Babil 26

Page 1

İRADE

İnsanın Beslendiği Derin Kök

İDEOGRAM

Yazının Embriyoları

BRAHMANİZM

Brahmanizm de her şey doğar,sürer ve göçüp gider.

SEDA AĞIRBAŞ ile Sanata Yolculuk

KAYSERİ SELÇUKLU MÜZESİ Alimler Şehri

1


2


EDİTÖR’DEN KÖKLERİMİZ Kök bir tohumun dünya ile ilk bağıdır. Tohumun kendinden olan, zamanla kendisini besleyen ve hayata bağlayan uzvuna dönüşür. Dallar büyüdükçe, çiçeklendikçe, mevsimlerin döngüselliğiydi, meyveydi derken de unutulan... Aradan geçen yıllar da dikkatimizi uzanan dallara ve meyve hasılatına çeker. Görünen dünyanın somut meseleleri, görünmeyen ama bir o kadar somut olan kökü unutturur. Dallar kuruyup,

meyveler azaldıkça acaba neyi unuttuk diye düşünürüz? Görünmeyen somut, ilk kaynağımız olan ve bizi devamlılık içinde besleyen ‘kök’ümüzü hatırlamaya çalışırız. Kelimelerin gücü de kökündedir. (Erdem (Virtus), Latince Vir kelimesinden gelmektedir. Vir bir güç, potansiyel anlamına gelir.) Potansiyel ve güç unutulur, modaların fırtınasına kapılırız. Fırtınada ilerlemek zordur. Deniz fenerlerine,

iyi haritalara ve rehberlere olan ihtiyaç kaçınılmazdır. Bu sayımızda da müziğn köküne, bizi güçlendiren iradeye, bunun örnekleri olan film, animasyonları derledik. Köklendikçe derinleşiriz... Derinlikte kendimizi ve potansiyellerimizi buluruz. Semra ŞEN

3


İÇİNDEKİLER

. IRADE

İnsanın Beslendiği Derin Kök

08 İRADE İnsanın Beslendiği Derin Kök

20 BRAHMANİZM Brahmanizm de her şey doğar,sürer ve göçüp gider.

10

22

“Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı)nı bulacaksın.” ( V.İ.T.R.İ.O.L)

FELSEFE TAŞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin Müziğe ve Müzik Kurumlarına Neden İhtiyacı Vardır? Sanat Tarihçisi

. IDEOGRAM

14

Seda Ağırbaş

ile Sanata Yolculuk

30

‘‘Yazının embriyoları”

İDEOGRAM Yazının Embriyoları

SEDA AĞIRBAŞ ile Sanata Yolculuk

16

46 Alimler Şehri

4

ÇİN MİTOLOJİSİ ve EJDERHA İLAHLAR

KAYSERİ SELÇUKLU MÜZESİ Alimler Şehri


İÇİNDEKİLER

MÜZİKLE

52 CESUR ZEBRA

iSKENDER PAYDAŞ

İstikrarlı bir şekilde iki yılda bir albüm çıkarma olan iradesine sahip Şebnem Ferah bu seneki albümünü; acaba yayınladı da ben mi görmedim, duymadım diye bir bakayım dedim ki: “Hep Karanlık” şarkısına rastladım. Her albümünde en az bir eski şarkıyı yeniden yorumlayan Şebnem Ferah bu sefer de Kayahan’ın bir parçasını seçmiş bu albüm için demek ki diye düşündüm. Vazgeçemediğim nadir sanatçılardan biri olan Şebnem Ferah’ın albümünü aramaya koyuldum heyecanla. Bir de baktım ki İskender Paydaş’la düet olan parça İskender

Paydaşı’ın “ZAMANSIZ ŞARKILARI 2” albümünün bir parçasıymış. 2014 yılına ait olan albüm öyle çok yeni de değil ama ben daha yeni fark ettim. Mesela geçen yaz çok duyduğum Tarkan’ın “Hop De”, Sıla’nın “Haşa” ve Atiye’nin “Yetmez” şarkıları da meğerse bu albümdenmiş. Benim gibi farkında olmayanlar varsa diye bu yazıyı hazırlamak istedim. Dolayısıyla albümün diğer bütün şarkılarını da merakla dinlemeye koyuldum. Nazan Öncel “Zıt Kutuplar”, Emre Tokay “Aldatmaca”, Ozan Ünlü “Gemiler”, Tolga Burkay “Kadın”, Gozen Vural

“Hiç Bir Şey Olmaz”, İskender Paydaş “O Ada” albümdeki diğer parçalar. İskender Paydaş, “Yeter” şarkısının kendisinde daha özel bir yeri olduğunu ifade etse de benim favorim tabi ki de “Hep Karanlık”. Doğu batı sentezi yaparak güçlü sesler yakalayan başarılı besteci ve aranjör “Zamansız Şarkılar” albümü ile iyi bilinen şarkıları yeni biçimlerle yeniden aranje ederek oldukça beğeni topladı. Rafı ödüllerle dolu müzisyen, ünlü orkestra şefi Muhittin Paydaş’ın oğlu olmanın hakkını veriyor. Yazdığı her şarkıyı zamanın ötesine geçirme hayali oldukça büyük bir iddia... Bunu gerçekleştirmek zor olsa da, her albümüyle kazandırdığı birçok hit parça bu yolda sağlam adımlarla ilerlediğinin göstergesi olabilir. Birçok ünlüyle düetlerden oluşan Zamansız Şarkılar’ın daha en başından bir üçleme albüm olarak planlandığını öğrenmek oldukça

58

İSKENDER PAYDAŞ

ocak-şubat-mart

54

şehir kültür rehberi

İZMİR DEVLET TİYATROSU DEVLET OPERA VE BALESİ

Güldür Güldür 30 Mayıs 2015 21:00 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu

Olten Filarmoni Orkestrası Solist: Igudesman - Joo 27 Mayıs 2015 20:30 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu

Cenevre Büyük Tiyatrosu Balesi 02 Temmuz 2015 21:30 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu, İzmir

Operada Hayalet 26.05.2015 Salı 20:00 A.Adnan Saygun Küçük Sahne

2’si 1 Arada 23 Haziran 2015 21:00 Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu, İzmir

DANS & KUTLAMA ‘KARMA’ 27.28.29 Mayıs 20:00 Elhamra Sahnesi

60

LÜKÜS HAYAT 05.06.2015 Cuma 21:00 Bornova Aşik Veysel Açikhava Tiyatrosu İZDOB ÇOCUK BALESİ GÖSTERİSİ 11.12.13. Haziran 19:00 Elhamra Sahnesi İZDOB ÇOCUK KOROSU

MONO LISA GÜLÜŞÜ

babil

kulesi ocak-şubat-mart 2015 İmtiyaz Sahibi

YeniYüksektepe Kültür Derneği Bornova Şubesi Adına: Semra Şen Genel Yayın Yönetmeni Semra Şen

KÜLTÜR-SANAT

Yayın Koordinatörü Semra ŞEN Editör Seda ÖZTÜRK Sevgi TEZ Grafik Tasarım Eylem ÖZKAN babilkulesi@gmail.com Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.

5


TARİH

BABİL KULESİ DİLLERİN KÖKENİNE AİT ESKİ BİR İNANIŞ ‘‘Babil yeryüzündeki tüm şehirlerin ihtişamını aşar.’’ Heredot

Akadca bāb-ilû sözcüğü Tanrı'nın kapısı demektir. Eski Ahit’te Babil sözcüğü Babel şeklindedir; bu kelime İbranice Bavel kelimesinden gelir ve karmaşa, karışıklık anlamındadır. Kur'an’da şehrin adı Babil olarak geçer, Türkçe’ye de Arapça’dan geçmiştir Babil, M.Ö. 23. yüzyıl civarında Aşağı Mezopotamya'da (şu anki Güney Irak civarında) Sümer ve Akad toprakları üzerine kurulmuş olan Babil (Babylon) ülkesinin antik başkentidir. Babil, en parlak dönemini Kral Hammurabi zamanında yaşamıştır. Babil, dünyanın yedi harikasından biri sayılan ve M.Ö. 7. yüzyılda Kral Ne6

bukadnezar tarafından karısı için yaptırıldığına inanılan asma bahçelerine sahiptir. Babil döneminde sanat, mimarî, astronomi, matematik, tıp ve felsefe gibi alanlarda büyük bir gelişme gözlemlenir: Babilliler, günümüzde zaman (60 saniye '1 dakika', 60 dakika '1 saat') ve derece hesaplamaları (360 derece daire) için kullanılan 60'lık sistemi geliştirmişler, tapınaklar üzerine dikilen ve günümüzdeki modern gözetleme kulelerine ilham kaynağı olan gözetleme kulelerini inşa etmişlerdir. Babil Kulesi'nin ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli efsaneler vardır. Tevrat’ın Yaratılış(Genesis) bölümünde de kuleden şöyle

bahsedilir: “Ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman Sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim’ dediler. Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı. ‘Yeryüzünde dağılma yalım' diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım’ dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için Rab indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. ‘Gelin inelim, birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım’. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar.


TARİH Bundan dolayı onun adına Babil dendi." Tevrat (tekvin 11:1-9)

köşelerine dağılırlar ve farklı diller böyle ortaya çıkar.

Efsaneye göre Tanrı; bir kule yaparak kendisine ulaşmak isteyen insanların kendini beğenmişliğine ve küstahlığına kızar ve o zamana kadar aynı dili konuşmakta olan insanların dillerini karıştırarak birbirlerini anlamalarını engeller. Bir doğal felaket yollayarak kuleyi yıkar. Bundan sonra insanlar dünyanın farklı

İsmi verilmemekle beraber Kuran’da Babil Kulesi'ne benzer bir kuleden bahsedilir. Hikâye Tevrat'taki ile benzer olmasına rağmen Babil'de değil, Musa'nın yaşadığı dönemde Mısır'da geçer. Firavun Haman'a, kendisine kilden bir kule inşa etmesini, çıkıp Musa'nın tanrısına bakacağını söyler.

9. yy İslam tarihçilerinden el-Tabari'nin "Peygamberler ve Krallar Tarihi" adlı eserinde daha detaylı bilgi verilir. Öyküye göre Nimrod, Babil'de bir kule inşa ettirir. Allah bu kuleyi yıkar ve o zamana kadar aynı dili konuşan insanların dilini 72'ye ayırır. Aslında yedi katlı bir ziggurat olan Babil Kulesi'nin her katı, Tanrıya ulaşılan yolda bir aşamayı simgeler:

1. katı taşı, 2. katı ateşi, 3. katı bitkiyi, 4. katı hayvanı, 5. katı insanoğlunu, 6. katı güneşi ve gökyüzünü, 7. katı ise melekleri sembolize etmektedir.

Kulenin yüksekliğiyle ilgili bilgilere ise sıkça rastlanılmaz ve Yaratılış Kitabı da bu konuyla ilgili olarak herhangi bir şey aktarmaz. Efsaneye göre kule, teraslı bir piramidi andırıyordu. En üstte, Babil kentinin tanrısı olan Marduk’un tapınağı vardı. Buraya halk giremezdi. Eski Yunan tarihçisi Herodot da, her biri ötekinden küçük olarak üst üste yapılmış yedi kuleden bahseder. Asurlular ve Perslerce yıktırılan yapı, İskender Babil’i aldığında yıkıntı hâlindedir. İskender kuleyi yeniden yaptırmak isterse de er-

ken ölümü bunu engeller. Babiller bu kulede yaptıkları araştırmalar sonucunda burçları bulmuşlardır. Ayrıca yine Babiller bu kule sayesinde tarihte ilk kez ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplamışlardır; bundandır ki ay takviminin mucitleri Babiller’dir. Ancak şunu belirtmede fayda vardır. Birçok kişi tarafından ay takviminin mucitleri Sümerler olarak bilinir, bu aslında yanlış değildir ama çok doğru bir bilgi de değildir. Sümerler ayın dünya etrafındaki dönüşünü hesaplayan ilk uygarlıktır ancak bir ay yılını 360 gün olarak he-

saplamışlardır. Normalde bir ay yılı 354 gündür bunu tarihte ilk doğru hesaplayanlar Babiller olmuştur. Kısacası Babil Kulesi, insanların tarihî dönemlerde dil olgusunun kökenine ve ulusların çeşitliliğine yönelik sorularına cevap veren bir inanıştır. Farazî temellere dayanan bu inanış, ulusların ve onların dillerinin çeşitliliğini izah etmeye çalışır. İnanış, kutsal kitaplara da yansımış ve çeşitli efsane, destan gibi anlatılarda yerini almıştır.

Erkan SİHİR 7


DENEME

. IRADE

İnsanın Beslendiği Derin Kök

8 8


DENEME İrade; bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü, istenç anlamına gelen bir erdemdir. Ve her erdem gibi pratik edilerek öğrenilir. Doğada kendi doğasını yaşayan tüm canlılarda bir irade vardır. Dönüşümünü sessiz bir şekilde sürdüren taşta, toprakta, ağaçta, karıncada belli bir düzene hizmet eden her varlıkta bir irade vardır. Doğanın ve evrenin bir parçası olan biz insanlarda doğamıza ve evrensel yasalara uygun yaşadığımızda sorun oluşmaz. Ama hayatımızda nedenlerini anlamadığımız acı, ızdırap varsa ve özellikle bunlar tekrar ediyorsa irade konusunda sorun var demektir. İradeden yoksun her türlü faaliyet yanılsamadır ve insanın fanteziler dünyasında sürüklenip yok olmasına sebep olur. Acılarımızın nedenlerini, çözümlerini anladıkça kendimizi tanımaya başlarız. Kendimizde eksik olan şeylerin farkına varırız. Bu eksiklikler: Kendimizi tanımıyor olmamızdan kaynaklanan sürekli yanlış kararlar

olabilir. Ya da hiçbir karar almıyor da olabiliriz. Belki de aldığımız kararları sürekli erteleyip hiç gelmeyen yarınların arkasına gömüyoruzdur. Ve bu durum eylemsizlikten doğan hep bir acı, hep kontrol edilemeyen bir kargaşa olarak, biz onu fark edip harekete geçene kadar devam edecektir. Acıların gerçek nedenleri anlaşıldıkça bu bir farkındalık yaratır. İradeyi görünür kılan disiplin-çaba-düzen üçlüsünü hayatımıza sokarsak bizde farkındalığı takip eden bir değişim dönüşüm başlar. İradenin yasaları olan bir yol olduğu anlaşılır. Sonrasında bilinçli bir şekilde tercih ederek kararlar alır, aldığımız kararları içimizden gelen yüce bir gönüllülükle, sürekli olarak uygularsak erdemlere sahip oluruz. Başka bir deyişle insan oluruz. Yokluğu acılarımızın nedeni olan irade; kendini bil, bildiklerini harekete geçir, der ve yüreklendirir. Birlik ve bütünlüğümüze götürecek yolu işaret eder. Eşsiz bir hocadır, güçtür; İnsanın ruhunu geldiği yere, yuvasına götürür. Bu zor-

lu yolculukta ihtiyacımız olan bireyin, aracı kişiliğin sağlam ve bakımlı olmasını sağlayan bir güç... Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme ve yapılması gereken şeyin zamanında, zemininde, olması gerektiği gibi yapabilme gücüdür irade. Bilmek yapmakla hareket eder. İrade sonsuzluktur: Her insanın yürüyeceği yolun başını ve sonunu içinde eritip birleştiren bir sonsuzluk... İrade özgürlüktür: Doğru bir amaca bağlı olarak hizmet ettikçe ortaya çıkan, hiçbir çatışmayı barındırmayan bir özgürlük... Her eylemine irade koyan her insan; kendi içindeki potansiyel gücü ortaya çıkarıp, doğaya uygun olarak kendini inşa edebilir. İrade görmesini bilenler için her yerdedir. Canan AYDOĞDU

9 9


ARAŞTIRMA

“Dünyanın derinliklerini (içini) ziyaret et, damıtırken (arıtırken) gizli taşı (felsefe taşı)nı bulacaksın.” ( V.İ.T.R.İ.O.L) 10


ARAŞTIRMA

İKSİR, MAGİSTERİUM MEDİCİNE , FELSEFE TAŞI “Tüm Çağların Gizli Öğretileri” adlı kitabında Manly Hall şöyle diyor: Gizem okullarının dili, sembollerdi. Aslına bakılırsa sadece mistisizmin veya felsefenin dili değil, bütün doğanın dili semboldür. Çünkü evrensel süreçlerde hakim olan bütün yasalar ve güçler kendini sembol aracılığıyla sınırlı bir anlamda insanın algısına sunar. (…) İnsanlık, dilin sınırlarını aşan düşünceleri semboller aracılığıyla anlatmaya çalışmıştır.(…) Yani insanlar ilahi olanın aktarımında doğal olanı seçerek sembolleri kullanmışlardır. Bu nedenle semboller hem saklayan hem de arayan için ifşa edendir. Semboller öğretiyi karanlık çağlar için sakladıkları gibi aydınlanmanın da garantisini barındırıyorlardı. Bu tarz

sembollerde gizli olan anlam aslında sanıldığı kadar da gizli değildir. Fakat ortaçağ insanı gayet açık olan anlamı ile yetinmemiş kendisini tatmin edecek yeni arayışlar içinde olmuştur. Bu nedenledir ki bugün siprütüel, okült, ezoterizm gibi kavramlar kullanıldığında insanlar şüpheli yaklaşımlar sergiler olmuşlardır. Felsefe yani bilgelik arayışındaki kapıların hepsi insanın kendini tanımasına çıkıyor olsa da bazı uyanıklar bu anlama gelen sembolleri çıkarlarına göre anlamlandırmak istemişler ve tarihin sayfalarına pek de iç açıcı olmayan bir şekilde geçmişlerdir. Bu sembollerden en çok bilineni de ‘’Felsefe Taşı’’dır. Kendisi kadar yanlış anlaşılan simya ilmine göre do-

kunduğu her şeyi altına dönüştürüleceğine inanılan taş olarak geçmektedir. (Gökhan HALİL, Semboller sözlüğü) Aynı eserde diyor ki: Bu taş o kadar çok oluşturulmaya çalışılmış ki yaptıkları deney ve araştırmalar modern kimya biliminin temellerini atmış. Ama modern kimya bugün bu taşı elde etmek mümkün değil diyor. Herhangi bir maddeyi altına dönüştürmek mümkün değilmiş çünkü altın bir bileşik değil elementmiş. Özellikle Ortaçağ’da simya ve felsefe taşına o kadar çok kafa yorulmuş ki açıkça ortada olan neredeyse yok sayılmıştır. Sihir taşın kendisinde aranmış bu nedenle de her arayışta sihirden git gide uzaklaşılmıştır.

11


ARAŞTIRMA

Oysa Manly Hall’ün de dediği gibi felsefe taşı ilahi doğası, dirilmiş insanın kadim bir sembolüdür. Yani felsefe taşı gerçekten de felsefi bir taştır. Anlamı oldukça açık, ortada yani aşikardır. Felsefe dokunduğu her maddeyi paha biçilemez mücevherlere dönüştüren büyülü bir taştır. Aynı eserde felsefe taşı için “Asil Sır” adlandırması da geçmektedir. Gül Haç tarikatına mensup küçük inisiye topluluğu felsefe taşının sırrını biliyordu. Baz elementlerini altına çevirmek, alegorik bir anlatımdı. Onlar felsefe taşının sembolojisini şu şekilde öğretiyorlardı: “ İnsanın aşağı doğasını (arzular, tutkular, beklentiler vs. = baz ele12

mentler) entelektüel ve spirütüel aydınlanmaya (tinsel yaşam = altın) dönüştürebilecek beşeri dönüşüm “Sırrı”dır. Simya hermetik bir bilim olarak geçiyor. Elias Ashmole’e göre simyacıların en önemli uğraşları sırları, meseller ardına saklamak ve yaptıkları işleri peçelerle örtmektir. Yani sembolleri koruma ve aktarma diyebiliriz. Ama bunun yanında tarihte baz metallerin altına dönüştüğünü bizzat gören bir çok isim veriliyor. (T.Ç.G.Ö. Syf 461) Bu nedenle fiziksel olarak da böyle bir dönüşümden bahsetmek mümkün olabilir. Fakat emin olmayan ellere geçmediğinden şüphemiz yoktur sanırım çünkü felsefe

taşının anlamının peşine düşen ve ona sahip olan kişilerin altına dönüşmüş bir demire ihtiyacı kalmayacağını bu sembolün anlamından yola çıkarak tahmin edebiliyoruz. Felsefe taşı altına dönüştürme özelliğinin yanında ‘Ab-ı Hayat’ yani ölümsüzlük suyunun yapımının da temel malzeme olması bakımından da karşımıza çıkıyor bunun sembolik anlamını arayacak olursak ancak kendini dönüştüren kişinin ölümsüzlüğe ulaşılacağından bahsedildiğini söyleyebiliriz. Teolojik sembolojinin üç özelliği bakımından felsefe taşını değerlendirecek ve aynı anda konumuzu özetleyecek olursak:


ARAŞTIRMA güzel daha uyumlu daha tinsel olanı uyandıracağından bahsetmiştir. Felsefe taşı, idealin fark edilip gerçekleştirilmesini temsil eder. Ona sahip olana hakikatın bilgisine sahip zengin bir kimsedir. İlahi olanın bilgisini taşıyan semboller üç özelliğe sahip olmalıdırlar: 1. Fiziksel; kullanışlı, net ve faydalı: Felsefe taşının insanın mutluluğu için neredeyse şart olan bir anlam yüklenmiştir. Mevlana’nın da dediği gibi “İnsan aradığı şeydir.” felsefe taşını arayanlar onun faydasını hayatın her anında duyacaklardır. Çünkü felsefe taşının amacı, dönüştüren bilginin yani bilgeliğin aktarımıdır. Bu nedenlede insanlık için çok önemli, faydalı ve en önemlisi pratik bilgiyi içermektedir. 2. Psikolojik; bir sembolün sadece fiziksel olana hitap etmesi yetmiyor. Güzellik ve hoşluk hissi yaratmalı bunun için de doğal olmalı. Doğal olan güzellik hissi yaratır. Felsefe taşı taşının taşıdığı anlam insanın doğa ile uyumlu olmasını hatırlatır. Gerçeğe ulaşmanın kendini tanımak ve dönüştürmek olduğunu hatırlatarak, insanın ancak kendini tanıdığında daha

3. Spiritüel; yazının başından beri bahsettiğimiz aslında bu kısma denk gelmektedir. Mistik olarak felsefe taşı ham olan her şeyi dönüştüren ölüyü canlandıran gerçek sevgidir. Felsefe taşı insanları hakikatle buluşturma amacıyla dönüştüren ve bu sayede onlara ölümsüzlüğü vadeden ilahi bir semboldür. Son olarak tamamını değerlendirecek olursak: Solomon Tirismosin (İsviçreli İnisiye Paracelsus’ un Hocası) ‘Simya Seyahatleri’ adlı eserinde felsefe taşını arayışını anlatmış ve şöyle demiştir: “Kendini tanı, neyin bir parçası olduğunu ve bu bilimden ne bildiğini anla, çünkü bu sensin. Dışındaki her şey içindedir.’’ böyle yazdı Trismosin. Tüm filozofların da söylediği gibi her şey içimizdedir ve bizle ilgilidir. İçimizdeki ilahi özü bulmak isteyen kişi, kendini saflaştırmalı ve içindeki felsefe taşını bulmalıdır. Yani felsefe taşı arayışı için çıkılan tüm yolculuklar içseldir. Felsefe taşı sahip olduğumuz her şeyi altına çevirecektir. Altın ise hayata anlam

katan bilgeliktir. Ek: Felsefe taşı idealin fark edilip gerçekleştirimesini sembolize etmektedir. Bir çok kültürde aynı anlamı içeren çok sayıda sembol vardır. Özet olarak felsefe taşı aşkın dilde ‘Dönüşüm’ü aktarmaktadır. Fakat bu sembolü günlük dilde yorumlayanlar maddi kazanç elde edecek yollara başvurmuşlardır. Fakat semboller aşkın dilin taşıyıcıları ve koruyucularıdır. İnsan ideal yolunda çalıştıkça da bu dil ile aktarılanları daha iyi anlayacaktır. Bu nedenle altına dönüştürmek istediğiniz kendiniz olmadığı sürece felsefe taşının anlattığı aşkın olanı anlamak da mümkün olmayacaktır. Kaynak:

Tüm Çağların Gizli Öğretileri, Manly P. HALL Kadim Bilgeliğin Yeniden Keşfi, Fernand Schwarz Semboller Sözlüğü, Halil Gökhan h t t p : / / w w w. h e r m e t i c s . org/Felsefi_Simya.html http://www.felsefetasi. org/felsefe-tasi/ h t t p : / / t r. w i k i p e d i a . org/wiki/Felsefe_ ta%C5%9F%C4%B1 Gizem RÜZGAR SİHİR

13


ARAŞTIRMA

. IDEOGRAM ‘‘Yazının embriyoları”

14


ARAŞTIRMA

Yunanca’da fikir anlamındaki ‘’idea’’ (iδέα) sözcüğü ile yazmak anlamındaki ‘’grafo’’ (γράφω) sözcüğünden türetilmiştir. “Yazının Embriyoları” olarak nitelendirilen resimlerin insan düşüncesinin ilk grafik kayıtları olduğunu belirtir. Bu ilk kayıtlara dünyanın en eski yerleşim birimlerinden Asya ve Afrika’da rastlandığını ekler. Böylece dil ile yazı arasındaki ilk köprüler atılmış olur. Bu resimler dili kaydetme kaygısından uzak bir amaca hizmet etmiştir. Resim yazısı zaman içinde fikir yazısı olarak nitelendirilen “İdeogram” lara dönmüştür. Diğer bir deyişle nesneyle ilgili

çağrışımların yazıya aktarılması sağlanmıştır. İdeogram, canlı bir varlığı ya da eşyayı görünür anlamıyla ifade eden işaret ve simgelere verilen addır. İdeografi olarak adlandırılan “düşünce / fikir yazısı”, sözlerin ya da düşüncelerin çeşitli işaret ya da simgelerle ifade edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Kuzey İspanya’da Pasiega (Cueva de La Pasiega) mağarasında bulunan desenler, ideografik yazının en ilkel biçimi olarak kabul edilmektedir. Asya toplumlarının çoğu; örneğin Japonya, Kore ve Çin halen 10.000 farklı karakter içinde ideografik sembol sistemini de kullanmaktadır. İdeogram, günümüzde ‘’Logogram’’ olarak da adlandırılmaktadır. İlk olarak dikkat edilmesi gereken şey bu iletişim türünün, resmi çizen ve okuyan insanların dillerinden veya dilinden tamamen bağımsız olduğudur. Bu “metinler” her dilde doğru bir şekilde okunabilir. Bu, olayın dilini değil kendisini kaydetme çabasıdır. Belki olayların sembolleştirilmesi için dile alternatif bir sistem olduğunu bile söyleyebiliriz. İşte bu yüzden tam anlamıyla yazı değildir. Yazı, her zaman dilin temsil edilmesi veya kaydı anlamına gelir. İdeografik yazı dilde olamaz. Çünkü in-

san düşüncesini ifade eden bir sistem olarak çalışmasında iki sınırlama vardır. İlki, herkes bu konuda yetenekli değildir. Bazılarımız çizim kabiliyetine sahip değilizdir. Bu engel, önceden yapılan uzlaşmanın verdiği güçle resimleri basit birkaç çizgi seviyesine indirmek suretiyle aşılabilir. İkincisi, daha ciddi bir sınırlamadır. Böyle bir uzlaşma olsa bile, bu sistem insan düşüncesini bütünüyle ifade etmekte yetersiz kalacaktır. Böyle yapıldığında, binlerce karakterden oluşan bir sistemi şart koşacak ve bu karışıklık sebebiyle toplumda ancak çok az kişi tarafından öğrenilebilecektir.

Kaynak: http://turkoloji.cu.edu. tr/DILBILIM/john_p_hughes_diller_ve_yazi.pdf Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili Ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Dili Yüksek Lisans Tezi Burcu Kaçmaz http://www.egitimkutuphanesi.com/ideogram-ideografik-yazi-nedir-kelimenin-harfleri-gosterilmeden -dogrudan-dogruya-fikri-if ade-eden-isaret-ideogram -ornekleri/ http://www.ebe.anadolu.edu.tr/tezler/dr/77sirin%20benugur%20tufan.pdf

15


ARAŞTIRMA

16 16


ARAŞTIRMA

ÇİN MİTOLOJİSİ ve EJDERHA İLAHLAR

Ç

in mitolojisi yaklaşık 6000 yıllık bir tarihe dayanmaktadır. Bu uzun soluklu kültür dünyanın varoluşunu açıklamaya yardımcı olan zengin bir mitolojiye sahiptir. Diğer halkların mitoloji sistemlerinin aksine geleneksel Çin tanrılarına, dünyanın yaratılışına bir rol çizilmemiştir. Bunun yerine evrenin ve ilk insan P’an Ku’nun doğaüstü güçlerin müdahalesinin olmadığı uzun bir evrim sürecinde karanlık ve biçimsiz bir maddeden doğduğuna inanılırdı. Bu geleneğe göre dünyaya Yin ve Yang İlkesi yani karşıtların kusursuz ve ayrılmaz ikiliği yön verir. Dişil nitelik olan Yin tüm varlıklara biçim verirken, eril nitelik Yang da bu biçimi özde doldurmaktadır. Dünya sonsuz bir okyanusta yüzen bir alan olarak algılanır. Bileşimi 5 temel unsura dayanır. Su, ateş, metal, toprak ve tahta yer alır. Dünyanın merkezinde tanrıların yönettiği Orta

Krallık (yasak kent) yer alır. Bu tanrılar Çin’in sakinlerini yaratarak, onlara güzel sanatları ve becerileri öğretmiştir. İlk göksel hükümdarların yarattıkları halka sağladığı diğer önemli unsur yaşam için temel öneme sahip olan teknolojilerdir. Her buluş; aşçılık, yazı, hekimlik, tekerlek, balıkçı ağı, sapan belirli bir ilaha bağlıdır. Çin mitolojisinde ülkenin eski tarihi insanların tanrılarla ve birbiri ile uyum içinde yaşadıkları bir altın çağ olarak tasvir edilir. Çok sayıda Çin ilahlarının her biri belirli bir sorumluluk alanı üstlenmişlerdir. Dağlar, gök gürlemesi, kuraklık, ateş, nehirler, gökyüzü, adalet, talih, savaş, deniz, şefkat, ay, zenginlik, yağmur, güneş, yıldızlar, su, rüzgâr, canavarları ehlileştirme... Gök tanrısı tüm evrene hükmeden en yüce ve en güçlü ilahtır. Ne var ki tanrıların, yaşamı düzenlemeye yönelik büyük çabaları dünyayı zayıf ve kusurlu olmaktan kurtaramaz. Yin ve

Yang dengesi ne zaman bozulsa taşkınlar ve kuraklık gibi afetler insanların başına bela olur. Bu kritik zamanlarda Orta Krallık’ta kahramanlar ortaya çıkar ve dünyayı yıkımdan kurtaracak görevler başarırlardı. Çin mitolojisi cennet ve cehennem kavramlarını içerir. Cennet; Çin Denizi’nde erdemli kişilerin ve ruhların kaldığı, tanrıların altın saraylarda yaşadığı bir adadır. Cehennem konusundaki geleneksel Çin düşüncesi, öteki dünyaya ilişkin Taoizm ve Budizme dayanır. Bu felsefelere göre ölüler diyarının hakimi Yanluo Wang yeraltında bulunan her biri 18 katlı 10 adet yargılama bölümünü denetler. Her bölüm acımazsızca cezalandırılan bir günah türüne odaklıdır. Günahkarlara; kafa uçurma, doğrayarak parçalama, öğütülerek un ufak etme, yakma ve yağda kızartma gibi cezalar uygulanır. Ölüleri yargılayan Yama adlı tanrılar bu cezaları uygulatır. Sadece yaptıkları kötü 17


ARAŞTIRMA

18


ARAŞTIRMA işlerden dolayı dürüstçe pişmanlık duyan günahkarlara merhamet gösterilir. Bunlar unutkanlık iksiri içerek dünyaya hayvan, fakir veya hasta insan olarak yeniden gelebilir. Sadece en ağır suçları işlemiş olanlar başka bir bedene bürünme hakkından yoksun bırakılır. Çin’in üç büyük dini Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Budizm; geleneksel Çin mitolojisi ile ilgilenmiştir. Çin mitolojisine göre dünya uzun bir evrimin ürünüdür. Evren doğaüstü güçlerin yardımı olmaksızın kendisini yaratmıştır. Yani evrenin belirli bir yaratıcısı yoktur. Taoculuk hem bir kozmik düzeni hem en yüce hakikati ifade eden Tao’nun (Yol) yaratılışına dayanır. İlk baştaki kaos hali önce iki özgün doğal unsura ayrılır. Yin ve Yang adlı karşıtlar. Bu unsurlar maddi dünyanın ve tüm canlı varlıkların doğuşuna ve ayrıca yaratım gücüne kaynaklık eder. Birinci evrede kaos kocaman bir yumurta biçimini alır. Ve bundan ilk kişi olan P’an Ku doğar. Evrenin mimarı olan P’an Ku’nun ölümünden sonra bedeninin parçaları dünyanın dağlar, nehirler ve bitkiler gibi çeşitli parçaları-

na dönüşür. •Çin mitolojisine göre evrenin ilk hali kaostur. •Çin felsefesinde Tao dünyanın temelidir. •Birbirini tamamlayan karşıtlar Yin ve Yang kaostan oluşmuştur. •Dünyanın ilk canlı varlığı P’an Ku canlıların atasıdır. •İnanışa göre kozmik yumurtadan çıkışı sırasında göğü ve yeri yaratır. İlk tanrılar ise Fuxi, Nüwa ve Shennong’tur. Bunlara, Kargaşa içine düşmüş dünyayı yeniden yaratma görevi verilir. Fuxi göklerin hâkimi ve yüz imparatorun ilk atasıdır. Kız kardeşi Nüwa ile evliliği Yin ve Yang ‘ı dengeler. 3. hükümdar Shennong yeryüzünün hakimi olarak toprağa ve tarıma hükmeder. Bu hükümdar topluca 3 yüce varlık olarak anılır. EJDERHA İLAHLAR Ejderhalar Çin’de ölümsüzlüğü bilgeliği ve imparatorun kudretini simgeler. Uğur getiren ilahlardır ve tanrılarla insanlar arasında ulaklık yaparlar. Tanrısal hiyerarşide gök ve yerin ardında 3. katmanda yer aldıkları kabul edilir. Çin’de çeşitli büyüklük-

te sayısız ejderha yaşar. Boyu 250 metreye varan kocaman ejderhaların yanı sıra tırtıla benzer ufacık ejderhalarda vardır. 36 Yin etkili, 81 Yang etkili olmak üzere 117 pulun olduğu söylenir. Çin mitolojisinde 5 tür ejderhadan bahsedilir: Tanrıların saraylarına bekçilik eden göksel ejderhalar, rüzgârı ve yağmuru kontrol eden kanatlı ejderhalar, nehirleri izleyen yer ejderhaları, dünyanın kaynaklarını koruyan hazine ejderhaları, fırtınalara ve sellere yol açan kötü siyah ejderhalar. •Ejderhanın Çince karşılığı ‘‘Long’’dur. •Ejderhalar 9 hayvanın özelliklerini bir araya getirir: Yılan, deve, geyik, karaca, midye, sazan, kartal, kaplan ve öküz. •Çin burçlar kuşağında ejderha 12 burcun en önemlisidir. •Ejderhaların bir Yang etkisi taşıdığı, görkemli zeki ve güçlü olduğu söylenir. Kaynaklar: Wikipedia Ntv mitoloji

19


ARAŞTIRMA

20


ARAŞTIRMA

BRAHMANİZM Brahmanizm de her şey doğar(yaratıcı Brahma),sürer (koruyucu Vişnu) ve göçüp gider (yıkıcı Siva).

Hint din ve inançlarının temel kaynağı, dünyanın en eski kutsal yazması olarak bilinen “Rig-Veda”dır. Brahmanizm ve Hinduizm M.Ö. 1500’de Rig-Veda’dan doğmuştur. Budizm’i içine alan bütün Hint inançları Brahmanizm’in etkisini taşımaktadır. Bunun yanında Hindistan’ın sosyo-politik ve ekonomik yapısını da şekillendirmiştir. Sosyal tabakalaşmanın kazandığı bir dinsel yapı bulunmaktadır. Kast sistemi denilen bu yapı kutsal kitapları Rig-Veda’ya dayandırılan bir inançtır. Kast aynı kültürel seviyeye sahip, meslekleri, örf adet ve gelenekleri ortak olan gruplara denir. Brahmanizm de Kast’ı oluşturan gruplar bir insanın uzuvlarına benzetilmekte, tüm kastların ise Tanrı’yı temsil ettiği düşünülmektedir. Kast Sistemini oluşturan gruplar: Brahminler: Din Adamlarının oluşturduğu Kast’tır. Halka Kutsal metinlerin öğretilmesi ve bazı törenlerin yöne-

timinde görev alırlar. Kşatriyalar: Yöneticiler, prensler ve askerlerin oluşturduğu Kast’tır. Vaisyalar: Tüccarlar, toprak sahipleri ve çiftçilerin Kast’ıdır. Sudralar: İşçiler, hizmetçiler ve kölelerin Kast’ıdır. Kast dışında kalan ve toplumda bir görevi olmadığı düşünülen kişilere de Parya (dokunulmazlar) denilmektedir. Kast sistemi ekonomik bir sınıflandırma ile karıştırılmamalıdır. Zira Sudra kastında olup zengin olan birçok Hindu vardır. Kastlar arasında bu dünyada geçiş yoktur. Kişinin bir üst kasta geçişi ancak reenkarnasyonla (tekrar bedenlenmeyle) mümkündür. Farklı Kastlar arası evlilik yapılamaz. Brahmanizm’in Brahma (yüce varlık) ile Atman( ferdin bütün bedenî ve ruhî fonksi-yonlarının dayandığı gerçek) arasında ilişki kurularak Brahma’¬nın Atman’dan (insanın hakiki varlı¬ğı) farklı olmadığı ortaya konmak amacıyla Panteizm’e ulaşılır. En

büyük amaç, Brahma’ya kavuş¬mak ve onun birliğine dahil olmaktır. Brahma ve Atman’ın bir¬lik olması anlamına gelen bu mükemmellik haline inziva ve ya yogayla ulaşılır. Brahmanizm’de her şey doğar, (yaratıcı Brahma) ; sürer (koruyucu Vişnu) ve göçüp gider (yıkıcı Siva). Ölümler yeni doğumları gerçekleştirir. Doğanın ölmeyen ve daima sürüp giden bir yanı vardır, bu yan ruh göçü inancının da temelidir. Brahmanizm aynı zamanda gizemli ve törenseldir. Bütün inanç ile ilgili tasarımları bir araya toplayan ve temel yapısında tümüne bir bütün olarak yer bulan tek dindir. Brahmanizm’in kutsal kitapları Brahmanlar ile Upanişad’lardır. Kaynaklar: Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2522 AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1493

21


ARAŞTIRMA

22


ARAŞTIRMA

Türkiye Cumhuriyeti’nin Müziğe ve Müzik Kurumlarına Neden İhtiyacı Vardır?

TÜRKİYE’DE SANAT KURUMLARININ VARLIK SEBEPLERİ VE İŞLEVLERİ Bugün Türkiye coğrafyasında yaklaşık 160 seneden beri devam etmekte olan ve Cumhuriyet’in ilanıyla beraber önemli atılımlarla yaygınlaşması için büyük çaba sarf edilen bir kültürel değişim sürecinin içerisindeyiz. Peki, yeni kurulmakta olan bir devlet, onca temel ihtiyacın yoksunluğuyla baş etme savaşı verirken neden ilk başlardan beri müziğe ve sanata hizmet eden kurumları oluşturmuşlardır? Neden Cumhuriyet’in ilanından sadece bir sene sonra “Musiki Muallim Mektebi” kurulmuş, Cumhurbaşkanlığı makamı oluşur oluşmaz o makama bağlı resmi bir devlet orkestrası tahsis edilmiş, operalar ve tiyatrolar kurulmuş, yurtdışından özel uzmanlarla iletişime

geçilerek profesyonel icracıların bir an önce yetiştirilmesi için Ankara Devlet Konservatuvarı kurulmuştur?

oluşan bir piramit yapısı içinde gruplamıştır. Özet olarak bu çalışmadaki ihtiyaç basamakları şu şekildedir:

Bütün bu yapılanmalar keyfekeder bir sanat düşkünlüğü ile açıklanamayacak kadar büyük fedakarlıklar ve çabalar gerektirmiştir. Bu kurumları, toplumda belki varlığı henüz toplum tarafından bilinmeyen bir ihtiyacın karşılayıcısı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında benimsenen toplum mühendisliği projesinin vazgeçilmez bir ayağı olarak görmek daha doğru olur.

1.Fizyolojik gereksinimler (nefes, besin, su, cinsellik, uyku, denge, boşaltım)

Sosyo-Politik ve Kültürel Anlamda İhtiyaç Nedir? Amerikalı Psikolog Abraham Maslow 1943 yılında yayınladığı bugün hala sıklıkla başvurulan “İhtiyaçların Hiyerarşisi” adlı çalışmasında bireyin ihtiyaçlarını 5 bölmeden

2.Güvenlik gereksinimi (vücut, iş, kaynak, etik, aile, sağlık, mülkiyet güvenliği) 3.Ait olma, sevgi, sevecenlik gereksinimi (arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık) 4.Saygınlık gereksinimi (kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı) 5.Kendini gerçekleştirme gereksinimi (erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü)

23


ARAŞTIRMA Maslow çalışmasında bu basamaklardan bir tanesi karşılanmadıkça bir üst basamaktaki ihtiyaçlara dair farkındalığın bireyde ortaya çıkmadığını gözlemlemiştir. Bu piramide göre de kişinin günlük ihtiyaçlarına bakılarak kişisel gelişiminin hangi derecesinde olduğunun anlaşılabilmesinin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Zamanla farklı çalışmalar bu sıralamanın toplumlara, kültürlere ve çeşitli durumlara göre farklılaşabileceğini göstermiştir. Savaş zamanlarında tüm toplumlar fiziksel ve güvenlik ihtiyaçlarını daha çok önemserken, barış zamanlarında psikolojik ihtiyaçların öne çıktığı görülür veya toplumların kültürel yapısının bireyciliğe veya kolektiviteye daha yatkın olmasına göre de sıralama farklılaşabilir. Bazı araştırmacılar ise hiyerarşi kavramını tamamen çıkartarak çalışmanın “ihtiyaçların gruplandırılması” şeklinde görülmesinin daha gerçekçi olduğunu ifade etmişlerdir. Burada bizim konumuz açısından önemli olan, sağlıklı ve bütüncül bir toplum için bu ihtiyaçların her birini karşılayabilecek bir ortamın varlığının önemidir. Bu çalışmanın bireylerden oluşan bir organizma olan toplumlara uyarlan24

ması da mümkündür. Piramide yakından baktığımız zaman yaratıcılık ve kendini gerçekleştirmeyle ilgili olan sanatın en üst basamakta yer aldığı görülmektedir. Fiziksel ve entelektüel ihtiyaçlarını karşılayamamış birey ve toplumların estetik ihtiyaçlarını karşılama kaygısına öncelik vermesi çok mümkün değildir. Ancak, bu

sanatın toplumun ve bireyin gelişiminde oynadığı vazgeçilmez rolün önemini hiç bir şekilde azaltmaz. Buradan sanatsız bir toplumun asla kendi gelişmişliğinin zirvesine varamayacağı, yaratıcı ve özgür düşünen bireylerden mahrum olduğu için diğer ihtiyaç seviyelerinde hapsolaca-

ğı düşünülebilir. Türkiye’nin Sanat İhtiyacı ve Cumhuriyet’in Kurulmasıyla Yaşanan Dönüşüm İmparatorluktan demokrasiye geçiş sadece yönetim biçimiyle ilgili bir değişiklik değildir. Devletin, toplumun, ailenin ve bireyin tanımları ve işlevleri bu iki yapılanma arasında büyük değişiklikler gösterirler. Osmanlı gibi dini-militarist temeller üzerine kurulmuş bir imparatorlukta toplum devletin vergi ve asker ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüdür ancak devletin toplumun ihtiyaçlarına karşı sorumluluklarıyla, toplumun devlete karşı sorumlulukları arasında büyük eşitsizlikler vardır. Kanun toplumdan ayrı ve neredeyse omnipotent bir yöneticinin ve onun görevlendirdiği kadıların elinde, ağzında ve hizmetindedir. Bireylerin hakları yöneticiye hizmet ettikleri oranda vardır. Demokratik olarak yapılanmış bir cumhuriyet yönetiminde ise devlet esasen topluma hizmet görevini üstlenmiştir. Bireyler teba olmaktan çıkıp anayasal hakları çerçevesinde kendi düşünceleri, doğruları ve değerleri kapsamında yaşama özgürlüğüne sahip olurlar.


ARAŞTIRMA Bu sebeple bireyin bire ye karşı sorumlulukları, kendine karşısorumlulukları ve devlete karşı sorumlulukları imparatorluk düzenine göre daha üst düzey niteliklere sahip olmasını gerektirir. Kendi kendisini yönetecek olan bir toplum eğitimli, kültürlü, bilgili, becerikli ve her açıdan donanımlı olmak durumundadır. Ancak bu sayede bireyler itaat etmenin dışına çıkarak karar verici hale gelebilir, kendileri ve etraflarındaki bireyler adına sağduyulu, kapsayıcı ve iyileştirici kararlar alabilirler. Devletin görevi ise vatandaşlarına bu imkanları sağlamak ve onların özgürlüklerinin adil koruyucusu olmaktır. Bu sebeplerle Türkiye’nin kuruluşundan itibaren eğitime özel bir önem verildiğini görebiliriz. Örgün eğitim sisteminin oluşturulması ve her vatandaşın ulaşabileceği şekilde yaygınlaştırılması, taşrada yaşayan halkın eğitimi ve hayata aktif katılımının sağlanması için köy enstitülerinin kurulması, büyük şehirler başta olmak üzere pek çok yerde her alanda yüksek nitelikli bireylerin yetişebilmesi için üniversitelerin açılması, kütüphanelerin kurulması ve yaygınlaştırılması v.b. faaliyetler,

imparatorluk geleneğinden gelmiş; hem entelektüel hem de estetik açıdan aç bırakılmış bir toplumun demokrasiye uyum sağlayabilmesi için mutlak gereklilik arz etmektedirler. Eğitim bir toplumun gelişebilmesi için olmazsa olmazdır, ancak tek başına yeterli değildir. Eğitim ile kazanılan bil-

gi birikiminin yaratıcılığa dönüşmesi ve yeninin ortaya çıkartılması kendi kendisini besleyecek bir kültürel hayatın döngüsü için şarttır. İşte bu noktada insanlığın estetik ve entelektüel birikiminin en rafine ürünlerini kendi bünyesinde toplayan sanat işin içine girer. Toplumun eğitim

sürecinde kendisine öğretilenleri bire bir doğru olarak kabul eden makineleşmiş hizmetkarlar haline gelmesinin önüne geçmek için alınabilecek en anlamlı önlemdir sanat. Çünkü sanatçılara kendilerini gerçekleştirebilme ve insanlığın ortak mirasına katkıda bulunabilme şansını verirken izleyicisine de yaratıcısının dünyasıyla bütünleşme, sorgulama, farklı gerçeklikleri keşfetme ve dünyaya dair algısını genişletme olanağı sunar. Eleştirel yönü gelişmemiş olan bir toplumun içinde bulunduğu durumdaki sorunları algılaması ve bunlara karşı yapıcı şekilde harekete geçmesi neredeyse imkansızdır. Bunu yapamayan bir toplum kaçınılmaz olarak kendi kendini yönetmekte de başarısız olacaktır. Cehalet demokrasiyi kendi kendisine düşman edebilecek kadar güçlü bir etkenken, cehaletin kaldırılması sürecinde şekillendirilen zihinlerin özgürlüğü de sanatla garanti altına alınmış olur. İşte bu sebeple içinde sanatın olmadığı bir demokratik sistem, en kısa zamanda kendi çöküşüyle yüzleşecektir. Bu yüzden sanat Türkiye için vazgeçilmez ve ne pahasına olursa olsun korunması gereken bir olgudur. 25


ARAŞTIRMA Türkiye’nin Kültürel Gelişimi İçin Neler Yapıldı?

Ahmet Adnan Saygun

Sanatın tepeden inme bir şekilde bir toplum içinde yeşermeyeceği, toplumun kültürünün ve tarihinin içinden çıkması ve topluma özgü olması gerekliliğinin Türkiye’nin kurucuları tarafından kavranmış olduğunu görmekteyiz. Ancak toplumun içinden çıkan, kültüründen beslenen sanatın aynı zamanda

Cemal Reşit Rey

Ulvi Cemal Erkin

Necil Kazım Akses

26

Hasan Ferit Alnar

evrensel değerlere de hitap etmesi gerekmekteydi. Bu yüzden insanlığın ortak sanatsal birikiminin önemli bir kısmını bünyesinde bulunduran, sofistike tekniklerin geliştirildiği ve uygulandığı Avrupa ülkelerinde yetişmiş, bu teknikleri içselleştirilmiş nitelikli Türk müzisyenlerin bulunması öncelikli hedef olarak belirlendi. Bu uğurda üstün yetenekli gençler için sınavlar açıldı ve sınavları kazananlar devlet bursuyla çeşitli Avrupa ülkelerinde saygın konservatuvarlarda eğitim görme

şansını yakaladılar. “Türk Beşleri” olarak anılan Ahmet Adnan Saygun, Cemal Reşit Rey, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kazım Akses ve Hasan Ferit Alnar bu devlet bursuyla eğitim görmüşlerdir. Bu gençlerden devletin beklentisi Türkiye’ye döndüklerinde kazandıkları birikim ile Türk kültüründen beslenen ve evrensel değerlere uzanan bir ulusal müzik yaratmaları, bu müziğin şaheserlerini ortaya koymaları ve bayrağı kendilerinden sonra taşıyacak müzisyenler yetiştirmeleriydi. Gerçekten de bu müzisyenler eğitimlerini tamamladıktan sonra pek çok konservatuvarın kuruculuğunu yaptılar, hoca olarak çalıştılar, orkestralar kurdular ve gerektiğinde bu orkestraları bizzat yönettiler. Her biri kendi anlayışı içinde eserler üretti ve Türkiye’de aktif bir sanat hayatının oluşması için çabaladılar.Bu çalışmalar sırasında dünyanın genelinde imparatorlukların parçalanmaya ve ulus devletlerin kurulmaya başlamasıyla gitgide kuvvetlenen ulusalcılık akımının Türkiye’nin müzik hayatının başlangıcındaki etkisinin büyük oranda belirleyici olduğunu gözlemleyebiliriz. Bu besteciler çoğunlukla kendi eserlerinde kullandıkları malzemelerin kaynağı olarak Türk halk müziğine yöneldiler


ARAŞTIRMA ve halk türkülerinin çok seslendirilmesi gibi özünde popülist bir amaca hizmet eden çalışmaların yanı sıra daha yüksek sanatsal nitelik barındırması amaçlanan senfoniler, konçertolar ve operalar bestelediler. Aralarından özellikle Saygun ve Erkin’in eserleri Türkiye dışında da tanınmış ve kendi dönemlerinin önemli bestecileri arasında gösterilmelerini sağlamıştır. Bu sırada bir önceki yazıda listesini verdiğimiz başlıca müzik eğitim ve icra kurumları birer birer açılmaya başlanmış, eğitim kurumlarında sınavları kazanan yetenekli gençler, nitelikli müzisyen olmak üzere eğitim almaya başlamışlardı. 2008 yılı itibariyle Türkiye’de 24 adet devlet konservatuvarı bulunmaktaydı. Bunun yanı sıra Bilkent Üniversitesi ve Bilgi Üniversitesi gibi çeşitli özel üniversiteler de kendi konservatuvarlarını ve müzik fakültelerini kurmuşlar, hem Batı müziği alanında, hem Caz alanında, hem de Türk müziği alanında öğrenciler yetiştirmektediler. Bu sayı bugün git gide artmaya devam etmektedir. Bu konservatuvarlardan çıkan müzik, tiyatro ve bale dallarında eğitim görmüş sanatçıların icra kurumlarında istihdam edilmesi

ve sanatın toplum genelinde yaygınlaştırılması devlet tarafından güvenceye alınmıştır. Bu amaçla Devlet Senfoni Orkestraları, Devlet Tiyatroları ve Devlet Opera ve Balesi’nin biletleri herkesin karşılayabileceği şekilde fiyatlandırılmış ve sanatın sadece ekonomik gücü elinde tutan azınlıkların ulaşabileceği bir burju-

va kültürü haline gelmesinin önüne geçilmesi hedeflenmiştir. Zaman içerisinde bu kurumlar yaygınlaştırılarak büyük şehirlerin dışına çıkmış ve Türkiye’nin dört bir yanında yaşayan insanlar için sanatı ulaşılabilir kılmaya çalışmışlardır. Bugün 21 ilde Devlet

Tiyatrosu, 6 ilde Devlet Senfoni Orkestrası ve 6 ile Devlet Opera ve Balesi bulunmakta, kendi bölgelerinin haricinde her yıl yurt içinde turnelere çıkarak ülkenin geri kalanında sanatın taşıyıcılığını yapmaktadırlar. Kurumsal çalışmaların haricinde Türkiye’de kurulan müzik okullarında pek çok üstün nitelikli müzisyen yetişmiş ve kendi alanlarında yaptığı çalışmalarla tüm dünyanın hayranlığını kazanmışlardır. İdil Biret, Suna Kan, Leyla Gencer, Hüseyin Sermet, Fazıl Say ve Özgür Aydın bu isimlerden sadece bazılarıdır. Türkiye’deki müzik okullarında eğitimine başlayan pek çok kişinin dünyanın geri kalanında tanınan müzisyenler haline gelmesi durumu bugüne değin yoğunluğu zamana bağlı olarak azalıp çoğalsa da, kesintisiz olarak devam etmiştir. Sadece bu sonuçlara bakarak dahi, Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen olan kültürel dönüşümün en azından kısmen başarılı olduğu sonucuna rahatlıkla varılabilir. Böylesine uzun soluklu ve çetrefilli bir süreçte başarının kısmi olması beklenebilir bir sonuç olsa da, yazının devamında bu kısmiliği biraz daha anlaşılır kılmaya çalışacağız. 27


ARAŞTIRMA

Cumhuriyet Döneminde Kışla'nın avlusunda klasik müzik konseri.

Bir Asırda Toplum Nasıl Değişti? Cumhuriyet’in ilanının ardından 91, Türkiye’de kurulan ilk müzik eğitim kurumu Musiki Muallim Mektebinin açılmasından 90 yıl sonrasında bugün Türkiye toplumuna baktığımızda o zamana kıyasla çok büyük değişiklikleri gözlemlemekle beraber 90 yıl öncesindeki pek çok problemin bugün de varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Türkiye’nin kurulduğu yıllar ile günümüz toplumu arasındaki farkları anlayabilmek için söz konusu zaman dilimlerinde alınmış bazı resmi istatistikleri karşılaştır28

mak faydalı olacaktır. Nüfus 1927 yılında yapılan nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 13.648.270 iken, 2011 yılında yapılan son nüfus sayımında bu sayı 74.724.269’a ulaşmıştır. 84 yıl içerisinde Türkiye’nin nüfusu yaklaşık 5 kat büyümüştür. 1927 yılında toplam nüfusun yaklaşık %25’i il ve ilçe merkezlerinde yaşarken, bu oran 2011 yılında yaklaşık %75’e ulaşmıştır. Eğitim 1923/24 eğitim yılında örgün eğitim sistemi içerisindeki ilköğretim öğrencilerinin sayısı

341.941 iken 2011/12 öğretim yılında bu sayı 10.979.301’e ulaşarak yaklaşık 32 kat artmıştır. 1927 yılında Arap alfabesi kullanımdayken %11 olan okuryazarlık oranı 1928 yılında Latin alfabesinin kabulüyle bir gecede %0’a düştükten sadece 8 yıl sonra 1935 yılında eskisinin iki katına çıkmış, 2008 yılında alınan istatistiklere göre ise %88,5’e çıkarak 81 yıl içerisinde yaklaşık 8 kat artmıştır. 1923/24 öğretim yılında yüksek öğretim kurumlarındaki öğrenci sayısı 2.914 iken bu sayı 2011/2012 öğretim yılında. 4.112.687’e ulaşarak yaklaşık 1411 kat artmıştır.


ARAŞTIRMA Kültür 1978 yılında yayınlanan kitap sayısı 5.033 iken bu sayı 2009 yılında 26.556’ya çıkarak 29 yıl içerisinde yaklaşık 5 kat artmıştır. Güzel Sanatlar ve Eğlence kategorisindeki kitap sayısının bu yıllar arasındaki artışının toplam yayınlanan kitap sayısıyla doğru orantılı olduğu gözlenmektedir. 1945 yılında yurt genelinde 61 adet bulunan halk kütüphanelerinden 465.544 kişi yararlanmışken 2004 yılında 1.367 ile zirveye çıkan kütüphane sayısı 2011 yılında 1.118’e düşmüş, kütüphaneleri kullanan kişi sayısının ülke tarihinde 22.869.817 ile en yüksek olduğu 1996 yılından 2011 yılında alınan istatistiklere göre 18.826.715’e gerilediği görülmüştür. Devlet Opera ve Balesi 1971/72 sanat sezonunda ülke genelinde 82.329 seyirciye toplam 16 eser sergilemişken 2010/11 sanat sezonunda ülke genelinde 310.623 seyirciye toplam 208 eser sergilemiştir. Devlet Tiyatroları 1971/72 sanat sezonunda ülke genelinde 433.593 seyirciye toplam 31 eser sergilemişken 2010/11 sanat sezonunda ülke genelinde 1.338.071 seyirciye toplam 199 eser sergilemiştir.

Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatroları’nın etkinliklerine bir yıl içerisinde katılan kişi sayısı toplam nüfusa oranla 1971 yılında yaklaşık %1.4’tür. Aradan geçen 40 yıl içerisinde sergiledikleri eser sayısı bakımından Devlet Opera ve Balesi etkinliklerini

13 kat, Devlet Tiyatroları da 6 kat arttırmasına rağmen bu oran 2011 yılında sadece yaklaşık %2.2’ye ulaşabilmiştir. Devlet Senfoni Orkestralarıyla ilgili istatistikler Türkiye İstatistik Kurumu raporlarında maalesef bulunmamaktadır.

çıkılarak Türkiye toplumunun geçirdiği değişim hakkında önemli sonuçlar çıkarmak mümkündür. Öncelikle Türkiye’nin kurulduğu yıllara kıyasla günümüzde kent yaşamının ağırlıklı olduğu, eğitim düzeyi daha yüksek ve kültürel faaliyetlere ulaşım imkanı çok daha fazla olan bir toplumla karşı karşıya olduğumuz görülmektedir. Ancak eğitim alanında çok büyük ve kitlesel bir sosyal dönüşüm gözlenmekteyken, sanat kurumlarının hala çok küçük bir kitleye hitap edebildiği gözlenmektedir. Türkiye’nin kuruluşundan itibaren hizmet veren tüm müzik eğitim ve icra kurumlarının halkla buluşmak konusunda yeterince verimli olamadığı ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Türkiye’deki müzik eğitim ve icra kurumlarının önemi günümüzde de hiç azalmadan devam etmektedir. Yazının bir sonraki sayıda yayınlanacak olan son kısmını, Türkiye’nin müzik hayatındaki sorunlar ve bu sorunlara getirilebilecek çözümler üzerinde düşünmeye ayıracağız. Murat ARCAN KÜNDÜK

Bu istatistiklerden yola 29


RÖPORTAJ

Sanat Tarihçisi

Seda Ağırbaş

ile Sanata Yolculuk

30


RÖPORTAJ

* Seda Hanım öncelikle kendinizi bize bir tanıtır mısınız? 1973 doğumluyum. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nü 2006 yılında bitirdim. Önce 1993 yılında Konya Selçuk Üniversitesi’nde aynı bölümü kazandım. Ancak sonra bıraktım. Hayalim hep eğitim fakültesinde öğretmenlik okumaktı. Dolayısıyla sanat tarihi okumanın bana pek bir katkısı olmayacağını düşünmüştüm. Sonra evlendim, oğlum dünyaya geldi. Sanat tarihinden değil, üniversite yaşamından uzaklaştım. Oğlum büyüyünce tekrar sınava girip 2001 yılında, Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nü kazandım. Demek ki benim bu bölümü okumam gerekiyor dedim. Ve iyi ki bu bölümü okudum. Ege Üniversitesi

büyük bir şanstı benim için. Yaşın getirdiği bir olgunluk oluştu. Liseden mezun olduğumda yabancı dilim Fransızcaydı. Okula başladığımda hazırlıkta okutulan yabancı dilin İngilizce olması beni çok zorladı. Bölüme geçtiğimde ders programı beni şaşırttı, çok güzel olmuştu. Geleneksel el sanatları, halı vb. bölümler var. İşin pratiğini düşünüyordum. Uygulama dersleri olmadığını da derslere geçince anladım. Bölüm teorik bir bölümdü. Üç ana bilim dalından oluşuyor: İslam sanatı, Bizans sanatı ve Çağdaş sanat. İlk yıllarda herkes gibi ben de zorlandım ancak işler rayına oturunca, güzel bir bölümde okuduğumu anladım. Dört yıl boyunca başarılı bir biçimde, bölüm birincisi olarak okuldan mezun oldum. Bu bölümde okumamın çok

isabetli olduğunu anladım. Zevkle, severek okudum. Lisans tezimi, Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Anabilim Dalı’nda yaptım. Sanat Tarihi okurken ilk ilgimin resim değil, mimari üzerine olduğunu gördüm. Ortaçağ özellikle gotik mimari beni çok etkiledi. Batı sanatını seçmemin en önemli nedeni mimaridir. O görkemli, ihtişamlı yapıları görünce çok etkilendim ve mimarlık terminolojisini öğrendim. Mimarlık derslerini görmeye başladıktan sonra Rönesans’a geçtik. * Gotikten aydınlanmaya doğru gitmişsiniz. Rönesans beni çok etkiledi. Derslerimiz bir buçuk saat sürerdi, derslerde notlar tuttum, dersleri hep takip ettim. Zamanla daha da çok ilgimi çekmeye başladı.

31


RÖPORTAJ

32


RÖPORTAJ

* Rönesans nedir? Rönesans yeniden doğuş demektir. Kökeni İtalyanca “Rinascimento” olan Rönesans kelimesi; Fransızca okunuşudur. Rönesans’ın doğduğu şehir Floransa’dır. Rönesans deyince Antik Yunan ve Roma medeniyetinin yeniden canlanması akla gelmelidir. Rönesans deyince işin içine sadece sanat ve bilim değil, hümanizm de giriyor. Rönesans’la birlikte bir aydınlanma başlıyor. Arka planında Ortaçağ’da, onu hazırlayan etmenler vardı. Ortaçağ’ın karanlık düşüncesi, dinin insanlar üzerinde bir baskı uyandırmış olması sanatçılarda dışa açılma isteği doğurmuştu. Hümanizm, insana verilen değer ile birlikte yeniden canlanma ortaya çıkıyor. Antik dönemde, Yunan ve Roma medeniyetinde gördüğümüz konular tekrar görülüyor. İnsana bağlı olarak mimarinin bile yeniden şekillendiğini görüyoruz. Ortaçağ’da gökyüzüne doğru incelen ve uzayan kuleler görürüz. O uhrevi hayatın (tanrıya yaklaşma is-

teğinin) verdiği duyguyla o devasal yapılar ve kubbelerin inşa edildiği görülüyor. Rönesans’la beraber yapılar artık insan seviyesinde, yani yatay bir düzenlenmiş olduğunu görüyoruz. Yine din var, ortadan kalkmıyor ancak insan ön plana çıkıyor. Tamamen dinden kopma yok, dinsel konuların yanında başka türler de önem kazanıyor. Rönesans’ta artık birey önem kazandığı için sanatçılar eserlerine imza atmaya başlıyor. Ortaçağ’da sanatçılar eserlerine imza atmazdı, varsa da çok nadir görünürdü. Bu anlamda antik dönemde gördüğümüz insan bedeninin ortaya çıktığını görüyoruz. Ortaçağ’da ve devamı olan Bizans sanatında hep giyinik, dinsel figürler ve daha ağırbaşlı resimler vardı. Arka planda doğa resimlerine yer verilmezdi, daha kapalı bir anlayış vardı. İsa’nın yaşamını konu alan İncil ve Tevrat konulu resimler yoğun olarak işlendiği için, dinsel figürler kutsallığa uygun şekilde hep giyinikti.

Rönesans’ta antik dönemin yeniden canlanması ile çıplak bedenlerin resimde yer aldığını görüyoruz. Rönesans’la beraber boyut özellikleri değişiyor. Figür hacimsel olarak yer alıyor. Dinsel konulu resimler yine söz konusu ancak arka planda primitif ağaçlar ve mavi gökyüzü söz konusu. Derinliğin ve perspektifin resme girdiğini görüyoruz. Sanat tarihçileri Rönesans dönemini sınıflara ayırıyor. Erken Rönesans, Yüksek Rönesans ve Geç Rönesans ya da Maniyerizm. * Rönesans dönemi eserleri ile günümüz eserleri arasında ne gibi farklar var? Rönesans’tan sonra pek çok dönem daha var. Önce Barok dönem arkasından Rokoko dönemi geliyor. Henrich Wölfflin, “Sanat Tarihinin Temel Kavramları” adlı eserinde Rönesans ile Barok dönemlerini üslup özellikleri

33


RÖPORTAJ

bakımından karşılaştırır. Barok dönem de kendi koşulları içinde yeni ve güzel bir dönemdir. Ardından Rokoko’ya karşılık Neoklasik akım başlamıştır. Tekrar Antikite’ye dönülmüştür. 19. yüzyıl başlarında sanat akımları ortaya çıkmıştır: - Romantizm - Empresyonizm - Ekspresyonizm - Fovizm - Kübizm gibi ve günümüze geliyoruz. Modern sanatla (Postmodernizm) Rönesans’ı kıyaslamak istiyorum. Modern sanatta ressamlar; örneğin Dali’nin resimlerinde Klasik dönemin yeniden bir gösterimi vardır. Dadaizm’de kurallara karşı bir başkaldırış var. Ancak Dali, kendi teknikleriyle Rönesans’ı yorumluyor. Mona Lisa’yı yorumlayan bir sanatçı var; Mona Lisa’nın bıyıklı tablosunu yapan Marcel Duchamp’da klasik dönem eserlerinden bir kopuş yok ancak üzerine üslup ve anlam bakımından farklı bir yaklaşım mevcut. Günümüze baktığımız34

da işin Türkiye boyutu ve Avrupa boyutu var… Arada büyük farklar var. Avrupa’da bir Rönesans yaşanıyor ancak biz Rönesansı yaşayamıyoruz. Batı’da Rönesans yaşanırken, Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi ile yeni bir dönem başlıyor. Hatta bu dönemde İtalya’dan ünlü ressamlar Osmanlı’ya davet ediliyor. Bunlar arasında bugün orjinali Londra’daki National Galllery’de bulunan “Fatih Portresi”ni yapan Gentile Bellini de bulunuyor. Akabinde Fatih’ten sonra bir geriye dönüş yaşanıyor. Kendi ülkemizle kıyaslayınca bir benzerlik mevcut değil. * Sanata dair felsefeniz nedir? Sanata dair felsefem her zaman insanın ve doğanın ön planda olduğu insana verilen değerin vurgulandığı hümanist yaklaşımdır. Çünkü bu dünyayı ayakta tutan bireyin saygınlığı, önemi ve özellikle sevgisidir. Ben bir sanatçı değilim sanat tarihçisiyim ama felsefem insan ve aşk (“Amor”).

* Peki sizin sanata olan ilginiz ne zaman başladı? Ben sanat tarihçisiyim. Sanat tarihi bölümünde Batı Sanatı ve Çağdaş Sanat Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans ve doktora yaptım. Ve bu alanda ilerlemeyi seçtim. Aslında mimari de var ancak ben resim sanatını, yaşanmışlığın izlerini resimlerle belgeleyen çalışmaları seçtim. Ben resim yapmıyorum. Aslında liseden beri merakım müziğeydi. Ailemde de birçok kişi hem resimle hem de müzikle ilgilenmiştir. Enstrüman çalarlar, resim yaparlar. Küçüklüğümde de İbrahim Çallı’yı “Manolyalar” adlı eseri ile tanıyordum. Türk ressamlarının isimlerini biliyordum. Esas müziğe ilgim vardı. Çünkü müziğin manevi bir şey olduğuna inanıyordum. Soyut bir şeyden somut bir şey dönüştüğünü gördüm ve ruhun sesi olduğunu düşünüyordum. Sözlerden ziyade müziğin ezgisi beni cezbederdi. Söylemeyi de çalmayı çok severim. O zamanlar zaten ilgim vardı, içimde farkını hissedebiliyordum. Ancak tarihi okumak ilgimi çe


RÖPORTAJ

kiyordu. Çocukluğumda bir ören yerine gittiğimde veya eski bir yapı gördüğümde oranın tarihini merak ediyordum. O hissi alabiliyordum. * Sanat tarihiyle ilgili dersleri ortaokulda görmediğimiz için pek bilmiyoruz. Sanat tarihini seçmek isteyen öğrencilere ne gibi önerilerde bulunursunuz? İlgi duyanlara okumalarını öneririm. İlgi duymayanlar için eminim tam bir ızdırap olur. İstiyorlarsa eğer kesinlikle severek okunacak bir bölüm. * Siz gerçekten sevmişsiniz ki, bölüm birincisi olmuşsunuz. Aşkla okumuşsunuz. Evet, lisede sanat tarihi dersi okudum ancak üniversitede derinlemesine okumak başka. Çok severek okudum. * Sizi etkileyen bir sanatçı ya da özellikle etkileyen bir yapıt var mı? Bir sanatçı ya da eser diyemem. Ancak bir dönem diyebilirim. O da Rönesans’tır. Klasik dönem diyebilirim. Antik dönemin gerek mimari-

si gerek sanatı beni çok etkiler. Aslında Gotik dönemden de etkilendim. O dönemde Rönesans’ı hazırladığı için özel. * Üniversitedeki sanat tarihi eğitimini nasıl buluyorsunuz? Üniversitelerdeki sanat tarihi eğitimi kişinin kendini geliştirmesiyle ilgilidir. Çok kaynak var ancak gelişim öğrencinin nasıl beslendiğiyle ilgilidir. Örneğin ben üniversitede okurken, üniversite eğitiminin arkadaşlarla kafelerde oturup, gezmek dolaşmak olmadığını düşündüm. Üniversite demek araştırma yapmak demek, sadece derslere girip geçmek değil. Bazı üniversitelerde sanat tarihi daha eski ancak bazı üniversitelerde bu bölüm yeni kuruldu. Ben Ege Üniversite’sinde ömrünü bu bilime, sanata vermiş hocalardan ders alarak okudum. Bu hocalarımın adını anmadan geçemem. Prof. Dr. Hüseyin Rahmi Ünal, Prof. Dr. Gönül Öney, tarih babamız Aydoğan Demir, Bekir Deniz Hoca’mız şimdi Akdeniz Üniversitesi’nde; hepsi

birbirinden değerli hocalardan dersler aldık, bu anlamda çok şanslıydım. * Sanatla uğraşmak size neler kazandırdı? Maddi ve manevi? Pek maddi bir şey kazandırmadı ancak manevi açıdan doyurdu. Sanatla uğraşan insanlar biraz daha yalnız ve hassas oluyorlar. İnsanın hayattan beklentisi nedir? Tercihlerimizdir bizi yönlendiren. Parayı seçmiş olsaydım evet başka yerlerde olurdum. Ama okuma ve öğrenme aşkı, araştırma isteği bir şeyler üretmek beni daha çok mutlu etti ve bu yaşıma kadar okumanın avantajlarını gördüm. Manevi anlamda beni tatmin etti ve etmeye de devam edecek…

Röportaj:Aslı DEĞİŞİCİ

35


YAZAR

36 36


YAZAR

ROMANA HAYAT VEREN KALEM ““Abartıyor doğayı.” diyorlar. Bunu bana söyleyenler doğayı görmemişler. Doğa zaten abartıdır.” Bir röportajında kendisi için söylenenlere böyle karşılık veren yazar, yaptığı eşsiz doğa betimlemeleriyle, okuyucunun gözünde bambaşka canlandırdığı doğayı yeni baştan kitaplara çizen, yazıya adanmış, yazıya layık olmuş, yazıya hayatı katmış, yazıyla hayatı bulmuş, Türk Edebiyatı’nda romancılığa damgasını vurmuş, romancılığın duayen isimlerinden bir kalem: Yaşar Kemal... Adana’da bir Türkmen köyü olan Hemite’de bugünkü ismiyle Gökçedam köyünde dünyaya gözlerini açan, Kürt asıllı, asıl adıyla Kemal Sadık Gökçeli, edebiyatta romancılığın bayrak isimlerinden olmasının yanı sıra, çocukluğu, ilk gençliği âşıklarla ve onlarla yaptığı atışmalarla geçmiştir. İçinde

bulunduğu coğrafya, anlatılagelen eşkıya hikâyeleri onun daha sonraki edebi yaşamını şekillendirmede başrol oynayacaktır. “Bilmiyorum ne zaman türkü söylemeye başladım. Toroslar’danım. Âşık Kemal… On altı yaşlarımda ben hem şiir yazardım hem de ağıtlar toplardım.” diyen kendisi de hem şair yönünü hem halk kültüründen yararlandığını dile getirmektedir. Bu toprakların her kaleminin daim kaderi onu da bulacaktır. On yedi yaşındayken yazdığı bir şiirden dolayı ilk hapis cezasını alır ve okuldan atılır. Etnik ve dini sayısız kültürün var olduğu Çukurova’nın merkezi Adana’ya gittiğinde sürgüne gönderilen aydınlarla ünlü ressam Abidin Dino ve eşi Güzin Dino ile tanışır. İkinci bir hapis cezasının ardından Dino çiftinin öğüdüne uyarak İstanbul’a gider. İstanbul’a geldiği

günden beri ben Yaşar’ı tanırım diyen fotoğraf sanatçısı Ara Güler onun için; “Yaşar Kemal İstanbul’a geldiği zaman kültür birikiminin içine düştü. Ama o düştüğü yer zaten esas olan kültürün sonuydu. Onlar daha evvel bitmek üzereyken biz yakaladık. Benim de hayatım denk gelmez ona. Sonunun kokusunu aldık biz onun.” der. Türkiye’nin en eski gazetesi Cumhuriyet’e alınınca polis takibinden kurtulmak için Yaşar Kemal imzasıyla yazmaya başlar. Toplumun dışına itilen insanlarla, pamuk işçileriyle, sünger avcılarıyla yaptığı röportajlar büyük ilgi uyandırır. Toplumun birçok kesiminin yaşadığı yoksulluğu gazete gündemine taşır. Olağanüstü anlatım gücü, kendine özgü şiirsel Türkçesi ona önemli ödülleri getirir.

37 37


YAZAR 1952 yılında daha sonra evleneceği İstanbul’un köklü bir Yahudi ailesinin kızı olan Thilda ile tanışır. Yaşar Kemal’in ilk hikâye kitabı olan Sarı Sıcak aynı yıl yayımlanır. “Bu Çukurova tekin değildir. Bir uçsuz bucaksız bir düzlüktür. Bataklıktır, büklüktür, akarsular, ulu denizlerdir. Çukurova bir sonsuz aklıktır. Göğe yükselmiş ulu devler gibi ayağa kalkmış, yürümüş… Bin bir renkli ulu kartallarcasına uçan, akan toz direkleridir. Çukurova sarı sıcaktır.” Türkiye kamuoyunu sarsan İnce Memed 1955’te yazın dünyasıy-

38 38

la buluşur. Yaşar Kemal’i Türkiye’nin en ünlü yazarlarından biri yapan bu eseri çok satan kitapların başına geçmekle kalmaz, halk arasında efsaneleşir. Yaşar Kemal’in efsanelerden yola çıkarak evrenseli vurgulayan eserleri yetmişe yakın dile çevrilir. Eserleri Avrupa’da özellikle de Fransa’da büyük ilgi toplar. Fransız Le Figaro gazetesi eleştirmenlerinden Jean D’ormesson onun için; “İnce Memed’in Fransızca’ya çevirisi yayımlandığında kitabı bir solukta okuduğumu hatırlıyorum. Toros Dağları’ndan inip gelen bu Türk kahramanın aslında bize hem yakın ama aynı zamanda bir o kadar uzak olan efsanesi bende inanılmaz güzellikte bir tablo oluşturdu. Bu tabloda özgürlük, hak eşitliği ve daha iyi bir düzen için mücadelenin tüm öğeleri mevcut. Anlatımındaki o olağanüstü kıvraklıksa eserin biz Fransızlar’ı mest eden, sarsan özelliği. Bu yüzden Yaşar Kemal

kısa bir zaman içinde onu daha doğru dürüst tanıma fırsatı bile bulamayan onu yalnızca kitaplarından bilen Fransa’da önemli bir üne kavuştu. Bu bir yazar için bence en ideal tanınma biçimi.” der. New York Times gazetesinin de yazacağı gibi İnce Memed’in başarısı yayıncılık tarihine geçecek bir olaydır. İnce Memed kısa sürede otuz beş ülkede yayımlanır. Yaşar Kemal’in kendisi de roman yazma tutkusunu; “Roman yazdığım zaman ben sigara içmem, içki içmem. Yarış atı gibi olmalıyım. Yürürüm. Dokuzda uyurum, yedide kalkarım. Yürürüm. Ben öyle yazarım. Roman yazmak bizde fiziki güç isteyen bir şeydir. Zaman yiyen bir makinedir. “ şeklinde aktarır. Yaşar Kemal 1970’li yıllarda uzun bir aradan sonra ilk kez Çukurova’ya döndüğünde bir kahraman gibi karşılanır. Bu karşılanmasını şöyle ifade eder: “Olağanüstü karşılanmamın sebeplerinden bir tanesi; ben bir kavga adamıyım Çukurova’da, sanıyorum ki bir kavganın benim kişiliğimde sembolleşmesini gördüler. Ben Çukurova’da pirinç tarlaları su altında


YAZAR kalmış insanlarla sanıyorum yirmi beş bin kişi kadar, kasabadaki bentlere beraber yürüdüm ve gerçekten bu yürüyüşü yaparken bana güvendi bu köylüler. Otorite de bana o kadar düşman oldu. Hatta otorite öylesine düşman oldu ki ben gençliğimde hapishaneye girip çıktıktan sonra Çukurova’da yaşayamaz oldum. “ Doğa ve çevre tutkusundan yola çıkarak, İstanbul’un sorunlarıyla da ilgilenir. Köylerinden göç ederek İstanbul’a yerleşenleri, büyük şehrin içinde kaybolan insanları anlatır. “Geçermiş Sokağı İstanbul’un anahtarıdır. Geçermiş Sokağı; büyülü, pis, aldatılmış, ahmak, yürekli, akıllı, korkak, bozulmuş, canlı, diri, soysuz, soylu, bıkmış, yeni anadan doğmuş gibi kızgın, uysal, deli, çılgın, olabildiğine ağız dolusu gülen, ağlayan, kız vermeyen, içine kapanmış İstanbul’un kirliliğini, çamurunu, İstanbul çılgınlığını, aldatılmışlığını, çürümüşlüğünü, acımasızlığını, sevgisini, yalansızlığını, koruyuculuğunu, onurunu, güzelliğini, sıcaklığını, candanlığını, sevgisini, başkaldırısını, bu küçücük pekmez

renkli boyaları dökülüp kararmış, tahtaları çatlamış, insanları birbirine sokulmuş bu semt sokağında birkaç misli abartılmış yaşar.” Edebiyatta birçok türde eser veren ve birçok ödüle layık görülen Yaşar Kemal; yakın dostlarından Orhan Kemal’e yazdığı mektuplarından birinde: “İyi sanatın arkasındaki güçlü, namuslu, bükülmemiş adam bence sanatından daha makbuldür. Tevfik Fikret’i şiirlerine tercih etmek isterim. Seni de ne kadar çok sevdiğimi bildiğin romanlarına tercih ederim Orhan’cığım. Ne kadar güzel yazarsam yazayım beni de romanlarıma tercih etseler keşke... O kadar iyi, o kadar namuslu olabilsem.” diyerek sanata ilişkin görüşlerini kaleme alır.

zar romanlar, hikâyeler, oyunlar yazmıştır. Ama bir gün insan soyu savaşı icat edip sürdüren atalarından utanacaklar, bulurlarsa mezarlarına tüküreceklerdir.” diyerek hep barıştan yana olmuş, o güzel insanlar beyaz atlara binip gittiler, bir daha hiç dönmeyecekler dediği atlılara karışan Yaşar Kemal’in gidişiyle Türk romancılığının boynu bükük, güneş, ağaçlar, kuşlar, dağlar, yollar, varlıklar yetim kalmıştır. Ve biz bugün bu toprakların, Toroslar’ın koca çınarını saygıyla anarken demek isterim ki onu eserlerinden daha çok sevmenin de ötesinde anlamalıyız.

Gönül ALICI

“Savaş, insan soyunun en korkunç, en pis, en alçak icadıdır. Savaşı bugüne kadar sürdüren insanlık biraz acaip, biraz deli değil mi? Savaşın korkunçluğunun üstüne birçok büyük ya-

39 39


KİTAP

40 40


KİTAP katkı yapmış ve bu arada dinsel görüşleri açısından daima agnostik kalmıştır.

Marc u s Tu l l i us Cicero (M.Ö. 106 - M.Ö. 43); Romalı hukuk adamı, politikacı, bilgin, hatip ve yazar. Roma İ m p a ra t o r l u ğ u ’n u n en sancılı zamanlarında Cumhuriyet’ten İmparatorluğa geçiş süreci içerisinde yaşamıştır. Felsefe öğrenimini, Epikürosçu Phaedros, Stoacı Diodotos ve Akademi’ye bağlı Philon’dan almış olan Cicero’nun önemi, yunan düşüncesini daha sonraki kuşaklara aktarmasından kaynaklanır. Bilgi kuramı açısından, kesinliğe bağlanmak yerine olasılıkların yolunu izlemeyi yeğleyen, buna karşın ahlak alanında, dogmatik bir tavır sergileyip, Stoacılara ve Sokrates’e yönelen Cicero, Latincenin felsefe dili olarak gelişmesine

Cicero’nun felsefi yapıtlarından biri olan Laelius ya da De Amicitia (Laelius ya da Dostluk Üzerine) İ.Ö. 44 yılında yazılmıştır. Diyalog biçiminde olan bu kitaptaki konuşma, İ.Ö. 129 yılında geçer. Scipio Aemilianus’un ölümünden (İ.Ö. 129) birkaç gün sonra Scipio’nun çok yakın dostu Laelius, damatları Scaevola ve Fannius’la “dostluk” üzerine konuşur. Bu konuşmayı sonradan Scaevola, Ciceyo’ya aktarır. DOSTLUK “Dostluk konusunda düşündüğümde, hep şu noktayı göz önünde tutmalı diye de düşünürüm: acaba dostluğu arattıran neden güçsüzlük ya da gereksinim midir? Acaba karşılıklı yardımlaşmaya girişirken insanların amacı tek başlarına pek başaramayacakları şeyi bir başkasının yardımıyla elde etmek, sırası gelince karşılığını yapmak mıdır? Yoksa bu yardımlaşma dostluğun özelliğidir de, dostluğun daha derin, daha soylu, salt doğanın yarattığı başka bir nedeni mi vardır?

Dostluğa adını veren sevgi, insanların yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmasında başlıca nedendir. Çünkü çıkarlar çok kez kendine dost süsü veren ve durum gerektirdiği için saygı, ilgi gösteren insanlardan bile elde edilebilir; oysa dostlukta hiçbir şey yalan ve yapmacık değildir, her şey gerçektir ve içten gelir. Bu yüzden, sanırım dostluğu gereksinim değil, doğa yaratır. Dostluğun doğuşunda ondan ne çıkarlar elde edileceğinden çok, ruhların sevgiyle bağlanması var.” “Ruhta erdem ışığı belirince dostluk oluşur; bu ruha benzeyen başka bir ruh yaklaşır, ona bağlanır; bu birleşme sonunda sevginin doğması kaçınılmaz olur. Onur, ün, yapı, giysi, beden bakımı gibi boş şeylerden hoşlanıp da erdemle donanmış, sevebilen, deyiş yerindeyse sevgiye sevgiyle karşılık vermesini bilen bir ruhtan hoşlanmamak saçma bir şey değil mi? Çünkü hiçbir şey bu sevgi alışverişinden, istekle yapılan karşılıklı yardımdan daha tatlı olamaz. Peki, sözlerimize bir de şunu eklersek: “Benzerliğin insanları dostuğa çektiği kadar hiçbir şey başkasını kendisine çekip sürüklemez dersek ki bunu demeye de hakkımız vardır, kaçınılmaz olarak 41 41


KİTAP olarak kabul edilecektir ki, iyi insanların iyileri sevmeleri, sanki aralarında bir akrabalık ya da doğadan gelen bir bağ varmış gibi birbirlerine bağlanmaları yerinde bir iştir.” “Dostlukta hoş olan, elde edilecek yarardan çok, dost sevgisidir, dosttan gelen bir şeydir; ancak sevgiyle birlikte olursa zevklidir. Gereksinmenin dostluğun nedeni olması şöyle dursun; tersine zenginliğe, erke, özellikle erdeme erişmiş -erdem çok büyük bir destektir- ve başkasına gereksinme duymayan insanlar çok eli açık ve iyilikseverdirler. Hem de dost ille bir şeye gereksinme duymamalı mı bilmem; ne barışta, ne savaşta Scipio benim yardımıma ya da öğüdüme gereksinme duymasaydı ona sevgimi nasıl kanıtlayabilirdim? Demek çıkar düşüncesi dostluğu doğurmaz, dostluğun arkasından gelir.” “Karşısında kendinle konuşuyormuş gibi her şeyi söylemeyi göze alabileceğin birini bulmaktan daha tatlı ne var? İyi günlerinde senin kadar sevinecek biri olmasaydı mutluluğundan ne zevk alırdın? Öte yandan da, kara günlerinde senden çok üzülecek bir dostun olmasaydı, o günlere 42

katlanmak güç olurdu.” “Bu durumda zevke boğulmuş kimseleri, ne kuramını, ne de uygulanışını bildikleri dostluk üzerine yürütecekleri düşünceleri dinlememeli. Çünkü tanrıların ve insanların hakkı için kimseyi sevmeden, hiç kimsece de sevilmeden, her türlü varlık ve bolluk içinde yaşamayı isteyecek bir insan olabilir mi? Çünkü kuşkusuz böylesi, bir tiran yaşamı sürmek olur. Bu yaşamda ne bağlılığa, ne sevgiye, ne de sürekli bir yakınlığa güven vardır; her şey hep kuşku ve kaygı vericidir, dostluğa yer yoktur. Çünkü korktuğu ya da kendisinden korktuğunu sandığı insanı kim sevebilir? Ama tiranlara da bir zaman için yalancı bir saygı gösterilir. Eğer bir gün, çok kez olduğu gibi düşerlerse, ne denli az dostları olduğu o zaman anlaşılır.” “Kimilerinin, önceleri iyi ahlaklıyken, komuta ve yetki elde ettikten, mutluluğa eriştikten sonra değiştikleri, eski dostlarını aşağı görüp yenilerine bağlandıkları da, kuşkusuz ki görülebilir. Varlık, erk ve erkinlik elde etmiş kimselerin, parayla alınabilecek her şeyi, atları, hizmetçi-

leri, güzel giysileri, değerli vazoları elde edip de, dostluğu, deyiş yerindeyse, yaşamın bu en değerli ve güzel süsünü elde etmemelerinden daha budalaca bir şey var mıdır?” “Kendimiz için yapmayacağımız nice işler vardır ki, dost uğruna yaparız. Olmadık birine dilekte bulunmak, yalvarmak, birine pek kötü çıkışmak, şiddetle saldırmak; bütün bunlar kendimiz için yapılınca hiç de onurlu olmadığı halde, dost uğruna yapılınca çok onurludur.” “Ama Scipio, insanların dostluktan başka her işlerinde daha dikkatli olmalarından yakınırdı; örneğin örneğin hepsi ne kadar keçisi, koyunu olduğunu söyleyebilir de dostlarının sayısını


KİTAP

bilmez. Keçi, koyun satın alırken bile titiz davranır da, dost seçimine önem vermezler. Bu durumda sağlam, değişmeyen, hep aynı kararda olan dostlar seçelim. Böylesine pek az rastlanır.” “Kiminin ne denli hafif olduğu bir az parayla anlaşılır. Az paraya kapılmayan kimi de, çok para önünde ne olduğunu ortaya kor. Parayı dostluğa üstün tutmayı küçüklük sayan kimseler bulunsa bile, toplumsal konumu, devlet işlerini, askersel komutları, yönetimsel memurlukları, etkililiği dostluğa üstün tutmayan insanları nerede bulmalı? Ama birçokları için kötü günlerde birbirine bağlı kalmak, nasıl da güç bir iştir! Yıkımı paylaşmaya razı olacak insan kolay kolay bulunamaz. Ennius haklı olarak: “Belli dost bellisiz işlerde belli olur” diyor ama dostun gelgeç gönüllülüğünü,

zayıflıklarını şu iki şey ortaya koyar: iyi günlerde dostlarını aşağı görür, kötü günlerinde bırakıp giderler. Hem iyi, hem de kötü günde ciddi, direngen, değişmez bir dostluk gösteren insanın pek seyrek, tanrılaşmış gibi bir soydan geldiğine inanmalıyız.”

maz.”

“Dostlukta aradığımız bu süreklilik ve kararın temeli bağlılıktır. Bundan başka, yalın, herkesle dost, bizimle aynı zevkte, yani aynı şeylerden zevk aldığımız kişiyi seçmeli. Dost, suçlamaktan hoşlanmayacak, suçlamalara da inanmayacak.”

“Bir iyiliği yapan anmamalı. Bu yüzden, üstün olanlar, dostlukta ötekilerin katına indikleri gibi, onları da ellerinden geldiği kadar, kendi katlarına yükseltmeye çalışmalı. Her dost için önce elden ne gelirse, sonra sevilen, yardım edilen kimse ne kadarını kaldırabilecekse, ona o kadarını vermeli. Ne denli yüksek olunursa olunsun, bütün dostları yüksek konuma getirmek olanaklı değildir. Bir insana her şeyi vermek elde olsa bile, onun bunlardan ne kadarını kaldırabileceği göz önünde tutulmalı.”

“Burada ince bir sorun önümüze çıkıyor: Genç atları eskilere üstün tuttuğumuz gibi, dostluğa uygun gördüğümüz yeni dostları eskilerine üstün tutmalı mıyız? En eski şaraplar gibi, en eski dostlar en zevkli olmalı. İyi dost olabilmek için birlikte birkaç tutam tuz yemeli diyenlerin hakkı var. Ama umulan meyveyi sonunda bir gün veren bitkiler gibi, meyve vereceğini umduğunuz yeni dostlardan da kaçınmamalı, ancak eskileri, uygun oldukları konumda tutmalı. Hiç kimse bir engel olmadıkça, alışmadığı yeni bir ata binmeyi, alıştığı bir ata binmeye yeğ tut-

“Çok kez insanların ya doğrudan doğruya dostlarına ya da başkalarına zarar veren ama sonunda yine dostlarının onurunu kıran kimi eksiklikleri birden bire ortaya çıkıverir. Bunlardan yavaş yavaş sıyrılmalı. Bu durumda hemen alışverişi kesip ayrılmamak ne doğru ve onurlu bir iştir, ne de olanaklıdır. Çok kez olduğu gibi, insanın ahlakında, zevklerinde bir değişme ortaya çıkarsa ya da siyaset alanında aralarında düşünce ayrılığı olursa, yalnızca dostluğun bozulmasını değil, düşmanlığa çevrilmiş görünmesini de önlemeye çalışmalı. . Çünkü hiçbir şey bir 43


KİTAP zamanlar çok yakın olduğun birisine savaş açmaktan daha ayıp değildir. Bu yüzden önce dostla bozuşmamaya çaba göstermeli ama böyle bir şey başa geldi mi, dostluğun birdenbire kesildiği değil yavaş yavaş söndüğü sanılsın.” “Bütün bu eksiklik ve sakıncalara karşı bir tek umar ve önlem vardır: ne çok çabuk sevmeli, ne de uygun olmayanları sevmeli. Üstün olan her şey az olduğu gibi kendi türünde her yönden üstün olanı bulmaktan daha zor bir şey yoktur. Ama birçokları insanlarla alışverişlerinde iyi diye yalnızca kazanç getireni tanırlar. Hayvanları arasında olduğu gibi, dostları arasında da en çok kazanç umduklarını en çok severler.” “İnsan hem kendisini sever, hem de bir başkasını arar, sanki iki ruhtan bir tek ruh yaratmak üzere ruhunu onunkiyle birleştirir.” “Ama birçokları kendilerinde bulunmayan şeyleri dostlarında aramaktan -hadi sıkılmıyorlar demeyeyim de- yanılgıya düşüyorlar diyeyim. Dostlarına vermedikleri şeyleri onlardan istiyorlar. Oysa önce iyi insan olmak, sonra kendine benzeyeni aramak doğru olur. Deminden beri söylediğim sürekli bir 44

dostluk ancak şu kimseler arasında sağlamca kurulur: Yakınlık duygularıyla birbirine bağlanmış insanlar önce başkalarının tutsağı olduğu tutkuları yenecekler, sonra doğruluk ve adaleti sevecekler, birbirleri için her şeyi yapacaklar ama birbirlerinden onurlu ve doğru olmayan hiçbir şeyi istemeyecekler, aralarında yalnızca sevgi ve beğenme değil, saygı da bulunacak. Çünkü dostluktan saygıyı kaldıran onun en büyük süsünü kaldırmış olur. Doğa dostluğu erdemin yardımcısı olsun diye vermiştir.” Taros’lu Arkhytas’ın sözü doğrudur: “Biri göğe yükselip evreni ve yıldızların güzelliğini seyretseydi, bu seyir ona hoş gelmeyecekti ama yanında gördüklerini anlatacak bir dostu olsaydı, bundan çok hoşlanacaktı.” “Dostun açıkça ve sertliğe kaçmadan uyarılması, kendimize yapılan uyarıların da sabırla ve karşı koymadan kabul edilmesi, gerçek dostluğun özelliklerinden birisidir. Yapmacık, her şeyde kötüdür -çünkü gerçek üzerine bir kanıya varılmasına engel olur ve gerçeği bozarama asıl dostluk-

la taban tabana karşıttır; çünkü açık yürekliliği ortadan kaldırır; oysa onsuz dostluk adının hiçbir değeri kalmaz.” Scipio’ya göre, gerçi dostluğu ömrün son gününe kadar sürdürmekten daha güç bir şey yokmuş: çünkü derdi, bir çıkar ayrılığı çok kez ortaya çıkabilir ya da devlet işlerinde aynı düşüncede olunmayabilir. Dahası, insanların huyu da değişebilir. İnsanın yıkım yüzünden başka, üzerine çöken yaşlılık yüzünden başka huyları vardır. Çünkü dostluk için birçoklarındaki para hırsından, olgun insanlar arasındaki konum ve ün çekişmesinden daha büyük bir yıkım olmaz. . Bundan birçok içli dışlı dost arasında büyük düşmanlıklar doğmuştur. Dostlardan doğru


KİTAP eksiklik doğmaması için, hepimizin örnek bir bilge olması gerekirdi.”

olmay a n bir şey, örneğin şehvete aracı olmaları ya da bir haksızlık yapmak için yardım etmeleri istendiği zaman, büyük ve çok kez haklı anlaşmazlıklar çıkar. Böyle bir yardımı yapmayanların davranışları gerçi onurlu bir iştir, istekleri yerine getirilmeyen kimseler, onları dostluk kurallarına uymamakla suçlarlar.” “Bunun için, isterseniz önce, dost sevgisi nereye kadar gitmelidir onu görelim. Bir suçu dost uğruna işlemiş olmak, o suçu bağışlatmak için bir neden değildir. Çünkü dostluğun temeli, erdeme karşı duyulan saygıya dayandığına göre, insan erdemden ayrılırsa, dostluk süremez. Dostların her istediğini yerine getirmeyi ve onlardan her şeyi istemeyi doğru bir iş sayarsak, bundan bir aksaklık bir

“Utanç verici bir şeyi istememeyi, istendiği zaman da yapmamayı dostluğun kutsal bir yasası olarak kabul edelim. Her suçun, hele devlete karşı işlenen suçların dost uğruna yapıldığını ileri sürmek, hem utanç verici hem de hiç kabul edilmeyecek bir özürdür.” “Dosttan onurlu şeyler istemeyi, dost uğrunda onurlu şeyler yapmayı dostluğun ilk kutsal yasası olarak tanıyalım; dostun bizden yardım istemesini bile beklemeyelim, yardım isteği hep hazır; duraksama, uzak olsun; özgürce öğüt vermeyi göze alabilelim. İyi öğüt veren dostların yetkisi güçlü olsun, açıkça durum gerektirirse sert uyarılar bile yapmak için bu yetkilerini kullansınlar ve onlara baş eğilsin.” “Dedikleri gibi dostunun yüreğini açamazsan hiçbir şeye güvenemez, hiçbir şeyden emin olamazsın; sevdiğinden ve sevildiğinden bile! Çünkü bunun ne denli gerçek olduğunu bilemezsin.”

lukları hem kurar, hem korur. Çünkü onda her türlü uyum, onda sağlamlık, onda süreklilik vardır. Kendisini gösterip ışığını parlattığı zaman, başkasında parladığını gördüğü erdem ışığına yaklaşır, ondaki ışıktan da ışık alır. Bundan sevgi ya da dostluk tutuşur; çünkü her ikisi de “sevmek” sözcüğünden geliyor; sevmekse hiçbir şeye gereksinmeden, hiçbir yarar beklemeden sevilen insana bağlanmak demektir.” “Dostluk üzerine söyleyeceklerim işte bunlar. Size gelince, siz erdeme öylesine değer verin ki, -onsuz dostluk olamazerdemden başka hiçbir şeyin dostluğa üstün tutulabileceğine inanmayın.” KAYNAKÇA 1. Cicero. Dostluk ve Yaşlılık. ( Çev. Berat, Hacı) Arya Yayınclık. 2. Baskı, 2013, İstanbul, sx 2. http://tr.wikipedia. org/wiki/Marcus_Tullius_ Cicero

Halime YAZICI

“Erdem diyorum, C. Fanius, evet, yalnızca erdem, Q. Mucius, dost45


GEZİ

KAYSERİ SELÇUKLU MÜZESİ Alimler Şehri

46


GEZİ

Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir? Hangisi bizi daha çok köklerimize yakınlaştırır? Göremeyeceğimiz, zihinsel konularda okumak kaçınılmaz; ancak şu da bir gerçek ki maddesel dünyada bir karşılığını görmek kavramlarla

olan bağı daha da derin hale getirmekte. İç Anadolu’nun büyük ve en eski kentlerinden biri olan Kayseri gezimize sabah erkenden merkezde başlıyoruz. Kervan yollarının kesiştiği bir noktada olan

Kayseri, çok gezen kişilerin buraya uğramasından mıdır bilinmez ama 13 yüzyılda ‘Alimler şehri’ olarak anılmasına neden olacak 15 kadar, bir kısmı hala ayakta olan medresenin sahibi olmuştur. 47


GEZİ

Kayseri gezimizin ilk durağı Hilton otelinin hemen arkasında bulunan Gevher Nesibe Tıp Tarihi Müzesi’ne gidiyoruz. Bol çiçekli, sonbaharın toprak tonlarına boyanmış ağaçların olduğu Mimar Sinan Parkı arasında tarihi bir bina. İki dakikalık yürüme mesafesinde. Rehberimiz buranın eskiden tıp tarihi müzesi olduğu ancak şimdilerde Selçuklu müzesine dönüştürüldüğünü anlatıyor. Selçuklu Hükümdarlarından II. 48

Kılıçarslan’ın kızı olan Gevher Nesibe 1204 yılında verem hastalığına yakalanarak vefat eder ve vasiyeti üzerine I. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından inşaa edilmiştir. Gevher Nesibe Medresesi, Gevher Nesibe Şifahiyesi Kayseri Daruşşifası, Şifa-hatun Medresesi, Kayseri Maristanı, Darüş-şifa Medresesi, Çifte Medrese, Çifteler, Gıyasiye, Kayseri Tıbbiyesi olarak da bilinir. Anadolu’nun en eski hastanelerinden biri

olan bu binanın bitişiğinde 1206-1210 yılları arasında tıp mederesesi de bulunmaktadır. Dünyanın ilk tıp mederesesi olarak da bilinmektedir. Ayrıca Erciyes Üniversitesi Hastanesi, Gevher Nesibe Hastanesi olarak adlandırılmıştır. Usta çırak ilişkisi şeklinde eğitim verilen; hekimler, cerrahlar, göz uzmanları bulunan bir hastane olduğu ayrıca akıl ve ruh sağlığı hastalarının da burada tedavi gördüğü bilinmektedir.


GEZİ

Şifahane kısmının Selçuklu tarzı konik güzel bir girişi bulunmaktadır. Selçuklu motifleri arasında bir daire üzerindeki birbirine sarılmış iki yılan Hermes’in asasını ve Bergama’daki hastane Asklepion’un girişindeki hastaları karşılayan yılanları anımsatmakta. Şifahane ve medreselerin ortasında eyvanlar bulunmaktadır. Eyvanlarda akustiğin öneminden bahsediyoruz ve hemen deniyoruz. Duvarlar

1.5 metre kalınlığında olup, akustiği sağlamak için içinde çömleklerin bulunduğu bilinmektedir. Ortada astronomi derslerinin yapıldığı havuzun etrafında akıl hastalarına klasik Türk müziği ve su sesi eşliğinde tedavi edildiklerini de hayal ediyoruz. Ki bu durum hala bir hayal… havuzdaki fiskiye sonradan eklenmiştir. Medrese ile şifahane arasındaki dar koridorun etrafında küçük akıl hastaları için ayrılmış oda-

lar bulunmaktadır. Telkin pencerelerini görüyoruz, müzik odaları ve hamamı geziyoruz. Akıl hastaları için yumuşak doku odaları bulunmaktadır. Koridorun muhteşem bir ışıklandırma ve müzik eşliğinde gezilebilmekte. Eski soğuk taş müze kavramının burada hayal olmadığını yaşamak mümkün. Selçuklu sanatları ve Selçuklulara dair birçok şey de bu müzede film gösterimleri, interaktif 49


GEZİ

oyunlar, müthiş bir ışıklandırma ve seslendirme ile gezilebilmektedir. Müzeden çıkarken de duyduğumuz sesler, geçmişte bu sokaklarda duyulan seslerin bir kompozisyonu şeklinde. Selçuklu müzesi belki de bugüne kadar Anadolu’da gezdiğimiz en özenli, en teknolojik, en çok tarihin sesini, görüntüsünü, yaşantısını bugüne taşıyan müzedir. Küçük ve büyük sanatsal dokunuşların kompozisyonu, içine girdiğinizde zamanda yolculuğun başarısını ortaya çıkartmış. 50

Son olarak bu medrese ve şifahane neden yapıldı? Kökleri nerede? http://www.kayserikultur.gov.tr/ sitesinden bu müze ile ilgili birçok bilgiye ulaşabilirsiniz. Ayrıca burada medersenin yapılmasının nedeni de aşağıda alıntılanmıştır. Gevher Nesibe Sultan, saray başsipahisine gönül vermiştir. Evlenmelerine Gevher Nesibe Sultan’ın ağabeyi hükümdar I. Gıyaseddin Keyhüsrev karşı çıkmıştır. Başsipahiyi bir savaşa göndermiş ve başsipahi

orada şehit olmuştur. Bu olay sonrasında Gevher Nesibe Sultan üzüntüsünden hasta olmuş ve vereme yakalanmıştır. Kız kardeşinin durumunu öğrenen I. Gıyaseddin Keyhüsrev onu ölüm döşeğinde ziyaret eder. Son dileğini sorarak, özür diler. Gevher Nesibe Hatun Gıyaseddin Keyhüsrev’den “Ben devasız bir derde düştüm, kurtulmama imkan yok, hiç bir hekim derdime çare bulamadı, ben artık ahiret yokuşuyum, eğer dilersen benim mal varlığımla benim adıma


GEZİ

adıma bir şifahane (hastane) yaptır! Bu şifahanede bir yandan dertlilere şifa verilirken, bir yandan da çaresi olmayan dertlere çare aransın. Bu şifahane ünlü hekim ve cerrah yetiştirsin. Burada kimseden bir kuruş para alınmasın. Burası benim adıma bir vakıf olsun” diye buyurmuştur. I. Gıyaseddin Keyhüsrev kız kardeşinin hastalığına kendisinin neden olmasından büyük üzüntü duyar. Onun son isteğini yerine getirir ve 1204’de şifahanenin yapımını başlatır. Şifahane iki yılda tamamlanarak,

1206’da hizmete açılır. Daha sonra şifahanenin doğusuna Gevher Nesibe Sultan’ın ikinci kardeşi Izzeddin Keykavus tarafından 1210-1214 yılları arasında tıphane (Tıp Medresesi) yapılmıştır. Bu çift yapının 1890 yılına kadar amacına uygun bir biçimde kullanıldığı bazı kaynaklarca belirtilmiştir. Bu hikayeyi müzenin her noktasını gezerken hatırladım. Beklentilerimizin hayat içinde karşılanmaması bize büyük acılar verebilmektedir. Acılarımızın nedenlerine ve çözümlerine derin

bir şekilde odaklanmak, daha çok araştırma yapmayı aşikar olduğunu gösterir. Bir kişinin acılarına tefekkürü, yüzyıllarca birçok dertliye deva olunmasını sağlamıştır. I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in de sultanın acısına olan duyarlılığı, derin bir özür ve bu özrün ifadesi konusunda onu eyleme itmiştir. Belki de insan olarak bizi daha derin yapan şey, acılarımızdan pratik çözümler geliştirmektir. http://www.kayserikultur. gov.tr/

Semra ŞEN 51


ANİMASYON

52 52


ANİMASYON

CESUR ZEBRA Vizyon Tarihi : 18 Temmuz 2014 (1s 22dk) Yönetmen :

Anthony Silverston

Oyuncular :

Jake T. Austin, Liam Neeson, Steve Buscemi

Tür :

Animasyon , Macera , Aile

Ülke :

Güney Afrika

Cesur Zebra Khumba’nın hikayesi hem hayat hem de animasyon aleminde tanıdık bir konu. Vücudunun sadece bir kısmında zebra çizgileri olan diğer kısmı bembeyaz olan Khumba, yaşadığı toplum içinde lanetli olduğuna karar verilir. Annesinin erken yaşta ölümü, sürünün susuz kalması

gibi birçok talihsiz olay da Khumba ve ailesinin de bu lanete inanmasına neden olur. Eksiklik duygusu tamamlanma ihtiyacını doğurur ve Khumba tamamlanmak üzere sihirli gölü aramaya başlar. Unuttuğumuz köklerin arayışı da hep böyle başlar. Her yolculukta bizi bekleyen popüler bir kurt vardır. Her

yolda bizi kollayan, anaç karakterli arkadaşlar da ortaya çıkar. Ve her yolda mücadele etmemiz gereken çeteler vardır. Göle ulaşmak her zaman büyük engelleri tek başımıza aşarak mümkündür. Keyifle seyredilecek bir animasyon.

53 53


SİNEMA

54


SİNEMA

mono lisa gülüşü Vizyon Tarihi:

27 Şubat 2004 (1s 57dk)

Yönetmen:

Mike Newell

Oyuncular:

Julia Roberts, Kirsten Dunst, Julia Stiles

Tür:

Dramatik komedi, Romantik

Ülke:

ABD

Mona Lisa gülüşü, güzel bir Julia Roberts filmi. Julia Roberts 1953 yılında Amerika’da ülkenin en saygın kız okullarından birine sanat tarihi öğretmeni olarak alınmıştır. Ancak ilk dersten itibaren kızların tüm kitaplardaki bilgileri adeta yutarlar. Okulun parlak olması fikri çok kısa bir sürede, bu okulun derinliğe sahip olmayan, kendisine gösterileni aynen taklit eden ayna insanlardan oluştuğunu fark edince değişir. Zira, bunu sadece derslerinde değil, hayatlarında da yapmaktaydılar. Ki-

birli, gergin ve kendini beğenmiş Betty, evlilik ideali ile yaşayan Nancy, erkeksi ve çapkın Giselle, kendine güvensiz ve şişman Connie gibi ülkenin eğitim anlamında en parlak kızları hepsi tek bir amaç taşımakta: iyi bir ev hanımı olmak! Okulun öğretmenleri de onları ev hanımları olarak yetiştirmek konusunda eğitim vermekte. Okulun başarısı, yapılmış olan iyi evlilikler ile ölçülmekte. Eğitim, iki yönlü bir baltaya benzetilmektedir. Önce kendi içinde

yol açarsan başkalarına da yol açabilirsin denilmektedir. Katherine de öyle yapar. Kendisinin neden evlenmek istemediğini, bir kadının ne olması gerektiği konusunda bir kriz yaşar ve kendini sorgular. Bu sorgulama derinleştikçe de gerçekle herkes yüzleşir. İnsanın içindeki tamamlanma, kendisi ile yüzleşmesi durumunda mümkün. Bunun sonucunda da doğal olarak sevginin ortaya çıktığı bir film...

55


İNTERNET

www.noisli.com Hayat Sizi Tükettiğinde Ruha Gıda Takviyesi; Noisli.Com Sıkıcı ofis ortamları, bitmek bilmeyen işler, can sıkıcı teknolojik sesler ve ruhunuzu karartmak için birçok sebep... Ruha gıda takviyesi için size vitamin niyetine bir ilaç tavsiye ediyorum: “www.noisli. com” Doğadan gelen sesler, sizi dinlendirecek ve yaşam enerjinize katkıda bulunacaktır. Cıvıl cıvıl öten kuş seslerine, yağmurun dinlendirici sedasına, 56

deniz kıyısındaki dalgalara, kamp ateşinin büyüleyici tınısına ve daha birçok doğa sesine farklı ayarlamalar yapıp dinleyebiliyorsunuz. Bunun için ekstra bir ödeme yapmanıza veya farklı bir yazılım yüklemenize de gerek yok. Sadece sitenin linkine tıklamanız yeterli. Açılan pencereden doğa seslerinin simgelerini tıklıyorsunuz ve istediğiniz sesleri harmanlayarak huzur dolu karışımlar elde edebiliyorsunuz. Üstelik seçtiğiniz sese göre de sitedeki renkler değişiyor.

Sitenin bir başka özelliği de o an düşündüklerinizi yazıya dökebilmenizdir. Pencerenin sağ tarafındaki ses simgesine tıkladığınızda metin editörüyle karşılaşıyorsunuz ve sahilde tropikal bir adada ağaca yaslanmışçasına duygularınızı yazıyorsunuz. Bu yalın, işlevsel ve ruha vitamin takviyesi niteliğindeki siteyi her gün ziyaret etmekte fayda var.

Necati ERSAY


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

iSKENDER PAYDAŞ

İstikrarlı bir şekilde iki yılda bir albüm çıkarma iradesine sahip olan Şebnem Ferah bu seneki albümünü; acaba yayınladı da ben mi görmedim, duymadım diye bir bakayım dedim ki: “Hep Karanlık” şarkısına rastladım. Her albümünde en az bir eski şarkıyı yeniden yorumlayan Şebnem Ferah bu sefer de Kayahan’ın bir parçasını seçmiş bu albüm için demek ki diye düşündüm. Vazgeçemediğim nadir sanatçılardan biri olan Şebnem Ferah’ın albümünü aramaya koyuldum heyecanla. Bir de baktım ki İskender Paydaş’la düet olan parça İskender Paydaşı’ın “ZAMANSIZ ŞARKILARI 2” albü-

münün bir parçasıymış. 2014 yılına ait olan albüm öyle çok yeni de değil ama ben daha yeni fark ettim. Mesela geçen yaz çok duyduğum Tarkan’ın “Hop De”, Sıla’nın “Haşa” ve Atiye’nin “Yetmez” şarkıları da meğerse bu albümdenmiş. Benim gibi farkında olmayanlar varsa diye bu yazıyı hazırlamak istedim. Dolayısıyla albümün diğer bütün şarkılarını da merakla dinlemeye koyuldum. Nazan Öncel “Zıt Kutuplar”, Emre Tokay “Aldatmaca”, Ozan Ünlü “Gemiler”, Tolga Burkay “Kadın”, Gozen Vural “Hiç Bir Şey Olmaz”, İskender Paydaş “O Ada” albümdeki diğer parçalar. İskender Paydaş, “Yeter” şarkısının kendisinde daha özel bir yeri olduğunu ifade etse de benim favorim tabi ki de “Hep Karanlık”.

Doğu batı sentezi yaparak güçlü sesler yakalayan başarılı besteci ve aranjör “Zamansız Şarkılar” albümü ile iyi bilinen şarkıları yeni biçimlerle yeniden aranje ederek oldukça beğeni topladı. Rafı ödüllerle dolu müzisyen, ünlü orkestra şefi Muhittin Paydaş’ın oğlu olmanın hakkını veriyor. Yazdığı her şarkıyı zamanın ötesine geçirme hayali oldukça büyük bir iddia... Bunu gerçekleştirmek zor olsa da, her albümüyle kazandırdığı birçok hit parça bu yolda sağlam adımlarla ilerlediğinin göstergesi olabilir. Birçok ünlüyle düetlerden oluşan Zamansız Şarkılar’ın daha en başından bir üçleme albüm olarak planlandığını öğrenmek oldukça keyif verici. Albümlerin oldukça hızlı bir şekilde hazırlanıp yayınlandığını söylese de, üçüncü albüm için de 2.5 yıl bekletmeyeceğini umuyoruz. Eda GÜZEL

57 57


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN

FAZIL SAY Fazıl Say-Serenad Bağcan- Yeni Şarkılar Türkiye’nin en aydın sanatçılarından biri olan ve cesur söylemleri yüzünden çokça baskı gören Fazıl Say 24 Mart 2015’te yeni albümünün duyurusunu yapmaya başladı. Daha ilk haftadan en çok satanlar listesinde birinci sırayı alan dünyaca ünlü piyanist ve besteci Fazıl Say’ın yeni albümü “Yeni Şarkılar” Serenad Bağcan yorumuyla opera tadında, güçlü ve yenilikçi bir tarz sergiliyor. Serenad Bağcan’la çıkardıkları “İlk Şarkılar” albümünün devamı niteliğindeki “Yeni Şarkılar” albümünde 35 sanatçı ve piyano dışında birçok enstrüman kullanıldı. Say’ın en çok emek verdiği çalışmalarından biri

58

olarak değerlendirdiği albümde ünlü şairlerin başyapıt şiirlerini kısa film tadında beğenimize sunuyor. CD’nin önsözünde “sadelik, güzellik ve samimiyet”i arayarak kendine ulaşmayı hedeflediğini belirten sanatçı bir deneme niteliğinde olan şarkıları herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği “Hepimizin Şarkıları” olarak ifade ediyor. Her şarkının “kendi dünyası”, “kendi uygarlığı” olsun istedim diyor ve her şarkı için tasarladığı, melodilerine yansıttığı hayallerinden bahsediyor. Bu önsözünde yazdıkları zaten büyük keyif veren şarkılara ayrı bir derinlik katıyor. Mesela Nazım Hikmet’in “Masalların Masalı” şiiri içinde geçen her öğenin bir sembol olduğunu ve

müziğinde her bir sembolü ayrı bir enstrumanın temsil ettiğini vurguluyor. Fazıl Say’ın önsözü aşağıdadır. Fazıl Say, Yeni Şarkılar I - Edip Cansever, “Şey şey şey ve şeylerden”; II - Turgut Uyar, “Göğe Bakma Durağı” III - Cemal Süreya, “Bu Bizimki” IV - Nâzım Hikmet, “Masalların Masalı” V - Ömer Hayyam, “Ey Kör” Fazıl Say’ın Önsözü Hepimizin Şarkıları EDİP CANSEVER şarkımda, bir denizkızı getirir bize “aşk”ı… Türk enstrümanları ve batı enstrümanları doğal bir birliktelik içindedirler. Bir “Kemençe” Keman ile Viyolonsel arasında sürekli melodi taşır.


MÜZİK

MÜZİKLE DÜN VE YARIN “Ney” “10 sesli” olmuştur. Evet, denizden çıkan bir şarkıdır; ama bu -uzun10 dakikalık şarkımın sonunda sanki bir başka gezegendeki bir başka denizin kenarındayızdır! Theremin, Daxophone, ve Waterphone gibi “yeni” enstrümanların yardımı ile hiç duymadığınız ilginç “aşk” diyaloglarını hayal etmek uğruna… TURGUT UYAR’ın efsanevi -aldatılma ve sevdiğine yakarış- şiiri “Göğe Bakma Durağı”nda, “dünya dışı bir varlık, bir Venüs kadınının sesi gibi” olan Theremin enstrümanı, bu sefer, Turgut Uyar’ın şiirinde seslendiği kadınını tarif etmek ister. Kimi yerleri “çığlık çığlığa” sertleşen üsluptaki bu şarkı, gittikçe radikalleşen bir travmaya doğru yol almaktadır. Şarkının sonunda herkes bu şiiri okumaktadır aynı anda. Kim bu şiirde anlatılan hisleri yaşamamıştır ki? Ve hepimiz aslında yal-

nız değil miyiz? Şarkının sonundaki gibi… CEMAL SÜREYA şarkısında ise, “yıkıcı”, “hain”, “yasa dışı” bir aşkı anlatıyoruz. Yine pek çok vokal solistin katılımı ile bu şarkımın bazı yerleri bir opera sahnesine dönüşebiliyor. Cemal Süreya’nın cümleleri, yine hepimizin anıları, hisleri değil midir? NAZIM HİKMET’in olağanüstü derin “Masalların Masalı”, bu şarkıda bir dere kenarında akar gibidir. Bu şiiri çalgılar ile resimlemek istedim. Şöyle ki: “Su” (Arp),”Çınar” (Blokflüt), “Su Başında” (Kemanlar), “Kedi” (Kanun) “Güneş” (22 sesli Ney akorları)”Ömrümüz” (Theremin), “Suyun şavkı”(Vibraton sesleri), “Suyun Sureti” (Uzaklaşan eko sesler) gibi… Nazım’ın en sevdiğim şiirlerinden biridir.

yano, Ramazan davulu, Kudüm, Rock Gitarları “Klasik Koro” ile adını henüz bilmediğim bir müzik stiline doğru yolculuk başlar benim için. Belki de o “müzik stili”nin adı lazım değil, kendi müziğim olması yeterlidir. Şarkılarımı, vokal solist olarak yine güçlü yorumcu Serenad Bağcan’a emanet ettim. Bunun yanında 30’dan fazla çok değerli sanatçının katılımı ve müthiş bir stüdyo çalışması ile bu kaydı gerçekleştirdik. “Yeni Şarkılar”ı iyi dinlemeler. Hepinize saygıyla, sevgiyle, içtenlikle… Fazıl Say

Eda GÜZEL

Coşkulu ve tepkili HAYYAM şarkımda ise, Pi-

59


KÜLTÜR-SANAT

ocak-şubat-mart

şehir kültür rehberi

İZMİR DEVLET TİYATROSU DEVLET OPERA VE BALESİ

Güldür Güldür 30 Mayıs 2015 21:00 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu

Olten Filarmoni Orkestrası Solist: Igudesman - Joo 27 Mayıs 2015 20:30 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu

Cenevre Büyük Tiyatrosu Balesi 02 Temmuz 2015 21:30 İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu, İzmir

Operada Hayalet 26.05.2015 Salı 20:00 A.Adnan Saygun Küçük Sahne

2’si 1 Arada 23 Haziran 2015 21:00 Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu, İzmir

DANS & KUTLAMA ‘KARMA’ 27.28.29 Mayıs 20:00 Elhamra Sahnesi LÜKÜS HAYAT 05.06.2015 Cuma 21:00 Bornova Aşik Veysel Açikhava Tiyatrosu İZDOB ÇOCUK BALESİ GÖSTERİSİ 11.12.13. Haziran 19:00 Elhamra Sahnesi İZDOB ÇOCUK KOROSU KONSERİ 16.06.2015 Salı 20:00 Elhamra Sahnesi

60


KÜLTÜR-SANAT

KONSERLER 29. Uluslararası İzmir Festivali 26 Mayıs - 02 Temmuz Ekin Dans Topluluğu: Üç Mehmet’in Dansı 11 Haziran 2015 21:30 İzmir AKM Yunus Emre Salonu Azis - Bendeniz 13 Haziran 2015 21:00 Ooze Venue, İzmir Yeni Türkü 04 Haziran 2015 21:00 Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu, İzmir Leman Sam 11 Haziran 2015 20:30 Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu, İzmir İtalya Yansımaları Consonus Ensemble 25 Haziran 2015 21:30 Efes Celcus Kütüphanesi, İzmir Raperin 02 Haziran 2015 20:30 Bornova Açıkhava Tiyatrosu, İzmir Janusz Olejniczak Resitali 16 Haziran 2015 21:30 Efes Odeon, İzmir Ayhan Sicimoğlu - Latin All Stars 16 Haziran 2015 21:00 Bostanlı Suat Taşer Tiyatrosu, İzmir

Orquesta Buena Vista Social Club 29 Haziran 2015 21:30 Çeşme Açıkhava Tiyatrosu Zaz 29 Temmuz 2015 21:00 İzmir Arena Yaşar 03 Temmuz 2015 21:00 Hayal Kahvesi Çeşme Marina Orgun Çılgın Virtüözü: Cameron Carpenter 18 Haziran 2015 21:30 Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi

Demet Akalın 13 Haziran 2015 22:00 Mambo Beach Club, İzmir

61


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.