1-10 Aralık 2011

Page 1

kapak_Layout 2 11/30/11 12:46 PM Page 1

Filipinler ve 1 Mayıs Hareketi Üzerine

LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı’nın konuğu olarak ülkemize gelen 1 Mayıs Hareketi’nin Uluslararası İlişkiler Başkan Yardımcısı Tess Dioquino ile Filipinler ve mücadele deneyimleri üzerine konuştuk. 8 14-15

Çözüm; zoru zorla yıkmakta

Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü'nde alanlara çıkan kadınlar, “Ne vicdan ne yasa çözüm zoru zorla yıkmakta" dedi. 8 10-11

Halkın Günlüğü Faşizm 1-10 ARALIK 2011 Yıl: 1 Sayı: 23 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Faşist devlet kendisine muhalif olan herkese pervasızca saldırıyor. Yapılan saldırılarda ise kendi hukukunu dahi çiğniyor. “KCK operasyonu” adı altında Kürt ulusuna yönelik yapılan saldırılarda son olarak avukatlar da tutuklandı. Tutuklamalar protesto edilerek “bu resim faşizmin resmidir” denildi

Emperyalist proje ve Suriye’de son perde fDÜNYA 18-19 Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak için harekete geçen ABD ve AB emperyalistleri saldırı planlarını tüm hızıyla devam ettiriyor. Hedef alınan Suriye ve İran’a karşı yapılan hamlelere İran ve Rusya’dan cevap geldi; “Herhangi bir tehdit oluştuğunda ilk olarak Türkiye’de kurulu olan füze kalkanlarını hedef alacağız.” Ayrıca Rusya, Suriye’ye karşı herhangi bir saldırı olabileceği düşüncesiyle savaş gemilerini Akdeniz açıklarına konuşlandırmak için yola çıkardı.

Kocaeli’de tutuklama

Devletin finans kıskacı

8

06-07

Devlet faşizmi kol geziyor. Devrimci-demokratik kurumlara yönelik saldırılar tüm hızıyla devam ediyor. Kocaeli’de yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan 21 kişiden 12’si tutuklandı. “Yasadışı örgütlerin yürüyüş ve mitinglerine katılıp ‘terör’ örgütü propagandası yaptıkları” gerekçesiyle verilen tutuklama kararına tepki gösteren devrimci-demokratik kurumlar, yolu trafiğe kapatarak eylem yaptı

Ticarileştirmeye karşı sağlıkçılar g(ö)revde

8

08-09

Nepal’de çizgi mücadelesinde saflar netleşiyor

8

20-21


2-3_Layout 2 11/30/11 1:03 PM Page 1

02 güncel haber Kocaeli'de 12 kişi tutuklandı Hakim sınıfların devrimci-demokrat ve ilerici kurumlara yönelik saldırıları devam ediyor. Demokratik ve meşru eylemlere katılmak, devrimci önderleri anmak tutuklama gerekçesi oldu Kocaeli'de yapılan operasyonlarda gözaltına alınan 21 kişiden 12'si tutuklandı. Siyasi polis tarafından 22 Kasım'da Kocaeli'de devrimci-demokratik kurumlara yönelik yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan, YÇKM çalışanı Özgür Katırcıoğlu, DHF üyesi Musa Baş ve Cihan Yolcu'nun da aralarında bulunduğu 12 kişi çıkarıldıkları mahkemece tutuklandı. 22 Kasım'da İzmit, Körfez, Başiskele ve Derince ilçelerindeki yapılan eş zamanlı operasyonlarda

"yasadışı örgütlerin yürüyüş ve mitinglerine katılıp ‘terör’ örgütü propagandası yaptıkları" gerekçe gösterilerek 21 kişi gözaltına alınmıştı. 25 Kasım'da savcılığa çıkarılan 21 kişiden 9’u, savcılık sorgusunun ardından serbest bırakılırken 12 kişi tutuklama talebiyle sevk edildikleri mahkemece tutuklanarak hapishaneye gönderildi. ESP, Odak, DHF, BDSP ve Öğrenci Kolektifleri üyesi 12 kişi ''terör örgütüne üye olmak'', ''terör örgütünün propagandasını yapmak" ve ''suçu ve suçluyu övmek'' iddiasıyla tutuklanarak Kandıra F Tipi Hapishanesi'ne götürüldü. Mahkemenin verdiği kararı protesto etmek için devrimci-demokratik kurumlar ve aileler "Baskılar bizi yıldıramaz" sloganlarıyla yolu trafiğe kapatıp polis araçlarının geçmesine izin vermedi.

‘Stuttgart’dan Van’a Uzanan El’ Van’da yaşanan deprem sonrası halka devrimci-demokrat kurumların yardımlaşma ve dayanışma çalışmları devam ediyor. Yurt dışında yapılan etkinliğin gelirleri Van halkına aktarılıyor Van'da yaşanan depremin ardından devrimci-demokratik kurumlar Almanya'nın Stuttgart kentinde Van halkıyla dayanışma etkinliği düzenledi. 20 Kasım'da "Stuttgart’dan Van’a Uzanan El" adıyla düzenlenen etkinliğin gelirleri Van’a gönderilecek. Gecede bir çok müzik grubunun ve sanatçı ezgilerini-türkülürini seslendirdi, ardından tiyatro ve sinevizyon gösterimi yapıldı.

Etkinlikte yapılan konuşmalarda, Van’da yaşanan afetin, bir kez daha faşist AKP hükümetinin gerçek yüzünü ortaya koyduğu, tüm baskı ve engellemelere karşı Van’la dayanışmayı yükseltmenin anlam ve önemine vurgu yapıldı. Etkinlikte Türkiye-Kuzey Kürdistan'da yaşanan doğal afetlere karşı, devletin ezilen Kürt ulusuna ve azınlıklara, işçi sınıfının haklarına yönelik uyguladığı inkarcı, imhacı ve sömürgeci uygulamalarına karşı birlikte mücadele yürütmenin umut verici olduğu belirtildi. Stuttgart Dersim İnisiyatifi, Mezopotamya Kültür Derneği, Böblingen Dersim Kültür Cemaati, Almanya Demokratik Haklar Federasyonu, Ludwigsburg Dersimspor, Mir Müzik tarafından organize edilen etkinliğe ATİF, DİDİF, AGİF, Stuttgart Kurmeşliler Derneği, Stuttgart Barış Meclisi destek verdi.

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Avukatlara KCK Kabul ederek yok etmek istediği Kürt ulusuna yönelik imha, asimilasyon, yok sayma politikaları gözaltı ve tutuklamalarla devam ediyor! Avukatlar Kocaeli 1 Nolu T Tipi Hapishanesi’ne konuldu!

Özel Görevli Mahkeme kararıyla 22 Kasım Salı günü 16 ilde yapılan eş zamanlı olarak avukatların evlerine, hukuk bürolarına ve Gündem Gazetesi’ne yapılan baskınlarla 100’ü aşkın kişi gözaltına alındı. “KCK operasyonları” adıyla sürdürülen tutuklama furyasında son olarak başta PKK lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları ve Maoist Komünist Partisi (MKP) dava tutsağı Hakkı Alpan’ın avukatı olmak üzere onlarca avukat gözaltına alındı. İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi (ACM)’ne 25-26 Kasım Cuma-Cumartesi günlerinde sevk edilen 41’i avukat 43 kişiden 8’i avukat 9 kişi serbest bırakıldı. Gazeteci Cengiz Kapmaz ve 33 avukat “örgüt üyeliği” ve “örgüt kurmak” suçlamasıyla tutuklandı. Avukatların mahkemeyi boykot etmesiyle, avukatsız süren mahkemede, Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Zeynep Arat ile avukatlar Nezahat Paşa Bayraktar, Mahmut Alınak, Ayşe Batumlu, Fırat Aydınkaya, Mehmet Ayata, Nevzat Anuk, Yalçın Sarıtaş suç vasfının değişme ihtimali nedeniyle, Ümit Sisligün ise delil yetersizliği nedeniyle serbest bırakıldı. Mahkeme avukatlar Asya Ülker, Aydın Oruç, Bedri Kuran, Cemal Demir, Cemo Tüysüz, Davut Uzunköprü, Doğan Erbaş, Fuat Çoşacak, Hüseyin Çalışçı, Mehmet Bayraktar, Mehmet Deniz Büyük, Mehmet Nuri Deniz, Mehmet Sani Kızılkaya, Mensur Işık, Mizgin Irgat, Muharrem Şahin, Mehdi Öztüzün, Mustafa Eraslan, Osman Çelik, Sebahattin Kaya, Serkan Akbaş, Servet Demir, Şakir Demir, Şaize Önder, Veysel Vesek, Yaşar Kaya'nın "Örgüt üyesi" olduğu iddiasıyla tutuklanmasına karar verdi. Gazeteci Cengiz Kapmaz ile avukatlar Cengiz Çiçek, Faik Özgür Erol, Hatice Korkut, İbrahim Bilmez, Ömer Güneş ve daha önce aldığı bir cezadan dolayı avukatlık ruhsatı elinden alınan Asrın Hukuk Bürosu çalışanlarından Emran Emekçi ise "Örgüt yönetmek" iddiası ile tutuklandı. Kadın avukatlar Bakırköy Kadın ve Çocuk Hapishanesi’ne gönderilirken, Metris Hapishanesi’ne götürülen 29 tutuklu diğer avukatların ise 29 Kasım tarihi itibariyle yeni açılan Kocaeli 1 Nolu T Tipi Hapishanesi’ne sevk edildiği bildirildi.

Tutuklamalar protesto ediliyor Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Hukuk Komisyonu yaptığı açıklamada, ‘KCK’ adı altında 14 Nisan 2009 tarihinde başlatılan operasyonlarda son 7 ayda 4 bin 547

kişinin gözaltına alındığını ve bunlardan bin 838 kişinin tutuklandığını, son tutuklanan avukatların bu toplamda yer almadığını belirtti. BDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş, AKP Hükümeti’nin 9 yılda hapishanelerde bulunan 40 bin insan sayısını 130 binlere çıkararak insan hakları konusunda ihlallerdeki rekorunu açıkladı. Diğer yandan kadına yönelik şiddetin görülmemiş bo-

Cenazeler Kazan Vadisi'nde katledilen gerilla cenazeleri bir ayı aşkın süredir morgda bekletiliyor Hakkari'nin Çukurca İlçesi Kazan Vadisi'nde 22-24 Ekim tarihleri arasında yaşanan çatışmada, kimyasal silahlarla katledilen 15 HPG gerillasının cenazesi hala Malatya Belediyesi Şehir Mezarlığı Morgu'nda bekletiliyor. Büyük çoğunluğu yanan, tanınmayacak hale gelen cenazelerin kafa bölgeleri ezilmiş ve ağır işken-


2-3_Layout 2 11/30/11 1:03 PM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

güncel 03

tutuklaması

Kozağaçlı; soruşturma dosyalarında hiçbir delil ve dayanağın bulunmadığını, içi boş, hukuksuz iş görüldüğünü ve tamamen siyasal bir saldırı olduğunu belirtti. Ayrıca, savunma mesleğinin ve muhalefetin avukatsız bırakılması girişimleriyle meslektaşlarının saldırının nesnesine dönüştürme girişimi olduğunu da belirtti. Kozağaçlı "Devletin on yıldır kontrol altında olan, izlediği 12 yıllık görüşmeler, avukat ve Abdullah Öcalan’ın görüşmeleri örgüt işiymiş gibi yayınlanıyor. 10 yıldır devletin kontrolünde olan bilgilerin, avukatlar üzerinden hesabı kesilmeye çalışılıyor. Avukatlar bu hesabın öznesi değildir" diyerek meslektaşlarını destekleyip yanlarında olacaklarını belirtti. Avukat operasyonunda ev ve büro aramalarında özellikle Kuzey Kürdistan illerinde CMK 130 ve 1136 Sayılı Yasa’nın 58. maddesi hükmü ihlal edilerek, anılan yasa gereği ne bir baro başkanı ne de görevlendirilecek temsilci aramalarda hazır bulundurulmamıştır. Oysa CMK’yı çıkarmak için 2000’li yıllarda “Hayata Dönüş”le hukuku düzeltmek için yaptıkları yasaları yine kendileri çiğnemektedirler. Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden Ağır Ceza Mahkemeleri’ne evrilen ve bugün “ileri demokrasi” oyununda ise Özel Görevli Mahkemeler eliyle yapılan bu hukuksuzluklar sistemin yapısal ve kendisine içkin bir saldırısıdır, ayrı ele alınamaz, bütünlüklü saldırının bir parçasıdır ve saldırının dozunu göstermesi bakımından bir önem arz etmektedir. Bir önceki operasyonda Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı için tutuklandılar. Gelen destek ve toplumsal karşı çıkışa rağmen, tutuklandılar. Devletin Kürt ulusuna yönelik saldırılarının medya ayağı da en işler şekilde görevini yerine getirmeye devam ediyor. Gözaltına alınanların kendilerinin dahi haberlerinin olmadığı ‘gerekçelerin’ ve kimlik bilgilerinin polis fezlekeleri eşliğinde gazetelerde yer alması bu durumun en canlı örneklerindendir.

‘Kendimi ihbar ediyorum’

yutlara ulaşması, 70’i aşkın gazeteci ve yazar, 500 öğrenci, 18’i belediye başkanı, 8’i milletvekili olmak üzere yüzlerce seçilmiş, 21’i öğretmen, 40’a yakın sendikacı, onlarca insan hakları savunucusu bugün hapishanelerde tutularak, devlet tarafından Kürt ulusu sindirilmeye ve bastırılmaya çalışılıyor. Mahkeme günü bir açıklama yapan Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) Genel Başkanı Selçuk

BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş yaptığı açıklamada Başbakan’a seslenerek ‘sen asıl Oslo’daki kayıtları açıkla’ diye tepki verdi. Ardından yapılan bir çok açıklamada avukatların devletin bilgisi dahilinde 10 yıldır İmralı’ya gidip geldiği ve bütün görüşmelerin kayıt altına alındığı, değişen durumun ne olduğu soruldu. Avukatların daha önce yaptığı illegal bir şey ise neden devlet müdahale etmedi, izin verdiği bir işi yapan avukatları şimdi neden tutukluyor şeklinde açıklamalar yapıldı. Avukatlara yönelik operasyondan sonra BDP’nin “KCK operasyonları”nı protesto amaçlı başlattığı “Kendimi ihbar ediyorum. Ben de bu suçu işledim, işliyorum” kampanyası kapsamında birçok ilde hazırlanan ‘ihbar dilekçeleri’ savcılıklara verildi.

morgda bekletiliyor celer yapılmış durumda. Ailelere cenazeleri vermemek için süreci ağır işleten devlet, DNA testi sonuçlarının gelmemesini bahane ederek cenazeleri gizlice gömmeye çalışıyor. Türk ordusu tarafından yapılan operasyonda 36 HPG gerillası katledilmişti. Yapılan katliamda kullanılan kimyasal silahlara dair bulguları araştırmak için Avrupa'dan gelen heyet, Kazan Vadisi'nde 1,5 kilometrelik bir alanda yoğun bir saldırının yapıldığını belirtiyor. Heyet adına yapılan açıklamada "Halen alanda bulunan bomba parçalarının büyüklüğüne bakıldığında ve bu bölgede bulunan

ağaçların yanmış ve parçalanmış manzarası bombanın ne denli şiddetli ve büyük ölçekli olduğunu gösteriyor. Alanda bulunan bomba parçalarını incelediğimizde, kullanılan bombaların MK-82 ve MK-84 olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz ve bu bombaların ağırlığı ise 250 ile 950 kilogram olup etki alanı çok yüksekti" ifadeleri yer aldı. Heyet ayrıca 1999 yılında Türk devletin kimyasal silah kullandığı ve kullanılan silahların kimyasal nitelikte olduğunun belgelendiğini belirtti. Heyet vadiden aldıkları numuneleri ve gözlemlerini rapor haline getireceğini ifade ederek bölgeden ayrıldı..

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

KATLİAMIN MİMARI DEVLETTİR ersim Katliamı iki haftadır yoğun bir şekilde tartışılıyor. 73 yıl önce yaşanmış bir olayın böylesi yakıcı bir şekilde tartışılmasında belli başlı parametreler vardır. Her şeyden önce TC Faşizmi 88 yıllık tarihinde yaptığı onlarca katliamın hesabını vermemiştir. Faşist-katliamcı özü olduğu gibi devam etmektedir. Her ne kadar emperyalizmin değişen ihtiyaçlarına yönelik faşist özü gizlemeye dair bazı makyajlar yapılsa da her pratik olayda gerçek nitelik net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet olarak lanse edilen faşist Kemalist diktatörlük kurulduğu andan itibaren (öncesiyle ittihat ve terakki patentli katliamları da eklemek lazım) Türk-İslam sentezini hâkim hale getirmeye çalışarak farklı bütün ulus-milliyet-inanç kesimlerini asimile edip, bu yolla uslanmayanlara ise amansız bir katliam armağan etmiştir. Sadece Dersim katliamı değil, Ermeni Soykırımı, Zilan, Amed, Koçgiri, 6-7 Eylül, 60, 71, 80 darbeleri, Maraş, Çorum, Malatya Sivas, Gazi, 19-22 Aralık hapishaneler katliamı… onlarca katliamda imzası olan TC’nin bu gerçek faşist yüzüyle hesaplaşması imkânsızdır. İmkansızdır, çünkü faşist iktidarı koruyup devam ettirmek için halka karşı sömürüyü, baskı ve şiddeti bir an dahi olsun uygulamadan kaldıramaz.

D

CHP Tunceli Milletveki Hüseyin Aygün tarafından söylenen sözler sonrası tekrardan alevlenen ve TC Başbakanı R.T. Erdoğan tarafından tam bir siyasi şova dönüştürülen Dersim Katliamı tartışmalarına birkaç noktadan itiraz etmek lazım. Birincisi; geçmişe dönük tartışmalardaki niteliğe ve samimiyete bakarken bugünü baz almak lazım. Yani dün yaşanan bir katliamı ‘lanetlerken’, onunla ‘hesaplaşırken’ bugün nerede durduğumuz, benzer olaylara karşı yaklaşımımız temel belirleyenlerdendir. Daha da somutlarsak ülkemizde geçmişte yaşanan katliamlara-darbelere ilişkin oldukça keskin bir ‘demokrat’ tavrı sergileyen AKP, aynı zulmün günümüzdeki baş mimarıdır. Filistin’de, Mısır’da, Suriye’de, Libya’da yaşanan gelişmeler ekseninde bölge halklarına özgürlük-mücadele çağrısı yapan Erdoğan ve temsil ettiği faşist iktidar, söz konusu Kürt halkının en demokratik hakları için mücadelesine gelince ortaya koydukları tavır iyi analiz edilmelidir. Dün binlerce insanın fare zehirleriyle öldürülüp, istiklal mahkemlerinde ‘yargılanarak’ idam edilmeleri ile bugün gerillaya yönelik kimyasal silahlarla yapılan katliamlar, binlerce Kürt siyasetçisinin pervasızca tutuklanıp hapishanelere konması arasındaki fark nedir? İkincisi; tartışmayı ‘Mustafa Kemal’in haberi varmıydı yokmuydu’ ekseninde yürütmek oldukça anlamsızdır. Dersimde yaşanan katliam planlı-programlı bir devlet katliamıdır. Bütün belgeleriyle de ispatlanmıştır ki Mustafa Kemal bu katliamın baş mimarıdır. Dönemin faşist devlet erki Dersim’i iktidarlarına yönelik bir tehdit unsuru olarak gördükleri için ilk fırsatta tam bir zorbalığa imza atarak on binlerce kişinin katledilmesine imza atmışlardır. CHP’nin meseleye yıllık hesaplar üzerinden yaklaşarak işin içinden çıkmaya çalışması tam bir aymazlıktır. ‘Devlette süreklilik esastır’ söylemine uygun bir tarzda hümetler değişmiş olsa da bu katliamın mimarının bütün klikleriyle TC devleti olduğunu hafızalara kazımak lazım. O dönemde CHP’nin hem hükümet hem iktidar olduğu gerçekliğini akıllarda tutarak Dersim katliamının hesabının sorulmasında hedefe CHP’yi koymak gerekiyor. Fakat bu durumu analiz ederken devlet gerçekliğini atlayan, bugün hükümet eden AKP ile bağını kurmayan her anlayış öz itibariyle burjuva-feodal gericiliğin kanalına su taşır. Bir kez daha altını çizmemiz gerekirse Dersim ve diğer bütün katliamların yegane sorumlusu TC devletidir. Geçmişle hesaplaşma adı altında bazı tetikçilerini göstermelik şekilde yargılayan ya da kurt misali kuzu postuna bürünerek sahte gözyaşı dökenlere karşı devrimci bilinçle donanıp, tarihi materyalist bir şekilde okuyarak bugüne ışık tutmasını sağlamalı ve devrimci mücadeleye hizmet ekseninde ele almalıyız. Dünün kaba-zorba katliamcı şefleri ve siyasi sınıflarıyla bugünün ‘modern’ katliamcı-faşist temsilcileri aynı gerici özden beslenip, burjuva-feodal sınıfların hizmetkarlarıdırlar. Kısaca vurgusunu yaptığımız tüm bu gerçeklikler atlanarak yapılan hiçbir tartışma gerçeğe hizmet edemez. İnsanlık tarihi boyunca yaşanan bütün katliamların mimarı ezen-sömüren zorba güçlerdir ve bu durum bugün de Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da bütün yakıcılığıyla devam ediyor. Bu gerçekliği görerek başta Dersim halkı olmak üzere ülkemiz ezilen-emekçileri Maoist parti saflarında kenetlenerek devrimci iktidar yürüyüşüne omuz vermelidirler.


4-5_Layout 2 11/30/11 12:32 PM Page 1

04 güncel

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

BDP’ye dayanışma ‘KCK operasyonları’ adı altında Kürt halkının her türlü siyaset kanalını kapatarak pervasızca susturmaya çalışanlara karşı BDP’li milletvekillerini ziyaret eden heyet, ardından BDP grup toplantısına katılarak destek mesajları verdi. Demirtaş: “milyonlarca KCK’lı yarattılar” BDP gurup toplantısında konuşan Eş Başkan Selahattin Demirtaş, “Dersim katliamını yapanlarla KCK operasyonunu yürütenler aynı zihniyetin ürünüdür” diyerek sözlerine “AKP ve CHP aynı düşüncenin ürünüdür” şeklinde devam etti. Bugüne kadar ülkeyi yönetenlerin bir bütün olarak katliamın sorumlusu olduğunu belirten Demirtaş, Türkiye’nin geçmişiyle yüzleşerek bir arada yaşamı güçlendirebileceğini ifade etti. “KCK operasyonları’nı 90’larda ülkeyi yönetenlerden ve faili meçhullerden sorumlu olanlardan çok daha akılsızca” bir tutum olarak değerlendiren Demirtaş, gözaltına alınanların yüzde 99’unun BDP’li olduğunu da hatırlattı. Operasyonlarla ‘milyonlarca KCK’lı yarattılar’ ifadelerini kullanan Demirtaş, “Artık Kürt illerinde milyonlarca KCK’lı var. Bize yapılan bu baskılar karşısında bir an olsun geri adım atmayacağız. Direne direne kazanacağız. Türkiye’nin gerçek demokratları, muhalefeti ve solcuları burada. Bu desteğe çok teşekkür ediyoruz” diyerek dayanışma ziyaretini düzenleyen heyete seslenen Demirtaş, dayanışma ziyaretinden onur duyduklarını ifade ederek teşekkür etti.

Toplantının ardından TBMM Dikmen Kapısında basın açıklaması yapan heyete BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de katılırken, ortak açıklamayı yapan EHP Genel Başkanı Sibel Uzun, saldırıların tüm toplumsal muhalefete yönelik olduğunu söyledi. Operasyonları “AKP Hükümeti eliyle gerçekleştiren siyasi operasyonlar” olarak tanımlayan Uzun, BDP’li seçilmişleri, yöneticileri, aydınları ve hukukçuları da kapsayan gözaltı saldırılarının hız kesmeden sürdüğünü hatırlattı.

Başkanı), Şiar Rişvanoğlu (DİP Genel Başkan Yardımcısı ), Rıdvan Turan (SDP Genel Başkanı), Figen Yüksekdağ (ESP

Genel Başkanı), Sibel Uzun (EHP Genel Başkanı), Selma Gürkan (EMEP Genel Başkanı), Sadi Ozansu (İKP Genel Baş-

Birlikte mücadeleye çağırıyoruz Operasyonları siyasi soykırım olarak değerlendiren Uzun, şöyle konuştu: Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti bu soykırımı durdurmak şöyle dursun operasyonların genişleyerek süreceğini ilan etmiş durumda. Türkiye’de yaşayan her dilden halkların ve her inançtan yurttaşlarımızın eşit ve özgür olduğu, baskı ve ayrımcılığın son bulduğu, emeğin hakkını aldığı bir ülke mücadelesinde tüm halklarımızı, tüm işçi ve emekçileri, aydınları, kadınları ve gençleri bu saldırıları püskürtmek üzere birlikte tutum almaya ve birlikte mücadeleye çağırıyoruz.” Ziyaretçi heyette, İbrahim Bay (DHF Temsilcisi), Zeynel Sabaz (Kaldıraç), Selma Gürkan (EMEP Genel Başkanı), Samut Karabulut (Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı), Alper Taş (ÖDP Genel Başkanı), Cevat Özdemir (ÖDP Ankara İl

MEB’in ‘Çalıkuşu’ Eğitim emekçileri 24 Kasım’da “eşit işe eşit ücret” aldatmacasını protesto etmek için Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) önüne siyah çelenk bırakarak, basın açıklaması yaptı

mu Dönem Sözcüsü Dengiz Sönmez, kamunun tasfiyesi ve kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına yönelik, özellikle son dokuz yıldır hızlı bir şekilde devam eden dönüştürme sürecinin eğitim alanına, eğitim emekçilerine yönelik somut uygulamalarına her gün bir yenisinin eklendiğini ifade etti.

KESK Ankara Şubeler Platformu üyeleri, ‘24 Kasım Öğretmenler Günü’ sebebiyle eğitim emekçilerinin sorunlarına dikkat çekmek ve "Eşit işe eşit ücret" uygulamasını protesto etmek amacıyla YKM önünden MEB'e yürüyüş düzenledi. “Eşit işe eşit ücret aldatmacasına hayır” yazılı pankart açılan eyleme çok sayıda eğitim emekçisi, KESK ve Eğitim-Sen genel başkanları da katıldı. Yapılan yürüyüşün ardından MEB önünde kitle adına açıklama yapan KESK Ankara Şubeler Platfor-

AKP’nin işlevini sadece eğitim emekçilerinin haklarını daraltarak, ücret farkındaki uçurumu derinleştirerek bitirmediğini; bunun yanında baskıcı, gerici, anti demokratik uygulamalarını sürdürdüğünü belirtti. AKP’nin eğitim emekçilerine yönelik saldırılarını; esnek ve güvencesiz çalışmanın biçimlerine ilişkin “performans değerlendirme” uygulaması, “eşit işe eşit ücret” süsü verilerek yayımlanan 666 sayılı KHK ile kamu üst düzey yöneticileri ve çalışanlar arasındaki ekonomik


4-5_Layout 2 11/30/11 12:33 PM Page 2

güncel 05 KESK’lilere hapis

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

ziyareti kanı) Mustafa Kahya (Sosyalist Parti Genel Başkan Yardımcısı), Halit Elçi (TÖ-PG Sözcüsü ), Mustafa Bayram Mısır (Sosyalist Gelecek Temsilcisi) yer aldı.

Devrimci-demokratik kurumlar, ‘KCK Operasyonu’ adı altında Kürt halkının seçilmişlerine, bilim insanları ve avukatlara yönelik tutuklama saldırılarına karşı TBMM’de BDP grup toplantısına katılarak dayanışma mesajlarını iletti

beklentisi uçurumun derinleştirilmesi, eğitimde “küresel rekabete” uygun ve “piyasa ile uyumlu” bir teşkilat yapısı oluşturulması oluşturulğunu ifade etti.

Baskıcı uygulamalar sürüyor Orwell’ın 1984 romanındaki büyük gözaltı düzeninin bugün AKP eliyle gerçekleştirildiğine değinen Sönmez, MEB ve kamuoyuna seslenerek eğitim emekçilerinin, 24 Kasım gününde, hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasına karşı yılmadan direneceklerini, baskılara, sindirmeye, tehditlere boyun eğmeyeceklerini vurguladı, Çalışma yaşamıyla ilgili her türlü düzenlemeyi, özlük, sosyal, siyasal, ekonomik haklarının korunması ve geliştirilmesini sendikaları aracılığıyla eşit bir taraf olarak masa başına oturarak belirleyeceklerini, demokratik bir çalışma hayatı mücadelesini sürdürmeye devam edeceklerini, belirterek Sönmez konuşmasını son-

landırdı. Eğitim Sen Genel Merkezi adına konuşan Genel Sekreter Mehmet Bozgeyik ise yaptığı konuşmada, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in öğretmenlerin ‘Çalıkuşu’ fedakarlığını göstermesi beklentisini eleştirerek, 2 yıl önce Eskişehir’de “kaybolan” Eğitim Sen üyesi Mehmet Ali Ökmez’in ve bir buçuk yıl önce Muğla'da kaybedilen Casim Uzuneminağaoğlu'nun hala bulunmadığını, Urfa’dan sürülen 12 öğretmenin başlattığı açlık grevinin görmezden gelindiğini, Van’da yaşamını yitiren 75 öğretmenin hesabının verilmediğini söyledi. Bozgeyik, Bakan Dinçer'in ‘Çalıkuşu’ olmasını istediği öğretmenlerin 45’inin Van’da Eylül ayında aday öğretmen olarak göreve başladığını ve denetim ihmali sonucu olarak depremde yaşamını yitirdiğini unutturmaya çalıştığını söyledi. Eylem yapılan açıklamaların ardından MEB önüne siyah çelenk bırakılarak sonlandırıldı.

KESK Genel Başkanı Lami Özgen'in de aralarında olduğu KESK üye ve yöneticisi 25 kişiye "örgüt üyesi olduğu" iddiasıyla 6 yıl 3'er ay hapis cezası verildi

lunuyor. Mahkeme heyeti başkanının, 31 KESK'linin beraatını istediği öğrenilirken, ancak mahkeme heyetinin oy çokluğu nedeniyle 25 kişiye ceza verdiği açıklandı. KESK'lileri savunan avukat Mehmet Yıldız, karara itiraz edeceklerini ifade etti.

İzmir'de “KCK Soruşturması” adı altında 2009 yılında yargılanmaya başlanan 31 KESK üye ve yöneticisi 25 kişiye toplam, 156 yıl hapis cezası verildi. İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, duruşmada kararını açıklarken KESK eski Genel Sekreteri Abdurrahman Daşdemir ile Selçuk Haspolat, Faysal Ceylan, Murat Meriç, Kemal Karakoyun ve Yüksel Mutlu'nun beraatini açıklarken, 25 kişiye ise 6 yıl 3'ar ay hapis cezası verdi.

İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı'nın talimatıyla 28 Mayıs 2009 tarihinde KESK'e yönelik başlatılan operasyonda İzmir'de 28, Ankara'da 3, İstanbul, Manisa ve Van'da 1'er kişi olmak üzere çoğu öğretmenlerden oluşan 34 kişi gözaltına alınmıştı. Gözaltına alınanlar arasında o dönemde KESK'in kadın sekreterliği görevini yürüten Songül Morsümbül, KESK eski Genel Sekreteri Abdurrahman Daşdemir ve KESK'in Genel Başkanı Lami Özgen de bulunuyordu.

Hapis cezası verilenler arasında KESK Genel Başkanı Lami Özgen, Eğitim-Sen Kadın Sekreteri Sakine Esen Yılmaz, KESK eski Kadın Sekreteri Songül Morsümbül ve Eğitim-Sen eski Kadın Sekreterleri Elif Akgül Ateş ve Gülçin İsbert de bu-

İzmir'de gözaltına alınan 28 KESK üyesinden 22'si tutuklanırken, "KCK yapılanması içinde faaliyet yürüttükleri" iddiasıyla açılan davanın 18-19 Kasım 2009 tarihindeki ilk duruşmasında, 22 kişi tahliye edilmişti.

2009 yılında gözaltılar yaşanmıştı

Şerzan’ın katiline bakanlık sahip çıktı Muğla’da polis Gültekin Şahin’in kurşunuyla katledilen Şerzan Kurt’un ailesinin açtığı tazminat davasında İçişleri Bakanlığı, katil Şahin’i savundu Muğla Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde okurken polis kurşunuyla katledilen Şerzan Kurt’un ailesi, İçişleri Bakanlığı aleyhine tazminat davası açtı. Açılan davayla ilgili İçişleri Bakanlığı 1,5 yıldır yargılanan Gültekin Şahin’in görevini yaptığını savunarak “Kusur Şerzan Kurt’a aittir. Kendisinin o saatte kargaşa içinde bulunmuş olması bu sonucu doğurmuştur” ifadelerini kullandı. İçişleri Bakanlığı Şerzan Kurt’u katleden polisi aklamaya çalışan tutumuyla, katliamın ortaklığı rolünü de layıkıyla

üstlenmiş oldu. Öte yandan davanın aile lehine sonuçlanması durumunu düşünerek mahkemeyle pazarlığa giden bakanlık “Maddi tazminata hükmedilecek ise ülkemizde birkaç yıldır istikrarlı bir şekilde düşük enflasyon yaşanmakta ve paranın alım gücünün düştüğü göz önüne alınmalıdır” açıklamasında bulundu. Polis Gültekin Şahin, ‘olası kasıtla nitelikli adam öldürme’ suçundan halen yargılanıyor. Muğla’da polis kurşunuyla hayatını kaybeden Şerzan Kurt’u vuran polisin yargılandığı dava 21 Ekim tarihinde Eskişehir 1.Ağır Ceza Mahkemesinde görülmüştü. Sanık polis Gültekin Şahin’in tahliye talebi üzerine duruşmaya ara verilmiş ve verilen uzun aranın ardından mahkeme heyeti, Şahin’in tutukluluğunun devamına karar vermişti. Dava 9 Aralık 2011 tarihine ertelendi.


6-7_Layout 2 11/30/11 11:28 AM Page 1

ELEŞTİRİ SİLAHI

≫ emrah cilasun

TAYYİP MANEVRASININ DARISI uyurun beyler! Buyurun hanımlar! Hayırlı ve uğurlu olsun. Siz değil miydiniz yıllarca Devrim yerine Dersim’cilik yapan? Siz değil miydiniz yıllarca, Dersim’in gururuyla uğraşan? Siz değil miydiniz yıllarca Zazacılık yapan? Siz değil miydiniz yıllarca Düzgün Baba, Munzur diye yanıp tutuşan? Siz değil miydiniz yıllarca Dersim Belediyeciliği için çırpınan? Siz değil miydiniz yıllarca bu bölgeciliği göz göre göre yapan? Siz değil miydiniz yıllarca bütün bu buram buram din ve feodalizm kokan Dersimciliği ayrışım çizgisi yapan? Bütün bunları, “sol sekter” olmamak, “ülke gerçekliği” üzerinde siyaset yapmak, “taktik” uygulamak adına yapmadınız mı? Buyurun! Recep Tayyip Erdoğan, öyle bir taktik manevra yaptı ki, üzerinde sağlam durduğunuzu sandığınız halıyı çekti aldı. Bütün çekilen ayrışım çizgilerini tuz buz etti. Kimse kusura bakmasın. Bugünkü Dersim aidiyetinin bu denli popüler, bu denli köklü olmasının; Erdoğan’ın bu siyasal manevrasının; yegâne tarihsel sorumluluğu genel olarak devrimcilere çok özel olarak da Kaypakkaya camiasına aittir. Oysa Kaypakkaya camiası içinde Dersim aidiyetine önem atfetme ne İbrahim Kaypakkaya da ne de onun yanındaki kadrolarda mevcuttu. Bilakis Kaypakkaya’nın hattı, Cumhuriyet’in hâkim sınıfına, hâkim ulusuna, hâkim şovenizmine ve hâkim dinine karşı canla başla, çeşitli milliyetlerden bütün ezilenleri, devrimin bayrağının altına çağırmaktı. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan siyasal tarihte, isyanın ve direnişin toprağı olduğu için Dersim, Kaypakkaya ve yoldaşları açısından devrimin kalesine dönüştürülebilecek bir coğrafydı. Yoksa ne Kaypakkaya’nın ne de ona gönül veren Dersim ahalisinin derdi, Seyit Rıza'nın mezarının nerede olduğu veya Dersim katliamının devlet katında kabul edilmesi değildi. Maalesef, Kaypakkaya’yı yitirdikten sonra, Dersim aidiyeti üzerinden insan kazanma adeta moda oldu. "Kemalizm + Dersim katliamı = Faşizm" formülü, tamiri imkansız ideolojik kırılmalara kapıyı ta ne zamandır aralamıştı. Dersim'deki üstyapının köşe taş-

B

ları; aşiretler, Alevi inancı ve bütün gelenek ve görenekler, devrimci dönüşüme tabi kılınacağına benimsendi. Komünist eğilimli devrimci demokrat dünya görüşü, bu üstyapı kurumlarını benimsemekte hiç zorlanmadı. Tersi olacağına, Dersimcilik, Kaypakkaya camiasını içine entegre etti ve onu yavaş yavaş tersine dönüştürdü. Dini/Kültürel yöresel cemaat ile siyasi camia birbirine karıştı. Dersim’de sınıflar ve bu sınıfların iktisadi konumu, yıllar içinde geçirdikleri başkalaşım, Kaypakkaya camiasının sosyal tabanını da dönüştürmüş; Onları, iyice kapitalist ilişkiler ağının içerisine entegre etmişti. Türkiye'nin büyük şehirlerine ve oradan yurt dışına giden göç sonucu Dersim'de, yoksulluğundan sıyrılıp, para, güç ve mevki sahibi olan hatırı sayılır bir kesim oluşmuştu. Bu sınıflar, devrim yerine yüzlerini çoktan reformlara çevirmişti. Hatta bunlara önderlik edenler de devrimden umudunu kesip, ortalama Dersimliden daha çok Dersimci olan eski yol arkadaşlarıydı. Tayyip Erdoğan manevrası, 1938 katliamının ardından şekere batırılan kurşunlarla yapılan ve tahribatı çok daha büyük olacak olan bir ideolojik katliamın adımıdır. Bu manevra sadece devletin yeniden yapılanmasında artık, ihtiyaç duyulmayan Kemalizm tutkalının terk edilmesi değildir. Aynı zamanda başta ezilenlerin arasına (mesela Kürt kitleleriyle Dersimliler arasında) bir hat çekmekle birlikte, devrim yerine devletten medet umulduğu takdirde nasıl hüsnü kabul görülebileceğinin gösterilmesidir. Tabii bir de gelen dönemde daha ne gibi özürlerin (Ermeni Soykırımı, Kürt dili ve kimliği, İslamcı’nın asılan hacısı hocası ve Aleviler nezdinde Maraş, Çorum, Sivas) kapıda olduğunun habercisidir. Çok mu abarttık dersiniz? Eh, baksanıza! Evvelden, meclisin kapısına dahi yaklaştırılmayan, Dersim Dernekleri Federasyonu’nun delegeleri şimdi, mecliste ala ve valâ ile hüsnü kabul görmektedirler. Artık Dersim gençliği, bundan sonra Sünni olmama mücadelesini, Fethullahçı olmama mücadelesini Cemevi’nde, Düzgün Baba’da, Munzur’un kenarında semah dönerek verir. Darısı, Kaypakkaya’nın ve yoldaşlarının onca emeğini tarumar etmeyi başarıp, yüzünü Devrim yerine Dersimciliğe dönenlere.

06

güncel

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

DEVLETİN

Komisyon, gerçek veya tüzel kişiliklerin mal varlığının dondurulmasına, mal varlığının dondurulması kararının kaldırılmasına ya da yabancı ülkelerdeki mal varlığının dondurulması hususunda talepte bulunulmasına karar verebilecek Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK) 19.11.1996 tarihinde yürürlüğe giren 4208 sayılı Karaparanın Aklanmasının önlenmesine Dair Kanun ile kurulmuş 17 şubat 1997 tarihinde faaliyetine başlamıştı. Görev ve yetkileri 18.10.2006 tarihinde yürürlüğü giren 5549 sayılı Suç Gelirlerinin Aklanmasının önlenmesi Hakkında Kanun ile yeniden belirlenmişti. AKP, 12 Haziran seçimlerinden bu yana toplumun tüm muhalif kesimlerine yönelik başlattığı siyasal saldırılarını ekonomik olarak da etkinleştirmek için MASAK’ı tekrar bir komisyonla harekete geçirdi.

Komisyon; Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanı’nın başkanlığında, Başbakanlık Güvenlik İşleri Genel Müdürü, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşar Yardımcısı, İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürü, Dışişleri Bakanlığı Araştırma ve İstihbarat Genel Müdürü ve Hazine Müsteşarlığı Banka ve Kambiyo Genel Müdürü’nden oluşturuldu. Komisyondan en az beşinin oyu ile malvarlığının dondurulmasına, malvarlığının dondurulması kararının kaldırılmasına ya da yabancı ülkelerdeki malvarlığının dondurulması hususunda talepte bulunulmasına karar verebilecek yetkiyle donatıldı. AKP komisyon tasarısıyla haklarında herhangi bir soruşturma başlamadan, polis ve milli istihbaratçıların verilerine dayanarak “terör” finansmanı sağladığı iddiasıyla kişi ve kişilere ya da tüzel kişiliklere hapis verebilecek veya bir yıl içinde soruşturma başlatılmasa da dondurma kararının devamına hükmedebilecek. Bu doğrultuda finansman sağladığı

iddia edilenler için 7,5 ile 15 yıl hapis yolu açılacak. “Terörizmin finansmanının önlenmesi amacıyla fon sağlanması ve toplanması” gibi son derece belirsizlik içerisinde yeni bir “suç” üretiliyor. Buna göre, “terör örgütlerine veya teröristlere fon sağlayan veya toplayan” kişi, fiili daha ağır cezayı gerektiren başka bir “suç oluşturmadığı” takdirde ise 5 yıldan 10 yıla kadar hapse mahkum edilebilecek. Birleşmiş Milletler (BM) Mali Eylem Görev


6-7_Layout 2 11/30/11 11:28 AM Page 2

güncel

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

FİNANS KISKACI uyarlanması talimatını verdi.

Ancak belirtilmesi gereken bir husus var ki MASAK’ın hazırladığı kuruluş esasında ulusulararası arenada üzerinde uzlaşılmış ortak bir terör tanımı bulunmamakta. Sadece “terör”ün finansmanı kapsamında atıfta bulunulan fiiller belirlenmiştir. Ülke muhaliflerini mesleki kategorilerle kitlesel olarak F tipi hapishanelere kapatan, Van depremini fırsata çevirip ‘kentsel dönüşüm rantı’yla hızını alamayan Türk devleti, AKP eliyle, bütçe açığını da ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci politik kimlikli insanların emeğine göz dikerek kapatmanın derdine düştü. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla sözüm ona Taliban, El Kaide ve Usame Bin Laden ile ilişkili finansmanı listeleme ve dondurma olarak ilk defa 1999 yılında çıkarılan uluslararası ‘gasp kuralları kararları’ ‘terör’ kavramında anlaşılamadan uygulamaya girdi. Lider dökümün; Alternatif havale yöntemleri kullanan gerçek ve tüzel kişilerin lisanslı ve kayıtlı olması ve elektronik transferlerde havaleyi yapan kişiye ilişkin bilgilerin temin edilmesi; kuryeler aracılığıyla para nakli, nakit para ve para yerine geçen kıymetli evrakların fiziksel sınır ötesi naklini tespit etmek için bildirim ve beyan esasını oluşturuyor.

Gücü (FATF) belgelerinin onaylanması ve yürürlüğe girmesinin ardından Türk devleti de uluslararası işbirliğini geliştirmenin kurumunu kurup ve icraatlarına başlamıştı.

‘Mal varlıklarına el konulacak’ ‘Terörün' finansmanı’yla mücadeleye ilişkin Türk mevzuatını oluşturan devlet, ‘aklama ve terörün finansmanı arasındaki ilişki’ başlıkları altında ele aldığı ‘terörün finansmanının önlenmesinde mali kuruluşların rolü’ tespitiyle harekete ge-

çerek burjuva-feodal medyada yer alan haberlerin de işlemesiyle amaç ortadadır. Boğaz karşısında vilalar alındı, arabalar alındı, şu kadar miktar para hesaplara yattı, çekildi şeklindeki yalan haberlerle politik kimlikli insanlar hem tecrit ediliyor hem de hedef gösteriliyor. AKP, TBMM İçişleri Komisyonu’nda görüşülmeden Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu eliyle bir genelge yayınlayarak ‘lider doküman: BM Terörün Finansmanının Önlenmesine Dair Sözleşme’ye

Devletin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, MİT Müsteşarı ve İçişleri Bakanı koordinasyonunda “terörle mücadele” toplantısını 21 Kasım 2011 tarihinde gerçekleştirdi. Hemen sonra "Bu suçla etkili bir şekilde mücadele edebilmek için kanunda öngörülen el koyma, şirket yönetimi için kayyum tayini, iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması ile teknik araçlarla izleme gibi yöntemlere başvurulabileceği hususunun göz önünde bulundurulması" genelgesi savcılar ve hakimlere gönderildi. Gönderilen genelgenin “aciliyeti” dikkate alındığında da tarihteki ‘mal varlıklarına el koyma’ sürecini sadece hatırlatmıyor, imhanın siyasi, ekonomik ve kültürel olarak devam ettiğini de kanıtlıyor.

Gerçek sorumluların bahsi bile yok Ankara OSTİM’de 3 Şubat 2011'de meydana gelen 20 işçinin ölümü ve birçoğunun da yaralanmasıyla sonuçlanan patlamada sorumlu oldukları iddia edilen 9 kişinin 3. duruşması da görüldü. Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşma yine sanıkların dinlenmesiyle geçiştirilirken davanın 4. Duruşması 22 Aralık 2011’e ertelendi. Duruşmaya, 2’si tutuklu 8 sanığın yanı sıra patlamalarda hayatını kaybeden işçilerin

yakınları ve tarafların avukatları katıldı. “OSTİM’i İvedik’i unutmadık, unutturmayacağız” pankartı açarak duruşma öncesi bir basın açıklaması yapan OSTİM’de yaşamını yitiren işçilerin aileleri adına Mükremin Atmaca’nın eşi Azize Atmaca konuştu. Birinci duruşmadan beri oyalandıklarını ve kandırılmaya çalışıldıklarını söyleyen Atmaca, “iki duruşmadan aldığımız mesaj bu ülkede işçi canının ne kadar önemsiz olduğuydu. Adalet için mücadelemizde, basının ve kamuoyu-

nun desteğini yanımızda görmek; davamızın bu ülkede yaşayan herkesin davası olduğunu haykırmak istiyoruz” dedi.

Sanıkların dinlenmesinin ardından, davacı avukatlarının sorularının ardından duruşma sona erdi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı başta olmak üzere, yaşanan iş cinayetinde gerçek sorumlular yargı karşısına çıkarılmaz ya da çıkarılması söz konusu dahi edilmezken sanıklar hakkında hazırlanan iddiana-

me şöyle: İddianamede, patlamaların meydana geldiği işyerlerine gaz satışı yapan firmanın ortağı ve yasal yöneticisi Kasım Ersoy ile firma çalışanları Bahadır Esendik, Burhan Koç, Ali Bayındır, Hüseyin Erdem, Yusuf Kılıç ve Tuncay Karabenli'nin, ''bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olmak'' ve ''tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması ve el değiştirilmesi'' suçunu işledikleri iddiasıyla 26'şar yıla kadar hapsi isteniyor.

07

İş-Kur

mağdurları

tepkili

İş-Kur işe almak için yapılacak sınavın şartlarını değiştirdi. İşKur’un AB Projesi kapsamında sertifika almak için kurs gören üniversite mezunları ise bu açıklamayı protesto etti Geçtiğimiz Eylül ayı içerisinde İş-Kur bünyesinde iş ve meslek danışmanları kursu açıldı. Buna göre ülke genelinde 3 bin 500 kişinin göreceği kurs sonunda 2 bin kursiyer İş-Kur İl Müdürlükleri’nde istihdam edilecekti. Bu “olanağı” fırsat bilen binlerce işsiz üniversite mezunu İş-Kur’a başvuru yaptı ve kurs gördü. Fakat istihdam edilecekleri umuduyla kursa gidip yaklaşık 3 aylık emek sonunda sertifika alan kursiyerler, burjuva-feodal basında çıkan ve resmi yetkililerin doğruladığı haberle sarsıldı. Buna göre 4 yıllık lisans mezunu olan ve KPSS’den 70 üstü puan alan herkes bu sınava girebilecek. Bu durumda daha insanca şartlarda çalışabilirim düşüncesiyle işlerini bırakarak kursa kayıt olan kursiyerlerin elinde bulunan sertifika hiçbir anlam ifade etmeyecek. Bütün emek ve gayretlerin boşa gideceğini düşünen ve kursa kayıt olmadan sınava girenlerin kadroları doldurmasından endişelenen kursiyerler İş-Kur'un aldığı karara tepki göstererek, ülkenin çeşitli yerlerinde İş-Kur merkezleri önünde eylem-basın açıklamaları gerçekleştirdi. Mağduriyetlerini dile getiren kursiyerler; haklarını almak için ellerinden geleni yapacaklarını, asla pes etmeyeceklerini, deklare etti. Kurs süresinin bitmesine rağmen sınav tarihinin açıklanmaması ve bir de ‘mülakat yapılacak' iddialarının çıkması akıllara ‘torpil yapılacağı’ düşüncesini getirirken, İş-Kur ise, konunun Mesleki Yeterlilik Kurumu (MYK) ile ilgili olduğunu, MYK' nın sınavlarına KPSS'den 70 üstü alan herkesin girebileceğini belirtti.

‘Asla pes etmeyeceğiz’ İş-Kur merkezleri önünde konuya dair açıklamalar yapan üniversite mezunu kursiyerler, kursa katılmadan önce 3 bin 500 kursiyerin Aralık ayındaki atamalara karşı başvuru yapabilecekken İş-Kur’un kursiyerlerden habersizce sınavı yaparak, on binlerce kişinin başvurduğu bu sınavda kursiyerleri mağdur edeceğini belirtti. “Eğer herkes bu sınava girecekse biz niye 2,5 aydır bu sıkıntıları çektik, onca şeyin uğruna vazgeçip bu eğitimi aldık? Bizim ne suçumuz var o zaman? Bu sınava sadece eğitimini alanların girmesi lazım. Bu bizim hakkımız ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazırız. Hakkımızı kimse yiyemeyecek. Bu sefer susmayacağız ve yasal olan her yola başvuracağız...” diyerek tepkisini dile getiren kursiyerler, “Burada bizi yalnız bırakmayan herkese çok teşekkür ediyoruz ve haklı savaşımızda bizi destekleyenlere şunu söylemek istiyoruz: Asla pes etmeyeceğiz” dedi. Birçok ilde İş-Kur merkezleri önünde yapılan basın açıklamalarında mağduriyetlerini dile getiren sertifikalı işsizler, haklarını almak için ellerinden geleni yapacaklarını belirttiler.


8-9_Layout 2 11/30/11 1:04 PM Page 1

08 emek haber

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Sağlık çalışanları 500 işçi işten atıldı Finansbank son bir hafta içerisinde 500'e yakın çalışanının işine son verirken, DİSK’e bağlı Bank-Sen çalışma hakkının gasp edilmesini protesto etti Finansbank, İnsan Kaynakları Yönetimi, son bir hafta içinde 500'e yakın Finansbank çalışanını telefonla arayarak ertesi gün işe gelmemelerini istedi. Banka, kimi çalışanlarının işe gelme ısrarına, yapılacak iş bulamayacaklarını söyleyerek karşı çıktı. Banka çalışanlarına yönelik işten çıkarma saldırısının 2012'nin ilk aylarına kadar süreceği ve işten çıkarılacak çalışan sayısının bini geçeceği açıklandı.

Çalışanlar işlerine geri dönmeli DİSK’e bağlı Bank-Sen işten çıkarma saldırısıyla ilgili bir açıklama yaparak krizin bahane edilerek sermaye sahiplerinin ‘zarar ediyoruz’ söylemleriyle işçileri işten çıkardığını belirtti. BankSen çalışma hakkına karşı yapılan bu saldırının kabul edilemez olduğunu açıkladı. Bank-Sen açıklamasında, Finansbank'ın çalışma hakkını gasbetmesinin evrensel yasa ve değerlere aykırı olduğunu ifade ederken, işten çıkarmaların çalışanlarının emeğine dönük bir saldırı olduğunu ifade etti.

Finansbank’ın karı bu yıl giderek artıyor Bank-Sen, Finansbank'ın yüzde 77.22 hissesini elinde bulunduran ana ortak National Bank of Greece'in 2010’un ilk çeyreğinde 114 milyon euro olan kârının, Ocak-Mart 2011'de 157 milyon euroya yükseldiğini açıkladı. Bankanın bir yıl içerisinde 33 yeni şube açtığını ve personel sayısının arttırıldığına değinen Bank-Sen, çalışanları işsizliğe ya da fazla çalışmaya mahkum eden bu anlayışın kabul edilemez olduğunu açıkladı. Bank-Sen Finansbank'tan çalışma hakkına dönük bu saldırıdan vazgeçmesini isterken, işten atılanların işlerine geri alınmasını talep etti.

Çapa Tıp, Haseki Hastanesi ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyeleri ve öğrencileriyle asistanlar, uzman hekimler ve sağlık emekçileri sağlıkta yıkım politikalarına karşı bir günlük grev yaptı

Sağlık emekçileri, “hastanemizin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesine hayır demek için, emeklilik ikramiyelerimizin gaspına izin vermemek için, performans ve ek ödemenin maaşa eklenmesi, temel maaşın artırılması ve emekliliğe yansıması için, Kamu Hastane Birlikleri Yasa Tasarısının geri çekilmesi için, elektriğe doğalgaza değil maaşlara zam yapılması için, kamuda iş güvenceli ücret, güvenceli tam gün çalışmaya evet, sözleşmeli çalışmaya hayır demek için!” talepleriyle bir günlük grev yaptı. Sağlıkta Dönüşüm Programı’nın son halkası, Sağlık Bakanlığı’nın Teşkilat Kanunu’nu değiştiren Kanun Hükmünde Kararname ve tüm programa karşı yapılan bir günlük uyarı grevi İ.Ü Öğretim Üyeleri İnisiyatifi, Asistan ve Tıp Öğrencileri Koordinasyonu, SES İstanbul Aksaray Şubesi ve İstanbul Tabip Odası’nca örgütlendi. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden ve Çapa Tıp Fakültesine yürüyüşe geçen binlerce sağlık çalışanı, Fındıkzade’de buluşarak tekrar Çapa Tıp Fakültesi’ne yürüyerek burada miting yaptı. Binlerce sağlık

emetçisi katıldığı yürüyüşte, ““Hastaneler halkındır satılamaz!”, “Hükümet üniversiteden elini çek!”, “Sağlıkta yıkımı durduracağız!”, “Direne direne kazanacağız!”, “Sağlıkta ticaret ölüm demektir!”

sloganları attı. Yapılan yürüyüşün ardından SES Genel Başkanı Çetin Erdolu ve İstanbul Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Raşit Tükel birer konuşma yaptı.

Emek örgütlerinden Labour Dünyadan onlarca delegenin, ülkemizden ise çok sayıda sendikanın katıldığı LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı’nın ikincisi Petrol-İş Genel Merkezi’nde yapıldı LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı’nın ikincisi Petrol-İş Genel Merkezi’nde yapıldı. 18-20 Kasım tarihlerinde düzenlenen konferansa dünya genelinde yüzü aşkın delege, ülkemizden ise çok sayıda sendika katıldı. TÜRK-İŞ, DİSK ve KESK'e bağlı çok sayıda sendikanın katılımıyla yapılan konferans LabourStart Kurucu Editörü Eric Lee’nin açılış konuşmasıyla başladı.

“Bütün dünyanın işçileri birleşin” Lee LabourStart’ın son on yılda geliştiği ve önemli kampanyalara imza attığını belirterek, “Kapitalist dünya 1930'ların buhranına benzer bir kriz yaşıyor. Böyle bir dönemde güçlü sendikal hareketlere, güçlü ağlara ihtiyaç var. Artık dünyada eski kurallar geçerli değil. Sınırlar hızla yok oluyor. Böyle bir dö-


8-9_Layout 2 11/30/11 1:04 PM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

09

grev dedi Kar amacı güdülüyor

Üniversite hastanelerinin Sağlık Bakanlığı'na devrinin yasal koşullarının oluşturulduğunu ve Kamu Hastane Birlikleri oluşturularak üniversite hastanelerinin de içinde bulunduğu tüm hastanelerin kar amaçlı işletmelere dönüştürüldüğünü söyleyen Tükel, tıp fakültesi öğrencilerinin eğitim almasının engellendiğini belirtti. Tükel, "Öğretim üyeleri eğitim veremez, araştırma yapamaz, sağlık hizmeti sunamaz, kısacası mesleğini yapamaz duruma getiriliyor. Öğretim üyeleri üniversite kadrolarından çıkartılarak, sözleşmeli çalışma sistemine geçmeye zorlanıyor. Sağlık çalışanlarına düşük ücretlerle, güvencesiz olarak sözleşmeli çalışma şartı getiriliyor" dedi.

Paran varsa hizmet var

İlk sözü alan Raşit Tükel, tıp fakültelerinde hastaların müşteri olarak görüldüğünü ve hasta bakarak döner sermaye gelirlerinin artırılmasına dayalı performans sistemine geçildiğini vurguladı.

Tükel’in ardından sözü SES Genel Başkanı Çetin Erdolu aldı. Erdolu, bu sürecin gece yarısı yapılan bir KHK operasyonu olmadığını, sürecin 30 yıllık bir zamanı kapsadığını belirtti. Sağlıkta Dönüşüm Programı’yla sağlığın hak olmaktan çıkarıldığını, parası olanın, parası kadar bir sağlık hizmetine ulaşabildiğini, sağlık emekçileri’nin ise yüz yılı aşkın sürede, mücadeleyle elde ettikleri haklarının bir bir ellerinden alındığını belirtti. İş güvencesi, ücret güvencesi ile gelecek güvencelerinin gasbedildiğini söyledi. Yapılan açıklamaların ardından İlkay Akkaya ve Grup Yorum ezgileriyle sağlık emekçilerinin yapmış olduğu 1 günlük greve destek verdi.

Start Konferansı nemde internet ağları çok önemli bir işleve sahip. Dünyanın herhangi bir ülkesinde, bölgesinde, işyerinde emekçilere yönelik bir saldırı aynı zamanda hepimize yönelik bir saldırıdır. Bu anlamda online dayanışma kampanyaları bu saldırıları geri püskürtmek için işe yarıyor. Bunu biz deneyimlerimizle gördük. Dayanışmaya mecburuz. Sözlerimi şu sloganla bitirmek istiyorum: Bütün dünyanın işçileri birleşin.”

“Sendikalar Tunus devriminde önemli rol aldı” Tunus Tekstil, Deri ve Konfeksiyon İşçileri Sendikası Genel Sekreteri Faouzi Ben Mrah da yaptığı konuşmasında, böyle bir konferansı düzenlemesinden dolayı LabourStart'ı tebrik etti. Tunus'taki gelişmelerin bir devrim olarak nitelenebileceğini belirten Mrah, bu devrimin gerçekleşmesinde Tunus Sendikalar Federasyonu'nun büyük bir rolü olduğunu belirtti. Ortadoğu ülkelerinden katılımın yüksek olduğu konferansın Cumartesi günü yapılan oturumlarında, Arap Baharı ve Sendikalar, Güvencesiz Çalışma, Internet Medyası, Cinsiyet Eşitliği ve Sendikalar, Özgür yazılım Linux atölyeleri gerçekleştirildi.

Türkiye'de Sendikal Hareket ve Örgütlenme Deneyimleri başlıklı oturumlarda da ülkemizden sendikacılar değişik işyerlerindeki örgütlenme deneyimlerini aktardılar. Mısır, Ürdün ve Fas'tan sendikacıların konuşmacı olarak katıldığı Arap Baharı ve Sendikalar başlıklı oturumda Talal Shork (Mısır -D.W.E.C.), Ahmed Hüssein Marei (Ürdün) ve Abdelfettah Ben El Jilali (Fas Confederation Democratique du TravailCDT) konuşmacı olarak yer aldı. Katılımcılar ülkelerinde yaşanan gelişmelere ve işçilerin durumuna ilişkin değerlendirmeler yaparak sendikaların bugünkü durumunu aktardılar. Yapılan konuşmalarda sendikaların örgütlenmesi ve güçlenmesinin önemine dair vurgular yer aldı. Konferansın kapanış oturumunda ise oturumlara katılanlar özet raporlarını sundular. Moderatörlüğünü LabourStart'tan Derek Blackadder'in yaptığı kapanış oturumunda Blackadder, konferansın sonuç sloganının, “100 sendika, 30 ülke ve bir sınıf” olarak belirlendiğini anons etti. Konferans “Enternasyonal”in hep birlikte söylenmesiyle sona erdi.

MAYA

≫ arif bilgin

YÜZLEŞMEYE DEVAM EDİYORUZ!

1

937-38-39’da Dersim’de olanlar, hiç bir itiraz kabul etmeyecek biçimde dört dörtlük bir soykırımdır. Acıların ve zulmün büyüklüğü şimdiye kadar Erdoğan’dan önce çok kişiyi konuşturdu; konuşana değil konuşturana bakacaksın! Kıyamet kadar delil ortadayken, devlet arşivi cinayet planlarıyla doluyken kim susabilir? Bayırlar, dereler, dağ yamaçları, mağaralar, köyler ölü dolu, ölü Dersimliler. Yaşayanların tamı tamına yarısı! Sadece beşte biri yetişkin erkeklerdi, gerisi tümden kadınlar ve küçücük çocuklardı, küçücük! Şimdikinden daha fazlaydı o zaman Dersimli çocuklar, çünkü o zaman doğal biçimde çoğalıyorlardı. Az biraz da aksakalları dizinde dedelerdi, zor yürüyebilen dedeler! Yoksulların ömrü çok uzun olmazdı çünkü. Az önce hepsi sağdı şuracıkta, az sonra hepsi ölü oldular. Tek birinde, tek bir çakı bile yoktu, tek bir! İsyan etselerdi sapına kadar haklıydılar, sapına kadar! İsyan etmediler. Belki de isyan etmedikleri için hepsi ölü oldular, hepsi ölü! İsyan edenler hiç silahını teslim ederler mi? Vicdan, akıl ve adaletin tükendiği yıllardı o yıllar. Führerlerin sopa komutuna uyan “kullar”ın komşularını boğazladığı zamanlardı! Böyle zamanlarda öldürme gerekçelerinin tümü yalan olur, yalan! Tıpkı kendilerinin yalandan tanrılar olması gibi. Dersimlilerin “suçu” tümden yalandan ibaretti, tümden! İnsanların en kötüsünün, en adaletsizinin, en vicdansızının yönetici olduğu zamanlarda, ötekilere koyun olmak mı düşüyor? Herkesin şeflerin kulu, “emir kulu” olduğu yerde cumhuriyet olur mu hiç? Daha dün “Kenan Paşa”nın kulları nasıl da kemiklerimizi kırardı değil mi? Kimse itiraz etmedi, meclisinden ordusuna, yargısından yargıcına, köylüsünden kentlisine, hiç kimse… Herkes “emir kulu”ydu ve hep birden mehter takımlarıyla, gazeteleri ve yazarlarıyla, yargıları-yargıçlarıyla ve yalanlarıyla Dersimlilerin üzerine yürüdüler, bir tarafından başlayıp öteki tarafından çıktılar, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmadılar! Kıpırdayan, soluyan, seslenen her şeyi vurdular. Dersimliler yoksul insanlardı, hepsi bugünkünden misliyle daha yoksuldu. Tümünün ikinci adı “ağa” olsa da içlerinde tek bir ağa bile yoktu aslında, dağların, yaylaların ve ormanların, kısacası haşin doğanın olanaklarına tutunan az topraklı yoksul köylülerdi hep birden. Yüz küsur aşiret ve oymak tipinden, hezbet ve klan türünden yarı-komünal sosyal bir topluluktu gerçekte, çevresi ağalık

ve toprak kölelik düzeniyle doluyken, “derebeylik” gerekçesiyle ağalar ve beyler düzeninin soykırımına uğradılar. Onlar tarafından bütün verimli ovalardan kovulup dağlara sürülmüş bu kızılbaş topluluğu şimdi de oradan kovuluyordu, daha doğrusu yok ediliyordu kan, barut ve ateş içinde. İşin aslı buydu! Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı, ' Literatürde varsa, devlet adına özür dilemem gerekiyorsa dilerim ve özür diliyorum'' demişse küçümsememeli, elbette yetersizdir, elbette samimiyeti sınanmaya değerdir, elbette muğlaktır, ama yine de önemlidir. Şimdiye kadar yasak, tehdit ve katliam yarışıyla iktidara gelinirken, şimdi iktidarda olan birinin, tersine, yüzleşme ve sorgulama kültürün oluşmasına hizmet edecek “özür” hamlesinin neresi “tehlikeli”? Sahte “demokratlar”ın ellerinden kullanamadıkları kozları gitmişse öfkelenmeleri doğaldır. Ya devrimciler neden üzülsün? Erdoğan, akıllı davrandı, zaten akıllı davrandığı için iktidarını durmadan güçlendirebiliyor ya. Ötekileri nal topluyor hala! Nallardan demokrasi koleksiyonu! Geçmişte Kaypakkaya tedrisatından geçmelerine karşın, şimdi M.Kemal’in portresi altında “cumhuriyet devrimlerine karşı bir hareket” vahametiyle “özür dileme”ye bile yanakları kızıla belenen ırkçı-şoven statükocuların “bölünme” çığlık ve öfkeleriyle aynı paralele düşmemeli. İyi bir davranışı düşmanlarınız da yapsa mertçe kabul edip kutlamalısınız. Aksi takdirde muarızlarınıza yönelttiğiniz suçlama ve eleştirilerin hiç bir inandırıcılığı kalmaz. Soykırım suçu işleyenlere kızmak yerine özür dileyenlere kızar ve aşağılarsanız, daha AKP iktidarına çok hizmet edersiniz! Bu dostların tavrı, bu katliama “feodal derebeyliğinin tasfiyesi”, “cumhuriyete karşı gerici ayaklanmanın bastırılması” diye alkış tutan dönemin “sosyalist” ve “Komünistleri”ne ne kadar da benziyor! Dağlar aşındıkça sivrilir, sözler sivrildikçe körelir. Sivri dağ haşindir, ama aslında zayıftır, yok olmakta olduğundan sivridir. Sivri söz çekici ve parlaktır, ama aslında o da zayıftır, çünkü detaysızdır, temelsizdir, anlamsızdır, boştur. Günlerdir çok sayıda dosttan bu yönde mesajlar yağıyor. İyi bir tartışmanın alevlendiği anlaşılıyor. Benim de “özür”den beklediğim en iyi şey buydu zaten. Çünkü toplumsal yüzleşme ve özür, devlet ve hükümet başkanlarınkinden bin defa daha değerli ve kalıcıdır. Anlamsız gürültüyü bırakalım da toplum yaraları ve yanlışlarıyla yüzleşmeye devam etsin... Sivri çıkışlar yarışıyla bu havayı kırmamak gerekir.


10-11_Layout 2 11/30/11 1:05 PM Page 1

10 kadın haber

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Devlet ve sermayenin ikiyüzlü konferansları, kadınlar üzerindeki şiddeti kapatma çabasını içeriyor. Kadın örgütleri alanlara çıkarak, kadın katliamlarını ve kadına yönelik şiddeti teşhir ederek, mücadelede kararlılık mesajı verdiler

Çözüm zoru zorla yıkmakta

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, çeşitli illerde pek çok devrimci demokratik kitle örgütleri tarafından alanlarda karşılandı. Günler öncesinden başlatılan çalışmalarla kadınları, yaşanan katliam ve şiddete karşı birlikte olmaya çağıran kadın örgütleri, 25 Kasım günü de yaptıkları çeşitli eylemlerle kadına yönelik şiddete karşı mücadele çağrısı yaptılar.

larla protesto etti. Yeraltı Çarşısı üzerinde yapılan bir dakikalık saygı duruşunun ardından Dersim Kadın Platformu adına bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan açıklamada, kadına yönelik katliam ve şiddet politikalarının yaşadığımız yüzyılda da dünyanın her yerinde devam ettiği ve rengi, dili, dini, ulusu ne olursa olsun kadınların her türlü şiddetle karşı karşıya kaldığı belirtildi. Basın açıklamasına katılan Dersim Belediye Başkanı Edibe Şahin de ilde yaşanan yozlaşmaya dikkat çekerek, birahaneler meselesiyle ilgili bir konuşma yaptı. kadınların tacize ve tecavüze karşı örgütlü mücadele vermesi gerektiğinin altını çizdi.

Bir de Bahçeşehir Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bir konferans vardı. Kadın konusunda darlaştırılan yaklaşımların ve ikiyüzlü tablonun ifadesi niteliğindeki, BM Nüfus Fonu (UNFPA) ile Hürriyet Aile İçi Şiddete Son Kampanyası'nın ortaklaşa düzenlediği, uluslararası 'Gökyüzünün Yarısı' Konferansı’nın başlıca konukları Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı (Doğan Holding yönetim kurulu üyesi) Vuslat Doğan Sabancı, Avrupa Birliği Başkanı Egemen Bağış, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin idi. Çeşitli kadın aktivist gruplarından temsilci ve profesörün de katıldığı konferans, tam bir ikiyüzlülük örneğiydi. Kadınların bugün bulunduğu koşulların yaratıcıları, temsilcileri ve devam ettiricileri bir araya gelerek kadına yönelik şiddetle mücadele gününde kadın sorununu tartışıyor! Kadınlarca boş bırakılan, sahip çıkılmayan durumumuz yine onun yaratıcıları tarafından ikiyüzlü bir şekilde “çözüm” arayışlarına dönüşüyor. Devlet başta olmak üzere basınla devam eden ve kadını aşağılamakta, yok saymakta sınır tanımayan devlet erkânı bir araya gelmiş kadını tartışıyor! Kadın sorununa bu kadar duyarlı Sabancı’nın, yayın organlarında her gün birer cinsel obje, meta olarak sunulan kadınlardan haberi yok mu dersiniz? Katledilen, şiddete uğrayan kadınlar her gün bu gazetelerde dergilerde “hak etti” şekliyle veriliyor. Kadının kendini yok saymasının kişiliksizleştirilmesinin, kendi cinsine düşman edilmesinin önemli bir örneği olan Ayşe Arman nerede arz-ı endam ediyor? Vuslat Doğan Sabancılar kimle neyi tartışıyor? NÇ davasında verilen karar devletin kadına ne kadar “önem verdiğini” kanıtlarken, Bakan Şahin kime ne anlatıyor? Bu konferans ve daha benzeri örnekleri çoğaltabiliriz. Asıl sıkıntı elbette ki sorumluluk kabul etmeyen oldukça geniş kitleler ve bir araya gelmekten son derece korkan kadın toplamı. Bu nedenle de 25 Kasım’ın BM’nin ilanı gibi bir “gün” olarak gelip geçmesi… Devrimci, demokratik kurumların, örgütlerin çalışmaları çabalarının önemi anlamı bir tarafta iken, bunu kesinlikle küçümsememek gerekirken, yine fazlasıyla yetersizlikler de ortaya çıktı. Hakim sınıfların darlaştırma taktiklerinden nasibini alanlar kadını karşı cinsine düşman etmekte çözüm ararken, meseleyi daha geniş tarif edenler de soruna yeteri kadar eğilmemenin, pratiksizliğin sonuçlarını alanlara çıkartılamayan kadınların durumuyla ortaya koydu. Şiddetin adının dillerimize peleseng, alnı-

İçerisinde DKH’nin de yer aldığı Dersim Kadın Platformu tarafından Ovacık’ta da bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Kadın erkek el ele özgürleşmeye ANKARA - Yüksel Caddesi’nde “Kadına yönelik şiddeti durduracağız” pankartı arkasında toplanan kadınlar zılgıtlarla ve “Cinsel, sınıfsal, ulusal sömürüye son”, “Jın jiyan azadi" sloganlarıyla Sakarya Caddesi’ne yürüdü. Kadınlar eylem boyunca, katledilen kadınların fotoğraflarının bulunduğu dövizleri taşıdı. Sakarya Caddesi’nde 25 Kasım Kadın Platformu adına basın açıklamasını Aysel Kaya okudu. Kadınların kendi geleceklerini kendi elleriyle kurma mücadelesi verdiğini söyleyen ve kadının toplumsal formasyonda en fazla ezilen cins olduğuna dikkat çeken Kaya, kadın cinayetlerinin artık bir katliam halini aldığını belirtti.

mıza “yazı” yapıldığı bir ortamda çıkartılan sesler oldukça cılızdı. Belli başlı günlerde ancak yoğunlaştırılan kadın çalışmaları her güne ve zamana yayılmadığı zaman da ancak “gün” içinde geçiştirmenin bir parçası olmaktan kurtulamıyor. Şiddetin sürekli olduğu bir ortamda aralıklı sürdürülen çalışmalar, sadece bir gün için bile kadınları alanlara çıkartmaya yetmiyor. Kadın örgütlerinin parça parça yaptığı eylemlerde bu yetersizliği gözlemlememek mümkün değil.

Şiddeti ve sahiplerini kadınlar teşhir etti Kadına yönelik şiddetin yüzde 1400 arttığı ülkemizde kadın örgütleri 25 Kasım’da yaptıkları eylemlerle şiddeti ve yaratanlarını teşhir ettiler. Demokratik Kadın Hareketi (DKH) çeşitli illerde gerçekleştirdiği eylemlerle, kadına yönelik şiddeti besleyen sistemin teşhirini yaptı. İSTANBUL- 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü'nde Demokratik Kadın Hareketi düzenlediği meşaleli yürüyüşle; "Ne vicdan ne yasa çözüm zoru zorla yıkmakta" dedi. DKH'nin örgütlediği yürüyüş için

Güzeltepe İlköğretim Okulu önünde toplanan kadınlar "Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir", "N.Ç 'nin tecavüzcüsü devlet", "Jin jiyan azadi" yazılı dövizler taşıyarak yürüyüşe geçti. Yürüyüşün ardından yapılan basın açıklamasında şiddetin nedenlerine değinilerek şu ifadelere yer verildi: “Ülkemizde her gün beş kadın öldürülüyor! Tam da şu anda yanı başımızda kefeniyle aramızda dolaşan kadınlar var! Az sonra ölecekler. Kocaları, babaları, sevgilileri ya da kendi yetiştirdikleri oğullarının şiddetine uğrayacak, ölümle tehdit edilecekler. Devletin ‘adaletine’ güvenip aman diyerek karakollara gidecekler. Oradaki polisler tarafından katillerine teslim edilecekler. Direndiklerinde azarlanacak, hakarete uğrayacaklar, devleti boş yere meşgul etmekle suçlanacaklar! Ayşe Paşalılar, Güldünyalar, Şemseler gibi.” DERSİM - Seyit Rıza Parkı’nda toplanan yüzlerce kadın yaşanan kadın katliamlarını protesto ederek Yeraltı Çarşısı'na yürüdü. Dersim Kadın Platformu tarafından örgütlenen yürüyüşe Demokratik Kadın Hareketi de üye ve taraftar kitlesiyle katılarak, demokratik hak ve taleplerini haykırdı. Seyit Rıza Parkı’ndan yürüyüşe geçen kadınlar, birahaneleri attıkları yumurta-

AMED- Amed KESK Kadın Komisyonu 25 Kasım etkinlikleri kapsamında 24 Kasım Perşembe günü 17.30’da Dağkapı Meydanı'ndan Şemse Allak Parkı'na doğru meşaleli yürüyüş yapıydı. KESK’li erkek üyeler ise aynı saatlerde Meslek Lisesi önünden Şemse Allak Parkı'na doğru yürüdü. Şemse Allak Parkı önünde bir araya gelen kadın ve erkek üyeler okunan basın metninin ardından açıklamanın sona ermesiyle değıldı. Eyleme YDSB faaliyetçileri de katıldı.

Kadın cinayetlerini durduracağız 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü’nde Taksim’de bir araya gelen kadınlar ise Galatasaray Lisesi önünde toplanarak Taksim Tramvay Durağı’na yürüdü. EHP’li Kadınlar, ESP-Sosyalist Kadın Meclisleri, Tüm İGD’li Kadınlar, Ev İşçileriyle Dayanışma Derneği Girişimi, İstanbul LGBTT Sivil Toplum Girişimi, İşçi Cephesi’nden Kadınlar, Kadın Kapısı, SDP’li Kadınlar, Yeni Demokratik Kadın tarafından örgütlenen eyleme çeşitli kadın platformları, kitle örgütleri ve siyasi partiler destek verdi. Yürüyüş sırasında sık sık şiddeti teşhir eden sloganlar atılırken, çeşitli şiarların yer aydığı döviz ve katledilen kadınların fotoğrafları taşındı. Taksim’de bir diğer eylem ise BDP’nin de içerisinde yer aldığı kadın örgütleri ve çeşitli kitle örgütleri tarafından gerçekleştirildi.


10-11_Layout 2 11/30/11 1:05 PM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

kadın11

Tecavüz ‘rıza’sına,

Yargıtay razı! Yargıtay 14.Ceza Dairesi’nin N.Ç. davasında daha önce alınan ‘kendi rızasıyla cinsel ilişki’ kararına itiraz etmeyen, Yargıtay Başsavcılığı da bu kararı onaylamış oldu Mardin 1.Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2002 yılında başlattığı N.Ç. davasında 26 tecavüzcüye verdiği “iyi hal”li cezaları, Yargıtay 14. Ceza Dairesi’nce onadı. Yargıtay Başsavcısı’nın toplumdan gelen tepkiler üzerine itirazı beklenirken, itiraz süresini kullanmadı ve 30 günlük süre dolunca, tecavüzcülere alt sınırdan verilen cezayı onadı. Kadın örgütleri başta olmak üzere, toplumun tüm muhalif kesimlerinden ve yurt dışından gelen tüm tepkiler, devletin tecavüzcü cinsel yargı kararını değiştirmesine yetmedi. Yerel mahkeme, tecavüzcülere “birçok defa daha bunu(tecavüzü) yaptığı” bilgisiyle birlikte aklarken, N.Ç.’nin “kendi rızası”yla tecavüze razı olduğu kararına vardı. “Cebir ve şiddet olmadığı” gerekçesiyle kamuoyuna “utanç davası” olarak geçen N.Ç. tecavüz davası, yerel mahkemesinden Yargıtay Başkanlığı’na kadar devlet mahkemelerinin onayını aldı. N.Ç. için ‘tanıdığım en zeki çocuklardan biri’ tanımını yapan Taksim Çocuk ve Gençlik Merkezi eski müdürü Hatice Özkan’ın sözlerinin hükmü olur mu? Özkan, "N.Ç. bilinenin aksine tecavüze uğradığında 13 değil 11 yaşındaydı. Geldiğinde sürekli ağlıyor ve cam çerçeve kırıyordu. Ona sevgiyle yaklaştık ve bu süreçten çıkmasını birlikte sağladık. N.Ç. tanıdığım en zeki çocuklardan biri. Felsefe kitapları okur, oturur sizinle dünya siyasetinden konuşur, genel kültürü çok zengindir" dedi.

Cinsel yargı kararı Ülkemizde tecavüzcüsüyle evlendirme yasalarını çıkaranlar, 11 yaşındaki N.Ç.’nin tecavüzcüsüyle birlikte ‘cinsel yaşam’ sürdürdüğünü de karar altına aldılar. Cinsiyetçi faşist zihniyet, baba, dede, abi, öğretmen, komutan, korucu gibi devletin görevlilerin tecavüzünde en üst seviyede bir çocuğun yaşadığı ‘cinsel psikolojik şiddet’in geleceğini mahkum ettiğini de zaten hiç görmedi. Egemen sistem, yaptığı tüm ‘test’lerde kurban denekleri, baldırı çıplakları, en alttakileri, N.Ç. nezdinde en ezilen kadını ‘recm rejimi’ne yapıştırıp, bedellerle kazanılmış kadının göreceli özgürlüklerini ellerinden almaktadır. Küçük yaşlarda tecavüzlerle kadının cinselliği üzerinden başkaldırma cüretini kırma girişiminin sürekliliği, bu sistemin yapısal ve karakteristik özelliğidir. N.Ç için alınan karar, hukuksal skandal değil, devletin toplumsal korkuyu, baskıyı derinleştirmek için alınan bilinçli ezme-sömürü politikasının cinsel yargı kararıdır. N.Ç davasındaki her aşama, uluslararası hukuk antlaşmalarına imza atan devletin TCK ve CMK’sının, evrensel hukuk kurallarına nasıl aykırı davrandığını da bir kez daha açığa çıkarmaktadır. Kadın örgütlerinin ve toplumsal baskı sonucu başlatılan

N.Ç. davasında, 'Göster bakalım kızım, nasıl tecavüz ettiler?' sorusu da hukuk dosyalarındaki yerini korudu. Davanın zaman aşımına uğramaması için insan hakları savunucuları olayı AİHM’e taşıma girişimlerinde bulundu. Mahkemelerin verdiği karara İsveç kadın parlamenterleri, dernekleri kadın ve çocuk hakları kurumları ve İsveç medyası ‘seks kölesini çileden çıkaran karar’ başlıklarıyla yer vererek tecavüz davasının hukuksal boyutunu teşhir edip, Türkiyi-Kuzey Kürditan’daki uygulamaları kınadılar.

Tecavüzcü yaratan sistem (!) N.Ç.’nin tecavüze uğradığında 11 yaşında olduğu gerçeği de, dava Yargıtay Başsavcılığı tarafından onandıktan sonra gelen açıklamalarla açığa çıktı. N.Ç.’nin 9 yıl hiç uyuyamamasıyla birlikte yaşadığı travmaları, yaşıtlarından koparılıp atılan yaşamından kimsenin haberi olmadı. Dava sürecinde çocuk pedagogu, uzmanı, psikiyatrist olmadığı halde,“kendi rızasıyla birlikte oldu”ğunu onaylayan Adli Tıp raporu N.Ç.’yi cezalandırdı. 80’li yaşlardaki tacizci Hüseyin Üzmez’i ise aynı rapor imzası ‘hürriyeti tehdit’ kararıyla hapisten çıkarmıştı. Taciz-tecavüz sistemiyle suç üretilirken de ‘fuhuşla mücadele’ kalemi, erkek egemen güçlere yüksek meblağlarda, hatırı sayılır bütçe doğurmuş oluyor. Yani bu da devletin tecavüzü bir sektör şeklinde işlettiğini N.Ç. davası sürecinin de göterdiği gibi bir kez daha, her boyutuyla açığa çıkarmıştır. Tayyip Erdoğan’ın ‘suçu olmayan içeride olmaz’ demesinden, hapishanelerin ticarethaneye çevrilmesi projesinin amacı görülmektedir.

ÖNCÜ KADIN

ÖMRÜMÜZÜ ÇAL, KEMİKLERİMİZİ DÜDÜK YAP epimizin ömründen çal… Her gün öldürülen biz kadınlardan… Üç çocuk doğurup, TC ordusuna kattığımızdan. İmamların Cuma namazlarındaki hutbelerinde ‘savaş şehidi’ Türk askeri mertebesine eriştirdiğimizden. Tekstil işçisi olarak kapalı arabada penceresinden dışarıya bakamadığımız doğada can verdiğimizden. Doğmamış bebelerimizi kasıklarımıza vurulan asker-polis postallarıyla düşürmemizden. Parasız eğitim için sokağa çıkmamıza kızıp, ne işleri var dediğinde sustuğumuzdan. Sizlerin yani ezenlerin sükseli yaşamları için fabrikalarda, tarlalarda, atölyelerde, kamu-özel alanlarda, evde, mutfakta 24 saat alınterimizi döküp, emeği görülmeyen olduğumuzdan…

H

Biz suçluyuz. Şiddete en çok uğrayan ve en çok rıza gösterdiğimiz için. N.Ç. davasında olduğu gibi “utanç” kararlarınızı ‘haydi kızım göster bakalım nasıl tecavüz ettiler’ diye mahkeme salonlarını Zekeriya Beyaz hocanız gibi anlamayıp, tekrar ettiren pornocular, siz haklısınız. Biz susuyoruz. Sustuğumuz için de en çok şiddete maruz kalıyoruz ve öldürülüyoruz. Şiddet önce kadın kimliğimiz üzerinden, doğar doğmaz başlayan bir geleneksel, dinsel ve toplumsal aile içi kabulle başlıyor. Geleneksel şiddet devri psikolojik baskıyla üzerimizde. Doğuranlar olarak suçluyuz. Doğurduğumuz kız-erkek çocuklarımızı “murat görelim” diye “allı-duvaklı” aynı aile-sistem cenderesinde ‘alyans’ halkasıyla zincirliyoruz. Biz öleni de öldüreni de yetiştirenleriz. O halde ölmemek için talimatla üç çocok doğurmayalım. Çünkü N.Ç. davasında yer alan tüm tecavüzcülerin kimlik bilgileri bize bu sistemin katil bileşenlerine nasıl sıfır toleranslı olduğunu gözaltı, hapishane uygulamalarında olduğu gibi tekrar gösterdi.

2002 yılında Mardin’de başlayan N.Ç. tecavüz davası, uzadıkça uzayan devletin taciz-tecavüz zinciri. Zincirin ucunun, sonunun kimin elinde olduğu bellidir. Devlet, komutanı ve yardımcısı korucusundan, hayır işi yapanına kadar ‘devletin fuhuş hizmeti’ne amade olanları mahkemelerinde de korudu. Tecavüzcüler, ‘tecavüz suçunu birden fazla işlediği için ohal bölgesinde ‘iyi hal indirimiyle’ en alt sınırdan ‘ceza’ alırken devletin onaylı tecavüzcüleri nam-ı diğer “iyi çocuklar”, mükafatlarını da almış oldular.

Dünyanın bir ucundan diğer ucuna, kuzeyinden güneyine, batısından doğusuna, Sibirya’sından, Ekvator’una zulüm ve şiddetin dili, dini, ırkı, cinsiyeti yok. Ezenler hiç ayırt etmeden sürekli eziyorlar. Ama söz konusu kadın olunca, şiddetin boyutuna bir de birlikte ezildiği erkeğin şiddeti de devreye giriyor. Bir de ezilenin ezileni oluveriyor kadın. Bu hiç fark etmiyor, bazen fabrikada patronun ayrımcı şiddetine ücrette, bazen sokaktaki direnişte başbakanın ‘kadın mıdır kız mıdır’ şiddetine cinsiyette, bazen örgütlü kurumunda ‘feminist yönü gelişti’ diyen devrimci-komünist erkeğin şiddetine düşünsel özgürlük mücadelesinde eşitsizliklerle yüz yüze.

Mahkeme, N.Ç’nin çocuk bedenini pazarlayan, ancak ‘gündelikçi’ olarak çalışan ‘ırza geçmeye iştirak fuhşiyata tahrik suç’larından cinsiyetleri gereği tecavüzcü olamayan ve bundan dolayı ‘iyi halden’ yararlanamayan Emine Akyol ve Türkan Temel’e 9 yıl hapis cezası verdi. Mahkeme heyeti bir çocuğun “ne yaptığının farkında” olduğunun tespitiyle silahlı komutandan eğitimci öğretmenine ve mesleği belirsizinde banka veznedarından korucusuna kadar “birden fazla bunu (tecavüzü) yaptığı için” dediği 26 çocuk tecavüzcüsüne, alt sınırdan ceza vererek ödüllendirdi. N.Ç.’yi fuhuşa zorlayan iki kadına da cinsiyetleri açısından ‘OHAL’li kadın indirimi yapmaması da yargının cinsiyetçi yaklaşımının hangi safhada olduğunu gösterdi.

Eritre’de 6 yaşında sünnet edileniz, çocukken kesilir annemiz dikiş atar, evleniriz kaynanamız dikiş söker. Bu da ‘kadın sırrı’ olarak hep saklanarak devam eder günümüze kadar sürer. İran’da recm edileniz. Çünkü bedenimizin mutlak surette bir sahibi ‘baba, erkek kardeş, koca, ya da tanımadığımız bir erkek’ vardır. Yalnız sokağa adım atamayız. Şili’de çocuklarımızı arayanlarız. Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 17 bini faili meçhulün Cumartesi Anneleri’yiz. Arjantin’de 30 bin kayıbın De Mayo Anneleri’yiz. Irak’ta ‘savaşın kayıp kadınları’yız. Zengin Arap sermayederlerin cinsel sunumundayız. Irak

‘Gündelikçi kadın’ tecavüz zincirinde

≫ rojda demir

Kürt Federe Devleti’nin yeni anayasasında bütçe için fuhuş ticaretinde cinsel pazara sunulanlarız. Nepal’de on yıl içerisinde iktidara karşı verilen mücadelede bin 350 insanın gözaltında kaybının Maoist halk savaşçısıyız. Hindistan’da ve Çin’de emperyalist-kapitalist sistemin ucuz işgücüyüz. JİTEM’in kireç, asit kuyularına attığı ve dere, dağ, bayır demeden kurşunladığı gerilla anasıyız, bacısıyız, yareniyiz, yoldaşıyız. Olmadı kalorifer kazanında yakılarak kayıp edilenlerin yakınları olarak ‘ileri demokrasi’ teranelerinde çukurlardan, toplu mezarlardan kemiklerimizi toplayanlarız. Auschwitz, Felluce, Hiroşima, Halepçe, Guernica, Zilan, Dersim, Qoçqiri unutulmaz hiçbiri… Derken yine faşizmin siyasi iktidarları tarafından mücadelenin en ön saflarında hep çemberi yarmak için direnişe durduğumuzdan en önce, en çok, en fazla ve en yüksek şiddetin ruhsuz katilleri tarafından taciz ve tecavüz edilenleriz. Çünkü teslimiyeti cinsellikte arayanların beyni kayıptır… Oysa beynin ve yüreğin bedene komuta ettiğini unutacak kadar içi boş-dumkof katillere bunu anlatmamız oldukça yılları alacak, yılları aldığı kadar ömrümüzü de alacak. Mücadelenin önemi de bu sabrı direnişlerde örgütlü olarak nakış nakış, halkın filtresinden geçirdiğimiz ince ince düşünce özgürlüğünde dokuyabilmektir. Direnenlerin tarihi çok berrak, kesik başlarımız, kayıp bedenlerimiz, akan kanlarımız, taşlardan-kayalardan tecavüzden kurtulmak için nehirlere kendini atıp boğulan kadınlarımızın onurlu mücadelesi iktidarlaşma mezeniz değildir. Buna izin vermeyeceğiz. Ömrümüzü çalıp, kemiklerimizi düdük yapamazsınız... Çocuklarımızın canlı infazlarını yayınlayan medya, asker, ordu, adalet, yargı, hukuk, işadamı, koca, baba, eş, erkek kardeş cinsiyetçi yaklaşımdan vazgeçmek zorundasınız. 19 Aralık 2000’de Bursa Hapishanesi’nde Ali İhsan Özkan’ın ve Kasım 2012’de Marmara Kartepe’de Mensur Güzel’in infazını canlı olarak medyadan izledik. Silinebilir mi belleklerden? Somali’den Güney Afrika Cumhuriyeti’ne yardım için koşan Erdoğan’ın konuşmalarından, ikiyüzlülüklerini görebiliriz.6 Ekim 2011 tarihinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nde İsrail başkatiplerinden Ya'akov Finkelstein, Erdoğan'ın Güney Afrika Başbakanı ile yaptığı basın açıklamasınd; "Tünellerden sadece gıda değil, silahlar, füzeler geçiyor. Bu füzelerle şehirlerimiz, çocuklarımız vuruluyor" diyen başkatibin sözlerine "O tünellerden atom bombası geçmez. Nükleer silah geçmez, fosfor bombaları geçmez. İsrail, fosfor bombalarıyla Gazze'yi bombalamıştır. Bu bir kitle imha silahıdır. Ve kitle imha silahı kullanmak suçtur. O tünellerden geçse geçse ancak küçük çaplı silahlar geçebilir. Tüfek geçer. Ama oradan tank top bunlar geçmez değil mi?" sorusuyla "İsrail, bölge için en büyük tehlike çünkü atom bombası var" derken Kazan Vadisi’ne yağdıracağı hesabıyla konuştuğunu ve 10 Ekimden itibaren Malatya morgu önünde bekleyen Kürt annelerin parçalanan yüreklerinden kaç kişi okuyabilir?


1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

DEVRİMCİ MÜCADELEDE YÖNET Parti ve önderlik, başta dar anlamda parti örgütünü sonra da geniş anlamda ilişkide olduğu tüm örgütlenmelerde bilimsel kriterlere göre hareket etmeli ve demokratik bir işlerlik kadar insanların yeteneklerinden doğru yararlanmayı da örgütlerine öğretmelidir Bir Rus Çarına sormuşlar, “sizce dünyanın en kötü şeyi nedir?” diye, “Rusya’yı yönetmek” diyerek cevap vermiş. “Peki, ondan daha kötüsü?” diye sorunca cevap olarak bu sefer: “Rusyayı kötü yönetmek” demiş. Gerçekten de yönetici olmak zor iştir. Bir devrimci yapıda yöneticilik yapmak ise hiç kolay değildir. Çünkü sorumluluğunuz altındaki insanları sadece yönetmekle değil, aynı zamanda eğitmekle de yükümlüsünüzdür. Bu eğitim öyle basit, sıradan bir eğitim de değil. Yani sadece yapılacak işin özelliklerini, püf noktalarını ya da teknik ayrıntılarını aktararak yapacağınız bir eğitim de değil. Bu düzenin bizlere vermiş olduğu tüm özel mülkiyet alışkanlıklarına karşı ve en önemlisi de idealist düşünce tarzına karşı verilmesi gereken bir eğitim. Anlaşılacağı üzere bu tek başına bir eğitim konusu da değil esas yanıyla ideolojik mücadelenin kendisidir. Bu bağlamda, devrimci bir örgütlenmede yönetici olduğumuzda çoğunlukla aldığımız sorumlulukların altında ezilerek, yukarıda andığımız Rus Çarının belirttiği gibi başımıza gelebilecek en kötü şeyi getiririz ve kötü bir yönetimin sorumlusu olarak, yani kötü yöneticiler olarak ne kendimizin ne de sorumluluğumuzdaki işin ve insanların gelişimini sağlayabiliriz. Tabii bir kötü yönetimin en basit sonucu budur; insanların gelişmemesi. İnsanların mücadeleden kopması, örgütlenmenin dağılması ya da çökmesi gibi sonuçlar da beklenmelidir ki bizimki gibi ülkelerde daha sık görülen de budur. Çünkü faşist diktatörlük altında yönetilen bir ülkede kötü yönetilen bir devrimci örgütlenmenin, faşizmin saldırılarına dayanması öyle kolay olmayacaktır. Bu nedenle kötü bir yönetimin ya da idarenin sonuçları bir devrimci yapılanmada gerçekten ağır olmaktadır. Bu sonuçlardan kurtulabilmenin en doğru

Yöneticilik ve kadro meselesi

yolu, yönetici kadroların doğru seçimi ve gerek alttan gerek üstten uygun yöntemlerle denetlenmesidir. Uygun kadro seçimi, hangi iş olursa olsun gereklidir. Yani burada bahsettiğimiz kadro, yapılacak işin kadrosu olmaktır. Bu vurgulamayı yapmak zorunda kalıyoruz, çünkü bizde kadro denilince illaki parti kadroları anlaşılmasıdır. Partili kadrolardan ise topyekün hiçbir ayırım yapılmadan hepsinin devrimin kadroları olarak anlaşılmasıdır. Açıktır ki böylesi bir anlayış kadro politikasını darlaştırır ve işe göre uygun kadro yetiştirmeyi ve yerleştirmeyi engeller. Bu yönüyle belki içerik olarak kadro kavramını kullanmak doğru olmayabilir. Yani genel anlayış itibariyle. Fakat bu genel sakat anlayışı kırmak istiyorsak kadro tanımlamasını bu yazıda da yaptığımız gibi daha geniş bir şekilde kullanmak doğru olacaktır. Böyle yapılmadıkça kadro denilince yine zihinlerimizde “mükemmel” insanlar canlanacak ve ona göre düşünmeye devam edeceğiz. Bu yanlış anlayışı düşünce yöntemimiz itibariyle de kafamızda doğrusuyla değiştirmek istiyorsak o zaman kavramlarına da yeniden içerik vermek zorundayız.

Yöneticilik nedir, ne değildir? Yöneticiliği bilimsel olarak düşünmek zorundayız. Bir işin örgütlenmesinde işi planlamalıyız ve kimlerle ne kadar süre içinde bunu gerçekleştirebiliriz, bunları önceden hesaplamalı ve işle ilgili tüm yoldaşlarla en uygun koşulların oluşması için tartışmalıyız. Bu tartışmalar yapıldıktan sonra planlamaya geçmeli ve planlama içerisine kimlerin konumlandırılacağı da mutlaka ele alınmalıdır. Sadece bunlar da değil, kimlerin nereye kadar sorumluluğu var, kimler nereye kadar yetkilidir vs de en anlaşılır bir şekilde ortaya konulmalı ve

Bu yazıda bizzat yönetici olma kavramını kullandık. Devrimci harekkette ve bizde genelde ‘sorumlu’ kavramı kullanılmaktadır. Oysaki bu kavram meseleyi sadece sorumluluk almakla sınırladığından en azından bu yazıda bu kavramı kullanmayı tercih etmedik. Çünkü yukarıda da vurguladığımız gibi sorumluluk almak yönetici olmak için tek başına yetmiyor. Bir yönetici için sorumluluk duygusu ve misyonu en önemli özelliktir.

yine işin başarı ya da başarısızlık kriterleri önceden belirtilmelidir. Bunlar önceden ayrıntılarıyla ve işle ilgili her yoldaşa anlatılmalıdır ki, daha sonra nasıl bir değerlendirme yapılacağı ya da işin raporunun nasıl yazılacağı açık ve net olsun. Evet, iyi bir yöneticiliğin belki de teknik yanları bu saydıklarımız. Doğrudur, ama kesinlikle üstünden atlanılmaması gereken noktalardır. Bunları bir çırpıda sayar dökeriz ama en önemli faaliyet dönemlerinin planlanmasında bile elimize kağıt kalem alıp şöyle önümüze bir tablo çıkarıp konuşmaz, tartışmaz ve sonuç olarak faaliyet planlaması yapmayız. Yani bir planlama vardır, ama bu plan nasıl çıkarılmıştır orası biraz belirsizdir. Yani yöntem olarak.

Yöneticilik ve kadro kavramlarından da ne anlaşılması gerektiğini yeterince açtığımızı düşünüyoruz. Yani bu kavramların karşılığı ne abartılmalıdır ne de içeriği boşaltılmalıdır. Bu kavramların en uygun kullanımı işe göre yöneticilik ve kadro olmaktır. Hepsi de kendisine göre kadrodur, ama mesela genel bahsettiğimiz için gazeteci burada bir yönetici değildir. Fakat örnekteki parti kadrosuyla semt komitesi sekreteri birer yöneti-

Dikkat edilsin burada yoğunlaştığımız konu bir işin ne amaçla veya genel anlamda nasıl planlandığı değil. Yani yapılan planların doğruluğu ya da yanlışlığı değil, esas olarak tartıştığımız tekrar olacak ama işin hangi yöntemle planlandığıdır. Bir yönetici herhangi bir iş için eline kağıt kalem almalı ve öncelikle şunları yazmalıdır: Kaç insan var, olanaklar nedir, işin yetiştirilmesi gereken süre nedir, bu işin gerçekleşmesinde onun dışında ama onu etkileyecek faktörler nelerdir? Önceden gerçekleştirilmesi gerekenler, maddi olanaklar vs. bunlar yapıldıktan sonra eldeki mevcut insanların yapılacak işe göre uygunlukları ortaya konmalı, eksileri ve artıları değerlendirilmeli ve insanlarla bu doğrultuda tek tek ilgilenilmeli, eksiklikleri

cidir. Gazeteci de eğer gazetede yönetici bir birimdeyse elbette o da yöneticidir. Ama her kadro yönetici değildir. Bu örneği ayrımın iyi anlaşılması için verdik. Her yönetici işine ve konumuna göre kadro özellikleri taşımalıdır. Genel hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız bu durum devrimci-komünist bir örgütlenmenin çalışmalarındaki başarının ya da başarısızlığın belirle-


perspektif

TİM VE YÖNETİCİLİK SORUNLARI verdikleri açıktır ve başından beri vurguladığımız gibi bizim de kesinlikle üzerinden atlamamamız gereken bir konudur yöneticilik. Bu arada, burjuvazi daha çok kar amacıyla kendi çalışanlarını motive edebilmek için onları aileleriyle birlikte çeşitli kurslara dahil ediyor ya da eğlencelere katıyor ki, bu yönetici kadrolar kendilerini çalıştıkları holdingin ya da tekelin çıkarlarıyla özdeşleştirsinler. Japonya bu işte bir adım daha atarak kalite çemberleriyle işçileri de bu “ortak amaç”a yönlendirerek işçilerin kendi sınıf bilinçlerini köreltmeye çalışmaktadır.

olanlara kendilerini tamamlamaları için yol gösterilmeli, hiç uygun olmayacakların değiştirilmesi için yine olanaklar değerlendirilmeli vs vs Böylesi bir çalışma tarzı izlenilmeden rastgele iş yaptığımızda doğru ve başarılı sonuçlar elde etsek de bunların kalıcı olmayacağı, en azından kurumlaşmamıza hizmet etmeyeceğini iyi bilmeliyiz.

Burjuvazinin yönetici arayışları Günlük gazetelerin çoğunun “insan kaynakları” başlıklı ekleri ya da çeşitli iş dergilerinin bu başlık altında bölümleri var. Bahsettiğimiz gazete ya da dergiler sermaye dünyasının yayınları. Bu yayınları inceleyecek olursanız sermaye dünyasının kendi karları için ya da insanlardan belirli

yenlerindendir. Devrimci iktidar mücadelesinde iktidara gidecek olan yolda partiyi ve halkı koordine edip yönetmek bilimsel bir temel ve sağlam bir ideolojik-politik hatla mümkün olabilir ancak. Yazımızı Stalin yoldaşın kadro sorunu üzerine kaleme almış olduğu bir paragrafla sonlandıralım; “Bazıları, zaferin kendi kendine, yani diyelim ki kendiliğinden gelmesi için

iş saatlerinde daha fazla emek sızdırmak için nasıl yöntemler kullanmaya çalıştıklarını görürsünüz. Ancak iş yöneticilik konusuna gelince bunun içinde küçümsenmeyecek derecede bir tartışma ve arayış içerisinde oldukları görülecektir. Bir şirketin ya da holdingin örgütlenme yapısı, idarecilik anlayışı neredeyse felsefi düzeyde tartışılır ve kendilerince bir çözüm ve yöntem bulmaya çalışırlar. Bunlar küçümsenecek tartışmalar da değildir. Çünkü özellike emperyalist şirketlerin bugün dünyanın birçok yerinde fabrikaları, temsilcilikleri ya da ortaklıkları var. Tüm bunların koordine edilebilmesi ve ortak bir amaç için yönetilebilmeleri öyle kolay değildir. Amaçları daha fazla kar da olsa, kullandıkları yöntemler itibariyle bu konuya yeterince önem

doğru bir parti çizgisi hazırlayıp geliştirmek, bunu yüksek sesle ilan etmek, onu tezler biçiminde, genel kararlar biçiminde sergilemek ve onu oybirliğiyle benimsemek yeter diye düşünüyorlar. Besbelli ki bu yanlıştır. Yalnız iflah olmaz bürokratlar ve kırtasiyeciler böyle düşünebilirler. Gerçekte bu başarılar ve zaferler, kendiliklerinden kazanılmamışlardır, parti çizgisinin uygulanması uğruna yürütülen amansız bir mücadele içinde

manda.

Burjuvazinin bu politikalarını aktarmamızdaki sebep sınıf düşmanlarımızın konuya bu kadar önem verdiği ve bilimsel yöntemlerle kendi gerici ve sömürücü çıkarları için insanları nasıl yönetmeye çalıştıklarının anlaşılması içindir.

Devrimci bir örgütlenmede örgütlenmenin ilk kriteri bağlılıktır. Yani halka, devrime ve partiye bağlılık. Gönüllülüktür bunun adı aynı zamanda. Yani gönüllü olarak devrime katılma ve onun ve araçlarının disiplinini kabul etme ve mücadelenin zorluklarına karşı sorumlu olabilmektir. Örgütlenmede ikinci önemli kriter ise, yani bağlılıktan sonra gelen kriter yetenektir. İnsanlar yeteneklerine göre örgütlenmelidir. Yeteneğine göre örgütlenmeyen insan gelişemez. Örgütlenmede bağlılık ve yetenek parti örgütlenmelerinde özellikle altını çize çize uygulayacağımız kriterler olmakla birlikte bu kriterler tüm devrimci örgütlenmelerde var olan örgütün niteliğine göre düşünülerek gözetilmesi ve aranması gereken kriterlerdir.

Bizler devrimci faaliyetimizde sahip olduğumuz bilimsel ideolojiye ve bilimsel düşünme yöntemine rağmen, özellikle örgütlenme ve kadro politikası oluşturmada genelde gayri ciddi davranıyoruz. Evet, devrimci amaçlar ve çaba vardır. Ama amaç ve çaba bir kişinin ya da faaliyetin gerçekten devrimci olup olmadığını değerlendirmede yeterli veri oluşturmaz. Elbette bunların olması iyidir. Ama dediğimiz gibi bunların olması demek o faaliyetin ya da kişinin devrimci olmasına yetmez. Devrimci faaliyet ya da örgütlenme ya da devrimci kişi bulunduğu konuma ve yaptığı işe göre bilimsel değilse bile, bunun alt yapısını hazırlamak zorundadır. Burada tabii ki bu bilimselliğin yakalanmasında insanların önünü açaçak olan kurum önderlik ve partidir. Parti ve önderlik, başta dar anlamda parti örgütünü sonra da geniş anlamda ilişkide olduğu tüm örgütlenmelerde bilimsel kriterlere göre hareket etmeli ve demokratik bir işlerlik kadar insanların yeteneklerinden doğru yararlanmayı da örgütlerine öğretmelidir.

Örgütlenmek ve var olan örgütleri yönetmek öyleyse basit bir yetki ve sorumluluk meselesi değildir. Bir yönetici donanımlı olmalıdır. Yönettiği insanların ne söylediklerini anladığı kadar, söyleyemediklerini ya da söylemek istemekdiklerini de anlamak zorundadır. Yukarıda, bir işin nasıl planlanmasından bahsettik. Fakat planlama kadar önemli bir konuyu eksik bıraktık. Yani bir iş yapılırken o işe katılan insanlar görev ne olursa olsun o işten zevk almıyor ya da kıvanç duymuyorsa yönetici burada kendisini sorgulamalıdır. Çünkü devrimci bir faaliyet elbetteki ‘Polyanna’cılık oynamak değildir. Ama yine de devrimci faaliyet insanlar ‘açım’ derken zevk vermese de bir kıvanç vermelidir. İşkence altında insan zevk almaz, yaralanmak insanı güldürmez ama kıvanç duyabilir. Polyannacılık oynamaya karşı olduğumuz kadar, devrimci faaliyetin son noktada insan enerjisinin en verimli kullanılmış emeği olduğunu da bilince çıkarmamız gerektiğine vurgu yapmak zorundayız.

Örgütlenme işbölümü demektir aynı zamanda. Kendi içinde uygun bir işbölümü yapamamış bir komite ya da yönetim kurulu, askeri bir birlik ya da bir kurumda yemek yapmakla görevli küçük bir topluluk vs vs. iyi örgütlenmemiş demektir aynı za-

Yönetici bu bilinci vermek zorundadır ve örgütlediği her işte yoldaşlarına moral kaynağı olabilmeli ya da onların çektikleri acıları en iyi dile getiren olabilmelidir ki, birlikte çalıştığı insanlar yaptıkları işten zevk alsınlar ya da kıvanç duysunlar.

kazanılmışlardır. Zafer hiçbir zaman kendi kendine gelmez; her zaman sökülüp alınır. İyi kararlar, partinin genel çizgisinden yana bildiriler, ancak bir başlangıçtır; ancak yenme isteğini anlatırlar, ama yenginin kendisini değil. Doğru bir çizgi, sorunun doğru bir çözümü verildikten sonra, başarı, örgüt çalışmasına, parti çizgisinin pratik uygulaması için mücadelenin örgütlenmesine, adamların iyi düşünülerek seçilmesine, yönetici

kademelerin kabul ettikleri kararların uygulanıp uygulanmadığının denetimine bağlıdır. Bu olmazsa, partinin doğru çizgisi ve doğru kararlar, ciddi olarak tehlikeye düşmek tehdidi altındadırlar. Bundan başka, üstelik doğru siyasal çizgi bir kere belirlendi mi, her şeyi, hatta siyasal çizginin kendi kaderini de, onun gerçekleştirilmesini ya da başarısızlığını da belirleyen, örgüt çalışmasıdır.”


14-15_Layout 2 11/30/11 9:06 AM Page 1

14 filipinler röportaj Filipinler’de genel durum

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Filipinler, nüfusu 90 milyon olan ve toplamda 7000 civarında adadan oluşan bir takımada ülkesi. Ülkemizle benzer özelliklere sahip olan Filipinler yarı-feodal, yarı-sömürge bir sosyo-ekonomik yapıya sahip. Ülke nüfusunun yüzde 75’i köylülük, yüz-

de 15’i ise işçilerden oluşuyor. Geriye kalan yüzde 10’luk kesim ise toprak ağaları, kompradorlar ve bu unsurlara yakın kesimler. Ülkede çalışanların sayısı (istihdam ve şu veya buşekilde işe sahip olan) 39 milyon. Resmi rakamlara göre işsizlik oranı

% 10, ancak bağımsız kaynaklar bunun % 30'a kadar vardığını ortaya koyuyor. Bu emekçi kesimin % 5'i örgütlü. Yaklaşık 2 milyon sendikalı işçi var. Ancak sendikalı işçilere oranla toplu sözleşme hakkına sahip olan işçi sayısı 230 bin civarında. Fili-

Filipinler ve 1 Mayıs fTakip ettiğimiz kadarıyla ülkeniz ve sınıf

mücadelesi hakkında bazı bilgilere sahibiz ve bazı benzerlikler olduğunu da görüyoruz. Ülkenizdeki mücadele pratiğini ve sendikanızı bize tanıtır mısınız? Ülkemizdeki devrimci-demokratik yöndeki gelişmelerin ve mücadele tarihinin çok köklü bir geçmişi var. Biz 1 Mayıs Hareketi olarak 1980 yılından bu yana bir mücadelenin içerisindeyiz. Elbette ülkedeki siyasi çalışmalar vb. bizimle başlamadı. Ama o dönemler sendikalaşma dahi yasaklanmıştı. Yapılan çalışmalar içerisinde çok sayılamayacak bir gücü birleştirmeyi başardık. Tabii ki bunda önemli oranda devrimci dinamiklerin varlığı ve gelişimi belirleyici oldu. Ve bugün 250 bin civarında üyemiz var. Örgütlenme alanlarımız, yani sendikamızın, üç farklı alanda örgütlenmesi var. Biri sanayi alanında, biri hizmet alanında, diğeri ise tarım alanında. Kayıt dışı işçiler için de 2 tane farklı birimimiz var.

‘Bölgesel ücret uygulaması var’ Sanayide manifaktür, tekstil, yiyecek, elektronik cihazlar ve madencilikte; hizmet sektöründe ise pek kuvvetli olmadığımız oteller ve restorantlar, telekomünikasyon, ulaşım ve perakendecilik alanlarında örgütleniyoruz. Gerçi perakendecilik alanındaki sendikamız toplu sözleşme antlaşması için girilen bir mücadelenin sonunda patronların ve devletin işbirliğiyle bastırıldı ve yok edildi ama yeniden toparlanmaya çalışıyoruz. Tarım alanındaki örgütlenme ise köylüleri değil, tarım işçilerini, yani kır proletaryasını kapsıyor. Bu alanda özellikle muz, şeker ve ananas işçileri arasında kuvvetliyiz. Köylüler için ayrı bir örgütlenme var, ancak bu 1 Mayıs Hareketi'nin bünyesinde değil, daha geniş bir çatı olan Yeni Yurtsever İttifak'ın bünyesinde. Belirtmek gerekir ki, 1 Mayıs Hareketi sadece özel sektör içinde örgütleniyor. Kamuda çalışan işçiler için ayrı bir sendikal örgütlenme var ve bunun adı "Courage." İşçiler arasında en önemli örgütlenme alanı olarak gördüğümüz sanayi işçileri. Resmi rakamlara göre hizmet sektöründeki işçiler sayıca fazla, ama tabii ki esas ağırlığı sanayi işçilerine veriyoruz.

fÖne çıkan sorunlar ve bu sorunlara ilişkin talepleriniz, örgütlenme tarzınız nedir? Nelere dikkat çekiyorsunuz? Birçok sorun ve yerel anlamda lokal çalışmalar var. Ancak tüm sektörlerdeki işçilerin, üç önemli mücadele başlığı var. Bunlar; ücretler üzerine verilen mücadele; iş güvencesi üzerine verilen mücadele ki, taşeron işçilerin çok büyük bir rakam olduğu düşünülerse, iş güvencesi talebinin önemi daha net kavranabilir. Diğer mücadele başlığı da demokratik haklar üzerine verilen mücadele.

Sendikaların başlıca taleplerinden biri olan ücret artışı, son derece önemli ve bizim sendikamız da uzun süredir günlük ücretin 125 peso artırılmasını talep ediyor. Bu aşağı yukarı 3 dolara tekabül ediyor. Filipinler’de ulusal bir asgari ücret düzenlemesi yok. Bin farklı ücret seviyesi var. 13 farklı bölgede, devletin ağzıyla "hayat pahalılığına" göre, farklı ücretlendirme yapılıyor. Bu uygulama, 1989'da sarı sendikanın desteğiyle geçirilmiş bir yasaya dayanıyor. En yüksek işçi ücreti şu anda yaşamın en pahalı olduğu iddia edilen başkent Manila'da ve günlük 404 peso (9,2 dolar).

fPeki, bunun dayanakları nedir? Devlet, farklı ücret tarifesini uygulamasını gerekçelendirirken, başkentte hayatın daha pahalı olduğunu söylüyordu. Ancak bu doğru değil. Mesela sanayi bölgelerinin çoğunda günlük 387 peso (8,8 dolar) ücret ödeniyor. Ama sanayi bölgelerinde Manila'dan daha ucuz bir yaşam standardı olduğu söylenemez. Hatta kimi durumlarda yaşam şartları daha da pahalı. Yükselttiğimiz üç talep son derece önemlidir. Bizim mücadelemizin zaten esas olan noktası üç talebimizdir; ücretler, iş güvencesi ve demokratik haklar… İşçi sınıfı, ekonomik taleplerin yanı sıra, demokratik haklar talebini dillendirdiği zaman politik mücadeleyi de vermiş oluyor. 1 Mayıs Hareketi olarak işçi sınıfının ekonomik ve politik mücadelesinin her zaman için ön saflarında yer aldık. Diğer sarı sendikanın (sarı sendika dediğim Filipinler Sendikal KongresiTUCP) bu gibi kaygıları olmadığı için, ülkede bu mücadeleyi veren tek sendikayız diyebiliriz.

İşçiler de köylüler de siyasi açıdan son derece aktifler ve birbirlerinin mücadelesini destekliyorlar. Çatı örgütü olan Yeni Yurtsever İttifak'ın, parçası oldukları için, işçiler toprak reformunu, köylüler ise KMU'nun taleplerini destekliyor, demokratik haklar mücadelesinde de omuz omuza yer alıyor, siyasi mücadeleyi de birlikte veriyorlar

Ülke siyasetinde en belirleyici şey işçilerin ve köylülerin mücadelesidir. Bu mücadelede yer alan yegâne sendika olan 1 Mayıs Hareketi de her zaman emek mücadelesinin ön saflarında yer almıştır. Bir sendika olarak, halkın ekonomik çıkarlarını dile getirmemiz, bunun mücadelesini vermemiz normaldir. Ancak aynı zamanda anti-emperyalist ve militan bir sendika olduğumuzdan, halkın politik çıkarlarını da dile getirmekten hiçbir zaman geri durmuyoruz.

Tess Dioquino

fÇalışmalarınız engelleniyor mu? Ya da çalışmalarınızdaki sorunlardan bahseder misiniz? Filipinler Sendikal Kongresi-TUCP, önümüzde engel teşkil eden bir yere ve duruşa sahip. Bu sendika bünyesindeki işçileri pasifize eden ve mücadeleyi baltalayan bir pratik ve geçmişe sahip. Üye bakımından da şu anda ülkedeki en kalabalık sendika. Bunun sebebi onların bizim karşılaştığımız devlet baskısıyla karşılaşmamaları. Ayrıca, onlar devletten maddi yardım alıyorlar ve onların örgütlenme girişimleri baltalanmıyor. Sarı sendikanın benimsediği şiar "size ekmek veren eli ısırmayın". Yani, patronlarla işçiler arasında bir işbirliğini savunuyorlar. Ve böylelikle de işçilerin sınıf mücadelesine katılı-

1 Mayıs Hareketi Uluslararası İlişkiler Başkan Yardımcısı mını engelleyen bir role sahipler.

fDevletin görevini yüklenmişler yani... Evet, sarı sendikalar genelde egemen sınıfların sözcülüğünü yapıyorlar. Mesela 2002 senesinde eski başkan Arroyo, hareketimiz için "fabrika işçilerini sendikalaştıranlar teröristtir, siz fabrika teröristisiniz" dediğinde, sarı sendika onun söylemlerini tekrar etmişti. Özellikle o dönem, sendikamıza yönelik ağır baskılar mevcuttu.

Faaliyetçilerimiz taciz ediliyor, yaralanıyor, işkence görüyor, hatta kimliği belirsiz kişilerce kaçırılıp öldürülüyordu. Bu dönemde, sarı sendikalar da kontrgerilla operasyonlarını destekliyorlardı. 1 Mayıs Hareketi ülkedeki baskı koşullarını dile getirdiğinde sarı sendikalar bunu reddediyorlardı. Böyle bir şeyin olmadığını iddia ediyor, "Filipinler'de böyle bir durum yok", "sendikaların böyle bir sorunu yok" diyorlardı.


14-15_Layout 2 11/30/11 9:06 AM Page 2

dünya 15

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

pinler’de pek çok emek örgütü olmasına karşın, başlıca iki sendikal konfederasyon belirleyici bir yere sahip. Bunlardan bir tanesi devletin kurmuş olduğu, devlet yandaşı olan Filipinler Sendikal Kongresi (TUCP). Bu konfedarasyon uluslararası ölçekte Uluslararası Sendikal Konfederasyonun [ITUC] bir üyesi. Diğeri ise 1 Mayıs Hareketi (Kilusang Mayo Uno-KMU), yani dev-

rimci dinamiklerin güçlü olduğu, militan duruşa sahip bir sendika. Bu sendikanın üye sayısı ise 250 bin civarında. Kilusang Mayo Uno yani 1 Mayıs Hareketi’nin uluslararası ilişkiler başkan yardımcısı Tess Dioquino, Petrol-İş Sendikası’nın genel merkezinde yapılan ve uluslararası katılımcıların olduğu LabourStart Küresel Dayanışma Konferansı’nın konuğu olarak ülkemize

geldi. Bu konferansa katılan ve ülkesindeki sendikal mücadeleye dair bilgiler sunan Tess ile Filipinler’deki sınıf mücadelesi üzerine bir görüşme yaptık. Tess, ülkemizle benzer koşullara sahip olan Filipinler’deki demokratik-meşru mücadelenin koşullarını ve deneyimlerini paylaştı.

Hareketi üzerine yorlar. Aynı çatı örgütünün, Yeni Yurtsever İttifak'ın parçası oldukları için, işçiler toprak reformunu, köylüler ise KMU'nun talebi olan ücret artışını savunuyor. Ayrıca, demokratik haklar mücadelesinde de omuz omuza yer alıyor, ekonomik mücadelenin yanı sıra, siyasi mücadeleyi de birlikte veriyorlar. Köylü hareketinin kırsalda gerçekten çok güçlü olduğunu söylemek mümkün.

Köylüler, Yeni Yurtsever İttifak'a bağlı Ulusal Köylü Hareketi'nin çatısı altında, ellerindeki yasal demokratik kanalların tümünü etkin biçimde kullanıyorlar. Ancak, kimi açık kaynaklardan öğrendiğime göre, köylülüğün, özellikle en yoksul kesimleri, kendilerine sokak ve eylemler haricinde daha farklı bir mücadele biçimi benimsemiş vaziyetteler. Ve bunun daha fazla işe yaradığını düşünüyorlar. Ben bunları birinci elden değil, haber kaynaklarından biliyorum. Bunun zaten çok özel bir bilgi olduğunu düşünmüyorum. Herkesin bildiği üzere, yarı sömürge-yarı feodal ülkelerde iki türlü mücadele vardır. Biri demokratik yollardan verilen mücadeleyken diğeriyse, demokratik yasal zemini aşan mücadele biçimi. Köylülerin bir kısmı da bu mücadelenin demokratik alanı aşan kısmında yer alıyorlar.

fİşçiler politik mücadeleye nasıl bakıyor? ‘Ülkemizde köylülük temel güç’ Bunların egemen sınıfa en büyük faydası sınıfı pasifize etmeleri. Örneğin, egemen sınıflar ülkede kriz durumu olduğunu söylediklerinde, sarı sendikalar patronlarla grev yapmayacaklarına dair bir sözleşme imzalıyorlar. Bizim gibi, işçi sınıfının çıkarlarını gerçekten önemseyen bir sendika olsalardı, grevin işçi sınıfının en büyük silahlarından biri olduğunu anlayabilirlerdi.

fBelki sizin alanınız dışında ama ülkeniz köylülüğün yoğun olduğu bir ülke, hatta yüzde 75’i köylülük. Bu alana ilişkin sendikanızın çalışması var mı? Köylülük işçi sınıfının önemli bir müttefiki olduğundan, köylülüğün temel talebi olan toprak reformu sorunu işçi sınıfının da gündemlerinden biri ve sendikamızca da dile getirilmektedir. Bunun üzerine bazı çalışmalarımız var.

fBiraz detaylandırabilir misiniz? Ülkemizde ana güç köylülük ve bu köylülüğün de başlıca talebi 1 Mayıs Hareketi'nin de desteklediği gerçek toprak reformudur. Gerçek toprak reformundan kastettiğimiz şudur: Toprağın işleyene ait olması. Mesela devlet, yıllar boyunca sözde toprak reformları gerçekleştirdi. Ama bunlar köylülerin lehine değildi. Yani şu şekilde gerçekleşti örneğin; köylüye bir parça kağıt veriliyor ve artık "toprak sahibi" olduğu söyleniyordu. Ama bu kağıdın karşılığında köylünün

çok yüksek bir ücret ödemesi gerekiyordu. Köylülüğün büyük çoğunluğu bunu ödeyemediği için bu toprak reformu hiçbir şey ifade etmiyordu. Parayı ödeyemediklerinde kendilerine verildiği iddia edilen toprak, toprak ağalarının eline geçiyordu. Tarım proletaryası için ise çalıştıkları büyük çiftlikleri bölüp onları toprak sahibi yapmak yerine, onlara hissedar oldukları söyleniyordu. Yani toprak fiilen onlara verilmiyordu ama artık hissedar oldukları için de greve gitmemeleri, ekonomik hak talebinde bulunmamaları söyleniyordu. Örneğin Aquino'ların toprağı olan Hacienda Luisita'da 6000 hektar toprak ve 2000 yarıcı varsa, bizce her yarıcının yaklaşık 3 hektar toprak sahibi olması gerekir. Gerçek toprak reformundan kasıt budur. Ama pratikte, Aquino ailesi köylülere bir referandum sundular ve manipülasyona ve yalanlara başvurarak köylüleri "hissedar" olmaya ikna ettiler. Fiiliyatta da bunun hiçbir geçerliliği yoktu. Devletin yapmış olduğu toprak reformlarının esas amacı; toprağı işleyene vermek değil, köylülüğün mücadelesini pasifize etmekti.

‘İşçi ve köylü ittifakını esas alıyoruz’ fKöylülüğün politik olarak daha aktif olduğu söylenebilir mi? İşçiler de köylüler de siyasi açıdan son derece aktifler ve birbirlerinin mücadelesini destekli-

Eskiden işçi hareketi ülkede çok güçlü grevler gerçekleştiriyordu. Ama devletin ve patronların saldırıları, bizim de kimi örgütsel eksikliklerimiz yüzünden bu grevler eskisi kadar yaygın ve güçlü değiller. Bu mücadeleyi daha da güçlendirmek elbette ki başlıca amacımız. Özellikle işçi sınıfının çoğunluğunu teşkil eden taşeron işçilerin örgütlenmesi yakıcı bir sorun. Mesela işçiler bir greve gittikleri zaman, özellikle taşeron işçiler, devletin ya da patronların sözcüleri gelip onlara; "Eğer siz daha yüksek ücretler alırsanız bu işyeri iflas edecek ve kapanacak. Siz daha yüksek ücret mi istiyorsunuz yoksa işinizi muhafaza mı etmek istiyorsunuz" diyerek baskı uyguluyorlar. Bunlar karşı karşıya bulunduğumuz sorunlardan bazıları. Bu tarz problemlerden ötürü işçi sınıfınnın mücadelesi kimi noktalarda geri adım atmak durumunda kalabiliyor. Ama vurgulanması gereken şey, bizim sadece bir sendika olmadığımız. Biz çok geniş bir çatı örgütünün bir koluyuz ve mücadelemiz köylülerin, kadınların ve gençliğin mücadelesiyle kol kola gelişiyor.

fBahsettiğiniz çatı örgütü çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bu örgütü biraz tanıtır mısınız, kitleler içerisindeki siyasi etkisi nasıl? Filipinler’de, halk arasında “ulusal demokratik hareket” adıyla bilinen ve yeni demokratik mücadeleyi sürdüren bir çatı örgütlenmesi Yeni Yurtsever İttifak (Bagong Alyansang Makabayan-Bayan). Geniş bir çatı örgütü. Bu çatının bünyesinde bizim sendikamız 1 Mayıs Hareketi (KMU), kadın örgütü (Gabriela), köylü örgütü

(Kilusang Magbubukid ng Pilipinas), gençlik örgütü (Anakbayan), öğretmen derneği gibi çeşitli kuruluşlar bulunuyor. Yeni Yurtsever İttifak, halkın çok ciddi kesiminin desteğine sahip ve bünyesindeki çeşitli kurumların kitleselliği bunu ortaya koyuyor.

Yeni Yurtsever İttifak Ülkedeki ulusal demokratik mücadelenin başlıca odağı Yeni Yurtsever İttifak'tır, bunu kimse reddedemez. Mesela Marcos diktatörlüğüne karşı verilen demokratik mücadelede geniş bir cephe oluşturulmuştu ve Yeni Yurtsever İttifak bu mücadelenin önemli bir unsuruydu. Farklı perspektiflere sahip pek çok kurumla bir ittifak içine girmiş ve o ittifaka da yön veren güçlerden biri olmayı başarmıştık. Daha sonra, örneğin, anayasayı değiştirme girişimde bulunan Cumhurbaşkanı Josef Estratada'nın istifasında kendi kitlemizi mobilize etmeyi başardık ve farklı grupları da bir araya getirerek bunlarla taktiksel ittifaklar kurduk. Kendi kitlemizi harekete geçirip başka gruplarla taktik ittifaklar oluşturarak, egemen sınıfların siyasi temsilcilerine karşı verilen mücadelede büyük başarılar elde edebiliyoruz. Üstelik bu ittifakların kurucu unsurlarından değilsek bile, onlara yön veren, önderlik eden güç haline gelebiliyoruz. Yeni Yurtsever İttifak, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, ülkedeki ulusal demokratik mücadeleyi veren esas güç odağıdır. Bu çatının genel olarak dillendirdiği esas talep Tam Bağımsız Demokratik Filipinler’dir. Çünkü ülkemiz yarı feodal, yarı-sömürge bir ülkedir ve bu durumdan kurtulmak da bu geniş cephe hareketinin faaliyetleri kapsamındadır. Sistem karşıtı durumda olunmadığında bunları başarmak mümkün değil.

fÜlkemize dair gözlemleriniz nelerdir? Gözlemleyebildiğiniz kadarıyla Filipinler’le ne gibi benzerlikleri ya da farklılıkları var? Çok fazla gözlem yapma olanağı bulamadım. Katıldığım sendikal konferansta birkaç şey fark ettim. Anladığım kadarıyla pek çok benzerlik var. Ülkeyi nasıl sınıflandırdığınızı bilmiyorum, anladığım kadarıyla siz de yarı-sömürge yarıfeodal olarak görüyorsunuz. Benim sınırlı da olsa gözlemim bu yöndeydi. Gördüğüm kadarıyla halk hareketi çok bölünmüş vaziyette. Ayrıca dini gruplarla taktik ittifaklara girmiyorsunuz. Konferansta, Filipinler’de dindar gruplarla da kimi zaman taktik ittifaklara girebildiğimizi söylemiştim. Ama bana burada bunun mümkün olmadığını söylemişlerdi.Yani biz taktik ittifaklar konusunda oldukça esneğiz. Bazen milli burjuvazi dediğimiz kesimlerle de ittifaka girebiliyoruz. Siz taktik olarak böyle bir şey yapıyor musunuz, bilmiyorum. Biz programatik olarak bunu savunuyoruz. Yani onları yeni demokratik mücadelenin bir müttefiki olarak görüyoruz.


16-17 _Layout 2 11/30/11 1:09 PM Page 1

16 dünya haber

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Mısır'da seçimler başladı Mısır'da Hüsnü Mübarek diktatörlüğünün devrilmesi sonrasında ordunun yönetimi altında ilk seçimler yapılıyor. Ordunun iktidarı sivil yönetime bırakmasını talep eden muhalifler ise seçimleri boykot ediyor

sonucu onlarca kişi hayatını kaybederken binin üzerinde insanın yaralandığı Mısır’da, seçim sürecinin yeni protesto eylemlerini beraberinde getirmesi bekleniyor.

Halkın 30 yıllık Mübarek diktatörlüğünü yıktığı Mısır'da 28 Kasım’da seçim süreci için düğmeye basıldı. Bu seçimlerin ordunun yönetimi altında yapılması, muhalifler tarafından seçimlerin boykot edilmesi sonucunu getirdi. Mısır’da ayaklanmaya katılan muhaliflerin ordunun görevi bırakması yönünde ultimatom vermesi ve ordunun bu ultimatomu tanımaması sonucunda çatışmalar yeniden başlamış ve Tahrir Meydanı’nda protesto eylemleri yapılmıştı. Günlerce süren protesto eylemlerinde ordunun muhaliflere saldırması

Ülkede ordu denetiminde seçim süreci başlarken muhaliflerin 12 gündür Tahrir Meydanı'nda protesto eylemleri yaptığı biliniyor. Seçimleri boykot eden muhaliflerin askeri yönetimden iktidarı sivil yönetime devretmesini talep ettikleri ancak ordunun bu isteği tanımadığı açıklandı. Muhaliflerin halka seçim sonuçlarını boykot etmesi çağrısı yaptığı Mısır’da sürecin yeni protesto eylemlerini beraberinde getirmesi bekleniyor. Muhalifler, general Tantavi'yi devirinceye kadar mücadelede kararlı olduklarını ifade ediyorlar.

Seçimler için sandıkların kurulduğu Mısır’da oy verme işleminin başladığı öğrenilirken, oy kullanılan yerlerde çok sayıda askeri birliğin halk üzerinde baskı kurduğu ve zırhlı araçların oy kullanılan yerlerde bekletildiği açıklandı.

Tahrir Meydanı'ndaki bir eylemci, "Biz Askeri Konsey tarafından alınan bütün kararların karşısındayız. Görevi sivillere devretmeliler. Ondan sonra biz gereken kararları alırız" ifadelerini kullanarak muhaliflerin direnişte kararlı olduğunun mesajını verdi.

Seçimlerde 508 kişilik Mısır Kurucu Meclisi'nin 498 parlamenteri belirlenecek. Ülkedeki karışık seçim sistemine göre 27 bölgede üç etapta gerçekleştirilecek oylamalar, Ocak ayında sona erecek. Kahire, İskenderiye, Assiut, Said Limanı ve Luksor'da yapılan seçimlere, 3 blok ve 50 parti katılıyor. Bu ilk turda 498 vekilden 168'i seçilecek. Seçimlerden sonraki dönemde ise danışma meclisi niteliğindeki 270 sandalyeli Şura Meclisi için seçimlere gidilecek ve tüm süreç Mart ayında sona erecek. Bu uzun dönemde Yüksek Askeri Konsey ülkeyi yönetmeye devam edecek.

Avrupa’da kriz ve eylemler Avrupa ülkeleri ekonomik krizin etkisini gün geçtikçe daha derin hissediyor, hükümetler devriliyor. Ancak halk faturanın kendisine kesilmesini eylemlerle karşılıyor Ekonomik kriz Euro Bölgesi’nde derin sarsıntılar yaratıyor. Yunanistan, İtalya, İspanya, İrlanda ve Portekiz bu krizin yansımalarını en çok yaşayan ülkeler. Hükümetleri düşen ve hezimetlerin yaşnadığı bu ülkelerden sonra İngiltere ve Belçika’nın da aynı sona doğru yürüdüğü gözlemleniyor. ABD ekonomisinin yaşadığı sarsıntıyla başlayan dalgalanma Euro Bölgesi’nde en yüksek seviyeye ulaştı. Geçtiğimiz günlerde Yunanistan ve İtalya’da düşen hükümetlerden sonra İspanya’da yapılan seçimlerde de hükümet partisi olan Sosyalist İşçi Partisi (PSOE), başkanlık yarışını kaybederken, sağ görüşlü olarak bilinen Halk

Partisi'nin (PP) seçimlerin galibi oldu. Ekonomi piyasalarında dalgalanmaların yaşandığı Avrupa ülkelerinde halka kemer sıkma politikası uygulatan devletlerin hükümetleri aynı sonu paylaşırken yaşanılan hükümet değişimlerinin de sorunu çözmeyeceğini ifade eden emekçi kitleler sokaklara çıkarak tepkilerini dile getiriyor. Yunanistan, İtalya vb gibi ülkelerde sokak eylemlerinin ardından Portekiz’de de grevler başladı.

Portekiz’de emekçiler grev yaptı Portekiz’de bir günlük grev yapan işçi ve emekçiler hayatı durdurdu. Başkent Lizbon’da sendikalar tarafından düzenlenen yürüyüşte kitle parlamento binasına girmek isteyince polisle arbede yaşandı. Yaşanan arbede de eylemciler gözaltına alıdı. Hükümetin kemer sıkma politikasına karşı gelişen grevlerde öne çıkan ise; yaşanılan krizle birlikte baş gösteren hak gaspları ve sosyal hakların kısıtlanmasına karşı tepki-

ler oldu. Lizbon metrosu çalışanlarının ilk olarak başladığı greve, öğretmenler, hastane ve, havaalanı çalışanları vb birçok sektör ve alandan işçi ve emekçi katıldı. Portekiz, Euro Bölgesi’nde Yunanistan ve İrlanda'dan sonra uluslararası yardım alan ülke durumunda. Bir milyondan fazla üyesi bulunan iki sendika olan İşçiler Genel Birliği (UGT) ve Portekiz İşçiler Genel Konfederasyonu (CGTP) tarafından yapılan greve yüzbinlerce emekçi katıldı. AB ve IMF'nin sunduğu ekonomik paketlerle kamu açığını kapatmayı amaçlayan Portekiz hükümeti, 2012 yılı bütçesinde işçi, kamu emekçisi ve emeklilerden ciddi oranda kesintiler yapacak. Özellikle emekli ve kamu emekçilirine prim ödemeleri kaldırılıyor, vergiler yükseliyor ve devlet yatırımlarıyla sosyal harcamalarda kesintiler yapılıyor. Yeni bütçe önümüzdeki günerde meclise sunulacak ve büyük oranda kabul edileceği öngörülüyor.

KTÜ’de öğrencilere saldırı Ataması yapılamayan öğretmenlere dikkat çekmek için Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde basın açıklaması yapan üniversite öğrencilerine devlet destekli faşist grup saldırdı Karadeniz Teknik Üiversitesi’nde (KTÜ) devletin “sivil” faşistleri, devrimci-demokrat öğrencilere saldırdı. Türkiye Kuzey Kürdistan’da her sene 24 Kasım’da kutlanan “öğretmenler günü” nedeniyle KTÜ Eğitim Fakültesi öğrencileri ataması yapılmayan ve sözleşmeli olarak güvencesiz çalıştırılan öğretmenlere dikkat çekmek için basın açıklaması gerçekleştirmek istedi. Sayısı yüz binleri bulan ataması yapılmayan öğretmenlere destek olmak ve eğitim sorununa dikkat çekmek için yapılan eylem, idare, polis ve ülkücüler uzlaşısıyla provoke edildi. Saldırıya uğrayan öğrencilerin verdikleri bilgiler ve olayın görgü tanıkları, yapılan saldırının burjuvafeodal basına yansıdığı gibi karşıt görüşlü öğrencilerin çatışması şeklinde değil, bu eylemin yapılacağı bilgisine sahip olan üniversite yönetiminin önünü açtığı faşist bir saldırı oduğunu gösteriyor. Fakültenin bulunduğu Söğütlü Belediyesi’nin tahsis ettiği araçlarla üniversiteye gelen ülkücü faşist çetelerin hiçbir engelle karşılaşmadan ve kimlik kontrolü yapılmadan içeri alınması, hazırlanan plan dahilinde saldırının yapıldığını ortaya koyuyor. Olay sonrası otobüslerle üniversite dışına çıkarılan grubun fakülte yönetimince tekrardan otobüsten indirilerek yeni bir saldırı yapılması, olayın nasıl koordine edildiğini de açığa çıkarıyor. Olay sonucunda çok sayıda öğrenci yaralanırken saldırıya uğrayan bir üniversite öğrencisine de on gün iş göremez raporu verildi.


16-17 _Layout 2 11/30/11 1:09 PM Page 2

gençlik 17

GENÇ YORUM İSYAN KÜTLTÜRÜ

T

unuslu bir seyyar satıcının, ekonomik ve siyasal zorbalığa karşı bedenini tutuşturmasından sonra, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da önemli gelişmeler cereyan etti, ediyor. Bir biri ardına patlak veren halkı isyanları, sonuçları ne olursa olsun bazı dersler çıkarmamıza vesile oldu. Marks’ın da ifade ettiği gibi, ‘şeyleri gerçekten de oldukları ve gerçektende cereyan ettikleri gibi kavramak’ yani şeylerin oluş biçimlerini geriye doğru sararak, şeylerin ne olarak oluşmaya başladıklarını ve hangi aşamalardan bu sürece evirildiklerini ve ne olduklarını anlamak için, içsel bir soyutlamanın yapılması, devrimci komünistler açısından zorunludur.

MEB öğrencileri fişliyor Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) Aşamalı Devamsızlık Yönetimi (ADEY) kapsamında tüm ilköğretim okullarında yapılan ankette, öğrenciler ve veliler hakkında pek çok kişisel ve özel bilgi talep ediliyor Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü 25 Ağustos 2011'de okullara gönderdiği bir yazıyla, bütün öğrenciler ve velileriyle 30 Kasım 2011'e kadar "risk ve ihtiyaç değerlendirmesi" adı altında fişleme yapıyor. Pedagojik açıdan tartışmalı soruların yer aldığı anket özel hayatı tamamen ihlal ediyor. Sorulara verilen cevaplara göre öğrenci ve aile risk grubuna giriyor. Çocuğun göç nedeniyle mi o şehirde yaşadığını sorgulayan soruya cevap evet ise öğrenci ‘risk’ grubuna giriyor. Ayrıca, anne ve babanın aynı evde kalıp kalmadığı sorusuna verilen yanıt hayır ise parçalanmış ailede yaşama nedeniyle çocuk ‘risk’ grubu öğrenci arasına giriyor. Diğer bir ‘risk’li soru ise aile veya yakın akrabalarıdan birinin hapishanede olup olmaması.

‘Dil sorunu var mı?’ Anketin Genel Riskleri Değerlendirme bölümünde de yöneltilen sorular arasında öğretmenler öğrenciler hakkında “dil sorunu var mı” sorusuna yanıt verirken “Evde konuşulan dil Türkçeden farklıysa ve Türkçe’yi yeteri düzeyde anlamıyor ya da kendisini Türkçe’de yeterince ifade edemiyorsa dil sorunu olabilir” açıklaması yapılıyor. Ankette öğrencilerin yaşadıkları evin kaç odalı, kime ait olduğu kimler tarafından büyütüldüğü ve kimlerle yaşadığını, evlere sık sık misafir gelip gelmediği sorularak esasta yaptığı fişlemeye; öğrencilerin yaşadıkları ortamı tanımak ve derslerinde daha başarılı olmalarını sağlamak adına ‘riskleri’ kaldırıp ihtiyaç temelinde eğitim verilmesi sağlanacak şeklinde kılıf uyduruluyor.

Öğretmene ayrı form Öğretmenlerin velilerle yaptığı görüşmelere dayanarak yanıtlaması istenilen sorularda; ailenin özel yaşamı, kişisel ve

özel bilgilere ilişkin pek çok soru yer alıyor. Soruların öğretmenin gözlemine dayanarak yanıtlaması talep ediliyor. Özel riskler başlığı altında öğretmenler öğrenciler hakkında şu soruları yanıtlıyor: - Aile içinde travmatik bir yaşantı oldu mu? - Ebeveynlerden birinde tanı konulmuş psikiyatrik bir sorun var mı? - Ailede çocuktan başka bir çocuk ihmal ve istismar mağduru mu? - Sosyal hizmetler bakımı altında ya da adalet sistemi içinde olan ailenin diğer bir çocuğu var mı? (Çocuk dışında, ailede başka bir çocuğun yetiştirme yurdunda kalması ya da cezaevinde/ıslah evinde olması ya da geçmişte kalmış olması.) - Çocuğun ebeveynleri ya da başkaları tarafından fiziksel istismara uğradığına dair bulgular var mı? Formdaki “Genel risk değerlendirilmesi” bölümünde ise bazı sorular şöyle: - Ev okul ya da başka yerlerden çalar mı? - Oturduğu semt göç alan ve/ veya yoksul bir yer mi? “Özel riskler” bölümünde yer alan bazı sorular şöyle: - Evinizde ne sıklıkta bir küslük ve tartışma yaşanıyor? - Ortada çok önemli bir neden yokken ne sıklıkta ailenizdekiler birbirine kızar, tartışma yaşanır? - Fiziksel kavgalar ailenizde ne sıklıkla olur? Özel yaşamın da sorgulandığı dört ayrı başlıkla ele alınan sorularda her çocuk için ayrı ayrı uygulanan bu anketler, yüzlerce sorudan oluşuyor. MEB’in talimatıyla bu anketler her yıl güncellenerek öğrenci ‘riskleri’ ve ‘ihtiyaçları’ belirlenip gerekli şekillerde ‘müdahale’ edilecek.

Yapılan anketlere veliler tepkili Sorulan soruların özel hayata müdahale ettiğini savunana veliler anketlere tepki gösteriyor. Ayrıca, anketleri yapan öğretmenler de pedagojik açıdan sıkıntılı olduğunu düşündükleri için ankete karşı çıkıyorlar. Hakim sınıflar, fişleme çalışmalarına ‘masumane’ kılıflar uydurup saldırılarına çocukları bile dahil ederek vahşi bir şekilde devam etmekte!!!

≫ sinan çakıroğlu

2011 Ocak ayı itibariyle patlak veren isyan dalgası, birçok kara parçasında ezber bozan bir sonuca neden oldu. Halk kitlelerinin haklı başkaldırısı, tüm yaşanılan acıların yükseldiği zemin olan özel mülkiyet dünyasından köklü kopuşu sergilemese de politik anlamda, özel mülkiyet dünyasının dönem temsilcilerini hedef gözetti. Bilimsel bir dünya görüşü temelinde, sorgulama-yıkma-yeniyi inşa etme görevi ezilen halk kitlelerinin işidir, bu temel ölçümüzdür. Kaypakkaya geleneği, bir avuç jakoben öncülüğüne ne devrimden önce ne de devrimden sonra (evet devrimden sonra da) kurtuluş yolu olarak görmedi! Ama devrimci halk kitlelerinin dünya gericiliğinden tümden kopuşunu “özerklik” savmalarıyla, ‘iktidar olmaksızın iktidar teorileriyle’ ve tüm bunların temelinde yatan devrimci komünist önderlik olmaksızın gerçekleşeceğini bir an olsun dahi düşünmemiştir. Yanı başında Suriye’nin yakıcı savaş ortamını ve emperyalist dizaynın sömürgeci hamlelerini tüm sıcaklığıyla devam ederken, yakın zaman “devrimlerinin” siyasal arenasında halk kitlelerinin memnuniyetsizliğinin yeni bir isyan dalgasına evrildiği gözükmektedir. Tunus’ta bir dizi “değişikliğin” ilk elden yapılmasına rağmen, geniş gençlik kitlelerinin ‘hayatımızda somut bir değişiklik yok’ serzenişi, Mısır’ın başkentinde ise başkaldırıyla kendisini gösterdi. ‘Şubat Devrimi’ olarak adlandırılan Mübarek rejiminin sarsılmasından sonra, ordunun kısa zamanda iktidarı bırakacağını söylemesi ama buna rağmen emperyalist restorasyon sürecinin önemi açısından hala tahtan inmemeleri, halk kitlelerini tekrar sokaklara dökmüş durumdadır. Tahrir Meydan’ındaki protestolara müdahalelerde, resmi kaynaklarca açıklanan ölüm sayısı yazımızın kaleme alındığı zaman itibariyle 42’dir. An be an bu kalabalığın çoğaldığını ve “geçiş” hükümetinin saldırılarını göz önünde bulundurursak, önümüzdeki günlerde bu sayının haylice yükseleceği açıktır. Geçmiş yazılarımızda, İsyan olgusunu etraflıca ele aldığımız için bir tekrarda bulunmayı düşünmüyoruz. Ama altını çizmekte fayda var ki, isyan eden halk kitlelerinin dinamo rolünü üstlenen devrimci durum ortadan kalkmadığı sürece, isyan dalgasın yer yer artar, azalır ama asla sönümlenmez. Ezilenler eskisi gibi yönetilmek istemiyorsa, ezenler eskisi gibi yönetemiyorsa ve tüm toplumu derinden etkileyen iktisadi buhran devam ediyorsa, isyan etmeyi günlük yaşamı haline getirmiş halk kitleleri her zaman ayaklanmaya müsait bir pozisyondadır. Emperyalist-kapitalist dünya diktatörlüğünün her türlü sindirme, manipüle etme ve tekrardan yedekleme politikalarına rağmen bu realite varlığını korur. Fiili işgal, halkların gözü önünde yapılan infazlar (Kaddafi örneğini hatırlayalım) ve çeşitli vizyon yeniliklerine rağmen, devrimci durum ve isyanla gerici sistemden bir nebze de uzaklaşmış olan halk kitleleri koşullar olgunlaştığı takdirde, tarihsel rolünü oynamaktan bir an dahi çekinmezler. Son haftalarda Tahrir Meydanı’nda yaşananlar buna işarettir. Tartışmayı çelişkinin evrenselliğinden, çelişkinin yerelliğine doğru soyutlayarak aynı özden beslenen

ama farklı biçimler alan başka bir gerçekliğe vurgu yapmak istiyoruz. Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında, emperyalist-kapitalist dünya sistemi için stratejik öneme sahip burjuva-feodal devlet aygıtı, merkezi otoritesinin tüm “sarsılmaz” görüngülerine rağmen, devrimci durumun oldukça yüksek zeminde seyreldiği bir süreci yaşamaktayız. Her ne kadar devrimci durumun zigzaglı seyrelişi ulusal hareketin “çözüme yakınlaşmaları” sonucunda durgunluk yaşasa dahi, halk kitlelerinin somut dünyalarında büyük kalıcı değişikliklere yol açmadığı ortadadır. Ezilen halk yığınları, üç kuruşla yaşamlarını sürdürmekte, komprador sınıflar dışa bağımlılığın ürünü olarak klik çatışmasını olabildiğince yaşamakta ve süreci ilerletmede tıkanma noktaları yaşamakta, emperyalizme entegre ekonominin yaratmış olduğu yoksulluk krizle birlikte derinleşmektedir. Haziran ayı seçimlerinde, seçimlere katılma oranının yüksek olması bir olguyken, bu olguda ilerici cephenin parlamentarizm hayranlığı belirleyici rol oynamıştır. Yine ilericilerin AKP karşıtlığı, AKP gericiliğine tepkili olan yüz binlerce emekçiyi şu ya da bu düzen partilerine yedeklemiştir. Ama tüm bu sonuçlara rağmen, halk kitlelerinin aktüel durumlarında ileriye dönük bir gelişme olmamıştır. İşte bundan dolayıdır ki ‘şeyleri gerçekten de oldukları ve gerçekten de cereyan ettikleri gibi kavramak’ ve devrimci durumun rölatif durgunluğuna rağmen devam ettiği sentezine ulaşmak diyalektik materyalizmin hükmüdür! Devrimci dinamiğin önemli bir ayağını oluşturan ve bizler açısından başlıca çelişkiler arasından olan ezen ulus ile ezilen ulus arasındaki çelişki, Kürt ulusunun önderliğinin sistem içi çözümlemelerine rağmen devam etmektedir. Ulusal hareketin özneleri “barış” merkezli siyasetleriyle devletin niteliği sorununda halk kitlelerinin bilinç dünyalarında yanılsamalara yol açması, gerici iktidara karşı mücadelenin devrimci değil evrimci yoldan olması gerektiğini salık vermesi, 30 yıldır savaşan ulusal devrimci Kürt köylüsünün ve proletaryasının reformist şekillenmesine vesile olmaktadır. Ama tüm bu ‘devletsiz devleti aşma’ stratejilerine rağmen, ulusal soruna vesile olan çelişkilerin çözülmemesi ve 30 yıllık savaş tarihi, halk kitlelerini bilinç dünyalarında keskin ve hızlı dönüşümlere neden olmayacağı da açıktır. Kısmen etkilenmenin olduğu söylenmeli ama bütüne vuku bulmadığı da görülmelidir. İsyan eden halk kitleleri, bir yanardağına benzer. İlk patlamalarıyla ortalığı yıkar-yakar ama magmanın etrafına bırakmış olduğu mineraller doğa açısından oldukça faydalıdır. Halk kitlelerinin isyanı önderlik sorunsalına rağmen haklıdır. İsyan, halk kitlelerine yıkmasını öğretir. ‘Yıkılmaz’ denilenin bir kâğıt parçasından ibaret olduğunu öğretir. İsyan eden kitlelerin kazanma arzuları çoğalır. İsyan edenler, merkezi otoritenin yıkılması sonucunda özgürlüğe daha yakınlaşır. Değişime en yakın olanlar, değişim için ayağa kalkanlardır. Bugün açısından ezilen dünya halklarında İsyan Kültürü yaygınlaşmaktadır. Her bir kara parçasında, özel mülkiyet ilişkilerinin değişik nosyonlarına karşı başkaldırı ütopya değil, fışkıran volkanlar kadar yakıcıdır. Enternasyonal proletaryaya düşen görev, patlayan volkanın faydalarını insanlığın yegane kurtuluşu komünizm mücadelesi yolunda, Mısır’dan Kuzey Kürdistan’a kadar uzanan halk kitleleriyle buluşma, proleter dünya devriminin parçası haline getirme zorunluluğudur. Bunun için koşullar elimizi uzattığımız zaman dokunabileceğimiz kadar olgundur. Olgunlaşan zemini koparmak için, devrimci savaşın ülkemiz özgülündeki yolu olan Halk Savaşı’nda salt ısrar için değil, ilerletmek üzere zorlukları göğüsleyelim! İsyan eden halk kitlelerinden ‘gerçekten oldukları ve cereyan ettikleri gibi’ öğrenelim!


18-19_Layout 2 11/30/11 9:10 AM Page 1

18 dünya haber

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Emperyalizme karşı ortak Ankara’da Türkiye-Suriye konulu bir forum yapıldı. Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, Mısır ve ülkemizden aydınlar, yazarlar, gazetecilerin katıldığı forumda, halkların geleceği devrimci mücadelelerinde saklıdır vurgusu yapıldı

Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında empeyalizmin maşalığı ve taşeronluğu’nda sınır tanımayan AKP, baş planda yer alan emperyalist saldırganlık politikalarına halkın itirazlarına rağmen son sürat devam ederken; Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, Mısır ve ülkemizden aydınlar, yazarlar, gazeteciler Ankara’da gerçekleştirdikleri forumda emperyalizme karşı halkların kaderinin ortak olduğunu vurguladılar. Mülkiyeliler Birliği, Edebiyatçılar Derneği ile Suriye Gazeteciler ve Yazarlar Birliği “Sorunlar ve Tutumlar” ana başlığı altında 26-27 Kasım’da Suriye-Türkiye konulu bir forum gerçekleştirdi. Ortadoğulu aydın, gazeteci, yazarların konuştuğu forumda Arap Birliği’nin açık bir şekilde ‘ABD Ligi’ olduğunun yanı sıra Türkiye ve Suriye halkları arasında binlerce yıllık bir kültürel etkileşim olduğu, emperyalist saldırganlıktan kurtulmak için halkların ortak mücadele vermesi çağrısı yapıldı. Forumda fikirlerini belirten bazı katılımcıların görüşlerini okurlarımıza kısa notlar halinde sunuyoruz.

Dayanışmayı güçlendirmeliyiz! Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı Gökhan Cengizhan: Türkiye ve Suriye halklarının birbirleriyle hiçbir sorunu bulunmamaktadır. İki ülkenin yakın dönemde güya sorunsuz ilerleyen ilişkileri başta AKP olmak üzere, Türkiye siyasi aktörlerinin AB ve ABD emperyalizminin savaş çığırtkanlıklarına çanak tutması vesilesiyle birden tersine döndü. AKP Suriye’nin bağımsızlığına yönelik uluslararası komploya maşalık yaparak komşumuzun bütünlüğünü tehdit ediyor. Türk halkı bu oyuna gelmemeli, bizler bütün baskıların Suriye’nin demokratikleşmesine yönelik değil, ABD ve AB’nin Ortadoğu’daki planlarına yönelik politikasının bir parçası olduğunu biliyoruz.

Suriyeli aydın ve yazarlar adına konuşan İlyas Murat: Dünyada başını emperyalistlerin çektiği bir orman kanunu işlemektedir. Güçlülerin zayıfları ezme, sömürü, değeri yok eden, şiddeti kışkırtan dünya düzeni, bilgece ve insani değerlerin ön plana çıktığı bir sisteme ihtiyaç duyuluyor. Suriye’nin kalkınması ve gelişmesindeki baş engel Siyonist İsrail’dir ve 1967’li yıllardan beri uyguladığı politikalar ve saldırılarla Suriye’yi emperyalizme teslimiyet ve NATO’nun planlarına yedekleme çabası güdüyor. Biz Türkiye’nin Suriye konusunda barış ve diyalogdan yana tutum almasını istiyoruz. Evet Suriye’de de akıl dışı hareketleri olan ve maşa olarak kullanılan bir avuç muhalefet var. Yönetimin reformlarına kendini her türlü kapatmış. Öte taraftan haklı bir muhalif kesim de var. Onların sonuna kadar yanındayız.

Arap Birliği ülkeleri de diktatör Ahmet Abakay (Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı): Son zamanlarda iktidar temsilcilerimiz Suriye ile savaş çığlıkları atanlarla birlikte ortak açıklamalar yapıyorlar. Ortadoğu’da ilahlar, emperyalist güçler kurban istiyor. Ve kurban seçilen Suriye’de, rejimi de 3-5 ay önceki aynı Suriye, aynı yönetim. Siyasetçiler yine halklar arasında savaşı kışkırtıyorlar. Başbakan Erdoğan, diktatör olan Esad’ın gitmesini, onun yönetiminin yıkılmasını Arap Birliği üyeleri ile birlikte seslendiriyor. Oysa Türkiye’nin de destek olduğu, birlikte davrandığı Arap Birliği’ni oluşturan savaş cephesi halinde tutum alan ülkelerin hiçbirinde demokrasi yok. Ürdün Yazarlar Cemiyeti üyesi Dr. Ali Hatır: Bölgede bizleri savaştırmaya, ayrıştırmaya çalışan güçler var. Bu güçlerle nasıl mücadele edeceğimizi bilmek zorundayız. Bölgemizde iki kamp var. NATO, İsrail, ABD kampı ve halkların kampı; Recep Tayyip Erdoğan bunlardan birisini seçmek zorundadır ve seçmiştir de zaten.

Bu savaşın halklara faydası yok Suriye-Arap Yazarlar Birliği adına Malik Sakkur: Bölgemizde ve ülkemizde sen zehirli sarı rüzgara rağmen ülkemizde yaşanan bulanıma karşı ABD ve Arap Ligi’nin tüm karalamalarına karşın Türkiyeli aydınlar olarak sizlerin tarafsız yaklaşımınızdan dolayı teşekkürler. Edebiyatsız siyaset yapan gericilerin Hiroşima ve Nagazaki’de yaptıklarını insanlığın bugünlerde tekrar tekrar hatırlamasında fayda var. Şimdi de Suriye

ve İran’a yöneldiler. ABD meşruluğumuzu yürüttüğü kara propagandayla yok etmeye çalışarak ‘demokrasi’, ‘barış’ söylemleriyle dün Irak’a olduğu gibi bugün de ülkemize girerek ölüm ve zulüm rüzgarı estirmek istiyor. Halkların ortak geleceğinin birliği hiçbir şeyle ölçülemez. Mülkiyeliler Birliği 2. Başkanı Mustafa Akgökçe: Mısır ve Libya konusunda görece mesafeli yaklaşan AKP, Suriye muhalefetini direkt desteklemesi, muhaliflerin İstanbul’da toplantılar yaparak kendini deklare etmeleri, Amerika’nın da bu işin içerisinde olduğunun bilinmesi üzücü. Öte taraftan Suriye muhalefeti Türkiye’de kendini ‘Özgür Suriye Ordusu’ olarak deklare eden-

ler konusunda dış müdahalenin ürünü oldukları konusunda uyarıda bulundu. Bu grubun Türkiye- Suriye sınırında konuşlanması da başka bir handikap. Libya’da binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan olaylarda Libya için iştahı kabaranlar Suriye için sessiz kalıp, ABD ve AB’yi Suriye’ye müdahale etmeye çağırıyor. Lübnanlı gazeteci Hani Mendes: Suriye Türkiye ilişkilerinin ‘müdahale’ noktasına kadar gelmesi Türkiye’nin NATO ülkesi olması vesilesiyle uygulanan baskılardır. Bu baskılar Irak’a müdahale döneminde de olduğu gibi Türkiye’nin tarafsızlığını etkiledi. Öte taraftan Türkiye’nin model olarak Arap toplumuna uygulanması

Emperyalist saldırganlık ve Suriye Emperyalistlerin Ortadoğu halklarının halk hareketlerini Ortadoğu planında bir fırsat görerek bölgedeki çıkmazını yeniden bir çıkışa çevirme çabaları son hızıyla sürüyor, şimdi sıra Suriye’de Ortadoğu halklarının kendi ülkelerindeki diktatörlüklere karşı başlattıkları kalkışmaları üzerinde kendine pay çıkararak, bunu çürüyen ve kriz yaşayan sistemleri için bir fırsata çevirmeye çalışırken, başını ABD emperyalizminin çektiği haksız savaşların startı

veriliyor. Yoksul Ortadoğu halkları için ölüm, zulüm ve gözyaşı olan bu emperyalist savaş planlarından sonuncusu; İsrail Siyonizmi ve gerici AKP iktidarının taşeronluğuna soyunduğu konsept hayata geçiriliyor. Emperyalist hegemonyanın medya ve tüm iletişim araçlarına start vererek ‘Suriye’ye demokrasi havariliği’ söylemleriyle yürüttüğü, sonları Libya yönetiminden farksız olmayacak diyerek ‘Arap Birliği’ni de peşine takan girişimler Suriye’ye fiili saldırının alt yapısını nerdeyse tamamladı. Emperyalist savaş aygıtı NATO’nun Ortadoğu’daki planlarına; bu politikaların baş uygulayıcısı konumunda bulunan İsrail Siyonizmine rahmet okutacak tarzda soyunan ülkemiz hakim sınıflarının

Rusya ve İran’dan füze uyarısı

dev, aksi takdirde konuşlandırılacak füzelerin buraları hedefleyeceğini söyledi. Medvedev’in ekranlara yansıyan açıklamasında, NATO ile ABD’nin liderliğindeki füze kalkanı planı konusunda anlaşmaya varamamaları halinde, Rusya’nın ülkenin en batısındaki Kaliningrad ile diğer bölgelere füzeler konuşlandıracağını kaydetti. Rusya, ABD’nin Avrupa’ya konuşlandırmayı öngördüğü füze kalkanı planını, nükleer güçlerine bir tehdit olarak değerlendiriyor.

Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev, Rusya’nın güney ve batı bölgelerinde füze konuşlandıracaklarını açıkladı. NATO’nun füze kalkanı konusunda Rusya’nın endişelerini de göz önüne almasını isteyen Medve-

İran Hava ve Uzay Kuvvetleri Komutanı Tuğgeneral Emir Ali Hacizade de İran’a yönelik olası bir saldırıda ilk olarak Türkiye’deki füze kalkanı sistemini hedef alacaklarını ardından diğer hedeflere yöneleceklerini açıkladı. Füze

yeni temsilcisi konumundaki AKP bütün çabasıyla sahada. İlk planda Suriye olmak üzere Ortadoğu’daki emperyalist ve NATO saldırılarında stratejik öneme sahip füze kalkanını kendi halklarının tüm itirazlarına karşı Malatya Kürecik’te kurduran AKP, TürkiyeKuzey Kürdistan halklarının itirazlarını doğrulayan gelişmelerin karşısında projenin pervasızca savunuculuğuna devam ediyor.


18-19_Layout 2 11/30/11 9:10 AM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

mücadele

19

olarak ifade etmiyoruz. Türkiye ve Suriye’de Kürtler de olmak üzere halklar kendi kaderini tayin etmelidir. Bir gazeteci olarak Türkiye gazetelerinin Suriye konusunda söz birliği etmişçesine aynı tutumu takınmalarını kınıyoruz. Orada yaşananları Alevi-Sünni çatışmasıymış gibi yansıtmaları yanlış. Suriye’deki etnik tüm grupların; bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bir ulusu oluşturup, demokratik bir biçimde bir arada yaşamalarını istiyoruz. Suriye’yi emperyalizme ve siyonizme karşı duruşunu sürdürdüğü müddetçe savunacağız. Suriye yönetimi adına sivillere saldırıp katledenlerin de karşısındayız. Recep Tayyip Erdoğan’a, Obama ile son görüşmelerinde “Suriye konusunda bizim yanımızda ol, Kürt halkına istediğin her şeyi yap” denildi. Buna en iyi örnek Kazan Vadisi’dir. Zaten Suriye’ye karşı askeri bir müdahale de hep vardı. Şu anda Türkiye AB emperyalistleri için Halep’te bir tampon bölge kurarak Suriye muhalefetini desteklemek için adımlar atılıyor. Kendi halkını dikkate almayan her türden yönetimin sonu yıkımdır. Bugün için Suriye’nin tek çıkar yolu da mevcut tüm muhalefete bağışlayıcı bir tarzda yaklaşarak onları yanına almak, tüm hakları tanımaktır.

Halkların geleceği devrimci mücadelelerinde saklıdır

projesi var. Biz isterdik ki kendini demokratik olarak nitelendiren Türkiye, diktatörlüklere karşı gerçek bir tutum içerisinde olsun. Beklentimiz Türkiye’nin kendi bölge halklarıyla bütünleşmesidir. Fakat ne yazık ki esasta bölgemizde yenilen, gerileyen emperyalizmin yanında saf tutmuştur.

‘Suriye’de destekle, Kürtlere istediğini yap!’ Faik Bulut (Yazar-Gazeteci): Suriye ile Mezopotamya halkları olarak birçok ortak paydamız var. 5 bin yıllık bir medeniyetin ürünleriyiz. Kendimizi devletlerin ve siyasilerin tarafı

Yazar, hukukçu Mustafa Bayram Mısır: Arap devrimci hareketini selamlıyorum, çünkü o esasta emperyalizme karşıdır. Arap halkının kendi kendini yönetme anlayışı üzerine kurulmuştur. Suriye’deki muhalefeti temsil ettiğini iddia eden ‘Suriye Ulusal Meclisi’ emperyalist müdahaleye davet bir meclistir ve Arap devrimci baharının bir parçası değildir. Bu Suriye’de gerici olduğu kesin olan iktidara bir muhalefetin olmadığı anlamına gelmez. Suriye rejimi baskıcıdır ve demokratikleşmeye yönelik adımlar atmalıdır. Suriye barışçıl muhalefeti tanımalı kurucu bir meclisle demokratikleşmelidir. Türkiye’nin bizzat emperyalizmle işbirliği içerisinde olduğunu bilen, aynı zamanda Türkiyeli bir devrimci olarak, Suriye halkının yanında olduğumu söylemek istiyorum. Türkiyeli devrimciler enternasyonal duygularla emperyalizme karşı ortak mücadele mevzileri yaratmalıdır. Aksi halde gerici rejimlerin mahkumu oluruz. Halkların geleceği kendi devrimci mücadelelerinde saklıdır.

e de son perde kalkanının İsrail’i korumaya yönelik olduğunun altını çizen Hacizade, kamuoyunun projenin ABD tarafından NATO kılıfı arkasında yürütüldüğü, Basra Körfezi ülkelerinde de yeni projelerin bulunduğunu açıkladı.

ye’deki şiddetin sona erdirilmemesi’ bahanesi öne sürülerek kararlaştırdığı yaptırımlar, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun da katıldığı Arap Dışişleri Bakanlığı’na sunularak onaylandı.

Suriye’ye yaptırım, halka zulüm

Yaptırımlardan Suriye’ye uçuşların durdurulması, halkın temel ihtiyaçları olan gıda malzemelerine ambargo uygulanması, Suriye yöneticilerinin dışarıda bulunan mal varlıklarının dondurulması, Suriye Merkez Bankasıyla ilişkilerin askıya alınarak, Suriye ile mali ilişkilerin durdurulması başta geliyor. ‘Arap Birliği’ uygulanacak yaptırımları ‘Suriye’ye komşu ülkelerle Suriye halkını olumsuz etkilememesi için azami çaba harcayacakları’ yalanlarıyla süsledi.

Öte taraftan üzerinde bir süredir çalışılan Suriye’ye ekonomik yaptırım uygulama kararı Türk hakim sınıflarının da tam desteği ile Arap Birliği Ekonomik ve Sosyal Meclisi tarafından onaylandı. Emperyalizme uşaklıkta ve kendi ülkelerinde iktidarı hedefleyen halk hareketleri konusunda eli kanlı girişimlerde, hiç de geri kalmayan Arap Birliği, Türk devletinin de tam desteğiyle ‘Suri-

EKSEN

≫ ahmet hacalişi k.

SURİYE ÜZERİNE STRATEJİK OYUNLAR ATO ve Afri Com’un (ABD’nin Afrika Komutanlığı) Libya operasyonundan sonra sıradaki Suriye’de yaşananlar her geçen gün karmaşıklaşıyor. Yabancı basın organlarında, Türkiye’nin Esad rejimine karşı silahlı mücadeleye başlayan Suriyeli muhalifleri kanatlarının altına aldığı, muhalif “Hür Suriye Ordusu” mensuplarını eğittiği şeklinde haberler sık sık dillendiriliyor. Zaten Başbakan Erdoğan’da Suriye olaylarını, akrabalık ilişkisi nedeniyle iç işi olarak gördüğünü söyleyerek (ya onlarda akrabalık ilişkisinden bahsedip Türkiye’nin iç sorunlarına karışma hakkını kendilerinde görürlerse ne cevap verecek) Batılı ülkeleri askeri müdahale için teşvik ve tahrik ediyor. AKP iktidarının Suriye ile dostluktan sonra aniden yan çizerek ABD’nin dümen suyuna girmesi, saldırgan söylemi ise ABD ve AB nezdinde büyük alkış alıyor. Kartların yeniden dağıtıldığı ve yapılandırıldığı Ortadoğu’da siyasal iktidar Libya olayında olduğu gibi parsanın kırıntısını toplama peşinde. Süper gücün himayesiyle komşularla sıfır sorun politikasından, çok sorun politikasına geçen iktidar kazançlı çıkmayacağı bir yolda ülkeyi tehlikeli sulara sürüklüyor.

N

“Sıfır sorun”, “stratejik derinlik”, “pro aktif politika” başlıklarıyla ifade edilen dış politika, ABD’nin desteğiyle Türkiye’nin bölgede güç yansıtma kapasitesini hesapta artıracaktı. Ancak gelinen noktada Türkiye hem İsrail hem de Suriye’yle kavgalı olmayı başardığı gibi füze savunma sistemi dolayısıyla İran ile de ilişkileri bozmuş durumdadır. Türkiye bugün basiretsiz ve efendisinin azgın fedaisi AKP politikaları sonucu tüm komşularıyla sorunlu, ABD ve İngiltere’den başka destekçisi olmayan ülke durumuna düşürülmüştür. Libya’da hayata geçen senaryoyu kısa vadede Suriye’de de sahnelemek pek kolay görünmüyor. Zira Suriye’nin dağlık coğrafi koşulları, nüfus yoğunluğu, askeri gücü Libya’dan çok farklı. Ayrıca Güvenlik Konseyi’nde yaptırımlara veto koyan Rusya-Çin ve İran faktörünü de unutmamak gerekiyor. Zaten şu anda muhalefet toplumun önemli kesimini etkisi altına alamadığı gibi iç savaştan korkan nüfusun önemli çoğunluğu da Esad’ı destekliyor. Alevi Devlet sınıfları-Sünni burjuvazisi ittifakı da bozulmuş değil. İçten bir dönüşümle yönetimi devirmenin zorluğu karşısında ABD karar mercilerinde Türkiye üzerinden yapılacak ve Suudi Arabistan tarafından desteklenecek bir askeri müdahale olasılığı konuşuluyor. Dışişleri bakanı Clinton da, bir müddet önce verdiği mülakatta “Suriye sorunu Türkiye ve Arap Birliğine havale edildi” diyerek bu niyeti zaten açıkladı. 2010 yılı sonunda Tunus’ta kitlelerin demokrasi talebiyle başlayan dalga, bir müddet sonra tüm Arap coğrafyasını sardı. Bu dalgayla başlayan devrim sürecinin gündeme getirdiği sistemden kopuş olasılığı tüm dünyada heyecan uyandırdı. Ancak ABD elebaşılığındaki emperyalizm devreye girerek bu dalgayı yönlendirmek, söndürmek için hemen sürece katıldı. Bu arada eski rejimden nemalanan ve büyük servetler elde eden burjuvazinin bir bölümü kimi ülkelerde eski rejimle anlaşma yolları ararken kimi ülkelerde ise içinde

örgütlendikleri Müslüman Kardeşler hareketi kanalıyla iktidarı kaybetmemenin yolunu aradılar. Emperyalizmin müdahaleleri, sınıf partilerinin güçsüzlüğü, programsızlığı ve örgütlenmedeki başarısızlığı sonucu devrimci dalga tersine döndü. Arap coğrafyasındaki hareketlenme sonucu eski rejimlerle devam edilemeyeceğini gören ABD elebaşılığındaki emperyalizm ise Tunus ve Mısır’da yönetimleri devirdi. Son senelerde kendisiyle işbirliği yapan (Kaddafi 11 Eylül’den sonra ABD’nin “terörizmle” savaşında imkanlarını ABD’ye açmıştı) Kaddafi’ye güvenmediği için onu da alaşağı etti. Bölgede yaşanan alt üst oluştan sonra sıra Suriye’ye geldi. Suriye’de Nusayri Baas rejiminin devrilmesi emperyalizm için çok büyük önem taşıyor. Zira Irak işgalinden sonra bölgede etkisini artıran İran’dan kurtulmak ancak Suriye’nin destabilize edilmesiyle mümkün olacaktır. Suriye rejiminin yıkılmasıyla İran-IrakSuriye-Lübnan-Hizbullah Şii kıstağı kırıldığı gibi izole edilen İran’ın teslim alınması da kolaylaşacaktır. Irak işgalinden sonra güçlenen Şii ekseninin parçalanmasına yönelik olarak uygulanan stratejik oyun ise Suudi Arabistan’ın mali ve diplomatik basıncıyla oluşturulmak istenen Sünni İslam birliğidir. Bu amaçla Suriye’de yoksul Sünni alt sınıfları ayaklandırıp iç savaş çıkarmak hedeflenmiş olup, Sünni burjuvazi-Alevi Devlet Sınıfları ittifakını parçalamak için Müslüman Kardeşler üzerinden muhalefeti silahlandırmak dahil ABD-Suudi Arabistan tarafından her yol denenmektedir. Projenin uygulanmasında ABD yanında başrol oyuncusu olan Suudi Arabistan’ın stratejik oyununa göre Suriye’nin de düşürülmesi halinde Hizbullah’ın direnci kırılmış olacak, bir taraftan İran yalnızlaştırılırken diğer yandan Türkiye’nin bölgede yükselme senaryosuna da son verilmiş olacaktır. Böylece Kuzey Afrika’dan Türkiye’ye (AKP Müslüman Kardeşler geleneğinden etkilenmiş bir Sünni Müslüman hareketinin partisidir.) kadar uzanan coğrafyada Müslüman Kardeşler geleneğine dayanan, ABD’nin denetlemesi kolay merkezi bir Müslüman-Sünni-Arap bloku oluşacaktır. ABD’nin güdümündeki S.Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri askeri harcamalarını hızla artırıp silah tekellerini, kapitalist sistemi mutlu eden gelişmeler olurken, 9 senelik iktidarında ülke ekonomisini gırtlağına kadar borca batıran, muazzam cari açık sorunuyla karşı karşıya bırakan Erdoğan, kimin elinin kimin cebinde olduğu belirsiz Ortadoğu’nun karanlık labirentlerinde ABD’nin talimatıyla işbirlikçi Arap Birliği’yle birlikte “demokrasi” getirmek masalıyla ülkeyi sonu belirsiz maceraya atıyor. Esad’ın otoriter-totaliter rejimi bir yana bugün Suriye açık emperyalist işgal tehdidi altındadır. İşgal tehlikesine karşı sınıf partisi, işgalci güçlere karşı acilen tüm güçleri içine alan bir milli cephe oluşturma göreviyle karşı karşıyadır. Bu durumda demokratik görevler milli görevlere tabi olacaktır. Ancak bu cephenin kurulması hiçbir zaman milli devrim ile demokratik devrim görevlerinin birbirinden koparılması anlamına da gelmemelidir. Bize düşen ise emperyalist işgale karşı direnen Esad’ın onurlu kavgasını desteklemek olmalıdır.


20-21_Layout 2 11/30/11 9:12 AM Page 1

20 nepal çeviri

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

Nepal’de çizgi mücadelesinde Yoldaş Basanta Nepal’de revizyonizme karşı verilen mücadele üzerine kaleme aldığı makalede sorunun çizgisel bir durumu çoktan aştığını ve sürecin yeni bir noktaya evrildiğini söylüyor. Ayrıca parti içerisinde süren mücadelenin kitleler tarafından tartışıldığını, elde edilen kazanımların yok edildiğini ifade ediyor. Süreci tasfiye olarak yorumlayan Basanta’nın Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist)’in Merkez Komite toplantısından sonra kaleme aldığı makalenin Nepal’deki gelişmeler açısından önemli olduğunu düşünüyoruz Partimiz Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist), 1 Kasım 2011 tarihinde merkez komite toplantısı çağrısında bulundu. Aynı gün saat üçte, parti genel başkanımız toplantıyı başlattı. Amaç, kimi önemli sorunların burada çözüme kavuşturulmasıydı. Ama toplantı yarım saatten uzun sürmedi ve genel başkan, şehitleri anma kısmı sona erince toplantıyı 10 gün sonraya erteledi. Genel başkanın açılış konuşmasında belirttiği iki önemli şey var. Öncelikle parti içi çizgi mücadelesinin fazlasıyla yoğunlaştığı ve artık çözüme kavuşturulması gerektiği yönündeki sözleri büyük önem taşıyor. Ayrıca, parti içi çizgi mücadelesinin bir iki taktiğe dair anlaşmazlıktan ötürü değil genel siyasi hatta ve stratejiye dair anlaşmazlıklardan ötürü ortaya çıktığını da belirtti. Ancak, genel başkanımız an itibariyle ideolojik ve politik hatta ve stratejiye ilişkin gelişmekte olan anlaşmazlıkta durduğu yeri net bir biçimde beyan eden bir yazı kaleme almış değil. Partimiz içinde süregitmekte olan çizgi mücadelesi artık sadece kadrolarla sınırlı değil, sokaklara dökülmüş durumda. Bu son derece olağan, zira partinin karşı karşıya olduğu sorunlar son derece ciddi. Sorunların kitlelere ulaşması, kitlelerin sorunları kavramalarını ve bu sorunların çözümünde taraf olmalarını sağladığı ölçüde doğru ve zorunludur. Ancak bu sorunları kapsamlı bir senteze çevirecek olan partinin kendisidir. Bu sebepten ötürü de bu MK toplantısı oldukça ciddi zorluklar taşımakta. Öncelikle, bu sorunların çözümü, Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimi temelinde yükselen doğru bir ideolojik, politik, örgütsel ve kültürel bir hattın inşasıyla doğrudan doğruya bağlıdır. Ayrıca partinin tüm kadrolarının bu devrimci hatta birleşmesi gerekmekte ve yine bu hatta federal halk cumhuriyetini inşa etmeye muktedir, kapsamlı bir plan geliştirilmelidir.

Çizgi mücadelesi sokaklarda sürüyor Son birkaç ayda, partinin önderliğinde bir hükümet oluşturulabilmesi maksadıyla, parti adına pek çok yanlış karar alınmıştır. Parti çizgisine aykırı bu kararlar partinin herhangi bir karar alma organı tarafından değil, partinin iki önderi, parti genel başkanı Prachanda ile parti başkan yardımcısı Baburam Bhattarai tarafından alınmışlardır. Bu hatalı kararlar uygulamaya konduktan sonra, bu tartışmalar iç meseleler olmaktan çıktı. Normal şartlar altında partinin politik hattını ve tüzüğünü korumakla yükümlü parti önderlerinin parti çizgisini görmezden gelmeye başlamalarıyla birlikte bu sorunların halk kitlelerine ulaştırılması son derece önemli bir görev halini aldı. Bu şartlar altında Kiran ve Badal yoldaşlar parti çiz-

BASANTA: Halk, on yıllık halk savaşı sürecinin tüm kazanımlarını yitirmiş durumda. Halk iktidarı organları yok edildi, Maoizmin “halk ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur” şiarıyla oluşturulmuş HKO artık yok, şimdi de federalizm elimizden alınıyor

Indra Mohan Sigdel ‘Basanta’

gisini savunma görevini yiğitçe üstlendiler. Artık, parti saflarında tartışılmakta olan meseleler kitleler tarafından da tartışılıyor. Tartışılan meseleler şunlardır: Öncelikle, partimizin şu anki esas siyasi taktiğinin, anti-emperyalist ve anti-feodal bir karaktere sahip federal halk cumhuriyetinin inşası olmasına rağmen, partimizin genel başkanı, diğer yoldaşların haberi olmaksızın, Madhesi partileri ile demokratik bir cumhuriyet anayasası yazacağını beyan eden 4 başlıklı bir antlaşma imzaladı. Ona bu yetkiyi hangi komite kararı veriyordu? Bu antlaşmayı imzalayarak, bir yandan partinin federal halk cumhuriyetini inşa etme yönündeki hattını görmezden geldi, diğer yandan da parti tüzüğünü ihlal etmiş oldu. Dahası, bahsi geçen antlaşmada komşu ülkelerin tüm tekliflerin çözüme kavuşturulacağını söyleyen bir cümle var. Gerçekte, bu Hindistan’ın Nepal’e imzalatmaya çalıştığı olağanüstü antlaşmaya destek anlamına geliyor. Hindistan’ın sunduğu antlaşmaya göre Hindistan, Nepal havaalanında bir general bulundurabilecek ve dilediği zaman “Nepal’deki Hintli firmaların çıkarlarını korumak için” ordusunu Nepal’e sokabilecek. “Tam bağımsızlık” ifadesini dilinden düşürmeyen, ancak ulusal bağımsızlığı fiilen ortadan kaldıran bir antlaşmaya imza atan genel başkanımıza ne söylenebilir ki? İkinci olarak, 1950 tarihli antlaşmanın feshedilmesi bir yana, başbakan Bhattarai Delhi’ye

gerçekleştirdiği ziyaretinde bağımsızlık-karşıtı BIPPA’ya (Karşılıklı Yatırım Teşvik ve Muhafaza Antlaşması) imza attı. Daimi komite toplantısında, bu zorlu geçiş sürecinde Hindistan’la hiçbir tartışmalı antlaşmaya imza atılmayacağı yönündeki kararı böylelikle açıktan ihlal etmiş oldu. Bu süreçte, genel başkan da kimi muğlak açıklamalarla BIPPA’nın imzalanmasını destekledi. Başbakan, Hindistan sermayesine Nepalli girişimcilerle aynı hakları tanıyacağını ve Hindistan’ın tekelci sermayesinin tüm hasarlarını (örneğin grevlerden ya da isyanlardan kaynaklanan) devletin karşılayacağını söyleyen bir açıklamayı destekliyor. Bu ulusa ihanet değildir de nedir? Bu kararın Nepal milli burjuvazisinin, ya da Nepal’in lehine olduğunu söylemek mümkün mü? Nepal toplumundaki ana çelişkinin Hintli tekelci sermaye ve onun Nepalli uşaklarıyla Nepal halkı arasında olduğunu açıkça söyleyen parti çizgisiyle tutarlı bir hamle olduğu söylenebilir mi bunun? Genel başkanımız neden partinin Nepal toplumundaki ana çelişki tespitiyle çelişen cümleler kuruyor? Bu ulusal bir boyun eğişten başka nedir? Üçüncü olarak, Başbakan Baburam Bhattarai’nin, hükümet oluşturduktan sonra halka sunacağını söylediği “rahatlama paketi” hiçbir zaman, başta yoksul ve topraksız köylüler olmak üzere, ezilen sınıfları kapsamıyordu. Hatta bu paketle birlikte, halk savaşı esnasında köylülerce işgal edilen topraklar toprak ağalarına iade ediliyordu. Maoist başbakanın aldığı, Ma-

oist Parti genel başkanının uygulamaya koyma emrini verdiği bu karar toprak ağaları sınıfına boyun eğmekten başka neyi ifade ediyor? Dördüncü olarak, partimizin hattı, ordu entegrasyonu ve anayasa yazımı süreçlerini başa baş sürdürmekti. Ama anayasanın yazımından önce, ve partimiz hükümet oluşturduktan hemen sonra, HKO, silahların bulunduğu depoların anahtarlarının “özel komiteye” verilmesi suretiyle lağvedildi. Barış süreciyle alakası olduğu söylenen 7 başlıklı antlaşma, ordu entegrasyonu adı altında HKO’yu fiilen yok etti. Bu uygulama, parti merkez komitesinin ordu entegrasyonuna ilişkin kararıyla çelişmektedir. MK kararlarına göre önce ulusal güvenlik politikası yeniden belirlenmeli, entegrasyon tümenler dağıtılmadan ve silahlar teslim edilmeden gerçekleşmeli, yeni ordunun %50’si HKO’dan, kalan %50’si devlet güçlerinden müteşekkil olmalı, yeni orduya HKO önderlik etmeli ve bu askeri güç sınırlara yerleştirilmelidir. Ama bütün bu kararları hiçe sayan genel başkan, HKO’yu bireysel ölçekte, silahsız şekilde entegre eden ve HKO askerlerine bekçilik ve koruculuk görevlerinden fazlasını yasaklayan bir antlaşmaya imza atabiliyor. Prachanda bunu yaparak, 21. Yüzyıl’da karşıdevrimcileri engelleme amacıyla inşa edilmiş olan HKO’yu yok etmiş oluyor. Bu emperyalizme ve yerli gericilere boyun eğmekten başka nedir? Bu kararı imzalarken, yetkisini hangi komiteden alıyordu?


20-21_Layout 2 11/30/11 9:12 AM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

21

saflar netleşiyor

Beşinci olarak, belirtilmelidir ki Nepal halkının, merkezi devlet yapısından kaynaklanan ulusal baskıyı ortadan kaldırmak amacıyla yaratmış olduğu federal devlet yapısı halk savaşının en önemli kazanımlarındandır. Kurucu meclisin devlet yapılandırma komisyonunda çoğunluğun desteği ile geçen, Nepal’i 14 federal eyaletten müteşekkil federal bir cumhuriyet haline getiren karar için yoldaşlarımız ciddi uğraşlar verdiler. Nepal Kongresi ve Birleşik Marksist-Leninist partileri bu karara karşı çıkmışlardı. Söylenenlere göre genel başkanımız Kongre ve BML partileri ile Nepal’i 7 eyalete bölecek ve mecliste çoğunluk tarafından alınan kararı feshedecek gizli bir antlaşma imzalamış durumda. Şayet durum buysa, bu federalizm konusunda 180 derece dönmek demek değil midir? Genel başkan, partinin siyasi hattına aykırı bu davranışları için kimden yetki alıyor?

Savaşla kazandıklarımızı tasfiye ediyorlar Özetle, partimiz barış sürecine girdikten ve özellikle de Baburam Bhattarai önderliğindeki hükümet kurulduktan itibaren önderlerimiz partinin tutumuna, algısına ve hattına aykırı, yanlış kararlar alıyorlar. Bu kararların özü sınıfa ve halka ihanettir. Halk, on yıllık halk savaşı sürecinin tüm kazanımlarını yitirmiş durumda. Halk iktidarı organları yok edildi, Maoizmin “halk ordusu olmayan bir halkın hiçbir şeyi yoktur” şiarıyla oluşturulmuş HKO artık yok, şimdi de federalizm elimizden alınıyor. Partinin, toplumsal eşitlik sağlanana dek dokunulmazlara, kadınlara, kabilelere, Müslümanlara ve Madhesilere sunacağını söylediği ayrıcalıklar da yeni anayasada yer almıyor. Halk savaşının kazanımlarından geriye ne kaldı? Verilen halk savaşının neden verilmiş olduğu sorusuna ne cevap vereceğiz? Bahsi geçenler, önderliğin zayıflığından ya da hatalarından kaynaklanmamaktadır. Önderimizin partinin ideolojik ve politik hattından, azami programımızdan sapmasının sonuçlarıdır bun-

lar. Genel başkanın Krambhanga (“Kopuş”) adlı dergide yakın zamanda çıkan bir röportajda söylediklerini göz önünde bulundurunca durumun vahameti daha kolaylıkla kavranabiliyor. Diyor ki: “…Şimdi, yeni demokratik devrim göreviyle sosyalist devrim stratejisinin birleştiğini görebiliyoruz. Yani önce demokratik devrimi sonuna kadar götürelim oradan sosyalist devrime geçeriz gibi bir durum kalmadı. Demokratik devrim, halk ayaklanması, silahlı ayaklanma, sosyalist devrim… Hepsi iç içe geçmiş durumda.” Yani genel başkanımız, burjuva demokratik nitelikte bir cumhuriyetin kurulmasını yeni demokratik devrimin tamamlanması olarak görüyor. Bu görüş Chunwang’daki MK toplantısının kararlarına da aykırıdır. Chungwang toplantısında genel başkanımız demokratik cumhuriyetin inşasını hedef olarak benimsediğini açıkça dile getirmişti. Bunu bir taktik olarak benimsediğini söylemişse de, esasında bu, onun strateji olarak benimsediği bir hedefti. Bütün bunlar, genel başkanımızın felsefi alandaki kaba evrimci ve eklektik yaklaşımının ve politik alandaki sağ oportünizminin nedenlerini ayan beyan gözler önüne sermektedir. Tam da MK toplantısı başlamışken parti genel başkanımızın Krambhanga dergisinde bu görüşleri ifade etmesi ne anlama geliyor? Parti genel başkanının burjuva demokrasisine sosyalist devrim elbisesi giydirerek yeni demokratik devrimi tasfiye edecek yeni revizyonist bir hattın zeminini inşa etmekte olduğunu gösteriyor. Onun sosyalist devrimi savunma maskesinin arkasına saklanmış sağ oportünist hattını bu toplantıyla yok etmek gerekmektedir. Aksi takdirde yeni demokratik devrim süreci devam edemeyecektir. Ancak bunu yaparak partinin birliğini muhafaza edebiliriz. Genel başkanın sağ oportünist revizyonizmine karşı şiddetli bir ideolojik mücadeleye girişmek önümüzdeki MK toplantısının ve tüm MK üyelerinin başlıca görevidir.

ANTAGONİZMA ≫ muzaffer oruçoğlu AFERİN TAYYİP

A

rkasında, kendisinin ve nerden bulmuşlarsa, kendisine şaşılacak derecede benzeyen, Mustafa Kemal’in resmi. Mustafa Kemal’den daha oturaklı, ciddi ve usturuplu konuşuyor. Elinde belgeler; ali kıran, baş kesen generalleri, batının desteğiyle zaptu rapt altına aldıktan sonra, devletin derin sismik odalarından, çelik kasalarından çıkarttığı belgeler. Hafif, zor sezilen, rencide bir üslupla konuşmasına rağmen, iyi konuşuyor. Mustafa Kemal’in bir icraatından, Dersim tenkilinden, tehcirinden, söz ediyor. Belgeleri havaya kaldırıyor, imzaları gösteriyor. Süngülenmiş, kurşunlanmış çocuk ve kadın cesetleri dökülüyor belgelerden, medyanın kaybolan vicdanına. Ondört bine varan ölü; on bir bin sürgün... Bunlar açıklananlar tabi; gerçeği bilmiyoruz; gerçeği, Allah ve O’nun yeryüzündeki kutsal gölgesi devlet biliyor. Konuşmasının bir yerinde, kendime, geçmişime, eski ve yeni, bilumum teorilerime hakim olamadım, “Aferin Tayyip” diye mırıldandım. Konuşmasının bir başka yerinde de, -sanırım, Buğday Meydanı’nda, Seyit Rıza’nın darağacına götürülme anında- alınlarına kurban kanı sürülmüş, kurbanlık bir ümmet kalabalığının içinde hissettim kendimi ve hüzünlendim. Sesini renklendiren, büyülü bir söz dağarına sahip olduğunu söyleyemem ama, hazin sahneleri iyi anlatıyor Tayyip.

lakan... Devlet nerede, ne kadarını hacamat etti, dağladı, doğradı; ne kadarını üfürdü, ne kadarını sürdü... işleri güçleri bu. Bunların bağlantıları da belli değil. Tayyip, yorulmasın da ne yapsın.

Sizi bilmiyorum, ama ben,Tayyip’in bu konuşması sırasında, haddinden fazla yorgun göründüğünü ve yıpranmış olduğunu fark ettim. Mutlak, uhrevi mantığın labirentine girmiş, oradan çıkamamış gibi bir hali vardı. Seçimler sırasında, Fırat’ın öte yakasında, il il gezerken, “Tek devlet, tek dil, tek bayrak!” diye bağırarak, bol bol bayrak sallamasından olsa gerek, katliam belgesini yukarı kaldırırken, kolunun zorlandığını, ‘tek’lediğini sezinler gibi oldum. Türkiye’de, devlet yönetmek kolay iş değil; yıpratıcı bir iş. Kürtler her tarafı sarmış. Kürtlerle uğraşmak, zor ve yorucu. Önde gelen kadroları, il il kelepçeleyip, sebilhane bardakları gibi dizerek, deliğe tıkmakla iş bitmiyor. Kürdün ruhuna çıngı düşmüş. Kürt rahat durmuyor. Tanıdığım biri vardı; Allah’a avuç aça aça, adı ‘Çukurel’e çıkmıştı ve düne kadar “Türküm” diye bağırıp duruyordu; şimdi pazarda, zerzavat tablasının önünde, ‘domates! Biber!’ diye bağıracağına, ‘Kürdüm!” diye bağırıp duruyor; dili uzamış iki arşın; dil istiyor. Tayyip yorulmasın da ne yapsın. Kürt’ü yüksek sesle savunan avukatları tutuklayınca, yerlerini yenileri alıyor. Fethullah Efendi’nin fetvasına uyup, hepsini tepeleme gücüne de sahip değil. Zor. Son iki ay içinde dağlara yağdırdığı tonlarca bombanın infilak çukurlarında gidip gizleniyor, silahlı Kürt.

Kırım, Dersim halkının bir bölümünü delirtti. En ünlü deliler de Kureyşan aşiretinden çıktı. Bu delilerden biri, 12 eylül darbesinden önce, devrimcilerin Dersime hakim olduğu bir dönemde, ağzına bir tekerleme takmış, Dersim’in ünlü, Palavra Meydanı’nda söyleyip duruyormuş:

Ragıp’vari garip bir aydın, bir yayıncı türü ortaya çıktı ki, bunların ne zaman, ne yapacakları da hiç belli değil. Kimisi Ermeni tarihinde geziye çıkmış, kimisi Alevi, Süryani, Çerkez, Laz, Rum, Ma-

Kuru fasülyemi, pilavla birlikte sindirirken, bir baktım, bizim Kureyşanlı Kemal. TRT-Türk kanalında konuşuyor; Dersim konuşmasından dolayı, ateş püskürüyor Tayyip’e. Ateş, Kureyşanlı’nın gözlerini çoğaltmış; konuşurken bir gözü CHP tarihine bakıyor; bir gözü, ordunun Kemalist kanadına; bir gözü, bayraksız yürüyemeyen, AKP karşıtı, sivil, millici yığınlara; bir gözü de Dersim halkına bakıyor. Kemal’in, kendine bakan bir gözü var mı diye, miyop gözlerimi kıstım, ikinci gözlüğümü taktım, yakından baktım, bir şey göremedim. Kemal’in, Kemal’i Kemal’e bırakmayan bir dünyada yaşamış olmasına acıdım. Kaşık ağzımda kaldı. “Devletin bizi kırdığını, sürdüğünü halka niye açıkladın!” babında, veryansın edip duruyor, Tayyip’e. “Sen hastasın, senin bir doktora görünmen gerekiyor!” diye de ekliyor. Kemal ne yapsın? Paşalar, Baykalcılar, Sav’cılar, milliciler, yani Dersim’i silindir gibi ezip geçen Kemalist güçler içinde, yani CHP içinde ne yapsın Kemal? Kemal, içindeki sesi, açığa vuramıyor. Parti başkanı değilken, Dersim kırımından söz edebiliyordu. Ama durum değişti, parti başkanı oldu. Kureyşan aşiretinin başındaymış gibi konuşamaz. Kırımdan söz edenlere, ateş püskürmek durumundadır. Parti ve devlet ciddiyeti denilen şeye uymak zorundadır.

“Faşizme ölüm, halka hürriyet!” Tabi, darbe gerçekleşmiş, Deli, durumun değiştiğini anlamış, ama tekerlemeye alıştığı için, meydanda gezinirken, arada bir etrafı kollayıp, tekerlemeyi uyguluyormuş. Bir gün gene, boş bulunup: “Faşizme ölüm, halka hürriyet!” diye bağırırken, karşısına bir subay çıkmış; Delinin nutku tutulmuş. Hemen kendini toparlamış; subayın karşısında hazırola geçmiş, bir selam çakmış: “Faşizme hürriyet, halka ölüm!” diye bağırmış. Kemal ne yapsın? Kemal’e ben bir şey diyemiyorum. Kemal, Kemal’e karşı çıkacak bir durumda değildir; karşı çıksa, harcarlar. Kemal’in içindeki ses, Hadidi’nin sesidir: “Vefa umman cihandan, bi-vefadır/ Cihan adem yiyici, ejderhadır.” Sonuçta, düşündüm; baktım, bu trajedi, yani devletin iki ana kanadı arasındaki bu çelişme, halkın işine yarıyor. Bu çelişme, öğretmen gibi, siyaseti öğretiyor halka; tarih bilincini geliştiriyor, aydınlanmaya yol açıyor. Devleti baba belleyen Zonguldak madencisi, Ege köylüsü, İstanbul işçisi ve kentleri dolduran işsiz dana yığınları, nerden bilsin, babanın bir zamanlar, Dersim’de katliam yaptığını. Şimdi biliyor. Bu bilmeler olmadan hiçbir şey olmaz.


22-23_Layout 2 11/30/11 9:15 AM Page 1

22 okur

H

erkesin malumudur, bu ülkede devletin “kırmızı çizgilerini” aşmış Kürtlerin başına her türlü zorbalığın despotluğun reva görüldüğü aşikardır. Kürt olmanın dayanılmaz hafifliği, ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide saklıdır. Devlet mantalitesine göre en iyi Kürt ölü Kürt’tür. Cumhurbaşkanı, Başbakan olabilirsin, ama Kürt olamazsın. Bu alt başlık iki sosyoloğun Türkiye-Kuzey Kürdistan’da 1990’larda 7 ile 10’lu yaşlarda olan Kürt çocuklarıyla yapılan monologlardan biri. Hatırlanacaktır, bu monologlar “BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL” adı altında, kitaplaştırıldı. Sosyal paylaşım sitelerinde adı geçen kitabın BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş tarafından Başbakana gönderildiği de paylaşıldı. Öyle ki yaşananları/yaşadıklarını kitapta anlatanlar bugünün yetkinleri, dünün çocuklarıdır. Zaten kitabın bir diğer adı “Güneydoğuda Çocuk Olmak”tır. Kürdistan’da devletin zulmü bağlamında yaşadıklarından hareketle, bireylerin geçirdiği travma ya da kimlik bunalımları bir ulusun “makus talihi haline gelmiş ezilme pedagojisi, bir ulusun toptan ruhi-psikolojik kırılmalara uğramasına yol açmış. Güvenlik kaygısı-yaşam hakkının ihlali dağa çıkışlara davetiye rolü oynamış. Trajik olan savaş sendromunun bir ulus üzerinde yarattığı depresif etkilerdir. Bu da ayrıca sosyo-psikolojik alanın inceleme konusudur. Bölge insanının küçüklü, büyüklü olarak psikolojik terapiye şiddetle ihtiyacı vardır. Bunun olmadığı yerde duygusal kopuşlar, aidiyet kaybı vb. kaçınılmazdır. Kürdistan’daki genel atmosfer bu istikamettedir. Keza öyle olmasaydı, savaşın bütün izlerinin sirayet ettiği yoksul varoşların duvarlarında “Umut zafer’den daha önemlidir” yazmazdı. Kısacası bu ülkede Kürt olmanın tarifsiz acılarına tanık olmak istiyorsanız bu kitabı mutlaka okumalısınız. Bu coğrafyada Kürt olarak kalabilmenin ne gibi ağır bedeller gerektirdiğini bir kez daha hatırlamak için de olsa bu çalışma incelenmelidir. Kitap bölgede yaşanan insanlık dramını çocukların gözünde resmetmesi bakımından bir ilktir. Bu sorunun varlığıyla mündemiç devasa bütçeleri, sınırsız insan kaynakları, silah gücüyle beslenen, bir dehşet mekanizması varken bu soruna sırt çevirmek ancak “hayvanlaşmanın” hülasası olacaktır. Bu soruna “Alicenap devletimizin” bulduğu tek irrasyonel çözüm imhadır. Bu imha konsepti bir ulusun bilcümle onulmaz bir biçimde travma geçirmesnei hasıl olmuştur. Adı geçen kitap okunduğunda hilafsız her “kahramanın” ağzından buna tanık olunacaktır. Bu kitap okunmadan, ya da Kuzey Kürdistan’da yaşanmış hikayelerin arka planı bilinmeden, bugün TV’lerde polise taş atan çocuklara kriminal kişilikler olarak bakılması ağacı görüp, ormanı görmemeye benzer. Keza bu ülkede tecavüz edenler (N.Ç. olayında olduğu gibi) devlet makamında övülürken, yarınlarımızın teminatı, çocuklarımız (Kürt çocukları) TMK vesayeti altında kriminalize ediliyor, adeta Türkiye toplumuna sosyo-psikopatik eğilimlere sahip suçlular olarak pompalanıyorlar. Büyük resime bakmadan, sadece görünene bakarak, sorunun çözümü adına yapılan liberal-hümanist önlemler ancak imha siyasetine hizmet eder. Burada ülkemiz ay-

Halkın Günlüğü 1-10 ARALIK 2011

dınlarının, entelektüel taifenin içine girdiği “Aydın ihaneti” sarmalına girmeyeceğim. Bu ancak başka bir yazının konusu olabilir. Genelde düşün-duygu dünyaları milliyetçilikle malül olanlar, bu ülkede Kürtlerin zulüm görmediğini, öyle olsa Kürtlerin bu ülkede cumhurbaşkanı-başbakan olamayacağını ifade ederler. Evet zurnanın zırt dediği yer de burasıdır. Bu coğrafyada cumhurbaşkanı-başbakan olabilir, ama KÜRT olmazsın. Zira bu ülkede Kürt’ün Kürt’lüğünden feragat etmeden cumhurbaşkanıbaşbakan olduğu görülmüş hakikat değildir. Okuyacağınız kitap bunun en bariz kanıtıdır. Keklik gibi kendi soyuna düşmanlık etmeyen hiçbir Kürt bu ülkede devlet basamaklarını tırmanamaz. Dolayısıyla “Cash Kürt” olmayan hiçbir Kürt’ün devlet katında Nazar-ı itibarı yoktur. Bütün meseleDevletlü-bir Kürt olunup/olunmamasında düğümlenir. Herkesin malumudur, bu ülkede devletin “kırmızı çizgilerini” aşmış Kürtlerin başına her türlü zorbalığın-despotluğun reva görüldüğü aşikardır. Kürt olmanın dayanılmaz hafifliği, ölüm ile yaşam arasındaki ince çizgide saklıdır. Devlet mantalitesine göre en iyi Kürt ölü KÜRT’tür. Ya da ulusal-folklorik değerleri, gelenekleri dumura uğratılmış, dili, kimliği, kültürü yok edilmiş Kürtdür. Bu kitap aynı zamanda “Devletin sahip olduğu asil kudretin TÜRK kanında mevcut” olduğu ezberini bozan bir kitaptır.

‘Ölülerimizi ne yapacağız?’ Sahip olduğu asil kudret döktüğü Kürt kanındadır. Yakılan köyler, tarumar edilen hayatlar, çalınan hayaller, yok edilen umutlar, yeniden kurulan yaşamlar, kırıma uğrayan hayvanlar, toplu katliamlar, kırılan onurlar vs bunlar ve daha niceleri bir ulusun ortak yazgısı olarak dile gelmiş kitapta. Kürtçe bilmediği için öğretmenlerinden zılgıt yiyen çocuklar da çabası. Yabancısı oldukları bir dilin cebirle dikte ettirilmesi hilafsız bütün çocuklarda özgüven kaybına, silik kişilikler sahibi bir neslin yetişmesine giden yolu açmıştır. Bu “kara derili” ulusun çocuklarının dimağlarında anne, baba fenomeninden çok, askeri araçların isimleri kayıtlıdır. “Kızım 4 yaşında bütün askeri araçların ismini biliyor” çarpıcı alt başlıklardan biri. Dağarcıklarında hümanist figürlerden ziyade, militarist çağrışımların dolu olduğu bir coğrafyanın çocuklarının oyuncağı elbette boş mermi kovanları olacaktır. Bunun böyle olması eşyanın tabiatına aykırı değildir. Bütün bu toplumsal gelgitler Kürt çocuklarını çocuk yaşta mahpus yaparken, mahpus olan bu çocuklar yarının direnen savaşçısı olarak ulusal tarihlerine altın çivi olarak çakılacaklardır. Yanlış anlaşılmasın çocuklarımızın, çocukluk hayalleri üzerinden siyasi rant elde etmek derdinde değiliz. Rakel Dink’in de ifade ettiği gibi “bebekten katil” yaratan bir sistem, tersine çevrildiğinde çocuktan/çocuklarımızdan “kahraman” da yaratır. Bugün bölgede elinde silah ulusal mevzilerinde genç yaşta kahramanca savaşarak ölümsüzleşen nice yiğit gencimiz dünün, küçük “generalleriydi”. Teşpihte hata olmaz. Bu şüphesiz övünülecek bir durum değildir. Ama bir sistemin insanlık dışı yüzünü göstermenin, gerçeğini anlatmanın bundan daha iyi bir yolu olamazdı. Bu sorunun devlet açısından ne kadar ciddi bir karşılığının olduğunu anlamak için şunu hatırlamak yeterli olacaktır. 1965 seçimlerinde burjuva parlamentosuna 15 milletvekili gönderen TİP’in kapatılması, siyasi varlığının lağvedilmesinin nedeni, zimmen de olsa parti programında dillendirdiği Kürt

Kürdün

ateşle

imtihanı f CENK ŞİMŞEK


22-23_Layout 2 11/30/11 9:15 AM Page 2

1-10 ARALIK 2011 Halkın Günlüğü

23 muydunuz? Türkiye’de 28 Şubat post-modernist darbesi soğuk savaşın bitirilmesinin miladıdır. Yine bu minval üzere soğuk savaşın sona erdirilmesiyle miadını doldurmuş, kurulduğu ülkelerde tek tek ilga edilirken, Türkiye’de neden tahkim edilmiştir.

ulusal sorunu olduğunu biliyor muydunuz? O konjonktürde bu sorunun varlığını formel anlamda bile olsa ifade eden herkes ya da her kurum devletin gazabına uğramıştır. 1980’li yıllarda yaptığı vahşetle anılan Diyarbakır Hapishanesi’nin laboratuar hapishanesi olarak seçilmesinin tartışmasız nedeni de Kürt sorunsalıdır. Orada yapılan insanlık dışı uygulamaları sadece devletin soysuzluğuyla açıklamak, bizi sorunun özünü kavramaktan uzaklaştırır. Sakın Kürt ulusal hareketine endeksli düşündüğümüz yanılgısına kapınılmasın. Biz burada sadece tüm yakıcılığıyla ortada duran bir sorun üzerinden durum tespiti yapıyoruz. Yoksa Kaypakkaya cenahının “abdestinden şüphesi yoktur.” Kaypakkayacı gelenek bu sorun karşısında ideolojik-programatik saflığını her zaman koruyacak dirayete sahiptir. Bu gelenek gıdasını radikal küçük-burjuva ideolojisinden almamıştır. Dolayısıyla ideolojik ilkesel kırılmalara uğrama lüksü yoktur. Tekrar edecek olursak biz çözümü bekleyen bir sorunun vehametinden ve bu sorunun taraflarından birinin (Kürt ulusunun) maruz kaldığı tarihsel haksızlıktan söz ediyoruz. Bu başka bir şeydir. Kürt ulusal hareketinin kuyrukçuluğunu ya da dalkavukluğunu yapmak başka bir şeydir. Peki bu sorunun dominant bir sorun olmadığını iddia edenlere şunu hatırlatmak elzemdir. Bu sorunun varlığı dolayısıyla Türkiye’nin soğuk savaşı dünyanın bitirmesinden tam 10 yıl sonra bitirdiğini biliyor

Çünkü, Türkiye’de Kürt ulusal dinamiğinden dolayı kontr-gerilla tasfiye edilmemiş, yeniden yapılandırılarak Kürt ulusal hareketine karşı konumlandırılmıştır. Son dönemlerde devletin Kürdistan’da yürüttüğü imha odaklı operasyonlar gerilla cenazelerine yapılan vahşetler, BDP’ye yönelik bitirme operasyonları devletin (kontr-gerillanın) Kürtlere karşı kendini tahkim etmesinin endikasyonudur. Bu savaş aygıtının Kürt sorunundan bigane varlığı tek başına ifade etmenin hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu mekanizmaya işlerlik kazandıran sorunun varlığıdır. “BİLDİĞİN GİBİ DEĞİL” adlı çalışmada okuyacağınız bütün katliamların altında bu militarist savaş örgütünün imzası vardır. Hal böyle iken bu sorunun kendisine odaklanmak, sorunu her şeyin üstünde gördüğümüz anlamına gelmez. Kısacası bu mekanizma can suyunu “Kürt sorunsalından almaktadır. Bizim için bu sorunun önem arz etmesi bundandır. Yoksa biz de temel meselenin iktidarı ele geçirme meselesi olduğunu biliyoruz. Bu sorunun çözümünün buna bağlı olduğu da bizim açımızdan net. Bu sorunun sosyalizm perspektifi dışındaki çözümü, ancak ve ancak kendi pazarına hakim olmak isteyen Kürt burjuvazisi ve Kürt toprak ağalarının çıkarına hizmet eder. Bunlar derin mevzular, dolayısıyla bu yazının konusu değildir. Son olarak kitapta da görüleceği üzere, dillere pelesenk olmuş bir barış retoriği var. Bu kitabın öznesi durumundaki bireylere barış hakkındaki fikirleri sorulduğunda, hepsi istisnasız “Kadir-i mutlak” devleti af etmeyeceklerini beyan etmiş. Bu sorun çözülüp savaş sona erdiğinde bu travmayı yaşamış olanlar gerçekten kimi af edecekler. Ya da barış neyle nasıl tesis edilecek. Cesare Pavese’nin sözünü duyar gibiyim “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” Evet ülke yangın yerine dönmüşken bu kadar insanımız heba olmuşken, yaşam hakkı gasp edilmiş onca can varken, biz bunları nereye koyacağız. Ölülerimizi ne yapacağız? Bu soru orta yerde durmaktadır. Bu soruya verilecek yanıt belki bir ulusun tercihine nispi etki edebilir. Ama kaderini bir bütün değiştirmez. Bu devletin af edilmesi değil, yıkılması tarihsel bir görev ve zorunluluktur. Halkların adaleti bağışlayıcıdır. Bu adalet er ya da geç tecelli edecektir. Ama bu adalet gerçek anlamını devletlerin olmadığı Asr-ı saadette (Altınçağ) bulacaktır. Mutlak barış yoktur zaten. Bizim barış anlayışına bakışımız ulusal hareketlere göre farklılık arz eder. Ulusal hareket BARIŞ’ı mücadelesinin ana ekseni haline getirmiştir. Devlete entegre her barış retoriği emperyalistlerin topluma pompaladığı bir illüzyondur. Keza küreselleşme çağının en şaşalı söylemi demokrasi ve barıştır. Bu burjuva orijinli barış parametresi, ulusların kitlelerin devrimci dinamiklerini tasfiye için yutturulmaya çalışılan haplardır. Bu yanılsamayı bertaraf edecek olan devrimci teorinin kudretidir. Birbirine düşman iki sınıfınsarış içinde bir arada paradigması burjuvazinin egemenliğine meşruiyet katmaktan başka bir şey değildir. Barış retoriği en çok sınıf işbirlikçisi olanların-olacakların sanıldığı can simidi olmuştur. Nihai hedefi komünizm olanların tek talebi, kendi sınıf diktatörlüğünü kurmaktır. Proletaryanın burjuvazi üzerindeki tam diktatörlüğü kurulduğunda gerçek barıştan söz edebiliriz. Gerisi laf-ı güzaftır.

TUTSAK PARTİZAN

≫ cafer çakmak

PROLETER DEVRİMCİ İKTİDAR YOLUNDA SINIF BİLİNCİ

E

gemen sınıfların elinde bulunan medya araçları bütün yönleriyle gerici egemen sınıfların çıkarlarını koruma üzerine kurulu düşünce sistemini halk kitlelerine pompalamak, egemen külütürü yaymak, ezilen sınıfların yabancılaşmasını derinleştirmek, kendisine güvenini kırmak, üretimdeki toplumsal karakterindeki devrimci özü kurtuluş amacından saptırmak, kitleleri yozlaştırmak için işletiyor. Toplum sınıflardan meydana gelir. Topluma hizmet, ulusa hizmet, halka hizmet sözleriyle sunulan ideolojik bombardımanın hizmet ettiği zümre toplumun egemen sınıflarıdır. Elbette egemen kültür, politika veya geniş kapsayıcı olarak egemen ideoloji sadece medya aracılığıyla topluma şırıngalanmıyor. Sık sık küçük burjuva kalkış açısıyla sınıflar üstüne yerleştirilen kah ‘MGK’, kah ‘polis’, kah ‘devlet’in aksine, Marksist eko-politik materyalist diyalektik felsefesine uygun olarak ülkemizde de egemen sınıfların diğer sınıfları baskı altında tutma aracı olarak devletten yararlanmaktadırlar. Egemen sınıfların egemen ideolojisi devlet eliyle orduda, işletmelerde, hizmet kurumlarında, topluma taşınır benimsetilir. Üretim araçlarının özel mülkiyetini, üretim sermayesini elinde bulunduran sınıflar aynı zamanda toplumun iktidar güçleridir. Devlet ise bu egemen sınıfların ellerinde ezilen sınıfları baskı altında tutmak, sömürücü düzenini sürdürmek için kullanılan bir araçtır. TC devleti gibi emperyalizme bağımlı yarı-sömürge ülkelerde rantçı-bürokratik genişlemiş devlet aygıtı halk kitleleri üzerinde ağır bir ur halindedir. Ezilen Kürt ulusunun çeşitli milliyetlerden azınlıkların baskı altında tutulması, Türk-Kürt çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçi köylü geniş halk kitlelerinin yoksulluğunun derin olması, sosyal güvencesiz, sağlıksız, ağır iş şartlarında vahşice ucuz işgücünün sömürülmesi koşullarında, bu baskılanmadan kurtulmak uğruna en ufak hak talebinin ezilmesine duyulan ihtiyaçtan kaynaklı, Türk ordusunun devletin bir parçası olarak daima ön planda olmasını gerektirmiştir. Neden? Çünkü halk kitlelerinin demokratik talepleri, devrim hedefli komünist hareketin

ezilmesi; Kürt ulusunun bağımsızlık mücadelesi, azınlıkların demokratik taleplerinin engellenmesi ancak ordu gücüyle ezilir. Türk ordusu faşist görevini yapmaktan geri durmamıştır. Çünkü egemen sınıfların dayandığı ekonomik temel ve iktidar ancak zor yoluyla korunabildiği için emperyalist işbirlikçi Türk egemen sınıfları, Türk ordusunun süngülerini çalıştırmasını bizzat ister ve zorunlu görür. Faşist Kemalist diktatörlükte devletin başvurmak zorunda kaldığı şiddetten dolayı –ki başka türlü gerici düzen korunamazTürk ordusunu ya da devleti, sınıflar üstü görmek Marksizmi çarpıtmaktır. ‘MGK’nın diktatörlüğü bitti’ ya da Kemalizm tasfiye oldu.’ ‘Vesayet rejimi kırıldı’, ‘TÜSİAD da artık demokrasi istiyor’ diyebilenlerin olduğu –hem de “komünist” olarak ülkede açıktır ki 1920’lerden beri Türk devletinin- bir ayağı olarak öne çıkmış Türk ordusunun egemen sınıflara rağmen şiddet rejimini sürdürdüğünü söylediklerinin farkında değiller!.. Oysa basit mantıkla düşünülse bile gerici devlet aygıtının toplumun yapısına göre şekil aldığını bulması zor olmayacaktır. Türkiye ekonomik olarak emperyalizme bağımlıdır. Bu anlamıyla Türk egemen sınıfları tekelci burjuvazinin yerel uşakları durumundadır. Tekelci burjuvazi ve işbirlikçi yerel uşaklarının hizmetinde olan devlet aygıtının bir parçası olan Türk ordusunun sınıflar üstü davrandığını ima etmek bile gerçeği çarpıtmaktır. Hem de Türk ordusunun NATO ve ABD tarafından eğitildiğini, askeri darbeleri bizzat örgütlediklerini unutarak yapılmaktadır. Devlet ya da ordu nasıl sınıflar üstü oluyor! Türk ordusu askeri darbelerle egemen sınıfları korumadıysa kimleri korudu? Toplumun yapısına göre devletin şekil aldığını söyledik. Türk devletinin hangi kurumlarını ön plana çıkaracağı tamamen toplumsal koşullara, sınıfsal ve ulusal mücadelenin seyrine bağlıdır. Bu anlamıyla biçimsel değişimlerle kendisine düzenleyip yeniden devleti yapılandırmalarına büyük anlamlar biçmek -üstelik bunun halk kitlelerine daha katmerli baskı anlamına geldiğini ıskalayarak- egemen sınıfların “değişim”, “ileri demokrasi”, “özgürlük” yalanlarına ancak güç taşımaya, yarar.


24_Layout 2 11/30/11 12:03 PM Page 1

Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL

Parêzer

Kiryarên komkujiyê dernayê paqişiyê Dewleta tirk a ku bûye sedemên bi dehan komkujiya yên ku hê jî berdewam dikin, vê çanda xwe ya komkujîker nikare bide birakirin, ji ber vê rewşa xwe ya kiryarên komkujiyê bi organîzekirina komkujiyên nû, bi lêborin xwestinê ve nikare xwe derxe paqişiyê

Ç

inên serwêr nû ve gulaş girtin. Sûcên xwe yek bi yek rêz dikin û komkujiyên ku kirine jî, hemberê hevdu diftilînin malzemê ranta siyasî.

Yen ku Komkujiya Dêrsimê ji nû ve anî bîra xwe ango AKP bi sedemên yekemîn a vê komkuyê ango CHP’ê ve bihevgirtin. Komkujiya Dêrsimê ya ku bûye malzemê ranta siyasî bûye têmaya qanalên medyayê û bernameyên rûniştinên vekirî-girtî. Lê belê di van gengeşiyan de herdu hêl her çikas sûc biavêjin hevdu jî, di vê eksena gengeşiyan de em dinihêrin ku di holê de sûcdar nemaye. Her wiha ev herd hêl jî dizan ku aktorên vî sucî paşeroja wan bi xwe ye, li hember vê yekê armanca wan ewe ku ser vî sûcî bigirênê. CHP ye ku dema komkujiyê de bû di rewşa bersûciyê de bû û AKP ya ku îro van komkujiya berdewam dike, wê bi

paşeroja xwe û bi pêşeroja xwe ya hevpar ve girêdayê hev bimînin. Bi caran parvekirinê rantî de rastê pirsgirêka bênê jî rewş nayê guherandin. Çimkî ev herdu klîkên cuda ku temsîl dikin çanda vê dewletê û nasnameya wê ya kujer bê guhertin heta vê demê hatiye û herdu hêl jî ji ber vê yekê ne bê kêf in. Ji ber vê rihetiyê herdu hêl bi ewletî devjêniyê xwe bi rastê pêk tînin. Komkujiya ku Dêrsimê pêk hat jî di rewşeke wisa da ye ku hêm di arşîvên dewletê de hem jî bi şahidên zindiyên wê demê mirov dikare ku ji bo çi û çawa pêk hatiye îspat bike. Lê belê ji bo ku dixwazin van bûyerana ser bigirên tenê hinek dema ji bo gengeşiya tên vekirin. Armanca wan ewe ku pejirandineke civakî sazbikin ji ber vê yekê jî dixwazin gengeşiyan bi tîn berdewam bikin. Li hemberên hevdû pêştatirên malzemeyên siyasî naçe. Açilimên AKP’ê yên derewîn û demokrarbûna CHP’ê ku tê arekî nemetê “demokrasiya pêşveçûyî” derdike-

ve holê. Wisane ku welatê me welatekî “demokrasiya wê zêde”, “bêsinor azadîxwaz” û “bêpirsgirêk” e… Mixabin ev welatê ku her tişt di nava zêdahiyê de derbasdibe şer jî di nava zêdahiyan de derbasdibe. Ji ber şerên çînên serwêr em fem dikin ku kê wê vê demokrasiyê pêk bîne. Tucaretiya demokrasiyê, lê belê hetanê cîhekî... Ev komkujiyên ku pêk tênê jî ji binê van qilfên azadiyên zêde de tên organîzekirin. Komkujiya Dêrsimê jî pîşeyên vî qilfî digre. Sedemen van gengeşiyên ku çînên serwêrk pêk tînin jî esas ev in. Lê belê gelên Dêrsimê hê jî dibe şahîdên van komkujiyan û divê bi pratîkên xwe ve bersiva herî mezin bide kiryarên van komkujiyan. Bersiva ku hewceye wê hem dibin AKP’ê CHP’ê û hem jî bidin çînên ku ewan nûneriya wan dikin. Wê kiryarên ku van komkujiyan pêk tinin cihê ku heq dikin wê bişînin.

jî hatin girtin

Êrişên dewleta tirk yên hember neteweyên Kurd berdewam dike. Roja 22 Sermewezê li 16 bajaran di bin navê operasyonên KCK’ê de gelekî wî parêzer li ser 100 kesî hatin binçakkirin. Ji van 100 kesî 70 kes hatin girtin. Di çapemeniyên Stenbolê de 46 kes hatin binçavkirin û sewkên Dadgeha Stenbolê ya Beşîktaşê bûn.Ji van 46 kesî 3 kes ji hêla dozger ve hatin serbest berdan. 41 kesên ku sewkên dadgehê bûn ji van 34 kes ji hêla Dadgeha Cezayê Giran a 11’mîn ve hatin girtin. Dadgehên ku Stenbolê pêk hatin de parêzerên ku hempîşeyên xwe parastin dadgeh bi sedemên bêdadiyê boykot kir û neketin dozê. Parêzerên ku dadgeha bê parêzer de hatin darizandin, hatin bi girtin ketin hepsê. Ev operasyonên ku gelemperiyên welat de pêk hatin navenda wê ya 2’yemîn jî Amed bû Di opersyonên eynê rojê de 43 kes hatin binçavkirin. Ji van 43 kesî 4ê wî bi hêla dozger ve hatin berdan û 39 kes jî sewkê dadgehê bûn, 36 kes hatin girtin. Girtin û binçavkirinên parêzera bi hêla hiquqnasan, DKÖ’yan û gelek curên şoreşger-demokrat ve hatin şermezarkirin. Di çalakiyande li ser bêhiquqiyê, darizandina nebi serxwe kirpandin derket pêş.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.