1-10 Şubat 2012

Page 1

kapak_Layout 2 1/30/12 2:33 PM Page 1

Güncel görevler ve önderlik vasfı üzerine sf 12-13

Devletin JİTEM merkezinde toplu mezar Devletin 1990’lı yıllarda katlettiği ve ölüm kuyularına attığı binlerce kişi bulunuyor. Bugün kazılar yapılarak kemikler çıkarılıyor, fakat devlet yaptığı katliamı tetikçilerin üzerinden açıklayarak kendini aklamaya çalışıyor

sf 02-03

GÜNCEL fDevlet katlettiği insanların izini kaybettiriyor

Halkın Günlügü

1-10 ŞUBAT 2012 Yıl: 2 Sayı: 29 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

Van depreminin ardından buraya gelen 15 aileyiz. Buraları yıkarlarsa biz nereye gideriz?

ı k l a h n e m k Di

Masada

ı l r a r a k

AKP hegemonyası

Kendi evimiz, mahallemiz için savaşıyoruz, mücadele ediyoruz. Mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz.

llea h a m ı ş a kar sahip çır a l m ı k ı Y lerine i halkı v e e v e n leri Vadis renn e m k i kan D neklerinin di r tek seçeuğunu söylüyo mek old

fEMEK 8-9 Kamu çalışanları toplu sözleşme hakkı için hükümetle yürüttükleri görüşmelerde, grev hakkının tanınmasını ve hakem kurulunun bağımsız olarak belirlenmesini talep etmişti. Ancak bu talep hükümet tarafından dikkate alınmayarak tasarı meclise sunuldu. Tasarıya göre toplu sözleşmede tayin edici olan Hakem Kurulu’nun 11 üyesi bulunuyor. Üyelerin 7 tanesi hükümet tarafından belrilenirken, 4 üyesi ise sendika konferasyonları tarafından belirlenecek. Böylece grev hakkı yasal olarak kaldırılan kamu çalışanları masada da kaybetmiş oldu.

Fransa ve TC’nin Ermeni Soykırımı

raksı

GÜNCEL Sf 06-07

Tecrit işkencesi devam ediyor

04

Devlet erkanından ‘eğitim şart’ tekerlemesi

14

Patronlar kulubü TÜSİAD’ın YÖK ziyareti

18


2-3_Layout 2 1/30/12 1:01 PM Page 1

02

güncel

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Devletin JİTEM merkezinde 1990’lı yıllarda devlet tarafından katledilip toplu şekilde çeşitli alanlara gömülen binlerce kişinin kemikleri gün yüzüne çıkıyor

Kuzey Kürdistan’da 1990’lı yıllarda Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen kirli savaşta öne çıkan önemli olgulardan biri “faili meçhul” cinayetlerdi. Devletin MİT, JİTEM, Kontr-gerilla üçlü sacayağını oluşturan katliam yapılanmaları eliyle gerçekleştirdiği katliamlar, yarattığı ‘kayıplar’ ve toplu mezarlar ardı ardına açığa çıkıyor. On yıllardır gizlenmeye çalışılanlar bugünün ışığında ortada duruyor. Dün mezarları gizleyenler bugün bir şekilde açığa çıkanbulunan ölülerin kemiklerinden korkarak gizlemeye, yok etmeye devam ediyor; devlet, kaybettiklerinin kemiklerini de kaybetmeye çalışıyor. Örneğin İstanbul Adli Tıp Kurumu, Bitlis’in Mutki İlçesi’nde geçtiğimiz yıl 4 Ocak’ta ortaya çıkarılan 18 kişiye ait kemiklerle ilgili DNA ve kimlik tespitini hala yap(a)madı. 18 kişiye ait kemiklerden 12’si gizlice gömülürken, diğer 6 kişiye ait kemiklerin akıbeti hakkında ise bilgi alınamıyor. Aynı durum Amed’de bulunan kafatası kemikleri için de yaşanabilir; aileler ve İHD’nin bilgi alamaması, ilgili kurum ve kişilerin bilgi vermemesi bu kanıyı kuvvetlendiriyor.

19 kafatası kemiği çıkarıldı Amed’de bir dönem Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Merkezi (JİTEM) olarak kullanılan bina ile Amed Kapalı Hapisanesi ve Adliye Sarayı'nın bulunduğu Saraykapı'daki restorasyon çalışmaları sırasında insan kemikleri bulundu. Toplam 19 insana ait kafatası ve kemikler çıkarıldı. Konu üzerine Diyarbakır Barosu, soruşturmayı yürütün Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak, kazıların sağlıklı yürütülmesi için ceset ve toplu mezarların tespitinde kullanılan “Yer altı ra-

darı” denilen cihazla çalışılmasını talep etti. Anlaşılan o ki kazılardan cesetler fışkırmaya devam edecek! Yapılan katliamların ve açığa çıkan cesetlerin ne anlama geldiğini TİHV’in açıkladığı verilere bakarak görelim.

Devlet katlettiklerinin izini kaybettiriyor! Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Yönetim Kurulu Üyesi Coşkun Üsterci 19902011 yılları arasında tespit ettikleri faili meçhul cinayet sayısının bin 901 olduğunu belirtti. Ancak esas sayının 6-7 bin arasında olduğunu tahmin ettiklerini belirten Üsterci, 1992-1993’teki faili meçhullere ilişkin dosyaların zaman aşımı gerekçesiyle ortadan kalkabileceği uyarısında bulundu. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu “terör ve şiddet” olaylarındaki yaşam hakkı ihlallerini inceleme adı altında kurulan alt komisyonda THİV’den bilgi aldı. Devletin ihlallere ilişkin bir kayıt ya da çalışma yapmadığını açıklayan TİHV yöneticisi Üsterci, 1990’larda yoğun insan hakları ihlalleri yaşandığını belirterek, 1990-94 arasında ise faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar, gözaltında ya da hapishanede ölümlerin yaşandığını açıkladı. Üsterci, 1992-1993’teki faili meçhullere ilişkin dosyaların, eğer hemen soruşturulmazsa, zamanaşımı nedeniyle ortadan kalkacağını söyledi. Zaman aşımı süresinin yaşam hakkı ihlaline yönelik suçlarda uygulanmamasını, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’ndan isteyen Üsterci, 1990’lı yıllardaki yargısız infazların devletin kontr-gerilla ve kirli savaş yönelimlerinden dolayı yaşandığını ve bunun Kürt sorunuyla da alakalı olduğu-

nu belirtti. Üsterci komisyona faili meçhul cinayetlere ilişkin rapor sundu. Raporda, TİHV tarafından tespit edilen 1990-2011 arasındaki failli meçhul cinayet sayısı bin 901 olarak açıklandı. Raporda, yıllara göre failli meçhul cinayetler şöyle: 1990’da, 11, 1991’de 31,1992’de 362, 1993’te 467, 1994’te 423, 1995’te 166, 1996’da 113, 1997’de 65, 1998’de 45, 1999’da 52, 2000’de 13, 2001’de 24, 2002’de 8, 2003’te 16, 2004’te 8, 2005’te 4, 2006’da 21, 2008’de 30, 2009’da 18, 2010’da 9, 2011’de 13. Raporda, yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma nedeniyle yaşam hakkı ih-

lalleri kapsamında bin 684 kişinin hayatını kaybettiği belirtildi. Buna göre, 1991’de 98, 1992’de 283, 1993’te 189, 1994’te 129, 1995’te 96, 1996’da 129, 1997’de 98, 1998’de 80, 1999’da 63, 2000’de 56, 2001’de 37, 2002’de 38, 2003’te 46, 2004’te 35, 2005’te 61, 2006’da 49, 2007’de 24, 2008’de 37, 2009’da 48, 2010’da 29 2011’de 59 kişi yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açılması nedeniyle yaşamını yitirdi.

‘O kadar pervasızlar ki’ Diyarbakır İçkale’deki JİTEM merkezinde ortaya çıkarılan insan kemiklerine yönelik de açıklama yapan Üsterci, “Kemikler JİTEM’in bulunduğu yerin bahçesinde bu-

Katliam türlü oyunlarla TC devleti Şırnak-Uludere’de yaptığı kanlı katliamı unutturmak için her yolu deniyor. Katliamdan sağ kurtulanlara ise adeta “neden ölmediniz?” dercesine baskılar uyguluyor 28 Aralık 2011 günü akşam saatlerinde, Şırnak’a bağlı Uludere İlçesi Ortasu (Roboski) Köyü’nde, onlarca köylü, savaş uçaklarıyla bombalanmış ve 34 köylü katledilmişti. Çoğunluğunu çocukların ve gençlerin oluşturduğu kervandan, yalnızca birkaç kişi kurtulmuştu. Devrimci, demokratik ve yurtsever halk güçlerine yönelik ülke genelinde yapılan gözaltı ve tutuklama terörüyle tırmandırılan faşist saldırılar, Roboski katliamında görüldüğü gibi emekçi ve ezilen halka yönelik katliamlara yönelerek, direnç mevzi-

lerini komple sindirip teslim alma isteminden başka bir şey değildir. Bu doğrultuda saldırılar devam ederken şimdi de yapılan katliamı unutturmak ve oldu-bittiye getirmek isteyen devlet, katlettiği insanların ailelerine tazminat vererek olayı geçiştirmek istiyor. Öyle fütursuzca ki sanki Roboski’de insanlar bombalanmamış, toplu katliam yapılmamış ve bunun sorumlusu devlet değilmiş edasında ve halkla dalga geçilerek yapılıyor bu. BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan, katliama dair yaptığı bir açıklamada Roboski katliamının AKP’yi bitireceğini ifade ederek: "90'lı yıllar bölgede DYP/CHP'yi bitirdi, 2012'de Roboski katliamı da AKP'yi bitirecek. Sonuçta kaybeden faturayı ödeyen halklar ve ülke oluyor. 90'lı yıllarda 74 milyonu kirletenler siyaseten tarihin çöplüğünde yerini aldılar. 2012'de aynı yoldan gidenler de aynı sonuca ulaşacaklardır" dedi. Kaplan, "Terörle mücadele" bahane-


2-3_Layout 2 1/30/12 1:01 PM Page 2

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

03

e toplu mezar

lunuyor. Failler o kadar pervasızlar ki hukukun kendilerine dokunmayacağına o kadar eminler ki cesetleri uzağa değil hemen oraya gömüyorlar” diye konuştu.

Eronat katilleri sahiplendi AKP Diyarbakır Milletvekili Oya Eronat ise JİTEM’i sahiplenerek, “Diyarbakır’da o kemiklerin bulunduğu yere gittim, kemiklerin resimlerini gördüm, üst üste gelişi güzeldi. Siz ’JİTEM yaptı’ dediniz ve beni şaşırttınız. O kemiklerin bir arada olmasının bir nedeni olabilir, toprak kaymış olabilir, yağmurdan olabilir, başka bir şey olabilir” diyerek, faili meçhul rakamını 4 bin olarak tahmin etti.

Her taşın altı toplu mezar Bölge’de, yeri belirlenmiş yüzlerce toplu mezar açılmayı beklerken, yüzlerce toplu mezarın da yeri bilinmiyor. Şırnak, Amed, Çewlîg, Lîh ve Bitlis’te açılan 26 toplu mezarda 171 kişinin kemiklerine ulaşılmıştı. İHD Amed Şubesi’nin hazırladığı rapora göre, 253 toplu mezarda 3 bin 248 kişi bulunuyor. Geçen yıl Bitlis’in Mutki İlçesi’nde Jandarma Karakolu’nun bahçesinde yapılan kazılarda 18 kişiye ait kemikler bulunmuştu. Dersim’de de 13 Ağustos 2011’de Jandarma Karakolu’nun bahçesinde yapılan kazılarda 15 kişiye ait kemikler bulunmuştu. Görgü tanıklarının daha fazla cesedin olduğunu belirtmesine rağmen, hem Dersim hem de Mutki’deki kazılar savcılık tarafından durdurulmuştu.

unutturulmak isteniyor siyle muhalifleri hedef alan saldırıları eleştirerek, "Her şeyden 'terörist' yaratan zihniyet, temel hakları yok eden zulüm sürer mi zannediyorsunuz?" diyerek tepkisini dile getirdi.

Haklılar kazanır Halkın sessizliğinin kendisini korkuttuğunu söyleyen Kaplan şunları da ekledi: "Türkiye halkının sessizliği beni korkutuyor. Hapsedilen duyguların öfkenin, isyanın namluda sessiz duran bir kurşun gibi beni korkutuyor. Vatan görevini 18 yaşında sınır boylarında yapan yoksul çocuklar ile özgürlük için dağa çıkan 30 bin genç parçalanırken insanlık ölüyordu. 20 milyonluk bir halkı, özgürlük ideallerini tasfiye edecek, susturacak esir alacak yeni bir silah henüz icat edilmedi, haklılar kazanır."

Avukatlar katledilen 34 köylünün ailesiyle bir araya geldi Baro Başkanı Nuşirevan Elçi ve beraberindeki 15 avukat, Roboski köyünde yakınlarını kaybedenlerle bir araya gelerek bu davanın tüm

Uludere'nin davası olduğunu ifade edip, hukuki yardımda bulunacaklarını açıkladı. Ziyarette konuşan Şırnak Baro Başkanı Nuşirevan Elçi, Roboski katliamının hukuki sürecini takip etmek için bölge barolarından oluşan bir komisyon kurduklarını belirterek, hukuki süreçte her türlü yardımı yapacaklarını, ailelerin bir an önce hukuki sürece dahil olması gerektiğini, aksi durumda delillerin kaybedilmesi riskiyle karşı karşıya kalabileceklerine dair bilgilendirmede bulundu. Davaya getirilen gizlilik kararından dolayı yaşanan sıkıntıları da ifade eden Elçi, ailelerin 16 baro bünyesinde kurulan komisyona ulaşarak vekalet vermesini istedi. Savcılığa çağırılanların ifade vermek yerine sorgulandığını söyleyen Elçi, katliamın aydınlatılması için ifadelerin detaylı alınması gerektiğine vurgu yaptı. Aileler genel olarak ne savcılara ne de valilere güvenlerinin kalmadığını dile getirerek, bir an önce hukuki sürecin başlatılarak faillerin yargılanmasını istediklerini ifade ediyor.

SINIF TAVRI

≫ ismail uçar

REFORMİZM FAŞİZMİ KEŞFETTİ aşizmin saldırıları yoğunlaşarak devam ediyor. Gün geçmiyor ki yeni bir güne yeni bir saldırı, tutuklama, ölüm haberiyle girmeyelim. Kış şartlarından dolayı Türk ordu güçleriyle gerilla arasında yaşanan çatışmalarda azalma olduğu için bu alandan ölüm haberleri şimdilik gelmemektedir. Fakat devlet tıpkı Uludere’de olduğu gibi katliamsız tek bir gün bile geçirmemek için kendisine mutlaka yeni hedefler yaratıyor. Geçmişin fiziki imha saldırılarının farklı bir boyutuyla karşı karşıyayız şimdi. Devletin kendi resmi kanallarından da ifade ettiği gibi amaç sözde “sağ yakalamak, ehlileştirmektir”. Her ne kadar düşmanın bu manipülatif hamleleri bizler için ayan olsa da halkın belirli bir kesiminde yanılsamaya yol açtığını da ifade etmek lazım. AKP sözcülüğüyle hayata geçirilmeye çalışılan yeniden yapılandırma ve tasfiye sürecinde devletin politikalarına biat etmeyen, sürecin dışında kalıp, karşı duran ya da “mızmızlık” yapan herkes bir şekilde “cezalandırılıyor”. Bugün ki politikanın esas belirleyeni de başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere, komünistdevrimci güçlerin tasfiyesi, baskı, işkence ve özellikle tutuklama terörüyle sindirilip etkisizleştirilmesi, bu yollarda etkili olunmadığı takdirde tümden fiziki imhası ve emperyalist efendilerine hizmet için dikensiz gül bahçesi yaratılması politikasıdır. Bizler için dün de bugün de niteliği gayet açık olan devlet ve şimdiki temsilcisi AKP aynı faşist karakterdedir. Fakat bugün faşizmi yeni keşfeden reformistrevizyonist-küçük burjuva oportünistlerine birkaç kelamda bulunmakta kaçınılmaz bir hal almıştır.

F

TC devleti kurulduğu günden bugüne faşist bir öze sahiptir. Emperyalizme uşaklık ekseninde feodal toprak ağaları ve bürokrat burjuvalar üzerinden tesis edilen gerici bir iktidar gerçekliğiyle yönetiliyoruz. Parlamento maskesi altında faşizmin bazen açık bazen gizli uygulaması her dönem hayata geçirilmiştir. Sözde sivil hükümetlerin yönetimde başarısız olduğu ya da es kaza emperyalizme hizmette kusur işlediği dönemlerde askeri faşist diktatörlük gerçekliği hemen hatırlatılmış ve fiili olarak iplerin kimin elinde olduğu gösterilmiştir. Dünden bugüne devam eden bu gerçekliğin yine emperyalist bir mühendislik projesi olan AKP ile ciddi oranda dezenformasyona uğratıldığını belirtmek gerekiyor. 21. yüzyılın hemen başında öncesiyle tasarlanmış politikaların hayata geçirilmesi için tüm dünyada yaratılmaya çalışılan yeni dönem dizaynı için ülkemizde AKP seçilmiştir. Bu parti programından başkanına, atacağı adımlardan söyleyeceği sözlere kadar önceden tasarlanmış bir projenin ürünüdür. Ve çok çeşitli siyasi yelpazeden kişileri bünyesinde toplayarak sözde “demokrat” bir role soyunmuş ve 10 yıllık hükümet döneminin çok uzun bir kesitinde liberal, reformist, revizyonist ve hatta bazı küçük burjuva devrimci örgütlerden dahi destek görmüştür. “Statükoya karşı mücadele” sloganıyla “derin devletle hesaplaşma” adına yola koyulup, ülkeye gerçek anlamda demokrasi getireceği vaadinde bulunan AKP’ye maalesef inanan kişi sayısı oldukça fazla olmuştur. Emper-

yalizmin yeni dönem politikalarını kavrayamayan, bu minvalde ülkemizdeki yeniden yapılandırma sürecini de doğru bir şekilde okuyamayan geniş bir cenah AKP’den değişim beklemiştir. Kürt ulusal meselesindeki sahte açılımlar, Ergenekon operasyonları, yargıdaki değişimler ve bir dizi gelişme (bu gelişmelerin hepsi yukarıda bahsini ettiğimiz yeniden yapılandırma sürecinin ürünü olup hem tasfiye süreci hem de klik dalaşı olarak yaşanmıştır-yaşanmaktadır) AKP’ye büyük puanlar kazandırmış ve AKP süreci kendi lehine çevirerek uzun bir süre bazı devrimci örgütlerin bile dolaylı desteğini almıştır (Ergenekon operasyonları sırasında “bir tuğla da sen çek duvar yıkılsın” diyenler şimdi faşizmin beton zeminiyle karşılaşmıştır). Fakat adına “denge süreci” diyebileceğimiz bu durum daha fazla devam edemezdi-etmedi de. AKP sistem içerisinde yerini sağlama aldıktan sonra artık yüzündeki maskeyi takmaya bile gerek olmadığına kanaat getirerek gerçek yüzünü net bir şekilde göstermiş oldu. Açılım politikaları Kürt ulusu ve Aleviler başta olmak üzere her türlü farklı milliyet ve inancın Türk-İslam sentezi içerisinde asimilasyonuna ve bu güçlerin içindeki devrimci-ilerici dinamiklerin yok edilip, tümden teslim alınmasına vardırıldı. Sözde “derin devletle hesaplaşma” adı altında bizce açık olan sistemin kontra örgütlenmeleri ve zor aygıtları üzerinde kendi hakimiyetini kurma politikası esasta başarıyla sürdürülüyor. “Yeni Anayasa, darbecilerin yargılanması, 12 Eylül referandum vaatleri, Kürt meselesinin çözüleceği, Alevilerin kendi inançlarını yaşayacağı…” saymakta dahi zorlandığımız kadar uzun olan bu yalanlar dizisinde yavaş yavaş son perde oynanmaktadır. Ve son dönemde milletvekilinden, avukatına, sanatçısından, öğrencisine, akademisyeninden, gazetecisine kadar binlerce kişinin hapishanelere doldurulması reformist-revizyonist dostlarımızın(!) faşizmi keşfetmesine vesile olmuştur. Herkes bir kandırılmışlık duygusunun hüznünü yaşıyor. “Bu kış ülkeye faşizm geldi” diyeni de var, “AKP devletleşti” diyeni de… Günaydın güzel beyler ve bayanlar diyesi geliyor insanın fakat geç de olsa, bu gerçekliği sıra sadece kendilerine gelince kavramış da olsalar iyidir. Şimdi bir kez daha TC devletinin gerçek niteliğini, faşist özünü temelleri üzerine oturtarak analiz edip, bu faşist iktidara karşı halkın devrimci önderliğini tesis etmek için dümene geçip, öncü ve önderlik görevini yaşamsallaştırmalıyız. Maoist hareket 40 yıldır ülkemizde ve dünyada yaşanan birçok olayda doğru-bilimsel analizler yaparak, perspektif sunmaktadır ve söyledikleri esas olarak tarih tarafından da ispatlanıyor. Fakat bizim açımızdan meselenin pratik ayağı oldukça yetersizdir. Teorik doğrularımızı pratikle buluşturmalı, geniş halk kitlelerine götürüp bıkmaz usanmaz bir şekilde örgütlenme faaliyetlerinde bulunarak doğrularımızı yaşamsallaştırmalıyız. Teorimizi tam olarak pratikle birleştirebilirsek iktidar mücadelesinin odağı olmamız için oldukça avantajlı bir dönemden geçtiğimizi de net bir şekilde görmüş olacağız. Öyleyse sarılalım güne sarılalım saate…


4-5_Layout 2 1/30/12 1:07 PM Page 1

04 güncel haber

Saldırılar protesto edildi

Hapishanelerde her geçen gün arttırılan tecrit işkencesi protesto edildi. Taksim’de bir araya gelen grup basın açıklaması gerçekleştirerek hapishanelerdeki tecrit işkencesine dikkat çektiler. Taksim Galatasaray Lisesi önünde bir araya gelen Tecrite Karşı Mücadele Platformu üyeleri tecrit saldırılarına dikkat çekip, protesto ettiler. “Tecrite son” yazılı pankart arkasında toplanan grup sık sık, “İçeride dışarıda hücreleri parçala”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur”, “Devrimci tutsaklar teslim alınamaz”, “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın” sloganlarını attılar. Platform adına gerçekleştirilen basın açıklamasında ise ülkemizde devrimci, yurtsever ve ilerici kesimlere yönelik içeride ve dışarıda uygulanan saldırılara dikkat çekilerek, “2012 yılının ilk ayında da devrimci tutsaklara yönelik saldırılar hız kesmeden sürdürüldü. Tutsakların iletişim ve haberleşme (mektup, telefon, görüş hakkı), sağlık, okuma (kütüphane, dergi, gazete, kitap hakkı), havalandırma, açık ve kapalı görüş gibi sayılabilecek birçok hakkı keyfi uygulamalarla ve cezalarla gasp edildi. Tutsakların şikayet başvurusu, dilekçeleri engellendi. Tutsaklara yönelik fiziksel ve psikolojik saldırılar tırmandırıldı. Hapishanelerden sürgünler ve keyfi nakiller yoğunlaştırıldı.” denildi. Saldırıların devlet tarafından meşrulaştırılmaya çalışıldığının altının çizildiği açıklama şu ifadelerle son buldu, “Tüm devrimci demokratik, ilerici kurum ve kişileri, emekçi halkımızı tutsakların talepleri doğrultusunda sürdürdükleri direnişi desteklemeye, içeride ve dışarıda büyütülen tecridin ancak mücadele ile ortadan kaldırılabileceği bilinciyle devrimci tutsaklarla dayanışmaya çağırıyoruz.”

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Devletin tecrit işkencesi Tecrit işkencesine karşı durmak insan olmanın gereğidir! İnsanın insandan koparılması işkencelerin en büyüğüdür!

Hapishanelere bakıldığında, mevcut hakim sınıfların temsilcisi AKP’nin komşu ülkelerine demokrasi dersinde iyi bir ‘hoca’lık yaptığını ve ülkemizdeki tüm muhalif emekçi halk kitlelerine ise tam bir ‘ileri demokrasicilik’ oyunuyla faşist diktatörlük uygulayarak hapishane kapılarını sonsuz açtığını görürüz. Ülke genelinde mevcut 418 hapishanede 2011 yılı verilerine göre toplam 127 bin 831 kişinin bulunduğu açıklandı. 2002 yılında 59 bin 428 olan tutuklu ve hükümlü sayısının AKP döneminde yüzde 114 artış gösterdiğini ve hapishanelerin doluluk oranı sınırını aştığından yeni hapishaneler yapmayı planladıklarını her fırsatta ifade etmektedirler. Hapishanelerde 36 bin 462’si tutuklu, 17 bin 950’si hükmen tutuklu, 73 bin 419 kişi ise hükümlü olarak bulunmaktadır. Hapishanelerde hükmen tutuklulardan 17 bin 298’i erkek, 654’ü ise kadınlardan oluşuyor. Hükmen tutuklu 12-17 yaş arası erkek çocuk sayısı 185, 12-17 yaş arası kadın sayısı 6 olarak kayıtlarda yer almaktadır.

Hapishanede hiçbir sınır yok! Yetişkin hükümlü, tutuklu ve hükmen tutuklu 125 bin 820 kişinin 7 bin 582 kişisi 18-20 yaş aralığında bulunuyor. 18-20 yaş aralığındaki bu kişilerin 213’ü kadın, 7 Bin 369’u erkeklerden oluşuyor. Hükümlü, tutuklu ve hükmen tutukluların 81 Bin 672 kişisi 21-39 yaş aralığında; bin 529 kişisi 65-79 yaş aralığında bulunuyor. 80 ve üstü yaşta 78 kişi bulunurken, bunların tamamı erkeklerden oluşuyor. Bunların dışında 8’i kadın, 50’si erkek toplam 58 kişinin ise yaş durumları bilinmiyor. Toplamda ise 2 bin 221 çocuk hapiste. Devletin yazılı istatistikleri de göz önüne

alındığında hapishanede ehlileştirmede hiçbir şeyin sınırı yok. Yaş, cinsiyet, ırk, dil, din ayırmadığını görmekteyiz. Ancak belirtilmesi gereken bir husus var ki, başta sadece mücadelenin öncü-önder kuvvetlerine yönelik gibi gösterilen F tipi tecrit uygulamaları gelinen aşamada toplumsal proje olarak sıradan herkesin kavradığı bir aşamaya ulaştı. Bu sebeple belirtmek isteriz ki; on yıldan fazla süredir tecrit hücrelerinde yaşanan hak gaspları ve faşist saldırılar devam ediyor, yeni bir durum olmadığı gibi, F tipi geçişlerde ödenen bedellerle kazanılmış bir takım göreceli iyileştirmelerle bugünkü uygulamalar devam ediyor.

fiyetle değerlendirdikleri hapishane koşullarında inceltilmiş işkence çeşitleri insan bedeni üzerinde en derin şekilde sürmektedir. Tecrit işkencesi insan bedenine yapılan en büyük taciz ve tecavüz işkencesidir demek abartı olmayacak, bir de buna gerçekten taciz-tecavüz işkenceleri de eklenince durumu kimse tasavvur bile edemez. Anlatılması da o kadar zorlaşır.

Düşünceye yasak koyucuların, kağıttan kaleme, mektuptan görüşçüye, bir selamdan bir kucaklaşmaya kadar her şeyi key-

Faşizm sadece bize uygulandığında faşizm olmuyor, bizim faşizmi görmememiz, inkar etmemiz onun olmadığı anlamına gelmi-

F tipi hapishanelerinde kuruluşundan buyana var olan ve tırmandırılan tecrit işkencesi kimi kesimler tarafından henüz “fark edilse” de bilinçli bir ölüm mekanizması olarak işletilmeye devam ediyor.

Kürt müsün, o Devletin Kürt ulusuna karşı saldırıları sınır tanımıyor. Her yaştan binlerce Kürdün hapishanelere doldurulduğu ülkemizde çocuklar için hazırlanan eğitim çalışmaları da birer birer yasaklanıyor TC faşizmi Kürtlerin yaptığı bütün çalışmalara karşı saldırısını her alanda sürdürmeye devam ediyor. Eğitimin piyasalaşmasına karşı, gönüllü eğitimciler ve BDP’li belediyeler tarafından alternatif bir eğitim projesi olarak ortaya çıkan Eğitim Destek Evleri, hükümetin yeni yok etme hedefleri arasında yer aldı.

Bugüne kadar yaklaşık 35 merkez ile on bine yakın öğrenciye ders veren eğitim destek evleri ilk olarak Sur Belediyesi tarafından 2004 yılında açıldı. Açılan Mehmet Geren Eğitim Destek Evi, 8 yıldır SBS’ye hazırlanan yoksul öğrencilere ders verirken son üç yıldır Kuzey Kürdistan’ın onlarca yerinde bu eğitim evleri YGS hazırlık derslerinin yanı sıra sosyal ve kültürel faaliyetlerini de yaygınlaştırarak (Zazaca lehçesi, Alevi inancı öğrenme ) sürdürmekteydi. Daha önce de bu eğitim evlerini kapatma girişiminde bulunan valilikler özellikle burada ders gören öğrencilerin direnişleri sonucu geri adım atmış olsalar da Gülen cemaatinin sevgi evlerinin(disiplin evleri, tutuklu evleri beyin yıkama


4-5_Layout 2 1/30/12 1:07 PM Page 2

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

05

devam ediyor

münist tutsakların birçoğu korsakoflu halleriyle tedavi edilmeden hücrelerde yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Refakatçi olmadan hücrelerde yaşamını tek başına sürdüremeyen devrimci tutsaklar yıllardır tecrit uygulamalarına maruz bırakılıyor. Hapishanelerde kanser hastası, tüberküloz, hepatit B ve C bulaşıcı hastalığı olan, hapishane koşullarında tedavisi mümkün olmayan hastalıklarla boğuşan yüzlerce tutsak var. Özellikle kadın tutsakların doktor muayenelerinde ‘üçlü protokol’le daha da derinleşen askerin, gardiyanın bulunması ve kelepçelerin çıkarılmaması işkencesi sürmekte. İlik kanseri Basri Vardar tedavisi sebebiyle 6 aylığına tahliye olan tutsaklardan sadece biri. İstanbul İnsan Hakları Şubesi’nin F Tipi Kampanyası’nda ‘içeride çok hasta arkadaşımız var’ diyerek içerinin dışarıya ulaşmayan çığlığını taşıdı. Diğer yandan tecridin bir işkence olduğunu, karşı durmanın da herkesin görevi olduğu ve insanın insana susamasının, insanlardan uzaklaştırılmasının da çok ağır bir işkence olduğu tespitinde bulunan birçok sanatçıyla kampanyalar yeniden başlatıldı.

Devlet 159 davadan mahkum edildi yor. Ülkemizdeki hapishane uygulamaları emperyalist-kapitalist uygulamalardan asla bağımsız ele alınamaz, efendi-uşak ilişkilerindeki bağıntıları paralelinde hapishaneler politikası da sürdürülmektedir.

Yine tecrit, yine ateş bedende Tecrit politikasına karşı açlık grevine giren çeşitli hapishanelerdeki PKK tutsakları Abdullah Öcalan’a destek eylemlerini sürdürürken, Bingöl M Tipi Hapishanesi’nde bulunan Şehmus Anik bedenini ateşe verdi, hastaneye kaldırılan tutsağın hayati tehlikesi devam ediyor. Erzurum Hapishanesi’nde bulunan kanser hastası PKK dava tutsağı Mehmet Aras tedavisi engellendiğinden hayatını kaybetti. Ölüm Orucu sürecinde direnen devrimci-ko-

Diğer yandan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Başkanı Nicolas Bratza, Strasbourg’da 2011 yılı çalışmalarıyla ilgili yaptığı basın toplantısında insan hakları sözleşmesinin en az bir maddesini ihlalden dolayı TC devletinin 159 davada mahkum edildiğini belirterek, insan hakkının lüks bir konu olmadığının altını çizdi. Son ekonomik kriz nedeniyle bazı üye ülkelerin hukuk devleti ve insan haklarının korunması konusunun gündemlerinden düştüğünü eleştiren Bratza, yargılama süresinin uzunluğu, adil yargılama hakkının ihlali, kötü muamelenin yasaklanması, etkili soruşturma hakkının ihlali ve mal-mülkiyet hakkının korunmasıyla ilgili şikâyetlerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne iletildiğini açıkladı.

o halde yasak! merkezleri) yaygınlaştırılması konusunda engel olarak gördüğü eğitim destek evlerini birer birer kapatmaya başladı. Son olarak Van depreminin ardından çadırlarda faaliyet gösteren eğitim evlerini kapattırarak asimilasyon politikalarına hızla devam ediliyor. Eğitim evlerinin kapatılmasına gerekçe olarak gösterilen nedenlerin arasında en çok üzerine durulan birinci gündem; bu evlerin çoğunun isminin Kürtçe olması ve evrak eksikliği olarak belirtiliyor. Kapatılan Batman Eğitim Evi hakkında açıklama yapan Batman Valisi ise, “Devletin bir yasası bir hukuku var alternatif eğitimde neyin nesidir, üstelik devlet onca bütçe ayırıyor eğitime yetmiyor mu?” sözleri ise kendi huku-

kunu kendi yasasını daha kavrayamayan bir zihniyeti yine kendi sözleriyle teşhir ediyor. Karara tepki gösteren eğitim evleri öğretmenlerinden Nasır Taş, eğitim destek evi sayesinde öğrencilerin lise ve üniversiteye hazırlandığını belirterek, “Bizlere sunulan bu gerekçeler en nihayetinde bir halkın yüzyıllardır inkârını ve imhasını gerçekleştirmekten başka bir anlayışa hizmet etmemektedir” dedi. Batman Belediye Başkanvekili Serhat Temel ise “Bu gencecik öğrencileri kurda kuşa yem etmeyeceğiz. Bunun alternatifleri vardır, vakıfsa vakıf, dernekse dernek ne gerekiyorsa yapacağız” diyerek bu projeden geri adım atmayacaklarına vurgu yaptı.

UFUK ÇİZGİSİ

≫ bakış can

ÖZGÜR TUTSAKLARA İSİMSİZ MEKTUP enin yerine konuştum birkaç cümle... Haddim olmadan… Seni sen gibi anlatamam dışarıdan.. eksikliğimi bağışla… Beceremem sohbeti, telepatiden yana kusurluyum... Duygularını veremem duygularımla, yeteneksizim… Sen beni anlarsın.. bundandır ki rahatım... Adına konuşuyorum, sana sormadan…

S

Konuşmadan önce merakla sorarım: Saçların eskisi kadar uzun mu, gözlerin hala ‘’çakmak gibi’’ karanlığı seçer mi? Ayakların çok üşüyordu, yeterince çorabın var mı şimdi?... Karı eziyordun topuğunla, şimdi yeri eziyor musun? Sigara içebiliyor musun, elektrik parası ödemekten sigaraya kalıyor mu paran? Aslında sana soracağım çok şey var ama geleceğin güne saklıyorum… Konuşacağımız o kadar şey var ki, sonraya, geleceğin güne saklıyorum!.. Küçülmeyen yüreğin.. dik başından öpüyorum Tutsak! İroni yaparak adına birkaç söz söyleyip geçeceğim. Dört duvarı, taban ve tavanı çok sever tutsaklar (?!) Mavi boyalı demir kapıyı, pencereyi, demir ranzayı... Bir de demir kapıda “dışarıya” açılan mazgalı… Yıllarca süren büyük tutku ve okşayan bakışlarla süzerler tek renkten kuşatan o tek tanığı… Gökyüzünü ‘’sevmezler’’ o kadar; ondandır dört duvara baktıkları kadar bakmazlar gökyüzüne… Metre karesi belirlenmiş ‘’mutlu yuvalarına’’ bakmaktan bıkmaz tutsaklar?!... Bakışı sınırlanarak belirlenmiş, gördüğü seçilmiş, soluduğu ölçülmüş, adımları bile biçilmiş tutsaklar… Mevsimlerin değiştiğini buz kesen hücre duvarlarından sezer… Görüş günleri tek bağdır güneş ile… Hani dışarı değil ama ‘’yeşil soğan’’ kokan görüşçü!... Hani görüş sonrası sofrası kurulan düşler… Geleceğe dair planlar, hesaplar, intikamlar… Ve hapishane kapılarında hakarete uğramış ananın karşısında yaşanan çaresizlikler… Bilcümle haksızlığa karşı seyre zorlanmış devrimci ruhun boynundaki ağır mahpusluk… Sen içerdesin mahpus, ben dışarıda… Çerçevelenmiş de olsa gülümseyen sen!.. Kafasında kurar dünyayı... Kabulüdür bedelin en ağırı... Kurgusu onur üzerine… Daralmak bilmeyen enginliği, zincire vurulamaz, içinden koparılıp alınamaz özgürlüğü ondan… Hummalı gizlilik içinde konuşmuştuk geleceğin eylemini… Planlar yapmış, aksilikleri gidermiştik… Hesaplanmadık şeyler kalmış geriye, ki sen mahpusa düştün tutsak!... Sen içerde, ben dışarıda… Eşitlenmemiş dünyanın eşitsizliği, ben sıcakta, sen soğukta… Siz mahpuslar açlıkta, gözü doymayanlar ter ve kan peşinde… Yormak ağırıma gidiyor, uzatmadan soracağım meraklarımı… Üşümediniz mi mahpuslar, gece vakti demli çay çekmedi mi canınız... Sahilde olmasa bile on adımı geçen yürüyüşü özlemediniz mi? Yıldızları saymaktan feragat edin ama dolmuşa binmeyi, komşunun çocuğunu azarlayan kaba sesini

özlemediniz mi? Yer altı çalışmasının tehlikelerini, dağları, ormanları özlemediniz mi? Durmaksızın bir şeyler taşıyan karıncayı, tabelasına indirim fiyatlarını yazan esnafı, pazarcının avaz avaz çağırmasını, sokakta koşuşturan çocukları... İki büklüm maaşını alma yolundaki neneyi, kirli parmağını emerek oğlak otlatan kız çocuğunu, terini silen işçinin alnından kalkan buharı, denize savrulan ekmeği kapmak üzere dalan martıyı, havlayan köy köpeklerini özlemediniz mi ey tutsaklar?! Yaşlı gözleri kurumayan, saçları ağarmış, yüz çizgileri hançer gibi derinleşmiş anayı, titreyen elleri, kucağında odunuyla dönen babayı özlemediniz mi?! Yeğeniniz okul çağını geçmiş kadar büyümüş, kundaktaki çocuğunuz civan delikanlı olmuş, yıllar oldu komşunuz Ahmet dedenin ölümü... Pür dikkat ıssız gecelerin pusularını atlatmayı özlemediniz mi? Özlemediyseniz(?!) özleyenleriniz var ey tutsaklar!.. Parçalayalım tecridi! Biz dışarıda, siz içerde… Bu kez dışarıdan deneyelim tecridi parçalamayı… Gelmeniz için… Bilmem size mi sormalı, neden gelmezsiniz diye?!... Bilirim kardeşlerim… Bilirim de sormadan edemem, dindiremem içimin acısını… Gel derim, koş derim, savaş derim tutsak! Kucaklamak isterim, kavgada sırt sırta… Çok zaman geçti tutsak, ben hala beklerim, kavgadayım, beklerim geleceğin günü! Bilirim, en çok kavgayı özlersiniz… Ne sıcak demli çay, ne başka şey.. kavgadan tatlı olamaz… Kavgadasınız içerde.. ama dışarıdakine koşmak istersiniz... Dışarıda dövüşmek şartları az biraz daha eşitlemek... Kavgaya öyle dalmak… Sen kavgayı ararsın, kavga seni mahpus… ‘’ Pencereye’’ takılır her seferinde gözlerim, yollara düşer gözlerim... Günün birinde çıka gelir tutsak diye… Çok şey değişti tutsak ama kavgamız değişmedi daha… Sözümüz var, yerine getirilmek üzere bekler… Sen gelmeden ben gidersem tutsak, kavgam sana emanettir.. sır gibi sakla yüreğine, hücrene! Bir not düşeyim sana tutsak! Henüz soğumadı acılarımız, yaramız kabuk tutmadı daha… Silahın soğumasın diye kardeşin kavgada, yoldaşların seni bekler yürüyüş kolunda… Mercan sırtlarına akıyor Munzurlardan birlikler.. tekmilde sen yoksun!... Sordular, mahpus olduğunu söyledim… Her kesin selamı var sana mahpus! Bunu asla unutma! Sana son sözüm, evvelce söylenmiş olandır, ‘’Sen olmasan da olur ama olmanı isterim’’ ÖZGÜR TUTSAK! Başkalarına son sözüm ise; F tipi hapishanelerin kapatılması hedefiyle başlatılmış olan kampanyayı desteklemeleri, öznesi olup bu kampanyayı yürütmeleridir. Bu mücadele hepimizin mücadelesidir; herkes kendi mücadelesi olarak ciddiye almalıdır bu kampanyayı. Bu kez dışarıdan başlatalım direnişi, mücadeleyi, kavgayı ve birleşelim içeride bitmeksizin yürütülen direniş, mücadele ve kavga ile…


6-7_Layout 2 1/30/12 1:42 PM Page 1

06

güncel analiz

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

TC devleti tarafından büyük bir tepkiyle karşılanan Ermeni Soykırımı, Fransa tarafından 2001 yılında tanınmıştı. Son yasayla da Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlerin cezalandırılması öngörülüyor

Fransa ve TC’nin

Ermeni Soykırımı raksı E

rmeni Soykırımı’nı Suç Sayan Yasa Tasarısı’nın Fransa Senatosu’nda kabul edilmesi sonrası TC devleti, sözde tehditlerinin dozunu arttırarak yaptırım uygulayacağını söyledi. Emperyalist devletler tarafından her yıl gündemleştirilen ve TC devleti tarafından milli bir dava haline dönüştürülüp, üzerinden bin bir politikanın yürütüldüğü Ermeni Soykırımı meselesinde Fransa Senatosu Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlerin cezalandırılmasını öngören yasayı onaylamasıyla daha da boyutlanmış durumda. 22 Aralık 2011 tarihinde Fransız Parlamentosu’nda kabul edilen yasa tasarısı 23 Ocak 2012 tarihinde de Fransa Senatosu’nda onaylanarak yasalaştı. Fransa tarafından 2001 tarihinde tanınan Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlere, bir yıl hapis ve 45 bin Euro para cezası verilmesi öngörülüyor. 23 Ocak akşam saatlerinde başlayan oylamada Senato Yasa Komisyonu’nun tasarının gündemden düşürülmesi yönündeki önerisi saat 19.15 sıralarında yapılan oylamada reddedildi. Tasarının Yasa Komisyonu’na geri dönmesi önerisi de saat 20.30 sıralarında yapılan oylamada reddedildi. Kullanılan 238 oydan 42’si komisyona dönmesini isterken 196’sı ret oyu kullandı. Saat 22.24’te yasa tasarısının bir bütün olarak oylanmasına geçildi. Tasarı 86 oya karşı 128 oyla nihai olarak kabul edildi. İki büyük grup olan iktidar partisi Halk Hareketi Birliği (UMP) ve Sosyalist Parti senatörleri arasında tasarı üzerine bölünmeler oldu. Ancak çoğunlukta UMP, Sosyalist Parti (SP) ve Komünist Parti (PCF) tasarıyı destekledi, çevreciler tasarıya karşı oy kullandı. Merkezci ve Cumhuriyetçi grubun çoğunluğu tasarıyı destekledi. Fransa ve TC arasında ciddi tartışmalara yol açan yasa sonrası iki ülke ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceği merak konusu olmakla beraber bu ikilinin aralarındaki ekonomik-siyasiaskeri-kültürel ilişkiler ezilen ve emekçilere karşı “ebedi dostluklarının” kolay kolay bozulmayacağına işaret ediyor.

Ermeni Soykırımı’nı 2001 yılında tanıdı TC devleti tarafından büyük bir tepkiyle karşılanan Ermeni Soykırımı, Fransa tarafından 2001 yılında tanınmıştı. Son yasayla beraber bu Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlerin cezalandırılması öngörülüyor. İki ülke ilişkilerine 11 yıldır hiçbir şekilde etki etmeyen bu meselenin aniden büyük bir siyasi hesaplaşma haline dönüştürülmesi esasta iki ülke siyasetçilerinin de kendi çıkarları gereği Ermeni Soykırımı’nı kullandıklarının en bariz göstergesidir. Fransa ve TC tarihine baktığımız zaman gerek kendi halklarına gerekse başka uluslara, milliyetlere karşı yapılan katliamlarda ortak bir paydada buluştuklarını görmekteyiz. Söz konusu gerici çıkarları olunca kendi kanlı tarihini bir kenara bırakıp başka devletlere “demokrasi” dersi vermeye çalışan AKP’nin ise içinde bulunduğu durum oldukça traji-komiktir. Fransa’da onaylanan yasa sonrası düşünce ve ifade özgürlüğünden dem vuran Erdoğan’ın Türkiye-Kuzey Kürdistan hapishanelerindeki aydın-yazar-gazetecileri tutuklatan kendisi değilmiş. Dünyada en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkeler sıralamasında ilk sıralarda yer alan, daha bir ay önce 34 Kürt köylüsünü savaş uçaklarıyla katleden, işçi, emekçi, öğrenci, akademisyen, avukat, milletvekili binlerce kişiyi hapishaneye koyarak sindirip baskı altında tutmaya çalışan, Kürt ulusunun en temel demokratik haklarına dahi azgınca saldıran, kendi gerici iktidarına biat etmeyen herkesi yok etmeye çalışan bir iktidarın kalkıp da başkalarına demokrasi dersi vermesi aymazlıktan başka bir şey değildir. Fakat bu durum sadece ülkemiz hakim sınıflarına özgü bir durum da değildir. TC devleti bu politikaların hepsini efendilerinden öğrenmiş durumdadır. O efendileri değil midir ki Irak’a, Afganistan’a demokrasi

götüreceğiz deyip, milyonlarca insanın katledilmesine sebep olan, o efendileri değil midir ki; her türlü nükleer, kimyasal silahı yapıp dünya halklarına tehdit olarak muhafaza ederken İran’a nükleer programından vazgeçmemesi halinde savaş açacağını söyleyen?.. Emperyalist-kapitalist sistemin temel karakteridir bu saydıklarımız. Sömürü ve zulüm düzeninin yegane temsilcileri ve yaratıcıları olan bu sistem aynı zamanda kendisini dünya halkları için bulunmaz, vazgeçilmez bir nimet olarak sunmaktan da geri durmuyor.

TC, Fransa ile ilişkilerini Ermeni Soykırımı’nı inkar edenlerin cezalandırılmasını sağlayacak olan yasanın onaylanması sonrası Fransa’ya yönelik tehditler savuran Erdoğan ve AKP’li şurekası, çeşitli yaptırımların uygulanacağını söyleyerek Fransa’yı zor günlerin beklediğini ifade ediyorlar. Peki gerçekten durum böyle mi? Hatırlanırsa, Mavi Marmaray olayı sonrası da İsrail ile gerginlik yaşayan TC devleti, İsrail’e yönelik tehditler savurarak yaptırım uygulayacağını söylemişti. Bu tehditlerden sonra bir kez daha ortaya çıktı ki,


6-7_Layout 2 1/30/12 1:42 PM Page 2

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

güncel 07 sonrası da aynı şekilde devam etmiştir. Hatay’ın durumuna ilişkin yaşanan uzun soluklu gerilim ve benzeri olaylar yaşansa da esas olarak karşılıklı çıkar ilişkileri durumun belirleyeni olmuştur. TC ile Fransa devleti arasında yapılan ticari anlaşmalar şunlardır; Ticaret ve Ödeme Anlaşmaları 1946; Uluslararası Kara Ulaştırma Anlaşması 1969; Sosyal Güvenlik Konusunda Genel Sözleşme 1972; Karma Ekonomik Komisyon Kurulmasına İlişkin Protokol 1987; Çifte Vergilendirmenin Önlenmesi Anlaşması (ÇVÖA) 1989; Türkiye-Fransa 2000 Anlaşması 1998; Denizcilik Anlaşması 1996 ve Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması (YKTK) ise 2006 yılında imzalanmıştır. TC ile Fransa arasındaki ticaret hacmi 11 milyar doları aşmış durumda. 2010 yılı rakamlarına göre TC, Fransa’nın en fazla ihracat yaptığı ülkeler sıralamasında 6 milyar 264 milyon Euro ile 11. sırada. TC’nin Fransa’ya 2010 yılı ihracatı ise 5 milyar 402 milyon Euro. Özellikle otomobil yan sanayi, uçak ve uçak motorları, eczacılık ürünleri ve plastik hammadde Fransa tarafından ülkemize en çok ihraç edilen kalemlerin başında geliyor. Fransa aynı zamanda ülkemizde en çok “yatırımı” olan ülkelerden biri. Ülkemizde yüzlerce Fransız şirketi faaliyet gösteriyor. Bu şirketlerin toplam yatırımları 8,6 milyar doları buluyor. Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan 350 firma da Fransa’da faaliyet gösteriyor. Bu firmaların yatırımları da 500 milyon dolara yakın. Fransa’da yaşayan Türkiye-Kuzey Kürdistanlı sayısı 550 binin üzerinde. Yine iki ülke arasındaki ilişkilerin en yoğun olduğu alanlardan birisi de turizm. Ülkemize her yıl Fransa’dan yüz binlerce turist geliyor. 2011'in ilk 9 ayında ülkemize gelen Fransız turist sayısı 1 milyon 250 bin kişiye ulaşmış durumda. Fransa’nın ülkemize ihracatında başlıca mallar sırasıyla, makine ve ekipmanlar (%24), otomotiv (%21), uçak (%10), plastik hammadde (%7), demir-çelik (%6), eczacılık ürünleri (%5), sanayi kimyasallarıdır (%4). Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın Fransa’ya ihracatının %35’i otomobil ve yan sanayi, %26’sı tekstil ve konfeksiyon, %16’sı makine ve ekipman, %5’i gıda, %4’ü ise metal ürünlerinden oluşmaktadır. 2006 yılı itibarıyla ülkemizde 513 Fransız sermayeli şirket bulunmaktadır. Bu şirketlerin 210 adedi 2003 yılından sonra kurulmuştur. Fransa ülkemizdeki yabancı sermaye açısından AB ülkeleri içinde 4. ülke konumundadır. Toplam yatırımların miktarı 1,5 milyar dolardır. Fransız sermayesinin ülkemizde sağladığı çalışan istihdam sayısı 40.000 düzeyindedir. Ülkemizdeki yabancı sermaye stokunda Fransız sermayesinin payı %7 düzeyindedir. Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın en büyük ilk 500 şirketi içinde 6 adedi Fransız sermayeli şirketlerdir. Bunlar: Renault, Primagaz, Valeo, Alcatel, Lafarge ve Schneinder Electric’tir. Öte yandan, Renault Otomotiv pazarındaki en önemli firmalardan birisi olup, Total Fina’nın Türkiye enerji sektöründeki payı %8, Carrefour ise kendi alanında birinci sıradadır.

i

kesebilir mi? bırakalım yaptırım uygulamayı iki ülke arasında var olan ekonomik-askeri-siyasi ilişkiler daha da perçinleşmişti. Keza Fransa’ya karşı havada uçuşan tehditlerin bir anlamı bulunmamaktadır. Kısaca Fransa ve TC arasındaki ilişkilere göz atınca bunun neden olamayacağını da anlamış olacağız. Fransa ve TC ilişkileri Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. 16. yüzyılın başlarında başlayan diplomatik ilişkiler daha sonra yoğunlaşarak devam etmiştir. Sürekli inişli-çıkışlı bir hat izleyen Fransa-Osmanlı ilişkileri TC’nin kurulması

Sadece bu ekonomik göstergeler dahi AKP tarafından koparılan fırtınanın içinin ne kadar boş olduğunu gösteriyor. Bu ekonomik ilişkiler dışında siyasi ve askeri alanlarda da Fransa ile TC arasında sıkı ilişkiler mevcuttur. Belirli alanlarda çıkarlarının çakışması dolayısıyla birbirlerine diş bileseler de bu emperyalist-kapitalist sistem içerisinde her isteyenin istediği şekilde davranamayacağı bir kuraldır. Ülkemiz hakim sınıfları, ABD emperyalizminin kendilerine biçtiği misyon gereği “güçlü devlet” imajı yaratmaya çalışmaktadır. Özellikle Ermeni Soykırımı gibi on yıllardır halkın bilincinde milliyetçi duyguların okşanmasına vesile yapılan ve Ermeni kelimesinin küfür sayıldığı bir atmosferde böylesi önemli bir yasa karşısında göstermelik de olsa kükremek AKP’ye puan kazandırmaktadır. İşte koparılan fırtınanın esasını da bu başlık belirlemektedir.

MAYA

≫ arıf bilgin

EZİLENLERİN ORTAK DİLİ eyla Zana, İngilizce yayın yapan Kürt Rudaw adlı internet sitesine “Kürtler, kendi topraklarında kendi geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalı. Özgürlük, özerklik, federalizm ve bağımsızlık da Kürtlerin hakkı” dedi, ardından Frankfurt’ta “Ben silahların bırakılmasını asla tartışmıyorum; o, Kürtlerin sigortasıdır” demeci kıyametin kopmasına yetti. Operasyonlar ve tutuklamalar arttı, dokunulmazlığı olan Zana’nın evi basıldı. Yirmi yıl önce yine milletvekiliyken arkadaşlarıyla beraber yaka paça zindana atılan ve yıllarca özgürlüğünden yoksun bırakılan, çıkar çıkmaz da yine adına sayısız dava açılan, partisinin vekilleri hapiste tutulan, bitmez tükenmez “siyasal soykırım” operasyonlarıyla binlerce arkadaşı zindanlara doldurulan bir Kürt kadını Zana. Kürdistan’da hangi aileyi alırsanız alın, aile boyu ölüm, zindan, esirlik, işkence ve acı dolu manzaralarla karşılaşırsınız. Zana da onlardan biri. Zana’nın eşi Diyarbakır eski Belediye Başkanı, kendisi de iki dönem vekillik yaptığı için dramları göze batıyor. Sessiz milyonların yaşadığı acıların ise haddi hesabı yok. Ölüm orucundayken yanı başımda can veren Cemal Arat’ın annesinin inanılması zor metanetini yıllar sonra ailenin nerdeyse bütün erkeklerinin bu uğurda birer birer yok edilmesini öğrenince anlamıştım. Gerçek anlamda “acıyı bal eylemek” buna denir. Zulüm Kürt çocuklarını “küçük generaller”, kadınlarını “demir yürekli” yaptı. Artık uluslararası bir yasa haline gelen “Shelf determinasiyon” ne demektir? “Milletlerin kendi geleceklerini özgürce belirleme hakkı” demek değil mi? Hal böyleyken uluslararası toplumun üyesi olan Türkiye’de neden onca gürültü kopabiliyor. Sen Kıbrıs’ta, Kerkük’te bilmem nerede Türkçe konuşan küçük milli azınlıkların sözde “kendi kendini yönetme hakkı” için savaşa bile girerken, yirmi-otuz milyon Kürt’ün bu hakkına kibirlice meydan okuman zorbalık, vicdansızlık, kan dökücülük ve ırkçılık değil de nedir? Muharrem İnce, “Bu devlet kan dökülerek kuruldu” derken, Kürtlerin de kan dökerek devlet kurmasını mı istiyor? Ya Kürtler binlerce yıl o topraklarda nasıl tutunabildiler sanıyorsun? Evet, ulusal devletler, feodal ve emperyalist barbarlığa karşı kan dökülerek kuruldu. Ya siz nesiniz; feodal mi, yoksa emperyalist barbarlardan mısınız? Bir yerlere, bazı topluluklara hakim olmak eski barbarlığın bir kuralı değil miydi? Osmanlı feodal zorbalık, ulusları köle görme geleneğinden kopmayan bu politika değil mi sorunu bu denli içinden çıkılmaz hale getiren. Yüz yıldır bu sorun yüzünden ülkenin yüz binlerce insanı, yüzlerce milyar doları geçen ekonomik kaynağı yok olmadı mı, düşmanlık kültürünün güvensizlik ve demoralizasyon ortamında üretme ve kalkınma dinamiğinin ne kadar zarar gördüğünü kim hesaplayabilir! Neden onlarca etnik deseniyle yüzlerce yıl giderek birlikte yaşamaya alışmış, birbirlerini sevmiş bu halkları ırk ayırımı ve eşitsizliği dayatarak birbirlerine düşman ediyorsunuz? Bu güvensizlik politikasının yarattığı zemin üzerinde emperyalist güçlerin şantaj yoluyla sağladığı ekonomik ve siyasal avantajların haddi hesabı yok. AKP, ümmet metoduyla o gelenek içinde Kürt sorununu çözebileceğini, daha doğrusu atlatabileceğini sanıyor. “Ulusal cumhuriyet” yerine “İslam Cumhuriyeti” ile herkesin sesini keseceğini düşünenler, 1500 yıl önceki çöl yasalarıyla yönetmeye kalkıyor. Sanki 20-30 milyon kilometre karelik kara alanı üzerinden 1 milyon kilometre kareyi bile tutmayan küçük Anadolu’ya sıkışmanın bu feodal ümmetçi zorbalık yüzünden değilmiş gibi. Çağdaş dünyada bütün ulusal toplulukların, ekonomik, kültürel, sosyal gelişmeleri için kendi kendini yönetmesi aklın, gerçeğin ve vicdanın gereğidir, bunun başka yolu yok. O sorunun çözümü ne kadar gecikirse hem ezen ve hem de ezilen ulus o ölçüde zarar görür. Türk halkının bir türlü gerçek demokrasi yüzü görmemesinin nedenlerinden biri budur. Çünkü başka bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz, her şey bunu kanıtlıyor. Emperyalist arsızlıkla çıldırmamış bütün burjuva ulusal cumhuriyetler, o hakkın, uygulanabilir şartların bulunması halinde bütün milletlerin hakkı olduğunu teslim ederler. Çünkü bu, en masumane temel insan haklarının başında gelir. Bir insan topluluğunun doğuştan gelen temel hakları, bir bireyin doğuştan gelen temel haklarından daha mı az değerlidir? Bir bireye bile illa da ana dilin şu olsun, illa da kendini bu ulustan hissedeceksin denilemezken, koca bir ulusal topluluğa nasıl bunu dayatabilirsiniz? “Silahı” ezilen bir ulusun “sigortası” haline getirenler, onların temel haklarını silah ve zorbalıkla bastıranlardır. Kürtlerin ezici çoğunluğunun birlikte yaşamaktan yana olduğu ve mecbur bırakılmadıkça silaha başvurmak istemediği bellidir. Fakat silahla bastırma ve inkar politikasının giderek ayrılık ve silaha sarılma eğilimlerini güçlendireceği de en azından son 30 yıllık tecrübeden bilinir.

L


8-9_Layout 2 1/30/12 1:10 PM Page 1

08 emek haber

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

İşçiler hakları için 369 gündür direnişte Samsun Gazi Devlet Hastanesi'nde DİSK’e bağlı Dev Sağlık İş Sendikası’na üye oldukları için 6 Ocak 2011’de işten atılan taşeron işçilerin çetin kış koşullarına rağmen işlerine geri dönmek için 369 gündür hastane bahçesinde çadır kurarak başlattıkları direniş sürüyor. “İşyerimiz hastanedir, terk etmiyoruz, işimizi geri istiyoruz” diyerek herkes için daha iyi çalışma koşullarının yaratılması, eksiksiz ve engelsiz sendikal hakların sağlanması, iş hayatında ayrımcılığa son verilmesi, taşeron köleliğinin ortadan kaldırılması, herkesin insan onuruna yaraşır bir işe ve yaşanabilir ücrete sahip olması için taşeron işçilerinin başlattığı direniş soluksuz bir şekilde devam ediyor.

Yaşam hakkımız için

direneceğiz

Çankaya Belediyesi’ne bağlı Belde AŞ ile Sosyal-İş arasında 12 Eylül 2011’de imzalanan toplu iş sözleşmesine patron uymadı. Belde AŞ işçileri, büyük umutlarla imzaladıkları toplu iş sözleşmesi, patron tarafından boşa çıkarılmasına karşı 8 Şubat’ta iş bırakacaklarını açıkladı. CHP’li Çankaya Belediyesi’ne bağlı Belde AŞ ile Sosyal-İş arasında imzalanan toplu iş sözleşmesini tanımayan patron, işçileri temel giderlerini dahi karşılayamaz hale getirerek yaşam haklarını ellerinden alıyor. Yaşanan hak gasplarına tepki gösteren işçiler; maaşları zamanında ve tam yatırılmaz, toplu iş sözleşmesinden kazandıkları geriye dönük alacakları ivedi olarak taraflarına ödenmez; şu anki mevcut politika, anlayış ve işleyiş devam ederse Belde AŞ’de yaşamı tamamıyla durduracaklarını ifade ettiler.

Söz yok, direniş var Taşeron işçiler direnişlerinin 28. gününde son verdikleri direnişlerine, belediye yönetiminin verdiği sözleri tutmaması nedeniyle, yeniden başladılar. Maltepe Belediyesi taşeron işçileri, belediye önünde 28 gün boyunca sürdürdükleri direnişe, 17 Ocak'ta ara vermişti. İşçilerin kararı, Maltepe Belediyesi Başkanı Mustafa Zengin'in sözcüsü olan Yüksel Çiftçi'nin, "sorunların çözüleceği" açıklamasından sonra gelmişti. Belediye yönetimiyle 20 Ocak günü toplantı yapan işçiler, verilen sözlerin güvence altına alınması için protokol imzalanmasını ve sorunların çözümü için komisyonun oluşturulmasını talep etti. Belediye yönetimi ise talepleri kabul etmedi. Belediyenin işten atılan 10 işçiden sadece 3 işçinin işe geri alımının yapılacağını bildirmesi üzerine işçiler 24 Ocak günü tekrar Maltepe Belediyesi önünde direnişe başladı.

Masada

AKP hegemonyası

AKP, referandumdan 18 ay sonra, toplu sözleşme hakkına ilişkin hazırladığı yasa tasarısını meclise sundu

Kamu emekçilerinin grev hakkını tanımayan AKP, 12 Eylül 2010 referandumunda toplu sözleşmenin tanınacağını vaat etmişti. Kamu Sen ve Memur Sen ile bir yıldır yapılan görüşmelerin ardından hazırlanan yasa tasarısında son dakika değişikliği yaparak icazetli sendikalarına dahi “son daki-

KESK: 4688 kabul edilemez KESK üyeleri, 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasa Tasarısı'nı protesto etmek için ülke genelinde alanlara çıktı Kamu emekçileri grevli toplu sözleşme talebinin kabul edilmediği 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun Meclis Başkanlığı'na gönderilmesi, 26 Ocak’ta KESK tarafından protesto edildi. İstanbul, Antep, Adana, Van, Siirt, Mersin gibi şehirler başta olmak üzere kitlesel bir şekilde alanlara çıkarak protesto eylemi yapan KESK üyelerine Ankara’da polis saldırdı.

Ankara’da yürüyüşe saldırı YKM önünde toplanıp Plan Bütçe Komisyonu’na temsilcilerini göndermek için TBMM Dikmen Kapısına yürümek

isteyen kamu emekçileri kolluk güçlerinin biber gazlı saldırısıyla karşılandı. KESK Genel Başkanı Lami Özgen ve Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul’un da katıldığı yürüyüşe, KESK’e bağlı çok sayıda sendika başkanı da katıldı. En demokratik hak olan yürüyüş hakkının dahi engellenmesine karşı çıkarak barikatın kaldırılmasını isteyen kamu emekçileri temsilcileri, barikatı oturma eylemi, slogan ve ıslıklarla protesto etti. Bir süre sonra yürüyüş hakkını fiilen kullanan kamu emekçileri, kolluk güçlerinin yoğun biber gazı saldırısına maruz kaldı. Barikatı zorlamaya devam eden kamu emekçileri, TOMA saldırı araçlarıyla tehdit eden kolluk güçlerinin karşısında, saldırıyı kamuoyuna teşhir eden konuşmaların ardından eylemi sona erdirdi.

Saldırı protesto edildi KESK üyelerinin toplu iş sözleşmesi ta-

sarısını protesto etmek amacıyla TBMM'ye yapmak istediği yürüyüşe polisin saldırılması aynı gün protesto edildi. Akşam saatlerinde Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde bir araya gelen KESK üyeleri, basın açıklaması yaptı. TİS yasasının bilerek, geciktirilerek komisyonlarda bekletildiğine dikkat çeken KESK Genel Başkanı Lami Özgen, TİS yasasının 15 milyon kişiyi ilgilendirdiğini söyledi. KESK'in grevsiz toplu sözleşmeyi kabul etmeyeceğini, ülkenin tüm illerinde direneceklerini ifade eden Özgen, anayasa ve uluslararası yasaların verdiği hakkı kullanıp meclise yürümek istediklerini belirtti. Özgen "Ama yürüyüşümüz keyfi ve anti-demokratik bir şekilde engellenmiştir. Bu yetmezmiş gibi üyelerimize biber gazı sıkılmış, birçok arkadaşımız yaralanmıştır.” dedi.


8-9_Layout 2 1/30/12 1:10 PM Page 2

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

emek 09 sından Bakanlar Kurulu’nun seçeceği biri olacak. Çalışma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığı’ndan birer üye seçilecek, 4 üye olacak. En az doçent unvanını taşıyan öğretim üyeleri arasından Çalışma Bakanı tarafından belirlenecek 7 isim arasından Bakanlar Kurulu tarafından belirlenecek 1 kişi olacak. En fazla üyeye sahip konfederasyon tarafından 3, diğer konfederasyonlar tarafından belirlenecek 2’şer olmak üzere, sendikalar tarafından önerilecek 7 öğretim üyesi arasından Bakanlar Kurulu’nun seçeceği 1 üye. En fazla üyeye sahip konfederasyon tarafından belirlenecek 2, diğer konfederasyonlar tarafından belirlenecek birer üye olmak üzere 4 üye. Hakem Kurulu, en az 8 üyenin katılımıyla toplanacak. Kurul, başvuru tarihinden itibaren 5 gün içinde kararını verecek. Kurul, toplantıya katılanların çoğunluğuyla karar alacak, üyeler çekimser oy kullanamayacak. Kurul kararları kesin olacak ve toplu sözleşme hükmünde sayılacak. Oylamada eşitlik halinde başkanın oyu belirleyici olacak.

Mevcut düzenlemeden daha geri

ka çalımı” atan AKP, kamu emekçilerinin toplu sözleşme hakkını gasp edeceğini gösterdi.

AKP’nin oyalama taktiği Kamu çalışanlarının toplu sözleşme hakları için düzenlenecek yasa ile ilgili olarak AKP ve kamu çalışanları konfederasyonları temsilcileri arasında uzun süren görüşmeler yapılmıştı. Konfederasyonlar, toplu sözleşmelerde büyük öneme sahip Hakem Kurulu'nun bağımsız olmasını talep etmiş, AKP ise talebi görmezden gelmişti. Son tahlilde AKP, kendi bildiğini yaparak tasarıyı meclise sundu ve Hakem Kurulu'nun 11 üyesinin 3'ü Bakanlar Kurulu tarafından, 4'ü ise bakanlar tarafından seçilecek. Kalan 4 üye ise AKP’den “bağımsız” olarak belirlenecek. AKP'nin hazırladığı tasarıya göre toplu sözleşme süreci sonunda anlaşma sağlanamaması halinde, konu 3 gün içinde Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na götürülecek.

11 üyeden 4’ü “bağımsız” Hakem Kurulu’nun başkanı, mevcut Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanları, başkan vekilleri, başkan yardımcıları ya da daire başkanları ara-

AKP meclise sunduğu yasa tasarısıyla toplu görüşmeden bile daha geride bir düzenleme getirmek istiyor. Hizmet kolu toplu sözleşmelerine yer verilmeyen yasa tasarıyla sendikaların varoluş gerekçesini ortadan kaldırmaya çalışılmaktadır. Hizmet kollarına ait mali ve sosyal haklar toplu görüşmelerde olduğu gibi genel toplu sözleşme görüşmelerinin bir parçası olarak ele alınacaktır. Bu düzenlemeyle yüzlerce belediyede yapılan toplu sözleşmeler de yok hükmünde sayılacak. Uluslararası sözleşmeler hiçe sayılarak yerel yönetimlerin toplu sözleşme yapmasına yasak getirilecek.

AKP, dikensiz gül bahçesi yaratmak istiyor Toplu sözleşmeyi masa başı görüşmeler ve hakemler kararlarıyla sınırlayan yasa tasarısında grevli toplu sözleşme hakkı yasal teminat altına alınmadığı gibi örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller de varlığını koruyacak. Kapsamından tarafların belirlenmesine, uyuşmazlık halinden Hakem Kurulu’nun yetki ve bileşimine kadar özgür bir toplu pazarlık düzeni ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan, hemen her alanda özgürlükleri tamamen kısıtlamayı hedefleyen yasa tasarısının özüne de ruhuna da tamamen yasakçı mantık hakimdir. AKP bu tasarıyla birlikte toplu sözleşme masasında dikensiz gül bahçesi yaratmaya çalışıyor.

EMEĞİN KÜRSÜSÜ≫ dursun baştuğ SINIRLARI AŞMADAN DEVRİM OLMAZ aman hızla ilerliyor. Yanı başımızda onlarca şey gelişiyor, yer değiştiriyor, kompleks bir çatışkı halinde süreğen bir ilerleme katediyor. Her dönem kendi bağrında bir dizi gelişmeyle ortaya çıkıyor. Toplumlar değişiyor, sınıflar arasındaki çizgiler değişiyor, toplumsal ilişkilerde yeni yeni olay, olgu ve bunların örgüsü şeklinde ortaya farklı politik araçlar çıkıyor.

Z

Zamanın sürekli bir akış içerisinde olduğu, anın ve anlık olayların her dönemin içinde farklı bir göz ve zihinle yorumlandığı, bu yorumlanışın sonucunda geleneksel aklın darmadağın olduğu görülüyor. Sorunun özüne yansıyan birçok şey biçimsel katagorilere, biçimsel olan yönler de içsel döngüye etkide bulunarak, insanın zihinsel hareketindeki gelişimi sağlıyor. Sonsuz ve sonlu; değişen ve değişmeyen; durağan ve hareketli; bağıntı ve yalın; basit ve kompleks olan sürekli bir değişkenlik içerisinde. Bu değişim ve altüst oluş sürecinin temel dayanak noktası ise yine kendi dengelerini yeniden kuran mevcut sistemin hegomonik ilişkileri oluyor. Basit, sıradan, olağan seyrinde gittiğini düşündüğümüz şeyler, ömrümüzün geri kalan kısmını da yarattığı bağımlılık ilişkisinde derinlik kazanıyor. Özellikle bireyciliğin ve bencilliğin dayatılarak, bireyin metalaştığı bir toplumsal formasyonda yaşıyoruz. Her bireyin kendi yaşamına aktığı ve bireysel yaşamının bencil yanlarından ödün vermediği bu yaşayış biçimi doğalında kendisine karşı fazlaca bir esnekliği, olgulara karşı da kayıtsızlığı getiriyor. Bu kayıtsız ruh halinin yarattığı insan tipolojisi her defasında kendisini sistemin içerisine hapseden hamleler yapıyor. Bu zorunlu yaşamın sorunlu bir varisi haline geliyor. Kendisinde yük gördüğü bütün sorumlulukları üzerinden atarak kurtuluyor. Bunun sonucunda da sorumsuz ve vurdumduymaz bir birey olup çıkıyor. Sistemin arzu ettiği bireyler topluluğu işte bu ruh hali ekseninde oluşuyor. Kendisine yabancı bir toplamla iç içe geçen bu bireyler, edilgen bir yaşamın nesnesi halinde bir eşyanın niteliğini andıracak bütün özellikleri kendi bünyesinde topluyor. Bahsini ettiğimiz tüm gelişmelere kendi sınıfsal çıkarları ekseninde yön veren sistem toplumun günlük yaşamını dahi kontrol altında tutuyor. Nasıl tutumasınki medyadan eğitime kadar yarattığı bütün örgütlenmeler mevcut durumun devamlılığını üretmek için büyük bir çaba ile kendi alanında uzmanlaşıyor. Elbette bunlar sistemin kendisini var etmek için zorunlu olarak uyguladığı politikalar. Burada sorunu kendimizden hareketle ele almamız gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Yukarıda tarifini yapmaya çalıştığımız meseleler özenle irdelenmek durumunda. Sistem sadece askeri ve yargı sistemiyle veya yasal düzenlemelerle saldırmıyor. Kendi ihitiyacı olan bir kültürel şekilleniş yaratıyor. Yarattığı bu kültürel dokuyla da kendisini yeniden üretiyor. Son dönemlerde ise iyiden iyiye gelişen libarel dalga siyasette dip etkileri yapmış, devrimci söylemler yerine sistemin arzusunu kitlenin talebi haline getirmiştir. Devrimci hareket açısından da durum pek farklı sayılmaz. Kendi görevlerini bir taraftan ulusal mücadeleye diğer taraftan ise liberallere devretmiştir. Şuan ise bunun yerini alma çabası vardır. Ancak devrimci bir çıkış yerine burjuva demokrasisi sınırları çerçevesinde bir yönelimle parlementer mücadeleye eklemlenmiştir. Egemen sınıfların kendi gündemleri etrafında yarattığı kirlilik ve halkın bilincinde yarattığı bulanıklık ancak ve ancak devrimci öznelerin kendi sorumluluklarına sahip çıkması ve önderlik misyonunu doğru oynamasıyla mümkündür. Geçmişten bugüne uzanan devrimci mücadele tarihi içerisinde yaratılan değerler ve bunların emanet ettiği miras ezilenlerin elinde değiştirici ve yıkıcı bir silaha dönüşmek durumundadır. Bunun yolu da bu tarihe sahip çıkarak kitlelerle birleştirmek ve pratikte vücut bulan bir özne haline dönüştürmektir. Paris Komünü’nden 1917 Ekim Devrimi’ne, Çin Devrimi’nden Büyük Proleter Kültür Derimi’ne ve oradan da günümüze uzanan bu miras, binlerce yıllık insanlık tarihinin sınıf mücadeleleri içerisinde yarattığı değerlerin toplamıdır. Bugünün görevi ise bu mirası günün en büyük silahı haline çevirebilme yetisini kuşanmaktır. Sistemin yaratmış olduğu birey tipolojisiyle bu durum aşılamaz. Sistemin sınırlarından çıkmak ve yeniyi, geleceği temsil eden sınıfsız, sınırsız bir dünyanın kültürel ve siyasal kimliğiyle donanmak zaruridir. Sistemle bağlar koparılamadığı sürece devrimi geliştirmek hayal olmanın ötesine geçemez.


10-11_Layout 2 1/30/12 1:13 PM Page 1

10 yaşam söyleşi

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Dikmen Vadisi halkı yıkımlara

Ankara Büyükşehir Belediyesi İ. Melih Gökçek reisliğindeki vurgun çetesiyle 5-6. Etap’ı kurmak için Dikmen Vadisi’ndeki halkın evini yıkıyor. Yıkım ve rant saldırısına karşı halk haklı talepleriyle direniyor

Önce Van sonra Gökçek depremi vurdu Abdulselam Duran: Yaşanan Van depreminin ardından buradaki gecekondulara geldik ama bize buraları yıkacaklarını söylüyorlar. Biz Van depreminin ardından buraya gelen 15 aileyiz. Buraları yıkarlarsa biz nereye gideriz? Depremden sonra kendi imkanlarımızla geldiğimiz bu gecekondulardan çıkın gidin, nereye giderseniz gidin diyorlar. Biz diyoruz biz nereye gidelim zaten depremde her şeyimizi kaybettik. Burada bir düzen oluşturmaya çalıştık. Çoluk çocuğun okuması için geçinebilmek, karnımızı doyurmak, yaşamak için çıkıp geldik. Ben karton toplayarak günde kazandığım 10 TL ile 7 kişilik aileye bakmaya çalışıyorum. İşimiz yok, ek bir gelirimiz yok, nereye gideceğiz? Bu karda kışta nereye gidelim gelsin yıksın başımıza ne yapalım ki çıkamayız.

Dikmen Vadisi halkının 6 yıldır her türlü tehdit ve şantaja karşı emekleri ve onurlu bir yaşam için verdiği mücadeleyi yalan yanlış beyanlar ve direnişin haklılığını gerici burjuva feodal medya eliyle yıkmaya çalışan Gökçek’e halkın cevabı kesin: “Ya bombalar yağdırıp evimizi başımıza yıkar, şatolarını inşa edersin. Ya da hakkımızı müzakereleri sürdürerek kabul edersin.” Son olarak yarıyıl tatilinin başladığı ilk gün Gökçek’in yıkım planını ayrıntılarıyla haber alan vadi halkı, yıkıma karşı can pahası bir mücadele, direnişle dayanışma çağrısı yapmıştı. ‘Yoğun kar yağışı’ nedeniyle yıkımı ertelediklerini açıklayan Gökçek, “Çünkü provokasyoncular ve CHP’liler Dikmen Vadisi üzerinden ajitasyon yapmak için bekliyorlardı” şeklinde bir açıklama yaptı. Burjuva-feodal medya üzerinden Vadi halkının haklı mücadelesini karalamak ve yalan söylemekte sınır tanımayan Gökçek, ‘yıkımda kararlı oldklarını, havalar ısınır ısınmaz yıkımın gerçekleşeceğini’ söyledi. Tüm karalamalara ve ona çanak tutan gerici medya düzeninin dezenformasyonlarına karşı gerçekleri dinlemek için ses kayıt cihazlarımızı Dikmen Vadisi halkına tuttuk. Kimi Van depreminin ardından devletin kayıtsızlığından kaçarken kendini Vadi’de buluvermiş. Kimi kiracı, kimi elinde tapu tahsis belgesiyle yılların emeğini verdiği evlerinin bir rant planına heba edilmesine hayır diyor. Hepsi bu yıkım ve talan planına karşı direnişte birleşiyor.

71 dediler 54 metre kare çıktı Sultan Biçerseven: Yaklaşık 25 yıldır Vadi’deyim ve 6 yıllık Vadi’de kalma mücadelesi içerisinde yer aldım. Son olarak Melih Gökçek ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin çağrısıyla ilk defa barışçıl bir görüşme gerçekleştirdik. Bu önemli bir görüşmeydi çünkü ‘ideolojik gruplar, terörist gruplar, marjinaller, çapulcular’ şeklinde medyada sıkça telaffuz ettiği bir kesimi ilk defa görüşmeye çağırıyordu. Bu 6 yıl sonra da olsa Gökçek’in bizim halk olduğumuzu kavradığı anlamını taşıyordu. Masaya gittiğimizde bize 16 milyara Doğukent’te 200 metre kare arsa vereceğini, daha sonra TOKİ Kusumlar’ da 42 ila 54 milyar lira arasında brüt 85, net 71 metre kare olduğu iddia edilen daire teklifi sunuldu. Teklifi mahalleliye iletip değerlendireceğimizi söyleyerek ayrıldık. Yine bu süreç içerisinde evleri görmek istediğimizi beyan ettik. Mahalleli bir heyetle birlikte Kusumlar’daki daireleri görmeye gittiğimizde, yerin Ankara’dan soyutlanmış tamamen dağ başı bir yer olduğunu gördük. Binalar dikilmiş fakat hastane, yol, okul herhangi bir sosyal alanın olmadığı bir yerle karşılaştık. 71 metre kare net olarak beyan edilen dairelerin araştırmalarımız sonu-

cunda 54 metre kare olduğunu öğrendik. Ama görüşmeleri kesmedik, çünkü burada yaşayanların hemen tamamı asgari ücretle geçinmeye çalışıyor, işsiz, sakat, hasta insanlar var. Bu açıdan en azından gideceğimiz yeni yer ile ilgili en azından ödemeleri sabitleyelim. Onların da ödeyebileceği tarzda bir sistemde uzlaşalım istedik. Fakat medyanın çoğunda sadece M. Gökçek ev veriyor haberleri yer aldı. Fakat bu evlerin hangi koşullar altında verildiğiyle kimse ilgilenmiyordu. Taraflı basın ve medya kuruluşları aleyhimize haberlerle dolup taştı.

TOKİ bizim için ölüm demekti Derdimizi anlatabilmek ve müzakerelerin de sürmesi çabasını sürdürmeye gayret ettik. Öte taraftan TOKİ’nin değişken sözleşme belgelerinde çok ağır şartlar olduğu için normal bir vatandaşın bunun altından kalkamayacağını söyleyerek itirazlarımızı iletmeye devam ettik. TOKİ’den 15 yıl vadeyle bize sunulan daireler enflasyon değerlerinin sabit kalması koşulunda bile bugün 42 milyar olan dairelerin fiyatının 85; 54 milyarlık dairelerin ise yaklaşık 105 milyara denk geleceğini öğrendik. Sonu

belirsizliklerle dolu olan bir kâğıdın altına imza atmak bizim yaşam standartlarımız düşünüldüğünde ölüm anlamına geliyor. Gökçek’ten fiyatları sabitlemesini isteyince kendisi, TOKİ’nin işlerine hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğini sadece enkaz bedelleri konusunda yardımcı olabileceğini söyledi. 2 bin 750 lira olarak belirlediği enkaz bedelleri konusunda yapılacak en iyi katkı bile sorunumuza çare olamazdı.

Son görüşmede yıkım tehdidi Son görüşmemizde bu sorunlarımızı konuşacağımızı sanırken Gökçek, bizi direkt tehditle karşıladı. Ben eşimin işten çıkarıldığını, iki çocuğumun hasta olduğunu ve bu şartlarda sözleşmeye imza atamayacağımı söyleyince eşin pazara gidip limon satsın şeklinde alaylı bir tutum takındı. Pazarda limon satmaya kalkışsak bile zabıtalarının, pazar mafyasının saldırılarına maruz kalacağımızı söyleyince sinirlendi. Sunduklarını kabul etmezsek yarıyıl tatilinde evlerimizi yıkacağını söyleyerek masadan kalktı. Bize cevap hakkı bile vermedi. Uzlaşma süreci içerisinde böyle bir dille karşılaşmak Gökçek’e karşı zaten olmayan güvenimizi gittikçe sarstı. Gökçek’in

tavrı ve tutumunu aktardığımız mahalle haklıyla birlikte TOKİ tartışmalarının üzeri kapanmış oldu.

Ya yok edersiniz ya müzakere Limon meselesi beni çok etkiledi, benimle, eşimin işsizliğiyle alay etmesi bir belediye başkanına yakışmazdı. Çünkü onlar bizim sorunlarımızı çözmeleri için seçilmiş kimseler. Bunun ardından mahalledeki kadınlarla birlikte pazarda satamayacağımıza göre, Büyükşehir Belediyesi, Başbakanlık binası önünde limon satmaya başladık, kendileri bile almadılar. Cumhurbaşkanı ve Meclis kapısında limon satmamıza dahi izin verilmedi. Limon eylemleri kamuoyundan çok iyi tepkiler aldı. Bu iyi tepkilerin tersine çevirmek için Gökçek, yıkım geldi, geliyor gibi psikolojik saldırıları sürdürdü. Biz vadililer bu tehditlerden korkmadığımızı defalarca söyledik şimdi de söylüyoruz. Vadi meselesini şiddetle çözemezsiniz. Çok kötü şeyler olur. Ya bombaları üzerimize yağdırıp hepimizi yok eder kulelerinizi, saraylarınızı diker oturursunuz; ya da barış içerisinde müzakereleri yürütüp insanla-


10-11_Layout 2 1/30/12 1:13 PM Page 2

yaşam

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

a karşı direniş dedi 5 nüfusa nasıl bakarım Rıfat çakmak: Ben kiracayım yıllardır burada yaşıyorum. Asgari ücretle çalışıyordum ve son üç aydır da çalışmıyorum. Beş nüfustan sorumluyum ve yalnız çalışıyorum. Bu evden nasıl çıkar nereye giderim. Bu karda kışta, çocuklarımız okurken ne yapabilirim nasıl bir çözüm bulabilirim ki! Ben kiracıyım ama buraların yıkılmasına karşıyım, yıllardır burada yaşıyorum. Biz de ülkenin vatandaşıyız. Kırıkkale’den geldik. Vatanımız, başkentimiz diye. Aynı memleketin çocuklarıyız bize bunu yapmasınlar yazıktır.

Kent ve dönüşüm bu mekânı oluşturan halk için ve halkla yapılan bir şey olmalıdır. Halkı devre dışı bırakarak yapılan bir dönüşüm binaları altından da olsa güzel olamaz

Sultan Biçerseven

rın özgün koşullarına göre bir ayarlama yaparsınız. Bunun başka yolu yok. Kent ve dönüşüm bu mekânı oluşturan halk için ve halkla yapılan bir şey olmalıdır. Halkı devre dışı bırakarak yapılan bir dönüşüm binaları altından da olsa güzel olamaz. Kent, saray, villa istemiyoruz. Biz bu topraklarda uzun yıllar verdiğimiz emek, dişimiz tırnağımızla harcadığımız çabanın karşılığını istiyoruz.

kanlıkla hiçbir alakası yok.

nu kanamasın. Biz yat, kat, villa da istemiyoruz. Biz diyoruz ki bir insanın barına bileceği bir ev neyse biz onu istiyoruz. Beleş de istemiyoruz. Ben asgari ücretle çalışan bir insanım, bizi gelirimize göre borçlandırılıp, ödeyebileceğimiz bir meblağ belirlenmesini istiyoruz. Ama tabii Melih Gökçek Ankara’nın yarısına sahip olduğu için bir ekmeğin kaç para olduğunu bilmiyordur. Bize terörist, çapulcu diyen Gökçek’e sormak istiyorum: o zaman buranın yollarını niye yaptırdınız, otobüs niye verdiniz? Elektriğini, suyunu niye getirdiniz? Kendini insan olarak görüyorsa bizlere de öyle baksın. Biz evimizin karşılığını alana kadar gitmiyoruz bunu unutmasın.

Her insan vatanını, ülkesini dış güçlere, dış tehditlere karşı nasıl savunuyorsa, uğruna nasıl savaşıyorsa bizde kendi evimiz, mahallemiz için savaşıyoruz, mücadele ediyoruz. Biz mücadelemizden vazgeçmeyeceğiz. Biz diyoruz ki kimsenin canı yanmasın, kimse incinmesin kimsenin bur-

Resul Türk: Evimizin yerine ev istiyoruz. İşlerimiz burada, gidersek bir de işimizden olup perişan oluruz. Burada barınmak hakkımızdır. 1984’de verilen tapu tahsis belgesini imkânlarımız olmadığı için biz daha sonra (1987’de) yaptık, diye hiçbir hak tanımıyorlar.

Kendi evimiz ve mahallemiz için savaşacağız Bayram Onar: Biz yaklaşık otuz senedir buradayız ama Gökçek denen insanla da altı senedir yıldızlarımız barışmadı. Mücadelemizi veriyoruz ama Gökçek denen insan da yirmi senedir bu belediyenin başında ama bu kadar senedir burada yerleşmiş insanları ev sahiplerini, kiracılarını tanımıyor. Bir belediye başkanı kendi belediye sınırları içinde oturan insanları bilmiyorsa yazıklar olsun demekten başka bir söz kalmaz. Demek ki bu adamın Ankara’yla, baş-

Bayram Onar

11

Hastaneye alınmayan çocuk öldü

Şırnak'ın İdil İlçesi'nde meningokoksemi hastalığına yakalandığı belirtilen 2 yaşındaki Muhammet Erşek isimli çocuk sevk edildiği Diyarbakır Çocuk Hastanesi'nde tedavi edilmediği için hayatını kaybetti AKP tarafından her fırsatta dile getirilen ve herkesin istediği hastaneye gidebileceği, muayene olabileceği yalanı üzerine kurulu olan sağlık politikasının Şırnak’ta yaşanan olay sonucu bir kez daha yalan olduğunu gösterdi. Şırnak’ta meydana gelen olayda 2 yaşında bir çocuk hastaneye alınmadığı için ambulansta yaşamını yitirdi. Şırnak'ın İdil İlçesi'nde meningokoksemi hastalığına yakalanan 2 yaşındaki Muhammet Erşek, sağlıktaki yeni uygulamanın kurbanı oldu. 23 Ocak tarihinde soğuk algınlığı ve yüksek ateş şikayeti ile İdil Devlet Hastanesi Çocuk Hastalıkları Servisi'ne kaldırılan Erşek burada yapılan muayenede, kış aylarında her yaşta çocukta görülebilen meningokoksemi hastalığına yakalandığı teşhisi konuldu. Teşhisin ardından hastanenin Acil Servisi'ne gönderilen Erşek'in hastanede ilgili bölüm olmadığı için başka bir ile sevk edilmesine karar verildiği, ancak 7 saat boyunca bu kararın uygulanmasının beklendiği belirtildi. Saatlerce süren bekleyişin ardından akşam 18.30'da Acil Servis doktoru İhsan Güler gözetiminde, ambulansla Diyarbakır Çocuk Hastanesi'ne götürülen Erşek'in hastaneye alınmadı ve hastane bahçesinde ambulansın içinde bekletildi. Yakalandığı hastalığın bulaşıcı olması gerekçe gösterilerek hastaneye alınmayan Erşek'in tedavisinin yapılmamasına tepki gösteren ailenin BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan'ı aradığı ve saat 21.30'dan sonra gelen hastane doktorlarının Erşek'i ambulansın içinde muayene ettiği belirtildi. Saatler süren bekleyişe daha fazla dayanamayan Erşek, muayene sırasında yaşamını yitirdi. Yaşamını yitiren Erşek, ambulanstan indirilmeden gece saatlerinde İdil'e getirilerek Yenimahalle Mezarlığı'nda toprağa verildi.

'Hastaneyi çok gördüler' Erşek'in babası Abdulselam Erşek, oğlunun ihmalsizlikten yaşamını yitirdiğini belirterek, "Hastaneye alınmayan çocuğuma ambulans içerisinde müdahale eden doktor, kısa süre sonra araçtan inerek başınız sağ olsun demekle yetindi. Tamam, başımız sağ olsun ama çocuğuma hastaneyi çok gördüler" dedi.

'Bile bile ölüme terk edildi' Yaşananlara tanık olan Erşek'in oturduğu mahallenin muhtarı Mehmet Selim Zeyneloğlu ise, Erşek'in hastalığının anlaşılınca defalarca 112, İlçe Kaymakamı ve Emniyet Müdürlüğü'nü arayarak yardım talebinde bulunduklarını ancak hastayı kabul edecek bir hastanenin bulunmadığı gerekçesiyle çocuğun saatlerce bekletildiğini söyledi. Zeyneloğlu, "Kaymakam bey durumdan haberdar olduğunu, gerekli girişimlerde bulunduklarını ve en kısa zamanda uygun bir hastanenin bulunup çocuğun gönderileceğini söyledi. Ancak çocuğu kabul edecek bir hastane bulunamadı. 7 saat çocuk burada bir sedye üzerinde hiçbir müdahale yapılmadan bekletildi. Demek ki uçak, ambulanslar filan hepsi hikayeymiş, durumu birinci derece acil olan bir hasta bile bile ölüme terk edildi. Yaşananlar bir sağlık skandalıdır" dedi.


1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

Mücadelenin güncel görevle Devrim ve komünizm yürüyüşüne bağlama özelliği ve sınıf karakteri gereği, demokrasi mücadelesinin en sağlam ve biricik önder kuvveti hiç şüphesiz ki komünist güçlerdir. Devrimci ve demokrat güçler bu mücadelenin sağlam müttefikleri, itici güçleri ve öznelerindendir. Ki, bunu unutmamak ve küçümsememek gerekir Bütün neo-liberal emperyalist spekülasyonlara, karşı-devrimci stratejilere, sınıf hareketi içinde bunların izlerini süren eğreti akımların çarpıtmalarına ve her renk ya da cinsten bilumum gerici safsatalara karşın; keskin sınıf çelişkilerinin ürünü olan sınıf mücadelesi dinamik bir olgudur. Güncel gelişmeler, emperyalist burjuva liberal saldırıları değil, sınıf çelişkileri zemininde cereyan eden sınıflar mücadelesinin nesnel kanunlarını doğrulamaktadır. Gerek dünya ölçeğinde ve gerekse de coğrafyamız sathında yaşanan gelişmeler; emperyalist safsataları olduğu kadar, revizyonist, reformist, yasalcı-legalist tüm tasfiyeci burjuva ideolojik akımları da kökten ters yüz etmektedir. Nesnel koşullar devrimci hareketi davet ederken, örgütlü devrimci hareketin temsil ettiği devrimci yükseliş yetersizdir. Bu bakımdan komünist ve devrimci hareket ile genel demokratik mücadele güçlerinin örtüştükleri zemini tespit ederek doğru yönelimlerle mücadeleyi geliştirmek şarttır. İstisna kabul etmeyen ender doğrulardan biri, proletaryanın devrim ve/veya devrimlere ideolojik-politik-örgütsel toplamdaki önderliğidir. Proletaryanın bu önderliği olmaksızın devrimlerin proleter devrimci niteliği kusurlu kalmakla birlikte, bu özrü bağrında taşıyan devrimlerin proleter dünya devrimine çıkarak kesin zafere ulaşması mümkün olamaz. Ancak o büyük meydan okuyuştur ki, emperyalist dünya gericiliğine karşı kararlı bir savaşımı yürütüp yönetme yeteneği gösterir ve yoksul dünyanın kurtuluş mücadelesini büyük özgürlükle taçlandırabilir… Ne var ki, proletarya bu büyük yürüyüşünde kendi dışındaki devrimci-demokratik sınıf güçleriyle en geniş demokratik mücadele zemininde ve gerici düzen ile halk kitleleri arasındaki her çelişki düzleminde ilişkilenmek durumundadır. Önderliğin tesisi ancak bununla mümkündür. Devrimci kitlelere rağmen bir devrim tasarısı elitist olmaktan ve teknokratlar nüfuzu yaratmaktan kurtulamaz. Halk kitlelerine rağmen gerçekleştirilen bir iktidarın, tabela adı

Devrimin dostlarıyla birleşmek

ne olursa olsun, devrimci halk kitlelerinin çıkarını temsil eden proletarya iktidarıyla yakınlığı olamaz. Devrim ve komünizm yürüyüşüne bağlama özelliği ve sınıf karakteri gereği, demokrasi mücadelesinin en sağlam ve biricik önder kuvveti hiç şüphesiz ki komünist güçlerdir. Devrimci ve demokrat güçler bu mücadelenin sağlam müttefikleri, itici güçleri ve öznelerindendir. Ki, bunu unutmamak ve küçümsememek gerekir. Doğrudan komünizm mücadelesinin özneleri olan komünist güçler, insanlığın geleceğini konu edinen komünist toplum idealleri ve bu ideal uğuruna verdikleri anlamlı mücadeleleri gereği daha da seçkindir. Komünistlerin devrimci ve demokratlardan ayrıldıkları nokta, toplumlar tarihinin ( ya da insanlık tarihinin) ilerlemesi karşısındaki yükümlülüklerini, göreli toplumsal ilerleme veya belirli gelişme aşamasıyla sınırlamayıp, bu gelişme veya ilerlemeyi en azından devletin ortadan kalkması-sönümlenmesine kadar taşımalarıdır. Evet, toplumsal ve tarihsel şartlara-zorunluluklara bağlı olarak bugünden demokrasi mücadelesi yürüten ama nihai hedef olarak sınıfsız ve sınırsız toplum hedefiyle mücadele eden güçler kuşkusuz ki demokrasi mücadelesinin en kararlı, en ileri ve en devrimci savunucularıdır. En devrimci diyoruz çünkü, salt devrimciliğin ölçütleri toplumsal ve tarihsel şartlarda değişkenlik gösterir. Örneğin asgari devrim programımız olan Yeni Demokratik Devrim aşaması açısından bakıldığında devrimin güçleri daha geniş bir yelpazeyi kapsar. Bu devrim aşamasında kimi sınıf katmanları objektif olarak ve devrimden çıkarları olmasından dolayı devrimcidirler. Ama bu ara katmanlar, bugünkü devrim aşaması tamamlanıp azami devrim programı aşamasına gelindiğinde bu güçlerin belli bir kesiminin devrimciliği ekseriyetten ortadan kalkar. Daha da açık ifade edersek; örneğin milli burjuvazinin sol kanadı demokratik devrim aşamasında devrimcidir. Yani devrimden yana ve devrimin dostudur. Çünkü, emperyalizm ta-

Komünistlerin yaklaşımı MLM ilkeleri yadsımamak kaydıyla, genel olarak sınıf mücadelesinin çıkarlarına göre şekillenmek durumundadır. Stratejik ilkelerinde katı durmak mutlak suretle gerekliyken; taktik siyasette her ilerici nüveyle birleşme perspektifi, benimsenmesi gereken doğru yaklaşımdır. Nihai amaç ve hedefleri temsil eden ilkeler ancak pratik siyasetlerle vücutlaştırılabilirler. Siyaset ve taktik politika olmaksızın genel teori ya da strateji sınıf mücadelesinin görevlerine sirayet edemez, sınıf mücadelesinin tek

rafından, komprador bürokratik burjuvazi tarafından sömürü ve baskıya maruz bırakılmaktadır. Ne var ki, demokratik devrim aşaması değil de, sosyalist devrim aşamasında milli burjuvazinin devrimciliğinden söz etmek ciddi bir sapma olur… Burada anlatmaya çalıştığımız şudur: Komünistler demokrasi mücadelesini bir devrim meselesi olarak ele almakla birlikte, bu mücadeleyi komünist topluma kadar öngörürken (ki, komünist toplumda da çelişkilerin başka özde de olsa varlığını koruyacağını ifade ederler; bu dönemde insanlar arası çelişkilerin somut tahlilini yapmak şimdiden zor olduğu ve bunun salt yorumla sınırlı olacağı açıkken, en azından çelişmenin varlığı meselesini ve özellikle de doğa ile insan arasındaki çelişmeyi net olarak ileri sürerler.), devrimci ve demokrat güçler yürüttükleri demokrasi mücadelesini en ileri olarak bir devrim sürecine kadar temsil ederler. Yani, salt devrimciler devrimi

tek konularına uyarlanıp yaşamı yeteri kadar kavrayamaz. Dolayısıyla ilkelerdeki katılık siyasetteki esneklikle buluşmak durumundadır. Sınıf mücadelesinin geniş yelpazeye serpilen veya toplumdaki çelişmelere bağlı olarak değişik kategoriler ve niteliklerde beliren görevleri pek tabiî ki sınıf mücadelesi güçlerinin dağınıklığını ve farklı niteliklerde bulunmalarını koşullar. Yani, sınıf mücadelesinin ihtiva ettiği tüm meseleler, genel olarak ezen-sömüren egemen sınıflarla ezilip sömürülen geniş

gerçekleştirerek bu aşamada çakılıp kalırken, komünist devrimciler gerçekleştirdikleri devrim aşamasında çakılıp kalmadan onu yeni devrimlerle komünist topluma ulaşıncaya kadar sürdürürler. Bunun için en tutarlı demokratlar komünistlerdir demek haktır-doğrudur. İşte komünist olmayan devrimciler ile komünist olan devrimciler arasındaki fark budur veya bir yönüyle böyle özet edilebilir. Bu tartışmayı geçmeden önce; devrimcilerle demokratlar arasında da belirgin farklılıkların olduğunu belirtmek gerekir. Devrimciler, demokrasi mücadelesini son tahlilde bir devrim meselesi olarak ele alır ve demokrasinin egemenliği için zora dayalı devrimi öngörürler. Gerici sınıf iktidarlarını devrimci zor yoluyla yıkıp yerine devrimci iktidarlar kurarlar. Her devrimin temel sorunu iktidar olduğuna göre, devrimciler gerçekleştirecekleri devrimle doğrudan siyasi iktidarı hedeflerler. Devrimcilerin de tutarlı demokratlar olduğunu söyle-

toplumsal bileşenler arasındaki çelişmelerden doğar ya da bu zeminde ifade bulurlar. Bu da, iki temel sınıfla birlikte, çözülmüş sınıf kalıntıları ve devrimci sınıf ara katmanlarından teşkil olan sınıflı toplumdaki karmaşık ilişki ve çelişkileri, toplumsal formatları, ilerici ve gerici pozisyonu, bu nitelik esasına bağlı konumlanışı düzenler. Kısacası, demokratik meseleden, devrim ve komünizm sorununa kadar uzayan mücadele yelpazesi üzerinde geniş bir ilerici potansiyel hazır bulunur. Bu geniş bileşenin siyasi temsilcileri


perspektif

eri ve önderlik vasfı üzerine gun davranarak tutarlı demokrat olmayı hak edinirler. Ama genel anlamda ya da demokratlık mevcudiyetleriyle bunlar demokratlığın ilerisine geçmezler. Çünkü demokratik niteliklerini sınırlar ve devrimci nitelikten yalıtık tutarlar. Devrimden tecrit edilmiş bir demokratlık veya demokratik mücadele son tahlilde düzene hapsolmuş, siyasi-ideolojik açıdan liberal ya da objektif olarak reformist durumdadır. Ancak tarihsel ve toplumsal şartlarda ilerici-devrimci rol oynayan demokrat ve aydınlara asla bu noksanlıklarından ötürü sırt dönemeyiz. Siyasi-ideolojik niteliklerine rağmen, bunlar, toplumsal kitlelerin aydınlanıp bilinçlenmesinde önemli bir rol oynarlar ki, bu rol katiyen küçümsenemez. Kuşkusuz ki, modern sınıf mücadelesi tarihinin kadim gücü ve sınıflar mücadelesinin nüfuz ettiği tüm geleceğin baki kuvveti proletarya ve onun seçkin unsurlarından teşekkül olan komünist partisidir. Fakat bu uzun tarihsel davada proletarya müttefikleriyle birleşmeden veya hakim sınıfların azgın sömürü ve terörü altındaki verili şartlarda proletaryanın tarafı olan geniş emekçi halk kitleleri proletarya partisi önderliğinde birleşmeden tarihsel yürüyüşün yol alması olası değildir.

mek yanlış değildir. Ancak bu salt devrimciler komünizmi hedeflemediklerinden ötürü, komünistlerin niteliğini ve genel amaçlarını üstlenemezler. Toplumsal üretim ve ilişkilerdeki gelişmelere paralel olarak daha ileri toplumsal aşamalara adım atamayan bu devrimciler, şayet gelişmelere uyum sağlayarak komünist topluma doğru devrimci ilerleme yolunu benimsemezler ise, bu tarih ve toplumsal gelişmeler karşısında nihayetinde gericileşirler. Ya gelişmelere ayak uydurarak toplumsal ilerleyişin dinamiği olurlar ya da bu uyumu sağlamayıp gelişmenin gerisine düşerek gericileşirler. Yani, tarihsel ve toplumsal şartların dayatmasıyla ya komünist olurlar, ya da son tahlilde gericileşmekten kurtulamazlar. Parantez açalım ki, nitel değişim kendiliğinden olmaz. Yani, devrimciler ya komünistleşir, ya da gericileşir derken; bunu sınıf mücadelesi, ideolojik savaşım, bilimsel teorinin tesiri vb dışında tasavvur edemeyiz. Ancak bu donanımı sağladıkla-

anlamında komünist dinamikler dışındaki potansiyel verili şartlarda verili devrimciliğe sahiptir. Özcesi, emperyalist dünya gericiliğinin hüküm sürdüğü dünya coğrafyasının her parçasında aynı gerici özde ama farklı niteliklerde karakterize olup biçimlenen bilumum toplumsal sistemlerin hakim sınıfları, toplumun geniş halk yığınlarına baskı ve sömürü temeline dayanan gerici zor-şiddet ve faşizmi uygulayarak onları devrimci-ilerici kılar, iradesi dışında ama objektif olarak büyük bir

rında komünistleşirler… İşte, bu salt devrimciler komünist toplum bilinci ve amacına sahip olmadıklarından, bunun sosyal pratiği, teorisi ve ideolojik dokusundan yoksun oldukları için, komünistlerden daha zayıf ve geri bir niteliği temsil ederler veya bu yapıları gereği komünistlerden farklılaşırlar. Salt demokratlar ise, devrim hedefine sahip olmadıkları gibi, bu görevi üstlenmezler. Mevcut düzen veya sistemin anti-demokratik tüm uygulama, politika ve zihniyetine eleştirel tarzda karşı çıkar, protestolara vb girerler. Ama bunun ilerisine geçmezler. Zira, bunlar gericiliğe, faşizme, emperyalizme, feodalizme karşı tavır alsalar da, bu tavırları mevcut sistemin çerçevesi dışına çıkmaz. Sadece bu çerçeveyi görece zorlar ve iyileştirmeyi kapsar. Yani, demokrasi mücadelesini devrim sorunu olarak ele almaz, bilhassa zora dayalı bir devrimi benimsemezler. Bunlar tarihsel şartlarda tarifi belirlenen demokratlığın kıstaslarına uy-

devrimci enerjinin birikmesine vesile olurlar. Bir avuç gerici egemenler bir tarafta, geriye kalan geniş kalabalıklar öteki tarafta… Devrimin dostları ile düşmanları esasta bu eksende ayrışırlar. Asgari devrim programımız olan Yeni Demokratik Devrim programının geçerliliğini koruduğu koşullarda karşıdevrimci sınıflar, devrimimizin hedefidüşmanı olan emperyalizm, komprador bürokratik burjuvazi ve büyük toprak ağaları, feodal bey ve aşiret reisle-

Elbette ki, sınıf mücadelesi komünistleri, devrimcileri eğitip ilerlettiği gibi, demokratları da eğitip ilerletir. Ki, ilerledikçe demokrat olma niteliklerini devrimciliğe ve hatta komünistliğe taşıyabilirler-taşırlar. Fakat, bunlar daha ileri niteliğe evrildikleri için demokrat kategorisinde değil, ulaştıkları nitelikte değerlendirilirler. Yani, demokratların devrimcileşemeyeceği, komünistleşemeyeceği gibi bir ön yargıya sahip değiliz-olunamaz da! Aynı şey devrimciler için de geçerlidir; sınıf mücadelesi içindeki ideolojik-politik etkileşimle dönüşüp komünist niteliğe geçebilirler-geçerler. Ne var ki, bizim tartıştığımız mesele değişim meselesi değil, değişime rağmen var olan ve olacak realitedir, siyasi gerçekliktir. Buna uygun olarak, komünistler, devrimciler ve demokratlar olacaktır. Ve bunlar, demokrasi, devrim ve komünizm mücadelesinde yer tutarak açık ve kesin rol oynayacaklardır. O halde bütün bu meselelerde komünistlere büyük görev ve sorumlulukların düştüğü açıktır. Yani, gerek devrimci ve demokratların ileri doğru dönüşümündeki rolleri gereği, gerekse de demokrasi mücadelesinin komünist toplum mücadelesine kadar geliştirilmesinde, tarihsel şartlara bağlı olarak belirli tarihsel kesitlerde kesin ilerici ve devrimci rol oynayan bu kuvvetlerin komünizm davası uğruna doğ-

rinden oluşan feodal sınıf kalıntılarının temsil ettiği sınıflardır. Bunun dışında kalan proletarya, köylülük, küçükburjuvazi ile milli burjuvazinin sol kanadından teşekkül olan sınıf ve ara sınıf katmanları, devrimci sınıfları teşkil ederek devrimin öncü-önder, itici güç ve dost sınıflarını oluştururlar. Devrimimizin tartışmasız öncü-önder sınıfı ve çağımızın en devrimci sınıfı olan proletarya; çeşitli devrim aşamalarında somutlandığı gibi, esasta stratejik ittifakı ve dostu olan diğer devrimci sı-

ru konumlanmasını sağlama, devrim ve komünizm mücadelesiyle birleştirme veya bunların devrimci-ilerici pozisyonlarını küçümsemeden doğru tespit edip her mücadele kesitinde bunları seferber etme, eğitip dönüştürerek komünizm mücadelesine kazanma-katma veya bunlarla göreli şartlarda birleşme yeteneği gösterme sorumluluğu kesin olarak vardır. Bu sorumluluk ve görev alanı, açıkça dayatır ki, komünistler, demokratik ve devrimci güçlere doğru yaklaşmak zorundadır. Uzun sınıflar savaşımı tarihi boyunca çeşitli tarihsel kesitlerde devrimlerin birer dinamiği olan bu kuvvetlerin oynadığı rol önemle görülmek durumundadır. Özcesi, bu ilerici ve devrimci güçlere ‘’Küçük-burjuva devrimcileri, demokratlar’’ vb. diyerek küçümseme, hor görme asla komünistlerin işi olamaz. Bu olsa olsa küçük-burjuva kibridir. Komünistlerin devrimin müttefiklerine, dost ve ittifaklarına, hatta bir fiil devrimin öznesi olan kitlelere üstten bakma veya onları öteleme yaklaşımı olamaz. Olursa, bu, komünistlerin kendi rol ve misyonlarına aykırı davranması olduğu kadar, amaçlarına ve kendi davalarına da yabancılaşmaları anlamına gelir. Örneğin ulusal hareketteki demokratik niteliğe kayıtsız kalabilir mi komünistler. 34 Kürt köylüsünün hunharca katledilmesine, binlercesinin tutuklanmasına imza atan gelişmeler birer zemin değil midir? Kürt kitleleri dinamik bir demokratik güç durumunda değil midir? HES’lere karşı bitmeyen köylü direnişleri, yeni yasalarla darboğaza sürülen işçi ve emekçi kitleler mücadele potansiyeli değil midir? Örneğin Hrant’ı sahiplenme adına sokakları dolduran on binler ilerici-demokratik güçlerdir. Bunlar devrimin kuvvetleri-sosyal tabanıdır. Bunlara burun kıvırmak devrimci kitleden uzaklaşmak ve devrimi anlamamaktır. Yine örneğin, Kızıl Hacker’ler isminde bir Hacker grubu var. Gerçekleştirdikleri eylemler ihtisas alanlarına dairdir. Bir çok eylem gerçekleştirdiler ki, bu eylemler kendi zemininde önemliydir. En son M. Metiner gericisine karşı sitesini çökertme biçiminde eylem gerçekleştirdiler. Kısacası bu grup demokratik-devrimci tepkiler vermektedir. Elbette ki, sınıf mücadelesinin silahlı eylem ve görevleri tartışmasız yerde durmaktadır. Ama Kızıl Hackerler grubunun yaptığı eylemler de demokratik-ilerici değerdedir ve bu cephe adına hareket etmektedirler. Dolayısıyla bu grubun demokratik-devrimci-ilerici niteliği küçümsenebilir mi? Bu yelpazede bulunan tüm güçler küçük/büyük, önemli/ “önemsiz’’ davranışlarıyla devrimin güçlerini teşkil etmektedir.

nıf katmanlarının çıkarlarını temsil eder. Bu sınıf katmanlarını çatısı altında birleştirerek onları özgürleştirerek gerçek kurtuluşa ve büyük özgürlüğe taşır. Ve elbette büyük özgürlüğe onlarla birlikte yürür. Teorik tartışmalarda sadece zaman tüketenlere halk kitleleri sosyal pratiğiyle çağrıda bulunuyor! Sınıf mücadelesi kitaplarda değil, gerçek yaşamdadır! Sosyal pratiğin dilinden anlamayanlar ve bu pratikten öğrenemeyenler asla devrimi anlayamazlar.


14-15_Layout 2 1/30/12 1:20 PM Page 1

14 kadın haber Koordineli kadın ölümleri sırrı!

Emekli emniyet müdürü Dr. Hasan Yağar kadınlara dili ve hareketlerinden dolayı öldürüldüğünü savundu! Türkiye Emekli Emniyet Müdürleri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin yayımladığı “Çağın Polisi Dergisi”nin Ocak sayısında, emekli Emniyet Müdürü Dr. Hasan Yağarın yazdığı makale kadın ölümlerinin hangi zihniyetin ürünü olduğu tespitleriyle dolu.

Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Araştırma Planlama Koordinasyon Dairesi’nden emekli Dr. Yağar, “Kadın Cinayetlerinin Panoramik Anatomisi” başlıklı yazısında “Tabii ki kadınımız erkek karşısında fiziki gücü sebebiyle mağdur durumdadır ama dili ve hareketleri bakımından aynını söylemek maalesef mümkün değildir. Cinayetlerin günahı sadece erkeğe yüklenemez” diyerek kadınların da öldürülmeyi hak ettiğini savundu. Dramatik tarzda ele aldığı kadın katliamlarının köy ve mezralarda değil, büyük kentlerde yaşanıyor olması tesbitiyle Yağar, şehir polisiye rolünü de esasen açıklıyor. Ancak şehire gelen kadındaki değişimin onun itirazlarından ve dinle alakalı olduğunu da belirtmeden geçmiyor. Devletin en tepesinden kadın katliamının koordineli bir şekilde işlendiğinin düğümünü de yazdıklarıyla ve zihniyetiyle bir bir çözüyor. Kendisine yapılan haksızlıklara, eşitsizliklere ve ayrımcı yaklaşımlara itiraz ettiğinde, giyimi-kuşamı, büyük şehirlerde içine girdiği yaşam tarzının da kadının öldürülmesinin nedenleri arasında sayıldığı Araştırma, Planlama Koordinasyon Dairesi’nden emekli bir doktor-polis tarafından açıklanması esasen devletten yardım isteyen kişilerin daha kooddineli ölümü ve de-

rin sır olarak delilleren de yok edilmesidir.

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Eğitim şart

Büyük bir psikolog ve sosyolog edasıyla kaleme aldığı makalesiyle silahlı bir polis olmasının da kendisine verdiği erk gücünü de arkasına alarak kadın katliamlarını meşrulaştırılor. Batı toplumunda erkeğin göreceli olarak kadına daha olumlu davranmasını ise ‘‘Hans eşiniz ne kadar güzel! Onu öpebilir miyim?’ dediği zaman, Hans eşini öptürdüğü gibi o zata bir de ikramda bulunabilmektedir. Ama aynı şeyi toplumumuzun her bir ferdi için geçerli saymak asla mümkün değildir." sözlerini ve farkını Türk erkeği Hasan olarak gösterip, kadını nesne olarak gören anlayışını ve o nesnenin herhangi bir sebeple ortadan kaldırılması gereken bir varlık olarak gördüğünü de ifşa ediyor. Erkeğin durup dururken cinayet işlemediğini, karşı çıkışın cezasının “ölüm” olduğunun belirlemesini dile, söze, dine, geleneğe, göreneğe, hal ve harekete bağlı olarak yapıyor. Son süreçte N.Ç. davasında 26 tecavüzcüsüyle “kendi rızasıyla” belirlemesini içeren Yargıtay kararıyla birlikte Türk Ceza Kanunu’ndaki tahrik indirimini de kapsayan Hasan Yağar’ın zihniyetinin kadına yönelik şiddete karşı cinsiyetçi yaklaşımın tersi farkındalığının daha da derinleşeceğinden kimsenin şüphesi de kalmamış olacak diye düşünüyoruz. Yağar kadına yağdırdığı cinsiyetçi saldırısıyla, kadını öldüren erkeğin geleceğinin mağdur ve mundar olduğunu belirterek, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in ‘üçlü protokol’ler eşliğinde devletin koordinatörlüğünde sığınma evlerinden bile alınıp götürülen ve iki saat içinde öldürülen kadının durumunun devlet-emniyeterkek üçgeninde nasıl geliştiğini de çok açıktan sergiliyor.

ANMA-İLAN Yakalandığı hastalık sonucu aramızdan ayrılan yoldaşımız Zeynel Bektaş’ı saygıyla anıyor, değerli ailemiz ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz

Halkın Günlüğü Gazetesi Zeynel Bektaş

Geçirdiği rahatsızlık nedeniyle Filiz yoldaşımızın vefatının derin üzüntüsünü yaşıyor; ailesine, Arap halkına ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

Antakya -Halkın Günlüğü Gazetesi Okurları

Ekonomik sorunları yaratan sistemin kendisi olduğundan, kendisini toplumun en küçük birimi çekirdek ailede yeniden var etmesi olan sistemin yeniden üretilmesidir. Çoğu zaman dikkatten kaçırılan bu husus gözlere gerçek anlamda mil çekiyor Krizlerini eğitim ve ekonomiyle açıklayan yönetemeyenler, son süreçte yaşanan tüm olumsuzluklarda geleneksel olarak ‘her şeyin anası’ ifadelerine yeni bir kavramı bilinçli ekleme gayretindedirler. Ekonominin ve eğitimin anası yapılan kadınla aile üzerinden topluma aşılamaya çalıştıkları bir başka arka planın açığa çıkarılması gerekmektedir. ‘Eğitim şart’ ve ‘ekonomik bağımsızlık’tan dem vuranların her firsatta açıklama yapan her bir yetkili konuşan ağzın, bilinçli tırmandırılan kadın katliamlarında devlet şiddetini gizlemenin perdesi aslında sonuna kadar açık. Ancak bizimki gibi ülkelerde emperyalist-kapitalist sistemin esas aktörlerinin düzenli programları, projeleri çerçevesinde yerli uşakların da manipülasyonu sayesinde bir ger-

çeği anlatmak her geçen gün daha bir çaba zorlaşılor. Çünkü mevcut sorunların kaynağını sistemde aramayıp, kişi, kurum, kuruluş ve devletin yönete(meye)n kademelerinin basamaklarında arayanlar çoğalınca ve bunu da muhaliflik adına yapınca, piyonlardan kaynağa ulaşmak bir hayli zorlaşıyor. Aile içindeki şiddetten tutalım da üniversite öğrencilerinin sınavı kazanıp kazanmama başarısına kadar her şeyin ekonomi ve eğitimle açıklanması bizce de doğru ve doğru olduğu kadar da toplumsal bir gerçektir. Ancak bu durumu yaratan sistemin kendisi olduğundan, kendisini toplumun en küçük birimi olan çekirdek ailede yeniden var etmesi sistemin yeniden üretilmesidir. Çoğu zaman dikkatten kaçırılan bu husus gözlere gerçek anlamda mil çekiyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’ndan tutalım da Milli Savunma Bakanı’na, Genelkurmay Başkanı’ndan tutalım da Emniyet Genel Müdürü’ne kadar, Cumhurbaşkanı’ndan tutalım da üniversite rektörüne kadar AKP manevi haklarla devreye girip eşitsizlerin üstünü ‘iyilikçi’ yanılsamalarla “gönüllü yardımsever”likle örtüp, ekonomik talanı eğitim üzerinden devam ettiriyor. Kışladan yuvaya, evden barınağa, okuldan fabrikaya, tarladan dağa çalıştırılandan sömürülüne kadar her birini kadın doğurduğu için ve sis-

İşkence “yasal çerçeve” Geçtiğimiz temmuz ayında İzmir’de bir mekanda gözaltına alınan ve gözaltı esnasında işkence gören Fevziye Cengiz’e “sağlam” raporu verilmesi, Sağlık Bakanlığı tarafından onaylandı! Sağlık Bakanı Recep Akdağ, tüm işkencelere, görüntülere rağmen ve kamuoyuna her yönüyle yansıyan bu işkence olayında Cengiz’e sağlam raporu veren doktorun “görevini yerine getirdiğini” iddia ederek savundu. Karabağlar Polis Karakolu’nda işkence gördüğü kamera görüntüsüyle belgelenen Fev-

ziye Cengiz’e “sağlam” raporu veren doktorun yasal çerçeve içinde görevini yerine getirdiğini savunan Akdağ, “Hakkında inceleme ya da soruşturma başlatılmasına gerek duyulmadığını” söyledi. BDP Iğdır Milletvekili Pervin Buldan’ın Fevziye Cengiz’in karakolda işkence görmesiyle ilgili yazılı soru önergesini yanıtlayan Akdağ, “İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi görevlileri hakkında bakanlığımızca herhangi bir inceleme ve soruşturma başlatılmamıştır. İllerde işkenceye sıfır tolerans ve kötü muamelenin önlenmesi kapsamında verilen


14-15_Layout 2 1/30/12 1:20 PM Page 2

15

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

tekerlemesi nomik Forumu düzenlenirken, ‘Gangsterler Davos’ta partide’, ‘Fakir, senin yüzünden’ yazılı dövizleriyle sadece uluslararası şirketlerin CEO'larına ve devlet adamlarına açık kapalı bir oturuma çıplak eylemlerle ünlü Ukraynalı FEMEN grubu üyelerinden üç kadın demir parmaklıklı duvardan atlayıp, sızma yaparken polis tarafından gözaltına alındı. Diğer yandan yüzlerce kişinin yaptığı protesto eylemine saldıran polis yedi kişiyi daha gözaltına aldı. Eylemi gerçekleştirenlerin amacı, Davos’taki ‘devlet adamları’ndan çok geniş halk kitlelerine seslerini duyurmak istemeleridir. Çünkü bizler onların bize öğrettiği tekerlemelerle oyalanırken, o egemenler bizim geleceğimiz için oldukça önemli ve kaç kuşak sonrasında köleleştirmek için yüzyılın projelerini hazırlıyorlar. Foruma ülkemiz adına katılan AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, ‘Davos’ta Türkiye’nin takdir edildiğini, son yıllardaki ekonomideki ve dış politikalardaki performansı, bölgesinde oluşturduğu ağırlığın havası, olumlu değişiklikleri’ ğöğsünü kabartarak anlattığını belirtti. temi yeniden yeniden var ettiği için katledilmesi vaciptir diyenlerin düzenidir. Düzen değişmedikçe de ekonomiyle, eğitimle de değişecek bir şey yoktur. Düzenin, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İngiltere ziyaretinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Somali yardımında, Başmüzakereci Egemen Bağış’ın Dünya Ekonomik Forumu’nda görmekteyiz. Ülkemiz koşullarında da ekonominin kesesini eğitim kurumlarında açanların sürekli ekonomieğitim-aile söylemlerinde bulunmasından daha makul ne olabilir ki? Çünkü bir yeri talan etmek istiyorsanız, önce öveceksiniz, sonra sırtını sıvazlayacaksınız ve içine girerek fethedeceksiniz. Bugün hakim sınıfların yaptığı da bu denklemin kendisidir. Aileyi korumak, sevgiyi vurgulamak, çocukların ve annelerinin eğitiminden dem vurmak… Taban tabana karşıt çıkarları olan sınıflara bölünmüş bir toplumda, dünyada bunu yapacaktır. Tekerlemeden başka bir şey yoktur. Birbirinizi seviniz, cins ve mevki ayrımı yapmaksızın kuçaklaşınız döneminden sonra ekonomi ve eğitim tekerlemesi devrede. İsviçre’nin dağ kenti Davos’ta Dünya Eko-

Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Chirstine Lagarde forum sırasında katıldığı panelde Euro bölgesi ülkelerinden krizin yayılmasını önleyecek ve piyasalara güveni arttıracak koruma duvarı oluşturmaları için ellerini çabuk tutmalarını istedi. Lagarde, “ Mevcut durumda hiç kimse güvende değil. Bu sadece Euro bölgesi ile ilgili bir kriz değil, tüm dünyayı etkileyebilecek yan etkileri olabilir. Uzun ve kısa vadeli bazı ihtiyaçlar için kesenin ağzını açmamız gerekiyor ve ben de bu yüzden buraya çantamla, aslına bakarsanız biraz para toplamak için geldim” dedi. Haziranda İstanbul’da yapılacak olan Avrupa, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya zirvelerini de, süper zenginlere ‘para biriktirin’ diyerek hatırlatan Bağış, egemenlere ekonomiyi nasıl büyüteceklerinin şifrelerini verirken, yoksul halka da daha fazla sömürünün sinyallerini veriyor. Mesele bize anlatılan masallara kanacakmıyız yoksa baş müzakerecilerin tekerlemelerine son mu vereceğiz? Haziran’da İstanbul buluşmasında başta çok sevilen aileler, çocuklar, kadınlar, gençler, işçiler, köylüler, ezilen tüm emekçiler alanlara, eşit haklar için, çıkmalı ve bu masallara bir son vermenin adımını atmalı...

de savunuldu! hizmet içi eğitimler bakanlığımızca teşvik edilmekte ve desteklenmektedir” diyerek yapılan işkenceyi savundu.

Kimliği olmadığı için işkence gördü İzmir’de ailesiyle birlikte eğlenmeye giden Fevziye Cengiz, polisin kimlik kontrolü sırasında ‘kimliği üzerinde bulunmadığı’ gerekçesiyle gözaltına alınarak Karabağlar Polis Karakolu’na götürülmüş; gözaltına alınmasından itibaren yol boyunca dövülmüş, karakolda da

kelepçelenerek polislerce işkenceye devam edilmişti. Yapılan işkence Cengiz’in şikayeti ve ifadeleri doğrultusunda ve karakoldaki kameraların incelenmesi üzerine ortaya çıkmıştı. Cengiz hakkında ‘yaralama ve hakaretten’ dava açıldı Cengiz hakkında, polisleri “yaraladığı ve hakaret ettiği” gerekçesiyle 2.5 yıldan 6.5 yıla kadar, polisler hakkında ise “basit yaralama” gerekçesiyle 6 aydan 1,5 yıla kadar hapis cezaları istendi.

ÖNCÜ KADIN

≫ rojda demir

ÖZLEMİ PRATİKTE BULUŞTURMA

M

utluluk, manevi haklarla ancak sınırlı ölçüde, maddi araçlarla ise en büyük ölçüde süregider. Bu mutluluk sırrına erişen erkek egemen sistem de üretim ilişkilerinde eşit haklardan yararlanan bir toplumu/toplamın çoğunluğunun, ancak geçinmek için gerekli şeyleri elde etmesine izin verir. Ama artık bunu günümüz koşullarında söylemek pek mümkün değildir. Çünkü doymak bilmeyen zorbalar, torbanın kesesini, toplamak için daha fazla açmaları gerektiğini her fırsatta belirtmektedirler. Hatırlayacak olursak, Şubat 2011’de ‘torba yasa’ için alanlara çıkan ülkemiz emekçilerine mevsimsel olarak ‘portakal gazı’yla saldırmıştı polis. Temizlik işçisi kadın eylemcinin gözüne gelen gaz bombası ağır şekilde yaralamıştı ve gözünü kaybetmekten son anda ameliyatla kurtarıldı. Portakal gazıyla başlayan ırkçı saldırılar, yıl boyunca ülkenin dağına, taşına ve en son da kazan bombalarıyla köylere kadar devam etti. Dikkatle görmemizi istiyorlar, çoğunluğun mutluluk dürtüsüne çok iyi hitap ediyorlar. Hak ve hukuk eşitliğine köleci ya da feodal toplumun gösterdiği saygıdan bir nebze fazladır. Ama bu yaşadığımız 21. yüzyılın koşullarında fazlası diye gösterilenin köleci toplumdan az bir fazladır. Daha anlaşılması için, kaçan tayı yakalamak için avucunuza az biraz tuz alırsınız ve o tay tuzu tatmak için avucunuzu yalar. Gerçekten de şu andaki mevcut durum ezen ve ezilenler açısından abartısız bunu ifade etmektedir. Ama yine de anlaşılması için ezenin kendinden gayet emin adımlarla köleleştirmek için hızla ilerlediği; yaptıkları uluslararası toplantılardan belirginleşiyor. Ancak ezilenlerin ise, ezilmekten kurtulmak için tereddütlü olduğu ‘torba yasa’sından itibaren her gün yapılan zamlardan, talan hükmüyle çıkarılan kararnamelerinden ve vekillerin kıyak maaş zammına karşılık asgari ücrete yapılan simit parası kadar zamlara gösterilen tepkimelerden görülmektedir. Sorunun asıl öznesi emekçilerin, bağlı oldukları örgütlü kurumların ve sendikaların yaptığı basın açıklaması refleksinden görülmektedir. Son bir ayın haber başlıklarında kadının mevcut durumuna bakıp da, 8 Mart’a hazırlık çalışmalarına baktığımızda bile her sürecin kendisini hangi zeminde yaşattığını da görmekteyiz. Çok kadınlaştırmadan, Hegel’in sözlerinden 8 Mart açılışımızı yapmak isteriz. “İnsan doğal olarak iyidir dendiği zaman büyük bir gerçeğin dile getirildiği sanılıyor, ama unutuluyor ki, insan doğal olarak kötüdür dendiğinde daha büyük bir gerçek dile getirilmektedir’’ diyor Hegel. Bu sözden, yeni ilerlemeler için başkaldırının eskiye karşı ve diğer yandan uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortaya çıkışından itibaren de egemen olma isteğini barındırdığını da anlamalıyız. Tarihi gelişmeleri gerçek ilericiliğin, kurtuluşun kaldıracı yapabilmeliyiz. Tunus, Mısır, Libya’daki gelişmelerle beklentiye giren kadınların ve halkların hayal kırıklıklarını iyi okumalıyız. Gerçek kurtuluş ve hakları için son süreçlerde daha fazla sokağa çıkmasını doğru kavramalıyız. Yani bu yıl ki 8 Mart sürecine öyle hazırlıklı girmeliyiz ki biz kadınlar; yeni ilerlemeler

için tarihsel rolümüzü oynarken bize az biraz fazlasını verenlerin bize layık gördüğü mutlulukla yetinmemeliyiz. Bizim hedeflediğimiz sınırsız ölçülerdeki mutluluk, bütün insanlığın gerçek mutluluğunun da özgürleşmesidir. Ve yine öyle bir sınıfsal ve yaşamsal bir pratik sergilemeliyiz ki, kendimizi güvenli hissettiğimiz alanlarda, rahat ettiğimiz 8 Mart tarihsel düşüyle yürümeliyiz. Tarihimizi kendimiz yapıyoruz, belirli koşullarda belirli öncüllerle hazırlandığımız 8 Mart’ı siyasal, ekonomik koşulların belirlediği oranda, insanların beyinlerine musallat olan geleneksel yaklaşımları da göz ardı etmeden tartışıp/tartışmalıyız. Emeği görünmeyen yaşamdan işe koyulursak, çalışma hayatındaki kadının güvencesiz, esnek ve işsizlerle işini kaybetme tehdidi altındaki iş güvencesi gaspı yaşanan ülkemiz koşullarında üç ayı aşkın süredir Van depreminde direnen çadır-kent yaşamına dair gündemin yoğunluğu ortada. Genel ve kabaca diğer gündemlerimize de değinecek olursak; yozlaşmaya ve yabancılaşmaya karşı direnen ve hapishanelerde “terörist” diye değerlendirilip tedavi edilmeyen, gazetecisinden akademisyenine tutuklanan, sivil polisin eğlence merkezinde tekme-tokat linçine dayandığı için “sağlam” raporu alan, 26 tecavüzcüsüyle “kendi rızası”yla birlikteliğine mahkemelerce karar verilen ve tahrik indirimiyle katillerine ceza indirimine giden mahkemelerin kararına direnen kadınlar yürüyor. Hamburg’ta tartışmaya açılan ‘alternatif konseptler’den ulusal ölçünün belirlenmesi, JİTEM merkezinde katledilenlerin kaybettirilmek istenen kemiklerin AKP’li kadın vekili Oya Eronat tarafından ‘heyelanla sürüklenip bir araya gelmiştir’ akıl dışı açıklaması, Roboski’ye kan parası ödenmesinin kademeli bedel artırımı başlıklarıyla dolu bir 8 Mart’a yürüyoruz. ‘Eğitimsiz ve ekonomiden yoksun kadın’ların çocuklarına sahip çıkmaması yüzünden hapishanelerde bulunan 2 bin 221 çocuğun hapishaneye doldurulması, sokağa çıkan çocuğu ailelere para cezasıyla terbiye etme, olmadı ailelerden alıp “sevgi evleri”ne kapatılan çocuklarla 8 Mart’a yürüyoruz. Depremlerin normalleştiği, ekonomide bir türlü kabul edilemeyen afette soğukta donarak, ısınmakta yanarak can veren çocuklardan geriye kalanlara kol kanat germekten Van’da çadır kentte yatak-yorgan olan kadınlarla yürüyoruz 8 Martlara… 31 Ocak-2 Şubat 1990’da 5 kadın-5 erkek yoldaşımızın şanlı Nazımiye-Zargovit çatışmasında ölümsüzleşen ON’ların devrimci savaşıyla omuz omuza aştığı Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın dağlarındaki buluşması misali emeğin gücüyle ve devrimin dostlarıyla 8 Mart’a doğru yürüyoruz. Şehitlerimize olan devrim sözümüzle; cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüyü sona erdirme mücadelemizde, barış elçisi Pippa Bacca’nın ‘koşulsuz güvenmek istiyoruz’ özlemini pratikte buluşturacağız. Kadın ve kızıl 8 Mart’ların coşkusuyla birleşik, kitlesel ve militanca bir mücadele için New York-Chicago’yu aşan 8 Mart perspektifiyle alanlarda olacağız. Biz kadınlar özlemi pratikle buluşturmaya yürüyoruz...


16-17_Layout 2 1/30/12 2:16 PM Page 1

16 dünya haber

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Hürmüz’de boğaz Hürmüz Boğazı üzerinden son dönemlerde cereyan eden gerilim, karşılıklı restleşmeleri beraberinde getirdi. İran kendisine uygulanacak yaptırımlar karşısında; Hürmüz Boğazı’nı kapatmakla tehdit etmişti.

AB’den ambargo kararı AB üyesi ülkeler İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditine karşılık, İran’a petrol ambargosu uygulanması hakkında karar aldı. Ayrıca İran Merkez Bankası’nın Avrupa’daki varlıklarını da kısmen dondurma kararı alındı. İran’la ham petrol alımına dönük yapılan sözleşmeler 1 Temmuz 2012’de sona eriyor. Alınan karara göre AB ülkeleri İran’dan ham petrol alımıyla ilgili yeni bir sözleşme yapmayacak. AB üyesi ülkeler ham petrol ihtyacını Körfez Bölgesi ülkelerinden karşılayacak. Bu kararı alırken İran’ın nükleer programına akacak kaynağı kesmeyi hedefleyen AB ülkeleri Merkez Bankası’nın varlıklarını dondurarak, işlem yapma yasağı koydu. Böylece İran zor durumda kalarak nükleer programından vazgeçmeye zorlanacak. AB bu hesapları yaparken ABD’de İran’a savaş gemisi gönderdi. İran’ın Hürmüz’ü kapatma tehditi sonrası cereyan eden bu olaya İngiltere ve Fransa da destek olarak Basra Körfezi’ne savaş gemisi gönderdi.

Savaş gemileri Basra’da Son günlerde petrol ve gaz alımında uygulanacak ambargo ve Hürmüz üzerinden dönen tartışmalar İran’ı köşeye sıkıştırmayı hedefliyor. ABD ve AB açısından durumun hassasiyeti salt petrol ve gazla ilgili değil. Elbette bu durum bu ülkeler açısından oldukça önemli. Zira buradaki yer altı ve yer üstü zenginlikleri, önemli bir varlık anlamı taşıyor. Bu ülkeler kendi varlıklarını ticari anlaşmalar ve bölgeye yapacakları yaptırımlarla garanti altına alabilecek pozisyona sahipler. Dolayısıyla suyu ısıtan durum tek başına bu olmadığı gibi, bu devletler açısından şimdilik dikkate de alınmıyor. Burada sözü edilen esas sorun İran’ın nükleer programı ve bura devletlerinin

bölgede siyasi nüfuzu arttırmasıdır.

Zira Hürmüz Boğazı’ndan dünya petrolünün yalnızca yüzde 20’si taşınıyor. Ayrıca deniz yoluyla taşınan petrolün yüzde 35’i Hürmüz Boğazı’ndan taşınıyor. Bu da yaklaşık olarak 17 milyon varil petrol yapıyor. İran ürettiği ham petrolü Avrupa ve ABD’ye; Çin, Hindistan, Güney Kore, Japonya’ya yani Asya’ya satıyor. AB ülkelerinden İtalya ve Yunanistan’ın dışında İran’la petrol alış verişi çok sınırlı bir seviyede. Bunların tümü gözönünde bulundurulduğunda bu ambargo İran açısından büyük bir tehdit sayılmaz. Ancak sorun petrol ihtiyacından ve alım satımından çok siyasi üs alanlarını genişletme ve İran’ın nükleer programı meselesidir. Keza ABD ve AB Asya’yı İran’dan ham petrol almamaya ikna etmeye çalışıyor. İran'ın nükleer çalışmaları üzerinden olası bir saldırı nedeni olarak görülüyor. Bu meselede geri adım atmayacağını ve uranyum zenginleştirme programına devam edeceğini söyleyen İran, Uluslararası Atom Enerji Kurumu’nun taraflı davrandığını ve ABD’nin uşak kurumu olduğunu ifade etmişti. Tahran yönetiminin nükleer programında aldığı tutum dış politikada bir sorun olarak dursa da herhangi bir dış müdahale konusunda iç politikada genel bir ittifak bağı oluşturuyor. Enerji kaynakları ve dış tehditlere karşı silahlanma yoluna giden İran’ın uranyum zenginleştirme programıyla silahlanma konusunda da bir denge oluşturmuş olacak.

Siyasi dengeler ve İran Askeri ve siyasi anlamda baskı kurarak ve kendi nüfuz alanlarında tutmaya çalışarak batılı emperyalist devletler İran’ı kıskaca alarak Rusya ve Çin karşısında da etki alanını genişletmiş olacak. İran’ın ABD güdümünde nükleer bir tesis oluşturması ve silahlanmış olması bir sorun değilken, siyasal etkinin başka bir güç tarafından sağlanıyor olması bunun tehtit olarak algılanmasına neden oluyor. ABD, AB, Çin ve

Rusya’nın başını çektiği Şangay Beşlisi dünyadaki siyasi dengeleri kendi lehinde genişletme çabasında. Tek kutuplu emperyalist tahakkümün kendi arasındaki siyasal nüfuz arttırma hamlelerini kendi içlerinde bir çatışmadan ziyade, etki periferinde olan ülkeler üzerinden inşa ediyorlar. Dolayısıyla bu ülkelerin üretimden tüketime, yer altı kaynaklarından yer üstü zenginliklerine ve siyasal ilişkilenişlerinden askeri güçlerine kadar hepsini kendi çıkarları üzerinden

ele almaya zorluyor. Böylece her bir grup bir diğerine göre etkinliği artırmış ve daha güçlü bir otoriteyi tesis etmiş oluyor. Bu yarışta açık ara önde giden ABD’nin elinin daha güçlü olduğu açık. AB ülkeleriyle olan temas ve siyasi ekonomik işbirliği de AB’yi burada yer almaya götürüyor. Ancak enerji ihtiyacının büyük bir kısmını Kafkaslar üzerinden sağlayan AB bu konuda net tutum geliştiremiyor. Ayrıca bir taraftan da siyasal bir güç olma arzusu bu durumda karar vermesini zorlaştırı-

Dünya danışıklı dövüşlere Ortadoğu ve Kuzey Afrika yeni bir istikrarsızlığa sürükleniyor, yıkılan diktatörlerin yerini alan yeni dikta yönetimler, daha iktidar olmadan emperyalist hegemonyanın uşaklığına soyundu Emperyalist güçlerin çıkar dalaşları ve dünya üzerindeki hegemonya yarışları, bugünlerde Ortadoğu üzerinden şekilleniyor. Arap Baharı adıyla anılan kitle hareketlerinin yaratmış olduğu etki bu ülkelerde birçok dengeyi altüst ederek emperyalist hegemonyanın yeni uşaklık grişimlerini doğurdu. Bugün bu ülkelerin birçoğunda uşaklık ilişkileri yeniden tanımlı hale geldi ve yeni ittifakların oluşmasını sağladı.

Uşaklıkta yeni hamleler Tunus’ta yapılan seçimlerin ardından iş başına gelen hükümet; Mısır’da hala yıkılamayan ya da yıkılmayan askeri hükümet; Libya’da sağlan(a)mayan istikrar; Yemen’de Abdullah Salih’in ülkeyi terk etmesiyle devam eden süreç... Bu ülkelerin her biri bir önceki durumu aratır vaziyette devam ediyor. Sorun iktidar kavgası olunca klikler arasındaki uyuşmazlık kriz dönemlerinde hat safhaya çıkıyor. Göreli bir konsersüs sağlanmış olasa da bunlar uzun erimli olmamakta, çabucak yeni bir siyasi krizi ve silahlı çatışmaları tetiklemekte. Mısır’da ise Hüsnü Mübarek’ten yönetimi devralan ordu, bu görevi devretme niyetinde olmadığını Mübarek’in devrilmesi-


16-17_Layout 2 1/30/12 2:16 PM Page 2

dünya

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

trafiği

yor. Rusya ve Çin için ise durum diğerlerine göre kendini konumlandırma üzerinden yürüyor. ABD ve AB’de cereyan eden kriz ve bu ülkelerin finansal sıkıntısı, ayrıca AB’nin enerji konusunda alternatif bir kaynağı henüz yeterince sağlayamamış olması Çin ve Rusya açısından önemli bir

Ortadoğu’da sular ısınıyor... Karşılıklı tehditler ve yaptırım kararları ardı ardına geliyor. İran Hürmüz Boğazı’nı kapatmakla tehdit etti. AB ve ABD İran’a karşı ambargo kararı aldığını açıkladı

pozisyon yaratıyor. İran’ın bu durumdan ve Ortadoğu’da mezhepsel etkinliğinden faydalanarak kurduğu siyasal dengeler rahat hareket etmesini beraberinde getiriyor. Şimdilerde yapılan hamlelere rağmen bu üç blok bir uzlaşıya varamadığı takdirde bir savaş olasılığı gözükmüyor denilebilinir.

sahne oluyor nin yıldönümü kutlamalarında da ortaya koydu. O dönem muhalifler herhangi bir güç kullanmayan ordu şimdilerde ise yaptığı saldırılara zemin hazırladı. Öyle ya demokrasi geldi, eyleme ne hacet! Zaten bundan iyisi can sağlığı!

Savaş ganimetleri Yemen ve Libya açısından durum hala böyledir. Kaddafi’ye karşı silahlanan gruplar birbirleriyle çatışmaya devam ediyor. Üstelik karşılarındaki güçler Kaddafi güçleri değil. Kaddafi’ye karşı savaşan güçlerin bu yönlü bir çatışmaya girmeleri kaçınılmazdı, çünkü henüz daha NATO işgali ve Kaddafi’ye karşı çatışırlarken Ulusal Geçiş Konseyi kendi aralarında iktidar kavgası-

na başlamıştı. Dün dağıtılan silahların bugün toplanamayışı silaha sahip olanların elindeki gücün farkına varması ve çıkarlarını sağlama alma çabası olarak yorumlanabilir. Yemen’de ise El Kaide unsurlarının varlığı, Şii ve Selefi gruplar arasında devam eden çatışmalar Salih’ten sonra da ülkenin ne yöne gideceğine işaret ediyor. 30 yılı aşkın bir zamandır ülkeyi yöneten Salih; Körfez İşbirliği Konseyi’nin barış planı çerçevesinde koltuğunu bırakmış ve ülkeyi terk etmişti. Yapılan anlaşma çerçevesinde Abdullah Salih ve dönemin yönetici kademelerinde bulunanlara “siyasi dokunulmazlık” geçici parlamento tarafından onaylanmıştı.

17

Suriye, şimdi ve sonra... Suriye uzunca bir zamandır muhaliflerin yaptığı eylemler ve Birleşmiş Milletler’in Esad yönetimine karşı uyguladığı ekenomik ve siyasi ambargo ve askeri müdaheleyle meşgul. Son olarak Arap Birliği de gözlemcilerini geri çekme kararı aldı Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da seferini tamama erdiren devletlerin kuşatması yeni bir işgalin zeminini de hazırlıyor. Aylardır Suriye’de devam eden kitle gösterilerinde bir kesinti söz konusu değil. Emperyalist devletleri ve onun yerel uşaklarını da arkasına alan muhalifler, bir taraftan dış müdahaleye sıcak bakmadıklarını ifade etse de aslında temasların özünü bu oluşturuyor. Esad yönetiminin ülkeyi terk etmesini ve seçimlerin yapılmasını isteyen muhalifler, şiddet olaylarının sorumlusunun Esad ve yönetimi olduğunu belirtiyor. Arap Birliği Suriye’ye konumlandırdığı gözlemcilerini geri çekme kararı aldı. Bu karar Suriye yönetimi tarafından askeri işgale olanak tanıyacak bir karar olarak bakıldı. Birleşmiş Milletler (BM)’de gündem olarak ele alınan ve Rusya’nın vetosuna takılan askeri müdahale bugün birçok ülke tarafından dile getirilse de şimdilik bu durum göze alınamıyor. Bölgesel bir savaşın patlak vererek birçok ülkeyi etkisi altına alacağını düşünen Arap Birliği ülkeleri ve İsrail, bu durumu daha kontrollü olarak ele almaktan yana. Yani aslında dış müdahaleye esas olarak karşı olan yok. Ancak hem Suriye’nin stratejik konumu hem de Rusya’nın konu üzerindeki diretmesi şimdilik bu müdahaleyi olanaklı kılmıyor. Tehdit olarak dönem dönem öne çıkarılan askeri müdahale meselesinde Rusya BM Güvenlik

Kurulu’na verdiği önergede dış müdahale durumunu ortadan kaldıran bazı ekonomik yaptırımlara yeşil ışık yakmıştı. Ancak çıkarlarındaki zedelenmeyi göz önünde bulundururak, Esad yönetimiyle uzlaşının mümkün olabileceği konusunda da ısrarını sürdürmüştü. İsrail ile sınır komşusu olan Suriye’nin aynı zamanda Lübnan’da bulunan Hizbullah’la da temasları bulunuyor. İsrail sınırında bulunan Golan tepeleri ise İsrail’e karşı bir tehdit unsuru durumunda. Esad yönetiminin İran’la olan temasları ve bölgedeki etnik gruplarla olan ilişkileri, Esad’ın deyimiyle herhangi bir müdahalede Ortadoğu’yu ateş çemberinin içine çekecektir. Esad hem İran hem de Rusya ile olan ilişkilerini, Lübnan ve Hizbullah’la olan ilişkileri ve İsrail’e olan sınır komşuluğu üzerinden stratejik bir noktada. Ayrıca deniz ulaşımı, dış tehdite olduğu kadar dış yardıma da olanak tanıyor. İsrail bölgede petrol ve doğalgaz araması başlatmıştı. Bu arama çalışmaları her ne kadar barışçıl bir enerji ihtiyacı gibi aksettirilse de deniz üzerinde bir üs konumlandırılması olma ihtimali çok yüksek. Bu durum TC içinde de tepkiye neden olmuş ve TC devleti de bu bölgede arama başlatacağını duyurmuştu. Bu zaman dilimi içerisinde Rusya açıktan bölgedeki duruma dikkat çekmiş ve bir hamle yaparak bölgeye savaş gemis göndermişti. Cereyan eden gergin durum hala bekleyişini koruyor. Taraflar birbirlerine karşı çeşitli askeri ve diplomatik hamleler yaparak mat etme derdindeler. Ancak şimdilik kimsenin etkin bir hamle yaparak rakibini sıkıştırdığı söylenemez. Gelişmelerin seyri Suriye’de etkin bir değişime neden olacak bir durum gibi gözüküyor. Suriye’nin etnik yapısı, Esad yönetimiyle aralarındaki ilişkiler, muhalif gruplar arasındaki ayrışım, farklı milliyetlerin varlığı ve siyasal-etnik bir durumun oluşmuş olması, Esad yönetimine geri adım attıracak bir tablo sunuyor.


18-19_Layout 2 1/30/12 1:44 PM Page 1

18 gençlik haber

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

TÜSİAD’ın YÖK ziyareti TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner ve heyeti YÖK’ün yeni başkanını ziyaret etti

1980 Askeri Faşist Cunta’nın ardından kurulan YÖK neo-liberal politikalarını tek tek hayata geçirmeye devam ediyor. YÖK'ün kurulmasını takip eden yıllarda özel okullar kurulup yaygınlaşırken devlet okullarında ve üniversitelerde ise tüm olanaklar para karşılığı sunulmaya başlanmıştır. Üniversitelerde çok cüzi miktarda ve önemsiz olduğu söylenerek harç uygulaması getirilmiş ve kısa sürede har(a)ç halini almıştır. 1990’lı yılların sonunda eğitimde yıkımın kılıfı değiştirilerek ve postal seslerini de ardına alarak Bologna sürecinin inşası örülmeye başlanıldı. Gelişen bilim ve teknoloji karşısında emek gücünün niteliğindeki değişimin yavaş olması dolayısıyla, eğitimin uluslararası sermayenin hızlı değişen ihtiyaçlarına karşılık verememesinden kaynaklı bu alanda değişiklikler kendini dayatmaktadır. Bu değişikliklerin ülkemizde ancak Bologna sürecini aktifleştirerek gerçekleştirilebileneceğini ortaya süren burjuvazi, bu süreçle birlikte üniversitelerin asıl sahipleri olan öğrenciler, akademisyenler ve üniversite emekçilerini dışladı. Üniversitelerdeki konumları alt üst ederek, öğrencilerin bir müşteri haline dönüşmesinin adımlarını süreç içerisinde içten içe atmış oldular. TÜSİAD'ın 2008 yılında yayınladığı Yükseköğretim Raporu’nda da üniversitelerdeki yönetim modeli, finansman modeli, istihdam rejimi ve bilim-üretim süreci hakkında benzer önerilerde bulunulmaktaydı. Ülkemizdeki komprador burjuvazi ile dünya kapitalistlerinin üniversite-

lerin piyasalaştırılması konusundaki görüşlerinin örtüşmesi tesadüfî bir durum değildir. Bu direktifler karşısında YÖK kanununda değişiklik öngören taslakta, üniversitenin paydaşları olarak addedilen kişiler yani “mütevelli heyet” üyeleri, YÖK'ün deyimiyle “iş dünyasının” çeşitli kurumları ve onların temsilcilerinden başkaları değildirler. Bunlar İldeki Sanayi ve Ticaret Odası Başkanları, Üniversite Mezunları Derneği Başkanı, TMMOB'a bağlı Meslek Odaları, valiliğin belirlediği Sivil Toplum Kuruluş üyeleri, İlin Belediye Başkanı ve Büyükşehir Belediye Başkanı’ dır. Özel üniversitelerin neredeyse tümünde mevcut olan “mütevelli heyeti” uygulaması 2009 yılında kimi devlet üniversitelerinde de pilot uygulama kapsamında hayata geçirilmeye başlanmıştı.

GENÇ YORUM

“SİVİL” MÜFREDAT

Y

akın olarak takip eden okuyucu, geçen yazımızda konu edindiğimiz yeniden yapılandırmayı hatırlayacaktır. ‘Yeniden Yapılandırma’ makalesinde, mikro özet olarak değinmek istediğimiz –konunun alt başlıklarına girmek, oralarda izlenilen siyaseti deşifre etmek gibi detaylara giremediğimiz için “değinmek” fiilini kullanmayı uygun görüyoruz- nesnellik, gerici bir iktidar, –rengi ister burjuva demokrat isterse burjuva faşist olsun- sömürü ve baskı koşullarını halk kitlelerine reva gören gerici bir iktidar, yine bu halk kitlelerini kendi sınıf çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için, iki stratejik araçtan asla vazgeçmez. Bunlardan bir tanesi sömürünün devamlılığı için pervazsızca uygulanan baskı ilişkileriyken, diğer ise sömürünün devamlılığı için “reform” aracının koz olarak kullanılmasıdır. Açılımlar fatihi AKP, dönemini sentezlediğimiz takdirde, bir yandan acımasızca katliamlar, tutuklamalar, fevri uygulamalar görülürken, bir yandan ise “solcuları sağda bırakan” “demokratik” okşamaların at başı gittiği görünecektir. İster baskıyla ister baskısız, egemen sistem sürekliliğini güçlendirebilmek için her türlü yolu reva görür. Bir önceki makalemizde kaba hatlarıyla bunu vurgulamıştık. Üstelik bunu, daha yeni bir durum olan, 16 ilde BDP binalarına yapılan “hukuki” saldırı sonrasında kaleme almıştık. Fakat hemen bu

TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner başkanlığındaki TÜSİAD heyetinin, 13 Ocak 2012 tarihinde YÖK’ün yeni patronu Gökhan Çetinsaya’yı ziyareti yeni dönemde halk gençliği üzerindeki uygulamalarından bağımsız değildir. Tahmin edileceği üzere heyet yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasıyla ilgili olarak görüş ve önerilerini YÖK Başkanı’na sundu. TÜSİAD’ın 2008 de yayınladığı raporun değerlendirilmesini de yapan Boyner ve Çetinsay üniversite modeli üzerine konuşmalarda bulundu. Basına kapalı olarak yapılan bu görüşmenin ardında üniversitelerde artık daha kapsamlı bir dizi değişiklerin hayata geçirilmesi planlanmaktadır. Üniversitelerde okuyan öğrencilerin öğretim dönemleri süresince YÖK için müşteri, üniversitesini bitirenlerde TÜSİAD için ucuz iş gücü sağlan-

ması gerektiği üzerine planlamalar yapılmaktadır. Gelinen aşamaya göz atıldığında, üniversite kontenjanlarının iki kat arttırılması, üniversitelere yeni alış veriş merkezlerinin açılması, yeni kafeteryaların, oyun merkezlerinin açılması, üniversite içerisindeki banka şubelerinin artırılması, harçlarda yapılan büyük zamlar vb. politikalarla emekçi halkımızın cebindeki son parayı da bu sömürü sistemiyle almayı hedefledikleri görülmektedir. Kaldı ki üniversitelerde laboratuvar malzemelerinin olmaması, niteliksiz verilen eğitimin sonucunda öğrencilerin ucuz iş gücünü sağlaması amaçlanmaktadır. Bu sürecin adını da ‘’yaşam boyu öğrenme’’ olarak ifade edebiliriz. TÜSİAD ‘ın YÖK ‘ e sunduğu raporda yaşam boyu öğrenmeye de değinilmiştir. TÜSİAD ın önerileri arasında bulunan yaşam boyu öğrenme üniversite diplomalarını önemsizleştirirken, diploma yanına kurslarla seminerlerle özel olarak alınan sertifikaların belirleyici olacağı vurgulanmaktadır. Bütün bu sonuçlar neticesinde üniversitelerde verilen eğitimin niteliğinden ve biliminin halk için olmayacağının yanı sıra, parası olmayanın okumaya hakkı olmayacağını bu görüşmeler sonucu bir kez daha karara bağlamış bulunmaktadırlar. Yapılan bu görüşmelerin bütün egemenler açısından ortak noktası ise sömürünün nasıl katmerleşerek artırılması olmaktadır. Çünkü onlar için üniversite ticarethane, öğrenci ve emekçiler de müşterilerdir. Bütün bu realite sonucunda şu sonuca varmak ise kaçınılmaz olandır. Ya araştıran, okuyan, sorgulayan, hakkını alan ve boyun eğmeyen olacaksın ya da iskeletsiz bir şekilde gönüllü olarak sermayedarlara kukla olacaksın.

olayın ardından öyle bir “gelişme” oldu ki, tüm toplumu ‘pes doğrusu’ dedirtecek türdendin. Recep Tayip, partisinin meclis toplantısında yapmış olduğu konuşmada ‘sivil bir eğitim’ için, Milli Güvenlik Bilgisi Dersleri’ni kaldıracağını söyledi. Mademki “sivilleşiyoruz”, biz de ortaöğretimi yakinen ilgilendiren Milli Güvenlik Bilgisi Dersi’nin kaldırılmasının, getirisi ve götürüsü üzerine sesli düşünmeye karar verdik. 28 Aralık 1979 yılında yürürlüğü giren Milli Güvenlik Bilgisi Dersi, burjuva-feodal devlet diktatörlüğünün, merkezi devlet yapısına verdiği askeri değerin ürünü olarak ele alınmaktadır. ‘Her Türk’ün asker doğduğu’, ‘her Türk, tüm dünyaya bedeldir’ nidalarının atıldığı gerici hegemonyanın, eğitim müfredatı kanalıyla daha sistemli hale getirilmesi dönemin zorunluluğu olarak ele alındı. Merkezi otoritenin en fazla zayıfladığı, devlet erkinin giderek acizleştiği ve komünist-devrimci hareket önderliğinde halk muhalefetinin giderek arttığı bir sürece denk gelmesi tesadüfün ötesinde, varlık nedenini sağlam kazığa bağlamanın ürünü olarak ortaya çıkmaktaydı. Dikkate değer bir husus var ki, o da güvenlik olgusunun “milli” bir mesele olduğu ve bir “bilgi” olarak bütün “misak-i milliye” sınırlarına yayılması zorunluluğuydu. Hâkim sınıflar yönetim sanatını ustaca kullanarak, “bilgi” diye aksettirilen gerici emelleri “milli” çerçeve sınırları içerisinde, ezilen Kürt ulusu başta olmak üzere, tüm azınlık milli-

yetleri asimile etmenin bir aracı olarak da kullanmaktaydı. “Kutsallığın” anahtarı “vatan”ın müdafaası için tüm ezilen kitlelerin seferberliği ön koşuldu. Bu siyasetle hem ezilen kitlelerin sistemin devamlılığı için biat ettirilecek hem de ezilen ulus ve milliyetler ırkçı-şoven politikalara maruz bırakılarak asimile edilecekti. Resmi anlamda 33 yıldır uygulanan bu “güvenlik” siyasetinin kimin için güvenli olduğuna bakarsak, ezilen sınıf, ulus ve milliyetlerden binlerce halk evladı katledilip, işkencelerden geçirilip, özgürlükleri kısıtlanmışken, hâkim sınıflar sömürü sultasına devam ettikleri gözlemlenilmektedir. Bu şu anlama gelir; güvenlik olgusu, sınıflı toplumda bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki güvenliğinden başka bir şey değildir. Peki, sivil olan ne? Baş faşist Erdoğan’ın muştuculuğunu yaptığı “sivil eğitim” neyin ürünüdür? Aslında kısmen bu grup toplantısında dile getirildi; ‘AB raporlarında Türkiye’nin eleştirilmesi’ olarak deklare edildi. Yani şu “tılsımlı” süreç olarak adlandırılan yeniden yapılandırmada, hâkim sınıfların emperyalizmin icazetine tekrardan uygun hale getirilmesi için “hendek” olarak ortada durmaktaydı. Ama “sivil” kapsayıcılığı ile gizlenilmeye çalışılan nesnellik, ileri emperyalist devletler başta olmak üzere, tüm gerici sınıflar kendi güvenliklerini asla ötelemezler. Devlet olabilmenin yegâne koşuludur güvenlik. Ordu, polis, mahkemeler, kurallar silsilesi hatta ve hatta seçimler, güvenliğin tesis edilmesinde vazgeçilmez birer araç olarak kullanılır.

≫ sinan çakıroğlu

Sarkozy örneğinde olduğu gibi, kimileriyse sadece “güvenlik” sorununu dile getirerek iktidara kurulur. Bu anlamda, bir dersin kaldırılması o sistemin halktan yana düzeldiği anlamına gelmez ama gerici sınıflar tarafından düzenlendiği anlamına gelir. Çıkarmamız gereken sonuç açıkça şudur: “Sivil” kaftanlar dağıtılarak, sömürü ve baskı dünyasına hükmeden gerici sınıfların diktatörlüklerini, neoliberaller gibi “sivil” söylemlerle değil, insanlığın daimi kurtuluşu için, ezilenlerin diktatörlüğünü, proletaryanın diktatörlüğünün zorunlu ve mümkün –evet mümkün- olduğunu söyleyerek, yorumlamanın da ötesinde mümkün olana hayat verebilmek için mücadele ederek ama devrimci yoldan mücadele ederek yıkabiliriz. İnsanın en doğal haklarından olan öğrenme hakkını, hiçbir zorunluluk koşulu tanımadan, bilimsel ve ana dilde, sermayenin hükmünde değil doğanın ve onun parçası olan insanlığın, eril zorbalığının ortada kaldırıldığı bir müfredatla gerçekleştirebiliriz. Hâkim sınıfların şu ya da bu dersi kaldırıp eklemeleri içerisinde bulundukları an ile değerlendirmeyen, daha fazlasını bekleyenler alternatif bir eğitimi değil, burjuvafeodal eğitimi salık verirler. Toplumun tüm gözeneklerine inen oralarda öğrenip, derleyip sosyalist eğitim kolektiflerine dönüştürecek olan gelecek için, ister içinde güvenlik dersi olsun isterse olmasın, her türden şovenist “milli” müfredata karşı çıkarak, yeni toplumu parça parça kuralım. Son not; parça parça kurmak için yıkmak elzemdir!


18-19_Layout 2 1/30/12 1:44 PM Page 2

f

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

EKSEN

güncel 19

≫ ahmet hacalişi k.

1.PAYLAŞIM SAVAŞI ÖNCESİ GÜÇLER DENGESİ (2)

A

LMANYA: Yeni ortaya çıkan Alman devleti Avrupa devletler sisteminin tam göbeğinde yükseldi. Kuruluşu diğer devletlerin çıkarlarına doğrudan dokunduğu gibi varlığı Avrupa’nın mevcut büyük güçlerinden hepsinin nispi konumunu değiştirdi. Diğer yandan Almanya’nın sanayi, ticaret ve askeri alanlarda gösterdiği hızlı büyüme onu yeni ortaya çıkan diğer devletlerden daha önemli yapıyordu. 1. Paylaşım Savaşı öncesinde ulusal gücü İtalya ve Japonya’nınkini dört kat geçmekle kalmamış, hem Rusya’yı hem Fransa’yı geride bırakmış, İngiltere’yi de geçmişti. Savaş öncesi Almanya Avrupa’nın ekonomik güç odağı durumundaydı. Ancak coğrafyası onu zayıf düşürüyordu. Zira kıtanın merkezinde yer aldığı için büyümesi aynı anda birkaç büyük güç için tehdit olarak görülüyordu. Askeri gücünün yeterliliği ve Pan-Alman yanlılarının Avrupa sınırlarının yeniden çizilmesi için yaptıkları çağrılar Fransızları ve Rusları korkutuyor, birbirilerine yaklaştırıyordu. Alman donanmasının hızla büyümesi İngilizleri ürkütüyordu. 1890-1914 yılları arasında Almanya’yı öbür devletler arasında sivrilten, sanayideki olağanüstü atılımı oldu. Sanayinin tüm alanlarında (kömür, çelik, optik, kimya sanayi vb.) diğer devletleri geçtiler. Bu başarılı gidiş doğal olarak dış ticaret rakamlarına da yansımış ve ihracatın üç kat artmasıyla ülkeyi dünyanın öncü ihracatçısı olan İngiltere’ye yaklaştırmıştı. Ticaret filosu da genişleyerek dünyanın ikinci en büyüğü olmuştu. Bu tarihlere gelindiğinde Almanya’nın dünya imalat sanayi üretimindeki payı (yüzde 14,8) İngiltere’ninkini aşmış (yüzde 13,6) Fransa’nınkinin iki buçuk katı olmuştu. Her alandaki büyüme sonucu Avrupa ve denizaşırı bölgelerde Alman nüfuzunun artması Alman milliyetçilerinin yayılma arzularını artırdı. Alman yayılmacılığının önemli olan yönü ülkenin statükoyu değiştirecek güç araçlarını elinde bulundurması ve bu tür araçları yaratacak maddi kaynaklara sahip olmasıydı. Almanya, Birleşik Devletler dışında, mevcut paylaşıma karşı çıkacak güce sahip sonradan gelme en önemli Büyük Güçtü. Ve sınırlarını doğuya ya da batıya doğru genişletecek olursa, bunu ancak güçlü komşularının aleyhine yapmak zorunda olan tek yükselen güçtü. BİRLEŞİK DEVLETLER: Savaş öncesi güç dengelerinde meydana gelen tüm değişiklikler arasında gelecek açısından en belirleyici olan Birleşik Devletler’in büyümesiydi. İç savaş sona ermiş olduğundan zengin tarım alanları, hammadde ve teknolojinin elverişli bir biçimde evrimi, coğrafi kısıtlamaların olmayışı, iç tehditlerin bulunmayışı yerli ve yabancı sermayesinin akışı Birleşik Devletler’i olağanüstü geliştirdi.1900’le-

rin başlarında buğday, mısır, şeker, kömür, çelik üretimi yüzde 300-800 arasında artmıştı. Diğer sanayilerdeki gelişme ise yüzdelerle ifade edilemeyecek kadar yüksekti. Birleşik Devletler, öbür bazı güçlerin sahip oldukları ekonomik avantajların tümüne sahipken, onların dezavantajlarının hiçbiri yoktu.1914’de 455 milyon ton kömür üretimiyle İngiltere’nin 292 milyon tonluk, Almanya’nın da 277 milyon tonluk üretiminin bir hayli önündeydi. Dünyanın en büyük petrol üreticisi ve en büyük bakır tüketicisiydi. Çelik üretimi kendisini izleyen dört büyük devletin üretim toplamına eşitti. Tüm alanlarda Avrupa’ya rakip kıtaydı ve Avrupa’nın tümünü geçme noktasına yaklaşıyordu. Muhtemeldir ki savaş olmasaydı dahi 1925’te Avrupa’yı geçecekti. Savaş bu tarihi 1919’a çekmiş oldu. Birleşik Devletler’in olağanüstü büyümesi uluslararası ilişkilerini etkiledi. Amerikan fabrikalarının ve çiftliklerinin aşırı verimliliğe ulaşması, geniş olan iç pazarının bu üretimi tüketememe tehlikesini doğurdu. Tarım ve sanayi burjuvazisinin baskısıyla denizaşırı bölgelerde pazarlar açma ya da açık tutma zorunluluğu doğdu. Monroe Doktrini ilkelerinin hilafına Çin’de bir “açık kapı”tutma telaşı ve Latin Amerika’da egemen güç olma politikası ülkenin dünya ticaretindeki payını genişletme kaygısının belirtilerinden ikisiydi. Birleşik Devletler 1860-1914 arasında ihracatını 334 milyon dolardan 2.365 milyar dolara artırmış, kendi pazarı konusunda korumacı tavır aldığından ithalatı 356 milyon dolardan 1.896 milyar dolara yükselmişti.1906’dan sonra Avrupalı güçler dikkatlerini Balkanlar ve Kuzey Denizi’ndeki gelişmelere çevirdiklerinden Birleşik Devletler’i önemsiz bir etmen olarak görseler de 1913’de Büyük Güç sisteminin kıyısında yer alan Birleşik Devletler 1914’e gelindiğinde bir Büyük Güç haline gelmişti. JAPONYA: Japonya yüzyıllardır toprak beylerinin ve aristokrat ve savaşçı kastın (samurai) oluşturduğu, merkezileşmemiş bir feodal oligarşi tarafından yönetildi. Doğal kaynakların bulunmaması ve yüzde 20’si tarıma elverişli dağlık arazisi yüzünden Japonya ekonomik gelişme için gerekli koşulların hiçbirine sahip değildi. Meiji Restorasyonu ile 1868’den başlayarak değişim yaşandı. Ancak savaş öncesi sanayi devrimi geçirmesine karşın diğer büyük güçlerin karşısında sanayi ve mali açıdan hafif siklet kalıyordu. Savaşın hemen öncesinde bile nüfusunun beşte üçünden fazlası tarım, ormancılık ve balıkçılıkla uğraşıyordu. Tarım devrimi gerçekleşmemişti. Böyle olunca sanayi potansiyeli ya da kişi başına sanayileşme düzeyleri diğerleriyle kıyaslandığında onu “Büyük Güçler” listesinin altına çekiyordu. Japonya’nın Büyük Güç statüsüne yükselmesinde iki etken rol oynadı. Bunlardan ilki coğrafi açıdan so-

yutlanmış olması sebebiyle başka güçlerin tehdidinden korunması, doğu Asya’ya yakınlığının ona yayılmasında diğer emperyalist güçlere göre lojistik kolaylık sağlaması. İkinci sebep ise, moral niteliğiydi. Japonların kendi kültürlerinin benzersizliğine ilişkin duyguları, moral değerlere verilen önem hem aşırı yurtseverlik hem de özverilerle engellenemeyecek bir politik kültürün doğmasına yol açmış ve stratejik güvenlik kadar, pazar ve hammadde bulma amacıyla genişleyerek “Büyük Doğu Asya’yı” yaratmak yolundaki istekleri güçlendirmiştir. TOPLU SAVAŞ Savaş öncesi Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa ile ticari ve mali bağlarına rağmen oyunun dışındaydı. Japonya, İngiliz-Japon ittifakını Çin’de ve Orta Pasifik’te bulunan Alman sömürgelerini istila edebilmek için fırsat saydı. Buna karşın İtalya askeri ve sosyo-ekonomik açıdan zayıf olduğu için 1914’de tarafsızlığı seçti. Daha sonra savaşa girmesi ise savaşın dengelerinde etken olmadı. Bunun yanında Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa dahil olması da savaşın gidişatında belirleyici olmadı. Boğazların kapanması Rusların tahıl ihracını ve silah ithalatını engellese de 1915’e gelindiğinde Rus buğdayının her hangi bir yere nakli zordu. Batıda da fazla savaş malzemesi bulunmuyordu. Aksine Osmanlı’nın savaşa dahil olması Yakındoğu’yu Fransız ve İngiliz emperyalist yayılmacılığına açtı. AlmanAvusturya ittifakının cephe orduları Fransa ve Rusya’nınkinden küçük olmakla beraber hem iyi eğitilmiş hem de sanayi ve teknoloji açısından büyük üstünlüğe sahipti. Savaşın bu şekilde cereyan etmesi halinde Alman-Avusturya bloğunun galebe çalması ihtimal dahilindeydi. Ancak bu sırada Almanya’nın muhtemel bir saldırıya karşı Belçika üzerinden Fransa’ya bir ön alma saldırısı düzenlemesi İngiltere’de müdahaleden yana olanlara güç kazandırdı. İngilizlerin savaşa girmesi merkezi güçlerin kara Avrupa’sı dışındaki ikmal kaynaklarına ulaşmasını engellediği gibi İngilizlerin çok büyük olan sanayi ve mali kaynaklarının kullanımını ve özerk dominyonlar ve Hindistan’dan sağlanan askerlerin Almanya’nın sömürge imparatorluğuna ve Osmanlı üzerine gönderilmesini sağladı. Ancak buna rağmen müttefikler 1917 ilk yarısında yenilgi tehlikesi yaşadılar. Rusya çöker, Fransa gücünü yitirirken ve İngiltere Alman denizaltılarının karşı ablukası altına girerken Almanya zaferin eşiğine gelmiş görünüyordu. İşte o konjonktürde Amerika’nın da çatışmaya girmesi savaşın kaderini tayin etti. Savaş başlarken, Birleşik Devletler ihracatçılarının giderek daha çok Batı Avrupa pazarlarına bağımlı hale gelmeleri Washington’un Almanya karşısında tarafsız tavır almasına yol açmıştı. Ama

ticari taşımacılığa karşı Alman denizaltılarının savaş açmaları ve Almanların Meksika’ya yaptıkları gizli ittifak önerisi Amerika’yı savaşa girmeye ikna etti. Amerika’nın savaşa girişi ekonomik güç açısından tüm dengeleri değiştirdi ve Rusya’nın çöküşünü telafi etti. Birleşik Devletler kısa zamanda gerekli askeri malzemeyi üretemediği için bu ekonomik potansiyeli askeri yeterliliğe dönüştürmek hemen mümkün olamadı. Ancak süreç içerisinde askeri sanayisini devreye sokarak gerekli malzemeyi temin ettiği gibi çok büyük bir kuvveti de seferber edebildi. Bu arada Almanya doğudaki fetihleri sayesinde elde ettiği ve Bolşeviklerin Brest-Litovsk Antlaşması ile kabullendikleri Rus topraklarında bulunan kuvvetlerini Batı cephesine çekerek 1918 mart sonunda İngilizFransız kuvvetlerine nihai saldırıya hazırlanıyordu. Ama çok fazla asker kaybettikleri gibi Almanya’nın ekonomik durumu da savaş harcamaları sebebiyle tehlike işareti veriyordu. Sanayi verimi 1913’teki düzeyin yüzde 57’sine düşmüştü. Tarım ihmale uğramış, verim düşmüştü. Yiyecek fiyatlarının yükselmesi iç huzursuzluğu artırmıştı. Yeterli asker kaynaklarının 1918 temmuzunda tükenişi karşısında Ludendorff’un çaresizliği nasıl kuvvetlerin dengesizliğini yansıtıyorsa aynı yılın baharında yendikleri müttefik birliklerinin gereç yönünden iyi durumda olmaları da Birleşik Devletler sayesinde üretim yönünden dengesizliği yansıtmaktaydı. 1.Paylaşım Savaşı’nın sonucunun önceden belirlenmiş olduğunu söylemek herhalde doğru bir saptama olmayacaktır. Ancak çatışmanın genel çizgisiyle –iki taraf arasında baştaki kilitlenme durumu, İtalya’nın savaşa girmesinin sonuç getirmeyişi, Rusya’nın yavaş yavaş tükenişi, Amerika’nın yaptığı müdahalenin belirleyici oluşu ve sonunda merkezi güçlerin çökmesi- savaşın değişik evrelerinde her iki ittifakın da yararlanabilecekleri ekonomik ve sınai üretim arasında yakın ilişki kurmaktadır. İstatistiki rakamlar bu tür niteliklere ve yeteneklere her iki tarafın da orantılı olarak sahip olduğunu ve ortaklıkların bunlara orantısız bir biçimde sahip olmadığını göstermektedir.

İttifak güçlerinin tek üstünlüğü 1917’den sonra sahip olduğu verimliliktir ki savaşın neticesi için belirleyici olan da bu faktör olmuştur. Neticede savaş, sınırları yeniden çizmekle kalmamış Birleşik Devletlerin Avrupa’ya adım atmasını ve Amerikan çağını başlatmıştır.


20-21_Layout 2 1/30/12 1:46 PM Page 1

20 dosya

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

İzmir 1922

HRİSTİYAN HAYATI O GÜN

İZMİR İSKELESİNDE ÇOK

UCUZDU. SONRASINDA DA!

‘Ermeni mahallesi mezarlığı andırıyor,’ diye kaydetmiş 13 Eylül’de, bir Fransız subay. Bazı genç kadınlar, kızlar, özellikle de güzel olanları, alıp götürüldüler ve başında nöbetçilerin beklediği bir eve tıkıldılar. Devriyeler heveslerini onlardan çıkartıyorlardı

SAİT ÇETİNOĞLU

M

ajorie Housepian Dobkin’in, Bir Kentin Yıkılması, 1922 İzmir’i adlı incelemesi 1922 yılı İzmir’ine odaklanmasına karşın geniş Osmanlı coğrafyasındaki Hristiyan unsurlarının dalga dalga saldırılarla sistemli bir şekilde yok edilmesi ve kadim topraklarından kazınma tarihinin bir özetidir. O sadece 1922 İzmir’ini resmetmez o günleri naklettiği gibi, sonrasındaki olayları çeşitli kaynaklardan aktararak okuyucularla paylaşır.

Yaşam şartları tümüyle fetihçilerin zevkine kalmış, ruhsatlı haraç sistemine boyun eğen Hristiyanlar var oldukça ve dış fetih olanakları varken iyi işleyen Osmanlı sistemi, bu olanak ortadan kalktığında kendi tebaasına yönelmiştir. Dobkin’in sözleriyle yönetici sınıf, üretkenliğini arttırmak için hiçbir hazırlık yapmamıştı, dolayısıyla çoğu zaman daha yüksek bir yaşam standardına sahip gibi gözüken Hristiyan komşularına dikti gözünü. İç fethin hedefi, Elen kökenli Osmanlı vatandaşlarıyla Ermeniler olur. Gerçi yönetici sınıfın dışında kalan Türkler de bu sistemin mağdurlarıydılar, fakat vergilerin aslan payını her zaman imparatorluğun asıl emek gücünü oluşturan reaya ödemiştir. Osmanlı sisteminde Hristiyanlar, ister kendilerine ister mülklerine yönelik olsun, yapılan yanlışlıklar için adalet aramaları boşunadır. Yunanistan’ın nispeten küçük bir kısmının, Rusya, Britanya ve Fransa’nın büyük yardımıyla, Osmanlı İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını elde ettiği ve diğer Rum yurttaşlarını özgürleştirme niyetini ilan ettiği 1821’den sonra, Patrik idam edilir1. Artık Müslüman yöneticiler imparatorluktaki diğer Hristiyanlar’ı muhtemel hain ve Avrupalıları da kalleş olarak görmeye başlamışlardır. Bu fobi aynı zamanda Hıristiyan unsurlardan kurtulmanın bir bahanesini sağlar ve özellikle Hamid tarafından derece derece uygulamaya konulur. İttihat ve Terakki / 1. Jön Türk ardından Kemalist/2. Jön Türk yönetimi Hamid’den devralınan politikayı so-

nuçlandıracaklardır. Jön Türk yönetiminde Hristiyanlara yönelik şiddet dalga dalga yükselir: 1909 ila 1911 arasında, Makedonya’nın köy ve kasabalarındaki Hristiyan liderler esrarengiz bir biçimde kayboldular ya da ölü bulundular. Ne gariptir ki, bu kurbanların hemen hepsi Hamit’i devirme hareketinde rol oynamış insanlardı. Selanik’teki Amerikan Konsolosu George Horton infazlara tanık olmuştu. ‘Program, önde gelenlerin yok edilişlerinin ardından daha sıradan insanlara doğru genişlemeye başlamıştı,’ diye yazıyordu. ‘Selanik sokakları, valiyi ziyarete gelip de kocaları, oğulları veya kardeşleri hakkında haber almak isteyen biçare köylü kadınlarıyla doluydu. Aldıkları cevap pek alaycıydı: “Büyük ihtimalle kaçıp gitmiş, seni terk etmiştir,” veya “Amerika’ya gitmiştir belki de.” Ancak gerçek daha fazla saklanamadı ve çobanlar dağlarda, ormanlarda hendek ve koyaklarda bulunan cesetlerden haber getirmeye başladılar. … Bir sonraki aşama güya “silahsızlandırma” idi. Bu, Hristiyan unsurun silahlarının alınıp Türkler’e silah dağıtılması demekti. Amacın saklanan silahların toplanması olmadığı aramalar sırasında uygulanan işkencelerden belli oldu.’

İzmir bölgesinin Türkleşmesi 1909’da Kilikya’da soykırımın küçük çapta bir provası yapılır. İttihat ve Terakki’nin yerel yöneticileri ve Dedeağaç’tan gelen Osmanlı birliklerinin koordinasyonu ile Adana’da yirmi beş bin Ermeni’yi katlettiler. Ermeniler Hamit’ten nefret ettikleri ve Jön Türk rejimini fiilen destekledikleri için, Adana katliamı anlaşılmaz geldi onlara. Jön Türkler’e olan güvenin sarsılmasına rağmen Ermeniler, gönüllü olarak katıldıkları Balkan Savaşları sırasında, başlarındaki Türk komutanların emirleri doğrultusunda son derece sadakatle dövüşerek Osmanlı’ya bağlılıklarını gösterdiler.

Soykırımın ikinci provası Ege ve Trakya’da uygulanır. Bu aynı zamanda Ege Bölgesi’ndeki Elen kökenli Osmanlı vatandaşları için sonun başlangıcıdır. İttihat ve Terakki Murahhası Mahmut Celal ve Kuşçubaşı Eşref koordinatörlüğünde valiler kaymakamlar ve askeri yöneticilerce yıldırma, göçtürme ve oldürmelerle karışık Elen göçü başlatılır. Bu yöneticiler başta Dr. Reşit olmak üzere bu bölgede edindikleri tecrübelerle 1915 Soykırımı’nda başrolü ala-

caklardır. Aydın Mebusu Emmanuil Emmanuilidis 1919’da kaleme aldığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yılları adlı anılarında Hristiyanlara karşı oluşan atmosferi şu sözleriyle nakleder: “1913 senesinin son çeyreğinde, İstanbul’u ziyaret eden birisi, yollarda yeni elbiseli, kadife pantolonlu ve kafalarına siyah kalpak giyen, garip insanlara rastlardı. Ancak sonradan anlaşıldı ki bunlar meşhur fedailerdi. Yani Hristiyanlara karşı alınan kararları uygulamak için, İstanbul ve diğer illerde Jöntürkler tarafından kurulan orduydu. Bir taraftan uygulama gücü hazırlanırken, diğer taraftan, yapılmakta olan uygun bir propaganda ile, halk yaklaşmakta olan darbeye hazırlanıyordu. Gazetecilik halkın düşüncelerini tahrik ediyordu ve dağıtılan çeşitli günlük gazeteler, Rumlara karşı sönmez Türk nefretini kışkırtmayı hedef alıyordu2. Bu yayınların neticesi, Rumlar memlekette var oldukça, Türklerin fakir kalacakları, Müslümanların şeref ve hayatlarının emin olmayacağı ve devletin de çeşitli tehlikelere maruz kalacağıydı. Balkan hükümdarlarının at üstünde kadın ve çocuk cesetleriyle Türk bayrağının üzerine bastıklarını gösteren fotoğraflar yayımlanıyordu.Üzücü haritalar basılarak, elden giden iller siyah renkle gösterilip okulların duvarlarına asılarak, altlarına intikam kelimesi yazılıyordu ve Bulgaristan’a ilhak edilen bölge bile yas rengi siyahla kaplıydı ve bunun da hesabını Hellenizmin ödemesi gerekiyordu. İntikam ve nefret melekleri gibi, yurdun her tarafına konuşmacı ve propagandacılar gönderildi. Bunlardan en fazla laik olanı Ömer Naci İzmir’e gönderildi. Anti Hristiyan nefreti kısa bir zamanda düşünülemeyecek bir seviyeye geldi.” Rumlara karşı ilk darbe, savaştan önce vurulur. 1914 senesinin ilk yarısında, 250.000 [Kuşçubaşı’na göre 1 milyon] Elen kökenli Osmanlı vatandaşı kovularak varlıklarına el kondu ve bu şekilde Trakya ile İzmir Bölgesi’nin Türkleşmesi için, ilk olumlu adım atıldı. Ama bu

yeterli değildi. Bu politikanın olumlu sonuçlanması için en az 10 yıllık bir sürenin daha geçmesi gerekiyordu. Jön Türkler’in yönetime gelmelerinden itibaren her fırsatta Hamid’den devraldıkları Hristiyan unsurların yok edilme politikalarını dalga dalga uygulamaya koymuşlar ve birinci büyük savaş ile birlikte tebaalarına karşı kötü muamele ve soykırımın ruhsatını aldıklarını düşünerek geniş coğrafyada eş güdümlü olarak gerçekleştirmişlerdir. 1914’te başlayan savaş Jön Türkler’e istedikleri vatandaşlarına karşı Cihada ruhsat sağlar. İstanbul’daki ABD Elçiliği’nde görevli olan Lewis Einstein şöyle yorumluyordu: “Müttefik filosu Çanakkale’den geçmeyi başaramamış, Boğazlar alınamamıştı, dolayısıyla Osmanlı liderleri istediklerini yapabilirlerdi.” Uğursuz politikalarının trajedisi bu ifadede yatıyordu, çünkü “istedikleri şey” demek Ermeniler’in imhası demekti.’ 1915 nisanından itibaren Ermeni Soykırım süreci ile birlikte Batı’daki Elenler ve Pontoslular için tehcir adı altında ölüm yolculuğu başlar. Sahildeki ve boğazlardaki Elenler İttifak Kuvvetleri lehine casusluk yaptıkları gerekçesiyle, memleketin selameti için, kıyılardan uzaklaştırılır. Bu bölge için başlatılan uygulama, her tarafta aynı şekilde, aynı talimatlarla tatbik edildi. İdari makamlardan yurtlarının boşaltılması için o kadar küçük bir süre veriliyordu ki, kimse yanına en ufak bir eşyasını bile almaya fırsat bulamıyordu. Müslüman köylüler ganimet kokusunu alır almaz, hemen o bölgeye sirayet ettiler. Kovulanlar yürüyüşe başlatıldıkları an, yağmalar da başlıyordu. Yani kısaca burada da Ermenilere yapılanlar tekrar edildi der Emmanuilidis. Osmanlı Mebusu Emmanuilidis, Ermeni Soykırımı’nı şu sözlerle ifade eder: Ermeni felaketi bütün Türkiye’yi kapsadı. Her şehir, köy, köşe, Ermeni mukimlerinden yoksun kaldı. Yalnız İstanbul, İzmir ve Halep muaf bırakıldı. Bu oradaki Ermenilerin zarar görmedikleri anlamına


20-21_Layout 2 1/30/12 1:46 PM Page 2

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

f İzmir 1922 ‘Son darbe indiğinde saldırganlardan üç metre kadar ötedeydik. İskeleye yığılıp da denize atıldığında vücudunda kırılmadık bir kemik kalmadığına emindim.’ Amerikalıların yüzlerindeki dehşet ifadesini fark eden Türklerden biri, kurbanın Ermeni olduğunu açıklamaya çalışmıştı kibarca ve omuzlarını silkerek ‘Başka ne yapmalıydık ki?’ demişti. ‘Ermeni mahallesi mezarlığı andırıyor,’ diye kaydetmiş 13 Eylül’de, bir Fransız subay. Bazı genç kadınlar, kızlar, özellikle de güzel olanları, alıp götürüldüler ve başında nöbetçilerin beklediği bir eve tıkıldılar. Devriyeler heveslerini onlardan çıkartıyorlar. Gazeteci Clayton, portatif daktilosunda yeni bir destan döktürüyordu: ‘Bakımsız Türk mahallesi hariç, İzmir diye bir şey kalmadı. Azınlıklar sorunu artık sonsuza kadar halloldu. Konsolos George Horton, dehşet, vahşet ve mezalim açısından İzmir’in bitişiyle kıyaslanabilecek tek şeyin Romalar’ın Kartaca’yı imhası olduğunu düşünüyordu: ‘Üstelik Kartaca’da, hükümetlerinin sorumlu olduğu duruma seyirci kalan bir Hristiyan filosu da yoktu.’ Türkler yağmalamış, boğazlamışlardı ve şimdi de kenti yakıyorlardı ‘çünkü kendilerine müdahale edilmeyeceği kanaatini edinmişlerdi, sistematik bir biçimde.’ Ed Fisher’a göre olup bitenler Bulwer Lytton’ın Pompei’nin Son Günleri’yle kıyaslanabilirdi ancak.

Körfezde yaşayanlar için: sürgün ve katliam ‘İzmir’den yanımda götürdüğüm en önemli izlenim, insan ırkına ait olduğum için duyduğum utançtır.’ diyen Konsolos Horton’un işaret ettiği; ‘Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan dahilinde hareket edilir.

gelmedi, çünkü İstanbul’da sürgün konvoyuna dâhil edilmeleri için, yüzlerce Ermeni tutuklanmıştı. İzmir’de Ermeniler azdı. Oradaki asıl tehlike kalabalık Rumlardan gelmekteydi ve elbette sıra Rumlara da geleceği zaman, oradaki Ermenilerin de icabına bakılacaktı. Konsolos Horton 1922 İzmir’inde olanları şu sözleriyle özetler. ‘Ermeniler’i yok etmek ve boş zamanlarda da Rumlar’la ilgilenmek üzere belli bir plan var gibiydi,’ Horton’un gözlemi Emmanuilis’in sözleri ile örtüşmektedir. 1918’de mütareke ilan edilmesine rağmen Hristiyan unsurların emniyeti sağlanmamıştır. Robert Kolejin Müdürü Caleb Gates, barış şartlarının açıklanmasındaki gecikmenin ve şimdi olduğu gibi, Müslümanların baskın oldukları bir bölgenin başına Ermeniler getirilirse, ‘yaptıklarından hiç de pişmanlık duymayan ve Ermenilerle ilgili düşünceleri hiç de değişmemiş’ baştan aşağı silahlı Türk ahalinin öfkesinin felaket getireceğinden korkuyordu. Bütün o yaptıklarından sonra, Türklerin, Ermenilerden ödleri kopuyordu ‘ve can korkusu olan bir cani her zaman en tehlikelisidir’. Gates, tüm bölgeyi korumaya yetecek kadar askerin olduğuna dair hiç umudu yoktu ve İtilâf ya da Amerikan askerleri kurtarmaya gelmeden önce Ermeniler’in boğazlanacağından korkuyordu.

Talan ve yağma başlıyor Jön Türkler için savaş bitmemiştir. Bir anlamda iç savaş olarak 1922’ye kadar devam ederek. 1922 eylülünde Kemalistlerin zaferiyle sonuçlanır. Kemalistler İzmir’e Sakallı Nurettin Paşa komutasında girdiklerinde gavur İzmir’i feth ederler. Yağma, talan, öldürmeler ve yangın tam da fethin kendisidir.3 Fetih ordusunun yanındaki Türk askerleri çakşırlı pantolon giymiş, çapraz fişeklik takmışlardı ve bir dizi kama taşıyorlardı. Bu birliklere bazen çete deniyordu, hoş olaylara vakıf

yabancılar muvazzaf askerlerle çete birlikleri arasında pek ayrım yapmazlardı. Türk liderler, eski asilerden oluşan grupların 1920’de M. Kemal’in ordusuyla bütünleşip o tarihten bu yana disiplin altına alındıklarını kabul ediyorlardı. Bir Birleşik Devletler askerî istihbarat raporuna göre, 1922 yılında, söz edilen disiplin, ‘mükemmel ve üst rütbelilerin saldıkları korkuyla, vahşetle ve ibretle sağlanıyor’ idi. Aynı raporda, moralin de ‘yağma arzusuyla’ diri tutulduğu yazılıydı. İlk yağmalanacak yerler Ermeni ve Rum dükkânlarıydı. Şimdilik ara sokaklarda olmak üzere, küçük sivil gruplar işe girişmişlerdi bile; daha sonra, İtalyan ve Türk devriyelerin müdahale etmediklerini anlayan askerler de gaza gelmişlerdi; kısa süre sonra subayları da katılacaktı onlara. Rue Franque’daki gösterişli dükkanlara girdiler ve kollarının altında dantel ve satenler, ceplerinde saat ve mücevherlerle yürüyüp gittiler. ‘Hiçbir müdahaleyle karşılaşmadan veya korku duymadan hareket ediyorlar,’ diye yazıyor Fransız bir subay. ‘Hiç acele etmiyorlar, en değerli şeyleri alıp kalanı atıyorlar. Neden çekinsinler ki? Polis görevi gören devriyeler onlara yardım ediyor.’ Yağmalar bir süre sonra yerini silahlı soygunlara bıraktı. O gece Kızılhaçlı Binbaşı Davis Brsitol’a telgraf çeker: ‘Mülteciler ülkeyi terk etmeli ya da alınmalılar. Can güvenlikleri yok. Bunun, Milliyetçi Hükümetin ırk sorununun çözümü olarak aldığı son karar olduğuna inanın. Akşama doğru, Türklerin sistematik bir biçimde Ermenilerin peşine düştükleri iyice belli olmuştu. Konsolos Yardımcıları Park ve Barnes, Litchfield’e doğru yola düzülürken, uçlarından kan damlayan sopalarıyla beş ayrı grubun rıhtımdaki mülteciler arasında dolaştığına ve kurbanlarını aradıklarına tanık olmuşlardı. Bu gruplardan birinin bir adamın tepesine çöküp öldüresiye dövdüklerini görmüşlerdi. ‘İnanılmayacak kadar vahşice bir şey,’ diyordu Barnes.i

Körfezde, denizin boğulan Ermeni ve Rum cesetleriyle dolu olduğunu ifade eder Gazeteci Ahmet Emin Yalman. İzmirli bundan dolayı uzun zaman balık eti yemediğini de ekler. Müttefik güçler için M. Kemal’in Rum ve Ermeniler için canını sıkmanın zamanı hiç değildi. George Horton İzmir’de 100,000’den fazla kayıp olduğunu hesaplamıştır. Onun hesabı çok daha sağduyuludur, çünkü yangından hemen önceki günlerde İzmir’de kabaca 400,000 Osmanlı Hıristiyan’ı (doğma-büyüme İzmirli artı mülteci) varken, 1 Ekim itibariyle en az 190,000’inden haber yoktu. Amiral Bristol’un kayıp rakamları özellikle düşüktür. 2000 rakamını telaffuz eder. Birleşik Devletler temsilcisi Kemalistlerden imtiyaz peşindedir. İngilizler yüklü sigorta bedellerini ödememenin4 hesabını yapmakta iken Fransızlar cömert bir teklifte bulunup, eğer ‘sağlıklı ve ahlakî bir açıdan’ seçme şansları olursa, hasat mevsiminde çiftlik işçisi olarak istihdam edilmek üzere yüz ya da iki yüz mültecinin ‘deneme mahiyetinde sevk’ini kabul ediyorlardı. Kendisini bir yabancı geminin güvertesine atamayan on binler, kendilerini yeniden göç yollarında bulurlar. Bu tutsaklardan Bızdıkyan anlatımıyla, yerleşim bölgelerinden geçen sürgünleri sivil kalabalık tutsakları sopa, bıçak, kazma ve silahlarla karşılıyormuş. Bazen erkeklerin üstüne rastgele saldırıyorlarmış; bazen de daha seçici oluyorlarmış. Her biri adeta öldürmeye yeminliymiş gibi hareket ettiklerinden, fazlasıyla Rum ya da Ermeni ölmüş. ‘Türkler’in Ermenilere karşı çok daha hınçlı olduklarını vurgulamak lazım,’ diyordu Bızdıkyan, kendisiyle yapılan röportajda. ‘Bu bir muamma. Niye öyle olduğunu bilemiyoruz, ama öyleydi.’ Bir başka tanık, ‘Bir adamın üstüne, “İşte bu, Ermeni!” diye bağırarak atlarlardı,’ diyordu Aşiyan. ‘Bazen, aslında çok sağlam bir usul olmasa bile, bir adamı Türkçe konuşturur ve aksanından anlamaya çalışırlardı. Bazen esmer bir Rum, sırf Ermeni sanıldığı için öldürülürdü.’

dosya 21

Bu anlatımlar Ayvalık doğumlu çağdaş Elen edebiyatının güçlü kalemi İlias Venezis’in anlatımlarıyla da uyumludur. 31328 numaralı esir Venezis’in esaret günlerini anlatttığı özyaşam öyküsü Esaretin Günlüğü Numara 31328 ‘de esir grup içindeki Ermenilerin kimliklerini gizlediklerini, çünkü Ermenilerin özellikle aranıp katledildiğinin örneklerini nakleder. İyi insanlar da yok değildir: ‘Derken bir gün patronum bana dönüp dedi ki, “Stepan, senin için bir şeyler yapacağım; benim mahvım da olabilir, ama yapmazsam da vicdanım rahat etmeyecek. Sana bir Rum adı takacağım, sana bazı belgeler hazırlayacağım ve bu cehennemden kurtulup ailene kavuşabilesin diye, seni bir sonraki mahkûm grubuyla Atina’ya göndereceğim. Allah yardımcım olsun!’ Kartaca’nın yok edilmesi ve büyük Roma ve Londra yangınları Batı vicdanında bugün bile yankı bulmaktadır, fakat sadece elli yıl önce büyük bir kentin imha edildiği neredeyse unutulmuştur.

1 Gerçekte üç büyük devlet ve onlardan fazla Avusturya Macaristan İmparatorluğu Kutsal Birlik 1815 Viyana Kongresi kararları istikametinde devrime açıkça karşı idiler. Ancak kamuoyunun baskısı altında ve aydınların desteği (bilhassa Viktor Hugo) bir derecede yardımcı oldu. Karada Mısır ordusu devrimi zor duruma sokmuştu (1826) ancak Elen deniz gücü devrimin direnmesine sebep oldu. Bilhassa üç büyük devletlerin çıkarlarının çelişmesi sonunda bağımsızlığın tanınmasına yol açtı.

Patrik 9 Nisan 1821 (Paskalya günü) idam edildi. Ancak ondan evvel zamanın Şeyh ül İslam'ı Hacı Halil Efendi sürgüne gönderildi. İki din adamı isyana katılmayan Rumların topyekûn katledilmesine karşı çıktılar. Hacı Halil'in eşi cadılıkla suçlanarak feci şekilde boğuldu ve Bursa'da çıplak teşhir edildi. Afyonkarahisar'da sürgünde olan Hacı Halil üzüntüsünden beyin kanamasından vefat etti. Bütün bunları Paris’te elçilik yapmış olan Halet Efendi organize etti. 2 Bu gazetelerden birinde iki kız kardeşin güya başlarına gelen bir olay anlatılıyordu. Bir gün iki kız kardeş bir Yunan mağazasından alışveriş yaparlarken, Selanik göçmeni olan bunlardan biri, mağaza sahibinin suratında, bir akrabasının ırzına geçerek, onu öldürmeden önce göğüslerini kesen bir Yunan askerini tanıdı. Böyle ve daha korkunç hikâyeler halka anlatılıyordu. 3 Falih Rıfkı Atay, Çankaya’nın sansürlenmeyen baskısında:

“İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangında sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Yunanlı kundakçılar mıydı? Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için o zamanki notlarımdan bir sayfayı aktarmak istiyorum…..Bu işte Nurettin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu söyleyenler çoktu…… İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? 1.Harp’te Ermeniler tehcir edildiği vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korkuyla yakmıştık(…) Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var.Bir Avrupa parçasına benzeyen bir köşe, sanki Hristiyan ve yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. İzmir’i arsa halinde bırakmak şehrin Türklüğünü korumamaya kâfi mi gelecekti?” 4 Savaş’ın bitiminden sonra İzmir yangını ile ilgili 150 civarında dava açıldığı Amerikan kaynaklarından bildirilir. Konsolos Yardımcısı Frederick O. Bird’ün 24 Haziran 1924 tarihli raporunda : “…İngiliz şirketinin poliçe sahiplerinden, mülkleri terk edilmiş mallar kanuna maruz kalan, ikametgah olarak sigorta edilmişken sonra dış (yabancı) devletler dairesi ve ikametgah olarak kullanılan ve İzmir yangınından sonra bir kaç ayda mülkleri yok edilmesine rağmen poliçe karşılığının ödenmesinin reddedildiği Ermeni kökenli Türk yurttaşı biri için, garanti edilmiş ödemeyi yapmayı reddeden şirket, mallar yok edildiği zaman mülkiyet hakkının o kişide olmadığını varsaymıştır.” Denilmektedir. Böylece yangın kurbanlarının tazminatları ödenmez ve sigorta şirketleri ülkeyi terk ederler.

21 Temmuz 1924 Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yargı ilginçtir. Hükümet kendini varis tayin eylemiştir: “Yangının savaş zamanı olması ve İzmir’in de savaş alanında olması fikrini savunan sigorta şirketleri tazminat taleplerini reddetmektedirler. Bu çekişmenin üstüne, mükümet, şirketleri ya tazminat taleplerini ödemeye ya da Türkiye’deki faaliyetlerini sona erdirmeye çağırdı. Şirketler yüksek meblağdaki tazminat değerlerini ödemek yerine İzmir’deki ofislerini kapatmayı ve oradan çekilmeyi tercih ettiler. Hükümet, Rum veya Ermeni mültecilerine ait olan ve dörtte üçü yok olan binalardan dolayı en buyuk tazminat talebine sahiptir. Tüm terk edilmiş mallar hükümete geri döndüğüne göre, yangın zararlarının büyük payı hükümete düşüyor ve Terk edilmiş Mallar Komisyonu adına hükümetin tazminat talebi 12 milyon dolardır.” i

Barnes’in Dışişlerine raporu, 18 Eylül 1922. NA,


22-23_Layout 2 1/30/12 2:19 PM Page 1

22 röportaj

fYüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi, Yılmaz

Güney Vakfı’nın da katkılarıyla 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’ni düzenliyor. Siz ilk festivalde de değerlendirme kurulunda yer almıştınız. İlk festivalin deneyimlerinden de yola çıkarak festivalle ilgili düşüncelerinizi paylaşır mısınız? Festivalin her şeyden önce Yılmaz Güney adına yapılıyor olması bile başlı başına bir değer. Bir de bu festivalin içinin Yılmaz Güney’in devrimci, toplumcu, sanatçı kişiliğine yakışır değerlerle doldurulması da bu değere değer katıyor… Kapitalizmin egemenliğine karşı; hiçbir parasal ödül olmamasına karşın yüzlerce sanat üreticisinin Yılmaz Güney adına düzenlenen bu festivale çıkarsız, pazarlıksız, içtenlikle katılmaları ve binlerce sanatseverle buluşmaları umutlarımızı yeşerten, çoğaltan bir olgu. Festivalin kataloğunun yayımlanması da yaratılan güzelliklerin, değerlerin somut göstergesi olmuş… Elimizdeki sıcacık bir ekmek gibi… Sıcak, paylaşılmaya hazır…

Halkın Günlüğü 1-10 ŞUBAT 2012

Karikatür bir eylemdir

Festivalin düzenlenmesine emeklerini sunan arkadaşların içtenliğini, ciddiyetini, heyecanını bildiğim için söylüyorum; bu yıl ikincisi düzenlenen festival her şeyiyle ilkinden daha ileride olacaktır… Bu da umutların, paylaşımların ve direngenliklerin daha da çoğalması demektir…

Festivalin düzenlenmesine emeklerini sunan arkadaşların içtenliğini, ciddiyetini, heyecanını bildiğim için söylüyorum; bu yıl ikincisi düzenlenen festival her şeyiyle ilkinden daha ileride olacaktır… Bu da umutların, paylaşımların ve direngenliklerin daha da çoğalması demektir…

Bedelleri göze alarak çizmek f1. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat Festivali’nde karikatür dalı oldukça ilgi gördü, uluslararası boyutta katılım oldu. Karikatür sanatçılarının sinemada simgeleşen Yılmaz Güney adına düzenlenen bu festivale dönük yoğun ilgisini nasıl açıklıyorsunuz? Karikatürün olmazsa olmazı diyebileceğimiz yanı muhalif niteliği. “Cennette mizah yok” der Mark Twain… Baskıların, savaşların, sömürünün, açlığın olduğu bir dünyada toplumcu, ilerici, isyancı ruhuyla kendini ortaya koyan bir sanat dalıdır karikatür… Diğer sanat dallarına göre daha sert tepki verebilen, hızlı hareket edebilen ve rahatsız etmekte pek üstüne olmayan bir sanat dalı… Bu bağlamda karikatür sanatçılarının bu festivale ilgisinin nedenlerini sinemasıyla, edebiyatıyla, politik kimliğiyle devrimci, muhalif, toplumcu bir Yılmaz Güney’de aramak gerekir…

f Aşkın Ayrancıoğlu

Sanat, toplumların kültürel ve gelişmişlik d Sanatın sanatçıyı, sanatçının da ürünleriyle toplumu kucakladığı düşünüldüğünde ortaya çıkan eserin büyüklüğü değişim dinamiğini de kendisiyle birlikte yaratır. Doğal ve toplumsal olan ilişkilerin harmanlandığı ve yeni bir düşsel dünyanın somut gereçlerini yaratan sanat, her toplumun kültürel ve gelişmişlik düzeyinin bir yansımasını oluşturur. Sanat ve sanat eserleri ne kadar toplumsallaşmış ve toplumsal ilişkilerin içerisinde gelimişse toplum o kadar ileri bir duruma gelir. Bu hem sanatsal bir seyir hem de üretim için geçerli kritik bir durumdur. Günümüz dünyasında sınıflı toplumlar gerçekliği sanatı da belirli bir grup eline teslim etmiş ve toplum büyük bir bölümünü, ki bunlar ezilenlerdir, bundan uzaklaştırmıştır. Yani sanatı elitleştiren bir katagoriye hapsetmiştir. Halkın sanata ve sanatsal üretimlere karşı duyarlılığı ve konuya olan yakın ilişkisi halkın safında yer tutan sanatçı ve sanat merkezlarinin görevi ve sorumluluğundadır. Elbette bu en son kerte de sınıf mücadelesinden bağımsız yürütülemez.

fAlternatif-muhalif üretim zemininde yer alan sanatçıların bir buluşma, dayanışma, kolektif üretim zeminine ihtiyaç duyduğu söylenebilir mi? Festivalin bu anlamda bir işlevi olabileceğini düşünüyor musunuz? İşten atmalarla, yok sayılmalarla, tehditlerle, yalnızlaştırmalarla, karalamalarla, yargılamalarla, cezalandırmalarla vb. yöntemlerle muhalif sanatçıların susturulmaya çalışıldığı bir dünyadayız… Bu susturma yöntemlerinin faşizan baskı boyutunda uygulandığı şu günlerde elbette alternatifmuhalif üretimde bulunan sanatçıların daha sağlam ayakta durabilmeleri gerekiyor… Bu da birliktelikten, örgütlülükten geçiyor… Sanatçıların içinde yer aldıkları pek çok örgütlülük var ancak bu örgütlülüklerin faşizan baskılar karşısında genelde pek sağlam bir duruş sergilediklerini görmedim. Festivalin, -belli bir süre için de olsa- muhalif sanatçıları bütünleştiren, üretilen eserleri insanlarla buluşturan, iletişim olanaklarını arttıran bir yanı var… Ancak festival bitince çoğunlukla bunlar da bitiyor… Bu birlikteliği aşmak ve muhalif sanatçıları ortak bir zeminde buluşturmak için etkinliklerin yalnızca festival sü-

recinde değil, yıl boyunca ve süreklilik içinde gerçekleştirilmesi gerekir… Böyle bir süreç daha güçlü ve bütünlüklü birliktelikleri, eylemlilikleri, üretimleri, paylaşımları getirecektir…

fKarikatür sanatını diğer sanat dallarıyla karşılaştırdığınızda ülkemizdeki durumu, yaygınlığı, ulaşılabilirliği, eğitim olanakları nedir? Diğer sanat dallarına oranla karikatürün daha parlak bir durumda olduğunu söyleyemeyiz. Ülkemizde sanatın, sanatçının, özgür düşünme ve üretimin hangi bedelleri ödeyerek var olabildiğini biliyoruz… Bugün yeteneğiniz, yaratıcılığınız, özgünlüğünüz ölçüsünde değil de, sermayeye yakınlığınız ya da onlar için tehlikesiz eserler ortaya koyduğunuz ölçüde ünlü olduğunuz, maddi karşılığını o oranda bulduğunuz bir sistemin egemenliği vardır. Karikatürün doğasında olan muhalif olma, karşı gelme, sivri dilli olma gibi niteliklerini de düşünürsek karikatürün bu sömürücü sistemde baştan kaybettiğini söyleyebiliriz… Ama bu kaybediş karikatürün gerçek

anlamda karikatür olma niteliğini kazanmasıdır aynı zamanda… Çünkü sermayeye eklemlenmeyen özgür yanıyla karikatür buradan çıkıyor… Günümüzde basında yer alan çok az çizer arkadaşımız gerçek anlamda karikatür çizebilmektedir… Bunu da çeşitli bedelleri göze alarak ve zaman zaman sansürlerden de geçerek yapabilmektedirler… İktidar yandaşı gazetelerin çizerlerinin çoğunluğu da “muhalefete muhalif” olan yeni bir karikatür anlayışı geliştirmişlerdir… Bu durum, yani sermayenin ve iktidarın güdümünde olma durumu karikatürün ruhuna ihaneti getirmiştir… Bir de mizah dergilerinin pazardan pay alma kaygısıyla ürettiği karikatür anlayışı var… Evet, dergileriyle, sanal ortamıyla karikatür ülkemizde yaygındır ama ne yazık ki sermayeye göre biçimlenen ve ruhunu teslim etmiş bir karikatürdür bu… Ama tüm bu olumsuzluğun içinde umut da var elbette… Hiçbir çıkar gözetmeden inadına üretmeyi sürdüren çizerlerimiz de var… Bunlar sergilerle, yarışmalarla, inter-

net siteleriyle, çizdikleri az sayıdaki dergi ve gazetelerle var olabilen Donkişotlar… Bu Donkişotların ülkemizin farklı şehirlerinde çocuklara, gençlere dönük karikatür atölyeleri kurduklarını, bu alanda istekli olanlara eğitim verdiklerini de düşünürsek umut içinde umut diyebileceğimiz bir durumdur bu… Karikatürde eğitim olanakları da buradan çıkmaktadır…

Sanat siyasetle ilişkilidir fKarikatür sanatına ilişkin mizah dergileriyle sınırlı bir algı var. Karikatür yalnızca bir mizah figürü müdür? Değilse nasıl tanımlanabilir? Haklısınız, karikatür deyince piyasadaki mizah dergileri geliyor akla ve bu dergilerin dışında var olabilen estetiksel ve sanatsal nitelikteki kalıcı karikatürler yabancı geliyor insanlara… Sanat okuyucusu kitlenin beğenisine uygun, haftalık tüketilen, bol yazılı, cinsel, siyasal sömürünün kullanıldığı yoz bir karikatür anlayışı egemen bu dergilerde. Okuyucu onları, onlar da okuyucuyu besliyor ve bu yozluk sürüyor… Her yeni çıkan dergi de bu eskiyi sür-


22-23_Layout 2 1/30/12 2:19 PM Page 2

23

1-10 ŞUBAT 2012 Halkın Günlüğü

ANTAGONİZMA

≫ muzaffer oruçoğlu

FAKİR ıl 1993. Güneşli, serin, kuş düğünü bir gün. Bencilliğimi, parçalı halimi gerilere doğru iteklemiş, bütünlüklü, kaygısız ve paylaşımcı bir iklim içine girmiştim. Telefon öttü. Kaldırayım mı kaldırmayayım mı diye tereddüt ettim. Kafadarım, laklakçı Göçmen Dede olabilirdi. Çenesine yol verdi mi, en az bir saatimi bağlardı, sınırları secereyle çizilmiş malum hikayeleriyle. Dedemin dedesinin dedesiyle dedenin dedesinin dedesi dayıoğluydu. Çık işin içinden. Telefonun ötüşü ısrar çizgisine oturunca, kaldırdım ahizeyi. Sesi çıkaramadım. “Kusura bakmayın, tanıyamadım.” Yumuşak, ferahlatıcı bir ses: “Ben Fakir.” Düşündüm. Melbourne’de Fakir. “Yine çıkaramadım.” Kablonun öteki ucunda hafif bir bekleyiş. Gülümseyişini duyumsar gibi oldum. “Fakir Baykurt.” Şaşırdım. Sevinç ve coşkuyla, “Ooo abiciğim bu ne sürpriz? Nerden ediyorsun?” “Haberin yok mu, ben Melbourne’deyim. Adresini ver sana uğrayacağım. Müsait misin?” “Hiç müsait olmaz olur muyum, buyurun, bekliyorum.” Bir saat sonra, Kültür Derneği’nden bir arkadaşla birlikte geldi. Kapıda kucaklaştık. İçeri girer girmez, salonu şöyle bir süzdü ve karşı duvardaki tabloya doğru yürüdü. Eş zamanlılığını yitirmiş, kendileriyle özdeş olmayan varlıklar ve hakikatler kuyusuna ve kuyuyu saran yamuk kafalara dikkatle baktı. Renkleri, ışıltıları hassasiyetle dinleyen, içine taşıyan ve onlara duygularıyla dokunan bir insanla yan yana olduğumu düşündüm. Başını çevirdi, o sade, derviş haliyle, “Senin Fransa’daki sergini gezdim,” dedi. “Vaktin varsa, buradaki müzeleri birlikte gezelim. Bana Aborjin resimlerinin hikayesini anlat.” “Memnuniyetle,” dedim. Sevdiğim ressamları sordu. Onlar hakkında söylediklerini dinleyince, resim dünyasına derin bir ilgi duyduğunu anladım. Evde bulunan herkesle yakından ilgilenişi; ışığa, yalınlığın gücüne kendini vermişçesine dinleyişi; nasihatçı, egemen bir edayla onları bilgi değirmeninde öğütme eğilimi içine girmeyişi, kendisine karşı kısa zamanda bir sempatinin oluşmasına yol açtı. Merakımı ve sorularımı, gençliğimde beni etkileyen romanları üzerinde yoğunlaştırdım. Ve konuşurken, diline, mantığına, çabasına dikkat ettim. Bakışlarını tek bir kişide yoğunlaştırmıyor, herkese yayıyor; kendisini mesken tutmadan, kendi hakikatinin dışında özgürce gezinen, duru, sakin bir dille konuşuyordu. Kaplumbağalar’ı, uzun bir hazırlık aşamasından sonra, oturup 45 günde yazdığını anlattı. Gösterime çıkması engellenen Yılanların Öcü filmini, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’le birlikte izlediğini ve Gürsel’in, “Çok güzel, sakıncasız bir film,” demesi üzerine filmin gösterime girdiğini, yalın ve ironik bir şekilde anlatışını yıllarca anımsadım. Müfettişlik döneminde, gittiği her köyde, yaşlı kadınları dinlemeyi adet haline getirmesi; romanları ve öyküleri yazarken, onların anlatılarından yararlanması; Türk Dil Kurumu’na altı yüzden fazla sözcük kazandırmış olması, aklımda kalan noktalardı. Toplantı günlerinde, salona erken gelmesi, bir yerde oturmaması, gelenlerle tanışması, alışılmadık bir tevazu ve içtenlikle sohbet etmesi, dikkatimi çekti hep. Kendisini, insanın özüne götürecek yolları ve biçimleri ısrarla arayan bir insan gibi davranıyordu. Sanatı, yaşadığımız evreni güzelleştiren, onun özünden doğan, başka bir evren olarak görüyordu. Konferansında, İstiklal Marşı’ndaki bazı bölümlere eleştirel yaklaşınca, dinleyicilerden birisinin sert eleştirilerine maruz kaldı; fikrinden ve o güleç, ipeksi edasından ödün vermedi hiç. “Sanatta ideoloji olmaz,” diyen birisini, “İdeolojisiz sanat yoktur,” diye yanıtladı. En son, Duisburg’ta, bir edebiyat panelinin ve benim resim sergimin olduğu bir kültür etkinliğinde buluştuk. Rıza arkadaşın yönettiği panelde, Fakir, Şükrü Erbaş, Mehmet Çetin, ben ve sanırım bir kişi daha vardı. Sergiyi Fakir, ben ve Ali Yıldırım birlikte gezerken, “Sana bir resim hediye etmek istiyorum, sergiden seç bir tane,” dedim. Şaşırdı, bir çocuk sevinci ve mahcubiyetiyle teşekkür etti. “Sen seç,” dedi. Kabul etmedim. Serginin en sevdiğim üç tablosundan birisini, “Nasreddin Hoca”yı seçti. Gündüzleyin yıldızları, geceleyin de güneşi seyreden alçakgönüllü dervişin vakitsiz ölümü, öyle sanıyorum ki en çok, Melbourne’li göçmenleri üzdü. Fakir’le birlikte çektirdikleri resimleri duvarlarına astılar. “Ne güzel insandı” sözünü yıllarca duydum onlardan.

Y

S

düzeyinin bir yansımasıdır Ancak her bir sanatçı ve sanat merkezleri bu nüveleri buralardan yaratabilir. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM)’nin, Yılmaz Güney Vakfı’nın da katkılarıyla, örgütlediği ve bu yıl ikincisi düzenlenen festival çıkışı itibarıyla buna hizmet etti, ediyor. İşte bu çalışmalardır ki toplumun derinliğine nüfuz etmiş yaratıcılığı elitist yaklaşmadan derinlikten çıkarıp yine ezilenlerin elinde güçlü bir silaha çevirecektir. Yılmaz Güney Kültür Sanat Festivali’ne dair değerlendirme kurulunda olan sanatçılarla röportajlarımıza devam ediyoruz. Bu yıl ikincisi düzenlenen festivalin ilkinde de karikatür dalında değerlendirme kurulunda yer alan sanatçı Aşkın Ayrancıoğlu ile birinci festivalin ışığında deneyimleri ve festivale dair düşünceleri üzerine konuştuk.

dürüyor… Bir öncekinin prototipi oluyor… Sömürgeci sistemin yarattığı bunaltıdan kurtulmak isteyenlerin –özellikle de üniversite gençliğinin- eğlenmek için, sorunlardan kısmen uzaklaşmak için sığındığı geçici bir liman bu dergiler… Bu dergilerin sisteme karşı bir bilinç üretmek şöyle dursun, sisteme karşı olan bilinçleri ehlileştirme görevini yerine getirdiğini söylemek yanlış olmaz… Kapaklarında az buçuk ilerici/muhalif bir görünümü olsa da büyük oranda demin sözünü ettiğimiz bir yozluk egemendir… Sol gösterip sağ vurmaktalar… Karikatür; bu piyasa dergilerinin basit bir figürü olmanın çok uzağında gerçekçi, toplumcu bir bilinçle ve estetiksel değerlerle üretildiği oranda özgür, iğneleyici, yol gösterici olabilir. Yırtıcıdır, rahatsız edicidir… Tokat atar… Dayak yiyeceğini bilse de kaçmayan bir yaramaz çocuktur o. İşte bu karikatür daha çok insanla buluşarak, insan için, gelecek güzel günler için var olma ruhunu süreklileştirebilir. Bu süreklilik içinde karikatürle buluşan bilinçler daha sorgulayıcı daha umutlu olur. Karikatür bir eylemdir.

fSanata siyasetten bağımsız, sınıflar üstü bir anlam yükleniyor? Karikatürle siyasetin bir

ilişkisi var mıdır? Sınıfsız bir dünyada sanatın da konumu bugünkünden elbette çok farklı olacaktır. Ama sınıflar savaşı sürerken sanatı sınıflar üstü tanımlamaya çalışmak egemen sınıfların saflarında yer almakla aynıdır… Sanat, düşünsellikten damıtılan duyarlılıkların en yoğun ve en üst düzeyde estetiksel değerlerle biçimlenmesiyse; savaşlarıyla, yıkımlarıyla, sömürüsüyle yaşanan acılara gözünü kapamak olanaklı mıdır? Sanatın da ve dolayısıyla karikatürün de siyasetle mutlaka bir ilişkisi vardır. Yaşanan gerçeklikten kopuk olmak ve öyle üretmek ancak kaçış sanatını doğurur. Kaçmamak ise karikatürün doğasında vardır. Sonuçta ülkeler ve dünya belli siyasal güçlerin egemenliğindedir… Sömürü ilişkilerini meşrulaştıran anlayışlarla insanın sömürüsüz bir dünyada mutlu ve özgür yaşamasını savunan anlayışların çatışması vardır. Bu çatışmada sanatın/karikatürün de bir safı olmalıdır. İşte siyasetle ilişki burada kaçınılmaz olmaktadır. Hangi tarafta yer alırsanız alın, isterseniz suya sabuna dokunmayanlardan olun, bir taraftasınız demektir. Bu bir bilinç ve tercih sorunudur. Sanata/karikatüre yakışan taraf ise, üreten, var eden insanın tarafıdır.


24_Layout 2 1/30/12 2:42 PM Page 1

Halkın Günlüğü

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: 10 Günlük Siyasi Gazete-Bölgesel SüreliYönetim Yeri: Büyükparmakkapı Sokak NO: 22 Kat: 5 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 A- Blok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

ROJANEYA GEL

Çapemeniya Kurd

tê berbestkirin Êrişen ku li hember çapenemiya Kurd pêk tê bi êrşên navneteweyî berdewam dike. Di welatê me de di êrişên bi navê KCK’ê de bi sedan rojnamevanên Kurd hatin girtin û weşana ROJ TV’yê a ku peyvdariya Kurdan dike bi hela fîrmaya Eutelsat’ê hate birîn. rişên ku hember Kurdan pêk tênê her çiqas navnîşanên wan bênê guhertin jî çawaniyên wan nayên guhertin. Dewleta ku bingeha xwe li ser polîtîkaya îmha û înkarkirinê ava kiriye, têkiliyên xwe li hember netewe û netewatiyên cuda bi vê konseptê bi kar aniye û bi kar dine. Êrişên ku di nava sînorên xwe de dimeşîne di arenaya navneteyewî de jî berdewam dike. Dewlet di têkiliyên xwe yên dîplomatîk de bazara li ser kêmar û neteweyê Kurdan jî wek kozekî hildide dest. Bi vê yekê jî dixwaze arenaya navneteweyî de netewe û netewatiyan bike hedef.

Ê

Ev rewşa divêtiya çawaniya siyasiya TC’ê îmha û înkar ji van dewletan re bû ye şîara bingehîn. Netewe û kêmarên di nava xwe de hetta komkujiya gelên ku erdnîgariyan de dagir dikin bi van dewletan tênê zanîn. Têkiliyên di navbera efendî û nokerande ên sîyasî jî dîsa li ser van komkujî, jenosîd û înkaran pêşve diçe. Bazarên ku li ser înha û înkarê pêk tê caran bi komkujiyê caran bi jenosîdê caran bi ambargo-

yên aboriyê caran jî bi êrişên siyasi ve bi awayê cuda berdewam dike. Yên ku vana bi eşkere îfade dike dawiya wan bi êrişên van dewletan ve tên bersivkirin. Sazî, komar û takekesên ku girêdayê neteweyên Kurdên ku di welatê me de nin jî heman êrişan nesîbên xwe hildan. Akademîsyen, parêzer, nivîskar, hunermend, siyasetmedar, rojnamevan… Kategoriya wî an jî pîşeyê wî çi dibe bila bibe di vî welatî de hedefa êrişan de Kurd in. Buyera herî dawî jî 22’ê Çile de weşana Roj TV’yê ku bi hêla Eutelsat’ê ve hat birîn êrişa arenaya navneteweyî bû û Roj TV arenaya navneteweyî de waşanên xwe bikar dianî û nasnameya Kurdan diparast. Dema berê jî di derheqê Roj TV’yê de bi dehan doz hatibûn vekirin û dîroka 10’ê Çile de ji hêla Dadgeha Bajarê Kopenhag’ê ve bi îdeaya biştgiriya PKK’ê 5,2 milyon “ceza” ji Roj TV’yê re hat dayîn. Lê belê biryara rawestandina weşanê nedabû. Piştî ku dadgehê ev biryara xwe daxuya kir, Eutelsat’ê 19’ê Çile de daxuyanî da û got “Me biryar hildaye ku em ê weşana Roj TV’yê li ser ûydiyên xwe rawestînin” û 22’ê Çile de ev biryara bi kar anî.

Eutelsat’ê biryara Dadgeha Bajarê Kopenhag’ê a ku 10’ê Çilê de derheqê Roj TV’yê de ji bo “piştgiriya PKK’ê” da ji biryara xwe re sedem nîşan da û got “Di binê van mercan de ji ber ku weşanên Roj TV’yê ên ku çalakiyên terorê diweşîne ji ber vê Eutelsat naxwaze bibe berpisiyar û biryara rawestandina weşanê daye”. Fransa hisedarê Eutelsat’ê ye û navenda wê jî li Parîs’ê ye. Ev biryara ku bi yek hêlî hatiye hildan ji hêla Roj TV’yê ve hate jermezarkirin û daxuyaniyek pêk anîn. Di daxuyaniyê de waha gotin, “Di biryara 10’ê Çilê de daxwaza rawestandina weşanên Roj TV’yê hate redkirin, lê belê ji bo hinek weşanan cezayê pera hat dayîn. Roj TV’yê jo bo biryara Dadgeha Danîmarka’yê di dadgeha ser de îtîraz kiribû. Hê ev dema bikar nehatiye û dadgeha ser jî biryara xwe nedaye, li hember van rawestandina weşanê bi raste rast îhlalkirina dadiyê ye. Bê guman ev biryara bêdadî û bikêf a fîrmeya Eutelsat’ê encamê zordarî û hevkarî kirina dewleta Tirk e”. Roj TV ji bo vê biryarê bide rakirinê dest bi dema dadiyê kir.

Ne zindî,

mirî jî wenda

kirin Dewleta Tirk bi rêxistina kontra ve a ku bi destê xwe ve sazkiriye mirovên komunîst, şoreşger, demokrat û welatparêz îmha kir. Bi van êrişên îmhayên ku îro jî hê berdewam dikin ve bi hezaran mirov an yek bi yek an jî bi komî hatiye qetilkirin û avêtine çelên mirinê. Dewleta Tirk wek wendakirina mirovên zindîmirovên mirî jî veşart. Dewleta faşîst her derê axa Kurdistanê bi hestiyê mirovan ve dagirtiye. Vê demê jî ji bo ku xwe derxe paqişiyê hestiyê mirovên ku qetilkiriye ji çelên mirinê derdixe. Amed bi hêla dewletê ve bi bargeha JÎTEM’ê bi karê xwe dianî cîh. Di vir de hat xuyakirin ku bi dehan mirov di van çelên mirinê de hatine qetilkirin û di kolanan de hestiyê van mirovana hatin derxistin. Ev hestiye ku aydê mirovên ku di binçavkirinê de hatin qetilkirin di van çelên mirinê de hatin derxistin bi derewên ji bo testa DNA’yê bi veşartî ji nû ve tên çel kirin. Hêlekî bi gotinên reşiyê ronî dibe propaganda tê kirin di hêla dinê jî bi van kirinên ve tarîyê dixe tarîreşk. Çimkî di vê demê de ne dest didin kujeran ne jî dewlet bi tesbîtkirina nasnameyan ve komkujiyê dipejirîne. Bi girêdayî ve bilî propagandayê tu tişt çê nabe. Bi rastî jî dewlet nikare xwe darizîne.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.