20-30 Ocak 2011

Page 1

Kapak abc_Layout 2 1/19/11 11:39 AM Page 1

YDSB ile Torba yasa üzerine söyleşi SAYFA 08 Gül’e dikensiz gül uzatanların köşk ziyafeti

Kara kıtadan yükselen isyan sesleri

16

14

Kanser vakalarında artış yaşanıyor

06-07

Halkın Günlüğü

20-30 Ocak 2011 Yıl: 1 Sayı: 2 Fiyatı 1.5 TL www.halkingunlugu.net

GÜNCEL

Ölümünün dördüncü yılında Hrant Dink anıldı

Sömürü ve zulüm düzenine karşı

Başkaldırıyoruz

Dört yıl önce uğradığı silahlı saldırıda yaşamını yitiren Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, ailesi ve arkadaşları tarafından anıldı. Birçok kez ölüm tehtidi alan Dink, durumu yetkililere bildirmiş olmasına karşın hiçbir önlem anılmamış ve devlet yetklileri tarafından da benzer tehditlere maruz kalmıştı. 19 Ocak 2007 tarihinde devlet tarafından organize bir şekilde katledilen Hran Dink’i saygıyla anıyoruz.

KCK davasından, torba yasa ile hayata geçirilmeye çalışılan politikalara, CMK’nın 102. maddesinde yapılan değişiklikten, demokratik haklar mücadelesine yönelik yapılan saldırılara kadar, hakim sınıflar ezilen, emekçi kesimlere yönelik tam bir saldırı furyası estirmekte

K

CK davası adı altında Kürt siyasetçilerine yönelik saldırı politikasını her geçen gün yoğunlaştıran devlet, diğer taraftan ise yaptığı yasal düzenlemelerle kendi katillerini serbest bırakıyor. 1990’lı yıllarda ülke genelinde gelişen sınıfsal ve ulusal mücadeleye karşı devlet tarafından bizzat piyasaya sürülen ve özellikle Kuzey Kürdistan’da yüzlerce katliamın sorumlusu olan Hizbullah üye-

Futbol asla sadece futbol değildir GÜNCEL SAYFA 10

Değişen CMK ve ortaya çıkan gerçekler Yaratılan yanılsama ile CMK’da yapılan bu değişiklik, kamuoyunda özgürlüklerin genişletildiğine dönük bir profil çizerken, bir yönüyle yargıyı kamuoyunda teşhir ederek buraya nüfuz etmenin önünü açmak, diğer bir taraftan da Kuzey Kürdistan’da islami kimlik üzerinden PKK’nin etki gücünü azaltmak şeklinde özetlenebilir. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 102. maddesinde yapılan değişiklikle tutukluluk süreleri yasal olarak uzatıldı.

KCK davası 28 Ocak 2011’e ertelendi

leri, CMK’nın 102. maddesinde yapılan değişiklik ile serbest bırakıldı. Söz konusu devrimciler, demokratlar, yurtseverler olunca her türlü zorbalık ve baskı yöntemini meşrulaştırmaya çalışan, devrimci tutsakları tam bir tecrit zulmü altında yıllarca hapishanelerde tutup ölümlerine yol açan devlet, diğer taraftan ise tam bir riyakârlık örneği sergileyerek ‘insan hak ve özgürlükleri’nden bahsedebiliyor.

Diyarbakır Adliyesi’nde 13 Ocak tarihinde yeniden görülmeye başlayan KCK davasında Kürtçe savunma hakkı engellenmeye devam ediyor. En az KCK davası kadar tartışmalara vesile olan Kürtçe savunma talebi devletin inkar politikasıyla karşı karşıya. KCK davasının önümüzdeki duruşması 28 Ocak 2011 tarihine ertelendi.

Türkiye ve Kürdistan’da neyi nasıl yapmalı ? MAHMUT ALINAK’IN yazısı Sf 22

DOSYA lllllll

GÜNCEL 02

e-posta: halkingunlugu@hotmail.com

BU SAYIMIZDA EMRAH CİLASUN VE ÖDP GENEL BAŞKANI ALPER TAŞ’IN GÖRÜŞLERİNE YER VERİYORUZ

Kürt ulusal sorunu

Kürt ulusal sorunu noktasında farklı bakış açılarını ve çözümleri bir araya getirmeye devam ediyoruz. Dosyamız devam ederken, Amed’de yeniden görülmeye başlayan KCK davası ise devletin ortaya koymuş olduğu “çözüm” siyasetinin ipuçlarını ellerimize sunuyor. Devletin Kürt ulusal sorunu noktasında kırmızı çizgileri değişti mi, değişmedi mi (?) gibi meselenin özüne dair farklı fikirler yeni konuklarımızın görüşleriyle sizlerle . 18-19-20’de


2-3_Layout 2 1/19/11 10:13 AM Page 1

02 gündem

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

KCK davası devletin Kürtlere bakışını gösteriyor KCK davasında ikinci duruşmalar başladı. Devletin Kürt ulusuna bakışının adeta ayna görevi gören, kamuoyunda KCK davası olarak bilinen ve asıl amacı Kürt ulusunun meşru ve demokratik hak taleplerini engellemek olan bu davanın 2. duruşması 13 Ocak’ ta başladı. Devletin inkarda ısrarına sahne olan ilk duruşmada, tutukluların Kürtçe savunma talepleri reddedilmiş ve Kürtçe için “bilinmeyen dil, Kürtçe olduğunu tahmin ettiğimiz dil” söylemleri kullanılmıştı. Buna karşılık davada yargılananlar Kürtçe savunmada ısrar etmiş ve sık sık krizler yaşanmıştı.

Değişen tek şey var: daha fazla inkar! Kürt siyasetçi, aydın, yazar ve insan hakları savunucularının yargılandığı davada, avukatların tahliye talepleri dikkate alınmadı. Tutuklular bir önceki duruşmada olduğu gibi bu duruşmada da kimlik tespitine Kürtçe cevap verdiler. Fakat mahkeme heyeti tarafından kayıtlara, bir önceki davada olduğu gibi, “Kürtçe olduğunu düşündüğümüz dil” olarak geçti. Ayrıca tutukluların Kürtçe savunma yaptıkları sırada mahkeme heyeti tarafından mikrofonlar kapatıldı. Davada savunma yapan Avukat Şiar Rışvanoğlu konuşmasına İngilizce başladı ve "Konuştuğumun İngilizce olduğunu herkes biliyor, aşinadır. Ama yanı başımızda yaşayan Kürt halkının diline yabancılaştık" dedi. Duruşmanın 15. celsesi Osman Baydemir'in ifadesinin alınması ile sürdü. Baydemir, Kürtçe "Sayın başkan biz ne merhamet ne de zulüm istiyoruz. Sadece adalet istiyoruz. Savunmamı Kürtçe yapacağım" demesi üzerine, mikrofonun sesi kısılarak, Baydemir'in savunma yapmasına izin verilmedi. 16. Ve 17. Celselerde de Kürtçe savunmaya izin verilmeyen mahkemede avukatlar yaptıkları savunmalarda davanın tamamı ile siyasi bir dava olduğunu vurgulayarak bu hukuksuzluğa bir son verilmesini

istediler. Avukatların tahliye taleplerinin de reddedildiği KCK davası 28 Ocak tarihine ertelendi.

Polis halka saldırdı Duruşma öncesinde BDP ve DTK tarafından organize edilen ve birçok siyasi kurum, aydın, sanatçı ve insan hakları savunucularının katıldığı mitingde, yargılanan Kürt siyasetçi, aydın ve yazarlarla dayanışma çağrısı yapıldı. Miting sonrası kitle kalabalık kortejler oluşturarak adliyeye yürümek istedi. Miting alanından adliyeye doğru yürüyüşe geçen kitleye polis saldırdı. Gaz bombası tazyikli su ve coplarla yapılan saldırı sonrasında çok sayıda kişi yaralanırken birçok kişide gözaltına alındı. Amed dışında ülkenin bir çok yerinde yapılan protesto yürüyüşlerine de bir çok yerde polis saldırısı gerçekleşti. Devlet, Kürt ulusunun en

demokratik hakkına dahi tahammül etmediği KCK davaları ve taleplere karşı yaptığı saldırılarla bir kez daha ortaya koydu. KCK davasında yargılanan Kürt siyasetçilere destek için 16 Ocak tarihinde İstanbul-Taksim’de yürüyüş yapıldı. İstiklal Caddesi’nde yapılan yürüyüşte İstanbul BDP İl Eş Başkanı Mustafa Avcı ve Sebahat Tuncel konuşma yaptı. Konuşmalarda Kürtlerin uğradığı baskı ve katliamlara dikkat çekilirken “Kendi anadilleriyle savunma yapma talebinde bulunan Kürt siyasetçilerinin bu insani ve haklı talebinin mahkeme tarafından ret edilmesi, elbette ki AKP’nin tekçi ve inkarcı zihniyetinden bağımsız değildir. Dil varlıktır.” denildi. Eylem sonrası BDP İl Başkanlığına yürüyen kitle ile polis arasında çatışma çıktı. Bir çok aracın hasar gördüğü çatışmada çok sayıda kişi gözaltına alındı.

Değişen CMK ve ortaya çıkan gerçekler Ortaya çıkan tabloda yansıyanlar seçim sürecinin ve devletin organizasyonunun sağlanmasında yeni bir aşamaya gelindiğini göstermekte. 12 Eylülde gerçekleşen referandumla yarım kalan ve bugün tamalamak istediği yargı “reformu”nu biran önce hayata geçirmek isteyen AKP, bu yasayla bir adım daha istemine yaklaşmış durumda. Yargı üzerindeki denetim ve etki gücünü artırmak isteyen AKP böylece yargı içerisinde iktidarı elinde tutan kemalist kliğin elini zayıflatmakta ve kendine yer açmaktadır. Kemalistlerin iktidar üzerindeki gücünü zayıflatarak –ki bu yıllar önce başladığı dalaşta en önemli kısımlardan bir tanesi- güncel anlamda daha çok ulusal kimlik üzerinden öne çıkan Kürt ulusu gerçekliğini de dini kimlik üzerinden kırmış olacak. İkincisi bütün kliklerin üzerinde uzlaştıkları bir durum. Birincisi ise bu uzlaşının AKP açısından meyveleri. Demokrasi ve daha fazla özgürlük lafzı ise bu sürecin

yönünü kendi lehine çevirme uğraşı şeklinde okunmalıdır. Böylece Hizbullah üyesi ve yöneticisi olan kontra elemanlarının çıkışları iki şekilde yorumlanabilir. AKP yargıtayı sıkıştımak için bu yasayı çıkardığında tesadüf olarak böyle bir olay yaşandı ya da ikinci bir durum gerçekleşti. Yani Hizbullah ile AKP danışıklı bir dövüş içerisinde. Her iki durumda da sonuç değişmeyecek. Gerçek hayatta tesadüfler üzerinden somut politika uygulanmaz. Yani başka bir deyişle bu sürecin danışıklı olmadığı gerçekliği ile hareket ettiğimizde sonucun sağladığı avantaj olarak öne çıkması veya bu işin danışıklı olarak tasarlandığı ve ortaya çıkan sonucunda böylesi bir avantaj sağlayacağının baştan kurgulanmış olması. Haliyle hem kamuoyunda oluşan tepki hem de bu şahısların icraatlarına devam etmekle yaratacağı etkiler devleti ve AKP’yi güçledirmiş olacak. Hem yargıya nüfuz ederken bu kişilere

karşı kamuoyunun tepkisini hem de Kürdistanda PKK’ye karşı bu şahısların islami kimliğini azami derecede kullanmış olacak. Yargının elini zayıflatmak ve bunun üzerinden de klik çıkarlarını yargı içerisinde sağlama aldığı gerçekliğini bir tarafa bırakırsak, Kürdisatan’da islam profilini öne çıkararak BDP’nin, daha geniş anlamıyla da PKK’nin elini zayıflatmak istemekte KCK operasyonlarıyla süreci kendi lehine çevirmeye çalışan AKP, piyasaya sürdüğü yeni politiklarla da Kürtdistan’da aleyhine olabilecek gelişmeleri kendi lehine çevirmek istiyor. Bu durumun tesadüf olma olasılığı çok muhtemel gözükmüyor. Başka türlü ifade edecek olursak, böylesine keskin bir dönemeçte şans üzerinden, ihtimallerle hareket edilmez. Yani yasa çıkarılıken de hazırlanırkende bu yasayı hazırlayanların sürecin anahattını ördükleri ve şuan ki durumuda menfaatleri noktasında kullandıklarıdır.

Kardelen Yayımcılık’tan kampanya 1. Kaypakkaya seti kampanya fiyatı 30 TL 1- İbrahim Kaypakkaya Seçme Yazılar 2- Bir Komünistin Biyografisi 3- Kanla Yazılan Tarih Silinmez 4-Tohum 5-Partizan Şiirleri 6-Dinmedi Halk Tufanı 2. Set kampanya fiyatı 20 TL 1- Küçük Amerikalıların Entergrasyonu 2- Yeni Dünya Düzeni 3- Uluslararası Sermayenin Savaş Diplomasisi 4- Türkiye’de İnsan Hakları ve Demokrasi 5- Küçük Burjuva İdeolojisi 6- Kar Beyazı Düşler 3. Set kampanya fiyatı 20 TL 1- Yoldaşlarla Omuz Omuza 2- Nepal Gerçeği 3- Devlet Ulustan Federasyona 4- Suçumuz İnsan Olmak 5- Zafere Halay 6- Nazlı Vatan 4. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Gruzi 2-3 2- Huruç 3- Mavi Munzur Masalları 4- Çıplak ve Özgür 5. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Gül Demir Çığlık 2- Denemeler 3- Filozof 4- Aşk ve Işık İçinde 5- Brunswick Delilerİ 6- Karyaditler 6. Set (Muzaffer Oruçoğlu) kampanya fiyatı 40 TL 1- Dersim 2- Kangurular 3- Sanat ve Edebiyat Yazıları 4- Baba İshak Destanı 5- Sevdalı Kız 7. Set kampanya fiyatı 25 TL 1- Soğuk Cam 2- Mektuplar 3- Yıldızların Yaralı Göğsünde 4- Şilan Çocukları 5- Bahar Kokuyor Yaram 6- Sevdalar da Soğur En Sıcak Yerinden 7- Parlayan Kızıl Yıldız 8- Gizli Mücadele 9- Düşlerin Ezgisi 10- Adsız Fırtınalar Doğuyor

İletişim adresi Tel: (0212) 238 37 96 e-posta: kardelenyayincilik@hotmail.com

Halkın Günlüğü

KARDELEN BASIM-YAYIM REKLAM GÖSTERİ ORGANİZASYON LİMİTED ŞİRKETİ Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Hıdır Gürz Yayın Türü: Bölgesel Süreli Yönetim Yeri: Şehit Muhtar Mah. Süslü Saksı Sokak NO: 11 Kat: 4 BEYOĞLU/İSTANBUL

Teknik Hazırlık: Kardelen Yayımcılık Mahmut Şevket Paşa Mah. Sivas Sok. No:2 Kat:3 Okmeydanı/İSTANBUL Tel-Fax: (0212) 238 37 96

Baskı: SM. Matbaacılık Adres: Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sokak NO:10 ABlok Yenibosna Bahçelievler-İST Tel ( 0212) 654 94 18

BÜROLAR

1 YILLIK ABONELİK ÜCRETİ: Yurtiçi 54 TL Yurtdışı 108 EURO HESAP NUMARALARI Ertaş ÖZTÜRK adına İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (TL) 1002 30000 1153314 İş Bankası İst. Aksaray Şubesi: (Euro) 1002 301000 1107308 İş Ban. İst. Aksaray Şubesi: (CHF) 1142699 İş Bank. İst. Aksaray Şubesi: (Sterlin) TR110006400000210021174906 İZMİR: Şehit Fethi Bey Cadde No: 13 Eski Eshot İşhanı Kat:4 Konak/İzmir TelFax: (0232) 482 01 63 ● KARTAL: İstasyon Cad. Pınar İşhanı Kat:2 Daire:38 KARTAL Tel-Fax: (0216) 389 65 63 ● MERSİN: Çankaya Mahallesi 4702. Sok. No:8 KAt:3 Akdeniz/Mersin ● AMED: İskender Paşa Mah. İnönü Cad. MA-GÜL İşhanı Kat:4 No:10 Dağkapı/Amed ● ATİNA: Spiro trikoupi 21 10683 eksarxia GREECE/Yunanistan e-mail: devrimcidemokrasi_yunanistan@yahoo.com.tr ● YD TEMSİLCİLİĞİ: Kaiser-Wilhelm Str. 275 47169 Duisburg/DEUTSCHLAND e-mail: d.demokrasi@googlemail.com


2-3_Layout 2 1/19/11 10:13 AM Page 2

güncel 03

Tekirdağ F tipinde

kol kıran işkence Hapishanelerde siyasi tutsaklara yönelik tecrit saldırıları devam ediyor. Zorla tek kişilik hücrelere konulan devrimci tutsaklar, uygulamaya direnince gardiyanlar tarafından işkenceye maruz kaldı. İşkence uygulamasında Şehmuz Avcı ve Bektaş Karaman’nın koları kırıldı Tecrite Karşı mücadele Platformu son dönemde hapishanelerde siyasi tutsaklara yönelik artan saldırılar hakkında suç duyurusunda bulundu. DHF’nin de bileşeni olduğu Tecrite Karşı Mücadele Platformu (TKMP) bileşenleri Sultanahmet Adliyesi önünde bir araya gelerek son dönemde tutsaklara yönelik yapılan saldırıları, sürgün sevkleri protesto etti. TKMP işkenceciler hakkında suç duyurusunda bulundu. TKMP bileşenleri “Hapishanelerdeki tecrite, sürgün sevklere, saldırılara son” yazılı pankart açark, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur”, “İçerde dışarıda hücreleri parçala” sloganları attı.

İşkenceye direnmek yeni işkenceleri beraberinde getiriyor TKMP adına açıklama yapan Sebiha Köz, tecridin dayattığı işkence saldırılarna karşı mücadele eden devrimci tutsakların, bu tavırlarından dolayı hapishane idareleri tarafından daha boyutlu işkence metodlarına maruz kaldıklarını açıkladı. Ağırlaştırılmış müebbet hapsinde tutulan devrimci tutsakların yeni

bir yönetmelikle 23 saat tek kişilik hücrelere konulmasının Tekirdağ 1 ve2 No’lu F Tipi Hapishaneleri’nde devrimci tutsaklar tarafından protesto edildiğini hatırlatan Köz, havalandırma sürelerinin uzatılması, yaşam koşullarının düzeltilmesi için çeşitli biçimlerde sürdürülen eylemlerin hapishane yönetimi tarafından daha boyutlu işkence saldırıları ile karşılandığını açıkladı. Köz konuyla ilgili şu bilgilendirmeleri yaptı: “Tekirdağ 1 ve 2 No’lu F Tipi Hapishaneleri’nden Gelen bilgilere göre; 2 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde saldırı sonrası tutsaklar üç kişilik hücrelerden tek kişilik hücrelere zorla götürüldü. Bu saldırılar sırasında Şehmuz Avcı isimli tutsağın kolu, Bektaş Karaman’ın kolu kırılmış, İlyas Argun, Cemal Bozkurt, Ali Gül Alkaya ve bir çok tutsağa işkence yapılmıştır. 2 No’lu hapishane’de bu saldırılar olurken Tekirdağ 1 No’lu da boş durmamış direnişi ve yapılan protesto eylemlerini dağıtmak amacıyla çareyi tutsakları başka hapishanelere zorla sevk etmekte bulmuştur. Buna göre İsmail Yılmaz Kandıra 1 No’lu F Tipi’ne, Turgut Kaya Kandıra 2 No’lu F Tipi’ne, Ulvi Yalçın, Hüseyin Karaoğlan, Murat Aktaş, Hüseyin Erdemir, Bektaş Karaman, Hasan Özcan, Mehmet Ali Bozok, Oğuz Arsin ise Edirne F Tipi’ne zorla sevk edilmiştir.” Yapılan basın açıklamasının ardından TKMP, Tekirdağ 1 No’lu F Tipi yönetimi hakkında Sultanahmet Adliyesi’ne suç duyurusunda bulundu.

Hapishanelerde tutsaklara yönelik saldırılar devam ediyor. Yapılan işkencelere karşı direnenler yeni saldırlarla karşılaşıyor. Bu saldırıların son örneği Tekirdağ 1 No’lu F Tipi Hapishanesi’nde yaşandı.

YÇKM’de tutsaklarla dayanışma etkinliği Yeni Demokrasi Şehit ve Tutsak Aileleri Birliği, 9 Ocak Pazar günü Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi (YÇKM)’nde ‘İçerde dışarıda tecridi parçala’ şiarı ile bir etkinlik organize etti. Saat 15.00’da başlayan etkinlik, devrim ve demokrasi mücadelesinde şehit düşenler anısına yapılan saygı duruşu ile başladı. Saygı duruşu sonrası Aile Birliği adına etkinliğin amacı ve hedefleri anlatan bir konuşma yapıldı. Hapishanelerin tarihsel gelişimini anlatan sinevizyon gösterimi yapıldı. Maoist Komünist Partisi (MKP) dava tutsakları tarafından gönderilen mesajın okunmasıyla etkinliğe devam edildi. Etkinlikte sırasıyla Grup Munzur, Mehmet Ekici, Pınar Sağ sahne aldı. Bu sanatçılar ezgilerini hep bir ağızdan seslendirdiler. Bir şehit annesi tarafından okunan şiirler oldukça duygulu anların yaşanmasına sebep oldu. Son olarak sahne alan şair Ruhan Mavruk’ta Cumartesi Anneleri için yazdığı bir şiiri kitle ile paylaştı. Aile Birliği tarafından etkinliğe katılan sanatçılara ve şehit ailelerini temsilen üç anneye tutsakların ürünlerinden hediye edildi. Yapılan etkinliğe Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri (PŞTA) de bir mesaj gönderdi.

SINIF TAVRI ismail uçar

HALKIN GÜNLÜĞÜ İLE YENİLENMEK

N

itel veya nicel her değişiklik koşulların ve ihtiyaçların sonucu olarak temelde iki şekilde görünürlük kazanır; Bunlardan birincisi geçmişin bütünlüklü bir değerlendirmesini yaparak artık bununla bir yere varılamayacağı sonucuna ulaşılarak mevcuttan bütün kökleriyle birlikte koprak “yeni” nitel bir değişikliğe gitmek. İkincisi ise hem ihtiyaçlara cevap olmada, hem de önümüze koyduğumuz hedefler konusunda mevcudun halen geçerliliğini koruduğu, dolayısıyla öz olarak devrimci dinamiğe sahip olduğu değerlendirmesinden hareketle bunun devrimci özüne sahip çıkarak ihtiyaçlar ekseninde bir takım yenilenmelere gitmek.

mücadelesi ve bu mücadelenin taraflarının eşitsiz güçlerinin doğal sonucu gördüğümüz kadar ‘damla etkisini’de gözardı etmememiz gerekir. Burada asıl önemsenmesi gereken, bir etkinin olduğu gerçeğidir. Doğrudur, bugün bu etki ‘damla’ düzeyindedir. Fakat asıl enerjiyi devrimci dinamizmi temsil eden kuvvet de bu küçük güçtür. İşte Halkın Günlüğü’nün birçok eksikliğine karşın kendisini yenileyerek sınıf mücadelesinin bu alanda ki görevlerini yerine getirme gayretindeki başarı ve başarısızlık tamamen <toplamda Halkın Günlüğü’nün bir bütün olarak ifade eden çalışanından-yazarına, dağıtımcısından-okuruna> bu kolektif camianın karşılıklı görev ve sorumluluklarını ne kadar yerine getirip getirmediğiyle doğrudan alakalıdır.

Bu her iki değişiklik, ya da yenilenme kuşkusuz ki bilimseldir, doğrudur ve devrimcidir. Bunların dışındaki yaklaşımlar, yani; geçmişi külliyen inkar etmek, tarihi belirli bir kesitle başlatma tutumlarına soyunmak ve elinde kalmış ürünün etiketini değiştirerek kötü malına pazar yaratan işletmeci misali “değişim” iddiasıyla karşılığı olmayan büyük beklentilerde bulunmak. Veya tersinden hem varlığı itibariyle hemde aradan geçen süreç itibariyle esasta iddiasını yerine getirme konusunda bilimsel geçerliliğini yitirmiş, dolayısıyla devrimci dinamiklerini kaybetmiş ceset durumundaki bir şeyin ısrarla, tutucu ve doğmatik bir şekilde savunulucuğuna soyunmak. İnkârcılık ve tutuculuk bağlamında verdiğimiz bu iki örnek sınıf mücadelesinde <araçlar, programlar, stratejiler, taktikler vb. gibi esası ve taliyi teşkil eden konularda yapılan veya gidilen değişiklik, yenilik, yenilenme> gibi konularda bilimsel olmayan ara yaklaşımlardır.

Halkın Günlüğü’nün daha nitelikli ve etkili olma gayretini sahiplenip-güçlendirmek için çalışanından yazarına dağıtımcısından okuruna kadar herkesin önceki süreçten daha fazla bir çaba içerisinde olması gerektiği somut görevi önemsenmelidir.

Şimdi konumuza < Halkın Günlüğü’yle yenilenmek başlığıyla bağlantısını kurarak > devam edelim. Devrimci bir kitle gazetesi olan Halkın Günlüğü soyut bir değişimin temsiliyeti veya iddiasında olmadığı gibi devrimci gazetecilik serüveninin öncellerini bugün ki deneyim ve tecrübenin esas dinamizmi olarak ele almaktadır. Dolayısıyla ne tarih bilincinden yoksun bir değişim ne de koşullar ve ihtiyaçlara göre kendisini yenilememe anlayışına sahiptir. Aksine üstlendiği görevi layıkıyla yerine getirebilmek için Yeni Demokrasi’den Devrimci Demokrasi’ye ve diğerlerine uzanan Kaypakkaya güzergahının bu mevzisindeki devrimci tecrübeyi kuvvetlendirmenin, ihtiyaçlar doğrultusunda yenilenmenin en önemlisi de proletarya, ezilen ulus ve azınlıklardan kitlelerin sesi olma görevini yerine getirmede tarihsel bir avantaj olarak ele almaktadır. Halkın Günlüğü’nün, periyoduyla, içeriğiyle ve bununla uyumlu olmasına gayret ettiği biçimsel görünümüyle kendi koşulları içerisinde önemli olsada, hiç kuşku yok ki, yazılı-görsel ve sözlü iletişim araçlarının oldukça yaygın olduğu günümüzde birçok boyutuyla yetersiz kalmaktadır. Hele ki bu yaygın iletişim araçlarının kitlelerin yaşam ve zihinlerini etkilemedeki kuvveti ve bu kuvveti elinde tutan gücün hakim sınıflar olduğu gerçeği göz önüne alındığında Halkın Günlüğü’nün etkisinin ‘denizde damla’ kadar olduğu gerçeğini objektif bir durum olarak kabul etmek durumundayız. Zira ‘denizde damla’ durumunu sınıf

Kuşkusuz ki bu toplam içerisinde esas taşıyıcı görevi işin mutfağındaki çalışanlara ait olacaktır. Ancak görev dağılımından kaynaklı objektif bir durum olmakla birlikte diğerlerimizin gazetemizle ilişkilenmesinin zayıf, üzerimize düşen görev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde hantal hareket etmemizin vesilesi olmamalıdır. Eğer ortak hedefimiz Halkın Günlüğü’nü belirli bir süre sonra haftalık ve uzun vadede ise günlük çıkartmak gibi bir sorumluluğumuz olduğunu kabul edersek gazetemizle olan ilişkilenmemiz sadece okur, sadece yazar, sadece dağıtan, sadece çalışan düzleminde ele alınmamalı ve bu görev az sayıdaki işin mutfağında olanlarla sınırlandırılmamalıdır. Objektif durum, iş bölümü, sınıf mücadelesinin diğer görevleri veya okuryazar olarak kişisel plan-programımız elbette ki vardır-olacaktır. Lakin bütün bunlara karşın gazetemizle daha canlı-dinamik bir ilişkilenme, daha aktif sahiplenme ve katkı sunduğumuz oranda güçlendireceğimiz gerçeği gözardı edilmemelidir. Az üretip fazla ürün beklememeliyiz. Düzensiz ve özensiz yazarak daha fazla düzen ve nitelik talep etmemeliyiz. Kitlelere gazetemizin bizim götürdüğümüz kadar ulaştığı gerçeği zayıf kavranarak rahat-dikkatsiz davranıp neden gazetemiz az dağıtılıyor dememeliyiz. Bütün gelişmeleri kitlelerin nabzını titizlikle takip edip bunlara vakıf olma görevinde rahat davranıp sorasında ‘gazetemizin içeriği zayıf’ dememeliyiz. Bu ve benzeri görevlerin daha aktif olarak yerine getirilerek, daha nitelikli devrimci kitle gazetesi için, işin mutfağında olanlarımız görevlerini sadece belirlenen periyotta gazeteyi çıkartmakla sınırlı görmemeli. Yazarlarımız görevlerini bir makale yazmakla, dağıtıcılarımız her zaman aynı sayıda gazete dağıtmakla, okurlarımız sadece gazeteyi okumakla sınırlandırmamalıdırlar. Toplamımızın aynı eşitlikte gazetemize enerjisini veremeyeceği doğrudur. Ancak bunu söylerken başka bir doğru olan, olanaklarımızı ve koşullarımızı iyi değerlendirip zorladığımızda bu kolektif mevziiyi şimdikinden çok daha fazla güçlendirebileceğimiz gerçeği ötelenmemelidir. Bu gerçeğin işaret ettiği sorumluluk bizden daha nitelikli çaba beklemektedir.


4-5_Layout 2 1/18/11 6:09 PM Page 1

04 güncel haber

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Banka soygunları ve yoksulluk “Banka şubesinde araştırma yapan, çalışanların ifadesine başvuran ve güvenlik kamerası görüntülerini incelemeye alan polis, soyguncuları yakalamak için bölgede operasyon başlattı.” Son zamanlarda ana haber bültenleri ve gazetelerin 1. sayfalarında yer bulan banka ve PTT soygun haberlerinin, halkın büyük bir ilgisini çektiği bir gerçek. Nasıl çekmesin; yaşamımızın bir bütünü ekonomik sıkıntıların ağır yükü altında eli kolu bağlı olarak yaşayan bir halkız ne de olsa. Televizyonda ve gazetelerde bize sunulan dizi, film ve yaşam haberlerindeki orta halli yaşam koşulları bile (lüks yaşamı geçtik artık) ulaşamayacağımız bir rüya gibi. Ha unutmadan bir de aralarda çıkan büyük firmaların reklamlarına ne demeli. O büyük firmaların verdiği o muhteşem yeşillikler arasındaki havuzlu (olmasa da olur) sitelerdeki evlerin görüntüsü, dizilere bağlı yaşamımızın devam eden bölümü gibi. Çektikçe çekiyor içine bizi.

Ah şu yoksulluk nelere kadir! “Zenginin malı züğürdün çenesi yorar” ya, bizim hepimizin düşlerini de yorar. Abartmıyoruz; fakirlik içerisinde geçen yaşamımızda kurduğumuz hayallerin yüzde sekseni güvenceli 8 saatlik bir iş (belki 8 saat abartı olabilir. Saat farkı düşünmeyenler çoğunluktadır galiba, 12 saatten az çalışmaya alışık değiliz ya ondandır) orta halli bir ev ve bir de önünde araba. Bu hayaller hepimizin ortak gerçeği. İşte böyle geçer fakirlik, yoksulluk içerisinde yaşamımız. Hayallerimiz, fakirliğimiz içerisinde kurtulduğumuz tek yer. Fazla uzun sürmese de yaşamdan aldığımız bir çok tadın yerine geçebiliyor. Özelikle böylesi hayalleri kurarken, yüzümüze gelen tebessümü hatırlayalım. O içten gelen gülümseme. Ülke nüfusunun

yüzde onluk kısmının ele geçirdiği ve “zevki sefa içerisinde” cümlelerini lügatimize koyan lüks yaşam koşullarının, bizim fakirliğimizin sırtında taşıdığı bir yük olması, bizim cephemizden de kullandığımız dile bazı argo kelimeleri de koyduğu ayrı bir gerçek. Hatırlayalım yine “zevki sefa” içerisinde yaşayanlara kızdığımız zaman çoğumuzun ağzından çıkan, çoğumuzu rahatlatan o argo kelimeleri. Bir yandan hayaline kaptırdığımız iyi yaşam koşullarının sunduğu hazzın yüzümüzde bulan tebessümü diğer yandan bunları tekellerine geçiren asalak takımının kanımızdan emdikleri ile yaşamlarını izlerken ağzımızdan çıkan argo sözcükler.

Düşsel tatminlikte bir yere kadar; sonuçta insanız 12 saat çalışmanın yorgunluğu ya da iş bulamadan geçen bir günün ağır havası içerisinde farklı düşünceler belirginleşmeye başlar hepimizde. Dayatılan yoksulluk hesaplanır, kira hep ödenecek mi, ya bakkal borcu, yoo önce elektrik ve su, ya çocukların beslenmesine koyulacak küçük erzakların devasa ağırlığı. Olmuyor olmuyor değilmi. Yaşamımız boyunca bulamayacağız sırtımızda taşıdığımız külfeti karşılayacak para. Nerede bu para; beynimiz hemen sinyal gönderir. Bankalar, PTT şubeleri, kuyumcular... Paranın çok döndüğü yerler, başımızı döndürmeye başlar. Sonra yine gerçekler ve yoksulluğun katı havası. Bu döngüler içerisinde halkımızın büyük bir kesimi aynı şeyi düşünüyor; anlaşıldı galiba... İşte böyledir; televizyonlarda ve gazetelerde banka ve PTT soyanların çoğunun yaşamı. Aynı dertten müzdarip yoksulluğun yarattığı yaşamların ölene kadar sırtında taşıdığı ağır yükün ve hep çalışsa da olmayacak olanın sonucu; Banka-PTT soygunu. Burada belirtmek gerekir ki yoksulluğun içerisinde bankayı soyanların kullandıkları araçlarda yoksulluğun

simgesi durumunda: oyuncak silah, kuru sıkı tabanca, bomba süsü verilmiş paketler, bıçak vb. Yoksullar, devletin dayattığı kötü yaşam koşulları içerisinde düştükleri çaresizlikten bir umutla bu aylarda banka ve PTT şubelerinin kapılarına dayanmış durumda. Özelikle belirtmek gerekir ki soyan fakir olunca bankada çalışanlara yönelik davranışları da aktarılması gereken bir olgu. Bir yoksulun soyma girişimi anında, karşısında aynı kaderi paylaşan banka emekçilerine zarar vermemesi, bu soyma girişimin nedenlerine yönelik iyi bir veri.

‘Geniş çaplı takip altındalar’ Şimdiye kadar birçok girişim başarısızlıkla sonuçlanırken; çoğu soygun girişimi de soyguncunun başarısıyla sonuçlandı. Devlet siyasi niteliğinden kaynaklı temsilcisi olduğu patronların ve ağaların sermayesine yönelmiş yoksulların bu sosyal patlamaları, daha doğrusu kamulaştırma harekâtlarını elindeki bütün kuvvetleri ile geri püskürtüyor. Soygun girişimi iyi eğitilmiş polisler tarafından hemen takibe alınıyor ve ardından burjuva feodal basın propagandayı başlatıyor; “Geniş çaplı soruşturma başlatıldı. Soyguncu ya da soyguncuların bıraktığı izler takip ediliyor.” Yaşanan bu olayların arasında televizyona kilitlenmiş kahve ahalisi ise gelişmeleri yakından takip ediyor. Ankara’da bir bankadan hava tabancası ile aldığı 17 bin TL ile kaçan soyguncunun, bir yaşlı vatandaş tarafından motosikletle takip edilip yakalatılması can kulağıyla izleniyor. Gazetenin iş bulma ilanı önünde açık olan bir genç, fakirliği üzerinde ki elbiselerden belli olan “gururlu” yaşlı vatandaşa yorumu patlatıyor: “ne yaptın be amca. Niye yakalattın ki” Kamulaştırma harekâtına katılan yoksul vatandaşımız ise yakalandıktan sonra ilk ifadesini veriyor; “Başka çarem kalmamıştı”

Esenler ve Fatih’ten sonra Şimdi de Halkalı

İSTANBUL’DA KORKUTAN GELİŞME!

Son süreçteki soygunlara burjuva medyada bu şekilde yer verildi

HPG:

Abdülkerim Bartan’ı infaz ettiler HPG Askeri Konsey üyesi Dijwar kod adlı Abdülkerim Bartan’ın sağ yakalandıktan sonra katledildiği ortaya çıktı. Gerilla komutanının sağ olarak yakalandığını gösteren bir fotoğraf yayınlandı. Abdülkerim Bartan’ın yakalandıktan sonra fotoğrafının çekildiği, fotoğrafta Bartan’ın sağında, solunda ve arkasında üç askerin bulunduğu ve Bartan’a bir asker parkası giydirildiği görülüyor HPG tarafından 09 Ocak 2011 tarihinde yapılan açıklamaya göre; 2005 yılından beri hakkında bilgi alamadıkları Dijwar kod adlı Abdülkerim Bartan adlı gerillanın sağ ele geçirilerek işkenceden geçirildiği ve infaz edildiği belirtildi. 1988 yılında gerillaya katıldığına yer verilen açıklamada Bartan’ın HPG Askeri Konsey üyesiyken Şırnak’ta yapılan bir operasyon sırasında sağ ele geçirildiği ifade edildi.

Metin Göktepe mezarı başında anıldı Gazeteci Metin Göktepe, katledilişinin 15. yıldönümünde, Esenler’de bulunan Kemer Mezarlığı’nda ailesi ve arkadaşları tarafından anıldı. Anma için Atışalanı’nda bir araya gelen Evrensel Gazetesi çalışanları buradan Kemer Mezarlığı’na yürüdü. Yürüyüş sırasında “Metinler ölmez, Evrensel susmaz”, “İnadına hepimiz birer Metiniz” sloganları atıldı. Anma töreninde konuşan EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, AKP’nin muhalif basını susturmaya çalıştığını ifade ederek bu uygulamalara karşı mücadeleyi yükselteceklerini belirtti. Metin Göktepe’nin davasının görüldüğünü ancak Göktepe’nin ölümünden sorumlu olanların yargılanmadığını ifade etti. Benzer durumları Hrant Dink ve Musa Anter cinayetlerinde de gördüklerini açıklayan Tüzel, “Bu cinayetlerin aydınlatılması için mücadelemize devam edeceğiz” şeklinde konuştu. Konuşmaların ardından Metin Göktepe’nin yeni yapılan anıt mezarına çakıl taşları bırakılarak anma sonlandırıldı. 1996 yılında bir gösteriyi izlerken gözaltına alınan gazeteci Metin Göktepe polisler tarafından dövülerek işkenceden geçirilmiş ve ardından katledilmişti.


4-5_Layout 2 1/18/11 6:09 PM Page 2

güncel

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

05

Patronlar kulubünden BDP’ye ziyaret Patronlar kulübü TÜSİAD, 40. yıl faaliyetleri kapsamında, BDP, CHP, MHP ve AKP’yi ziyaret etti. 1 Mart’ta açıklanması düşünülen “çözüm bildirgesi” hakkında görüş alışverişinde bulunan TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner bu “fikir alış verişlerinin” devam edeceğini belirtti. Başlattığı görüşmeleri ilk olarak BDP ile yapan TÜSİAD başkanı Boyner, hazırladıkları yeni “yargı reformu paketi” ile ilgili tüm tarafların (BDP, CHP, MHP, AKP) bir araya gelerek çalışmasını ve kendi çıkarları için adaletin daha kısa zamanda yerini bulması ve bunun için de görev bölümüyle bu reformun yapılması gerektiğini açıkladı. TÜSİAD, 1998’de hazırladığı yargı reformu raporunu, son zamanlarda gündemde tutulan ve “demokrasi, açılım vb” gibi kendisinden çok uzak kavramlarla gündemi meşgul eden ve Kürt ulusal sorununda yaşanan son gelişmeler doğrultusunda güncelliyor. Emperyalist politikaların bizim gibi ülkelere dayattığı “zorunlu” değişimler gereği TÜSİAD da bu değişimler doğrultusunda kendi çıkarları ve dolayısıyla da emperyalist efendilerinin çıkarları için çalışmalarını sürdürüyor. Kendi cephelerinden önümüzdeki süreçte yaşanacak Kürt ulusal sorunundaki “çözümler”e hazırlanan ağa ve patronlar aç gözlülükle, Kuzey Kürdistan’ da yapacakları ekonomik yatırımları ve karları düşünüyor. Ümit Boyner patronlar kulübünün isteklerini yargı üzerinden ifade ederken ilk olarak BDP ile görüşmesi ve bunun üzerinden

bahsettiği bütün kesimlerin içerisine Kürt burjuvazisini de dahil ederek Kürdistan’da ortaya çıkacak olan rantın dolaysız olarak kendi kasasına girmesini hedefliyor. Bu süreçte doğabilecek her türlü “aksaklığın” önüne geçmek için de yargı vb. reform paketlerinde de ortak hareket etme çağrısında bulunuyor. Kürt burjuvazisine rağmen bölgede yapılacak yatırımların istediği ölçüde bir rant sağlamayacağı düşüncesinde olsa gerek ki gönüllü bir ortaklığın arayışı içerisinde hareket ediyor. Bu anlamda TÜSİAD Başkanı Boyner’in şu açıklaması manidardır: “Şurası artık çok net ortada ki, Türkiye’de yargının sadece yargıya bakış, tarafsızlık ve bağımsızlık değil, aynı zamanda kapasitesiyle, yapısıyla bir reformdan geçmesi gerekiyor. Bunun için tüm tarafların bir araya gelerek çalışması gerekiyor. Adaletin daha kısa zamanda yerini bulması gerekli, bunun için de görev bölüşümüyle bu reformun yapılması gerekiyor.” TÜSİAD’la görüşen BDP Eş Başkanları ve milletvekilleri, soruna kendi cephlerinden bir çözüm dile getirirken alsında Boyner’in ifade ettiği cümlelerin altında yatan derin anlamı vurguluyor. Söylendiği gibi TÜSİAD yeni kurulan bir kurum değil ve kaldı ki bu kurum olmadan

öncede çeşitli şekillerde kendisini ifade edeceği zeminleri vardı. Ve ayrıca devlet bürokrasisi içerisinde ve yönetiminde bir erk olan temsil ayağı mevcuttu. Devletin sınıflar üstü bir karekteri olmadığına göre TÜSİAD ve üyeleri zaten bu mekanizmanın kontrol panosunda yer almaktalar. Şimdi ortaya çıkan bu demokrasi özlemi nereden kaynaklanıyor sorusu aslında Boyner’e yöneltilmesi gerekirken demokrasi talebinde ortaklaşmak ayrı bir hezayan olarak göze çarpıyor.

BDP’nin demokrasi talebi, temsil ettiği kesim boyutuyla anlaşılır olmakta. Zira Kürt ulusu Milli zulmün baş hedefi ve katliamlara maruz kaldığı gerçekliğiyle karşı karşıyadır. Ancak ona bu zulmü reva gören mekanizmanın kontrol panosunda oturanda TÜSİAD gibi oluşumlardır. Bu devletin karekteri bunlardan bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır. Boyner’in istediği demokrasi de Kürtdistan’da oluşacak rantın elde edilmesinde önlerinin açılmasıdır. Bundan öte bir demokrasi talebi de yoktur.

Füze Kalkanı Projesi’ne hayır 19-20 Kasım 2010 tarihlerinde Portekiz’in Başkenti Lizbon’da yapılan NATO toplantısında görüşülen ve ülkemiz topraklarına yerleştirilmesi karar altına alınan Füze Kalkanı Projesi’ne karşı Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ülke genelinde bir ay sürecek olan bir kampanya çalışması başlattı. Ülkemiz halklarına örgütlenme çağrısı yapan Demokratik Haklar Federasyonu (DHF), başını ABD’nin çektiği emperyalist savaş aygıtı NATO’nun ülkemizde kurmayı planladığı Füze Kalkanları’nı durdurmaya çağırıyor. DHF başlatmış olduğu kampanyaya ilişkin yayınladığı bildiride “Tüm dünyada, ABD merkezli olarak yaşanan ekonomik krizle birlikte artık 1990’larda çözülen Sovyet Sosyal Emperyalizmi’nin ardından ifade edilen “tek kutuplu dünya”, fiili olarak geride kalmıştır. Şimdi artık Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Asya’daki diğer önemli sermaye güçleriyle birlikte; dünyamızda yeni emperyalist ve kapitalist güç dengeleri ve buna bağlı olarak da ezilen dünya üzerinde yeni hegemonya mücadeleleri gündeme gelmektedir. ABD ve ona tabi emperyalistler, Yugoslavya, Afganistan ve Irak işgalleriyle; buralarda kurdukları küçük yeni devletçiklerle yahut kukla hükümetlerle, kendi ekonomik krizlerine çareler aramakta, bir yandan da gelişip güçlenen Asya sermayesine karşı yeni savaş

DHF, Füze Kalkanı Projesi’ne karşı başlattığı kampanya kapsamında çalışmalarını sürdürüyor cepheleri açmaktadırlar. NATO, ülkemizde, son on yılda AKP eliyle önemli bir ekonomik, sosyal, siyasi ve idari düzenlemelere giderek, hâlihazırda elinde tuttuğu bu mevzide, şimdi kendi nükleer silahlarını konuşlandırmaktadır. NATO, Asya’nın mazlum halklarına ve büyük sermaye tekellerine karşı yeni bir

cephe örmekte ve ülkemizi de insanıyla, coğrafyasıyla, emeğiyle, birikimiyle ön cepheye sürmektedir.” diyerek NATO ve Füze Kalkanı Projesi’ne karşı örgütlenme çağrısı yaptı. 1 Ocak 2011 ile 5 Şubat 2011 tarihleri arasında “Düşman çizmesi altında çiğnenen senin

yurdundur! Emperyalist tahakküme ve füze kalkanına karşı dur!” şiarıyla tüm ülkede Füze Kalkanı Projesi’ne karşı mücadele başlatan DHF, çıkardığı metaryalleri halkla buluşturup, füze kalkanlarının gerçek niteliğini gösteriyor. Amed, Adana, Mersin, Antalya, İzmir, Bursa, İstanbul, Ankara, Dersim başta olmak üzere birçok ilde çalışmalarını sürdüren DHF, örgütlü bir halkın önünde hiç bir emperyalist güçün duramayacağını ve yeni projelerinin hayata geçemeyceğini belirtiyor. Çalışmalarında özellikle ABD’nin başını çektiği emperyalist devletlerin ezilen haklara yönelik uyguladığı baskı, şiddet ve sömürüyü aktaran DHF faliyetçileri, ayrıca emperyalizme ve siyonizme uşaklıkta sınır tanımayan ikiyüzlü AKP hükümetini ve sözde muhalefetleri CHP ve MHP’nin üstlendikleri misyonu anlatarak, gerçek niteliklerini teşhir ediyor. DHF faliyetçileri “Türkiye – Kuzey Kürdistan coğrafyasında, işçilere, köylülere, emekçilere ve ezilen kesimlere sömürü ve zorbalıktan başka bir şey sunmayan emperyalist-kapitalist dünya sistemi ve ülkemiz patronlar– ağalar sultasının antlaşmaları çöpe!” gitmesi gerektiğini ifade ederek, “NATO’nun füze kalkanı projesine geçit vermeyeceğiz!” şiarının politik bir güce dönüşmesi gerektiğinin altını çiziyor.


6-7_Layout 2 1/18/11 6:10 PM Page 1

06 güncel haber

Tecavüzcü ajan:

‘ben devlet için çalışıyorum’ Dersim- Ovacık ilçesinde geçtiğimiz yıl 14 yaşındaki zihinsel engelli bir kıza tecavüz girişiminde bulunurken halk tarafından yakalanan Rıza Çolak hakkında açılan dava Tunceli Adliyesi’nde görüldü. Demokratik Haklar Fedarasyonu (DHF)’nun da takip ettiği duruşmaya çok sayıda Dersimli katıldı.

Rıza Çolak: Ben devletle çalışıyorum Mahkemeye çıkarılan Rıza Çolak, halk tarafından bilinen gerçekleri kendisi mahkeme önünde açıklayarak, kendisinin ajan olduğunu ve devletle çalıştığını bir kez daha itiraf etti. Ovacık İlçesi’nde, asker, polis ve JİTEM’le çalıştığını belirten Rıza Çolak, “Ben Ovacık İlçesi’nde ajanlık yapıyorum. Tunceli merkeze gitmek için askeri helikopterleri kullanıyorum. Ben devletimi, bayrağımı seviyorum onun için devlete ajanlık yapıyorum” dedi. Çolak devamında “Bunun için MKP ve PKK

örgütleri benim hakkımda ölüm kararı çıkarttı. Bu yaşanan tepkiler de bundan kaynaklıdır” iddialarında bulundu.

Bu yaşananlar münferit değil! Mahkemeye katılan Dersim Belediye Başkanı Edibe Şahin, “Yaşanan bu olayların münferit olmadığını biliyoruz. Kadına yönelik taciz, tecavüz, şiddet haberlerinin olmadığı gün yok. Bugün burada geçtiğimiz yıl Ovacık İlçesi’nde gerçekleştirilen cinsel istismar olayı olmuştu. Bugün burada onun mahkemesi görüldü. Halkın vicdanında mahkum olmuş bir davanın mutlaka mahkeme heyetince göz önünde bulundurulması gerekiyor. Biz kadınlar olarak bu tür durumların takipçisi olacağımızı bildiriyoruz.” değerlendirmesinde bulundu. Görülen duruşmada Çolak’ın tutukluluk halinin devamına karar verilirken, bir sonraki duruşma 09.03.2011 tarihine ertelendi.

Baraj yapma boşuna,

yıkacağız başına! Dersim halkı yine sel olup aktı Munzur’a. Dersim Pülümür Vadisi’nde yapılması planlanan baraj ve HES’lere karşı Dersim halkı bir araya gelerek, devlete mesajını gönderdi, “Baraj yapma boşuna, yıkacağız başına” İşyeri kepenklerini kapatan, işlerine, okullarına gitmeyen Dersimliler Moğultay Mahallesi yer altı çarşısı üzerinde bir araya gelerek, Dersim’in insanına ve doğasına yönelik saldırılar karşısında mücadele kararlılığını bir kez daha birlik olarak gösterdi. Daha sonra yürüyüşe başlayan Dersim halkı, yürüyüş boyunca tek yürek olarak Dersim’de baraj istemediklerini bir kez daha dile getirdi. Dersimliler, “Dersim’de baraj istemiyoruz ”, “Munzur özgür akacak”, “Baraj yapma boşuna, yıkacağız başına ” sloganları attı. Yürüyüş kolu İnönü Mahallesi’ne girdiğinde burada bekleyen İnönü halkının

büyük coşkusuyla karşılaştı. Gittikçe kabaran yürüyüş kolu, yaklaşık 7 km yol yürüyerek mitingin yapılacağı Gole Çetu’ya geldi. Burada eylem tertip komitesi adına yapılan açıklamada; “Dersim’de, yapılması planlanan barajlara karşı Dersim halkı gereken cevabı verecektir. Devletin Dersim üzerindeki on yıllardır süren asimilasyon politikaları bugün baraj projeleriyle devam ediyor. Ama dün olduğu gibi bugün de Dersim halkı gereken cevabı vermiştir. Dersim halkı “baraj yapma boşuna, yıkacağız başına” diye haykırırken, bunu yapacak cüreti ve kararlılığı ortaya koyuyor. Uzunçayır barajıyla zafer kazandığını sananlar yanılıyorlar; baraj yapmaya gelenler şunu unutmasın: Dersim halkının soluğu, öfkesi ensenizde olacak”. Miting atılan sloganlar ve çekilen halaylarla son buldu.

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Kanser vakalarında Ülkemizde kanser vakalarının artış göstermesi, hükümetlerin yandaşlarına rant sağlamak için çarpık sanayileşme ve çevrenin tahrip edilmesinden kaynaklanıyor. Kocaeli ve Çorlu’da yapılan araştırmalarda ortaya çıkan sonuç, ülkemizde yaşayan halkın kapısını çalan tehlikenin büyüklüğünü gösteriyor.

Kocaeli halkının yaşamı riske atılıyor Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı, Dilovası’nda yapmış olduğu bir araştırmayla devletin insan yaşamı üzerine bina ettiği sömürgesinin tahribatını ortaya koymuş oldu.

sonra anne sütünden ve bebeğin dışkısından örnekler alarak tetkikler yaptıklarını ve metal oranlarının çok yüksek olduğunu tespit ettiklerini ifade etti.

Çorlu’da da tehlike çanları çalıyor Dilovası’nda yaşanan sorunlardan Çorlu halkıda müzdarip. Çorlu’ya hayat veren Ergene Nehri’nde öldürücü kimyasal maddelere rastlandığını belirten Trakya Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Ahmet Yorulmaz, nehirdeki kirlilik oranlarının tarım arazilerine, bitki ve insan yaşamına büyük zararlar verdiğini açıkladı. Yorulmaz,

Dilovası’nda rant uğruna denetime tabi tutulmadan demir-çelik, kimya, petrol, otomotiv ve lastik sektörü içerisindeki sanayileşme, doğanın ve insan yaşamının adım adım yok edilmesinin altyapısını hazırlıyor. Kar hırsında sınır tanımayan işletmelere her türlü yasal kolaylığı sağlayan devlet yetkilileri bu işletmelerin insan yaşamına zararlı etkilerini görmezden geliyor. Beraberinde giderek artan sağlık sorunlarıyla birlikte artış gösteren kanser vakaları ve çevrenin tahribatı insan yaşamındaki tehlike sınırlarını zorluyor. Bu çarpık sanayileşmenin insanlara etkileri ise bölgede yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu annelerin sütünden ve bebeklerin dışkılarından alınan örneklerin sonuçlarında, insan bünyesinde olmaması gereken ve ciddi sağlık sorunlarına yol açacak metallerin bulgularına rastladıklarını açıkladı. İlçede her ay hava ölçümleri yaparak metal oranlarını tespit ettiklerini anlatan Hamzaoğlu, kanser vakalarına hava kirliliğinin etkilerini araştırdıklarını ve yapılan ölçümlerde ağır metal oranları tespit ettiklerini açıkladı. Dilovası’nda hamile kadınlar üzerinde yaptıkları araştırmalarda doğumdan

Buca Çamlıpınar Mahallesi’nde

tapulu evler yıkılıyor! Ülkemiz egemenlerinin emperyalizmin neo-liberal politikalarına uyumlu olarak emekçi halklara yönelik saldırılarının bir parçası olan Kentsel Dönüşüm Projeleri’yle birlikte artık ‘tapulu evler’ de yıkılıyor. Yoksul halk ‘tapulu evleri’nden zorla çıkarılıyor


6-7_Layout 2 1/18/11 6:10 PM Page 2

haber 07

artış yaşanıyor tarım arazilerinde zehirlenmelere yol açan bu kirliliğin kanser, karaciğer gibi pek çok hastalığa yol açtığını ifade ederek, tehlikenin büyük olduğunu belirtti. Çerkezköy, Çorlu, Muratlı ve Lüleburgaz arasında 350 bin kişinin çalıştığı 1350 fabrika bulunduğunu söyleyen Yorulmaz, sanayi tesislerinin bu bölgelerdeki insanlara ve doğaya büyük zararlar verdiğini, fabrikalardan çıkan zehirli atıkların insanların yaşadığı bölgelerden ge-

Dilovası ve Çorlu halkı devlet bürokratlarının kendilerini dinlemekten çok, bölgede yerleşen sanayi patronlarının dinlediğini ve onların çıkarlarına göre kararlar aldığını aktarıyor. Ciddi sağlık sorunları ile karşılaşan insanlar tedirgin bir şekilde bir an önce çözüm üretilmesi gerektiğini ifade ediyorlar.

Hükümelerin yandaşlarına açtıkları rant kapıları ile oluşan çarpık sanayileşme, bir çok şehri zehirleyerek, buralarda yaşayan halkı yutmaya başladı

Ancak bunu söyleyen devlet yetkililerinin bir taraftan da buralarda “tesisler” ve “işletmeler” kurulacağını ifade ettikleri de söyleniyor. Şu ana kadar parça parça belirli aralıklarla toplamda 58 evin yıkıldığı ve yine 21 Ocak 2011 günü yen bir yıkım gerçekleştirileceğini aktaran semt halkı valiliğe, Büyükşehir Belediyesi’ne ve Buca Belediyesi’ne gittiklerini ancak hiçbir bürokratın sorunlarını dinlimediğini belirtiyorlar. Seçim zamanı kapılarına kadar gelip oy isteyen ve birçok vaatte bulunan CHP’li belediyenin şimdi tapulu evlerin yıkım kararını imzaladığı belirtildi. Tapulu olan evlerinin zorla yıkıldığını, evlerinin karşılığını nasıl alacaklarını sorduklarında da “hele bir buralar temizlensin, istimlak alanına dönüşsün,

sonra size paranızı öderiz!” dediklerini, geçmiş deneyimlerden hareketle bu paranın en fazla üç-dört bin lira olarak ödendiğini bildiklerini söyleyen semt halkı, bunun sokakta kalmaları, yıllarca emek harcayarak biriktirdikleri ile satın aldıkları evlerinin karşılığının bir pula dönüştürüldüğünü, ayrıca “bu yıkımların masrafını da devletin kendilerinden istediğini”, belediyenin halka “evimi kendim yıktım” yazan bir dilekçe imzalatmaya çalıştığını ve bunu da masraflarının azalması gerekçesiyle istediklerini belirttiklerini aktardılar. Semtin esas geçim kaynağının hayvancılık, besicilik olduğunu ifade eden semt sakinleri, yıkımların semt halkının sokağa atmasının yanında açlığa mahkum olması anlamına da geleceği dile getirildi. Yine aktarılanlardan biri de evlerin üçer beşer yıkımıyla semt halkının bölünmeye çalışıldığı ve birlikte mücadele yürütmesini engelleme çabasının olduğu, yıkımların başladığı andan itibaren semtin elektriklerinin de kesildiği ve uzun süre gaz lambası kullanmak zorunda kaldıkları, bir taraftan alanın boşaltılacağı söylenirken, açılan okul yurdu sonucu zaten yetersiz olan kanalizasyon sisteminin iflas ettiği ve semt halkının, okula giden çocukların her gün “kanalizasyondan geçmek” zorunda kaldığı, devletin tüm bunları bilerek, halkı yıldırmak için yaptığı da sıklıkla dile getirildi.

bakış can

DEVLETİN DERSİM’DEKİ KOKUŞMUŞ YÜZÜ

G

çen akarsulara karışarak pek çok tehlikeye yol açtığını ifade etti. Her iki bölgede yaşayan halk, yetkililerin duyarsızlığından şikayetçi.

1983-84 yıllarında kurulan Buca-Çamlıpınar Mustafa Kemal Mahallesi’nde evler tapulu olmasına rağmen yıkımla karşı karşıya. Zamanında tapu karşılığında halka satılan bu evler, ilk kez 17 Haziran 2010 tarihinde devlet eliyle yıkılmaya başlanmış. Tapulu olan evlerin nasıl ve hangi gerekçe ile yıkıldığını semt halkına sorduğumuzda, belediyenin kendilerine bu alanın “Rekreasyon” alanına dönüştürüleceği bilgisinin verildiğini ifade ediyorlar. (Rekreasyon, yeşil alan ve parklar için geniş alanlar açmak amaçlı devletin değerlendirmeyi planladığı arazileri ifade ediyor.)

UFUK ÇİZGİSİ erici egemen sınıflar iktidarlarını koruyup sürdürmek veya yönetebilmek için toplumun bilincini çarpıtıp bulandırmanın gerekliliğini, toplumu kendilerinin gerici-kokuşmuş ideolojik-kültürel değerleriyle donatmanın anlamını, halk kitlelerinin ideolojik-kültürel kuşatma altına alınarak kendi değerlerine yabancılaştırılmasının anlamını, yani topluma hükmetmek için halk yığınları üzerinde kültürel hegemonya kurmanın son derece önemli olduğunu bilirler. Zira bir toplumu birleştiren ve ayakta tutan en önemli öğelerden biri o toplumun kültür dokusudur veya toplumsal yaşam tarzının temel taşlarından biri olan ideolojik-kültürel değerleridir. Bu doku ve değerlerinden arındırılmış ya da emperyalist burjuva yoz kültürle yoğrulup bozulmuş olan toplumlar her türlü keşmekeşliğe ve kaderciliğe gömülmekle birlikte, demokratik reflekslerden de koparılmış olurlar. Bu bakımdan toplumun gerçek kontrolü ancak ideolojik-kültürel hegomonya ile sağlanabilir. Toplumları teslim almak veya yönetmek isteyen her güç, askeri saldırılarının yanı sıra o toplumu kültürel olarak bombardımana tabi tutup tesiri altına almak zorundadır. Kültürel olarak tahakküm altına alınmamış bir güç-bir düşman asla gerçek manada yenilememiştir. Askeri başarılar elde edilse de kültürel nüfuz sağlanmadan söz konusu toplum ya da güç üzerinde bir başarı sağlanmış sayılamaz. Bundandır ki, egemenler yönetecekleri veya tahakküm altına alacakları toplum veya kitleleri kendi kültürel değerlerine yabancılaştırarak alabildiğine yozlaştırıp, çürütmeye çalışırlar. İleri doğru değişim dinamiklerinin canlılık göstererek gelişip boy verdiği her yer ve her durumda gerici hakim sınıflar istisnasız olarak, sınıf çıkarları ve iktidar bekaları uğruna bin bir türlü entrikaya baş vurarak, bu gelişmeyi engelleme rolüyle tarih sahnesine çıkarlar. Sömürü ve zulüm sistemine dayalı egemenlikleri uğruna hiçbir hukuk ve kural tanımaksızın, her türlü erdemden yoksun olarak ahlak dışı her türlü yolu mubah görüp uygularlar; başvurmadıkları bir çirkef, hile ve onursuzluk kalmaz geride. Gaye gerici egemenliklerini koruyup sürdürmek ve kitleleri ideolojik-kültürel ve siyasi bakımdan teslim alıp rahat hükmedilir hale getirerek yönetmektir. Metot ise, bu yığınları bölüp birliklerini zayıflatarak parçalamak, ideolojik-siyasi-kültürel değerlerini yozlaştırarak ortak olumlu değerlerinin yerine burjuva çürümüşlüğü doldurarak birleşme zeminlerini veya örgütlenmelerini yok etmek, bu kitleleri bireycileştirip bencilleştirerek erdemlerinden uzaklaştırarak ideolojik-kültürel olarak burjuva batağa çekmek ve sınıfsal sorun veya çelişkilerden beslenen mücadeleden uzaklaştırarak burjuva-feodal düzene yedeklenmelerini sağlamak üzere kendi değerlerine yabancılaştırmak ve birbirilerine düşmanlaştırmaktır. Gerici egemen sınıflar toplum veya insanın kendisine yabancılaşmanın zeminini ideolojik-kültürel yozlaşması yoluyla gerçekleştirir. Yozlaştırılan bir toplumda her türlü çirkef ve düşkünlüğün yaşanması olanaklı hale gelir. Fuhuş, uyuşturucu-bağımlılık maddesi, çeteleşme gibi bataklıklar kültürel erezyonun önemli unsurları olarak işlev görür ve gerici egemen sınıflar

bunu bilinçli politikalarla geliştirerek emellerine ulaşmaya çalışırlar. Bu bataklığa sürüklenen unsurlar tamamen düşkünleşip muhtaç duruma itilirler. Bu muhtaçlık ve düşkünlük üzerine çekilenlen zayıf unsurlar ajanlıktan tutalım da her türlü kirli işlerin yapılmasında hoyratça kullanılırlar. Özellikle devrimci sınıf mücadelesinin gelişip serpildiği yerlerde, bizzat devlet politikası olarak insanların yoksulluğundan da yararlanılarak bu pis bataklık büyütülür. Birçok il-ilçe gibi özellikle Dersim ve ilçeleri devletin bu özel-kirli savaş politikalarının yoğun olarak yürütüldüğü yerlerden biridir. Öteden beri (tarihte) özel kanun ve politikalarla ele alınıp yönetilen Dersim, sınıf mücadelesi temelinde yürütülen silahlı mücadelenin önemli alanlarından olması bakımıyla devletin özel politikalarına en çok maruz kalan illerdendir. Burada sinsi bir yok etme ve tasfiye planının uygulandığı her bakımdan açıktır. Yapılan barajların yoğunluğu gibi, adli suç bakımından son yıllara kadar suç işlenmeyen yapısıyla öne çıkan Dersim’de, Dersim’in tasfiye edilmesine dönük olarak devlet stratejik planlar uygulamakta, bunun bir parçası olarak uyuşturucu madde bağımlılığını, fuhuşu, çeteleşmeyi ve bunlar üzerinden yaygın bir işbirlikçilik-ajanlık ağı geliştirme politikaları gütmektedir. Ne yazık ki, bu çabasında belli bir başarı da sağlamış durumdadır. Ancak görmek gerekir ki Dersim halkı devletin bu politikalarına karşı önemli bir mücadele de yürütmektedir. Fuhuş, uyuşturucu gibi kültürel yozlaştırma politikaları başlı başına gerici ve karşı-devrimci amaçlar veya içerikler taşırken, bu zeminin ajanlaştırma-işbirlikçileştirme veya hainleştirme zemini olarak geliştirilip kullanıldığı sosyal pratik tarafından doğrulanmakla aşikardır. Fuhuş-uyuşturucu ve işbirlikçilik üçgenindeki bağın en son örneğini Rıza Çolak isimli ahlaksız işbirlikçinin durumu gözler önüne sermektedir. Küçük yaşta özürlü bir kız çocuğuna tacizde bulunurken halk tarafından yakalanan bu unsur, çıkarıldığı mahkemede devlete çalıştığını açıkça ifade ederken, jitem-polis elemanı olduğu gerekçesiyle mahkemeden hizmetlerinin karşılığını talep etmektedir. Ne var ki, Dersim ve Dersim/Ovacık halkının büyük ve onurlu tepkisi Rıza Çolak ahlaksız haininin serbest dolaşmasına müsaade etmeyecek kadar diri ve güçlüdür. Rıza Çolak şahsında açığa çıkan devletin Dersim’deki yüzü ve politikasıdır. AKP ilçe başkanı olan Rıza Çolak’ın şahsında açığa çıkan devlet ve AKP hükümetinin ahlaki değerleridir. Rıza Çolak ahlaksızlığı, halk düşmanlığı ve tüm çirkef kişiliğiyle devlet ve hükümetin ürünüdür; yarattığı masuldür. Rıza Çolak sadece bir örnektir. Devletin Dersim üzerinde güttüğü politikalar Dersim halkını ve özellikle gençlerini Rıza Çolak’laştırma politikalarıdır. Dolayısıyla, tüm devrimci, demokrat, aydın ve onurlu her insan devletin Dersim’de yürüttüğü yozlaştırma ve tasfiye saldırılarına karşı tavır almalı, Dersim’in onurlu yaşamını sahiplenmelidir. Dersim, dün olduğu gibi bugün de devletin hain politika ve her türden saldırılarına karşı Yeni Demokrasi Güçlerinin önderliğinde onurlu ve demokratik duruşunu koruyacak, işbirlikçi hainleri içinde barındırmayacaktır.


8-9_Layout 2 1/18/11 6:10 PM Page 1

08 emek

Çorlu’da işçiler direnişte Çorlu Avrupa Serbest Bölgesi'nde faaliyet gösteren ve 250 işçinin çalıştığı Polyplex Europa Polyester Film ve San. Tic. A.Ş. adlı Hintli firmada sendikal çoğunluğa ulaşan Petrol-İş Sendikası Trakya Şubesi, 23 Aralık'ta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na Toplu İş Sözleşmesi (TİS) görüşmelerinde yetkili sendika olduğunun onaylanması için başvuru yaptı. Başvurunun yapıldığı günlerde sendikalı olan işçilere yönelik işveren tarafından kıyım başladı. İlk olarak 2010'un son günlerinde sendika üyesi 6 işçinin iş akdi feshedildi. Yeni yılın hemen ardından ise 15 Petrol-İş

üyesi 15 işçi daha gerekçesiz şekilde işten atıldı. Yetki tespiti ile ilgili Çalışma Bakanlığı'ndan gelecek yanıtı dahi beklemeyen ve işçileri sokağa atan Polyplex'i protesto etmek için işten atılan işçiler fabrika önünde eylem başlattı. Eylemin ardından ise işveren tarafından yoğun güvenlik önlemleri alınarak, fabrika tellerle çevrilip brandalarla kapatıldı. Polyplex işvereni içeride çalışan Petrolİş üyeleri ile dışarıda protesto eyleminde olan işçilerin arasına duvar ördü. İşçilerin işe geri iade talebiyle başlattığı eylem fabrika önünde devam ediyor.

PTT işçileri çadır kurdular Yeni yapılan ihaleler aynı şirketlere verilmedi gerekçesiyle 2011 yılının ilk gününde itibaren PTT'ye bağlı taşeron firmalarda çalışan işçiler işten atılmaya başlamıştı.İşten çıkarılan 178 işçi Sarıyer PTT Posta İşleme Merkezi ve Topkapı'da bulunan İstanbul Avrupa Yakası Posta İşleme ve Dağıtım Merkezi önünde çadır kurarak, işe geri alınma talebiyle direnişe devam ediyor. PTT'de özelleştirmenin önünü açan zihniyetin taşeron sistemini yaygınlaştırarak, işçileri işsiz aşsız bıraktığını belirten işçiler, PTT'nin de özelleştirilmesinin önünün açıldığını ve bunun faturasının işçilere ke-

sildiğini belirtiyor. İşten atıldıktan sonra PTT Sarıyer Dağıtım merkezi önünde direnen işçilerden Celal Ünlütürk "Bizler burada PTT işçilerinin haklarını savunmak için direnmiyoruz, biz Türkiye'de 2 milyona yakın taşeron işçilerine örnek teşkil etmesi için direniyoruz. Biz akşam çoluğumuza, çocuğumuza ekmek götürmek istiyoruz. Ama akşam yattığımızda da rahat uyumak istiyoruz, sabah işe giderken işten atılma korkusuyla yaşamak istemiyoruz. O yüzden işverenden ya da devletten özelleşeceği için bize haklarımızı vermesini istiyoruz" diye konuştu.

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Esas sorun

Geçtiğimiz günlerde TBMM Bütçe Komisyonu’nda kabul edilen ve toplam 113 maddeden oluşan, kamuoyunda Torba Yasa olarak bilinen saldırı tasarısına ilişkin Yeni Demokratik Sendikal Birlik (YDSB) ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Torba yasa diye bilinen kanun teklifi meclis komisyonundan geçti. Muhtemeldir ki kabul edilecektir. Bu değişiklikler işçi ve emekçiler açısından ne öngörüyor? Yasa tasarısı meclisten geçerse ki sizin de bahsettiğiniz gibi geçecek gibi görünüyor, ülkemizde yıllardır adım adım uygulanmaya çalışılan neoliberal politikalar çerçevesinde, önemli bir dönüşüm de başarılmış olacak. Mesele yapısal bir mesele ve tarihsel bir geçmişi var. Bugünle sınırlı değil. Yıllardır uygulanmaya çalışılan politikaların son noktası. Katı olan her şeyin eridiği günümüz dünyasında ellerinde bir ateş gibi tuttukları neoliberalizm illetiyle toplumun en kuytu hücrelerine kadar sızarak sürece uydurmaya çalışıyorlar. Zaten güvencesizlik, taşeronluk ve esneklik yerleşik bir olgu halini almış durumda. Yapılacak düzenlemelerle kamu alanı da tamamen güvencesizliğin insafına, daha doğru bir ifadeyle insafsızlığına, emanet edilecek. Stajyer çalıştırma ile ilgili değişiklikten tutalım da asgari ücretteki yaş sınırlandırmasının on sekize çekilmesine, deneme süresinin uzatılmasından çağrı üzerine çalıştırma maddesinin genişletilerek “çağrı üzerine çalışma, evden çalışma ve uzaktan çalışma” şeklinde değiştirilmesine kadar birçok düzenleme işçiler için ciddi bir hak kaybı anlamına geliyor. Genel olarak ifade etmek gerekirse bu torbadan işçi ve emekçiler için daha esnek bir emek piyasası, yarının ne olduğunu kestiremeyecek kadar güvencesiz bir yaşam, çalışma sürelerinin tamamen belirsizleştiği, emek sömürüsünün daha da yoğunlaştığı, kıdem ve yıllık izin gibi hakların tarihe karıştığı düzenlemeler çıkacak.

görmekteyiz. Bunun birbiriyle bağlantılı iki nedeni var. Bunun en önemli nedeni en genel anlamda sürecin işletilebilmesi için AKP allanıp pullanarak hükümet koltuğuna oturtuldu. Ki zaten süreç için de biçilmiş kaftandı. Yani AKP Hükümeti’nin en temel görevi emperyalizmin mevcut konjöktürdeki politikalarını en iyi şekilde uygulamaktı ve zaten bu dokuz yıllık süreçte de bunu en iyi şekilde yapmaya çalıştı. İkinci neden ise bu hükümet döneminin tam olarak kitle hareketinin dibe vurduğu, işçi ve emekçilerin ciddi bir şekilde

Birçok konuda farklı yasayı aynı torbada değiştirmenin amacı ne olabilir? 24 Ocak 1980’den bu güne kadar çıkarılan yasalara ve uygulanan politikalara dönüp bakıldığı zaman AKP hükümeti döneminde bu çerçevede (yani neo-liberal politikaların uygulanması çerçevesinde) en yoğun çalışmaların yapıldığını

Nemtrans çalışanı işlerini geri istiyor İş Bankası’nın kuruluşlarından olan Nemtrans’da çalışan işçiler Disk’e bağlı Nakliyat İş Sendikası’na üye oldular. İşçilerin sendikaya üye olmasından sonra işveren zarar ediyoruz gerekçesiyle nakliyat işinden vazgeçtiğini açıklayarak 46 kişinin işine son verdi. Bunun üzerine işçiler direnişe başladı. İşçilirin Bursa Gemlik’ten başlayan yürüyüşleri İstanabul’da bulanan İş Bankası İkiz Kuleleri önüne kadar devam etti. Yürüyüş yapan işçiler, Bursa,Yalova ve İstanbul’da İş Bankası önünde oturma eylemi yaptılar. Gemlikte bulunan Nemtrans firması önünden taleplerini dile getiren bir açıklama ile yola çıkan işçiler, önce Yalovaya ulaştılar ve yaptıkları açıklama sonrası feribotla İstanbul’a geçtiler. Nemtrans işçileri, Bursa ve İstanbul’da yaptıkları eylemlerde yapılan açıklamada İş Bankası ve Nemtrans’ın işçi düşmanı olduğu vurgulanarak, örgütlenme haklarının engellendiğini dile getirdiler. İşçiler adına konuşan Nakliyat İş Sendikası Genel

Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, İş Bankası’nın sermayesine sermaye katarken işçilerin bir ekmek fazla alabilmek için öne sürdükleri talebi karşılamayarak, işçileri sokağa attığını belirtti. İş Bankası iştiraki olan Nemtrans firmasında sendikalarının örgütlenmesi üzerine öncü işçilerin işten çıkarıldığını, daha sonra da işyerinin zarar ettiği iddia edilerek, işçilerin Gemport’a aktarılmak istendiğini söyledi. İş Bankası yönetiminde 3 CHP’li üyenin de bulunduğunu söyleyen Küçükosmanoğlu, İş Bankası'nın 50 bin kişiyi istihdam eden, Doğu Avrupa ülkelerinde dev yatırımları olan büyük bir banka olduğunu hatırlatarak "46 kişinin ücretini ödeyememe" gibi bir şeyin söz konusu dahi olmadığını, Nemtrans’ın anayasal sendikal örgütlenme haklarını engelleyip, işyerinde taşeron çalıştıracağını , 46 işçinin işine son verildiğini ve işten çıkarılan işçilerin işe alınıncaya kadar protesto eylemlerinin süreceğini ve yasal haklarını arayacaklarını” söyledi.


8-9_Layout 2 1/18/11 6:10 PM Page 2

emek 09

örgütsüzlük örgütsüzleştiği, devrimci hareketin önemli saldırı dalgaları altında daraltıldığı ve kitlelerle bağlarının ciddi bir şekilde koptuğu döneme denk gelmesidir. Nitekim en yoğun saldırıların olduğu bu dönemde ne sendikalardan ne meslek örgütleri veya herhangi bir noktadan ciddi bir karşı koyuş örgütlenememiştir. Seksenli yılların sonu ile doksanlı yılların sonuna kadar yaşanan sürece baktığımız zaman bırakalım bu kadar kapsamlı bir hak gaspında daha düşük seviyelerdeki hak kayıplarında bile ciddi ve kazanımla sonuçlanan karşı koyuşlar örgütlenebiliyordu. Bundan kaynaklı da hükümetler bu kadar pervasızlaşamıyorlardı. İşte bundan kaynaklı da hükümet birbiriyle alakasız birçok düzenlemeyi (sadece biri için bile fırtına koparılması gerekirken) rahatlıkla geçirebileceğini biliyor. Onun için de bu kadar

pervasız davranabiliyor. Hem de her seferinde tepki toplamak yerine bir kerede yasalaştırıp işin içinden çıkmak istiyor. Bu aynı zamanda tepkilerden doğacak bir örgütlülüğün ve politize olma durumunun önüne geçmek amaçlı bir girişim olarak da görülebilir. Tasarının gündeme gelmesiyle birlikte çeşitli sendika ve meslek örgütleri bilgilendirme çalışmaları ve protestolar düzenliyor. YDSB olarak sizce bu süreç nasıl karşılanmalıdır? Bir önceki soruda da bahsetmiştik, ciddi bir örgütsüzlük durumu söz konusu. Bu hem sendikal örgütlülük anlamında, hem de sınıfın diğer örgütleri açısından böyle. Var olan örgütler de süreci karşılayabilecek niteliğe veya niceliğe sahip değiller. Özellikle sendikalar açısından durum daha bir vahimdir. Sendikalar işçilerin öz örgütleri olarak sınıfın tarihsel çıkarlarına hizmet edecek şekilde onların haklarını korumaya ve daha da ilerletmeye çalışmalıdırlar. Ancak bugün baktığımızda bir insanın ırmağın kenarına oturup akıp giden suyu seyretmesi gibi bir bir ellerimizden kayan haklarımızı seyrediyorlar. Arada bir ellerini suya daldırıp bir şeyler yakalamaya çalışıyorlar ama akıntının gücü karşısında hiçbir anlamı olmuyor. Direkt ırmağın içine girilerek daha güçlü bentler örülmeli. Aksi takdirde akıntı elimizde ne varsa silip götürecek. Yapılan birkaç protestoyla bu süreç engellenemez. Ciddi bir bilgilendirme çalışması da yok. Genel olarak toplum torba yasanın ne getireceğinden ve ne götüreceğinden habersiz durumda. Bu sürece birbiriyle bağlantılı olan iki yönlü çalışmayla karşı konulmalıdır. Bir taraftan yoğun bir bilgilendirme çalışması yapılmalı. Broşür ve bildiri gibi basılı materyallerin yanında genel toplantılar, seminerler ve forum gibi değişik araçlar da kullanılmalı. Ancak en önemlisi, bilgilendirme çalışmasının da hizmet etmesi gereken nokta, bu süreci durduracak güçlü eylemler örgütlenmelidir. Merkezi mitingler, sokak gösterileri olmakla birlikte esas olarak üretim alanlarında ciddi karşı koyuşlar örgütlenmelidir. Üretimi durdurarak veya yavaşlatarak siyasi iktidar üzerinde işçi ve emekçilerin üretimden gelen güçlerini kullanarak baskı oluşturmak gerekir. Aksi takdirde bir sonuç alınamaz.

TÜİK işsizlik rakamlarını AKP’nin güdümünde belirliyor Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK)’nun işsizlik oranlarıyla ilgili açıkladığı rakamlarla gerçekler arasındaki fark, devletin halkı yanıltmaya çalıştığının en açık örneklerinden birini oluşturuyor. DİSK’in yapmış olduğu araştırmaya göre, işe başlamaya hazır olup iş aramayanların dahil edildiği geniş kapsamlı işsizlik rakamı % 17.3, eksik, yetersiz istihdam edilenlerle birlikte bu oran % 21.6 olurken, devletin resmi kurumu TÜİK ise yaptığı işgücü anketinde, bu rakamı % 11.2 olarak belirledi. TÜİK Hanehalkı İşgücü Araştırmasına göre, “2010 Ekim dönemi sonuçlarına göre, tarım dışı işsizlik % 14.1 olurken, genç nüfusta işsizlik oranı % 21.3 olarak tespit edilmiştir. Ülkemizde, 2010 Ekim döneminde istihdam edilenlerin sayısı, bir önceki yılın aynı dönemine göre 953 bin kişi arttı. Kurumsal olmayan nüfus bir önceki yılın aynı dönemine göre 801 bin kişi artış ile 71 milyon 574 bin kişiye, kurumsal olmayan çalışma çağındaki

nüfus ise (15 yaş ve daha yukarı yaştaki nüfus) 855 bin kişi artarak, 52 milyon 788 bin kişiye ulaştı.” Rapora göre yaptığı işten ötürü herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı olmadan çalışanların oranı, Ekim ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre 1 puanlık azalışla % 43.5 olarak gerçekleşti. Bu dönemde, 2009 yılının aynı dönemine göre tarım sektöründe sosyal güvenlikten yoksun çalışanların oranı % 86.4’ten %85.3’e, tarım dışı sektörlerde % 30.4’ten % 29.1’e geriledi. 2010 yılında Türkiye İş Kurumu’na (İş-Kur) yapılan iş başvurularının 3 bin 123’ü 65 yaş ve üstü kişilerin yaptığı iş başvurularından oluşmuş. Bu süre zarfında kuruma başvuru yapan 3 bin 123 kişinin 2 bin 42’sini erkekler oluştururken bin 81’ini ise kadınlar oluşturdu. Yıl içerisinde bunların yalnızca 129’u herhangi bir işe yerleştirilirken geriye kalan 2 bin 994 kişiye ise iş bulunamadı.

EMEĞİN KÜRSÜSÜ dursun baştuğ

KESK VE OLAĞANÜSTÜ GENEL KURULU

K

ESK’in 8-9 Ocak’ta, Ankara’da yapılan olağanüstü genel kurulu, ülkemiz emek hareketinin geldiği noktayı bir kez daha göstermiş oldu. Hem ortaya atılan iddialar, hem bu iddialar karşısındaki tutum, bunun üzerine yapılan olağanüstü genel kurul ve bu kurul sonrasındaki tablo KESK’te nasıl bir katı bürokrasinin kök saldığını ve sendika kurullarını işleyemez hale getirdiğini göstermektedir. Bunun en vahim tarafı, bu bürokrasiyi yaratanların ve şu anda temsil edenlerin ülkemiz devrimci ve demokrasi güçleri içinde yer alan dostlarımız olmalarıdır. İşin tuhaf tarafı herkes de bu durumdan şikâyetçidir. Ancak bu sendikayı uzaydan gelip bu hale getirmediler. KESK’in en özgün yanı ülkemiz emekçilerinin militan mücadeleleri sonucunda kurulmuş bir sendika olmasıdır. En nihayetinde devlet güdümlü bir sendika olarak tepeden inme bir şekilde kurulmadı. KESK bu hale kendi içinde yaşadığı kırılmalar sonucunda geldi. Bunun da en büyük mimarı bu anlayışlardır. Buradan şu sonuca çıkmak istemiyoruz: “Eğer bu sendikalara biz hakim olsaydık durum böyle olmazdı’. Bu oldukça sığ ve kaba bakış açısı olurdu. Nitekim bu yaklaşımlar da sergilenmiştir. Kendileri yönetimde oldukları zaman her şey güllük gülistanlık; ama yönetim dışı bırakıldığı zaman her şey kötü. Bir sendikayı değerlendirirken o sendikadaki olumsuzlukların altında yatan nedenlere bakmak gerekir. KESK’te de bugün var olan eksikleri tarihsel süreç içinde geçirdiği evrelere bakarak değerlendirmek gerekir. Neden KESK’in kuruluş döneminde böyle ciddi olumsuzluklar yoktu. O zamandan bugüne ne değişti. Yine bugün var olan anlayışlar o gün de vardı. Olumsuzluklar da yaşanıyordu belki ama KESK bunu kendi içinde hallediyordu. Oldukça işlevliydi. O zaman da bugün KESK’in merkezinde yer alan anlayışlar önemli bir güç oluşturuyorlardı. Temel fark şuydu: KESK o zamanlar tabandan örgütlenen, nabzı işyerlerinde atan, karar süreçlerine üyelerini dâhil eden, her kesimin sözünü söylemesine önem veren demokratik bir yapıya sahipti. Meşruluğu temel alıyordu, kendisini yolunmuş tavuğa çeviren bir sendika yasası yoktu, ki yasal bir zemin arayışı da yoktu. İşlerini fiili olarak hallediyordu. Bunun gibi birçok şeyi sayabiliriz. Bugün ise bir sendikalar yasası var (En önemlisi KESK bu yasa çerçevesinde hareket ediyor). İşyerleri neredeyse unutulmuş durumda (Belli oranda halen diri bir yapısı mevcut olsa da). Kararlar yukardan alınıyor ve uygulanması isteniyor. Üyelerin karar alma süreçlerine hiçbir etkisi yok. Üyeler ve yönetim arasında ciddi bir yabancılaşma mevcut. Grup çıkarları her şeyin üstünde, bunun yanında kişisel çıkarlar da devreye girebiliyor. Öyle ki kurullar işleyemez hale geliyor. Delege avcılığı, yönetim pazarlığı, genel kurullarda yapılan ayak oyunları KESK’te yapılan sendikacılık için gayet doğal hale gelmiş durumda. Bir anekdot: KESK’e önemli oranda hakim olan anlayışlar faşizmin parlamentosuna girmek için var olan %10 barajına veryansın ediyorlar ve anti-demokratik bir uygulama olduğunu ifade ediyorlar. Ancak KESK’te yönetime veya herhangi bir göreve gelmek faşizmin parlamentosuna gelmekten daha zor. Birçok devrimci çevre bu şekilde zaman içinde tasfiye edildi. İşte tüm bunlar derinlemesine irdelenmediği müddetçe sürecin nasıl buraya geldiğini göremeyiz. Anlayışlara yönelttiğimiz eleştiri de bu temeldedir. Süreç buraya gelirken, ideolojik anlamda işçi sınıfıyla aralarındaki fark onları bu sürecin mimarı yapmıştır. Küçük burjuva karakterlerinden aldıkları grupçu yaklaşımları onların temel handikabı olmuştur. Yoksa sendika olduğu yerde dursun gelene göre iyi veya kötü olur diye bir gerçeklik yok. Süreci tersine çevirememeleri de bu anlayışların sınıf karşısındaki konumlanışını net bir şekilde ortaya sermektedir. Değilse şu an yönetimde olan anlayışlar niceliksel olarak önemli bir güç oluşturuyorlar ve yönetime de hâkimler. Yapılan olağanüstü genel kurul da bu sürecin çıkış yollarını yaratmaktan uzaktır. Olağanüstü genel kuruldan böyle bir şey belki beklenemez ama buna neden olan olay özgülünde bir sonuç alınması beklenebilirdi. Peki bu noktada gerçekten çözüm olmuş mudur? KESK’e bulaşan bu leke temizlenmiş midir? Yeni genel başkan (İronik bir şekilde tarihinde ilk defa KESK, hem de taciz iddialarından kaynaklı gittiği bir olağanüstü genel kurul sonrasında, kadın bir başkan seçmiştir.) Döndü Taka Çınar’ın yaptığı “Taciz ya da komplo iddialarının disiplin suçu sayılması, bu konularda bir bilirkişilik mekanizması oluşturulması yönünde öneriler getirildiğini ve genel kuruldan öğrenerek çıktıklarını vurguladı.’’ açıklaması içimizi rahatlatmalı mıdır? Bundan sonra süreç doğru bir şekilde işleyecek midir? Ya da Çınar’ın, ' Yönetim kuruluna 3 asil, 4 yedek kadın üyenin seçilmiş olması önemli. Kadınlar biraz daha öne çıkmış oldu'' ifadesi gerçeği yansıtıyor mu? Mesele bu şekilde mi çözülecek? Siz binlerce yıllık bir geçmişi olan, kadınlar da dahil toplumun en küçük hücresine işlemiş erkek egemen sistemi ve onun doğurduğu sonuçları bu şekilde çözebilecek misiniz? Sonuçtan hareketle çözüm oluşturulamaz. Bunun en büyük örneği bugün önümüzde durmaktadır. Sonuç olarak, işçi sınıfının öz örgütlülükleri olan sendikalar içinde, ülkemizde, diğerlerinden ayırıcı bir yerde duran KESK’ten hareketle nasıl bir tabloyla karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz.


10-11_Layout 2 1/18/11 6:11 PM Page 1

10 haber yorum

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Futbol asla sadece futbol değildir Günümüzde futbol, trilyonlarca paranın döndüğü, toplum yaşamının en derinlerine nüfus eden ve halkı-özellikle gençliği- uyutmak için etkin bir araç olarak kullanılan büyük bir endüstri haline gelmiş durumda

maçlarda taraftarlarca istifaya çağrılan Adnan Polat, kendilerine bahşedilen bu büyük hediye karşısında başkanı olduğu kulübün taraftarlarınca böylesine bir eylemin yapılmasına çok içerlenmiş. Yaklaşık 50 bin kişinin ortaya koymuş olduğu tepkiye karşı Adnan Polat bakın neler söylüyor; “Türk Telekom Arena eserinin mimarlarından Sayın Başbakan, hak etmediği bir olaya maruz kaldı. Bazı kendini bilmeyen, Galatasaraylı olduğundan şüphe ettiğimiz, Galatasaray camiasından olduğunu düşünmediğimiz bazı insanlar protesto etti. Biz samimi olarak çok üzüldük. Başbakan, burayı açmak için canı gönülden hizmet verdi. Bize tüm samimiyetiyle yaklaştı. Biz de tüm samimiyetimizle kendisini ağırlamak istedik. Muhteşem bir düğün gecesine bazıları leke düşürdü.”

S

imon Kuper tarafından futbolla ilgili yazılan bir kitabın ismi olan ‘Futbol Sadece Asla Futbol Değildir’ sözü son günlerde Galatasaray Kulübü tarafından kullanılacak olan Türk Telekom Arena stadyumunun açılışında yaşananlar sonrası yapılan tartışmalara en uygun başlık olsa gerek.

Polisiye bir konuşma içerisinde protestocu taraftarları tehdit eden Adnan Polat, konuşmasını şu ibret verici sözlerle sürdürdü; “Bunlar Galatasaray camiasının içinden olan insanlar değildir. Bunlar milyonlarca Galatasaray taraftarının üyesi değillerdir. Kendilerini Galatasaraylı kabul etmiyoruz. Elimizde 200 stat, 40 polis kamerasının görüntüleri var. İncelemelerini emniyetle birlikte yapacağız ve bu insanları stadımıza sokmayacağız.”

15 Ocak 2011 tarihinde görkemli bir şekilde adeta şölen havasında geçen Arena Stadı’nın açılışına R. Tayyip Erdoğan ve birçok bakanı ile beraber onlarca devlet yetkilisi, diğer bir çok futbol kulübünün başkanları, TOKİ başkanı ve on binlerce Galatasaray taraftarı katıldı. Açılış gecesi için bütün ayrıntıları hesaba katan, hiçbir ‘masraftan’ kaçınmayan ve milyarlarca para ayıran organizatörlerin hesaba katmadıkları bir şey vardı: Taraftarlar. Büyük görsel şovlar eşliğinde başlayan gecede, stadın açılışı için kurulan kürsüden önce TOKİ’nin hazırladığı video ile AKP propagandası yapılması Galatasaray taraftarlarını çileden çıkardı. Bunun üzerine taraftarlar Erdoğan isminin geçtiği anonsları yuhalayarak protesto etti. Erdoğan, protestoların devam etmesi üzerine yapması beklenen konuşmayı yapmadan stattan ayrıldı. Erdoğan’ın, Türk Telekom Arena’nın açılışında taraftar tepkisi nedeniyle stattan ayrılmasının ardından, bakanlar, federasyon yöneticileri ve bazı kulüp başkanları da stadı terk ettiler. Beklenmeyen bir tepki olarak karşılanan protesto gösterisi sonrası yaşananlar ise faşizmin tipik bir tezahürü idi. Yaşanan protestolar sonrası peşi sıra yapılan açıklamalara büyük bir öfke hali ve tehditler damgasını vurdu. 16 Ocak tarihinde başka bir açılışta konuşan Erdoğan, protestoculara adeta kin kusarak, Galatasaray Kulübü’nü de stadı kullandırmamakla tehdit etti. Sekiz yıllık başbakanlık koltuğunda halka karşı yaklaşımını, her pratiği ile ortaya koyan Erdoğan’ın göstermiş olduğu bu tavırlar ise artık alışılmış bir duruma işaret ediyor. Halkımızın emeği ve alın teri, vergiler, soygunlar ile elde ettikleri paralarla övünerek, taraftarları

Galatasaray’ın İstanbul Seyrantepe’deki yeni stadyum açılışında R.Tayyip Erdoğan Galatasaray taraftarları tarafından protesto edildi tehdit edip hakaretlerde bulunan Erdoğan’ın ibret verici konuşmasından bazı alıntılar yaparak konuyu daha berrak bir hale getirmiş olacağız. İşte Erdoğan’ın sözleri “Şimdi birileri çıkıyor ’efendim Seyrantepe Stadı’nı burada filancanın, filancanın, filancının emeği vardır.’ Burada çok açık konuşuyorum, Seyrantepe Stadı’nın A’dan Z’ye yapımında Galatasaray Kulübü’nün bir kuruşu yoktur. Tamamıyla bu tesis Toplu Konut İdaremiz tarafından yapılmıştır. Ve Galatasaray Kulübümüzün de kullanma hakkı olarak kendisine tahsis edilmiştir ve bunun da anlaşmaları yapılacak, daha yapılmış değil. Şimdi burada ben farklı bir kulübe, Devlet Bakanım farklı bir kulübe gönül vermiş olabilir. Ama bunların hepsini biz bir kenara koyduk. Niye? Çünkü Galatasaray bizim beynelmilel ülkemize şampiyonluklar kazandırmış, ülkemizi uluslararası futbolda tanıtmış bir kulübümüz. Ve kendilerine böyle bir yer yakışır diyerek, tesisi bitirdik. Açılıştaki olumsuzluk sahiplerinindir. Sadece 310 trilyonluk yatırımla

kalmadık. Stada harcadığımız 310 trilyonun yanında metro ve kavşak düzenlemesiyle birlikte oradaki yatırımın toplam bedeli 600 trilyonu bulmuştur. Herhalde böyle bir yatırımın karşılığı bu olmamalıydı diye düşünüyorum.” dedi R. Tayyip Erdoğan ve bakanlarına sormak gerekiyor, Galatasaray taraftarlarını tehdit ettiğiniz o 600 trilyon parayı nasıl, nereden kazandınız? O çokça övündüğünüz stadyumu hangi eller ne emeklerle inşa etti? Tüm bu görkemli yatırımların ve projelerin arkasında yatan temel gerçeklik o tehtid ettiğiniz futbol taraftarlarını stadyumlara çekmek değil mi?

Adnan Polat: ‘bu insanları stadımıza sokmayacağız’ Yaşanan protesto olayına ilişkin kraldan daha fazla kralcı kesilen bir başka isim ise Galatasaray Kulübü Başkanı Adnan Polat oldu. Galatasaray Kulübü’nde başkanlık yaptığı dönem boyunca sürekli bir şekilde eleştirilere maruz kalan ve özellikle Galatasaray takımının oynadığı son

Yaşanan protesto eylemine ilişkin en dikkat çekici ‘tepkiler’ ise internet üzerinden yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı Spor A.Ş.’nin genel Müdür Yardımcısı Selim Terzi, Twitter sayfasından yaptığı açıklamada şu sözleri sarf etti; “Galatasaraylılığımdan utanıyorum. Başbakanı, TT Arena’da yuhalayanların babaları belli değildir, buna eminim. Şerefsizler yuhalayan kahpe GS taraftarı.” Yine Twitter üzerinden yapılan bir başka ‘tepki’ ise Devlet bakanı ve AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış’a bağlı olan AB genel sekreterliği Müşaviri Yasin Ekrem Serim’den geldi. Serim kendi sayfasından yaptığı açıklamada “Böyle bir şerefsizlik yok. Nankörsünüz... Kimin sayesinde o statta maç izliyorsunuz. Kim yaptı lan o stadı size. Gerizekalı, kuş beyinliler” dedi. Tüm bu açıklamalar, söylemler, hakaret ve küfürlerin sebebi olan bir protesto gösterisinin bu baylarımızı neden bu kadar rahatsız edip, ürküttüğünü iyi analiz etmek gerekiyor. Günümüzde futbol, trilyonlarca paranın döndüğü, toplum yaşamının en derinlerine nüfus eden ve halkı-özellikle gençliği- uyutmak için etkin bir araç olarak kullanılan büyük bir endüstri haline gelmiş durumda. Bu gerçekliğin dışına çıkarak, birbirlerini tanımayan fakat aynı duygularla bir araya gelen on binlerce insanın böylesi bir tepki ortaya koyması yönetenleri oldukça öfkelendirmiş durumda.

Özür dilemiyoruz! Özür dilemeye ve istifaya çağırıyoruz! Galatasaray taraftarlarınca protesto edilen R. Tayyip Erdoğan ve GS Kulübü Başkanı Adnan Polat tarafından taraftarlara yönelik sarf edilen sözlere ilişkin Galatasaray taraftar gruplarından olan Tek Yumruk grubu internet üzerinden bir açıklama yaptı. “Değeri yüksek olan Mecidiyeköy’deki araziyi alıp, kuşa döndürülmüş bir proje ile yeni stad yapılmış olmasına rağmen başbakan ve devlet erkânı Galatasaray Spor Kulübüne büyük bir lütufta bulunmuş gibi davranarak, kendi siyasi hesaplarını hayata geçirmek istediler. Yapılan propaganda, Adnan Polat’ında katkısına rağmen Cumartesi günü kulübün gerçek sahibi Gala-

tasaray taraftarının bilinçli tepkisi ile bir balon gibi patladı. Bizlerin bu stad için, ne devlet erkânına, ne de Adnan Polat’a bir borcumuz var. Bu stad kimsenin cebinden çıkan para ile yapılmadı. Kendi yandaşlarına peşkeş çektiği Ali Sami Yen arazisi karşılığı yapılan stad için bizim tek borcumuz, bu stadı yapan, üçünü çalışmalar sırasında yitirdiğimiz emekçilerdir. Bizler bu stad için sadece evine ekmek götürmek derdinde olan, günlerini gecelerini şantiye alanında geçiren, kimi zaman maaşını bile alamayan, iş güvenliği olmadan çalıştırılan emekçilere teşekkür ederiz. Cumartesi akşamı yapılan protesto için Galatasaraylılığımızı sorgulayan, ancak kendi

çıkarlarının söz konusu olduğunu bildiğimiz Adnan Polat’ı, Galatasaray taraftarından özür dilemeye ve istifa etmeye davet ediyoruz. Aynı şekilde Recep Tayyip Erdoğan ve TOKİ’nin başkanı olan şahsı da büyük Galatasaray taraftarından özür dilemeye davet ediyoruz.” denilen açıklama şu sözlerle son buluyor; “Yapılan ve yapılacak tüm saldırılara karşı, kulübümüzü kendi menfaatleri için kullananlara karşı, tek çıkarı arma aşkı olan bizler, tek yumruk, tek yürek olarak duralım. Biliyoruz ki büyük kulüp, büyük taraftar olmak, alınan kupalarla, tribünü kaplayan pankartlarla değil, zalimin önünde başını eğmeyen onurlu duruş ile mümkündür.”


10-11_Layout 2 1/18/11 6:11 PM Page 2

kadın 11

20-30 OCAK 2011 Halkın Günlüğü

Ortadoğu Kadın Konferansı sonuçlandı Irak, İran, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Suriye’den birçok kadın örgütünün katıldığı Ortadoğu Kadın Konferansı 24-26 Aralık 2010 tarihinde yapıldı Venezüella’da 2-8 Mart 2011 tarihleri arasında düzenlenecek olan Dünya Kadın Konferansı’nın ön hazırlık süreçleri, dünyanın farklı kıtalarında ve bölgelerinde düzenlenen alt konferanslarla gerçekleştirilmektedir. Bu konferanslardan biri, Irak’ın Kerkük kentinde 24-26 Aralık 2010 tarihinde, Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten kadın kurumlarının katılımıyla gerçekleştirildi. Ortadoğu Kadın Konferansı, gerçekleştirildiği sürecin yanında ele alınan konular ve sonuç bildirgesiyle de dikkat çeken bir niteliği yansıtmaktadır. Venezuella’da gerçekleştirilecek olan Dünya Kadın Konferansı’na hazırlanmak ve Ortadoğulu kadınların sorunlarını ve mücadelelerini yansıtmak amacıyla düzenlenen bu konferansın en önemli kazanımı, Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde mücadele yürüten kadınların ilk kez bir araya gelerek deneyimlerini paylaşmaları ve bundan sonraki dönemlerde daha güçlü ve nitelikli bir Ortadoğu Konferansı düzenleme kararını almış olmalarıdır. Çünkü kadın kurumlarının sürekliliği olan, uzun vadeli bir faaliyet ekseninde bölgesel bir kadın mücadelesi yürütmeyi amaçlaması bir zorunluluk olarak kendini hissettirmiş ve ele alınan konu başlıklarının yanında birçok sorunun daha derinlikli tartışılması ihtiyacını açığa çıkarmıştır. Toplantının, ABD emperyalizminin 2003 yılında ‘’demokrasi götürme’’ vaadiyle işgal ettiği Irak’ta gerçekleştirilmesi, işgalin yaratmış olduğu yıkımın, yoksulluğun, şiddetin sonuçlarının etkilerinin özellikle kadınların yaşamında derin çıkmazlar yarattığı, açlık, yoksulluk, ölüm, hapis, taciz ve tecavüzün yaşamının olağan bir parçası haline gelen kadınların hep mağdur, çaresiz olarak yansıtıldığı egemen düzenin yaratmış olduğu yanılsamaları da aşan, Ortadoğulu kadınların güçlü olduklarını ve mücadele yürüttüklerini gösteren güçlü bir cevap olmuştur. Toplantıya Irak, İran, Türkiye-Kuzey Kürdistan ve Suriye’den, Özgür Kadın Derneği, Kürdistan Özgür Kadın Hareketi (PJAK), Hiva Derneği, Kadın için Kadın

Derneği, İran’dan Yekitiya Jinen Rojhilate Kurdistan (Doğu Kürdistan Kadın Birliği-YJRK), Yekitiya Star, Ceni Kadın Bürosu, Kerkük Parlamentosu üyesi, Türkiye-Kuzey Kürdistan’dan ESP/Sosyalist Kadın Meclisi, Demokratik Kadın Hareketi, Yeni Demokrat Kadın, İmece ve Demokratik Özgür Kadın Hareketi ve Selis Kadın Dayanışma Merkezi gibi birçok kadın örgütü katılmış ve verimli tartışmalar gerçekleştirilmiştir. Kürt, Türk, Arap, Asuri farklı uluslara ve etnik kimliğe ve dine mensup olan kadınların farklılığının bir zenginliğe dönüştürülmüş olması, konferansın Ortadoğu halklarının kardeşliğini yansıtan, aynı zamanda bu birlikteliğin anti-emperyalist ve antifeodal mücadeledeki kararlılıklarının önümüzdeki süreçte güçlü bir enerji yaratacağını açığa çıkarması yönüyle umut vericidir. Konferansta Ortadoğulu kadınların ve özellikle savaş ve işgal koşullarında yaşayan kadınların emperyalizmin yanında kendi ülkelerinin egemen iktidarlarının şeriat kanunları ile bütünleşen, ezilen halkları, ulusları birbirine düşmanlaştıran politikalarının yanında Ortadoğulu kadınların ataerkil- feodal zihniyetin hakimiyeti ile kadınların korkunç bir karanlığa, köleliğe mahkum edildiği dile getirilmiştir. Bu yönüyle dünyanın farklı birçok yerinde kadınların yaşadığı baskı ve şiddet ortak olmakla birlikte Ortadoğulu kadınların hala en küçük bir bireysel hakkının dahi tanınmaması, yasaların tamamen kadının aleyhine düzenlenmesi, dinin ve şeriat kanunlarının da etkisiyle harmanlanan feodal-toplumsal kültürün kadını tamamen yok saydığı, kadınların hak arama mücadelesine giriştiklerinde ve mevcut düzenin çizdiği sınırları aştığında recm cezasıyla, idamlarla, bedenlerinin çeşitli uzuvlarının kesilmesiyle, kırbaçla ve daha akla hayale sığmayacak birçok uygulamayla yaşamına son verildiği ya da yaşarken öldürüldüğü aktarıldı. Ancak kadınların tüm baskı ve tehditlere rağmen örgütlü mücadele yürütmeleri ve güçlü olduklarını göstermeleri, Ortadoğulu kadınların sanılanın aksine direnişte güçlü bir mevzi olduklarını ve bu mevzinin güçlendirilmesinin Ortadoğu’daki ezilen halkların ve ulusların örgütlü mücadelesine hizmet

etmek olduğunu açıkça göstermektedir. ABD emperyalizmi başta olmak üzere tüm emperyalistlerin kendi çıkarları için gözünü diktiği ve tam bir karmaşaya sürüklediği Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerinde açığa çıkan direnişler ve örgütlü mücadeleler, tüm dünya ezilenlerinin kaderini belirleyecek niteliktedir. Bu mücadelenin mütevazi de olsa bir parçası olan Ortadoğu Kadın Konferansı, ilk deneyim olması itibariyle belirli eksikliklerle örgütlenmiş olsa da ele aldığı sorunlar ve bu sorunlara yönelik somut adımları içermesi yönüyle tüm kamuoyu ile paylaşılması, geliştirilmesi ve güçlendirilmesi gereken bir adımdır. Ortadoğulu kadınların başlatmış olduğu bu girişim, Venezuella’da gerçekleştirilecek olan Dünya Kadın Konfera n s ı ’ n a dünyadaki tüm ezilen halkları ve ulusları yakından ilgilendiren Ortadoğu ’ nu n gözlerden saklanan gerçeklerini taşımakta ve bu konferanstan sonra sürekliliği olan, Ortadoğu’daki tüm kadın mücadelelerini içeren güçlü, birleşik bir mücadele alanı inşa etmekteki kararlılığı yansıtmaktadır. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün yaklaştığı bu süreçte atılan bu adım, Türkiye-Kuzey Kürdistan’da mücadele yürüten kadın örgütleri başta olmak üzere tüm devrim ve demokrasi güçlerinin yakından takip etmesi, güçlendirmesi ve ileriye taşınması gereken somut bir mücadele alanını işaret etmektedir.

Ortadoğuda kadın olmak Venezüvella’da yapılacak olan Dünya Kadaın Konferansına hazırlık olarak ele alınan Ortadoğu Kadın Konferansı sonuç bildirgesinde, konferansın önemine vurgu yapılarak; “Konferansımızı Kerkük gibi hem bölge devletlerinin hem de uluslararası güçlerin üzerine pazarlık yaptığı bir kentte gerçekleştirdik. Kerkük, Ortadoğunun Türk, Arap, Kürt,Türkmen Asuri, Süryani, Keldani, Müslüman, Hristiyan, Sabi ve Ezidi gibi bölgenin zengin kültür mozağini yansıtan bir Ortadoğu maketi gibidir. Aynı zamanda tüm çelişkilerin merkezidir. Ulusal, sınıfsal, cinsel, mezhepsel, dinsel farklılıklar bölgede çatışmaların da kaynağını oluşturmaktadır.” ifadelerine yer veriliyor. Venezuella Dünya Kadın Konferansına dair gündemlerinin Ortadoğu’daki kadınlara dair eksiklikler barındırdığına dikkat çekilen bildirgede: bölgede yaşayan kadınların recm, kadın sünneti, muta nikahı, idam, kadın cinayetleri, kadın intiharları, cinsel şiddet, taciz ve tecavüz, namus ve töre cinayetleri, çocuk yaşta evlendirilme, zoraki evlilik, beşik kertmesi, berdel, çok eşlilik, yasalarda ve yasaların uygulanmasında açığa çıkan cinsel ayrımcılık gibi uygulamalara maruz kaldığına dikkat çekilerek; “Dünya kadın buluşmasının anlayışına uygun olarak tüm dünya kadınlarının kendini ifade zemini olmalıdır. Aynı zamanda belirlenen gündemlerde açığa çıkan temel durumun kadının mağduriyetinin üzerine kurulması, kadının aktif ve direngen rolünü gölgelemiştir. Ayrıca, kadın sorununun detaylandırılmasına karşın sorunlarını tanımlamanın ötesinde çözüm yöntemlerinin somut olarak ele alınmamış olması, kadınların mücadelesinden çok mağduriyetinin ön plana çıkmasına neden olmuştur. Dünya kadın hareketi bakımından toplumsal hareketlerin gelişimlerine bağlı olarak bazı merkezler oluşuyor. Ortadoğu’daki kadın hareketinin de bu güçlü merkezlerden biri olduğunu görmek gerekiyor. Ortadoğu’da kadınların yaşadığı derin sorunların yanında kadınların çok güçlü bir direniş ruhu ve geleneği vardır. -Ortadoğu’daki emperyalist işgalin sonlandırılması, ulusların kendi kaderinin tayin hakkının tanınması aynı zamanda kadın hareketinin başlıca siyasal gündemlerindendir. Biz kadınlar biliyoruz ki Ortadoğu’ya barış, kardeşlik ve özgürlük ancak kadınlar mücadeleye katılırsa mümkün olacaktır.” şeklinde ifadeler yer alıyor.


12-13_Layout 2 1/18/11 6:40 PM Page 1

20-30 OCAK 2011 Halkın Günlüğü

Gelişmeler ekseninde Haziran ayında ya T Son yıllarda ‘açılım’ politikaları ile adeta baş döndürücü bir ‘değişim’ sürecine işaret eden hakim sınıflar, diğer yandan KCK operasyonlarından, sokak infazlarına, en küçük hak alma mücadelesine yönelik gösterdiği azgın saldırılardan, emekçilere yönelik yapılan ağır ekonomik ve siyasi saldırılara kadar tam bir faşist terör estirmektedir. Demokrasi kelimesinin bu kadar çok bahsinin edildiği ve yukarıda belirttiğimiz bu kadar çok saldırının yaşandığı bir süreçten geçmekteyiz

Halkın iktidarı lafla kurulmaz

C devleti büyük bir tıkanma aşamasında bulunuyor. Bir tarafta emperyalist efendilerinin kendilerine sundukları bölgesel misyon gereği elde ettikleri avantajlar, diğer tarafta ise kronik bir hale gelmiş olan 87 yıllık bir çok sorunun bu misyonu sekteye uğratma gerçekliği. 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ile temelleri atılan ve neo-liberal politikalar ekseninde emperyalist politikalara uyumlu hale getirilmeye çalışılan TC devleti, AKP hükümeti ile finale yaklaşmış bulunuyor. Dokuzuncu hükümet yılına giren AKP, geçen bu zaman diliminde gayet ‘istikrarlı’ ve ‘başarılı’ bir şekilde emperyalist efendilerine hizmet ederek, özelleştirmelerden hak gasplarına, devlet terörünün en azgınından, çeşitli yalan ve safsatalar ile ‘açılımlar’ politikalarına imza atarak iktidarlaşma yolunda da emin adımlarla ilerlemektedir. Yapılan yerel ve parlamento seçimlerinde oldukça yüksek oranlarda aldığı oylar ile hükümete getirilen AKP, sinsi bir politika izleyerek ülke içinde ve dışında ‘mazlumun yanında, yoksul dostu, haksızlıklara karşı çıkan bir güç olarak’ sürekli bir şekilde şişirilmiş ve büyük bir yanılsamaya vesile olmuştur. Özellikle ‘demokrasi’, ‘özgürlük’, ‘insan hakları’ gibi halkımızın özlemini çektiği birçok meseleyi aymazca kullanmış ve üzülerek söylemek gerekir ki hem geniş bir halk kitlesi hem de kendisine devrimci-demokrat-aydın diyen birçok kişi ve kurum bu sinsi politikalara kanarak peşinden sürüklenme yanılgısına kapılmış durumdadır. Kürt ulusal sorunu başta olmak üzere, Alevilerin yaşadıkları sorunlar, diğer azınlıkların yaşadıkları sorunlar, demokrasi, özgürlük, insan hakları ve daha birçok sorunda 87 yıllık devlet geleneğinin ‘dışında’ farklı bir söylem geliştiren (söylem diyoruz çünkü tüm bu söylemlerin pratikte yaşam bulma şansı yoktur)

Hakim sınıflar cephesinden bu gelişmeler yaşanıp ve halkımız tam bir cendere altında yaşamaya mahkum edilmişken, Türkiye- Kuzey Kürdistan devrimci ve komünist hareketi de gerekli çalışmalara şimdiden başlamalı ve faşizmin seçim oyununu bozacak doğru ve güçlü taktikler geliştirmelidir. Parlamentodan bir araç olarak yararlanılıp ya-

AKP hükümeti özellikle parlamento seçimleri süreçlerinde büyük bir ‘beğeni’ kazanmış ve yapılan seçimlerde tek başına hükümete getirilmiştir. Ülkemiz siyasi tarihinde her seçim döneminin kaçınılmaz gerçekliği olan burjuva-feodal partilerin yalan ve demagoji üzerine kurulu olan bu yapısal gerçekliğine ek olarak AKP bu işi daha profesyonelce ve bir takım kırıntılar vererek yapmıştır-yapmaktadır. Ilımlı İslam modeli olarak piyasaya sunulan ve yıllar öncesinden hazırlanan kadroları ile sürece adım atan AKP gelinen aşamada özellikle R. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere, Ahmet Davutoğlu, Bülent Arınç ve

birçok yeminli faşist isim ile beraber oldukça etkin bir politika izlemektedir. Seçimler döneminde ülkemiz emekçileri üzerinden gasp ettikleri vergiler ile milyonlarca lira parayı kendi gerici iktidarları için kullanan, satılmış kalemşorları ve büyük medya tekelleri ile etkin bir propaganda çalışması ören, tüm bunlarla yetinmeyip kömürle-şekerle halkımızın desteğini kazanmaya çalışan AKP ve diğer burjuva-feodal partileri korkutan en büyük olgulardan birisi ise halkın sandığa gitmemesidir. Emperyalizme hizmet ve kendi gerici iktidarlarının bekası için göz ardı edemeyecekleri bir araç ve halkın gözünü boyayıp sö-

rarlanılmayacağı politikası ile parlamentarizmi birbirine karıştırıp-aynılaştırmadan fakat anı en iyi şekilde tahlil edip en doğru ve devrimci taktik ile sürece müdahale etmek günün ihtiyacıdır.

ve bağrında devrimci kalkışma tohumları taşıyan toplumsal hoşnutsuzluk göz önüne alındığında, faşizmi maskelemek için sistem tarafından etkin bir şekilde kullanılan parlamentoyu teşhir etmek, güçlü, birleşik devrimci bir kampanya eşliğinde halkın sandığa gitmemesini sağlamak ve yapılacak olan seçimleri gücü oranında engellemeye çalışmak

Yazımıza konu ettiğimiz tüm bu saldırılar ve halkın burjuva –feodal düzene duyduğu güvensizlik


12-13_Layout 2 1/18/11 6:40 PM Page 2

perspektif

yapılacak olan seçimlere genel bir bakış mürü çarkını devam ettirmek için kullandıkları modern bir ahır olan parlamento ve seçimlere yükledikleri misyon böylesine önemli iken, halkın bu araca itibar etmemesi, diğer tanımı ile var olan burjuva-feodal partilere güvenmediklerini beyan etmeleri, en büyük korkularıdır. Sömürü ve zulüm çarkının dışına çıkan her şey tez elden ortadan kaldırılması, imha edilmesi gereken büyük bir tehlikedir. Belirli periyotlarla güven tazelemenin ve o süre zarfında halkı kimin daha iyi sömüreceği yarışının yapıldığı parlamento seçimleri, sözde demokratik özde ise burjuvazinin elinde etkin bir silah olarak sömürü ve zulmün peçelendiği bir araçtır.

Devlet terörü had safhada Son yıllarda ‘açılım’ politikaları ile adeta baş döndürücü bir ‘değişim’ sürecine işaret eden hakim sınıflar, diğer yandan KCK operasyonlarından, sokak ortasında polis infazlarına, en küçük hak alma mücadelesine yönelik gösterdiği azgın saldırılardan, emekçilere yönelik yapılan ağır ekonomik ve siyasi saldırılara kadar tam bir faşist terör estirmektedir. Demokrasi kelimesinin bu kadar çok bahsinin edildiği ve yukarıda saydığımız ve sayamadığımız bu kadar çok saldırının yaşandığı bir döneme ülkemiz halkı daha önce tanık olmamıştır. Tüm bu saldırı ve sömürü çarkının bu kadar rahat bir şekilde hayata

geçirilmesinin en büyük savunusu olarak ise yapılan seçimlerde alınan oy oranları gösterilmektedir. Var olan açlık, yoksulluk, sefalet içinde bir çıkış yolu arayan ve gerçek devrimci bir alternatifin yokluğunda var olan gerici partiler arasında bir seçim yapmaya zorlanan emekçi halkımızın durumunu ve kendilerine vaat edilen özgürlüğü, cellâdını seçme özgürlüğü olarak tanımlasak en doğru tanımı yapmış oluruz galiba.

Fabrikalarda, tarlalarda, atölyelerde… Kısacası yaşamın var olduğu her alanda bu yaşamı var eden milyonlarca işçiköylü-emekçinin alın teri ve emeği üzerinden yükselen ve ama dönüp yine bu kesimleri amansız bir sömürü çarkı ile baskı altında tutmaya çalışan burjuva-feodal gerici düzenin ve siyasi arenadaki temsilcilerinin utanıp-sıkılmadan halkımızın karşısına çıkıp oy istemesi ve istedikleri oyları alıp güven tazelemeleri işin bir başka ironik yanı olsa gerek. KCK davası, ‘açılımlar’ süreci ve Demokratik Özerklik ile çift dilli yaşam politikaları ekseninde baş döndürücü bir hızla siyasi gündemi tayin eden Kürt ulusal sorunu. Çalıştaylar, kurultaylar ile sinsi bir asimilasyon politikası etrafında sisteme yedeklenmeye çalışılan Aleviler ve diğer inanç kesimleri. Torba yasa, özelleştirmeler, hak gaspları, sendikal mücadeleye yönelik saldırılar, işten atmalar, sigortasız, güvencesiz çalıştırma, taşeronlaşma ile tam bir cendere altına alınan işçi sınıfı. Kotalarla, emperyalist tarım politikalarıyla üretemez ve yaşayamaz duruma getirilen köylülük. Parası olanın eğitim görebildiği, anti-bilimsel, anti-demokratik uygulamalar ile sisteme kalifiye eleman olarak hazırlanan, sürekli bir şekilde en demokratik hak alma eyleminin dahi, biber gazı, gaz bombası, cop, tank ile bastırılmaya çalışıldığı ve tüm bu şartlar altında ‘bilim yuvalarında’ eğitim aldıkları iddia edilen gençlik. Evlerde, işyerlerinde, sokak orta-

yani nitelikli, devrimci mücadeleyi besleyip geliştirecek etkin bir boykot çalışması örmek ihtiyaca cevap olabilecek en doğru politikadır. AKP tarafından, soldan-sağa her kesimin beğenisini kazanan ve faşist sınırlar içerisinde her türlü mücadelenin hoşgörü ile karşılanacağının sürekli bir şekilde yapılan propagandası, 87 yıllık TC tarihinde yaşanan katliamlar, baskılar, saldırılar, devlet terörünün baş mimarı olan ve bir saray darbesi ile tahtına Kılıçdaroğlu Kemal’in

getirildiği CHP tarafından ‘halkın iktidarını kurmaya geliyoruz’ yalan ve safsatası ile emekçi halkımızın tekrardan bu kanala yönlendirilmesi ve silahlı mücadele başta olmak üzere devrimci şiddeti de içerisine alan bir ‘barış’ ve ‘şiddetsiz çözüm’ rüzgarının estirildiği böylesi bir durumda bu oyunu bozacak gerekli adımların atılması ve faşizmin sömürü çarkına çomak sokmak olmazsa olmazımızdır. Ne burjuva-feodal düzen partilerinin kuyruğuna

sında şiddetin her türlüsüne maruz kalan, gündeme sürekli olarak bedeni, kimliği, düşüncesi üzerinden gelişen saldırılar ile gelebilen kadınlar… Yukarıdaki tabloya yakından baktığımızda karşımıza çıkan sonuç şu; emperyalizmin tahakkümü altında, uluslar arası tekelci sermayenin çıkarları doğrultusunda ülkemizdeki yer altı ve yer üstü zenginliklerini efendilerine peşkeş çeken, füze savunma sistemleri ve daha açıklanmayan onlarca anlaşma ile özellikle Ortadoğu haklarına yönelik gelişecek olan emperyalist saldırılara alan açan, ezilenler ve emekçiler üzerinden sınıfsal, ulusal, mezhepsel, cinsel… Saldırılarını had safhaya çıkaran egemenler ve tüm bu saldırılar ekseninde tam bir cendereye alınan, bir çıkış yolu arayan ve gitgide yaşayamaz bir hale gelen milyonlar. Hakim sınıflar tüm bu gerçeklik ve yaşananlar üzerinden 2011 Haziran ayı içerisinde parlamento seçimlerine gideceklerini açıkladılar ve şimdiden bütün burjuva-feodal partiler ve parlamentarizm batağına saplanıp kalmış reformist-revizyonist aklı evveller hummalı bir seçim çalışması içerisine girmiş bulunuyorlar. Halkın var olan hoşnutsuzluğunu belirli bir süreliğine de olsa minimize etme, sisteme karşı gelişen tepkiyi bir parti üzerinden bertaraf edip yeni bir güçle sürece başlama(ki bu noktada birçok kesimin yürüttüğü AKP karşıtlığı tek başına faşist-gerici düzeni değil, bu düzene belirli bir dönem için ‘hizmet’ eden bir gücü hedeflediği için oldukça tehlikelidir) ve sömürü çarkını daha karlı bir şekilde döndürme yöntemlerinden biri olarak seçimler üzerinde önemle düşünülmesi ve analiz edilip gerekli çalışmaların yürütülmesi gereken bir araçtır. Emekçi halkımıza dayatılan, yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi, belirli bir dönem için boynuna sömürü ilmiğini geçirecek olan cellâdının giydiği elbisenin rengini seçme özgürlüğüdür.

takılıp sistemin çarkları arasına girmek ne de ‘demokrasi’ rüzgarına kapılıp sınıfsal farklılıkları bir kenara iterek sistem içi mücadele hattını güçlendirmek. Gerçek-devrimci çözüm zora karşı zor aygıtını, ki bunun ülkemiz özgülündeki yegane aracı komünistler önderliğinde yürütülen silahlı mücadeledir, en etkin şekilde kullanarak sınırların ve sınıfların ortadan kalkacağı Altınçağa giden bu güzergahta, tereddüt etmeden ilerlemektir.


14-15_Layout 2 1/18/11 6:13 PM Page 1

14 gençlik yorum

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Nevit Kodallı’da neler oluyor? Kısa bir süre önce Nevit Kodallı Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi Müdürü İbrahim Tol, erkek ve kız öğrencileri sürekli sözlü şekilde ‘uyararak’ birbirlerine 45 santimetreden fazla yaklaşmamalarını istemiş ve bu gerici uygulamaya karşı öğrenciler, durumu velilerine bildirmiş, velilerin girişimleri sonucu da kamuoyuna duyurulmuştu. Milli Eğitim Bakanlı’ğının konuya dair resmi bir açıklama yaparak, “Öğrencilerin birbirlerine 45 cm’den fazla yaklaşmalarının yasaklandığı ve diğer iddialar tamamen yalan” demesi, öğrenciler ve velileri tarafından tepkiyle karşılandı.

Müdür: “tehlikeli yakınlaşmalar istemiyorum”

Nevit Kodallı Lisesi’nde “yeni” bir eğitim yöntemi ortaya çıktı. Uygulamaya göre kız ve erkek öğrenciler birbirlerine 45 cm’den fazla yaklaşamayacaklar.

Yaşanan olaya dair öğrencilerin ifade ettikleri ise, yapılan açıklamaların doğru olmadığını ortaya koyuyor. Müdürün öğrencilere bağırarak, ‘45 santimden fazla yaklaşamazsınız birbirinize, yasaklıyorum, tehlikeli yakınlaşmalar istemiyorum okulumda, kızlar ve erkeklerin birbirine bu kadar yaklaşmalarının sonu belli’ şeklin-

deki sözlerini okulun öğrencileri dile getiriyor. Bu konuda yalan söylemeleri için bir neden olmadığını ifade eden öğrenciler bu yönlü uygulamaların kendilerini okuldan soğuttuğunu da sözlerine ekliyor.

Ayrıca öğrencilerin verdikleri beyana göre müdür, okula gelen habercileri birinci sınıflara yönlendiriyor. Bunun sebebi ise 1. sınıf öğrencilerin korktukları için seslerini çıkarmamaları. Öğrenciler okuldaki gerici uygulamalara karşı koydukları için okul yönetimi ve kimi öğretmenler tarafından tehdit ediliyor. Öğrenciler tehditlerle baş edemediklerini ifade ederek, şunları belirtiyor: “Üzerimize gelmeye devam ediyorlar. Öğretmenlerden biri çıkan haberleri kastederek, ‘Asıl haremlik-selamlık şimdi başlıyor, bekleyin siz’ dedi. Tehditlerle baş edemiyoruz artık. Müdürün bizleri nasıl eğittiğini anlamış değiliz. Okul bahçesinde sigarasını içip tespihini çekerek liseli öğrencilere olabilecek en kötü örneği sergiliyor. ” Okulda çok garip uygulamaların olduğunu

belirten öğrenciler, kışın bot giymelerinin engellendiğini, cinsel düünceler açığa çıkar diye atölye derslerinin saatlerinin düşürüldüğünü söylüyorlar.

Öğrenciler: eyleme geçeceğiz Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Lisesi’nin öğrencileri bir karar alarak, üzerlerindeki baskıların kalkmaması ve idarenin yanlışlarından dönmemesi halinde eyleme geçeceklerini, oturma eylemi yaparak, dersleri boykot edeceklerini belirttiler. Okuldan atılma tehditlerine karşı birlikte hareket edeceklerini belirten öğrenciler, “Artık kimseden korkmuyoruz çünkü liseleri ellerine almak isteyip bu duruma düşürenler de korkmuyor, apaçık yapıyorlar her şeyi.” diyerek kararlı olduklarını vurguluyorlar. Öğrenciler ve velileri cephesinden yaşananlar buyken, Okul Müdürü İbrahim Tol bu konuda kimseyle görüşmeyip, okuldan dışarı çıkmıyor. Eylem nedeniyle okula gelen Yenişehir İlçe Milli Eğitim Müdürü İhsan Dağ ise soruları yanıtsız bıraktı.

Gül’e dikensiz gül uzatanların köşk ziyafeti Dolmabahaçe’de Başbakanın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto eden öğrencilere yapılan saldırıyla birlikte, orantısız-orantılı güç, yumurta atma vb tartışmalarla başlayan süreç Cumhurbaşkanının “ÖTK” temsilcileriyle yaptığı toplantıyla başka bir noktaya evrildi. Baskı ve zulüm her dönem olduğu gibi devlet-iktidar ikilemi içerisinde bütün zor aygıtları kullanılarak gerçekleştiriliyor. İşte bu zor aygıtını demokrasi aldatmacalarıyla uyum içerisinde sunan, bunu emperyalizmin de icazetleriyle bütünlüklü olarak uygulayan AKP hükümeti ve devletin Cumhurbaşkanı. Ezilen yığınlar üzerinde yoğunlaşan emek gaspları, talan edilen köylülük, işsiz milyonlar ve elbette ki gençlik. Bu dinamiklerin içerisinde üniversitelerde yaşananlar ve halk gençliğinin bir bütün olarak taşıdığı başkaldırı dinamizmi, egemenleri her dönem olduğu gibi bu dönem de korkutmaktadır. Bir yandan toplumsal ve ekonomik alanlarda devlet ve iktidar eliyle yaratılan yıkımlar, diğer taraftan üniversitelerde uygulanan, (buna ilk ve orta dereceli eğitim kurumları da dahil) ve bu alanlardaki temel dinamikleri hiçe sayan politikalar pervasızca sürdürülüyor. ‘Başbakan’ın Dolmabahçe’de rektörlerle yaptığı toplantıya “Bizi hiçe sayamazsınız-muhatap biziz” diyen, demokratik haklarını kullanarak taleplerini dile getirmek için yürüyen halk gençliğine uygulanan devlet terörü hafızalardaki yerini koruyor. Yine parasız, bilimsel, anadilde eğitim için yürüyen üniversite öğrencilerine yapılan saldırılar, son dönemlerde gittikçe ayyuka çıkan faşist saldırılar ve karşısında meşru mücadele çizgisi, yumurtalı protestolar, egemenlerin dikkatlerini bu alana çevirdi.

Kuzuların gül servisi Hemen bu gelişmelerin ardından iktidarın pervasız açıklamaları, türlü kara çalmaları ve basiretsizliklerinin imdadına devleti doğrudan temsil eden Cumhurbaşkanı Gül yetişti. Gül, ‘Öğrenci temsilcileriyle’ Çankaya Sofrası’nda bir araya geldi. Kulağa hoş gibi görünen bu manzara burjuva-feodal medyanın da pohpohlamasıyla geniş kesimlere böyle lanse edildi. Çankaya Köşkü’ndeki yemekli toplantıya Ankara, Atılım, Başkent, Bilkent, Çankaya, Gazi, Hacettepe, ODTÜ, TOBB-ETÜ, Turgut Özal ve Ufuk üniversitelerinin öğrenci konseyi başkanları ve 3 üniversitenin kadın başkan yardımcıları çağrıldı. Üniversitelerin kendi iç dinamiklerinin değil, rektörlerin hatta dolaylı olarak siyasal iktidarın tepeden belirlediği konsey başkanlarıyla sözde üniversitelerin sorunları tartışılacaktı. Söz konusu sözde temsilciler olunca ne YÖK ne parasız eğitim, ne polis terörü, ne bilim, ne de anadilde eğitim konuşuldu. Sözde temsilciler, aldıkları icazetlerle bir de bu talepleri büyük bedeller ödeyerek savunan ve milyonlarca yoksul halk gençliğini temsil edenleri, ‘Üniversitelerde huzur bozan bir avuç azınlık’ olarak tarif etme pervasızlığına düştüler. Bu denklem içerisinde “Ben de bir dönemler öğrenciydim. Öğrenci konseyi başkanlığı da yaptım. Arkadaşlarınızın sorunlarını, beklentilerini serbestçe anlatsın” diyen Gül, “dinleyip, gereğini yapacağız” dedi.

Gereği düşünüldü! Köşke yürümek isteyen öğrencilerin toplantıya katılıp taleplerini ve sorunlarını anlatma isteği kabul edilmedi. Öğrenciler kolluk kuvvetlerinin barikatlarıyla karşılanırken, ‘Saraylarınız, köşkleriniz sizin olsun, üniversiteler bizimdir’ dedi. Böylece demokrasinin egemenler için ne anlama geldiği de yeniden belgelenmiş oldu. Karşısında sorunları ve talepleri anlatan değil kendisine gül atanları dinleyen Gül, gerekli talimatları vererek, sözde bütün sorunları çözdü. Yemekli toplantının hemen ertesinde kapalı kapılar arkasında sözde YÖK’e, “Öğrencilerin barınma ve harç sorunlarını çözün” diyen Gül, İçişleri Bakanına da “Polis daha hassas davransın” talimatı verdi. Bu gelişmelerin ardından ODTÜ’de üniversite öğrencilerinin demokratik taleplerini duyurmak için gerçekleştirdiği yürüyüşe kolluk güçlerinin saatler süren azgın saldırısı geldi. Çanakkale’de faşist saldırılar sonrası gözaltına alınan öğrencilerin kollarının kırılması, ağır darba maruz kalması, kapalı kapılar ardından verilen talimatların ne olduğunu açıkça göstermektedir. Yine Gül’e sadece dikensiz gül sunanlara, YÖK makamında özel bir oda sunulması da mevcut faşizmin sözde demokrasi hamleleriyle nasıl ahenkle perdelendiğinin, estirilen yalan rüzgarının açık bir göstergesi.


14-15_Layout 2 1/18/11 6:13 PM Page 2

f

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

gençlik haber 15

Bu üniversitede OHAL var

AKP üzerinden toplumsal muhalefeti baskı ve denetimi altına almak isteyen devlet, birçok alanda olduğu gibi üniversitelerde de faşizmin keskin kurallarını devreye sokuyor. ODTÜ ve Ankara Üniversitesi’nde muhalif devrimci demokrat öğrencileri kaba dayaktan geçiren devlet, İstanbul Üniversitesi’nde ise öğrencilerin yürüttüğü muhalefete karşı OHAL uygulamalarını devreye soktu.

ÇOMÜ’de öğrencilere saldırı

İstanbul Üniversitesi öğrencileri okullarına girmek için sivil polise ve özel güvenlik görevlilerine önce kimlik gösteriyor, sonra da üst aramasına giriyor. Üst aramasından geçenler okula girerken, geçmeyenler okula sokulmuyor.

Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde 12 Ocak tarihinde devrimci, demokrat öğrencilere sivil faşistler saldırdı. Faşistlerin sözlü tacizlerle başlattıkları gerginlik fiziki saldırıya dönüştü. Okula gelen jandarma aralarında DGH’lilerin de bulunduğu devrimcidemokrat öğrencilere saldırdı. Jandarmanın saldırısı sonucu aralarında DGH’lilerin de bulunduğu 3’ü ağır olmak üzere 10 öğrenci yaralandı, 22 öğrenci de gözaltına alındı.

Öğrencilere okullarına “zor”la girmekten soruşturma açıldı Geçtiğimiz günlerde okullarına girmek isteyen öğrenciler, üniversitenin giriş kapısında Özel Güvenlik Birimi (ÖGB) ve sivil polislerin üst araması dayatmasıyla karşılaştılar. Öğrenciler, yapılan uygulamanın hukuksuz olduğunu ifade ettikten sonra okullarına girmek istedi. Öğrencilerin bu hukuksuzluğa karşı ses çıkarmasına öfkelenen ÖGB ve sivil polisler, İstanbul Üniversitesi rektörüğünden aldıkları yetkilerle öğrencileri kaba dayaktan geçirdikten sonra, kapı önüne koydu.

Gözaltına alınan 14 kişi gece serbest bırakılırken 8 kişi gözaltı süreleri uzatılarak adliyeye sevk edildi. Otuz saatlik gözaltı sonrası savcılıkta ifade veren öğrenciler tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.

“Bu Üniversitede OHAL var” Arkadaşlarının aramaya direnmesinin ardından, rektörlük tarafından 45 öğrenci hakkında soruşturma açılmasını protesto eden üniversite öğrencileri okullarının kapısına “Bu Üniversitede OHAL var” pankartı astı.

Açılan soruşturmayı ve üniversitelerinde rektörlüğün devreye koyduğu faşist uygulamaları protesto eden öğrenciler, devletin AKP ve YÖK üzerinden devrimci-demokrat öğrencileri baskı altına alarak, ünüversitelerden sisteme yönelik gelişen gençlik muhalefetini yok etmek istediğini belirttiler. Öğrenciler arkadaşlarına açılan soruşturmanın ve üniversitelerde uygulanan OHAL

Üniversitelerde OHAL uygulaması başlatan devlet uygulamaya itiraz edenleri okula girmek “suç”undan yargılayarak “ceza” veriyor. yasalarının geri çekilmesini talep ettiler. Eylemi Demokratik Gençlik Hareketi (DGH), Genç-Sen, Öğrenci Kollektifleri, Demokrat Yursever Gençlik (DYG) ve Gençlik Muhalefeti üyesi öğrenciler örgütlerken, Çağdaş

Hukukçular Derneği (ÇHD), İHD, İstanbul Üniversitesi öğretim görevlileri ve BDP İstanbul milletvekili Sabahat Tuncel destek verdi. Öğrencilere Grup Yorum ve Bandista da türkü ve marşlarıyla destek verdi.

Ü

Geçen ay kaba hatlarıyla değindiğimiz üniversite eylemleri, hakim sınıfların hazmedemeyecekleri bir pozisyona geldiğinden dolayı, “öğrenci-devlet” buluşması olarak, “lokal anestezi” alarmına geçildi. Baş operatör Abdullah Gül, bir grup “seçilmiş” öğrenciyi konağında ağırladı. Uzun süren sohbetlerin hangi öğrenci meramı etrafında döndüğünü bilmemekle birlikte,

basına yansıyan “nasihat” yanı beklenilenin dışında bir durum değildi. Pek “sayın” Gül, ‘Memleket sorunlarına kafa yorun, düşüncelerinizi ortaya koyun, ancak şiddetten ve yasa dışı örgütlerden uzak durun’ mesajını verdi. Haliyle, hakim sınıfların öğrenci “meramı” anlaşılmış oldu. Yoruma gereksiz bir “istem”! Köşkün “sırlar odasında” tartışmalar devam ederken, muhalif öğrenci gruplarına bilindik tavırlar sergilendi. Dışarıda ablukaya alınan öğrencilerden bir grup temsilci, Cumhurbaşkanlık Sekreteri ile konuşma “fırsatı” yakaladılar. Bu görüşmeden çıkan sonuç, “seçilmişler” ile yapılandan çokta farklı değildi; ‘polissiz demokrasi olmaz!’. Bu “demokratik” gönderme, 5 Ocak’ta, ODTÜ’den, AKP binasına yürümek isteyen öğrencilere yönelik saldırının çerçevesini çizmekteydi. 500 kadar devrimci-demokrat yurtsever öğrenciye karşı 2500 polis 6 zırhlı araç ile saldırıda bulunuldu. Ve bu

Saldırıları protesto eden öğrenciler, olası yeni bir saldırıya karşı sınavlara toplu halde gidiyorlar.

GENÇ YORUM

f sinan çakıroğlu İsyan Etmek Meşru ve Zorunludur! niversitelerde cereyan eden olaylar, ülke gündeminin merkezinden düşmüyor. Füze kalkanı, iki dil tartışması v.d önemli başlıklara rağmen, memleketin nabzı öğrenci eylemliklerinde atıyor. Beklide toplumsal bir “sübjektivizm” olarak adlandırılabilinir! Fakat tarihte yarı-aydın kitlelerin hareketlenmesi her zaman yeni süreçlere vesile olmuştur. Hele ki, bu yarıaydın kitleler topluluğu, proleter sınıf bilincini “dert” edinmişse!

Yaşanan faşist saldırılar sonrası bir çok devrimci, demokrat öğrenciye soruşturma açılırken, saldırıyı yapanlara karşı ise yine her hangi bir işlem yapılmadı.

saldırıdaki tek gerekçe “demokrasi”nin yerine getirilmesiydi. Keza Çanakkale’de sadece son 20 gündür halk gençliğine yönelen faşist saldırılar da aynı “demokrasi” oyununun bir parçasıdır. Aslında burada bir parantez açarak ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme’ demek gerekir. Nedenini şöyle izah edelim; sınıf farkı olmakla birlikte, proletaryanın devlet iktidarı da aynı misyona sahiptir. Lenin’in Engels’ten yaptığı ‘Proletarya, devlete gereksinim duyduğu sürece, ona özgürlük için değil, düşmanlarını bastırmak için gereksinim duyacaktır’ alıntısı, tamda burada iktidar denilen meselenin yeniden üretiminin birden farklı faktörle ele alındığını gösterir. Hakim sınıflar bir yandan Çankaya’da konak ağırlamaları yapılarak, diğer yandan devrimci-demokrat-yurtsever öğrencilere saldırarak aynı “demokratik” iktidarın sürekliliğini sağlamak istemektedirler.

ÖDTÜ’de büyük puntolarla BAŞKALDIRIYORUZ, sloganıyla hareket eden öğrenci gençlik, bir başkaldırının habercisi olabilir. Başkaldırının niteliği, koşulları itibariyle, devrim tarihimizdeki diğer örneklerle özdeşleşecek nitelikte olmasa dahi, “Avrupa-i” protestoların, konfeti ve yumurta “muhalefetinin” aşılacağı, sadece hükümet edene yönelik değil, demokratik taleplerin iktidar perspektifiyle ele alınacağı bir başkaldırıya dönüşebilir. Öğrenci kitlelerinin kendiliğinden biriken öfkeleri, doğru önderlik edildiği taktirde iktidar bilinçli eyleme dönüşebilir. Demokratik Halk Gençliği, güçlerini zayıf halkalara devrimci taleplerin en yükselebileceği yerlere kanalize ederek, yürüteceği güçlü kampanyalarla sürecin önemli bir öznesi olabilir. Yeter ki, görevleri tahin etmenin yanı sıra, yöntem sorununu bilimsel analizden geçirerek somut adımlar atmasını bilelim. İsyan etmek, sadece meşru değil artık zorunludur!


16-17_Layout 2 1/18/11 6:14 PM Page 1

16 dünya yorum

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Kara kıtada isyan sesleri Gündeme sürekli bir şekilde yaşanan açlık, yoksulluk, sefalet, işgal ve katliamlarla gelen Kara Kıta Afrika bu kez isyan sesleri ile gündeme damgasını vuruyor

A

frika ülkelerinden Tunus’ta yaklaşık bir ay önce başlayan protesto gösterileri, Tunus Hükümeti’nin düşmesine ve devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin görevini bırakarak, ülke dışına kaçmasına neden oldu. Tunus’ta son yıllarda had safhaya çıkan işsizlik, yoksulluk, sefalet ve tüm bunların sebep olduğu toplumsal sorunlar patlama noktasına gelerek bir isyana dönüştü. Üniversite mezunu olan Muhammed Buzizi isimli bir genç işsizlikten dolayı seyyar satıcılık yaparken tezgahına 17 Aralık 2010 tarihinde polis tarafından el konulunca kendisini yakarak ölmüştü. Buzizi’nin ölümünden sonraki günlerde binlerce genç sokaklara çıkarak polisi ve hükümeti protesto eylemleri düzenlemişti. 22 Aralık 2010 tarihinde ise bir başka işsiz genç elektrik direğine çıkarak kendini elektrik akımına vererek, yaşamına son vermişti. Yaşanan bu ikinci ölüm olayından sonra Tunus sokakları tam bir isyana sahne oldu. On binlerce insan bir ay boyunca sokaklara çıkarak hükümet karşıtı eylemler yapıp, devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’yi istifaya zorlamışlardı. Tunus’ta 23 yıldır devlet başkanlığı koltuğunda oturan Zeynel Abidin Bin Ali, işsizlik, yolsuzluk ve siyasi baskı nedeniyle yaklaşık 1 ay önce başlayan bu gösteriler başkente sıçrayınca, ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.

Tunus hükümeti düştü, devlet başkanı istifa etti Bin Ali, protesto gösterileri üzerine hükümeti fesh etmiş, erken parlamento seçimleri olacağını açıklamış; ayrıca olağanüstü hal ilan ederek göstericilere karşı sert önlemlerin uygulamaya sokulacağını açıklamıştı. Hükümetin bütün

önlemlerine ve polisin azgın saldırılarına rağmen ağır sosyal ve ekonomik yıkım şartlarına karşı ayağa kalkan Tunus halkı, katliamlarla ve kitlesel tutuklamalarla durdurulmaya çalışılıyor. Tutuklananlar arasında ise hareketin içerisinde yer alan ilerici ve devrimci kişiler de var. Bunlardan biri de Tunus İşçi Komünist Partisi lideri Hamma Hamami.

protesto eylemlerinde ölenlerin sayısının 80’i geçtiği belirtiliyor. Yaşanan gelişmelerin olası bir halk ayaklanmasına evrilmesinden korkan Tunus devleti ve emperyalist güçler, sahte ve yalan vaatlerle halkı kandırmayı ve eylemleri sonlandırmayı hedefliyorlar.

Hamma Hamami 12 Ocak tarihinde evinden alınarak tutuklandı. Tutuklanmadan sadece birkaç saat önce ise İtalyan haftalık dergisi Left’e bir röportaj verdi. Röportajda mücadeleye olan inancını dile getiren Hamammi şöyle konuştu: “Ölümlere rağmen gençler hala sokakta. Hareket, rejimden çok daha güçlü ve rejimin yıkılmasına yol açabilir. Ne zaman olduğunu bilmiyoruz ama yol açıldı.”

Tunus’ta yaşanan gelişmeler sömürücülere korku salmışken bir başka isyan provası da Cezayir’de baş gösterdi. Olaylar konut sorunu olarak Aralık ayı sonlarında başladı. Halk 2003 depremi sonrası kendilerine 1 milyon konut sözü verilmesine rağmen yolsuzluk ve ilgisizlik nedeniyle sözün yerine getirilmemesini protesto için sokaklara döküldü. Birçok kentte gençler ana yolları kapattı, lastikler yakıldı, karakollar taşlandı.

Onlarca kişinin ölmesinin ve yüzlercesinin yaralanmasının halkın öfkesini daha da arttırdığını belirten Hammami, Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin gitmesini, diktatörlüğün sona ermesini, sadece öğrencilerin değil, sendikacıların, işçilerin, öğrencilerin, avukatların, sanatçıların istediğini de kaydetti. Hamammi, Tunus’ta olayların başladığı 17 Aralık’tan bu yana tutuklanan ilk siyasi lider. 59 yaşındaki Hamammi, ülkedeki İslamcı hareketin tamamen ortadan yok olduğunu, halkçı, demokratik ve laik bir ayaklanmanın söz konusu olduğunu belirtti. Hamammi’nin liderliğini yaptığı Tunus İşçi Komünist Partisi illegal bir parti ve gençlik içerisinde geniş bir taraftar desteğine sahip. Hamammi uzun zamandır aranıyordu. Tunus’ta bir aydır devam eden sokak gösterileri, Tunus polisi tarafından silahlarla bastırılmaya çalışılıyor. Olayların başladığı 18 Aralık tarihinden itibaren

Cezayir isyan sesleri ile sallanıyor

Kuzey Afrika ülkelerinden Cezayir’de, kimi temel gıda ürünlerinde yüzde 30’lara varan fiyat artışlarını protesto eden gösteriler ülke geneline yayıldı. 1 Ocak’tan itibaren şeker, un, yağ gibi temel gıda malzemelerinde yüzde 20 ila 30 civarında yaşanan artış, başkentin özellikle fakir mahallelerinde halkın polisle çatıştığı gösterilere neden oldu. Her gün binlerce kişinin katıldığı eylemlere Cezayir polisinin ateş ile karşılık vermesi sonucu bir kişi ölmüş onlarca kişide yaralanmıştı. Cezayir, 60’lı yıllarda uzun bir savaş sonrası Fransa’dan bağımsızlığını kazanmış. Ama bu bağımsızlık hiçbir zaman politik ve ekonomik alanda gerçekleşmemiştir. 1989 yılında tekrar halk ayaklanmaları yaşanmış ve bağımsızlığı kazanan Ulusal Kurtuluş Güçlerinin dışında çok partili yaşama geçilmiştir.

Açlık ve sefalet ortak paydaları Tunus, Cezayir, Fas, Mısır, Sudan, Yemen, Filistin… tüm bu ülkelerdeki Arap halklar büyük bir yoksulluk içinde işsiz ve politik baskı altında yaşamaktadır. Resmi kayıtlara göre işsizlik %15 olarak ifade ediliyor. Fakat gerçek işsizliğin %20’lerin üstünde olduğu söyleniyor. Özellikle Tunus ve Cezayir’de genç nüfusun çokluğu ve işsizlik bir araya gelince bu tür eylemlerde kaçınılmaz oluyor. Cezayir’de halkın %75’inin 30 yaşın altında olduğu ve gençlerin %20’sinin de işsiz olduğu belirtiliyor. Tunus içinde benzer rakamlar geçerli. Tüm Arap dünyasında 140 milyon insan yoksulluk sınırının en altlarında yaşıyor ve çoğunu da gençler oluşturuyor. Bu genç nüfusun büyük bir çoğunluğu ise eğitim görmüş gençler. Çoğu Arap ülkesinde yeni liberal politikalar, yani özelleştirme, gıda ve enerji sübvansiyonların kaldırılması gibi kemer sıkma politikaları sonucu var olan işsizlik ve yoksullukta katlanarak artmış durumda. Özellikle 2008 yılında ABD’de baş gösterip bütün dünyaya yayılan ve konut sektöründe devasa boyutlara ulaşan “Küresel ekonomik kriz” ile beraber yaşanan bu krizin faturası ezilen dünya halklarına kesilmiş ve dünya genelinde işsizlik, yoksulluk ve sefalet had safhaya ulaşmıştı. Tüm bu yaşanan sorunlara birde Tunus ve Cezayir örneğinde olduğu gibi siyasi iktidarlar tarafından uygulanan baskı ve sömürü politikaları eklenince ezilen milyonlarca insan en meşru hakları olan isyana başvuruyor.


16-17_Layout 2 1/18/11 6:14 PM Page 2

f

20-30 OCAK 2011 Halkın Günlüğü

dünya haber 17

Avrupa’da yükselen ırkçılık Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu (ADHK), Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon), Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu (ATİK) ve Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM)’nun katılımıyla oluşan DEKÖP-A son dönemde Avrupa ülkelerinde artan ırkçılığa karşı bir bildiri yayınladı. tartışmasının tetiklediği düşünsel kundakçılık olarak ırkçı salgın, Rusya’da insan avına çıkan devlet destekli milliyetçi-ırkçı çetelerin geçen yıl 113 Orta-Asya’lı insanı hunharca katletmeleri, Fransa’nın insanlık suçu sayılabilecek hukuksuz sınır dışı politikaları, Danimarka, Norveç, Belçika, İtalya, Hollanda gibi ülkelerde ırkçı partilerin hızla güçlenmesi ve saldırganlıkların artması yeni ırkçı dalgaya çok somut göstergelerdir.”

Neo-Liberalizm ve kriz, ırkçılığı/faşizmi besliyor!

Demokratik Kitle Örgütleri Platformu-Avrupa (DEKÖP-A) bileşenleri son dönemde Avrupa ülkelerinde artan ırkçılığa karşı bir bildiri yayınladı. “Emperyalizm koşullarında boy veren modern ırkçılık, tekelci sermaye egemenliğinin genel ve güncel çıkarlarını korumanın, emekçi kitleleri birbirinden yalıtarak onları ‘düşman’ kamplara bölmenin, toplumsal yaşamı zehirlemenin yaygın ve maalesef etkili bir yöntemidir. ‘Demokrasinin beşiği’ sayılan Avrupa kıtasında ırkçı motifli bireysel, örgütsel, kültürel, toplumsal ve kurumsal saldırganlıklar adeta bir çığ gibi büyüyor. Zenofobi (xenophonbie-yabancı kor-

kusu), ‘islamofobi’ ve şovenizm, birçok ülkede, bir devlet politikası ve toplumsal tehdit olarak daha fazla gündemleşiyor.” denilen açıklamada, birçok Avrupa ülkesinde ırkçı partilerin yükselişe geçtiği ve “yabancı düşmanlığının” hızla tırmandırıldığına dikkat çekilerek şöyle denildi; “ Avrupa ülkelerinin birçoğunda (burjuva) egemenlik erkleri (yasama-yürütme ve yargılama), kamusal kurum, bürokrasi ve toplumlar içinde ortaya çıkan yeni tipte faşizan ve ırkçı düşünceler hızla güç kazanıyor. İsveç’te ırkçı partinin parlamentoya girme başarısı, İsviçre’de ‘yabancı suçluların sınır dışı edilmesi’ni yasalaştıran ırkçı referandum sonuçları, Almanya’da Sarrazin

Faşist politikaların ve ırkçılığın gelişmesinin arkasında yatan nedenlerin neo-liberalizm ve bu eksende gelişen politikalar olduğunun altı çizilen açıklamada “21. yüzyılda, ‘etnozentrik küresel bir salgın’ olarak hızla yayılan yeni tipler eşliğindeki ırkçılık, neo-liberalist ekonomik-politik saldırganlığın yarattığı toplumsal krizler ve tahribatlardan besleniyor. Bir kaç on yıldır çok katı bir şekilde uygulanan ve işgal, talan, şiddet, sömürü, baskı ve medyatik manipülasyon üzerine kurulan Neo-Liberalizm doktrini zaten özde ırkçıdır. Uluslararası mali oligarşinin maksimum kar ve kaynak transferi amaçlı tipik bir emperyalist yönelimi olarak, neo-liberal politikalar, yoksulluk, açlık, kitlesel işsizlik, sosyal güvencesizlik ve adaletsizlik, siyasal hak gaspları, yolsuzlukları daha da derinleştiriyor. Bu toplumsal tahribat ve felaket-

EKSEN

f ahmet hacalişi k. Lübnan ve Hizbullah gerçeği

D

ünya tüm gözlerini yine Lübnan’a çevirdi. Hizbullah, ülkede 5 yıldır devam eden Hariri suikastı soruşturmasının sonuçlarının açıklanmasına günler kala 11 bakanını hükümetten çekerek koalisyonu düşürdü. Bilindiği üzere eski başbakan Sünni Arap Refik Hariri’nin siyasi cinayete kurban gitmesiyle ilgili olarak, cinayet sorumlularının belirlenmesi amacıyla Birleşmiş Milletler soruşturması yapılıyordu. Olası şüpheliler de başlangıçtan itibaren Suriye ve Hizbullah olarak işaret edilmişti. Gelinen aşamada, olayda Hizbullah’ın üst düzey yetkililerinin sorumlu gösterilme olasılığının belirmesi karşısında örgüt lideri Hasan Nasrallah, mahkemenin bir neo-con prodüksiyonu olduğundan bahisle kendilerinin suçlu bulunması halinde hükümetin soruşturma sonuçlarını reddetmesi için hükümete baskı yapıyordu. Başbakan oğul Hariri ile örgüt arasında bu çağrıya ilişkin fikir ayrılığı çıktığından 2008 senesinde Şii ve Sünniler arasındaki savaştan sonra kurulan Ulusal Birlik Hükümeti dağıldı.

(Şii, Sünni), % 35’i Hıristiyan ve %1.3’ü Dürzidir.

Lübnan Akdeniz kıyısında bulunan bir Ortadoğu Arap ülkesidir. Finike uygarlığının vatanı Lübnan’ın yüzölçümü 10.452 km2, nüfusu 4.224.000’dir. % 64,7’si Müslüman

Ortadoğu ve onun uzantısını oluşturan Kafkasya-Orta Asya coğrafyası ABD elebaşılığındaki emperyalizmin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin çerçevesini oluşturur.

HİZBULLAH örgütü, İsrail’in 1982’de Lübnan işgali sırasında mülteci kamplarındaki sivilleri sistemli olarak katletmesi üzerine Şİİ nüfusun duyduğu tepki sonucu doğdu. 1980-1988 arasında gerçekleşen Irak-İran savaşında İran’ın, Arap dünyasındaki tecrit durumunu Baas Partisinin rakip kliğinin egemen olduğu Suriye ile aşmaya çalışması Hizbullah’ın kurulmasını kolaylaştırdı. İran böylece Lübnan’da politik aktörlerden birisi haline geldi. 2006 yazında yaşanan İsrailHizbullah çatışmasında Hizbullah’ın efsanevi direnişi ise örgütün prestijini artırdı. Siyasal kazanımlar edinmesinin yolunu açtı. 2. Lübnan savaşından sonra artan desteğiyle örgüt önce ABD patentli kotalı sisteme savaş açtı. Daha sonra Sinyora kabinesinden çekilerek sistemi kilitledi. Doha’da düzenlenen Arap zirvesinde azınlık veto hakkının elde edilmesiyle Lübnan denkleminde mutlaka dikkate alınması gereken egemen siyasi güç pozisyonuna yükseldi.

lerin yarattığı kaygan zemin üzerinden gelişen ırkçı, faşizan düşünce ve örgütlenmeler burjuva yasama, yürütme ve yargı erklerini de hızla etkisi altına alıyor. Faşizm olgusunda olduğu gibi, modern ırkçılığın da arkasında büyük sermaye güçleri vardır. Göçmen karşıtlığı ve düşmanlığı, Danimarka’da ve İsviçre’de olduğu gibi, ‘halkın refahını korumak’ adına sistemleştiriliyor. Sürekli ve yeniden hortlatılan ‘modern ırkçılık’ sermaye çıkarlarının merkeze alındığı burjuva-gerici egemenlik hukukundan besleniyor. Günümüzün resmi burjuva göçmenlik politikaları, gerçek demokratik bütünleşmeyi (entegrasyon) dıştalayan, ‘üstün kültür’ dayatmacılığını öngören gerici bir çizgide ilerliyor. Sözde ‘entegrasyonu yönlendirme ve teşvik etme’ adı altında, genel olarak göçmenlere, özellikle de Müslüman yoğunluklu ülkelerden gelen göçmenlere karşı bir korku furyası geliştiriliyor. Müslüman kökenlileri ‘potansiyel suçlu ve tehlikeli’ olarak görme anlayışı toplumda hakim hale getiriliyor. Irkçılık ve faşizm, özellikle de kriz dönemlerinde, toplumun en alt veya orta tabakaları içindeki bir akım olarak değil, bilakis üst sınıfların ideolojik, örgütsel ve eylemsel bir tercihi olarak, şekil alıyor ve güçleniyor.” denilerek yerli ve göçmen işçilere,emekçilere, ezilenlere ve sömürülenlere ırkçılığa ve kapitalist düzene karşı mücadele etmeleri çağrısı yapıldı.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan “bağımsız devletler” ile ABD’nin siyasal-ekonomik işbirliğine girmesiyle uygulamaya geçen BOP, 2001’de Afganistan, 2003’de Irak işgalleriyle kadim ipek yolunun kontrol altına alınması sonucu yeni bir boyut kazandı. Ancak 21. yüzyıl jeopolitiğinin sıklet merkezini teşkil eden Ortadoğu-Kafkasya ve Asya’nın merkezindeki İran’ın denetim altına alınamaması bir yana bölgedeki nüfuzunu artırması, Hizbullah, Hamas ve körfez ülkelerindeki Şii azınlık kanalıyla ABD çıkarlarını tehdit eder konuma yükselmesi, emperyalizmin planlarında aksamaya yol açtı. Irak’ta İran destekli Şiilerin egemen konuma gelmesi, İran-Suriye eksenli Hizbullah’ın Lübnan’da etkili siyasi güç olması, Filistin yönetiminden kopan Sünni Hamas’ın Gazze şeridindeki belirleyiciliği ve İran’ın Rusya’ya yanaşması ABD destekli Sünni Arap dünyasına karşı İran’ın psikolojik üstünlüğü ele geçirmesi olarak görülmelidir. Tüm bu faktörlere ilaveten Lübnan’ın güneyinde konumlanan Hizbullah’ın, ABD’nin stratejik ortağı İsrail için tehdit oluşturması da Lübnan’ın önemini artırmakta. İran’ı kuşatabilmek için Ortadoğu’da eksen ülke Suriye’yi İsrail ile masaya oturtmadan ve Suriye’ye Hizbullah desteğini çektir-

meden kendi yararına bir ‘Ortadoğu barışı’ sağlayamayacağı dolayısıyla bölgeye ilişkin planlarını uygulayamayacağı gerçeğiyle karşılaşan ABD, 2008 yılında Türkiye gözetiminde Suriye-İsrail görüşmelerini başlatsa da başarılı olunamadı. Ancak o tarihten bugüne Suriye’nin izolasyonu için baskılar devam etti. Stratejik Golan bölgesinin geri verilmesi, yabancı sermaye girişinin taahhüt edilmesi, Alevi azınlığa iktidar garantisi verilmesi, Lübnan’da söz hakkı, Irak Kürdistan’ından gelecek petrol boru hatlarının Suriye’den geçirilmesi gibi tavizler Suriye’nin, stratejik ortağı İran-Hizbullah ekseninden uzak durması için siyasi rüşvet olarak ortaya atıldı. Bunlara ilaveten Hariri suikastinde Suriye parmağına sık sık atıfta bulunulması da bu amaca hizmet için piyasaya sürüldü. Soruşturma komisyonunun raporunda sadece Hizbullah’ın sorumlu gösterileceğine dair çıkan haberler ve Suriye Devlet Başkanı Esat’ın son dönemde ABD ile uzlaşıyor intibası vermesi ABD’nin manevralarında önemli oranda başarılı olduğunu gösteriyor. İran bu manevraları akamete uğratmak adına geri adım atmayarak Hizbullah kanalıyla hükümeti bozdurup ABD’ye aynı zamanda bir anlamda rest de çekmiş olmakta.


18-19_Layout 2 1/18/11 6:15 PM Page 1

20-30 OCAK 2011 Halkın Günlüğü

Dayatılan teslimiyettir 13 Ocak 2011 tarihinde yeniden görülmeye başlanan KCK davası ile beraber Kürt ulusal sorunu ve Kürtçenin tartışılması meselesi yeniden yakıcı bir şekilde kendini hissettirmeye başladı. Diyarbakır Adliyesi’nde devam eden duruşmalarda “yargılanan” Kürt siyasetçilerin Kürtçe savunma yapma ısrarları ve devletin tipik ırkçı-faşist yaklaşımının yeniden gün yüzüne çıkması bakımından KCK davası oldukça önemli bir yerde durmaktadır. “Düz ovada siyaset” telkininde bulunanların, en küçük bir demo-

kratik hak alma mücadelesine dahi yaklaşımı meselenin özünü net bir şekilde gözler önüne sermektedir. Amaç Kürt ulusunun en doğal hakları olan bir takım kazanımların dahi ellerinden alınarak tam bir tasfiye ve teslimiyet dayatmasıdır. “Açılım” politikaları ile ne kadar “değişip” “demokratikleştikleri”nin propagandasını yapan hakim sınıfların, esasen emperyalist-kapitalist sisteme sınırsız uşaklıkta kendisini revize etmeye çalıştığı gayet net bir şekilde ortadadır. Kürt ulusunun inkarı günümüz

koşullarında tümden imkansız hale gelmiştir. Yıllarca inkardan gelinen Kürt realitesi artık daha sinsi politikalar eşliğinde en az zararla atlatılmaya çalışılıyor. Bunun en somut ve aktüel örneği olarak ise KCK davası ve yaşananları gösterebiliriz. Kürtçe televizyon kanalı kuran, Başbakanı ve Cumhurbaşkanı Kürtçe kelimeler telaffuz eden bir sistem ki Kürt siyasetçilerin Kürtçe -yani anadillerinde- savunma yapma isteğini “bilinmeyen bir dil” olarak yaftalayabiliyor.

Her ulusal sorun özünde DOSYA

KÜRT ULUSAL SORUNU 2

Esas olarak başlangıç itibariyle yoksul Kürtlere dayanan Kürt hareketi, ulusal hareket olması niteliğiyle içinde barındırdığı değişik toplumsal kesimleri bir arada tutabiliyordu.

Röportaj soruları

Alper TAŞ ❶››

87 yıldır devam eden Kürt ulusal sorununu gelinen aşamada nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin ve PKK’nin bu soruna yaklaşımı doğru bir yaklaşım mıdır? ❷›› AKP tarafından hayata geçirilmeye çalışılan “açılım” politikalarının asıl amacı sizce nedir? Sizce demokratikleşiyor muyuz? ❸››Buna karşın PKK’nin izlemiş olduğu strateji sizce doğru mudur? PKK bu süreci nasıl ele almalıdır? ❹›› KCK operasyonları ile amaçlanan nedir? ❺›› Demokratik Özerklik tartışılıyor kaç zamandır? Sizce nedir bu Demokratik Özerklik? Bu coğrafyada yaşam bulma şansı varmıdır? ❻›› Kürt ulusal sorunu ve Kemalizm arasındaki ilişkiyi nasıl tarif edebiliriz? Dünden bugüne PKK’nin Kemalizm ve devlet olgusuna yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz? ❼››Silahlı mücadele miadını doldurmuş mudur? PKK silahlı mücadele vermeseydi bugün bunları konuşuyor olacak mıydık?

ÖDP Genel Başkanı Barış ve kardeşlik ancak iki halkın ikna olması ile ve bir arada yaşamın zeminlerinin bugünden güçlendirilmesi ile mümkün olabilir

❶›› Kürt sorununda bugün kritik bir eşikteyiz. Kürt sorunu bağlamında ya bir arada yaşamın zeminlerini güçlendirecek demokratik çözüm yollarını bulacağız ya da toplumsallaşmış bir çatışma ile yüz yüze kalacağız. Devletin bu soruna ilişkin yaklaşımında, sorunu inkar politikasından çıkartarak tanıma ama bu tanımayı kendi kontrolünde, kendi çizdiği sınırlarda, bireysel kültürel haklarla sınırlama vardır. Kürt hareketinin her tür baskıya, tasfiye operasyonuna rağmen gösterdiği direnç Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yoldan çözümü noktasında olumlu bir durum olarak gözüküyor. Kürt siyasi hareketinin sürecin geldiği aşamada Türk kamuoyunu kazanabilecek bir politika ve eylem hattı geliştirmesi gerekiyor. PKK’nin eylemsizlik kararını süresiz hale getirerek demokratik ve barışçıl bir sürecin geliştirilmesi esaslı aktif bir siyaset için çaba göstermesi gerekiyor. Bu çabanın Türk kamuoyunun hassasiyetlerini gören, onu kavrayan bir dille ve tarzla yürütülmesi

gerekiyor. Barış ve kardeşlik ancak iki halkın ikna olması ile ve bir arada yaşamın zeminlerinin bugünden güçlendirilmesi ile mümkün olabilir. ❷›› AKP’nin ‘açılım’ politikaları bir tasfiye stratejisi olarak gelişiyor. Yıllardır AKP eliyle demokratikleştiğimiz üzerine bir yanılsama içerisine sokulmaya çalışılıyoruz. Ancak görülüyor ki AKP eski devleti-statükoyu devralarak baskıcı-otoriter bir rejimi yeniden inşa ediyor. AKP, liberalizm ve muhafazakârlık temelinde yeni bir Türkiye kurarken, Kürt sorununa da bu çerçeve içerisinde bakıyor. Açılım politikası da Kürt sorununun çözümünü amaçlamaktan öte Kürt hareketinin bölgedeki etkisini kırmaya dönük bir hamle olarak devreye sokuluyor. KCK operasyonları açılım politikasının amacının ne olduğunu ortaya koymak bakımından yeterli bir örnektir.

Kürt hareketi bölgede sınıfsal-toplumsal bir çözülmeye doğru gidiyor

❸›› AKP’nin açılım politikası emperyalist güçlerin bölgesel hedefleriyle uyumu içeriyor.

Bu bakımdan PKK’de aslında bölgede kurulmak istenen yeni yapı açısından bir istikrarsızlık unsuru olarak görüldüğünden etkisiz kılınmaya çalışılıyor. AKP, Kürt feodallerinin, zenginlerinin, sermayedarlarının eğilimi, bu güçlerin özellikle Irak’ta ortaya çıkan paydan yararlanma isteği doğrultusunda BDP’yi tasfiye etmeyi, muhafazakârliberal Kürt-İslam sentezci bir güç yaratmayı amaçlıyor. Bu gücü Barzani ve Talabani’yi de içeren bölgesel bir güce dönüştürmeyi istiyor. O yüzden BDP’ ye de PKK’ ye de yer yok çizgisi geliştiriliyor. Bu tasfiye operasyonlarına karşı önemli bir direnç gösterildiği ortada. Ancak Kürt hareketi bölgede sınıfsal-toplumsal bir çözülmeye doğru gidiyor. Buna bağlı olarak ortaya yeni siyasi ilişkilerinin çıkması da mümkün. Esas olarak başlangıç itibariyle yoksul Kürtlere dayanan Kürt hareketi ulusal hareket olması niteliğiyle içinde barındırdığı değişik toplumsal kesimleri bir arada tutabiliyordu. Ama bugün ortaya çıkan konjonktürde bu kesimlerin bağımsız bir siyasal odak yaratma çabaları gelişiyor. Bu nedenle Kürt hareketi önümüz-


18-19_Layout 2 1/18/11 6:15 PM Page 2

kürt ulusal sorunu dosya Mücadele yükseltilmelidir 10-20 Ocak 2011 tarihli birinci sayımızda ilkini yayınladığımız Kürt Ulusal Sorunu ana başlıklı dosyamızın bu sayımızda ki konukları Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Genel Başkanı Alper Taş ile Araştırmacı-yazar Emrah Cilasun. Devrim ve demokrasi mücadelesi saflarında gördüğümüz birçok kurum ve kişi ile gerçekleştirdiğimiz görüşmelerden süzerek oluşturmaya çalıştığımız bu dosya çalışmamızda, Kürt ulusal sorunu kapsamında bugün gelinen aşama, sunulan “çözüm” önerileri ve olası tehli-

keleri de kendi içerisinde barındıran içerisinde bulunduğumuz süreç ekseninde yapılan tartışmaları ele almaya çalışmaktayız. Kürt ulusal sorununu en büyük kazanımlarla adım adım nihai çözümü olan (ki bizce bu çözüm ancak ve ancak devrimci bir kalkışma ve iktidar değişimi ile olacaktır) Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına vardırmak ortak kaygısından hareketle herkesin üzerine düşen sorumluluğu layıkıyla yerine getirmesinin küçük bir adımı olarak değerlendirilebilecek olan bu

çalışmamızı azami verimle sonuçlandırmak gayesindeyiz. Ulusal sorunun çözümü noktasında üstte belirttiğimiz gerçeklik, bugünden elde edilebilecek bir takım demokratik haklara sırtımızı dönmemizi değil, bilakis bu hakların kazanılması için ortak bir çaba göstermemiz gerektiği gerçekliğini de ötelememelidir. Bu sorumluluk kaygısıyla ele aldığımız dosya çalışmamıza devrimci-demokrat-ilerici-yurtsever tüm kişi ve kurumlardn destek bekliyoruz.

bir pazar sorunudur Kemalizmden ciddi bir kopuş ilk kez 68 hareketinin gelişim süreci içerisinde şekillendi

❻›› Kemalizm meselesi son yıllarda

deki dönemde daha fazla Kürt yoksullarının hareketi olmak zorundadır. Kürt hareketinin bölgede etnik-kültürel taleplerinin yanı sıra yeni bir kamusallık anlayışı ile sosyal talepleri kapsaması, bu talepleri örgütlemesi gerekiyor. ❺›› Bugün Demokratik Toplum Kongresi ve BDP’nin ortaya koyduğu demokratik özerklik projesi, üzerinde tartışılması gereken somut bir proje olarak duruyor. Genelde solda sürekli anımsatılan, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin bugün ne anlama geldiğinin ötesinde, Kürt siyasi hareketi demokratik özerklik projesi ile kendi geleceğini tayin ediyor. Buradaki çelişki veya sorun; demokratik özerklik anlayışı etrafına dizilmiş olan taleplerin silahlı bir eylem çizgisi ile yürütülüp yürütülemeyeceğidir. Burada etnik ve toprağa dayalı olmayan idari temeller üzerinde bölgesel meclislere dayalı bir yetki paylaşımı savunuluyor. Bu fikir ÖDP’ye uzak değil. ÖDP’nin programında yerel-yerinden

yönetime sorunun çözümü için vurgu yapılıyor. Yerel yönetimler çerçeve metninde de bölge meclisleri anlayışı ortaya konuluyor. Burada meselenin rengi noktası bu yerel-yerinden yönetim anlayışının nasıl bir içerikle ele alınacağıdır. Liberal-piyasacı içerikle mi ele alınacaktır, yoksa demokratik planlamaya dayalı kamucu-kamusal bir anlayışla mı ele alınacaktır? Bilindiği üzere zamanında Özal da merkezi devlet otoritesini bölgesel düzeyde güçlendirmek için yetki paylaşımını içeren düzenlemeleri savunuyor. Ve yine sermaye yerel hizmetlerinin piyasalaştırılması-şirketleştirilmesi amacıyla yerel-yerinden yönetim anlayışlarını savunuyordu. AKP Hükümeti de bu içerikle hazırlanmış yerel yönetim tasarısını elinde bekletiyor. AKP’nin anlayışı esasen yereli pazarlamayı amaçlayan yönetişim yaklaşımını içeriyor. Bu açıdan demokratik özerklik projesinin iktisadi boyutu oldukça önemlidir.

sol açısından da epey tartışılan bir konu. Kemalizmden ciddi bir kopuş ilk kez 68 hareketinin gelişim süreci içerisinde şekillenen devrimci hareketler eliyle gerçekleştirilmiştir. 12 Mart sonrasındaki direniş hareketleri düzenden ideolojik bakımdan köklü bir kopuşu temsil eder. Kürt hareketinin ortaya çıkış süreci de asıl olarak bu hareketlerin ideolojikpolitik etkileri içerisinde olmuştur. O bakımdan Kemalizmle ilişki diye bir bağlamın bu hareketin değerlendirmesinde önemli bir yer tuttuğunu düşünmüyoruz. Son dönemde Kürt hareketinin 1921 anayasasına yaptığı atıfları Kemalizm ilişkisi olarak değerlendirmek doğru olmaz. Bu tarihsel bir duruma işaret etmektir. Devlet konusunda özellikle son yıllarda yeni bir yaklaşım geliştirme çabası var. Bunların da henüz üzerinde uzun boylu tartışma yürütecek kadar billurlaşmış ve geliştirici tartışmalar olarak görmek doğru olmaz. Bu tartışmalar daha çok ulus devlet formunun tek tipleştirici politikalarından kaynaklanan gerici yanlarına ilişkin bir tartışmadır. ❼›› PKK silahlı bir mücadele ile ezilen Kürt halkının var oluş zemini olmuştur. Kuşkusuz böyle bir mücadele olmadan bugün bu noktaya gelinmesi mümkün olmazdı. Ancak bugünkü somut durum ve Kürt hareketinin talepleri bakımından 30 yıl önce ile oldukça önemli farklar var. Kürt hareketinin dile getirdiği dil, kültür, kimlik, yerinden yönetim talepleri bugün silahlı bir mücadele çizgisi ile savunulabilecek talepler değildir. Bu anlamda silahlı mücadelenin miadı dolmuştur. Ancak öte yandan gerçekten bir demokratikleşme süreci ile silahlı güçlerin toplumsal yaşama katılmasının önünün açılmadığı koşullarda silah, gelişebilecek bir imhaya karşı savunma aracı işlevinin ötesinde bir politik anlama tekabül etmiyor. v

KCK, hem Habur sonrası Türk milliyetçilerinin gazını almak, hem pazarlık edilen karşı tarafın gücünü minimalize etmek, ama daha da önemlisi, Fethullah Cemaati’nin, bölgede, önünü açmak için yapılan bir operasyondu.

Emrah CİLASUN Araştırmacı-Yazar Marksist teori milli meseleye ilişkin ne diyor?

❶›› Hiç tartışmasız, Türkiye’deki rejimi 87 yıldır ayakta tutan sütunlardan biri de milli zulüm politikasıdır. Türk şovenizminin milli zulmü üreten iki ideolojik kaynağı vardır. Bunlardan biri Kemalizm’dir. Diğeri ise, Kemalizm’le sorunlu olan ama Türklük’le sorunu olmayan Türk İslam’dır. Her ikisinin de ortak paydası, hakim ulus şovenizmidir. Bütün bir topluma teşhir edilmesi, anlatılması ve ezilenlerin bu istikamette aydınlatılmaları gerekmektedir. O nedenle, 87 yıldır yaşanan acıların, eşitsizliklerin birinci dereceden baş müsebbibi bu şovenizm ve onun uygulayıcısı olan rejimdir. “Gelinen aşamada” diye sorduğunuz için, “gelinen aşama”nın ne olduğuna ve buraya nasıl geldiğine bakmak lazım. İlkin, Marksist teori milli meseleye ilişkin ne diyor? Milli mesele, her iki ulusun burjuvazisi açısından bir pazar sorunudur. Bunu aklımızda tutarak diğer önemli noktaya bakalım. Şayet, savaş, siyasetin başka araçlarla devam ettirilmesiyse, o halde bu savaşın tarafları kimlerdir?

g devamı sayfa 20’de


20-21_Layout 2 1/18/11 6:16 PM Page 1

20 dosya

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

19. sayfanın devamı

Bunlar, hangi siyaseti, ya da daha doğrusu hangi sınıf(lar)ın siyasetini temsil etmektedirler? Hiç kuşkusuz taraflardan biri, rejimin temsil ettiği sınıflardır. Yani Türk komprador burjuvazi ile komprador bürokrat burjuvazidir. Taraflardan diğeri ise, son yirmi senede, Irak’ın işgali, Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin oluşması ve Türkiye’nin gözle görülür şekilde ekonomik olarak palazlanması gibi, bölgede sermaye dolaşımı ve sıcak para trafiği gibi bir dizi faktör sonucu ezilen ulusun, feodal beylikten kompradorluğa terfi etmek isteyen sınıflarıdır. Hiç kuşkusuz bu sınıfların önde gelen siyasi temsilcisi PKK ve onun legal siyasi aktörleridir. Tabii ki, PKK, başından beri bu sınıfları temsil etmiyordu. Kuruluşundan 1980’lerin ortasına kadar ki dönemde, ona, yön veren çizgi, devrimci milliyetçi bir çizgiydi. O dönem temsil ettiği sınıflarsa esasen, şehir ve kır küçük burjuvazisiydi. PKK, gücünü özellikle yoksul topraksız köylüden almaktaydı. 1980’lerin ortasından itibaren, Kürt milli burjuvazisi ile küçük ve orta derecedeki toprak ağalarının PKK’ye yaklaşması, devrimci milliyetçi çizginin, yerini, reformcu bir çizginin almasına neden oldu. Bu değişimin siyasi tezahürü ağırdı. Botan’da toprak işgal etmeye kalkışan yoksul köylüler, ERNK (o yıllardaki cephe örgütünün kısaltılmışı) tarafından, ulusal mücadeleye zarar vermekle suçlanmışlardı. Devrimci milliyetçi öğeleri içinde barındıran kimi militanlar ve gerilla kumandanları bu dönemde tasfiye edilmişlerdi. Yoksul köylülüğün iki prangasından biri olan milli pranganın kırılmasına PKK vesile olurken, toprak beylerine bağımlılık prangasını PKK koruma altına alıyordu. Bu durum, kaçınılmaz olarak yoksul Kürt köylüsünün dizginlerinden, tam anlamıyla boşanmasına maniydi. O yıllarda yayımlanan Doğu Ergil imzalı TÜSİAD Raporu, yoksul köylülüğün bir kolunun hâlâ prangaya bağlı oluşunu, rejim açısından, bir avantaj telakki ediyordu. Keza o yıllarda, Marksist gelenekten gelen, Kürt toplumunun tarihçesi hakkında önemli eserleri bulunun Hollandalı tarihçi ve sosyolog Martin van Bruinessen, PKK’yi, “Neo Kemalist” olarak değerlendiriyordu. Fakat tüm bunlara rağmen, PKK tabanının hâlâ yoksul köylülerden müteşekkil olması ve silahların mevcudiyeti, birçok devrimcinin bu tip gerçekleri görmesini engelliyordu. Oysa silahların buradaki fonksiyonu sadece ve sadece şantaj aracı olmasıydı. 90’ların sonu 2000’lerin başından itibaren, PKK açısından iki önemli gelişme yaşandı. Birincisi, Türk kompradorlarıyla aynı göz mesafesinde olmayı talep eden, dünya emperyalist/kapitalist üretim ilişkileriyle içiçe geçmek isteyen, Ankara’daki merkezi devlet tarafından engellenen, o yüzden gözünü, Güney Kürdistan’a diken, dünün toprak beyi, bugünün kompradoru, siyasi çıkarlarının temsilini PKK’de görmeye başladı. İkincisi, ta reformcu çizgiyi izlediği dönemde, bölgesel ve uluslararası ilişkiler içinde bulunan PKK, temsil etmekte olduğu sınıfın çıkarları gereği söz konusu ilişkilerini niteliksel bir seviyeye eriştirdi. ABD Başkanı Obama’nın, Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eş Başkanı Ahmet Türk’le buluşması, Emine Ayna’nın başkanlığındaki DTP heyetinin Pentagon idarecileriyle yaptıkları görüşmeler, DTP’nin ve daha sonra da Barış ve Demokrasi Partisi (BDP)’nin, Washington’da, ABD’nin icazetiyle irtibat bürosu açmaları, Murat Karayılan’ın, Radikal’e verdiği demeçte, İsrail’in varlık hakkının kabulü gibi örnekler, PKK camiasının dünya ölçekli siyaset sahnesinde, tercihini, ABD’den yana yapmış olduğunu göstermekteydi. (Burada 2000’lerin başında PJAK liderinin Washington’da âlâ ve vala içinde nasıl karşılandığına girmiyorum.)

Özetin özeti, “gelinen aşama”ya, böyle gelindiğini düşünüyorum. “Devlet ve PKK’nin yaklaşımı doğru mu” diye soruyorsunuz. Ben yukardaki izahatımdan hareketle, Taa 1844’de yazılan Komünist Manifesto’nun şu veciz sözünü hatırlamayı yeğliyorum: “Günümüzde artık, burjuvazinin ilerici rolü kalmamıştır.”

Her türlü demokrasi, özünde bir sınıf diktatörlüğünü yansıtır

❷›› AKP’nin açılımı, Türkiye’nin yapısal değişikliğiyle alakalıdır. Türkiye bağımlı kapitalist bir ülkedir. Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve Afrika’da esasen iktisadi alanda hatırı sayılır bir aktör konumuna gelmiştir. Türk kompradorlarının hedefi ve arzusu, dünya emperyalist sermaye çatısının, bu coğrafyadaki ana sütunu olmaktır. Sermayenin kendi yasası, kendi yatağını bulmaktadır ve iktidarda hangi parti olursa olsun buna riayet etmek zorundadır. Neo Osmancılık vs. bu bahsettiğim sermaye hareketliliği ile alakalıdır. Kürt açılımı, bu genel projenin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. “Demokratikleşiyor muyuz” sorunuza gelince. Ben size sorayım. Velev ki demokratikleşsek, ne olacak? Yani, komünizme varmış kadar mutlu mu olmuş olacağız? Demokrasi çok mu iyi bir şey? İyi olduğu içinde zaten, burjuvazi, demokratikleşemez mi diyorsunuz? Ben öyle düşünmüyorum. Ezilen bir ülkede değil, burjuva demokrasisini teshis etmiş, demokrasinin kalbi diye adlandırılan ABD’de de, komünistlerin demokrasi hakkında ne düşündüklerini Bob Avakian’dan okuyalım: “Her türlü demokrasi, özünde bir sınıf diktatörlüğünü yansıtır. Ne tür olursa olsun, demokrasiden sözetmenin mümkün olduğu her yerde, bu, toplumda hâlâ sınıf farklılıklarının ve şu veya bu biçimde, toplumsal antagonizmaların -ve bunlarla birlikte diktatörlüğün- varolduğunun, aslında ona damgasını vurduğunun bir işa-

retidir.” Onun için bu demokrasi hayranlığından bizlerin kurtulması gerekir. Yeni Demokrasi veya Halk Demokrasi’si bile, sosyalizmin inşası için birer araçtır ve öyle göklere çıkarılacak yanları yoktur. Komünistler, burjuvaziyle demokrasi sidik yarışına girmezler. İdeolojik olarak yanlıştır. Siyaseten de epey yanlışlıkları vardır. Ya bu yarışı kaybederler, İkinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi ya da, zıddına dönüşüp, komünistlikten demokratlığa terfi ederler. ❸›› Bu sorunun muhatabı ben değilim, PKK’dir. Fakat bu soru diğer yandan, serinkanlı düşünmemize vesile olsun. Devlet, İmralı’da Öcalan’la görüştüğünü açıkca kabul ediyor. Diyarbakır’daki, Demokratik Toplum Çalıştayı’nda sunulan son taslağında Öcalan’ın görüşlerinin birebir yansıması olduğu kabul ediliyor. O halde, bu fotoğrafı nasıl okumamız lazım? Şayet, İmralı’da Öcalan’la, devlet yetkilileri, boş vakitleri geçirmek için biraraya gelmiyorlarsa, o halde, kamuoyuna tartıştırılan proje, kimin projesidir? Benim kanaatim, bu projenin bir devlet projesi olduğudur. Avni Özgürel’in, bir TV programında söylediği gibi, “100 talep ediliyormuş gibi yapıp, 30’a razı olunmasının hazırlığıdır”.

KCK, dağdan indirilecek olan PKK’nin, legal siyasete dönüşüm aracıdır

❹›› KCK, dağdan indirilecek olan PKK’nin, legal siyasete dönüşüm aracıdır. Aynı zamanda Kürt toplumunda yeni bir üst yapı aracının tesisidir. Kaçınılmaz olarak, KCK, siyasi, iktisadi ve dini alanda da Diyanet’in ve Fethullahçı STK’ların, bölgede yayılmasının önünde ciddi bir engeldi. O nedenle, hem Habur sonrası Türk milliyetçilerinin gazını almak, hem pazarlık edilen karşı tarafın gücünü minimalize etmek, ama daha da önemlisi, Fethullah Cemaati’nin, bölgede, önünü açmak için yapılan

bir operasyondu. Taraflar, birbirlerine karşılıklı güç kullanarak, kâh biri bir diğerine operasyon yaparak, kâh bir diğeri ise karşı tarafın imamını öldürerek aralarında ciddi bir çelişki olduğunu gösterdiler. Fakat, Öcalan’ın, son dönemde Cemaat hakkında yaptığı yorumlar, Cemaat ile PKK arasındaki çelişkinin antagonist olmadığını göstermektedir. ❺›› Demokratik eki olmadan özerkliğin, Cumhuriyet’in öncesinde ve hemen sonrasında ilk fikir babalarından biri Mustafa Kemal olmuştur. Mustafa Kemal, Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde ve Eylül 1922’de Ahmet Emin Yalman’a verdiği mülakatta, Kürtler’e muhtariyet fikrini sesli düşünmüştür. Yeni devletin sorunları, yeni hakim sınıflar arasındaki anlaşmazlıklar, Kürt feodalleriyle üstesinden gelinmeyen çelişkiler ve Türkiye, İran, Irak topraklarının geleceğine dair, dönemin, uluslarası gücü İngiltere ile yaşanan çelişkiler, bu projeyi rafa kaldırmıştır. Son yirmi senede bu projeyi ilk hatırlatan Doğu Perinçek olmuştur. Daha sonra Öcalan, İmralı’da kaleme aldığı Bir Halkı Savunmak adlı eserinde bu projeyi savunmuş ve övmüştür. Yanlış hatırlamıyorsam, bundan bir kaç sene evvel de, aralarında Kenan Evren’in de bulunduğu kimileri, Türkiye’nin bölgelere ayrılıp, yerel yönetimlere daha fazla imtiyazın tanınmasını dillendirmişlerdir. Bu konuda Lenin’e başvurulacak olunursa, ona göre, ezilen ulusun burjuvazisi, kendisine milli baskı uygulayıp ezenle pazarlıkta hak koparmayı daha makul bulduğu için özerklik gibi çözümler, her zaman pratiktir. Hâlbuki özerklik, bütün bir milli baskıyı ve onun müsebbibi olan egemen sınıf iktidarını sarsmaz. Bilakis, bu ödün egemen sınıf iktidarının tahakkümünü başka şekillerde sürdürmesine yarar. Egemen ulusun bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmaz. Ulusal baskının tüm biçimlerini yok etmez. Özerk bir ulus, egemen bir ulusla, haklar bakımından eşit durumda değildir. ❻›› Öyle sanıyorum ki, bu sorunun cevabını yukarıda verdim. ❼›› Birinci sorunuzu bana değil, Osman Baydemir’e sorun! Mülakatın başında, Carl von Clausewitz’den yaptığım alıntıyı hatırlayalım. Savaş siyasetin başka araçlarla devam ettirilmesidir. O halde, silahlara hangi sınıfın ve dolayısıyla hangi çizginin hükmettiğine bakmak lazım. İkinci sorunuza gelince... Afedersiniz, neyi konuşmuyor olacaktık? Şayet, burjuvazinin programını konuşmuyor olacağımızı soruyorsanız, evet doğru konuşmayacaktık. Vallahi çok da iyi olurdu. Keşke, 37 sene evvel, Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu fikirler doğrultusunda, meseleler şekil alsaydı da, dünya alem, proletaryanın komünist programının bir parçası olarak Kızıl Kürdistan’ı konuşsaydı. Fena mı olurdu? Kaypakkaya, bu devrimci hayali gördü. Göremeyenler düşünsün! Fakat Kaypakkaya, kendi hayali değil de burjuvazinin hayalleri gerçekleşecek olursa, ezilenlerin en ileri kesimlerinin ne yapmaması gerektiğini de tarihe yazıp gitti: “... Milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir. “ v


20-21_Layout 2 1/18/11 6:16 PM Page 2

kültür sanat 21

Mardin

karakabuklarını kırmalı! Midye dolma yemişliğiniz varsa, Mardinli birinin elinden yemişsinizdir. O an midyeci ile sohbet ettiğinizde onun Mardinli olduğunu öğrendiğiniz an, “Mardin de deniz yok ama nereden öğrendiğiniz bu işi” diye sormuşsunuzdur. Ya da tersinden okuyacak olursanız, Mardin de bir midyeci gördüğünüzde onun muhtemelen İstanbul ya da İzmir’den gelmiş olabileceğini düşünür, midye ile Mardin arasında bir bağlantı kuramazsınız. İşçi filmleri festivalinin arşivinden film seçerken “Karakabuk” diye bir film seçmiştik. Amacımız kendimizden hareketle kendimize dair düşünmek, kendimize dair konuşmak ve en nihayetinde birer emekçi olduğumuz gerçekliğini yaşamımızın her alanında bilince çıkarmak ve birer emekçi olarak yaşamak ve üretmekti. Bu bir yüzleşmeydi. Kendimizle, yaşadığımız yerle, yaptığımız işle yüzleşmek… İnsanın insana bu denli yabancılaştırıldığı bir umutsuzluk ikliminde yeniden ve illaki baharlar yaratmak gerekiyordu. Gerek bir kardelen gibi üzerimizi örten karları yarıp güneşe uzanmak, gerekse üzerimizdeki ölü toprağı atıp yeniden boy vermekti çabamız. Mardin’den başlayan yolculukları sonucu büyük şehirlerde midye ile tanışan ve şimdi ise kendi memleketlerinde midye satan midyecilerin öyküsü şu şekilde başlıyor. 1960’lı yıllarda göç eden ilk Mardinliler İstanbul’un etnik açıdan en zengin mahallesi olan Galata Kuledibine yerleşir. Buradaki etnik mozaiğin önemli unsurlarından biri olan Ermenilerden midye dolması yapmayı öğrenirler. İlk göç dalgasının ardından İstanbul’a gelen Mardinliler kan ve akrabalık bağları ile aynı işi yapmaya devam ederler. Ve aslında Ermenilerden devraldıkları midyeciliği, Mardinlilerin ekmeklerini bir süre önce ne olduğunu bile bilmedikleri (hala Mardinlilerin çoğu bilmez ve yemez) midyeden kazanmalarının altında açık bir soysal gerçeklik yatıyor. Yoksulluk ve yıllardır yaşanan savaş nedeniyle, köyleri boşaltılan, göç eden Mardinlilerin en yoksul kesimi Ermenilerle tanışmaları sonucu midyeci olurlar. Ermenilerin belki yemek kültürüydü ama Mardinlilerin ekmek teknesi olmuş durumda midye. Kuşüzümlü, fıstıkla midye dolmalar Ermeni usulü yapılır ve limon sıkılmadan yenmesi gerekirdi. Mardin usulü midye limon sıkılarak yenir ve bu yüzden ‘acı’dır. Çünkü Mardinli satıcıların sattığı her midyenin içinde biraz göç, biraz yoksulluk ve biraz da hüzün vardır.

Kendi köyünden Kızıltepe’ye göç eden, ilkokulu zor bitiren ve babası Ankara’da midye satarken zorla Ankara’ya gidip bu işe başlayan Abdullah usta, kendi işini yapmak ve kimsenin emrinde çalışmak istemediği için, bugün Mardin de midye satıyor. Mardin’de alınan ücretin en fazla 500 TL olduğunu, sigortasız çalıştırıldığını ve bu nedenle günlük 20 TL’nin kendisi için daha iyi olduğunu belirtiyor. Abdullah ustanın hemen ardından 17 yıldır midyecilik yaptıktan sonra Ayvalık Belediyesi tarafından tezgâh açılmasına izin verilmediği için köyüne dönen ve burada öğrenci servisi çalıştıran Beşir Usta; burada iş imkânı olmadığı, haklarını alamadığı ve serbest bırakılmadığı için İzmir’e dayılarının yanına gidip midye satmaya başlamak zorunda kalmış. İşsizliğin büyük bir sorun olduğunu buralarda iş olsa kimsenin memleketini, çocuklarını ailesini ve akrabalarını bırakmak zorunda kalmayacağını vurguluyor. Midye sattıkları yerlerde Kürt oldukları için ayrımcılığa uğrayarak, kendilerine yer verilmediğini, “başınızın çaresine bakın” denilerek açlığa mahkûm ettiklerini anlatıyor. Göç ve özellikle köy yakmalar nedeniyle insanların büyük şehirlere göç ettiklerini boyacılık, selpakçılık, işportacılık gibi güvencesiz ve zor işlerde çalışmak zorunda kaldıklarını, midye işi yapan akrabaları olanların ise midye işi yaptıklarını söyledi. Midye işinin akrabalık ve kan bağı ilişkileri üzerinden birbirine aktarılarak devam ettiğine dikkat çekti. Her şeye rağmen umutlarını ve yaşama tutunma dirençlerini yitirmeyen bu dostlarımız, midyelerin deniz altında birbirine tutundukları gibi bizimde emekçiler olarak birbirimize tutunmamız gerektiğini; bizimle buluşmuş olmanın ve yalnız olmadıklarını görmenin mutluluğu eşliğinde gözlerindeki umut ışığında fazlasıyla gördük. Midyenin insanlar tarafından kabuklarından çıkarıldığını ama insanların etraflarına örülmeye çalışılan Kara kabukları yaracak ve oradan çıkacak güçten ve birlikten yoksun olduklarını biliyorlardı. Ve bu kabukları kıracak, insanları özgürleştirecek olanında emekçiler olarak bir araya gelmekten ve emeğin birliğini yaratmaktan geçtiklerini bir kez daha hatırlatıyorlardı. Artık yolda yürürken karşılaştığınızda selam vereceğiniz ve birbirinize hal hatır soracağınız emekçi dostlarınız var artık, yapmanız gereken kendi yüzünüze bakmanızdır; yürümeye devam ettikçe çoğaldığını göreceksiniz, çünkü yaşamı var eden ve yeniden üreten emektir, ellerdir.

ANTAGONİZMA

muzaffer oruçoğlu

İNANÇ

İ

ster mistik, isterse bilimsel olsun, inanç, yaşamın en zayıf yanıdır. İnsanın, kendine, kendi gücüne ve maddi dünyaya güvensizliğinin ilanıdır. Sorumlulukların bir bölümünden ve başkaldırıdan kaytarmanın bir yoludur. Kendi başkaldırısını, kendine karşı başkaldırının ön şartı olarak gören özgür bir akıl, gayet doğaldır ki inanca ihtiyaç duymaz. İnanç, efendi arayışı olduğu için gücünü insanın, inandığı şey karşısında cüceleşmesinden alır ve kuşkudan korkar. Kendi özünü ifade etme, gerçekleştirme amacını taşısa da inananın aklı özgür değildir. İnandığı gücün karşısında, eleştiri silahından, düşünce ve eylem özgürlüğünden yoksundur inanan insan. Akıl özgürleştikçe inanç gücünü yitirir. Aklın özgürleşmesi de insanın çok yönlü bilgi ve yaşam deneyimiyle, incelmiş, derin duygu gücüyle donanmasına bağlıdır. İnancın mistik biçimlerinde insanın durumu daha vahimdir. Her şeyi hiçleştiren ölümün ürkütücü karanlığına karşı insanın sanal bir yaşam umuduyla inandığı güce boyun eğişi zavallıcadır. Ölümün silip süpüren, yok sayan kahredici gücünü kabullenemeyen, Gılgamışvari bir ölümsüzlük arayışına dahi çıkmayı göze alamayan insanın, anlama çabasından, kuşkudan uzak, münzevi bir ruhla tapındığı güce teslim oluşu, diz çöküşü, yalvarışı, insanın tipik bir tükeniş halidir. Boyun eğmeye, yalvarmaya, istemeye eğilimli bir karakter, mistik inanç sisteminden çıkıp, Tanrı’yı inkar temelinde bir başka ideolojiyi benimsediğinde, bağrından kopup geldiği mistik inancın tapınma ruhunu, savunduğu ideolojide, değişik bir biçimde hemen gösterir. Savunduğu ideolojiye eleştirel yaklaşmaz, herhangi bir eleştiri karşısında onu ortodoksça savunur ve eleştirel yaklaşımları da sapkınlık olarak görür. İnandığı ideolojinin ilkelerini aşma cesaretini genellikle gösteremez; gösterse bile o ilkeleri aştığını ve artık aşılanların geçersiz olduğunu söyleyemez, tevil yoluna baş vurur. İnandığı gücün, baş döndürücü, büyük ve sonsuz değişimin içinde bir zerrecik olduğunu düşünmek istemez, ölümsüzlük kavramını yüceltir, yapılan işlere ölümsüz ve derin anlamlar yükler. Dahilerin bir bölümü ile zır deliler hariç, herkesin tapınağı vardır. Adı özgürlük bile olsa, tapınak, tapınaktır. Biz Türkiyeli komünistlerin durumuna bakın. Ezici çoğunluk olarak, modern komünizme derin bir bağlılıkla inanırız. Tartışmalarımızın ana söylemi, görüşlerimizin, savunmalarımızın ana dayanakları komünizm ideolojisinden alınmadır. İdeolojinin saflığını korumak, onu bir bütün olarak, katışıksız bilim ilan ederek, her türlü kuşkunun ve eleştirinin üzerinde tutmak konusunda oldukça mahiriz. Geldiğimiz mistik

dünyanın etkilerinden tam sıyrılamadığımız için inandığımız komünizmi, cennet gibi idealize eder, toplumsal gelişmeyi, inandığımız komünizm aşamasında dondurur, insanla insan arasındaki çelişkiyi, yani toplumun iç çelişkilerini, iç dinamiğini, toplumsal gelişimin temel dinamiği olmaktan çıkarıp, insanı sırf kendi dışındaki maddi dünyayı egemen altına almaya çalışan bir unsura indirgemek suretiyle dış dinamiğin gücünü, özellikle bu noktada haddinden fazla abartırız. Yerleşik inanç ve geleneklerle bağlarımızı şu veya bu şekilde sürdürürüz. Nikah kıydırır, dört başı mamur düğünler yaparız. Çocuklarımızı sünnet ettiririz. Öldüğümüzde ilk ziyaret ettiğimiz yer cami olur. Tarih, insanın inanarak yürüdüğünü, barbarlık ve uygarlık basamaklarını inanarak geçtiğini gösteriyor. İnananlar ya da cemaat, kolayca el ele verip, cem olabiliyor. Rehberin bir güzel sözü, inananların kalplerini karşılıklı tebessüm ve incelik iklimine sokabiliyor. Acının bilinci inanan insanda güçlüdür. İnancı uğruna kendisini kolayca feda edebildiği gibi önüne çıkanları da acımasızca tepeleyip geçebiliyor. Ölüm, inancı uğruna düşenler için özgürlüğe ve ölümsüzlüğe kavuşmadır. İnsanı anlama zahmetinden genellikle hoşlanan, ortaçağın inançlı insanı, mağaralaşarak, karanlığı ve yarasaları çekerek derinleşen, kendine mahkûm olan yüce bir ruhla yarattı kendi çağının güzelliklerini. Sufilerde inanç, insanı kendi özünü anlamaya yöneltti. İnsanın kendini, kendi özünü anladığı ya da anladığını sandığı noktada ‘Enel hak’ çığlığıyla ortaya çıkması, inananları ve inananların devletini korkuttu. Çünkü enel hak, bir tür inanç olmasına rağmen, bir anlamda en yaygın ve yerleşik inancın gücünü ve insanın bu güç karşısındaki aczini, cüceliğini iptal ediyordu. Rönesans’ın temelinde de inanç vardı. Mayası inançsız bir tek devrim yoktur yeryüzünde. Günümüze kadar gelen bütün büyük eserlerin mayasında inanç vardır. İnanç çağındayız. Bu çağ, on bin yıl sonra nasıl bir çağa evrilir ve evrilen o çağda inancın durumu ve rolü ne olur? Çok yönlü bilgi ve derinlikli sanat, inancı zayıflatıyor. İnsan, çok yönlü bilgiden, derinlikli sanattan, özgür düşünceden ve zengin sosyal pratikten uzak kaldığı müddetçe inanacaktır. İnancın olduğu yerde, insan insanı yönetecek ve “herkesin herkese karşı savaşı” sürecektir. İnternet, kitaba ayrılan zamanı yutmasına rağmen, kuşkuyu, eleştiriyi ve izlemeyi geliştirdi. Düşünce, dar, yerel çitlerinden dışarı taşmaya başladı. Milliyetçi düşüncenin ve dinler çatışmasının karşısında saf tutan evrensel, hümanist düşüncenin gücü ve taraftarları arttı. Yığınların bu modern duvar gazetesinden en çok mistik inancın şikâyet etmesi boşuna değildir. Kesin olan bir şey vardır ki, o da insanın tarihsel ilerleyişinin inanca doğru değil, inançsızlığa doğru olduğudur.


22-23_Layout 2 1/18/11 6:17 PM Page 1

22 analiz

Halkın Günlüğü 20-30 OCAK 2011

Türkiye ve Kürdistan’da neyi nasıl yapmalı g

MAHMUT ALINAK

Bu sorunun cevabına geçmeden önce kısaca Kürdistan tabusundan söz edeceğim. Bilindiği gibi Kürdistan meselesinin konuşulan yaygın adı Kürt sorunudur. Gel gör ki, bu tanımlama meselenin sadece etnik, yani dil ve kültür yanını anlatır. Kürtlerin dil ve kültür özgürlüğü talep edildiğinde Türk kamuoyunun yoğun bir bölünme korkusuna kapılmakta olduğunu biliyoruz. Bunun nedeni, Türklerin önemli bir kesiminin (bazı Kürtlerin de) Misaki Milli denilen devlet sınırları içindeki toprakları bütünüyle Türkiye olarak bilmesidir. Çünkü bilinçlerine böyle kazınmış. Kürtler ise bu topraklara sanki uzaydan inmiş.

Türk ezilen halkına, Kürdistan özgürleşmedikçe kendisinin de ekonomik, sosyal ve siyasal esenliğe kavuşamayacağı ve özgürleşemeyeceği sabırla anlatılmalıdır. Kürdistan esaretinin Türk ezilenlerinin de esareti olduğu bir an bile akıldan çıkarılmamalıdır. ruh ve bakışla bezenecekti. Kürdistan’dan söz edildiğinde bunu bölünme korkusuyla değil bir hakkın iadesi, adaletin ve enternasyonal kardeşliğin gerçekleşmesi olarak karşılayacaktı. Böylece meselenin çözümünde devlete adım attırmaya muktedir olan enternasyonal bir Türk kamuoyu iradesi ortaya çıkmış olacaktı. Ne yazık ki bu muazzam güç, devletin eskiden beri sürdürmekte olduğu ırkçı politikalar yüzünden bugün meseleyi çözen değil, köstekleyen bir işlev görmektedir. Devletin geleneksel (ret ve inkar) siyasetini bugün de sürdüreceği meydandadır. İyimser tahminlere katılmak için şimdilik bir neden yok ortada. Bu kördüğümün sosyal, siyasal, ekonomik, ruhsal ve hayati faturasını ödeyenler, yani yoksul ve orta kesim Kürtler, Türkler ve öteki halklar çözümü dayatmadıkça (kökten bir değişim olmadan) buhran böyle sürüp gidecek.

Dünya çapında isim yapmış çok sayıda Kürt ve yabancı bilim adamının bu konudaki eserleri bir yana, Kanuni Sultan Süleyman’dan M. Kemal’e kadar pek çok Türk devlet adamının eserleri ( M.Kemal’in Nutuk adlı kitabının “Ali Galip Olayı” başlıklı bölümü) incelendiğinde görüleceği gibi, Misaki Mili sınırları içinde yani, TC. sınırları içinde sadece Türkiye değil, toprakları bölünmüş Kürdistan diye bir ülke de vardır. Bugün kendisinden pek söz edilmeyen bir Lazistan var ayrıca bu sınırlar içinde. Açın bakın 1920 Meclis albümüne; orada Kürdistan ve Lazistan milletvekillerini görürsünüz. Ne yazık ki militarist devlet yönetimi kendi işleri yoluna girdikten sonra çanak yalayıcı bazı tarihçilerin de yardımı ile gelecek kuşaklar için kanlı ölüm fermanları yazdıklarını düşünmeden gerçeklerin üstünü örtüp, Kürdistan’la Lazistan’ı Türkiye olarak gösterdi. Oysa Türkiye, Kürdistan ve Lazistan dışındaki bir coğrafyadır. Türk insanının bilinci tarih ve maddi gerçekler çarpıtılarak yanlış bilgilerle doldurulduğu için Türkiye dendiğinde Edirne-Kars arası bütün coğrafya akla gelir. Bu nedenle Kürtler dil ve kültür gibi en basit haklar bile istediğinde Türk insanında bu iş vatanın bölünmesine kadar gider diye, yoğun bir bölünme korkusu depreşiyor.

Şimdi gelelim yazının başındaki sorunun cevabına. Kürdistan meselesinde eskiden de tartışılmış olan bir projeyi, Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği projesini güncelleştirmek bugün yaşamsal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Günümüz iç ve dış dengeleri, ekonomik, sosyal ve siyasal şartlar bu projeye denk düşmektedir. Bildiğimiz gibi sadece Kürdistan halkları değil, Türkiye halkları da ağır bir boyunduruk altındadır. Boyunduruğun bir tarafı Kürtlerin boynundaysa, öbür tarafı da Türk emekçilerinin boynundadır.

Derken bu korku vatanı savunma güdüsüne dönüşerek çözümün önündeki en büyük engellerden biri haline geldi. Türkiye’nin Lozan’la belirlenen sınırları içindeki üç ülkenin (Türkiye, Kürdistan, Lazistan) varlığı hasıraltı edilmeseydi, Türkler bunca bölünme paranoyasına kapılmayacaktı. Çünkü onların ülkesi olan Türkiye’de Kürtlük ya da başka bir etnik sorun olmayacaktı. Eminim Türk insanı o zaman enternasyonal bir

Şimdiki siyasal tabloyu okumak için çok keskin gözlere sahip olmak gerekmiyor. Türkiye’de ya da Kürdistan’da Kürt iseniz devletin gözünde potansiyel suçlusunuz, bölücüsünüz, güvenilmezsiniz. Ayrıca yasaklısınız. Varlığınız, diliniz, kimliğiniz yasak… Kürdistan diyemezsiniz, bu adı çocuğunuza ya da işyerinize veremezsiniz. Kısaca zehirli bir ayrık otusunuz. Hakkınızı aradığınızda ya dağa gidersiniz, ya da KCK adı

Biz meseleyi öncelikle doğru adıyla tanımlayarak yeni bir başlangıç yapmalıyız. Sorun sadece Kürtlerin dil ve kültür sorunu değil Kürdistan sorunudur. Mesele artık bu adla anılmalıdır. Meselenin kendi doğru adıyla tanımlanması belki ilk başta sarsıcı olabilir, ama çok geçmeden Türk kamuoyundaki yargıları ve korkuları silecek ve Kürdistan mağduriyeti fikrinin doğmasına yol açacak.

verilen davalardaki binlerce Kürt siyasetçisi gibi hapse girersiniz. Türkiye’de ya da Kürdistan’da Türk de olsanız, haklarınızı talep ettiğinizde devlet Türklüğünüze bakmadan Kürtlere yaptığı gibi balyozu sizin kafanıza da indirir. Kısaca devletin geleneksel militarist siyaseti, kurulu düzene ve egemen iktidara karşı çıkan herkese ayrımsız olarak düşman muamelesi yapma üzerine inşa edilmiştir. Enternasyonal ve hümanist nedenler bir yana, Kürdistan halklarının özgürlüğü için verilecek mücadele, egemenleri güç kaybına uğratacağı için mengeneye kısılmış Türkiye halklarının kurtuluşu için de mücadele etmek demektir. Aynı şey Kürdistan’dan Türkiye halklarına verilecek enternasyonal destek için de geçerlidir. Uluslar arası egemen güçler nasıl ki ittifak halinde ise, ezilen halklar da çeşitli ittifaklar kurup alternatif bir güç olma zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Emekçiler yerel ve uluslar arası zorbalıklardan kurtulup mutlu, zengin, eşit ve özgür bir hayat kurmak istiyorsa bu birliği oluşturmak onlar için tarihsel bir görevdir. Bu nedenle ister Türkiyeli, ister Kürdistan lı olalım, özgürleşmek istiyorsak güçlerimizi enternasyonal bir çizgide birleştirmeliyiz. Türk halkına söylenecek şey şudur: Mazlum başka halklara karşı kendi sınıf düşmanlarının saflarına geçen halklar kölelik zincirini kendileri kendi boynuna geçirmiş olur. Bugün hem Türkiye’de, hem de Kürdistan’da inşa etmemiz gereken demokrasi halkın sanal değil gerçek şekilde söz ve karar sahibi olacağı bir demokrasi olmak zorundadır. Ve sadece bugünü değil elli yıl, yüz yıl sonrasını planlamalıyız. Ulusal haklar, dil ve kültür özgürlüğü elbette önemlidir ve şarttır. Kürtlere bu tartışılmaz hakları iade edilmelidir. Ama bu haklar tek başına Kürdistan halklarını özgürleştiremez. Özgürleştirseydi, Türk, Arap, Fars ve öteki halklar bugün özgür ve mutlu olurdu. Bu halklar, ülke olarak bağımsız oldukları halde yine de cendere altındadır. Cezayir halkı (tarihteki pek çok sömürge gibi) kendi ülkesinin bağımsızlığı için sömürgecilere karşı şanlı bir mücadele verdi, dudak ısırtan bedeller ödeyerek sömürgecileri ülkesinden kovdu. Ya sonra? Sonra pek bir şey değişmedi, esaret kılık değiştirerek devam etti. İşte bu nedenle ister Türkiyeli, ister Kürdistanlı olalım, hepimizi bekleyen görev, Türkiye’de ve

Kürdistan’da gerçek halk demokrasileri kurmaktır. Halkın hem devlette, hem de ekonomide iktidar olduğu iki cumhuriyetli bir devlet, yani Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği projesi bu nedenle bizi kurtuluşa götürecek bir projedir. Gözlerimi kamaştıran ve tatlı bir nağme ile kulaklarımı okşayan bu enternasyonal projeyi gerçekleştirdiğimizde bir zaman sonra artık ne Kürtlüğü, ne de Türklüğü hissedeceğiz. İnsanlar, Kürdistan ve Türkiye’de yan yana, el ele yeni bir hayat, mutlu, özgür ve zengin bir hayat kurmaya koyulacak. Bildiğimiz gibi özgürlükler kullanıldıkça cazibesini kaybeder. Gün gelecek dünyada Türklük, Kürtlük, Araplık, Rusluk, İngilizlik, Almanlık, Fransızlık…diye bir şey kalmayacak. İnsanlık kaynaşacak, tek bir dünya ailesine dönüşecek. Bu büyük değişim ulusal özgürlükleri kullanıp eskitmekle gerçekleşecek. Halkları hapseden hudutlardaki dikenli teller sökülüp atıldıkça, dünya zincirlerinden kurtulacak ve insanlık siyah, beyaz, dil, din ve ülke ayrımı yapmadan o büyük kardeşlik ailesi meşalesini yakacak. Türkiye ve Kürdistan Halk Cumhuriyetleri Birliği de bu kardeşlik ailesine giden yolda atılan çok güçlü bir adım olacak. İyi düşünülürse bu projenin Türkiye ve Kürdistan halklarını güçlendireceği görülecektir. Biz devrimciler insanlığa olan tarihsel borcumuzu ödemek ve bizden sonraki kuşaklara karşı görevlerimizi yerine getirmek istiyoruz. Bu nedenle kendimizi sadece Kürtlerden, sadece Türklerden değil her kıtadan, her ülkeden ve her halktan sorumlu tutuyoruz. Afrika’da siyah, Asya’ da, Avrupa’da… beyaz deriliyiz. Bulgaristan’da Bulgar, Türkiye’de Türk, Kürdistan’da Kürt, Ermenistan’da Ermeni’yiz… Türkiye’ de ve Kürdistan’da halk demokrasileri kurulmuşsa hiç beklemeden Afrika, Asya, Güney Amerika vb. ülkelere koşarız. Nerede bir ezilen varsa onun omuzdaşı, yoldaşı, kardeşi oluruz. Peki, bu projeyi nasıl inşa edeceğiz? Nasıl kurumlaşıp, nasıl pratikleşeceğiz? Dile kolay, otuz beş yıl bu soruların cevabını aradım. Bulduğum cevapları pek denenmeyen bir yol izleyerek, Tarihin Çarmıhında “Güneş Ülkesi” romanında kişiler ve olaylarla anlatmaya çalıştım. Bunda ne kadar başarılı olduğumu okurlar ve siyasal bilimciler değerlendirecek. v


22-23_Layout 2 1/18/11 6:17 PM Page 2

f

20-30 OCAK 2011 Halkın Günlüğü

güncel haber 23

Büyük Alevi Kurultayı gerçekleştirildi köylerine cami yapıp, imamlar atamaktır” şeklinde konuştu.

16 Ocak 2011 tarihinde Anatolia Kongre Merkezi’nde Hacıbektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın çağrısıyla düzenlenen Büyük Alevi Kurultayı’na Türkiye-Kuzey Kürdistan ve değişik ülkelerden çok sayıda Alevi kurumlarının yanı sıra, demokratik kitle örgütleri, siyasi partiler de yoğun ilgi gösterdi. Saygı duruşunun ardından, Alevi Dedesi Mehmet Turan’ın çırayı uyandırması (mumu yakmasıyla) ve semah dönülmesinin ardından kurultay başladı.

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Başkanı Fevzi Gümüş, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ilişkin “Diyanet özelleştirilsin, oradan gelen bütçe sağlığa eğitime aktarılsın” önerisi sundu.

Barajlar asimilasyonun parçasıdır Dersim Dernekleri Federasyonu (DEDEF) adına konuşan Ankara Dersimliler Derneği Başkanı Bülent Akdağ, konuşmasında, Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanmasını, tarihsel gerçeklerle yüzleşmek için arşivlerin açılmasını, 38 Katliamının geniş bir platform ile anılmasını, Dersim isminin geri verilmesini, kültürel mirasın yok edilmesinde önemli bir yeri olan Dersim’deki baraj projelerinin iptal edilmesini istedi.

Elinizi inancımızdan çekin Açılış konuşmasını yapan Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez, “Bizi inkar edenlere karşı bir kez daha bir arada, buradayız,” dedi. Alevi dedelerine maaş verilmesi konusuna tepki gösteren Geçmez, “Bizler haram yemedik, dedelerimiz de yemez. Pir Sultan’ın evlatları onun yoluna sahiptirler. Biz Osmanlının, Selçuklunun zulmünü gördük” ifadelerini kullandı. Alevi çalıştaylarına ilişkinse “Siz bizi tarif edemezsiniz, elinizi inancımızdan çekin” diye seslendi. Geçmez hükümetin zorunlu din derslerinden, Alevi köylerine camii yaptırmaktan vazgeçmesi çağrısı yaptı. Devlet Bakanı Faruk Çelik’in ‘Çalıştaylarımıza katılmıyorlar’ sözünü hatırlatan Geçmez, “Katillerin çağrıldığı çalıştaya mı katılacağız? Bizi katillerimizle mi yüzleştireceksiniz? Katliamları bize bir kez daha mı yaşatmak istiyorsunuz?” Diyanetİşleri Başkanlığı’nı kaldırın çağrısını tekrarlayan geçmez, Diyanet kaldırılırsa insanların inançlarını özgürce yaşayabileceğini, bunun Sünni vatandaşları da özgürleştireceğini söyledi. Geçmez ancak bu tutumun Alevi ve Sünni vatandaşlar arasındaki ilişkiyi güçlendireceğine vurgu yaptı.

Kurultayda, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın yanı sıra Almanya, İsveç, İsviçre, İran gibi birçok ülkeden de Alevi örgütlerinin temsilcileri konuşmalar gerçekleştirdi.

Hacıbektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın çağrısıyla gerçekleştirilen Büyük Alevi Kurultayı’nda devlet ve hükümete Alevilerin taleplerinin kabul edilmesi çağrısı yapıldı. Üçüncü miting İzmir’de Kurultay çalışmaları sırasında 300 Alevi örgütü temsilcisinin, eşit yurttaşlık hakkı için 6 Mart’ta İzmir’de miting yapma kararı aldıklarını duyuran Geçmez, bu mitingleri diğer illere de taşıyacaklarını söyledi. Alevi dergahlarını ancak müze statüsünde ziyaret edebildiklerini

de belirten Geçmez, dergahların geri verilmesini istedi. Alevi Bektaşi Fedarasyonu Başkanı Ali Balkız ise AKP hükümetinin şimdiye kadar Alevilerin taleplerinin tersini yaptığını, daha güçlü bir Diyanet yarattığını ve Diyanet’i dokunulmaz hale getirdiğini söyledi. Balkız, “Ucubelik Alevi

f emrah cilasun Halep ordaysa arşiv burdadır (II)

G

eçen sayıda kaldığım yerden devam edeyim.

Kaypakkaya camiası, bütün bu çağrılara, özellikle Mao Zedung Düşüncesi’ne, binbir dereden su getirerek, şerh düşüp, kerhen katılmıştır. (bkz. 20 Mayıs 1981 tarihli “Enternasyonal dergi Kazanılacak Bir Dünya’nın Koordinasyon Komitesi’ne Açık Mektup”, Komünist, sayı: 10, 1981) 1980’lerde, emperyalist bir savaşın kapıda olduğunu, esas akımın dünyada devrim değil, emperyalist bir savaş olduğunu ve bunun bir devrimle engellenmesi gerektiğini söyleyen RCP olmuştur. Bu nedenle, RCP’yi, en fazla alaya alıp, “kıyamet tellali” olmakla suçlayan Kaypakkaya camiası olmuştur. Halbu ki, Kaypakkaya camiası ise Mart 1983’de, iki süper güce karşı Avrupa ile ittifak yapılması, Cunta’ya karşı Özal’ın desteklenmesi, Erbakan’ın MSP’sini de milli burjuva ilan edilmesini benimsemekteydi. (bkz. 4. Kararlar, 1983) Akla takılan soru şu olmuştur: Madem, dünyada savaş tehlikesi yok, o halde, bütün bu ittifak arayışları neyin nesidir? (Bunları tersinden doğruluyan bir kaynak için bkz. Erdoğan Şenci, Firar, Yıldız Kitapları, İstanbul 2010) Geçerken belirteyim. Bu kararların mimarı Aslan Kılıç, üç sene sonra Perinçek’in yanına geçecek, fakat bu kararlar, daha sonra da başkalarınca canla başla savunulacaktır. Eh, Kaypakkaya camiası ittifak tercihini böyle yapınca, 1984’de kurulan Devrimci

Enternasyonalist Hareket (DEH)’in de bir anlamı kalmayacaktır. O yıllarda, akıllara durgunluk veren şu tarihi kararı alınmıştır: “DEH’ML’dir ama DEH Deklarasyon’unu ise oportünisttir.” (bkz. 5. Kararlar, 1984) Bu kararın mimarları, o vakitler, tıpkı Bolşevik Partizan gibi, Mao Zedung Düşüncesi’nin, aslında, Üç Dünya Teorisi olduğunu söylüyorlardı. Stalin’in ve Komintern’in başarılarını değil, hatalarını erdem yapıp, devrimci komünistleri, Troçkist olmakla suçluyorlardı. Ve ne ilginçtir ki, bugün o mimarlar, siyasi yelpazenin dört bir tarafına dağılmışlardır. Stalin’in diktatör olduğunu dillendirmekte beis görmeyenler; ulusal ve uluslararası çapta, ittifak gücü olarak kabul ettikleri, göz kırptıkları güçlerle, Üç Dünyacılara dahi parmak ısırtmaktadırlar. Nerden nereye... 5. Kararlar’a geri dönecek olursak. İçinde RCP’nin de yer aldığı DEH ise, inatla ve sabırla, Kaypakkaya camiasını eleştirmiş ve bu fikrinden vazgeçmesi için canla başla uğraşmıştır. “... [hareketiniz] ile Devrimci Enternasyonalist Hareket arasındaki münakaşanın özü, hep Marksizm-LeninizmMao Zedung Düşüncesi olmuştur ve olmaya devam etmektedir” denilen 38 sayfalık mektuba, şu cümlelerle son verilmektedir: “Yoldaşlar, hatalarınızı teşhis etmenin zamanıdır. Onlar, sizi Mao Zedung düşüncesini reddetmeye, Devrimci Enternasyonalist Hareket’e saldırmaya götürmüştür, ve Türkiye’de devrimin ilerlemesinin yolunu tıkamaktadırlar. Önemli bir mücadele tarihine sahip

Alevi Kurultayı Sonuç Bildirgesi yayınlandı Ankara’da düzenlenen Büyük Alevi Kurultayı sonuç bildirgesi kamuoyu ile paylaşıldı. Bildirgede, Madımak’ın utanç müzesi olması, ayrımcılık iddialarının aydınlatılması, Diyanet İşleri Bakanlığı’nın kapatılması, Kürt sorununun demokratik yollarla çözülmesi, Alevi çalıştayları tutanak ve raporlarının açıklanması talep edildi. Büyük Alevi Kurultayı 6 Mart tarihinde İzmir’de yapılacak olan Alevi Mitingi çalışmalarının başlatılması çağrısı ile sona erdi.

ELEŞTİRİ SİLAHI olan, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi temelinde ve Kültür devrimi’nin bir sonucu olarak kurulmuş olan ... [hareketinizin] bu hataların üstesinden gelmeye ve bunların köklerini yok etmek için gerekli olan çabaları başlatmaya muktedir olduğu konusunda güvenimiz tamdır” (bkz. DEH Komitesi’nin 1986 tarihli mektubu.) O günden bu yana yaşananlar yukarıdaki tespiti, haklı çıkarmıştır. O günkü münakaşadan “yusuf, yusuf’ kaçanların yerinde, şimdi, yeller esmektedir. Bugün, komünizm bir yol ayrımındadır. Geleceğin öncüsü mü yoksa geçmişin kalıntısı mı olunacaktır? Bu sorunun cevabının dedikoduda aranmayacağı çok açıktır. Bu sorunun, azılı bilimsel olunarak, derinlemesine tartışılması ve gerekli olan kopuşların sağlanması, elzemdir. Zira, bu yapılmadığı taktirde, Chavez’ci ya da Mukta da El Sadr’cı olmamanın; Aslan Kılıç’cı ya da Cem Somel’ci olmamanın; hatta ve hatta Gonzalo’cu ya da Praçanda’cı olmamanın garantisi yoktur.

KOMÜNİZM: YENİ BİR AŞAMANIN BAŞLANGICI, Revolutionary Communist Party*, USA’nın Manifestosu’nda da belirtildiği gibi: “Çok önemli olarak, bu ‘birbirinin aynadaki aksi’ misali yanlış eğilimler, geçmişin modellerinden (özgün modeller değişiyor olsa bile) birine veya diğerine saplanıp kalma, veya onlara geri dönme anlamında ortak bir noktaya sahiptirler: Ya komünist devrimin ilk aşamasının geçmiş deneyimlerine –

veya bunun tamamlanmamış, tek yönlü, ve nihayetinde yanlış bir anlayışına – dogmatik bir şekilde sarılmak, ya da geçmiş tüm burjuva devrim dönemine ve onun ilkelerine geri dönmek: 21. yüzyıl komünizmi kisvesi altında veya bunun adına, 18. yüzyılın (burjuva) demokrasisi teorilerine geri dönmek, esasında bu ‘21. yüzyıl komünizmi’ni ‘saf’ ve ‘sınıfsız’ olduğu kabul edilen bir demokrasi – sınıflar var olduğu sürece gerçekte sadece burjuva demokrasisi, ve burjuva diktatörlüğü olması anlamına gelen bir demokrasi – ile eşit görmektir. Bir taraftan görmezden gelinen, modası geçmiş olarak yaklaşılan, veya bir dogma olarak reddededilen, (veya bir soyutlama olarak kabul edilen ve daha sonra pratik mücadeleyle alakasız görülerek, anlamsız bir ‘komünizmin ABC’si’ telakki edilerek köşeye atılan) eski, gerici devletin ortadan kaldırılması ve tasfiye edilmesi, radikal olarak farklı yeni bir devletin ortaya çıkmasının gerekliliğine yönelik tüm bu bilimsel komünist anlayış (ki bunun bedeli Paris Komünü döneminden bu yana tekrar tekrar milyonlarca ezilenin kanıyla ödendi) toplumun tamamını dönüştürmede ve insanlığın tamamını özgürleştirmede, eskiden ezilen kesimlerin çıkarlarını temsil etmektedir, aksi takdirde, devrimci mücadelenin kazanımları çarçur edilmiş ve ortadan kaldırılmış olacaktır, ve devrimci güçler yok edilecektir.” *RCP-USA: Devrimci Komünist Parti-ABD


24_Layout 2 1/18/11 3:55 PM Page 1

Rojaneya Gel Axaftina Kurdî ji Kurdan re qedexeye! Dewleta TCê li ser mirasê peşîyên(kal û bav )xwe ji van polîtîkayan re zemîn dibîne. Bi kurtasî trajediya ku doza KCKê ve hate jîyan, di bingeha wê dîrokê de ye. Dewleta TCê polîtîkayên xwe yên kevneşopî ku bi awayekî cuda dimeşîne, îro jî li ser peyva ‘’demokrasiyê’’ disekine û derdixe pêş.

g

Tikiye di darizandina

zimanê xwe de îsrar dike Dewleta Tirk, ji xebatê ku der dora projeya serbixwebûna demokratîk tên meşandin, ji wan re dil nexwaz e. Dewleta TC her demê bi polîtîkayê cuda ve berbe pirsgirêka diçe û ser wan pirsgirêka vedişêre, ji bo polîtîkaya şîddetê jî tu car tavîz nade. Di dema borî heta dema naha awayên cur bi cur îmhakirina hezar mirovan û kuştinên mirovan edî tu kes nikare veşêre. Bi taybetî qelemşorên bûrjûvayên dest hilanîneke mezin nivîsên ku dardixin, ne demokratbûna wane, rastiya rewşa ber çava ye. Di dema “demokratîk açilimê” de qetilkirina mirovan û terora girtinê nîşanê me dide ku em “demokrasîyeke” çawa ve hemberin. Darizandina siyasetmedarên Kurd di vê tabloyê de tenê mijareke. Darizandina siyasetmedarên kurd a doza “KCKê”de demê, bi kurtasî nişanê me dide, bişaftin û îmha kirina Kurda di binê kijan navî de tê kirin wî jî nîşanê me dide. Têkoşîna ku Kurd ji bo nasname ya neteweyên xwe dimeşînin, ev têkoşîna ruyê sazûmaniyê tenê nû nişanê wan nedaye, Kurd her tim jî rastê vê yekê tênê. Dewleta TCê li ser mirasê peşîyên (kal û bav) xwe ji van polîtîkayan re zemîn dibîne. Bi kurtasî trajediya ku doza KCKê ve hate jîyan, di bingeha wê dîrokê de ye. Dewleta TCê polîtîkayên xwe yên kevneşopî ku bi awayekî cuda dimeşîne, îro jî li ser peyva “demokrasiyê” disekine û derdixe pêş. Ji bo ku netewa daxe takekesiyê, armanca wî ya herî giring ewe ku vî karî bi teşeyî bidin pêş. Ev tarza ku dema borî de

Tu kes nikare têkosîna neteweyên kurd a meşrû berbest bike!

Federasyona Mafên Demokratîk daxuyaniya xwe de îfadekir ku em piştgirina wan siyasetmedarên ku daza ‘KCK’ de tên darizandin û piştgirina daxwazên kurda dikin û emê alîkariyê bidin wan. Ji bo neteweyên kurd biçewsînin awayekî qetil dikirin û awayekîdin jî bi destê AKPê berdewamkirina demokrasiya wî a derewîn re balkişandin û waha gotin, êrişên li hember me karkeran,gundiyan,kedkaran û Ele-

wiyan , Kurdan û gelên bindestên din bi wan êrişa ve rûyên vanê rast carek din nîşanê me dide. Ev çend mehe bi nîşandaniya belgetên sexte û giredayîvan belgê sexte girtinê endamê DTKê û BDPê ji bo vê birhanek(mînak) e. Hat gotin ‘’tinebûna perwerdehiya li ser zinamê dayîkê û nenasiya zimanê Kurdî ji bo vê birhanek (mînak) e. Dorê de jî li ser van gotina kir-

hatiye hildanê, bi îslamiyetê ve hatiye hevrûkirin û bi (xwedênegiravî) açilimê ve ji nişan didin. Lê belê karê ku bi ustatî ve nîşanê me didin ne raste. Platforma qanûnî de jî, ji bo ku siyaset bikin desturê nadin siyasetmedarên Kurd, ev darizandina siyasetmedarên kurd jî, bi rewşeke zelal nîşanê me dide. Sînorê temla dewletê di hundurê “yek dewlet”, “yek netewe”û “yek alê”de ye. Ji ber vê yekê ye ku “demokrasiya” çînê serdest di nava vê çeperê de ye. Bi gotineke net ve dibêje ji bîatkirina min re dikarin her re ye bipejirînin. Kurtasi, açilimê ku bi destê AKPê tên çêkirin, di vir de ne. Berbestkirina siyasetmedarên Kurd ê ku ji bo israra xwe Kurdî biparêzin, nirxandina zimanê kurdî a kategoriya “zimanê nenas” û kîtle ya ku ev rewşa protesto kir êriş li ser wan çêbûn, ev hemû bûyerana tên vê wateyê, kurdî li kurdan re qedexeye. Bilî vê jî wateyeke din nayê derxistin. Açilima ku li ser ziman hatiye kirin di çavên kurdan de qîmet nedîtiye û dîsa yê ku axaftina zimanê wan hatiye qedexekirin ango kurdên ku ji bo nasnameya neteweyên xwe têkoşîn didin bersiva vê waha daye. Roja ku dadgehê despêkir, hezaran mirov derketin kolana, xwediyê kesayêtiya xwe û zimanê xwe derketin. Gelên Kurd li hember êrişên dewletê dîsa jî di bin nasnameyê netewên xwe de star dibe. Yên ku demekî ji kurdan re digotin werin ser deştê siyaset bikin, digel vê dîsa jî îmhakirinê narevin.

pandinkir; Hem û gelên bindestê Tirkiye-Bakûrê Kurdistanê,DHF perspektîfa demokrasiya nû ve îdeolojiyeke xwerû a net ve îqtîdara gelên demokratîk ve mevziya têkoşîna mafên demokratîk e û parçekî doza neteweyên kurd ê mafdar e. Tenê nava 2 salî de ji bo pirsgirêka kurd van gotinên”pirsgirêka kurd de wê tiştên baş bibin”, “aştî di derê me de ye”, “firsênda dîrokî hatê girtin”. nîşanê me dide ku "kê dostê me

ye û ke jî dijminê me ye.” Li hember van êrişên li ser kedkaran,karkeran,ciwanan,jinan û li hember êrişên li ser têkoşîna mafên demokratîk û meşrû a neteweyên kurd tevgera bi hevre bê kirin pîşeyê paşve avêtinê nîne. DHF dibêje, “bi vê yekê em cem BDPê û DTKê ne. “DHF bang dike,” divê serîde endam û piştevan hem û hêzên şoreşger û demokratîk bila piştgiriyê mezin bikin.”


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.