Univerzete I 26

Page 1

/26

ün

e t e z r ive

ı’ndan s a t f a oda H M k r o Y ca… n u l o _New n Duma _Konu a Bir Umuttu ys _GeziO

muz u r o p a r

var

zete


Sayı: 26 / 2013 Genel Yayin Yönetmenleri Can Olguner Berkem Ceylan Yayın Koordinatörü Özge Yılancı Yazı İşleri

İYİ Kİ DOĞMUŞSUN 0.01: BİR LINUX MES’ELESİ

Gökberk Ertunç

HANGİ YENİLİK?

Simge Gürkan Tuna Ateş Yazarlar Ali Berhan Memişoğlu Demet Açıkgöz Gökberk Ertunç İrem Koca

GEZİOYSA BİR UMUTTU

Mert Ofluoğlu Merve Yazkan

MAVİ YAZDAN SARI SONBAHARA

Oğuzhan Karakaş Teşekkür Sarper Durmuş Halil Nalçaoğlu Aylin Dağsalgüler

DUBLIN’E DEVAM

Tasarım Erdal Özbek

İletişim Fakültesi Öğrencileri tarafından hazırlanmaktadır.

/ifbilgi

@ifbilgi

KONU DUMAN OLUNCA…

NEW YORK MODA HAFTASI’NDAN RAPORUMUZ VAR


3

/

v i 端n

e t e z er


NEW YORK MODA HAFTASI’NDAN RAPORUMUZ VAR


CalvIn KleIn

5

Francisco Costa, Calvin Klein’da geçirdiği 10 yıl boyunca minimalizm ilkesini takip etti. Fakat Costa, bu sene bizi şaşırttı ve tasarımları ham halleri ile yeniden yorumladı. Ünlü tasarımcı, üste tam oturmayan ceketleri ve etekleri “bitmemiş” şekilde karşımıza çıkardı. Tabii ki tasarımlar bitmemiş ya da Costa onları defileye yetiştirememiş değildi; ama öyle bir görünüm kazanmalarını sağlamıştı. Siyah ve zümrüt yeşili renklerinde,

Üniverzete, New York’da görücüye çıkarılan 2014 ilkbahar/yaz koleksiyonlarını A’dan Z’ye mercek altına aldı. Merve Yazkan

Japon yünü ve el örgüsünden oluşan kalın ceket, dikişsiz bir elbise gibi kullanıldı. Siyah bir krepe elbise önce yırtıklarla bölümlere ayrılmış, sonra da arda kalan kumaş parçaları aşağıya doğru sarkıtılmıştı. Başka bir

elbiseden ise hasır ve tüyler sarkıyordu. Koleksiyonun kalıpları da kendi aralarında bir oyun içindeydi: incecik “over size” bir tişört, üstüne eşarp ve altına da bir kalem etek. Costa, formları basit tutarken kumaşlar karmaşık ve etkiliydi. Yılan derisinden oluşan şeritler; ceketlerle, kafes görünümlü eteklerle ve kalın askılar ile bir araya geldi. Son üç elbise hasırlarla, kabarık tüylerle ve oldukça hafif zincirlerle sunuldu. Bu elbiseler defilede beklenmedik bir görsel etki yarattı. Boyutlar: Diz hizasında elbiseler, etekler ve ceketler. Oldukça uzun pantolonlar, yere kadar uzanan tunikler. Renkler: Beyaz, kum beji, fil dişi rengi, kırmızı, zümrüt yeşili ve siyah. Materyaller: Kanvas, koton, tüvit, el örgüsü kumaşlar, ipek vual, krepe, naylon, viskon, hasır. Örgü, çift taraflı jarse. Özel işlemler: kuş tüyü, dokuma, patchwork, deri ve piton derisi. Formlar: Büyük gömleklerle eşleşen geniş ceketler. A kesim eteklerin üzerine giyilen bol, dar tunikler. Eşarptan yapılan üstler. Biçimli omuz detaylarına sahip bol tişörtler. Bol kesimli pantolonlar, beli vurgulayan bol kesim elbiseler. Formsuz mini ceketler. Aksesuarlar Plastik kalıplı, kayışlı ve piton derisinden yapılan sandaletler. Oldukça büyük formda ve yine piton derisinden yapılan el çantaları.


6


RALPH LAUREN

7

New York Moda Haftası, üç majör ile kapanışını yaptı: Ralph Lauren, Calvin Klein ve Marc Jacobs. Ralph Lauren, 2014 İlkbahar-Yaz koleksiyonunu, sabah saatlerinde Washington Caddesi’nde bulunan St. John’s Center Studios’da görücüye çıkardı. Lauren’ın oldukça net ve beyaz olan koleksiyonu üç bölümden oluşuyordu. İlk bölümde tamamen siyah ve beyaz; grafikler ve çiçek desenleri ile süslenmiş kısa elbiseler karşımıza çıktı. Bu bölümün bir kısmında pantolon takımları ve alt kısımları peplum formunda olan siyah ceketler de vardı. Siyah ve beyaz parçalar bu sezonun anahtar görünümlerini oluşturuyor, Lauren de bu fırsatı kaçırmak istememiş anlaşılan. 25 tasarımın sonrasında karşımıza daha güçlü, daha canlı renkler çıkıyor: turuncu, sarı gibi neon renklerden oluşan günlük kıyafetler, deriden yapılan yeşil etekler… Bu bölümde ceketler bele oturarak korse etkisi yaratan, siyah ve füme tonlarında, grafik desenler ile etkileri artırılmış bir şekilde karşımıza çıkıyor.

Son bölümü, ya saf beyaz ya da aksine daha keskin renkli gece elbiseleri oluşturuyor. Defilenin sonlarında kobalt mavisi ipek elbisenin içindeki Karlie Kloss’dan, uzun kırmızı elbise ile boy gösteren Josephine Le Tutour’a kadar modeller ve tasarımları izleyenleri büyülemiş ve Lauren de amacına ulaşmış oldu. Boyutlar: Elbiseler mini, bazıları taban boyutunu aşarak yere kadar iniyordu. Pantolonlar taban uzunluğunda ve biraz daha aşağıya iniyordu. Ceketler genellikle kalça hizasında. Uzun ceketler de kısa ceketler de kullanıldı koleksiyonda. Renkler: Siyah ve beyaz, limon sarısı, parlak turuncu, parlak yeşil, kobalt mavisi. Fıstık yeşili, sarı ve turuncu gibi pastel renkler. Materyaller: Yün, çift taraflı yün, jarse, örgü, ipek, organze, koton, kanvas, poplin, deri, rugan deri. Formlar: Gösterişli ve yapısal. Dar ve düz elbiseler, vücuda tam oturan ceketler, ince ceketler ve pantolon takımlar. Eteklerin ve pantolonların üzerine giyilen bağlamalı süveterler. Daha yumuşak formlarda: önü kısa arkası uzun kesimli elbiseler ve etekler, tek omuzlu, biçimli elbiseler. Aksesuarlar: Rugan derisinden yapılan ve dize kadar uzanan çoraplar ile giyilen Mary Jane ayakkabılar, ceketler ile eşleşmiş zincir saplı, yapılı çantalar, küçük el çantaları, deriden yapılan “tote” çantaları. Kemerler.


8


MARC BY MARC JACOBS

9

Unisex görünümleri ve 90’lar stilinin ipuçları ile oldukça gündelik ve havalı: Marc Jacobs, alt markası için oldukça kolay ve rahat bir koleksiyon tasarlamış. Pastel renkler ve saten gibi gösterişli kumaşlar, rahat tulumlar ve blazer ceketler, ince pantolonlar, spor ayakkabılar ve payet süslemeleri, bomber ceketler ve smokinler. Bu unsurlar hem maskülen hem feminen oluşuyla kadın giyim ile erkek giyimin arasındaki farklılığı yumuşatan genç bir stili yarattı.

Boyutlar: Diz üstünde ve taban arasında değişen uzunluklar. Renkler: Pembe, açık mavi, fil dişi, siyah, açık yeşil, uçuk kırmızı. Materyaller: İnce saten, koton, keten, lame, denim, krepe, lureks. Form: Parlak kumaşlardan yapılan takımlar için tamamen yapısal kesimler, tulumlar bunların başlıcaları. Geometrik çiçek baskıları ile kısa elbiseler. Payet süslemeli mini tunikler. Aksesuarlar: P l a s t i k p l a t fo r m to p u k l u s p o r ayakkabılar.


10


MICHAEL KORS

11

Dikkatler buraya lütfen, Michael Kors, 2014 İlkbahar-Yaz koleksiyonunu tanıttı! Ünlü tasarımcı hiçbir yol olmasa bile kadınların kalbini kazanmayı her zaman başarıyor. Bu koleksiyon da bir istisna değildi. Koleksiyona 70’li ve 40’lı yıllar hakimdi. Michael Kors tasarımlarında pek görmeye alışık olmadığımız vintage elbiseler vardı koleksiyonda. Ünlü tasarımcı, vintage’ın da yükselişe geçtiği şu zamanlarda, kadınlara bu akımın özel hislerini yaşatmak istemiş anlaşılan. Kors,elindeki tasarımları çiçekl desenleri ile harmanlayarak bizi hayran bırakmaya devam ediyor. Etekler ve elbiseler midi olarak karşımıza çıkarken, koleksiyonun vazgeçilmez

aksesuarları arasında kürkler var. Ünlü tasarımcı, vahşinin cazibesini hayvan baskılar kullanarak gözler önüne seriyor; özellikle timsah derisi koleksiyonun öne çıkanlarından. Koleksiyondaki bu çarpıcı tasarımlara ise dolgu topuklar ve clutch çantalar eşlik ediyor. Boyutlar: Pantolonlar normal boyutlarında, etekler ve elbiseler ise midi. Renkler: Beyaz, fil dişi, ekru, kum beji, incimsi gri, funda rengi, çivit mavisi, fındık beji, Hindistan cevizi tonları, çimen yeşili, lacivert, siyah. Materyaller: Keten kumaş, koton poplin, kaşmir, ipekli kumaş, denim, krepe, iki renkli kumaş, gabardin, likralı jarse. Form: İnce kemerler tarafından sarılan, bel hizasında ve bol eteklerin üzerine giyilen blazer ceketler. İnce, transparan kumaştan yapılan ve vücudu saran elbiseler, kloş ve ya pileli etekler. 40’lar stilinde bol kesimli ceketler. “Croptop” üstler ile giyilen kalem etekler. Aksesuarlar: Yüksek veya platform topuk, doğal napa derisinden sandaletler; mantar, ahşap ve urgandan yapılan dolgu topuklar, piton derisinden yapılan Mary Jane ayakkabılar. Over size clutch çantalar, yumuşak kanvastan yapılan doktor çantaları.


12


VERA WANG

13

İçinizdeki dişiliği gözler önüne sermek mi istiyorsunuz? Öyleyse size Vera Wang’i takdim ediyoruz. Kendisi 2014 İlkbahar-Yaz koleksiyonu ile size içinizdeki femineni ortaya çıkarmanız için uygun bir ortam hazırlıyor. Vera Wang koleksiyonunun ana teması: “Kadınım, güçlüyüm, mutluyum.” olmalı. Çünkü tasarımlardaki transparan detaylar, oldukça şeffaf ve hafif görünen tasarımlar bir dışavurum hissini uyandırıyor. Öyle ki, koleksiyonda da direkt transparan detaylar göze çarpıyor. Blok renkler kullanmayı da ihmal etmiyor ünlü tasarımcı.

Crop-top bluzlar, birçok koleksiyonun olduğu gibi Vera Wang koleksiyonunun da gözdelerinden. Fakat bluzlar kısalırken, etek boyları uzuyor. Genelde koleksiyona yere kadar uzanan elbiseler hükmediyor. Asimetrik transparanlardan, gizli geometriklere kadar Vera Wang koleksiyonu detaylar açısından oldukça zengin. Ünlü tasarımcının koleksiyonu 1920’lerin romantik havasını 2014’ün İlkbahar-Yaz sezonuna taşıyor. Boyutlar: Uzun ve geniş pantolonlar. Etekler ve elbiseler diz hizasında ve sadece oraya ait. Ayrıca topuk kısmına uzanan elbiseler de var koleksiyonda. Crop-toplar, süveterler, kazaklar ve bolerolar da yer ediniyor. Renkler: Fil dişi, turuncu, sardunya, kum beji, siyah, kobalt mavisi, kömür grisi, duman rengi. Materyaller: Merinos yünü, örgü, ipek, krep döşin, şifon, organze, şile bezi. Teknik kumaşlar: stretch jarse, file. Formlar: Vücudu ortaya çıkaran, transparan detaylı parçalardan oluşan bol elbiseler, üstler ve pantolonlar. Etek uçları ve yaka detayları asimetrik olan tasarımlar. Hacimli, payetler ile süslü yelekler. Aksesuarlar: Tek taban, yüksek platformlu ayakkabılar, platformlu bootie’ler. n


14

İyi ki Doğmuşsun 0.01: Bir LInux Mes’elesi


15

Nedir bu illet? Bilgisayar dünyasında ufak bir tırnağım bile var diyorsanız Ubuntu’yu duymuşunuzdur elbet. Linux özgür bir işletim sistemi, bu işletim sisteminin geliştiricileri Windows veya Mac OS’un aksine kollektif olarak geliştirilen kar amacı gütmeyen bir vakıf tarafından yol haritası çizilen güzel bir çekirdek. Penguen simgesinin Gezi Parkı sonrası zihnimizde bambaşka çağrışımlar canlandırması dışında Penguenin Linux dünyasına girmesi çok önce gerçek-

Kimimiz için zor ve meşakkatli, teknoloji dünyasına yabancı bir insan için gayet manasız bir tebrik. Gökberk Ertunç

leşti. Kendi halinde bir çekirdek olan Linux, Ubuntu gibi dağıtımlar tarafından paketlenip bizim kullanımıza

sunulur: Ubuntu, Arch Linux, Linux Mint, Mageia gibi dağıtımların bayrağı taşıdığı Linux dünyasının maskotu penguen ise ilk Linux dağıtımlarından 1992 yılında doğmuş Slackware ile Linux’le özdeşleşti. Bu hafta 17 Eylül’de ise 1991 yılında Linux’un ilk resmi olmayan sürümü 0.01 Linus Torvalds tarafından yayınlandı. Şu anda yıllar süren çeşitli merhaleler sonrası bugün itibari ile 3.11.1 sürümüne kadar yükselmiş Linux kerneli yaşamımızda sandığımızdan oldukça önemli bir konumda. Bunca çile sonrası bugünlere gelip ilgili birkaç “geek” insancağız dışında pek bir kimse fark etmese bile bu işletim sistemi aslında hep bir şekilde yanımızda. Facebook’a girdiğiniz post’un geçtiği server’dan tutun, Google’da arama yaptığınız kelimelere gelen cevapların işlendiği veri merkezine, bir kredi kartının geçtiği POS makinesinin GSM kulesiyle kurduğu iletişimin geçtiği baz istasyonunun bağlandığı internet bağlantısını sağlayan switch’inden tutun, elinizden kesinlikle ayırmadığınız telefonunuzun Java yorumlayıcısıyla karışık çalıştırdığı bir nevi Linux çekirdeğinde bulunacak kadar hayatımızda olan bir işletim sistemini yok saymak yakışmıyor bizlere. n


16

Hangi Yenilik?


17

10 Eylül Salı günü Apple, iki yeni telefon birden tanıttı: iPhone 5S ve 5C. Daha iPhone 5 çıkalı bir sene bile olmamıştı ki “S” versiyonu geldi yanında bir de “C” ile beraber. iPhone 4 ve iPhone 4S farkı kadar büyük bir fark da yok aralarında. 5S’e gelen yeni özellikler arasında bir kaç ufak kamera ayrıntısı ve büyük bir olaymış gibi tanıtılan “Touch ID” parmak izi tanıma özelliği. Özellikle bu parmak izi tanıma büyük yankı uyandırdı. Günde binlerce kez telefonu kontrol edip her defasında şifre girmenin bizleri yavaşlattığı düşünülerek eklenen bu özellik, hiç birimizin şu anki

Apple sadece göz boyayarak yine satış rekorları kıracak. Ali Berhan Memişoğlu

şifreyi girme hızına yetişemeyecek eminim. Yani bütününe bakınca telefonda bir geliştirme neredeyse yok. iPhone 5C ise iPhone 5’in özelliklerinin kopyası. Plastik kapakla onu ucuzlatmış; fakat ülkemizde değişen pek bir şey olmayacak fiyat açısından. Yeni çıkmış Apple marka bir telefon 1.500 TL’nin altında satışa çıkmaz. Hedef daha çok tüketiciye ulaşmak; bir anlamda

Samsung’un her kesim için yaptığı her boy ve her kesime hitap eden telefonlarla yarışmak. Steve Jobs yaşarken bunu asla istemedi ve bu yüzden de Samsung hiçbir zaman Apple gibi ses getiremedi. Lafı fazla uzatmadan... Bu telefonların bir sonunun olmayacağı zaten belli. Sırada Samsung var Galaxy S5 gelecek. Sonra iPhone 6, 6S, Galaxy S6… Bunlardan epeyce sıkılan Dave Hakkens’de bir video hazırlamış. Bozulan her parçada telefonu bütünüyle değiştirmek yerine sadece o parçayı değiştirebileceğimiz, her parçası sökülüp takılabilen bir telefon tasarlamış. “Daha önce aklıma gelmişti” desem inanmazsınız ama doğru. Fakat hem onun fikrinin hem de kendi fikrimin gerçekleşip geleceğin telefonlarının böyle olacağına hiç mi hiç inanmıyorum. Bütün üreticilerin bir araya gelip en iyiyi üretmeye çalışmayacağına inanmadığım gibi. Markalar elde edecekleri kar azalacağından neden böyle bir yola başvursunlar ki? İlk birkaç bilgisayarım böyleydi, Kadıköy’deki Yazıcıoğlu Pasajı’na gider bozulan ya da değişmesi gereken parçaları öyle yenilerdim. Gerçekten de daha ucuza mal oluyordu, ama sonra


18

ne olduysa oldu bir markanın tek başına ürettiği bilgisayarları almaya başladım bu yüzden telefonların da bu şekilde devam edeceğine inanıyorum. Her zaman bir üst versiyonu çıkacak ve alınması gereken hep oymuş gibi olacak. Hatırlıyorum da lisedeki felsefe hocam, Herakleitos’un bir sözünü söylemişti: “Arzuların tatmini imkansızdır.” Bu cümle hala kulaklarımda. Bizler bu durumda yeni bir telefonu alır almaz bir yenisinin peşinden koşanlarız. Bu yüzden şu an cebimizdeki hiçbir

telefon kötü değil özellikle elinizdeki iPad. Yine de merak edenler için, yeni iPhone 5C telefonunu değiştirmek isteyenlere çok uygun bir telefon. iPhone 5 ile aynı ve daha ucuz üstelik renk renk. Hatta iPhone 5’i olan tanıdıklarınız şarj sorunundan muzdaripse eğer 5C’nin pili daha dayanıklı. Diğer özelliklerini tek tek yazarak uzatmak istemiyorum. Apple iPhone 5’e renkli plastik kapaklar yapıp daha çok satma hedefinden anlayabiliriz.


19


GeziOysa Bir Umuttu Bir devrim arzulayan azgın azınlık dışında beklenti neydi oysaki? Kürt meselesinden eğitim politikasına, şehir düzenlemelerinden kadın doğumlarına kadar AKP’nin başına buyruk idare anlayışına karşı toplumun da karar alma süreçlerine dahil edilmesi talebini dillendirmek ve bu konuda hükümetin “kulağını çekmek”ti. Bu itibarla kargaşa sona erip ortalık mayna olduktan sonra Gezi’nin ne şekil alacağını merak ediyordu herkes. AKP’ye çeşitli açılardan muhalif gençlerin oluşturduğu bu hareketten siyasi bir parti çıkmasa da, Türkiye siyasetinin ana meseleleri üzerinde kamuoyu oluşturacak sivil bir inisiyatif yaratmak mümkündü. Bu yola gitmek yerine tekrardan sokakları hareketlendirmek yoluna gidildi. Herhangi bir siyasi talep

olmadığı gibi sokakların kargaşası içinde at izi ile it izi birbirine giriyordu. Kimi yerde polisin haydutça müdahaleleri, kimi yerde göstericilerin şiddeti başlatması, polisin çekilmek bilmemesiyle birlikte göstericilerin dağılmak bilmemesi şiddeti körükledi, yaralanmalar ve ölümler oldu. Her iki tarafın da hukuk dışına çıktığını kabul etmek gerekiyor. Sorumlu davranması gereken hükümet ise Türk toplumunun genelinde bulunan “sokak hareketi antipatisi”ni kullanarak iyiden iyiye kıyıda köşede kalmış Gezi Hareketi’ni saf dışı bıraktı. Gezi Hareketi, Türkiye toplumunun demokratikleşme ihtiyacını omuzlayarak hükümet üzerine giden sivil bir aktör olabilirdi oysaki. Bu vasfını Kadıköy ve Cihangir’in ara


21

sokaklarında yitirdi. Oyunu kuralına göre oynamayı bilemedi. Siyasi zekadan ve stratejiden yoksundu. Devrimci bitirimlerin kumandanlık ettiği milis bir örgüt kıvamına getirilmek istendi. Barikatlar kurarak geceyi kurtarılmış mahallelerde geçirmenin şehvetine kapıldılar. Sonuç olarak “bir avuç serseri” konumuna düştüler. Şimdi ise dünyanın en büyük hakikatini söyleseler dahi muhatapları tarafından dikkate alınmayacaklar.

Gezi’den bir cacık olmayacağı herkes tarafından anlaşıldı. Bu gerçeği söyleyenlere küfrediyorlar. Etsinler. Gerçekler acıdır, biber gazından da. Oğuzhan Karakaş

Adamakıllı bir Gezi neleri yapabilirdi? Nereden atılacağının pek de önemi olmayan bir kurşunda masaların devrileceği, durma noktasına gelmiş Barış Süreci’ne açıktan destek verir, hükümete gerekli reformları devreye sokması için baskı yaratabilirdi. Eğitim müfredatında ve kamu hayatındaki

resmi ideolojiye ait tüm izlerin kaldırılmasını talep ederek ülkenin normalleşmesine ivme kazandırabilirdi. Madem bu isyan parklarda başladı, bu aşamada ilk iş olarak parklardaki resmi ideolojiye ait heykel, anıt ve büstlerin ülke genelinde makul seviyeye indirilmesini talep eder, birkaç muzır eylem de bu hususta gerçekleştirebilirdi. Kürtçe’nin de eğitim dili olmasına destek verir, okulları bir hafta boykot eden bölge halkıyla omuz omuza eylem yapardı. Cami-Cemevi projesine sahip çıkar, bir tuğla da Gezi koyardı. Cemevlerinin yasal statüye kavuşması için Alevilere el uzatırdı. Gökçeada’da açılan Rum Okulu’nu ziyaret eder, Ruhban Okulu’nun açılmasına katkıda bulunabilirdi. Yeni bir anayasanın halk için seçimlerden daha önemli olduğunu belirterek kamuoyu oluşturabilirdi. Üç aydır dişe dokunur hiçbir konuda herhangi bir talep görünmüyor ortalıkta. Olimpiyata, köprüye, havalimanına karşı çıkmak dışında. Topluma vereceği tek bir mesajı dahi olmayan hareketler silinip yok olmaya mahkumdur.


22

Konu Duman olunca‌


23

Biraz gerilere gidelim, Sene: 2002, Dönem: Çocukluk, Şarkı: Her şeyi Yak. Çocukluğum oturmuş televizyonda müzik kanalları arasında geziniyor… Ah bir ses, bir tını “dım dım dım dım dım..” sanırım o tınıyı en kolay böyle ifade edebilirim. Birkaç gün boyunca şarkıyı hep bitimine doğru yakalıyorum (kader/kısmet)... Müzik kanalı çoktan grubun kim olduğundan bahseden o küçük bilgi baloncuğunu ekrandan kaldırmış oluyor. “Dur” diyorum kendime “elbet kim olduklarını öğreneceksin” aynı süre zarfında da ablam geliyor eve “bugün kendime bir kaset aldım” diyor, -o ergenliğinin doruklarında ben çocukluğumun… böyle bir bilgiyi benle paylaşması için ilahi bir güç tarafından zorlanmış olması gerekiyor… MERHABA TATLIM… O KASET DUMAN’IN BELKİ ALIŞMAN LAZIM ALBÜMÜNDEN BAŞKASI DEĞİL… Tabi bakmayın bu heyecanıma, o sırada “Duman kimdir, nedir” hiçbir fikrim yok… Aslına bakarsanız iki gündür beğendiğim şarkının o albümde olduğunu da bilmiyorum… Neyse o şahane an geliyor ve ablamın odasından Her Şeyi Yak’ın nameleri yükseliyor. Çocuk aklı, çocuk kalbi, el ayak buz kesiyor… oturuyorum kapısının önüne Duman dinliyorum. Bana dinlemem için o kasedi vermiyor, oysa babama bile şikayet ediyorum… ama durun pes etmek yok, hemen ertesi gün annemle Bakırköy’e gidiyorum alıyorum


24

albümü… Çocukluk diyip geçeceğimiz bir dönemden “koskocaman kız” olduğum döneme geliyorum, bir de bu süre zarfında Duman şarkıları ve Duman konserleriyle büyüyorum tabii… O kadar uzun yıllar var ki “Darmaduman” albümüne gelene kadar “toparlayıp iki cümleyi nasıl bir yazı yazacağım” diye telaşlı telaşlı ellerim titriyor.. Affınıza sığınıyorum uzattıkça uzatıyorum.

yakalayan herkes seneler içerisinde müziklerinin gelişiminin farkındadır. Bu satırları oluşturan şeyse uzun süredir dinlediğiniz müziğin değişmediğini, size yabancılaşmadığını hissetmeniz oluyor. Her dinleyici gibi mi bilmem ama bu albümü elime alıp dinlemeye başlarken içimde bir korku vardı, hayatımda o kadar güzel yerlere koyduğum şarkıların sahibi grubun bir an olsun

Son albümleri Duman I ve II’den sonra 4 senelik bir ara verip o sırada konserler sayesinde; Türkiye’nin ve Dünya’nın birçok yerine giden Duman, beklenen 6. Studio albümü Darmaduman’ı (nihayet) geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkardı… Ben de oturup dinledim ve benim için geçmişten bugüne Duman’dan bahsettim. Afiyet olsun. Demet Açıkgöz

Ve 2002 yılından 2013’e kadar Duman sevdam böylece başlamış oluyor, hayırlı olsun… Bana da bir “Helal Olsun”. O halde 2013 Duman’ı köşesinden bir yerinden

“kötü” bir albüm çıkarmış olma ihtimalinin gerçekleşmesi beni “darmaduman” edebilirdi… Amma velakin öyle olmadı… Şu an; bana tanıdık gelen şarkılarla tempo tutuyor bir yandan da albüm eleştrisine dönüşmesi gereken bu yazıyı yazıyorum. Bu albüm 4 yıl aradan sonra içinize çeke çeke dinleyeceğiniz 13 yeni şarkıdan oluşuyor, öyle ki bir tane bile cover yok. “Darmaduman” Muse, Snow Patrol, R.E.M. , Michael Jackson, The Editors gibi isimlerin de albüm kaydettiği İrlanda’da da olan Grouse Lodge Recording Studios’da kaydedilirken; Prodüktörlüğünü de Duman yapmış. Yani anlayacağınız bu albüm baştan aşağıya Duman, işte tam da bu yüzden size samimi, içten ve tanıdık gelecek. Alışık olduğumuz Kaan Tangöze’nin o güzelinden ağdalı vokali, Ari’nin dokunuşları, Batuhan’ın bir telinden girip diğerinden çıkışlarının yanısıra


25

içinizde bir şeylerin hareket etmesini sağlayan Cengiz vuruşları… “Tanrım Duman’ın dönüşü muhteşem olmuş” demeye yetiyor. Bu albüm’de yerinde susup oturan bir grup üyesi göremiyorsunuz… Sekiz Kaan Tangöze şarkısı, iki Ari Barokas, iki Batuhan Mutlugil derken, bir tane de Cengiz Baysal şarkısı var ki “valla az olmuş ama öz olmuş” dedirtiyor. Gerçi şarkıları “ona ait buna ait” diye bölmeyi bir kenara bırakırsak Duman’ın her zaman dediği gibi onlar birlikte yine şahane şarkılar yazmış ve bestelemiş... Aklıma gelen tek soru işaretiyse; seneler içerisinde Duman’dan “daha sert” bir müzik yapmasını bekleyen dinleyici kitlesi. Duman müziğinin sertliğini azıcık ucundan arttırmış olsa da -ki bunu söylerken pek inanmıyorumbunu daha çok sözlerinde yapmış bana göre… Müzik piyasasında var olmaya başladıkları 99 yılından itibaren duruşlarını ve görüşlerini şarkılarında belli etmeye çekinmeyen bu beyler;

direnişten aşina olduğumuz “Eyvallah” şarkısının dışında, Darmaduman albümünün içindeki diğer şarkılar da o kadar manidar ki; birilerinin canını fena halde sıkacak gibi duruyor. Gerçi 2009 yılında çıkardıkları Rezil şarkısına tutucu kesim tarafından aldıkları eleştriler / hedef gösterilmeler düşünülürse… eleştriden korkacak olsalar “Darmaduman”ı çıkarmazlardı. Son olarak; Duman bu albümle bekleneni, hatta kimilerine göre beklenenin üstüne bir performans sergilemiş, alışık olduğumuz müzikleri, iğneleyici ve yerinde sözleriyle; Duman bildiğimiz Duman ama “Darmaduman” bir başka… albümünü alın ve doya doya dinleyin, derim. Albüm yetmez diyenlere: 20 Eylül İzmir Arena, 21 Eylül Antalya Açıkhava, 25 Eylül İstanbul Harbiye Açıkhava; 28 Eylül Denizli Açıkhava, 30 Eylül Gaziantep, 1 Ekim Adana, 3 Ekim Edirne ve 5 Ekim Bursa


26

Dublin’e Devam...


27

Üniverzete’nin ikinci Dublin macerası. İlki Aslınur Sarıca’nın Guiness Storehouse, Old Jameson Distillery ve Temple Bar gibi gezi duraklarını ayağınıza getirdiği yazsıydı. Şimdi de Dublin’de dokuz günde ne yapılır, 400€ ile nasıl geçinilir, bir şehir yürüyerek arşınlanabilir mi gibi soruları cevaplayıp şehri karış karış gezeceğiz. İrem Koca


28

Dublin, İrlanda Cumhuriyeti’nin en büyük şehri, aynı zamanda başkenti. Georgia dönemine ait evleri, görkemli kaleleri ve şehrin ortasından geçen Liffey nehriyle çok güzel. Bu güzelliği sebebiyle dünyanın her yanından turist akınına uğruyor, BBC’ye göre Avrupa’nın en çok turist çeken şehirlerinden biri. İngilizce ve İrlanda Keltçesi konuşan halk, yardımsever ve konuşkan insanlardan oluşuyor. Yolunuzu bulmak kolay, yürümek zor. Bir de “her şey çok pahalı”.

Dublin’in Yolları Taştan: Öncelikle şunu söylemeliyim ki Dublin’e gitmek ben ve üç yol arkadaşım için oldukça zor oldu. Gezimizi planlarken herhangi bir yaz okulu veya tur şirketine bağlı kalmadık. Üç arkadaşımla birlikte gideceğimiz yerleri internetten araştırıp listeledik ve hemen arkadaşlarla birlikte vize başvurumuzu yaptık. Bu kısma dikkat: vize işlerinden anlamadığımız için bir “aracı” ile çalışma hatasına düştük ve dolandırıldık. Hem de üçüncü kez çalıştığımız ve tanıdığımız biri tarafından! Önce vizelerimiz çıkmadı, sonra arkadaşımın pasaportu bir süreliğine kayboldu, bu süreçte bütün rezervasyonlar yandı. Bir değil, iki kez. Ankara’ya gidildi, zar zor vize ve pasaport alındı. En sonunda büyükelçilikten azarımızı işitip, aracı kurumlar sebebiyle böyle yüzlerce olay yaşandığını öğrendik. Bu yüzden yurtdışına çıkacak olan herkese uyarım, maddi manevi zarara girmek istemiyorsanız vize işlemlerinizle kendiniz ilgilenin. Aracı kurumlara güvenmeyin. Haziran’da planladığımız gezi bu aksiklikler sebebiyle Eylül’ün başına ertelenmiş oldu. DIa DuIt DublIn Dört buçuk saatlik uçuşun ardından Dublin Havaalanı’na indik. Bizim burada ilk işimiz bir turizm ofisi bulup kendimize “Dublin Pass” almak oldu. Dublin Pass, şehirde otuzun üzerinde gezi noktasına ücretsiz olarak girmenizi sağlayan özel indirimleri olan bir kart. Aircoach servisi dışında ulaşım amaçlı kullanılmıyor ama Dublin’e gideceklere bu karttan kesinlikle


29

edinmelerini tavsiye ediyorum. Turizm ofisindekiler üç günlük kart size yeter diyecekler ama sakın inanmayın en az altı günlük kartınızı, haritalarınızı alın ve Aircoach’a atlayıp şehir merkezine inin. ( Altı günlük pass 100€) TrInIty College Book of Kells Havaalanından sonra ilk durağımız Trinity College oldu. Şehrin tam ortasında bulunan bu üniversite yaz aylarında yurt odalarını çok iyi fiyatlara kiraladığı için burada kalmaya karar verdik. Yurtların temizliği ve her sabah verilen kahvaltı otel standartında olmasa da Trinity yabancı bir şehirde yeni arkadaşlar edinmek, her yere kolayca ulaşabilmek isteyenler için doğru seçim. Trinity College aynı zamanda tarihi ve turistik açıdan da önemli bir üniversite. 1591 yılında I. Elizabeth tarafından soyluların eğitildiği bir üniversite olması için yaptırılmış. Samuel Beckett, Oscar Wilde, Robert Emmet gibi mezunlarla ününe ün katmış bir okul. En önemli mirası ise 9. yüzyıldan kalma el yazması Book of Kells. Bu kitabı öğrenciler tarafından yapılan ücretli yürüyüş turlarının sonunda görebilir, kendinizi Hogwarts’ın kütüphanesine düşmüş gibi hissedebilirsiniz. (10€ – Dublin Pass geçmiyor.) NatIonal Wax Museum ve Bank of Ireland Yerleştikten sonra hiç zaman kaybetmeden turumuza başladık. Öncelikle Trinity’ye iki dakikalık yürüme mesafesindeki eski parlamento binası “Bank of Ireland” ve hemen bitişiğindeki

“National Wax Museum”a gittik. Parlamento binasını gezmek için on dakika yetti de arttı bile. Balmumu müzesindeyse bir saatten fazla oyalandık. Yüzüklerin Efendisi’nin Gollum’undan tutun Michael Jackson’a kadar herkes oradaydı! Sanıyorum en çok fotoğrafı burada çektik. Bir de şarkı söyleyip kendi klibimizi çektiğimiz küçük bir stüdyo vardı, burada da çok eğlendiğimizi belirtmeliyim. (Klibinizi beğenirseniz çıkışta satın


30

alabiliyorsunuz.) Grafton Street Bewley’s Cafe Etrafımızı keşfetmek için tura devam ederken Grafton Street’e saptık. Bana kalırsa Grafton, Dublin’in en hareketli sokağı. Güzel mağazalar, kafe ve restoranlarla dolu. Sanatçısı, şovu eksik olmayan güzel bir yer. Bana biraz İstiklal Caddesi’ni anımsattı. Ama çok daha küçük ve sakin versiyonu tabii. Bu sokakta bulunan Bewley’s Oriental Cafe ise Dublin’in en ünlü kafesi. Şık vitrayları ve sıcacık dekorasyonuyla insanı kendine çeken, hoş bir mekan. Dublin Pass’i olanlara her gün ücretsiz kahve ve tatlı servisi yapılması da cabası! İtiraf ediyorum sekiz gün boyunca her çay saatinde buradaydık! Elmalı payı ve badem ezmeli bisküvileri gerçekten çok güzeldi, gidenler yemeden dönmesin. St. Stephen’s Green Dublin’de otobüsle ulaşım zor. Bu yüzden bütün şehri yürüyecek, bitap düşeceksiniz. Grafton Street’in sonundaki St. Stephen’s Green’in çimleri imdadınıza koşacak. Boş bulduğunuz yerde uzanıp dinlenmek, belki piknik yapmak için bu park birebir. Mis gibi İrlanda havasını içinize çekerken, gölde yüzen ördekleri fotoğraflayabilirsiniz. Biz maalesef süper hızlı turumuza devam etmek için burada çok kalamadık ve yürümeye devam ettik. ChrIst Church Cathedral – DublInIa Dublin’in ilk büyük katedrali olan Christ Church Cathedral gezdiğimiz en güzel yerlerden biriydi. Orjinali 11. yüzyılda Danimakalı Kral Sitric tarafından 1040

yılında inşaa edilen katedral birçok kez yeniden yapılmış ve son halini almış, gerçekten büyüleyici bir bina olmuş. Katedrali gezerken yer altındaki mahzenlere inerseniz “The Tudors” dizisinde kullanılan kostümleri görebilir, James Joyce’un bir kitabında betimlenen “Boruya Sıkışan Kedi”nin hikayesini dinleyebilirsiniz. Bu arada kedinin orada “sergilendiğini” de hatırlatalım!


31

Katedralin hemen yanında “Dublinia” adı verilen interaktif Viking dünyası bulunuyor. Burası da görmeye değecek, güzel bir müze. Canlandırmalar, balmumu heykeller ve Dublin’in tarihinin anlatıldığı turlar var. Burada ortaçağ pazarları, Vikinglerin evleri gibi temalarla donatılmış bir çok oda gezdik. Bir de Viking alfabesi öğrendik. Eğer sıkışık bir programınız varsa buraya yarım saatten fazla ayırmamakta fayda var. Merrion Square – National Gallery of Ireland İkinci gün Oscar Wilde Centre ve National Gallery’i gezmek için bir diğer önemli meydana, Merrion Square’a gitmeye karar verdik; ancak Oscar Wilde Centre kapalı olunca, günümüzün çoğunu galeriye ayırdık. Velasquez, Monet, Remembrandt, Degas, Picasso, Van Gogh… Aklınıza gelebilecek bütün ünlü ressamların eserleri buradaydı. Uzun uzun gezmemize rağmen doyamadık diyebilirim. Özellikle giriş katındaki kitabevi ürün çeşitliliği ve İstanbul’a göre uygun fiyatlarıyla aklımızı başımızdan aldı. Kilmainham Gaol Kilmainham Gaol, Victoria dönemine ait muhteşem bir hapishane. Kesinlikle görülmesi gereken bu tarihi bina avlusu, hücreleri ve karanlık koridorlarında gezerken size Shawshank Hapishanesi’ni hatırlatacak. Kilmainham’ı gezerken tur rehberinize bağlı kalmak zorundasınız çünkü tarihi binayı koruma amacıyla bireysel tura izin verilmiyor. Ayrıca hapishaneyi bu kadar ünlü yapan şey mahkumları ve tarihi. İrlanda’nın tarihine yolculuk yaptığımız bu gezide beni en çok Grace Gifford’ın hikayesi etkiledi.

1916’dan sonra burada tutulan bağımsızlık hareketinin liderleri, asiler ve vatanseverlerin hücreleri gösterilirken asilerden biri olan Joseph Plunkett ve Grace Gifford’un aşk hikayesini de burada öğrenmiş olduk. Joseph, Easter Rising adı verilen başkaldırı sırasında tutuklan bir gazeteci; Grace ise bir çizer ve onun nişanlısıymış. Bu çift Joseph’ın idam edileceğini duyunca hapishanede evlenmeye karar vermişler. Birbirlerine sonsuza kadar beraberlik sözü vermiş olarak ölmek için. On dakika görüştükten sonra Joseph infaz edilmiş. Grace’de bir hücreye kapatılmış ve her gün duvarlarını çizimleriyle süslemiş. Bugün Grace Gifford’un hücresinin duvarlarında hala o çizimleri duruyor. Number Twenty NIne 29 Numara, aslında George döneminde yaşayan orta sınıf bir ailenin müstakil evi. Fitzwilliam Square adı verilen çok eski bir semtte yer alıyor. Bu ev müze olmak üzere restore edildikten sonra, evin son sahibi olan ailenin eşyalarıyla yerleştirilmiş ve ücretli olarak gösterime açılmış. Dışarıdan bakıldığında çok sıradan bir ev gibi görünüyor ama içinde el yapımı mobilyalar, aile üyelerinin giysileri, ortaçağa ait mutfak eşyaları gibi ilginç şeyler var. Bugünle kıyaslandığında her şey öyle şık ki buranın orta halli bir ailenin evi olduğuna inanmak zor. DublIn WrIters Museum Dışı Georgian, içi Victorian unsurlar taşıyan Dublin Writers Museum, adından da anlaşıldığı gibi İrlanda edebiyatını inceleyebileceğiniz çok keyifli bir


32

müze. İrlanda’lı yazarların kitaplarının orjinalleri, tabloları, yazışmaları, kişisel eşyaları gibi anı değeri taşıyan her şey sergilenmekte. Dublin’deki müzelerde sıkça gördüğümüz mp3 player ile bireysel tur yapma imkanı burada da mevcut. MalahIde Castle Soylu Talbot ailesinin 800 yıllık evi olan Malahide Castle yine çok büyüleyici bir yer. Buraya ulaşmak için şehir merkezinden “DART” adı verilen trenlere binmeniz gerekiyor. Malahide durağında inip yirmi dakika kadar ağaçlı bir yolda yürüyüş yaptıktan sonra görkemli kaleye ulaşıyorsunuz. Botanik bahçeleri ve kale için iki ayrı tur var, biz sadece kale turuna katıldık ama bahçeleri gezenlerin yorumları da oldukça olumluydu. GlasnevIn Cemetary Glasnevin hala aktif olarak kullanılan bir mezarlık. Ve Dublin’deki bir çok yer gibi filmlerden fırlamış izlenimi veriyor. Burası 1832’de Daniel O’Connell’in başlattığı bir kampanya sayesinde açılmış ve günden güne büyümüş. Şimdi 50 hektarlık alana kurulu Glasnevin’de bir milyondan fazla Roma Katoliği’nin mezarlığı bulunmakta. Glasnevin’de de iki farklı tur var. Biri müze ve sergi gezisi diğeri mezarlık gezisi. Mezarlık gezisine katılmaya çok da gerek yok: çok uzun ve pahalı. Bunun yerine Dublin Pass’iniz ile müze gezisi yapıp sonra mezarlıkta bir kaç fotoğraf çekebilirsiniz. Grand Canal Trinity’nin yoğunluğu sebebiyle son

iki gece Grand Canal Hotel’e yerleştik. Grand Canal 1755 yılında yapılmış ve bulunduğu semte adını vermiş. Merkeze kırk dakikalık yürüme mesafesindeki Grand Canal şehrin daha yüksek ve yeni binalarının olduğu bir bölge. On beş dakikalık yürüme mesafesinde Aviva Stadyumu ve Grand Canal Hotel’ in hemen karşısında büyük bir Google binası var. İkisinin de içini de gezme şansımız olmadı, çünkü İrlanda – İsveç maçına denk geldik. (Google çalışanı bir tanıdığınız olmadan binada tur yapamıyorsunuz.) Howth Howth sakin bir balıkçı kasabası. Buraya gitmek için Dublin’in içinden


33

DART tramvaylarına binip 40 dakikalık güzel bir yolculuk yaptık. Ama “erken kalkan yol alır” diye düşünüp 11’den önce gittiğimiz için hiçbir açık dükkan, kafe bulamadık ve açıkçası sıkılıp geri döndük. Turizm ofisi yaklaşık üç saatlik bir yürüyüş turunu ve yelkenle açılmayı önerdi. Eğer Dublin’e sıcak aylarda yolunuz düşerse bu fikri değerlendirip, akşam da kendinizi biraya ve balığa vurabilirsiniz. Öneriler: Günün her saati her pub’da yemek

bulmak mümkün ama beklentiyi çok düşük tutmak lazım. Çünkü İrlanda’nın mutfağı sadece patates, et ve hamurdan oluşuyor; sağlıklı beslenmek imkansız. Gitmeden önce bütçe planlaması yaparken her öğünü 15 - 20€ olarak hesaplayın. Eğer öğünleri sandviç ile geçiştirebilirseniz bu fiyat 3 - 9€ arasında değişebilir. Pub’larda bol bol Guiness ve limonlu Jameson tüketin, Bewleys’in tatlıları ve kahveleri için mutlaka yer bırakın. Eğer Trinity College yakınlarındaysanız uygun fiyata lezzetli burgerler ve paniniler yapan Doyle’s Pub’a gidin. İ r l a n d a’n ı n e n i y i ç i ko l a t a c ı s ı Butlers’dan mutlaka çikolata alın. Carolls’da satılan Dublin plakaları, viskili fudge, Leprechaun şekilli şekerler, İrlanda kahvaltı çayı benim en favori hediyelerim arasında. Ayrıca mutlaka Jameson’dan viski, Guiness’den bira alın. İrlanda’nın özel yünlerinden yapılan kazaklar da güzel bir hediye olabilir. Trinity College’dan dönerken kütüphanenin mağazasından uygun fiyata kitaplar bulabilirsiniz. National Gallery’nin mağazasında da çok kaliteli ve ortalama fiyatlara kitap alışverişi yapabilirsiniz. Eğer dört - beş kişiyle seyahat ediyorsanız taksi kullanmak otobüs kullanmaktan daha mantıklı. Temple Bar’ın en eğlenceli ve arkadaş canlısı mekanı Oliver St. John Gogarty. İrlanda müziği dinlemek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ediyorum. Ve mutlaka bir gecenizi aynı mekana tıkılı kalmamak adına “pub crawl”a ayırmalısınız.


34

MAVİ YAZDAN SARI SONBAHARA Kırk beş derece sıcağıyla tatil beldelerini oraların insanına bırakarak koca yaz ayına noktayı koyduk. Bu yaz neler yapmadık ki? Bol bol yüzdük. Yepyeni koylar keşfettik, sanki oraya giden ilk kişi bizmişiz gibi mutlu olduk. Kitaplarımızı kuma düşürdük, kulaklığımızı güneş kremine buladık, telefonumuzun ekranına tuzlu ellerimizle dokunduk ve şimdi, sonbaharın sarı yaprağına alışmamız biraz sancılı olacak gibi. Yazın kumdaki ayağının fotoğrafını çekmeyen, sosyal ağlarda paylaşmayan, altına da “Güneş damlar içime...” yazmayan kaç kişiyiz? Mert Ofluoğlu

Ben tam bir “yaz delisi”yim! Herkes sıcaklardan kaçarken, ben “Havalar ısınsa da neşemizi bulsak!” diye ortalarda geziniyorum. Güneş, deniz ve kum için kelimenin tam anlamıyla heyecanlanan, sıcak havalarda neşelenip bulutlu günleri yaz mevsiminin hayalini kurarak geçiren, yazın bile sıcak suyla duş alan; Marmaris, bisiklet ve palmiye gibi şeylerin düşüncesine bile sevinç çığlıkları atabilen biriyim. Ama zamanı durduramıyoruz. Yaz tüm güzel anlarıyla bitip geriye dönüp bakılacak anılara dönüştü ve yeni mevsim çoktan geldi. Zaten benim gibi bir “yazcı”ya bile sonbahar dergilerini kucaklayıp buz kesmiş ayakları kalorifer peteklerine sokma, kestaneci amcanın önünden geçerken o müthiş kokuyla kendinden geçme, battaniyenin altına girip orada


35

kalma, kafaya düşen sarı yaprakla tebessüm etme gibi “sonbahar arzuları” gelmişse bilin ki sonbahar gerçekten de gelmiştir. Yapacak bir şey yok: “Akdeniz akşamları bir başka oluyor”lar sona ersin, “Karlar düşer, düşer düşer ağlarım”lar başlasın! Evet, yaz bittiğine göre konumuz sonbahar. Tamam da yaza daha şimdiden hasret kalmış, gelecek yazı iple çekmeye başlamış, hatta Marmaris’e “kış uykusuna yatmadan önce” ilk fırsatta yeniden gidebilmek için bilet bakmaya koyulmuş biri olarak sonbaharın nesini anlatacağım? Eğer yaz olsaydı o kadar çok şeyden bahsederdim ki… Sonbaharın kasvetli havasından, nezleli insanların yanında hemen sulanan gözlerden, kaldırımda yürürken yoldan geçen arabanın üstümüze sıçrattığı çamurlu sudan veya “gece gibi bir

gün”e uyanmaktan hiç mi hiç bahsetmek istemiyorum. Bu biraz da bizim hatamız aslında. Sonbahara “hüzün mevsimi” sıfatını taktığımızdan beri uğraşıyoruz bu sorunla. Hep ayrılık şiirlerinden mi bahsedeceğiz sanki? Hazır aşk da yokken değerini bilmek, sonbahara “siyah ayrılık” gözlükleriyle değil de “pembe aşk” gözlükleriyle bakmak, bu mevsimin güzelliklerinin tadını çıkarmak lazım. Mesela tatilciler için şehre dönüştür sonbahar, sonra da sorumluluklara. Zaten şehirde kalmış olanlar içinse okula, işe alışmak daha kolaydır. S o k a k l a r te k r a r k a l a b a l ı k l a ş ı r. Sosyalleşmek için bundan iyisi yoktur. Yeni açılan kafelere gidersin, şirin bir kahvaltı yaparsın. Ara sokaklardaki küçük kitapçıları keşfedersin. Bu nostaljiye de ihtiyacım varmış, diye


36

düşünürken o gittiğin küçücük kitapçının yaşlı sahibinin elinden bile akıllı telefonun düşmediğini görüp şaşırırsın. Bizimki ihtiyaç da onunki değil mi? Başka bir pencereden baktığınızda ise gerçekten de yalnızlıktır sonbahar. Göz göre göre yalnızlaşma. Her gün “kalk-işe git-eve gel-yat” şeklinde bir sonraki yaza/molaya dek tekrarlayacağımız bir rutindir. Sokaklarda her bir metrekareye on akıllı telefon düşme mevsimidir. Sonbaharın en sevdiğim tarafı da “yeni sezon”un başlayacak olmasıdır. Hem sezon finali vermiş olan bizler için, hem de sektör için. Malumunuz Eylül ayı, başlangıçlar ayı. Televizyon ekranlarında bir sürü dizi ve program başlar, sinemalar yeniden canlanır, tiyatrolar perde açar… Edebiyat dünyası ve müzik piyasası da hız kesmeyip hareketliliğini sürdürür. Hele şimdi bir de Bienal var, o gidebilen için bambaşka bir şans.

Kısacası “kültür ve sanat etkinliklerine aç” biri için pek çok güzel şey olur. “Demedi demeyin” diye bir not düşeyim hemen: “Perşembe dizim” diyerek sahiplendiğiniz ve uğruna dost meclislerini ektiğiniz diziniz bir bakmışsınız hop diye pazartesi gününe, olmadı salıya, oradan pazara alınabilir. Bu arada saati de değişebilir. Bu nedenle siz siz olun dizi gününe ve saatine kesinlikle bağlanmayın, değişkenliği kontrolsüz estetik operasyon geçirmiş bir surat gibi incecik bir gülümsemeyle karşılayın. Kafanızdan istediğiniz düşünce geçebilir tabii! Evet, ilk yazımda lafı fazla uzatıp da sizleri sıkmayayım. Daha “üniversite”ye başlamadan “Üniverzete”ye başlamış olmaktan çok mutlu olduğumu ekleyeyim. Bundan sonra daha sık görüşmek üzere, hepinize kendi hayat hikayenizin başrolünde mutlu bir sezon geçirmenizi diliyorum!


zete

/26

e t e z r ive

ün

Fotoğraf: Demet Açıkgöz


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.