Yazı-Yorum - Sayı 2

Page 1

YAZI-YORUM

Sayı 2 / 26 Nisan 2012

      

Yazı-Yorum’dan… 4+4+4 = Bilim dışı + Paralı + Anadilden yoksun eğitim ise; 4+4+4 = 0 ‘dır 1 Mayıs: Birlik-Dayanışma-Mücadele İnsanlıktan Çıkış: Recm (2) Sivas Üzerine ‘Binbir Çiçekli Bahçe’de Yaşar Kemal’e Dair Birkaç Söz Zamanını Yitirmiş Mekânlar (Öykü)


YAZI-YORUM’dan YAZI-YORUM `un ikinci sayısını siz Balıkesir Üniversitesi öğrencileriyle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Yazı-Yorum olarak eleştiriyi gelişimin ve ilerlemenin itici gücü gören bilincimizle ilk sayımızın üzerine yapılan eleştiriler ve öneriler üzerinden yükselen bu ikinci sayımızı üniversite öğrencilerinin üretimlerinin paylaşıldığı daha gelişkin bir fanzin yürüyüşünde ısrarın mütevazi bir adımı olarak görüyoruz. Yaşadığımız dünyanın ve özelde coğrafyamızın yeni yıkımlara ve savaşlara gebe olduğu bir tarihsel süreçten geçmekteyiz. Gölgesini satamadığı ağacı kesen emperyalist-kapitalist odakların kar hırsı ile insan bilincini sömürgeleştirdiği coğrafyaları o coğrafyalarda yaşayan halkları, kültürleri ve doğal güzellikleri ile birlikte talan ettiği ve bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkan kişilere ve kurumlara karşı amansız bir saldırı furyası başlattığı bu günlerde bu saldırılara, yıkımlara, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı susarak bilinçlerimizin daha da sömürgeleştirilmesine izin vermeyeceğiz. Bu bilinçle kendimize sorumluluk addettiğimiz gerçekleri özgür bir şekilde ifade etmeyi bu sayımızda da yerine getirmeye çalıştık.Eksiklilkerimizin giderilmesi ve yazınsal üretimlerimizi paylaşımında ilerlemek için bu çalışmanın kollektif bir şekilde sahiplenilmesi gerektiği inancıyla sizleri bu çalışmayı daha da geliştirmeye sahiplenip emek harcamaya çağırıyoruz. Bir sonraki sayımızda görüşmek dileğiyle hoşçakalın yazı ile kalın…

2


4+4+4=Bilim dışı + Paralı + Anadilden Yoksun Eğitim ise; 4+4+4 = 0 ‘dır Neşterlenen yeni eğitim sistemiyle birlikte okul yaşının 5’ten başlatılıp ilk 4 yılın “ilkokul” ikinci 4 yılın “ortaokul” ve üçüncü 4 yılın da “lise” olarak tanımlanmasıyla ispatlanan ilk şey bu sistemin ne denli bilim dışı olduğudur. Jean Piaget’in Bilişsel Gelişim Kuramı ve daha nice psiko-sosyal analistin ortaya koyduğu yaşam evrelerinde somut işlem dönemi 6’ncı yaşın sonunda ve soyut işlem dönemi de 11 yaşından sonra başlamaktadır. Çocuk, 4 veya 5 yaşlarında eğitim adına ancak ve ancak “okul öncesi eğitim kurumlarına” gönderilmelilerdir. Somut işlem dönemini çoktan aşmış bir çocuğun dahi resmî binaların, kara tahtaların ve betondan sert sıraların dayanılmaz somutluğuna uyum sağlayamadığını düşünürsek 5 yaşındaki bir çocuğun bu tür bir ortamda ne öğreneceği ve nasıl öğreneceği kuşkusuz sorulması gereken bir sorudur. Gelişmiş hemen her ülkede çocuklar 5 yaşında “anaokulu” dediğimiz okul öncesi eğitim kurumlarında oyun döneminde olmalarından kaynaklı öğreneceklerini oynayarak öğrenmektedir; ancak maalesef ki ülkemizde okulöncesi eğitim kurumlarının altyapısını oluşturacak vizyon ve basiretten yoksun, Milli Eğitim Bakanı eğitim dışında bir camiadan olan, biraz da çağ dışı bir yapı mevcut bulunduğundan bunun eksikliği, eğitimi armut sanan çevreleri okulöncesi eğitimi de okul döneminde verme “üçkağıtçılığına” sevk etmiştir. Eğitim, üçkâğıtçılıkla yürüyecek bir şey değildir, eğitime çaldıkları bu maya sahtedir; ya tutarsa diye soruyorlar bir de. Biz söyleyelim: Nasreddin Hoca mezarından çıksa “göl maya tutar da eğitimde bu sistem tutmaz” der. Nispeten derslerin daha karmaşık, daha soyut ve daha zor bir hal aldığı ortaokul dönemi bu yeni sisteme göre 9 yaşında başlamaktadır. Ortalama bir çocuğun 11 yaşında algılamaya başladığı soyut düşünce yöntemini, AKP’nin öğretmen görünüşlü imamları öğrencinin beynine şırıngayla enjekte etmeyi mi düşünmektedirler? Peki, bu yeni eğitim sistemiyle ilkokulun 4 yıla inmesiyle birlikte “norm fazlası” diye tanımlanacak sınıf öğretmenlerinin % 20’si nereye kanalize edilecek? Merkez Bankası Genel Müdürü’nden bir farkı bulunmayan MEB bakanı –intihalci- Ömer Dinçer yine “hadi bakalım kendinize yeni meslekler bulun” mu diyecek eğitimcilerine?

3


Tüm bunların yanında sözde birleştirilmiş olan; ama ismi bile halk şiirinin 3 duraklı hece ölçüsünü andıran bu “yepyeni” eğitim sisteminin toplumun algısında oluşturacak riskin doğal sonucu ilk 4 yıllık temel eğitim döneminin sonunda öğrencilerin okuldan alınması; daha açık bir söylemle kızların küçük yaşta “kocaya” erkek çocukların da “ustaya” verilmesidir. Bu, derebeylik adetlerinin günümüzde devlet eliyle yeniden hortlatılmaya çalışılmasıdır. Zira Başbakan’ın kendisi değil miydi “özellikle Doğu ve Güneydoğu’da kız çocukları ergenlik dönemine geldiklerinde aileleri tarafından okuldan alınmakta” diyen. Bizler de bu soruna çözüm gelir sanmıştık, yanılmışız. Ailelerin çaldığı minareye devlet eliyle kılıf hazırlanmıştır. Bu yüzden mızrağın çuvalı deldiği bir sistemdir bu sistem, yanlıştır, uygulanabilirliği yoktur, ilk aklı selim dönemde değiştirilmeye mahkûmdur. AKP, imam mantığıyla bakıp kız çocuklarının daha baba ve ağabey baskısından kurtulmadan koca baskısına teslim edilmesini istemektedir. Zira kendileri de bilmektedirler ki toplumun özgürleşmesi kadının özgürleşmesine bağlıdır. Eğitimcisine dahi “hamamböceği” mantığıyla yaklaşıp zehirli gazlarla imha etmeye çalışan bu devlet yapısının herhalde ki toplumun özgürleşmesini istemeyeceğini söylersek çok şey söylemiş olmayız. Sömürü düzeninin bir çarkı olan AKP hükümeti erkek çocukların okuldan alınıp sanayide çalıştırılmasını da herhalde “muasır medeniyet seviyesinin üstü” görmektedir. Öyle ya sanayisi gelişmemiş ülke gelişmiş ülke sayılır mı(!)? Tüm bunların yanında 4+4+4 sisteminin “devletin uygulayacak yeterli malî kaynağı yok” denilerek piyasayla ilişkilendirilmesi, meslek okulu açacak firmalara ucuz işgücü sağlanması da bu sistemin patronların sistemi olduğunu göstermektedir. Yine Başbakan’ın “dindar bir nesil yetiştireceğiz” açıklamasının ardından hızlandırılan bu sistem sermayeye abdest aldıran –uzak- çevrelerin sistemidir. İsminde bu kadar + ‘nın bulunması imam hatiplerin orta kısımlarını da açma amacından başka bir şey değildir. AKP, 28 Şubat’tan intikamını o dönemde kapatılan imam hatiplerin orta kısımlarını açarak almaya çalışmaktadır. Sistemin orta kısmında Kur’an, peygamberin hayatı, fıkıh gibi dersleri seçmeli olarak okutmaya hazırlanan MEB’e bunlar sorulduğunda “toplumun ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmekteyiz” cevabını vermekteler. Peki, yıllardan beri inanç konusundaki taleplerini dile getirmekten bitap düşmüş Alevi toplumunun

4


ihtiyaçları ne olacak? Mesele Aleviler olunca kulaklarına soktukları körlüğün tıkaçlarını ne zaman çıkartmayı düşünüyorlar acaba? Ya bir gün olsun meydanlardan inmeyen Kürt halkının ihtiyaçlarına ne demeli, AKP’nin dünyaca ünlü filologlarından Bülent Arınç Kürtçe’nin de yeteri kadar “medeni” olduğu konusunda ikna edilemedi mi yoksa? Ha unutmadan ikinci +4 döneminde “Kürtçe” seçmeli ders olabilecekmiş! Allah razı olsun diyoruz. Özcesi “yeni” diye yutturulmaya çalışılan bu köhne eğitim sistemi tamamen, AKP’yle sarmanlaşmış devlet zihniyetinin eğitim sistemini kendi siyasal-ideolojik hedeflerine uygun hale getirme projesidir. Kanun tekliflerinde yer alan “ilköğretim devlet okullarında parasızdır” ifadesi komisyon görüşmelerinde metinden çıkarılarak bırakın yüksek öğrenimin parasız hale getirilmesini ilkokulların dahi paralılaştırılması projesidir. Dini kendi çıkarlarına alet etme, patronların sömürüsünü daha da yaygınlaştırma, anadil taleplerini öteleme, zorunlu din derslerinin kaldırılması bir kenara okulları cemaat evlerine dönüştürme projesidir. Haklının, farklının, fakirin, ötekinin dışında kalanların projesidir.

Ortak Ürün

5


1 MAYIS=BİRLİK-DAYANIŞMA-MÜCADELE Dünya’da İşçi Hareketleri ve 1 Mayıs * 1856 yılının 21 Nisan’ın da Avustralya’daki taş ve inşaat işçileri ağır çalışma koşullarına karşı sekiz saat çalışma taleplerini 1 günlük iş bırakarak dile getirirler ve ses getiren bu öncü eylemin ardından diğer ülkelerde de birçok kitlesel işçi eylemleri patlak verir. Tarihler 1886 1 Mayıs’ını gösterdiğinde de bu defa da Amerika’da 350 bin işçi iş koşullarının iyileştirilmesi için grevli bir direniş başlatır ve bu direniş neticesinde de greve giden 350 bin işçiden 200 bininin talepleri kabul edilir. Doğal olarak işçilerin direnişi karşısında yenilen sermaye sınıfı bu yenilgiyi hazmedemeyerek 3 Mayıs da bir fabrikayı basar ve altı işçiyi katleder. Yaşanan bu katliamın hemen sonrası bu katliamı protesto etmek için 3 bin işçi Chicago’da saman pazarında toplanarak bir miting düzenlerler. Bu miting esnasında işçilerin bu örgütlü mücadelesinden rahatsızlık duyan sermayedarlar bir provokasyon planlayarak bu direnişi sabote etmeye çalışırlar. Burada bu provokasyon işçilerin içerisine bir ajanın konması ve bu ajanın el bombasıyla 5 polisi öldürmesi suretiyle gerçekleştirilir. Akabinde de polisinde işçilerin üzerine ateş açması neticesinde 4 işçinin öldürülmesiyle provokasyon amacına ulaşmış olur. Tabiî ki de azgın sistem planladığı bu provokasyonla da yetinmeyerek olaylardan sorumlu tuttuğu yedi işçi önderinden dördünü idam eder, iki işçi önderini de müebbet hapse mahkûm edip bir işçiyi de hücresinde öldürür. İşçilerin bu destansı direnişlerinin ve bu düzlemde gelişen işçi hareketlerinin sonrasında 1889 da Paris’ de toplanan 2. Enternasyonal 1 Mayıs’ı tüm dünyada işçilerin haklarını almak üzere grev ve eylem yapacakları uluslar arası gün olarak belirleyerek bu günü işçi sınıfının iktidara yürüyüş mücadelesinin bir parçası haline dönüştürür.

6


Türkiye’de İşçi Hareketleri ve 1 Mayıs * Ülkemizde gelişkin bir işçi sınıfı olmamasına rağmen keskinleşen bilinçler çok büyük mücadeleler yaratır. 1908 den itibaren gelişen mücadele bilinci ile 1 Mayıs çeşitli tarihlerde kutlanır, bazı dönemlerde de yasaklanır (1923, 1928–1935, 1960–1975, 1980– 1987 vb.). 1 Mayıs kutlandığı tarihlerde ise her türlü engelleme ve katliamlarla karşılaşır. 1977 1 Mayıs’ın da 500 bin kişilik kitleye açılan ateş sonucu otuz yedi kişinin hayatını kaybetmesi, 1989 1 Mayıs’ında açılan ateş ile Mehmet Akif Dalcının öldürülmesi, 1990 1 Mayıs’ın da açılan ateş ile Gülay Beceren in felç kalması, 1996 da ise üç işçinin 1 Mayıs kutlamalarında katledilmesi gibi birçok olay bu engellemelere ve katliamlara örnek gösterilebilir. Bu fiziki saldırıların yanında bir de 1 Mayıs’ın gücü ve anlamından korkan egemenler bugünün içini boşaltmaya çalışarak ve bu günü Hıdrellez Bayramı, Çiçek Bayramı, Bahar Bayramı, İşçi Bayramı diye adlandırarak 1 Mayıs ı direniş ve mücadele özünden koparmaya çalışırlar. Fakat gerçek yukarıda da kısaca özetlediğimiz gibi öyle değildir! 1 Mayıs enternasyonal anlamda işçi sınıfının birlik, dayanışma, mücadele günüdür! Yani kavga günüdür. 1 Mayıs’ın ifade ettiğimiz bu mücadele tarihi bugün yaşadığımız birçok haksızlığa karşı, NATO ve füze kalkanı, sağlıkta dönüşüm, taşeronlaşma, 4+4+4, güvencesiz ve esnek çalıştırma, HES-RES- Termik santraller gibi doğayı ekonomik rant amaçlı tahrip eden projelere karşı kısacası her türlü hak gaspına ve sömürüye karşı bizlere1 Mayıs’a katılma sorumluluğunu yüklemektedir. Bu bilinçle 1 Mayıs’ın tarihsel anlamdaki bu rolünden de hareketle bu gün ezilenlerin taleplerinin daha gür bir şekilde dile getirildiği bir gün olarak alanlarda kitlesel bir şekilde karşılanmalıdır. Bir Vurgu! * Ülkemizde yaygın olarak yaşanan işten atmalardan biri de Balıkesir İşbir Sentetik’te yaşanıyor. Biz BAÜ öğrencilerinin okula gidip gelirken her gün önünden geçtiği bazılarının görmediği, bazılarının da görmek istemediği direnişi

7


duyurabilmek için işçilerle yaptığımız kısa röportajı yaklaşan 1 Mayıs vesilesi ile yayınlıyoruz.

-

-

-

İşbir Sentetik’te çalışan taşeron işçileri olarak işten çıkartıldıktan sonra başlattığınız direniş on ayı aşkındır sürüyor. Bize kısaca işten çıkarılma sürecini anlatır mısınız? Biz İşbir Sentetik’te çalışan taşeron işçileri olarak yasaların bize tanıdığı hakları kullanarak sendikaya üye olduk. Bunun üzerine sendikaya üyeliğimizin 6. ayının dolmasına 1 saat kala İşbir yönetimi tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden ana fabrika da dâhil olmak üzere 60 kişi işten çıkartıldık. Bunun üzerine 10 kişiden fazla başladığımız direnişi şu an 2 kişi devam ettirebilmekteyiz bunun sebebi ise biz direnen işçilere sendikanın mali olarak destek olamamasıdır. Ayrıca İşbir yönetimine açtığımız üç dava var. Bunlar da maalesef sürekli erteleniyor ve henüz somut kazanım yok. Direnişi kırmak amacıyla süreç içinde ne tür engeller ve baskılarla karşılaştınız? Birçok kez pankartlarımız, sandalyelerimiz, çadırlarımız çalındı. Yönetim burada çalışan işçilerin maaşlarını ödemezken, bizi işten atarken direniş çadırının görülmesini engellemek için bir kamyona günlük 150 TL vererek, çadırı kapatıyor. Bu da yetmezmiş gibi insan canını hiçe sayarak çadırın içinde bulunduğumuz bir sırada su tankeri çadırın üstüne sürüldü. Çadırın önündeki beton set olmasaydı belki de can kaybı yaşanacaktı. Buradan bizi kaldıramayacaklarını anladıkları an çadırın olduğu yerin tapusunu almak için belediyeye başvuruda bulundular fakat bu belediye tarafından kabul edilmedi. Direnişe halkın özelde de üniversite öğrencilerinin tepkileri ne yönlü? Bize destek olmak için üniversite öğrencileri bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Direnişimizin duyulmasında etkili olan bu basın açıklaması maalesef anlık bir tepki olarak kaldı. Bu süreçten sonra desteğin eksik kaldığını düşünüyoruz. Siz öğrencilerden beklentimiz direnişimize aktif destek vermeniz. Eğer toplumda birlik-beraberlik olursa, mücadele güçlenecektir. Biz zaten belli bir yaşa geldik. Derdimiz yarınki çocuklar ne olacak? Biz gelecek nesiller için direniyoruz. Yaklaşan 1 Mayıs vesilesiyle çalışmamız aracılığıyla ifade etmek istedikleriniz nelerdir?

8


-

1 Mayıs birlik-dayanışma-mücadele günüdür. Çalışmanız aracılığıyla herkesi haklarına sahip çıkmak için 1 Mayıs’a katılmaya ve taleplerini haykırmaya çağırıyoruz…

Yusuf ÇINAR - Hüseyin ŞİMŞEK

9


İNSANLIKTAN ÇIKIŞ: RECM (2) ‘‘Kentin erkekleri onu ölene kadar taşlar” Uzun ve trajik bir kadın tarihinin sonucu ve belki de yenilmesinin bedeli olarak kadınlara yaşatılan recim laneti, tek tanrılı dinlerin ilki olan Yahudilikte kutsal kitabın emri olarak geçer. Yahudi şeriat kitabı Talmut’ta bu ceza açıkça geçmektedir. Tevrat’ta konuyla ilgili hükümler şöyledir: Eğer bir adam başka birinin karısıyla yatarken yakalanırsa, hem kadınla yatan adam, hem kadın, ikisi de öldürülecek. İsrail'den kötülüğü atacaksınız. Eğer bir adam kentte başka biriyle nişanlı, ergen bir kızla karşılaşır ve onunla yatarsa, ikisini de kentin kapısına götürecek, taşlayarak öldüreceksiniz. Çünkü kız kentte olduğu halde yardım istemek için bağırmadı; adam da komşusunun karısıyla ilişki kurdu. Aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız. Bakirelik belirtisi genç kızda bulunamazsa; o zaman genç kız baba evinin kapısına çıkarılır ve kentin erkekleri onu ölene kadar taşlar; çünkü bu kız babasının evinde yosmalık etmiş ve İsrail’i aldatmıştır. Bir papazın kızı yosmalık ederek kendini lekelerse, babası da lekelenmiş sayılır ve yakılır. Hristiyanlık inancına baktığımızda recim Yahudilik gibi katı bir şekilde ele alınmamıştır. Örneğin Yahudilikte zina olayına kaynak olarak gösterilen kadının, tek başına sorumlu olmayacağını belirten İsa, ‘zina etmeyeceksin fakat ben size yemin ederim ki, bir kadına şehvetle bakan her erkek zaten yüreğinde zina etmiştir.’ diyerek erkeği de sorumlu tutar. Hristiyanlık’ta zina olayı şöyle geçmektedir: Yahudiler, İsa'ya zina ederken yakalanmış bir kadın getirmişler ve Musa peygamberin bu gibilere recim cezası verdiğini ileri sürerek buna ne diyeceğini sormuşlardır. İsa onlara, "İçinizde günahsız olan önce taş atsın" deyince başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa'yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, «Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?» diye sordu. Kadın, «Hiçbiri, efendim» dedi. İsa, «Ben de seni yargılamıyorum» dedi. «Git, artık bundan sonra günah işleme!» Kadınları acımasızca öldüren bir geleneğe peygamberlik düzeyinde bir erkeğin itiraz sesini yükseltmesi o günün şartlarında azımsanacak bir şey olamazdı. İsa’nın getirdiği yeni din eğer eski din sahiplerini, onu çarmıha götürecek kadar sinirlendirmişse bunda İsa’nın kadına yönelik geleneklere getirmek istediği yumuşatmanın, pasif direnişinin ve itirazının da belirgin bir etkisi vardır. İsa’nın ‘ilk taşı günahsız

10


olanlar atsın’ sözü kendi döneminde ve sonrasında uzun yıllar recmi durdurmuş olabilir ama Hristiyanlık zamanla binlerce kadını cadı diye yakan bir dine dönüşmekten de kurtulamamıştır. ‘‘Cadı suçlaması, engizisyon döneminde uygulamaya konmuş bir iktidar tekniğidir.’’(M.Foucault) Arapça bir kelime olan recim, taşlayarak öldürme anlamına gelmektedir. Recim kelimesinin fiil hali olan tercim ise ‘Allah’ın karşısında yapılan işleri reddetmek’ anlamında kullanılıyor. İslam dinine Tevrat’tan geçen recim İslamiyet’te nikâh yapmadan yapılan cinsel birliktelikler zina ve fuhuş olarak addedilir ve İslam nazarında meşru değildirler. Zina, evli olup başkasıyla ilişkiye giren erkek veya kadının, 4 şahit tarafından tespit edilmesidir. Kur'an'da konuyla ilgili tek bir hüküm vardır ve burada "taşlayarak öldürme" cezasından değil, döverek cezalandırmaktan bahsedilir. Konu ile ilgili ayet şöyledir: Bizim indirdiğimiz ve (hükümlerini üzerinize) farz kıldığımız bir sûredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık açık âyetler indirdik. Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz sopa vurun; Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah dini hususunda sizi sakın acıma duygusu kaplamasın! Müminlerden bir grup da onlara uygulanan cezaya şahit olsun. Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez; zina eden bir kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan erkek evlenebilir. Bu, müminlere haram kılınmıştır. Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen günahkârdırlar. Ancak bundan sonra tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir. Diye geçer. Recim kelimesi Kur’an’da taşlayarak öldürme değil, daha çok hor görmek, yalnız bırakmak gibi bir anlamda kullanıldığı da tefsirlerde geçer. İslam hukukunda bu caza hem erkek hem de kadın için geçerliydi. Günümüzde recim cezası ne Yahudilerde ne de Hristiyanlarda uygulanıyor. Daha çok Arabistan, İran, Afganistan, Somali, Nijerya ve Sudan gibi İslami ülkelerde uygulanmaktadır. Aslında biraz dikkatli baktığımızda günümüz dünyasında Recmin sadece İslam ülkelerinde değil, tüm dünya ülkelerinde uyguladığını göreceğiz. İslam ülkelerinde taşla öldürülen kadın, farklı yerlerde silahla, töre cinayetleriyle, sopayla, dayakla vb. şekillerle öldürülmektedir. Sistemlerin ismi değişse bile özü hep aynı kalmıştır. Fatih AKİKOL

11


SİVAS ÜZERİNE “Ekilip Ekin Geliriz, Ezilir Un Geliriz, Bir Gider Bin Geliriz, Beni Vurmak Kurtuluş mu” 2 Temmuz 1993’te Sivas‘ta Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Madımak Oteli’nde devletin de desteğiyle bir takım İslamcılar tarafından 33 aydın sanatçı ozan… 33 insan 33 can yanarak hayatını kaybetti. Ve bu insanlık suçunu işleyenler hiçbir zaman cezalandırılmadı. Sivas katliamı ile ilgili birçok dava açıldı; ama hiç birinden sonuç alınamadı. En son 13 Mart 2012‘de görülen dava, devlet tarafından zaman aşımına uğratıldı. Bu zaman aşımı sadece devletin ezilenlere, sömürülenlere, gerçek aydınlara karşı mutlak zihniyetini ortaya koymakla kalmamış, daha ziyade insanlığın, hukukun, demokrasinin, vicdanın varlığını da yok etmiştir. Mahkeme, karar verdiği sırada Türkiye’nin, dünyanın birçok yerinden gelen, adliye binası önünde toplanan, sadece bu haksızlığı protesto eden ve adalet isteyen binlerce kişiye gaz bombaları, tazyikli su ve coplarla saldıran, diğer yandan katilleri koruyup kollayan ve büyük bir keyifle “karar milletimiz için, ülkemiz için hayırlı olsun'' diyen Başbakanın sözleri 2 Temmuz’u tekrardan yaşatmıştır. Madımak katillerini ödüllendirmiş ve Sivas katillerinin avukatı olan devlet bu suçu da onaylamış, suça ortaklığını devam ettirmiştir. Tabi ki bizler, vicdan sahibi olanlar asla bu suça ortak olmayacak ve hiçbir zaman bu zaman aşımını kabul etmeyeceğiz. Sistemin sürekli başvurduğu katliamlardan en sonuncusu olan Roboski Katliamı da devlet tarafından unutturulmaya çalışılacak ve Madımak olayı gibi hukuk dışı uygulamalarla davalar düşürülecek, kimi başka olası davalar için de zamanaşımı yolu açılacaktır. Ama şunu unutmamalıyız ki, iktidarlar katliamları ve insanlık dışı uygulamaları temize çıkarmaya; halkın vicdanında bitmemiş olan davaları bitirmeye çalışsalar da bu çabaları boşunadır. Bu davalar böyle bitmeyecektir. İnsanlık suçlarını zaman aşımına uğratmak isteyenleri tarih, toplum ve insanlık hiçbir zaman unutmayacak, affetmeyecektir.

Derya ÖZATA

12


‘Binbir Çiçekli Bahçe’de Yaşar Kemal’e Dair Birkaç Söz ‘’Dünyamız, ne büyük mutluluktur ki, on binlerce çiçekli bir kültür bahçesidir. Her kültürün bir rengi, bir kokusu vardır. Dünyamızın bir çiçeğinin koparılması, dünyamızdan bir rengin, bir kokunun yok olmasıdır.’’ diyor kerelerce, bıkmadan, usanmadan bütün ödül ve barış konuşmalarında Yaşar Kemal. Yaşar Kemal’in ismi anıldığında kimde nasıl bir izlenim uyanmaktadır bilemiyorum; fakat bende her defasında en ‘basit’ tabiri ile dev bir ‘hakikat emekçisi’ canlanıyor. Çukurova’da ırgatlık yaptığı zamanlarda derlediği ağıt ve destanlardan bugüne değin de sürüyor bu hakikat emekçiliği. Bu büyük ustaya dair bir şeyler söylemek ne kadar zor ise birkaç sayfaya sığdırmak da bir o kadar zor sanırım ! Osmaniye’ye bağlı Hemite Köyü’nde büyüdüğü zamanları anlatırken ‘’….Bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin çocuğu olarak doğdum, büyüdüm. Evimizde sadece Kürtçe, köyde Türkçe konuşmuştum. Bir gün de kendimi yabancı, dışlanmış, farklı hissetmedim. Ben Türkmen kültürüyle zenginleştim, arkadaşlarım da benden Kürt türküleri öğrendi ’’ diyor, bu topraklar böylesi güzel günlere de şahit oldu dercesine ! Orta ve Doğu Anadolu’da kurtlar bir köye girer, ağıllardaki, damlardaki koyunlara saldırırlarsa, koyunlardan bir tekini parçalayıp yemezler, bir sürü koyunu gırtlaklarından yakalar bir yana atarlar, bundan sonra koyunun yaşaması olanak dışıdır. Koyun sahipleri de uğradıkları bu zarardan kaynaklı kurtların avına çıkarlar ve yakaladıklarında öldürmek yerine boyunlarına kalın, kopmaz kirişlerle, zincir tellerle, bir zil ya da çok küçük bir çan asar bırakırlar. Bu zil sesi ile de kurt bir daha hiçbir köye yaklaşamaz ve ölümlerin en sancılısını tadarak, açlıktan yaşamı son bulur. Kendi tabiri ile Yaşar Kemal de 17 yaşından bu yana ’zilli kurt’tur. 17 yaşında duyar ilk olarak Sosyalizm sözcüğünü ve çok gecikmeden 17 yaşında da düşer ilk olarak karakola ve 17 yaşında yer ilk dayağını ‘yetkili mercî’lerden. İşte bu günden sonra da her nereye yaklaşmaya çalışsa çan da mutlaka çalmaktadır. 13


Aç kalmamak için neredeyse hiç para kazanmaksızın çalıştığı bütün tarlalardan, kurumlardan ‘işveren’ler tarafından bir süre sonra işten çıkarılır Yaşar Kemal. Çünkü o artık çok ‘tehlikelidir’ ! İşte bu ‘zilli kurt’luk onun Arif ve Abidin Dino’larla tanışmasına, buradan Nadir Nadi’nin himayesinde Cumhuriyet Gazetesi’ne yolculuğu ile devam eder. Henüz gazeteci değilken de özel bir uğraş olarak topladığı ağıtları, tekerlemeleri gazetede de röportaj işi ile sürdürür. Ve ‘röportaj üzerine’ çok yıllar sonra kendisi ile yapılan sohbette de röportajı gerçek bir edebiyat ürünü, eksilmesinin de gazetelerin niteliksizleşmesine yol açacağını üzerine basa basa belirtir. İnce Memed’i gazetesinde tefrika ettirirken dahi herhangi bir isim vermekten çekinir, isimsiz yayımlamayı düşünse de Cevat Fehmi’nin ısrarları ismini koymasını sağlar. İşte bu tefrikadan sonra elbette hayatında büyük değişiklikler olur. Bu tefrika ile tehditler de alır; fakat her şey kendisinin de beklemediği kadar hızla gelişir ve bu serüven tüm dünyaya uzanan bir yolculuğa dönüşür. İnce Memed neredeyse 40 yıllık bir zaman diliminde oluşur. Dağın Öte Yüzü üçlemesi 15 yılda oluşur. Yazmak elbette ciddi bir iştir ve usta da bu ciddiyeti layıkıyla yerine getirmektedir. Her romanına başlamadan önce Stendhal’ın ‘Kırmızı ve Kara’sını mutlaka okur. Ve tabi Gogol’un ‘Ölü Canlar’ını. Gogol’a büyük ehemmiyet verir. Dostoyevski’nin ‘’Bütün Rus Edebiyatı Gogol’un Palto’sundan çıkmıştır’’ sözünü telkin eder. Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı öğrenmeden bir Kafka’ya bir Çehov’a, James Joyce’ye ulaşılabileceğine asla inanmaz. Yereli böylesi özümseyiş, algılayış, evrenseli daha iyi anlamlandırmasını sağlamıştır Usta’nın. Ve bu yüzdendir ki sanırım kitaplarının dünyada neden bu kadar çok beğenildiğini açıklarken ‘’İnsan dünyanın her neresinde olursa olsun, insandır’’ der. İnsan dünyanın bütün coğrafyalarında aynı iken muhakkak zulüm ve zorbalıklar, yaşanan acı ve haksızlıklar da pek farklı değildir. Bu yüzdendir ki Çukurova’da bir köylünün yaşadığı acı, döktüğü gözyaşı İspanya’nın Katalunya’sında da anlaşılabilmekte, paylaşılabilmektedir.

14


Elbette eserlerini oluşturan konular da ustanın bizzat yaşadığı coğrafyalarda ve yaşadığı ve tanık olduğu yaşanmışlıklardan meydana gelir. Çukurova zulümlere, sömürü ve acılara, feodalite, temsilcileri ve destekçilerine, uyuş-turul-muşluklara, az da olsa mutluluklara şahittir her daim ve bütün bunlar etrafında yaşamını idame ettirmeye çalışan insanların çırpınışlarına… Bu çırpınışlar ki kendi tabiri ile ‘’insan mit yaratan bir mahluktur’’ dedirtir kendisine. Bu mitleri yaratmadan yaşayamayacaklarını, hatta bu ‘mit’i yarattıkları gibi bir süre sonra nasıl ‘al aşağı’ edebildiklerini de öyle güzel anlatır ki aslında. Köylü insandır o’nun eserlerinde ve bu insan/insanlar her türlü ruh hâline değinilerek en başarılı şekilde işlenir kaleminde. Bittabî Çukurova da usta’nın avucunun içi gibidir ve tüm romanlarında bu ‘avuç içi’nde adeta gezintiye çıkarır okuyanı. Belki başka bir yazarda bir coğrafyanın ve o coğrafyaya ait herhangi bir şeyin tasviri çok eğreti durabilecek iken Yaşar Kemal’in tasvirinde durum bambaşkadır. Zira o tasvirler yazanın hayatında öyle yer etmiştir ki bu canlılık bize, hatta dünyanın birçok coğrafyasında birçok kültüre, birçok insana da hitap etme gücüne sahiptir. Yaşar Kemal, katıldığı bütün konuşmalarında, ödül törenlerinde, hatta bazı savunma metinlerinde dahî belli başlı şeylerden söz eder. Aslında bu belli başlı şeylerden söz edişin kendisi da farkındadır ve o yüzden: ‘’Bak arkadaş benim dilime pelesenk ettiğim bazı şeyler vardır…’’ diye başlar. Bu belli başlı şeyler aslında çok ama çok fazla şeylerdir. Dünyanın neresinde ve hangi platformda bulunursa bulunsun doğa kırımından, ormanların yok oluşundan, daha doğrusu yok edilişinden, doğayla birlikte insanların insanlığın da sonunu getirmeye başladığından, Akdeniz’in öneminden, ilk uygarlıklardan ve bugünkü durumdan dem vurur. Sonra bu coğrafyada zulümlere dair konuşurken bir kez daha telkin eder: ‘’Bu toprakların türküleri kanunlarından daha güçlüdür’’ diye. Ve mutlaka ‘binbir çiçekli bahçe’sinden söz eder, her biri farklı bir kültürü temsil eden bu bahçede hiçbir çiçeğin zarar görmemesi gerektiğini, bu kültürlerin başlangıçtan bu yana birbirlerini beslediklerini, savaş sever çığırtkanlara tamah edilmemesi gerektiğini anlatır, durmadan, bıkmadan, usanmadan anlatır. Dünyada yaşadığımız müddetçe yaşamasını arzu ettiğimiz insanlar vardır. Çok mümkün görünmese de, aklın ve vicdanın zulmü bastırdığı ve on yıllardır kendisinin de arzu ettiği ‘barış’a vasıl olan günleri görebilmesi dileği ile belki çok

15


‘gerçek üstü’ ve bir o kadar iyimser bir temenni ile yazıyı sonlandırmak belki de her şeye rağmen en iyisi. Usta’ya dair söz çabalarımı eskilerin tabiri ile lâf u güzaf’a vardırmadan gerçek mahiyette nitelikli birkaç söz söyleyebildi isem ne mutlu ! Her şeye rağmen umutla, inatla, saygıyla…

16


ZAMANINI YİTİRMİŞ MEKÂNLAR Yol boyunca pörsümüş, köhne evler ve ihtişamlı, devâsâ camiler eşlik etti kendisine. Şu gösterişten uzak, çelimsiz evlerin yanında şu uzay üssünü andıran camileri görünce “evet burası olsa olsa Allah’ın ikâmet adresi” demekten alamadı kendini. Yıllar önceydi Hallac-ı Mansur’u ilk okuyuşu…Üstelik pek de sevmişti ; ama şimdi ona da kızıyor ve inceden inceye ve yine içinden “hal bu minval üzereyken nasıl olur da yansıması oluyoruz onun” diyordu. Yol uzun…yol kavisli…yol yılan…Yalnızca evler ve camiler yoktu yol kenarlarında, kilometre başı karakollar da vardı aynı zamanda. Halkın güvenliğini sağlıyordu bu karakollar, bizzat şahit olmuştu ekip biçtiği tarlada hak iddia eden köylünün jandarmadan gördüğü muameleye… Ne desen vardı yollarda, milyonlarca şey…Tek asfalt yoktu. Yıllarca sonra ilk kez asfalt getirildiğinde, buna bir anlam veremediklerinden olacak tadına bakma gereksinimi duyacaktı çocuklar. Yol deyip geçmeyelim, mühim mevzûdur. Samimiyetin en berrak ve en yüce hali yoldaşlıksa o halde yollar da önemli olmalıydı. Bu düşüncelerle birden toparladı kendini daha bir dikkatli bakıyordu etrafa. Koca bir bölgeyi takma adlarla dolanmak zorunda kalmış Fırat’ı gördü. Nazlı salınmıyor, üstelik hırçındı da. “Koca bir coğrafyayı takma adlarla dolanmak zorunda mıyım” dercesine köpüren bir Fırat’tı karşısındaki. Ürktü…Biraz da üzerine alındı bu haykırışı. Öyle ya bu durumdan onun da yok muydu hiçbir kabahati? Kısa süreli bir içmonolog yaşadı. Çocukluğundan kalma bir üçkağıtçılık oyunuydu bu zihninin kendisine oynadığı. Tüm suçu atalarına yığdı, rahatladı. Fırat’ı unuttu…Fırat yoktu artık. Ardından jandarmayı karakolu da unuttu. Unutmak tam da böyle bir ihanetti, yakıcılığı insanın benliğinden başlayan… O, bunun farkında değildi. Yüzü umursamaz bir tavır aldı, ardından zaman ve mekan algısını parçalayan otobüsün seyrine daldı. Yine aynı şeyler oluyordu. Yılan yoldan, çocukluğunda 62’den türettiği arada bir önlerinden can havliyle kendini yolun öte yanına atan tavşanlardan, fıstık ağaçlarından,

17


ıslıkçasına kulaklarına ince bir titreşim yayan ezgilerden çook uzaklara götürdü zihni onu. Gözleri iki ağaç yeşili ve yakamoz kızılı saçlarıyla dudaklarında ezilenlerin türküsü uğuldayan sevdiği düştü aklına. Ona hep “sevdiğim” derdi, hiç sevilmeden hep sevmişti çünkü. Bir gün o da sevse kimbilir belki de bırakacaktı artık onu sevmeyi, gidip kendisini sevmeyen başka birini sevmeye başlayacaktı. Ne güzeldi yalın sevmek…İnsan sevilince bir şeyler bekliyordu, çoğu zaman da gelmiyordu zaten bekledikleri. Elif’ti Lam’dı Mim’di : özcesi elemdi beklemek. Öylece bekliyordu orada bekledikleri, sonu gelmeyen bekleyişler, çıkılmaz bir girdab… Ona sorsan o hep böyleydi; hatırlamıyordu belki ama eskiden o da istiyordu sevilmeyi : sevilmeye sevilmeye alışmıştı sevilmemeye. Kızmıyordum bu yüzden ona, hepimiz alışkanlıklarımızı yaşamıyor muyduk ki zaten? Neyse siz yine de söylemeyin bunları ona, duysa üzülür, aramızda kalsın o varsın hep böyleydi bilsin. …… Bir süre uyudu. Rüyasında gün boyunca düşündüklerini ve yaptıklarını gördü, uyandı. Hiç dinlenememişti, gün boyu dinlendirici şeyler düşünmemiş ve yapmamıştı demek ki. …… Varacağı yere varmıştı, indi. İç cebindeki gazete sayfasına sardığı tütününü çıkarttı bir de pel. Kaldırıma ilişti, köşeye oturdu. İlk denemesi başarısızdı, saramadı. İkincisini denemeye başladığında bir küfür yuvarladı dudaklarının arasından. Tutkusundan ya da merakından değil parasızlıktan aldığı tütünü, ne de belliydi. Sardı sigarasını –buna sarmak denirse- ağır bir yudum aldı, kalktı. Sırtında çantası yürümeye başladı. Gördüğü hiçbir mekân çocukluğunun zamanında değildi, çocukluğunun zamanı ise çoktan yitip gitmişti gördüğü mekânlardan. Daha da sinirlendi bir küfür daha yuvarladı. Bir an duraksadı, şaşırmıştı çocukluğunun sokakları ve çocukluğunun zamanı sanki bugünle birleşip daha okkalısından bir küfürle

18


cevaplamıştı onu. Güldü. Bu gürültünün ardından geleceği belli yağmur boşaldı bulutlardan. Yürüdü…koştu… Sonra mı ? Öldü sonra

Ercan DENİZHAN

19


20


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.