Sacayak_Sayi_07

Page 1

sacayak

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

BU SAYIDA: 8 Kasım’ Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı İçin Alevi Mitingi Mevlüd Oruç - Nusayriler Ne İstiyor Esen Uslu - Alevilerin Siyaset Çizgisi Arif Sağ ile söyleştik: O Metin Parti Kurma Taslağı Kendal Doğan - Tehlikeli Kopuş Kaya Aydoğan - İstanbul’da Aleviler Parti Kurma Fikrini Desteklemedi Aziz Baba Anma Törenleri: Lütfi Kaleli - Ahmet Koçak - Konuşmalardan Bölümler / Karkın Köyü Derneği Başkanı Fevzi Can ile söyleştik: Buradaki Aleviler, Hacı Bektaş Alevisidir Dertli Divani ile söyleştik: Alevi Ana-Babadan Doğmayan Onlarca Dede, Âşık, Rehberi Kim, Nasıl Yok Sayabilir? Mezopotamya Sosyal Forumu’nda Sacayak Adına Konuşmadan David Durak Arslan - Cevap Sizde... Erdem Kantekin - Halk Ozanı Âşık Yener Hakk’a Yürüdü Hasan Dikçe ile söyleştik: Çöpten Sanat Edenler Meral Ceylan - Alevileri Tehdit Görüyorlar İsmail Kaygusuz- İmam Bâkır’a göre İman ve İslam Remzi Aydın - Simgelerle Ötekileşen Benliğim... Celal Arslan - İzzetin Hocaya Açık Mektup - 1 Ali Akdemir - Edeb-Erkân, Mümine Nişan! Nedim Kanoğlu - Sadaka Değil Sendika

Gelişler Hayırlara Vesile Olsun ISSN 1308-7967

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli

Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €

7

Ekim 2009 / Sayı:


SACAYAK

Sayı 7

Sessizlerin Sesi “La Negra” – Karakız

Mercedes Sosa 9 Temmuz 1935 – 4 Ekim 2009

MERCEDES SOSA, Arjantin’in şeker kamışı yetiştirilen yöresinde fakir bir işçi ailesinin kızı olarak doğdu. Keçuva dili konuşan Latin Amerikan yerlilerinin melez kara kızıydı. On beş yaşında yerel radyoda bir yarışma kazanarak müzik kariyerine başladı. Latin Amerika’yı baştan aşağı saran “Yeni Türkü” (Nueva Canción) hareketinin en önemli temsilcilerinden biri oldu. Şilili Victor Jara ve Violeta Parra, Arjantinli Victor Heredia ve Uruguaylı Alfredo Zitarrosa gibi sanatçılar öncülüğünde yürüyen bu hareket, halk müziği ile devrimci, demokratik görüşleri birleştiriyordu. Arjantin askeri cuntasının yıldırımlarını üzerine çeken Sosa, 1979 yılında La Plata’da üniversitede verdiği bir konserde tüm dinleyicilerle birlikte tutuklandı. Ancak uluslararası baskılarla serbest bırakıldı ve yurt dışına çıkmasına izin verildi. Diktatörlük çökerken ülkesine geri dönebildi, ama ölümü üzerine ulusal yas ilan edildi ve naaşı Parlamento’da katafalkta kaldıktan sonra törenle gömüldü. Violeta Parra’nın ölmeden önce yazdığı son eser, “Gracias a la Vida” (Teşekkürler Hayat) Mercedes Sosa’nın en sevilen ve unutulmayan eseri olarak kalacak. 2

Dicle Koğacıoğlu 13 Eylül 1972 - 5 Ekim 2009 DİCLE KOĞACIOĞLU Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdi ve ABD, New York Eyalet Üniversitesi sosyoloji ve kadın araştırmaları bölümünde çalıştı. 1997’de “Anayasa Hukuku ve İslam - Orta Doğu’da Siyasal Kurumların Moderasyonu” projesinde çalıştı. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) “Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü” projesinde danışmanlık ve çevirmenlik yaptı. Boğaziçi Üniversitesi, Sosyoloji bölümünde öğretim görevlisi oldu. Kadının İnsan Hakları Vakfı’na danışmanlık yaptı ve “Müslüman Dünyada Kadın ve Cinsellik” kitabında editör yardımcılığı yaptı. ABD Columbia Üniversitesi’nde doktoradan sonra Sabancı Üniversitesi Kültürel Çalışmalar bölümünde çalışıyordu. Doktora tezi olan “Türkiye’de Vatandaşlık Bağlamı: Uygulamaları ve Anlamları” çalışması ile ödüller kazandı. Amargi ve Birbirimize Sahip Çıkıyoruz kuruluşlarında çalıştı. Çeşitli dergi ve derlemelerde makaleleri yayınlandı. Son yıllarda ülkemizde töre cinayatleri konusunda en yoğun çalışan uzmanlardan biriydi. Canına kıyarken yazdığı kısacık not, araştırma-çalışma konusunun zorluklarını ve kendinden gayrı tutamadığı kurbanların çilesini anlatıyordu: “Çok acı var!”


SACAYAK

Ekim 2009

Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı için BÜYÜK ALEVİ MİTİNGİ 8 Kasım’da İstanbul’da buluşuyoruz: Bu Miting;

    

Demokrasi içindir, Laiklik içindir, İnsan hakları içindir, Eşit yurttaşlık hakkı içindir. Sivil, demokratik, özgürlükçü bir anayasa içindir.

Bu Miting;

 Ayrımcılığa son verilsin,  AİHM ve Danıştay kararları uygulansın, zorunlu din dersleri kaldırılsın,  Diyanet lağvedilsin,  Cem ve kültür evlerimiz yasal statüye kavuşsun,  Madımak Oteli müze olsun,  Alevi köylerine camii yapılmasın,  Asimilasyon politikaları son bulsun, diyedir. Bu Miting;

 Özelleştirmeler son bulsun,  Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme son bulsun,  Cinsiyetçi yaklaşımlar son bulsun,  Eşit işe, eşit ücret ödensin,  Seçim barajı kaldırılsın,  Dokunulmazlıklar kaldırılsın,  Zamlar geri alınsın, IMF politikaları sona ersin,  Emperyalistler evine dönsün,  Annelerimiz artık ağlamasın,  Kürt sorunu demokratik, barışçıl yolla çözülsün,  Yurtta barış, dünyada barış olsun, diyedir.

Bu Miting;

 Eğitim, sağlık parasız olsun,  Şeriatçı yükseliş dursun,  Kimse, dilinden, dininden, kökeninden dolayı sorgulanmasın, diyedir. Bu Miting;

 Bin yıllardır bu toprakların bir gerçeği olan Alevi varlığının her aşamada inkar edilmesine dur demek içindir.  Bugün ise AKP gericiliğince daha da azgınlaşarak sürdürülen bu yok sayma politikalarının sona erdirilmesini sağlamak ve “Alevi Çalıştayı”na sunduğumuz taleplerimizin kabulü içindir.

Tarihe iz bırakmak adına, GELİN CANLAR BİR OLALIM 8 Kasım Pazar - İstanbul Saat 11:00’de Toplanma Yerleri : Tepe Nautilus / Haydarpaşa Numune Hastanesi Önü / Salı Pazarı Miting: Kadıköy Meydanı - Saat 13.00

Alevi Bektaşi Federasyonu 3


SACAYAK

Sayı 7

Açılıma Arap Alevilerden Katkı

Nusayriler Ne İstiyor Mevlüd Oruç Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi

İ

nsan hakları, demokrasi ve özgürlükler uğruna on yıllardır verdiğimiz mücadelenin sonucunda gündeme gelen; Kürt-Demokrasi Açılımı’na katkı anlamında bütün mağdurların kendi özgün taleplerini ilan etmeye davet ediyoruz. Çünkü biz konuşmazsak meydanın özgürlük karşıtlarına kalma tehlikesi vardır. Demokrasi açılımının “ölümü işaret edip, sıtmaya razı etme” sürecine evirilme tehlikesine karşı, herkes için demokrasi hemen şimdi sloganının içini biz doldurmalıyız… Arap Aleviler ne istiyor?  Arap Alevileri, Suriye’deki Türklerin karşılığı (mukabili) olarak görmekten vazgeçilmelidir.  Ülkemizin bize yaklaşımı devletlerarası ilişkilere bağlı olmaktan çıkarılmalı, Suriye ile ilgili gelişen her olumsuzluğun faturası bize kesilmemelidir.  Kim tarafından yapılırsa yapılsın yaşadığımız bölgeler ile ilgili demografik yapıyı değiştirme vb plan-projelerden vazgeçilmelidir.  Doğa ve tarih insanlığın ortak değerleridir. Doğanın, tarihin, insanın ve bütün canlıların zararına, en olmayacak yerlere santral, baraj, maden vs kurulmaya çalışılması ve her fırsatta, bin bir türlü bahane ile tapularımızın iptal edilmesine (topraksızlaştırma) son verilmelidir.  Yaşam alanlarımızı ve geçim kaynaklarımızı darlaştırıcı, yoksul bırakan, göçe ve yurt dışına mahkûm eden anlayış ve politikalara son verilmelidir.  Genel olarak kamunun bütün alanlarında; iş, istihdam, sosyal yardım ve benzeri alanlarda tüm farklılıklara ve Arap Alevilerine fiili olarak uygulanan dışlayıcı ve ayrımcı politikalar terk edilmelidir.  Yaşadığımız bölgede ismi değiştirilen yerlerin orijinal isimleri iade edilmelidir. Her hangi bir başvuruya gerek duyulmadan yetkililer orijinal isimlere dönüş kararı almalıdır.  Hatay, “40 asırlık Türk yurdu” değildir; Türk, Arap, Ermeni, Kürt, Süryani, … yurdudur ve orijinal adı Antakya’dır. 4

Demokrasi açılımının “ölümü işaret edip, sıtmaya razı etme” sürecine evirilme tehlikesine karşı, herkes için demokrasi hemen şimdi sloganının içini biz doldurmalıyız.


SACAYAK

Ekim 2009

 Ne Atatürk’e mal edilen tanımla Hititlerin, ne Tansu Hanımın tanımı ile Yavuz’un torunları, ne de Recai Bey’in tanımı ile “Sapık Alevi mezhebi” değiliz. Ne bizi tanımlama mecburiyetiniz var, ne de bizim buna ihtiyacımız var. Kendimizi en iyi biz tanımlarız. Türkiyeli Arap Alevileriyiz. Bu tanımlamanın içeriğine uygun olmayan bütün uygulamalar asimilasyondur, kaldırılmalıdır.  Milli Eğitim Bakanının ayrımcılık konulu ilk ders genelgesi iyi de ikinci derste çelişmemek için yapılması gerekenler var: Okullarda çocuklarımıza söyletilen ve dağa taşa, betona yazılan “Türküm doğruyum”, “Ne mutlu Türküm diyene”, “Türk öğün”, vb., kaldırılmalıdır.  Zorunlu din dersi kaldırılmalıdır.  Nüfus cüzdanlarında yer alan “Dini” hanesi kaldırılmalıdır.  Tarih ve diğer bütün derslerde ayrımcılık yapan, ötekileştiren, önyargılı bütün ifadeler ayıklanmalıdır.  Anadil’de eğitim hakkı tanınmalı ve bu hakkı kullanmak isteyenlerin eğitimi sağlanmalıdır  Alt yapısının hazır olduğu iddia edilen TRT 7 (SEBA) Arapça kanalı bir an önce açılmalı, Arapça yayın yapan özel TV, radyo ve diğer basın üzerindeki kısıtlamalar kaldırılmalıdır.  Hakkaniyete ve eşitliğe aykırı, tek din, tek mezhep, tek tarikat, (o da devlet dini) olarak faaliyet gösteren Diyanet İşleri Başkanlığı feshedilmelidir.  Arap Alevilerin ibadethaneleri (Ehlibeyt Mescitleri) tanınmalıdır.  Ğadir-hum inanç bayramı günü bölgemizde tatil olmalıdır.  Azınlıkların, ötekileştirilenlerin genel ve yerel seçimlerde nüfusları oranında veya pozitif ayrımcılık yolu ile temsilci seçebilmelerini sağlayacak yeni bir seçim sistemi getirilmelidir. TBMM’de hiçbir Hıristiyan milletvekilinin olmaması normal bir durum değildir.

ESAT KORKMAZ

Kitap - Yol Rehberi Gülbanklar - Erkânlar Temmuz 2009, İstanbul ISBN 978-9944-387-12-6 13,5 x 21 cm boyutunda 304 sayfa

Demos Yayınları Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 211 Cağoloğlu - İstanbul Tel: 0212.526 60 28 www.demosyayinlari.com 5


SACAYAK

Sayı 7

Demokratik Alevi Örgütlerinde Kafa Karışıklığı

Alevilerin Siyaset Çizgisi Esen Uslu Bu yazı Newede Dersim gazetesinde yayınlamak üzere hazırlanmıştır.

D

emokratik Alevi-Bektaşi örgütleri geçen yıl Kasım ayında Ankara’da “Ayrımcılığa Karşı Eşit Vatandaşlık Hakkı için Büyük Alevi Yürüyüşü” gerçekleştirdi. O yürüyüş, Türkiye’nin toplumsal yaşamına ve devletine egemen olan Laik ve Sünni Müslümanlığın ezdiği, yok saydığı, dışladığı ve aşağıladığı büyük bir inanç toplumunun haklarını nasıl savunulması gerektiğini başarılı bir şekilde gösterdi. Alevi-Bektaşi toplumunun kendi hakları için mücadeleye hazır en geniş kesimlerini birleştiren ve ortak istemleri sloganlaştıran bu eylem çarpıcı sonuçlar verdi. Bu eylemin ardından AKP Hükümeti, istemeye istemeye de olsa Alevi-Bektaşi toplumunun istemleri konusunda adım atmak zorunda kaldı. Ayağı geri gider biçimde başlattığı “Alevi Açılımı”nı süründüre-süründüre, sonuç vermez yollara soka-soka yürütmek zorunda kalmasının nedeni, bu yürüyüşün ortaya koyduğu gerçektir. Bu gerçek şudur: Alevi-Bektaşi toplumunun geniş kesimleri dünkü gibi yaşamayı artık kabul etmemektedir. Yapılması Gereken Siyaset Bu yürüyüşün ardından geçen bir yıl boyunca demokratik AleviBektaşi örgütlerinin yapması gereken, bu başarı üzerine daha ileri etkinlikleri ortaya koymaktı. Örneğin, yıllar öncesinden beri tartışmalı olan ve AleviBektaşilerin istemlerini daraltan “istemler listesini” doğru temellere oturtmak üzere Alevi-Bektaşi toplumu içinde en geniş tartışmayı başlatmak gerekiyordu. Örneğin, demokratik Alevi-Bektaşi hareketi en can alıcı sorunlardan biri olan bugünkü devletin en önemli kurumlarından Diyanet İşleri Başkanlığı konusunda istemlerinin ne olduğu konusuna bir karar verebilmiş, ortak bir görüş oluşturabilmiş durumda değillerdi. Öyle ki Madımak Otel’inin “müze” olması konusundaki istemin çerçevesi üzerine, buranın ne müzesi olması ve nasıl yönetilen bir müze olması konusunda ortak tutum yoktu. Daha da önemlisi nasıl bir demokrasi istiyor sorusu henüz demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri tarafından gündeme bile alınmış değildi. Örneğin, kendi cem geleneğine yaslanarak halkın dolaysız seçimiyle yerinden yönetimini; Osmanlı artığı ayrıcalıklı ve dokunulmaz merkezi devlet bürokrasisinin tümüyle ortadan kaldırılmasını 6

Nasıl bir demokrasi istiyor sorusu henüz demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri tarafından gündeme bile alınmış değildir.


Ekim 2009

SACAYAK

Cem geleneğimiz amaçlayan “seçilmemiş yönetici istemiyoruz” ya da benzeri bir istemelinde temi henüz önüne bile koymuş değildi. demokrasi Seçilmiş görevliler eliyle yürütülen kamu işlerinde halkın deneistemlerimiz: timi demek olan açıklık ve hesap verirlik istemleri akla bile gelmiş

Halkın, değildi: Rızalık, Çıralık ve Hakkulah geleneklerine yaslanarak semeclisler çilmiş kamu görevlilerinin, onları seçenler tarafından geri çağrıleliyle yerinden ması; kalifiye bir işçi kadar maaş alması; hiçbir ayrıcalıkları olmayönetimi;

Tüm kamu görevlilerinin seçimle göreve gelmesi, seçenler tarafından geri çağrılabilmesi; kalifiye bir işçi kadar maaş alması; ayrıcalıkları ve dokunulmazlıkları olmaması; Hâkimlerin ve savcıların seçimle göreve gelmesi; suçların yerinde yargılanması ve jüri usulüyle ile halkın adalet sürecine dolaysız katılımı.

dan yaptıkları her işlemin yargı denetimine açık olması gibi istemler öne sürülmüş değildi. Yine cemde yargılama ve cezalandırma geleneğine yaslanarak, hâkimlerin ve savcıların halkın seçimiyle göreve getirilmesi; suçların yerinde yargılanması ve jüri usulüyle ile halkın adalet sürecine dolaysız katılımı gibi istemler akla bile gelmiş değildi. Yürüyüşün başarısının ardından daha ileri eylemler örgütleyebilmek için bu istemler üzerine kapsamlı bir tartışma başlatılması gerekirdi. Bunun için demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin kendi yayın organlarını kurmaları gerekirdi. Bu istemler için bu toplumda benzer demokrasi istemleri öne süren hangi güçlerle ortak eylemler yapılabileceği bile genel bir “eylem birliği” lafazanlığı ardında kayboldu gitti. Özellikle Kürt özgürlük hareketi ile laik-demokratik bir cumhuriyet için eylem birliği yapmanın önünde Alevi-Bektaşilerin geniş bir kesiminin zihninde varolan gerçek engelleri yok saydılar. “Yetmiş iki milleti bir bilmek” geleneğine yaslanarak bu engeli gidermeye girişmediler. Laik-demokratik cumhuriyet istemini kapsamlı olarak gündeme getirmeyince, Kürt özgürlük hareketine yeterince el uzatamadılar. Kürt özgürlük hareketine Alevilerin laiklik istemlerine ne kadar güçlü sahip çıktığını gösterme olanağı tanımadılar. “Türk-İslam Sentezci” milliyeti-ırkçı-faşist-dinci ideolojiye karşı kapsamlı bir savaşım yürütmediler. Bu konularda kendilerine yardımcı olacak aydın çevrelerle ilişkilerini kestiler; devrimci Alevi-Bektaşi gençlerin önünü açmadılar; Avrupa’daki Alevi örgütleri ile işbirliğini ortadan kaldırdılar. Eylemden Gözü Kamaşanlar Bunlar yapılmadığı gibi yürüyüşün demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin üst yönetiminde yankıları tümüyle olumsuz yönde oldu. Alevi-Bektaşilerin geniş kesimleri, hükümetin, devletin ve egemen Laik ve Sünni Müslümanlığın kendilerine dayattığı dar çerçeveyi kırmaya kararlı olduğu açıktı. Ama demokratik derneklerin üst yöneticileri, Alevi-Bektaşi halkın bu kararlılığını, önce yerel seçimlerde CHP ile pazarlık ederek kötüye kullandılar. Böylece kendi iç işleyişlerinde demokratik karar mekanizmalarını çiğnediler. Bu süreçte CHP kendilerine dirsek çevirince kontrol ettiklerini sandıkları Alevi-Bektaşi siyasi potansiyeli Türkiye solunun bir ke7


SACAYAK

Sayı 7

siminin yeni bir siyasi parti kurması macerasına kurban etmeye giriştiler. Kendilerine olmadık güçler vehmederek “solu birleştirme” adına yola çıktılar. AKP’nin “Alevi Çalıştayı” oyununu önceden göremediler, içine balıklama daldılar. Gerici, devletçi, Türkçü ve Laik-Sünni Müslümanlık yanlısı Alevi kuruluşları ile istemleri ortaklaştıracağız diye hükümetin “yumuşatıcısı” önünde pazarlık yaparak demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin istemlerinden tavizler verdiler. Bu süreç boyunca kendilerine yapılan tüm uyarı ve önerilere gözlerini-kulaklarını kapattılar. Kendilerine yapılan dostça eleştirileri, düşmanca saldırı olarak gördüler ve çevrelerine böyle yansıttılar. Tüm yıl boyunca eyleme yönelik bir program hazırlığı açısından hiçbir olumlu adım atmadıktan sonra şimdi Kasım ayında “bir milyonluk gösteri” yapmak için paçalarını sıvadılar. Umarız başarılı bir eylem gerçekleşir. Umarız üst yöneticilerin tüm yalpalamalarına karşın Alevi-Bektaşiler ve tüm demokrasi güçleri bu etkinliğe destek verir. Boşa harcanmış bir yıldan sonra umarız ki yeniden doğru bir siyasi çizgi ağır basar. Bu siyasi çizgi, en geniş Alevi-Bektaşi kesimleri ayrımcılığa karşı eşit haklar için, yani laik-demokratik bir cumhuriyet için birleştirmektir. Alevi-Bektaşileri, aralarında gerçek çıkar birliği olan Kürt özgürlük hareketi ve Türkiye’de yeni bir Anayasa, yeni bir laik-demokratik cumhuriyet isteyen tüm güçlerle birlikte sokağa çıkmaya ve sesini yükseltmeye çağıran çizgidir.  ABF, 8 Kasım Mitingine hazırlık için 25 Ekim günü Kadıköy Belediyesinin Başkanlık Salonunda bir toplantı düzenledi. Toplantı davetiyesi, toplantının bir “Kokteyl” ile açılacağını, ardından çalışmalarla ile bilgi veren bir “Brifing”, sonra da bir “Forum” yapılacağı belirtiyordu. Toplantıda ABF saymanı Köksal can, miting çalışması için bütçenin sıfır olduğu bilgisini verdi. Tertip komite üyesi Erdal can ise mitingin Eminönü İskelesi ile Etbalık arasında yapılacağını, şehirlerarası otobüslerin Salı Pazarı’nda duracağını ve oradan miting alanına kadar yürüyüş yapmasına izin alındığı bilgisini verdi. Bu iki satırlık “bilgilendirme”nin ardından, “Forum” adı altında örgüt temsilcileri ve aydınlara söz verildi. Bu arada dikkatimizi çeken “siyasi partilere en son söz vereceğiz” gerekçesi ile salonda bulunan DTP İstanbul İl Başkan Yardımcısına toplantının başında söz verilmemesi oldu. Kendisine toplantının sonunda, salon boşalırken EMEP, TKP 8

ve Yeşiller arasında söz verildi. Özgür ve Demokratik Alevi Hareketi’nin temsilcisine söz bile verilmedi. Aynı günlerde hükümetin “Kürt Açılımı”nın havasını boşaltan Habur Karşılaması ile gündeme oturmuş Kürt Özgürlük Hareketine gösterilen bu tutum üzücüdür ve eylem birliği yaklaşımına terstir. Kürt düşmanı faşistlerin açılım karşıtı eylem yaparken, bir partka oturan DİSK’li işçilere fütursuzca saldırdıkları bir ortamda eyleme hazırlanan ABF nasıl provokatif bir ortamda eyleme çıktığını iyi kavramalıdır. Gün, yeni kıyımlarla karşılaşmamak için eylem birliğini yükseltme günüdür. Gün, dostunu iyi belleme günüdür.


Ekim 2009

SACAYAK Alevi Çalıştayı ve ABF’nin Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz Metni Üzerine Arif Sağ ile Söyleştik

O Metin Parti Kurma Taslağı Ahmet Koçak Çalıştay hakkında ne düşünüyorsunuz?  Çalıştaya gitmedim. Fazla takip de edemedim. Ciddiye de almıyorum aslında, çünkü bunlar iktidarın oyalama taktiği, şirin görünme muhabbeti. Sonuçta açılım diye ad koyduğu her şey dönüp yine başlangıç noktasına geri geliyor. Bir süre Türkiye’yi onunla meşgul ediyorlar. Alevi çalıştayı diyor, ama Alevileri ciddiye almıyor. Sonuçta yine kendi kafalarındakini uyguluyor. Yeni bir şeyi getiriyor, Alevilik oymuş gibi dayatıyor sana. Alevilere şunu söylemiyor: “Kardeşim, siz nasıl yaşıyorsanız buyurun yaşayın; biz de devlet olarak bu yaşamınıza katkıda bulunuruz” demiyor. “Alevilik sizin yaptığınız gibi değildir, Alevilik böyle bir şeydir” diyor. Kendine göre bir tanımlama getiriyor ve onu da şöyle sunuyor: “Böyle yaşarsan bir mahsuru yok, ama böyle yaşamazsan olmaz!” Sonunda öyle bir noktaya getiriyor ki adres olarak camiyi gösteriyor! Ortak ibadet yeri cami diyor.  Camide buluşalım, ama siz yine cemevine gidip çalın söyleyin, çığırın, oynayın… Orası ibadethane değil diyor.  Gelinen nokta bu! Çalıştay diye adını koyduğu, Türkiye’yi bu kadar oyaladığı olayın finali bence bu. Böyle bir karar çıkacak, benim görüşüm bu. Aleviler, bunu bile bile, buna katkıda bulunan kişileri ve kurumları sorgulamalı. Kim ise onlar, onlar sorgulanmalı. Çalıştaya gitmedim. Ciddiye de almıyorum aslında, çünkü bu iktidarın oyalama taktiği. Sonuçta açılım diye ad koyduğu her şey dönüp yine başlangıç noktasına geri geliyor.

Bu sürece farklı bir şekilde müdahil olmaları gerekiyordu; süreci baştan doğru görmeleri gerekiyordu.  Evet, tespit etmeleri, görmeleri gerekiyordu. Oraya gittin mi katkıda bulunmuş oluyorsun, tamam mı? Bak, yarın çıkaracakları raporda şunu söyleyecekler: “Bütün Alevi kurumlarının görüşlerini aldık!” Böyle diyecekler, değil mi? E, tabii.  “Bu bizim görüşümüzdür” demeyecek. “Alevi ileri gelenlerinin, Alevi kurumlarının görüşlerini aldık. O görüşlerden böyle bir rapor çıktı. Böyle Alevilik istiyorlar diyecekler.” Kendi düşündükleri Aleviliği biz istiyormuşuz gibi bize kazıklayacaklar. Benim bu konudaki düşüncem bu. 9


SACAYAK

Sayı 7

Çalıştayın finali bu olacak diyorsun.  Evet. Ben öyle düşünüyorum. İnşallah olmaz, ama büyük bir ihtimalle böyle olacak. Alevi örgütleri çalıştaylara katılırken, bir yandan da bu çalıştaylardan aslında çok bir şey gelmez demeye başladı.  Evet de niye katılıyorlar o zaman? ABF, hükümet sorunumuzu çözemez, CHP’den umudu kestik. Yeni bir Türkiye tanımı yapalım, “Nasıl bir Türkiye İstiyoruz”u tartışalım diyorlar. Ne dersin?  Hatırlıyorum, bundan yirmi sene önce Alevilikle ilgili ilk örgütlenme çalışmalarında bu konuları biz birlikte tartışırdık. Kavga dövüş, birbirimize bağıra çağıra tartışırdık, ama birlikte yapardık. Bütün o çalışmalar birlikte olurdu. Tüm Aleviler, “bu hareket siyasileşsin mi siyasileşmesin mi” konusunu birlikte tartışırdık, hatırlarsan. Günlerce gider bir yerlerde kalırdık… Bir arada beraber tartışırdık. Şimdi yeni bir adet edinmişler: Beraber tartışmıyorlar. İki, üç arkadaş bir araya geliyor, oturuyor bir şey yazıyorlar. Aynı AKP’nin yaptığı gibi bir şey hazırlıyorlar; sana onu soruyor, onu tartıştırıyor. Bir taslak hazırlamışlar. O taslak, bir siyasi partinin program taslağı. Bana da geldi. O taslak bir parti kurma taslağı. Birbirimizi kandırmak, birbirimizi uyutmak gibi de bir yaklaşım olmamalı. Bu kadar basit düşünmemeliyiz. Bana gelen şey bir parti programı. Efendim, bunu tartışalım! Biz birbirimizi tanıyoruz; biz de bu işleri biliyoruz. O taslağı ne kadar tartışırsın sen? Tartışsan bile onun içinden iki cümle, üç cümle bile çıkaramazsın. Sonuçta o taslağı ya kabul edersin ya da reddedersin. Böyle değil mi? AKP’nin anayasa taslağında bir virgülün yerini değiştirtmezler sana. Bir cümleyi değiştirtmezler. Onu tartışırlar, tartıştırırlar, ama kendi taslaklarını hayata geçirmeye çalışırılar. Bu böyle. Kural bu. Şimdi bu arkadaşlarımız da parti kurmaya heveslenmişler anladığım kadarıyla. Ben, Türkiye’nin bir inanç üzerine ya da etnik bir yapı üzerine bir parti oluşmasına ihtiyacı olduğuna inanmıyorum. Öyle demiyorlar. Kuracağımız ya da kurulması gereken bu parti inanç ya da etnik temele dayanmayacak diyorlar.  Ya neye dayanacak? Şunu yapacaklar o zaman, buradan arkadaşlara bir mesaj göndereyim, bulunduğu yerlerden istifa edecekler. Birisi ABF başkanı olmayacak, birisi PSAKD başkanı olmayacak, biri bilmem neyin başkanı olmayacak. Bu akıl dane arkadaşlarımız o görevlerden istifa edecekler ondan sonra oturacaklar, o temele dayalı olmayan bir partide çalışacaklar. Hem bir inanç toplumunun demokratik bir kurumunun başında aktif görev yapıyor olacaksın, sonra parti kurmaya kalkarken, “ama bu inanca dayalı değil” diyeceksin. Bu inandırıcı değil, bu doğru değil, anlatabildim mi? 10

Bundan yirmi sene önce Alevilikle ilgili ilk örgütlenme çalışmalarında bu konuları biz birlikte tartışırdık. Birbirimize bağıra çağıra tartışırdık, ama birlikte yapardık. Şimdi yeni bir adet edinmişler: Beraber tartışmıyorlar. Bir taslak hazırlamışlar. O taslak, bir siyasi partinin program taslağı.


Ekim 2009

Alevi toplumu siyasete müdahale edebilmeli. Ama bunun koşulları, biçimi, zamanı, kadroları, içeriği gibi konular önemlidir. Doğru noktada, doğru zamanda siyasi yoğunluk oluşturulursa bir fayda sağlanabilir. Ama bunlar olmadığında çok tehlikeli sonuçları verir ve zararları yıllarca temizlenmez.

SACAYAK

Ama süreç öyle gelişmedi.  Dayatma bu işte. Doğru değil, etik değil bu. Geçen hafta sanatçılarla ilgili bir çağrı oldu, “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” sanatçılar, aydınlar… Çağrıldınız mı?  Tabii… Biz gitmedik… Konuştuk Ali [Balkız-AK] ile… Ekleyeceğin bir şey var mı?  Şunu vurgulamak isterim: söylediklerimden, Alevi toplumunun siyasetin dışında kalmasını istediğim anlaşılmamalı. Tabii her topluluk siyasallaşmalı, siyasete müdahale edebilmeli. Ama bunun koşulları, biçimi, zamanı, kadroları, içeriği gibi konular önemlidir. Bunlar doğru tartışılarak doğru noktada, doğru zamanda siyasi yoğunluk oluşturulursa bir fayda sağlanabilir. Ama bunlar olmadığında anlattığım yaklaşımla yapılan işler çok tehlikeli sonuçlar verir ve zararlarını yıllarca temizleyemezsiniz. Bu işler kolay değildir. Ben şunu yaptım, şunu topladım! Yok, ağabey, böyle bir şey yok! Biliyoruz, cumhuriyet mitinglerinde milyonlarca insan toplandı, ama bu milyonlarca insan sandığa gitmedi. Sandıktan geriye bir şey gelmedi. Bu milyonlarca insan nereye gitti? Sen mitinge üç tane adamı çağırdın, geldiler; öyleyse tamam biz iktidar olduk! Peki, o mitinge gelenler sandığa gidip sana oy verdi mi? O mitingdeki insanların oyları nere gitti? Arif Sağ’ın konserine on tane adam fazla geldi diye Arif Sağ cumhurbaşkanlığına adaylığını mı koysun? Bu kadar izliyorlarsa ben cumhurbaşkanı mı olmalıyım? Böyle bir ölçü olabilir mi? Mitinge gelen insanların hepsi gerçekten aynı görüşte mi?  Onu anlatmak istiyorum. Aynı siyasette mi? Aynı partide mi? Aynı partiye mi yüklendiler? Sonra neyin kararını verdik birlikte? Demokratik kitle örgütlerinin asli görevi siyasallaşmak, siyasi bir parti kurmak mı?  Bence demokratik kitle örgütlerinin böyle bir görevi olmamalı. Bu doğru bir şey değil. Demokratik kitle örgütleri siyasi kurumları kontrol eden, onların siyasetinde devamlılığını sağlayan, onlara güç veren, gerektiği zaman onların elinden gücünü alan kurumlar olarak çalışmalı. Aksi takdirde inandırıcılığını kaybeder. O zaman her etnik grup, her inanç toplumu demokratik bir kitle örgütü kurar, federasyonlaşır, sonra partileşir.  Bu ülkede artık bazı şeylerin adını doğru koymalıyız. Sendika nedir, adını koymalıyız. Odalar nedir? Onun adı konulmamış. Meslek birliklerinin adı konulmamış. Demokratik Alevi kurumları nedir, neye yarar, çapı nereye kadardır, ne yapmalı, ülke meselelerine nereye kadar müdahale etmeli, nereye etmemeli, sınırları nedir? Bunları bilmiyoruz, ama bunları tartışmıyoruz. Bu gerekli tartışmaları atlayıp, siyasi parti kurmayı hedefliyorlar. Yanlış burada. 11


SACAYAK

Sayı 7

Tehlikeli Kopuş Kendal Doğan

S

ON tartışma süreçlerinin başında “Alevilerin Partileşme Süreci” gelmektedir. Bu süreç nasıl ve kimler tarafından başlatılmıştır? Alevilerin partileşme ihtiyacı nasıl keşfedildi? Bu sürecin aktörleri kimlerdir? Bu süreci başlatanların siyasal ve toplumsal birikimleri hangi noktadadır? Ülkede çatı parti tartışmaları sonucu mu bu karar alındı? Toplumsal gelişmeye ve dönüşüme engel olacak bu karar ya da bu kopuşun nedeni açıklanabilinmiş midir? Sınıf karşıtlıklarıyla bölünmüş bir toplumda, gerçek temsilcilerinin (Demokratik Sosyalist partiler) örgütlenmesi olmaksızın hiçbir sınıf ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, vb. çıkarlarını savunamaz, dolaysıyla da çıkarlarının gerçekleştirilmesinin koşullarını yaratamaz. Kısaca yoksul emekçilerin ve ezilenlerin politik örgütlenmesi, bu kesimin temsilcilerinin politik olarak örgütlenmesidir. Bu ileri politik düzey ve birikim parti olarak şekil bulur. Parti gibi ileri politik bir irade topluluğu toplumun tüm sorunlarına çözüm arar. Partileşme aydınların en birikimli olanlarının, topluma karşı en öz verili yüksek politik düzeye ulaşmış kadroların iradelerini beyan eder. Sorgulamaya devam edelim. Yalnızca Aleviler böyle bir örgütlenme düzeyine politik olarak ulaşmışlar mıdır? Hayır. Partiler niçin kurulur? Mevcut sistemin tüm olanakları dâhilinde, demokratik mücadele esas alınmak üzere, temsil ettiği toplum kesimini iktidar/hükümet etmektir. Alevilerin tek başına iktidar olması mümkün mü? Hayır. Doğru da olmaz. Peki, Aleviler adına rahatça ve sorumsuzca konuşan bu bayların amacı nedir? Hemen belirteyim partileşme süreci, program, strateji ve taktik sorunların çözüme kavuşturulduğu bir sürecin adıdır. Partileşme ileri politik düzeyin ürünü olarak istikrarlı önder kadroların yaratıldığı bir sürecin sonucudur. Alevi hareketi içerisinde bu yükü kaldırabilecek kadroların sayısı bir elin parmakları kadardır. İstikrarlı politik bir süreci zorunlu kılan partileşme süreci, kadrolarının kararlılığı ve birikimidir. Bu olumsuz sürece koşanlar kusura bakmasınlar. Sizlerde ne kararlılık ne de birikim söz konusudur. 12

Partileşme önder kadroların yaratıldığı bir sürecin sonucudur. Alevi hareketi içerisinde bu yükü kaldırabilecek kadroların sayısı bir elin parmakları kadardır. İstikrarlı politik bir süreci zorunlu kılan partileşme süreci, kadrolarının kararlılığı ve birikimidir. Bu olumsuz sürece koşanlar kusura bakmasınlar. Sizlerde ne kararlılık ne de birikim söz konusudur.


SACAYAK

Ekim 2009

Partileşme sürecinin ilanı Alevilere saygısızlıktır. Toplumun diğer kesimlerine saygısızlıktır. Yol erleri, yolunuz çıkmaz ve yanlıştır. Türkiye’nin gelişen toplumsal muhalefeti içerisinde güvensizlik yaratıyorsunuz. Bırakın kişisel sevdanızı. Toplumsal kaygılara sarılın. Yolunuzdan ayrılmayın.

Peki, nedir bu canları partileşme gibi olağanüstü birikimi gerektiren sürece zorlayan neden? Post edinme kaygısı mı? Pazarlık gücünü artırma çabası mı? *** Partileşme sürecinin ilanı Alevilere saygısızlıktır. Toplumun diğer kesimlerine saygısızlıktır. Bu çaba doğru bir çaba değildir. Yol erleri, yolunuz çıkmaz ve yanlıştır. Türkiye’nin gelişen toplumsal muhalefeti içerisinde güvensizlik yaratıyorsunuz. Bırakın kişisel sevdanızı. Toplumsal kaygılara sarılın. Yol bilenlerinizin geçmişte yaptıkları gibi yapın. Yolunuzdan ayrılmayın. Son olarak; Alevilik kısaca zahir ile bâtının buluşma noktasında meydana gelen, bir tür manyetik alan olarak ifade edebileceğimiz alanda insanların/canların ideal insana ulaşma çabalarının yaşama yansıyan ve felsefeye dönüşen yaşam biçimidir. Yaşamda insan onurunu zedeleyecek her türlü davranıştan kaçış, başka bir deyişle ideal insana ulaşma (insani kâmil) kaygısı onu tüm zaaflarından uzak tutar. Partileşme çabası da bir zaafın sonucudur. Felsefemize uzak bir bakıştır. Zihin bulanıklığıdır. Alevilik felsefesi özgürlük, eşitlik, adalet değerleri, toplumsallığı geliştiren, insanı insan, toplumu toplum yapan öz yaşam değerlerinin toplamını ifade eder.

Arif Sağ - Erdal Erzincan

Bağlama Metodu / 2 Cilt İstanbul, Ekim 2009, ISBN: 978-9944-396-64-6 24 x 32 cm boyutunda kuşe kağıda renkli baskı 1. Cilt 256 / 2. Cilt 292 sayfa

Önsöz’den:

Pan Yayıncılık Tel: +90.(0)212.261 80 72

Bağlamanın özgünlüğünü oluşturan öğelerin korunması bu çalışmanın temel ilkesi olmuştur. Ancak bu çalgının bütün özgünlüğünü kapsamlı olarak bir kitap halinde sunmak olanaksızdır. Farklı icra tarzları ve düzenlerin adeta ayrı bir çalgı mantığı ile icra ediliyor olması, bu düşünceyi desteklemektedir. Bunun ışığında tezeneli ve tezenesiz (şelpe) icra tekniklerine en uygun olduğunu düşündüğümüz ‘Bağlama Düzeni Metodu’ ile yayın serisini başlatıyoruz. Bağlamadaki icra kalitesini yükseltmeyi hedefleyen bu kitabın farklı çalışmalara zemin oluşturması ve geliştirilerek sürdürülmesi temennisiyle... 13


SACAYAK

Sayı 7

ABF’nin siyasi parti kurmaya yönelik “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” adlı dizi toplantılarından biri de İstanbul’da yapıldı

İstanbul’da Aleviler Parti Kurma Fikrini Desteklemedi Kaya Aydoğan

A

levi Bektaşi Federasyonu (ABF), “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” konusunda İstanbul’da Beyoğlu’nda bir bölge toplantısı yaptı. Makine Mühendisleri Odası’nda 25 Eylül’de yapılan toplantıya Alevi Bektaşi Federasyonu adına Ali Balkız başkanlık etti. İlginç olan nokta Balkız’ın konuşmasında “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” hareketinin hedefinin bir Alevi partisi kurmak olmadığını belirtmesi oldu. Yaşanmış parti tecrübelerinden örnekler vererek bugün gelişmeler bir partileşme sürecine dönüşürse bu oluşumu belki destekleyeceklerini, ama aracı örgüt, kurucu örgüt olmayacaklarını söyledi. Alevi Bektaşi Federasyonu’nun olsa olsa böyle bir hareketin moderatörü ya da kolaylaştırıcısı olabileceğini ekledi. Ardından gelen konuklara söz verdi. Toplantıya katılan Lütfi Kaleli, Musa Ağacık, Rıza Zelyurt, Sadık Gürbüz, Faik Bulut, Osman Kavala, Erdoğan Aydın, Enver Arsever görüşlerini birbirleriyle paylaştı. Çünkü toplantıya sadece bir avuç Aydın katılmıştı, toplantı herkese açık olmasına karşın Alevi-Bektaşi halktan kimseler yoktu. Katılımcıların konuşmalarından çıkan ortak nokta ABF’nin her ne olursa olsun partilileşme sürecine katılmaması gerektiği oldu. Daha şimdiden bu harekete “Alevi Partisi” yaftasının vurulduğu ve

14

Alevi-Bektaşi toplumunun gündemin bir Alevi partisi kurmaya kaydırılmasına fırsat vermeyeceği belli olmuştur. ABF’nin Türkiye’nin en büyük Alevi kenti İstanbul’da bu konuda yapacağını ilan ettiği toplantıya sadece bir avuç Alevi aydınının katılması bunun en açık kanıtıdır.


Ekim 2009

SACAYAK

bugüne dek elde edilmiş kazanımların bu yolla heba edileceği örneklerle anlatıldı. En çarpıcı konuşmayı Enver Arsever yaptı ve Federasyon’un önce kendi sorunlarını çözmesi gerektiğini, Alevi-Bektaşileri üç talep, “köylere zorla cami yapılmasının durdurulması”, “zorunlu din derslerinin kaldırılması” ve “Diyanet İşleri’nin kaldırılması” talepleri çevresinde birleştirmek için çalışması gerektiğini, parti kurmaya girişmekle birlik ve mücadele sürecinin baltalanacağını belirtti. Düşündürücü nokta, ABF üst yönetiminin neden elde edinilmiş kazanımlara rağmen gündemi değiştirip bir siyasi parti kurmaya girişmiş olduğudur. Ne var ki sorunları için meydana çıkmak üzere birlik oluşturma olgunluğuna ulaşmış olan Alevi-Bektaşi toplumunun gündemin böyle kaydırılmasına fırsat vermeyeceği belli olmuştur. ABF’nin Türkiye’nin en büyük Alevi kenti İstanbul’da bu konuda yapacağını ilan ettiği toplantıya sadece bir avuç Aydının katılması bunun en açık kanıtıdır. Tabii anlamak isteyene…

15


SACAYAK

Sayı 7

Aziz Baba Kültürel ve Sosyal Yardımlaşma Derneği’nin Düzenlediği 33. Aziz Baba’yı Anma Töreni 30 Ağustos’ta Tokat, Turhal, Karkın köyünde yapıldı. Lütfi Kaleli’nin Yaptığı Konuşmadan

B

ugünkü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, “Müslümanların tek ibadet yeri vardır, o da camidir, cemevleri ibadet yeri değildir” diyor. Bundan önceki Dİ Başkan Yardımcısı Tayyar Taş, “cem evleri cümbüş yeridir” dedi. Bizi bu şekilde değerlendiren zihniyetin asimilasyoncu politikaları son dönemde daha da hızlandı. Dün atalarımızın canını aldılar, ama inancımızı yok edemediler. Bugün inancımızı yok etmeye çalışıyorlar. En büyük kıyım, en tehlikeli kıyım burada. Bu konuda çok duyarlı olmak zorundayız. (…) Alevi inancı “72 millete bir göz ile bakan”, dostluk ve barışı ön gören, birlikte hareket etmeyi arzulayan bir inançtır. Ama biz ne yapıyoruz? Birlik yerine ikilik yaşayarak birbirimizle kavga etmek suretiyle küçülüyoruz, parçalanıp bölünüyoruz. (…) “Biz” demesini bilip birlikte hareket edeceğiz. Derneklerimize, yatırlarımıza, inancımıza sahip çıkacağız. Slogancı olmayacağız. Sokakta slogan atmayla bir yere gidemediğimizi gördük. Öyleyse birlikte bir güç olarak, tek vücut olarak sandığa gideceğiz. Laik cumhuriyet temelinde, Alevi-Sünni ayrım yapmadan, aydınlar olarak birlikte hareket edeceğiz. Ve iktidara getirdiklerimizle inançları ne olursa olsun, ırkları ne olursa olsun tüm canlarla, dostlarla birlikte yaşamanın 16

yollarını bulacağız. Amerika’nın uşağı olmaktan çıkacağız. Aksi takdirde yarın karanlık bir Türkiye’de yaşamak zorunda kalacak olan çocuklarımız, torunlarımız bizi suçlayacaklar. “Dedelerimiz, ninelerimiz döneminde bu yanlışlıklar yapıldı. Neden onları engellemediler?” diyecekler. Çocuklarımıza, torunlarımıza sorumluluğumuzu taşıyorsak belimizi kıracağız, birlikte hareket etmenin, “biz” demenin yolunu bulacağız. Turap olacak, kucaklaşıp sandığa yansıtacağız. Bu güzel günlerin daha da güzelleşmesi için bu yola baş koymuş olan derneklerimizi yaşatmak konusunda bütün gücümüzle destekçi olacağız. O anlayış içerisinde hepinizi saygıyla selamlıyorum, sevgilerimi sunuyorum. Sağ olun var olun.


SACAYAK

Ekim 2009

Aziz Baba’yı Anma Törenlerinde Ahmet Koçak’ın Yaptığı Konuşmadan

C

umhuriyetin savunucuları şöyle diyor: “Biz, dergâhları, tekkeleri istemiyoruz. Laik devlette, din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır.” Alevi toplumu buna evet diyor, ama sekiz bakanlığın bütçesine eşdeğer bütçesi olan bir Diyanet İşleri Başkanlığı var. DİB, “tek devlet, tek ulus, tek din, tek mezhep” anlayışı üzerine inşa edilmiş. Ülkedeki farklı inançları, kültürleri yok saymış. Bu kurumun varlığı devlet eliyle yürütülen asimilasyon demektir. Cumhuriyetçiler DİB’nın varlığını sorgulamıyor bile. (…) Devlet, Alevi köylerine cami yapıyor. Toplum yapmıyor, Alevi dernekleri, aydınları yapmıyor. Bunu yapan devlet! Bunu görmezsek, nasıl doğru tepki göstereceğimizi de bilemeyiz! 1960’lı yıllarda Birlik Partisi diye bir Alevi partisi kurulmuştu. O parti, devlet eliyle Alevilere kurdurulmuş bir partiydi. Ondan ders almadık, 90’lı yılların ortalarında kalktık Barış Partisi’ni kurduk. Bir daha boyumuzun ölçüsünü aldık. Geldik günümüze, aydınlarımız, demokratik örgütlerimiz yine Alevi partisi diyor. Bizim sorunumuz siyasette varlık gösterme sorunu mu? Siyasetette inanç kimliğimizle yer alma sorunu mu? Sorunumuzu düzgün tespit edersek ona göre örgütleniriz. Bu toplum yolunu, yordamını unutmuş; inancını unutmuş, cemini, cemaatini unutmuş; edebini, erkânını unutmuş. Önce topluma bunları taşı, canlandır. (...) Bu toplum ortak amaçlar için el ele versin. Bunu sağladığın zaman siyasete müdahale edebilirsin. Siyaset hayatın kendisidir zaten. Alevi dernekleri, demokratik Alevi örgütleri son on beş yıldır yapması gerekenleri yapmayıp yapmaması gerekenleri yaptığından bu toplum hâlâ dağınıklıktan çıkamıyor. Hâlâ “niye bir araya gelmiyoruz”dan bahsediyoruz. Beş televizyon kanalı kuruyoruz, beşi birbirine düşman hale geliyor. Bir federasyon altında on tane derneğimiz var, federasyon içinde bile birlik sağlayamıyor. Vurgulamak istediğim şu: Alevilik bir inançtır, ancak inançsal yollarla örgütlenebilir. Bu, toplumun yeniden dergâhın çevresinde kenetlenmesiyle mümkündür. (...) Alevi-Bektaşi toplumunun bugün önemli bir şansı var: Mürşit Veliyettin Ulusoy. Alevi-Bektaşi toplumu bu şansı düzgün değerlendirirse sorunlarının çoğunu aşabilir. Burada, bu dağın eteğinde çok söylenecek şey var, insanlarımız asimilasyondan paylarına düşeni anlamışlar. Lütfi ağabey, “72 millete bir nazarla bak” dedi. Bugün Aleviler, Hünkâr’ın bu düsturunu unutmuşlar! Milliyet kavramı Alevilerin inancında yokken, bugün sanki Alevilerin ön kimliği haline getirilmiş. (...) Teşekkür ediyorum dinlediğiniz için. Sağ olun efendim. 17


SACAYAK

Sayı 7

Karkın Köyü Kültürel ve Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Derneği Başkanı Fevzi Can ile söyleştik

Buradaki Aleviler Hacı Bektaş Alevisidir Önce Aziz Baba hakkında bilgi alalım. Nereden geliyor, kimin evladıdır?  Aziz Baba’nın 12 İmamlardan geldiği söyleniyor. Aziz Baba, Keçeci Baba’nın torunudur, yani büyük oğlu Ali Haydar’ın oğludur. Hacı Bektaş’la eş zamanlı olarak Anadolu’ya gelen Horasan erenlerinden Keçeci, Karkın’a yerleşiyor. Bundan 33 yıl önce köyümüzde, muhtarın öncülüğünde Aziz Baba Türbesi’nin önünde açık alanda cem ibadeti yapılıyordu. Biz bununla onur duyuyoruz, her gittiğimiz yerde anlatıyoruz: 33 yıl önce, daha Sivas’larda Gazi’lerde yanmadan, katledilmeden önce cem ibadetimizi açık alana taşıdık. Çevre köylerimizi de bu işin içine kattık. Derneğimiz kurulduktan sonra son üç yıldır düzenlediği bir etkinlik olarak yapmaya çalışıyoruz. Bu senenin etkinliğe geniş katılımı sağlamak için iki ay öncesinden hazırlıklara başladık. İstanbul’dan insanlarımızın ulaşımı için belediye otobüsleri temin ettik. İnsanlarımızı, üyelerimizi ücretsiz taşıdık buraya. Panelist olarak yazar Lütfi Kaleli hocamızı, Ahmet Koçak hocamızı davet ettik. İnancımızı, inancımızın merkezine dönük olarak ifade eden bir etkinlik programı gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bundan sonraki süreçte inancımızın öncülüğünü yapan insanlardan bilgi alıp daha sonuç alıcı olmayı ve etkinliğimizi medyaya daha iyi duyurmaya yönelik çalışmayı düşünüyoruz. Bu senenin etkinliğini Ekin Türk TV kanalı verdi. 15 gün yayın yapıldı. Bundan sonra amacımız ulusal kanalların da ilgisini çekecek programlar gerçekleştirmek. Buradaki etkinliği, Aziz Baba’yı Türkiye’ye ve Avrupa’ya duyurmak istiyorsunuz.  Evet, Aziz Baba ve Keçeci’ye yakışır şekilde anmak istiyoruz. Şunu özellikle söyleyeyim: Keçeci’de bir sancak var, bu nedenle bu erenlerin bir boy’un temsilcileri olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu bilgiler henüz layık oldukları kadar ilgi görmedi. Tüm yük muhtarlık ve dernek üzerinde kaldı. Tokat’taki kültür müdürünün bizzat işin içinde olması, yardımcı olması gerekirken pratik bir yardım yapmadı. Bin lira bile ekonomik katkı yapmadı. Etkinlik alanının yapılması, oturacak yerlerin yapılması tümüyle köylümüzün imecesiyle başarılmıştır.

18

Tüm yük muhtarlık ve dernek üzerinde kaldı. Tokat’taki kültür müdürü pratik bir yardım yapmadı. Bin lira bile ekonomik katkı yapmadı. Etkinlik alanının yapılması, oturacak yerlerin yapılması tümüyle köylümüzün imecesiyle başarılmıştır.


Ekim 2009

Bizim köy bir dede köyü, ocak köyü, ama on beş hanelik. On beş haneyle binlerce insanı ağırlayamaz. Dolayısıyla burada konaklama yeri düzenlemesi yapmayı düşünüyoruz.

SACAYAK

Geleceğe baktığımızda, bir otel sorunu, kalacak yer sıkıntısı var dışarıdan gelenler için. Umarız gelecek yıl gelenlerin sayısı artacak, ama sıkıntı da artacak. Bu yıl katılım alabildiğine çok oldu, beklentimizden fazla oldu. Ne kadar insan vardı yaklaşık olarak?  Yaklaşık on beş, yirmi bin diye düşünüyoruz, sırf gelen özel araç sayısı binin üzerinde. Yani büyük otobüslerin haricinde binin üzerinde otomobilin olduğunu gördük. Traktörlerle çevreden gelenleri de eklediğimiz zaman, katılımın 15-20 bin arasında olduğunu, belki de biraz aştığını düşünüyoruz. Etkinliğin ilk başlangıcı Alevi inancına yönelik olduğunu belirttin. Bugün etkinliğin geldiği yer nedir? Bundan sonraki yapmak istediğiniz, yani hedefleriniz nelerdir?  İlk gün başladığımız ritüeli bozmuyoruz. Bu etkinlik ilk başladığında cemle başlamıştı. İki köyün işbirliği ile başlamıştı, yakınımızdaki Erenli Köyü ile bizim köyümüzün buluştuğu bir yerde başlamıştı. Artık çevre köylerimize ulaştı. Biz ilk kez cemle başlamıştık, bugün sabahleyin yine cemimizi yaptık. Etkinlik hep cemle başlayacak, ama yarın belki bir gün yetmeyebilir. Bunu iki güne yaymaya çalışıyoruz. Bunun sıkıntısını şöyle yaşıyoruz: Söylediğim gibi köyde konaklama sorunu var. Köylerin durumu belli, insan ağırlayamıyorsun. Köyler boşaldı, yani on beş tane ev var. Bizim köy bir dede köyü, ocak köyü, ama on beş hanelik. On beş haneyle binlerce insanı ağırlayamaz. Dolayısıyla burada konaklama yeri düzenlemesi yapmayı düşünüyoruz. Programımızın ilk etabında böyle bir konaklama yeri yapmak var. Yapılacak etkinlik, tören anlamında bizim kendimize yakın bildiğimiz, bilgilerinden faydalanacağımız insanları daha çok sayıda işin içine katmaya çalışacağız. Aziz Baba, Hacı Bektaş’ın ardıllarından birisi. O sürekten geliyor, oradan icazet alıyor, değil mi?  Aziz Babalılar, buradaki Aleviler Hacı Bektaş Alevisidir. Postnişin Veliyettin Efendim aracılığıyla Divani Babayla tanıştık. Oradan sizle ilişki kurduk. Burası Hacı Bektaş’a bağlıdır, yani buralar Bektaşi köyleridir. Aziz Babalıların serçeşmesi, Hacı Bektaş’tır. Yani bu ilişkiler hâlâ yaşıyor.  Kesinlikle devam ediyor. Serçeşmeden, Ulusoy’lardan her hangi biri geldiğinde baş göz üstünde ağırlanır yani. Ulusoy’lara burada Efendim diye hitap edilir. Veliyettin Efendi, Çelebi burada olduğu zaman ta o dağların doruklarına yerleşmiş Alevilerin-Bektaşilerin hepsi buraya toplanır öyle bağlıdırlar. Gönülden bağlıdırlar Hacı Bektaş Dergâhı’na. Başkan, ağzına sağlık, teşekkür ediyorum. 19


SACAYAK

Sayı 7

Milliyet’te Yayınlanan Söyleşi Üzerine Dertli Divani ile Söyleştik

Alevi Ana-Babadan Doğmayan Onlarca Dede, Âşık, Rehberi Kim, Nasıl Yok Sayabilir? Ahmet Koçak Divani Baba, 17 Ağustos’ta Milliyet gazetesi, Devrim Sevimay’ın sizinle yatığı bir söyleşiyi yayınladı. Bu söyleşiye olumlu ve olumsuz birçok tepki aldınız. En çok eleştiriyi hangi konularda aldınız?  Aslında her çevreden daha çok olumlu eleştiriler geldi. Röportajın tamamını internetten okumayan ve sadece Alevi-Bektaşiliğin inanç yönü ağır basan çevrelerden olumsuz eleştiriler aldım. O da şu; “Efendim, nasıl oluyor da İslam’ın hem içi hem de dışındaymışız?” gibi eleştiri yazanlar olmuştu. Ayrıca, Alevilik İslam içi midir, İslam dışı mıdır diye bir soru sorulmamıştı. Röportaj esnasında tam Pir’in makamında iken 3–4 can sürünerek eşikten içeri girdiler. Allah-Muhammet-Ali diyerek niyaz ederken Devrim Sevimay, o canların içten duygularını hissedince, “Bu durumda Alevilik İslam dışıdır demek gerçekten zor” dedi. Ben de “İçidir demek de zor. Tam anlamıyla iç değil, tam anlamıyla dış değil.” dedim. Röportaj başlığı da editör tarafından gazeteye böyle atılmış. Evet, röportajı gazeteciler yapar, ama editörler dikkat çekecek şeyi başlık yapar. Bana göre böyle bir soru gereksiz, ama Alevi kamuoyunu hâlâ meşgul eden Alevilik İslam içi midir, dışı mıdır tartışmasına ne diyorsunuz?  Neden Sünnilik İslam’ın içi midir, dışı mıdır denilmiyor? Hatta İslam kendisinden önceki dinlerin içinde midir dışında mıdır diye tartışılmıyor da hep Alevilik tartışılıyor? İlkel dinlerden tutun semavi dinlere kadar hepsinin adeta zincirin halkaları gibi iç içe geçmiş olduklarını görürüz. Ayrı yanlarının yanında ortak yanları da vardır. Kuran’ın da büyük bir bölümü kendisinden önceki kitaplardan özellikle de Tevrat’tan alınma olduğunu Kutsal Kitabı (TevratZebur-İncil) okuyunca görürsünüz. Kurban Bayramı’nın da İbrahim Peygamber’den bugüne gelen bir gelenek olduğunu artık herkes biliyor. Hâl böyleyken Alevilik İslam içi midir, İslam dışı mıdır demenin altında sinsi bir siyasi oyun vardır. Çok kritik bir süreçteyiz. Geçmiş yüzyıllara nazaran şimdi daha ciddi bir asimilasyon politikası izlenmektedir. Alevi-Bektaşi inancı açısından, İslam dini diye adlandırılan şey aslında Emevi geleneğidir. Bugün ne yazık ki yer 20

Alevilik İslam içi midir, İslam dışı mıdır demenin altında sinsi bir siyasi oyun vardır. Çok kritik bir süreçteyiz. Geçmiş yüzyıllara nazarın şimdi daha ciddi bir asimilasyon politikası izlenmektedir.


Ekim 2009

SACAYAK kürede yaşayan İslam âleminin % 99’u bu Emevi geleneğini İslam dini olarak algılıyor. İşte biz bu geleneğin dışındayız. Ama öz olarak Hak-MuhammetAli birliğine inanan; 12 İmam inancıyla birlikte gerçek âşıkların, erenlerin ve bilgelerin dizeleriyle felsefi açıdan da derinlik içeren, hiçbir inancı ve dini hor görmeyen, hatta İslam öncesi birçok inanç ve kültürden de izler taşıyan; Kırklar Süreği diye bildiğimiz kendine özgü bir AlevilikBektaşilik inancı var. İşte bu güzel inancı Emevi geleneğinde eritmek için “Muaviye siyaseti” dediğimiz siyasi oyunlar oynanıyor. Yani kendine özgü inanç ve ibadet anlayışı olan bir Alevi-Bektaşilik var. Yozlaşmamak adına gerekirse İslam dışıyız diyebilir miyiz?

 Farklılığımızla ortadayız, ama bence bunu demeye gerek yok. Çünkü Hak-Muhammet-Ali, 12 İmam inancı, İmam Hüseyin sevgisi, ulu erenler, Pirler inancımızın sembolü olan gerçeklerdir. Kendimizi nasıl soyutlayacağız ki? O yüzden içi de demek dışı da demek zor. Ama mevcut İslam dini diye algılanan şeyin Emevi geleneği olduğunu da biliyoruz. Bunu yüzyıllar öncesinde erenler ve ulu pirler söylemişler. Şükür şimdi Sünni din adamları da söylüyor. Mevcut İslam dininin şartları ve ibadeti herkes tarafından biliniyor ve okullarda da öğretiliyor, Alevi-Bektaşilik inanç ve ibadetine dair neler söyleyebilirsiniz?  Evet, asıl can alıcı nokta burasıdır. Alevi-Bektaşi inancında eline, diline, beline sahip olmak; aşına, işine, eşine sadık olmak; kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamak; hakkına razı olmak, herkesin hakkını, kendi hakkı gibi gözetmek; ırk, dil, din, cinsiyet ayrımı yapmamak; kendisinden farklı olanı olduğu gibi kabul etmek temel kurallardır. İbadet boyutuna gelince: 1. Bu inanca sahip her Alevi-Bektaşi ya da inanan her can reşit yaşa geldikten sonra yola ikrar verir ve daha önce ikrar veren canlar da görgüden geçer. Yılda bir kez yapılan, Musahipliği de kapsayan bu ceme ikrar ve görgü cemi denir. Hem yola ikrar veren hem gör21


SACAYAK

Sayı 7

güden geçen canların, cem erenlerinin (toplumun) huzurunda özünü dâr’a çektiği ve aklandığı cemdir. Canlar arasındaki bütün müşküllerin çözülüp barışın sağlandığı, tam anlamıyla manevi temizlik dediğimiz gönül rızalığının alındığı cemdir. Bu cem, insan-ı kâmil mertebesine erebilmek için bir iç yolculuk anlamına da gelir. 2. Birbiriyle küs olan iki canın dahi giremeyeceği cemlerden biri de haftada bir Perşembe akşamı yapılan cemlerdir. Bu cemde de ikrar ve görgü ceminde olduğu gibi 12 Hizmet yapılır. Her hizmet edep-erkân üzere yürütülür. 3. Yolun kurallarını öğrenmek ve Aleviliği doğru anlayabilmek için saygılı bir şekilde kim olursa olsun herkesin gönül rahatlığıyla katılabileceği cem ise yılda bir yapılan Abdal Musa cemleridir.

Canlı-cansız cümle varlığa sevgi ile bakmayan insan olma özelliğini kaybediyor. Alevilik şekle değil, öze yönelik bir inançtır. İnsan merkezlidir. Secdegâhı ve kıblegâhı Bu anlattıklarınız her kesimden olan insanların itiraz insandır. edemeyeceği güzel şeyler, ama bunu insanın yaşamına Cemde cemal aktarması çok zor değil mi? cemale olmanın anlamı da budur.

 Evet, ateşten gömlek, demirden leblebi dediğimiz bunlardır işte. Ölmeden önce ölmek, yani nefsi terbiye etmekle mümkündür. Koca Yunus, “yaratılmışı sevdik yaratandan ötürü” diyor. Canlı, cansız cümle varlığa sevgi ile bakmayan insan olma özelliğini kaybediyor. Alevilik şekle değil, öze yönelik bir inançtır. İnsan merkezlidir. Secdegâhı ve kıblegâhı insandır. Cemde cemal cemale olmanın anlamı da budur. Hakk’ın Âdem’de (İnsan-ı Kâmil) tecelli ettiğine inanılır. Dinler üstü bir inançtır dememizin hikmeti budur. Bu inanca sahip olan ve idrak eden başka türden bir ibadete ihtiyaç duymaz. Ama yolun kesintiye uğradığı Alevi bölgelerinin bir kısmı ne yazık ki asimile olmuş durumdadır. Gazete sizi tanıtırken “Alevi-Bektaşilerin Çelebi kolundan” diye bir ifade kullanıyor. Buna açıklık getirir misiniz?  Alevi-Bektaşilikte üç ana inanç kurumu var. Bunlar Babagan, Dedegan ve Çelebiler koludur. Babagan Kolu, 1551 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından Hacı Bektaş Veli dergâhına atanan Sersem Ali Dedebaba’dan itibaren gelen koldur. Dedegan Kolu; soy itibariyle 12 İmam’dan geldiğine inanılan ocakzade ya da evlad-ı resul denilen ve onlara bağlı olan koldur. Çelebiler Kolu, Hacı Bektaş Veli soyundan gelenlerin ve gönülden bağlı olanların “el ele el Hakk’a” düsturuyla kesintisiz yolu sürdürenlerin bağlı olduğu koldur. Söyleşide sizden bel evladı olarak bahsedilmiş. Bu konuda herhangi bir eleştiri geldi mi? Bu mesele hakkında neler söylemek istersiniz?  Hayır, bir eleştiri gelmedi. Bütün Alevi toplumu konumumu biliyor. O bölümde bir hata olduğu belliydi. Zaten soydan değil yoldan gelen bir dedelik hizmetini yapıyorum. Gazetenin internet sitesindeki metni de özellikle düzeltmelerini istedim ve düzeltildi. 22


Ekim 2009

SACAYAK

Babanız Büryani Baba, Dedeniz Ahmet Baba da aynı hizmeti yapmış; siz de bugün bunu devam ettiriyorsunuz. Bu bir zorunluluk mudur?  Hayır, hizmet zorla değil, rızalıkla yapılır. Toplumun talebi oldukça zamanım da el verdikçe yolun kuralına göre Pir’in ruhsatıyla olur. Söyleşide “İnançların ve milliyetlerin temelinde inşa edilen bütün siyasi yapılanmalar bizce doğru değil.” diyorsunuz. Bu görüşü söyleme gereğini neden hissetiniz?  Alevilerin ya da Alevi örgütlerinin başını çektiği bir siyasi oluşuma, adı ne olursa olsun “Alevi Partisi” denilecektir. Denilmemesi için hep birlikte gereğini yapmaya dikkat çekmeye çalıştım. “Bir inancın kan bağıyla intikali bir kere akla mantığa aykırı. Alevilik de herhangi bir ırka ait olan bir inanç değildir.” diyorsunuz. Bu görüş Aleviler arasında tartışmalı konulardan birisidir. Bu konuyu biraz açar mısınız?  Bu inancın serçeşmesi yüce Hünkâr, “belimden gelen değil, yolumdan gelen evladımdır” demiş. Kişi hangi ocaktan ve soydan olursa olsun atasının yolunu sürmedikten ve inanmadıktan, yani yolu ile yollanmadıktan, hali ile hallenmedikten sonra ne olursa olsun bir önemi yoktur. Hem belinden hem yolundan gelene eyvallah, ama yoldan çıkana da körü körüne eyvallah olmaz. Yol cümle erden pirden uludur. Talip, Rehber, Mürşit, Pir hep aynı yolun yolcusudur. Yola karşı eşit oranda sorumluluk ve kurala uymak zorunluluğu vardır. Kaygusuz Abdal, Geredeli Âşık Dertli, Hilmi Dedebaba, Edip Harabi gibi Alevi ana-babadan doğmayan onlarca dede-âşık-rehber sayabiliriz. Ocaktan olmayan Pir Sultan Abdal, Kul Himmet gibi bugün ocak haline gelmiş ocaklar kendiliğinden olmadı. Yine belli mürşit ve pirlerin ruhsatı ile kemale erenler hizmete layık görüldükçe bu görevleri yapmışlar. Şimdi bunları nasıl ve kim yok sayabilir?

Yeme, içme, uyuma yaşayabilmemiz için nasıl temel ihtiyaçsa okumayı ve öğrenmeyi de öyle bir ihtiyaç kabul edip kendimizi geliştirmemiz, kendimizi aşmamız lazım.

Anlaşılan söyleşiyi yapan gazetecinin ya da editörün dikkatsizliği de bu eleştirilere neden olmuş. Eklemek istediğin bir şey var mı?  Bazen çok küçük şeyler yanlış anlaşılmalara neden oluyor, ama her zaman olabilecek şeylerdir. İyi okuyunca aslında anlaşılmayan bir şey yoktu. İlk defa Milliyet gazetesinde böyle içi dopdolu röportaj olmuş diye kutlayanlar çok oldu. Eklemek istediğim tek şey, yeme-içme-uyuma yaşayabilmemiz için nasıl temel ihtiyaçsa okumayı ve öğrenmeyi de öyle bir ihtiyaç kabul edip kendimizi geliştirmemiz, kendimizi aşmamız lazım. Gerçek âşık ve sadıkların dizeleri bize her konuda yön verebilecek derinliktedir. Anlayıp uygulayabildiğimiz ölçüde bu yolun gerçek yolcusu olabiliriz.  23


SACAYAK

Sayı 7

Panel: ABF Genel Başkan Yardımcısı ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği Genel Başkanı Ali Kenanoğlu, ABF Merkez Yöneticisi Hatice Altınışık, toplantıyı yöneten Büyükkadı ve Şarabi Köylüleri Mezopotamya Sosyal Forumu çerçevesinde 29 Eylül Salı günü Kütlür ve Diyarbakır’da yapılan “Mezopotamya’da Yok Sayılan Kimlik: Dayanışma Derneği Kızılbaş Alevilik” paneline Sacayak dergisi adına katılan Başkanı Prof. Dr. İrfan Açıkgöz, Engin Urcan’ın konuşması’ndan bir bölüm Özgür Demokratik Alevi Hareketi’nden Ergin Doğru, ve Sacayak [...] Türkiye devleti, 19. yüzyılda Osmanlı devletinin dağılışı süre- dergisinden ci içinde oluşan bir fikir sisteminin son halini temsil etmektedir. Bu Engin Urcan.

Alevilik Tarihinin Zahiri ve Batını

devlet anlayışı, bir yandan içinden bir türlü çıkamadığı Osmanlı kurumlarını sürdürmektedir, öte yandan da Osmanlının çöküşüne neden olduğunu düşündüğü “eksik ve hatalarını” ortadan kaldırmaya, Osmanlının “söküklerini dikmeye” kararlıdır. Bu fikir sisteminin günümüzdeki sonucu, “Ülkesi ve milletiyle bölünmez Türk devleti”dir. Bu fikir sistemine göre Türkiye devletinin egemenliği altında yaşayanlar, Türkçe konuşan Türklerdir; eğer Türk değillerse zorla Türkleştirilmeleri, Türkçe öğrenmeleri ve bu dili kullanmaları gerekir. Bu fikir sistemine göre Türkiye devletinde yaşayanlar, Lozan’da kerhen özel statü verilmiş Hıristiyan azınlıklar dışında, resmi devlet dinine ve mezhebine ait olmak zorundadır. Bu resmi din ve mezhep, “laiklik” adı altında devletin istediği çerçeve içinde çalışmaya zorlanmış bir Sünni Müslümanlıktır. Bunun dışında kalan tüm inançlar, dinler ve mezhepler yasaktır. Bu devletin resmi laik Sünniliği dışındaki “batıl” dinlere inananlar, bu dinlerin inançların, kültürlerin gösterdiği gibi yaşamak isteyenler devlet dinine asimile edilmelidir. Bu fikir sistemine göre bu devleti ve bu fikir sistemini eleştiren düşünceler yasaktır. Böyle herhangi bir düşüncenin ifade edilmesi yasaktır. Bunun en güzel örneği Cuntacıların kaleminden çıkma Anayasa’nın Türkiye devletinin niteliğini belirleyen maddelerinin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif bile edilemez ilan edilmesidir. Bu fikir sistemine göre devleti yönetenler, yani modern dilde asker-sivil bürokrasi dediğimiz, Osmanlı’nın “sünüf-u devlet” (devleti yöneten sınıflar) dediği devletlûların her türlü karar ve eylemleri dokunulmazlık zırhıyla korunmuştur. Üstelik bu devletlûlar ayrı24


Ekim 2009

SACAYAK

calıklıdır, sıradan halka üstündürler. Onların düşünce ve davranışlarında keyfilik, yetki sınırı, kanun, adalet tanımazlık esastır. [...] Bu fikir sisteminin Osmanlının zaafı olarak gördüğü sorun buradadır. Devlet, var olan milleti, hızla ve zorla kendine uygun bir millete dönüştürmek gerektiğine iman etmiştir. Bu, devletin istemine uygun Laik-Sünni-Müslüman-Türk ulusunu zorla yaratmak demektir. Osmanlının son yıllarından beri katliamlara, zorbalıklara, baskılara yol açan devlet yaklaşımının genel çevresi budur. Tarih Neden Lazım Bu tarihsel çerçeve neden önemlidir? Çünkü tarih geçmişte olup bitmiş olaylar ve düşünceler yığınından ibaret değildir. Tarih günümüze uzanan, günümüz dünyasını etkileyen, belirleyen ilişkiler bütünüdür. Dahası tarih geleceğimize ipotek koymaktadır. Bunun kısa bir ifadesini İslam dünyasının ünlü düşünürü İbn-i Haldun şöyle vermiş asırlar önce: (Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın aktardığı biçimiyle) “Dış görünüşü bakımından (zahiren) tarih, zarif bir şekilde sunulan atasözleri ile çeşnileştirilen, geçmişte olmuş, bitmiş siyasi olaylar, devletler hakkındaki haberlerden fazla bir şey değildir. (Bu şekli ile) tarih geniş halk kitlelerini eğlendirmeye, hoşça vakit geçirmeye yarar. (…) Derin, iç yüzü bakımından (Bâtıni) tarihe gelince o var olan şeylerin aslının derin araştırma, gerçekliğini irdeleme, kaynakları ile ince nedensel açıklamalarını verme, olayların nasıl ve niçin meydana geldiğini açıklama bilimidir.” [...] İbn-i Haldun’un tarih üzerine sözleriyle Cumhuriyet Türkiye’sinde resmi tarih yazıcılığının paralelliklerini görmek çok çarpıcıdır. Geniş halk kitlelerinin eğlendirmeye, “ulusal” hamaset ile resmi ideolojinin peşine takmaya yönelik resmi tarihçilik, olayların arasındaki bağları gizlemekte, gerçek ilişkileri karartmaktadır. [...] Alevilik Yaşayan Tarihtir Unutturulmaya çalışılan Kızılbaşlık, AlevilikBektaşilik geniş bir toplum kesimi açısından ne unutulmuştur, ne de geçmişte, tarihte kalmış tatlı bir anıdır. Alevilik, yaşayan bir inanç, düşünce ve kültürdür.

Devlet açısından sakıncalı ve yasaklı bir inanç olan Kızılbaşlık, asker-sivil bürokrasi tarafından unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan Kızılbaşlık, Alevilik-Bektaşilik geniş bir toplum kesimi açısından ne unutulmuştur, ne de geçmişte, tarihte kalmış tatlı bir anıdır. Alevilik yaşayan bir inanç, düşünce ve kültürdür. Türkiye’de asker-sivil bürokrasinin isteğine ya da emrine uyup ortadan kaybolmayan bu düşünce ve davranışın kökleri nedir? Bu inancın tarihine bakıldığı zaman birkaç ana hattı görmek olanaklıdır: Yıkılmakta olan medeniyetlerin çöküşüne ve yeniden bir başka biçimde doğuşuna eşlik eden tarihsel olgu kavimler göçüdür. Medeni toplumlar, yani yerleşik tarıma ve uzun menzilli ticarete dayalı bir ekonomi üzerinde kurulmuş olan kentleşmiş, yazı, para ve devlet sahibi olmuş medeniyetler, çöküş yaklaştıkça üzerlerine doğru gelen göçebe kavimlerin göçüyle karşılaşır. 25


SACAYAK

Sayı 7

Bu göç, medeni toplumun unutmak, unutturmak zorunda olduğu, ama halk yığınlarını kendine çeken bir fikirler dünyasını çökmekte olan medeni toplumun içine taşır. Bu fikir dünyası, paraya tamah etmez, devlet tanımaz, sınıf ayrımı bilmez, ama okumasıyazması da olmayan bir eşitlik ve özgürlük toplumunu yansıtır. Bugün bildiğimiz biçimiyle Kızılbaşlık, Alevilik-Bektaşilik de Anadolu’ya ve Mezopotamya’ya böyle taşınmış fikirlerin ve yaşam biçiminin bir üründür. Taşınan fikirlerin bir bölümü Anadolu’daki yıkılmakta olan medeniyetlere doğru çekilen göçebe toplumların kendi iç üretimleri değildir. Bu fikirlerin doğuşu ilk İslam devletinin kuruluşundan sonra başlayan ve süregiden sınıf kavgasının içinde muhalif, yenilmiş ve dışlanmış olan tarafın, alt kesimin, yani Ali yandaşlarının (Şia-i Ali) fikirlerinin yeniden canlanışıdır. Anadolu’ya Arabistan’dan yani güneyden değil, İran üzerinden dolaşarak doğudan gelmiştir. [...] Ama geldiği topraklarda yaşayan halkların daha önceki dininden, düşünce ve davranışlarından da etkilenmiştir. Hıristiyan Bizans medeniyetinde alt sınıfların muhalefetini temsil eden ve üst sınıfların kilisesi tarafından sapkın (heretik) ilan edilmiş olan düşünce sistemlerinden etkilenmiştir. [...] Göçebe halkın iskânı, toprağa yerleşmesiyle bu düşünce sistemi değişimler geçirmiştir. Toprağa yerleşenlerin inanç, düşünce ve davranışları ile göçebeliği sürenlerin inanç, düşünce ve davranışları farklılaşmıştır. Toprağa yerleşme demek, merkezi devletin vergi ve angaryası ile karşılaşmak demektir. Bunlar ise kısa süre içinde isyan ve ayaklanma; yenilgi ve kırım demektir. Toprağa yerleşmek, her şeyi ortak mal bilenlerin dünyasına tapu, ferman, vakıf senedi, vb., yollarıyla toprak mülkiyetinin, özel mülkiyetin girmesi demektir. Merkezi Osmanlı devletin kuruluşu, Moğol akınlarıyla yıkılışı, Fetret Devri ve ardından Osmanlı devletinin kendi küllerinden yeniden doğuşu özellikle yerleşik tarıma geçmişlerin, devletle daha yakın ilişki kurmuşların düşünce ve davranışlarında önemli değişimler yaratmıştır. [...] Alevi-Bektaşi düşüncesini anlamaya çalışırken aklımızda tutacağımız en temel nokta Kızılbaşlığın, Aleviliğin tarihte bir yerde ortaya çıkmış ve bir daha hiç değişmeden günümüze kadar sürmüş bir inanç olmadığıdır. Alevilik de tarihseldir, kendi gelişimi sadece kendine, kendi söylemine, inanç yapısına bakılarak anlaşılamaz, altında yatan derin süreçleri anlamaya çalışarak kavranabilir. [...]

Aleviliğin Anadolu’ya taşıdığı fikir dünyası, paraya tamah etmez, devlet tanımaz, sınıf ayrımı bilmez, ama okumasıyazması da olmayan bir eşitlik ve özgürlük toplumunu yansıtır.

Mezopamya Sosyal Forumu’na katılan çok sayıda yabancı genç de paneli izleyidi.

26


Ekim 2009

SACAYAK

Cevap Sizde… David Durak Arslan

Tüm sorunlara kaynaklık eden temel “sorunun” adını koyarak ilk doğru adımı atabilirsiniz: Türkiye’de Devlet sorunu vardır!

Her adım çok önemlidir, ancak ilk adım daha da önemlidir. İlk adımınızı atarken diğer adımlarınızın da kaderini belirlersiniz. İlk adım, ilk soru, ilk yanıt, ilk bakış, ilk söz ve ilk çözüm önerileriniz… Her şey değildir ancak önemlidir. Sizler de, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti kimlik kartı taşıyan her insan gibi “benim ülkemde sorun var” diyerek, kendi inancınıza, felsefenize, etnisitenize veya sosyal statünüze göre sorunu adlandırarak başlıyorsunuz ve derin analiz, somut tespit ve ilginç çözüm önerilerine ulaşıyorsunuz. Sık sık ve değişik dillerde sıralanan sorunlar listesinde, sizin de sorun olarak gördüğünüz bir görüş böylece yerini alıveriyor elbette; “Türkiye’de demokrasi sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de laiklik sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de türban sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de Kürt sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de Alevilik sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de ekonomi sorunu var” diyorsunuz… “Türkiye’de ………. sorunu var” demeyi ya unutuyor ya çekiniyor, ya da kaçınıyorsunuz. Oysa varlığından hepinizin emin olduğunuz yukarıdaki “sonuçlara” kaynaklık eden temel “sorunun” adını koyarak ilk doğru adımı atabilirsiniz. Binlerce yıl insanlığa medeniyet beşiği olmuş Anadolu’yu, karartan, bu coğrafyayı üzerinde yaşayan büyük çoğunluğa zından eden temel sorunun bugünkü adını koyarak, çözümlerde anlaşarak, aydınlığa kavuşturabilirsiniz. Yukarda sıralanan sonuçlar temel “sorun” değildir. Hatta bu yaklaşım üzerinde fazla düşünülmeden sarf edilen, temel ve gerçek sorunun ömrünü uzatmaya hizmet eden bir söylemler zinciridir. Türkiye’de demokrasi sorunu yoktur… Türkiye’de laiklik sorunu yoktur... Türkiye’de türban sorunu yoktur... Türkiye’de Kürt sorunu yoktur... Türkiye’de Alevilik sorunu yoktur... Türkiye’de ekonomi sorunu yoktur... Türkiye’de Devlet Sorunu Vardır Çağdaş normlara uymayan bir devlet yapısıyla yönetilmeye çalışılan her ülkede, yukarda sıralanan ve hatta sayfalara sığmayacak sonuçların yaşanması son derece doğaldır. 27


SACAYAK

Sayı 7

Devletin Anadolu’daki farklı zenginliklere diktiği dar elbisenin, kumaşı sadece Türklük, ipliği sadece İslamlık olduğundan, ne nakışı, ne de renkleri bu toprakları yeterince yansıtmıyor, bedeni toplumun bütününü sarmıyor. En usta terziler de işin başına geçse, bir tarafını diktikçe, öbür tarafları sökülüyor. Bu durum, kumaşa ve ipliğe, dikene ve giydirilmek istenene de büyük bir zulüm. Okuduklarınız, duyup, görüp şahit olduklarınız; mevcut devlet yapısı ve işleyişinin artık iyice çatırdadığını gösteriyor, değişimin kaçınılmaz olduğunun alarmını veriyor. Değişim kaçınılmaz ancak, siz, nasıl olsa değişecek diye seyirci mi olacaksınız? Veya bu değişimde kendinize bir yer mi kapacaksınız? Yoksa değişimin yönünün ve niteliğinin belirlenmesinde etkileyici mi olacaksınız? “Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” sorusunu takip edecek nihai soru “Nasıl bir Dünya istiyoruz” dan önce, “Nasıl bir Türkiye istiyoruz” ancak, sorulacak acil ve anahtar soru “Nasıl bir Devlet” iledir. Bu soruya doğru cevap sizde!

Antalya Konserine Bekliyoruz 0242.345 65 24 – 0532.283 72 80 28

Sorulacak acil ve anahtar soru “Nasıl bir devlet” istiyoruzdur.

Dergimizin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ahmet Koçak canın annesi Cevahir Koçak Ana Hakk’a yürüdü. Ahmet Koçak cana ve tüm sevenlerine başsağlığı dileriz.


SACAYAK

Ekim 2009

Halk Ozanı Âşık Yener Hakk’a Yürüdü Erdem Kantekin

Â

ŞIK YENER uzun süren bir hastalıktan sonra 15 Ekim’de Hakk’a yürüdü. Kalp damarlarından dördünün tıkalı olması nedeniyle yaklaşık beş sene önce ameliyat olan Âşık Yener, ameliyat sonrası sağ ayağını kaybetmişti. Âşık Yener, 1928’de Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesine bağlı Tanır kasabasında doğdu. İlkokulu kendi kasabasında okudu. Ankara-Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nden sağlık memuru olarak mezun oldu. Otuz yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. Hacı Yener Tanırlı Âşık Yener’in eserlerini, başta Âşık Mahzuni, Arif Sağ, Emel Sayın olmak üzere birçok saÂşık Yener natçı seslendirdi. Ozan en tanınan eserleri “Yolver 1928 -2009 Dağlar”, “Kız Sen İstanbul un Neresindensin”nin yanında binin üzerinde esere imza attı. İlk şiir kitabı “Deyişler Demeti” 1982 yılında yayımladı. Şiirleri birçok dergi ve gazetelerde yayımlandı. Son kitabı “Binboğa’dan Marmara’ya” da şiirlerinin önemli bir bölümü yayınlandı. Yener’in cenazesi, Avcılar Merkez Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Büyükçekmece Mezarlığı’na defnedildi. Âşık Yener sevenlerinin gönlünde sonsuza dek yaşayacaktır.

Yol Ver Dağlar

Suç Bizim

Başı duman pare pare Yol ver dağlar yol ver bana Gönlüm gitmek ister yâre Yol ver dağlar yol ver bana

Efendim dünyada bütün rezalet Yıllar yılı başımızda taç bizim Vicdansızlar adam yer de marifet Gerçeği söylesek hemen suç bizim

Ömrümün uzun yolu Geçip gitsem yâre doğru Gözlerim yaş dolu dolu Yol ver dağlar yol ver bana

Ankara’da türlü türlü plan var İstanbul’da açık açık talan var Seksen bine köpek satıp alan var Hele sorsak gıymatımız kaç bizim

Âşık olmak benim karım Çok aradım nazlı yârim Dudu dillim sitemkârım Yolver dağlar yolver bana

Süleyman han emir vermiş askere Avrupa’ya seferi var kaç kere Viyana’da at sürdüğü yerlere Çöpçülüğe akın eden göç bizim

Karlı dağından esmedim Ben o yâre hiç küsmedim Daha umudum kesmedim Yol ver dağlar yol ver bana

Çok beylerin villası var adada Çekmece’de Dörtlevent’de Moda’da On beş nüfus aç yatar tek odada Bir metrelik yerimiz yok hiç bizim

Yâr bir rakip bulur sonra Gidip elin olur sonra Âşık Yener ölür sonra Yol ver dağlar yol ver bana

Âşık Yener hele bozma asabı Soysun dursun fırsatçılar kasabı Bir gün sorulacak bunun hesabı En sonunda alınacak öç bizim.

29


SACAYAK

Sayı 7

Yaptığı El Sanatı İşlerini Didim Alevi Bektaşi Kültür Merkezi Derneği’nde Sergileyen Sanatçı Hasan Dikçe İle Söyleştik

Çöpten Sanat Edenler Ahmet Koçak Sergilediğin işlerin ismi nedir?  Yedi yıldır atık malzemeleri topluyorum, çevredeki plastik şişeleri, naylon poşetleri, vb. Bunlar gerçekten doğayı çok kirletici. Oradan yola çıktım. Hümanist yanım ağır basıyor, insanlara bakışım diğerleri gibi değil. O nedenle acaba bu konuda ne yapabilirim diye düşündüm. Bunları kendi başıma yapamayacağıma inanıyordum. Bunları kurumlar ve burada toplumsal çalışma yapanlarla birlikte gerçekleştirmeyi düşündüm. İlk sergim olan “İz Bırakanlar”ı burada açtım. Güzel bir sergiydi, deniz kabuklarıyla küpleri, ağaçları süslemeye başladım. İlk sergim böyle açıldı ve bir sene açık kaldı. Daha sonra baktım ki toplananları koyacak yer yok. Altınkum’da bir tezgâh açtık. Üç gün içinde üç milyarlık satış yaptık ve bu parayı derneğe aktardık. Yani yaptığınız el işleri kapışıldı.  Evet. Bunları piyasada hiç görmedim, benzerini de görmedim. Taşla, boncukla süsleme var, ama atık malzemeyle süsleme yok. Ortada bir ekonomik kirlilik var, hem de gerçekten sağlımıza zarar verecek maddeleri kullanarak çevreyi kirletiyorlar. Bunu yapanlar kim? Bunu yapanlar belli ve milyonlarca para harcıyorlar. Seçilenlerin bir kısmı yolsuzluk yapıyor ya da o paralılar resmi kurumları işlevsiz hale getiriyor. Hiç kimse kimseden hesap soramıyor bu memlekette. Bunu belediye başkanına teklif ettim, belediye kurumlarıyla ayrı ayrı görüştüm. Böyle bir örgütlenme yapabilir miyiz, herkesin katılabileceği bir sanat sokağı açabilir miyiz diye. Girişim gazetelere falan de yansıdı. Eski köyde bir ev istedim Kaymakam’dan, Belediye Başkanı’ndan… Siyasi bakışları nedeniyle ne destek verdiler ne de çalışmama müsaade ettiler. Başkaları belediyenin içine sıradan resimlerini sergiliyor. Ben de başvuruyorum, aynı yerde sergi açayım diyorum. Burada sergi açmak yasak, kimseye müsaade etmiyoruz diyorlar. Yaptığınız çalışma hem çevre kirliliğine karşı bir tepki, aynı zamanda bir politik duruş.  Evet, mesele de burada. Adam insan sağlığına zararlı bir plastiği çok ucuz maliyetle getiriyor, bir gazetenin ekinde verilen oyuncak diye çocuğun odasına sokuyor. Bir taraftan tüketimini artırıyor, öte yandan yok oluşumuzu hazırladığını hissetmiyor. Bazı kırılma noktaları var. Bence burada da bir kırılma olması gerekiyor. 30


Ekim 2009

SACAYAK

Plastik boru döşüyorlar yer altına, artan parçasını atıp gidiyorlar. Hiç bakmıyorlar bile geriye. Ben bu çalışmaları yaparken belediyenin çöpe atılmış büyük boruları vardı. Gidip alsam oradan, beni hırsızlıkla suçlarlardı. Ben, bu durumu gündeme getirince aldılar, götürüp çukurlara gömdüler. Bu tür şeylerin olmaması için halkın topluca tepki göstermesi lazım. Siz bu çalışmalarınızla derneğe destek veriyorsunuz, beraber hareket ediyorsunuz.  Bizim kültürümüz dayanışmacı ve paylaşımcıdır. Bu kültürümüz temelinde birlikte durduğumuzda burada bizi engelleyemeyecekleToplumsal bir rine inanıyoruz. yara olan atıklar ve çevreye karşı sorumsuz tutum sorunu irdeleyen bir sanatçı can da Kıbrıs, İngiltere ve Türkiye’de çalışan Sümer Erek. Bedava dağıtılan ve atılan gazeteleri değerlendirdiği “Gazete Ev” projesi İngiltere’nin farklı kentlerinde halkın katılımı ile kuruldu ve sergilendi.

Eserleriniz çok farklı motifleri ele alıyor, örneğin kırık bir bağlama görüyorum. Üzeri taş, kum, çakıl gibi şeylerle süslenmiş.  Çok emek harcanan bir iş. Her şeyin önce toplanması gerekiyor. O süslemede iğde çekirdeği kullanılmış. İğdeyi topluyor, yıkayıp yiyoruz. Çekirdeğini atmıyor, güzelce yıkayıp kurutuyoruz. Sonra eski, kırılmış bir eşyayı ya da atılmak üzere olan bir çöpü bulup onun üzerine bu çekirdekleri işliyoruz. Hem o çöpü işlevli hale getiriyor, hem de çekirdeği değerlendiriyoruz. Benim yerim dar. Bir atölye açtık bir milyara mal oldu şu parası, bu vergisi filan derken. Bir de yazar kasa verdiler. Kasayı verdiler, ama ben atık, çöp topluyorum, nasıl göstereyim bunların girişini? Sen satıyorsun ya diyorlar. Ben satıyorum, ama aldıklarımı nasıl göstereceğim? Parayla aldığım bir şey yok ki. Yok, efendi, sen yaz; şunu yaz, bunu yaz diyorlar. Düzenli şekilde vergimi veriyorum, “dükkânımı” istediğim zaman açıyorum, istediğim zaman kapatıyorum. Bana belediyenin, devletin destek olması lazımken bir de üzerimize böyle yükler bindiriyorlar. Bu tür bir proje Avrupa’da olsa mutlaka kamusal destek bulurdu.

Bkz.: www.sumererek.com

Türkiye’nin iktidarları muhalif sanata, duruşa karşı. Desteklenmek ne kelime, kösteklemese yeter. Elinize, ağzınıza sağlık. 31


SACAYAK

Sayı 7

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2009-2013 için Stratejik Planı

Alevileri Tehdit Görüyorlar Meral Ceylan

D

evletimizin hem en eski hem de “en modern” kuruluşu olmaya niyetli Diyanet İşleri Başkanlığı, modern dünyanın genel gidişine ayak uydurmuş. Kapitalist şirketlerin daha iyi sömürü gerçekleştirmesi için geliştirilmiş teknikleri kullanarak örgütsel yapısını ve “hizmetlerini” iyileştirmek için seferber olmuş. Dört yıllık bir Stratejik Plan hazırlamış. Plan internette yayınlandı. 60’larda “plan” dendiğinde, “komünist icadıdır”, “bize plan değil, pilav lazım” diyenler belli ki bugüne kadar epeyce yol almış. Stratejik plan çalışmasında GZFT (Güçlü Yanlar, Zayıf Yanlar, Fırsatlar ve Tehditler) Çözümlemesi diye bilinen bir teknik kullanmışlar. Çözümleme sonuçlarını Stratejik Plan’ın 37. sayfasında yayınlamışlar. DİB’na ve çalışmalarına yönelik tehdit olarak algıladıkları şeyleri şöyle sıralıyorlar:  İslamî alandaki farklı dinî görüş ve yorumların ayrı bir din gibi gösterilmesi yönündeki gayret ve çalışmaların olması  Dış dünyada “İslam”, “Müslüman” ve “İslam Peygamberi” hak kında olumsuz imaj oluşturulmaya çalışılması  İlahiyat Fakülteleri kontenjanlarının yetersizliği  Başkanlığımıza eleman temin kaynağı olan İmam-Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi mezunlarının meslekî bilgi ve beceri bakımından takviyeye ihtiyaçlarının olması  Yeterli bir teşkilat yasasının bulunmaması  Kamu kurumu olarak DİB’nın varlığının kimilerince Devletin temel ilkeleri ile çatıştığı iddiası  Millî birlik ve dinî bütünlüğümüzü olumsuz etkileyen yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin olması  Dinî ve ailevî değerleri yıpratmaya yönelik yayınlar  Kimi çevrelerce zorunlu din öğretiminin kaldırılması taleplerinin olması DİB’nın kuyruğunu izlemeyi marifet bilen sözde Alevi-Bektaşi “önderleri”, karşı tarafın Kızılbaşları nasıl bir tehdit olarak gördüğüne dikkatle bakmalıdır. Tehditler arasında sayılan “DİB’nın varlığının devletin temel ilkeleriyle (siz onu laiklikle anlayın) çatıştığı iddası” ile “zorunlu din öğretiminin kaldırılması taleplerinin” kimden geldiği de açıkça bellidir. “Milli birliğimizi ve dini bütünlüğümüzü olumsuz etkileyen yıkıcı ve bölücü faaliyetler” diye neyin kastedildiğini anlamamak ise sadece CEM ve Ehlibeyt Vakfı yöneticilerline mahsustur. Aslında DİB, tehditleri çok doğru görmüş. AleviBektaşilerin yürüttüğü kavganın özü onların varlığına tehdittir.  32

Stratejik Plan’da DİB, kendilerine yönelen tehditleri çok doğru görmüş. AleviBektaşilerin yürüttüğü laik-demokratik cumhuriyet kavgasının özü onların varlığına tehdittir.


Ekim 2009

SACAYAK

İmam Bâkır’a Göre İmân ve İslâm İsmail Kaygusuz

İ

MAM BÂKIR’ın (676-733/4) çağdaşı ve dönemin Sünni din bilgini ve mutasavvıf olarak tanınan Muhammed bin Münkedir; “Hararetim bastığı bir saatte Medine dolaylarında gezerken, Muhammed Bakır’a rastladım. Pek yorulmuştu, yanındaki iki kişiye dayanarak yürüyebiliyordu, adamakıllı da terlemişti. Ona, ‘Hâşimi ulularından olan senin gibi bir kişinin, bu saatte dünya için bu derece yorulmasını, hiç de doğru bulmuyorum’ dedim. İmâm bu söz üzerine dayandığı kişileri itti, doğruldu da bana dedi ki: ‘Vallâhi bu halde ölüm gelip çatsa, beni Allah’a edilen ibâdetlerden biriyle meşgul olarak bulur; çünkü bu halimle ben, kendimi senden de halktan da çekmişim; ailemin rızkı için çalışmaktayım. Ben, asıl Allah’a karşı rüşvet verir gibi bir (ibadet?) suçu işlerken, insana ölümün gelip çatmasından korkarım’ dedi. Ben bu sözü duyunca; Allah sana rahmet etsin, dedim; sana öğüt vermek isterken, sen bana öğüt verdin.”

İmam Cafer: Mümin, buhranda ağırbaşlı, belâda sabırlı, varlıkta şükredici, Allah’ın verdiği rızka kani, düşmanına (bile) haksızlık etmeyen, dostlarına yük olmayan, çalışmasından bedeni yorgun düşen ve insanlara zararı dokunmayandır.

Emeğiyle ailesini geçindiren ve çalışmayı büyük ibadet sayan; geniş öngörü sahibi ve zamanın en üstün din bilginlerinden olan İmâm Muhammed Bâkır’ın özellikle İslâm ve İmân konusundaki görüşlerini Arzina R. Lalani’nin çalışması1 ve yararlandığı kaynaklardan özetleyerek aşağıda sunuyoruz: İmâm Bâkır zamanında Fitna’dan ortaya çıkan teolojik tartışmalar daha da yoğunlaştı. Halk İmâmlığın geçerliliği ve İmâm’ın sahibolması gerektiği ‘inanan statüsünü’ sorgulamaya başladı. Bu durum kişileri, İmân ve İslâm’ın ne olduğu ve amel’in (iş, eylem) İmân’ın bir parçası olup olmadığı ve de bir kişiye müslüman denilmesi için gerekenler hakkında yeni sorulara götürüyordu. Bu sorular, sırayla, insanın sorumluluğu ya da sorumluluğun yokluğu sorunu ve bu düşüncelere koşut, Kur’an’ın doğasına (yaratılmış veya yaratılmamışlığı) ilişkin sorular olarak giderek arttı. Vurgular sözün/ kelâmın (logos) tanrısal sıfatları üzerinde yoğunlaştı... Bu erken dönemde tartışılan ve üzerinde çeşitle ekollerin farklı düşündüğü ana sorulardan biri İmân ( faith) idi. Sözü edilen sorunların çoğu İmân ile İslâm, sözcük anlamıyla inanç ile teslimiyet/boyun eğme arasındaki ayırım ya da ilişki olarak ortaya çıktı. Bir diğer konu ise imanın derecelerinin varolup olmadığıydı. İmâm Bâkır Kur’an’ın, “Bedeviler diyorlar ki, ‘biz inanıyoruz’. Söyle onlara; ‘Siz inanmıyorsunuz, sadece İslâmı kabul ettiniz, boyun eğdiniz; İmân kalbinize henüz girmedi’ (Kuran, 49: 14)” 33


SACAYAK

Sayı 7

ayetini temel alarak, İmân ile İslâm arasında açık bir ayırım olduğu görüşünü ortaya koydu. Ona göre İmân, İslâmı içine almaktadır, fakat İslâm’ın da İmân’ı içermesi gerekli değildir.2 İmâm Bâkır’ın benzer bir sergilemesi, El Kadı El Numan’da 3 bulunmaktadır. Orada Bâkır, avucuna içiçe iki daire çizerek dış daireyi İslâm, iç daireyi de iman olarak gösterip, inancın kalpte gerçekleştiğini söylemiştir. Demek ki İmâm Bâkır’ın görüşüne göre, bir Mümin kendiliğinden müslümandır, ama bir Müslim’in (müslüman) Mümin (inanan) olması zorunluluğu yoktur. İmâm Bâkır, İslâm dinini içselleştirmiş olan kimsenin imanı da içselleştirmiş olup olmadığı sorulduğu zaman, farklılığı daha açık işlediği görülür. Buna olumsuz yanıt vermişse de şunu ekler; “O kişi küfür toplumundan, inançlı topluma girmiş ve inançlılarla işbirliği yapmıştır.” Sonra Kâbe ve Mescid el Haram örneğini vererek soruyu sorana; eğer bir kişiyi mescidde görmüşse, onu Kâbe’nin içinde de gördüğünü kanıtlayıp kanıtlamayacağını soruyor. Soruyu soran kanıtlayamayacağını söyleyince; Bâkır yeniden, ‘eğer bir kişiyi Kabe’de görmüş olsaydı, o kişinin mescitte olduğundan emin olabilir miydi?’ diye sormuş. Adam ‘evet’ diye olumlu karşılık verdiğinde, El Bâkır bu kez ona, İmân ve İslâm arasındaki ayrımın da aynı olduğunu açıklamıştır.4 İman ve İslâm arasındaki farklılığın geniş ayrıntıları, İmâm Bâkır’a yöneltilen bir başka sorudan çıkartılabilir: Eğer bir kimse Tanrıdan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Tanrının elçisi olduğuna tanıklık getiriyorsa, onun bir mümin/inanan olup olmadığı sorulduğu zaman El Bâkır şöyle yanıtlamıştı: “O zaman, Tanrı tarafından insanlara yüklenen görevlere ne demeli?” İmâm’a göre, daha önce belirtildiği gibi yedi temel koşul vardır; fakat velâyet (velilik), diğer hepsinin önünde gelir ve böylece, gerçek iman, doğrudan İmâm’ların velâyeti ile ilgilidir; yani İmâm’a olan inançtan doğar. Açıkçası İmâm Bâkır’a göre İmân, İslâmdan bir farklılık olarak, zamanın İmâm’ına inanarak tam itaatla birlikte Tanrının peygamberleri, elçileri ve imâmlarına olan inançtır. İmâm Ali’den nakledilen hadislerden birinde “İslâm ikrar (verme)dır, İmân ise, İmâm, Peygamber ve Tanrı bilgilerini içeren bilgiye sahip olan marifet’tir” diye geçer.5 Şu halde İmâm Bâkır’ın görüşleri, İmân’ın hem söz (kavl), hem de eylemi yansıttığı fikrine eğilim gösterir. Oğlu İmâm Cafer Sadık’ın tanımlamasına göre “İmân, dilden söylemek, içten-candan onaylamak ve Tanrının buyurduğu temel görevleri uygulamaktır” İmâm Bâkır’ın genç çağdaşı Ebu Hanife bu konuda farklı görüştedir. Ona atfedilen Wasiyya’nın birinci maddesine göre “İmân dille ikrar, içten onaylama (tasdik bi al janan) ve kalb bilgisidir (wa marifa bi al kalb).” Bu tanımlamada amel-eylem açıklaması yoktur. Hariciler, Mutezile ve Kaderiyye’ye göre de, uygulama (amel) 34

İmam Bakır: Dil hayır ve şerrin anahtarıdır. Müminin altın ve gümüşüne mühür vurduğu gibi, diline de mühür vurması uygundur.


Ekim 2009

SACAYAK

İmâm Bâkır: İmân’ın ayrılmaz bir parçasıdır ve bizzat inancın yapılanması olaİman, rak görülür. Diğer yandan Murciler amel’in İmân ile ilgisi olmadıdört direk ğı yönünde değerlendirir, yani konu dışı görürler. İmân’ın bir değişüzerinde mezlik derecesine sahip olduğunu ve günahla da zayıflayamıyacabina edilmiştir: ğını belirtmektedirler. 1) Sabır Murciler, ağır günahkâra ilişkin yargının ‘erteleneceğinin’ ile2) Kesinlik ri sürmelerinden itibaren, İmân’ın tanımlaması sorunuyla yüzyüze 3) Adalet gelmişlerdi. Öyle ki bu, bir kimsenin bütün olarak topluluğun üyesi 4) Mücadele.

olmasına karşılık oldu. Yani onların yaptıkları, amel’i (uygulamaları) İmân’ın dışında tutmaktı. Ebu Hanife ve onu izlayenlerin de aynı çizgide oldukları görülür. Gerçekten El-Aşari, kitâbında, Hanefilerin Murcilerin mezhebinden oldukları yargısına varır.6 Öbür yandan El-Bâkır, inananlar arasında da farklı dereceler bulunduğunu düşünür. Bunu daha sonra oğlu İmâm Cafer Sadık, bazı inananların diğerlerinden daha iyi; bazılarının tapınmalar öbüründen daha fazla; bazıları diğer kimselerden daha ileri görüşlü ya da sezgisi daha güçlü olduklarını söyleyerek açıklığa kavuşturur. İmâm Bâkır’a göre müminin, inançlı kişinin özellikleri şunları içermelidir: “Tanrıya güvenme (tevekkûl); olayları yargılamayı (tevfid) Tanrıya bırakma; Tanrıdan gelene (kada), rıza gösterme (rida) ve Tanrının iradesine teslim olma, boyun eğme (taslim).”

Yine onun anlattığına göre, Peygamber bir gezisinde mümin olduklarını söyleyen bir bölük insanla karşılaşır. İnançlı olmalarının kanıtını sorar ve onlar da yukarıda açıklanan dört özellikten son üçünü söylerler. İmâm Bâkır’ın görüş ve düşüncesinde iman, dört direk üzerinde bina edilmiştir: 1) Sabır, 2) Kesinlik (yakin), 3) Adalet (adl) ve 4) Mücadele (cihad). Açıkçası onun için bir kişinin erdemli oluşu, doğrudan onun İmân’ına bağlıdır, inançlı oluşuyla ilgilidir. İmâm Bâkır’dan gelen diğer bir hadise göre “inancı mükemmel olan bir mümin, en iyi karaktere sahip olan kimsedir”. Daha özel bir erdemden söz edersek, o özellikle, vücuda baş gibi olduğunu söylediği sabıra gönderme yapar ve Bâkır’a göre, bir kimsenin sabrı yoksa İmân’ı da yoktur. O, halka herhangi bir şikâyeti engelleyen olgun sabırı tanımlar. İnancın derecelerinden doğan bir görünüm de İmân’ın durağan olup olmadığı fikridir. Yoksa, tam tersine İmân çoğalır, artabilir ya da uygulama/eylemin (amel) gelişmesi ve bilginin genişlemesi ve kapsamıyla azalabilir mi? Bu, İmân al ilm, yani İmân ilim (dinsel bilgi) üzerinde temellenir. İmâm Bakır, kendisi tarafından bildirilen çok sayıda hadislerde görüldüğü gibi, bilim öğrenme/ bilgi kazanılması üzerine yoğun biçimde vurgu yapar. Bununla birlikte İmâm Bâkır’ın görüşünde bilgi kazanımı kendi başına bir sonuç değil, fakat sonuca götüren bir araçtır. Onun için sadece bilgi elde etmek yeterli değildir; kazanılan bilgiye göre hareket etmek ve öğrenilenleri başkalarına öğretmek öemlidir. Demek ki, bilgi aracılığıyla eylem (amel) geliştirilebilir; eğer amel gelişti35


SACAYAK

Budak Ali (Ali Kaykı)

Benem Bağlarda bahçevan dağda dervişem Dosdoğru bir yoldan gelip gitmişem Rengarenk açmışam elvan kokmuşam Kardelen benem nergiz ve gül benem Gönülden gönüle akmışam yare Kimine doluyam kimine bade Kiminde coşmuşam kiminde sade Sevdiren benem hem akl-ı kül benem Yaşamı olmuşam var olan canda Kimisi refahta kimi de darda Dünyanın her yeri hatta uzayda Canveren benem toprak ve yel benem Bülbülüm güle hayran, gökte turna Benem Kafdağı’nda dolaşan Anka Sultan Süleyman’a gelen karınca Seyreden benem bin donda hal benem Sevdada yanarım ateşi benem Ferhat’ın Mecnun’un bir eşi benem Şirin de Leyla da her dişi benem Nakşeden benem güzelde al benem Arifler meclisi şevk ile kurulur Budak’ın dalında goncalar durur Aşk şerbetidir meydana sunulur Meşk eden benem arıda bal benem

36

Sayı 7

rilirse, o zaman İmân/inanç artar ve daha güçlü olur; sırasıyla güçlü bir İmân, bir insanın bilgisine bağlıdır ve daha fazlası insanın amel’ini, hareketleri ve davranışlarını inceltir. Şu halde İmâm Bâkır’a göre İmân ve ilm, amel ve İmân hepsi birbiriyle (karşılıklı olarak) ilişkilidir.7 Bir diğer kaynaktan İmâm Bâkır’ın İslâm ve İmân üzerindeki görüşlerini onaylayan bazı sözlerini de yorumsuz olarak verelim: “Kime ahmaklık verilmişse iman ondan uzaklaştırılmıştır.” “İmân ikrar ve ameldir, İslâm ise sadece ikrardır.” “İman, kalpte olan şeydir. İslâm ise sadece evlenme, miras ve canın korunması gibi zahiri hükümlerini uygulanmasına vesile olur. İman İslâm ile ortaktır, ama İslâm’ın iman ile ortaklığı yoktur.” “Dil hayır ve şerrin anahtarıdır. Müminin altın ve gümüşüne mühür vurduğu gibi, diline de mühür vurması uygundur.”8 İmâm Cafer’e göre ise mümin, yani inançlı kişi şu sekiz özelliğe sahip olmalıdır: “Buhranda ağırbaşlı, belâda sabırlı, varlıkta şükredici, Allahın verdiği rızka kani, düşmanına (bile) haksızlık etmeyen, dostlarına yük olmayan, çalışmasından bedeni yorgun düşen ve insanlara zararı dokunmayandır.”9

NOTLAR: 1 Early Shi’i Thougth, The Teaching of Imam Muhammed Bâkır, London, 2004. 2 Al Kolayni, al Kâfi vol.2, s.26. 3 Da’a’im al-İslâm vol. 1, s.16-17 4 Al Kolayni, al Kâfi vol.2,s.6-7. 5 El Kadı el Numan, Da’aim al Islam Vol. I, s.15-17. 6 Al-Ashari, Makalat-ı İslâmiyya, s.202. 7 Arzina R. Lalani, Early Shi’i Thougth, The Teaching of Imam Muhammed Bâkır, London, 2004, s.84-88. 8 İrşadı Müfid, s. 234; Fusul –ul Mühimme, s. 193; Menakıb-ı İbn Şehraşub, c.4, s. 197’den aktaran Kazım Balaban, Ehlibeyt’ten Dersim’e, Aydüşü yayınları, İstanbul, 2006, s. 98-1002 9 Tuhef-ul Ukul, 388’de aktaran, Kazım Balaban, Ehlibeyt’ten Dersim’e, s. 112.


Ekim 2009

SACAYAK

Simgelerle Ötekileşen Benliğim… Remzi Aydın, Yazar-Eğitimci

İ

nsan kendine ötekileşir mi? Ben bu ötekileşmeyi uzun yıllardır benliğimde hissederek yaşadım. Küçükken daha 6–7 yaşlarındayken annem Ramazan ayında davul tokmağını vurur vurmaz kalkar, lambaları yakar sonra da uyurdu. Güya biz sahura kalkmış oruç tutuyorduk. Sonra bayram namazları için sabahın köründe yatağımızın başına dikilir; “hadi namaza” derdi. Arkasından; “konu komşu yola çıktı, onlara karşı ayıp oluyor” derdi. İki kardeş uykumuz bizi terk etmeden giyinir, çarşıya komşuların arkasına takılır giderdik. Sonra caminin bir köşesinde bekler, insanların namazlarını bitirip çıkışlarını görünce yine onların arkasına takılarak evin yolunu tutardık, ama hiç namaz kılmamıştık. Olsun, yine de anam mutlu olurdu. Anam ve babam farklı dil konuşurdu yani ana dilimiz farklıydı açıkçası. Ama biz küfretmeyi, şarkı söylemeyi, okumayı, yazmayı, oynamayı Türkçe bilirdik. Ve Türkçemizin düzgünlüğü ile hep gurur duyardık, çevremizin Akdeniz ve Ege ağzına rağmen biz İstanbul Türkçesiyle konuşurduk. Komşu kadınları kapı ağzından; – Ulen Irmızaaaan bubana decen, gafanı gırıcek... diye bağırırken benim anam kapıdan; – Hadi geç oldu... diye bağırırdı. Ben o zamanlar çocuktum, insandım. Sonra 80’li yıllarda Dersimli olmamdan dolayı baskılarla karşılaşınca bir şey öğrendim. Kürt-Kızılbaş sözcükleri üzerime bir ten gibi yapışıverdi. Onlar sayesinde Kürt ve Kızılbaş oluvermiştim, artık ötekileşiyordum. Gel zaman git zaman Kuyruklu Kürt ve Kızılbaş kimliğimle Güneydoğu Anadolu bölgesine gittim.

Bir de baktım ben Kuyruklu Kürt değilmişim, yedi tanesini katledince cennete gidilecek bir yaratık, yani Kızılbaşmışım. Benim elimden bir şey yenilmez, kestiğim mundar olurmuş. Evet, Kürtler sayesinde Kürt kimliğim olan ten, beni terk etmiş, Kızılbaş kimliğim kalınlaşarak tenimi kaplamıştı, ben yine bana ötekileşiyordum. Dersim bölgesine geldiğimde yani kendi tenimin içine girdiğimde sadece Kızılbaş ve Kırmanci kimliğim kalmıştı. Kızılbaşlığı tanıdıkça aslında benim sadece insan olduğumu öğrendim. Çünkü insan burada kutsaldı. İnancın merkezinde Tanrı falan yoktu, insan vardı. Ene-l Hakk sözcüğü ile benim aslında insanda değil, Tanrıdan bir parça olup tanrılaştığımı öğrenince ben yine kendime ötekileştim. Tüm inanışlara ve millete eşit uzaklık ve yakınlıkta olmanın zorunluluğunu keşfettim. İnancımın dinsellik denilen dogmalardan uzak, felsefi bir yapıya sahip olduğunu gözlemledim. Taşların tanrının sessiz çığlığı olarak bir canlı olduğunu, rüzgârın tanrının eli olduğunu, elin aklı temsil ettiğini, suyun aslında ilerici bir canlı olduğunu, ağaçların birer savaşçı ruhu taşıdığını, geyiklerin kutsallığını, yılanların Wayire Çê (Evin sahibi) ya da Çûe Xızır (Tanrının sopası) olduğunu öğrendikçe doğaya ve insana olan muhabbetim arttı. Aslında bu kendime olan muhabbetimi ve tanrıya olan muhabbetimi de arttırmıştı. Ve ben kendime ötekileşmeye devam ediyordum.. Bir an için batıda yaşadığım günleri ve arkadaşlıklarımı anımsadım günümüz koşullarında. Milliyetsiz, kimliksiz, inançsız çocuk olduğumuz günlerdeki arkadaşlarımla bugünün koşullarında sohbet eder oldum. Karşı sandalyede 37


SACAYAK otururken gözlerimin içine bakarak, “Bak herkes Türkçe konuşuyor, herkes camiye gidiyor siz de yapsanız ne olur?” Ya da “Cami bir ibadet yeriyken, cem evinde ısrar etmenin mantığı ne?” Ve benim sandalyemden onun sandalyesine uçan yüzlerce soru: “Kiliseleri ibadet yeri olarak kabul etmemek ne kadar mantıklıdır? Bir Hıristiyan’a kilise ibadet yeri değildir diyebilir miyiz?” Aslında mantığıma ters geliyor şu dört duvar arası ibadet. Hani Tanrıyı dört duvar arasına sıkıştırmak, sadece orada misafir etmek gibi bir şey. Oysa O, lâmekândır (mekânsızdır, her yerdedir) Yine dostum gözlerime bakarak “Ya kardeşim hepimiz burada yaşıyoruz öyleyse Türkçe neyinize yetmiyor, siz de Türkçe okuyun, konuşun” dediğini duyuyorum. Sonra uzaklaşıyorum ve Bulgaristan’dan buraya göçe etmek zorunda kalan vatandaşlarımız aklıma geliyor. İsimleri değiştirilmiş, ibadetlerini istedikleri gibi yapamamış, Türkçeyi konuşamamış halkımız. Ve biz Bulgarlara ne kadarda kızmıştık... Çin Urumçi bölgesinde Türklere karşı baskı oluştu, ağzımızın bir kenarı ile belki de küfrettik Çinlilere. Hani biraz önce şöyle demiştik ya, “Çoğunluğa uysunlar kardeşim, Çin’de Çinliler ne ise herkes ona uysun, farklı dil, din, giyim, folklor, kültür olmasın, herkes tek tipleşsin”. Bir feryat yükselir karşı sandalyeden: “Olmaz!” Neden olmaz? “Çünkü bu eylem bana yapıldı.” Başkasına sen yaparsan olur, ama başkası sana yaparsa olmaz! Maalesef insan yapısında olan şey bu. Amcamı anımsıyorum. Birine kızmıştım bana kendi dilimizde şöyle demişti; “Karşındaki adamın kasketi ve postalları arasına sen giremezsen onu anlayamazsın” O zamanlar ne dediğini tam da anlayamamıştım, ama şimdi anlıyorum. Buna benzer bir sözü 38

Sayı 7

Kızılderililer söylemiş, “sandaletlere girebilmek”. Bazılarımız hâlâ şöyle der: “Ya, adamlar ne denli doğru söylemişler.” Ama bu sözden çok daha anlamlıları senin toprağında ötekileştirdiğin kişilerin kültüründe var. Ondan bihaber yaşıyoruz ya da yaşamak istiyoruz. Ötekileşmek sadece bununla da bağıntılı değil. İlk gençlik yıllarımın kitaplarını anımsıyorum, Stalin, Brejnev, Lenin, Marks, Mao, Hitler, Mussolini, vb. Rus demiryolu işçileri, onların dramları, Küba ve Latin Amerika mücadeleleri… Ne kadarda yakından tanımıştık hepsini. O zamanlar Tarih kitabında Babalı ayaklanmaları, bastırılan kanlı ayaklanmalar, hainlere verilen cezaları okurduk. İçten içe gururda duyardık hani. Sonra Şeyh Bedrettin ismi, Torlak Kemal, Şah Kalender Çelebi, Abdal Musa, Hallac-ı Mansur, Pir Sultan Abdal, Börklüce Mustafa gibi isimler duydum. Nedir, kimdir diye araştırırken asıl katliamın burada bu topraklarda yaşanıldığını hayretle öğrendim. Kendimi tanıyamadan; Rus halkını, Küba halkını, Filistin halkını tanımanın utancını hissettim, yine ötekileşmiştim. Kendi sınırlarını, özelliklerini, kültürünü, tarihini tanıyamadan başka halklara hayranlık duymanın onları tanımanın acısını hissettim. Ötekileşmeyi yaşadığım yerlerden biri de okullar. Benim oğluma, yani Kızılbaş bir çocuğa sureleri, namazı, Sünni ortodoks inancın gereklerini zorla öğretmeleri. Ha, bir de arada bir, “ya aslında siz bizdensiniz, bizim özümüzsünüz” sözcükleri vardır. Dikkat edin, “Siz … bizim…”, yani yine ötekileşme. Peki, kardeşim, Almanya’ya giden Sünni ortodoks çocuklarına Almanlar zorunlu olarak Hıristiyanlık inancı öğretselerdi ne yapardınız? Feryatlar arşa değiyor: Olmaaaazzzzz! Ötekileşme; simgelerle oluşan bir kavram. Bir an bayrakların, sınırların,


SACAYAK

Ekim 2009

kutsal kitapların, sınıfların, statülerin, ten renklerinin … olmadığını düşünün. Bir gücüm olsa idi hepsini yok edebilseydim. Ne mi olurdu? Savaşlar olmazdı, çünkü öteki olmazdı. Bunu nereden mi öğrendim? Birilerinin hiç utanmadan, Kızılbaşların semahlarından demesi gerek. Semah ve cemde aslolan şey cinsiyetten sıyrılarak ruh haline dönüşebilmek. Fenafillâh seviyesinde kadın ve erkek yok, sadece tanrıdan oluşmuş canlar vardır. Bu ötekileşmeden tek parça olabilmek demektir, ikilik yoktur. Bunu kavrayamayan beyinler, kadın ve erkek diye insanları ikiye ayırırlar. Ben ötekileşmeyi istemedim, beni ötekileştirmek isteyenler kafalarında kendi ötekilikleri ile boğuldular. Etkitepki olayı bu.

Şimdi kafanızdaki simgeleri bir an için silin, kavga için neden kaldı mı? Sanmıyorum… Ama illa da ötekileşmek istiyorsanız söylenecek tek şey var, sizinki size, bizimki bize. Karşılıklı saygı… Ama kesinlikle hoşgörü değil, çünkü hoşgörü çoğunluğun azınlık önüne attığı kemikten öteye geçmiyor. Bir kez olsun deneyin, karınıza, sevgilinize, çiçeğinize, komşunuza, çocuğunuza, kendinize bakarken aklınıza kazınılan tüm simgeleri yok sayın. Biliyorum zor ama kendinizi zorlayın, ona sadece kendiniz gibi kutsal bir yaratılmış olarak bakın. Yok edin tüm şekilleri, şekillere yüklenilen anlamsız değerleri. İşte o zaman savaş kendiliğinden bitecektir.

Edeb-Erkân, Mümine Nişan! Ali Akdemir / Ressam, Pendik PSAKD Şube ve 2 Temmuz Vakfı kurucusu UNESCO, bu yılı dünyada Hacı Bektaş Veli’yi Anma Yılı ilan etmiş. Ben ressamım. Antalya Alevi Kültür Derneği’nin bir paneline davet edildim ve resim sergisi açtım. UNESCO, Hacı Bektaş’ı hümanizmi nedeniyle anarken panelde onun düşüncesinin yerden yere vurulduğunu duymak beni çok üzdü. Yapılan ilk konuşmada, Alevi Kültür Dernekleri Antalya Şubesi adına konuşan Başkan Hakverdi Çelik, “72 milleti bir biliriz” felsefesini sildi attı. Ulu Piri ırkçı, şoven, Pan-Türkist durumuna soktu. Bu konuşma biz Alevilere hiç mi hiç uymadı. Konuşmada, Hacı Bektaş’ın Anadolu’yu Türkleştirmek için yola çıktığı, Türkçeden başka dilin kullanılmaması için mücadele ettiği, halkı zorla Alevileştirdiği, vb., söylendi. Çelik, eline tutuşturulmuş bi yazıyı okurken kekeledi, ikiledi, düzgün okuyamadı bile. Yazıyı kim hazırladıysa

belli ki bir kışkırtma yapmak için eline tutuşturmuş. Ama Çelik, yazının ne dediğini düşünmeden halkın önünde okudu. Alevi-Bektaşi öğretisine, inancına, felsefesine aykırı bu davranışı uygun bulmuyorum, şiddetle kınıyorum. Konuşmada dile getirilen düşünceler, Aleviliği, Namık Kemal Zeybek’in görüşleriyle örtüştürenler, “en iyi Müslüman da, en iyi Türk de biziz” diyenler Aleviliğe, geçmişimize, inancımıza ihanet etmektedir. Bu, Hacı Bektaş Veli’ye hakarettir. Bu görüşler ırkçılıktır, Pan-Türkizme hizmettir. “72 milleti bir bilen” Alevi-Bektaşi toplumunu bu gerici faşist fikirlerin arkasına takmaya çalışanların sonu hüsrandır. Bu oyuna alet olanlara ise söylenecek söz bulamıyorum. İnancına, Pir’ine sadık olmayanlardan bize hayır gelmez. İkbal peşinde koşmaktan Pir’ine küfredildiğini anlamayan bize zarar verir. Edeb-erkân; mümine nişan! 39


SACAYAK İzzetin Hoca’ya Açık Mektup - 1

Alevi Kurumları ve Gerçekler Celal Arslan CEM Vakfı ve bünyesinde bulunan Alevi İslam Din Hizmetleri’nde yaşananların iç yüzünü sergileyen bu yazı CEM Vakfına iletilmiştir. Burada yazının bir bölümünü, imla düzeltmeleri dışında olduğu gibi yayınlıyoruz. Dergi baskıya girmeden hemen önce Alevi Din Hizmetleri Başkanı Ali Rıza Uğurlu’nun görevden alındığını öğrendik.

S

on yirmi otuz yıl içinde: Başta CEM Vakfı olarak Alevileri temsilen, sayıları oldukça fazla, vakıf ve dernek kuruldu. Bunların bir kısmı yurt dışında, büyük bir çoğunluğu ise, yurt içinde faaliyet göstermektedir. Dernek, Vakıf, federasyon adı ne olursa olsun, tüm bu kurumların yola çıkış nedenleri, Alevi inancına mensup vatandaşların, yüz yıllardır, gasp edilen haklarını ve inançla ilgili sorunlarını, demokratik kurallar çerçevesinde hükümet yetkililerinin önüne koymak ve karşılıklı konuşarak medeni bir anlayış içinde sorunlara çözüm bulmaktı… Aleviler adına hareket ettiklerini söyleyen bu örgütler ne yazık ki yetkililerden ne istediklerini, neleri talep ettiklerini, önemli sorunlarını, yetkililerin önüne sen ben tartışmaları yüzünden bir türlü koyamadılar ve koymak için de birlikte hareket etme basiretini gösteremediler. Birlikte hareket etmek diye bir olay bu örgütler için hak getire. Buna rağmen o örgüt temsilcileri, hangi yüzle, hangi sıfatla, bu iftar yemeklerine ve arka arka40

Sayı 7

ya sürdürülen Alevi Çalıştayı toplantılarına koşar adım katılıyorlar… Nasıl oluyor bu. Birbirlerinin yüzünü dahi görmeye tahammül edemeyenler, asırlardır değişmeyen kapkara bir zihniyetin sunduğu, iftar sofralarına katılıp, bir arada bulunabiliyorlar… Anlamış değilim. Ne dersiniz bu kurum temsilcileri hangi beklentiler içinde bu tip toplantılara katılıyorlar, acaba neyin kokusunu aldılar dersiniz… Bir zamanlar birbirlerine olmadık hakaretleri yapan bazı kurum liderleri ve Alevilik üzerine ahkâm kesen sözde yazarlar takımı, nasıl da kendilerinden emincesine utanmadan siyaset meydanının ve kamu gündeminin tam ortasında kol kola yerlerini alıyorlar, bunu da anlamış değilim... Şunu söylemek istiyorum. Alevilikle ilgili dertleri olmayan o kurum temsilcilerine ve devlet erkinin bu ani ilgisini lütuf gibi gören o menfaatperestlere ve Alevilerin sırtına basarak şahsi çıkarları için Alevi toplumunu kullanmaya kalkanlara medya patronluğuna soyunanlara: Alevi toplumu sizleri çok iyi tanıyor… Lütfen, Alevilerin yakasından ellerinizi çekiniz. [...] Bakınız, bu tip ve buna benzer toplantılarda, Hükümet yetkilileri her ne kadar karşınıza geçip süslü sözlerle Anayasal haklardan, demokratik açılımlardan bahsetseler de, inanmayın, hangi haklardan hangi vaatlerde bulunurlarsa bulunsunlar zihniyet değişmedikçe bu ülkede hiç bir şey değişmez… [...] Provokatörler Cirit Atıyor Milyonlarla ifade edilen bu inanç kesiminin sorunları çözeceğini söyleyen ve bu amaçla yola çıktığını her daim dile getiren ciddi bir kurumdan ve o kurumun başkanı Sayın Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın önerisiyle kurulan Alevi İslam Din Hizmetleri başkanlığından ve yürüttüğü faaliyetlerden bahsetmek istiyorum. 8-9 Kasım 2003 günkü toplantıda, Prof. Dr. İzzettin Doğan Dedenin dedeler


Ekim 2009

kurulunun oluşmasında konu ile ilgili görüşleri özetle şöyle idi: “Dedeler-Babalar Meclisi Toplantısı’yla bu alanda kalıcı bir adım atılacaktır. Buna göre çevresinde sevilen bilgisi görgüsü inanç ve kültürüyle insanlara örnek olabilen, rehberlik ve önderlik yapabilen temiz ahlakıyla yaşlısı-genciyle kadını ve erkeği ile herkesin ilgisine mazhar olmuş gerçek Mürşitlerden, Pirlerden, Dede ve Babalardan oluşacak bir Dedeler-Babalar Meclisi kurulacaktır. Bu meclis Alevi İslam inancını benimsemiş insanlar adına faaliyete bulunup onların inançlarıyla ilgili tüm sorunlarını halletmeye çalışacak kurumlar üstü bir kurum olacaktır.” Bu görüş doğrultusunda Alevi İslam Din Hizmetlerinin açılışı ve Dedeler Meclisi’nin oluşumu 27 Aralık 2003 tarihinde, 1750 Dede-Babanın katıldığı büyük toplantının sonunda alınan karar gereği gerçekleşti… Bu kurumda görev alanlar kimler, ne iş yaparlar, özleri ne sözleri ne, hiç merak ettiniz mi? Bilgi birikimleri, üstlendikleri o ağır sorumluluğu taşıyacak kadar yeterli mi? Veya şimdiye kadar evinize, köyünüze, ceminize, cemaatinize bir kez uğradılar mı? Kurumun çalışmalarıyla ilgili size bilgi sundular mı? Hani son elli yıldır ihmal edilen Alevi-Bektaşi dünyasının yaşanamayan ibadetleriyle, cem evleriyle ilgili sorunlarının çözümü, nerde kaldı bu vaatler. (Bu sorunlara çözüm bulmak için yola çıktıklarını söyleyen, bizzat İzzettin Hoca idi). Bu oluşuma destek veren sizler, sessiz kalsanız da, yüzlerce Alevi vatandaş, Dedeler Meclisi’nin çalışmalarını yetersiz buluyor ve neler oluyor diye, kurumu açıkça eleştirmeye başladılar.

SACAYAK Bu şikâyetler, vakıf yöneticilerinin kulağına kadar gidiyordur buna eminim. Siz yöneticiler, son günlerde yapılan bu şikayetleri duymuyor musunuz? Cem evlerinin içi boşaldı görmüyor musunuz? Sayın hocam beni bağışlasın. Güneş balçıkla sıvanmaz derler, bu gidiş gidiş değil! Alevi ve Bektaşi toplumunun gelinen bu noktaya, yaşanan bu gidişata itirazları var. Kurumun içinde her şeyi ben bilirim diyen, kendisini otorite sayan, aslında hiç bir şey bilmeyen, yaptıkları yanlışlarla toplumun kafasını karıştıran bu kişilere itirazı var. İtirazları var, eleştirileri var. Kurum içi yapılanmada yer alıp da üstlendiği görevi yerine getirmeyen bu kişilere itirazları var. Sayın hocamızın başında bulunduğu kurumun daha fazla yıpranmaması için kurum içinde yuvalanan bu kişilerin Alevilik adına bir şeyler yapıyoruz görüntüsü altında, gerçek dışı raporlarla, halkı ve Vakıf başkanını aldatan o ikiyüzlü sahtekârları, çıkar peşinde koşan o malum kişileri Alevi kamuoyuna deşifre etmek ve onlardan hesap sormak; kurum içi yapılması gereken çalışmaların, kuruluş felsefesine uygun yürümediğini açıklıkla ortaya koymak; hizmet yapacağım diye görev üstlenip, üstlendikleri görevi unutup, Vakfın sırtına kene gibi yapışan bu kişileri sorgulayıp, gerçek yüzlerini ortaya çıkarmak; ve dolayısıyla Vakıf yöneticilerini ve Vakfa destek veren Alevileri bir kez daha uyarmaktır. Kim bunlar: “El kaşındığı yeri bilir” derler… Şikâyetlerin odağı: Alevi İslam Din Hizmetleri Kurumu ve Başkan Ali Rıza Uğurlu Dedeler Meclisi’nin açılışından bugüne altı yıl geçti. Geçen bu uzunca zaman diliminde, hiçbir zaman sorgulanmayan yaptıklarının hesabı sorul41


SACAYAK mayan, sormaya kalkanları da, kurumun dışına atanların, yapmış oldukları çalışmaları, bir gözden geçirelim ve ortaya çıkacak duruma göre, değerlendirmeyi biz yapmayalım. Alevi toplumuna bırakalım. Kurumda yer alan ve kendilerini Dede diye niteleyen bu kişiler, İmam Caferi Sadık erkânına uygun üstlendiği hizmeti bitamam yürütecek ve toplumu aydınlatacak bilgi ve birikim sahibi olması gerekir… [...] Bu konuda: CEM Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan bir açıklamasında da, şunları söylüyordu: “Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı üç yıllık bir araştırma sonucu; 1750 inanç önderinin arasında yapılmış seçimle kuruldu. Alevi dedelerinin diploması yok deniyordu. Oysa din adamlığının asıl ölçüsü diploma değildir. Birincisi; İslam’da yüksek ahlak ve adaptır. Yani eline, beline, diline sahip olmaktır. İkincisi, halk tarafından sevilmektir. Üçüncüsü; derin bilgi ve birikim sahibi olmaktır. Bunlar olmazsa din adamı olunmaz. Bizim size sunduğumuz din adamları böyledir.” diye konuşuyordu. Hocamıza soralım: Aradığın o nitelikte bir dede kurumun bünyesinde var mı? Bizce Yok… Neden yok bunu siz de biliyorsunuz. İzin verirseniz yukarıda niteliklerini saydığınız dedelerin kurum içinde bulunmadığını açıklamaya çalışalım… Sayıları az da olsa, dürüst, yol ehli dedeleri tenzih ederek. Lütfen, kurum içinde yapılan yanlışlara bir bakalım ve ona göre ne yapmamız gerektiğine birlikte karar verelim… Dedeler Babalar Meclisi dediğimiz bu kurumun içinde yer alan, bazı dedeler dede olmadığı halde, ben falan ocaktanım filan seyit soyundanım ve ben dedeyim deyip kendisine ulvi bir kutsiyetlik verip birileri tarafından o posta rahat42

Sayı 7

ça oturtulabiliyorsa ve kurum tarafından bu kişilerin kim olduğu araştırılmıyorsa, hal ve hareketleriyle cahilane sözleriyle bu inanç kesimine zarar veriyorlarsa, bunların bilgisizliği yüzünden gençlerimiz “bunların yaptığı Alevilik bu ise ben Alevi değilim” demeye başladılarsa ve bunların yüzünden Cem evleri boşalıyorsa ki boşalıyor, ne yapalım inancımıza zarar vermeye başlayan bu gidişata Aleviler olarak dur demeyelim mi? Cem evlerinde hizmet yürütüyorum görüntüsü altında hiç bir şey yapmıyorlarsa, yapmadıkları gibi 1400 yıllık inancımızın, içini boşaltıp halkımızı şaşkına çeviren, Cem ibadetimizin temel değerleriyle oynuyorlarsa, bulundukları ortamlarda özü başka sözü başka davranıyorlarsa, o zaman o ikiyüzlü davranan o riyakârlara dur demek, konuyla ilgili vatandaşlarımızı uyarmak, görevimiz olduğu gibi, bu yaşanan olumsuzluklara şahit olan her Alevi vatandaşın da görevi olmalıdır diye düşünüyorum. Bu mesele göz yumulacak bir mesele değildir… Göz yumarsam kendimi Hz. Hüseyin’in hayatını ortaya koyarak savunduğu felsefeye ihanet etmiş sayarım. Azamet kibir bir dedeye yakışır mı? Bir Alevi vatandaşın, Cem evi izlenimleri: Balık baştan kokar derler. Al birini vur ötekine, değişen bir şey yok. Bakınız, cem ibadetine giden canlardan birisi neler anlatıyor: Dede diye mürşit postunda oturan… Ali Rıza Uğurlu Dedenin, hal ve hareketleriyle tavır ve davranışlarıyla, yüksek dağları ben yarattım azameti içinde halka tepeden bakan tavrını görüyor, ibretle bir dedeye yakışmayan bu hareketleri seyrediyorduk… Erkânımıza göre, bizler bu inanca mensup kişiler olarak edebimiz gereği Cemevi dediğimiz meydan evine girmeden önce o kutsal mekânların giriş kapısından başlayarak, kapısına, duvarına -taşına yüz sürerekten, meydan evine varıp ve manevi


Ekim 2009

bir aşkla, ibadetini yerine getirmeye çalışan o yola İkrar vermiş insanlarız. Ceme gelen canlar, postta oturan dedenin elini öper posta niyaz eder cemaati selamlar ve yerine oturur… Bu bir erkân uygulamasıdır ceme gelen her can bu uygulamayı yerine getirmeye çalışır ve postta oturan dedeye mutlaka niyaz eder elini öper ondan sonra yerine oturur. İşte böyle bir niyazlaşmada o saf temiz inanç sahiplerinin uzattığı eli küçümser bir havayla yüzünü yan tarafa çevirerek kerhen elini uzattığını gördüm… Bir dede için, bu davranış doğru bir davranış değildi. Bu çirkin davranışı yüzünden, ben ve benimle birlikte birçok canımız, böyle bir dedenin cem yürüttüğü cem evlerine gitmeme kararı aldık. Yukarıda halkla birlikte bizim de şikâyetçi olduğumuz konularda Hoca da sanırım rahatsız ki yahut da çalışmaların yetersiz olduğunun farkında olacak ki, bir konuşmasında, “Bu kurulu oluştururken, siz Dedelerden çok önemli çalışmalar yapacağınızı ummuştum, aradan bunca zaman geçmesine rağmen maalesef görüyorum ki, ortaya elle tutulur gözle görülür bir çalışma koyamadınız… Üzülerek söylemem gerekir ki sizler beni sükûtu hayale uğrattınız.” demişti ve bu konuda doğru bir tespit yapmıştı. Ama daha sonra nedense bu kişilerle ilgili herhangi bir girişimde bulunma gereğini de duymamıştı… Sayın Hocamız bu konuda kendisine kadar ulaşan şikâyetleri dinledikten sonra, bu durumdan şikâyetçi olanların önüne; “kişiler mi kurum mu” seçeneğini koyuyor. Ne dersiniz? Hoca acaba, bu adam giderse kurum zarar görür düşüncesinden mi hareket ediyor dersiniz. Sayın hocam, bu konuda şunu bilmeni isteriz ki, biz kurumun yaşamasından yanayız… Biz şunu söylüyoruz: Başında bulunduğun kurumun sağlıklı çalışması, dürüst,

SACAYAK sadakatli, sağlıklı düşünen elamanlarla olur. Çıkarı için kuruma kanser mikrobunu bulaştıran menfaatperestlerle değil. Eğer en güvendiğin adam, devamlı olarak kuruma kanser mikrobunu aşılıyorsa o kurum günden güne kan kaybediyor, çürüyor demektir… Önce yapılacak iş kurumun sağlığı açısından, kanser mikrobu taşıyan hastayı kurumdan atmaktır. Sayın Hocam, bu hastalığı teşhis eden kişiyi değil, bu hastalığı kuruma bulaştıranı uzaklaştırman gerekir, başında bulunduğun kurumun sağlığı açısından… Sayın Hocam: Kurum içinde yaşanan olumsuzlukları görüp sizin dikkatinizi çekmek için eleştiride bulunan kişinin de düşmanınız değil icabında dostunuz olabileceğini hesaba katınız lütfen… Ne Ali Rıza, ne de diğer dedeler, ne Hocanın tespitine, ne de benim eleştirilerime alınmasın. Sadece düşünsünler ve düşünmekle yetinmesinler cesaretleri varsa özlerini ortaya koyup hakkın divanında, halkın önünde, kendilerini dara çeksinler ve uyulması gereken etik Alevilik ilkelerini dikkate alarak vicdan muhasebesini iyi yapsınlar. Ben, bu inanç kesimine ne kadar faydalı olabildim, hizmet aşkıyla çıktığım Hak-Muhammet-Ali yolunun ben neresindeyim, nerede hata yapıyorum, nerde günah işliyorum, nerede haram lokma yiyorum? Bunun hesabını toplumun önünde veya dediğim gibi mürşidinin karşısında bu hesabı versin ve aklansınlar, kendilerini düzeltsinler eğer düzeltebiliyorlarsa. Sayın Hocam, sizin bir işaretiniz ile kurumun başına getirdiğiniz Ali Rıza Uğurlu aradan geçen bunca yıla rağmen, içini boşalttığı cem uygulamaları ile bir inanç önderine yakışmayan halka tepeden bakan kendini beğenmiş tavırlarıyla, kuruma zarar vermeye başladı. Bu tutum davranışlarından dolayı toplumun her kesiminden gelen şikâyetler sizlerin de kulağına kadar geliyor. Bunu biliyorum bu duyumlara rağmen! Siz Sayın Hocam, 43


44

Bilgi birikimleri Alevi toplumunu aydınlatacak derecede yeterli mi? Bunları hitap ettiği talip çevresi var mı ve talipleri tarafından veya bulunduğu çevreden kabül görüyor mu? Dede olarak saygı duyuluyor mu… Bunların Pirleri kim? Mürşitleri kim? Kendileri Mürşitlerinin kaşısında görgü ve sorgudan geçmişler mi? Musahipleri var mı? Musahipsiz Pirine görülmemiş bir Dede posta oturup Cem hizmeti görebilir mi bizim Erkânname’mizde?… Öyle bir dedenin yeri var mı? Biz bu lafları itham için söylemiyoruz, bir gerçekten yola çıkarak söylüyoruz. Bu konuda, İmam Cafer-i Sadık “bir kişi bilgi ile yetkinleşmemiş ise çevresini aydınlatamaz, öyle kişilerin irşat makamına oturması caiz değildir” demektedir. Bay Ali Rıza, sen gerçek anlamda hizmet yürütecek saygın dedeleri yanında bulunduramazsın. Sen ancak, sana yalakalık yapacak olanları yanında saklarsın. Her dediğine kafa sallayan kullanabileceğin, emrinden çıkmayanları yanında bulundurursun. (Devam edecek)

İrene Melikoff - Uyur İdik Uyardı Anı Kitap - Yakında Çıkıyor

Demos Yayınları

kendini dev aynasında gören bu adamı tabanın da sesini dinleyerek değiştirmeyi hiç düşünüyor musunuz? Açıklamaya çalıştığım bu gerçekler karşısında bu adama Aleviliğin tapusunu verdiniz de bizim mi haberimiz yok diyesim geliyor… Evet, yukarıda söz konusu olan şikayetler ile ilgili acaba Ali Rıza Uğurlu ne düşünür? Vicdanen rahat mı, aldığı maaşın, yediği lokmanın, içtiği çayın helal mı haram mı olduğunun huzuru içinde mi? Ben görevimi yaptım diyebilir mi? Ne dersiniz? Vicdanen rahatım diyemezsin! Çünkü sen binlerce inanç sahibinin umutlarını beklentilerini yok ettin, yolumuza ihanet ettin, süslü sözlerle onları aldattın. Bay Ali Rıza, bu bir kul hakkı yeme değil de nedir? Bu dünyada olmazsa öteki dünyada bunun hesabını mutlaka vereceksin… Bay Ali Rıza, sen herşeyi bilensin senin düşüncen şu: “Ben yaptım oldu!”… “Bu kurumda benim dediğim olur” inadı var sende… Üstünlük hastalığı var sende… Siz, sizden daha iyi düşüneni yanınızda tutmazsınız… Sen beyninin içinde taşıdığın üstünlük egosunu yenemezsin… Çünkü Alevi enginliği yok sende… Turap olmak yok sende… Prof. Dr. İzzettin Hoca tarafından size -tepeden inme de olsa- bir görev verildi. Bu görevi üstlenmek demek, dedeler meclisinin tüm sorumluluğunu üstlenmek demektir… Bakınız, Dedeler Meclisi’nin yapılanmasında bir çok dede görev aldı, bir çok dede çeşitli cem evlerinde hizmet yürütüyor. Bunların büyük bir çoğunluğunu da kafana göre yetkin mi yetkin değil mi demeden o cem evlerine sen gönderdin, bir çokları da senin yanında yer aldı… Şimdi soruyorum: Bu dedelerin kişiliklerini, kimliklerini, bu güne kadar ne iş yaptıklarını hiç araştırma gereğini duydun mu? Bunlar kimdir? Öz geçmişleri nedir? ahlakı, durumları bu yola uygun mu? Eline, diline beline sadık mı?

Sayı 7

Yayına Hazırlayan: Esat Korkmaz

SACAYAK


Ekim 2009

SACAYAK Dizi Yazı – 1

Sadaka Değil, Sendika Nedim Kanoğlu

S

Sendikalara benzer ilk örgütlenmeler, 1700’lü yılların başında İngiltere’de görüldü. İşçi sınıfı yasal sendika hakkı için uzun yıllar mücadele etti. 1820 yılında İngiltere’de ilk yasal sendika kuruldu.

ANAYİ Devriminden sonra işçi sınıfı, kapitalist üretim olarak adlandırılan yeni üretim sistemine karşı mücadele etmek üzere ilk sendikaları kurdu. 1650’li yıllarda İngiltere’de başlayan sanayileşme, insanı ve emeğini hiçe sayan kapitalizmin de ilk habercisi oldu. Yeni teknolojik dünya, zanaatkârın, köylünün eskiden beri yaptığı işle geçimini yok ederken kentlerde kurulan fabrikalara giderek işçileşmesine neden oldu. Fabrikalarda yan yana çalışmak zorunda olan işçiler, bunu avantaja çevirmeye ve örgütlenme yolunda ilk adımları atmaya başladı. İlk işçi eylemleri örgütsüz biçimde gelişiyordu. Ağır çalışma koşullarına karşı anlık kızgınlık şeklinde ortaya çıkıyordu. Çalışma şartlarının bozulması, kadın ve çocuk işgücünün ağır ve tehlikeli işlerde kullanılması tepkinin büyümesine yol açtı. Makine kırıcılığı, işçilerin giderek olumsuzlaşan koşullara ilk tepkisi oldu. Bunun sonuç vermemesi üzerine yardımlaşma birlikleri kuruldu. İşçilerin örgütlü şekilde ilk çözüm arayışları bu şekilde gösterdi kendini. Başka bir dünyanın mümkün olduğu inancını taşıyan yürekler, bugünkü sendikaların çok gerisinde olsa da aralarında kurdukları yardımlaşma sandıklarıyla, hastalanıp iş göremez hale gelen işçilere yardım yapmaya başladılar. Zamanla yardım sandıkları, grev ve direnişlerin örgütlenmesine de ön ayak oldu. İşçi hareketi kuvvet kazandı. Yardımlaşma sandıkları olarak başlayan örgütsel deneyim sendikaya dönüşerek büyüdü. Sendikalara benzer ilk örgütlenmeler, 1700’lü yılların başında İngiltere’de görüldü. Çoğunluğu meslek birlikleriydi. Direnen işçi sınıfı yasal sendika hakkına kavuşmak için de uzun yıllar mücadele etti. İlk örgütlenme çalışmalarının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçtikten sonra 1820 yılında İngiltere’de ilk yasal sendika kuruldu. Kapitalizmin tohumlarının atıldığı ülkede, bu canavara karşı örgütlenmenin ilk filizi de yeşerdi. Türkiye’de sendikalar, Batı’dan sonra ortaya çıktı. Osmanlı İmparatorluğu’nda belli dallar dışında sanayileşme olmadığı için işçi sınıfının ortaya çıkması da gecikti. Buna paralel olarak sendikal örgütlenmelerin oluşması da uzun zaman aldı. Bilinen ilk işçi hareketleri 1830’larda tarımda görüldü. Bunlara karşı imparatorluğun çıkardığı nizamnameler sert oldu. Grev “vatan hainliği” sayıldı, ölümle cezalandırıldı. İnsani çalışma koşullarını istemek suç sayıldı. İşçi hareketi canları pahasına mücadeleden çekinmedi. Kasımpaşa Tersanesi ve Beyoğlu Telgrafhanesi işçileri tarafından 1872 yılında gerçekleştirilen grevler ilk grevler olarak bilinir. Bazı araştırmacılar, 1871 yılında kurulan Ameleperverler Cemiyeti’ni ilk sendika olarak tanımlasa da asıl olarak yardımlaşma sandığı işlevine sahip bir örgütlenmedir. 45


SACAYAK

Sayı 7

İşçi hareketi ve sendikal faaliyet imparatorluğun son yıllarında hareketlendi. 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanının ardından Anayasa’ya örgütlenme hakkıyla ilgili hükümler konulması üzerine, başta İstanbul ve Selanik olmak üzere çeşitli işkollarının geliştiği bölgelerde çok sayıda sendika kuruldu. Grevlere gidildi. Siyasi iktidar değişse de grevlere karşı tutumun değişmediği, İttihat Terakki’nin uyguladığı sert yöntemlerden anlaşıldı. Cumhuriyetten sonra işçi hareketi ve sendikacılığın gelişmesinde sanayileşme hareketlerinin rolü fazla oldu. Sanayileşme alanında asıl atak 1930 sonrasında gerçekleşti. Bunu izleyen yıllarda kurulan Şeker Fabrikaları, Sümerbank, Kömür İşletmeleri, Karabük Demir Çelik, Türk Petrolleri, Kâğıt Fabrikaları devlet eli ile oluşturulan sanayi girişiminin örneğiydi. Bunları başka işletmeler izledi. İşçi sayısında büyük artış oldu, ama işçilerin “sınıf” temelinde birleşmeleri yasaktı. Dolayısıyla sendika kurmak yasaktı. Ancak kötü çalışma koşulları, ağır işte aşırı çalışma ve emeğin açık sömürüsü işçi ve işveren ilişkilerini düzenleyen bir yasayı kaçınılmaz hale getirdi. 1936 yılında İş Kanunu çıkarıldı. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde dünyada demokrasi fırtınası vardı. Türkiye de bu etkilenme ile “çok partili” düzene geçti. Sendikasız bir demokrasi elbette düşünülemezdi. 1947 yılında ilk Sendikalar Kanunu çıkarıldı. İlk kez yasal zeminde can bulan sendikalar kuruldu ve faaliyet gösterme çabasına girdiler. Bu, boş bir çaba olmaktan öteye geçemedi, çünkü toplu iş sözleşmesi ve grev yasası çıkarılamadı. Toplu sözleşme ve grev hakkı sözünü tutmayan siyasi iktidara karşı, işçi sendikaları 1952 yılında birleşerek Türk-İş’i kurdular. Ancak işçi haklarının korunmasında yeterince etkin olunamadı. 1961 Anayasası ilk kez grev hakkına yer verdi. 1963’de İstanbul’da Kavel kablo fabrikası işçileri 62 gün devam eden ve sınıf mücadelemizin tarihine büyük harflerle yazılacak destansı bu grevi başlattıklarında; grev hakkının Anayasa’da bulunmasının yeterli olmadığı, grev hakkının uygulama esas ve koşullarını gösterecek “Grev Yasası” ihtiyacını net bir biçimde ortaya çıkardı. 24 Temmuz 1963’te 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 Sayılı Toplu Sözleşme Grev Yasası çıkarıldı. 1966’da Paşabahçe Cam Fabrikası greviyle dayanışma konusunda Türk-İş sendikaları arasında görüş ayrılığı çıktı. Türk-İş greve destek vermek isteyen sendikaların üyeliğini askıya aldı. Bu sendikalardan Türk Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş. Gıda-İş ve Zonguldak Maden İşçileri Sendikaları 13 Şubat 1967’de DİSK’i kurdular. Siyasal yaşamın zenginliğine paralel olarak 1960–80 yılları arasında çok sayıda sendika kuruldu ve uzun soluklu, etkili grevler, güçlü direnişler mücadele tarihimize adını altın harflerle yazdırdı. Yaygın ve uzun süreli kitlesel grevlerle 1980’lere gelindi. Bu hepimizin yüreğini sızlattığı ve hep sızlatacağı bir dönüm noktası oldu. Kamu çalışanları da benzer bir mücadele veriyordu. 1925’te Meclis’in kabul ettiği ve hükümete olağanüstü yetkiler veren 46

1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanının ardından Anayasa’ya örgütlenme hakkıyla ilgili hükümler konulması üzerine, başta İstanbul ve Selanik olmak üzere çeşitli işkollarının geliştiği bölgelerde çok sayıda sendika kuruldu.


Ekim 2009

1960–80 yılları arasında çok sayıda sendika kuruldu ve uzun soluklu, etkili grevler, güçlü direnişler mücadele tarihimize adını altın harflerle yazdırdı.

SACAYAK

Takrir-i Sükûn yasasını izleyen yasakçı tek parti yönetimi yıllarında varlık gösteremeyen memur örgütleri 1946’da adım attılar. “Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu”nu kurdular. 61 Anayasası sendikalaşma hakkını işçilerle beraber memurlara da tanımıştı. Anayasa’nın bu hükmü uyarınca çıkarılan 624 sayılı “Devlet Personeli Sendikaları Kanunu” toplu sözleşme ve grev hakkını içermemekle beraber işyeri, meslek ve statü temelinde örgütlenmeye imkân veriyordu. 1971’e kadar 600 civarında memur sendikası kuruldu. “Türkiye Devlet Teşekkül ve Teşebbüsleri Personel Sendikaları Konfederasyonu” ve “Türkiye Kamu Personeli Sendikaları Konfederasyonu” adı ile üst örgütlenmeler oluştu. Bu dönemde çok cılız ve etkisiz olan memur sendikaları içinde TÖS ve İLK-SEN’in 15–19 Aralık 1969’da yaptıkları dört günlük genel öğretmen boykotu dikkat çekmektedir. 160 bin öğretmenin çalıştığı o yıllarda 110 bin civarında öğretmenin katıldığı bu eylem, meşru mücadele anlayışının oluşmasında kilit rol oynamıştır. 12 Mart darbesinden sonra 20 Eylül 1971 tarihli Anayasa değişikliği ile 46. maddedeki “çalışanlar” yerine “işçiler” ibaresi kondu ve 119. madde “memurlar, siyasi parti ve sendikalara üye olamazlar” şeklinde değiştirildi. Kamu emekçilerinin sendikalaşma hakkı ortadan kaldırıldı. Kapitalist sistemin odak noktası olarak sürekli savaşmak zorunda bırakılan emekçiler, 1971’deki faşist darbe sonucu sendika haklarının ellerinden alınması biçiminde bir bedel ödemişlerdir. Kamu emekçileri, 1980 yılı dönüm noktası dediğimiz dönemece kadar yeni bir dernekleşme sürecine girdiler. 12 Eylül faşist darbesi tüm emek, işçi örgütlerine olduğu gibi kamu emekçilerinin kurduğu derneklere de ağır darbeler vurdu, dernekler kapatıldı. Binlerce memur örgütsel faaliyetlerinden dolayı cezaevlerine dolduruldu, baskı gördü. Derneklerin mal varlıklarına el konuldu. Demokratik haklarını almak isteyen emekçiler, hayatlarıyla bedel ödeseler de mücadeleden yılmadılar. Her zaman örgütlenmenin değerinden ve hayatımız üzerindeki vazgeçilmez etkisinden söz etmeye çalışırken, bu sözcükler anlattıklarımızla iyice beslensin, iyice büyüsün diye emekçilerin mücadele tarihine bir ışık tutalım ve beraber görelim şeklinde düşündük ve paylaştık… Işığımızı tutmaya ve parlaklığını giderek arttırmaya devam edeceğiz…

SACAYAK Derginize Abone Olun

Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35

47


SACAYAK

Sayı 7, Ekim 2009

Çalıyorum kapınızı, Teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin Şeker de yiyebilsinler.

NAZIM HİKMET

Ölü Kızçocuğu Kapıları çalan benim Kapıları birer birer. Gözünüze görünemem Göze görünmez ölüler.

ŞİLAN

Ceylan

Hiroşima’da öleli Oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım, Büyümez ölü çocuklar.

Ben bugün patlayacak flaşa “gözlerini açık tut” sesi ile, suratında korkuyu yansıtan, çaresiz bir ceylanım. Ben bugün havan mermisiyle büyümek zorunda olanım. Ben doğuda çocuk olmanın zorluklarını sırtında taşıyanım. Ben ölü bir kızım çığlıkları taa dağ eteklerinden duyulan. Ben siz sustukça bağıracak olanım. Ve ben on dört yaşında anamın eteklerinde, savrulan bedenimden arda kalan parçalarımın anlattıklarıyım. Ben bu sessizliğin çığlığı olan ceylanım...

Saçlarım tutuştu önce, Gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, Külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için Hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki Kağıt gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, Teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin Şeker de yiyebilsinler. 1956

1 Ekim 2009, İstanbul


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.