bâkiler’e ayırdık. Yavuz Bülent Bâkiler, yalnızca özel dosyamızın konuğu olmadı, şehrimizin ve Vakfımızın da konuğu oldu. Kendileri davetimize icabet edip Elazığ’a da geldiler. O, Türkçemizin sevdalısı olarak karşımızdaydı. Ona olan saygı ve hürmetimizi perçinledik, sevgimizi çoğalttık. Bazen şair ve yazarlarla aynı ortamı, aynı atmosferi paylaşmak, onlarca kitap okumaya denk düşüyor. 45. sayımızda buluşmak dileğiyle… Bizim Külliye


NAZIM PAYAM

Zaman, şairi konusuyla, temasıyla ve gönderdiğinin adresiyle hatırlatır. Yazdıklarının büyük dilimiyle kabullendiğimiz şair, “ben”i veya “biz”i anlamış ve içine sindirdiğini dil harcımıza katmış olan şairdir.

Ş

airler yalnızca “iyi” ve “güzel” yazmakla kabullenilmezler. Mısrasını tamamlamış şair, elbette dilinin inceliğini bilecek, bir üslubu olacaktır. Bu, şair olmanın önceliğidir. Eksiğe tahammülsüz okur, “iyi” ve “güzel”in yanı sıra şairin eğilimlerine, neyi, ne ve kim için söylediğine bakar ve baktıklarının bütünüyle şairini değerlendirir. Döneminde yeninin getirdiği boşluğu sürekliliğin hâsılasıyla dolduramamış nice zirve şairin bugün esamisi okunmuyorsa okur için o “iyi”siyle, “güzel”iyle geçmişin zevk sandığında kalmıştır. İnsanı saat gibi işleyenler, sanata sindirdiği dünya görüşüyle, sezgisiyle uzağı zenginleştirmeye devam edenlerdir. Zaman, şairi konusuyla, temasıyla ve gönderdiğinin adresiyle hatırlatır. Yazdıklarının büyük dilimiyle kabullendiğimiz şair, “ben”i veya “biz”i anlamış ve içine sindirdiğini dil harcımıza katmış olan şairdir. Böyle şairleri kendimizde, kendimizi şairimizde görür, severiz. Şairimizin ilkin dilini benimser sonra temasını kabulleniriz. Ancak bizde kalacak olan bu sonradır. Okur, şairin temasını kabullendikçe onu bir neticeye doğru tazeler, güçlendirir. Şairinin dünya görüşünü, sezgilerini günlük hayata karıştırır, vakit ışıklarıyla bezer, her çağın büyükleri arasına taşır. Şair yürüten okurudur.

3

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Birçok ‘sanatçıya özel’ hazırlanmış “armağan” kitaplarında yürütmenin genelde şairin eğilimleri ve ‘tema’ minvali üzere inşa edildiğini görürüz. “Yavuz Bülent Bâkiler’e Armağan” kitabında da dikkatleri çeken, Bâkiler’in duru, akıcı dilinde işlediği temaların okur nezdinde ele alınışıdır. Selçuk Karakılıç’ın hazırladığı ve elliden fazla şair, yazar ve fikir adamının yer aldığı “Armağan” kitabında işte, şairimize bakışın ipuçlarından bazı ön başlıklar: “Türkçe’nin Büyük Savunucusu”, “Türklüğe Adanmış 70 Yıl”, “Sivas’ta Yoksul Çocuklar”, “Türklük Âşığı”, “Aşkın ve Anadolu’nun Şairi”, “Anadolu Gerçeği”, “Anamın Namazları” Üzerine”, “Sözün Doğrusu ve Şiiri”, “Azerbaycan’a Muhabbetle Dövünen Yürek”, “Üsküp’ten Kosova’ya” “Çok Şükür Eslim de, Neslim de Belli”… Okur, “Yavuz Bülent Bâkiler’e Armağan”ında onu “millî, İslamî, insani” değerleri özümlemesiyle öne çıkarmıştır. Şairimizin işaret ettiği şimdi ve gelecek okur gerçeğine, okur hissine böyle dönüşür. Yavuz Bülent Bâkiler’in okurlarından biri de tarihçi Yılmaz Öztuna’dır. Öztuna, dönüşümün gerekçesini, muhabbetini, samimiyetini şöyle belirtir: “Millî kültürümüzün her türlü tezahürünü dile getirir. Türk için çalışır, Türk için üzülür, Türk için sevinir. Okuyanlarına mutlaka bir şeyler öğretir.” Şairler bir şey öğretmek için değil, elbette bir şeyleri hissettirmek için kalemlerini açadururlar. Hissettiğini öğrenmeye yönelen okurdur. Okur, dillendirileni canlı hücreler hâline getirerek mitlerini, kıymetlerini ve hatıra odalarını ışıklandırır. Sözün gücü en etkin olarak şiirin elindedir. İnsan kendisini zapt eden şiirle değişir, şiirle belirlenen sorunların yaşattığı duygulara yönelir ve çözümüne talip olur. Şairin dışa vurduğunu içine çeker, rüyasına yatar. Öztuna’nın kastettiği de bu. Çokları Bâkiler’i lirik şair olarak kabullenir; öyle olmasına rağmen o, elinde tutuğu aynasıyla gerçeğe nice yalın didaktik şairden daha yakındır. Cezbe hâlinde dahi ayaklarını yerden kesmez. İnsanımızın hâlini aşina kelimelerle resmeder. Yaşını başını almışlarımızı anlatan “Anadolu Acısı” buna örnektir; “İnsanlar gördüm sende: İmbikten geçmiş gibi/ Yüreklerinde sıcak, misilsiz bir merhamet/ İnsanlar gördüm yine: hâin, câhil, asabi/ Taş devrini yaşayan bir kaba kuvvet…” Sonra; “Analar”, Anadolu Gerçeği”, “Kan Davası”, “Sivas’ta Gecekondular”, “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” ve benzeri şiirlerini sayabiliriz. Bâkiler, hemen her şiirinde birey veya toplum gerçe-

ğimizi eşeler. Nedense gerçeğimizde olması ve olmaması gerekenler iç içedir. Onun şiiri inancımıza, hayatımıza kaynaştırdığımız zıtlıklar bütünüdür. “Cebeci Camii” şirinde de tasvir edilen yine bu zıtlıklardır: “Cebeci Camii’nde ezan okunur./ Kapısı önünde fakir fukara…/ Al git bu sevdayı başımdan rüzgâr/ Al git uzaklara.” Bâkiler’de sorunun da çözümün de kaynağı insandır. O, cehaletin yaygınlaştırdığı fukaralığın, duyarsızlığın üstüne şiirle yürür. Düğümlerin çözüm için insana seslenir. Seslenişinin ton ve tınında abartı yoktur. İçtenliklidir. Göstermelik inceliklerden, slogandan iğrenir. Sevginin, bağlılığın ve sahiplenmenin aşısını hazırlamak, bütünleştirmek; Türkçenin ona verdiği görevdir. Bâkiler milliyetçidir. Bâkiler’in milliyetçilik anlayışında “dil” millet mektebinin en önemli şubesidir. “Dil kopuklukları, dile bağlı kültür farklılıkları ortaya çıkaracağından” Türk’e dair coğrafyada “Ortak kelimeler”in zenginleştirilmesine, yaygınlaştırılmasına adanmıştır. Konuşmalarında, düzyazılarında “ortak kelimeler”i günlük hayata sevk edecek yöneticilerin, bilim adamları, yazar ve şairlerimizin sorumluluğuna işaret eder. Bâkiler’e göre ‘ortak kelimeler’ farklı fikirler taşıyan kardeşler arasında engelleri aşmanın yegâne vasıtası olacaktır. (Bakû’de, bir grup Azerbaycan Yazarlar Birliği Mensubuyla –sanat, edebiyat üzerine- sohbet ediyorduk onlara ‘90 öncesi Türkiye Cumhuriyeti’nden hangi şairleri tanıdıklarını sormuştum. Hiç düşünmeden “Nazım Hikmet ve Yavuz Bülent Bâkiler” demişlerdi.) Bu amaçla bir televizyon kanalında gerçekleştirdiği “Sözün Doğrusu” programı hem yurt içinde hem de yurt dışında takdir edilmiş, Türkçemize olan muhabbeti beklenmedik derecede artırmıştır. Ahmet Kabaklı, Bâkiler’in “…çok belirgin bir özelliği de, bugünkü milliyetçiliğimizin özelliği olarak Türk’e ve İslam’a, Turan’a ve Anadolu’ya, dönük sevgi ve düşüncelerini şiirinde kaynaştırması” olduğunu söyler. Geniş kitleye teşmil Yavuz Bülent Bâkiler, yaşadığı muhiti, muhitini kucaklayan sınırları, Türkçenin iz bıraktığı bütün diyarları muhabbetine de kaygısına da dâhil etmiştir. Bâkiler, şiirlerinde olsun düzyazılarında olsun aynı kültüre mensup kardeşlerin sosyal ve siyasi sıkıntılardan kurtulmaları için aynı geleceğe bakmalarını ister. Kardeşler ayrı ayrı odalarda bulunabilirler, ama dünya evi içinde birbirilerini hatırlatacak olayları, olguları, sevinçleri, ağıtları ortak destanlar, menkıbeler gibi paylaşmaları gerektiğine inanır. Nimetleri bereket-

4

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Konuşulan dil, bizim dilimizdir Renk renk nakış nakış uzayan toprak değildir Kilimlerimizdir.

lendirecek seslerin birleşmesini arzular. İnsanımızın hücresinden vücuduna hareket sağlayacak duygusuna seslenir. “Millî, İslami, insani” değerlerin heyecanını artırmaya çalışır. Ve bütün bunları imanın bezediği kelimelerle “trajik olanı” göstererek yapar. Bâkiler’in “Bizim Türkümüz” şiiri ülkümüzü ifade açısından önemlidir:

Yine bir dağ gibi bir dev gibi doğrulacağız Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan.

Bizim Türkümüz Bizim türkümüzde gurbet var artık Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tanrı Dağları’na kadar Bismillahlarla uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar

Bizim türkümüzde gurbet var artık Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tanrı Dağları’na kadar Bismillahlarla uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.

Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurur Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz Zulüm bir hançer gibi içimize oturur Bir mağara devrinden arta kalan insanlar Kerkük’te kan kusturur…

Bizi anlatan şiirler yaşadıklarımızın anlamıdır. Hüzünlü, düşündürücü, coşkulu anlamı… Yaşamanın anlamına vâkıf oldukça yeni anlatımlar, yeni idealler oluşturur, geleceğimizi işleriz. Geleceğimizin işlenmesinde tetikleyici unsur yine şairlerimizin sesidir. Bize ait anlam onların sesiyle başlar, büyür, onların sesiyle çözülür. Has sanatçılarımız, şairlerimiz bunu bildiğinden frekanslarını öncemize, özümüze ve gelecekteki Türk çağını hatırlatmaya ayarlar. Uzak yakın bütün kardeşlerine sesini duyurmak, bütün kardeşlerin sesini duymak ister. Çünkü kardeşlerin sesi, kardeşleri bir gün vecde getirecektir. Şimdi, Bâkiler’in “Üsküp’ten Kosova’ya” kitabesinde dışa vurduğu iç sızısına; ebedî diriliğin çağrısına bir kez daha kulak verelim: “Harâbâtî Baba Tekkesi’nin bahçesinde, tarihimizi hüzünle yaşadım. Tekkenin her noktasında, bizim kültürümüz, bizim medeniyetimiz, bizim inceliğimiz vardı… Ama bizim ruhumuz Şar Dağları’na doğru, çoktan kanat çırpmışlardı. Ve o güzelim şadırvanda bir damla olsun su yoktu. Bahçenin şurasında burasında, sonsuzluk uykusuna dalmış gibi donup kalan birkaç çeşmenin eski harflerle kazılan kitabelerine, usulca elimi dokundursam, sanki su olacak, yüreğime döküleceklerdi. “Hay!” Allah’ın sıfatlarından biriydi. Ve “ebediyen diri olan” anlamına geliyordu. Etrafta, ebedî diriliği, sonsuz güzelliği ve misilsiz merhameti çağrıştıran diller susmuştu. Tekkenin küçük ve şirin mescidi içinde, bütün âlemlerin Rabbine, bütün âlemler için duaya uzanan eller, secdeye kapanan başlar, tekkenin büyük ve sıcak ruhaniyetini de beraberlerinde götürmüşlerdi.”■

Uzar gider bir sessizlik içinde Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına Çöreklenir yedi başlı bir kızıl yılan Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han Bebekler bile vurulur beşiklerinde Kana boyanır Türkistan. Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar Susmuş minarelerinde mübarek ezan Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz Boynu bükük türkülerde güzeliiim Azerbaycan. Bir kanlı ağıt söylenir şimdi Kırım’da Biz duyarız Kırım’ın öldüren feryadını Bir büyük destanla birlikte yeniden yazacağız Kırım topraklarına Kırım Türk’ünün adını. Balkanlar’da büyük, öksüz kubbeler Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar Bizi söyler; anlatır Mimar Sinan’dan beri Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi Davullar, zurnalar ve serhat türküleri… Yüzyıllardan beridir Altay’lardan Tuna’ya Bizim türkülerimizdir söylenen

5

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


6

h az ir a n-temmuz-a Ä&#x;ustos 2 0 1 0


Sivas'ın Bezirci Mahallesinde geçti YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

7

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


O

turduğumuz ev iki katlıydı ve kerpiçten yapılmıştı. Mahallemizde üç katlı evler, parmakla gösterilecek kadar azdı. Tek katlı, arada sırada üç katlı evler, omuz omuza verip uzanıyorlardı. Mutfağımız, odunluğumuz, kömürlüğümüz, helâmız, evimizin birinci katındaydı. İkinci katta iki odamız, bir sofamız vardı. Odalardan birisi misafirlerimiz içindi. İkinci odada, annemle babam yatıyordu. Evin sofası biz çocuklar içindi. Bu evde, biz beş kişiydik. Annem ve babam, hep başımızdaydı. Biz üç kardeştik. Benden büyük bir ablam, benden küçük bir kız kardeşim vardı. Hâdise, bugünkü gibi aklımdadır: Ben galiba 10 yaşımdaydım. Annem, ikinci kata çıkan ahşap merdivenler üzerinde oturuyordu. Dışarıdan gelip annemin yanına sokuldum, ağlayarak dedim ki:

—Anne! Mahallede herkesin bir veya iki erkek kardeşi var. Kavgalarda birbirlerine yardımcı oluyorlar. Onları kimse dövemiyor. Benim erkek kardeşim yok. Kimse de bana sahip çıkmıyor. Her kavgada dövülen-sövülen yalnız ben oluyorum. Bana bir erkek kardeş doğursana anne! Ne olursun anne! Annem o yalvarışımdan çok duygulandı. Başımı göğsüne bastırarak: —Peki, oğlum, dedi. Peki! Sana bir erkek kardeş doğuracağım. Ağlama sen! Üzülme! Annem bana gerçekten de bir erkek kardeş doğurdu. Ama aramızda on yaş farkı vardı. Bana hiçbir kavgada yardımcı olamadı. Babam nüfus müdürü idi. Tarihe ve edebiyata çok meraklıydı. Bütün milliyetçi dergilerin abonesiydi. Dinî bilgisi- yakın arkadaşlarının ifadesine göre – bir şehirde müftülük yapacak kadar kuvvetliydi. Annem ev kadınıydı. Okula gitmemişti. Kendi gayretiyle çat pat okuma öğrenmişti. Gazetelerin manşetlerini ve takvim yapraklarını kekeleyerek okuyordu. Yazması yoktu. Annem, babamın dayısının kızıydı. Çok dindar bir kadındı. Ben, ömrü boyunca, annemin bir defacık olsun, babama ismiyle hitap ettiğini duymadım. Ya ismini vermeden yüzüne karşı konuşurdu veya ona “Babası!” diye hitap ederdi. Babam da anneme ismiyle seslenirdi : “Heyriye!” derdi. Annemin ismi Hayriye idi. Babam, hem h sesini gırtlaktan söyler, hem de a sesini e’ye çevirerek hitap ederdi: “Heyriye!” Annemle babam, 60 yıl evli kaldılar. Babam çok, ama çok otoriter bir kimseydi. Sözleri âdeta kanun hükmündeydi. Evlilikleri esnasında, ben babamın, anneme bir fiske bile vurduğunu görmedim. Bir defasında ona, çok yüksek sesle bağırmaya başladı. Hepimiz âdeta taş kesildik. Ben sandım ki evin çatısı üzerimize çökecektir. Öylesine korkmuştum. Babamın terbiye anlayışında dayak birinci sırada yer alıyordu. Nasihat ettiğini pek hatırlamıyorum. En basit bir yanlışımı dayakla cezalandırdı. Zaten babam, “terbiyemin bozulmaması için” benimle pek konuşmazdı. Anlaşmamızı annem sağlardı. Ben bütün isteklerimi anneme açardım; annem babama söylerdi. Babam cevabını anneme bildirirdi. Annem de babamdan dinlediklerini gelip bana tekrarlardı. Bu bakımdan babam, benim terbiyem için, daima dayağa başvururdu. Ben, çok hisli, çok sessiz sedasız, çok içine kapanık, çok sözden anlar bir çocuk olmama rağmen, lisenin son sınıfına kadar, babam-

8

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


dan adamakıllı dayaklar yiyerek büyüdüm. Annem, babam beni tokatlamaya başlayınca, önünde durmamamı, kaçmamı söylerdi. Fakat ben, babamın önünden kaçmayı saygısızlık, terbiyesizlik sanırdım. Bu bakımdan babam beni, yoruluncaya kadar tokatlardı. Bir dayak sebebini açıklamak istiyorum: Lisenin son sınıfında idim. Bir gün İnkılâp Tarihi dersinde, hocamız Şapka İnkılâbını anlatıyordu. Gerekçe olarak şöyle diyordu: —Fes, bizim değildi. O bakımdan Atatürk, fes yerine şapka giyinmemizi istedi! Sırf öğrenmek için parmak kaldırdım ve sordum: —Hocam, dedim, fesi bizim olmadığı için çıkarıp attık. Şapka bizim miydi? Şapkayı bizim olduğu için mi aldık? Hoca cevap veremedi. Birtakım garip sesler çıkardı. Sonra, beni dövmek için üzerime yürüdü. Sınıfta kızlar vardı. Onların yanında dayak yememek için, dışarı kaçtım. Beni, gidip babama şikâyet etmiş. Akşam, babam eve geldi. Kalkıp paltosunu alıp vestiyere astım. Birden geri dönerek beni tokatlamaya başladı. Ama nasıl bir öfkeyle, nasıl bitmez tükenmez bir güçle! Ağlamaya başladım. Annem de, kardeşlerim de hüngür hüngür ağladılar annem yalvarır gibi sordu: —Babası! Ne var? Ne oldu? Çocuğu niye dövüyorsun? Babam, nefes nefese dövme gerekçesini açıkladı: —Eşşekoğlu eşek! Bugün sınıfta, tarih öğretmenini müşkül duruma düşüren bir soru sormuş! Daha ne olsun? Üniversite tahsiline başladığım zaman, babam, bana dayak atmaktan vazgeçti. Fakat yine, “terbiyemin bozulmaması için” benimle çok az konuştu. Babamın o terbiye anlayışı beni çok sarstı. Çocuklarıma fiske vurmamayı kafama koymuştum. Nitekim iki çocuğum oldu. Zaman zaman onlarla altlı üstlü boğuştum. Şakalaştım. Salonumuzun bir başından öteki başına kadar onlarla birlikte yuvarlandım. Çocuklarıma, orta parmağımla bir fiske bile vurmadım. Ama bana karşı saygılarından, sevgilerinden de hiç ama hiçbir noksanlık görmedim. Evin içini anlatmaya devam ediyorum: Ben ortaokul son sınıfa kadar hep yer yatağında yattım. Orta son sınıfa kadar yer sofrasında yemek yedik.

Evimizin iki kapısı vardı. Biri bahçemize, biri sokağa açılırdı. Buzdolabımız, çamaşır ve bulaşık makinemiz yoktu. Bahçemizde bir kuyu vardı. Mutfağımızda da bir tandır. Annem, yaz aylarında, yemek tencerelerini bir sepetin içine yerleştirir, sonra o sepeti kuyunun su seviyesine kadar indirirdi. Kuyu, buzdolabı vazifesi görürdü. Herkes öyle yapardı. Sivas’ta, benim çocukluk yıllarımda, elektrikler 24 saat yanmazdı. Gece, saat 20’den, bazen 21’den sonra elektrikler kesilirdi. Annem o zaman kalkar gaz lambasını yakardı. Gaz lambası altında ders çalışırdık. Radyo, her evde olmazdı. Mahallemizde, kimlerin evinde radyo varsa bilinirdi. Bildiğim kadarıyla, radyolu ev sayısı beş veya on civarındaydı. Bizim evimizde, radyolu evler arasındaydı. Fakat babam, bizim radyomuzu, oturma odamızın bir duvarına, tavana yakın bir yere bir terek üstüne yerleştirmişti. Bunu, biz radyoyla oynamayalım, onu bozmayalım diye yapmıştı. Kendisi daireden eve geldiğinde, bir sandalye üzerine çıkarak radyoyu açıyordu. Sabahleyin daireye gitmeden radyoyu kapatıyordu. Ama babam evden çıkar çıkmaz biz bir iskemleyi radyonun tereğinin altına getiriyor, üzerine dört veya beş köşe yastığı koyarak düğmeyi çeviriyorduk. Babam, akşam eve gelince kapının tokmağında âdeta şimşekler çakıyordu. Biz, aşağı koşmadan, radyonun düğmesini kapatıyorduk. O da sanıyordu ki, kendisi eve geldikten sonra radyomuz açılıyor. Sivas’ta Yoksul Çocuklar şiirinde, biraz da benim çocukluğum vardı. O şiirimin bir kıtası şöyleydi: Bezirci’de, Yüceyurt’ta Altıntabak ta… Çocuklar var; incecik yüzleri nurdan Ama toz –toprak içinde elleri, ayakları Oyuncakları çamurdan! Hiç abartmadan yazıyorum, bütün oyuncaklarım çamurdandı. Çamurdan elma, çamurdan armut, çamurdan araba, çamurdan adam, çamurdan ev!... Yalnız yaz gelince, karpuz kabuğundan öküz arabaları yapardık. Bütün çocukluk yıllarımda sadece iki oyuncağım oldu. Birisini, dayım Ankara’dan gelince alıp gelmişti. 15 – 20 santim uzunluğunda güzel bir mızıka idi. Üstü beyaz bir sacla süslü idi. Onu elime alarak sokağa çıktım. Bahçemizin arkasından bir ark geçiyordu. O arkın kıyısına oturarak çamurdan yeni oyuncaklar yapmaya başladım.

9

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Mızıkamı çamur bulaşmasın diye, arkama, kuru bir yere koydum. Yeni çamur oyuncaklarım için ne kadar uğraştığımı bilmiyorum. Ayağa kalktığım zaman, gördüm ki mızıkam yok. Onu arkadaşlarımdan biri, usulca alıp götürmüş. Günlerce ağladığımı biliyorum. İkinci oyuncağım bir lastik toptu. Onu da akrabalarımızdan biri bana hediye olarak almıştı. Top, küçük bir karpuz büyüklüğündeydi. Kucakladığım gibi sokağa fırladım. Arkadaşlarımla iki kale kurup, futbol oynamaya başladık. Daha birinci yarıyı tamamlamadan topuma bir diken batmasın mı ve topun havası kaçmasın mı! Sivas başıma yıkılıyor gibi oldu. O topla ikinci defa oynayamadım. Mahallede, kendi aramızda kurduğumuz bir futbol takımı vardı. Adı, Bezirspordu. Takım kaptanımız Memduh Karaçoban’dı. Ancak hiçbir zaman on bir kişi olamadık. Ben takımın futbol topunu saklamakla vazifeliydim. Bizim için çok kıymetli olan o topun iç lastiğinde en az kırk yama vardı. Delindikçe yama üzerine yama yapıştırıyorduk. Yine de içi, bir yerlerden hava kaçırıyordu. Hiç unutamadığım

hâdiselerden biridir: Bir gün Ethem Bey Parkı’nın arka tarafında top oynuyorduk. Yakınlarda Çavuşbaşı Mahallesi vardı. Oranın çocukları, elleri bıçaklı belalı kimselerdi. Birden, bizim top oynadığımız alana girdiler. Arkadaşlarım canlarını kurtarmak için çil yavrusu gibi kaçıştılar. Takımın o kırk yamalı futbol topunu saklamakla görevli olduğum için, ben de koşup topun üzerine kapaklandım. Onu karnımın altında, kollarımın arasına alıp sımsıkı yumuldum. Çavuşbaşılılar başıma yığıldılar; topu bırakmam için beni tekmelemeye başladılar. Müthiş bir dayak yedim. Tekmeler böğrüme gelince, nefessiz kaldım. Yüzüm yediğim tekmelerden morarmıştı, başım yarılmıştı. Ama yine de aklım fikrim takımın futbol topundaydı. Çavuşbaşı Mahallesinin arsız, terbiyesiz, insafsız haytaları topu ellerine alıp baktılar. Gördüler ki topun dışında bile üst üste vurulmuş yamalar var. Onun en az kırk yamalı iç lastiğini görmeden kaldırıp üzerime attılar. — Ulan, dediler bu beş para etmez top için mi bizi bu kadar uğraştırdın? Sonra, defolup gittiler. Hayatımın müthiş dayağını o beş para etmez top yüzünden yedim. Sokaklarımız, boydan boya toz toprak içindeydi. Asfaltın ne demek olduğunu katiyen bilmiyorduk. Sınıf öğretmenimiz Makbule Yurteri Ankara’ya gidip geldiği için asfalt yolları görmüştü. Yine hiç unutamadığım açıklamalardandır; bir gün bize dedi ki: —Asfalt yol nasıldır, biliyor musunuz çocuklar? Asfalt yol üzerine bilyenizi koysanız, kendiliğinden yuvarlanıp gider. Asfalt işte öyle bir yoldur. Doğrusu çok şaşırmıştık. Nasıl olurdu da bir asfalt yol üzerine konulan bir bilye, kendiliğinden yuvarlanarak giderdi? Biz, mahallemizin şu veya bu sokağında bilye oynarken önce sağ dizimizi toprağa kor, sol dizimizi çenemizin hizasına kadar kaldırırdık. Sonra sağ elimizin işaret parmağının ikinci boğumu üzerinde sıkıştırdığımız bir bilyeye, başparmağımızın tırnak boğumuyla ve tabii bütün gücümüzle vurduğumuz hâlde, onu bir metre uzağa ulaştıramazdık. Bilye, toprak yola gömülür kalırdı. Bu asfalt yol, nasıl bir yoldu Allah’ım ah biz de, Ankara’mızı bir görebilseydik. Ziya Gökalp İlkokulunun beşinci sınıfındaydım. 1947 yılındaydık. Bir gün öğretmenimiz büyük bir müjdeyle sınıfa girdi: —Çocuklar, dedi, İstasyon Caddesi’ni asfalt yapıyorlar. Şimdi ben sizi beşer kişilik guruplar hâlinde

10

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


oraya göndereceğim. El ele tutuşarak ve koşarak İstasyon Caddesi’ne gidip asfalt yolu göreceksiniz. Yine el ele tutuşup okula koşacaksınız. Katiyen bir birinizden ayrılmayacaksınız. Birinci gurup gidip geldikten sonra ikinci gurup gidip gelecek; ben, birinci guruptaydım. El ele tutuşarak caddeye kadar koştuk. Aradaki mesafe bir kilometre kadardı. Hükümet Meydanını geçince gördük ki Kongre Lisesi önünde asfaltlama çalışmaları yapılıyor. Ceplerimizdeki bilyeleri çıkararak o asfalt yol üzerine koyduk. Gördük ki bilyeler kendiliğinden yuvarlanıp gidiyordu. Çok şaşırdık. Gözlerimiz, hayretten iri iri açılmaya başladı, öğretmenimiz doğru söylemişti, bir birimize bağırıp durduk: —Essahtan da la! Essahtan da! Essahtan da! Asfalt yolu ilk defa, ilkokulun beşinci sınıfında okurken gördüm! Çocukluğumda iki defa boğulma tehlikesi geçirdim. Birinde, az kalsın bir değirmen oluğuna dü-

şüyordum, ikincisinde Sivas’ta Paşa Fabrikası’nda “Baraj” diye bilinen bir gölette az kalsın, arkadaşlarımın arasında boğuluyordum. Galiba ilkokulun dördüncü veya beşinci sınıfına kadar annemle birlikte kadınlar hamamına gidiyorduk. Bir gün Şirinoğlu Hamamı’na gittik. O zaman sekiz dokuz yaşlarındaydım. Yıkandıktan sonra, ben annemden erken giyinerek dışarı çıktım. Yakında bir değirmen vardı ve o değirmene derinliği bir metre kadar olan bir arktan su geliyordu. Etraftaki ağaçlardan kendime bir dal koparmak istedim. Ağaçlar arkın öteki tarafındaydı. Ark üzerine 20–25 santim eninde bir tahta uzatmışlardı. Ben de o tahtaya basarak karşı tarafa geçmeye çalıştım. Bir kaç adım atmadan gördüm ki su üstünde akıntıya kapılarak gelen bir dal var. Onu almak için eğildim. Tahta ayağımın altından kaymasın mı!... Kendimi arkın ortasında buldum. Sular beni değirmenin oluğuna doğru sürüklüyordu. Avazım çıktığı kadar bağırmaya, ağlamaya başladım. Arkın hemen yanında çimenler üzerinde bir asker namaz kılıyormuş. Namazını bozarak imdadıma koştu. Ve oluğa düşmeme birkaç metre kala, beni çekip çıkardı. Ölümden kıl payı döndüm. İkincisinde de, beni gölette boğulmaktan arkadaşlarım kurtardılar. Yüzme bilmediğim hâlde göle atlamanın cezasını az kalsın canımla ödeyecektim. Odur budur, sudan çok korkarım. Sivas, halk şiirimizin harman olduğu bir yer. Sivas’ta bine yakın halk şairi yaşamış. Türkiye’de, İstanbul dışında, bu kadar halk şiirimizle yoğrulan bir başka şehrimiz yoktur. Benim çocukluk yıllarımda o halk şairlerinden bazıları, sazlarını bir torba içine koyarak sırtlarına asar, mahalle mahalle dolaşırlardı. Halk onlara “Hakk Şairi” nazarıyla bakardı. Oğlunu askere gönderenler, kocasını gurbete salanlar, bir yakınını kaybedenler veya yakasını bir hastalığa kaptıranlar… O Hakk âşıklarına, o zamanın parasıyla yüz para veya beş kuruş uzatırlardı: —Âşık! Haydi, benim niyetime, bir türkü çığır, derlerdi. O halk âşığı da, önce parayı öpüp başına koyar, sonra torbasından çıkardığı sazına şöyle bir düzen verir, arkasından çalar söylerdi. Biz, mahalle çocukları da, o âşığın başına toplanır türkülerine kulak verirdik. Halk şairlerinin vezinli kafiyeli sözleri dikkatimi çekerdi, hoşuma giderdi. Ben bazen o âşıkların peşine takılır, başka sokaklara savrulurdum.

11

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Gece olunca yer yatağımı anamın yanı başına sererdim. Anam, bir gaz lambası altında ya bizim delinen çoraplarımızı yamar ya da bir şeyler örerdi. Ben anamdan bana masal söylemesini isterdim. Onun masalları arasında en çok “Boş Beşik” masalını severdim. O masal beni her gece ağlatırdı. Anam gözyaşlarımı görmesin diye, başımı yastığın altına sokardım. Anam ağladığımı bilirdi. Bilmezliğe gelirdi. Boş Beşik, türküsü olan bir masaldı. Anamın sesi güzeldi. Masalın türkülerini söyleyince halk âşıklarının sokaklarda çalıp söyledikleri türküleri hatırlardım. İçim daha çok ısınırdı. İplik iplik, ama sesiz sedasız, ağlardım. Her gece gözyaşlarıyla uykuya dalardım ve anamdan her gece bana “Boş Beşik” masalını söylemesini isterdim. Düşünüyorum da, benim bu marazi derecedeki hassasiyetim, galiba o “Boş Beşik” masalını hep ağlayarak dinlediğim gecelerden kalmıştır. Şimdi “Boş Beşik” masalını merak edenler için özetliyorum: Konu, Toros Yörükleri arasında geçiyor. Bir boy beyi oğlunu evlendiriyor. Ama yeni evlilerin yıllarca çocukları olmuyor. Nihayet bir gün genç

evliler anne baba oluyorlar. Obaları bir yerden başka bir yere göç ediyor. Göç kervanının en arkasına yeni anne olan gelinin devesini, onun arkasına da bebeğin beşiğini taşıyan deveyi getirip bağlıyorlar. O devirlerde örf - âdet gereğince gelinler kayınpederleriyle, kayınvalideleriyle katiyen konuşmadıkları için, yeni anne bu sıralamaya itiraz edemiyor. Deve kervanı yola düştükten bir süre sonra, bir kara kartal beşikteki çocuğu kapıp kaçırıyor. Kervan, konaklanacak yere vardıktan sonra, bakıyorlar ki beşik boştur; anlıyorlar ki çocuğu bir kartal kaparak kaçırmıştır. İşte o zaman talihsiz anne baba, babaanne, boy beyi feryatlar kopararak türküler söylüyorlar. Benim sevgili anam o türküleri söylemeye başlayınca, kendini o kaçırılan çocuğun yerine koyuyor, söylenen türkülere sessiz sedasız gözyaşı döküyordum. Hem sokaklarda dinlediğim halk şairleri, hem de anamın Boş Beşik masalı ile beraber söylediği türküler, bende de vezinli, kafiyeli, söz söyleme merakımı artırıyordu. Söylediğim ilk beyit aklımdadır: Babamın saçları genç yaşında ağarmıştı. Babam saçlarını boyardı. Babamın samimi arkadaşlarından Hacı Bey bazı akşam gelir babamı evden alırdı. Çıkıp şehir kulübüne veya başka bir dost evine giderlerdi. Kapı tokmağını vuruşundan gelenin Hacı Bey olduğunu anlardık. Babam, arkadaşını bekletmemek için, saçlarını acele acele boyardı. İşte ben o hâi şöyle anlatmıştım: Hacı Bey kapıya gelip dayanır. Babam da aynaya bakıp boyanır. Arada söylediklerimi hatırlayamıyorum. İlkokulun beşinci sınıfındayım. Bir gün öğretmenimiz Makbule Yurteri sınıfa girip dedi ki: —Çocuklar, okulda bir duvar gazetesi çıkaracağız! Bu gazetenin yazılarını sizler yazacaksınız. Şiir, hikâye, masal yazanlar veya gördüklerini– duyduklarını kaleme alanlar yazdıklarını bana getirsinler. Size bir haftalık bir mühlet veriyorum! Ben de duvar gazetesine bir şiir yazarak katılmak istedim. Oturup Sivas üzerine bir şiir yazdım. O şiirin maalesef yalnız bir kıtası aklımda:

12

Görünce dağılır başından yasın Dolar çeşmesinden güğümün, tasın

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Japonya için uzun bir şiir yazdım. O yıllarda, defter kenarlarını renkli kalemlerle süsleme âdeti vardı. Şiiri defterime geçirdim. Sayfa kenarlarını renkli kalemlerle, kuş, çiçek, böcek, resimleri yaparak süsledim. O Muhteşem (!) şiirimin sonu şöyle bitiyordu: Japonya karşımda öyle kabarma Var mı sende de bir Sivas’la Konya?

Aman toprağa usulca basın Her taşı zümrüttür çünkü Sivas’ın. Öğretmenimiz Sivas şiirini beğendi ve duvar gazetesine koydu. O şiirden sonra, adım “sınıfın şairine” çıktı. Mesela bir gün sonra sindirim sistemini mi okuyacağız, öğretmenimiz diyordu ki: —Sınıfın şairi, sindirim sistemi üzerine bir şiir yazıp gelsin! Ondan kolay ne var? Akşam eve gelir gelmez oturup döktürüyordum. Şimdi beni kahkahalarla güldüren o muhteşem (!) şiire şöyle başlıyordum: Sindirim yollarında/ Barsaklar kollarında Yağlarında, ballarında/Düşe kalka gideriz biz! Coğrafyadan Japonya’yı mı okuyacağız. Öğretmenimizden emir: — Çocuklar yarın Japonya’yı okuyacağız. Sınıfın şairi Japonya üzerine bir şiir yazıp gelsin! “Elbette, hemen, derhal!” diyerek başlıyordum yazmaya: Japonya’da çiçek bahçeleri var Japonya’da çekik gözlü insanlar!

Bir gün sonra bütün sınıfı hayran bırakan Japonya şiirimi bağıra bağıra okudum. Sınıfımızda, öğretmen okulundan gelen yeni bir öğretmen adayı vardı. Geldi sıramın başında durdu ve bana, ‘İstanbul’u sen mi fethettin?’ der gibi sordu: —Bu şiiri sen mi yazdın? Ben de, Fatih Sultan Mehmet edasıyla cevap verdim: —Evet, ben yazdım! Ah o saçmalıkları saklamadığım için şimdi ne kadar pişman olduğumu bilemezsiniz. Çünkü hiçbir mizah dergisinde bulamayacağım eğlenceleri, saçmalıkları o şiirlerimde bularak eğlenirdim. İlkokul beşinci sınıfından, lisenin üçüncü sınıfına kadar, yani 1947-1953 arasında hep halk tarzında yazdım. Vezinli, kafiyeli şiirler söyledim. 1953 yılında, benden beş yaş küçük kız kardeşim, babamın vazifeli olarak bulunduğu Malatya’da bir elektrik kazasında vefat etti. Tabii, aile olarak büyük bir acının içinde çırpınmaya başladık. Ben, her gün kız kardeşimin mezarına gidiyordum. Orada kız kardeşimin mezarı başında ölüm üzerine şiirler yazdım. Bir Ölünün Mektubu, Gelin Kızın Ölümü gibi şiirlerim, serbest vezinle geldi, Serbest vezinle, fakat yine daha çok 6+5 vezniyle ve vazgeçilmez kafiyeleriyle. O ölüm şiirlerini, o yıllarda, İstanbul’da çıkan Türk Sanatı Dergisine gönderdim. Derginin sahibi ve başyazarı Abidin Mümtaz Kısakürek, bana uzun bir mektup gönderdi. Özet olarak diyordu ki: “Artık sen de, bizim dergimizin şairleri arasındasın. Her sayımız için bize şiir göndermelisin.” Bir lise öğrencisi için o mektup çok teşvik edici ve heyecan vericiydi. İşte böyle; 1953 yılından beri şiirlerim ve yazılarım çeşitli dergilerde çıkıyor. Demek ki elli üç yılından beri yazıp çiziyorum. Şiirlerim önce: “Yalnızlık” ismiyle çıktı. İkinci kitabımın ismi: “Duvak” üçüncü kitabımın ismi ise:

13

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


“Seninle”dir. Sonra yeni yazdıklarımla eskilerini karıştırıp “Harman” ismiyle bir araya getirdim. Kitaplarımın baskı sayısı, doksan altı bindir. Şiirimizde Birinci Yeni’ye fazla yakın değilim, okuyorum. Fakat İkinci Yeni tarzında yazılan şiirleri katiyen sevmiyorum. Sevmiyorum, çünkü hiç anlayamıyorum. Daha doğrusu, benim şiir zevkim ve kültürüm İkinci Yeni şiirlerini okuyup anlayacak bir seviyede değildir. Bütün çocukluk yıllarım Sivas’ta geçti. Sivas o yıllarda kerpiç evler kalabalığıydı. Gerçi Sivas’ta bir cer atölyesi bir de çimento fabrikası vardı. Ama betonarme yapılar, parmakla gösterilecek kadar azdı. Bizim mahallede bir tek betonarme ev yoktu. Ziya Gökalp – Fevzi Paşa ilkokulları, Kız Sanat Enstitüsü betonarmeydi. İstasyon Caddesi’nde bir emek apartmanı dışında, istasyona yakın DDY lojmanları vardı. Bir de aynı cadde üzerinde Tan Sineması. Hükümet binamız -ki biz ona saray diyordukjandarma binamız ve 4 Eylül Kongre Lisemiz… Çok şahsiyetli taş binalardı ki bugün de aynı güzellikle yükseliyorlar. Ama ben o yüksek tavanlı, büyük odalı, yüklüklü, terekli, ocaklı ve çifte kapılı, bahçeli, kuyulu… Eski Sivas evlerini derin bir hasretle anıyorum: Sivas’ta Eski Türk Evleri Beni bir eski Sivas evine götürseniz Bir aydınlık, serin avlusu olsa. Bahçesinde yorgun salkım söğütler Ve bir kuyusu olsa... Bir sofa üstünde büyük odalar Çağırsalar beni:”Gitmeyin! Durun!...” Bir bahar güzelliği Sivas halılarında Sedirler seslense: -Buyurun! Baksam tavanlarda oymalı güller... Ve gümüş telkariler, raflarda dizi dizi. Duvarlarda sülüsten, küfiden güzellikler Gülümsüyor Rabbimizi Efendimizi. Sedef çekmecelerde, ceviz işlemelerde Azerbaycan nakışlı kilimlerde göz nurum. Kehribar tespihlerde, seccadelerde Çiçek açmış huzurum.

Kanatlı kapılardan koşup gelse çocuklar Taze güller gibi dudaklarında hasret. Nur yüzlü annelerde, yaşmaklı gelinlerde Müslüman bir merhamet! Çifte Minare’den Gök Medrese’den Bir ruh ki etrafta, yabana inat, Her sözde sütun gibi bir doğruluk, incelik Her yüzde pırıl pırıl aydınlık bir kâinat. Beni bir eski Sivas, evine bir gün eğer Götürseniz çocuklaşır, şaşarım. Eşiklerini bile öperim birer birer Sanki bin yıl yaşarım. Çocukluk yıllarımda ilk okuduğum şair, Necip Fazıl Kısakürek’tir. On yaşımdan itibaren onu okumaya başladım. On yaşındaki bir çocuk Necip Fazıl’ı anlayabilir mi? Anlayamaz. Ben de katiyen anlamadan, hatta sıkılarak okuyordum: Babam, Büyük Doğu Dergisinin ısrarlı takipçilerindendi. Büyük Doğu Dergisi cumartesi günleri Sivas’a gelirdi. Babam aldığı o dergileri önce bana okuturdu. Kendisi sedire sırt üstü uzanır, ellerini de başının altına bağlardı sonra bana emrederdi: — Oku bakayım bana Necip Fazıl’ın şu yazısını! Kelimelerin başını gözünü kıra kıra okurdum. Ben Necip Fazıl’ı okurken arkadaşlarım sokakta top koştururlardı. Yazının bitmesi için sabırsızlanırdım. Ama babam beni bırakmazdı. “Şu yazıyı da, bu makaleyi de oku!” diye yerime çivilerdi. Ben, istenilen yazıları okuyup bitirdikten sonra, babam bana “aferin!” derdi. Ve yelek cebinden çıkardığı bir beş kuruş uzatırdı. O yıllarda, beş kuruşa, beş metre kırnap almak mümkündü. Parayı kapar kapmaz, sipahi pazarına koşar, beş metre ip alırdım. Onunla, kendi yaptığım uçurtmayı, gökyüzünün daha derinliklerine salardım. Ben her hafta beş kuruş alabilmek için Büyük Doğu’ları okurdum, sonradan anladığıma göre, babam da beni, Necip Fazıl aydınlığına götürmek için her hafta avucuma beş kuruş sıkıştırarak bu işi planlamış imiş. Sonra, sonra öyle bir Necip Fazıl tiryakisi oldum ki anlatmam mümkün değil. Ortaokul da ise, elimde Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ı vardı. Ömer Bedrettin’in şiirlerini ezbere biliyordum. Üniversite yıllarımda ise Arif Nihat Asya’nın gölgesi ve bendesi oldum.■

14

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


MEHDİ ERGÜZEL ile Yavuz Bülent Bâkiler üzerine

Bâkiler, Türk milletinin bütün millî değerlerinin edebiyatta, sanatta, siyasette, hukukta, iktisatta,.. hülasa Türklüğün itibarını yüksek tutacak her alanda yeni nesillere hedefler tayin edilen bir fikir ve edebiyat anlayışı içinde düşünülmelidir. EMRAH GÜRSU

Takdim 1952’de Zile’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini Zile, Turhal, Adana, İzmir, Amasya ve Taşova’da sürdüren Ergüzel, Tokat İlköğretmen Okulundan İstanbul Yüksek Öğretmen Okuluna seçilerek 1968-1973 arası tahsiline burada devam etti. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. 1973’ten itibaren Kütahya, Yozgat, Sakarya, Isparta, Bilecik ve İstanbul’da edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. 1991’de yeni Türk Dili alanında doktorasını tamamladı. Haziran 2002’de Doçentlik, Kasım 2007’de Profesörlük unvanını aldı. Halen Sakarya Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Türk Dili Bölümü Başkanıdır. 1972’den itibaren çoğu Türk Edebiyatı dergisinde yayınlanmış edebî ve fikrî yazılarının yanısıra doktora tezi Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkmıştır. (Tarih-i İbn-i Kesir Tercümesi c.4) Ayrıca Bazname, Parsname üzerine metin, gramer ve sözlük çalışması, Balkar Türkçesi Metinleri, Manilerimizdeki Söz Varlığı üzerine basıma hazır çalışmaları, Türkçe ve eğitimi üzerine makaleleri vardır. Biri yüksek lisans, ikisi doktora eğitimi yapan üç çocuk babası olan Ergüzel’in eşi öğretmendir.

Bu sayımızın konusu olan Yavuz Bülent Bâkiler’in üzerinde en çok durduğu mevzulardan biri dil. Bâkiler’in dil hassasiyeti ve dile bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca şiirlerindeki söz varlığı değerlendirildiğinde ahenk unsurları nelerdir? Y.Bülent Bâkiler, Türkçeyi en güzel yazan ve konuşan ediplerimizdendir. Onun Türkçemiz hususundaki hassasiyetini şiirleri ve nesirlerini okumuş, konuşmalarını dinlemiş herkes bilir. Yavuz Bey, Arif Nihat Asya gibi bir Türkçe ustasının yanı başında yetişmiştir. Her ne kadar mesleği hukukçuluk ise de yazarlığı ve kültür adamlığı, daima önde gider. Keşke bu özellik memleketimizin bütün münevverlerinde olsa idi. Yavuz Bülent Bey, “ Sözün Doğrusu” nu ve güzelini söylemeyi bütün Anadolu çocukları gibi önce anasından tahsil etmiş, hatıralarında anlattığı üzere babasının millî yazar ve şairlerden seçtiği yazıları, ona sesli olarak okuya okuya çocukluk ve ilk gençlik çağlarında millî heyecanla, millî şuurla mayalanmıştır. Ankara Hukuk Fakültesine geldiğinde hazırlıklıdır. Artık birilerinin onu yanlış istikametlere çekme ihtimali yoktur. Yavuz Bey’in yazı ve şiirlerinde okuyanı ra-

15

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


hatsız edecek ifadeler veya zevksiz kelimeler bulamazsınız. Yazdıkları sizden bir parçadır ve güzel anlatılmıştır. Bu güzelliğin arkasında ince bir Türkçe zevki ve millî romantizm vardır. Bize bizi anlatır ama güzel anlatır. Okurken düşünür, duygulanır, üzülürsünüz veya sevinirsiniz. Anlattığı konunun akışına kapılır gidersiniz. Böyle anlatabilmek herkesin kârı değildir. Yavuz Bey asırlarca işlene işlene son asırda Millî Edebiyatla beraber kemale eren Türkçeyi bulan, anlayan, yazan, konuşan ve yaşayan adamdır. Bâkiler dilde ve kültürde Turancı bir anlayışı savunuyor. Siz, Turancı şairler arasında onu nasıl değerlendiriyorsunuz? Turancı görüşlerini dile getirdiği nesir eserlerinin, gezi edebiyatı açısından önemi nedir? Bir yazar veya şair, eserlerindeki millîliğin sınırlarını kendi tayin eder. Yavuz Bülent Bey’in dilde ve kültürde bütün Türklüğü düşünmesi kadar tabii ne olabilir? Gökalp’in yıllar önce söylediği: “Turan’ın bir ili var / Ve yalnız bir dili var Başka dil var diyenin / Başka bir emeli var.” mısralarıyla Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” umdesi Yavuz Bey’in yazdıklarıyla aynı kavşak noktasında buluşmaktadır. Bu, bir fikir, gönül ve ideal ittifakıdır. Yavuz Bey için ille de şöyledir demek benim haddim değil ama “Turanî” bir üslubu olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu noktada onu Gökalp’e, Ömer Seyfettin’e, Atsız’a, Arif Nihat’a, Gençosmanoğlu’na, Orhan Şaik’e, Yahya Kemal’e, Ahmet Kabaklı’ya, Bekir Sıtkı Erdoğan’a, Dilaver Cebeci’ye yakın bulabilirsiniz. Yavuz Bey’in 1980 başlarında okuduğumuz Üsküp’ten Kosova’ya kitabının gezi edebiyatımızda bir merhale olduğunu söyleyebiliriz. Ondan önce bu havayı hissettiren Yahya Kemal ve Tuna’dan Batı’ya isimli eseriyle İsmail Habip Sevük’tü. Yarım asır sonra bizi tekrar Rumeli hasretiyle hüzünlendiren ve coşturan Bâkiler olmuştur. Hele Türkistan Türkistan ile yazılması yasaklara(!) bürünmüş o yılların Turan diyarını önümüze açan önce Yavuz Bey’in yazıları olmuştur. 25 sene önce buraları o samimiyet ve cesarette anlatabilecek kim vardı ki?

Bâkiler, kendi sesi, kendi dili, kendi ahengi ile millî bir edebiyatın peşindedir. Aynı düşünce ile yola çıkan Millî Edebiyat edipleri arasındaki fark ve bağ nedir? Yavuz Bülent Bey, bence, yüzüncü yılına yaklaştığımız, 1911’de başlayan Millî Edebiyatımızın zamanımızdaki temsilcilerinden birisidir. O devrin yazar ve şairlerinin millî endişeleri, Türkçe konusundaki hassasiyetleri bir edebî ve fikrî emanet hâlinde Bâkiler’in yazılarında ifadesini bulmaktadır. Lise ve üniversite gençliği onun sözlerinden etkilenmekte, kitaplarını okumaktadır. Ancak bir iki yıldır başka konulara dikkat çekileli beri galiba kısa bir durgunluk döneminden geçer gibiyiz. Hâlbuki gençlerin daima Arif Nihat, Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı, Osman Yüksel, Peyami Safa ve Yavuz Bülent Bâkiler üslubunda yazarların sesine ihtiyacı vardır. Yavuz Bey ile Millî Edebiyat yazar ve şairleri arasında zaman farkı dışında bir ayrılık olduğunu düşünmüyorum. Bazı talihsiz kesinti ve kararmalara rağmen Millî Edebiyatımızın devam etmekte olduğu bile söylenebilir. Eğer bu manada iyimser olmasaydık bizim için hayatın bir ehemmiyeti olmazdı. Güzelim Türkçe her türlü baltalama ve vefasızlıklara rağmen yaşamakta ve Bâkiler misali güçlü kalemler yetiştirmeye devam etmektedir. Özellikle Anadolu şiirlerinde resim çizer bir anlayış içinde olan Bâkiler için, Sabir Rüstemhanlı onun için “sözün ressamı” diyor. Bu bağlamda Bâkiler’in şiirlerinde pitoresk unsurlar nelerdir? Bâkiler’in şiirlerinde ve nesirlerinde resmeder gibi bir anlatış olduğu düşüncesi doğrudur. Onu okurken gözlerinizin önüne namaz kılan beyaz yazmalı kendi anneniz gelebilir. Bir kış günü cami avlusunda “Emmilerim sadaka!” diye yalvaran Anadolu gerçeğinin içinizde yaşayan sahneleri canlanabilir. Belki de Ohri Gölü kenarında yahut Struga Akşamlarında mısralar mırıldanırken hayallere dalabilirsiniz. Bu resim gibi nesir ve şiir yazmak, söze rengin ve şeklin hareketini getirmek, aslında Türk şiirinin Yunus’tan Karacaoğlan’a hatta Nedim ve Âşık Veysel’e uzanan geleneğinde zaten vardır. Bâkiler, gelenek içinde yeni ve millî kalmayı başaran güzide bir edibimizdir. Bâkiler’in şiir ve gezi yazılarının yanında Âşık Veysel ve Arif Nihat Asya hakkında araştırma - in-

16

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


gerçeklerine ve Doğu meselesine mertçe, açıkça ve olduğu gibi bakmıştır. Eğer hikâye ve romanlar da yazabilseydi eminim ki şiir ve nesrinde anlattıklarını renkli hayat tabloları hâlinde verecek, hepimizi üzerek düşündürecekti. Zaten Türkistan yazıları biraz da hikâye-hatıra-seyahat arasında metinlerdir. Yavuz Bey’i ille de sosyal gerçekçilerle yan yana veya kıyaslama ile değerlendirmek gerekmez. O millî gerçeklerimizin yazarı ve şairi olmayı tercih etmiştir. Edebî manada başka bir gruba mensubiyet ve yakınlık ihtiyacı içinde olmamıştır. Çizgisinde asla kırılma yoktur. Tabiri caizse, çocukluğunda babasına okuduğu yazıların mana ve mahiyeti ne ise Yavuz Bey oradadır.

celeme eserleri bulunmaktadır. Bu eserlerin akademik niteliği ile ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Ben Yavuz Bey’in biyografik eserlerinin akademik taraflarına girilmesi gibi yaklaşımları soğuk buluyorum. Arif Nihat Asya’yı Yavuz Bey’den daha güzel kim anlatabilirdi ki? Akademisyenler zaten usulünce eserler ortaya koyuyorlar fakat edibane eserlerin yeri ayrıdır. Yahya Kemal’i; Tanpınar da, Abdülhak Şinasi de, Adile Ayda da, Nihat Sami de, Ahmet Kabaklı da yazmıştır. Bu eserlerin akademik olmasından çok hatıralarla, okunabilir bir üslupla yazılmış olması önemlidir. Bu yüzden Yavuz Bey’in ve kalem sahibi şahsiyetlerin biyografik eserler yazmasını, bilhassa hatıralara girmesini çok faydalı bulmaktan da öteye elzem bulduğumu ifade ediyorum. Keşke ünlü şair ve yazarları dinlemiş ve yakın sohbetinde bulunmuş olanlar bu bilgilerini nisyana mahkûm etmeseler. Şiiri algılayış ve anlayış biçimleri farklı olsa da, temaları işleyişleri bakımından paralellik gösteren toplumsal gerçekçilerle Bâkiler’in şiirinin ortak olan ve ayrılan yönleri nelerdir? Bence en önemli ayrılık, samimiyet ve bakış farkıdır. Yavuz Bey, ısmarlama bir ideolojik yaklaşım içinde olmamıştır. İstismarcı olmamıştır. Anadolu

Millî romantizm açısından Yavuz Bülent Bâkiler Türk edebiyatının neresindedir? Bir yazar ve şaire “Millî romantizm” ne kadar yakışıyor. Bu tabiri galiba 1972’nin Kubbealtı Akademi Mecmuasının bir sayısında rahmetli Hocalarımızdan Nihat Sami Banarlı’nın bir yazısının başlığı olarak okumuş ve yirmi yaşımın heyecanı ile çok beğenmiştim. Hâlâ aynı duygularla, Yavuz Bey’in de bu tavsife yakışan bir edibimiz olduğunu düşünüyorum. Milletinin hayatını ve yaşama üslubunu eser hâline getirmedikçe millî şair ve yazar olunamayacağı açıktır. Bâkiler, yukarıdaki sorulara cevaben ifade ettiğimiz gibi Türk milletinin bütün millî değerlerinin edebiyatta, sanatta, siyasette, hukukta, iktisatta,.. hülasa Türklüğün itibarını yüksek tutacak her alanda yeni nesillere hedefler tayin edilen bir fikir ve edebiyat anlayışı içinde düşünülmelidir. O millî edebiyatımızın yaşayan tavizsiz bir temsilcisidir. Adı hep bu millî, insani, İslami değerlerle birlikte hatıra gelen bir edebî şahsiyettir. Yarım asrı aşan yazı hayatı Yavuz Bey’e milletimiz ve memleketimiz hakkında tefekkür edecek nice uykusuz geceler yaşatmış olmalıdır. Anadolu’da, Balkanlarda ve Türk dünyasının birçok şehrinde on binlerce kilometre kat ederek yaptığı seyahatler eserlere ve programlara yansımıştır. Buralarda on binlerce vatan evladına hitap ederek gördüğü hizmetler hafızalardadır. Yavuz Bülent Bâkiler’in bundan sonra da o hepimizin hayran olduğu Türkçesiyle hatıralarını ve tecrübelerini yazmaya devam etmesini beklemekteyiz. Biz de eserlerini öğrencilerimizle incelemeye, değerlendirmeye devam edeceğiz. Kendisine, Yüce Mevla’nın sağlıklı ve hayırlı nice yıllar nasip etmesini diliyoruz.■

17

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


ALİ İHSAN KOLCU ile millî romantizm üzerine

Batıda millî mitoslar, bağnazlığa düşülmeden işlenir. Faust’tan büyük bir tiyatro çıktı. Biz, dünya edebiyatında eşi benzeri olmayan bir Deli Dumrul’u, Odiyeus’un Peneloppe’sinden daha sadık bir Barla Hatun’u gereği gibi tanıtamadık, eserlerimizde işleyemedik.

TANER NAMLI Prof. Dr. Ali İhsan Kolcu, 1961 yılında Rize’de dünyaya geldi. 1987’de lisans eğitimini (Atatürk Ü.), 1992’de yüksek lisansını (Cumhuriyet Ü.), 1995’te doktorasını (Atatürk Ü.) tamamladı. 1995’te Yardımcı Doçent, 2003’te Doçent, 2009’da Profesör oldu. Yayımlanmış eserleri şunlardır: Millî Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov, Tanzimat Edebiyatı l, Tanzimat Edebiyatı ll, Türkçe’de Batı Şiiri, Alphonse de Lamartine, Tercümeleri ve Tesiri, Alfred de Musset, Tercümeleri ve Tesiri, Tercüme Şiirler Antolojisi, İsmail Gaspıralı Albümü, Türk Şiirinde Yokluk Fikri Âkif Paşa’nın Adem Kasidesi, Zamana Düşen Çığlık (Tanpınar’ın Şiirinin Epistemolojik Temelleri), Albatros’un Gölgesi (Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir inceleme), Bozkırdaki Bilge: Cengiz Aytmatov, Çağdaş Türk Dünyası Edebiyatı, Batı Edebiyatı, Yusuf Atılgan’ın Roman Dünyası, Cengiz Aytmatov Üzerine Yazılar, Öykü Sanatı, Servet-i Fünûn Edebiyatı, Türk Öykü Dağarcığı, c. l, ll, Millî Edebiyat 1, Millî Edebiyat II, Cumhuriyet Edebiyatı I, Cumhuriyet Edebiyatı II, Edebiyat Kuramları, Elem Çiçekleri, Modern Türk Şiiri, Şiir Tahlilleri I, Modern Türk Şiiri Antolojisi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Necip Fazıl, Salâh Birsel, Orhan Veli, Tanpınar, Asaf Halet, Turgut Uyar, Edip Cansever, Behçet Necatigil, İsmet Özel, Oktay Rifat, Cemal Süreya, Sezai Karakoç ve İlhan Berk’in Poetikası, Albatros’un Gölgesi (Baudelaire’in Türk Şiirine Tesiri Üzerine Bir İnceleme) kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2002 En İyi İnceleme Ödülü yanında, 2008 yılında merkezi Bişkek’te bulunan Dünya Cengiz Aytmatov Akademisi tarafından Akademi Üyeliği’ne seçilmiştir.

Kıymetli Hocam, millî romantizm kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Millî romantizm, bütünüyle romantizm kavramı içindedir. Hem tarih boyunca bizim kültürel seyir içinde yaşadığımız olaylarda hem de Avrupa’da, dünyanın çeşitli yerlerinde millet olma sürecini tamamlamış topluluklarda aynı duyarlık var. Millî romantizm; millî hissiyatın, milletin sevincini, kederini, kahramanlığını, aşklarını, hayal gücünü ve zekâsını, topyekûn ve tam anlamıyla ifade ettiği bir disiplindir. Bizim edebiyatımızda millî romantizm, Tanzimat sonrası edebiyatımız içerisinde şekillenmeye çalışmış; fakat esas kimliğini ve duyarlığını Âkif, Gökalp ve Yahya Kemal’de bulmuş bir duyuş tarzıdır. Fakat bu duyarlığa dikkati N.S.Banarlı çekmiştir. Biz, Avrupa edebiyatını biraz geriden takip ettiğimiz için; onların millet olma sürecine, millîlik seviyeleriyle bizim millîlik seviyemiz arasında en azından kavramlar bazında, toprakla milletle kavramın uyuşması bazında birtakım farklılıklar yaşadık. Yani bizim kültürel zeminimiz hazır iken kavram, disiplin noksanlığımız bazı şeyleri batıdan almamıza, batıdan aldıklarımızı kendimize uydurmamıza veya ona uymamaya sebep oldu. Bir kere Türk edebiyatına bu dikkatle bakmak, en azından temel haklarımızdan biridir diye düşünüyorum. Bizim çok uzun süren bir millî tarihimiz var. Millet olarak millî top-

18

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Türkiye Cumhuriyeti de farklı bir medeniyetle münasebetin macerasını yaşıyor. Şimdi onun için mimaride, sanatta, edebiyatta, dilde, resimde millî olanı ortaya çıkarmamız lazım. Bize has olanı, bizi yansıtanı ve kendimiz diyebileceğimiz üslubu, üslupları geliştirmemiz lazım. luluk olarak bir tarihimiz var. Devletler kurmuşuz, toprakları yurt yapmışız, vatan kavramına ulaşmışız, milletle vatanı birleştirmişiz, millî hafızayla toprağın hafızasındakileri birleştirmişiz, medeniyetimizi kurmuş, kendi üslubumuzu geliştirmişiz. Osmanlı, Selçuklu bunun adıdır. Türkiye Cumhuriyeti de farklı bir medeniyetle münasebetin macerasını yaşıyor. Şimdi onun için mimaride, sanatta, edebiyatta, dilde, resimde millî olanı ortaya çıkarmamız lazım. Bize has olanı, bizi yansıtanı ve kendimiz diyebileceğimiz üslubu, üslupları geliştirmemiz lazım. Biz basit bir deneme yaptık ki, bu daha önce Türk edebiyatında sistematik olarak kullanılmış bir metot değil. Ama duygu bazında, duyarlık bazında mutlaka ele alınmış millî romantiklerimiz vardır: Namık Kemal bunlardan biridir. Mehmet Âkif, Ziya Gökalp bunlardan biridir. Elbette daha gerilere gidildiği zaman bana göre en büyük millî romantiklerden birisi de Yunus’tur. Yazılı tarihimizin kaynaklarına gidildiği zaman Bilge Kağan’ın Orhun Abideleri’ndeki hitabeti de millî romantizmin farklı bir tezahürüdür. Millî romantizmin Batı edebiyatındaki işlenişi ile Türk edebiyatındaki işlenişi arasındaki farklılıklar var mıdır? Genel hatlarıyla bir değerlendirme yapmak mümkün mü? Millî romantizm Batı’da romantizm akımıyla ortaya çıktı. Fransa’da Hugo, Lamartine, Aleksandr Dumas-Pere ve Aleksandr Dumas-Fils, Musset; İngiltere’de Walter Scott, Almanya’da Goethe ve Schiller, kendi milletlerinin tarihinden çeşitli sahneleri işleyerek modern edebiyatın temellerini attılar. Goethe, bir ortaçağ efsanesi olan Faust’tan bir başyapıt çıkardı. Bizde Namık Kemal, özellikle ‘Vatan yahut Silistre’ piyesiyle Hürriyet Kasidesi’nde Türk ruhunu canlandırdı. Batıda millî mitoslar, bağnazlığa düşülmeden işlenir. Faust’tan büyük bir tiyatro çıktı. Biz, dünya edebiyatında eşi benzeri olmayan bir Deli Dumrul’u, Odiyeus’un Peneloppe’sinden daha sadık bir Barla

Hatun’u gereği gibi tanıtamadık, eserlerimizde işleyemedik. Edebiyatımızda, millî romantizmin işlenmeye başlanışını hangi tarihlere kadar götürebiliriz? Bana göre en bilinçli millî romantik metinler, Orhun Anıtları’dır. Türk milletinin eksiltili rotası olarak kabul edebileceğimiz bu eserlerden sonra karşısında saygıyla eğildiğimiz Ali Şir Nevai’yi hatırlamak gerekir. Onun Muhakemetü’l-Lügateyn’i (Farsça ile Türkçenin karşılaştırılması) eseri, en önemli millî eserlerden biridir. Zira Koca Ali Şîr, Türkçeyi ve Türkleri bekleyen felaketi görmüş, dilimize sahip çıkılmasını ihtar etmiştir. Ondan sonra elbette ki benim ‘Türkçenin peygamberi’ dediğim Yunus gelir. Onun Türkçesi, millî romantik olduğu kadar, millî realist bir dildir. Divan şiiri millî olmadığı için o asırları atlıyorum. Fakat halk şiiri, bütünüyle bir millî romantik şiiridir. Bu kavramın bir akım olarak işlenişi Namık Kemal’le başlayıp Millî Edebiyatçılar, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Ali Canip, Beş Hececiler ve kısmen de Mehmet Âkif ile Yahya Kemal’le sürer. Yakın zamanda Abdurrahim Karakoç, hem millî romantik hem de millî realist metinlere imza attı. Çağdaş Türk edebiyatında önemli gördüğünüz millî romantikler kimlerdir, hangi yönleriyle önemlidirler? Özellikle roman türündeki millî romantik değinileri değerlendirebilir miyiz? Yukarıda adlarını saydığım isimlerin yanında romancılardan başta Nihal Atsız, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Tarık Buğra, Müfide Ferid Tek, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Sevinç Çokum, Emine Işınsu kaleme aldıkları romanlarda değişik dozlarda millî romantizmi işlediler. Bunların bir kısmı Türkiye dışındaki soydaşlarımızın trajedilerini yazdılar. Bir kısmı da tarihsel romanlara imza attılar.

19

Cumhuriyet’ten günümüze, Türk şiirinde millî

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


romantik şiir anlayışını yaşatan belli başlı insanlar oldu. Onların aramızdan ayrılışıyla, artık bu tarz şiirlerin söylenmediğini, bir şiir damarının kaybolmaya yüz tuttuğunu söylemek yanlış olur mu? Millî romantizm, millet var oldukça yaşayacaktır. Son birkaç yılda, bir Çanakkale bilinci uyandı. Romanda, sinemada, tiyatroda Çanakkale trajedisi anlatılmaya başlandı. Buna şimdilerde Sarıkamış faciası eklendi. Onu Yemen izledi. Yarın başka tarih sahnelerimiz gündeme gelecek. İşte bu millî romantizmdir. Fakat millî romantizm, Yahya Kemal’in yaptığı gibi sadece tarihimizin şanlı sayfalarını anlatmak değildir. Bu bağlamda ben millî romantizmle millî realizmi bir arada görürüm. Çanakkale, Yemen, Sarıkamış millî realist olaylardır. Fakat bunların sanat diline çevrilmesi, millî romantik dille daha kolay ve doyurucu olur. Millî romantik şiir anlayışının kaybolduğunu sanmıyorum. Biraz şekil değiştirmiştir. Daha farklı kaynaklara ve estetik kılığa bürünmüştür. Anadolu’yu anlatan Cahit Külebi de, türkülerimize şapka çıkartan Bedri Rahmi de bana göre birer millî romantiktir. Bizde bu kavram aşırı derecede politize olduğu ve belli bir dönemin sanat zihniyetini işaret ettiği için fazla kullanım sahası bulamadı. Abdurrahim Karakoç, Dilaver Cebeci, Basri Gocul, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Bekir Sıtkı Erdoğan, Yavuz Bülent Bâkiler gibi şairler farklı tonlarda millî romantik ko-

nuları işleyen şiirler yazdılar. Kaldı ki çalınan/söylenen her türkü bir millî romantik metindir. Millî romantizmin işlenişi, bir milletin geleceğini kurmasında nasıl etkili olabilir? Millî romantizm sadece geçmişle ilgilenmez. Zamanı da önceler. Yani geleceği de kurar, tanzim eder. Buna ister Kızıl Elma, ister İlâ-yı Kelimetullah ister Nizam-ı Âlem isterse rahmetli Osman Turan’ın ifadesiyle Türk-Cihan hâkimiyeti mefkûresi deyin, ortada bir gelecek tasavvuru söz konusudur. Ziya Gökalp, bunu Türkçülüğün Esasları’nda “yakın ideal, uzak ideal” diye iki aşamaya ayırmıştı. Bence şimdilerde, uzak ideal de, yakın ideal de ortadan kalkmıştır. Sovyetler çökmüş, muazzam bir Türk dünyası ortaya çıkmıştır. Şimdi yapılacak şey, millî romantik hislerimizi realiteyi rehber edinerek işbirliği, dil birliği, fikir birliği ve gönül birliğine dönüştürmektir. Yani eylem zamanıdır. Her zaman her şeye hazır olmak gerekir. Türkiye’de yaşayan her Türk ailesi Kazak, Kırgız, Azeri, Özbek, Türkmen, Karakalpak, Hakas, Altay, Tatar bir aile ile kardeşlik, yurttaşlık ilişkisi kurmalıdır. Onların bir evi Türkiye’de, bizim bir evimiz oralarda olmalıdır. Yoksa resmî yürüyüşle menzile varılamaz.

20

Hocam, sohbetiniz için teşekkür ederim.■

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


21

h az ir a n-temmuz-a Ä&#x;ustos 2 0 1 0


ŞAŞIRDIM KALDIM İŞTE Sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla Bâzan sessiz sedasız ipekten kanatlarla Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla. Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle Öldür bendeki beni sonra dirilt kendinle Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle Ama her defasında geri döndüm seninle Hangi düğüm çözülür, nazla, sitemle, kinle? Ne olur birgün beni, kapında olsun dinle. Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin? Bâzan kız kardeşimsin, bâzan öpöz annemsin Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin Eksilmeyen çilemsin Orada ufuk çizgim, burada yanım, yöremsin Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin Çaresizim çaremsin. Şaşırdım kaldım işte bilmem ki n’emsin?

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

22

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


VEFA TAŞDELEN

Bâkiler, günümüz şiirinin genel eğiliminin aksine, anlaşılabilirlik, nüfuz edilebilirlik, özdeşleşim kurulabilirlik seviyesi yüksek bir şiir dili ortaya koyar. Bu bilinçli bir tercihtir; zira şiirini, gündelik dilin sıcaklığına, sadeliğine, içtenliğine, coşkusuna ve akıcılığına emanet eder.

Y

avuz Bülent Bâkiler, günümüz şiirinin öne çıkan isimlerinden biridir. Şiirlerini topladığı Harman isimli kitabı, şiir yolundaki çabalarının ürünlerinden oluşuyor. Bu şiiri tanımlayabilecek öncelikli ifade, “yalınlık” veya “sade söyleyiş”tir. Bâkiler, şiirin büyüsünü zor söylenende, gizli ve örtük olanda değil, açık, algılanabilir ve anlaşılabilir olanda arıyor. Sade söyleyiş, sanattan yoksunluk değil, şiiri basit, anlaşılabilir fakat sanatsal bir tarzda kurmaktır. Yunus Emre’de, Karacaoğlan’da, Dadaloğlu’nda, Emrah’ta en güzel örneklerini veren halk şiiri, yalın söyleyişin şiir geleneğimizdeki sağlam konumuna da işaret eder. Bu söylem biçiminin gerisinde, gündelik dili, şiir dili hâline getirme çabası vardır. Bâkiler de şiir dilini gündelik dilden, gündelik dilin ifade imkânlarından yararlanarak kurar. Yaslandığı gelenek, daha çok halk şiiri geleneğidir. Bâkiler’in şiirindeki yalınlığı kuran temel unsurları biçim ve içerik açısından değerlendirebiliriz. Halk şiirinden ve türkülerden esinlenmesi, gündelik dile yaslanması, sözlü gelenek ögelerine, Anadolu motiflerine yer vermesi biçimsel yalınlığı; anne, çocuk, sevgili, fakirlik, cömertlik, yurt sevgisi gibi gündelik hayatın öne çıkan temaları da içeriksel yalınlığın oluşumunu etkiler. Gündelik hayatın ritmini koruması, gerek biçim gerekse içerik açısından şiirin karakterini belirleyen temel unsurlardandır. Bu yazıda, Harman’daki şiirlerden hareketle, Bâkiler’in şiirini kuran poetik unsurların neler olduğu konusu ele alınacak;

23

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


bu bağlamda başlıca “Yalınlık nedir?”, “Şiir geleneğimiz içinde yalınlığın bağlamı nedir?”, “Bâkiler’in şiirinde yalınlığı kuran ögeler nelerdir?”, “Yalınlığın gündelik hayattaki karşılığı nedir?” gibi sorulara cevap aranacaktır.

Yalınlığın Oluşumu

Yalınlık, resimden müziğe, mimariden edebiyata, tüm sanatlarda bir tarzdır. Bir çizgi ile bir şey söyleyebilmek, birkaç kelime ile derin duygu ve anlamlar ortaya koyabilmek, ifadelerde naifliği, sadeliği, içtenliği yakalayabilmektir. “Yalınlık”, basitlik, sadelik, duruluk, karmaşık olmayış, unsurların iç içe geçmemişliği, rahat söyleyiş, gündelik dilde söyleyiş, zor konu ve kavramlardan uzak duruş anlamındadır; yüzeysellik, sığlık, bayağılık, sanattan ve güzellikten yoksun oluş anlamında değildir. Bu ayrım iyi yapılmadığı takdirde “yalınlık”, “basitlik” ve “sadelik” gibi kavramlar yanlış anlamanın iskelesine de inmiş olurlar. Yalınlık, sözlü gelenekte, halk şiiri geleneğinde olduğu gibi, basit söyleyişlerle kimi zaman derin duygu ve anlamların ifadesine imkân tanır; basit söyleyişe karşın söz zaman zaman zor konuları ifade etmede bile zirve yapar. Bu nedenle yalınlık, sıradan anlamıyla “basitlik” değildir; “basitlik” sıradan anlamıyla sadelik değildir. Bunlar, Bâkiler’in şiirindeki sanatsal güzelliği oluşturan ögelerdir. Yalınlığın anlaşılabilirliği, basitliğin sadeliği, sadeliğin güzelliği vardır. Bu tutum, sözü zora sokmayan, basit, içli, içtenlikli bir söyleyiştir. Bütün bunların sıcaklığı, içtenliği ve aşinalığı, berrak bir söyleyiş biçimi olarak şiire yansır. Yalınlık arılıktır, katışıksız olmaktır. Yalınlık şeffaflıktır, nüfuz edilebilir ve anlaşılabilir olmaktır. Başkalarına açık olmaktır. Belirsiz, kapalı ve muğlâk olmamaktır. Az unsurdan teşekkül etmiş olmaktır, karmaşık söyleyişlere, derin düşünce ve meselelere girmemiş olmaktır. Duygudaşlığa açık olmaktır. Şairin, şiirini, kendi iç derinliklerinde kaybetmemesi, onu yalnızca kendisinin nüfuz edebileceği bir konumda tutmamasıdır. İletişim kurma amacı gütmesi, kendisini anlaşılabilir kılması, bunu istemesidir. Bâkiler, günümüz şiirinin genel eğiliminin aksine, anlaşılabilirlik, nüfuz edilebilirlik, özdeşleşim kurulabilirlik seviyesi yüksek bir şiir dili ortaya koyar. Bu bilinçli bir tercihtir; zira şiirini, gündelik dilin sıcaklığına, sadeliğine, içtenliğine, coşkusuna ve akıcılığına emanet eder. Yalın şiir, gündelik dile yas-

lanan, gündelik söyleyişleri kendi tarzına ve poetik yaklaşımına katan bir şiirdir. Bâkiler kendi şiir dilini, gündelik dilin imkânlarından yararlanarak kurar. Bâkiler, şiirsel yalınlığı kurarken, öncelikle halk şiir geleneğinin imkânlarından yararlanır. Aşk, sevgi, ayrılık gibi değişik varoluş hâllerini anlatan halk şiir geleneğimizin en önemli özelliği, gündelik dilin mantığını kullanarak şiiri sade, yalın ve anlaşılabilir bir zeminde kurmasıdır. Hangi eğitim seviyesine sahip olursa olsun, bu şiiri okuyan ve dinleyen kişi, kendince bir şeyler anlar, kendisine bir şeyler katar. Bazı mısralar hafızasında yer eder, zaman zaman onları hatırlar, söyler; bundan estetik bir haz alır. Bâkiler de gerek söyleyiş mantığı gerekse dili kullanma biçimi açısından halk şiirinin imkânlarından bolca yararlanır. Bu geleneğe olan bağlılığını Yunus Emre’ye, Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’na yaptığı atıflarla güçlendirir. Öte yandan türkülere duyduğu hayranlık, gerek tematik gerekse biçimsel açıdan, şiirine bir katkı olarak yansır. Şiir, imge yoğunluğu altında ezilmeyen, yalın, berrak, anlaşılabilirliği olan bir söyleyiş biçimine kavuşur böylece. Bu sade ve berrak söyleyiş, yer yer bir sevecenliğe de bürünür; beraberinde sevgiyi, coşkuyu, umudu ve yürek arılığını da getirir. Bâkiler’in şiirini okurken, yelkenlerinizin güçlü bir iyimserlikle dolduğunu, şiirin bizi umudun aydınlık ufuklarına doğru alıp götürdüğünü hissederiz. Zira onda bir annenin söylediği ninninin güvenli, yumuşak, huzurlu, dinginleştiren nağmeleri vardır. Oradan esen iyimserlik rüzgârlarının bizleri annemizin kurduğu güvenli ortama, eve, yurda, sofraya doğru alıp götürdüğünü hissederiz. Bu iyimserliğin oluşmasında, “analılık duygusu”nun önemli bir yeri vardır. “Ana” varlığı, Bâkiler’in dünyasında merkezi bir konumda bulunur. Ana, iyiliklerin, güzelliklerin, erdemlerin, hayatı ve varoluşu kuran olumlu duyguların beslendiği temel kaynak durumundadır. Ana kanıyla, canıyla, sütüyle bir bebeğe nasıl hayat verirse, sevgisi ve şefkati ile de yeryüzündeki iyiliğe, huzura, saflığa, arılığa, iyimserliğe iyi niyete işte öylece hayat verir. “Analılık duygusu”nu yitiren yürek, güveni, huzuru, iyiliği ve hayatı besleyen iyi niyeti de yitirmiştir. İyiliğin kaynağı nasıl analılık duygusu ise, kötülüğün kaynağı da işte öylece “anasızlık duygusu”dur. Ana yeryüzünün aydınlık, güvenli, sevimli ve anlaşılabilir yüzüdür. Kişi annesini kaybetse de “analılık duygusu” bir ömür onunla birlikte mizacının temel

24

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


dokusu olarak yaşamaya devam eder. Analılık duygusu, işlenen bir şeydir. Bir kez işlendi mi silinmez bir mühür, varlığının temel dokusu olarak yaşadığı sürece onunla birlikte yaşamaya devam eder. Bâkilerin şiirindeki basitliği kuran temel ögelerden birisi bu duygudur. Onun şiiri, annelere yazılmış bir şiirdir, annelerin anlayabileceği, dahası anlamaları için yazılmış bir şiirdir. Onun için yalın, onun için sade ve berraktır. Anneye yakınlık, iyiliğe yakınlıktır. Anneliğe yakınlık, huzura yakınlıktır. Anneye yakınlık, insan olmaya yakınlıktır. Annenin dünyası, yalın bir dünyadır; kapalı, kasvetli, güven vermeyen bir dünya değildir. “Ben, süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm.” mısraı, “analılık duygusu”na işaret eder. Ana sütü ve türkü arasındaki benzerlik, annenin bir dünyayı nasıl tanımladığını, orayı nasıl açık ve anlaşılabilir bir dünya hâline getirdiğini gösterir. Dolayısıyla türkülerdeki arılık, ana duygusunun bir devamı olarak yansır şiire. İçinde, “bir baştan bir başa memleket olan türküler”, gündelik dilin insan dünyasını kuşattığı güzel ve derin örneklere dönüşür. Halkımız onlarla, kendi diliyle, yine kendi anlayabileceği şekilde duygularını anlatmıştır. Ama bu basitlik kimi zaman öyle bir anlam zenginliğine ve his derinliğine bürünmüştür ki, söz büyüleyici bir ahenk içinde zirve yapmıştır. Bâkiler’in şiiri de türkülerdeki bu yalın sesi, bu berrak duyarlığı yansıtan bir yapıdadır. Yavuz Bülent Bâkiler’in dünyası bölünmemiş, parçalanmamış, kırılmaya ve sarsılmaya uğramamış bütünlüklü bir dünyadır. Annenin kurduğu, nakışlarını annenin attığı; sevginin, şefkatin, merhametin tanımladığı bir dünyadır. Annenin dünyası anlaşılabilirliği olan, annenin dili ile ruhumuza, benliğimize, zihnimize nakşedilen bir dünyadır. Anne sevgi çemberidir, şefkat pınarıdır, dünyayı sevimli ve güvenli kılandır. Annenin dünyasındaki uyku deliksiz bir uykudur, oradaki yaşantı pürüzsüz bir yaşantıdır, oradaki içtenlik lekesiz bir içtenliktir. Bâkilerin şiirinde hep bir anne sıcaklığı vardır. Bu sıcaklık yalınlıktır, saflıktır, ana dilidir. Ana duygusu, basitliğin ve anlaşılabilirliğin kaynağıdır. Zira o yalnız hayatın temel güvenini kazandırmakla kalmaz, anlam kodlarını da kazandırır. Türküler başta olmak üzere, kültürün anlamını kişinin benliğine nakşeden, annedir. Anne, hayatın büyük öğretmenidir. Bâkiler’in şiirlerindeki basitliğin oluşumunda anneden gelen sözlü gelenek ögelerinin; dilin, atasözlerinin, deyimlerin, masalların, ninnilerin yanında türküler de vardır. Şa-

irin türkülere tutkunluğu, anneden kendisine aktarılan kültürel kodlardan biridir. “Anam türkü söylerdi bana…” mısraındaki anlaşılırlık, yalnız annenin türkü söylediğini söylemekle kalmaz, bu şiir dilinin neden anlaşılabilir bir nitelik taşıdığını da söyler: Anne türküleri veren bir kaynaktır. İşte bütün bu nedenlerden ötürü, Bâkiler’in şiirinde resmi çizilen dünya aydınlık, güzel, anlamlı ve berrak bir dünyadır. Bu nedenle onun şiiri belirli bir yalınlıkta, belirli bir anlaşılabilirlik düzeyinde, umutla, sevgi ve sevinçle ortaya çıkar. Bâkilerin şiirindeki önemli temalardan biri de “çocuk” ve “çocukluk”tur. Bu tema da, tıpkı diğer temalar gibi şiirdeki poetik yalınlığı kuran unsurlardan birini oluşturur. Çocuk, zaman içindeki sürekliliktir, kişinin zaman denizinde yelken açmasıdır. Zira insan zaman denizine yalnız dünyada bıraktığı değerlerle değil, biyolojik varlığının devamı ile de açılır. Çocuk, annenin ve babanın devamı olarak şiire yansır; baba evlatta hayat sürer, anne çocuğunun gözleriyle geleceğe bakar. Ümitler onda yeniden yeşerir, hayat yeniden filiz vermeye başlar, ömür yeniden yola çıkar. Bu şekilde, anne baba çocuğun ömründe yeniden ömür kazanır, onun canında yeninden can bulur. Ve şiir, çocuğun saf, basit, derin ve içtenlikli dünyasında yeniden yalın bir söyleyişe kavuşur. “Aydınlıkta çocukların masal gibidir gözleri / Ve bir avuç suya benzer ince yüzleri” mısralarında, çocukluğun saf, basit, yalın ve içtenlikli dünyası, aynı berraklıkta şiire katılır. Şairin çocukluğa ilgisi, bir yandan kendi çocukluk deneyimlerini şiire katması şeklinde, bir yandan da yoksullukla belleri bükülen çocuklara yönelme şeklinde kendini gösterir. Dolayısıyla çocukluk, zengin bir ifade gücü olarak şiirdeki yerini alır. Çocukluk, onun mısralarının gülen yüzüdür: “Bir beyaz sandal nasıl güzelse denizde / Çocuklar da öylesine güzeldir uykuda… / Sayıklayınca sanki güller açar sularda” mısraları, tüm sevgimizle bağrımıza basmak istediğimiz bir çocukluk resmi çizer. Bu şekilde çocukluk, zengin bir anlatım imkânı ile, ama hep yeryüzünün saflığı, temizliği, arılığı, iyiliği ve güzelliği olarak şiire yansır. Onun şiirinde seslendiği kişilerden biri de sevgilidir. Anneden, çocuktan sonra, şair sevgiliye de seslenir; belki şöyle demek daha uygun olur: Anneye, çocuklara seslenirken, sevgiliye de seslenir, sevgiliyle birlikte seslenir. Bu nedenle temalar, şahıslar nasıl ayrılmaz bir bütünse, şiir de işte öylece ayrılmaz bir

25

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


bütündür. Şiirin içeriğini kuran bu temalar, şiiri aydınlık ve anlaşılabilir kılar: anne, çocuk ve sevgili, en tanıdık yüzleriyle görünür şiirde. Bu nedenle şiiri içerik yönünden kuran bu aşina temalar, onun yalın bir tarzda ortaya çıkmasını da sağlar; dünyayı ve varoluşu da tanıdık, aşina, güvenli ve anlaşılır kılar. Şiirdeki iyimser hava, yaşamı güzelleştiren derin duygu, bu temalardan kaynaklanır. Şiirin aşina yüzü, ondaki iyimserliği oluşturur. Bu temalar, mekânı hane kılar, yurt kılar. Mekâna özlem, sevgiliye özlemdir. Ankara, bir sevgiden, İstanbul bir başka sevgiden, Sivas daha başka bir sevgiden ötürü güzeldir. Anadolu’nun tümü öyledir. Anadolu, köşesi bucağıyla bir baştan öbür başa gönül olan bu mekânın adıdır. Gönül olduğu için de vatandır, yurttur. Anadolu, otantik yüzüyle gülümser Bâkiler’in şiirlerinde. Kağnılarıyla, tozlu yollarıyla, yaylalarıyla, tezek ve tandır kokan evleriyle, kavalı ve sazıyla, yoksul ve dertli yüzüyle, dağları ve ovaları, ırmakları ve nehirleri, nakış nakış kilimleri, halılarıyla. Türkiye, derin yaşantılar alanıdır. Anadolu’nun çilekeş insanı, Emine Bacı’nın şahsında cisimleşir: “Kuru dallar gibi Allah’a doğru / Uzar beş vakit ellerim, ellerim!” mısrasıyla, fiziksel ve manevi ortamın fotoğrafı çekilir. Böylece akıllısıyla delisiyle, köylüsü ve şehirlisiyle, okumuşu ve cahiliyle, zengini ve fakiriyle Anadolu insanı ve Anadolu gerçeği, kendi sahici görünümü içinde ifade bulur. Bu durum, Bâkiler şiirinin gerçeklik boyutunu oluşturur. Bu yönüyle şiirin havasını, ruh hâlini oluşturan temel öge, temel motif, Anadolu kültürü, Anadolu kimliği; bu kültürü üreten, yaşayan insanların duygu, düşünce ve varoluş hâlleridir. Bu da şiirdeki yalınlığa bir katkı olarak katılır. Bu kültürü belirleyen temel özellik, bu mekânda yaşayan insanların varoluş mücadeleleri olduğu kadar, gönül adamlarının sağduyusu ve bilgeliğiyle biçimlenmiş de olmasıdır. Gündelik dil, sağduyunun dilidir. İletişimin dilidir. Zihinsel sağlığın dilidir. Gündelik hayatın dilidir. Akışkanlığın, sıcaklığın ve içtenliğin dilidir. Anlamanın, anlaşmanın, neşenin, hüznün ve acının dilidir; somut yaşantıların dilidir. Gündelik dil, halkın dilidir; halkın kullandığı, birbirleriyle iletişim kurduğu, isteklerini arzularını, öfkelerini kendisi ile ifade ettiği dildir. Gündelik dilin içinde tüm canlılığıyla insan, insanın içinde ise hayat vardır. İşte Bâkiler’in şiirinde “yalın”ı ve “basit”i kuran ögelerden biri de gündelik dilin mantığıdır. Onun şiirinde, gündelik dilin ifade

imkânlarının ötesine geçen bir söyleyişe rastlanmaz: kurmaca bir şiir dili kullanmaz. Dili, gündelik dilin mantığını ve söyleyiş biçimini bozmayacak şekilde kullanır. Bunun anlamı şudur: Söylenen şeyin o şekilde söylenmesi gerekir, gündelik dilin düz mantığı bunu gerektirir. Bu nedenle şiirlerinde ironi ve tersinden söyleyişler zayıf olduğu; irrasyonel ve sürreel söyleyişlere rastlanmadığı, humor duygusunun zayıf olduğu söylenebilir. Bu da bir noktaya kadar normal sayılmalı. Zira dilin doğru kullanımı konusunda tüm çabasını harcamış olan bir kişinin, dilin gündelik kullanımının dışına çıkarak alışılmamış ve söylenmemiş olanı, olağanüstü ve şaşırtıcı olanı, kurgusal ve imgesel olanı söyleyiş biçimine katması düşünülemezdi. Zira imge yoğunluklu söyleyişler, kurgusal söyleyişler, karşıt söyleyişler, irrasyonel söyleyişler, ironik söyleyişler; bütün bunlar gündelik dilin mantığını aşan, gündelik dilin yapısını bozan söyleyişlerdir. Şairlerin dil konusundaki tutumları, şiirlerini oluşturma (yazma, kurgulama, söyleme) biçimlerini de belirler. Dil anlayışımızla şiir anlayışımız arasında bir koşutluk vardır. Yenilikçi bir nitelik taşıyan dil ve şiir anlayışlarından gündelik dilin mantığını koruyan şiirler çıkması sıkça rastlanan bir durum değildir. Bu yaklaşımı benimseyenler şiirlerini daha çok yeni söyleyişler, yeni ifade biçimleri üzerine kurarlar. Dilde muhafazakâr görüşü benimseyen şairlerin şiirleri geleneksel şiir anlayışı ile bağdaşır. Çağımız Türk şiiri daha çok yeni söyleyişler üzerine kurulmuştur. Bâkiler’in şiiri de, tıpkı dil anlayışında olduğu gibi geleneksel şiirimizin ifade imkânları ile örtüşür. Özellikle de halk şiirinin, âşıklık geleneğinin esinlerini taşır. Bu açıdan bakılınca onun şiirini oluşturan poetik unsurlardan birinin de “muhafazakâr dil anlayışı” olduğunu söyleyebiliriz. Bu dil anlayışının düşünsel gerekçelerini, yüksek sesle dile getirmesi, ona yalnızca bir sınıf ortamında değil, ülke düzeyinde de bir “dil öğretmeni” vasfını kazandırmıştır. Onun şiirlerinde bir dil öğretmeninin titizliği, bunun yanında “örnek olma” endişesi de vardır. Bu endişeyi onun şiiri için bir imkân olarak mı, yoksa kısıtlayıcı bir unsur olarak mı görmek gerekir; bu konu üzerinde düşünebiliriz. Belki seçeneklerin yalnızca biri açısından cevap vermek yanıltıcı olabilir; zira bu iki seçenek her ne kadar birbirini dışlar gibi görünse de, aslında “dil misyon”nunun Bâkiler’in şiiri üzerinde hem kısıtlayıcı hem de katkı sağlayıcı etkilerinin ol-

26

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


duğu söylenebilir. Bâkiler şiirinde yalnız gündelik dil değil, bu dilin ayrılmaz bir parçası olan gündelik yaşantılar da etkili olur. Annelerin duygularında, dilenen çocukların yalvarışlarında, sevgide, özlemde, Anadolu şehirlerinde hep bu gündelik yaşamın ritmi vardır. Temalarını gündelik hayattan seçmesi, düşünsel boyutu olan konu ve kavramların uzağında durması, onun şiirini açık ve anlaşılabilir bir şiir hâline getirir. Bununla, onun şiirinin “sorunsuz” bir şiir olduğunu söylemek istemiyoruz; aksine onun şiiri kültür ve uygarlık temelinde konumu ve sorunu olan bir şiirdir. Yer yer bireysel, yer yer toplumsal göndermeleri vardır. İşte, şiirdeki “anlaşılabilirlik” özelliğini kuran ögelerden biri de, bu “sorunu olma” durumudur. Bâkiler, belirsiz, öznesiz, nesnesiz, hedefsiz şiirler yazmaz. Bulanık söyleyişlerin, sisli söylemlerin gölgesine sığınmaz. Buradan da anlaşılacağı üzere, Bâkiler’in şiiri, kendi zamanının baskın şiir anlayışı ile uzlaşan bir yapıda değil, “yalınlığı” ve “basitliği” ile ondan ayrılan bir niteliktedir. Bu şiir gündelik yaşantılar üzerinden hareket eden bir şiirdir, “somutun şiiri”dir. Bu şiirde insan varoluşu kalın sis bulutları ardında değildir; aksine tüm canlılığı ve netliği görünüşe çıkmaktadır. Bâkiler bu poetik tutumu ile Yunus, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Emrah’ın güzel örneklerini verdikleri güçlü halk şiir geleneğine katılmak ister gibidir.

Sonuç

Harman, Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerinin harman olduğu bir eserdir. Yalnız belirli konulara yaptığı göndermelerle değil, şairin şiirlerinin birikimi niteliğinde olmasıyla da gerçek bir harmandır. Bu ses, yalın ve coşkulu söyleyişlerin, umutlu ve neşeli yüreklerin sesidir. Belki de üzerinde en çok durulması gereken nokta, şiirdeki sadelik, yalınlık, akıcı ve duru söyleyiştir. Sözgelimi, “Senden sonra tadım yok / Kolum yok, kanadım yok!” söyleyişinden hareketle şairin şiir anlayışına ilişkin bazı saptamalarda bulunabiliriz: Onun poetikasının temelinde galiba şu görüşler yatar: Söylemek istediğini en sade, en anlaşılabilir, en kestirme bir şekilde söyle; halkın diliyle söyle; halkın anlayabileceği şekilde söyle. Basitliği, yalınlığı, sadeliği, coşkuyu öne çıkar. Onun annesi için söylediği “Özü-sözü bir yayla gözesi kadar berrak” mısraını onun için de söyleyebiliriz: Onun özü sözü de bir yayla gözesi kadar berraktır; içinde temiz,

arınmış, aydınlık duygular, ruhu ve benliği besleyen zengin yaşantılar vardır. Ve bu bir şiirin tanımlayıcı karakteri olması açısından da önemli bir şeydir. Önemlidir, zira günümüz şairlerinin çoğu, şiirdeki anlamı, sesi, akıcılığı ve anlaşılırlığı, nedeni belli olmayan bir “belirsizlik” içinde tüketmeye eğilimlidir. Bu nedenle, konuşmayı şiirle süslemeye alışkın halk kültürümüz ve sözlü geleneğimiz açısından bakarsak, yeni şiir duyarlılığıyla yazılan şiirlerde kolaylıkla hafızamızda kalacak mısralar çok az bulunur. Şiir kendini ezberletendir, sırası gelince hatırlanan ve söylenendir. Bâkiler’in şiirinde bu özellikler var: kolay okunuyor, kolayca akılda kalıyor, etkiliyor, insanı duygulandırıyor, düşündürüyor, eğitiyor. Bu şiir, insan varoluşunun çeşitli hâllerinin ifade bulduğu, varoluşsal dokusu güçlü bir şiirdir. Yalınlığı her ne kadar basitlik, yüzeysellik, sığlık anlamında kullanmasak da, bu poetik unsur, kendisinden hareket eden her sanatçının eserinde hep bu tehlikeye maruzdur. Bu, Bâkiler’in şiirinde de böyledir; yalınlık ögesi, baştan sona bir “güzellik”, bir “hoşluk” olarak ortaya çıkmaz her zaman. Yer yer şiiri zorladığı, şiire ahengini, ritmini, sesini, içli akışını yitirttiği, şiiri baştan çıkardığı durumlar bile olur. Ama yalınlık, bir tarzdır ve sanatlarında bu tarzı benimseyen kişiler, onun beraberinde getireceği risklere de sonuna kadar açıktırlar. Bu tarz gerçekten basitliğe düşmemek, sözün sanatsal ve şiirsel değerini kaybetmemek için her zaman ince bir dikkati gerekli kılar. Tabii ki bir de şairin tercihi var. Şair onun öyle olmasını istemiştir, öyle olmasını uygun görmüştür, şiir onun dünyasında o şekildedir. Ve şiir, başkasının hayatını anlamlandırmadan, başkasına haz vermeden önce şaire haz veren, onun hayatını güzelleştiren bir üretimdir. Şairinin hayatında yer tutan, karşılık bulan her şiir bizzat güzeldir, bizzat anlamlıdır, bizzat amacı kendi içindedir. Bu nedenle, öncelikle şairin dünyasında amacına kavuşur. Zira şair, şiirinin sadece yazarı değil, onun ilk elden okuyucusu, ilk elden eleştiricisidir de. Bâkiler’in de şiirle güzel günler geçirdiği, şiirle gurbete çıktığı, şiirle sevdiği, şiirle âşık olduğu, şiirle yoksulluk çektiği, şiirle yolculuk ettiği, şiirle var olduğu zamanlar olmuş. Öyle anlaşılıyor ki, birlikte güzel zamanlar geçirmişler. Şiirin ve şairliğin en güzel yönü de bu olsa gerek. Başkalarının onu okuyup okumaması, değerlendirip değerlendirmemesi, beğenip beğenmemesi ikincildir. ■

27

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


HASAN AKÇAY

E

rzurum… Ömrümün en güzel mevsiminin kar kokulu şehri. Yılın üçte ikilik zamanını, bembeyaz gülüşüyle dağlardan, sokaklarına kadar, hatta içinde yaşayanların iliklerine kadar dolduran şehir. O gülüş ki, termometrelerin eksi kırkları gösterdiği zamanlarda bile insanın yüreğini, benliğini ilkyazlara çevirecek kadar sıcaktır. Tertemizdir. Bembeyazdır. Zemheri akşamlarının sabahında kardelenler başını güneşe uzatacak duygusu kadar bahardır. Çoğu sabahların kırağısı saçlarımızı beyazlaştırdı, kimi zaman cam gibi buzlar üzerinde ayaklarımız kayıp yerlere kapaklandık, fakat biz o şehirde hiçbir zaman üşümedik. Yüzümüzü kamçılayan tipilerin erişemediği gönül kalemizin burçlarında aşk güneşi vardı çünkü. Biz her zaman o güneşle ısındık, ışıdık… O aşk ki, bütün kapılarını güzelliklere açıyordu. Mevsim hep kış olsa da gönül uçlarımızda her daim bahar çiçeklerinin tomurcuklanışı vardı. Şiire sevdalı birkaç yürekle birlikte, şiir ikliminin solmayan maviliğinde maverai rüzgârlar dolduruyorduk ömür yelkenlimize. Evde, yolda, okul kantininde, bir kahve köşesinde şiir soluyor, şiir konuşuyorduk. Ve şiir her şeyi daha bir güzelleştiriyor, şiirle güzelleşiyorduk. Şairlik gibi bir iddiamız yoktu. Şiir sevdamız, şiir yürek telimizdi. Bütün dokunuşlarda şiirin sesi

duyuluyordu. O, her nereye baksak karşımızda gülümseyen, kimi zaman yaklaşan, ama hiçbir zaman ele geçmeyen bir peri suretti. Şiir perisine yaklaşmanın en güzel yolu, onu yakalayanların mısralarının derinliğinde kaybolmaktan geçiyordu. Bunun için de sürekli o sulara gönlümüzü bırakıp, o suların derin serinliğinde kaybolmaktan büyük bir mutluluk duyuyorduk. Severek okuduğum, şiirlerinde kendimi bulduğum birçok şair vardı ve bunlardan biri de Yavuz Bülent Bâkiler’di. Bazı şairlerin şiirlerinde bir iki yönüyle kendimden izler bulurken, Bâkiler’in şiirlerinde tepeden tırnağa kendim oluyordum. Yaşadığım köyün tozlu yollarından, çileli insanlarına kadar gözlerimin önünde tablolar çiziliyordu. Aşkı, gurbeti, hasreti… bütün söyledikleriyle sanki benim duygularımı dillendiriyordu. Üniversite yıllarında Yalnızlık ve Duvak isimli şiir kitabını ezber derecesinde okumuştum. Bâkiler’in son derece duru, akıcı, etkileyici bir şiir dili oluşturmasındaki asıl etken hiç şüphe yok ki Türk diline olan aşırı hassasiyetiydi. Bundan dolayıdır ki, her zaman ve zeminde Türkçenin güzelliğini, doğru kullanılması ve korunması gerektiğini dile getirmeyi bir görev biliyordu. Bu anlamda yaptığı televizyon programları, yazdığı makaleler onun gayretinin, samimiyetinin ve sevdasının bir

28

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


göstergesi olarak karşımıza çıkıyordu. Şiirlerinden tanıdığımız şairlerin hayal dünyamızda şekilden şekle girdiği zamanları yaşıyorduk. Aslında şairlerinden ziyade bizi ilgilendiren şiirleriydi. Fakat o şiirlerin şairlerini de merak etmiyor değildik. 1986 yılında Bahaettin Karakoç’un Maraş’ta başlattığı güzel bir geleneğin ülke genelinde yayıldığını duymak bizi içten içe sevindiriyor, şairlerin toplandığı şehirlerde yaşayan insanlara gıpta ettiriyordu. Üniversite ortamında birçok sanat sevdalısı insanla bir araya gelerek, ceplerimizden çıkardığımız kırışmış kâğıtlardaki, henüz olgunlaşmamış şiirleri karşılıklı okuyor ve o şiirler üzerinde yorumlar yapıyorduk. Kara kışlı gecelerin ayazında sığındığımız izbe kahvelerin köşelerinde şiirin ılık dünyasından, bahar gelmeyecek bir şehir için kardelenler, karanfiller, papatyalar devşiriyorduk. 1987 senesi… İlkyaz kuşlarının bulutlara kanat uçlarıyla mutluluğun resmini çizdiği günler. Daha önce bir yerde bir duyuru, bir afişin olduğunu hatırlamıyorum. Her şey bir anda olmuş gibiydi. Şiir sevdalısı birkaç arkadaş bir gün kendimizi üniversitenin “Kültür Sitesi” denilen büyük salonunda bulmuştuk. Salonun girişinde bir bez afiş, üzerinde “Palandöken Şiir Günleri” yazılı. Salon tıklım tıklım. Bin kişiden fazla insanın toplandığı bu ortamda nefesler tutulmuş. Etrafta büyüleyici bir sessizlik. Ön sırada oturan şairler, birer birer sahneye çıkarak şiirlerini okuyorlar. Yavuz Bülent Bâkiler, Bekir Sıtkı Erdoğan, Turan Oflazoğlu, Mehmet Çınarlı, Zeki Ömer Defne, Yahya Akengin… Bütün edebiyat öğrencilerinin, şiirini ezberden bilmese de, onlarca kez okuduğu Zeki Ömer Defne, daha sahneye çıkarken duygusal anlar başlamıştı. O büyük şair oldukça yaşlanmıştı, ayrıca o gün biraz da rahatsızdı. Her iki koluna giren iki kişi ile birlikte mikrofon başına geçtiğinde elleri titriyordu. O meşhur “Ziller Çalacak” şiirini okumaya başladığında sesinin de titrediğini fark ettik. Sanki ilk defa sahnedeymiş, ilk defa şiir okuyormuş gibi heyecanlıydı. Bizler, onun karşısında yüzlerce öğrenci. Bizi anlatan, bize seslenen bir öğretmen şiiri… Onun titrek sesi dalga dalga gelip yüreğimizin en derinlerine kadar sinerken, yüreğimizi de yerinden oynatıyordu. Onun hüzünlü titrek sesi yüreğimizi de titretmeye başlayınca gözyaşlarımıza daha faz-

la hâkim olamamıştık. Hatta birçok bayan arkadaş hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. O duygu yüklü anları hiçbir zaman unutamadım ve daha sonra bulunduğum benzer ortamlarda o ilk yaşanılan duygu yoğunluğunu da bir daha bulamadım. Diğer şairlerin de şiirlerine okumasıyla birlikte şiir şöleni sona ermişti. Salonda ayaküstü Bekir Sıtkı, Mehmet Çınarlı, Yahya Akengin ile tanıştık, sohbet ettik. Şairlerin etrafını saran öğrenciler onları bırakmak istemiyorlardı. Salondan dışarı çıkıldığında, şairleri bekleyen araca binip şehre doğru gittiler. Gruptan ayrılan bir tek Yavuz Bülent Bâkiler olmuştu. O, “gençlerle sohbet etmek istiyorum” diyerek etrafını saran birkaç gençle birlikte kampüsün çıkışına kadar yürümeyi tercih etmişti. Bizler onu bir çember içine alarak dudakları arasından dökülen her bir kelimeyi yüreğimize nakşederek yürüyor, kimi zaman da olduğumuz yerde durarak büyük bir mutlulukla dinliyorduk. Bizlere sürekli okumamız gerektiğini, özellikle Türkçe hususunda duyarlı olmamızı vurguluyordu. Konuşması da şiir okur gibiydi. Tok ve etkileyici bir ses tonu vardı. Bakışlarıyla, davranışıyla bizlere ne kadar değer verdiği anlaşılıyordu. Elinde taşıdığı çantasını bir arkadaşımız ne kadar ısrar etse de alamamıştı. Yaklaşık kırk dakika süren bu yürüyüş bizim için bir dakika gibiydi. Bununla birlikte yıllar geçse de öğrenemeyeceğimiz birçok şeyi bu dakikalar içinde öğrenmiştik. Özellikle zamanı dolu dolu yaşamanın, en güzel şekilde değerlendirmenin gerektiğini yaşantısından örnek vererek anlatmış ve şöyle demişti: “ Benim kız kardeşim, yeğenimi bize gönderip sorduruyor; bak dayın bir şeyler yazmıyor veya okumuyor ise, ona bir çay veya kahve içmeye gelmek istiyoruz.” Bu anekdotu yaşadığım süre içinde hep hatırladım. İnsanın en yakını bile ondan izin alarak ziyaretine gelmek istiyordu. Demek ki, büyük insanlar vakitlerini boşa harcayarak bulundukları konuma gelmiş değillerdi. Onların her anı hayatlarına bir şeyler katarak değer kazanıyordu. Öğrencilik yıllarımızda birçok güzel günler yaşadığımız inkâr edilmez. Fakat gönül bağı kurduğunuz, sevdiğimiz, saydığımız o güzel insanlarla, özellikle Yavuz Bülent Bâkiler’le yaşadığımız birkaç saatlik bir zaman bütün o güzellikleri içine alabilecek bir büyük çerçeve hükmünde gönül duvarımızda, hâlâ ilk günkü rengiyle asılı durmaktadır.■

29

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


YAVUZ BÜLENT BÂKİLER MUSTAFA MİYASOĞLU

Sağ-sol çatışması kadar Alevi-Sünnî zıtlaşmasının da bu toplumu ne kadar zaafa uğrattığını bildiğinden Kültür Bakanlığı için Âşık Veysel’e dair kitap hazırlayarak ortak değerlere dikkati çekmiştir.

Y

avuz Bülent Bâkiler ağabeyimizi lise yıllarımızda yayınlanan Hisar dergisindeki şiirleriyle Yalnızlık ve Duvak adlı şiir kitaplarıyla tanıdım. Anadolu çocuklarına has bir duyarlığın hece ve serbest vezinle dile gelen, daha çok yüksek sesle okunduğunda tadına varılan bu şiirler bizim duygularımıza da tercüman oluyordu. Özellikle yabancılaşmış aydınlara karşı söylediği, “Kılığın kıyafetin sarmadı beni, / Söylediğin türküler bizim türkülerimiz değil” mısralarıyla başlayıp “Savul git içimizden” mısraıyla biten şiiri bize içten destek oluyordu. Büyük şehirdeki mahzun duygularımızı anlatan Cebeci Camii gibi şiirleri hayatın her alanında kıstırılmışlığımızı, o dönemde Necip Fazıl ve arkadaşlarının etkisindeki Cahit Sıtkı ve Cahit Külebi tarzı bir üslupla dile getiriyor, sanki hep bizim türkülerimizi söylüyordu. Onunla ilk kez 60’lı yıllarda Kayseri’ye bir konferans için geldiğinde yüz yüze tanışmıştık. Gerçekten de benden 10 yaş kadar büyük bir ağabeydi ve yağız bir Anadolu delikanlısıydı. Daha sonra bu tanışmışlık fikrî ve ruhî yakınlığa dönüştü; onun yazdıklarını nerede görsem okuyup kendisiyle nerede karşılaşsam üç-beş cümle konuşmadan ayrılamaz olduk. Kayseri Akşam Lisesi son sınıf öğrencisi iken, onunla Ankara’dan dost olan rahmetli Edebiyat Öğretmenimiz Ayvaz Gökdemir, filinta gibi genç bir delikanlı olarak sınıfa

30

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


girip de kendisini tanıtan ilk cümleleri arasında Antepli olduğunu söylediğinde, birden aklıma Yavuz Bülent Bâkiler’in Antepli Şahin adlı şiiri geldi. Çünkü bu şiir ona ithaf edilmişti, sanki Ayvaz Gökdemir bu şiirden çıkıp gelmişti. Bu yakınlığı kendisine sorduk, o da doğruladı. O yıllarda Mehmet Âkif, Peyami Safa, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya, Tarık Buğra, Nureddin Topçu, Sezai Karakoç, A. N. Tarlan’ın dilinden M. İkbal en çok okuduğumuz yazar ve şairlerdi. Bunlara Yavuz Bülent de katıldı. Hisar yanında Büyük Doğu, Hareket ve Diriliş dergilerini de hiç kaçırmadan okuyorduk. Fakat Yavuz Bülent, şiirleri yanında Arif Nihat Asya ile yakınlığı ve çeşitli Anadolu şehirlerindeki heyecanlı konuşmaları münasebetiyle biliniyor, ama yazılarını göremiyorduk. Sivas’taki avukatlığı, mahalli gazetelerde haftada bir yazması dillere destandı, ama Kayseri ve İstanbul çevrelerinde bunlar pek görülmüyordu. Siyasetten uzaklaşarak Ankara’ya yerleştiği günlerde yeniden edebiyata dönmüş ve şiirler yayınlamaya başlamıştı. Karşılaştığımızda TRT’de görevliydi. Beni seslendirmenin yapılacağı stüdyoya götürdü ve Keven adlı bir bitki üzerinde yaptığı konuşmasını dinletti. Salonda ne kadar canlı ve çekici bir konuşma yapıyorsa, stüdyoda da öyle içten ve heyecanlı konuşuyordu. Televizyondaki göreviyle birlikte eski Türk izlerini belgesel haline getiren program münasebetiyle öncelikle Rumeli, sonra da Azerbaycan ve Türkistan illerini dolaştı.

Yavuz Bülent Bâkiler 1970’li yılların sonunda Struga Şiir Akşamları’na davet edilmesiyle birlikte, farklı bir ufka yöneldi. Kemalist Sol şairlerin öncüsü olan Dağlarca ve benzerlerinin tutarsızlıklarını Hisar dergisinde bir dizi yazı konusu yaptı ve bunlar Üsküp’ten Kosova’ya adlı bir kitapta toplandı. Bunun defalarca basılması Türkistan Türkistan adlı kitabına cesaret verdi. Ardından da Can Azerbaycan’ı geniş bir kitap halinde yazmaya başladı… Sağ-sol çatışması kadar Alevi-Sünnî zıtlaşmasının da bu toplumu ne kadar zaafa uğrattığını bildiğinden Kültür Bakanlığı için Âşık Veysel’e dair kitap hazırlayarak ortak değerlere dikkati çekmiştir. Kültür Bakanlığı müşavirliği görevinden kısa bir süre sonra emekliye ayrılarak Mehmet Âkif, Osman Yüksel Serdengeçti gibi şahsiyetleri değerlendirme konusu yapmış, Gidenlerin Ardından adlı kitabında çok sayıda şahsiyeti tanıtan yazılarını toplamıştır. Üstadı Arif Nihat Asya’nın hayatını ve sanatını ele alan Arif Nihat Asya İhtişamı adlı kitabı yayınlandıktan sonra, Osman Yüksel Serdengeçti hakkındaki kitabını bekliyoruz. Çünkü bu kitaba Serdengeçti’nin ölümü münasebetiyle başladı, çoktan bitmesi gerekiyordu. Aslen Karabağ’dan Anadolu’ya göçen bir ailenin çocuğu olduğu için Bâkiler soyadını alan Yavuz Bülent ağabeyimiz, Azerbaycan’a ilk giden ve oradaki Türkiye âşıklarıyla ilk görüşen öncü şahsiyetlerden biri olduğu için, orada da Türkiye’deki kadar tanınır, onlardan da çok sayıda armağan almıştır. Bu sebeple Elçibey’le ilgili bir kitap yazdığı gibi Bahtiyar Vahapzade ile dostlarının bazı kitaplarını da Türkiye Türkçesine çevirerek yayınlamıştır. Yavuz Bülent ile duygu ve düşünce dünyası bakımından pek çok müşterekimiz var. Hakkında kitap yazdığı insanlarla onun arasında heyecanlı ve mübalağalı bir üslupla ifade ettiği bir dostluk var. Bu üslubun onun hayatında da ifadesini bulduğu görülüyor. Bu dostlukların bazen biyografik kitaplar, gezi yazıları ve hatıralar derlemesi olarak bir araya geldiğini görüyoruz. Aralarında ortak değer olan şahsiyetlere karşı vefası da çok takdire şayandır…■

31

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Şairimiz Yavuz Bülent Bâkiler NURETTİN DURMAN

D

ervişin mekânı dergâhlar, hanlar olduğu gibi benimde mekânım kitaplar dergiler oldu yazmaya başladığımdan beri. Hele dergiler, edebiyat dergileri. Okuduğum şiirler, anlamaya çalıştığım metinler, öğrendiğim edebiyat âleminin şairleri yazarları. Varlık, Hisar, Çağrı ve Elazığ’da çıkan Fırat dergisi… Tabii ki zaman zaman daha başka dergiler de okuma alanıma alınmış ve onlardan faydalanmış oldum. Yetmişli yıllardan itibaren daha da genişletmiş oldum dergi okumalarımı bir hassasiyet olarak. Kitap okuma bahsine girmiyorum burada. Zaten şiir denilince akla öncelikle edebiyat dergileri geliyor. Yavuz Bülent Bâkiler adı bende Sivaslı bir şair olarak hep var olmuştur. İlkin nerde okudum veya önce hangi şiirini okudum hatırlamıyorum ama Cahit Külebi ile birlikte nedense geliyor aklıma. Bu meşrepleri, inanışları birbirine uymayan iki şair kendilerini Sivaslı oluşlarıyla ve tabii ki en önemlisi şiirleriyle hatırlatıyorlar bana. Külebi’nin “Hikâye” şiiri ile “Sivas Yollarında” adlı şiiri erken dönem ve tabii ki iyi şiirlerdir ve kendilerini okutmuş şiirlerdir özellikle. “Hikâye” şiiri köy kökenli oluşumdan mıdır nedir daha bir sarmalıyor beni. Yavuz Bülent Bâkiler de ise “Anamın Türküleri” adlı akıcı şiirinin “Şimdi burda Sakarya, orda Seyhun, Deli Kür… / Bir yanık bozlak gibi yüreğime dökülür.” bölümündeki ilk mısraının sonundaki “Deli Kür” doğduğum köyümü de çağrıştırdığı için dikkatime girmiş bir şiirdir. Bingöl’ün eski adıyla Kür Köyü’nde doğmuş oluyorum yani. Bu benim için önemli ama aslında küçük bir hatırlama faslından sonra üzerinde durmak istediğim “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” şiiridir. Burada öne çıkan temel düşünce Bâkiler şiirini de açıklamaya ve anlamaya çalışırken önümüzde bir bakış açısı olarak

seyrediyor kendiliğinden. Yani Bâkiler’in “geleneksel şiirimizin ögelerinden yararlanarak memleket, tabiat, insan sevgisi ve millî duyguları ön plana çıkaran şiirler yazdı” olması bizi o şiire daha yakın bakmaya teşvik ediyor âdeta. “Gökteki yıldızlar kadar sayısız Ah yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları Anladım farkınız yok koparılmış başaktan! Alın bu gözleri benden, alın bu yüreği artık Utanıyorum yaşamaktan.” Şairin bir yerde isyan edeceği, karşısına çıkacağı olumsuzlukların sözcüsü olduğunu, hak arayıcısı olduğunu vurgularken acılar çektiği de belli oluyor tabi. Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytan olmamak için de tavrını açıkça ortaya koyar şair. Değil mi ki şair çağının tanığıdır. Öyleyse dikkatli bir gözlem hassasiyetine de sahip olmalıdır. Şair böyledir zaten. Bâkiler, Türkçe ve Türk kavramı üzerinde çok titizlenen bir şair. Bir dönem TV’lerde “Sözün Doğrusu” programında dil üzerinde titizlikle durdu ve doğruları ve yanlışları büyük bir iştiyakla sundu seyircilerine. Bu açıdan bakıldığında da birçok şairden ayrılan bir tarafı da budur. Titizdir bu konuda. Onaylamadığı bir kelimeyi bir şairin şiirinde görünce, hemen ikaz eder, böyle kelimeler kullanmamasını öğütler şaire. Bana imzaladığı Harman adlı bütün şiirler kitabı 2005 tarihini taşıyor. Sanıyorum o gün özellikle beğendiğim, severek okuduğum, “şaşırdım kaldım işte” şiirini hazırlayacağım Aşk Şiirleri Antolojisine almak için izin istemiş, iznini almış ve şiiri büyük bir zevkle antolojiye almıştım. Biliyorum bunca şiiri olan, bunca kitabı olan bir şairi yazmak, hakkında söz söylemek kolay değil. Böyle olunca da insan şaşırıp kalıyor işte!■

32

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


İSMAİL ÇETİŞLİ*

G

ünümüz şairlerinden Yavuz Bülent Bâkiler (23 Nisan 1936-)’in şiire ilgisi, ilkokul yıllarında Sivas’ın Halk şiiriyle yoğrulmuş atmosferinde annesinin güzel sesiyle söylediği masallar ve türküler, babasının eve getirdiği Büyük Doğu mecmuası okumaları ve sınıf öğretmeni Makbule Yurderi’nin teşvik ve tesirleriyle başlayıp gelişmiştir. “Şiire ve edebiyata olan merakımın en büyük müsebbibi annemdir. (…) Ben yatağımı hep annemin yanına serer ve ondan bana masal anlatmasını, türkü söylemesini isterdim. O masallar beni çok ilgilendirirdi ve masalların kahramanları beni çok duygulandırırdı. (…) Benim marazî dereceye varan hassasiyetim o dönemlerde annemden dinlediğim masallardan kaynaklanmaktadır diyebilirim. Gerek annemin söylediği türküler gerekse âşıkların mahalle aralarında çalıp söylemeleri beni şiire doğru çekmeye başladı. İlkokul yıllarında çok derme çatma mısralar kaleme aldım.”[1] Ortaokul ve lise yıllarında defterlerde saklanan bu ilk şiirler, kız kardeşinin ölümü üzerine kaleme alınanların (Bir Ölünün Mektubu, Gelinlik Kızın Ölümü) Türk Sanatı dergisinde yayımlanmasıyla (1953) gün ışığına çıkar.

“İlkokulun galiba dördüncü sınıfında sınıf öğretmenimizin isteği üzerine ilk şiirimi yazdım. Bu, Halk şiiri tarzında olan ve Sivas üzerine yazılan bir şiirdi. Sonra yine Halk şiiri tarzında yazdığım şiirleri lise sınıflarına kadar defterlerimde sakladım. Bunlar herhangi bir yerde yayımlanmadı. Lisenin ikinci sınıfındayken kız kardeşimi bir elektrik kazası neticesinde kaybettik. Onun üzerine ben kendisinin mezarı başında birkaç ölüm şiiri yazdım. Bunlar diğer şiirlerimden farklı olarak serbest tarzda yazılmış şiirlerdir. O şiirleri İstanbul’da çıkan Türk Sanatı dergisine gönderdim. (…) Böylece o müessif hâdise beni sanat ve edebiyat dünyasıyla birdenbire karşı karşıya getirdi. İşte 1953 yılından beri sanat ve edebiyat dergilerinde yazmaya devam ediyorum.”[2] Bâkiler’in şairliği, asıl Ankara Hukuk Fakültesindeki öğrencilik yıllarında gelişip serpilir. Bu süreçte Hisar dergisinin önemli rolü vardır. Mehmet Âkif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Cahit Külebi ve Cahit Sıtkı Tarancı, onun birinci sırada sevdiği ve farklı seviyelerde tesirinde kaldığı şairlerdir. Yavuz Bülent, ilk şiir kitabı Yalnızlık’ı fakülteyi bitirdikten iki yıl sonra neşreder (1962). Onu, Duvak

* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat F.Öğretim Üyesi 1. İbrahim Tüzer, “Yavuz Bülent Bakiler ile Söyleşi”, Türk Yurdu, S.267, Kasım 2009, s.45.

2.

33

Pınar Topaloğlu, Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiirleri Üzerine Bir Araştırma-İnceleme, Denizli, 2003, s.161, (Basılmamış Lisans Tezi).

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


(1971) ve Seninle (1987) kitaplarının neşri takip eder. Şair şiirlerini son olarak Harman (2002) isimli kitabında bir araya getirip topluca okuyucuya sunar. Kendisi, adı geçen şiir kitapları ve içerikleri hakkındaki şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Yalnızlık benim ilk şiir kitabım. Gençlik duygularımın boy attığı kitap Duvak, Sivas’ta avukatlığa başladıktan sonra Anadolu gerçeğiyle karşı karşıya kalmanın sancılı kitabı. Seninle; olgunlaşmaya başladığım zamanın yeni adımları. Harman’da ise hem bu kitaplarımda yer alan şiirlerim, hem de en son yazdıklarımla beraber İstanbul’un fethine söylediğim şiirler var. Hükmü elbette okuyucu verecektir.”[3] Bâkiler’in –bir ikisi dışında- bütün şiirlerini tematik bir tasnif içinde bir araya toplayan ve yedi bölümden oluşan Harman’da[4] bulunan 120 şiirin bölümlere dağılımı şöyledir: “Analar ve Çocuklar” (13 şiir), “Türkiyem Anayurdum Sebebim Çarem” (29 şiir), “Gönül Ey Vah Gönül Vay Gönül” (40 şiir), “Çağırırsın Bir Gün Beni de Ölüm” (7 şiir), “Dağlar ile Taşlar ile Çağırayım Mevlâm Seni” (5 şiir), “Turan” (12 şiir), “Destan İçinde İstanbul” (14 şiir). Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirleri, konu ve temaları bakımından iki ana eksen etrafında hayat bulmuştur. Bunlar; ferdî ve beşerî konu ve temalar ile millî konu ve temalardır. Bu iki ana eksen bize, bir taraftan Bâkiler’in şiirlerinin omurgasını verirken diğer taraftan şairin kendisi ve kendisini kuşatan evrene karşı duruşu ve bu duruşundaki duygu ve duyarlılıklarını açıklar. Bâkiler, özellikle ilk dönem şiirlerinde, başta aşk (Liseli Kız, Üsküdar Türküsü, Gel, A..,, Şaşırdım Kaldım İşte vb.) yalnızlık (Gece Yarısı, Çağrı, Geçmiş Günlerin Türküsü, İşte Böyle, Sen Sen Sen, vb.) ve gurbet (Gurbet, Sivas Hasreti, vb.) olmak üzere, ferdî ve beşerî temaları öne çıkarır. Şairin yoksul, kimsesiz, aç ve çıplak çocuklar (Sivas’ta Yoksul Çocuklar, Çocuklarla, Çocuklar, Mektup vb.) ve insanlar (Emine Bacı, Kastamonu Delileri, Sivas Ağıtı vb.) ile analara (Analar, Analar Bilirim, Seni Arıyorum Deli-Divâne, Farkında mısın vb.) karşı “ceylan yüreği”nde duyduğu sevgi, şefkat ve merhamet duygularını dile getiren şiirlerini de, -sosyal ve toplumsal yönlerini unutmamak kaydıyla- bu çerçevede düşünmek mümkündür. 3. Mehmet Nuri Yardım, “Yavuz Bülent Bâkiler’le Konuşma”, Türk Edebiyatı, Ekim 2001, s.68-70. 4. Yavuz Bülent Bâkiler, Harman, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002, 2. baskı, 253 s. (İncelemedeki metin alıntıları bu baskıdan yapılmıştır.)

Aslında sevgi, şefkat ve merhamet, Bâkiler’in hemen hemen bütün şiirlerindeki genel duyguyu oluşturur. Gönlüm baştan başa aşk ve merhamet Bir gölgedir önümde ardımda gurbet (Yine Benim, s.161) Toplanın başıma bir akşam üstü Sizi benim kadar şimdi kim anlar?.. Seviyorum hepinizi hüzünlü hâlinizle Ey kimsesiz ve ey seven insanlar!.. (Düşünceler İçinde, s.109) Bununla birlikte Bâkiler’in sanat hayatının ilk dönemlerinde çok daha baskın olan ferdî ve beşerî konu ve temalar, ileriki dönemlerde (1968’de avukat olarak Sivas’a geliş ve sonrası) bu hâkimiyetini kaybederek yerini millî konu ve temalara bırakacaktır. Bir aşamadan sonra mensubu bulunduğu toplumun meselelerini daha yakından idrak eden şair, neredeyse ferdî şiir yazmaktan utanır olacaktır. “Zaman zaman tamamen içtimaî konuları ele alan şiirler yazdığım; zaman zaman aşk konusunu ele aldığım; zaman zaman tamamen fetih şiirleri üzerinde durduğum; bazen de deli-divaneler gibi turan şiirleri yazdığım olur. Mesela Sivas’a gidip de meslek hayatına başladıktan sonra ben artık aşk şiiri yazmaktan utanır oldum.”[5] Yavuz Bülent Bâkiler bugün, edebiyat kamuoyunun genel algısı açısından toplumcu, milliyetçi ve muhafazakâr şair kimliği ile tanınmaktadır. Daha önceki şiir kitapları ile son dönem şiirlerini ihtiva eden Harman’a bir bütün olarak baktığımızda, kitapta yer alan şiirlerinin büyük bir bölümünün, mensubu bulunduğu milletin (birey veya toplum düzeyinde) içinde bulunduğu veya yüz yüze kaldığı çeşitli sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel konular üzerine kaleme alınmış manzumeler olduğunu görürüz. Kitaptaki “Analar ve Çocuklar”, “Türkiyem Anayurdum Sebebim Çarem”, “Turan” ve “Destan İçinde İstanbul” bölümlerinde bulunan şiirlerin -birkaçı dışında- tamamı sosyal ve toplumsal; aşk şiirlerini toplayan “Gönül Ey Vah Gönül Vay Gönül”, ölüm şiirlerini toplayan “Çağırırsın Bir Gün Beni de Ölüm ve daha çok metafizik temalı şiirleri toplayan “Dağlar ile Taşlar ile Çağırayım Mevlâm Seni” bölümlerindeki manzumelerin önemli bir bölümü ise ferdî konu ve temalıdır. Söz konusu bölümler5. Pınar Topaloğlu, age., s.167.

34

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


deki 120 şiir tek tek değerlendirildiğinde yaklaşık üçte ikisinin (% 67) sosyal ve toplumsal, geri kalan üçte birinin (% 33) ise ferdî olduğu görülür. Bununla birlikte onun şiirlerinde ferdî ve beşerî konu ve temalarla millî konu ve temaları kesin çizgilerle ayırmak bir hayli zordur. Çünkü çeşitli sosyal meselelere yönelik yerlilik ve millîlik olgusu, ferdî ve beşerî şiirlerde de kendisini hissettirir. Bâkiler’in toplumculuğu veya yerlilik ve millîliği, Sivas sokaklarındaki kimsesiz çocuklardan Anadolu’nun değişik şehir, kasaba ve köylerindeki yoksul insanlara, Anadolu’nun içinde bulunduğu geri kalmışlıktan dünyanın farklı köşelerindeki Türklerin meselelerine kadarki birçok konuyu kapsar. İstanbul’dan Üsküp’e, Kerkük’ten Erbil’e, Azerbaycan’dan, Türkistan’a, Kafkaslar’dan Balkanlar’a, Altaylar’dan Tuna’ya kadar uzanan geniş topraklar ise, onun şiir coğrafyasını oluşturur. Hunlardan Göktürklere, Selçuklulardan Osmanlılara ve günümüz Türkiye’sine uzanan zaman çizgisi de bu şiirlerin tarih boyutunu verir. Bu çerçeve içinde hayat bulan Bâkiler’in millî duygu ve duyarlılığı, ister milletin günlük hayat içindeki farklı problemlerini ister milletin tarihini anlatsın isterse Türk milletinin bugün dünyanın farklı bölgelerinde yaşadığı zulüm ve baskıları ele alsın, temelde toplumu “millet” yapan “kültür” değerlerini esas alır. Dolayısıyla Türk milleti olgusu, onu bu seviyeye yükselten kültür değerleri ekseninde şiire yansır. Daha açık bir ifadeyle, Türk milletinin tarih, vatan, dil, sanat, düşünce, duygu, gelenek ve görenek, hayat tarzı vb. kültür değerleri, onun şiirlerinin özünü teşkil eder. Bâkiler’in şiirlerinin özünü teşkil eden Türk milletine ait kültür değerlerinden bir başkası ise, -“millet”i meydana getiren iki temel değerden biri olarak gördüğü- “din” ve bu dinden kaynaklanan değerlerdir. Manzumeler üzerine dikkatle eğildiğimizde, şairin apaçık dinî duygu ve duyarlılıkla çarpan kalbinin sesini duyar; dinî değer ve inançların onun şiir örgüsünün özünü teşkil ettiğini fark ederiz. Dolayısıyla Bâkiler’in millî duygu ve duyarlılık ekseninde vücut bulmuş şiirlerindeki alt başlıkların ilk sırasında onun dinî duygu ve duyarlılıklarının hayat verdiği manzumeler veya çeşitli manzumelerdeki bent, beyit, mısra, ibare, kavram, kelime ve söylemler gelir. Belirtilmesi gereken bir başka husus; Yavuz Bülent’in, şiirin aslî kıymetlerinden olan lirizmi, ferdî temalı manzumelerinde olduğu gibi, çeşitli sosyal, kültürel ve ekonomik meseleleri işlediği manzumelerinde de korumuş olmasıdır. Manzumeler gücünü, zihnî

olmaktan öteye geçememiş şu veya bu ideolojiden, düşünceden değil, şairin duygu dünyasından fışkıran heyecan, hayranlık, sevinç, coşku, hüzün, hayıflanma, öfke gibi çeşitli duygu hâllerinden alır. Onun şiirlerindeki sıcaklığı, söz konusu samimi lirizmde aramak gerekir. “Bence duygunun ve ifadenin büyük önemi var. Ben duyguyu birinci planda dikkate alıyorum. Duyguları güzel bir şekilde ifade ettiniz mi şiiriyet kendiliğinden ortaya çıkar. O bakımdan benim şiirlerimde duygu, şiire daha çok hâkimdir. Ben duyguyu birinci planda dikkate alıyorum.”[6] Bu makalede amacımız; Yavuz Bülent’in şiirleri ve şairliğinin ana ve hâkim rengini oluşturan millî konu ve temaların alt birimlerinden birini teşkil eden din, dinî duygu ve duyarlılık ile bu konu, duygu ve duyarlılığın tabii sonucu durumundaki dinî unsurlar (iman, ibadet, ahlâk, davranış biçimleri vb.) üzerinde durmak; konuyu metin merkezli bir yaklaşımla tasvir ve tahlil etmektir. *** Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerindeki din, dinî duygu ve duyarlılığın ilk ve asıl kaynağı, hiç şüphesiz şairin kendi zihni, gönlü ve ruhudur. Söz konusu duygu ve duyarlılığı ifade eden aşağıdaki örnek mısralar kadar, bunların dışındaki şiirlerde karşımıza çıkan “ben” zamiri veya bu ben’i ele veren diğer unsurlar, bu hususu açıkça ortaya koyar. Zaten kendi zihni, gönlü ve ruhundan güç almayan bir sanatkârın bu tür eserler yazmayacağı açıktır. “Yaşamak Güzel” şiirindeki aşağıdaki mısralar, şairin Allah’a olan inancını açıkça ortaya koyar. Boşuna gönül vermedim bunca yıl mavi göklere İnancım büyük Allah’a (Yaşamak Güzel, s.177) Bâkiler, İslam dini “âmentü”sünün temeli olan Allah’a iman ve kul olma bilincini en yoğun biçimde “Yakarış” şiirinde dile getirir. Necip Fazıl üslubunu hatırlatan manzume, adından da anlaşılacağı gibi, bir tür “münacat”tır. Şair, “siyah, korkunç ve derin” veya “nursuz, uykusuz” gecelerden; içindeki bilmeceler ve çağın “tanrılar”ından kaçıp “Bir rüya kadar güzel/Bir ömür kadar uzun” ilâhîler eşliğinde ve hıçkırıklarla ona sığınır. Onun bu sığınıştaki beklentisi, huzura 6. Pınar Topaloğlu, age., s.163.

35

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


ermek ve affedilmektir. Burada Bâkiler’in, icat ettiği “tanrılar” vasıtasıyla insanı cenderesine hapseden ve onu Tevfik Fikret’te olduğu gibi (İnanmak İhtiyacı, Haluk’un Âmentüsü vb.) derin bir boşluk ve karanlık uçurumuna sürükleyen pozitivizm ve modernizmden kaçışını görürüz. Beni affeder misin Huzurunda bir sabah, Dilimde ismin Allah Ve yarım kalmış bir ah İle gözyaşı döksem Saatlerce diz çöksem Yansam, yakılsam, dursam “Hadi kulum” der misin? Beni affeder misin? (Yakarış, s.185)

Çok şükür aslım da, neslim de belli Türk’üm, Müslümanım o dağlar kadar (Büyük Destan, s.219) İslam dininin, Müslüman olmanın temel şartı olarak belirlediği bir tek Allah’a imandan sonra gelen meleklere, kitaplara, peygamberlere, öldükten sonra dirilmeye ve kadere olan iman esasları da Bâkiler’in dinî inanç ve duyarlılıkları arasında yer alır. Bunlardan kader inancını en açık biçimde “A…” ve “Yine Benim” şiirlerinde dile getirir. Şair inanır ki, sevgilisi A…, Hakk’ın alnına yazdığı “kader”dir ve ondan kaçması mümkün değildir. Anladım faydası yok uzak kalmanın artık Seni kader çizgisiyle alnıma yazan Hakk’tır. (A… s.131)

Başında sevdalarla dolaştığı gençlik yıllarında bir gün, okunan ezanla birlikte kendini Cebeci Camii’nde bulan Bâkiler, Kur’an sesinin hâkim olduğu cami atmosferinde, içindeki “benlik” duygusundan sıyrılarak âdeta derin bir vect hâli yaşar. Artık o, kimsenin görmediği gözyaşlarıyla dünyevî kirlerden temizlediği kalbinde tıpkı iri ve beyaz bir gül gibi açan şafakla, “Bir küçük güvercin”dir sanki. Bir küçük güvercin gibiyim şimdi Eridi içimdeki benlik Ne olur bitmesin bir ömür boyu Gönlümde yer eden serinlik… (Cebeci Camii, s.189)

Değişmiyor çizgisi büyük kaderin (Yine Benim, s.160) Ah bu kader demeyin, kısmet demeyin Anlatılmaz şimdi Küçük hanımın derdi. (Küçük Hanımın Kaderi, s.137) “Bir Ölünün Mektubu”nda, Allah’ın “bâkî” oluşuna vurgunun yanında (Bâkî olan bir tek Allah), insanın fâniliği ve buna bağlı olarak ahret inancı öne çıkar. Yaşamak güzel olsa da ölümü tevekkülle kabulleniş, Bâkiler’in şiirlerinde dikkati çeken hususlardan birisidir. Hazret-i Süleyman’a bile kalmadı dünya Bâki olan bir tek Allah Bütün günahları size bırakıp Ölmüşüz elhamdülillah. (Bir Ölünün Mektubu, s.172)

Şair, Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” veya “Koca Mustapaşa” şiirlerindeki ruh hâlini hatırlatan şiirini, “Türk-İslam” olarak yaratılmış olmanın şükrüyle bitirir. Her gün yeni baştan iri ve güzel Bir beyaz gül gibi açan gönlümde şafak Ne güzel ya Rabbim; Rabbim ne güzel TÜRK-İSLAM yaratılmak… (Cebeci Camii, s.189)

“Ölmek” ve “Netice” şiirlerinde de aynı tavır dikkati çeker.

Bâkiler, “Türk-İslam” yaratılmış olmak veya “Türk” ve “Müslüman” olmaktan dolayı sık sık Allah’a şükreder. Söz konusu şükür, “Büyük Destan” manzumesinde şu mısralarda ifadesini bulur:

Allah’ın rahmeti yağacak üstünüze Avuç avuç, kucak kucak Ve sessiz sedasız yolculuğunuz Fatihalarla başlayacak… (Netice, s.181) Sağlam bir ahret inancına sahip olan Bâkiler, öldüğünde ardından ruhuna “Yâsin” okunmasını ister.

36

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Ölürsem bana bir Yâsin okuyun (Anamın Türküleri, s.16) Hz. Peygamber’e iman, bağlılık ve sevgi, Yavuz Bülent’in şiirlerindeki bir başka temel dinî duyarlılık olarak karşımıza çıkar. Onun Harman’daki şiirleri arasında bütünüyle Hz. Peygamber aşkının ifadesine tahsis edilmiş tek şiir “Seni Yazdım Ebemkuşaklarına”dır. Şiir, tıpkı İbrahim Etem ve Hallac-ı Mansur gibi büyük bir değişim yaşamış bir ruhun sıcak ve samimi terennümlerinden oluşmuştur. İçinde “şahlanıp duran huysuz at”a (benlik) sağlam bir dizgin ve gem vuran şair, beşerî aşktan manevi aşka atlamış; kuş tüyü yatak, saray ve rahatlık gibi dünyevi değerleri elinin tersiyle itmiş ve “gönül kubbesi”ne gerçek bir “alem” dikmiştir. Sonunda da kendisine “kol-kanat” ve “mahşer nuru” olan Hz. Peygamber’in adını tâ “ebemkuşakları”na yazmıştır. Uzakların daha uzaklarına Büyük zaferlerin nur taklarına Seni yazdım ebemkuşaklarına Ellerim çaresiz, kalemsiz değil. (Seni Yazdım Ebemkuşaklarına, s.193) Hz. Yakup, Hz. Yusuf ve Hz. Süleyman, Bâkiler’in şiirlerinde isimlerini zikrettiği diğer üç peygamberdir. Hakkında müstakil bir şiir kaleme aldığı ikinci dinî şahsiyet olan Mevlâna’ya yönelik şiiri de Bâkiler’in dinî duygu ve duyarlılığının doğal sonuçlarından birisidir. Mevlâna türbesine yapılan bir ziyaretin uyandırdığı samimi duygu ve heyecanların intibalarıyla kaleme alındığı anlaşılan “Sana Geldim Mevlâna” başlıklı şiirde, türbede müşahede edilen manzara veya duyulan seslerin yarattığı olağanüstü tablo ve şairin iç dünyasını yansıtan özlemleri hâkimdir. Mermer şadırvan, mavi kubbe, ince minyatür ve çinilerin süslediği; yaylı tambur, kudüm, ney, ezan ve kumru seslerinin hâkim olduğu “sabır, aşk ve tevekkül”ün mekânı Mevlâna türbesi, tek kelimeyle “Ayet ayet İslam, nakış nakış Türk”tür. Şair, “Yıkanmış bir yaprak gibi tertemiz” bir hâlde bir sabah “serin bir rüzgârla” ve “fatihalarla” yola çıkıp tâ uzaklardan Mevlâna’nın kapısına gelmiştir. Ondan isteği, içindeki “kırk suale kırk cevap”; “ölümsüz” ve “yeni” şeyler vermesidir. Sana geldim Mevlâna!... Bir şeyler ver bana, ölümsüz, yeni…

Kırk suale kırk cevap istiyorum türbende Anla içimden geçeni!... (Sana Geldim Mevlâna, s.190-191) Şiirlerinde zaman zaman “derviş” kelimesini kullanan Bâkiler, Ahmet Yesevî’yi “pîr” olarak kabul eder. Geldi kuruldu gönlüme Ahmet Yesevî pirimiz (Türkistan, s.214) Yavuz Bülent Bâkiler’in yukarıda izah etmeye çalıştığımız Müslüman kimliğinin ilk ve asıl kaynağı, kendi zihni, gönlü ve ruhu olmakla birlikte, bu kaynağı farklı düzeylerde besleyip güçlendiren, birtakım ritüellere dönüştürüp hayatın vazgeçilemez davranış biçimleri hâlini almasına imkân veren ve dışa tezahürüne elverişli ortamlar hazırlayan başka faktörler de mevcuttur. Aile ve millet, bu faktörlerin başında gelir. Önce aile üzerinde duralım. Bir mülâkatında “çocukluktan itibaren dinî bir terbiye içerisinde” büyüdüğünü belirten[7] Yavuz Bülent, Müslüman bir ailenin çocuğudur. Dolayısıyla onun dinî duyarlılık ve hassasiyetinin temeli, bu Müslüman çatı altında teneffüs edilen çocukluk yıllarında atılır. Bâkiler’in çocukluk yıllarından itibaren bütün benliğine işleyen dinî duyarlılık ve inancın temellenmesinde annesinin büyük rolü vardır. Beyaz başörtüsü, kehribar tespihiyle şükrün çiçek açtığı seccadesinde “günde beş vakit” namaza duran bu anne, bu esnada “iplik iplik, sessiz sedasız” ağlar. Her ezan sesinde “büyük sırrı” yakalayan annesinin kıldığı namaz, hem kendi hem de evinin huzur ve nur kaynağıdır. Hiç şüphesiz onun “elinin bereketi, iffeti, merhameti” de aynı ibadetten doğar. Bu sebepledir ki Bâkiler hep, bu müşfik ananın dualarına sığınır. Anam, namaza durur günde beş vakit Bir serinlik duyarız ondaki büyük huzurdan Aydınlanır içimiz, odalarımız Yüzündeki ince, mübarek nurdan. ….. Ne şikâyet, ne kin, ne şüphe biraz Sessizliği, yüreğinin niyazındandır. Elinin bereketi, iffeti, merhameti… Kıldığı sonsuzluk namazındandır. (Anamın Namazları, s.14-15) Çocukluk yıllarının ramazanları, Bâkiler için ge7. İbrahim Tüzer, agm., s. 46.

37

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


rek ailede gerekse mahallede dinî duygu ve duyarlılığın en üst seviyeye çıktığı zamanlardır. Nitekim bu yılları anlattığı “Eski Ramazanlar ve Çocukluğum” başlıklı şiirinde şair, o güzel günleri kaybetmiş olmanın hüznü ve hayıflanması içinde, geçmişte yaşadığı mutluluk ve güzellikleri dile getirir. O ramazan günlerinde “Beyaz papatyalar gibi beyaz tülbentli” bütün konu komşu kadınları, kızları ve gelinleri her sabah evlerinde toplanır; uhrevî bir atmosfer içinde Kur’an ve ilâhîler okurlar. Uhrevî bir âlem başlardı nakış nakış Bütün yüzlerdeki nurdan Ve tüter dururdu dualarla yakılmış O serin sofalarda buhurdan… (Eski Ramazanlar ve Çocukluğum, s.187) Ceplerinde çeşit çeşit iftarlıklarla okunacak akşam ezanını bekleyen Bâkiler, aslında orucunu bir bardak suyla gizlice çoktan bozmuştur. Müslüman bir aile içinde büyüyen Bâkiler, evinden çıkıp toplumla yüz yüze geldiği sokağa ve çarşıya adım attığında da Müslüman bir hayatla karşılaşır ve bunun içinde yaşar. Nitekim toplumun/milletin topyekûn veya onun herhangi bir kesiminin veya ona mensup herhangi bir kişinin ele alındığı şiirlerde, yaygın biçimde o millet, kesim veya kişinin dini; bu dinin inanç esaslarına olan imanı, ibadet ritüelleri ve yine bu din tarafından belirlenen hayat tarzı ve insan ilişkileriyle yüz yüze geliriz. O hâlde Bâkiler, Müslüman bir milletin Müslüman bir evlâdıdır. Dolayısıyla onun İslami duygu ve duyarlılığının üçüncü kaynağı, içinde yaşadığı toplum/milletin gündelik hayatıdır. Mesela birkaç şiirin varlık sebebi olan “yuvamızın orta direği” analar (kendi anası da dâhil), Müslüman ve dindar insanlardır. Onların beyaz tülbent ve seccadelerinde “huzurun günde beş vakit nabzı vurur.” (Analar, s.11) “Yürekleri temiz, alınları ak” olan bu anaların duyguları bile “haram”dan uzaktır. Bunlardan biri olan Emine Bacı, doksan yıllık ömründe “buğdaylar kadar temiz” bir hayat yaşamıştır. “Bir kuru canı” dışında sahip olduğu dünya malı “Bir yatak bir yorgan bir kilim”den (Emine Bacı, s.63) ibaret olmasına rağmen, “kuru dallar gibi” günde beş vakit Allah’a açılan elleriyle mabuduna şükreder. Öte yandan yoksul Anadolu insanının “soğan ekmek”, “bulamaç” veya “biraz tandır ekmeği, biraz çökelik”ten ibaret olan yoksul sofrası, tıpkı bir “peygamber sofrası” gibi herkese açıktır. İnsanımız, “ha-

ram lokma girmeyen” evindeki bu sofradan her zaman Allah’a “şükrederek” kalkar. Sanki bir “ipek seccade üstünde gibi” büyük bir huşu ile toprakta namaza durur. Büyük, küçük; kadın, erkek “yağmur duası”na çıkar. Haram lokma girmeyen mübarek evlerimiz, Rızkımız da ırkımız gibi tertemiz. (Malatya’da Elazığ’da, s.61) Aynı Anadolu insanı vatanı, dinî, namusu ve bayrağı söz konusu olduğunda ise “gaza meydanları”nda yiğitçe dövüşür. “Hilâl”i düşmana çiğnetmez. Bugüne kadar “şehit” düşen “yüz binlerce adsız kahraman”, bunun açık delilidir. Ne isyan, ne ihanet düne-bugüne… Kubbelerden huzur, minarelerden sabır Duyarak yaşadılar böyle kaç asır Onların alnı açık, yüzleri aktır… (Onlar, s.59) Bu kahramanlardan biri olan vatansever Antepli Şahin, mavzerinin tetiğini “bismillahlar”la çekip “kâfir”i yere serer. Bâkiler’in İslami duygu ve duyarlılığını besleyen millete ait kaynağın bir başka boyutu, Türk milletinin bin yıllık tarihidir. Öyle bir Müslüman millet ki, Kur’an’la müjdelenmiş; İstanbul başbuğu Fatih Sultan Mehmet, Hz. Peygamber tarafından övülmüştür. Altay dağlarından kopup gelen bu millet, durgun sulara ‘bismillah’larla kilim seccadesi”ni sermiş; öfkesini yenerek aman dileyeni sevmiş, kılıç kadar kalem ve gül tutmasını da bilmiştir. Övdü büyük peygamber İstanbul başbuğumu Kur’an’la da müjdelendim. (Büyük Destan, s.220) Yavuz Bülent, Türk tarihinin dönüm noktası olan İstanbul’un fetih sürecini bir bütünlük içinde anlattığı Harman’ın on dört manzumeden oluşan “Destanlar İçinde İstanbul” başlıklı bölümünde, -padişahından yeniçerisine kadar- o fethin kahramanlarını, o kahramanların inançlarını ve fetih ruhunu şiirine taşımaya çalışır. Bursa topraklarında yetişmiş bir ulu çınarın serin rüzgârı, bir gelin kızın “teli-duvağı”ndan kundağı, bir çobanın kavalı ve türküleri, Horasan dervişlerinin dua-

38

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


larıyla büyüyen Şehzade Mehmet, medreselerde “Elif! Be! Te! Se!” öğrenerek ve aruzla şiirler yazarak yetişir. Bıyıkları henüz yeni terlediğinde padişah olunca Edirne’den “hilâl” gibi sancaklar taşıyan kırk bin yiğitle İstanbul’a doğru yola çıkar. Onu İstanbul’a yönlendiren aklından geçen “pırıl pırıl hadis-i şerifler”dir. Hücum öncesi bütün eller, Ak Şemseddin’in “iki yıldız gibi” göklere uzanan ellerine paralel “dualarla Allah’a” uzanır ve tam “kırk bin Fâtiha” okunur. “Allah bir, Peygamber hak” inancında olan ve Kur’an, Hz. Ali ve Hacı Bektaş Velî’den ilham alan Osmanlı ordusu, “Allah Allah!” nidaları, “tekbir” ve “tehlil”lerle hücuma kalkıldığında yeniçeri Sivaslı Recep, Bursalı Ömer, Manisalı Fahreddin, sipahi Satılmış ve daha nice yiğitler, şehit olup elsiz ayaksız Allah’a kavuşurlar. Hazret-i Ali’dendir îmanları tastamam: Kur’an’dandır iksirleri Allah bir, Peygamber hak Devlet-i Aliyye’de Önlerinde Hacı Bektaş Velî pirleri. (Üç Yeniçeri, s.240) Bir fatiha sıcaklığı aldı gönlünü Büyüdü gövdesi daha Bir serin rüzgâr gibi ulaştı sonra Allah’a Ayaklı-elli değil. (Şehit Sipahi Satılmış, s.238) Sonunda gönlü “peygamber sevgisi”yle dolu Ulubatlı Hasan’ın sancağı, Bilâl-i Habeşî’yi hatırlatan bir sesle kırk kere okunan ezanların eşliğinde burçlara dikmesiyle fetih gerçekleşir. Yarışır gibi girdik gedikten içeri Tekbirlerle, tehlillerle ezan okudu biri: Boylu-poslu, kumral bir yeniçeri “Daha, bir daha” dedik. Bilâl-i Habeşî sesiyle yer-yer Okundu ezanımız belki kırk sefer Çekildi sancağımız surlara birer birer Şükür Allah’a dedik! (Açıldı Surlarda Bir Gedik, s.250) “Destanlar İçinde İstanbul” bölümünde İstanbul’un fethindeki temel dinamiğin din, bu dinin kalplerde kök salan iman esasları ve bu imanın işaret ettiği hedefler olduğu açıkça sezilir ve sezdirilir. Özellikle Hz. Peygamberin fetihle ilgili hadisi, fethin gerçekleşmesinde

son derece önemli bir kaynaktır. Nitekim şiirlerde (Padişah, Her Şey Fetih Hazırlığında, Yemin) söz konusu hadis dört defa zikredilir. Türk milletinin Müslümanlığının bir başka işareti, bin yıllık tarihi içinde üzerinde yaşadığı Altaylar’dan Tuna’ya kadar uzanan geniş vatan coğrafyasında inşa ettiği mimarî eserlerdir. Hiç şüphesiz vatan coğrafyasındaki camiler, kubbeler, minareler, çeşmeler, şadırvanlar, köprüler vb. mimarî eserler, doğrudan doğruya bu milletin imanının tezahürleridir. Sivas’ta, Divriği’de, Erzurum’da, Konya’da.. İnce sütunlar gördüm, şadırvanlar, kubbeler (Anadolu Acısı, s.40) Köprülerle, çeşmelerle, minarelerle Kubbelerle yurdumu süsleyip duran Ey mermeri nakış nakış işleyip konuşturan Ulularım nerdesiniz? (Nerdesiniz, s.57) Bu bağlamda başta Sivas ve İstanbul olmak üzere çeşitli Türk şehirlerinin anlatıldığı şiirlerde, hem şehrin tarihi hem mimarî eserleri hem de burada yaşanan hayatta İslami kültür dokusu hemen kendini hissettirir. Mesela İstanbul, beyaz şamdanlar gibi yükselen “ince, kalem minareleri”, duaların bütün sıcaklığıyla insanı sardığı Eyüp Sultan’ı, bir gün arka saflardan birinde namaz kıldığı Beyazıt Camii ile dikkat çeker. Beyazıt Camii’nde bir namaz kıldım Safların ardında garipsi, mahzun. Sen bin yaşa sımsıcak dualarda Ey destan şehri yurdumuzun. (İstanbul, s.69) Bâkiler için çok daha önemli ve öncelikli olan Sivas da benzer niteliklere sahiptir. Sivas; Çifte Minare’si, Gök Medrese’si, Şemsi Sivasî türbesi; bahçelerinde yorgun salkım söğütler, sofalarında Sivas halıları, duvarlarında “sülüsten, kûfî”den levhalar, sedef çekmecelerinde kehribar tespihler ve seccadeler bulunan eski evleri ile her sabah ezanla birlikte “Müslüman” olarak uyanan Müslüman bir şehirdir.

39

Her sabah yeniden ezan sesiyle Müslüman Müslüman uyanan şehir (Sivas Hasreti, s.70)

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Öte yandan Fatih Köprüsü, Burmalı Cami’i, Kurşunlu Han’ı, Çifte Hamam’ı, Kazancılar Çarşısı, tuğralı çeşmeleri ve gülümseyen kubbeleriyle Üsküp de Müslüman bir şehirdir. İstanbul, Sivas, Konya, Üsküp için söylenenler, aslında bütün Müslüman-Türk coğrafyası için geçerlidir. Mesela bugün istiklâlini kaybetmiş olan Kafkas Dağları arkasındaki şairin memleketi, “Sapına kadar Müslüman, sapına kadar Türk”tür. Ve ey Kafkas Dağları ardında Bayraksız memleketim. Sapına kadar Müslüman, sapına kadar Türk diyar! (Unuttuğumuz İnsanlar, s.197) Kısacası Müslüman Türk milleti, bin yıllık tarihi müddetince insanı aziz ve mübarek bilen “billurdan medeniyet” kurmuştur. (Anadolu Hikâyesi, s.42) Bu medeniyetin mayası da İslam dinidir. Bâkiler ve ailesinin böyle bir milletin milyonlarca çekirdek biriminden biri olduğu hatırlanırsa, şairin İslami duyarlılığının kaynağı/kaynakları konusu, daha sağlıklı bir zemine oturtulmuş olur. Bu bağlamda belirtilmesi gereken son bir kaynak, şairin şiire ilgi duyduğu ilk günlerden itibaren şiirlerini okuyup beğendiği, farklı seviyelerde tesirinde kaldığı, aynı veya benzer dünya görüşü ve sanat anlayışını paylaştığı şairlerdir. Mehmet Âkif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya gibi şahsiyetler, bu şairlerin başında yer alırlar. Asıl şiirleri olmakla beraber aşağıdaki cümleler de bize bu kaynak hakkında önemli ipuçları verir. “Ben Mehmet Âkif’in ‘Safahat’ isimli kitabını okuyarak onun çok tesiri altında kaldım. Yani Mehmet Âkif’in memleket ve dinî meselelerimize bakış tarzını benimsedim, o potada yoğruldum.”[8] *** İçinde büyüdüğü ailenin ve mensubu bulunduğu milletin (gerek bin yıllık tarihi gerek bugünkü hayatı gerekse bu tarih ve hayatın kültürel dinamikleri itibarıyla) büyük ölçüde İslam dinine yaslanıp ondan hız aldığını idrak eden Yavuz Bülent, toplumun bugünkü hayatında müşahede ettiği birçok sıkıntı, üzüntü ve acılarla yoksulluk, perişanlık ve geri kalmışlıkların arkasındaki sebeplerin başında da İslam dininin vazettiği prensiplerden uzaklaşma ve yozlaşmayı görür. Mesela “Anadolu Acısı” “Anadolu Hikâyesi” “Acı”, “Sivas’ta

Gecekondular”, “Sivas Ağıtı” başlıklı manzumelerde dile getirilen memleketin “toz-toprak, tezek, çamur…” içindeki perişan hâlinin; hâlâ “karasaban ve kağnı”yı aşamayan geriliğinin; on binlerce insanın işsizliğinin; yakamıza “katran gibi” yapışıp kalan cehalet ve bundan beslenen hurafelerin; birtakım insanların hâlâ “Taş Devri”nin davranış biçimleri içindeki ilkelliğinin; dul kadınların ve telli duvaklı gelinlerin “bir hiç yüzünden” veya insanların “bir avuç buğday, bir tutam ot, bir karış toprak için” birbirlerini öldürmelerinin; insanları birbirlerine kanlı bıçaklı eden mezhep kavgalarının; “kanlı bir bayrak” gibi dalgalanan kerpiçten gecekondular ile onlarda yaşanan yoksul hayatların temel sebebi, Türk töresi ve İslam yasalarının unutulup çiğnenmesindendir. Çünkü “güzelim İslamiyet”, tıpkı “sakal-ı şerif gibi” kırk bohçada kaybolmuş, “vahyin güzel gülleri” bir bir çiğnenmiş, “İslami ahlâk” terk edilmiş, Peygamberin herkese ilim öğrenmeyi farz kılan emri unutulmuş ve İslamiyet çarmıha gerilmiştir. Unutulmuş Türklüğün ceylan yürekli töresi Çiğnenmiş İslam’ın koyduğu kesin yasaklar. (Anadolu Acısı, s.41) Sakal-ı şerif gibi kırk bohçada kaybolmuş Güzelim İslamiyet Kadın erkek herkese ilmi emretmiş Peygamber Ama tutmuş yakamızdan katran gibi cehalet (Anadolu Hikâyesi, s.42-43) Ama çiğnenmiş vahyin güzel gülleri bir bir (Acı, s.45) Çarmıha gerilmiş güzelim İslam …. Nerde İslami ahlâk? (Sivas’ta Gecekondular, s.75) “Ağaçsız Şehir”lerdeki “Peygamber ışığı görmemiş” evler, “Müslümansız şehir imansız şehir!”ler, yeşile dair bir şey bırakılmayan Anadolu köyleri, bozkırları ve dağlarının sebebi de aynıdır. Öte yandan ellerinde kan, dudaklarında diken gibi marşla sövüp sayan, göğü yumruklayarak yürüyen ve ortalığı yakıp yıkan anarşistlerin problemi de dinsizliktir.

8. İbrahim Tüzer, agm., s.45.

40

Sövdüler saydılar göğü yumruklayarak Ne kıl kadar insanlık, ne din, ne iman…

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Ebu Leheb idiler, Vahşî idiler sanki Her biri bir Allahsız, Peygambersiz gardiyan (Göğü Yumruklayanlar, s.81)

Netice olarak Bâkiler inanır ki, Anadolu’nun yeniden fethi, Müslüman Türk dünyasının yeniden ayağa kalkması ve tarihte gerçekleştirilen “billurdan medeniyet”in yeniden ihyası için hakiki bir imanla yeniden Allah’a dönmek ve onun son Peygamberi Hz. Muhammed’i “şahdamar” bilmek icap eder.

dis (6), haram (6), helâl (1), hilâl ( 3), hu (2), hurafe (1), iftar sofrası (1), ilâhi (3), iman (2), inanç (1), İslam (6), İslami (1), İslamiyet (1), kader (7), kâfir (8), kıblegâh (1), kıyamet (1), kûfî (1), kul (1), medrese (2), mahşer (1), merhamet (5), mihrap (1), minare (12), musalla taşı (1), mübarek (6), Müslüman (7), namaz (10), niyaz (1), oruç (2), ölüm meleği (1), pir (1), rahmet (2), ramazan (1), rızık (1), mümin (1), sabır (6), sadaka (1), sakal-ı şerif (1), seccade (7), secde (1), sevap (2), sülüs (1), şehit (5), şükretmek (2), şükür (5), tehlil (1), tekbir (3), tespih (2), tevekkül (1), türbe (2), uhrevî (1), vahiy (1), vallaha (1), vallah-billah (1), veli (3), yağmur duası (1), zebani (1). Dinî İsimler: Allah (22), Hakk (3), Tanrı (3), Rab (3), Yaratan (1), Yâr (1 ); Peygamber (10), Efendimiz (1), Son Elçi (1), Hz. Yakup (1), Hz. Yusuf (1), Hz. Süleyman (1), Hz. Ali (2), Muaviye (1), Bilal-i Habeşî (1), Buharî (1), Yusuf Hemedanî (1), Ahmet Yesevî (2), Yunus Emre (4), Mevlâna ( 9), İbrahim Etem (1), Hallac-ı Mansur (1), Hacı Bektaş Velî (1), Ak Şemsiddin (1), Şems-i Sivasî (1), Şah-ı Nakşibend (1), Ebu Leheb (1), Vahşî (1), Yezit (1), üçler yediler kırklar (2); Kuran-ı Kerim (7), Bismillah (10), Fatiha (5), Yâsin (1). Dinî Mekânlar: Ulu Cami (1), Nasrullah Camii (1), Eyüp Sultan (1), Beyazıt Camii (1), Çifte Minare (2), Gök Medrese (2), Burmalı Cami (1).

Yeniden inanmak Yaradana huzurla En son elçisini şahdamar bilmek (Yeniden Fethetmek Anadolu’yu, s.51) *** Yukarıdaki somut örneklerin dışında, Bâkiler’in şiirlerindeki dinî duygu ve duyarlılığını yansıtan bir başka önemli gösterge, farklı konu ve temaları anlattığı şiirlerinde kullandığı çeşitli dinî kavram, isim, unsurlar ve bunların kullanım sıklıklarıdır. Denilebilir ki Bâkiler’in şiir lügati, önemli ölçüde millet veya ırkı gündeme getirdiği söylenebilecek olan “Türk, Türklük, Türkmen, millet, ülkü, ülküdaş, soy sop, ırk” vb. kelime, kavram ve isimlerinden çok, aşağıda sıralayacağımız dinî kelime, kavram ve isimlerden oluşur. Dinî Kavramlar: alperen (1), arefe (1), ayet (7), bayram (3), buhurdan (1), cami (3), cennet (1), çile (4), cuma günü (1), derviş (3), din (1), dua (11), elhamdülillah (2), Elif Be Te Se (1), evliya (1), ezan (14), farz (1), günah (3), günahkâr (2), haç (1), ha-

Görülüyor ki Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerinde dinî duygu ve duyarlılık, bu duygu ve duyarlılığın tabii sonucu olan İslam dininin vazettiği temel iman akideleri, ibadet ritüelleri, insan ilişkileri, hayat tarzı, dinî mekânlar, şahsiyetler, kavramlar veya unsurlar geniş yer tutmakta ve -bir anlamda- şiirinin özünü teşkil etmektedir. Bu husus, şairin kimlik ve kişiliğindeki Müslüman, mümin ve muhafazakâr olma gerçeği ile bunun seviyesini açıkça ortaya koymaktadır. Bir başka ifadeyle Bâkiler, özel hayatında olduğu kadar, sanat hayatı veya sanatında da Müslüman bir milletin Müslüman bir şairi olduğunun şuurundadır. Bu kimlik ve kişiliğiyle o, zaman zaman Mehmet Âkif, Necip Fazıl veya Yahya Kemal’e yakın görünmekle birlikte, -kanaatimizce- Arif Nihat Asya’ya daha yakın durmaktadır. Çünkü ilk gruba göre mahallî, millî, milliyetçi ve Türkçü söylemin daha baskın olduğu Bâkiler’in şiirinde din, ideolojik bir değer olmaktan ziyade Türk kültürünü oluşturan ana unsurlardan biri olarak öne çıkmaktadır. ■

Onun içindir ki, kristal bir vazoya benzeyen hassas yüreğinde çevresindeki yoksullar, tütmeyen ocaklar, aç çıplak dilenciler, “isimsiz, anasız/oyuncaksız, salıncaksız, kucaksız” yetim çocuklar, uzak köylerde kurşunlanan köylülerin acısını duyup inleyen Bâkiler, tasa duymadan yaşadığı, Tanrı’nın rahmet ve bereketinin hâkim olduğu günlere dönmek ister. Bu arzuyla “Bereketin nerde Tanrım, rahmetin nerde?” ve “Tanrım ne olursun yüzümüze bak” mısralarıyla Allah’a yalvarıp yakarır, sonunda da kendini mabede ve mabuda teslim eder. Ezanlar yükselir sonra minarelerden Bütün câmilerde sabır, el-pençe dîvan durur. Secdeye varır alınlar, Kur’an okunur Durulan ben olurum. (Resim, s.35)

41

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


iz bırakarak sevmek bir oğlan olmalıydı bir kız sarıdan kızıla bir güneş maviden laciverde bir deniz ve kum bir şemsiye yana kaykılmış bir çift söz bir çift gözden evvel mevsimlerden yaz aylardan temmuz günlerden salı olmasa da olur zira üç yüz altmış beş gün yirmi dört saat açıktır aşkın kapısı çalarsanız güneş şemsiyeyi görmeliydi şemsiye gölgeyi gölge kumu kum denizi kız oğlanı oğlan kızı sözsüz olunur gözsüz olunmazmış aşk ikisini de görmeli insan sevdi mi iz bırakarak sevmeli

MAHMUT BAHAR

42

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Kitap yangını İMDAT AVŞAR Kimin hatırındadır/Nağme kırgını yılı? Yeni varaklara sarıldı/Nağmelerin yaraları... Bağrımıza basmışız/Kırık tarları, Yanık toprak kokuyoruz Nağme kırgında ölen Nağmeleri okuyoruz… Ramiz Rövşen

E

ylüldü Her demi sarı, yaprakları gazel, sabahları sis, duman, akşamları hüzün, güman… El yetmez, ses ulaşmaz, uzak bir hatıra gibi geride kalmıştı çiğdemlerini kazdığım, nergislerini topladığım bahar... Son çiçeklerine gebeydi tomurcuklar ve son güllerine açılıyordu goncalar… Harman yerinde, birer tepe gibi yığılan ekin sapları ve bu sarı tepeleri döne döne eritip samana çeviren düvenler… Söğütler, yapraktan dillerinin yarısını güz yellerine kaptırdığından sessiz, içli içli uğulduyor, kavaklar gazeli tepeden döküyordu. Gökyüzünden, yorgun kanatlarını süzerek çığlık çığlığa geçiyordu turna katarları. Erken gidiyordu kuşlar… “Kış çetin geçecek, erken yağacak kar.” diyordu, kıble duvarların dibinde, toprağı eşeleyerek oturan ihtiyarlar… *** Önlüğün siyahından yenice sıyrılmıştım. Yüreğimde bin bir heves: Bir ceketim olacaktı, iskarpin ayakkabım, tükenmez kalemim, gömleğim, kravatım… Şehirde, ortaokulda okuyacaktım… Çocuk muydum? Hayır. Büyümüş müydüm? Hayır… Köydeki son günlerdi, son demler… Şehre göçecektik. Düşündükçe içimi sızlatıyordu hiç görmediğim şehir. Dönülmez bir gurbet gibi uzaklardan, çok uzaklardan el ediyor, beni çağırıyordu... Bazı geceler, bilmediğim sokaklarında kayboluyor ve korkuyla uyanıyordum. Kan ter içinde dönüyordum köye… *** Hafif bir yel esiyordu. Harman yerinde saman tozları uçuşuyor, mezarlığın üstünden yaylıma giden koyunların boyunlarında, yeşil ot hevesiyle salınan çıngırak sesleri geliyordu. Evin hemen önünde, bahçedeki söğüt ağaçlarının kenarından akıp giden arkın kıyısına çamurdan bir su değirmeni yaptım. Değirmenin oluğu kabak teveğinden, çarkı tenekeden, çarkın mili ise iğde dikenindendi. Değirmene gelen suyun, küçük havuzda birikip oluğa aktığı yerde, bir girdap oluşuyordu. Girdaba bir kadife çiçeği bıraktım. Suyun anaforunda dönen çiçeği seyrediyordum. Sarı, kırmızı, kahverengi, yeşil renkler, bir ebru ustasının havuzundaymış gibi birbirine karışıyor, kadife çiçeği tek bir renge bürünüyordu. Ne arpa ne buğday, değirmende renkleri öğütüyordum… Ara sıra bahçeye koşup değirmene başka çiçeklerden de getiriyor, o küçük girdabın, çocukluğumun tüm renklerini döndüren havuzuna bırakıyordum; ama hiçbir çiçek, kadife çiçeği kadar çok renkli, arzulu, hevesli dönmüyordu…

43

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Değirmenin oluğundan şırıl şırıl akan su, oluğun hemen altındaki çarka düşüyor, yavaş yavaş dönen çark, ikindiyi akşama kavuşturuyordu. Küçük havuzda ise hızlandıkça değişen, yavaşladıkça aslına dönen kadife çiçeğinin semahı vardı. Toprağın üzerine uzandım, ellerimi yanağıma koydum ve çiçekler öğüten değirmeni seyretmeye başladım. O anın, o zamanın çok ötesindeydim. Çeşmeden gelen suya karışıp değirmene geliyor, küçük havuzdaki kadife çiçeği ile semaha duruyor ve oluktan aşağı düşüyordum. Dönen çark, içimdeki o anlaşılmaz şehir korkusunu parçalayıp dağıtıyordu. Az sonra, beni çağıran, iniltili bir ses duyar gibi oldum; ama o ses, hafiften esen yelde bir ipek şal gibi dalgalandı, değirmenin girdabında dönen kadife çiçeğinin renklerinden biri olup döne döne eridi, uzaklaştı, kayboldu. Sonra biraz daha yakından geldi o ses. Başımı çevirip baktım. Şöhret bibimdi. Çeşmenin az ilerisindeki dik yokuşu yenice çıkmış, ellerini beline koymuş soluklanıyordu. Göz göze geldiğimizde, konuşmaya dermanı kalmamış gibi bir elini yukarı kaldırdı ve “gel” der gibi işaret etti. Kalktım, üstümü çırpıp yanına koştum. Boğuluyormuş gibiydi. Boğazından hırıltılı bir ses geliyordu, göğsü inip inip kalkıyordu. —Ne oldu bibi, dedim. Çenesinin altından bağladığı boncuklu yazmasının düğümünü gevşetti. Ak saçları, yazmasının kenarından taşıyor, yanaklarına savruluyordu. Dönüp arkasına baktı: —Viran kalasıca yokuş, dedi, çıkana kadar özümü, ömrümü tüketti… Eğildi, nasırlı, tombul ellerini toprağa dayayıp çöktü. Yanına çömeldim. Elimden tutup bağrına bastı beni. Sarıldı, öptü… Alnından yanağına sızan soğuk bir ter bulaştı yüzüme. Teni, bana peynirli dürüm verirken öptüğü zamanki gibi sıcak değildi. Nefesini topladıktan sonra sordu: —Anan evde mi?—Yok, evde değil bibi.—Nerde? —Sabah erkenden gitti. Kargınkızı’nda, bostan bozuyor… Sağına soluna baktı, sanki birilerinin duyacağından endişe ediyordu. Sesini iyice kısarak tekrar sordu: —Evinizdeki kitaplar, duruyor mu, gurban olduğum? —He, hepsi de duruyor… Birden dizlerine vurdu. —El deliye, ben akıllıya hasretim! Allah, o akılsız anayın canını alsın! Gardaşımın ocağını batıracak! Dünyadan haberi yok ki, cin çalgını gibi yazı da yabanda dolaşıyor! Bibim elini, yeleğinin iç tarafına kare şeklindeki bir bezden diktiği cebine attı. İçindekiler düşmesin diye cebinin ağzına taktığı çatal iğneyi eliyle hafiften sıkıp açtı ve cebinden, pembesi iyice kaybolmuş kirli bir akide şekeri çıkardı. —Koş, dedi, koş, bibin kurban olsun sana. Kuşun kanadıynan git. Ananı çağır, gelsin. Bibim acele seni istiyor de... Bir şekere, bir de değirmene baktım. Gönülsüzce sızlandım. —Bibi, uşaklar değirmenimi bozar!Gülümsedi: —Ben burdayım gadasını aldığım, kimse bozamaz. —O zaman, sen değirmenime bakar ol bibi, kimse bozmasın emi! —Ben bakarım, değirmenine de sana da gurban oluyum. Sen yel gibi git, sel gibi gel. Haydi, bibin yoluna ölsün… Şekeri alıp ağzıma attım, arkama bakmadan koştum… *** Anam, tarlanın içinde, iki eğilip bir doğruluyor, eğilince otların içinde kayboluyordu. Bir eliyle kökünden yolduğu fasulyeleri diğer eliyle kucağına basıp, kucağı dolunca da öbek öbek yığıyordu.

44

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Anamı görünce iyice hızlandım. Çok önemli bir haberi yetiştiren posta tatarı gibi acele ediyordum. Daha yanına varmadan bağırdım: —Anaaa! —Anaaa! Anam, telaşlı sesimi duyunca doğruldu, ürkek bir ceylan gibi sağına soluna baktı. Elinde bir demet fasulye ile öylece kalakaldı. Korkmuştu… yanına vardığımda, dişlerini sıkarak azarladı beni: —Anayın adı kara yerden çağrılsın! Dizlerimin bağı çözüldü! Ne var? N’oldu? —Şöhret bibim seni çağırıyor. Akşamı beklemesin, iki eli kızıl kanda da olsa, durmasın, gelsin, dedi… —Allah’ım sen hayırlısını ver! Başka bir şey demedi mi? —Yok, demedi. —Bibisiz kalaydım ilahi! Akşamı bekleyememiş mi? Ucu yanık kâğıt mı saldı seniynen? Elim ayağım tutmaz oldu. Ne oldu acep? İnek mi öldü? Dana mı zehirlendi? Harman mı yandı? Aman, düşman başından ırak! —Ana! —Babayınan, dert! Ne var? —Bibim, babamla abimin kitaplarını da sordu. Kitaplarınız duruyor mu, dedi. —Ne yapacakmış kitapları, okuyup da Mısır’a molla mı olacakmış? —Ne bileyim ana! —Anayın, toprak başına! Yürü… *** Anam, şalvarının içine soktuğu fistanının eteğini dışarı çıkardı, arkın başına oturdu. Elini başına atıp yazmasını sıyırdı, yüzüne birkaç avuç su çarptı ve doğruldu. Saçlarını geriye doğru sıvazlayıp yazmayı başına attı ve ellerini yukarı kaldırıp: “Sen hayırlısını ver.” dedi, köye doğru koşar adım yürümeye başladı. Birbirine bağlanmış çifte beliği, bir o yana bir bu yana salınıyor, âdeta sırtını dövüyordu. Anama yetişmek için ara sıra koşuyor, ikide bir önüne geçiyordum. Ayağına dolaşmama kızdı: —Irgatlık sıpası gibi önüme geçme! Anam önde, ben arkada, mezarlığın köşesinden döndük, ev göründü. Bibim çardakta oturuyordu. Anam onu görünce iyice hızlandı, sabredemedi, uzaktan sordu: —Ne oldu Şöhret bacı? Aklım başımdan uçtu, sakar koyuna döndüm. Tarladan eve gelene kadar, yağmur değmiş kerpiç duvar gibi eridim… Bibim, biz yanına varana kadar hiçbir şey söylemedi. Sonra anamın eteğinden tutup sertçe çekti, yanına oturttu: —Kuzusunu yitirmiş koyun gibi meleme, sus! Aklı batasıca, dedi, haberin yok mu? Hökümeti devirmişler, idareyi asker almış. Akşam sabah cenderme basar köyü, diyorlar! Hökümet, idare, asker, cenderme… Birden bibimin gözlerindeki endişe, benim yüreğime sirayet etti. Nedense korkardım ‘cendermeden. Anam da durakladı, dondu kaldı bir an. Sonra kekeleyerek sordu: —Aman gııız! Gurbanınız oluyum! Harp mi çıktı yoksa!? —Ağzından yel alsın! Ne harbi? —Aman bacım, ne biliyim, dünyadan haberim mi var benim? —Askerler, şehirde kapı kapı geziyormuş. Kimin evinde bir kitap bulsalar, anarşit deyi sorgusuz sualsiz kelepçeyi takıp götürüyorlarmış. Ocaklar başından ırak! Ziya’yı da alıp götürseler, derdimizi kime yanalım! Dosttan çok düşmanımız var. Ortalık müzevir dolu! Allah o günlere koymasın. Ben Necattin’in kitaplarını, kimseye sezdirmeden yaktım… Şimdi kalk, bir çuval getir, evde ne kadar kitap varsa dolduralım. Sonra da kimseye belli etmeden git, tandırı yak. Bu şer yükünü sırtımızdan atalım… Bibim sözlerini bitirince, anam dizlerine vurdu. Telaşla ayağa kalktı. Evliğe girdi, yüklükten, dokuma bir un çuvalı çıkardı. Sonra kitapların olduğu büyük odaya geçtiler ve kitapları acele ile çuvala doldurmaya başladılar… *** Köydeki kerpiç evler birbirine benzerdi. Kerpiç evlerde yaşayan babalar, analar, çocuklar da… O

45

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


kerpiç evlerin hemen hepsinde sadece bir kitap vardı: Üstüne nakış nakış kırmızı güller işlenmiş siyah etaminden çantalar içinde, duvarlarda asılı duran Kur’an… Ebem ağır hastayken, duvardan indirmişlerdi. Köyün imamı ebemin başında uzun uzun okumuştu. Ebem ertesi gün öldüğü için, çocukken bu kitaba dokunmaktan korkardım. Bizim ev, köyün diğer evlerinden hayli farklıydı. Büyük odada yüzlerce kitap, dergi, gazete vardı. Bir de üstü oyalı bir bezle örtülen kırmızı, pilli radyo… Kıbrıs harbinde, köyün tüm kadınlarının ağıtlar yakıp, başında ağladığı radyo… Büyük odadaki kitaplar içinde, beni en çok şiir kitapları çekerdi. Şiire karşı öyle bir merakım vardı ki, ilk dizeyi okur okumaz, gözümü kapatır sonraki dizedeki kafiyeyi kendim bulmaya çalışırdım. Geceleri yatarken şiir kitaplarını gözümün önüne getirir, hayali sayfalarını başım ile çevire çevire ezberden okurdum. Ağabeyim, bazı geceler, ezberlediğim şiirlerden imtihan ederdi beni… *** Anam ile bibim, kitap, gazete, dergi… ne buldularsa çuvala basıyorlardı. Şiir kitaplarını kurtarmak için bir hamle yaptım: —O kitaplar benim, onları çuvala koydurmam! Bibim dişlerini sıktı: —Kaybol! Töremiyesice! Anarşit mi olacaksın? Cendermeler bir gelirse! Yiğitliğim tuttu: —Gelirse gelsin, bana ne! Bu kez anam hücum etti: —Gözünün ışığı söyünesice! Âlem mal kazanmaya heves eder, bizim uşak da babası gibi kitaba… Süpürgenin gâvur tarafını üstüne dönderirim şimdi! Çık dışarı, ermiyesice! —Babam gelince söyleyeceğim, abime de diyeceğim! Tehditlerime aldırmadılar. İçim doldu, ağlayamadım. Dışarı çıktım. Hava kararmıştı. Gökyüzünde sapsarı bir dolunay vardı. Köyün köpekleri bir felâketi sezmiş gibi karşılıklı havlıyorlardı. Köyün ortasındaki dereden kurbağa sesleri geliyordu. Anam ile bibim, çuvalı güçlükle dış kapıya kadar taşıdılar. Sonra, çekiştire çekiştire basamaklardan indirip, sürüyerek tandırın başına getirdiler. Tandırın içindeki ekin sapları, önce alev alev yanıyor, sonra kızıl kor oluyor ve hemen simsiyah küle dönüyordu. Bibim, bir dev karısı gibi tandırın başına oturdu ve kitap dolu çuvalı da yanına devirdi… Bir yangın başlamıştı. Kitap yangınıydı... Şairler, şiirler tutuştu önce, sonra destanları da sardı alevler. Kıvılcımlar tandırın tepesinden gökyüzüne doğru savruluyordu… Tandır, aç bir köpeğin havada ekmek kaptığı gibi, bibimin attığı dergileri, kitapları cehenneme dönen ağzı ile bir bir yutuyordu. Çuval boşaldıkça, anam kaldırıp silkeliyor, dipte kalan kitaplar birer suçlu gibi tandırın önüne yığılıyordu. Bibim, önce ‘Tarih Konuşuyor’ dergilerini verdi ateşe. Bu yangını yazamayacaktı, sustu tarih. Sonra, gazeteler ve suçu ağır olan ciltli kitaplar… Dede Korkut bir dağ gibi yıkıldı dev cüssesiyle kızgın alevler içine. İlk mutasavvıflardan Yesevî düştü köz deryasına ve kızgın tandırda çileye çekti, Biçare Yunus’u, Şeyh Edebalı’yı… Çatı, kapı, kilit… Dilimizin binası tutuştu, yanıyordu. Göç zamanıydı ki, kendini ateşe attı bir kitap, yandı sevgi turnaları. Çağlayanlar tandıra inse de, bir damla etkisi bile hissetmedi o öfkeli közler… Destanlar burcuna yükseldi alevlerin kızıl dili, destanları da yuttu ejderha ağızlı tandır. Yıkıldı han duvarları, kül oldu masal çağı. Türkçenin sırları, bir cehennemin içine düşüp sır oldu... Tandırlığın penceresinden baktım. Bulutlarla oynuyordu rüzgâr. Dolunayı gölgeleyen bulutlar geçiyordu gökyüzünden. Köpekler durmadan uluyordu. Bibim çuvalı iyice silkeleyip düşen son kitabı da eline aldı. Geceleri, hayalî sayfalarını çevirerek okuduğum kitaplardandı. Bir ipek tül gibi dalgalanarak bibimin elinden sıyrıldı ‘Duvak…’ Sayfaları açılarak düştü tandıra. Boynumu uzatıp tandıra baktım. Alevlerin içinden, hayal meyal okumaya çalıştığım şiir, Anadolu Gerçeği’ydi. Eylül akşamının siyah gergefine, o yangının resmini işleyen dizeleri hiç unutamadım: Bilir misin köylerde akşam olunca Çekilir el ayak ortalıktan Bir hüzünlü ay doğar karanlığa sapsarı Başlar bir ağıt gibi sulardan, kapılardan Kurbağa feryatları, köpek ulumaları… ■

46

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


M. HALİSTİN KUKUL

T

Bâkiler; kökünden koparılıp mankurtlaştırılmak istenilen bir milleti uyarıyor; uyandırmağa çalışıyor. Doğrusunu isterseniz, nice uyanmadığım hususları görünce, ben de yeniden uyandım.

ürkiye’nin yetiştirdiği, Türk Dünyası’nın önde gelen kıymetli ve güzide şair ve yazarlarından Yavuz Bülent Bâkiler, diğer kitaplarında da olduğu gibi, yine, tevazu ve nezaket numunesi olarak Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır adlı beş yüz elli iki sayfalık “ şaheserini” “M. Halistin Kukul kardeşimin şair yüreğine Azerbaycan nakışları!” (l2.l0.2009) diyerek göndermek lütfünde bulundular. Elbette ki, sözünü ettikleri bu “yürek”, her biri birer inci değerindeki his ve düşüncelerindeki sesi hissedecek ve hissesine düşeni alacaktır/almıştır. Bundan evvel neşrettiği Duvak, Yalnızlık, Seninle, Harman… gibi şiir ve Üsküp’ten Kosova’ya, Türkistan Türkistan, Âşık Veysel, Elçibey, Mehmet Âkif’te Çağdaş Türkiye İdeali, Sözün Doğrusu 1-2, Gidenlerin Ardından, Arif Nihat Asya’nın Sevgi Mektupları, Arif Nihat Asya İhtişamı… gibi nesir kitaplarıyla da Türk Dünyası edebiyatı içerisinde büyük alâkaya mazhar olan Yavuz Bülent Bâkiler’in bu eseri de inanıyorum ki, onların fevkinde bir alâkayla karşılanacak ve rağbet görecektir. Bâkiler’in eserlerinin hemen hemen hepsinde tespit edebildiğim bir hususiyet vardır: Bâkiler, alelâde-gündelik sevinç ve üzüntülerini, şahsi emellerini, bir benlik hırsı ile mevzû yapmıyor. O; sevinç ve üzüntülerini daima , “millî olan mevzûlara” taşıyor. Ondaki bütün sevinç ve üzüntüler âdeta bir “hırs” hâlinde

47

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


millî şuurun bir tezahürü olarak ortaya konuluyor ve terennüm ediliyor. Yani, sevinçlerini de üzüntülerini de hep yapıcı-inşâcı, yol gösterici ve yol açıcı olarak takdim ediyor. Temenni ediyorum ki, Yavuz Bülent Bâkiler’in diğer kitapları gibi,”Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı kitabı da, devletin mesul ve selâhiyetli müesseseleri tarafından takdir görür ve en azından Türk Dünyası’nın bütün üniversite öğrencilerine parasız olarak dağıtılır. Amma diyeceksiniz ki, nerede bahsettiğiniz o kültür anlayışı! Yavuz Bülent Bâkiler’in bütün kitaplarının, bütün kütüphanelerimizde bulundurulmasının zarureti bir yana, onların, mübalâğa yapmıyorum, eski ve yeni bütün cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri, paşalar, profesörler, avukatlar, doktorlar, öğretmenler, mühendisler tarafından vakit geçirilmeden hazmede hazmede iyice okunması gerekir. Bilhassa yaşlılar, kaybetikleri zamanı telâfi etmek için acele etmelidirler. Hele hele, bu makamlara talip olmaya niyet edip, zihninden geçirenlerin, yarın nefislerinde vuku bulabilecek bir pişmanlık, gaflet, dalâlet veya hiyaneti yaşamamaları için daha da aceleci olmaları gerekir. Tekrar ediyorum: Asla ve asla mübalâğa etmiyorum. Tarihi anlayarak okuyamayanların, onu idrak derecesinde kavrayamayanların ve ondan gereken ibreti alamayanların düşmesi mukadder hâlleri bir nebze olsun, bu kıymetli eser üzerinden duyurmaya çalışıyorum. Vazifem sadece tebliğdir! Hemen şunu da ifade edeyim ki, hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir makalemde veya şiirimde övülmemesi gerekeni kat’iyyen övmedim. Kat’iyyen böyle bir riyakâr davranış içerisinde bulunmadım. Bu sebepledir ki; Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır’ı yüreğinin ve şahdamarının ehemmiyetini ihtiyarlığında dahi keşfedemeyenler, ümit ederim ki, bir büyük “kırize” maruz kalmadan, akl-ı selim ile, bunu idrakte daha fazla gecikmezler. Türk Dünyası hakkında birçok kitap okudum. Seneler önce, Mehmet Turgut Bey’in Taşkent’e Doğru adlı kitabını heyecanla okumuştum. Bilâhare, Bahtiyar Vahabzâde’den, Nebi Hazri’den, Mehmet Aslan’dan, Mehmet İsmail’den, Sabir Rüstemhanlı’dan ve Hızırbek Gayretullah’tan Üsküp’ten Urumçi’ye, Bakü’ye uzanan ibret dolu, estetik dolu, hüzün dolu satırlarla ve mısralarla hemhâl oldum. Tarih içinde koskoca Türk coğraf-

yasının adım başı yaşadıklarıyla kâh sevindim kâh gözyaşı dökerek kahırlandım. İşte bu sebepledir ki, süratle ve acilen, yüzümüzü Türk Dünyası’na çevirip kaybettiğimiz, hebâ ettiğimiz senelerin telâfisini sağlamalıyız. Bunun için, edebiyatla, kültür ve sanatla, ilimle… ulaşabilebileceğimiz en ücra yerlere kadar nüfuz etmeliyiz. Gençlere, hakikatin gerçek fakat acı çehresini göstermeliyiz. Gaflet, dalâlet ve ihanet ile dostluğun ne olduğunu, yaşayanların ve bilenlerin kaleminden sunmalıyız. Bâkiler; kökünden koparılıp mankurtlaştırılmak istenilen bir milleti uyarıyor; uyandırmağa çalışıyor. Doğrusunu isterseniz, nice uyanmadığım hususları görünce, ben de yeniden uyandım. Hâlbuki hiç uyumadığımı sanırdım. Hayatımın her döneminde, bilirdim ki; düşman, uykuda olsa da, ben uyanıktım, kuşkudaydım. Lâkin bu eserle yeniden uyandığımı itiraf etmeliyim. Zira bu eser, aslında bir hâtıra kitabı olmasına rağmen, ne başlıbaşına bir hâtıra ne edebî tenkit ne tarih ne de bir sosyoloji kitabıdır. Fakat bu kitap; hem bir millî kültür hazinesi, hem bir tarih hem bir sosyoloji hem bir dilbilgisi hem bir hâtıra hem bir iktisat ve hem de “Allahsızlık mekteplerinin” karşısına dikilmiş âbidevî bir ilmihâl kitabı gibidir. Dünyayı “Türksüzleştirme” ve “Müslümansızlaştırma” ittifakına karşı, bilgi, tecrübe ve yüksek millî şuurla, müşterek ülküleri canlandırma beyannamesidir. Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır, otuz sekiz ayrı başlık ihtiva etmesine rağmen, sanki her başlık başlı başına bir roman ve dört yüz elli iki sayfa sanki bir bütün hâlinde Türklüğün Azerbaycan nezdindeki çile defteridir. Bunun için, daha başlangıçta dedim ki, bu eseri, akl-ı selim sahibi herkes okumalı ve onu herkese okutmaya çalışmalıdır. Bunu, kültür ve millî eğitim bakanlıkları vasıtasıyla devlet de yapmalı, millî şuuru dinamik tutmayı kendine vazife ve gaye edinmiş zenginler de… Her önüne gelenin, çocuklara ve gençlere kusur bulması yerine, onları millî hedefler etrafında toplama gayreti olmalıdır. Bu gayret, ancak, seviyeli kitaplarla başarıya ulaşabilir. Yavuz Bülent Bâkiler’in, şiirlerinde olduğu gibi nesirlerinde de, Türkçesi, pırıl pırıl güzel ve üslûbu da berrak su gibi akıcıdır. “Ezan Sesi Duyan Toprak” başlıklı yazısını şöyle tamamlıyor Bâkiler: “Bu hâtıramı, ağlamasını bilenler ve dünya Türklüğünün bitmez tükenmez acılarını

48

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


yüreklerinde duyanlar için yazdım.” (s.l66) Batı Trakya’dan Doğu Türkistan’a, Doğu Türkistan’dan Karabağ’a, Karabağ’dan Kerkük’e, Kerkük’ten Kıbrıs’a, Kırım’a kadar, bu, hep böyledir. Bu sebeple; bu “acıları”, çok iyi hissetmek gerekir. Hissetmek de yetmez, dokulara sindirmek, hissedemeyenlere hissettirmek lâzımdır. İliklerine işleyene kadar! Kıymetli fikir adamlarımızdan S.Ahmet Arvasi, “Tarih, Kültür ve Ülkü” başlıklı makalesinde şöyle der: “Tarih, bir milleti ‘geçmişte’, kültür bir milleti ‘hâlde’ ve ülkü bir milleti ‘gelecekte’ birleştirir.” (Size Sesleniyorum–1, Model Yayınları, İstanbul 1989, s.305) Bizim, Türk Dünyası’nda, bu müşterekliği acilen sağlamak mecburiyetimiz ve şartımız vardır. Zira her milletin tarihinde, siyasi, askerî, ilmî ve edebî kahramanlar bulunduğu gibi, kendi dili ve silâhıyla milletine ihanet eden hain ve gafiller de mevcuttur. Eserde görüyoruz ki, içteki ihanet ve gaflet; dıştan gelen taarruzlardan kat kat faciaya sebep olmakta, hainler asla ve asla ıslah olmamakta, gafillerse, derin pişmanlıkla kafalarını öne eğerek af dilemektedirler. Bir eserde, okur, kendini “olay kahramanı veya karakteri” yerine koymaya çalışır ve bütün acılı, üzüntülü, dehşetli hâdiselere rağmen “Ah! Ben de bunun yerinde olabilseydim! Bunun gibi olabilseydim!” demeye başlarsa, biliniz ki, eser, o okuru himayesi altına almaya başlamış demektir. Bununla

şunu demek istiyorum ki, Bâkiler, bizi öyle sahnelerle karşı karşıya getiriyor ki, kendisinin bu “kahraman” veya “karakter” oluşuna, bütün acılara rağmen imrendiriyor. “Türklüğün bitmez tükenmez acılarını “ bu “kahraman” veya bu “karakter”le yaşıyoruz. Ben, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır’ı okurken, hep bunları düşündüm ve zaman zaman da:” Ah tarihçiler! Ah dilciler! Ah ilâhiyatçılar! Ah şair ve edipler!” diyerek sık sık sitemkâr bir şekilde hayıflanıp durdum. Her başlık, yeni bir heyecan fırtınası olarak karşıma çıktı. Bazılarını bildiğim hâlde, bazı hâdiseler karşısında dehşete kapıldım. Hele de, Türkiye’deki bazı kişilerin âdeta yere göğe sığdıramayıp kahraman diye yüceltmeye çalıştıkları şahısların ne kadar cüce, ne kadar köle ruhlu, ne kadar basit ve iğrenç katiller olduklarını veya onları destekleyen uşaklar olduklarını okudukça onları lânetlemeden duramadım. Evet, bu kitabı okurken; hep,45–50 sene önce, gençlik çağlarımda, Azerbaycan Radyosundan duyduğum “Ay balamlı” türküleri hatırladım. Yetmiş sene, dini, lisanı, tarihi ve bütün kültür değerleri altüst edilen, camileri ahır yapılıp tahrip edilen Türk Dünyası’nın çektiği eziyetleri, uğradıkları zulümleri, maruz kaldıkları katliamları hatırladım. Bu kitabı okurken, Lenin’in ve Stalin’in vahşice şehit ettiği milyonlarca Müslüman Türk’ün feveranını hatırladım. Lenin ve Stalin’e uşaklık eden aşağılık mahlûkların maskelerinin nasıl düştüğünü hatırladım. Bu cümleden olarak, Yazar Bâkiler’in

49

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


kaleminden, sadece, şair Mikâil Müşfik’e ait bir hâdiseyi zikredeceğim. Bâkiler şöyle diyor: “Bana sorarsanız size derim ki: Azerbaycan edebiyatının, 1930’lu yıllarda en değerli ve en verimli şairlerinden biri, Mikâil Müşfik idi. Bu kanaate, onun üç cilt hâlinde yayımlanan bütün şiirlerini okuduktan sonra vardım.”(s.217) Peki, sonra ne olmuş biliyor musunuz? Komünist rejim, Azerbaycanlıların çok sevdikleri “ tar” ı yasaklamışlar. Fakat, genç komünist Mikâil Müşfik, her denileni yaptığı ve her denilene boyun eğdiği hâlde, yasak olan bu “ tar” hakkında, “Tar “ başlıklı, bir bölümünü arz edeceğimiz şiiri yazmış: “Oxu tar, oxu tar! Sesinden en latif şiirleri dinleyim Oxu tar, bir kadar! Nağmeni su gibi alışan ruhuma çileyim!* Oxu tar! Seni kim unudar? Ey geniş kütlemin acısı, şerbeti Alovlu seneti! Sesini dinlemiş Şahların, xanların sarayı Seninle birlikte inlemiş Esirler alayı.”(s.225) *(Çilemek:Damla damla dökülmek ) Yine Yavuz Bülent Bâkiler anlatıyor: “Mikâil Müşfik’i, l937 yılının 4 Haziranında evinden alıp götürdüler… Gizli yapılan muhakemesi esnasında Mikâil Müşfik, yana yakıla, genç komünistlerden yani komsomollardan olduğunu, Lenin’i babası gibi sevdiğini, kendisini onun oğlu bildiğini, sosyalizmin getirdiği ve okullarda okuttuğu dinsizlik-Allahsızlık fikriyatıyla yetiştiğini, Kızıl Ordu’nun 28 Nisan 1920 tarihinde Bakû’ye girerek Millî Azerbaycan hükümetini devirmesini alkışladığını, şiirlerinden örnekler vererek yana yakıla anlattı.” (s.226) “…Mikâil Müşfik, 1938 yılının 6 Ocak’ında kurşuna dizildi. Daha 30 yaşına bile girmemişti. Cesedini bile eşine vermediler.” 1990 yılına kadar Müşfik’in nasıl öldürüldüğü kesin olarak bilinmedi. Ben, 1980 yılından itibaren, Mikâil Müşfik’in nasıl öldürüldüğünü merak ederek öğrenmeye çalıştım. Görüştüğüm kişiler:”Genç şairin bir petrol kuyusuna atıldığını, Hazar Denizi’nde

boğdurulduğunu, darağacına çekildiğini, kurşuna dizildiğini” söylediler. Moskova, genç şairin mezarının bilinmesini istemedi. Cellâtlar, onu kurşuna dizdikten sonra nereye gömdüklerini söylemediler. Şimdi, Mikâil Müşfik’in nerede yattığını kimse bilmiyor. Ateist ve Marksist şairin hiçbir görüşüne katılmamakla birlikte genç yaşında kurşunlanmasına doğrusu çok üzüldüm.”(s.227) “Tar”; Azerbaycan’da millî bir semboldür. Türklüğü çağrıştırır. İşte,30 yaşında komünist rejim hizmetkârı ve sâdık kölesi genç bir şairin, böyle bir millî sembole olan sevdasının acı sonu! Son olarak diyorum ki; Ey Türk nesilleri, bu kitabı mutlaka okuyunuz! İster genç, ister orta yaşlı, ister ihtiyar olunuz, hatta bir ayağınız çukurda olsa da mutlaka okuyunuz! Mesleğiniz ve makamınız ne olursa olsun mutlaka okuyunuz! Okuyunuz ki, mensubiyet duyduğunuz milletin tarihiyle, bugünüyle ve geleceğiyle hemhâl olup, Yazar Yavuz Bülent Bâkileri’in: “Bu hatıramı, ağlamasını bilenler ve dünya Türklüğünün bitmez tükenmez acılarını yüreklerinde duyanlar için yazdım.” sözüne lâyık ve sâdık olasınız. Unutulmasın ki, gözyaşı merhamettir. Merhamet ise rahmettir. Doğu Türkistan, Karabağ, Kıbrıs, Kerkük ve daha nice şehit mekânlarına döktüğümüz kanlar, gözyaşımız olduğu kadar mürekkebimiz de olmuşlardır. Okuma medeniyeti insanlarının en büyük silâhı, zulme maruz kalıncaya kadar budur. Bundan sonra, elbette ki, zarûret vardır. Gereği ne ise yapılır. Şunu da ifade edeyim ki, Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır başta da belirttiğim gibi bir “şaheser”dir. Yavuz Bülent Bâkiler, bu “şaheserinde”, Azerbaycan nezdinde, bütün Türk Dünyası’nın meselelerini ve dünyanın Türklüğe bakışını apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır. Allah, kendisine sıhhat ve zihin açıklığı ihsan etsin! Ve iyice bilinmelidir ki, Azerbaycan, bir coğrafya, bir vatan olduğu kadar, bir kültür hazinesi olarak da Doğu ve Batı Türklüğü’nün hem merkezi ve hem de “ şahdamarı” dır. Son söz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün: “Azerbaycan sancağının Türkiye sancağının yanında, Türkiye’nin semalarında dalgalandığını görmek bütün milletimiz için büyük bir bayramdır.” ■

50

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


TÜRKÜ TÜRKÜ TÜRKİYE Dile gelir efsânemiz, töremiz, Ata sözümüzü söyler türküler.. Sevdâ bir mecâzdır, hasret bir remiz, Mahzun ezgimizi söyler türküler. Türkülerde yaşar büyülü mâzi, Hasrettir, gurbettir, yârdır türküler.. Yemen ağıtıyla gamlanır gâzi, Dünya kurulalı vardır türküler. Anadolu bozkırından yıllarca, Keder yüklü kara trenler geçer.. Kimi yaslı, kimi ezgin duâdır, Kelâm-ı kibarı ârifler seçer. Bürür kalbimizi sevgi iklimi, Barışır yurdumun, dargını-küsü.. Kök bilgiden, gök bilgiye ulaşır, Türkü söyler, türkülerin türküsü.. Türkülerle dile gelir efkârım, Acıyı dindirir, direnci biler.. Kâh Mahzunî söyler, kâh Çobanoğlu, İnsan olma ülküsüdür türküler.. Duru bir ırmaktan yarına akar, Türkü, milletimin hafızasıdır.. Üşüyen kâlpleri tutuşturan kar, Türkü, milletimin hatırasıdır… OLCAY YAZICI

51

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


GÜN YÜZÜN KARA BAĞLAR Toprağın gamzesinde bağ Dağın yanağında rüzgâr Azer’in dudağında kaç tebessüm Azer’in meclisinde kaç tebessüm Şimdi kaç gelincik yaralı Ateşlere düşmüştür güvercinin kanadı Çocukları beklemeden o çocuklar Bir sonraki gün için beyaz düşler umar Zaman oyalardı Başka bir deniz değildi hazar Yağmur aynı yağmur, su aynı suydu Yalnızlığında günün bir gül uykusuydu Gökyüzünün cilvesinde bir bala ninni Şafağın çığlığında ceylanların izi Bu sancı bizi nereye götürür balam Saatlerde yağmur Saatlerde yağmur gibi kurşun Saatlerde yağmur, toprak, barut kokusu Gel de düşleme Hazar’ı Gel de gönül koyma Aras’a Gel de ağıtını yakma gamzelerin Bu ağıt alevinde bu gönül tufanında Gel de kara bağın gecesine yorulma Gündüzü karaya yorma ÖMER KAZAZOĞLU

52

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


SUAT BULUT

"Avrasya yansımaları"

R

us stratejist Aleksandr Dugin tarafından kaleme alınan “Rus Jeopolitiği; Avrasyacı Yaklaşım” adlı eserin Türkçeye çevrilerek yayınlanması fikir hayatımıza oldukça önemli bir hizmet olarak değerlendirilebilir. Vügar İmanov tarafından tercüme edilen eser oldukça önemli bir boşluğu doldurmuştur. Bu güzel çalışmadan sonra, adı geçen kitabı çeviren Vügar İmanov ‘un telif eseri olup ve bir açıdan da Avrasyacılık hakkında tamamlayıcı eser olarak da tanımlanması mümkün olan, “Avrasyacılık; Rusya’nın Kimlik Arayışı” adlı kitap da aynı yayınevi tarafından (Küre yayınevi) 2008 yılında basılmıştır. Söz konusu kitabında yazar, Avrasyacılık hareketinin temellerini, kurucu fikir adamlarını ve bu hareketin ortaya çıktığı, sosyolojik, ekonomik, tarihsel ve coğrafi ortamları yine Avrasyacılığın kurucuları olarak kabul ettiği, Trubetskoy, Savitski, Panarin, Erasov gibi aydınların eserlerinden alıntılar yaparak uzun uzadıya anlatmış olup kitabının ilk üç bölümüne kadar tarihsel süreci takip ederek, en son Dugin ve Putin’e kadar gelmiş ve burada tarihî süreci haklı olarak bitirmiştir. Ancak bu güzel araştırmaya sonradan eklendiği izlenimini veren dördüncü bölümde ise “Avrasya Yansımaları” adı altında Türkiye özelinde bazı aydınlar ve yayınlar esas alınarak, Türk fikir hayatında Avrasyacılıkla ilgili birikimin sorgulandığı bölümde yapılan değerlendirmelerin yazarın kapasitesini fazlasıyla aştığını ve kendi kitabındaki bilgilerle dahi çelişkili hükümlere vardığı ve bu yönüyle bu güzel çalışmaya gölge düşüren tespit ve yorum hatalarıyla dolu söz konusu son bölümün değerlendirmesini yapmak gerekliliği doğmuştur. Söz konusu kitabın ilk üç bölümündeki nesnellik ve araştırmacılığın ortadan kalktığı ve yazarın üslubunun ani bir değişime uğrayarak saldırganlaşıp alaycı ve yanlış bilgilerin görüldüğü bu bölüm (dördüncü bölüm) okunduktan sonra, yazarın bir araştırmacı-yazar olarak başarılı ancak bir entelektüel olarak bu alanı magazinsel ve pejoratif söylemlerle haddinden fazla zorladığı görülmektedir. Bahsi geçen “Avrasya Yansımaları” (4.Bölüm) başlığı altında, Türkiye özelinde değişik fikir grupları ve bazı yayın organları incelenmiş olup bunların özetle Avrasyacılığı bilmedikleri, bu aydınların bilgisiz, yüzeysel bakışa sahip oldukları, sınırları zorlayan ve haddi aşan bir üslupsuzlukla anlatılmaya çalışılarak güya eleştiri yapılmaya çalışılmıştır. Gerek yazarın kendi kitabında (Avrasyacılık; Rusya’nın Kimlik Arayışı) ve gerekse çevirisini yaptığı Dugin’in eserinde (Rus Jeopolitiği; Avrasyacı Yaklaşım) Avrasyacılığın, Rus ve Rusya merkezli bir strateji olduğu, Rusya için önemli bir gösterim olarak değerlendirildiği açıktır. Bu yönüyle de Rus milliyetçiliğinin değişik ve emperyal bir yorumu olduğundan kuşku duyulmamaktadır. (Bu tespitin sadece bu iki çalışma bakımından yapıldığını belirtmek gerekliliğini ifade etmek isteriz.) Ayrıca saptamanın yazar tarafından da kitabının başlığı ile teyit edildiği ortadadır. Rusya’nın kimlik arayışı elbette ki Rusya özelindeki çalışmalarla ve Rusya eksenli olacaktır. Bu yönüyle Avrasyacılık yazarın anlattığı ve anlamlandırdığı anlamda Rusya’nın öncülüğünde ve Rusya için bir strateji olarak ortaya çıkmaktadır. Buna rağmen yazarın kitabından böyle bir sonuç çıkmamasına ve önemle bahsettiği klasik Avrasyacı yazarlar tarafından da bu yönde ciddi bir iddia söz konusu olmamasına rağmen Avrasyacılığı bir “ Medeniyet Projesi “ olarak algılaması ve böyle takdim etmesinin anlamlı bir gerekçesi bulunmamaktadır. Kitabının girişinde, S.P. Huntington’a atıfta bulunan Yazar, Huntington’un Medeniyet kavramını din ekseninde algıladığını görmezden gelmektedir. Medeniyeti bir analiz birimi olarak ele almanın sadece metodolojik bir benzerlik taşıyabileceğini, çözümleme bakımından ve Avrasyacılık özelinde, farklı dinlere ve entisitelere sahip topluluklardan oluşan Avrasya coğrafyasında nasıl bir medeniyet kurgusuna gidileceği açık bir çelişki olmakla, muhayyel bir çaba olarak kalmaktadır. Aynı gerekçeyle yine kitabının giriş kısmında Ahmet Davıutoğlu’na atıfta bulunan Yazar, Davutoğlu’nun “ben idraki “ kavramını esas almakta ve buradan oldukça zorlama bir yorumla klasik Avrasyacı yazarlarla bağlantı kurmaya çabalamaktadır. Davutoğlu’nun tanımı ile (kimliği de aşan) “ … ancak ve ancak daha kapsamlı bir varlık bilinci, bilgi temeli ve davranış normları bütünü ile yeni bir medeniyet oluşabileceği” (s.18) yaklaşımını referans almakla hem popülist davranmakta hem de söyledikleri arasındaki çelişkilerin artmasına yol

53

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


açmaktadır. Bu tanımda anlatılmaya çalışılan ben idrakinin ancak bir din tarafından sağlanabileceği gerçeği bile hem Davutoğlu’nun hem de Huntigton’un medeniyeti din eksenli algıladıklarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. İşte tam da bu noktada yine aynı problem karşımıza çıkmaktadır. Bu atıflarla ulaşılan medeniyet tasavvuru ile klasik Avrasyacıların medeniyet tasavvurları arasındaki gizlenemez farkın yazar tarafından yok sayılmasının ikna edici bir yanı bulunmamaktadır. Yazarı içine düştüğü bu ve benzeri pek çok çelişkiyi uzun uzadıya anlatmak mümkünse de üzerinde asıl durulması gereken konunun yazar tarafından bir medeniyet projesi olarak takdim edilmeye çalışılan Avrasyacılığın bir medeniyet projesi olmadığı ve olmayacağıdır. Yazarın, klasik Avrasyacı düşünürlerle hiçbir ortak yönleri olmadığını ifade ettiği Türk aydınlarında saldırgan ve alaycı bir üslupla bahsettiğini, bu aydınların, Rus Avrasyacılığı ile uyumlu olmadıklarını, Avrasya bölgesini tanımadıklarını, bilgisiz ve çelişkili fikirlere sahip olduklarını ifade ettiğini belirtmiştik. Özellikle, üslubunun en çok saldırganlıştığı bölüm olan “ Milliyetçilerin “Avrasya’sı” “Türk/Turan Birliği” başlıklı bölümde, başta Ümit Özdağ olmak üzere, N. Kemal Zeybek, Arslan Bulut ve Suat İlhan gibi aydınlara saldırmakta ve bunların, Avrasyacı olamayacaklarını (sanki böyle bir iddiaları varmış gibi) çünkü Avrasyacılıktan bahsederken Türkiye’yi ve Türklüğü ön plana çıkardıklarını bunun da klasik Rus Avrasyacılarının fikirlerine ters düştüğünü ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle Araştırmacı Vügar İmanov, adı geçen Türk aydınlarına zımnen, Rus milliyetçiliği yapmadıkları için sitem etmektedir. Türk milliyetçilerinden Rus milliyetçiliği yapılmasını istemek ve buna gerekçe olarak da kafasında tam oturmadığı anlaşılan, medeniyet, kültür, din…. gibi sosyolojik kavramları yanlış yorumlayıp yanlış yerlerde kullanmakla bu gerekçeyi sağlamaya çalışmaktadır. Oysa yine kendi kitabında eleştirmeye çalıştığı Ümit Özdağ’dan “ …her toplum için farklı bir Avrasyacılık tanımı bulunduğu” alıntısını yapan yazar bu alıntıdaki ifadelere rağmen ve Avrasyacılığı bir medeniyet projesi zannettiğinden ısrarla Rus Avrasyacılığı yapılmadığını ve bu sebeple de bu aydınların bilgisiz olduğunu oldukça alaycı bir üslupla anlatmaktadır. Yazarımız hızını almayıp Attila İlhan hakkında da “ …. Böylelikle Türkiye’nin son zamanlarda önemli şairlerinden addedilen Attila İlhan’ın Avras-

yacı bir düşünür olduğu” kanısı oluşmuştur. Alaycı bir üslupla Türk fikir hayatı hakkında ciddi bir müktesebata sahip olmadığı ve bu hâliyle yönlendirildiği kanaatini güçlendiren ifadelerle Attila İlhan’ın ne şair ( çünkü sadece şair addediliyor ) ne de bir fikir adamı (çünkü bu sadece bir kanı olarak kalıyor) olarak kabul etmeyen yazarın bu tavırları hiç de yabancı gelmemektedir. Yazar, Türk Aydınlarına gösteremediği anlayış(!) iyi niyet(!) ve müsamahayı her nedense, gereğinden fazla etkisi altında kaldığı anlaşılan ve Türkiye için “Bir Ulus Devlet ve NATO üyesi olarak, Türkiye Avrasya projesi için yeterince hasım bir oluşumdur. Böyle bir Türkiye ile Rusya’nın ortak hedeflerinden çok daha fazla jeopolitik çelişkiler bulunmaktadır.” diyen Aleksandr Dugin’e gösteren ve çalakalem Dugin’in Türkiye aleyhindeki yorumlarını revize etmeye çalışan Yazar, “ancak”, “aslında” gibi ifadelerle olayı geçiştirmeye çalışmaktadır. NATO’yu anladık diyelim, ancak “bir ulus devlet” olarak yazarın ve Dugin’in beğenmediği Türkiye için her ikisine de şu hususu ifade etmemiz gerekir ki bu da ulus devletin bizim için olmazsa olmazımız olduğudur. Tıpkı Avrasyacılığın da yazar ve Dugin için olmazsa olmazı olduğu gibi… Komplekse gerek yok. Elbette ki Türk aydınları Avrasyacılığı, İmanov gibi ya da onun öve öve bitiremediği Rus aydınları gibi anlayamaz, anlamlandıramaz. Yazar araştırma alanı olan Avrasyacılığın bir “medeniyet projesi olmadığını” bunun ancak ve ancak bir strateji olabileceğini eğer kendisinin anladığı anlamda Avrasyacılığın bir medeniyet projesi olduğunda ısrarlı ise bu medeniyetin merkezinde bütün emperyal görüntüsüyle Rusya’nın olduğunu anlamak gibi bir çabaya gayret etmelidir. Bu milletin ABD (Ilımlı İslam ) veya Rus (Yazarın anladığı Avrasyacılık ) himayesinde yaşamasını gerektirir hiçbir gerekçe yoktur. Son olarak Yazarın Üstadı DUGİN’den bir alıntı yaparak ve söylenecek daha çok şeyin var olduğunu ifade ederek yazıya son verelim: “Turancı bir entegrasyon jeopolitik Avrasyacılığın, karşı-tezidir. Bu tür bir entegrasyon karasal güçleri üç kısma parçalamaktadır. Turancılık, İran ve Afganistan konusunda ise İslam dünyasını bölük pörçük etmektedir. Buradan hareketle, Hertland Türkiye’ye ve “Panturanizm” taşıyıcılarına karşı sert bir pozisyonel savaş ilan etmelidir.” Yazardan son bir talep; ünlü Tunuslu Sosyolog, Albert Memmi’nin “Sömürgecinin Portresi, Sömürgeleştirilenin Portresi” adlı kitabı bir an önce okumasıdır. ■

54

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


"Sözün ressamı" Gaspıralı'nın yolunda AHMET ULUDAĞ

Sadece diğer Türk illeriyle aramızda değil, Türkiye’de de fikirde birliğe ihtiyacımız olduğu açıktır. Bu fikir hem milletimizin hem de bütün insanlığın mutluluğu ve rahatı fikridir, insanlığın, milletimizin, kültürümüzün bekası fikridir

İ

smail Gaspıralı dilde, fikirde, işte birlik şiarıyla Türk dünyasının hâlâ önde gelen fikir babalarındandır. Bugün de diğer dünya milletleri kadar refahtan pay alabilmek, insanlığın geleceğini aydınlatabilmek ve kültürümüzü gelecek nesillere taşıyabilmek için bu ülkü ile hareket etmemiz icap etmektedir. Ülkemizin, Türk dünyasının ve bütün insanlığın mutluluk için çalışan, kafa yoran Türk evladı bilerek veya bilmeyerek bu yolu takip etmekte, bu ülküye paralel beyanlarda bulunmaktadırlar. Ancak, hedefe ulaşabilmek için ona giden yolda bilinçli olarak hareket etmek lazımdır. Yavuz Bülent Bâkiler, konuşmaları, yazıları, şiirleri ve bütün eserleriyle bilinçli olarak bu yönde çalıştığını ve çalışılması gerektiğini ortaya koyan fikir adamlarımızın başında gelmektedir. Yavuz Bülent Bey’in ismini ilk defa üniversite yıllarında duymuştum, 1980’lerin başlarıydı. İlk kitaplarını da o zaman almıştım: “Yalnızlık” ve “Duvak” (Ârif Nihat Asya 1971 olarak tarih düşürdüğüne göre, ben ancak 10 yıl sonra idrak edebilmişim). Sonra “Seninle” ve “Ana” (“Ana” derleme) kitap rafımda yerlerini aldı. Şimdi hatırlayamıyorum niçin Yavuz Bülent Bey’in şiir kitaplarını satın aldığımı, daha doğrusu neyin beni o kitapları almaya sevk ettiğini. Yavuz Bülent Bey’i, rahmetli Mehmet Zeki Bey’in (Arslan) düzenlediği bir gecede mi gördüm, yoksa bir televizyon programında mı gördüm, bilmiyorum. Belki de bir

55

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


arkadaş sohbetinde bahsi geçti. Sonra fırsat buldukça yazılarını okudum, kitaplarını aldım. En son bütün şiirlerini ihtiva eden Harman’ı aldım. İlk şiirlerinde de sadece aşk, vatan, tabiat yoktu. O, insanların aklına getirmeye korktuğu esir Türk illerinin dertleriyle de dertleniyordu. “Yalnızlık” kitabındaki “Unuttuğumuz İnsanlar” şiiri ve “Duvak”taki rahmetli Ahmet Kabaklı üstada adadığı “Bizim Türkümüz” şiiri buna örnek olarak verilebilir. “Bizim Türkümüz” isimli şiir aynı mısralarla başlamakta ve bitmektedir:

Yavuz Bülent Bâkiler’in diğer kitaplarında ifade ettiği fikirlerin yanı sıra Âşık Veysel kitabını yazmış olması fikrî birliğimize verdiği ehemmiyetin göstergesidir. Onun, Veysel’in fikir dünyasını açıklarken dikkat çektiği kıtalardan biriyle yetinelim:

Bizim türkümüzde gurbet var artık Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümü sımsıcak alan topraklar Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar

Anlaşılan o ki, dâvâ adamları kültür meselelerine kafa yormaktan iktisat işlerine pek zaman ayıramıyorlar. Dolayısıyla da iktisattan pek anlamıyorlar ya da gönülleri gani oluyor. Yavuz Bülent Bey’in muhteşem eseri “Ârif Nihat Asya İhtişamı”nda dâvâ ve gönül adamı Ârif Nihat’ın cüzdanını öğretmen arkadaşlarına sunmasını ilgiyle okuyorsunuz. Yavuz Bey de iktisattan anlamamasına rağmen işte birliğin önemine sık sık vurgu yapmaktadır. Bilhassa, Sovyetler dönemindeki her cumhuriyetin Rusya olmadan yaşayamayacağı yapının kuruluşu üzerinde durmaktadır. Bugün bile Türk Cumhuriyetlerinin kendi aralarındaki ve diğer ülkelerle yapmak istedikleri iş birliği ve ticaretin önündeki en büyük engelin bu yapı olduğunu görüyoruz. Ne pamuk borsası ne altın borsası ne de petrol piyasası hayata geçirilebilmiştir. Yavuz Bülent Bâkiler’in özetlemeye çalıştığım fikir dünyasını, onun kolayca okunuveren ama fikir yüklü yazılarında görmek mümkündür. Onun yazılarını yükte hafif pahada ağır diye ifade etmek abartı olmaz. Ne “Türkistan Türkistan”ı ne “Üsküp’ten Kosova’ya”yı ne de diğer kitaplarını gözleriniz yaşarmadan, yüreğiniz çarpmadan, düşüncelere dalmadan, bazen de kızmadan okuyamazsınız. O, yazılarının her harfini, tıpkı tuğlaları üst üste dizerek binayı tamamlamaya çalışan usta gibi, kutsal hedefi doğrultusunda yan yana diziyor. Bunu da okuyanlara bir sohbet havasında aktarıyor. Hatıra, gezi veya biyografi olarak adlandırılabilecek yazıları/kitapları da tıpkı “Sözün Doğrusu” gibi sohbet yazılarıdır. Bu sohbet havasını, belki de onun dostça sözleri, herkesin anlayabileceği kelimeleri, rakamlara, ispatlara boğulmayan üslubu veya bazen sıkça tekrarlanan cümleleri yaratıyor. Ben de bu yazımda bir sohbet üslubuyla Yavuz Bülent Bâkiler’i anlatmaya çalıştım. Noktayı Sâbir Rüstemhanlı’nın kısa cümlesiyle koyalım: “Yavuz Bülent Bâkiler, sözün ressamıdır”.■

Yavuz Bülent Bâkiler’i birçok kişi televizyonda sunduğu “Sözün Doğrusu” programıyla hatırlayacaktır. Daha önce de “Üsküp’te Türk Eserleri” adıyla bir program yapmıştı ama hem uzun süre devam etmesi hem de neredeyse her evde bir televizyonunun bulunduğu yıllarda yapılması “Sözün Doğrusu” ile hatırlanmasını kolaylaştırmaktadır. Yavuz Bülent daha sonra bu programı iki cilt olarak kitaplaştırdı. Ancak, sadece bu kitabında değil, hemen her kitabında yaşayan Türkçeyi savunan, dil yanlışlarını düzelten yazılara veya paragraflara yer vermiştir. Buna eserlerinde birçok örnek göstermek mümkündür. Ben sadece “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” isimli kitabındaki “Azerbaycan Mankurtları” ve “Memmed Aslan’ın Müthiş Sorusu” başlıklı sohbetlerini ifade etmek istiyorum. İlkinde sadece Türkiye Türkçesini değil, Azerbaycan Türkçesini de ele almaktadır. Memmed Aslan’ın sorusu ise şudur: “Peki, siz Türkiye Türkleri olarak, bütün Türk topluluklarının dillerindeki bu ortak kelimeleri neden dilimizden çıkarıp atıyorsunuz?” Bu noktada dilde birlik ülküsünü yaşatan ve savunan Yavuz Bülent Bâkiler’in tutumunu açıklamamız fazlalık olur… Sadece diğer Türk illeriyle aramızda değil, Türkiye’de de fikirde birliğe ihtiyacımız olduğu açıktır. Bu fikir hem milletimizin hem de bütün insanlığın mutluluğu ve rahatı fikridir, insanlığın, milletimizin, kültürümüzün bekası fikridir. O gittiği yerlerin Gaspıralılarını bulmakta, onlarla beraber fikir/kültür birliğimizin temel taşlarını bulup, ziyaret edip, herkese göstermektedir (Basireti bağlanmışları kim ne diyebilir).

Veysel sapma sağa-sola Sen Allahtan birlik dile İkilikten gelir belâ Dâvâ insanlık dâvâsı.

56

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Yavuz Bülent Bâkiler'in şiirlerinde Azerbaycan İBRAHİM ÇAPAN

“Azerbaycan’ın bağımsızlık savaşçısı Ebulfez Elçibey’in aziz ruhuna…” Bazı büyük edip ve şairler vardır ki memleket meselelerini kendilerine mesele edinirler. Onlar ki memleketlerinin ak saçlı, aksakallı yürek ve beyinleridir. Onlar mensup oldukları milletin büyük değer yargılarına sahip çıkar, yüreklerinden gelen hislerle hareket edip, millete hizmetkârlığa adarlar kendilerini. Millete hizmette sınır tanımayan bu yârenler; çıktıkları yolda sağlam ve şuurlu adımlarla; bilgiyle, inançla, coşkuyla ilerlemenin hazzını hizmetlerini; bilgiyle; hisle ve şuurla yoğurarak yerine getirirler. Bazen Karabağlı, Kerküklü; bazen Üsküplü, Kosovalı; bazen Karslı, Erzurumlu, Elazığlı, Sivaslı olan, Ağdam köyünün “mayalı hamur”u Yavuz Bülent Bâkiler, Türkçeye, Türk kültürüne, Türk sanatına, Türk şiirine hizmet ederken “doğruluğu” ve “samimiliği” kendisine rehber edinmiştir. O, gerçeği haykıran bir Alp-Eren’dir. Onun gerçeğinde seven insanın, duyan insanın, yaşayan insanın duyarlılığı söz konusudur. Yavuz Bülent Bâkiler’in ailesi 1830 yılında Karabağ’ın Ruslar tarafından işgali üzerine, Azerbaycan’ın Karabağ şehrine bağlı Ağdam köyünden Türkiye’ye göç eder. Bu aile, önce Maraş’a, sonra Doğubeyazıt’a yerleşir. Azerbaycan’a dönmeleri mümkün olmayınca, Erzurum’a bağlı, Toprakkale’ye gelirler. Ailenin bir kolu, Sivas’ın Mancınık ve Gürün

ilçelerine; bir kolu da Sivas ve Kars’a yerleşir. Gürün ilçesinde metfun olan dedesi Hacı Mahmud-el Karabağî, medrese tahsili görmüş kültürlü bir insandır. “Bâkiler” soyadını “Karabagîler” den alınır. Büyük dedesi Mehemmed Sâbir, şairdir ve “Miracnâmeler” yazmıştır.( TUNCER 1996:361) Yavuz Bülent Bâkiler’in Kars’a yerleşen mensuplarından birisi de dayısı Mehmet Rüstem Bahadır’dır. Dayı Bahadır da hizmet adamıdır. 1942–1946 yılları arasında Kars Belediye Başkanlığı, 1950 yılında ise Ord. Prof. Dr. Mehmet Fuad Köprülü, Yusuf Akçora ve Hüseyin Cahit Yalçın’la birlikte Kars milletvekili olarak Kars’ı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil etmişlerdir. Kurucu meclis ve Danıştay eski üyelerinden Av. Abbas Gökçe, Yavuz Bülent Bâkiler’in dayısı Mehmet Rüstem Bahadır hakkında şu ifadeleri kullanır: “Ben çocukluğumdan beri Kars Belediyesi’ni bilirim. Kimler geldi, kimler geçti belediye başkanlığından… Kimler! Mehmet Rüstem Bahadırlar… Tahir Barlaslar…Nevruz Gündoğdular…Arif Taşçılar…ve daha kimler, kimler!... Bunlar deve dişi gibi, kocaman kişilerdi. Davranışları ile icraaları ile, halkın seviyesine inip onlardan birisi oluşları ile…Hafızalarda bıraktıkları izler silinir mi hiç?... Silinir mi? Ayrıca, Mehmet Rüstem Bahadır’ın bağışladığı konağın, uzun yıllar Kars Hükümet Konağı olarak kullanıldığını da ifade eder. ” (www.abbasgokce.com) Soyu Karabağ’a dayanan asrın Dede Korkut’u Ya-

57

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Boynu bükük türkülerde güzelim Azerbaycan.” (Bâkiler t.y.:41)

vuz Bülent Bâkiler, Karabağ özlemini şu mısralarla dile getirir: “Balam! Balam! Diyerek okşardı anam Anamın dizlerinde ben Hazer’i yaşadım. Hazer’in diliyle benim dilim bir. Hazer şimdi yere inmiş bulutlar mahşeridir Ve Karabağ-karagözlü bir Türkmen kızı gibiHazer’in karşısına bağdaş kurup oturmuş Dedem Hacı Murat’ın destan şehridir.” ( BÂKİLER t.y:59) Yavuz Bülent Bâkiler’in; “Duvak”, “Yalnızlık”, “Seninle” adlı şiir kitaplarından hareketle işlediği temaları şu başlıklar altında tasnif etmemiz mümkündür: Aşk ve sevgi, ana, yalnızlık, kahramanlık, ölüm, çocuk, taşlama, Anadolu Türk dünyası… Mehmet Kaplan, millet mefhumunu şu şekilde değerlendiriyor: “ Millet, içtimaî bir vâkadır. İnsan toplulukları, yaşadıkları coğrafî şartlara, geçirdikleri tarihî macerâlara, kullandıkları dillere, sahip oldukları iktisadî, içtimaî ve siyasî müesseselere göre birbirlerinden farklılıklar teşkil ederler. İnsanlık, yeryüzünde yaşayan milletlerin bütününden ibarettir.”(KAPLAN 1977,66) Azerbaycan ile Türkiye “iki millet, bir devlet” olma özelliği taşıyan renkli bir tarih ve kültür bütünlüğüdür. Tarih şuurunu aynı kazanda kaynatırlar. Hilmi Ziya Ülken, tarih şuuru hakkında şu görüşlere yer verir: “Tarih şuuru kendi varlığımızın köklerini tanımak ve bugünkü hayatımızın potansiyelini aydınlatmak olduğuna göre, bu işte memleketin tarihi kadar şimdiki hâlini de bütün incelikleriyle bilmeliyiz. Vatan sevgisi ve içtimaî hafızaya bağlılık bu araştırma zevkinin biricik kaynağı olduğuna göre, herhangi bir içtimaî teşhis bizi şaşırtmaz. Kendimizi, olduğumuzdan başka türlü tanımak asla tanımak değildir.”(ÜLKEN 1976:241) Yavuz Bülent Bâkiler, Azerbaycan’ı çok iyi tanır. 1917 Bolşevik ihtilâlinden üç yıl sonra 1920’de Azerbaycan Cumhuriyeti’nin istiklâline son veren kızıl işgalin beraberinde getirdiği ata toprağına hâkim olan hüzün “ Bizim Türkümüz”e şöyle yansır: “Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar Susmuş minarelerinde mübarek ezan Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz

Yavuz Bülent Bâkiler, büyülü mevsimler yaşayan, büyülü rüyaların iklimi olan Azerbaycan’ı; ince bir zekânın ve derin, yoğun bir sevginin mahsulü olan, anasının anlattıkları ve anasından dinlediklerini, sevda tespihine özenle yerleştirdiği her tanesine “Anamın Türküsü” onun kullandığı ışıklı Türkçede, ruhumuzu ve beynimizi aydınlatarak yeni bir boyut kazandırmıştır. “Anamın Türküsü” ışıktır, renktir, musikidir, histir, fikirdir. “Anamın Türküsü” baştanbaşa Azerbaycan hasretidir. Azerbaycan’dır. Yavuz Bülent Bâkiler’in münevver kimliği, yapıcılığı, sosyal ve mefkûreci yönü bu şiire mısra mısra nakşeden şairine tek başına bir Azerbaycan şairi unvanını kazandırır. “Anam türkü söylerdi bana masal yerine Hüzünlü, boynu bükük, hep Azerî türküler Yüzüme bakamazdı, acısını anlardım. Rüzgârlarla savrulur, yağmurlarla yağardım… Ya yer yatağında, ya serin sofalarda Anamı dinlerken ağlardım. Ben, süt gibi mübarek türkülerle büyüdüm Bir yanım aydınlık, bir yanım gurbet. Anamın “Ay balam”lı türkülerinde Bin yakarış gibiydi baştan başa memleket.” (Bâkiler t.y.:20) Yavuz Bülent Bâkiler, Azerbaycan’ı aklına ve yüreğine mıh gibi işler. Azerbaycan’ın edip ve şairlerini ağzında dili gibi saklar. Azerbaycan’ın umudu, Azerbaycan’ın kolu kanadıdır edip ve şairleri. “……………………. Götür beni Aras! Al beni Hazar Oğuz’u Oğuz’dan başka kim anlar? Yaram derin, merhemim yok, vaktim dar… Bir destan yazar gibi yaz beni Anar! Duy beni Bahtiyar! Duy beni Şahmar!” (Bâkiler t.y:51) Azerbaycan’ı bahar mevsimi terk etmiş gibidir. Bütün mevsimler Yavuz Bülent Bâkiler’in kaleminde hüzün kokar. “……………………. Şimdi Azerbaycan’da mevsim bahardır Türküleri yine, baştanbaşa efkârdır

58

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Düşlerime yağan kardır Boynu bükük bir diyardır Yârdır Ağzı köpüren atlar üstüne yeminim vardır Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.” (Bâkiler t.y.:51) Yavuz Bülent Bâkiler, şiirin soylu damarıyla Azerbaycan’ın sesini şiirine taşır. Azerbaycan’ın hüznüne gözleri bağlı bakmaz. Realist ve romantik duyuşu aynı kaldırımda yürütür. Bu yürüyüş kapısını “gerçekçi romantizm”e açar. Bu yürüyüşte yapay his yoktur… Temelsizlik yoktur… Döküntü yoktur. Bâkiler’in kaleminde yapıcılık vardır… Cemiyet ve cemiyetçilik vardır… Tazelik vardır. Bâkiler, ferdî gömlek yerine, cemiyet gömleği giymeyi tercih eder. Karabağ, Yavuz Bülent Bâkiler’in yüreğinde kabuk bağlayan bir yaradır. Karabağ’ın derdiyle dertlenendir. “Bir gün biterse her şey Karabağ’ı görmeden İstemem bandolar, büyük çelenkler… Üstüme okunmuş birkaç avuç mübarek Karabağ toprağından serpilse yeter.”(Bâkiler t.y.:59) Yavuz Bülent Bâkiler, Türkçenin şiir dilini Azerbaycan’ın perişanlığını, Azerbaycan’ı Anadolu’dan koparılışını; bu koparılış sürecinde Azerbaycan insanının bahtsızlığını, sefaletini, ruhunu, sevgisini, sevdasını, Azerbaycan’ın Türkiye sevdasını ortaya çıkarma ustalığını sergilerken insani özü de yakalamayı başarır. Bâkiler, acı gerçekleri çıplak bir gözle ifade ederken, herhangi bir doktrin adına sevinerek çığlık atan, “izm”lere hizmet etme amacıyla şövalyelik eden kalemşorlardan değildir. Azerbaycan gerçeğini, millî romantik süzgecinden geçirerek, lirik bir ifade ile yüreği ve beyniyle birleştirir. “Adına el pençe divan durduğum Bin yıllık kara sevdamız, ilahîmiz, ülkümüz Türküler söyleyerek içimde gece gündüz Bir çalar saat gibi kurduğum: Azerbaycan”(Bâkiler t.y.:48)

letlerinin altında çırpınan cavanları, Azeri türküleri, Azeri şiiri, Azeri şairleri ve edipleri, Azerbaycan’ın dağları ovaları, tabiat güzellikleri vb. Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerinin genel yapısı içinde yoğrularak bütünleşmiştir. Bu yoğrulmayı ve bütünleşmeyi gerçekleştiren güç ise Dede Korkut ruhlu şairimizin ruh zenginliğini pekiştiren Azerbaycan’ın “Ata yurdu” olmasından kaynaklanır. “En verimli topraklara ümitlerimi Çınar tohumları gibi durmadan savurduğum Sevdasını gönüllere bismillahlarla vurduğum Dağa taşa, kurda kuşa kendimi bildim bileli Duyurduğum: Azerbaycan.”(Bâkiler t.y.:49) Anadolu, Azerbaycan’ı şiirlerle sevmiş. Anadolu, Azerbaycan’ı türkülerle sevmiş. Anadolu, Azerbaycan’ı sınırsız sevinçlerle sevmiş. Geleneğimizin, göreneğimizin bir mukaddes Türk mayası hâline geldiği toprağımızdır Azerbaycan. Yavuz Bülent Bâkiler, Azerbaycan’ı Anadolu’nun kulağına mısra mısra, cümle cümle işlemiştir. Bâkiler, millî kültürümüzün, millî birliğini kuran; yaşayan, yaşatan ve muhafaza eden millî kültür temsilcimizdir. O, Azerbaycan ile Anadolu arasındaki mukaddes görevi misyonuna uygun olarak başarıyla tamamlamıştır. Yavuz Bülent Bâkiler için; Kars ne ise, Ardahan ne ise, dadaşlar diyarı ne ise, gakkoşlar diyarı Elazığ ne ise, Veysel’in nurlandığı Sivas ne ise, Azerbaycan da onun için bir başka şey değildir. Yavuz Bülent Bâkiler, Türk’e ne kadar sevdalı ise Türkçeye de o kadar sevdalıdır. Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerini okumadan, anlamadan, yorumlamadan Azerbaycan’ı anlamak mümkün değildir. ■ _______________

TUNCER, Hüseyin, Edebiyat Araştırmaları ve İncelemele-

Yavuz Bülent Bâkiler, Azerbaycan’a, Azerbaycan insanına ve onun kültürel ve tarihî bağlarına, duyuş tarzına sıkı sıkıya bağlanmış, bağlılığını Türkçe tazeliğinde kalemine taşımıştır. Azerbaycan’ın ve onun çilekeş, vefakâr insanının değişmez kaderi; tank pa-

ri, Akademi Kitabevi, İzmir, 1999 KAPLAN, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket Yayınevi, İstanbul, 1977 ÜLKEN, Hilmi Ziya, Millet ve Tarih Şuuru, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1976 BÂKİLER, Yavuz Bülent, Duvak, Türk Edebiyatı Vakfı Şiir Dizisi 3, İstanbul, (tarih yok) BÂKİLER, Yavuz Bülent, Seninle, Türk Edebiyatı Vakfı Şiir Dizisi 4, İstanbul, (tarih yok) BÂKİLER, Yavuz Bülent, Yalnızlık, Türkmen Yayınları, İstanbul, 1982

59

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


BÜYÜK DESTAN Sadık Kemal Tural kardeşime yüreğimin sesiyle Ben, Altay dağlarından koparak geldim Yüreğimde Türkistan’dan binbir nakış var. Çok şükür aslım da, neslim de belli Türk’üm, Müslümanım o dağlar kadar.

Sevsem gözbebeğim olur ne varsa Öfkelensem, öfkem dağları ezer. Dilim bazan suların çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer.

Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum Dokuz evliya gücüyle yürüdüm, geldim Büyüdü benimle mübarek yurdum Ebet-müddet bu devleti ben kurdum.

İşte Bilge Tonyukuk, Kül-Tigin, Bilge Kağan Hepsi biribirinden daha mübarek. Süzme asaletimin nurdan kefili... İşte Dede Korkut, kaftanı ipek. Soyumun sopumun bin yıllık dili.

Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum Orhun’dan, Seyhun’dan, Ceyhun’dan geçtim Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt’um Atımla hep yan yana, gözelerden su içtim Baykal’da da çimdim ben, Hazar denizinde de Toprağıma bağdaş kurup oturdum.

Ve Yusuf Hashacib, Mahdum Kulu, Fuzulî Hepsi de peygamber soyunca asil Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri, bir bakraç süt gibi Yunus Emre!

Ben ki, Alper Tunga’ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu-dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara “bismillah’larla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alpler’denim, hem Alperenlerdenim

Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden süzülen huzur. Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur.

Ben Türkmen’im, Özbek’im, Kazak’ım, Kırgız’ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım. Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Başkurtlardan, Oğuzlardanım. Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de.. Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim. Anlayan anladı kim olduğumu. Aman dileyeni sevdim; öfkemi yendim Övdü büyük peygamber İstanbul başbuğumu Kur’an’la da müjdelendim.

Servetim Buharî’nin, Yusuf Hemedanî’nin Ahmet Yesevî’nin nur servetinden Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşıbend Hazretlerinden Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim İpek ipliğimi, altın tığımı Mintanıma minyatürler işledim durdum. Selçuklu çinisine, gönül mührümü vurdum. Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı Mustafa Kemallerle yeni baştan doğruldum Kim demiş yetmişbeş yaşıma bastığımı?

YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

60

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Yavuz Bülent Bâkiler'in "Büyük Destan" şiirini tahlil NURULLAH ÇETİN*

Konu: Türk tarihi, Türk millî kimliğinin temel değerleri, önemi ve büyüklüğü. İzlek: Türkler, dünya tarihinin en eski, en asil, en medenî milletlerinden biridir. Türk milleti, hem maddî hem manevî alanlarda, hem askerlik ve devlet idaresinde hem de kültür, sanat ve dinde çok büyük medeniyetler kurmuş bir millettir. O yüzden genç Türk nesilleri, tarihlerinin büyüklüğüyle, atalarının yaptığı önemli işlerle ve ortaya koydukları büyük eserlerle, özgün kültür ve medeniyetleriyle, asaletleriyle övünerek özgüvenlerini tazelesinler, aşağılık duygusuna kapılmasınlar. Tarihlerinden ve atalarından aldıkları hızla geleceklerini şevkle, aşkla, ümitle, büyük bir özgüvenle yeniden inşa etsinler. Düşünce: Şiir, düşünce yapısı itibariyle çok zengin ve çok boyutlu. Her şeyden önce şair, Türk tarihinin maddi manevi bütün zenginliklerinden sağalttığı hikmetleri günümüz Türk milletine telkin çabası içindedir. Bu yönüyle bilgeliklerin hâkim olduğu hikemî bir şiirdir. Ayrıca şair, Türk tarihinin çok boyutlu ihtişamı karşısında bir millet ve milliyet mistiği olarak görünüyor. Yavuz Bülent, âdeta kendi varlığını uzun Türk tarihi, renkli ve zengin Türk kültür ve medeniyeti içinde eritmektedir. Bu yönüyle metin, mistik bir şiirdir. Diğer yandan şair, bu şiir kanalıyla okuyucularına iki temel değerimizi; hem Türklüğümüzü hem Müslümanlığımızı, hem milliyetimizi hem dinimizi, *Prof. Dr., Ankara Üniv., Dil ve Tarih-Coğrafya Fak.,

yani millî ve dinî kimliğimizi ören temel değerlerimizi telkin ederek yani Türk-İslam düşüncesini en sağlıklı bir biçimde aktararak ideolojik bir şiir yazmıştır. Şiirde Türk-İslam düşüncesi bir bütünlük içinde sergileniyor. Şair, Türk tarihini ve milletini bir bütünlük içinde sunuyor. Yani biz İslam öncesi, İslam sonrasıyla, Türkistan bölgesiyle Anadolusuyla, Hunları, Göktürkleri, Selçukluları, Osmanlıları, Cumhuriyetiyle, devlet adamı, komutanı, velisi, şairi, ilim adamı, sanatkarıyla bir bütünüz. Bütün Türklük fikrinin vurgulanması, bazı kötü niyetli kişilerin parçalı Türklük vurgusuna bir tepkidir. Bazılarının Türk tarihini ya Selçuklularla, ya Osmanlıyla ya da Cumhuriyetle başlatmaları, yine bazılarının büyük dinî şahsiyetlerimizi reddetmesi gibi parçalı, kopuk bir millet ve tarih anlayışına tepki olarak Yavuz Bülent, bütünlüklü tarih anlayışını sergilemekle çok önemli bir iş yapıyor. Olay: Bu şiirde tahkiye bağlamında olay anlatımı ve sergilemesi yoktur. Ancak şair, binlerce önemli olaya, büyük isme, temel terim ve kavrama değinerek telmihte bulunmuştur. Varlık: Şiirde somut nesneler pek çoktur ve şair, bunlara genellikle sezgici/idealist açıdan yaklaşmıştır. Mesela dağ, kalem, kılıç, gül gibi varlıklar, gerçek anlamlarından çok; temsil ettikleri simgesel değerleriyle ön plana çıkarılmaktadırlar. Duygu: Şiirde tamamen iyimser duygular ön plandadır. Geleceğe ümit duygusu, tarihle, atalarla, millî mirasla övünme duygusu, hamaset duygusu kuvvet-

61

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


le vurgulanıyor. Aslında burada tarihle kuru kuruya övünme değil, günümüzde epeyce yara almış olan milliyet duygusunun yeniden güçlendirilmesi amaçlanıyor. Tarih, millî şuuru inşa eden temel kaynaklardan biridir. Şiirin Muhtevasının Açılımı “Ben, Altay dağlarından koparak geldim”: Altay dağları, Orta Asya’da Kazakistan sınır bölgesinde, Rusya (Sibirya), Moğolistan ve Çin’e kadar uzanan sıra dağarın adıdır. Şair mecaz-ı mürsel sanatıyla Türk milletinin kökenini o bölgeler, yani Orta Asya, Türkistan bölgesi olduğunu vurgularken, nereden nereye geldiğimizi, aslımızın neslimizin, kökümüzün coğrafi olarak nereye dayandığını belirtiyor. Tarihî ve coğrafî kökenlerinden habersiz olan kitleler millet olamazlar. “Yüreğimde Türkistan’dan binbir nakış var.”: Türkistan, Orta Asya’da batıda Hazar Denizi ve Aşağı Volga’dan başlamak üzere doğuda Moğolistan’daki Altay dağlarına, güneyde Kopet-Hindukuş Kunlun dağlarına, kuzeyde Aral ve Balkaş göllerinin ötesine Kırgız bozkırına kadar uzanan, yüzölçümü 6 milyon km2’den geniş olan coğrafi ve tarihî bölgenin adıdır. Biz, en eski zamanlarda, buralarda yaşıyorduk. Buralarda büyük medeniyetler kurduk. Dolayısıyla bugün Anadolu’da ya da başka bölgelerde dağılmış olarak yaşıyorsak da yüreğimizde, eski yurtlarımızdan izler, etkiler, hatıralar vardır. Milletler hatıralarıyla millî şuurlarını muhafaza ederler. Hatırasını kaybeden milletler, zamanla millet olma vasfını kaybederler. Oraları ve oralardaki yaşantılarımızı, eserlerimizi, akrabalarımızı unutmadık. Eski Türk yurtlarımız Türkistan’la olan gönül bağımızı koparmadık. “Çok şükür aslım da, neslim de belli”: Biz, tarih sahnesine yeni çıkmış türedi bir millet değiliz. Tarihi, aslı nesli belli olmayan nev-zuhur bir kabile değiliz. Dünya tarihinin en eski ve köklü milletlerinden biriyiz. Kimliğimiz, kültürümüz, tarihimiz, atamız her şeyimiz bellidir ve büyüktür. Şair bu mısrayı Türk milletini küçük görmek isteyen ya da bize köle muamelesi yapmak isteyen emperyalistlere karşı ya da içimizden kendi kimlik ve kişiliğine yabancılaşmış, mankurtlaşmış, tarihsiz, kimliksiz, kozmopolit Türklere yönelik olarak söylemektedir. “Türk’üm, Müslümanım o dağlar kadar.”: Bir zamanlar cahil ya da kötü niyetli kişiler, Türk müsün

Müslüman mısın, ya da Türklük başka Müslümanlık başka gibi saçma sapan tartışmalar yaparlardı. Türk’üm demek müslümanım demeye engelmiş gibi ya da müslümanım demek yeterlidir, ayrıca Türk’üm demeye gerek yoktur, Türk’üm demek ırkçılıktır gibi garip mantıklar üretirlerdi. Yavuz Bülent, bu meseleye de gönderme yaparak bizim iki temel değerimizin yani hem müslümanlığımızın hem de Türklüğümüzün önemli olduğunu, bu iki temel kaynağımızdan da vazgeçemeyeceğimizi vurgulayan bir tavır ortaya koyuyor. Buradaki ”o dağlar” ifadesiyle kastedilen; Tanrı dağları ve Hira Dağıdır. Tanrı Dağları Türklüğün, Hira dağı da Müslümanlığın simgesi oluyor. Milliyetçi Müslüman Türk, Türk-İslam ülküsünü ifade ederken “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslümanım” der. Bu söz önemlidir. Yani biz, hem Türk hem Müslümanız. Medeniyetimizle, dinimizle, inancımızla müslümanız, miliyetimizle, kültürümüzle Türk’üz. Bazı kötü niyetli kişiler, ya da Türk düşmanı etnik ırkçı kavmiyetçi ibişler, Türkleri Türklüklerinden soğutup Türklüklerini unutturarak kendi ırklarını öne çıkarıyorlar. Bunun için Müslüman Türk çocuklarına sürekli “Türk’üm deme Müslümanım de, yeter” diyor. Ama öbür taraftan mesela Kürtçülüğü, Kürt ırkçılığını demokrasi, insan hakkı, kültürel hak, bilmem ne diye devamlı surette kutsallaştırıyor. Bu mantığa göre Türk’üm demek günah, filanım demek ibadet; Türklük doğuştan gelen bir ayıp ve leke, filan etnik kökene mensup olmak ise kutsal bir değer oluyor. Böylece bizi aptal yerine koyduklarını sanıyorlar. Ama Türk’ün uyanık vicdanı Yavuz Bülent Bakiler, üzerine basa basa o dağlar kadar yani Tanrı dağları kadar Türk, Hira dağı kadar müslümanım diyerek Türk çocuklarına bu sağlam millî ve dinî bilinci telkin ediyor. Bununla dolaylı olarak şunu söylemek istiyor: “Sakın Türk düşmanı etnik ırkçıların kandırmacalarına kapılıp da Türklüğünüzden vazgeçmeyin, Türklüğünüzü unutmayın, mankurtça kendi milliyetinizi reddedip başkalarının ırkçılığının gönüllü propagandasını yapmayın.” “Dokuz tuğ taşıdım ben, dokuz davula vurdum”: Dokuz tuğ, en eski Türk devletlerinden Osmanlılara kadar bütün Türk devletlerinde bayrak ve sancak gibi kullanılan bir Türk devlet simgesidir. Mehter takımında sancakların arkasında üçerli koldan üç sıra halinde dizilmiş dokuz tuğ vardır. Fatih devrindeki mehterhanede 9 davul çalınırdı. Yani mehter takımında dokuz tuğ taşımak ve dokuz davula vurmak,

62

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


mehter takımında yer almak ya da mehter takımının ruhuna, heyecanına katılmak bu da Türk devlet ve millet anlayışını sahiplenmek demektir. Şair bu şuuru dillendiriyor. Yavuz Bülent, burada ayrıca tarih boyunca var olan bütün Türk devletlerini sahiplendiğini ifade ediyor. Yani bir bakıma Türk devlet geleneğini Selçuklularla ya da Osmanlı Devletiyle ya da Cumhuriyetle başlatanlara bir tepki koyuyor. Türk tarihi ve devlet geleneği bölünmez bir bütündür anlayışını pekiştiriyor. Bu mısrada millî şuur telkin edilir. “Dokuz evliya gücüyle yürüdüm, geldim”: Bu mısrada da İslamî şuur vurgulanıyor. Yani hem millî anlamda devlet geleneğimize hem de İslamî anlamda dinî geleneğimize bir bütün olarak sahip çıkma anlayışı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Evliya, veliler demektir. Özellikle Ahmet Yesevi’den itibaren biz pek çok evliya, pek çok mutasavvıf kanalıyla İslam’ı öğrendik ve yaşadık. Şair bütün bu evliyaların temsil ettiği İslam geleneğini temellük ederek bugünlere geldiğimizi ifade ediyor. “Büyüdü benimle mübarek yurdum”: Bu mısrada yurdumuzun, Türk vatanının mübarek yani bereketli, dinî anlamda kutsal, manevi değerlerle donanmış olması ve bunun da benimle yani Türk milletiyle gerçekleşmiş olması motifine yer veriliyor. Vatan, kendi başına kuru bir topraktan ibarettir. Kuru toprağın vatanlaşması, orada büyük bir kültür üretmekle, büyük bir medeniyet kurmakla mümkün olur. Bu bağlamda biz Türk milleti olarak yüzyıllar boyunca bu vatan topraklarında büyük bir Türk-İslam medeniyetini yaşattık, her karış vatan toprağını kültürümüzle, maneviyatımızla, dinimizle, dilimizle, ibadetimizle, şarkımızla, türkümüzle şenlendirdik. Dolayısıyla bu topraklar bizimle mübarek vatan toprağı hâline geldi ve hem maddi hem de manevi bakımdan büyüdü, genişledi, mana kazandı. “Ebet-müddet bu devleti ben kurdum.”: Ebed müddet, sonsuza kadar, kıyamete kadar gibi bir anlama sahip. Osmanlı devlet geleneğinde Türk devletinin kıyamete kadar ayakta kalmasını, yıkılmamasını, ortadan kalkmamasını temenni eden, devleti yaşatma azmi ve kararlılığını yansıtan bir inanç ve ifadedir. Özellikle Fatih Sultan Mehmet döneminde Türk devletinin kıyamete kadar bölünmeden tek devlet hâlinde yaşaması inancı yerleşmiştir. Yavuz Bülent, kıyame-

te kadar yaşayacak bu devleti ben yani Türk milleti inancıyla kurmuştur, bu devleti yaşatacak olan da yine “ben” olarak kalacak olan yani millî ve İslamî değerlerini muhafaza edecek olan Türklerdir demek istiyor. “Nevruz toylarımızda ateşler tutuşturdum“: Toy, ziyafet, eğlence, şenlik demektir. Nevruz eski bir Türk geleneği olup baharın gelişini kutlamak için 21 Martta yapılan eğlenceler, ziyafetler, şenliklerdir. Tabiatın uyanışını kutlama şenlikleridir. Türkler bunu M.Ö. 8. yüzyıldan beri her yıl 21 Martta kutlarlar. Nevruz günü meydanlarda ateş yakır, üstünden atlanır ve değişik şekillerde eğlenceler yapılır. Bu, Türk milletinin ortak bir coşkuyu paylaşması, birlik beraberlik ruhunu tutuşturması demektir. Türk millet birliğini devam ettirmek için yakılan bir meşaledir. Nevruz, Kürt ırkçılarının yaptığı gibi bölücülük, parçalayıcılık, düşmanlık, kin, savaş vesilesi değil; dostluk, kardeşlik, sevgi, millî birlik vesilesi olan bir sevinç ve neşe günüdür. “Orhun’dan, Seyhun’dan, Ceyhun’dan geçtim”: Orhun, Moğolistan’da bir vadinin adıdır. Burada II. Göktürk Devleti zamanında M.S. 5. yüzyılda Bilge Kağan, Kül Tigin, Tonyukuk adına dikilmiş anıtlar vardır. Seyhun, Orta Asya’da bir nehir adıdır. Oğuzlar bu nehir boyunca bir çok şehir kurdular. Ceyhun, Orta Asya’nın en uzun nehridir. Yavuz Bülent, Türkistan Türklüğünün bu tarihî ve coğrafî özelliklerinin varisi olduğumuzu mecaz-ı mürsel sanatıyla böyle ortaya koyuyor. Yani bu üç yer ismini zikrederek aslında bütün Türkistan’ı kastetmiş oluyor ve bu tarihî mirasa sahip çıktığını dillendiriyor. “Yol gösterdi kükreyerek bana Bozkurt’um”: Bozkurt, tarih boyunca Türk milletine yol göstermiş olan bir simgedir. Kurtarıcının, kahramanın, öncünün, kılavuzun, ufuk açıcının, liderin kurt şeklinde bedenleşmiş bir simgesidir. Bozkurt, darda kalan Türk milletine kurtuluş yolunu gösteren iradeli bir öncüyü temsil eder. Bozkurdun yol göstericiliği motifine Ergenekon destanında da yer verilir. Ergenekon Destanı kısaca şöyledir: Türk boyları arasında Köktürklerin çok kuvvetli olduğu bir sırada etraftaki bütün kavimler, Tatarların öncülüğünde birleşip Köktürkleri ortadan kaldırmayı kurarlar. Köktürklerle diğer milletler savaşa tutuşur. Tatarlar, Köktürkleri yener ve hepsini kılıçtan geçirirler. Sa-

63

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


dece Köktürk Hanı İl Han’ın oğlu Kıyan ve eşi ile İl Han’ın kardeşinin oğlu Nüküz ve eşi kaçabilirler. Bunlar, düşmandan saklanmak ve korunmak için sarp dağların arasında insan yolu düşmez, sadece bir atın zor geçebileceği bir yolu olan bir yere sığınırlar. Etrafı yüksek dağlarla çevrili bu sulak, yeşillik yere “Ergenekon” adını verirler. “Ergene: Dağın kemeri”, “kon: keskin, sarp” demektir. Bu iki aile, burada 400 yıldan fazla kalıp çoğalırlar. Bir zaman sonra buraya sığamaz olurlar. Aralarında istişare edip oradan çıkmayı, atalarının geniş, düz, güzel yurtlarını tekrar ele geçirmeyi kararlaştırırlar. “Dağların arasından çıkıp göçelim, dostum diyenle görüşelim, düşmanla güreşelim” derler. Fakat çıkacak yol bulamazlar. Bir demirci, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu, onu eritirlerse oradan çıkış için yol bulacaklarını söyler. Herkes bu fikri beğenir ve dağın demirden olan o bölgesine odun ve kömür yığarlar. 70 deriden körük yapıp körüklerler. Böylece demirden dağı eritip oradan çıkış için yol bulurlar ve özgürlüğe kavuşurlar. O zaman Köktürklerin hakanı Börte-Çene (Bozkurt)‘dir. Onun yol göstermesiyle Ergenekondan çıkarlar. Önlerine çıkan dostlarla dost olurlar, düşmanları yenerler ve 450 yıl sonra atalarının öcünü alıp ata yurtlarına otururlar. “Atımla hep yan yana, gözelerden su içtim”: Türk tarihinde at önemli bir işleve sahiptir. At, Türkler tarafından evcilleştirildi. Biz at üstünde doğan, at üstünde yaşayan ve at üstünde ölen bir milletiz. Atla savaşmış, atla göçmüş, at sütü içmiş, at merkezli bir hayat kurgulamış bir milletiz. Dolayısıyla Türk’le at hep yan yana düşünülür. At, ana, avrat bizde önemli değerlerdir. Göze, tabii su kaynağı demektir. Yani topraktan kendiliğinden çıkan su kaynağı. Şair burada en eski zamanlarda Türk milleti olarak bizim atımızla birlikte sürdürdüğümüz tabii hayatımıza bir gönderme yapıyor. Tabii bu arada savaşçı bir millet oluşumuzu da hatırlatıyor. “Baykal’da da çimdim ben, Hazar denizinde de”: Baykal, Sibirya’nın güneyinde, Irkutsk şehrinin yanında yer alan dünyanın en derin gölüdür. Hazar denizi ise Batıda Azerbaycan ve Rusya, kuzeydoğu ve doğuda Kazakistan, doğuda Türkmenistan, güneyde İran toprakları ile çevrilidir. Dünyanın en büyük tuzlu su gölüdür. Yavuz Bülent, Orta Asya’ya, tarihî kökenlerine vurgu yapmaya ve oralarla olan organik bağları-

nı vurgulamaya devam ediyor. “Toprağıma bağdaş kurup oturdum.”: Vatan sevgisinin, kişinin vatanıyla, yurduyla, toprağıyla özdeşleşmesinin en etkili ifadelerinden biridir bu. Kişinin kendi vatanında, ruhunu, heyecanını, terini, emeğini kattığı ve kendine ait yurt edindiği vatanı sevmenin, yurduyla kıvanmanın, gönenmenin, kendine ait vatanında mutlu olmanın en edebî ifadelerinden biridir bu. “Ben ki, Alper Tunga’ya gönül verenlerdenim”: Alper Tunga, M.Ö. 7 . yüzyılda yaşamış efsanevî bir Türk hakanıdır. Türk hükümdar soyunun atası kabul edilmiştir. Büyük Türk kahramanlığının simge isimlerinden biridir. Büyük bir Turan padişahıdır. Şair, Alper Tunga’nın şahsında büyük işler başaran kahraman Türk yiğitlerine olan sevgisini ve bağlığını ifade ediyor. En eski zamanlardan günümüze kadar bilimde, sanatta, savaşta, devlet idaresinde her alanda büyük işler başarmış bütün Türk büyükleri Alper Tunga’nın şahsında saygı duyulacak, gönül verilecek, sevilecek, sayılacak atalardır. “Yurt uğruna dolu-dizgin göğüs gerenlerdenim”: Vatan sevgisinin çok kuvvetli ifadelerinden biri bu tür söyleyiştir. Vatanı savunmak, korumak için Türk milleti tarih boyunca en büyük fedakarlıkları seve seve ortaya koymuştur. Gözünü kırpmadan dolu dizgin savaşa girmek, gerekirse canını vermek gibi yapılabilecek en büyük fedakarlık gösterilmiştir. Nitekim Mehmet Akif de “İstiklal Marşı”nda: “Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.” “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsıca akın.” gibi mısralara yer vermişti. Yavuz Bülent, bu mısraında İstiklal Marşı’ndan söylem biçimi aktarmıştır. “Sonra durgun sulara “bismillah’larla Kilim seccadesini serenlerdenim”: “Bismillah” “Allah’ın adıyla” demektir ve Müslümanlar her işlerine bu ifadeyi söyleyerek başlarlar. Kilim, Türk milletinin geleneksel el dokuma sanatlarından biridir. Türk insanı bütün güzellik duygusunu, sanatını, hüznünü, sevincini, umudunu, acısını dokuduğu kilimlere desen desen işler. Millî sanatlarımızdan biri, bu kilim dokumacılığıdır. Üzerinde namaz kıldığımız seccadelerimizi de millî zevkimizin hâkim olduğu bir sanat eseri olarak dokuruz. “Durgun sulara seccade sermek” motifi, aslında iki

64

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


boyuta sahiptir: 1.Türk milletinin bağrından çıkardığı büyük evliyaların keramet göstererek su üzerinde namaz kılmaları, 2.Saf tabiat ortasında saf sanat ve ibadetle geçen bir hayatı ifade eder. “Yani hem Alpler’denim, hem Alperenlerdenim”: Alp, Türk tarihinde ve kültüründe yiğit, kahraman demektir. Daha çok maddi kuvveti, pazu gücünü, savaşçılığı temsil eder. Alperen ise derviş mücahit demektir. Yani hem maddi gücü hem manevi gücü, hem yiğit bir savaşçı olmayı hem de ahlaklı, bilgili, kültürlü, dindar, mutasavvıf olmayı, kas ve kalp gücünün birlikteliğini temsil eder. Ya da hem millî hem de İslamî değerleri bünyesinde temsil eden kişilere alperen denir. Bu mısra, yukarıdaki 3 mısranın açılımıdır. Yurt uğruna dolu dizgin göğüs germek alp olmak, durgun suya seccade sermek ise alperen olmaktır. Yavuz Bülent, kendisini ve tabii Türk milletini hem alp yani millî değerlerine bağlı kahraman bir Türk hem de İslamî değerlerine bağlı maneviyat eri olduğunu vurgularken millî ve İslamî kimliğin bir bütün olduğunu, bunların birbirinden ayrılamayacağını, Müslümanlık ve Türklüğün her ikisinin de bizim için gurur kaynağı özelliklerimiz olduğunu vurgulama gereği duyuyor. Çünkü bazı kesimler bu iki temel değerimizi ayırmaktalar. Türklüğü günah ve ırkçılık kabul ederek Türk çocuklarını millî kimliklerinden uzaklaştırmaktadırlar. Bu durumun farkında olan şair, uyarıyı vurgulu bir şekilde ortaya koyuyor. “Ben Türkmen’im, Özbek’im, Kazak’ım, Kırgız’ım ben Azerbaycan Türkleriyle aynı kandanım. Kıpçakları, Uygurları aşkla duyanlardanım Ben ki Tatarlardan, Gagavuzlardan Çuvaşlardan, Başkurtlardan, Oğuzlardanım.”: Bu kıtanın tamamında şair, dünya Türklüğünün birliğine, bütünlüğüne, kardeşliğine önemle vurgu yapıyor. Özellikle Ruslar uzun zamandır Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Azeri, Kıpçak, Uygur, Tatar, Gagavuz, Çuvaş, Başkurt, Oğuz gibi Türk kavimlerinin ayrı ayrı birer millet oldukları propagandasını yaparak büyük Türk milletini bölüp parçalamaya ve hatta birbirine düşman etmeye çalıştılar. Bugün de bazıları bu Türk boylarını ayrı birer millet gibi göstermeye çalışıyorlar. Yavuz Bülent, çok yerinde bir uyarıyla Türklerin bu oyuna gelmemelerini, boy adlarımız farklı da olsa hepimizin tek millet olduğumuzu, böyle bir mensubiyet duygusuyla ortaya koyuyor. Büyük Türk birliği

demek olan Turan ülkümüz, ancak bu birlik sayesinde kurulacaktır. “Kalem de tuttum çok şükür, kılıç da, gül de..”: Türk devlet ve millet geleneğinde kalem ilmi, irfanı, kültürü, devlet idaresini temsil eden bir simgedir. Kılıç askerliği, savaşı, maddi gücü temsil eder. Gül ise sanatı, medeniyeti, inceliği, estetik değerleri, tasavvufu, dini, imanı temsil eder. Şair her üç simgeyi vurgulamakla Türk milletinin hem maddi hem manevi değerlere sahip olduğunu, hem devlet yönetimi, hem savaş, hem ilim, hem kültür ve medeniyet alanlarında yani hayatın bütün sahalarında çok büyük işler başardığını ve hepsinde iddialı olduğunu belirtme gereğini duyuyor. Bu mısra da bir bakıma bir tepkini ürünüdür. Şair, Türkleri sadece savaşçı bir asker, kültür ve medeniyet üretmeyen, barbar, yağmacı bir kavim olarak görmek ve göstermek isteyenlere karşı tepki göstererek; hayır biz her alanda büyük işler yaptık demek istemektedir. “Güvercin bakışlı sıcak türküler de söyledim.”: Güvercin yumuşaklığı, sevecenliği, masumluğu, hüznü, duyguyu, duygusal derinliği, ruh hassasiyetini, güzelliği temsil eden bir hayvandır. Türkler, ince, hassas, kalpleri titreten, duyguları heyecana getiren türkü üretebilen yani derinlikli sanat üretebilen bir millettir. Şair, bununla yine Türkleri kaba saba, barbar bir yığın olarak göstermek isteyenlere tepkisini böyle çok özgün bir mısrayla gösteriyor. “Güvercin bakışlı sıcak türkü” imgesi, Türk şiirinde nadir yakalanabilen güzel ve derinlikli bir imgedir. “Anlayan anladı kim olduğumu.”: Yavuz Bülent, Türk milletine dair bütün olumsuz yargıları, kanaatleri, önyargıları bertaraf etmektedir. Bizim gerçek kimlik ve kişiliğimizi, belirgin özelliklerimizi vurgulayarak gerçek hüviyetimizi ortaya koyuyor. Bizim nasıl bir millet olduğumuzu anlamak isteyen iyi niyetlilerin anladığını belirtiyor. “Aman dileyeni sevdim; öfkemi yendim”: Türk milleti af dileyeni bağışlamış, öfkesine yenilmemiştir. Yani ölüm makinası vahşi bir canavar değildir. Merhametli, insanlık değerleriyle dolu medeni bir millettir. Biz, savaşı insan öldürmek için değil, hakkı, adaleti, insanlığı, medeniyeti korumak ve gerçekleştirmek için yaparız. Türk milleti tarih boyunca haksız yere ve sırf insan öldürmek için savaşmamıştır.

65

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Bu mısrada metinlerarası ilişkiler bağlamında Hz. Ali’nin başından geçen bir olaydan da esinlenme vardır. Hz. Ali bir savaşta düşmanlardan birini yere serip öldürmek üzereyken düşmanı yüzüne tükürür. Bunun üzerine Hz. Ali onu öldürmekten vazgeçer. Sebebi sorulduğunda “Ben seninle Allah yolunda savaşıyordum. Sen yüzüme tükürünce öfkelendim. O an öldürseydim Allah rızası için değil de öfkem için yani nefsim için öldürecektim.” Der. Bu tam bir Müslüman terbiyesidir. Türk milleti de tarih boyunca düşmanlarına bu iman terbiyesine sahip olarak muamele etmiştir. “Övdü büyük peygamber İstanbul başbuğumu”: Burada İstanbul başbuğu, 1453’te İstanbul’u fetheden büyük Türk hakanı Fatih Sultan Mehmet’tir. Hz. Muhammed, yıllar önce İstanbul’un fethedileceğini bilmiş ve bunu fetheden komutan ve askerlerini övmüştü. Bişrü’l-Ganevî’den rivayet edildiğine göre Hz. Muhammed, bir gün ashabına yani yakın dostlarına, dava arkadaşlarına şu müjdeyi vermişti: “Kostantiniyye (İstanbul) elbette fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!” “Kur’an’la da müjdelendim.”: Yavuz Bülent, bu mısrada da Tük milletinin Kur’an’da da Allah tarafından müjdelenmiş bir millet oluşuna yer vermektedir. Kur’an’da şöyle bir ayet var: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse duysun: Allah onların yerine, kendisini sevdiği, onların da kendisini seveceği, müminlere karşı boyunları aşağıda, kafirlere karşı başları yukarıda, Allah yolunda savaşan, dil uzatanın kınamasından korkmayan bir kavim gelir. İşte o, Allah’ın bir lutfudur ki onu dilediğine verir. Allah, ihsanı bol, her şeyi bilendir.“ (Maide Suresi, Ayet Nu: 54) Bu ayette belirtilen kavimlerden birinin Türkler olduğu hususunda pek çok İslam aliminin görüş birliği vardır. İslam’ın gelişinden sonra İslam’ı Arap, Türk ve Fars kavimleri kabul etti. Araplar Emeviler’den itibaren Arap ırkçılığı yapmaya, Arapların dışındaki Müslümanları köle gibi görmeye başlamışlar. Selçuklular Tuğrul Bey’le birlikte, 1057’de İslam dünyasının lideri olmaya başladılar. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Haçlılara karşı İslam dünyası adına Türkler savaştılar. İslam’ın kahraman ordusu olarak Allah’ın askeri sıfatıyla yüzyıllarca savaşmışlardır. Aynı zamanda dünya müslümanlarının %70’inin Müslüman olmasına sebep olmuşlardır.

Dolayısıyla Kur’an’da Allah, dinine sahip çıkan pek çok topluluğun yanında Türkleri de böylece övmüş oluyor. “Sevsem gözbebeğim olur ne varsa”: Türk milleti severse tam sever. Sevdiği için canını verir, onun için her türlü fedakarlığı yapmaktan çekinmez. Yufka yüreklidir, koruyucudur, sahiplenir. Mazlumlara, mağdurlara, acizlere, yetimlere, sahipsiz olanlara, haksızlığa uğramışlara karşı derin bir merhamet duygusuna sahiptir. Türk’ün derin insan tarafı ve duygu yoğunluğu çok fazladır. “Öfkelensem, öfkem dağları ezer.”: Türk, sevdiğini tam sever, öfkelendiğine tam öfkelenir. Sevgisi de büyüktür öfkesi de. Türk, haksızlık, zalimlik, kötülük yapana karşı çok serttir. Bu iki mısrada şu ayetin manasının yansımaları görülmektedir: “Muhammed Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar kafirlere karşı şiddetli, birbirlerine karşı ise merhametlidirler.” (Feth suresi, ayet nu: 29) “Dilim bazan suların çağlamasına Bazan da bülbüllerin şakımasına benzer.”: Burada şair, hem Türk’ün duygu dünyasına hem de Türkçenin güzelliğine değinmektedir. Türk’ün duygu yoğunluğu suların çağlamasına ve bülbül şakımasına benzetildiği gibi belki bundan daha fazla olarak Türkçenin ses, ahenk, mana güzelliğine, renkliliğine, zevkine de bir gönderme vardır. Türkçemiz hakikaten en ince farklarına kadar bütün duygu ve düşünceleri ifade edebilecek zenginlikte, işlek, canlı, renkli, ahenkli bir yapıya sahiptir. “İşte Bilge Tonyukuk, Kül-Tigin, Bilge Kağan Hepsi biribirinden daha mübarek. Süzme asaletimin nurdan kefili...”: Bilge Tonyukuk, Göktürk hakanı Bilge Kağan’ın veziri olup bilgi ve tecrübesiyle Bilge Kağan’a yol gösterdi. Orhun abideleri arasında kendisinin yazıp kendisinin diktirdiği bir abidesi vardır. Kül-Tigin, II. Göktürk Devleti’nin kağanıdır. Bilge Kağan’ın da kardeşidir. 731 yılında öldü. Orhun abideleri arasında 732’de ağabeyi Bilge Kağan tarafından dikilmiş bir abidesi vardır. Orada Türk milleti için yaptıkları anlatılır. Bilge Kağan, II. Göktürk Devleti’nin kağanıydı. Orhun abideleri arasında adına dikilmiş bir abide vardır. 734’te öldü. Bu üç büyük Türk devlet adamı, bilgileriyle, tecrü-

66

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


beleriyle, akıllarıyla, üstün çabalarıyla Türk milletine büyük hizmetleri olmuş. Türk milletini koruyup kollamışlar, Türk tarihindeki şerefli yerlerini almışlardır. Bunlar şairin ifadesiyle asil, mübarek, bilge insanlardı. Her biri âdeta millet mistiği idi. Bütün hayatlarını milletlerinin iyiliği, mutluluğu için geçirdiler. “İşte Dede Korkut, kaftanı ipek. Soyumun sopumun bin yıllık dili.”: Dede Korkut, Hz. Muhammed zamanında ya da daha sonraki yüzyıllarda yaşadığı rivayet edilen, Türkistan’ın Aral Gölü bölgesinde yaşadığı söylenen, Türk hakanlarına danışmanlık yapan, Oğuz Türklüğünün en büyük bilgelerinden, velilerinden, alimlerinden, hikayecilerinden, şairlerinden, destancılarından biridir. Oğuz Han’ın veziridir. Hz. Muhammed’e elçi olarak gittiği belirtilir. Hikayeleri, Türkçesinin güzelliği ile, barındırdığı hikmetli düşünceleriyle, verdiği derslerle yüzyıllarca Türk milletine ışık tuttu. Dede Korkut’un kaftanının ipek olması imgesi, onun bilgeliğine, büyüklüğüne, yol ve yön göstericiliğine, ışık saçan aydın kimliğine, güvenirliliğine işaret eder. Ayrıca hikayeleriyle Türkçenin en parlak bir şekilde bin yıldır devamını sağladığına vurgu yapar. “Ve Yusuf Hashacib, Mahdum Kulu, Fuzulî... Hepsi de peygamber soyunca asil...”: Yusuf Hashacib (1017-1077), Karahanlı Devleti zamanında yaşadı, Kaşgar’da vefat etti. Türk devlet siyasetnamesinin temel kaynaklarından biri olan Kutadgu Bilig’i yazdı. Mahdum Kulu (1733-1793), büyük Türkmen şairi, Fuzuli (1483-1556) de büyük Osmanlı Türklüğü şairidir. Yavuz Bülent burada sayılan büyük Türk şair ve yazarları için “peygamber soyunca asil” sıfatını kullanıyor. Çünkü bunlar şair olmakla birlikte aynı zamanda büyük alimdirler. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle denilmiştir: “Alimler yer yüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin varisleridir.” (Ebu Nuaym) “Sonra Kaşgarlı Mahmut; gönlüme düşen cemre Ali Şir Nevaî, Gaspıralı İsmail Şiiri, bir bakraç süt gibi Yunus Emre!”: Kaşgarlı Mahmut (1008-1105), Karahanlı Devleti’nin hanedan sülalesine mensuptur. Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğü olan Divanü Lugati’t-Türk’ü yazdı. Ali Şir

Nevaî (1441-1501), Herat doğumlu büyük Türk şairidir. Gaspıralı İsmail (1851-1914), Kırım Tatar Türklerinden olup eğitimci, yayıncı ve politikacıdır. Kurduğu Tercüman (1883-1918) gazetesiyle bütün dünya Türklüğünün dilde, fikirde, işte birliği hedefi doğrultusunda çalışmalar yapmıştır.Yunus Emre (1240-1321) Anadolu Türklüğünün büyük mutasavvıf şairidir. Anadolu Türkçesinin en güzel şiirlerini yazdı. “Cengiz Aytmatov ki, Cengiz Dağcı ki Ayın ondördünden süzülen huzur. Sabir Rüstemhanlı... ruh kadar eski Ve daha binlerce nur üstüne nur.”: Cengiz Aytmatov (1928-2008), Kırgız Türklüğünün, Cengiz Dağcı (1920-) ise Kırım Tatar Türklüğünün büyük romancısıdır. Sabir Rüstemhanlı da Azerbaycan Türklüğünün yaşayan şair, yazar, dava adamlarının önde gelenlerindendir. Bütün bunlar dünya Türklüğünün ufkunu açan, meselelerine kafa yoran, nur veren aydınlardır. “Servetim Buharî’nin, Yusuf Hemedanî’nin Ahmet Yesevî’nin nur servetinden”: İmam Buhari (810-869), Buhara’da doğmuş bir Türk olup, büyük bir hadis bilginidir. Pek çok hadis topladı. Sahih adlı hadis kitabı, Kütüb-i Sitte denilen 6 sahih hadis kitabından biridir. Yusuf Hemedanî (1o48-1141), Hoca Ahmed Yesevî’nin hocası olup büyük bir fıkıh, hadis, tasavvuf alimidir. Orta Asya Türklüğünü İslam imanıyla aydınlattı. Ahmet Yesevî (1093-1166), büyük Türk mutasavvıf ve şairidir. Divan-ı Hikmet adlı kitabında toplanan şiirleriyle Türklere İslam’ı halk diliyle öğretti. Türkistan Türklerinin ve Anadolu Türklüğünün İslamlaşmasında büyük katkısı vardır. Mevlana, Yunus Emre, Lokman Perende ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi büyük Türk alim ve velilerini etkiledi. Yavuz Bülent, Türk milletinin burada sayılan büyük Müslüman Türk alimlerinden İslam’ı öğrendiğini, maneviyatının, iman, İslam, nur servetlerinin kaynağının bu gibi alimler olduğunu belirtiyor. “Güzelliğim, merhametim, şefkatim Hep Şah-ı Nakşıbend Hazretlerinden”: Şah-ı Nakşıbenb Muhammed Bahaeddin Efendi (ö.1389), Nakşibendiye tarikatının kurucusudur. Türkistan Türklüğünün maneviyat öncülerinden biridir. Türk milleti ondan merhameti, şefkati, insanlığı öğrendi.

67

“Hunlardan, Göktürklerden alıp getirdim

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


İpek ipliğimi, altın tığımı”: Hunlar, M.Ö. 220’de Türk boylarını içine alan Büyük Hun İmparatorluğunu kurdu. M.Ö. 209’da tahta çıkan Mete en büyük Hun hükümdarıdır. Göktürkler 552-744 yılları arasında Orta Asya ve Çin’de yaşayıp hüküm süren Türk toplumudur.Türk adını alan ilk Türk devletidir. İpek iplik ve altın tığ, o dönem için yüksek kültür ve medeniyetin simgeleri olarak alınmıştır. Şair bunları vurgulamakla en eski Türklerin bile kendi dönemlerinde barbar olmadıklarını, ince, derinlikli, zarif, yüksek bir kültür ve medeniyet sahibi olduklarını belirtme gereğini duyuyor. Çünkü dışardan Oryantalistler, içerden onların sözcüleri olan yerli oryantalistler eski Türk tarihini ilkel, barbar, kaba, medeniyetsiz, kültürsüz bir kitle olarak görmek ve göstermek istemektedirler. Yavuz Bülent Bakiler bu çarpık bakış açısına şiddetle tepki koyuyor. “Mintanıma minyatürler işledim durdum.”: Minyatür, ince işlenmiş küçük boyutlu bir resim türüdür. Buna nakış ve tasvir de denir. Kitapları resimlemek amacıyla yapılır. Çevresi tezhip denen bezemeyle süslenir. Mintan ise gömlek, yelek demektir. Yavuz Bülent, Türk milletinin elbisesini bile yani gündelik eşyasını bile zarif sanat eserleriyle ince ince işlediğini, dolayısıyla yüksek bir sanat ve kültüre sahip olduğumuzu ifade ediyor. “Selçuklu çinisine, gönül mührümü vurdum.”: Çini, toprağın pişirilerek üzerine çok güzel süslemelerin yapıldığı kap kacak el sanatıdır. Karahanlılardan itibaren çinicilik sanatında Türkler çok büyük eserler ortaya koymuştur. Bu ince, zarif ve derin sanat eserini üretirken biz gönlümüzün mührünü yani ruhumuzu, aşkımızı, şevkimizi, rüyalarımızı işledik. Dolayısıyla Türk milleti sadece savaşçı bir millet değil, aynı zamanda ince sanat dallarında da çok büyük eserleri ve başarıları olan bir millettir. “Osmanlı ebrusuyla süsledim yastığımı”: Ebru, yoğunlaştırılmış su üzerine süsleme kağıt ve resim yapma sanatıdır. Türk milleti bu sanat dalında da çok önemli bir yere sahiptir. Biz yastıklarımızı bile bu ince ve zarif sanat eserleriyle süslemiş ince ruhlu, derin sanat duyarlığına sahip medenî bir milletiz. “Mustafa Kemallerle yeni baştan doğruldum Kim demiş yetmişbeş yaşıma bastığımı?”: Mustafa Kemal Atatürk, tarihten silkinmek, yok edilmek

istenen milletimizi, destansı Kuva-yı Milliye mücadelesiyle yeniden tarihe direnen bir millet hâline getirmiş son Türk başbuğudur. Tarihin en büyük ve en kuvvetli Haçlı saldırısını geri püskürten ve en ümitsiz ortamda Türk’ü yeniden ayağa kaldıran ve Türk’e tam bağımsız ve bağlantısız hür bir devlet veren büyük Türk hakanıdır. Biz, millî Mücadele sürecimizde Mustafa Kemal ve onunla aynı imanı, azmi, ümidi ve kararlılığı paylaşan milyonlarca Müslüman Türk’ün öncülüğünde yeni baştan ayağa kalktık ve kendi hür devletimizi kurduk. Türk, bağımsızlık, hürriyet, özgüven, milliyetçi maneviyatçı ruhunu koruduğu sürece tarihteki yerini güçlendirerek koruyacaktır. Nazım Şekli: Şiir, mısra kümelenmesi bakımından karışık düzenli serbest bir şekle sahiptir. 4, 5, 6,7’li mısra kümelerinden oluşan bentlerden kurulmuş. Şair, anlam birimleri kaç mısrada tamamlanmışsa bendi de o kadar mısrayla oluşturmuş. Bu konuda kendisini sınırlama gereği duymamış. Şiirin adında “destan” olmakla birlikte bu metin, klasik destan türüne tam olarak uymaz. Geleneksel destan türünün modernleştirilmiş şeklidir diyebiliriz. Şair, destanın daha çok hamasi özelliğini ve uzun tarihî süreci hikaye edişini almıştır. Halk şiiri nazım şekli olan destan, dörder mısralı bentlerden oluşur. Genellikle hece vezninin 11’li kalıbıyla yazılırlar. Kafiye düzenleri genellikle şöyledir: baba-ccca-ddda-eee… İlk dörtlüğün kafiyesi xaxa şeklinde de olabilir. Destanın son dörtlüğünde şair, mahlasını söyler. Bu şiirde ise bentler dörder mısralık değil; farklı sayıda mısra kümeleri hâlindedir. Hece veznine yer verilmemiştir. Kafiye düzenine tam olarak uyulmaz. Ancak ilk dörtlüğü xaxa şekliyle geleneksel destana uyar. Dil ve Üslup: Şiirin dili son derece yalın, açık, anlaşılır bir yapıya sahip. Ancak şair, zengin Türk tarihinin büyük simge isimlerine, kavram ve terimlerine bolca yer vermiş. Türk tarihine dair bilgisi yetersiz okuyucuların bu şiiri okurken bol bol tarihî kaynaklara bakması gerekebilir. Üslup bakımından şair, hamasî manada bir hitabet üslubu benimsemiş. Bunun yanında açıklayıcı, tanımlayıcı, bilgilendirici, sorgulayıcı, reddedici, üsluplara da yer verdiğini görüyoruz. Ahenk: Yavuz Bülent, şiirini ahenkli kılmak için kafiyeden düzensiz de olsa bolca faydalanmış. En çok rediflere yer vermiş. Vezin konusunda tamamen serbest davranmayı tercih etmiş. Şiirde çok kuvvetli bir iç ahenk sezilmektedir.■

68

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Türklüğün yiğit yürekli oğlu NURETTİN ÖZDEMİR

Y

avuz Bülent Bâkiler ile yollarımızın ne zaman, nerede, nasıl kesiştiğini doğrusu tam olarak hatırlamıyorum. Milliyetçi plan ve aksiyonda yaş itibariyle ondan bir adım öndeki cephelerde çarpıştığım hemen herkesçe bilinen ve kabul edilen bir gerçekliktir. Onun milliyetçiliği ve bu yolda hayranlık uyandıran müessir ve ihatalı çalışmaları, yerinde müdahaleleri bende hayranlık uyandırmış ve her konuda yanımda ve arkamda bir karlı dağ gibi heybetle durmuştur. Yavuz Bülent Bâkiler’in milliyetçiliği mekân olarak Türklüğün yayıldığı ve yaşadığı bütün coğrafyayı ihata ettiği gibi, beşeri planda bütün Türk boylarını yanık ve müşfik bağrında ve geniş kanatları altında toplamaktadır. Asya Türklüğünü uzun yıllar zalim imparatorluk kıskacıyla hâkimiyeti altında inleten Slav zulmüne karşı meydan okuyan genç yüreklerin başında Yavuz Bülent Bâkiler’in sihirli bir hançer Agibi parıldayan emsalsiz mısraları ve bir balyoz gibi inen makale ve kitapları gelmektedir. Büyük Atatürk’ün yüzüncü yaş gününü kutlarken Kültür Bakanlığı’nın genç Mustafa Kemal’in okuduğu yaban ellerde kalmış askerî idadinin kütüphanesini süsleyen ve onu her an canlı tutan yüz eser de tamamen Yavuz Bülent Bâkiler’in gayret ve çalışmasının mahsulüdür. Yavuz Bülent Bâkiler, Anadolu Türklüğünün Asya semalarına akseden ve genç Mustafa Kemal Cumhuriyetinin Balkanlardaki ata yadigârı eserlerimizi aydınlatan en soylu ve parlak yıldızıdır.

Yavuz Bülent Bâkiler, İlahî lütufla Anadolu toprağının kök derinliklerine yerleştirilen güzellik ve yiğitlik tohumlarının büyüyüp gelişmesinde kendi yüreğinin sıcaklığı kadar kendinden önce yaşamış Âşık Veysel ve Arif Nihat Asya gibi alperenlerin de sihirli rüzgârlarını maharetle estirmektedir. Onun mısralarını görüp okuduğum ilk günden beri kendi şiirimin noksanlarını ve yetersizliğini daha derinden anladım ve hüzünlendim. Şiirimin noksanlarını tamamlayacak sıcak bir yürek ile usta bir elin varlığını görmek en güçlü teselli kaynağım olmaktadır. Yavuz Bülent Bâkiler’in şiirlerinde kendi şiirimin tamamlandığını ve devam ettiğini görmek aynı zamanda benim en büyük iftiharımdır. Türk siyasi hayatı, Yavuz Bülent Bâkiler gibi bir rüknünü devlet imkânları ile millet hizmetinde yaşatmak kudret ve ferasetini göstermemiş olmakla ebedi takdir noksanlığını ortaya koymuş, Yavuz Bülent Bâkiler’in asli meziyetlerine ve vatan millet sevgisine nakisa getirmemiştir. Gelecek zaman onu daima arayacak ve takdirle anacaktır. Ben, bir çatı altında, birlikte, devlet hizmetinde görev çalışması yaptığımız günlerden beri vatan ve milletini seven ve bu sevgisini hatip, şair, yazar, gazeteci, araştırmacı, velhasıl taşıdığı bütün sıfatların maharet ve kabiliyetiyle pervasızca ortaya koyan Türk’ün bu yiğit yürekli oğlunu yakından tanımakla bahtiyarım. Doğruluk, dürüstlük, cesurluk, vefakârlık, iyilik ve güzellik mefhumları Yavuz Bülent Bâkiler’in şahsında daha manalı, sıhhatli ve daha gerçek olarak tecelli etmektedir. ■

69

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


SELÇUK KARAKILIÇ

Edebiyatçılarımızın ev hâlleri niçin önemlidir?

dı? Nasıl okurdu ve kitaplarını nasıl yazardı? Neye kızar, neye sevinirdi? Kahvesini nasıl içerdi? Sade mi orta şekerli mi kahvesini yudumlardı? Ve azizim sigara içer miydi? Ben onun çeşitli özelliklerini bilmek istiyorum. Benim için bunlar önemli. Yoksa doğum-ölüm tarihlerini çok şükür biliyorum. O bakımdan Mehmet Nihat Bey kusur kalsın!”1 Anlaşılıyor ki, Ârif Nihat Asya, topluma yön ve nizam veren öncü kişileri çeşitli özellikleriyle de tanımak istiyor. Sanat, siyaset ve ilim adamlarımızı sadece doğum ve ölüm tarihleriyle değil; geniş çerçevede bazı huylarını, değişik meşreplerini, çeşitli özelliklerini kısacası insani hususiyetlerini merak ediyor. Hikmet Feridun Es de aynı konuda dikkatleri çekiyor: “Meslek hayatı kırk seneye yaklaşan gazeteci arkadaşlarımızdan biri, bir gün matbaada bize şunları anlattı: —Bizim matbuatın en maruf simalarından olan Mahmud Sadık’ta dürüstlük son haddine gelmişti. Kendisinde olduğu gibi, başkalarının hareketlerinde de aynı ince, derin dürüstlüğü arar ve isterdi. Buna dair bir misal verelim: Faraza, sigaranızı ağzınıza koydunuz. Fakat yakmak için kibritiniz yok. Bu sırada da Mahmud Sadık yanınızda sigara içiyor. Onun ateşini istersiniz. Sigarasını verir.

Bunaltıcı sıcağıyla bir yaz günü, Ârif Nihat Asya kan ter içindeyken yakınlarından biri alı al moru mor göğsünü boşaltır: -Hocam! Gökalp Bey için bir konferans düzenlenecek. Konuşacak kişiler arasında kardeşi Mehmet Nihat Bey de var. Gökalp’i, kardeşinin dilinden dinlemeye geleceksiniz değil mi? Gelen kişi sanır ki Ârif Nihat Asya sohbete koşacak; Ziya Gökalp’i bir de kardeşinden dinleyecektir. Aksine Ârif Hoca’nın boyun damarları kabarır, burun kanatları şişip inmeye başlar. Yüz hatları gerginleşen Asya: “Hayır,” der. “Hayır! Gelmiyorum! Niçin gidecekmişim efendim? Mehmet Nihat Bey, Gökalp hakkında benim bilmediğim, duymadığım neyi anlatacak? Nerede doğduğunu, nerede ve nasıl vefat ettiğini mi tekrar edecek? Yoksa fikirlerini mi yeniden açıklayacak? Ben bunları zaten biliyor ve derslerimde öğrencilerime yıllardır anlatıyorum. Geçiniz efendim, geçiniz!” “Ben kitapların yazmadığı hususları bilmek, öğrenmek isterim. Ziya Gökalp’in çeşitli özelliklerini merak ediyorum. Meselâ Gökalp nasıl otururdu? Bağdaş mı kurarak, dizlerini kırarak mı otururdu? Nasıl giyinir, nasıl konuşur, nasıl güler, nasıl ağlar-

70

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Siz yaktıktan sonra yanındaki arkadaşınız: —Ver ben de yakayım! derse ve siz de Mahmud Sadık’ın sigarasını kendisine verirseniz ‘Şeyhülmuharrirîn’ buna kızardı. Ve: —Ben sigaramı sana verdim. Sen benim sigaramı ne hakla ona veriyorsun? Müsaademi aldın mı? derdi. Bu eski meslek arkadaşımın anlattığı şu hikâye karşısında düşündüm. Mahmud Sadık, öleli henüz ne kadar olmuştu ki? Hâlbuki biz odada bulunan öteki gazetecilerden hiçbiri, meselâ şu hikâyeyi işitmemiştik. Bilmediğimiz insan yalnız Mahmud Sadık mı? Ne münasebet? Bizdeki gelmiş geçmiş, hemen hemen bütün fikir, edebiyat, sanat otoritelerinin, üstatların, kıymetlerin, hususî hayatlarına dair ne biliriz ki? Maalesef biz de hâl tercümeleri gayet eski, basmakalıp bir şekilde, gayet yavan yazılmış ve aşağı yukarı herkesin bildiği birtakım malûmatı yan yana sıralamaktan ibaret kalmış eserlerdir. Hele edebiyatçılara dair olanlar! Bunlar, yalnız edebiyatçının yazılarına göre verilmiş bazı indî hükümlerden ibaret kalıyor. Belki onlarla büyük bir sanatkârın edebî hüviyeti hakkında az çok bir şeyler öğreniyoruz. Lâkin bu büyük ve kitlenin üstüne damgasını vurmuş sanatkârların “insan hayatı” nerededir? Orası meçhul! Ev hayatları nasıl geçmiştir? Hususî hayatının en meraklı ve dikkate lâyık cihetleri nedir? Kim bilir?” İşin garibi Mark Twain’in misafirliğe giderken kravat takmayı unuttuğunu, filânca Fransız romancısının kaç kere düello ettiğini biliriz de bizimkilerden haberimiz yok-

tur.

Bir edebiyatçının edebî yazılarından onun edebî çehresini çıkarmak beş yüz sene sonra da kabildir. Zira yazılar meydandadır. Asıl su üzerine yazılmış yazılar gibi kaybolmakta bulunan bazı şeyler var ki bunların tespiti lâzımdır.” Meselâ Hüseyin Rahmi Gürpınar’ı sokakta eldivensiz hiç kimse görmemiştir. Birçokları Hüseyin Rahmi’nin bu durumunu aşırı şıklığına yormuşlarsa da hakikat böyle değildir. Yeğeni Muzaffer Hanım: “Vefatında her şeyini olduğu gibi eldivenlerini de saklamak üzere kaldırdım. Bohça o kadar dolu idi ki zorla bağlanıyordu. Bir gün bile eldivensiz sokağa çıkmazdı. Ve çıplak elle biz sokağa çıkarsak çok kızardı. Sokakta tramvay demirinden, iskele parmaklığına kadar hiçbir yeri kat’iyyen tutmazdı. Hayatta en korktuğu ve dikkat ettiği şey mikroptu. Bizi bazen eldivensiz görür, çıplak ellerle dolaşmanın mânâsız bir cesâret olduğunu söylerdi. Bu mikrop korkusunun onun bütün hayatında, inanılmayacak derecede rolü olmuştur. Faraza pijamayı hiç sevmezdi. Pek mecbur olunca pijama giyer, sair zamanlarda entariyle dolaşırdı. Entariye pek meraklı idi. Mevsimine göre, gayet iyi dikilmiş entarileri vardı. Evde, iyi tanımadığı misafirler gelirse, kendi odasının kapısını bile eliyle tutmaz, entarisinin eteğiyle çevirir; kapıyı öyle açardı. Sokağa kolonyasız, alkolsüz adım atmazdı. İşte ondaki, yüzden fazla eldiven, herkesin dikkatine çarpan eldiven merakı şık görünmek sevdasından değil, mikrop ve hastalık bulaşmak korkusu idi.” demektedir. Hüseyin Rahmi hiç evlenmedi. Sebebi de yine aşırı titizliği idi. Yeğenine meseleyi şöylece açıklamıştır: “Yeryüzünde yedi hastalık vardır ki irsîdir

71

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


ve ben bunlardan son derece korkarım. Bakarsınız bir insanın kendisinde olmaz, babasında olmaz da, büyükbabasında, dedesinde olur! İşte ben bunu düşündüm. Bereket versin ki herkes benim gibi düşünmüyor. Yoksa dünya bekârlar dünyası olurdu.” Ahmet Mithat Efendi’nin misafirlerine sigara böreği sarıp ikram ettiğini hiç duymuş muydunuz? Tevfik Fikret’in arkadaşlarını niçin sol tarafında yürütmediğinden haberdar mısınız? Yahut hiç evlenmemesine rağmen büyük Doktor Besim Ömer Paşa’nın yazdığı Nasıl Evlenmeli? eserinin adını kimler biliyor acaba?2 Kitapların yazmadığı “insani özellikler” sanıldığının aksine çok önemlidir. Çünkü topluma mal olmuş bir kişinin karakter ve meşrebinin ayrıntıları yazılmayan, söylenmeyen kayıtlarda gizlidir. Yazılarını coşkun bir üslupla yazan; fakat son derece içine kapanık bir kişinin evdeki hâli, ailesinin, akrabalarının hakkında vereceği hükümlerle aydınlatılabilir. Dikkat edilirse, ekserimiz aşırı sevgi ve hayranlıkla hemen her şöhreti, insanüstü bir varlık olarak tebcil ediyoruz. Hâlbuki sanatçı da bizim gibi insandır. Tek farkları velut yani doğurgan, üretken bir kafaya ve sanatkâr mizaca sahip oluşlarıdır. Bunun dışında, hemen hepsi bizim gibi su içer, yemek yer, koşunca yorulur, hastalanınca doktora gider, kederlenince üzülür, sevinince güler, uykusu gelince uyur, öfkelenince bağırıp çağırır, bir kadına âşık olabilir, evlenebilir, boşanabilir vesaire… Bütün bunlar hayatın içindedir. Elimize kalem, dilimize kelâm verenler, ortaya koydukları sanat eserleriyle Türkçemize kol kanat gerenler, kalabalıkları kalem ve kelâmlarıyla bir millet şuuru etrafında derleyip toplayanlar fikir öncülerimizdir. Onların ev hâllerini bilmeden, öğrenmeden yazılacak kitaplar yarım kalmaya mahkûmdur.

Bir şairin ev hâli

Âşık Veysel’in duyunca, okuyunca çarpıldığım bir mısraı var: “Ben gidersem sazım sen kal dünyada /Gizli sırlarımı aşikâr etme!” Türk’ün evi, özel hayatı dışarı yansımaz. Evlerimizin penceresinde estetik bir tül fakat hemen onun arkasında kalın bir perde vardır. Maksat içeriyi dışarıya, dışarıyı içeriye yansıtmamaktır. Ama ben bu yazımda, Yavuz Bülent Bâkiler’in “ev hâlini” ve

“gizli sırlarını” aşikâr edeceğim. Sanıyorum okuyunca siz de şaşıracaksınız. Çünkü Yavuz Bülent’i yeterince tanımıyoruz. Tanımıyoruz, çünkü onun önce “insan” olduğunu unutuyoruz. Şimdi hafızamızı tazelemeye ne dersiniz? O hâlde buyurunuz efendim: Yavuz Bülent Bâkiler’i önce kürsüde tanıdım. İnandıklarını, doğru bildiklerini cesurane anlatıyordu. Pek çok kimsenin korktuğu, söylemekten imtina ettiği yahut “başıma bir iş gelmesin!” diyerek sakladığı gerçekleri korkmadan, susmadan, pusmadan cerbezeli hitabetiyle aşikâr ediyordu. Endişesi yoktu. Çünkü ne gelirse gelsin Allah’tandır diyor, hayır umuyordu. Türkiye’nin 81 vilayeti mi var? Bu şehirlerin en az 71’inden davet alarak ve aynı şehirlere müteaddit defalar gidip konuşuyordu. Gitmediği, davet olunmadığı on vilayetimiz kalıyordu. Teklif gelseydi belki bu şehirlere de on defa gidip gelecekti. Ama Doğu ve Güneydoğu’daki bazı şehirlerimiz yeterince tenvir edildiğinden kendisine lüzum görülmüyordu. Türkiye’nin sadece 71 vilayetinde konuştuğu sanılmasın! Bu vilayetlere birkaç kez gittiği gibi çeşitli lise ve üniversitelerimizde de konuşacak ve sayı epey kabaracaktır. Şöhreti Avrupa, Amerika, Asya, Avustralya, Afrika’ya kadar ulaşacaktır. Öyle ki, başta Avrupa merkezleri olmak üzere Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, İsviçre, Belçika, Bulgaristan, Yugoslavya, Rusya, Çin, Japonya, Avustralya, Amerika, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Çeçenistan, Irak, Suriye, Ürdün… gibi çeşitli ülkeleri ziyaret ederek oralarda yaşayan Türklerin sohbet meclislerinde konuşmuştur. Öyle yarım saat, bir saat değil, dört beş saat konuşuyor; bıktırıp usandırmadan kendisini dinletiyordu. Hazırlayıp sunduğu radyo ve televizyon programlarında da saatler nasıl geçiyor? Bilene aşk olsun! Dışarıda bu kadar çok konuşan Yavuz Bülent, evinde çok sessizdir dersem şaşırmayınız. Eşi ve çocuklarının bu sessizlikten şikâyetçi olduklarını da söyleyeyim. Onun bu sessizliği sanıyorum çocukluğundan mirastır. Hatta aile meclislerinde çok konuşulan, gülüşmelere vesile olan bir anekdotu da yazayım: Bir gün, Yavuz Bülent’in ablası, şairimizin oğluna:

72

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


—Melikşah, git eve bir bak! Baban müsait midir? Okumuyorsa ve yazmıyorsa size geleceğiz, der. Emrah Melikşah’ın cevabı o gün bugündür gülüşmelerin tatlı kaynağı olacaktır: —Canım halacığım, Babam evde konuşmaz; dışarıda konuşur. Evde babamın okumadığı, yazmadığı bir zaman mı var? Gelmek istiyorsanız buyurun gelin! Babamın boş zamanını boşuna beklersiniz? Yavuz Bülent’e bir kürsü veriniz ve deyiniz ki: —İşte size 10.000 kişinin katıldığı bir toplantı tertip ediyoruz. Konuşma süreniz de 10 saattir. Sürenizi kısaltabilir veya uzatabiliriz. Takdir sizindir efendim! Biri gelip böyle dese, hiç abartmıyorum; o salonda 10 saat konuşabilir. Ama evde on kişi olsa konuşamaz. Çünkü evde sadece okumak, yazmak ve düşünmek telâşındadır. Şimdi anladınız mı neden kürsüde bu kadar çok konuştuğunu?

Yavuz Bülent’in yazı ve çalışma âdetleri

Her yiğit yoğurdu farklı yer. Yavuz Bülent de öyle. Şiir ve nesirlerini okuyanlar bu kitapların rahat, samimi, kıvrak bir zekânın eseri olduğunu tahmin ederler. Peki, ama Yavuz Bülent nasıl yazar? İlk şiirlerini Sivas’ta, âşıkların peşine takılarak, onlara imrenerek, özenerek yazan şairimiz, kız kardeşinin vefatından sonra ölüm üzerine şiirler yazmaya başlar. Manayı ihmal etmeyerek, kafiyeyi bir tarafa itmeyerek yazdığı şiirlerini, İstanbul’da yayımlanan Abidin Mümtaz Kısakürek’in sahibi olduğu Türk Sanatı’na gönderir. Ve günlerden

bir gün Abidin Mümtaz Kısakürek’ten bir mektup ve bir davet alır: “Yavuz Bülent! Seni dergimizin şairleri arasında sayıyoruz. Her sayı için bir şiir bekliyoruz.” Yavuz Bülent rahat okunuyor. Doğru! Özellikle nesirleri şiir gibidir. Doğru! Bu kadar doğrunun içinde çok yanlış bilinen başka bir “doğru” var: Yavuz Bülent kolay yazamıyor! Bir mektup yazmak için bile sancılandığını bilirim. Öyle ki son zamanlarda daha yakından müşahede ettim. Meselâ Savunmalar’ın sadece ön sözünü yazması altı ay kadar sürdü. Her telefon açtığımda yalvarırcasına ön sözü soruyor, aldığım cevap menfi oluyordu. Yazdıklarını kolay okutmasına rağmen çok çok zor yazıyordu. Ona kalırsa “yazmaktan ziyade okumak” istiyordu. 1976 yılında, Yugoslavya Struga Şiir Akşamlarından döndüğü günlerde, Hisar dergisi sahibi Mehmet Çınarlı, Üsküp-Kosova intibalarını yazması için ısrar eder. Hiç oralı bile olmayan Yavuz Bülent, bir gün Mehmet Çınarlı’nın tehdidiyle karşılaşacaktır: —Bana bak Yavuz Bülent! Yazmadıktan sonra seni bu odadan asla çıkarmam. Keyfin bilir! Şimdi üzerinden kapıyı kilitliyorum. Üsküp hatırlarını yazdın yazdın! Yoksa eve gitmeyi unut! Yugoslavya gezi notlarını Mehmet Çınarlı’nın ısrar ve inadıyla Üsküp’ten Kosova’ya ismiyle yayımlayacaktı. Çınarlı, tehdit etmeseydi belki de biz bu hatıralardan mahrum kalabilirdik. Kitaplarını, şiirlerini, yazılarını nerede ve nasıl yazıyor mu diyorsunuz? Maroken koltuklar, Avrupai bir masa üzerinde mi yazdığını hayal ediyorsunuz? Doğrusu yanıldığınızı söyleyebilirim.

73

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Çünkü şiir ve nesirlerini, dizinin üstüne koyduğu bir levha üzerinde yazıyor. Arada sırada torunu Ayşe Pervin geldiğinde hemen yazdıklarını bırakıp gönlünün sultanını dizine oturtuyor. Zaman zaman Ayşe Pervin’den fırça da yer. Çünkü anlattığı masal eksiktir yahut söylediği Rusça şarkı yanlıştır! Ayşe Pervin şiddetle itiraz eder: —Dede yanlış söylüyorsun! Doğrusunu söyle! Bu arada torun dedesini de geçmiştir. Ayşe Pervin’in Türkçe, Rusça, İspanyolca bildiğini yazayım da dünyalar durdukça dedesinin namı yürüsün! Kitabının hiçbirini ne daktilo ne de bilgisayarla yazmıştır. Yazılarını dizinde, ağlayarak, iplik iplik gözyaşı dökerek yazıyor. Ve bir kelimeyi feda etmeden! Nasıl mı? Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır seyahat notlarını yazıp bana gönderiyor, ben de dizip tashih ediyordum. Bir buçuk sene sonunda bitti. Tashih ettim. Mizanpajını hazırladım. Artık yayınevine gönderecektim ki, bir akşam telefonum çaldı: —Selçuk, metni sakın gönderme. Şu sayfanın şu satırında şu kelimeyi beğenmedim. Onun yerine şu kelimeyi koyalım! Tamam mı? Böyle kaç kelimeyi değiştirdik, hatırlamıyorum. Ama düzeltip gönderdiği müsveddelerde pek çok kelimeyi, cümleyi değiştirmişizdir. Yani çok kolay okunan bir şair karşısındayız ama çok kolay yazan bir nasir karşısında değiliz efendim!

En çok çekindiği musahhih!

Basın tarihimiz garip tashih hatalarıyla yüklüdür. Öyle ki, nüktelere bile konu olanlar var. Basın hayatında tıpkı dev bir yazar gibi, büyük bir şair gibi kendisinden korkulan, çekinilen “musahhihler” de var. Ben, basın tarihimize geçmemiş bir musahhihten bahsedeceğim. Ama önce kendi başından geçen bir hâdiseyi nakledeyim: “1967 yılında, ana üzerine yazılan güzel şiirleri bir antolojide topladım. O derlemede, Vehbi Cem Aşkun’un da bir şiiri vardı ve bir kıt’ası şöyleydi: Elemi, acıyı, gel gayrı unut Kalbini kederden, dertten uzak tut Şu öksüz başımı bir lahza uyut Dizinde, derdimin ilacı anne.

Mürettipler, dizgide öksüz kelimesindeki (s) harfini atlamışlar ve üçüncü mısraı şöyle yazmışlar: “Şu öküz başımı bir lahza uyut” Vehbi Cem Aşkun, Sivas’tan, babamın çok yakın arkadaşı, benim de elini öptüğüm hocalarımdan biri. Yanlışı görünce, başımdan sanki kaynar sular döküldü. Matbaaya koştum. Formalar dizilmiş, basılmış, bereket ki, cilt işine başlanmamıştı. O şiirin bulunduğu forma düzeltilerek yeniden basıldı da beni bir büyük utancın, ayıbın hatta bir hakaretin altında kalıp ezilmekten kurtardı. Türkçede bazen, bir harfin noksan veya bir harfin fazla yazılması, kelimenin mânâsını alt üst ediyor. Öksüzle öküz, Pir’le pire milyarda bir bile olsa, birbirine benzemiyor.” Görüldüğü gibi küçük bir dikkatsizlik büyük kaynaşmalara, dalgalanmalara sebep oluyor. Onun içindir ki, ciddi mürettip ve musahhihler çoğu zaman mumla aranmaktadır. Yavuz Bülent Bâkiler’in en çok korktuğu, çekindiği musahhih sevgili eşi Ayşe Bâkiler’dir. Ayşe Hanım’ın -benim sevgili yengem- Türkçe gramer bilgisi fevkalade güçlüydü. Dikkati, şiddetli itirazına yansırdı. İlk önceleri, Yavuz Bülent’in kitapları okuyucuyla buluşmadan Ayşe Hanım’ın tenkit süzgecinden geçiyordu. Gördüğü yanlışlığı, eksikliği çok haklı gerekçelerle ileri sürüyor ve düzelttiriyordu. Yalnızlık isimli şiir kitabına aldığı “Liseli Kız” başlıklı şiirinin ilk kıtası Ayşe Hanım’ın itirazından önce şöyle başlıyordu: Benim de bir zamanlar sevdiğim vardı Beyaz yakalıklı bir liseli kız. Bağlarda, bahçelerde, yaylalarda yeşeren Al karanfiller gibiydi aşkımız. Diyeceksiniz ki, burada bir yanlışlık yok. Ama bir de Ayşe Hanım’a yani benim sevgili yengeme kulak veriniz! Ayşe Hanım, bu şiir üzerine önce düşündü. İtiraz noktalarını belirledi. Ve bir gün, Yavuz Bülent’e sordu: —Bülent, dedi. “Türkçede lacivert paltoluklu veya beyaz gömlekli adam” diye bir cümle kurulabilir mi? —Hayır kurulamaz! —Peki, neden kurulamaz Bülent söyle baka-

74

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


lım? —Paltoluk bir kumaş cinsidir. Gömleklik de öyle. Lacivert paltolu veya beyaz gömlekli adam demek lâzım! —Doğru! Doğru! Doğru! Ama senin, o “Liseli Kız” şiirinde: “Beyaz yakalıklı bir liseli kız” gibi çok yanlış, saçma sapan bir mısraın var. Bu ne biçim iştir? Orada, “Beyaz yakalı kız” diyeceğine, Türkçeyi katlederek nasıl “beyaz yakalıklı kız” dersin? Yakışıyor mu bu büyük yanlışlık sana! O mısraın doğrusu: “Beyaz yakalı liseli bir kız” olacaktır. Lütfen düzelt onu! Şiirinin son hâlini mi merak ediyorsunuz? Elbette “Liseli Kız” bu şiddetli ve haklı itirazdan sonra daha doğru bir Türkçeyle yayımlanacaktır: Benim de bir zamanlar sevdiğim vardı Beyaz dantel yakalı bir liseli kız. Bağlarda, bahçelerde, yaylalarda yeşeren Al karanfiller gibiydi aşkımız. Aynı şiirde, Ayşe Hanım’ın gözünden kaçmayan bir başka büyük yanlışlık da vardır. Sıra ona gelir: —Bülent, şiirin bir yerinde diyorsun ki: “Ve yuvada bekleşen sabırsız, küçük Serçe kuşları gibiydik ikimiz.” Olur mu Allah aşkına? Sen böyle bir yanlışlığı nasıl yaparsın? Ve nasıl “Serçe kuşları gibiydik” dersin? Serçe zaten kuştur. Serçe kuşu da nereden çıktı? Türkçede leylek kuşu, kartal kuşu, güvercin kuşu denilir mi? Leylek de, kartal da, güvercin de zaten kuştur. Bu mısraı düzeltmen lâzım! Baştan itiraz edecek gibi olur: —İyi ama Ayşe, bak Orhan Veli de bir şiirinde: “Başıma da konuyor aman martı kuşları” demiyor mu? Martı kuşları oluyor da neden serçe kuşları olmasın? Yanlışlık bunun neresinde? Ben bir yanlışlık görmedim doğrusu! —Yani yanlışı Orhan Veli yapınca, o yanlışa biz doğrudur inancıyla mı bakacağız? Yanlış her zaman ve her yerde yanlıştır. Yanlışı kim yaparsa yapsın ona doğruluk vasfı kazandıramaz değil mi ama? Sen bu “serçe kuşları” yanlışını düzeltiyor musun düzeltmiyor musun onu söyle? Kahramanımızın artık dayanak noktası kalmadığından o mısraı: “Ve yuvada bekleşen sabırsız,

küçük / Serçeler gibiydik ikimiz.” şeklinde düzeltecektir. Edebiyatımızda sadece Yavuz Bülent mi eşinin şiddetli eleştirileriyle noksanlıklarını gidermiştir? Elbette hayır! Peyami Safa da eşi Nebahat Hanım’ın ciddi, olgun eleştirileriyle eserlerine yeni bir hayat verecektir. O koca fikir devinin eserlerini sadece kendisinin düzelttiğini sanıyordum. Ama yıllar sonra yanıldığımı okuduğum bir kitaptan öğrendim: Peyami Safa: “Nebahat bilhassa tereddütlerimi izale edip tercihlerime amil oluyor!”3 Yavuz Bülent’in en çok korktuğu, sustuğu, çekindiği musahhih sevgili eşi Ayşe Hanım’dır. Onun içindir ki, bir defasında bana anlatmıştı: —Selçuk, Biliyorsun çok zor yazıyorum. Bir yazımı en az üç dört defa değiştirdiğimi, hatta yazdığımı unutup yeni baştan ele aldığımı çok iyi biliyorsun. Artık eşime yazdıklarımı göstermiyorum. Çünkü notu çok kıt! Yazmaktan soğumamak için şimdilik onu devreden çıkarmak mecburiyetinde kaldım.

Beceriksiz!

Ahmet Hamdi Tanpınar, Antalyalı Genç Kıza Mektup’unun bir yerinde şöyle diyor: “Sizin sahillerinizde, o denize bakarak, o lodos dalgalarını seyrederek, benim gençliğimde şimdikinden çok az verimli olan meyve bahçelerinde dolaşırken, ilk şiirlerimi tasavvur ettim ve edebiyattan başka bir şey yapamayacağımı anladım. Yavaş yavaş bir hülya adamı oldum.” Aslında bütün edebiyatçılar birer hülya ve rüya adamıdırlar. Hiçbirinin elinden bir iş gelmez. Onlar hülya ve rüya arasında bir yerdedir. Yavuz Bülent de bir hülya adamıdır. Eğer eli kalem tutmasaydı, dili kelâmı güzel söylemeseydi ne iş yapabilirdi, diye düşünmek yersizdir. Çünkü başka bir “iş” zaten elinden gelmezdi. Gerçi Mehmet Âkif şairliği meslekten saymıyor ama olsun! Peyami Safa ise meseleye daha gerçekçi bakanlardan: “Bir sanatkâr için hayal, hakikaten daha hakikidir.” Yavuz Bülent’ten önce diğer edebiyatçılarımızın “beceri”lerine göz atalım: Nebahat Hanım’a göre Peyami Safa’nın elinden bir iş gelmez, hatta bir çivi bile çakamaz. Nurullah Ataç, elektrik ampulünü bile takamazmış. Ziya Osman Saba’nın eşine: “Ev işlerinde size yardım eder mi?” diye sorulmuş. Ve Rezzan Ha-

75

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


nım: “Hiç etmez. Çok beceriksizdir. Yeni evliydik. Soba kur dedim... Odada başını elleri arasına almış, akşama kadar düşünmüş... Bir de odaya girdim ki öylece oturuyor. ‘Ben senin sobacın değilim’ diye bağırdı... Kırk yılda bir pazara gönderip domatesin olgunlarını al, derim... Ne kadar çürüğü varsa alıp eve getirir. Sonra hiç pazarlık bilmez.” Gördüğünüz gibi edebiyatçılarımızın ekserisi “beceriksizdir.” Çünkü hepsi birer hülya adamıdır da ondan. Şimdi de bizim şairimize bakalım! Bilgisayar çağındayız. Artık bütün matbuat bilgisayarla idare ediliyor. Bir kitabı elektronik posta ile birkaç saniyede yayınevine gönderebiliyor veya alabiliyoruz. İletişim bu kadar gelişti. Bâkiler, gelişmelerden haberi olmasına rağmen bilgisayar bilmiyordu. Ve katiyen öğrenmeye yanaşmıyordu. Bir gün kendisine sordum: “Neden bilgisayar öğrenmiyorsunuz?” Cevabı düşündürücü olmakla beraber “hülya adamına” yakışıyordu: —Birkaç yıl önce, hediye edilen bir dizüstü bilgisayarım var. Onu çalıştırabilmek için, Millî Eğitim Bakanlığının açtığı bir kursa yazıldım. Kurs öğretmeninin anlattıklarını katiyen kavrayamadım ve üçüncü dersten sonra, dayak yemiş gibi kurstan kaçtım. Bütün elektronik cihazları kullanmakta gerçekten çok beceriksizdir. Mesela bir çamaşır veya bulaşık makinesini bile ne çalıştırabilir ne de çalışan makineyi kapatabilir. Öyle ki, Ayşe Hanım bir yere çıkacağı zaman, evde çamaşır makinesi çalışıyorsa kendisine not bırakarak nasıl kapatacağının talimatını verir: —Bülent, filan ışık söner, falan ibre sağ tarafa kayar. Sen şu düğmeye basmalısın. Sonra musluğu sola çevirip kapatmalısın! Sakın bu dediklerimden başka bir iş yapma; başıma iş açma! “Ben” diyor, Yavuz Bülent “televizyon ve radyoyu açıp kapatabiliyorum. Ama bir sesi, radyodan bir yayını asla kaydedemiyorum. Veya bir kaseti teybe yerleştirip dinleyemiyorum. Cep telefonu kullanıyorum; fakat gelen mesajları dahi nasıl açıp okuyacağımı bilmiyorum. Suç mu Allah aşkına? Dünyanın en beceriksiz adamı benim işte!”

Mutfaktaki şair!

Annesi merhum Hayriye Hanım dermiş ki: “Yavuz’un önüne taştan yumuşak olmak şartıyla yemek olarak ne koysanız yer ve kalkar. Ben Yavuz’un yemek beğenmediğini, sofraya konulan yemeğin başına söylenerek oturduğunu katiyen görmedim, duy-

madım. Ama Yavuz’un küçüğü Naci yok mu? Naci’ye yemek beğendirmek güçtür. Her yemeği beğenmez, her sofraya oturmaz.” Elektronik aletleri kullanamayan beceriksiz şairimiz, mutfakta ise gayet beceriklidir (!) Bütün ömrü boyunca ancak üç çeşit yemek yapabilmiştir. En çok sevdiği yemekler arasında saydığı bulgur pilavı, patates yahnisi, bol sarımsaklı -yoğurt dökülmek kaydıyla- yağda yumurta… Bu üçünü hem güzel yapar hem güzel yer. Bir de makarnayı güzel yapıyor. Benden söylemesi! Mehruba Atay’a göre Falih Rıfkı ev işlerinde kendisine yardım etmezmiş: “Elinden bir iş gelmez. Şu bardağı şuradan alıp koyarken muhakkak kırar. Gözlüğünü bile kaybetse bulup eline vermek lâzım. Kazara bir tabak kaldırsa: Bak ben ne yaptım der.” diyor. Nihal Karay ise Refik Halid Karay’ı anlatırken: “Sabahları benden erken kalkıp kahvesini hazırlar. Benim sokağa çıkmam icap edince mükemmel yemek yapar!” Bizim şairimiz mi nasıldır? Yavuz Bülent de takriben yirmi seneden beri sabah kahvaltılarını kendisi hazırlıyor. Ayşe Hanım hazır sofraya oturup güne beraber başlıyorlar. Öğlen ve akşam sofralarını da kendisinin kurduğunu ve kaldırdığı biliyor muydunuz? Bunu büyük bir zevkle yaptığını da ayrıca yazmalıyım. Sonra akşam beş çayını da kendisi demleyip Ayşe Hanım’a ikram ediyor.

Hazırcevap bir bürokrat

TRT’den ayrıldıktan sonra, Kültür Bakanlığında Müsteşar Yardımcılığına getirildi. İlk işi ise Gazi Mustafa Kemal’in doğumun 100. yılında 100 eser yayımlamaktı. Bir gün, Abdurrahman Güzel’in hazırladığı Kaygusuz Abdal isimli kitabı yayımlar ve devrin Kültür Bakanı Muhlis Fer’e arz eder. Bakan korkunç bir taassupla: “Bu Atatürk düşmanı adamın kitabını nasıl yayımlarsın?” der. Yavuz Bülent, Bakan (ama göremeyen) Muhlis Fer’e unutmayacağı bir cevap verecektir: “Sayın Bakan, sizi anlamakta zorlanıyorum. XV. yüzyılda yaşamış bir şair 1881 yılında doğmuş Atatürk’e nasıl düşmanlık besleyebilir?”

Fatih Sultan Mehmet’e sigara içirdiği gün!

Lisenin üçüncü sınıfından itibaren bir isteği vardır: Fetih şiirleri yazarak bunları Destanlar İçinde

76

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


İstanbul adıyla neşretmek! Gençlik heyecanıyla fetih şiirleri yazar, hatta bunları çeşitli dergilerde yayımlar. Hiç kimseden itiraz yükselmez. Tâ Ârif Nihat Asya önünde terleyene kadar! Ârif Nihat Asya, onun fetih şiirleri arasında en çok Padişah isimli şiirini beğenir. Ve yanında hazır bulunan Galip Erdem’e de beğenisini, sevgisini, ilgisini belli eder. Ancak esas kıyamet az sonra kopacaktır ki, henüz Yavuz Bülent’in haberi yoktur. Padişah isimli şiirinin bir mısraı önceleri şöyle idi: “Gözlerini yumsa bir an Bir sigara yaksa sonra karşısında duman duman Birkaç yudum kahve içse fincanında ayan beyan Bizans’ı görür fal gibi.” Ârif Nihat Hoca, Sultan Fatih’in sigara ve kahve içtiği mısrasının üzerini çizerek: —Olmaz Yavuz Bülent! Olmaz! Sultan Fatih sigara da ve kahve de içmezdi. Sen her ikisini birden içiriyorsun. Neden böyle yazdın? —Hocam, ben de sigara içmiyorum. Ama arada bir sigara da kahve de içiyorum. Yani Sultan Fatih, bir akşam yemeğinden sonra efkârını dağıtmak için bile olsa sigara yakmamış mıdır? —Hayır, asla yakmamıştır! —Peki hocam, huzuruna gelen bir elçiye kahve ikram edildiğinde kendisi de içmemiş midir?

—Hayır, asla içmemiştir! —Hocam, nasıl bu kadar emin konuşuyorsunuz? Sanki Sultan Fatih’in yanındaymışsınız gibi kesin hükümleriniz var. Ne var sanki Fatih’e sigara ve kahve içirdimse? —Bak Bülent, tarih kitaplarımız yazıyor ki, sigara ve kahve Türkiye’ye Fatih’ten yüz yıl sonra gelmiştir. Bu durumda Sultan Fatih nasıl sigara içebilir? Nasıl kahve yudumlayabilir? Diyeceksin ki ben destan yazıyorum. Destanlarda abartı olur. Evet, ama abartının da ölçüsü, sınırı var. Bunları derhal düzelt! Bu ciddi itiraz üzerine o mısraı şöyle düzeltecektir: Gözlerini yumsa bir an Çizgi çizgi duman duman Su içtiği her tasın içinde ayan beyan Bizans’ı görür fal gibi. Ârif Nihat’ın tenkitleri bitmemiştir. Sıra Üç Yeniçeri şiirine gelir: —Şimdi Üç Yeniçeri’yi oku da Galip de dinlesin! Şiiri okumaya başlar: tin

77

“Sivaslı Recep, Bursalı Ömer, Manisalı FahretÜç kısrak üstünde üç yeniçeri.

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Dört nala at sürerler Kostantin surları üstünde Kılıç tutar, kalkan tutar, mızrak tutar elleri.” Ârif Nihat’ın yüz hatları buruşur. Sorar Yavuz Bülent’e: —Beğendin mi şiirini? —Nesi var hocam şiirin? —Nesi yok ki Bülent? Yeniçerileri ata bindirmişsin, daha ne olsun ki? —Yeniçeri ata binmez mi hocam? —Binmez tabii ki. Yeniçeri yaya askerdir. Yerde dövüşür. Ata sipahiler binerler. Şimdi sen, bu şiirindeki o yeniçerileri attan indireceksin. Yerlerine sipahileri bindireceksin! Tamam mı? —Tamam hocam, der Yavuz Bülent. Üç Yeniçeri isimli şiirde yeniçerileri attan indirip yerlerine sipahileri bindirir: “Sivaslı Recep, Bursalı Ömer, Manisalı Fahrettin Sırım gibi boylu poslu üç yeniçeri Yürürler devleşerek Bizans surları üstünde Titretirler adeta bastıkları her yeri.”

Şimdi öldürdün!

Bir adam düşünüz ki, kanser olduğunu yakınlarına güle oynaya söylesin! Sevdiklerinin yüreği ağzına gelsin. Bu da yetmezmiş gibi bir de “Kanser” şiiri yazıp hastalığıyla dalga geçsin! Kimdir diye boşuna zahmet etmeyiniz; bizim şairimiz! Hastalığını bana telefonda, sanki başı ağrımadığı hâlde nazlanıyormuş gibi birden söyleyince beynimden vurulmuşa döndüm. Günlerce yemek yemediğimi bilirim. Tedavi süresince ümidini hiç kesmedi. Çoğu zaman hastalığıyla dalga geçerek, kendisiyle eğlenerek bu sıkıntılı devreyi atlatmayı denedi. Yalnız bir mektubunda: Kardeşim Selçuk, hastanede epey kanser vakasıyla gelen hasta var. Yanımda yöremde acıdan kıvranan insanlar gördükçe ürperiyorum. Sağlam insan burada hasta olur. Çok bunaldım. Yazacak epey kitabım var. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hastalığı ayaklarımın altında ezmek istiyorum, lütfen bana dua et!” diyordu. Sanıyorum o gün epey canı sıkılmıştı. Bizim Külliye’nin geçen sayılarının birinde “Kanser” yayımlanmıştı. O şiiri bana okuduğunda hâlen hasta idi. Dergiye göndereceğini söylemiş, dediğini de yapmıştı. “Kanser” benim çok duygulandığım şiirlerdendir:

Kanser misin nesin çek git başımdan Sakın yanlış bir iş yapma aman ha! Yazılacak gül gibi kitaplarım Söylenecek şiirlerim var daha! … Anlatsam zulmünü herkese bir bir Sen bile utanırsın kendi kendinden Artık ne okumak ne de tek bir şiir… Yaşayıp gidiyordum şurda gönlümce Sayılı kaç günüm kaldı kim bilir? Aşağı yukarı beş sene önceydi. Kendisi hakkında “Armağan kitabı” hazırlamıştım. Çeşitli kimselere gidip yazı istiyordum. Bir gün, tanınmış bir ilim adamına gittim. Meseleyi anlattım. Önce yazacağını vaat etti. Ama zaman daralıyor, yazı elime geçmiyordu. Birkaç kez telefon açtım. Cevabı her zaman menfi idi. Sonra anladım ki yazmaya gönlü yoktur. Son görüşmemizde beni çay içmeye davet etti. Gittim. Orada anladım ki, bana ısrarla bir şeyler dokundurmak istemektedir. Karnındaki taşları yavaş yavaş dökmeye başladı. Dedi ki: “Sen bu kitapla Yavuz Bülent’i öldüreceksin. Gel vazgeç! Çünkü Armağan kitapları, kişi öldükten sonra yayımlanır. Eğer şimdi yayımlarsan Yavuz Bülent’in ayakları yerden kesilir. Kendini dev zanneder. Şiirini de nesrini de öldürürsün! Yavuz Bülent’in böbürlenmesine fırsat verme!” Ayrılırken de: “Şimdi Yavuz Bülent’i öldü bil, onu sen öldürdün!” demeyi ihmal etmedi. Zavallı adama orada gereken cevabı vermiştim. Hakkında, “ev hâlini” aşikâr edecek daha pek çok konu var. Ama yerimiz müsait değil. Fakat onun ve diğer edebiyatçılarımızın ev hâllerini yakın bir zamanda kitap hacminde yayımlayacağım. İnşallah o zaman daha rahat anlatma imkânımız olacaktır. ■ Kaynak

1. Ârif Nihat Asya İhtişamı, Yavuz Bülent Bâkiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2. Meşhurlarımızın çeşitli özelikleri hakkında daha geniş bilgi için bkz. Hikmet Feridun Es, Tanımadığımız Meşhurlar, hzl. Selçuk Karakılıç, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2009. 3. Eşlerine Göre Ediplerimiz, Sermet Sami Uysal, L&M Yayıncılık, İstanbul 2004.

78

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


79

h az ir a n-temmuz-a Ä&#x;ustos 2 0 1 0


80

h az ir a n-temmuz-a Ä&#x;ustos 2 0 1 0


81

h az ir a n-temmuz-a Ä&#x;ustos 2 0 1 0


İ Z Z E T PA Ş A V A K F I * NİHAT ERİŞ**

1

975 yılında kurulan İzzetpaşa Vakfı, Türkiye’de kamu yararına çalışan mevcut 120 vakıftan biridir. Daha önceleri dernek statüsünde olan Vakfımız, 1975 tarihinden sonra cami ve pasaj parsel adasında 5 adet yeni bina istimlâk ederek 5000 m2’lik bir büyümeyi sağlamıştır. Bu alan üzerinde 38 olan dükkân sayısını 115’e çıkarmış ve Elazığ’ın en büyük pasajını inşa etmiştir. Bu parsel adası içinde 100 oto kapasiteli kapalı otopark, sıhhi banyo, tuvalet, morg, gasilhane, idare binası inşa etmiştir. İnşaat bitim sonrası vakıflara ait parsel üzerinde kalan 22 işyerini gelirleri ile birlikte Vakıflar Genel Müdürlüğüne teslim etmiştir. Yine 1993 yılında Ufuk Tıp Merkezi yanındaki arsa satın alınarak yaptığı proje içinde 4 büro, 2 cami personeli için lojman, toplantı salonu, yemekhane ve bir büyük işyerini yapmıştır. Vakfımız, o günden bugüne hizmet faaliyetlerini genişleterek sürdürmüştür. Vakfımız, Cumhuriyetimizin 75. kuruluş yılında bayrağı yıllardır bulunmayan Harput Kalesi burcuna 4 x 6 metre ebadında ve yere paralel yatık kalkan 29 m yüksekliğindeki mekanik bayrak direği inşa etmiş, direğin bakım ve onarımını üstlenmiş, atalarımızdan devralınan bu hürriyet ve istiklalin biricik timsaliyle hem ufkumuzu hem sevdamızı süslemiştir. Elazığ’da varlığına çok ihtiyaç duyulan ve Elazığ Valiliği ile müştereken %80’ini Vak* Yavuz Bülent Bâkiler'e Saygı Gecesi açılış konuşması ** İzzetpaşa Vakfı Başkanı

82

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


(Soldan sağa: M. Naci Onur, Nihat Eriş, Yavuz Bülent Bâkiler)

fımızın karşıladığı 780.000 liraya mal olan, 2002 yılında başlayıp 2005’te bitirdiğimiz ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bağışla teslim ettiğimiz Vali Osman Aydın Çocuk ve Gençlik Merkezi gurur kaynağımızdır… Yine 2006 yılı sonlarında eğitim hizmetlerimiz çerçevesinde Elazığ’da varlığına ihtiyaç duyulan üniversiteye yönelik öğrenci yurdu projemizdir. Millî Emlak Müdürlüğünden bedelsiz olarak aldığımız 12 dönümlük parsel içinde Kız–Erkek Yurtları, Cami ve Spor Kompleksi projesinden kız yurdunu 2008–2009 öğretim yılında gerçekleştirdik. Kız yurdumuz 256 yatak kapasitelidir ve her türlü sosyal-kültürel-spor tesisleri bünyesinde mevcuttur. Açmış olduğumuz yurt %100 doluluk oranı ile işletilmektedir. Kayıtları yapılan öğrencilerimize herhangi bir ayrım yapılmadan çağın bütün imkânları kullanılarak hizmet verilmektedir. Vakıf senedimiz gereği, kurulumundan bugüne kadar mağdur ailelere, şehit ailelerine ve felaketzedelere gıda, sağlık ve eğitim yardımları yapılmaktadır. Vakfımızın kuruluş gayesi olan ve Elazığ’ın özel bir simge kimliğini kazanan İzzetpaşa Camii ve Külliyesinin tüm bakım, onarım ve personel giderleri vakfımızca karşılanmaktadır. Ayrıca Büyük Önder Atatürk’ün ifadesiyle ‘bir milletin hayat damarı olan sanat’a, edebiyata bigâne kalamazdık; bu amaçla 1999’da Bizim Külliye dergisini çıkarma kararını aldık. Elazığ’dan yayın hayatına kattığımız sanat-edebiyat dergisi “Bizim Külliye” on bir yıldır yayın hayatını aralıksız olarak sürdürmektedir. Kendi sahasında his ve fikir bayrağını yükselten Bizim Külliye’miz 2007’de Türkiye Yazarlar Birliğince 2008’de Balkan Aydınlar ve Yazarlar Birliğince yılın en iyi sanat ve edebiyat dergisi seçilmiştir. Yurt dışına kadar uzanan dergimizin şair, yazar ve yayın kadrosunda Yavuz Bülent Bâkiler gibi güzide kalemlerin yer alması bir başka gurur kaynağımızdır. Kültürümüze, yalnız dergiyle değil, davete icabet nezaketini gösteren değerli bilim, kültür ve sanat adamlarının katkılarıyla gerçekleşen konferans, panel gibi faaliyetlerle de hizmete çalışıyoruz. Bu akşam aramızda olan gönül çıramız Yavuz Bülent Bâkiler Bey bunun en güzel misalidir. Davetimizle şehrimize teşrif eden Yavuz Bülent Bâkiler Beyefendi’ye hemşerilerim, vakfım ve şahsım adına teşekkür eder, saygı ve muhabbetlerimi sunarım.■

83

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


FATİH ARSLAN*

H

angi sıfatlarla anlatsak Yavuz Bülent Bâkiler’i, hangi tanımlamalarla aktarsak bu hak yolunda hiçbir pervası olmayan Anadolu’nun atsız pusatsız söz fatihini… “Usta malı alıp satıyorum.” diyebilecek kadar mütevazı olmasına rağmen o gerçek anlamda bir kültür adamı, kendine münhasır revnâkıyla bütün samimiyetini birleştirmiş modern zamanların Dede Korkut’u… Şair, nâsir, gazeteci, hatip, araştırmacı, dürüst bir siyasetçi, tecrübeli bir gönül ereni, dirayetli ve çalışkan bir bürokrat… Bu liste uzayıp gider. Ama her şeyden önce Türk için çalışan, Türk için düşünen, Türk için sevinen ve Türk için üzülen bir “adam * Yavuz Bülent Bâkiler'e Saygı Gecesi belgesel metni. (6 Mart 2010) ** Yrd. Doç. Dr., F. Ü. Fen-Ed Fak.

gibi adamdır” o. Büyük şehirlerin inceliğini bütün zerrelerine sindirebilmiş Anadolu’yu bilen bir yağız Anadolu delikanlısıdır. “Ben Anadolu’yum, Yıllar yılı susuz kaldım yıllar yılı aç Şükrederek kalktığım sofralarımda Ya soğan ekmek olur, yahut bulamaç” Mertçe doğan, mertçe davranan ve mertçe yaşayan bir düzgün duruştur. Heyecanını hiç kaybetmeyen, “özün doğrusunu sözün doğrusu belleyen” bir şair, bir edip, bir hatiptir. Ötekileşmeyen, kekelemeyen mağrûr bir Osmanlı’dır. Evet bir şair,

84

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


(Yavuz Bülent Bâkiler ve Elazığ Valisi Muammer Erol)

ruh kervanının heybesinde saklı kelimelerin sihriyle bizi uzak iklimlere taşıyan, kara sevdayı vatan belleyen Türkistan ve Azerbaycan coğrafyasından Tanrı dağlarına, Kerkük’e kadar beyaz ve kırmızı açan bütün toprakların acısını, sevdasını, destanını harmanlayan kalem ve kelâmı kardeş kılmış bir söz ustasıdır. “Ben ki, Alper Tunga’ya gönül verenlerdenim Yurt uğruna dolu dizgin göğüs gerenlerdenim Sonra durgun sulara “Bismillah”larla Kilim seccadesini serenlerdenim Yani hem Alp’lerdenim, hem Alperen’lerdenim.” Bayrak insanlar vardır bizim kültür tarihimizde, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya gibi… İşte bu ümidi mefkûrenin soluğu belleyenler tayfasının son halkasıdır Yavuz Bülent Bâkiler. Yaşadığı ve soluk aldığı sürece sorumlu bir bayrak insan olarak Anadolu’nun ağlayan çocukları, Karabağ, Kosova, Türkistan, Kerkük hep onun ülküsünde; onun muştusunda nefes alır. Aslen Karabağ’dan gelen bir aileye bağlıdır. Ama nasıl bir bağlılık?.. “Şimdi Azerbaycan’da mevsim bahardır Ama türküleri yine, baştan başa efkârdır Düşlerime yağan kardır

Boynu bükük bir diyardır Yardır Ağzı köpüren atlar üstüne yeminim vardır Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır.” Evet bir şahdamardır Azerbaycan şairi besleyen, büyüten… Hatta Azerbaycan bağımsızlığını kazanmadan iki şair bilinirdi o topraklarda: Nazım Hikmet, Yavuz Bülent Bâkiler… Ama şimdi bir Türk şairi biliniyor… Çocukluğunda Sivas’ın toprak evlerinde, gaz lambası ışığında sesi titrek, ürkek bir radyonun dalgalarına karışmış bir ana sıcaklığında kavruldu yüreği… Kulağına ezanlar okundu, gönlünü halk türküleri kucakladı, ninniler, masallar, “boş beşikler”le yoğurdu sözünün resmini. Çamurdan oyuncaklar yaptı ve çamurdan hayatları asla unutmadı. Ne “Emmilerim sadaka!” diyen çocukları ne de yitik Anadolu’yu… “Gökteki yıldızlar kadar sayısız Ah yurdumun kimsesiz ve yoksul çocukları Anladım farkımız yok koparılmış başaktan! Alın bu gözleri benden, alın bu yüreği artık Utanıyorum yaşamaktan.” Bir Uygur freskini andıran ve her an çakmaya hazır şimşek imbatları taşıyan yüzü, şiire bakınca

85

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


“Yeniden cemre gibi düşmek toprağa, Yeniden haram etmek gece gündüz uykuyu… Yunus Emre gibi atsız pusatsız Yeniden fethetmek Anadolu’yu.” Öz be öz Oğuz Türkmen yurdu Sivas’ı Tanrıdağı ufuklarından getirdiği halı gibi nakış işlemiştir. Onun türküsü, türkülerin en firaklısı, en coşkulusu ve en Türk olanıdır… O şiirleriyle Antepli Şahin’dir, Cebeci Camii’nde Kur’an dinleyen mümindir… O tebeşir tozlarını silkerek gelen ince dallar gibi liseli kızın kara sevdalı aşığıdır… Doğu’dan al atlar üstünde sefere çıkmaya hazırlanan yiğitlerin en şanlısıdır. Kerkük’te bayraklaşan her damla kanın duygulu şahididir. Üsküp’ten Kosova’ya at süren akıncı beyi Hüsrev’dir… Atayurdun çilesine Türkistan Türkistan diye feryat eden çağımızın Kaşgarlı Muhmud’udur ama ille de Anadolu’dur. nasıl bu kadar zarif, seçilmiş, sakin, durgun ak kanatlı güvercinlere dönüşür? Nasıl bu kadar eskilerin ifadesiyle sehl-i mümtenîler yiğit, ateşîn, gözyaşlarıyla yıkanmış bir derûni ahenkli söyleyişe yönelir? Destanlaşan şiirlerde nasıl olurda her laf, mana bir mitralyöz mermisi gibi birbiri ardına patlar? Bir duygu fırtınası nasıl olur da bir fikir şehrâyininde bulur kendini? Pek çok sebep sıralayabiliriz. Ama aslolan şairin kendi sınırlarını bir gönlün, bir hasret kuşağının Tonyukuk’a kadar uzanan çizgisinde aramak gerekir. Bir de halk şiirinin kafiyenin manaya yüklenmesinden nasıl bir şiir tılsımı doğurabileceğini görmesine… Ve dahası?.. Dahası mısralarda saklı…

“Ben Antepliyim, Şahin’in ağam Mavzer omzumda yük Ben yumruklarımla dövüşeceğim Yumruklarım memleket kadar büyük.” Ondaki aşkın en masumudur. Aşkı yeni neslin bilmediğini söylerken aynı ince pırıltıyla ışıldar gözleri. O, aşkın kendisine sevdalıdır. Durmaksızın parlayan ve sıralanan inciler gibi aşkı kutsal bir hazine beller. Yere göğe sığdıramaz, şaşırıp kalır: “Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n’emsin? Bazen kız kardeşimsin, bazen öp öz annemsin Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin Eksilmeyen çilemsin Orada ufuk çizgim, burada yanım yöremsin Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin Çaresizim çaremsin. Şaşırdım kaldım işte bilmem ki n’emsin?”

“Bizim türkümüzde, gurbet var artık Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tanrı dağlarına doğru Bismillahlar uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.” Yavuz Bület Bâkiler’e trajik olan yakışıyor. Aslında kendisi şiirdir. Ağlayan, ağlatan, coşan üstelik samimiyetinden ve mertliğinden bir adım geri durmaksızın akan çok az hatip vardır bu kültür coğrafyasında. O yüzden siyaset ve bürokrasi bataklığında kendini kaybetmeden kurtulabilmiş ve iyi ki kurtlar sofrasına oturmadan kalkmış; Anadolu’nun yani bizim idealler dünyamızı söze damıtabilmiştir.

İki tarih bütün manasıyla akseder Yavuz Bülent Bâkiler’in yüzüne. 23 Nisan ve 5 Ocak… Doğum günü bir çocuk neşesinde her yıl yeniden şenlenirken 5 Ocak söz ve ruh ustası Arif Nihat Asya’nın ömür beyanında durakların ve son demin adı olmuştur. Söyleyecek çok şeyin var ey Anadolu, ey Türkistan, ey baştan başa et ve tırnak olmuş, cisme dönüşmüş Yavuz Bülent Bâkiler olmuş büyük Türkistan!.. Söyleyecek çok şeyin var daha!..■

86

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


KEMAL BATMAZ

Bâkiler'i davet edişimiz

Bizim Külliye dergisi Elazığ’da, sanat ve edebiyata ilgi duyanlara hizmet ederek on seneyi geride bıraktı. Elazığ’dan yükselen edebî soluğu ve oluşan atmosferi ülkemizin sanatseverleriyle teneffüs eder, soluğumuza güç katarken sesimiz de ‘aks’ini bulmuştur. Bizim Külliye dergisi gerek çıkışında gerekse hayatta kalma ve devam gücünü bulmakta değerli kişilerin desteğini almış olmanın bahtiyarlığını yaşamıştır. Bu destek ile de dimdik bu güne kadar gelmeyi başarmış, ülkemizin kültür ve sanatına, edebiyatına hizmet eden önemli dergilerinden biri olmuştur. Dergimizin uzun soluklu oluşunda şu iki unsurun etkisi çok büyüktür. Bunlarda biri, İzzetpaşa Vakfı... Vakıf, dergimizin sahibi olmakla bize kaynak, Osmanlı vakıf misyonu ile de can suyu olmuştur. Bununla kalmamış bir ata şefkatiyle bizi hep kollamış, zinde kalmanın, güvende olmanın yolunu öğretmiş, yeni şeyler düşünmek ve yazmak, üretmek ve yapmak konusunda daima bizi özendirmiştir. İkinci büyük unsurun ne olduğunu sorarsanız, onlar, kendileri uzaklarda ama kalem ve kelamları hep yanımızda olan ak saçlı ve bilge kişilerdir derim. Onların tecrübeleri, edebiyat mücevherinin mihenk taşıdır. Karda çamurda, rüzgârda fırtınada, edebiyat ağacını yemyeşil tutmak için gönül ovasında at süren süvarilerdir onlar. Onların gölgeleri daima üzerimizde olmuş ve tükenmek bilmeyen enerjileriyle

87

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


bizleri hep desteklemişlerdir Yavuz Bülent Bâkiler, bunların başında gelir. Yavuz Bülent Bâkiler, Türk edebiyatı için çok önemli, ancak dergimiz için çok çok daha önemlidir. Dergimizin çıkarılma aşamasında bize en çok heyecan veren kişilerden biri idi. Onunla aynı dergide yazıyor olmak, onun isminin geçtiği kurulda bulunmak ne büyük bir paye idi. Çok şükür ki onu Elazığ’da bir kez daha ağırlama ve yanında olma payesini kazandık. Ve yine o zamanlarda başlayan heyecanımızdan hiçbir şey eksilmedi. Bizim Külliye dergisinin emekleme döneminde ona kol kanat geren Bâkiler’i, genç bir delikanlı olan Bizim Külliye dergisinde yeniden ağırlamak bahtiyarlığı bir heyecan seli oluşturdu içimizde. Bu hem dergimiz hem de Elazığ’ımız için bayrağı devralmanın, yeni bir edebiyat dünyası ve yeni bir çekim alanı oluşturmanın ta kendisi idi. Genel Yayın Yönetmenimiz Nazım Payam, “Yavuz Bülent Bâkiler’i Bizim Külliye dergisinin misafiri olarak davet edelim mi?” diye sorduğunda bu fikrin onun zihninde ne kadar süredir var olduğunu ve fikrin tazyiki ile ne planlar yaptığını, olgunlaşıncaya kadar içinde nasıl büyüttüğünü bilemezsiniz. Eğer dergimizi biliyorsanız bizim de onu nasıl anladığımızı ve Genel Yayın Yönetmenimiz Nazım Payam’ı nasıl kalben desteklediğimizi de biliyorsunuz demektir. Yavuz Bülent Bâkiler’i Elazığ’a Bizim Külliye dergisinin davetlisi olarak getirme fikrini kafalarımızda olgunlaştırmaya başladık. Her şey çok iyi hesaplanmalıydı. Bir şairin bir sözcüğü mısraya yerleştirmedeki hassasiyetinden farklı değildi bu fikirler ve tek tek, ince ince işlenmeliydi. Göz göz, sabır sabır, hesap hesap, kılı kırk yararcasına ve hem de bir rüyayı gözü açık işlercesine. Nazım Payam da her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladı bir şair hassasiyetiyle. Toplantılar yaptık. İlk toplantıda neler yapabileceğimizi tartıştık. Afiş, davetiye ve ilan işlerinin en az bir hafta önceden tamamlanmış olması karara bağlandı ve dergimizin her mensubuna eskilerin tabiriyle bir vazife tevdi edildi. 1. gün (05.03.2010 /Cuma) Bugün Yavuz Bülent Bâkiler saat 16.00 uçağı ile Elazığ’da olacak. Kararlaştırdığımız üzere cuma namazından sonra dergide toplandık. Arkadaşların hepsinin yüzüne tek tek bakıyo-

88

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


rum; bu yüzlerde hem heyecan hem de tedirginlik görüyorum. Acaba bende de mi böyle bir hâl var diye vestiyerdeki aynaya şöyle bir göz ucuyla bakıyorum. Cevabım ‘evet’ oluyor… Durumu önemsiyor olmanın tedirginliği diye düşünüyorum. Her an bir arkadaşımız telefon görüşmesi yapıyor. Hiçbir aksilik olmasın diye çabalıyoruz. Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Dergimizin gediklileri Nazım Payam’ın oğlu Muhammet Can Payam, Ömer Kazazoğlu’nun oğlu Ahmet Kazazoğlu, bilgisayarcımız Mehmet tetikte. Öncü birlik. Her an yanımızdan biri bir yerlere gönderiliyor. Sonra tekrar yanımızdalar. Ömer Kazazoğlu ani sıçramalarla oğluna direktifler veriyor. Biz de neredeyse onunla irkiliyoruz. Durumu anlayıncaya kadar baba oğul hızla birbirinden ayrılıyor. Ahmet, Muhammet ile bir göreve koşarken biz yeni bir telefon sesiyle unutuyoruz neler olduğunu. Aramızda konuşuyoruz. Hava bozuk. Uçak kalkmamış olabilir mi? Şakalaşıyoruz, ya uçak kalkmazsa. Nazım Payam inanır gibi oluyor. Çünkü her an bir aksilik olacak diye yüreği ağzında. Artık havaalanına doğru yola çıkmamız gerekiyor. Daha önce kararlaştırdığımız üzere arabalara biniyoruz. Ben, Taner’den fotoğraf makinesini nasıl kullanacağımla ilgili bazı tüyolar alıyorum. Hemen birkaç fotoğraf da çekiyorum. Biz Ahmet Faruk’un arabasıyla çıkıyoruz yola. Havaalanına varınca uçağın indiğini görüyoruz. Vakfımızın Başkanı Nihat Bey ve Vakıf Sekreteri aynı zamanda Hocam Naci Bey kapıda bekliyor. Nazım Payam ve Aydın, Yavuz Ağabeyi karşılamak için içeriye girmiş. Ayaküstü birbirimizi soruyoruz. İnsanlar kapıda bekleyen kalabalığı anlamaya çalışıyor. Biz kendimizi pop yıldızlarını bekleyen gençlere benzetiyoruz. Bir anlamda doğru aslında, biz de kendi yıldızımızı bekliyoruz. Kalabalığın arasından Yavuz Ağabeyi görüyorum. Hemen elimi makineye atıyor, art arda çekiyorum fotoğrafları. Yavuz Ağabey her zamanki gibi formunda… Hepimizle tokalaşıyor. Tek tek soruyor bizleri. Bizler de hatırlanmaktan çok memnun oluyoruz. Araçlarımıza biniyor ve Akgün Otel’e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca programın yürüyüp yürümeyeceğini konuşuyoruz. Arkadaşlar ellerinden geleni yaptıklarını, programın gereği gibi yürüyeceğini ifade ediyorlar ama aslında Bâkiler’i konuk etmek isteyen yerel televizyonlar konusunda biraz şüpheleri-

miz var. Konuk etmek konusunda çok ısrarlılar. Biz de Yavuz Ağabey’i yormamak konusunda kararlıyız ama dayanabilir miyiz? Bilemiyorum… Otele varır varmaz lobide biraz dinleniyoruz. Bâkiler Ağabey ortamda hiçbir şekilde yabancılık çekmiyor. Herkesle bizden daha samimi... Çaylarımız geliyor. Çaylarımızı içerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Yavuz Ağabey sürekli anlatıyor. Biz de alabildiğine açız. Türk Cumhuriyetlerinde gördüklerinden memuriyetinde yaşadıklarına kadar anlatıyor. En çok da gezileri ile ilgili olanları dikkatimizi çekiyoruz. Onu dinledikçe arada bir arkadaşlarla göz göze geliyoruz. Şaşkınlığımızı ya da onayladığımızı ifade ediyoruz. Su gibi akışkan anlattıkları… Bir ara Nazım Payam ile Yavuz Ağabey’in kalacağı odaya çıkıyorlar. Dönünce biz hemen fotoğraf çektiriyoruz birlikte. Neredeyse her anı objektife yansıyor. Sonra aynı akışkan ve duru konuşma başlıyor. Biz bir şey sormadan o bizim açlığımızı fark etmiş gibi anlatıyor. “Buraya konuşmak için gelmedim mi kardeşim tabi ki konuşacağım.” tavrıyla durmaksızın anlatıyor. Sonra yemek salonuna çıkmamız gerektiği uyarısı ile otantik Kürsübaşı Salonu’na çıkıyoruz. Yemek salonunda bizdeki birçok âdetin orta Asya’dan kalma olduğunu. Bu âdetlerin daha canlı bir şekilde orada yaşandığını anlatıyor. Hepimiz de çok şaşırıyoruz. Valimiz Muammer Erol’un teşrif ettiği haberi geliyor. Sofrayı bekleyenler ayaklanıyor hemen. Valimizi karşılıyoruz. Büyük bir nezaketle giriyor içeriye. Yavuz Ağabey ile vakıf başkanımız ve tüm arkadaşlarla selamlaşıyor. Oturur oturmaz hâl hatır faslı hızla geçiyor. Tekrar Yavuz Ağabey sözü işletmeye başlıyor. Anlatıyor. Ermeni meselesi ile ilgili konuşuyor. Bu konuda çok keskin sözler ediyor. Meseleye ilgililer tarafından yeterince hassasiyet gösterilmediğini ifade ediyor. Yaşının verdiği kuvvet ve meseleyi kendi yorumu ile anlatıyor. Almanya’da başına gelen bir Ermeni meselesi tartışmasında tartışmanın karşı tarafında olan pedere verdiği cevabı paylaşıyor bizimle. Keyifli bir yemek sonrası Yerel basından arkadaşların söyleşi isteklerini geri çeviremiyor Bâkiler Ağabey. Valimiz ayrıldıktan sonra söyleşi yapılıyor otelin salonlarından birinde. Okumak ile ilgili bir soru soruyor sunucu. Bâkiler Ağabey uzun uzadıya anlatıyor. Neredeyse tek soruluk bir söyleşi olacakken sunucu araya birkaç soru daha sıkıştırıyor.

89

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Bâkiler Ağabey müthiş bir enerji taşıyor üzerinde. Anlatıyor, anlatıyor… 2. gün (06.03.2010 / Cumartesi) Sabah erkenden Fırat TV’de söyleşi yapılacak. Söyleşide Nazım Payam, Taner Namlı, A. Faruk Güler olacak. Bu arada biz biraz dinleneceğiz. Yavuz Ağabey’in hızına yetişmek gerçekten zor... Altın Yunus Kız Öğrenci Yurdu’nda 12’00de bir konuşma daha yapacak, Yavuz Ağabey. Harput’taki öğle yemeği sonrasında yine konuşmaya gelecek. Çünkü asıl program akşam olacak. Saat 19.00’da herkesin hazır olması lazım. Günler öncesinden yaptığımız hazırlık karşılığını asıl o zaman bulacak. Saygı Gecesi Programı Yavuz Ağabeyin saat 19.00’da Edibe Can Müftülük Sitesi’nde yapacağı konuşma için bir saat önceden konuşma salonuna geliyoruz. Mahmut Bahar, Naci Onur ve ben birlikte çıkıyoruz salona. Salonun yanındaki bekleme bölümüne geçiyoruz. Orada Yavuz Ağabey ile fotoğraf çektiriyoruz. Yavuz Ağabey hiç üşenmeden hepimizle beraber poz veriyor. Anlık görüntüler yakalamaya çalışıyorum. Arkadaşlar Yavuz Ağabeyin yanına oturup oturup kalkıyor. Ben de durmadan kayda alıyorum o anları. Bir ara Yavuz Ağabey’in telefonu çalıyor. Uzun uzadıya konuşuyor. Nerede olduğunu, neden burada olduğunu, ne zaman döneceğini, işlerin döndükten sonra aksamadan devam edeceğini anlatıyor. Sonra telefonun diğer ucundaki kişi bir şeyler anlatıyor uzun uzun, ben bu arada usta bir fotoğraf sanatçısı edasıyla ‘an’ı donduruyorum, ileride kalıplara dökmek üzere. Yavuz Ağabey hemen hemen her konuşmasının sonunda “Sohbetinize de doyum olmuyor.” diyor. Hepimiz tebessüm ediyoruz. Aslında bizim duygularımıza tercüman oluyor. Fotoğraf faslı bitince salona çıkıyoruz, misafirleri karşılamak üzere. Gelenlerin çoğu tanıdık. Ama arada bir yeni çehreler de görüyorum. Yavuz Ağabeyin ne çok seveni varmış. Ama aralarında bizim gençlerin durumu bir başka… Hepsi de iki dirhem bir çekirdek. Kutlu bir iş yapıyormuşçasına gelenleri karşılıyorlar. Ellerinde kolonya ve şekerleri yok ama dudaklarından tebessümleri var. İkram bol… Emrah Gürsu kardeşimiz Yavuz Ağabeyin kitaplarının başında. Etrafı kalabalık, kitaplar tükeninceye

kadar. Bir ara Sıtkı Döner Hocanın yokluğunu fark ediyorum. Ama çok sürmüyor. O da merdivenleri döve döve yükseliyor. Selamlaşıyoruz. Hemen onu da arkadaşlarla birlikte makineme hapsediyorum. Salon dolmak üzere, belki yer kalmaz ama gönlümüz geniş. Derken konuşma zamanı geliyor. Yavuz Ağabey kürsüye çıkmadan önce Taner Namlı bir açılış konuşması yapıyor. Sonra Vakfımızın Başkanı Nihat Eriş Bey’i davet ediyor. Nihat Eriş Bey, İzzetpaşa Vakfı hakkında bilgiler veriyor misafirlere. Yavuz Bülent Bâkiler için hazırlanan bir gösteri var sırada. Bâkiler gösterisi başlıyor. Dalıp gidiyorum… Neredeyse bir vurgun yemiş gibiyim. Fotoğraflar akıyor önümde. Yavuz Ağabeyin değişik yaşlarına ait fotoğraflarına baktıkça insanın, insanlığın hikâyesini görüyorum. Kendi hikâyeme kayıyor düşüncelerim. Bâkiler’in ilimize her geldiğinde yanında bulunuşum, etrafında hayranlıkla dolanışım, yakın olmanın verdiği o gençlik heyecanı… Arkadaşlarımı görüyorum fotoğraflarda, daha bir kendimden geçiyorum. Meğer ne kadar yakınmışız Yavuz Ağabey ile. Kendimi görüyorum birkaç karede. Kazım Çimen, sonra Sami Demirbağ, Taner Namlı, Ahmet Faruk Güler, Fatih Aslan ve daha kimler… Sonra düşünüyorum o günden bu güne kimler kalmış, kimler gelmiş, diye. Dönüp etrafıma bakıyorum. Aşağı yukarı yine aynı kişilerle yüklenmişiz bu işleri. Gayriihtiyari yanıma bir bakıyorum İletişim Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Yağbasan. Onun da gözleri buğulanmış. Sanki o da bir hayalin peşinden giderken yakalanmış gibi. Soruyor bana: “Kemal Hocam, nasıl olmuş gösteri?” diye. “Çok güzel olmuş.” diyebiliyorum. Yutkunuyorum. “Öğrencilerinizi, sizi, seslendiren hocamızı ve metni yazan Fatih Bey’i tebrik ediyorum.” diye ekliyorum sonra. Gösterinin beğenilmesi mutlu ediyor hepimizi. Bu arada ben bir de programın fotoğraflarını çekmekle sorumluyum. Hemen birkaç bulanık fotoğraf çekiyorum. Sonra bakıyorum fotoğraflar pek parlak. Yavuz Ağabey kürsüyü devralıyor. Kürsüde başlıyor anlatmaya. İzlediği belgesel onu da çok etkilemiş. Çok duygulu bir giriş yapıyor. Ve bir rüyaya dalıyoruz. O konuştukça salona bir rüya tozu serpiliyor sanki. Herkes güzel bir rüya görüyormuş gibi oluyor. Gözler aynı noktaya çivilenmişçesine sabit.

90

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Arada bir tebessümler ve gülüşmeler oluyor. Yavuz Ağabey çocukluğundan bahsediyor. Biz hemen gözlerimizin önünde canlandırıyoruz. Okuma alışkanlığının babasına okuduğu kitaplar karşılığında aldığı paralarla oluştuğunu anlatıyor. Bu okumaların onu ne kadar etkilediğini, Necip Fazıl Kısakürek’i anlatırken fark ediyoruz. Onun ağzından Necip Fazıl’ı dinledikçe, sanatçı ruhunun nasıl kabuğunu kırdığını, kırmayı bırakın parça parça ettiğini görüyoruz. Eşinin, Yavuz Ağabeyin kitapları için hissettiklerini anlatınca da okuma isteğinin eşler tarafından nasıl gereksiz bulunduğunu, geçen sayımızda Avukat Suat Bulut’un yazısı ile nasıl örtüştüğünü görüyorum. Duygulanıyorum. Okuma aşkı ile eşine olan aşkını nasıl aynı yürekte hiç yıpratmadan büyüttüğünün farkına varıyorum. Yavuz Ağabeyin planlanan bir, bir buçuk saatlik konuşması iki buçuk, üç saati buluyor. Salonda kimsenin gitmeye niyeti yok. Aralıksız üzerlerine serpilen rüya tozu zamanı “an” ile sınırlamış. An’a takılıyoruz hepimiz. Ancak her güzel anın bir sonu olduğu gibi konuşmanın da sonu Yavuz Ağabey’e verilen onurluk ile tamamlanıyor. Yavuz Ağabey büyük bir ilgi ile salondan ayrılıyor. Biz onu dinlenmesi için uğurluyoruz. Arkadaşlarla çıkınca konuşulanları ve hazırlanan belgeseli anlatıp duruyoruz. Ertesi gün saat 10.30’da Bizim Külliye dergisinde buluşmak üzere ayrılıyoruz. 3. gün (07.03.2010 / Pazar) Erkenden kalkıyorum. Fotoğraf makinesinin şarj olan pillerini takıyorum. Kayıt cihazını kontrol ediyorum. Dergiye ilk benim geldiğimi kapıya anahtarı takınca fark ediyorum. Biraz oturduktan sonra kapıya bir anahtarın daha takıldığını fark ediyorum. Gelen Necati Kanter. Biz kaç dergide kişiysek o kadar da anahtarımız vardır. Selamlaşıyoruz. Daha kimsenin gelmediğini fark edince o da yanıma gelip oturuyor. Derken telefonum çalıyor. Bakıyorum Taner Namlı. Yavuz Ağabey’in İzzetpaşa Camisinin avlusundaki Vakıf binasında olduğunu öğreniyorum. Orada bir müddet sohbet ettiklerini, az sonra dergiye geleceklerini söylüyor. Biz hemen çay hazırlıklarına başlıyoruz. Dergide sohbet edilecek, çay içilecek. Dergi, pırıl pırıl… Yavuz Ağabey geleceği için birkaç gün önceden temizlik yapılmış. Misafirlerimizin gelmesi biraz zaman alıyor. Çünkü Yavuz Ağabey yürürken de anlatıyor. Vakıf binası ile der-

gimizin arası 15 bilemedin 20 metre. Ama neredeyse o mesafeyi yürümeleri 15 dakikayı buluyor. Aşağıda sesler duyuyoruz. Kapıyı açıyoruz, merdivenlerde bir hareket var. Önde Nazım Payam, arkasında Yavuz Ağabey, Vakıf Başkanımız Nihat Bey, Naci Bey Hocamız ve diğer arkadaşlar giriyor içeriye. Nazım Ağabey hemen masasını Yavuz Ağabeye veriyor. Oturuyoruz. Kitap imzalama ve resim çektirme faslı başlıyor. Yavuz Ağabey yine birçok konuya değiniyor. Bir ara dergimizin müdavimlerinden Fırat Üniversitesi Müzik Konservatuarı Öğretim Üyesi Mustafa Öztürk bir türkü okuyor. Türkü, bir Azeri türküsü… Türküyü dinledikten hemen sonra bize şöyle bir soru soruyor Yavuz Ağabey: “Siz söylenen bu türküyü anladınız mı?” Biz önce ne demek istediğini ve buradan nereye varacağını anlamıyoruz. Kısa süren bir tereddütten sonra hepimiz de anladığımızı belirten ifade ve davranışlarda bulunuyoruz. “Korkmayın bir şey yapmayacağım!” diyor. Biz de rahatlıkla tabii olarak anladığımızı söylüyoruz. O zaman: “Tamam, işte bakın, hepiniz de ikinci bir yabancı dil biliyorsunuz.” diyor. Bu, Bâkiler’in dil konusunda verdiği en önemli mesajlardan biri oluyor. Orta Asya seyahatlerinde yaşadıklarını paylaşıyor bizimle. Rusya’nın bu seyahatlerine nasıl engel olmaya çalıştığını heyecanla anlatıyor. İstihbarat teşkilatının ne kadar sağlam çalıştığını, Türkiye’deki insanları bile fişlediğini söylüyor. Bu sebeple Karabağ’ı ziyaret edemediğini anlatıyor. Vakit yeniden acıktığımızın haberini veriyor. Vakıf Sekreterimiz Naci Onur Bey, Vakfımızda bize bir yemek ikramında bulunuyor. Güzel bir yemeği ve sıcak bir ortamı paylaşıyoruz. Yavuz Ağabey’in olduğu her yer güzel oluyor. Vakfımızın yemekhanesinde defalarca yemek yemişizdir. Burada birçok kişiyi ağırlamışızdır. Ama hiçbiri bu kadar; herkesin kendinden bir şey bulduğu, tatlı bir sohbetle tamamlanmamıştır. Yavuz Ağabey ile geçirdiğimiz üç gün, onu karşıladığımız havalimanında son buluyor. Dost sıcaklığını görüyoruz her yüzde. Gözlerim kamaşır gibi oluyor. Uzun süre bir yere bir noktaya ya da bir parlaklığa baktıktan sonra gözlerinizi kırparsınız yaşarır ya, kendimi öyle hissediyorum. Güle güle, sen gözümüzün karasında, gönlümüzün karesinde hep o bildik tanıdık ‘Yavuz Ağabey’ suretinle kalacaksın.■

91

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


HAR-I BÜLBÜL Yavuz Bülent Bakiler ve Elçin İsgenderzadeye

Kış gitti, gün önümde, Bahar kondu yüreğime... Haydi kalk bülbül konsun dalına Seni esir aldı sananlar çatlasın Neyin varsa sal toprağın üstüne Külekler, Bakü’de yüreklere aparsın. Bahar ötesi yaz, yaz ötesi Hazar Hazar’ın yüreğinde Har-ı Bülbül Hazarda dalga dalga bahar Arı dalda, dalda bülbül, Har-ı Bülbül... Fırtınalar esintiye dönende Damlalar isyan edecek çiseye Haydi uyan, şafakta düğün olsun Mehmetçik hazırlık yapıyor sefere Dik dur vatan toprağında, alnın açık olsun... Şimdi bahardayım, yolum Şuşa’ya Çıdır düzünde bülbül olacağım, Har-ı Bülbül’e konacağım önce, Düşmana şimşek olup çakacak Dostun hasretine son vereceğim...

Mevsim çiçek çiçek bahar Damla damla yağmur, Masmavi deniz ufkunda güneş Güneş yanmışlığında Hazar... Ey!.. yüreğimin dalgaları Kaf dağınca sevdalarım Hasrete vurgun Hazarım... Bilirim tanırsın beni Balıklar, martılar kadar Yakınım sana Dağlar kadar, Ufuklar kadar, Har-ı Bülbül kadar uzağım... Çıdır düzünü, bir Hazar bilir Bir de yüreği Hazar olanlar Çıdır düzünde bir gül esir Dualar toprak olmuş,tekbir tekbir... Biliyorum, hiç görmedim seni Hiç ellerime alıp koklamadım Hissediyorum, yüreğini okuyor Feryadını yüreğimde hissediyorum.

OSMAN BAŞ

92

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Fethi Naci Editörler: Mustafa Şerif ONARAN / Özgen KILIÇARSLAN Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 1. bs., 344 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 40 YTL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri, geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya dönük bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2009 yılında editörlüğünü Mustafa Şerif Onaran ve Özgen Kılıçarslan’ın yaptığı, “Fethi Naci” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmaktadır Geçen yıl aramızdan ayrılan ünlü edebiyat eleştirmeni Fethi Naci, yaşadığı zor koşullara, siyaset anlayışından ödün vermeyen kişilikli davranışına rağmen, nesnel eleştirmen olarak edebiyatımızdaki özel yerini almıştır. Bu tutumuyla çağdaş edebiyatımızda çığır açan bir eleştirmen olmuştur. Fazıl Hüsnü Dağlarca Editörler: Konur ERTOP / Özgen KILIÇARSLAN Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 1. bs., 432 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 50 YTL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri, geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya dönük bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, 2009 yılında Konur ERTOP ve Özgen KILIÇARSLAN tarafından hazırlanan, “Fazıl Hüsnü Dağlarca” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmaktadır. Cengiz Aytmatov Editör: Ramazan KORKMAZ Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 1. bs., 392 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 55 TL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya yönelik bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2009 yılında

93

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Ramazan Korkmaz tarafından hazırlanan “Cengiz Aytmatov” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmaktadır. Cengiz Aytmatov, Türk kültür mirasını sahiplenen ve onu anlatılarıyla tüm dünyaya tanıtan büyük yazarlarımızdan biridir. O, Türk dünyası edebiyatında bilge ve öncü bir kimlik kazanarak yaşadığı toplumun kültürünü gelenekten geleceğe, ulusaldan evrensele taşımayı başarmıştır. Nurettin Topçu Editör: İsmail KARA Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 1. bs., 395 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 55 YTL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri, geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya dönük bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2009 yılında editörlüğünü İsmail Kara’nın yaptığı “Nurettin Topçu” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmaktadır. Kâtip Çelebi Editörler: Bekir KARLIĞA, Mustafa KAÇAR Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma ve Armağan Kitapları Dizisi, 1. bs., 400 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 55 TL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle, eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya yönelik bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2009 yılında Bekir Karlığa ve Mustafa Kaçar tarafından hazırlanan “Doğumunun 400. Yıl DönümündeKâtip Çelebi” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bilim ve kültür alanında yetiştirdiği ve 17. yüzyıla damgasını vuran Kâtip Çelebi, Osmanlı kültür ve medeniyet tarihinin yanında dünya kültür ve medeniyet tarihine de önemli katkıları bulunan bir düşün adamımızdır. 1609-1657 yılları arasındaki kısa ömrüne tarihten felsefeye, coğrafyadan tıbba, musikiden astronomi ve matematiğe ve en çok da bibliyografyaya ait yirmiden fazla eser sığdırabilmiştir. O yaşadığı dönemde Osmanlı bilim ve düşünce hayatında yeni bir atılım başlatan kişi, âdeta bir aydınlanma önderidir. Ömrünü bilime adayan Kâtip Çelebi, özellikle toplumun bilgilenmesinin önemine inanmış, siyasi ve iktisadi buhranların yaşandığı dönemde topluma

ve yöneticilere tavsiye niteliğinde eserler kaleme almıştır. Hat-Tezhip Sanatı Editör: Ali Rıza Özcan Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Sanat Eserleri, 1. bs., 512s., rnk., res., 31 cm. Fiyatı: 75 YTL. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2009 yılında editörlüğü Ali Rıza Özcan tarafından yapılan, “Hat-Tezhip Sanatı” adlı kitabı okuyucuyla buluşturmuştur. Hat ve tezhip sanatlarının ortaya çıkışları, tarihi süreçleri ile bu sanat dallarının önde gelen isimleri, üslupları, icralarında kullanılan malzeme ve teknikleri, müze, kütüphane ve özel koleksiyonlardan seçilen örneklerle sunulmaktadır. Kitapta Hat ve Tezhip sanatları iki bölümde ele alınmıştır. Hat Sanatı bölümünde, kutsal yazılar, İslam yazıları ve yazı teknikleri dışında; Anadolu Selçuklu Dönemi, Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi hat sanatı, ayrıntıları ile ele alınmakta, dönemlerin sanata yansımaları ve hat sanatının büyük ustalarının hayatları ve eserlerinden örnekler verilmektedir. Tezhip Sanatı bölümünde ise yüzyıllara göre bu sanatın gelişimi ve değişimi irdelenirken farklı üsluplarıyla eser veren usta sanatçılardan ve motiflerinden örnekler verilmiştir. Leyla Gencer Editör: Zeynep Oral Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, Anma Armağan Kitapları, 1. bs., 320 s., rnk., res., 28 cm. Fiyatı: 30 TL. Kültür, sanat ve edebiyat dünyasında düşünceleriyle ve eserleriyle çığır açan ve kültür dünyamıza katkıda bulunan isimleri, geniş okuyucu kitleleriyle buluşturmaya dönük bir yayın politikası izleyen Kültür ve Turizm Bakanlığı , “Leyla Gencer” adlı kitabı okuyucuyla buluşturdu. Dünyanın önde gelen opera sahnelerinde pek çok önemli eseri titizlikle ve başarıyla yorumlayan Gencer, operanın zirvesine çıkmış ve sanatıyla ölümsüzleşmiştir. Türkiye’nin adını dünya arenalarına taşıyan, ülkemizin çağdaş, aydınlık, yaratıcı yüzünün bir simgesi olan Leyla Gencer, kişiliğinde dört mevsimi, sesinde ise duygular dünyasının tüm renklerini taşıyordu. Bugün dünyanın her yerinde elden ele dolaşan yüzlerce kaydı bu renkleri yaymayı sürdürüyor.■

94

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


NAMIK YUSUF OĞUZBAŞARAN, Bekir, Bir Yaşama Biçimi Edebiyat, Romantik Kitap, İst. 2010 Oğuzbaşaran, kitabında işe “yazmak”la başlamış, “İftihar ve Teşekkür Belgesi” ile bitirmiş. Biz hocamıza teşekkür ediyor yazmak ile ilgili söylediklerinin bir kısmını sizlerle paylaşıyoruz: Yazmak; dil tarlasını kalemle sürmektir. Yazmak; sürülmüş toprağa düşünce tohumu ekmektir. Yazmak; düşünce ve duygu fideleri yeşertmektir. Yazmak; beynin ve kalbin ürünlerini zamanı gelince biçmektir. Yazmak; bir düşünme biçimidir. Yazmak; düşünceleri üretmek ve onları biçimlendirmektir. Yazmak; okunmaya değer şeyler üretmektir. Yazmak; uygarlık ormanında kendine ait bir ağaç yetiştirmektir. Yazmak; duygu ve düşünceleri istif etmektir. Yazmak; içi, dışa dökmektir. Yazmak; başka insanlarla iletişimin en gelişmiş aracını bulmanın sevincini tatmaktır. Yazmak; kaybolması muhtemel şeyleri kalıcı kılmaktır. Yazmak; kuşaklar arasında sağlam bir köprü kurmaktır. Yazmak; bilimi, kültürü, sanatı, duygu, düşünce ve izlenimleri yaymaktır. Yazmak; ölümü ortadan kaldırmanın çâresini aramaktır. Yazmak; bir hakikati araştırma yöntemidir. Yazmak; tanıdığımız, tanımadığımız bütün insanlarla mektuplaşmaktır. Yazmak; içimizde yazılı olan şeyleri okumaktır …” İsteme Adresi: www.nuvekultur.com SORGUNLU, Ümit Fehmi, Hikâyeden Taşan Sözler, Romantik Kitap, İst. 2010 Sorgunlu eserinde sadece hikâyelere sığdıramadığı belki de sığdırmak istemediği sözleri söylemiş. Ne güzel sanatkârca taşmak, ne güzel söyleyeceklerine bir kapı bulabilmek hal dilince,

95

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


diye düünüyoruz. Sorgunlu’nun kitabının arkasına kadar taşanları sizlerle paylaşmak istiyoruz: “Televizyon ilk bakışta teknolojinin bize sunduğu bir nimet gibi gözükse de, ne yazık ki birçok TV şirketinin programlarına baktığımız zaman bunun hiç de öyle olmadığını göreceğiz. Konuya teknolojik olarak bakıldığı zaman beyaz camlı akıllı kutunun pek bir suçu yok gibi. Zira birçok teknolojik üründe olduğu gibi, ona neyi programlamışsan onu yapar. Sonra kumanda edenin emrinde, sadık bir teknolojik üründür. Hem dünyanın bir ucunu, zaman mefhumunu ortadan kaldırarak anında göz zevkimize sunma gibi marifetleri de mevcut. İşte bu yüzden kültürümüzle yakından alakalı ve önemi de yaptığı işlev kadar büyüktür. Evlerimizin başköşesinde yerini alan televizyon eğer kendi millî kültürümüzü koruyor ve yaşatıyorsa ondan yakınmak söz konusu olamaz. Ancak bugünkü hâliyle televizyonlarımız kendi kültürümüzü korumak şöyle dursun onu erozyona uğratan başlıca unsurlardan biri durumundadır. Bugün birçok TV şirketinin programları bizden ve bizim kültürümüzden o kadar uzak ki, neye ve kime hizmet ettiklerini çözmek bile bir mesele Tarih şuuru, din dil ve millî birlikten uzak, programlarla aile yapımızı kökten sarsıcı, bize her gün zehir pompalayan televizyonlarımız onu kumanda edenin elinden çoktan çıkmıştır. Bütün bu saydıklarım ve saymadıklarımla ülkemizde kültür ve sanat alanında erozyon sınırlarını bile aşarak maalesef iş yozlaşma boyutlarına kadar ulaşmıştır. Bütün bunlara rağmen zaman zaman maneviyatımızı yükselten programlara da rastlamak içimize su serpiyor diyebilirim.” İsteme Adresi: www.nuvekultur.com KAYABAŞ, Ümit Zeynep, Kâğıttan Evler, Ürün Yayınları, Ank. 2010 Kayabaş’ın evleri kâğıttan değil. Çünkü kitabın başından sonuna kadar bir Deli Dumrul motifi var ki Deli Dumrul’un kâğıttan olmayan tek şeyi evidir. Gayrısı kâğıttandır. Yani hayalidir, gerçek değildir. Buna diklendiği Azrail, kurduğu köprü, can istediği anası dahildir. Bir tek şey dahil değildir; eşi, evi… Dumrul şehirlidir bu kez, adap erkân bilir 21. yy Dumrul’udur. “Ters IV … dumrul der ki yasak ağaçla derinleşen yurtsuz misafirim kırık camın gizlediği renk benim insan adlı mekikten geçtiğim için deliyim bu şiir kovalanan her şeye

ateş-kül ve sese” İsteme Adresi: Konur Sokkak 36/13 KızılayAnkara Tel: (312) 425 39 20 ONUR, Dr. M. Naci, Elazığlı Güftekârlar, Elazığ Belediyesi Kültür Yayınları, Elazığ,, 2010 M. Naci Onur’a ait eser Elazığ’ın büyük bir eksiğini gidermeye yönelik. Eser, 58 sanatçımızın bestelenmiş eserlerini toplu halde barındırmakta. Eser M. Naci Onur’un kaleminden çıkan önemli bir giriş ihtiva ediyor. Harput Tarihini de içine alan bu bölümde Harput musikisini besleyen gelenekler ve bu geleneklerin içinde din, tasavvuf, tarihi süreç ve sosyal yapı da yer almakta. Bu önemli çalışma Elazığ’ın zengin kültürünü ortaya koymakta. Hocamızın kalemine sağlık diyor, yeni çalışmalarını heyecanla bekliyoruz. İsteme Adresi: Elazığ Belediyesi Kültür Yayınları Dizisi TÜRKER, Seher Keçe, Büyülü Gözlüğümü Çıkarınca “Seher Keçe Türker bir turist rehberi değil, sözcüğün tam anlamıyla, eski usül bir gezgin. Elinizde tuttuğunuz kitap da bir gezi rehberi değil, son derece öznel ama bir o kadar evrensel bir seyahatname. Bu kitap size en güzel otelleri, en güzel kumsalları ve yerel çarşıda nasıl pazarlık yapabileceğinizi öğretmeyecek. Tersine, belki de bu tür şeylerden biraz uzak durmayı öğretecek çünkü bu kitap, size bugüne kadar yabancı gibi gelen kültürlerin, aslında düşündüğünüz kadar yabancı olmadığını hissettirecek. Büyülü Gözlüğümü Çıkarınca'da toplumların ve halkların görünen yanlarını değil, gündelik, sıradan ve biraz da gizli kalmış yanlarıyla tanışacaksınız. Harput'dan başlayarak Hamburg'a kadar uzanan bir rotada, bu arada yurt-içi ve yurt-dışı ayrımı yapmaksızın, yaşadığımız dünyadan bir parça tadacaksınız.” AFŞİN, Erol, Hayatı Kucaklayan Yazılar, Akis Kitap Türlü türlü meşgaleler arasında unuttuğumuz, göz ardı ettiğimiz ve hep ertelediğimiz şeylerde asıl mutluluğun gizli olduğunu görmek ister misiniz? İnsanî özellikler bakımından birbirimize büyük önem vermemiz gerekirken, basit sebeplerden dolayı dostlukların, arkadaşlıkların neden kırıldığını görmek ister misiniz? Kısacası, hayatı kucaklamaya var mısınız? Cevabınız, "Evet!" ise, Hep birlikte hayatı tüm güzelliğiyle kucaklayalım.■

96

h az ir a n-temmuz-a ğustos 2 0 1 0


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.