Genciz Biz Mayıs 2012

Page 1

TEZAT TV : Bu dizi Birand’a veda etmeden izlenmez! GENÇLİK DERGİSİ

MAYIS 2012 • SAYI: 3

Hadi Yine İyiyiz: 90’LARIN “TOP 20 LİSTESİ”Nİ KARIŞTIRDIK

EĞİTİM SİSTEMİ ONLARI NASIL TİYATROCU YAPTI?

TWITTER SOKAĞINDAKİ PAZARCILAR NE SATIYOR?

Ezel Akay GencizBiz İçin Yazdı:

MAYIS 2012 • SAYI: 3

TARİHİMİZ MEZARI BELİRSİZ BİR ÖLÜDÜR

GENÇLİK OSMANLISINI KEŞFEDİYOR



B

u sayı bizim için zıtların buluşturulması gibi bir şey oldu diyebilirim. Yüzü geleceğe dönük gençleri geçmişle, tarihle buluşturarak bir nostalji sayısına dönüştürdük farkında olmadan GencizBiz’i... 3’üncü sayımızın dosya konusu bu sayıya yön veren tüm çalışmaların mihengi oldu. Dizilerle başlayan tarih merakı, filmlerle, kitaplarla, tartışma programlarıyla birlikte hepimizi içine aldı. Bu merak daha çok Osmanlı Tarihi üzerinde yoğunlaştı. Geçmişiyle ilgilenmeyen gençler müzeleri gezmeye başladı. Biz de bu tarih merakını incelemek istedik ve vurduk kendimizi yollara. Kocaeli Seka Park Film Platosu’na gittik. Ve düşündüğümüzden daha ilginç dosya çıktı karşımıza. Bu sayı sadece dosya konusu ile değil, 90’larda müzik çalışması ile de yakın geçmişe götürüyor bizi. Bazı programların konseptinde yer alan, sosyal medyada çokça konuşulan 90’lı yıllardaki müzikler, klipler bu sefer de bizim elimizden okuyucu ile buluşsun istedik ve çok renkli bir sayfa çıktı Ümit Aksoy’un kaleminden. Sosyal medya demişken, biliyoruz ki gençlerin dünyası artık internet üzerinden akıyor. Bunda en önemli pay sahibi ise sosyal medya. Facebook ile başlayan bu tutku yerini twitter’a bırakmış durumda. M. Zübeyir Koçulu, “Retweet” dosyası ile twitter dünyasının bilinmeyenlerini mecrayı kullanmaya yeni başlayanlar için açtı. Üsküdar Belediyesi sporcusu Avrupa Atletizm 3’üncüsü Aslı Çakır ise Fotoroman konuğumuz. Çakır’la başarılarını ve özel hayatına dair ilginç detayları konuştuk. Halit Ömer Camcı baharı ardımızda bırakıp yaza girdiğimiz şu günlerde Dünya’nın dört bir yanından çektiği bisiklet fotoğraflarıyla çocukluğumuza doğru yolculuğa çıkaracak hepimizi. Dedik ya bu sayı biraz da nostalji sayısı... İsmihan ŞİMŞEK

İmtiyaz Sahibi Mustafa Kara Yayın Danışmanı Hasan Ekmen Yayın Yönetmeni İsmihan Şimşek Yayın Kurulu Ayşe Şahinboy Doğan M. Zübeyir Koçulu Gülizar Sönmez Ersin Çelik Halit Ömer Camcı Ümit Aksoy Muhabirler Ayşegül Duman Pınar Hilal Balta Bünyamin Uzuncan Grafik&Tasarım Origami Reklam 0544 792 91 93 ADRES Burhaniye Mah. Genç Osman Sk. No:13 P.K. 34676 Üsküdar / İstanbul telefon 0216 557 71 98 MAIL gencizbiz@gencizbiz.biz BASKI Dergah Ofset 0212 489 33 33


4

içindekiler

Gençlik Osmanlısını Keşfediyor 22 Henüz 18'inde Ama

Lezzet Ondan Soruluyor: Emine KARASU

90'lar... 18 90'lar... Kişisel Bir Türkiye Tarihi

Her dönemin kendini ait bir takım özellikleri, “fark yaratan” anları/adamları var. Bu, 90’lar içinde aynen geçerli.

2

Mayıs 2012

34 Çizginin Dayanılmaz

Gücü: İllüstrasyon İllüstratör Cemile AĞAÇ: Kurşun kalem sesini çıkartabilecek cihaz icat edilene kadar elle çizeceğim


10 Retweetçi Geldi Haanıım!!! Mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Son günlerde Twitter âleminde sokak pazarcılarına benzeyen kullanıcılar türedi. Retweetçiler, özlü sözcüler, espritüel ikoncanlar, ünlüleri göz hapsinde tutan hesap avcıları… Hepsinin amacı belli: Daha fazla takipçi sayısına ulaşmak.

38 Tiyatroda Yeni Soluk: DOĞU YAKASI

12 Her Yaştan Çocukların Bineği: BİSİKLET

16 Fukarının Ekmeği;

Yılan ve Salyangoz

Fakir için hastalık bir lükstür. Ve hastalığının bertaraf yolları da bellidir; ilaç hep aynıdır. Başı gözü yarılsa, nefesi boğazına takılsa, eline kıymık batsa, burnu kanasa..vs. içeceği ilaç “gripin”dir! Dolabında o vardır her daim ve sancısına iyi gelsin gelmesin onu içmek mahkûmiyetidir.

26 Pasaportunuz mu Var, Gidin Durmayın! Pasaportum var, hayalim var… Görülecek çok yer var, vaktim var… Sırt çantam var…

28 Hep O Şarkı:

SESSİZ VE KEDERLİ

32 Ucuz Eğitimin Zor Adresi: KIBRIS

42 MUSTAFA KARA

Geçmişe Geliş, Geleceğe Dönüş!

Hayatımızı hâkimiyetine alan bu ürünler bizleri öyle bir bireyselleştirdi ki, her birimizi yalnızlaşmaya, toplumla ve kendimizle yabancılaşmaya sürükledi.

44 Aslı Çakır ALPTEKİN: KOŞMAK BENİM HERŞEYİM

48 TEZAT TV 50 KISA FİLM 52 BİLİŞİM 54 Kezban Teyze'nin Oltasındaki Huzur

56 GENÇLİK AJANDASI Mayıs 2012

3


AKTÜEL

İSMİHAN ŞİMŞEK

Gençlik

Osmanlısını Keşfediyor

Sokaktan geçen lise mezunu herhangi birine 12 yıl boyunca öğretilen tarih dersinden bir soru yöneltseniz, ne kadar doğru bilgi alabilirsiniz? Diğer taraftan son yıllarda tarihi dizileri, tarih romanları ve tarih konuşulan programların artması asırlar öncesini öğrenmeye dönük merakımızın da artmasına neden oldu. Peki okulda doğru düzgün öğretilmeyen tarihimizin, reyting ve tiraj kaygısıyla üretilen yapıtlardan öğrenilmesi ne kadar doğru? 4

Mayıs 2012


Tarih deyince birçoğumuzun yüzü buruşuyor değil mi? Bunda okulda öğretilmeyip papağan gibi ezber yaptırılan resmi tarihin, tarih hocalarının ve tarihi yaşayan bir kavramdan çok ölü bir geçmiş olarak zihnimize kazıyan kaynak ve metinlerin payı büyük. Tarih derslerinin çoğunu kitaptaki metni aynen okuyarak geçiren öğretmenlerin olduğu ve başka bir bakış açısına izin vermeyen resmi tarih dogmasının hakim olduğu bir eğitim anlayışıyla ancak bu kadar oluyor demek ki.

Tarihi bilmeyen saygı duyar mı? Türk toplumunun tarihe bu denli yabancılaşmış olması bizlerin tarih merakını da bir nebze açıklar. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sürdürülen devlet politikası, gerçek yaşanmışlık olarak tarihi tehlikeli ve manipülasyona açık bir alan olarak sunarken, onu resmi ideolojiye uygun bir masallar dizgesiyle ikame etti. Masal haline dönüşen tarih sizin ondan kopmanızı daha da kolaylaştırır. Sadece bir araç haline gelir. Tarih anlamanız ve yüzleşmeniz gereken bir gerçeklik olmaktan çıkar. Gerçeklikten çıkan tarih ise gerçeklikle ahlaki anlamda hesaplaşması pek mümkün olmadığı için, uluslararası planda muhatap alınması ve saygı görmesi de olanaksız. İnsanın saygısı farkındalık ve ilgiyle doğru orantılıdır. Sokaktan geçen asgari lise mezunu herhangi bir insana 12 yıl boyunca öğretilen tarihi tekrar bilgilerden bir soru yöneltin bakalım, ne kadar doğru bilgi alabileceksiniz? Bu

ilgisizlikten tarihe sahip çıkan, saygı duyan bir toplum nasıl bekleyeceksiniz? Tarihi, olaylar örgüsünden çıkarıp bugüne taşıyabilmek çok kolay değil elbet. Özellikle okuma kültüründen ziyade, dinleme ve görme ile öğrenen Türkler açısından bunun gerçekleşebilmesi ancak sanat yoluyla olabilir gibi görünüyor. Ya tarihi hikâyeleştireceksiniz, ya da tv, sinema yoluyla alıcısıyla buluşturacaksınız. “Öğretebilme” açısından en kolay yol bu; “Görsellik.”

Dizilerden sonra… Özellikle son yıllarda tarihi dizilerin ve programların artması tarihi öğrenmeye dönük merakımızın da artmasına neden oldu. Dizilerde süregelen olayların ve verilen bilgilerin doğruluğunu yanlışlığını bir kenara bırakırsak toplum üzerindeki etkisinin geldiği noktayı inceleyebiliriz. Osmanlının torunları olarak bugüne kadar merak etmediğimiz saray hayatı, savaşlar, Osmanlının sosyal, askeri hayatı gibi alanlar adeta ilk defa karşılaşıyormuşçasına cezp etmeye başladı herkesi. Dizisini izleyen kitapçılara, kitabını okuyan müzelere gitmeye başladı. Lisede tarih kitaplarının yüzüne bakmayan Türk halkı “Kanuni dönemiyle ilgili kitap var mı?” diye kitapçılarda dolanır oldu. Bütün bunların üstüne tarih müzelerine, özellikle de Topkapı Sarayı’na olan ziyaretçi sayısında ciddi bir artış olduğu belirtiliyor. Diziler eleştirilerin hedefi olsa da halkın tarih ilgisine, yayıncılık sektörüne yaptığı katkı kadar arka planda bizim görmediğimiz başka sektörlerin de canlanmasına, ortaya çıkmasına sebep oldu.

Mayıs 2012

5


AKTÜEL

Tarihini Yanlış Bilen Nesil Yetiştiriyoruz

Ahmet Yeşiltepe Gazeteci/ NTV “Tarih Konuşmaları” Programının Moderatörü Son dönemde Osmanlı’ya olan ilginin derin tecessüsle buluşması; tarih çalışmalarında yetkin, birikim sahibi isimlerin ürünlerine “geçmişe kıyasla” daha çok ilgi gösterilmesi umut verici. Ayrıca, Osmanlı’nın devlet nizamı, ideolojik aygıtları ve askeri yapılanması gibi konularda doyurucu çalışmalara artık daha fazla rastlıyoruz. Doğrusu, beni heyecanlandıran bu; Osmanlı’ya ilginin hamasetten uzak, anlamaya yönelik tarafı. Diğer yönelimleri hayatımın dışında tutuyorum, çünkü bir mirasın parçası olarak kabul edeceğim her şeyi öncelikle “anlamak” zorundayım. Lakin sorun da burada; akademik tabanlı, son derece nitelikli çalışmaların yanında sadece sembol ve sloganlar üzerinden yapılan “popüler üretim”. Bu tarz çalışmalara karşı değilim, fakat “aslına ve özüne” sadık olmayan fabrikasyon işler Osmanlı hakkında yapılan doğru çalışmaları baltalıyor. Sanırım “tarihine ilgi duyan bir nesil” yetiştirdiğimizi düşünürken, aslında “tarihini yanlış bilen” bir nesil yetiştiriyoruz. Bilimsel araştırma ve çalışmalarını ölçüt kabul ettiğimiz isimlerin yönlendirmelerine şimdi daha çok ihtiyacımız var. İşte padişahın devlet toplantılarını yaptığı divan makamı 6

Mayıs 2012


260 dönüm arazi üzerindeki platonun 100 dönümü kapalı alan

260 dönüm arazi üzerindeki platonun 100 dönümü kapalı alan

Tarihi çeşmeler suntadan, kervansaray direkleri köpükten

Talep Olunca Şehir Bile Kuruluyor!

Cumbalı evlerin bulunduğu Arnavut kaldırımı döşenmiş sokaklarında dolaşırken, Osmanlı dönemine ışınlanmış gibi hissettiren plato için, gıdadan ulaşıma, inşaat malzemesinden işçilik hizmetlerine kadar 11 ay gibi kısa bir sürede 12 milyon dolar harcanmış. Dekorlar gerçeğe öyle yakın duruyor ki elinizle dokunana kadar sütunların köpük, mermer çeşmelerin suntadan olduğunu fark etmiyorsunuz bile!

Tarihi diziler diğer dizilere oranla çok büyük bütçelerle çekiliyor. Dekorunun yanı sıra kullanılan kostümler ve takılara ciddi harcamalar yapılıyor. Hem dizi setini incelemek, hem de merak ettiğimiz diğer konuları öğrenmek için TRT’de yayınlanan “Bir Zamanlar Osmanlı - Kıyam” dizisinin Kocaeli’ndeki platosuna gittik geçtiğimiz günlerde. Kocaeli Seka Park’ta kurulan plato adeta bir kasaba gibi inşa edilmiş. Saray dekorlarının yanı sıra sokaklarıyla, meydanlarıyla bir yaşam alanı kurulmuş buraya. Aynı anda 5 film çekilecek kapasitede olan plato için "Türkiye'nin dünya sinema sektöründe söz sahibi olması için atılan en büyük adım" yorumu yapılıyor. Önümüzdeki ay yeni bir Osmanlı dönem dizisinin çekileceği platonun Hollywood ve Avrupalı film şirketlerine kiralanması da söz konusu.

Dizi setinde; 17 dahili mekan dekoru, Osmanlı sokakları ile Osmanlı Meydanı, dış mekanlar ve 15 at kapasiteli çiftlik de bulunuyor. 260 dönüm arazi üzerinde 100 dönüm kapalı alana sahip platoda; marangozhane, demir atölyesi ve boyahanenin dışında konfeksiyon, deri ve döşeme atölyeleri de var. Buralarda ise 3 marangoz, 2 demir ustası, 3 boya ustası ve 3 de aksesuar ustası çalışıyor.

Mayıs 2012

7


AKTÜEL Osmanlı Kıyafetleri Üreten Atölye Kuruldu 400 metrekarelik alana kurulan kostüm atölyesi de platonun Hollywood’daki platolarla eşdeğer olduğun gösteriyor. 5 kişilik tasarım ekibinin başında olduğu 10 terzi, 1 nakış ustası, 1 deri ustası çalışıyor atölyede. Burada dikilen padişah ve sultan kostümlerinin maliyeti ise 2 bin ile 3 bin TL arasında değişiyor. Kıyafetlerdeki işlemeler tek tek nakış makinesiyle yapılıyor. Özel tasarımlar dahil olmak üzere yüzlerce takı oyuncuların üzerinde göz dolduruyor.

Ve sinemada “tarih yazılıyor” Diziler terzisinden, demir ustasına birçok kişinin iş bulmasına neden olurken dizilere olan bu yoğun ilginin farkına varan yapımcılar da atağa geçerek sinema filmi çekmeye başladılar. 18,2 milyon dolara çekilen Fetih 1453 filmi 6 milyonu aşan izleyicisiyle filme harcanan paranın kat kat üstünde bir hasılat elde etti. Güney Kore'den Tayvan'a, Brezilya'ya kadar sinema salonlarında gösterimi satıldı. Batı ülkelerinde filmin gösterilmesi tarihi bir yönlendirme de yapıyor elbet. Bu yüzden Yunanistan filmin gösterilmesine izin vermedi. Velhasıl tarihi diziler, tarihin tartışıldığı televizyon programları, sinema filmleri eleştirildiği kadar tarihe olan ilginin artmasına yaptıkları katkı ile de anılmayı hak ediyor. Eleştirilecek noktaları olması daha iyilerinin yapılması için teşvik edici bir unsur olarak görülmeli ve bu projelerin mutlaka devamı gelmeli. “Olmamış” demek oldurmak için harekete geçildiğinde anlamlı oluyor. Dizilerdeki harem konusunda eleştirilen hünkâr imajı kadar, namaz kılan, oğluna son sözüyle ‘adil ol!’ diye seslenen bir devlet başkanı imajını da yabana atmamak gerekiyor.

5 kişilik tasarım ekibinin başında olduğu 10 terzi, 1 nakış ustası, 1 deri ustası çalışıyor atölyede.

8

Mayıs 2012

Burada dikilen padişah ve sultan kostümlerinin maliyeti ise 2 bin ile 3 bin TL arasında değişiyor.

Kıyafetlerdeki işlemeler tek tek nakış makinesiyle yapılıyor.


TARİHİMİZ MEZARI BELİRSİZ BİR ÖLÜDÜR Dünyada da, Türkiye’de de, artık tarih kitaplardan ve okulda öğrenilmiyor. Yetmiyor; gündelik hayat izin vermiyor buna. Tarih ancak romanlardan ve sinema filmlerinden öğreniliyor. Yönetmen ve Oyuncu : Ezel AKAY

Tarihimiz her açıdan karmaşa içinde Bir ülkenin kendi tarihine “ilgi duymaya başlaması” aslında çok garip bir durum. Yani ne olmuş da eskiden ilgilenmezken birden bir merak uyanmış? Acaba bu durumu doğru anlıyor muyuz? Bu şüphesiz önce edebiyatla, hemen arkasından da dizi ve sinema hikâyeleriyle başladı. Sürekli “ben kimim” meselesiyle kafası karışmış Türkiye vatandaşları, her zaman olduğu gibi, bu sorunun cevabını önce memleket hikâyelerinde arıyorlar. Mesela en ırkçı birey bile kendi soyunu üç nesilden öteye götüremiyor. Tarihimiz her açıdan karmaşa içinde. Bu da resmi tarihin tahmin edilemez boyutlarda bir izolasyon yaratmış olmasından kaynaklanıyor.

Devletin anlattığı tarih başka Yeni bir dünya, yeni bir devlet kurabilmek için eski devleti ve kültürünü olduğu gibi bir filtreden geçirmek zorunda kalmışlar Cumhuriyeti kuranlar… Bu bir fayda sağlamış ama çok büyük de bir zarar getirmiş şüphesiz. O dönemin yani 1920’lerin, 30’ların, 40’ların yeni insan yaratma çabası aslında tarihin yeniden yazılmasına neden olmuş. Elbette resmi tarih dünyanın her döneminde var. Devletin anlattığı tarih başka, kişilerin, sokakların, evlerin, insanların, hayatın içindeki tarih başka… İkinci tarih yazılmıyor, resmi tarih yazılıyor. Yine de, esas hareket dil, tarih, kültürel üretim gibi alanlarının devletin elinden çıkıp, bireylere, özel kurumlara, sanatçı, araştırmacı ve bilim adamlarına açılmasıyla canlandı. Toplumsal dönüşümün de bir sonucu bu. Yani devletin Cumhuriyetten beri alelade vatandaşa “yasakladığı” bir alan tarih…

Tarih ancak roman ve filmlerden öğrenilir Aslında çok trajik bir ‘beyin programlama’dır tarihin ve dilin bir siyasi program çerçevesinde, o siyasi programın hizmetine uygun hale getirilmesi. 3 nesil bunun etkisinde gelişti Türkiye’de. Üstelik siyasi görüşünüz ne olursa olsun, bu program yüzünden tarih cahili bir topluma dönüştük. Şu an süren bütün siyasi ve sosyolojik tartışmaları

sakatlayan bir “baş ağrısı” bu. Dünyada da, Türkiye’de de, artık tarih kitaplardan ve okulda öğrenilmiyor. Yetmiyor; gündelik hayat izin vermiyor buna. Tarih ancak romanlardan ve sinema filmlerinden öğreniliyor. Bir parça sosyolojik araştırma yapsak bunun böyle olduğunu çok iyi anlayacağız. Sinematografik bütün eserler burada çok etkili; çünkü bu eserlerde, tarihi filmlerde çok uzun süren araştırmalar yapılıyor. Yani normal bir insanın yapabileceğinden daha fazla araştırma ve o araştırmaların komprime hale getirilmesi söz konusu. Dolayısıyla bir tarihi filmi izlerken, içinde yüzlerce insanın tarih bilgisi ve yorumu olan bir form çıkıyor ortaya. Bu tarihi eğitim, tarih bilgisi açısından çok önemli.

Hepsine “hoş geldin” dememiz lazım Yalnız şunu da unutmamak lazım, bu kapatılmış, üstü mühürlenmiş bir kutu; açıldığında içinden neler çıkacağını bilemezsiniz. Hepsine “hoş geldin” dememiz lazım. Buradan çıkan şey yalnızca bizim zenginliğimizi, ne kadar derin bir kültüre sahip olduğumuzu göstermeyecek; aynı zamanda ne kadar korkunç bir tarihe sahip olduğumuzu, o tarihi yapanlarla onu düzeltmek isteyenler, kaderi değiştirmek isteyenlerin mücadelesini göreceğiz. Burada bir tane insan çıkmayacak tarihten; bin yüzlü bir insan topluluğu çıkacak. Bunların bazılarını hiç beğenmeyebiliriz. Onları da kabul etmek, onlarla ilgili de düşünmek lazım. Tarih öyle açılınca içinden çiçekler çıkan bir kutu değil; çok zengin ama ak ve karası karmakarışık… İşte onun içinden çıkabilmek için kutuyu açmak gerekiyor.

Ölünüzü gömün! İşte bu “dialektik” ilişkinin anlaşılmasıdır bizi kurtaracak olan. Bütün yunan tragedyalarında işlenen bir tema var: Ölünüzü gömün! Gömülmemiş bir ölü, bir kabusa dönüşür, hep bir şeyler yarım kalmış gibidir, ölü ya açıkta, ya kayıptır. Mahvolursunuz! İşte bizim tarihimiz de gömülmemiş, faili meçhul, mezarı belirsiz bir ölüdür. Bu yüzden kısılıp kalmış, kimliğimizi de “bugün-yarın” neler olacağını da bilemiyoruz. Tarih kutusunun açılmasıyla ölüyü bulmuş olacağız, onu hakkıyla gömeceğiz ve yola çıkabileceğiz.

Mayıs 2012

9


SOSYAL ALEM

M. ZÜBEYİR KOÇULU

Retweetçi geldi Haanıım!!! Twitter, gece-gündüz hiç uyumayan mavi, sempatik kuşuyla biyoloji kitaplarında yeni nesil bir kuş türü olmaya aday! Evimizde, cebimizde, çantamızda ‘kelimelerle’ beslediğimiz bir kuş. Öyle ki, Anka kuşunun hikâyesini ancak üniversite çağında dinleyen gençler, ilkokul“Twitleriniz özenle retweet edilir” dan itibaren bu twitter kuşunun hikâyeleriyle büyüyor artık. “DM atın, yazdıklarınızı 40 bin kişi okusun” Retweet edilince mutluluk duyuyor, takipçi sayısı artınca ortamda bir ağırlığı oluyor. Twitter pazarlamacılarının kapımıza “Retweet etmeyen bizden değildir” dayanması an meselesidir: Retweetçi geldi haaanımmm! Mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Son günlerde Twitter âleminde sokak pazarcılarına benzeyen kullanıcılar türedi. Retweetçiler, özlü sözcüler, espritüel ikoncanlar, ünlüleri göz hapsinde tutan hesap avcıları… Hepsinin amacı belli: Daha fazla takipçi sayısına ulaşmak. “Çok takipçim olunca ne yapacağım” demeyin sakın. Twitter ahalisi açısından kaç takipçin olduğu oldukça önemlidir çünkü. Bu bir prestij meselesidir aynı zamanda. “Takipçin kadar konuş” denen zamanlarda yaşıyoruz gençler. Daha çok müşteriye ulaşmak isteyen ticarethaneler, markalar, medya kuruluşları da bunun farkında. Onlar da takipçi sayısını artırmak için farklı yollar denemekten geri durmuyor. Dizilerde ekranın altında “trend” başlatmak için twittercılara tüyo verildiğini de hesaba katarsak, durumun ne kadar vahim boyutlara ulaştığını görebiliriz. Ünlülerin Twitter hesaplarını takip etmesi için maaşlı eleman tuttuğu günler, bugünler. Kullanıcıların takipçi sayısını farklı teknik müdahalelerle artıran ve bunu pazarlayan

10

Mayıs 2012

gayri-resmi ‘programcıları’ da unutmayalım: 1.000 takipçi: 100 TL 10.000 takipçi: 250 TL

Uygun fiyata satılık ikinci el Twitter Hesabı Twitter’dan bahsetmişken bireysel yatırımcıları anmadan olmaz. Bir Twitter hesabını büyüterek, 10 binin üzerinde takipçi sayısına ulaşınca hesabı satan gençler var! Yoksa siz bu afişleri hiçbir yerde görmediniz mi? “Satılık Twitter hesabı, uygun fiyata” “20 bin takipçisi olan hesabımı satıyorum, ilgilenenler DM atsın” Küresel internet sistemini derinden sarsan, pek çok kullanıcı için Facebook’un pabucunu dama atan Twitter’da etkinliği artırmak, Türk işi çözümleri gerekli kılıyor. Dünya internet piyasası belki farkında değil. Ama Türklerin Twitter pastasını sadece Twitter’ın kurucusu Jack Dorsey’e ve bir kısım kapitalist Amerikalıya bırakmaya hiç niyeti yok!


Twitter’ın mucidi kimdir? Twitter’ı 1976 doğumlu Amerikalı işadamı ve bilgisayar yazılımcısı Jack Dorsey kurdu. Dorsey’in 14 yaşında yazdığı program hala bazı Amerikan taksi şirketleri tarafından kullanılıyor. 2005 yılında bir mesajlaşma programı yazmak için kolları sıvadı. Çizimlerini ve fikirlerini yakın arkadaşı Biz Stone ile paylaştı. İkili, “Twitter” adını verdikleri yazılımı 15 gün içinde hayata geçirdi. Google’dan erken ayrılarak kendi şirketini kuran ve dünya devi bir firmanın ortağı olma şansını kaçıran Ewan Williams, bu kez fırsatı tepmedi ve bu projeyi finanse etmeye karar verdi.

Bir süre sonra fotoğraf paylaşım sitesi Flickr ile karıştırıldıklarını Jack DORSEY fark ederek, kendilerine bir “e” harfi eklediler. “Twitter” o günden sonra bir “kuş cıvıltısı” oldu. Bu kuş cıvıltısı küresel bir kuş yuvasına dönen dünyamızı sardı. Devlet başkanlarından, dev firmalara kadar hemen herkes bu cıvıltıdan etkilenmiş durumda. Nasıl etkilenmesin?

Twitter’da şu anda günde 80 milyona yakın twit gönderiliyor!

GencizBiz’de Twitter kapışması! Twitter’ın, kullanıcılar arasında takipçi rekabeti başlattığı bir dönemde, dergimizin yayın ekibinin arasında da bu rekabetin yaşanmadığını kim iddia edebilir? Yoksa siz yayın yönetmenimizin Twitter takipçi sayısına bakmadan bir ekip oluşturduğunu mu sanıyorsunuz? Biz de, GencizBiz’in Twitter fotoğrafını çektik. Bakalım, aramızdaki en popüler kim, twit yazmaktan yazılarını geciktirenler kimler? İşte GencizBiz yayın ekibinin en son Twitter raporu: İsmihan Şimşek: @ismihansimsek 202 kişiyi takip ediyor. 1.380 kişi tarafından takip ediliyor. Bugüne kadar attığı twit sayısı 2.951. Yayın hayatını twitter’da sürdürüyor. Ersin Çelik: @ersinceliq 263 kişinin ensesinde. 1098 kişi de Ersin beyi markaja

almış durumda. Bugüne kadar twitter’da 3.942 cümle yazmış. Gülizar Sönmez: @gulizarsonmez 190 kişinin ne yaptığını merak ediyor. 1040 kişi ise onun ne yaptığını merak ediyor. Bugüne kadar 13810 twitle, twitterda tek başına bir dergi çıkaracak kadar yazı yazdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ayşe Şahinboy Doğan: @sahinboydogan Sadece 177 kişinin yazdıklarına ilgi gösteriyor. 100 takipçisiyle mutlu. Halit Ömer Camcı: @halitomercamci Twitter’ı bir kent olarak hayal edersek, Halit beyin en çok uğradığı ve en uzun zaman geçirdiği kentler arasında twit-kent birinci sırada. 306 kişinin satır aralarında gezinirken, 1086 kişi de –başları dönmeden- onu takip etmeye çalışıyor. Bugüne kadar 5357 twit atmış. Pınar Hilal Balta: @pnarhilalb Derslerinden arta kalan zamanda 189 kişiyi takip ediyor. Şimdiden, 263 takipçisiyle gelecek vaat ediyor. Ümit Aksoy: @umit_aksoy 120 kişiyi izliyor. 70 kişi de onu izliyor. Twitter'ı Fenerbahçe'ye ve Fenerbahçelilere karşı mücadele amacıyla kullanıyor. Yazdığı 326 twit'ten yaklaşık 300 kadarı futbolda şikeyle ilgili. M. Zübeyir Koçulu: @mzubeyir Twitter’ı ilk kurulduğu günlerden itibaren kullanıyor. Sadece 179 kişinin yazdıklarına tahammül edebiliyor. Birçoğunu da okumuyor. 232 takipçisiyle arasını iyi tutmaya çalışıyor. Kendisini takip etmeyenlere çay ısmarlamıyor.

Mayıs 2012

11


YAŞAM

NURYA ÇAKIR

FOTOĞRAFLAR: HALİT ÖMER CAMCI

Her yaştan çocukların bineği

Bisiklet Birçok Avrupa ülkesinde bisiklet parkları ve trafiğin aktığı yollarda ayrıca bisikletler için bisiklet yolu şeritleri sıkça gözünüze çarpar. Amsterdam'da yeni almış bisikletini o gün çaldıran birinin yıllar sonra bisikletini aynı parkta bulduğunu duyunca şaşırmayın; çünkü bu tarz ülkelerde sıkça dinleyebileceğiniz bir hikaye. 12

Mayıs 2012


A

slında bu yazıyı ben yazmamalıyım. İlk bisikletine bütün olanaklarını seferber ederek kavuşmuş birisi yazmalı. Bütün çocukluğunu evcil bir hayvan gibi yanında ite ite dolaştırdığı bisikletiyle geçiren biri yazmalı ya da arkadaşlarının o pembeli mavili parlak tozluklu ‘gıcık gıcık’ diye öten kornasını her duyduğunda kıskançlık krizine giren komşu çocuğu yazmalı. Orta yaşa sahip bizler için bisiklet, karne tatillerinin en büyük hediyelerinden biriydi. Erkek çocuklarının mahallede birinin sahip olmasıyla öğrendiği, kız çocuklarından birinin sahip olmasıyla asla diğer kızların değil binerek öğrenmesi, bakmaya dahi izin verilmemesiyle, yaz tatillerimiz geçerdi. Doğduğu andan itibaren belli renklere mecbur çocuklar kızsa pembe, erkekse mavi, eğer ergense siyah veya beyaz renklere sahip olurdu. Öndeki küçük sepeti, selenin arkasındaki oturağı, yanda varsa aynaları, fiyakalı kornasıyla (ki bu fiyakalı ses ya vok vok, ya da gıcık gıcık şeklinde olurdu ve korna önemliydi) bisiklet bir araç olmaktan çok bir düş, rüya gibi bir şeydi. Vitesli bisikletler bizim zamanımızda pek bilinmezdi. En iyi ihtimal iyi bir frene sahip olması beklenir, bisikletin kalitesine göre bir iki hafta sonra bisiklet ya tamircide ya da bu işte profesyonelleşmiş ağabeylerin elinde kalırdı. Çocukluğu maalesef apartman dairesinde geçmiş biri olarak bir bisikletim olamadı. Zira gözünüz gibi koruyacağınız bu demirden oyuncağı her gün 4. kata indirip çıkarmanın ne kadar zor olduğunu ebeveynlerim anlamış olacaklar ki bir hafta dahi kullanmama izin vermeden gelen bisikleti geri götürmüşlerdi. Değil iki tekerlekli şekliyle sürmeyi öğrenmeyi, mahalledeki bilmem kaç çocuğun etrafımı kuşatarak bisikleti sürmeye çalışmalarıyla bir Kleopatra edasıyla komşuların ve arkadaşlarımın yanından geçtiğimi hatırlıyorum. Zira bu saltanat da pek uzun sürmedi.

Bangladeş

“Bi’ Tur Versene…” Bisiklet, şimdilerde orta yaşa sahip kişiler için önemliydi. Televizyondaki çizgi filmlerden başka eğlencesi olmayan çocuklar, kendilerini sokağa atar, kızsa; evcilik, ip atlama, erkekse; top, misket oynar veya haşarılık yaparlardı. Dediğim gibi herkesin bisikleti yoktu. Mahallede bir iki kişinin bisikleti vardı. ''Ahmet ver de bir iki tur atayım olur mu?'' O gün Ahmet'in en sık duyduğu cümlelerden biriydi. Bisiklet sürmekten bitap düşmüş Ahmet, yorgunluktan pedal çeviremeyecek hale gelmişse rahmet ve şefkat duyguları içinde 'Al, ama gözümün önünde sür olur mu?' der, sonra müthiş bir dikkat ve tereddüt duygusu ile bisikletini takip etmeye başlardı. Nasıl takip etmesin. Kaç harçlık verilmiş, kaç gün diller dökülmüş, bilmem kaç zoraki iyilikler yapılarak ulaşılmıştı bu bisiklete. Tabi ki korunacaktı. Bütün çocukluğu bisiklet üzerinde geçmiş pek çok erkek çocuk vardır. Bisiklet sürmeyi öğrenmek, düşe kalka, bacakların mosmor olduğu, destek olarak bir baba ya da abinin yanında ‘sakın bırakma’ bağırışlarına karşı, ‘seleden tutuyorum korkma’ sözlerine birkaç gün sonra ‘Beni Bırak!’ sözlerinin yankılandığı, öğrendiğinde de ilk işi ellerini bırakmak olduğu, kendine güven duygusunun en güzel biçimde öğrenildiği anlardı.

Kahramanmaraş

Eski zamanlarda bir erkek çocuk için at neyse bizim zamanımızda da bisiklet oydu. Büyüdüklerinde ya da binilmez duruma geldiğinde en büyük ayrılıklarından birini yaşamışlardır eminim. E... kolay değil ağızlarını bile yıkamaya üşenen bu erkek çocukların, her gün yıkayıp baktıkları bisikletlerinden ayrılmaları. Çocukluğumda bisiklet denince aklıma yan apartmanda oturan adını hatırlayamadığım, sadece okula gidip gelirken görebildiğimiz âbi geldi.

Mayıs 2012

13


YAŞAM Bu âbi mahallenin diğer gençleri gibi pek sokağa çıkmaz, okula gidip gelir, nadiren ekmek almaya gittiğini görürdük. Yaz olunca herkesin akşam çayına balkonlarına çıktığı bu saatlerde bisikletini alır, yukarıdan aşağı doğru hafif meyilli bu yolda gözlerini kapar, olanca süratiyle iki elini Buda gibi kavuşturarak hızla aşağıya iner, herkesin yüreğini ağzına getirirdi. Bazen bisikletin tek tekerleğiyle o yokuşu inerdi ama çoğunlukla Buda pozisyonu en sık kullandığı hareketti. Bilmiyorum belki bu hareketler bir çeşit meditasyondu ve kendini bu şekilde bütün mahalleliye seyrettirerek her şeyden ne denli arındığının! bir havası bir göstergesiydi.

1700’lü Yıllardan Beri 2 Tekerlek Üstünde… Tekerleğin tarihi çok eski yıllara dayanmasına rağmen, bisikletin tarihi 1700'lü yıllarda Fransa'da geliştirilen araçlarla başlamış. İlk pedallı bisiklet Leonardo Da Vinci'nin çizimleriyle Kirkpatrick Mac Millan 1840 yıllarında İskoçya'da üretmiş. Bu bisiklet halen Londra Science Museum'da sergileniyormuş. Merak edenler gidip görebilir. Günümüzde birçok çeşidi mevcut bu demir oyuncaklar büyük sektörler haline gelmişler. Dağ bisikletleri, arazi bisikletleri, yol yarış bisikletleri, tur bisikletleri, şehir bisikletleri, çocuk bisikletleri, iki veya üç kişilik bisikletler şeklinde çeşitleri mevcut.

Los Angeles

14

Mayıs 2012


Günümüzde bisiklet kullanımı oldukça yaygınlaştı. Araç trafiğinin yoğun olmadığı bölgelerde bisiklet öğrenimi daha kolay ve çabuk oluyor. Gerçi bizim zamanımızda bu kadar araba yoktu ama yinede yoldan ya da evin önünden geçebilme imkanı olan arabalar yüzünden bisikleti rahat süremezdik. Aynı şey şimdi çocuklarımız için geçerli oldu. Oğluma 2 yaşında ilk bisikletini aldım, pedallarını çevirmeye gücü yetmediğinden taş devrindeki gibi ittirerek sürüyordu. 5 yaşında 3 tekerlekli bisikletini aldık. Bisiklet tek sokak yolculuğunu bisiklet mağazasından eve gelirken yaptı. 2 sene çocuk evin koridorlarında dönüş yapmayı öğrenemeden sürdü. Dört bir tarafı cadde olan evimizin etrafında öğrenmesi çok zor. 8 yaşında bisiklet sürmesini bilmeyen bir oğlum var ve bu problemi bir an önce halletmem gerekiyor.

Bisikletini Kaybettiği Yerde Bulanlar… Amerika’da hemen hemen her evde en az birkaç bisiklet bulunuyor. Çocuklar çok küçük yaşlarda bisiklet sürmesini öğreniyorlar. Yolların buna müsait olması çok önemli, her çocuk bisiklet sürerken kask takma zorunda. Çocuk evin önünde kasksız bisiklet sürerken polis kapınızın önünde hemen beliriverip size uyarıda bulunabilir. Avrupa ülkelerinde de bisiklet kullanımı oldukça yaygın. İngiltere, Almanya ve Hollanda en çok bisikletin kullanıldığı Avrupa ülkelerinden. Birçok Avrupa ülkesinde bisiklet parkları ve trafiğin aktığı yollarda ayrıca bisikletler için bisiklet yolu şeritleri sıkça gözünüze çarpar. Amsterdam'da yeni almış bisikletini o gün çaldıran birinin yıllar sonra bisikletini aynı parkta bulduğunu duyunca şaşırmayın çünkü bu tarz ülkelerde sıkça dinleyebileceğiniz bir hikaye.

Bütün çocukluğu bisiklet üzerinde geçmiş pek çok erkek çocuk vardır. Bisiklet sürmeyi öğrenmek, düşe kalka, bacakların mosmor olduğu, destek olarak bir baba ya da abinin yanında ‘sakın bırakma’ bağırışlarına karşı, ‘seleden tutuyorum korkma’ sözlerine birkaç gün sonra ‘Beni Bırak!’ sözlerinin yankılandığı, öğrendiğinde de ilk işi ellerini bırakmak olduğu, kendine güven duygusunun en güzel biçimde öğrenildiği anlardı.

Üsküp

Dünyanın En Pahalı Bisikleti Dünyada bisiklet tutkunları için turnuvalar düzenleniyor. Bu yarışların en ünlüsü, Fransa Bisiklet Turu ve Fransa’nın çeşitli yerlerinde 4.000 km dolayında bir yol boyunca yapılıyor. İlk 1903 tarihinde düzenlenen Fransa Turu birer günlük 21 etapta ve yaklaşık üç haftada tamamlanan bir tur. Bu etaplarda, Alpler'in ve Pireneler'in sarp yollarında yorucu tırmanışlar da yer alıyor. Benzer 21 günlük turlar İspanya ve İtalya'da da düzenleniyor. Türkiye'de düzenlenen 8 günlük Cumhurbaşkanlığı Turunun 43.sü 2007 yılında 12 ülkenin katılımı ile organize edilmiş. 45. Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'ndan itibaren Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu'nun, UCI tarafından Şampiyonlar Ligi olarak nitelenen 2. HC kategorisine alınmasına karar verilmiş. Bianchi, Salcano, Bisan, Peugeot, Bmx, Scott, Sedona, Trek, Kron, Koga - Miyata dünyadaki en iyi bisiklet markaları. Dünyanın en pahalı bisikleti Cervelo R5ca’de SolidWorks imzası taşıyor ve 675 gr. ağırlığa sahip. Bu bisikletin fiyatı ise 10 bin dolardan fazla. Böyle bir bisikletin sahibi bisikletini yanından hiç ayırmasa gerek.

Mayıs 2012

15


SİNEMA

OKŞAN DEDE

Fukaranın Ekmeği; Yılan Ve Salyangoz… Fakir için hastalık bir lükstür. Ve hastalığının bertaraf yolları da bellidir; ilaç hep aynıdır. Başı gözü yarılsa, nefesi boğazına takılsa, eline kıymık batsa, burnu kanasa..vs. içeceği ilaç “gripin”dir! Dolabında o vardır her daim ve sancısına iyi gelsin gelmesin onu içmek mahkûmiyetidir. Yılanla insanoğlunun kurduğu ilişki evvelinden beri bir husumete dayanır. İnsanın acziyeti burada başlar esasında çünkü yılan’ın toprağa esareti insanın yeryüzüne biadına galip gelmiştir. Âdemoğlu Havvakızı beri durmuştur yılandan. Lakin sevgili Caner Erzincan’ın “MAR” filminde yılan korkulandan ziyade muhtaç olunandır. Sevgili Volga Sorgu’nun nefes verdiği “Yılmaz” karakterinin yegâne finansal dayanağıdır. Film, Van’ın bir köyünde üç jenerasyondan erkeğin fakirlik, yoksunluk ve bunlarla başka çıkma hallerinin öyküsüdür. Hacı Halil yani evin babası, kaçakçılık yaparken bir ayağından olmuş, eksikliği kudretine zincir vurunca iki oğlunun medetine kalmış bir babadır. Büyük oğlu Yılmaz dağda yılan avlarken küçük oğlu Güven salyangoz (şeytanlık) peşindedir.”Fakirlik; ihtilallerin ve suçların anasıdır.” demişti Aristoteles. Paul Samuelson ise; “Fakir bebeğin içemediği sütü, zenginin köpeği içiyorsa, bana adaletten bahsetmeyin.” demişti. Fakirliğin terminolojik bir tanımı yoktur. Adaletle arasındaki korelâsyon da ters orantılıdır. Fakirlik nicelik olarak arttıkça adalet ahlaki olarak azalır. Yılmaz hayatını, kızıştıran güneşte başını kovuğundan çıkaran yılanlarını ardından güzelleme yaparak geçirir. Fakir tilki yakalar, zengin kürkünü giyer hesabı, zehrinden ve derisinden faydalanılsın diye o yılanı yakalar, kompradorlar çantasını alır omzuna. Fakirlik, onların uzun zaman önce evlerine serilmiş ve eskidikçe hatırası çoğalmış bir kilim gibi dursa da yine aynı kilim gibi her kapı açılışında göz göze gelinen bir realitedir. Caner Erzincan bu bağlam da Kürt coğrafyasına farklı bir okuma yapmıştır. Çünkü şehir Van olsa da Kürtlüğe veya

16

Mayıs 2012

onun yaşattığı kimlik mağduriyetine dair bir gönderme yoktur. Yine bir ötekileşme durumu mevzu bahistir ama bu sınıfsal bir ötekileştirmedir. Yani muhteva “Fakirlik”tir. Fakirliğin argümanları filmin her alt başlığında görülür; tek göz bir odada yemek yiyen, sigara içen, uyuyan insan suretleri ile somutlaşır önce. Sonra Hacı Halil’in tek konformist alışkanlığı olan kaçak tütün filmin dramatik objesi haline gelir. Yılmaz, 20’li yaşlarına yeni yaslanmış, hayata dair tek bildiği hatta tek bilgisi denebilecek şey, yılan yakalamaktır. Hayatına bundan başka deneyim bir aralık bulup sokulamamış o vakte kadar. Yani diş hekimi Bahar’ın bir siluet gibi önünde durup, anaç bir eda ile yanağına ovuşturan Yılmaz’a dişinin ağrıyıp ağrımadığını sorana dek…

Fakirsen Steril Olamazsın! Şehre uzun boylu, sarışın, tahsilli Avrupai bir kadın gelir. Bizim, köylü, çelimsiz-esmer çocuk ona vurulur. Bu çok bilindik bir hikâyedir aslında. Aşkın imkânsızlığı teoremi üzerine motifleşen bir paradigmadır. Çok defasında gözümüz değmiş, kulağımız duymuştur filmlerde bu öyküyü kendince bir tarihselliği bile mevcuttur. Ama Caner Erzincan’ın bu kült durumu ele alışı yine hiyerarşik yetersizliğin dayatmasına bir seslenmedir. Yılmaz’ın filmin başından beri dişi ağrır. Ve her kırsalda olduğu gibi orada da bir lokman hekim vardır. Köyün dişçisi “Dişçi Nedim” yine genel anlamda fakirlikle özdeşleşen bir karakterdir filmde. Fakir insanların meslek tanımları yoktur ya da daha özenli koşullarda dertlerini çözmezler. Dişçi Nedim uyuşturmadan ya da alet edevatını steril etmeden çeker insanların dişlerini. Köylülerin bu kabullenme


hali fakirliğin de kaçınılmaz yazgılarından biridir. Yoklukları, “bilme” özgürlüklerine de engel olduğundan bırakın kasabada profesyonel ortamda diş çektirmeyi, varlığından bile bihaberdirler. O sebeple köyde bir bağın ortasında Dişçi Nedim’in tekinsiz ellerine tabi olmak zorundadırlar. Yılmaz’ın yine diş ağrısının tuttuğu bir vakit “gripin” çıkarıp içmesi filmin söylemiyle birebir örtüşen sahnelerden biridir. Çünkü fakir için hastalık bir lükstür. Ve hastalığının bertaraf yolları da bellidir; ilaç hep aynıdır. Başı gözü yarılsa, nefesi boğazına takılsa, eline kıymık batsa, burnu kanasa..vs. içeceği ilaç “gripin”dir! Dolabında o vardır her daim ve sancısına iyi gelsin gelmesin onu içmek mahkûmiyetidir. İşte bu sessiz sahneler aslında en konuşkan sahneleridir filmin. Fakirliğin insanlıkla baş başa bırakıldığı tabiri caizse yontulmamış, köşeli bir kaya gibi sırtında taşımaya yükümlü olduğu bir “olgu” ama yıkıcı bir “olgu” olduğunu hatırlatan sahnelerdir.

Diş Ağrısı Değil Aşk Sancısı Yılmaz’ın tüm bu kurumuş, buruşmuş hayatı onun tasavvuru ile giren bir peri kızının haresiyle aydınlanmıştır. Artık salt yılan toplayıcılığı değil yaşamaya dönük başka bir gaye de edinmiştir. Onu sadece bir hasta olarak gören ve doktorluk hümanizmi ile yaklaşan Bahar’a yanaşmanın yollarını arar. Hayatını törpüleyen o dişten kurtulmayla başlar önce sonra Bahar’ın yönergesi üzerine dolgu yaptırmak ister. Bundan sonrası bir diş ağrısı, acısı değildir kalp derdidir. Bahar’a olan aşkı tipiktir. Saf ve toplumsal denksizliği göz önüne almadan kendiliğinden, yalın bir aşktır Yılmaz’ın ki ve aşkına dair yaptıkları da yine bildikleri değil, dürtüleridir. Muayenehanesinin önün de beklemeler, sessiz telefon açmalar, hastaneden çıkışında takip etmeler vs. kırsalda aşklar böyle yaşanırın tekrarlanması gibidir. Yılmaz’ın ana hikâyesi yoluna giderken, filmin bir diğer belleğe çarpan hikâyesi de salyangoz toplayan çocuklardır. Yağmurdan sonra göveren çimenlik gibi boy veren salyangozlar onların sınırlı geçim kaynaklarından biridir. Orta sınıfın kremlerinin, makyaj malzemelerinin ana maddesi olan salyangozun o küçük çocukların küçük ellerine sığışı fakirliğe diğer bir taşlamadır. Karşılığı çoğu zaman para bile değildir Çerçi Hüsam’dan alınan bir top veya bir leğendir. Çerçi Hüsam, Dişçi Nedim gibi köylünün ve genel anlamda yoksulların riayet ettiği iki arketip gibidirler filmde. Çerçi Hüsam’ın takas ettiği plastik eşyalar için veya bir iki elma-armut içindir o çocukların yağmur sonrası salyangoz iş-

çiliği. Hacı Halil de Çerçi Hüsam’a pervanedir; “ Hüsam bizim oğlanın parasını ver de kaçak tütün alalım” demesi üzerine, tek keyfi, sarılı bir sigara olan fakirliğin sesi gibidir.

“O Gider, Kalan Bakar” Filmin finalinde babasının takım elbiseleri ile iki dirhem bir çekirdek halde yılan derisi çanta ile Bahar’ın muayenehanesi önünde görürüz Yılmaz’ı. Ama aşina bir sahne orda da gelir düşer gözlerimize. Bahar son model arabası ile kapısına yanaşan bir adamı öper ve onunla gider… Kalanların yazgısı birdir… O gider, kalan bakar. Yılmaz da o geleneği devam ettirir. Ve filmin finalinde abisinin işine göz koyan evin küçük oğlu Güven’i yılan peşinde görürüz. Yılan, sarımtırak bir yola doğru kıvrılırken, o yolda yılan derisi çanta ile artık sadece yürüyen Yılmaz kalır aklımızda.

Sevgili Caner Erzincan son dönem genç yönetmenler kategorizasyonu ile tabir edilen kuşak arasındadır. 30 yaşında ve proje destek kuruluşlarının hiçbirinden destek almadan, kendi kafa-kol emeği ile çekmiştir filmini. Fukaralık nicedir cinsiyet, ırk, din, dil ve coğrafyadan bağımsız anlatılmıyordu. Bu anlamda ilk başta senaryo cezbediyor bizleri. “Açlığın dini olmaz, yoksulluğun vatanı!” bu şiar bir kez daha kanatıyor kulaklarımızı. Filmin melodrama ve ajitasyona kaçmayan özgünlüğü de keza hoşuma giden envanterlerinden biri. Teknik boşluklar yorucu bir seyre evirilse de bir ilk film olarak düşüldüğünde mazur görülebiliyor. Didaktik ve politik söylemden uzak, fakirliğin kendi ağır gerçeğinin yine kendi diliyle anlatıldığı naiv bir film “MAR”. Volga Sorgu’nun seyredeni kendinden sandıran oyunculuğu yine göz doldurucu ve doyurucuydu. Zira Bahar rolündeki sevgili Begüm Kütük’te kıvamında ve iyimser doktor haliyle zihnimizde serilecek bir yer buldu. Fakirlik şu an hala yerel, kentsel, kırsal, ulusal..vs. bir problemdir; fakir olanın sureti belirsiz, sesi kısıktır. Daniel Defoe’nin dediği gibi; “Açlık ne dost, ne akraba, ne insanlık ne de hak tanır!”

Mayıs 2012

17


MÜZİK

ÜMİT AKSOY

90’lar, 90’lar…

Kişisel Bir

Türkiye Tarihi Bu yazı vesilesiyle sevgili google ve youtube kardeşlerden hayli yardım aldım. Zaten google ve youtubegilller insan hafızasına yönelik yapılan oyunlardan başka nedir ki Allah aşkına… Onlara sordum ve dedim ne oldu ne bitti o vakitler, kim ne söyledi, kim ne dedi bir deyiverin hele. Onlar söyledi, ben hatırladım, onlar söyledi ben de söyledim, onlar söyledi ben bir tuhaf oldum. Hani hep söylenirdi ya: 70’lerdeki o şarkılar, 80’lerdeki şunlar bunlar falan. Nihayet yaşımız yarım da olsa kemale erdiği vakit bizim de yavaş ve usuldan bir “geçmişimiz” olmaya başlamış. Eh, 80’lerde doğan birisinin geçmişi 70’ler, yahut geç 80’ler olacak değil ya. O yüzden bu bir kişisel tarih çalışmasıdır, bunu unutmayalım.

belli bir “hikaye”yle birlikte kendi şarkısını söylemesi. Bir klip, her anlamda az, ucuz ve kolay bir maliyetle “kısa” bir film çekmek gibiydi. Ve bu klipler, en az şarkının sözleri ve o şarkıyı söyleyen kişinin performansı kadar önemliydi o vakitler. Ya da Kral Tv sağ olsun, bunun böyle olduğunu bize öğretti hiç yorulmadan. Klip çekmek için, Amerika’ya, İtalya’ya, Ağrı’ya, Erzurum’a falan gidiliyordu. Ve bir klip gelince de, “Bakalım ne kadar duracak ‘Top 20 Listesi’nde?” sorusuyla günlerimiz geçip gidiyordu. Tarkan mesala, Kış Güneşi’ne çektiği klip (doğrumu hatırlıyorsam eğer) 17 hafta “liste başı” olmuştu. Oysa Tarkan, “albümünü” çıkaralı 1 yıl olmuştu ama işte klip başka bir dildi, hikayeydi; başka bir dünyaydı.

Her dönemin kendini ait bir takım özellikleri, “fark yaratan” anları/adamları var. Bu, 90’lar içinde aynen geçerli. Ben bunun, 90’lar ve 90’larda üretilen “müzikler” söz konusu olduğunda “klipler”le ilgili olduğunu düşünüyorum. Klip demek şu demekti anladığım kadarıyla: Bir şarkıcının,

İrili ufaklı bir dolu isim var aslında 90’larda hayatımıza bir şekilde giren ve dahası bir şeyler bırakıp giden. Bu isimlerden bazıları bir şarkıyla, meşhur olan, tabir yerindeyse, bir atımlık barutları olan, onu da atınca ellerinde bir şeyleri kalmayan türden kişilerdi. Kimler mi?

18

Mayıs 2012


ASYA : Bir kafeste sallanan nispeten mahzun bir kadın, etrafında tuhaf koruyucular, “melekler” falan filan; baya postmodern bir klipti şu “Beni Aldattın”. Beni ürpertiyordu bu klip ve tırsıyordum biraz ne yalan söylemeli. Ama yine de yumuşak bir sesi vardı Asya’nın ve zihnimizde hala o kafesin içinde sallanmaya devam ediyor.

TAYFUN: Yıllar sonra bir tv programında gördüğümde ancak inandım gerçekten var olduğuna. Çünkü tuhaf bir yabaniliği vardı üzerinde. Deri ceketi, saksafonu, robota benzer çenesi… Ama vardı işte; hadi yine iyiyiz var ya... CARTEL: Siyasetleri bir tarafa, o dönemin tek şarkılıkta olsa en iyi gruplarındandı Cartel. İçimizde bir isyan vardı (böyle söyleyince baya güzel oluyor) ve onlarda bir ses arıyorduk içimizdeki bu ataşe cevap verecek. Türkçe sözlü hafif müziğin, Cengiz Kurtoğlu, İbo ve diğerlerinin bize yetmediği yerde onlara tutunuyorduk. Cartel, bir numara ve en büyüktü ve yanı başımızdaydı işte: Cehennemden çıkan çılgın Türk.

CEMALİ: Yağmurlu bir kış akşamında, “Duymak istiyorum” (artık neyi duyacaksam) diye diye yürüdüğüm o yollar: Gurbetçi kardeşler Cemali’nin sesi o kadar naifti ki MFÖ’den sonra sesini ayırt edemediğim ender gruplardandı onlar: Onlar, isimleri gibi bitişik ve yan yanaydılar: İki beden, bir can.

Mayıs 2012

19


MÜZİK

ÇELİK : Namı diğer Hercai. Çelik, bu şarkıyı ve o şarkının klibinden başka bir şey yapmamış olsaydı bile doksanların prenslerinden birisi olurdu hiç şüphesiz. Çünkü sanki hepimiz birer hercaiydik, “hercai menekşeydik” ve öyle bir yerimizden vurmuş ve yakalamıştı ki bizi bu şarkı ve klip, onun elinden kaçmamız, kurtulmamız imkansızdı. Şarkı ve o meşhur klip o kadar gerçek bir yerden sesleniyordu ki bizlere, bir ailenin dramını kendi “öz” dramımıza katık edip, en orta yerine koyuyorduk kalbimizin. Türk popu, bizlere bir yerlerimizi kesmek, oramızı buramızı tarumar etmek için, yalnızca Orhan, Ferdi, Müslüm Babaları dinlemememiz gerektiğini öğrettiyse şayet, bu hiç şüphesiz, sevgili hercai Çelik Abi’nin sayesindedir. Hercai: Kalbimizde bir sızıdır, daima.

SİBEL ALAŞ : Ve Sibel Alaş dememiz gerekiyor daha doğrusu. Şimdi bile izlediğim de korktuğum bir klipti Sibel Alaş’ın “Adam” klibi. Bir o kadar da “karmaşık” şarkı sözleri vardı üstelik. Birisi bana yirmi yıl sonra gelip de, “Meğer o Sibel Alaş var ya çok acayip bir kadınmış kardeşim, çook” derse hiç şaşırmam inanın. Ama bundan daha fazla önemli olan asıl gerçek şu: Sibel Alaş, o zamanlar az bulunan bir karanlığın içinden konuşuyordu bizlere ve klibi bizlere tam olarak bunu söylüyordu. Ama şimdi artık herkes onun gibi ve o ondan korkmamıza gerek yok çok şükür. Tehlike bitti.

MİRKELAM : İşin doğrusunu söylemek gerekirse, ben Mirkelam’ı meşhur olduğu o gece tanıyanlardan değilim. O gün her zamanki gibi okuluma gittim. Her zaman ki gibi ders başladı ve ardından da teneffüs oldu: Ana, o da ne: Mirkelam, dün gece hayatımıza arka kapıdan da değil, direk bodoslama girivermişti. “Bu yüzden” ben ne zaman Mirkelam’ı hatırlasam Kemal Derviş’i de hatırlamaktan alıkoyamam kendimi açıkçası… 90’ların kendini, diğer dönemlerden ayıran özelliklerine benzer bir şekilde, Mirkelam’da bu 90’lardan farklılaşıyordu bir yerden sonra. Elbette en başta klibiyle birlikte. Birilerin Amerika’ya gittiği, güzel yüzlü mankenlerle çalıştığı yerde bu adam şehrin en kenar mahallerinden birini önce yürüyerek, ardından koşarak kat ediyordu. Daha önemlisi şu: Mirkelam, aslında melezleşmenin tecessüsüm etmiş haliydi. “Her Gece” klibinin o kenar mahalle de çekilmesi, şarkıdaki bol miktarda bulunan arabesk tınılar, giydiği kıyafetler, klibin renksizliği ve daha bir dolu bir şey. Mirkelam: Elif Şafak’ın en büyük selefi…

20

Mayıs 2012


MUSTAFA SANDAL : Bir Hintliyi benziyor “Araba” klibinde Musti: tuhaf dansları, biraz koyvermişliği/boşvermişliği ve elbette paradan puldan uzak durmasıyla, en azından bir klip boyunca… Onun arabası var, gaza bastımı gidiyor da, üstelik şoförü bile var ama gelin görün ki ruhu yok: Orhan Gencabay, bunu zamanında “Sevmiyorsan hor görme bari/Benim de Senin gibi Allah’ım vardır” diyerek anlatıyordu bizlere. Musti’yse bu ruh halinin 90’lardaki güncellenmiş bir versiyonuydu tam olarak. Ama, bir farkla: Musti bu şarkının sonunda, yani “ama ruhu yok” dedikten sonra, “onun için hiç mi hiç şansı yok” diyerek meselenin nasıl sonuçlanacağını bize söylüyor ve Orhan Baba’nın boynunu büküp kaderine razı olan halinin tersine, bu sefer kazanan bu Hint fakiri delikanlı oluyordu. Aslolan ruhtu ve kendi içinizdeki bu ruha sahip çıkmamız gerekiyordu: Gerisi için Master Card…

TARKAN : Sezen Aksu’yla birlikte Türk Pop Müziği’nin tartışmasız en önemli ismidir Tarkan. Ve ben kendi adıma Tarkan’ı tek bir şarkının içine sığdıramayacak kadar önemli buluyorum bütün 90’lar söz konusu olduğunda. Bu anlamda Tarkan, bence kliplerin baskın olduğu 90’ları sesiyle, yüzüyle, imgesiyle aşan tek isimdir. Kıl Oldum Abi, Acayipsin, Dön Bebeğim, Kış Güneşi, Yakalarsam, İkimizin Yerine, Ölürüm Sana, Salına Salına, Kuzu Kuzu: Tarkan’ın merkezkaç noktasını belirlemek o kadar zor ki. Tarkan’ın “hit” olan şarkıların sözleri Sezen Aksu’ya ait. Bu yüzden Sezen nasıl, tek bir hikâyenin içine sokulamayacak kadar geniş bir alana yayıyorlarsa içimizde, Tarkan’da aynı genişliktedir esasında. Ama bana Maykıl Ceksın’ı hatırlatıyor Tarkan nedense: arkasındaki binlerce “genç kız”, çığlıklar; biraz şımarık, biraz küstah, biraz masum. Hep genç kalmak zorundaymış, o masum ve bebek yüzünü koruması gerekiyormuş gibi. Tarkaaann: Bizim 90’lardan beri en büyük gerçekliğimiz bunu unutmamak gerek…

YILDIZ TİLBE / NAZAN ÖNCEL : Sevgili Sadık Yalsızuçanlar’ın kendi hayatındaki üç önemli şarkıcından bahsettiği bir yazısı var. Sadık Abi, o yazılarda Bergen, Edith Piaf ve Romy Schnedier’den bir arada bahseder ve onların çilekeş hayatlarını enfes bir dille ve daha önemlisi içerden sunar bizlere. Yıldız Tilbe/Nazan Öncel orta saha ikilisi de benim için aynen bu kıvamda bir yerdedirler. İkisi de çok derbederdirler, çok acı çekmişlerdir, acıların kadındırlar hâsılı. Yine ikisi de bence erkekleşmeye direnen, ama bir yandan da girdikleri o karanlık dünyanın onları ittiği yerden çıkamayanlardır bir türlü. Hani eski Türk filmlerindeki tövbe eden kadınlar/adamlar vardı ya işte, onu bir türlü yapamayanlar yani. Çünkü onlar, zokayı bir kere fena yutmuşlardır. Bizler onlara bakıp, kaderleri böyle yazılmış deyip geçebiliriz de. Bakıp ibrette alabiliriz: Ya da bizden uzak görmeden, onlara oturup konuşabiliriz de. Ben, Yıldız Abla’yı orta okulun sonunda bir ay çalışıp paramı alamadığım o konfeksiyon atölyesinde tanıdım. Kral Tv’den değil ama Kral Fm’den… Konfeksiyondan sürekli onun şarkısı çalınır gibi gelirdi bana ve Delikanlısı’na yaktığı ağıtı dinleyip dururdum bütün gün. Nazan Öncel ise, bir üçlemesiyle, Gidelim Buralardan, Gitme Kal Bu Şehirde ve Ben Sokak Kızıyım’la durur benim içimde. Bir yerlerden ona bulandırılan acısının yapmacık olduğunu kim söyleyebilir ki bu ülkede? Yıldız Tilbe/Nazan Öncel, bazılarının, bazılarımızın başına ne geldiyse onların en güzel resmidir. İlk taşı günahsız olanınız atsın diyecek varsa bu ülkede en başında onlar gelir benim için.

Bunların dışında elbette bir dolu isim var buraya alamadığımız: Kenan Doğulu, Yaşar, Serdar Ortaç, Levent Yüksel (Med-Cezir benim için tüm 90’ların kendi alanında en iyi albümüdür), Yonca Evcimik, Haluk Levent, Yeşim Salkım, Burak Kut, Hakan Peker, Gülşen, Ayna, Vitamin, Sertap Erener, İzel, Candan Erçetin, Gökhan Kırdar, Bendeniz, Of Aman Nalan… Ama hepsi için ancak bir kitap ancak yeterdi bize. Anlatamadıklarımız bir başka yazıya…

Mayıs 2012

21


RÖPORTAJ

MERVE BÜBER

Henüz 18’inde Ama

Lezzet Ondan Soruluyor Bir gün değişik bir sosla makarna yaptık ve onu sadece yabancılar yedi. Yabancılar, ilk önce tabaklarına alıyorlar, beğenirlerse tabaklarını dolduruyorlar ama bizim insanlarımız ise, tadına bakmıyordu hatta yanından bile geçmiyordu.

Y

emek yapmak, kimine göre zorluklarla doludur, kimine göre ise hayatın anlamıdır. Bazılarına göre iş, bazılarına göre ise işten ötedir. İşte, Emine Karasu da bu işe genç yaşta gönül vermiş, ödüllü bir aşçı adayı. Şeflerinin bir numarası olan Emine ile keyifli bir sohbet yaptık. Kendinden biraz bahseder misin? 1992 yılında İstanbul’da doğdum. Bir abim var ve ailemin göz bebeğiyim. İlkokul eğitimimi Yıldırım Beyazıt İlköğretim Okulu’nda tamamladım. Okul hayatıma Mithatpaşa Kız Meslek Lisesi’nde devam ettim. Üsküdar’da oturuyorum. Stajımı yaparken turizme ilk adımımı atmış oldum. Ordaki şefim Erden Altınyıldız ve ustalarım sayesinde kendimi geliştirdim. Uluslararası ve yurtiçi yarışmalara katıldım; ve katıldığım yarışmalardan dereceler aldıktan sonra bu işe giderek isteğim arttı. Yarışmalar sayesinde ünlü şeflerimize hem kendimi tanıttım hem de bir nevi yeteneğimi onlara gösterme fırsatı buldum. Ve sonunda Kıbrıs Girne’deki Kakao Restaurantta Ayvaz Akbacak’la birlikte çalışma fırsatı yakaladım.

22

Mayıs 2012


Bir Kıskançlık Mesajının Beni Böyle Yerlere Getireceğini Bilmiyordum

Annem Mutfağa Girdiğinde Asla Mutfağa Girmem

Yemek yapmaya nasıl başladın?

Annen ile arandaki diyalog nasıl?

İlkokuldayken öğretmenim ve benim meslek lisesine gitmem gerektiğini söyledi. Ben de zaten düz lise istemiyordum ve babamı ikna ederek meslek lisesine gittim. Yakın arkadaşım hep yarışmalara katılırdı. Bir gün ona mesaj attım; “Çok kıskandım ben seni, ben de senin yerinde olmak isterdim.” diyebileceğiniz kıskançlık mesajıydı. Hatta yanlış anlaşılacak durumdaydı; ama arkadaşım bana, “Antalya’da yarışma var gel beraber gidelim.” dedi. O mesajdan sonra 1 ay içerisinde hazırlanıp kendimi yarışmalarda buldum. İlk gittiğim yarışmada sevdirdim kendimi, her şey ilk orada başladı. O sıcak ortamı tadınca daha da geriye dönmedim.

Annem mutfağa girdiğinde ben girmiyorum, ben girdiğimde de o mutfağa girmiyor. Bu konuda çok tartıştığımızdan dolayı mutfağa girmemeye çalışıyorum. Çünkü, yemeğin herhangi bir şeyi eksik olduğunda söylüyorum ve tartışma çıkıyor.

İlk yaptığın yemek neydi? Küçüklüğümden kalan minik ama bir o kadar komik bir anım var. Aklıma her geldiğinde gülerim. Annem o zamanlar sabah erken çıkıp, gece de eve geç geliyordu. 7 yaşındaydım ya da 8; tam olarak hatırlayamıyorum. Karnım çok açtı ve kalktım patates yemeği yaptım. Yanına da pilav yapacağım ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Annem de uyuyor, gittim yanına “Anne pilav nasıl yapılıyor?” diye sordum. Annemin bana verdiği cevap ise inanılmazdı tabi; o zamanlar çocuksun bir şey anlamıyorsun. Annem “Yağı koy, pirinçleri iyice kavur, tek tek tane tane olsun sonra da altını kapat ye.” dedi. Tabii uyku sersemi olunca böyle söyledi ve ben o pilavı katur kutur yemek zorunda kaldım. Hala anneme söylerim bana o pilavı yedirdin diye.

Yemek yaparken hiç hayal kırıklığına uğradın mı? Lise bittikten sonra Antalya’da üniversite okumaya gitmiştim. Kaldığım yer çok ıssız bir yerdi ve istediğim malzemeleri hiç bir yerde bulamıyordum. Yemek yapamayınca da canım sıkılıyordu. Bir gün mutfağa gittim olan malzemeler ile bir şeyler deneyeyim diye ama hiçbir şey üretemedim. Ne kafamda üretebiliyordum ne de malzeme bulabiliyordum. Hüsrana uğradığım zamanlardan biriydi zaten; ondan sonra İstanbul’a geri döndüm. Hayal kırıklığı dışında mükemmel tatlar yakaladın mı? Tabii ki de, size yemekleri yiye yiye tadınız damağınız o lezzetleri biliyor. Mesela domates dediğinizde, domatesin nasıl bir şey olduğunu anlayabiliyorsunuz. İş birleştirmeye geldiğinde de bildiğin tatları farklı yerlerde uyguluyorsun ve sonucunda ise enfes tadlar yakalıyorsun. Bir yarışmada nane aromalı kavun soslu kuzu yaptım. Bunu yapmamda ki amacım nane aromasının ferahlığını, yemekten saatler sonra da hissedebilmekti ve başardım.

Mayıs 2012

23


RÖPORTAJ Türkler Yeni TaTlara Açık Değil Türkler genelde bilmedikleri tadları yemezler, farklı bir şey yapınca sıkıntılarla karşılaşıyor musun? Geçen yaz çalıştığım otelde makarna şovu yapıyorduk. İnsanların gözü önünde tava sallıyorsun, görsel olarak çok iyi. Makarna standında farklı farklı makarnalar deniyordum. Bir gün değişik bir sosla makarna yaptık ve onu sadece yabancılar yedi. Yabancılar, ilk önce tabaklarına alıyorlar, beğenirlerse tabakalarını dolduruyorlar ama bizim insanlarımız ise, tadına bakmıyordu hatta yanından bile geçmiyordu. Yemek senin için bir iş mi yoksa hobi mi? Ben mutfakta zaman geçirmeyi çok severim, orada huzurluyum, mutluyum, derdim ya da sıkıntım varsa onu mutfakta atabiliyorum. Malzemeler neredeyse benim en yakın arkadaşlarım oldu. Bir insan işini zevkle yapıyorsa zaten o yaptığı şeyi iş olarak görmez, göremez. Bu yüzden, yemek yapmayı hiç bir zaman iş olarak görmedim. En mutlu olduğum yer mutfak. Zaten okulum bittiğinde yurtdışına çıkmak istiyorum. Neden yurtiçi değil de yurtdışı? Kendimi orada geliştirmek istiyorum. Hatta Fransa’ya gitmek en büyük arzum. Oradaki turizm ile buradaki turizm arasında dağlar kadar fark var.

24

Mayıs 2012


Kimse Türk Mutfağının Farkında Değil Türk mutfağı da Dünya mutfağı kadar zengin. Sence neden kimse Türk mutfağı üzerinde durmuyor? Şu an bir aşçı adayına sorsan, Türk mutfağını biliyorum der ama Dünya mutfağı üzerinde durur. Ben de dahil olmak üzere kimse Türk mutfağının farkında değil zaten farkındalığı da bizler sağlamıyoruz. Yarışmalara Türk mutfağını geliştirip gideceğime, Dünya mutfağıyla katılıyorum. Peki yemek yarışma programlarını nasıl buluyorsun? Berbat buluyorum. Bizim şef olarak görmediğimiz insanlar, programlarda kendilerini şef olarak gösterip yemek yapıyorlar. Bir de şef olarak gördüklerimiz var onlar da önlüklerini giymiyorlar bir çelişki var. Bu arada programların hepsi kötü değil. Mesela Türkiye’nin değişik yerlerine gidip, o yörenin yemeklerini tanıtıyorlar o olay gerçekten güzel.

Mutfakta Erkekler Kadınlardan Beter! Hep yemeklerden bahsettik peki ya aşçılar arasında bir rekabet var mı? Birbirimizi hiç bir zaman rakip olarak görmüyoruz. Ben bu sektöre girdiğimden beri her yerde aşçı arkadaşım var. En son katıldığım yarışmaya zaten bütün arkadaşlarımla katılmıştım. Hepimiz aynı anda birbirimizle yarışıyoruz. Birimizin malzemesi eksik olsun, diğerleri eksik olan malzemeleri tamamlar ama yarışma gününe kadar ne yemek yapacağımızı, nasıl yapacağımızı paylaşmıyoruz. Sonuçta diğerinin fikri bana güzel gelir ve içine bir şeyler katarak zenginleştirebilirim, bu da doğal olarak etik değil.

Emine KARASU'nun birincilik ödülü aldığı nane aromalı kavun soslu kuzu

Yarışmalarda durum böyle iken mutfak ortamı nasıl? Kadınlara dedikoducu derler fakat mutfakta bir görseniz erkekleri, kadınlardan daha cok konuşuyorlar. Bir çok şef, mutfakta kadın istemez; ama bazıları da var ki, hem mutfaktaki sohbetler düzelsin, hem de titizlik bakımından mutfakta kadın olsun istiyor. Kadınlarda artık bu işin içerisinde. Her il yarışmalar yapıyor, okullar da isimlerini duyurabilmek için katılıyorlar ve kadınlar da ön plana çıkıyor.

Emine KARASU’nun Ödülleri

CHEF STAR 2012 ANA YEMEK BİRİNCİLİĞİ 25-26 MART 2011 CHEF CLUB JUNIOR STAR ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ INTERNATIONAL İSTANBUL GASTRONOMY FESTİVAL ÜÇÜNCÜLÜK ÖDÜLÜ

Mayıs 2012

25


ÖĞRENCİ BÜTÇESİ

GÜLİZAR SÖNMEZ

Pasaportunuz mu Var,

Gidin, Durmayın! “Pasaportum var, hayalim var… Görülecek çok yer var, vaktim var… Sırt çantam var…“

V

akit alıp başını gitme vakti. En başta haritalarımız vardı başuçlarımızda, görmek istediğimiz ülkeleri, kitaplarda filmlerde ezber ettiğimiz sokakların şehirlerini bulur, işaretler, gitme hayalleri kurardık. Suların arasına sıkışmış Venedik’di belki bazılarının hayallerini süsleyen… Halil Cibran kitaplarında kendisi ile konuşurken aklımıza sızdırmıştı Beyrut sokaklarını… Woody Allen filmleri Newyork, Londra, Barcelona, Roma, Paris ışıklarını merak ettirmişti… Mecid Mecidi filmleri ne kadar hüzün getirse de o hüzünlü doğu topraklarını görmek istedik. Artık bu hayallere ulaşabilme, yurt dışına çıkmak, başucundaki haritayı indirip bir bavul ile yollara düşmek çok zor değil…

Pasaportum Var, Hayalim Var, Vize de Neymiş! Şehirler küçülüyor, sınırlar sıfırlanıyor, bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek her geçen gün kolaylaşıyor. Öğrenci olmak, eğitimsel sebepler, ülkelerin birbirleri ile anlaşmaları, vize kaldırma uygulamaları ile yurt dışına çıkmak kolaylaşıyor. Bu kolaylığa ek olup, duble kolaylık haline gelişi sağlayan da; biri yeşil pasaport diğeri ise ülkeler arasında kalkan vizeler… Ayrıca birçok tur şirketi paket tur programlarıyla bir za-

26

Mayıs 2012

manlar çok zor gibi görünen seyahatleri kolaylıkla yapılabilir hale getiriyor. Dünya seyahatleri bile sadece belli bir kesimin yapabileceği bir şey olmaktan çıktı. Şu dünyaya bir kere geldiysek insan gezmek, görmek, tanımak ve öğrenmekten başka ne yapar ki? Günlük hayat yeterince hepimizi yoruyor. Türklerde sadece gelir düzeyi yüksek kişilere has bir şeymiş gibi algılanan yurtdışı seyahatleri – e biraz da Türk tembelliğimiz- “yeryüzünü gezip ibret alın” diyen bir dinin mensubu olmamıza rağmen bu zamana kadar bizi harekete geçirmemiş. Artık alıcılarımızı sonuna kadar açıp Dünya’yı keşfetme zamanı!

‘Vize’siz Hayat Daha Güzel Türk vatandaşları artık sadece pasaportları ile birçok ülkeye “vizesiz” seyahat olanağına sahipler. Ülkeler arası anlaşmalara göre değişen bazı ülkelere vizesiz olarak girebiliyorlar. Mesela Banker Bilo’da Şener Şen ile İlyas Salman’ın bize kahkahalarla izlettiği ama dramatik Almanya’ya gidiş macerasına artık gerek kalmadığı, her Türk’ün kapağı atmaya çalıştığı, kaçak yollarda kamyon arkalarında gittiği Almanya yeşil pasaport sahibi Türk vatandaşlarından vize istemiyor. Yapılan anlaşmalar sonrası pasaport sahipleri günlerce konsolosluk önlerinde sıra bekleyip istediği ülkeye gitmek için onay almaya çalışmıyor.


Diğer pasaportların yanı sıra özel olarak yeşil pasaport sahipleri pasaport sürelerini uzatmak istediklerinde ise harca tabi değiller. İlk defa başvuranlardan da yalnızca pasaport cüzdan bedeli alınıyor.

Kimler ‘Yeşil’lenebilir? Yeşil pasaport, 1., 2. ve 3. derece kademelerde çalışan, emekli veya bu derecelerde iken istifa eden kamu personeli ve yakınları alabiliyor. Bu özelliklere sahip ebeveynleriniz varsa siz de direkt olarak bu pasaportu hak ediyorsunuz.

İnsanlarının dertsiz ve tasasız yaşadığı İskandinav ülkelerinde İsveç ve Norveç’ten Ukrayna’ya, 'Bilge Kral' Aliya İzzetbegoviç'in emaneti Bosna Hersek’ten Malezya’ya, Moğolistan’a, Çek Cumhuriyeti’ne, Pakistan’a…

Hangi Ülkeler Sizi Kollarını Açmış Bekliyor? Almanya’dan Fas’a, İtalya’dan Romanya’ya, Gürcistan’dan Tayland’a, İnsanlarının dertsiz ve tasasız yaşadığı İskandinav ülkelerinde İsveç ve Norveç’ten Ukrayna’ya, Asya'nın Meksika'sı olan Filipinler’den buz memleketi İzlanda’ya, Bangladeş’ten Macaristan’a, 'Bilge Kral' Aliya İzzetbegoviç'in emaneti Bosna Hersek’ten Malezya’ya, Moğolistan’a, Çek Cumhuriyeti’ne, Pakistan’a, Güney Kore’dan Sri Lanka’ya, Hollanda’ya, Japonya’ya Peru’ya Lüksemburg’a Beyaz Rusya’ya Maldivler’e

"Ne batıyız, ne de doğu; biz biziz" sözleri ile yaşayan Türkmenistan’dan bir vakte kadar kendileri Türkiye’nin bir parçası sayan türkülerimize konu olan Yemen’e, İnsanlarının şeker gibi, bal gibi, güler yüzlü ve ki bar olduğu Azerbaycan’dan Cezayir’e, Mısır’a, Tunus’a Danimarka, Fransa, Küba, Polonya, Slovakya, Hırvatistan, İspanya, İsviçre, Venezuella, Bahreyn, Guetemala, Litvanya, Belçika, Makedonya, Brezilya, Singapur, Nikaragua, Çin Halk Cumhuriyeti’ne kadar normal ve yeşil pasaport sahipleri vizesiz geçiş haklarına sahip… Ve Türkiye’nin dış politika çalışmaları her gün bu listeye yeni bir liste haline getirir oldu.

Mayıs 2012

27


SPOR

ÜMİT AKSOY

HEP O ŞARKI:

SESSİZ VE KEDERLİ Yıllarca şehrin göbeğinde, bütün gözlerin üzerinde olduğu, eğer bir stat ve taraftar mahremiyetinden bahsedilecekse, bunun orada olmadığı; öyle ulu orta bir mekândan sonra, “Allah’ın dağında”, TEM’in kıyısında, bir TOKİ harikası statta maç izlemek arasında kalmış bir taraftar grubu var karşımızda; bunu unutmamak gerek.

B

u yazı Galatasaray’la, Galatasaray tribünüyle ilgili olacak. Yani yazı gözünü sahada oynanan maça değil, sahaya bakan gözlere çevirecek ve onların ne gördüğüyle, ne görmek istediğiyle, nasıl bir haleti ruhiyede olduklarıyla ilgilenecek.

Söz konusu olan Galatasaray ve bu takımın tribünleri olunca ilk önce bu takımın yeni geçtiği stattan bahsetmeli. Yani tribünden önce burada bir adım daha geriye gitmek gerekecek. O bir adım geride ise bizi yeni, son derece “modern”, gıcır gıcır, kirletilmeyi bekleyen bir stat bekliyor. Ya da stat değil de bir “ev” diyelim isterseniz (mabet değil ama).

Allah’ın Dağında, TOKİ Harikası Statta Maç İzlemek İşte, bu yeni stat belli ki Galatasaray taraftarını “başka” türlü bir ruh haline sokmuş. Kendi adıma Galatasaray’ın “eski” stadında da bolca maç izlemiş, hatta orada ki son

28

Mayıs 2012

lig maçını da yerinde takip etmiş birisi olarak bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu, bize her şeyin güllük gülistanlık olduğunu söylemiyor elbette. Tam tersine bolca ve karmaşık, ne yapacaklarını bilmedikleri bir takım duygular var taraftarın içinde. Yıllarca şehrin göbeğinde, bütün gözlerin üzerinde olduğu, eğer bir stat ve taraftar mahremiyetinde bahsedilecekse, bunun orada olmadığı; öyle ulu orta bir mekândan sonra, “Allah’ın dağında”, TEM’in kıyısında, bir TOKİ harikası statta maç izlemek arasında kalmış bir taraftar grubu var karşımızda; bunu unutmamak gerek. Yalnızca metronun ulaşabildiği (İETT’nin cılız seferleri maalesef bir işe yaramıyor, üzgünüm), çıkışta 50 bin kişinin neredeyse tamamına yakınının 10 dakika da bir seferleri olan metroyla evlerine ulaşabilmelerinden dolayı taraftarın, maçtan çıkmak için maçın bitmesinin beklemediği, bu yüzden her defasında “kaçar” gibi çıktıkları, muhtemel bir galibiyet sonrasında Sabri’nin üçlüsünü göremedikleri o yeni stat. Galatasaray taraftarının bu maç sonu hızlıca stattan kaç-


malarını, bu yüzden sadece teknik bir şeymiş gibi değil de, o içinde bulundukları halle birlikte anlamak gerekiyor. O büyük kaçışı (ki statla metro arasında nereden baksanız 7-8 dakikalık bir “koşma mesafesi” var ve taraftar bu yüzden sadece maçta yorulmakla kalmıyor maçtan hemen sonra attığı bu yedi sekiz dakikalık sessiz deparla da bir yorgunluk hasıl oluyor) bu fırlatıldıkları, sürüldükleri yerden, Allah’ın dağından, (hadi biraz renklendirelim yazıyı, bazıları bunu çok sever) “taşra”dan uzaklaşma olarak anlamak gerekiyor galiba. Bu anlamda durum, TOKİ’nin başka Allah’ın dağlarına da yaptığı, tam teşekküllü ve göğü fethetmeye çalışan o konutlardaki duruma benziyor aslında. Dışarıdan bakınca her şey çok güzel ama gelin görün ki gerçek bu değil. O deyimi tersine çevirerek söylemek gerekirse: Dışı beni, içi seni yakar. Evet, binalar çok “sağlam”, organize, iç dizayn fevkaladenin fevkinde ama bir sorun var: Bu evler kelimenin en gerçek anlamıyla şehrin dışında. Sahte şehir olan yerlerin bile dışında. Stattaki durum bu yüzden, Başakşehir, Kayabaşı gibi yerlerde olup

Mayıs 2012

29


SPOR bitenden pek de farklı değil. Taraftarın elinde olsa, bu içi güzel stadı Mecidiyeköy’ünün tam göbeğine, eski stadın o bom boş duran arazisinin üstüne “çat” diye koymak isteyeceğini anlamak için çokça fırın ekmek yemeye gerek yok aslında. Karşımızda uzak diyarlarda bir stat var ve ne kadar güzel olsa da buralarda durulmaz havası Galatasaray taraftarının en büyük hissiyatı elbette.

SÜRGÜNDEDİRLER AMA MODERNDİRLER Eski statta “kapalı” tribünde bulunan ana ekip (ki daha sonra bir kısmı “eski açık” tribüne geçmiştir) yeni statta kale arkasında bulunmaktadır. Bu yer değişikliğinden ba-

30

Mayıs 2012

his açmamın nedeni şu: Bu yeni stadın taraftarda bıraktığı efekt, “Avrupa”daki diğer büyük kulüplerde olduğu gibi, “bağıran” taraftarın kale arkasında bulunmasıyla ilgilidir biraz da. Yani nihayet Galatasaray’da da işler “oradaki” gibi işlemektedir: Modern bir stat (kuyrukta beklemek yok mesela, turnikelerin çalışmaması ve saire), temiz tuvaletler, yerli yerinde bir taraftar grubu, çoğalan gelirler falan filan. Ve bütün bunlarla birlikte Galatasaray’ın temel taraftar gruba maça artık “kale arkasından” bakar olmuştur. Bu elbette bir kural değildir ama dediğim gibi büyük takımlarda da bu işler böyle olduğundan, burada da öyle olmuştur. (Eh, bunun bilet fiyatlarıyla da hiç ilgisi yok desek yalan söylemiş oluruz). Şundan dolayı önemlidir bu:


Maçı izleyen Galatasaray taraftar gurubunun ana kitlesini oluşturan, deplasmana da kavgaya da giden o taraftarlar, bütün bu yerleştirme durumuyla birlikte kendilerini daha modern hissetmeye başlamışlardır. Maça bakan taraftarın en bariz özelliği an itibariyle tam da budur. Bir sürgündedirler ama moderndirler de. Modern bir sürgün. Şahane.

“NEVİZADE GECELERİ” Bilenler bilir, her takımın bir tezahüratı, daha doğrusu her takım ve taraftarının kendisini tam da içinde rahat hissettiği, söylerken kendini her defasında yeniden o takıma bağladığı, bağlandığı, onu sonsuz rahatlatan bir şarkısı

vardır. Bu eğer söz konusu olan “taraftarlar” ise, bir takımı takım yapan en önemli unsurlardan biridir hiç şüphesiz. Ve her takım, onu o yapan o şarkıyı kolay kolay bulamaz. Galatasaray söz konusu olduğunda bu şarkı hiç şüphesiz “Nevizade Geceleri”dir. Bu şarkının sözleri ve melodisi tam olarak bir Galatasaray taraftarının takımıyla girdiği ilişkiyi bize anlatmaktadır aslında. Galatasaray taraftarının bu şarkısı, bu ağıtı bir takımın arkasında duran, onu manipüle etmeyen, ona köstek değil destek olan bir ruh halinin, arkada öylece beklerken yaktığı bir ağıttır tam olarak. Duyanlar duymayanlara anlatsın diye.

Mayıs 2012

31


EĞİTİM KARİYER MERKEZİ

ERSİN ÇELİK

UCUZ EĞİTİMİN ZOR ADRESİ

KKTC

Türkiye’de yüksek eğitim görmek tam bir maraton. YGS ve beş ayaklı LYS’ye girerek istediği bölümü okumak isteyen gençlerin bir bölümü ise imkan ve dereceleri dahilinde yurt dışına gidiyor. 40 bin Türkiye’li gencin tercihi ise “yurt dışımızdaki” KKTC. “Eğitim Adası”na dönen yavru vatandaki yüksek eğitimi irdeledik. KKTC’yi, dünya daha çok politik tartışmalar ve diplomatik restleşmeler çerçevesinde tanıyıp bilse de bu cennet adayı uluslararası camiaya tanıtan bir olgu daha var; yüksek eğitim. 1990’lı yılların başından itibaren kurulmaya başlayan üniversite sayısı bugün 7’yi bulan, 250 bin nüfuslu KKTC, yüksek eğitim kalitesiyle “eğitim adası” hüvviyetine bürünmüş. Ada’da bu yıl itibari ile Türkiye'den 40 bin civarında öğrenci var. KKTC’deki üniversitelerde okuyan öğrencilerin büyük bir kısmı Afrika ülkelerinden özellikle de Bangladeş'ten geliyor. KKTC ile aynı paralellikte dünyaya akredite olma çaba-

sı gösteren Filistin’den gelen öğrenciler ikinci, Ortadoğu ülkeleri ise üçüncü sırada. KKTC'de hali hazırda Yakın Doğu Üniversitesi, Girne Amerikan Üniversitesi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Lefke Avrupa Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi eğitim veriyor. Çukurova Üniversitesi ile Gazi Üniversitesi de kampüs açma aşamasında. Türkiyeli öğrencilerin ağırlıkta eğitim gördükleri bölümler; Hukuk, Pdr, (Rehberlik ve Psikolojik danışmanlığı) Okul Öncesi Öğretmenlik ve Mühendislik fakülteleri şeklinde sıralanıyor.

AKADEMİ KIBRIS DA OLMASA 2008’de 280 öğrencinin bir araya gelerek, bundan sonra KKTC’ye gelecek öğrencilere sosyal alanlar açmak ve onları doğru yönlendirilme amacıyla kurduğu Akadami Kıbrıs Platformu’nun Genel Sekreteri Adem Koç çalışmaları hakkında şu bilgileri verdi: “Türkiye’de ve Filistin, Pakistan, Bangladeş gibi 3. Dünya ülkelerindengelen öğrencilere öncelikle sahip çıkılması ve boş zamanlarını değerlendirecek aktiviteler oluşturuyoruz. Tarih, edebiyat, psikoloji, ilahiyat alanlarının yanı sıra diksiyon ile hızlı okuma gibi kişisel gelişim ağırlıklı olmak üzere her alanda fakülte entegreli eğitimler veriyoruz. Türkiye’den alanında uzman akademisyenleri getirip deneyim paylaşımları yaptırıyoruz.

32

Mayıs 2012

Öğrenciler açısından “alternatif üniversite” gibiyiz. Eğitim ve sosyal organizasyonları öğrencilerinden oluşan 20 kişilik ekiple belirliyoruz. Gönüllü çalışanlarımızı yurt dışı gezilerle ödüllendiriyoruz. Biz eğitimleri ticari amaçlı olarak değil de arkadaşlarımız mecburiyet hissetsin diye cüzzi bir karşılıkla veriyoruz. Bu gelir de tamamen yeni çalışmalar için kullanılıyor. Hiç bir yerle herhangi bir bağımız yok. En büyük destekçimiz sponsorlar ve tüm çalışmalarımız için kapılarını sonuna kadar açan Yakın Doğu Üniversitesi. KKTC’de yaşayan gençler de eğitimlere katılıyor. Onların gelişimlerine de katkı sunmaya çalışıyoruz.”


KKTC’de Eğitimin Bedeli Akdeniz açıklarında, doğayla içiçe bir ortamda öğrenim görmenin bedeli Türkiye’deki özel üniversiteler ile birçok Avrupa ülkesindeki yüksekeğitim kurumlarına kıyasla daha düşük. Üniversitelerin yıllık ücretleri 5 bin ile 6 bin Euro arasında değişiyor. 40 bin Türkiyeli genci KKTC’ye getiren başlıca neden bu. Diğer bir neden ise üniversiteye yerleşme puanlarının Türkiye’deki özel üniversitelerin altında olması.

Yurt Sayısı Yetersiz Öğrencilerin büyük bir bölümü tuttukları dairelerde kalıyor. Nedeni ise toplam yurt kapasitesinin çok düşük olması. Ancak son dönemlerde açılan özel yurtlarda gözle görülür artış var. Kredi Yurtlar Kurumu bu yıl Lefke Avrupa Üniversitesi yurtlarının bir bölümünü devralarak işletmeye koydu. Fakat bu yurtların yatak kapasitesi toplamda 2 bini geçmiyor. Barınma ücretleri ise yurtların konfor ve sosyal durumuna göre değişiyor. Türkiye standarlarındaki öğrenci yurtlarının ücretleri; yemekli olarak ortalama 6 bin TL. KKTC’de öğrenim gören öğrencilerin bazıları ise pansiyonlarda kalmayı tercih ediyor. Normal pansiyonlarda aylık 500 TL’ye kalınabiliyor. Tabi buna elektrik, su ve yemek giderleri dahil değil. Üç dört arkadaşın bir araya gelerek tuttukları evler ise oda sayısına gore değişiyor. KKTC’de öğrencilerin kalabileceği 3+1 daireler 350 Pound yani 1000 TL’ye kiralanırken 2+1 dairelerin kira bedeli ise 900 TL’ye geliyor.

Öğrenciler Sosyal Hayatsız ve Sahipsiz KKTC'de üniversite öğrencilerinin okul dışında yapabilecekleri aktivite alanları yeterli değil. Üniversiteler bünyesinde kurulan kulüplerin çok çok etkin olmadığını ve bu yüzdende de ilgi çekmediğini öğreniyoruz. Sosyal hayattan mahsur kalmak hem KKTC’li hem de orada eğitim gören “gurbetçi” öğrencilerin gelişimlerini de olumsuz yönde etkiliyor. Sosyal hayat yukarda bahsettiğim gibi okul içinde

ve son derece kısıtlı yaşanıyor. KKTC’deki öğrenciler genel anlamda son derece sahipsiz görünüyorlar. Her ne kadar dibimizde olsa da “gurbette” okuyan üniversite gençliğini kontrol etme mekanizması çok zayıf. Burada faaliyette bulunan STK’lara göre ailelerinden uzaktaki öğrencileri sokakta her türlü tehlike bekliyor. Bunların başında ise alkol, uyuşturucu ve bahis oyunları geliyor.

ALTERNATİF ÜNİVERSİTE GİBİYİZ 2008’de 280 öğrencinin bir araya gelerek, bundan sonra KKTC’ye gelecek öğrencilere sosyal alanlar açmak ve onları doğru yönlendirilme amacıyla kurduğu Akadami Kıbrıs Platformu’nun Genel Sekreteri Adem Koç çalışmaları hakkında şu bilgileri verdi: “Türkiye’de ve Filistin, Pakistan, Bangladeş gibi 3. Dünya ülkelerindengelen öğrencilere öncelikle sahip çıkılması ve boş zamanlarını değerlendirecek aktiviteler oluşturuyoruz. Tarih, edebiyat, psikoloji, ilahiyat alanlarının yanı sıra diksiyon ile hızlı okuma gibi kişisel gelişim ağırlıklı olmak üzere her alanda fakülte entegreli eğitimler veriyoruz. Türkiye’den alanında uzman akademisyenleri getirip deneyim paylaşımları yaptırıyoruz. Öğrenciler açısından “alternatif üniversite” gibiyiz. Eğitim ve sosyal organizasyonları öğrencilerinden oluşan 20 kişilik ekiple belirliyoruz. Gönüllü çalışanlarımızı yurt dışı gezilerle ödüllendiriyoruz. Biz eğitimleri ticari amaçlı olarak değil de arkadaşlarımız mecburiyet hissetsin diye cüzzi bir karşılıkla veriyoruz. Bu gelir de tamamen yeni çalışmalar için kullanılıyor. Hiç bir yerle herhangi bir bağımız yok. En büyük destekçimiz sponsorlar ve tüm çalışmalarımız için kapılarını sonuna kadar açan Yakın Doğu Üniversitesi. KKTC’de yaşayan gençler de eğitimlere katılıyor. Onların gelişimlerine de katkı sunmaya çalışıyoruz.”

Mayıs 2012

33


HOBİ

AYŞE ŞAHİNBOY DOĞAN

Çizginin Dayanılmaz Gücü:

n o y s a illüstr “İllüstrasyon yapmak isteyenlerin sanatı bilmesi, çok okuması, çok izlemesi ve çok gözlemlemesi gerekir.”

A

rapça, Almanca, İngilizce ve Fransızca biliyordu, Dışişleri Bakanlığı böyle yetilere sahip birini bünyesine dahil etmek istedi. Fakat o garantili bir hayatı değil, hayalinin peşinden koşmayı tercih etti. İhap Hulusi Görey, illüstrasyon sanatının Türkiye’deki ilk uygulayıcısı olarak bilinir. Görey, 1917’de posta yoluyla başlayan resim eğitimini ilerletmek için 1920’de Almanya’nın yolunu tutmuştu. 5 yıl sonra İstanbul’a döndüğünde kalemi kıvrak bir ressamdı. Ona sıradan bir memurluk cazip gelmeyecekti, o da ressam olarak hayatını sürdürmeye karar verdi. Akbaba dergisinde çalışmaya başladı ilk yıllar. Zamanla afiş çalışmalarına ağırlık verdi. İzmir’de İnci Diş Macunları firmasına 1927’de ilk afişini yaptı. Hulusi Görey’de ilk Türk illüstrasyon çizeri olarak adını tarihe geçirdi. Günümüzde grafik tasarım programlarının teknolojinin ilerlemesiyle gelişme göstermesi, gençlerin bu alana yönelmelerine sebep oluyor. 20’li yıllarda taşbaskı üzerinden yapılan çalışmalar 2012’de yerini Android işlemli tabletlere bırakmış, artık programları kullanarak sanatını ifade etmek kolaylaşmıştı. Artık sadece firma afişlerinde değil, reklamlarda, animasyon filmlerde, kitaplarda da yer bulan illüstrasyon çalışmaları günümüzde heveslisi çok olmasına rağmen henüz tam olarak meslek anlamında toplumda bilinirliği çok değil. Lakin bu alanda kendi çalışmalarını yapan, görselliğe anlam katan illüstrasyoncular olduğu sürece yakın bir zaman bireysel bir meslek adına sahip olacak.

34

Mayıs 2012


İllüstratör Cemile Ağaç: “Kurşun kalem sesini çıkartabilecek cihaz icat edilene kadar elle çizeceğim”

Cemile Ağaç bahsi geçen illüstratörlerden biri. Kendisiyle bir afiş tasarımı için yollarımız kesiştiğinde aklımıza gelen bu konuyu işleme isteği bizi de bilmediğimiz bir görsel zenginliğin içerisine itti. Çizime olan tutkusunu, çalışmalarını ve yurt dışına uzanan eğitim hayatını konuştuk Ağaç’la, ortaya illüstrasyon sanatı üzerine hoş bir sohbet çıktı. Çocukken derslerinde başarılı değilmiş Ağaç, çizime olan tutkusu diğer dersleri yapmaktan alıkoyuyormuş kendisini. Çocukların yeteneklerine göre yönlendirici bir eğitim sistemimiz henüz oturmadığı için bu gibi durumlar kişi kendi kendini keşfediyor. Ağaç’ta keşfini şöyle anlatıyor; “ İçgüdüsel, bilinçsizce çizim yaptığım o dönemde Karikatürist Muhammet Şengöz’le tanıştım. Ortaokula yeni başlıyordum ve Şengöz’ün atölyesine (Fikret Mualla Resim Atölyesi) hafta sonları ağzım kulaklarımda gidip geliyordum.”

İLLÜSTRASYON İÇİN ARAŞTIRMACI BİR RUH ŞART! Grafik tasarım çalışmalarında imkân varsa bir kere de olsa yurt dışına çıkıp atölyelere katılmak ya da eğitim sürecinden geçmekte fayda sağlar. Cemile hanım da bunun yolunu seçenlerden; “Marmara Üniversitesi’nde bir buçuk yıl okuduktan sonra Viyana’ya gittim. Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde illüstrasyon bölümünü kazanmıştım ve üç yıl burada okudum.” Özellikle bu işin usta isimlerinin de eğitim aldığı bir kurumdan istifade eden Ağaç, üç senenin ardından Türkiye’ye dönüş yapıyor ve Marmara Üniversitesi’ndeki eğitime kaldığı yerden devam ediyor. Süreç içerisinde de dergilere, çocuk kitaplarına, tiyatrolara, gazetelere illüstrasyonlar yapıyor. 2004’ten bu yana da çalışmalarını yayınlıyor.

Mayıs 2012

35


HOBİ Grafik tasarım alanındaki diğer alanlar gibi illüstrasyon içinde devamlılık ve öğrenme azmi şart. Ayrıca araştırmacı bir ruhun da olması gerektiğinin önemine şöyle yer veriyor Cemile Hanım; “İllüstrasyon için çizim kabiliyetinden ziyade, araştırmacı bir ruha da sahip olmayı gerektirir. Bu ya vardır kişide ya da okulda bir şekilde kazanır. İllüstrasyon yapmak isteyenlerin sanatı bilmesi, çok okuması, çok izlemesi ve çok gözlemlemesi gerekir.”

MESLEK EDİNENLER BİR ARADA Heveslilerinin gün geçtikçe artış gösterdiği bu alanda Türkiye nasıl bir konumda diye soruyoruz Cemile Hanım’a. Türkiye için yeni tanınan bir meslek olduğunun altını çiziyor. Bundan dolayı da bu sanatı icra edenlerin (mesleki

36

Mayıs 2012

anlamda) az olduğunu söylüyor. Hobi olarak bu işi yapanların ise bu sanat dalına zarar verdiği kanısında: “Bir tarafta bu işi gerçekten meslek edinmiş çizerler diğer tarafta hobi olarak yapan insanlar var." Yayınevleri, ya da illüstrasyona ihtiyacı olan kurumlar bu iki durum arasında kalmış. ”Tek tek sıkıntıları ifade etmenin çoğu zaman yaptırım gücü çok fazla olmaz. Bunun farkında olan Ağaç, sosyal medyayı da kullanarak bir grup oluşturduklarından bahsediyor. Bu grup sayesinde illüstratörler bir araya gelip ortak noktada şikâyetlerini paylaşabiliyor. Kurdukları bu oluşum içinde ufukta görünen hedefi şöyle özetliyor: “Umuyorum ki bu grup ileride bir sendika haline gelir ve kanunen sahip olmak istediğimiz haklarımızı da bir resmiyete kavuştururuz. Çünkü bu işin telif hakları konusu da ayrıca uzun ve derin bir mevzu.”


HAYAL GÜCÜNÜZÜ AÇIK TUTUN! İllüstrasyon bir ürünü sattırmak, bir hikâyeyi canlandırmak ya da bir mesajın vurgusunu arttırmak için kullanılır. Bunun içinde kuvvetli bir muhayyileye ihtiyaç vardır. Cemile Ağaç’a son olarak hayal gücünü nasıl canlı tuttuğunu soruyoruz. Tıpkı kıvamında bir çayın damağımıza giden sürecinde yaşadıkları gibi bilginin de insan beyninde demlenmesi gerektiğini anlatıyor: “Ben ilk önce bir metin varsa onu okurum, sonra o metin bende demlenir, yemek yaparken, trafikteyken, film izlerken, hep o metni çizerim aklımda. Sonra bir post-it kağıdı gibi ufacık bir kağıt bile olabilir bu, eskiz yapar sonra yine manuel direk kağıda çizim yapar sonra onu tarar, Illustrator ve Photoshop kullanarak renklendiririm. Hayal gücüm hep bir çocuğunki

gibi bu doğuştan sanırım. Yaşım ilerledikçe geçer diyordum ama hep aynı. Onun için canlı tutmak adına bir şey yapmıyorum. Ama bunun için kendimi tanımlamak gerekirse, çok önyargısız olmak birincil şart olabilir. Her şeyi okuyabilmek, her şeyi izleyebilmek, saçmalayabilmekten korkmamak, hayal gücü benliğinizi açık tutmaktan geçiyor diyebiliriz.” Gelişen teknoloji hayallerimizi sınırsız anlatma imkânı sunuyor bize. Eğer çizim yeteneğinizde varsa bu durum ikiye katlanıyor. Size düşen yeteneğinizin peşine düşmek... İllüstratörlük yükselen meslekler arasında ilk sıralarda yer alıyor. Artık anlatım yapabilmek için görselli daha çok kullanıyor olmamız bu alandaki ihtiyacı da ortaya çıkartıyor. Yurt dışına çıkamayabilirsiniz, ama hayalinizden vazgeçmez ve bir alana odaklanırsanız başarılı olmak kaçınılmaz olacaktır.

Mayıs 2012

37


SERBEST KÜRSÜ

ŞÖYLEŞENLER: AYŞE ŞAHİNBOY DOĞAN, ERSİN ÇELİK, ZÜBEYR KOÇULU, GÜLİZAR SÖNMEZ

k lu o S i n e Y a d o tr a iy T

" I S A K A Y "DOĞU Eğitim Sistemi Bizi Tiyatrocu yaptı. Doğu Yakası oyuncularıyla keyifli dakikalar geçirdik. Bütün merak ettiğimiz soruları sorduk geçmişten günümüze nasıl bir araya geldiklerini, başlarından neler geçtiği, neler yaptıkları ve yapmadıkları, gençlere ne gibi tavsiyelerde bulundukları hakkında söyleştik.

Amacımız Kitle Tiyatrosu Yapmak Değil Kitleleri Bir Araya Getiren Tiyatro Yapmak. mediğim sürece sorun çıkarmıyor. - Fahrettin Eren Dinler: Kayhan ile Yıldız Teknik’ten beraberdik. O atıldı bende bıraktım. Şuan açık öğretimden sosyoloji okuyorum. Liseden beri tiyatro yapıyorum. Senaryo da yazıyorum.

Ersin Çelik: Doğu Yakası kadrosunu biraz tanıyalım? - Kayhan Binnetoğlu: 1987 doğumluyum. 8 yıldır bu işi yapıyorum. Lisede amatör olarak başladım. Daha sonra Greyfurt’ta beş buçuk altı sene çalıştım. 2 dizi ve 1 reklam da oynadım. Şuan ‘Bulutların Ötesinde’ dizisinde oynuyorum. Dizi ile tiyatro arasındaki geçiş biraz erken yaşta oldu. Yıldız Teknik’te endüstri mühendisliği okuyordum atıldım. Şimdi açık öğretimde sosyoloji okuyorum. - Ayla Kabil: 22 yaşındayım. Bahçeşehir Üniversitesi’nde sinema radyo okuyorum. Öncesinde 2 sene endüstri mühendisliği okudum. Reji asistanlığı yaptım. Yönetmen olmak istiyorum. Ailem bu durumu hiç hoş karşılamadı. Babam çok kızdı ama sonunda anlaşabildik. Eve geç gel-

38

Mayıs 2012

- Murat Yaman: 24 yaşındayım. Murat ağabey ile Greyfurt zamanında tanıştık. - Yunus Emre Obut: 1988’liyim. Tiyatro ile buluşmam ablam sayesinde oldu. Yazın beni kuaför dükkânında çalıştırıyordu, çalışmak istemiyordum. İki seçenek sundu ya kuaför dükkânında çalışacaktım ya da tiyatro kursuna gidecektim. Greyfurt’ta başladım. Medine Müdafaası ile bir araya geldik. - Murat Durmuş: 1982'liyim. 2000'de Üsküdar Belediyesi Altunizade Kültür Merkezi'nde tiyatroya başladım. 2002'de Katakulli, 2003'te Menan Cinleri, 2005'de Çanakkale Mahşeri... 2006'da Mevlana oyunlarının yapımcılığını yaptım.


2008 yılında New York Univesity Tisch of School Arts'ta performans sanatları yönetimi ve sinema yapımcılık üzerine eğitim aldı. 2012'de Doğu Yakası Sanat Platformu'nu kurdum. Ayşe Ş. Doğan: Doğu Yakası ismi nerden geliyor? Fahrettin: Gecelerce düşünerek ortaya çıktı. Üstüne çok kafa yordum. Doğu hikâyeleri, doğu metinleri yazdığımızı fark ettim. Sadece Doğu hikâyeleri ile sınırlı değil doğu kültürünü bir bütün olarak ele aldık. Sadece Güney Doğu değil bütün bir kültür. Zübeyir Koçulu: Metinleriniz sadece doğu kültürünü mü anlatacak? Murat Yaman: Evet. Bir Doğulu yazarın bakış açısından anlatıcaz. Ayşe Ş.D: ‘Sanatın eğitime karşı bir duruşu var’ düşüncesi hakkında görüşleriniz nedir? Kayhan: Aslında öyle bir durum yok. Eğitim sisteminin sanata karşı bir engellemesi var. Çünkü yanlış yönde bir eğitim var. Üniversite gibi bir dayatma var. Çocuğun yeteneğine göre değil de ailenin bakış açısına göre şekil alıyor. Bazen babam hala tiyatroyu hobi olarak yaptığımı sanıyor. Eğitim sistemi bizi tiyatrocu yaptı. Ayşe Ş.D: İçinizden hiç kimse konservatuar okumamış. Bir eksiklik olarak görüyor musunuz? Kayhan: Bir eksiklik var. Okumak her zaman daha iyi. Ama bir yandan konservatuar okuyanlar derslere itiraz edemiyor, derslere girmemezlik yapamıyor. İdeolojik bir kalıp

var. İnsanları bir kalıba sokuyorlar. Fabrika gibi... Fahrettin: Oyunculuk açısından zorunlu kalıplar dayatıyorlar. Müfredatların çoğu eskide kalmış ama hala devam ettiriliyor. Eğer sen kendinden bir şey katmazsan farklılık ortaya çıkmıyor. Zübeyir: Tiyatro felsefesi, tiyatro tarihi ile ilgileniyor musunuz? Fahrettin: Tabii ki de. Bunlarla ilgili kitapları okumayı çalışıyoruz. Sosyoloji, piskiloji bunlar da çok yardımcı oluyor. İnsan ve toplum bilincini anlamında… Zübeyir: Türk tiyatrosunu nasıl görüyorsunuz, bir ekolü var mıdır? Fahrettin: Türk Tiyatrosu’nun kendi ekolü yok. Kendi rengi yok. Kayhan: Meddah, Karagöz, orta oyunu eğitimi veren kurum çok enterasan. Bir tek Müjdat Gezen var. Müjdat Gezen mezunlarını el ele tutuştursan buradan Kars’a giderler. Murat D: Ferhan Şensoy bir filminde vurgu yapmış; "Tabii bizi izlemeye gelmezler 20 yıldır aynı teknikleri kullanıyoruz." O da farkında. Yeni şeyler söylemek lazım. Zübeyir: Kendi elitinizi oluşturmak gibi bir sıkıntınız var mı? Murat Yaman: Özel Tiyatrolarda böyle sıkıntılar yok. İyi eser ortaya koyarsanız kendi elitinizi oluşturusunuz. Biz de kendi oyunumuzu ortaya koyarak kendi elitimizi oluşturuyoruz.

Mayıs 2012

39


SERBEST KÜRSÜ

Fahrettin: DOT buna örnek olabilir. Nişantaşı kitlesine hitap ediyor. Bilet fiyatları da ona göre tabi. Gülizar Sönmez: Tiyatroda karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Teknik mi yoksa metin-senaryo mu? Murat D: Her ikisi de. Teknik bakımdan sahne bulamıyoruz. Birçok tiyatro sahnesi kapatıldı. AKM’nin yıkılacağı zaman da gündeme geldi. Örneğin Üsküdar’da Bağlarbaşı Kültür ve Sanat Merkezinden başka düzgün bir sahne yok. Tiyatroya bir üvey evlat gibi davranılıyor. Ayşe Ş.D: Üvey evlat gözüyle bakılıyor dediniz neden? Murat D: Öyle görünüyor ama bu algı yavaş yavaş kırılmaya başladı. Toplumun refah düzeyi yükseliyor. Bir zenginleşme söz konusu. Ya da öyle görünüyor. Maddi sorun ortadan kalkınca insanlar kültüre yönelecek. Böylece de tiyatro izleyicisi artacak. Ersin Ç: Eskiden tiyatrolara muhafazakar kesim pek gitmiyordu. Çünkü onlara yönelik bir oyun sergilenmiyordu. Bu durum değişti mi? Fahrettin: Değişti diyebiliriz. Medine Müdafası'nı izlemeye farklı kitlelerden arkadaşlar geldi. Konu belki ilgisini

40

Mayıs 2012

çekmeye bilir ama oyunculuğa bakıyor, metne bakıyor. İşte biz proje yaparken de bunu hedefliyoruz. Her kesimden izleyicinin gelebileceği işler yapmak önemli. Geniş kitlelere hitap etmek istiyoruz. Zübeyir: Zenginleşen bir Müslüman sınıf var peki bu tiyatroya yansıyacak mı? Ya da senaryolara? Murat D: Zenginleşen demiyoruz maddi anlamda daha iyi bir refah düzeyine ulaşan. Çünkü artık Müslüman sınıfında gidebileceği birçok tiyatro oyunu var. Zübeyir K.: Doğu metinleri yazıyorsunuz. Peki Doğu ve Batı birbirine karşı durumda mı? Kesin çizgilerle ayırdınız mı? Murat D: Hayır. Doğu yazısını kurarken kendi ürettiğimiz metinlerle birlikte Doğu yazarlarının hikâyelerini de anlatıyoruz. Pakistanlı olabilir, Japon olabilir Iraklı olabilir. Örneğin Kore filmleri bizim Yeşilçam filmlerine benzemektedir. Mısır'da Türk diziler çok tutuluyor. Güzellik konusunda ve duruş konusunda olsun. Bu da Doğu'dan alınmış bir örnektir. Gülizar S.: Medine Müdafa'sı nasıl ortaya çıktı?


Fahrettin: 2005'de İsmail Bilgin'in bir romanından... Oyun olur düşüncesiyle ortaya çıktı. Çok konuştuk bu kitabın üstünde. Ne yapabiliriz, nasıl oyunlaştırabiliriz. Sonra çok kitap okumaya başladık ve okuduğumuz her kitabı değerlendirirken ortaya çıktı. Yunus Emre ile yazdık ilk yazdığımızda 80 sayfalıktı 1 perdesi, tam bir sinema filmi gibi oldu. Ayşe Ş.D: Bir kitabı oyunlaştırmak zor mu? Fahrettin: Çok zor… Bir kitaptan 2 saatlik bir oyun nasıl çıkar? Kitaptan almamız gerekenler, elememiz gerekenler, üstünde durulması gereken noktalar. Yunus Emre: İnsanlar bu oyunda ne görmek ister dedik. Fahrettin Bey ilk Müslüman Türk fotoğrafçısı ama bunu oyunca işleyemedik. Ayşe Ş.D: Yönetmenin müdahalesi ne derece oldu? Yönetmen eli değmemiş gibi oynuyorsunuz? Kayhan: Biz ağırlıklı olarak reji çalıştık. Senaryoyu bizim ekip yazdığı için oradaki duyguyu daha iyi bildiğimizden nerde nasıl davranmamız gerektiğini biliyorduk. Fahrettin: Bu yüzden yönetmenin müdahalesi çok fazla olmadı. Mesela akışta bazı yerleri değiştirdik yönetmen buna hiç karışmadı bize bıraktı. Ersin Ç.: İlk tepkiler nasıl oldu? Fahrettin: Olumlu tepkiler aldık. Gençlerin ilgisinin nasıl olacağını merak ediyorduk. Tahminimizden daha iyi oldu. Çok fazla güldüren sahne yok. Gençlerin ve çocukların izleyeceklerini pek sanmıyorduk ama daha coşkulu bir şekilde izlediler. Daha coşkulu alkışladılar. Bu biraz Amerikan sitili yazmaktan kaynaklanıyor sanırım. Oyunu klişeleştirmedik. Zübeyir Koçulu: Yeni oyunculara kapınız açık mı? Murat D: Arıyoruz. Hatta bunun için liselere bile gidiyoruz. Genç yetenekleri bulup çıkartmak istiyoruz. En çok istediğimiz şey. Gülizar: Peki, aradığınız oyuncuları bulabiliyor musunuz? Murat D: Çok istekli oyuncular geliyor. çok mutlu oluyoruz. Ama bir süre sonra istekleri kayboluyor. Bazen ne kadar istekli olursan ol yetenek de lazım. Tiyatronun okul-

larda müfredat olarak gösterilmesini istiyoruz. Hocalarla sistematik bir şekilde çalışıyoruz. Zübeyir Koçulu: Gençlere tiyatro için ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? Yunus Emre: Âşık olmaları lazım... Bu işe yürekten gönül vermeleri lazım. Gözlerinin kara olması lazım. Kapıları sürekli aşındırmaları vazgeçmemeleri gerekli… Birkaç yıl sürünebilirler ama bu tecrübe için çok gerekli. Parasız kalmayı da göze almaları lazım. Ayşe Ş.D: Okuması anlamında ne tür kitaplar önerirsiniz? Murat D: Öncelikle tiyatro kitapları. Tiyatro kitaplarına yardımcı olacak olan felsefe, psikoloji ve sosyoloji kitapları. Ersin Ç.: Fahrettin Paşa rolünde başka bir oyuncu var mı? Murat D: Yok maalesef. Bizde cast sistemi gelişmedi. Alttan oyunca da gelmediği için yerine oyuncu bulmak çok zor oluyor. Kimyasının uyuşma sorunu da var. Aynı tadı alamıyorsunuz bir başka oyuncuda. Ekibe dahil olmak istiyorlarsa, http://www.facebook.com/doguyakasisanat ayrıca (0216) 312 92 00 telefondan ve twitterda@dogu_yakasi adresinden bize ulaşabilirler.

Mayıs 2012

41


Hayatımızı hâkimiyetine alan bu ürünler bizleri öyle bir bireyselleştirdi ki, her birimizi yalnızlaşmaya, toplumla ve kendimizle yabancılaşmaya sürükledi.

Geçmişe Geliş, Geleceğe Dönüş!

M

uhakkak bilirsiniz. “Geleceğe Dönüş” diye bir film var. Bilmiyorsanız, izlemediyseniz mutlaka izleyin!

Bunu neden söylüyorum? Filmin konusu, tam da sizlerle paylaşacağım konuları örnekliyor da ondan… Yoksa Belediye Başkanlığı yaparken, şehrimize, Üsküdar’a hizmet ederken, bunca yoğunluk varken bir de film eleştirmenliği yapmıyorum. Baştan söyleyeyim. Gelelim ne diyeceğime…

Mustafa Kara

Öyle ki, ailelerimizle, arkadaşlarımızla olan sıcak ilişkileri, hoş sohbetleri özler hale geldik. Özetle ifade edeyim: Bırakalım gelecek hayallerimizi, teknoloji çağı hafızalarımızı bir sünger gibi çekip kurutarak bizleri hatırasız, hareketsiz bıraktı, bırakıyor. 42

Mayıs 2012

Söz konusu Geleceğe Dönüş'te, sizler emsal bir delikanlı, doktor lakaplı bir bilim adamının yaptığı Zaman Makinesi marifetiyle kazara 1985 yılından 1955 yılına gider. Eski dönemleri, anne babasının okullu yıllarını gördükten sonra yine aynı makineyle 1985 yılına geri döner. Gerisini anlatmayacağım. Benim sizinle paylaşacağım, bugün toplumumuzda oluşan “geleceğin karanlık bir çıkmaz sokak” olarak algılanışı ve geçmişe dönüş… Nasıl diyeceksiniz? Farkındasınızdır; hayat hep yeniliklerle, yeni şeylerle, yeni gelişmelerle doludur aslında. Oturduğumuz evlerden bindiğimiz arabalara, kullandığımız telefonlardan bilgisayarlara; okuduğunuz kitapların içeriğinden bestelenen şarkılara, internetin artan hızından sosyal medya mecralarına… Her şey sürekli gelişiyor, yenileniyor. Bu gelişmelere, yeniliklere rağmen kültürel olarak geriye mi gidiyoruz yoksa geçmişimizi mi arıyoruz diye düşünüyorum bazen… Son zamanlarda sıkça konuşulan, yazılan bir konu var: “Nostalji Devri”… Sizin de dikkatinizi çekmiyor mu tarih sayfalarına dönüşler? Kültürde, sanatta, giyimde kuşamda, gündelik yaşamda bir değişiklik fark etmiyor musunuz?


Son zamanlarda sıkça konuşulan, yazılan bir konu var: “Nostalji Devri”… Sizin de dikkatinizi çekmiyor mu tarih sayfalarına dönüşler? Kültürde, sanatta, giyimde kuşamda, gündelik yaşamda bir değişiklik fark etmiyor musunuz? Mesela, televizyon dizilerinde, filmlerde tarihi dönemler, konular işleniyor. Osmanlı, Lale Devri, Muhteşem Yüzyıl, Seksenler…

Mesela, televizyon dizilerinde, filmlerde tarihi dönemler, konular işleniyor. Osmanlı, Lale Devri, Muhteşem Yüzyıl, Seksenler… Ne diyorsunuz sevgili gençler, Geriye mi, ileriye mi? Geçmişe mi, geleceğe mi dönüyoruz? Bizler geleceğe odaklanmışken, acaba zaman makinemiz kazara bizi geriye, geçmişe mi götürüyor? Sizler düşünedurun, ben ne düşündüğümü söyleyeyim: Çağımız bilgi, bilişim çağı… Teknolojik gelişmeler hayatımızı öyle sardı sarmaladı ki, hepimiz yeni bir ürünün, yeni bir aygıtın bağımlısı olduk. Bilgisayarın veya telefonun türlü modelleri, bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken, öbür yanda hayatın güzelliklerini ıskalamamıza sebep olmaya başladı. Hayatımızı hâkimiyetine alan bu ürünler bizleri öyle bir bireyselleştirdi ki, her birimizi yalnızlaşmaya, toplumla ve kendimizle yabancılaşmaya sürükledi. Öyle ki, ailelerimizle, arkadaşlarımızla olan sıcak ilişkileri, hoş sohbetleri özler hale geldik. Özetle ifade edeyim: Bırakalım gelecek hayallerimizi, teknoloji çağı hafızalarımızı bir sünger gibi çekip kurutarak bizleri hatırasız, hareketsiz bıraktı, bırakıyor. İşte sorularımızın cevabı burada… Ve işte bu sebeple toplumumuz geçmişini merak ediyor. Geçmişe dair anılara, anlatılara dikkat kesiliyor, ilgi gös-

teriyor. Bu yüzden eskiye dair ne varsa ilgileniyor ve mutlu oluyoruz. Eski bir arkadaşı görünce sevindiğimiz gibi, eski bir şarkıyı dinleyince de mutlu oluyoruz. Eski bir resim, eski bir tablo daha çok dikkatimizi çeker hale geldi. Demek ki, bir yandan hafızalarımızı güçlendirmek için geçmişle ilgileniyor, maziden ilham alıyor, bir yandan da geleceğimizi inşa etmek için yeniliklere ilgi gösteriyoruz. Peki, sayın başkan! Bütün bunlar nereden çıktı diyebilirsiniz? Hemen söyleyeyim. Bir belediye başkanı her şeyi düşünmek zorundadır. Tabi ki işini önemsiyor, şehrine hizmet etmeyi seviyorsa… Hele hele Üsküdar gibi yaklaşık 700 bin nüfuslu; 660 yıllık tarihi ve kültürel birikime sahip bir şehre hizmet etmeye çalışıyorsa, her şeyi düşünmek zorundadır. Yoksa belediye başkanlığı siyasi bir bakış ve düşünüşle yapılacak, kotarılacak bir görev değildir. Ya da sadece siyasi bir tavır ve tasavvurlarla bir şehre ve insanına hizmet etmek mümkün değildir. İşte bunları düşünürken, aklıma bir zaman makinesi yaparak, hem geçmişe, hem de geleceğe gitmek istedim birkaç dakikalığına… Hem mazisini, hem de geleceğini görmeyi arzuladım Üsküdar’ın… Düşünmek, hayal kurmak parayla değil ya…

Mayıs 2012

43


FOTOROMAN

AYŞE ŞAHİNBOY DOĞAN

FOTOĞRAFLAR: OSMAN DOĞAN

Koşmak Benim Herşeyim

Bir an yorulduğunu hissetti ama duracak vakit değildi. Seyirci son turda öyle bir tezahürat yapmaya başlamıştı ki, yeniden enerjisi geri geldi, coşkulu kalabalık onu finale doğru itiyordu. 14. Dünya Salon Atletizm turnuvasında Türkiye adına yarışan Üsküdar Belediye sporcusu atlet Aslı Çakır Alptekin’in bin 500 metrede ülkemize onurlu bir madalya kazandırmasının küçük bir anekdotu olan bu durum, bir sporcunun sadece kendi başına değil, bir bütün olarak başarıyı kazandığını gösteriyor. Çünkü o yüksek enerji gelip sizin ayaklarınıza motor oluyor, yüreğinizi kabartıyor ve sizi başarıdan alı koyan ne ise yok ediyor. Yeteneklerin hep bir keşif hikâyesi vardır. Aslı Çakır Alptekin’i de ta ilkokul yıllarında beden eğitimi hocası keşfediyor. Hızlı koştuğu için onun atletizmde başarılı olacağını söylüyor hocası ve yanılmıyor. Yüzünden hiç eksik olmayan tebessümüyle, bizi Edirne’de kampta ağırlayan Aslı Çakır Alptekin ve eşi aynı zamanda antrenörü İhsan Alptekin fotoromanın bu ayki konuğu...

44

Mayıs 2012


Biz 5 kardeşiz, ben ikinci sıradayım. Babam da zamanında güreş yapmış. O yüzden babam ve annem çok destekçim oldu.

İlkokul 4. sınıftaydım. Beden EĞİTİMİ hocam, hızlı koştuğum için atletizm takımına beni yönlendirmişti. Bu alanda başarılı olabileceğime inandığını söylemişti.

Koşmak her zaman zevkliydi benim için. Bir de üstüne madalya kazanırsanız çok büyük bir şevk geliyor insana.

Mayıs 2012

45


FOTOROMAN

Çeyrek altın veriyorlardı mesela. Hemen anneme götürüyordum. Sonra birinci olmak için koşuyordum. Birinci olana üç çeyrek veriyorlardı. Biri bana, biri babama, biri anneme… oştuğum için atletizm takımına beni yönlendirmişti. Bu alanda başarılı olabileceğime inandığını söylemişti.

Her madalyadan sonra evde bir şenlik olurdu. Babam gidip pasta alır, aileyi organize ederdi. Oynardık, eğlenirdik. Bu kutlamalar bende yüksek motivasyon yapıyordu.

3-4 yıldır gerçekten çok güzel başarılar kazanıyoruz. Avrupa’da olimpiyatlarda dereceler yapabiliyoruz. Eskiden uluslar arası dalda yarışmalara bir kişi giderdi. Şimdi bir yarışmaya en az 20 kişi gidebiliyoruz.

Babamın bir fırını vardı, aldığım madalyalar için bir tablo yaptırıp asmıştı dükkâna. Resimlerimi de koymuştu. Sonra nazar değer diye çıkardık, kaldırdık onları.

46

Mayıs 2012

Spor olmasaydı il dışına bile çıkamazdım herhalde. Kendi paramla Amerika’ya gidemem ama bu spor sayesinde Amerika’ya gidebiliyorum. Birçok ülkeyi gezme imkanım oldu böylece.


Her gün antrenman yapmamız gerekiyor. Fedakârlık istiyor tabi, ama o madalyayı boynunuza taktığınızda bütün sıkıntılar unutuluyor.

İlk koşuya başladığım dönemde spor ayakkabı alamıyorduk, yoktu. Bez ayakkabılarla koşuyorduk. Ama şimdi sporcuların malzeme sıkıntısı yok.

Özellikle büyük hedefler olduğu zaman hiç boş durmadan çalışıyorsunuz. Hiç dinlemeyi düşünmüyoruz.

Annem, “ne zaman topuklu ayakkabı giyeceksin, şöyle güzelce giyinip” diyor. Sırf onu mutlu etmek için bir gün topuklu ayakkabı giyeceğim.

Biz karı-koca ilişkisi değil de antrenör-sporcu ilişkisi yaşıyoruz. Evde de yorgun olduğum zaman bana yardım ediyor. Ama yemek yapmayı bilmiyor, o biraz sıkıntılı.

Mayıs 2012

47


TEZAT TV

ERSİN ÇELİK

Aleykümselamsız Diziler!

D

ini ya da medeni olanı fark etmez. Selam vermek, selam almak insanlığın en temel iletişim hamlesidir. Selamın Müslümanlar için ise ayrı yeri ve değeri var. Malum verilen de alınan da Allah’ın selamı. Ayrıca bir dua selam ve asla havada bırakılmamalı. Türk toplumunda selam vermek bir refleks aynı zamanda… Tamamen iyi niyetle, tuvaletin lavabosunda ellerini yıkayanlara selam verenlerimiz bile var. Bu kadar kuru edebiyattan sonra yazının “aleykümselamsız” kısmına geçelim. Son zamanlarda birçok dizide selamın havada kaldığı dikkatimi çekti. En son TRT’deki “Avrupa Avrupa” adlı dizide birkaç tekrarlandı bu hadise. Bir dizinin bir sahnesinde selam verdirmek çok güzel bir

48

Mayıs 2012

şey de verdirilen selam neden havada bıraktırılır bir türlü anlam veremedim. Nedense sıradan bir dizi ya da filmde dini argüman sergilenecekse basit hatalar yapılıyor hep. Güneş doğduktan sonra sabah ezanı okutanlar gibi. (Bakınız: Yıl 2010, Arka Sokaklar dizisi) Oyuncuya rol gereği, -çoğu zaman külhanbeyi üslubuyla- “selamünaleyküm” dedirtmesini bilen metin yazarları bu selamın –efendicealınması gerektiğini akıl edemiyorlar sanırım. Gerçi ekrandaki selamın havada kalması Sadri Alışık’ın Turist Ömer karakterine kadar dayanır. Hatırlarsanız her karşılaştığına “selamınaleyküm” der bir de eliyle asker selamı tamamlaması yapardı. Turist’in bu kolaj selamı da hep havada kalırdı. Selam aldırmasını bilmeyen metin yazarı, senarist ve yönetmenler adına aleykümselam! Hatta ve aleykümselam…


Orçun’un bıraktığı ahlaki bomba!

B

aştan söyleyeyim bu karakterin hak ettiği (!) cümleleri yazamadım. Bu bir sansür çağrısı da değildir. Yalan Dünya’daki Orçun karakterinin sapıklıkları sınırları aştı. Asosyalliğiyle dikkat çeken bu ergenin kurguladığı tüm aktiviteler cinsellik üzerine. Kapı dibi komşusuna her fırsatta sevişme teklifleri yağdırıyor. Sokakta gördüğü her kıza meylediyor. Ve bu karakterin metinlerini yazanlar, diyaloglarına imza atanlar +13’ten +18’e kadar ne kadar engel varsa tarumar ettiler. Çünkü dayısının yanında yengesine sulanan bir Orçun var artık. Neresinden bakarsanız sapıklığa, cinsel öykünmelere yönlendirme durumu. En iğrenci de yenge karakteri üzerinden yapılan cinsel espriler, Orçun’un sarkıntılıkları hiç masum değil. Kıkır kıkır güldüren sahnelerin bilinçaltlarına bıraktığı “ahlaki bombanın” tahrip gücünü üçüncü sayfalardaki iğrenç haberlerden okuyacağımızı söylemek içinse pedagog olmaya gerek yok! Aslında sadece Orçun değil, dizideki birçok karakter sorunlu. Dizi sektörünü masaya yatırırken esprilerin tümünü cinsellikten, argodan kotarıyorlar. Orçun’un babası var bir de adı Selahattin… (Olgun Şimşek

canlandırıyor) Pavyonlarda şarkı söyleyen bir kadınla gayri resmi ilişkisi olan babanın da dünyası sapıklıklarla dolu. Ve bu adam oğluyla iş birliğine gidip, Orçun’un arzulu şantajlarına boyun eğebiliyor. Mizah fakirliğini belden aşağı esprilerle zenginleştiren sinema ve dizi sektörü azıcık twit okusa, oralardan ne metinler çıkarır oysa.

Bu Dizi Birand’a Veda Etmeden İzlenmez!

R

TÜK’ün uzun reklam sürelerini kısıtlamak için uygulamaya geçirdiği sık reklam kuşakları bezdirdikçe bezdiriyor artık. Reklamdan diziye geçip bir dakika sonra yeniden reklama giren kanallar var. Hadi dizilere alıştık ya ana haber bültenleri? Siz haberler bitsin de diziniz başlasın diye beklerken, kanallar 12 saniyelik bir veda için “7 dakika” daha rica ediyorlar.

dim şimdi kısa bir ara için reklamlara gideceğiz. Dönüşte veda etmek için burada olacağız ve sakın bir yerlere ayrılmayın” Hiç takip etmeyen de Mehmet Ali Birand’a, Ali Kırca’ya ve Cem Öğretir’e veda etmeden dizisine, maçına konsantre olamayan bir toplum olduğunu zannedecek.

Düşünün eve yeni geldiniz açtınız aktüel kanallardan birini. Reklamlar var ve sağ alt köşede “Anahabere 6 dakika 45 saniye” diyor. Bugün ne olmuş ne bitmiş diye merak ederken Mehmet Ali Birand çıkıp, “Efendim yarın akşam görüşmek üzere herkese iyi akşamlar diliyorum” diyor ve dakikalarca beklediğiniz haberler kuru bir selamla bitiyor. Sonra yine reklamlar. Bu dönüşe gidişteki pişkinlik ise tam bir komedi. En son piyasaların gündemini sunan spiker şunu söylüyor: “Efen-

Mayıs 2012

49


KISA FİLM

ÖMER SAMİ SEVİMLİ

Kısa Filmden

Nasıl Para Kazanılır? E

ğer kısa filme gönül verenlerdenseniz ve kamera arkasında kendinize güveniyorsanız bu yazıyı biraz daha dikkatli okumanızı tavsiye ederim.

Kısa filmcilerin yaşadığı en büyük sorunlardan biri maddi desteklerin yetersizliği. Zor şartlar altında, kısıtlı imkânlarla ortaya güzel bir şeyler çıkarmaya çalışmalarının verdiği stres zaten yeteri kadar yorucu ve bir o kadar

Festival Ödülleri Kamerayı güzel kullanıyorsunuz, açılarınız ve kadrajınız çok güzel ve güvendiğiniz bir ekibiniz var. Yolunuza devam edebilmeniz için Türkiye’de son zamanlarda daha fazla önem verilerek yapılan ve ciddiye alınan kısa film festivalleri ilk durağınız olmalı. Filminizi yarışmaya sokup festivalin havasını teneffüs etmek hele bir de dereceye girdiğinizde alacağınız maddi desteğin yanında, gelen tebriklerin ve aldığınız alkışların verdiği mutluluk, size ne kadar doğru bir iş yaptığınızı gösterecektir. Artık başarılı bir kısa film yönetmenisiniz ve çektiğiniz filmler yakın çevreniz tarafından beğeniliyor. Kısa film yarışmalarını takip edip, tamamen para kazanmak amacıyla filminizi festival festival dolaştırıyorsunuz. ”Ve artık vakti geldi” dediniz. Yeni bir atılım, yeni bir adım…

50

Mayıs 2012

da can sıkıcı. Peki, bir yönetmen adayını hedefine ulaşmaya itecek ve motivasyonunu sağlayacak şey nedir? Tabii ki yaptığı işin maddi ve manevi olarak ödüllendirilmesi ve takdir görmesi. Bu yazımda işin maddi boyutunu size anlatmaya çalışacağım. Zira manevi hazzın verdiği motivasyonu anlatmaya gerek bile yok. Fakat dünyanın gerçeği, geleceğin yönetmen adaylarının da gerçeğidir.

Uluslararası Film Festivalleri

K

ısa filmde kendine güvenen her yönetmenin hayalidir Cannes Film Festivali’nde kırmızı halıda yürümek veya Berlin Film Festivali’nde “Altın ayı” ödülü almak. Oscar töreninde “En iyi kısa film” ödülünü saymıyorum bile. Şimdi sizlere uluslararası bir kısa film yarışmasından ödül almanın hem ne kadar kolay hem de ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalışacağım.


Annem Sinema Öğreniyor

Ü

lke TV’de Kısa Film Festivali Programı’nı ilk sunduğum dönemlerde değerli yönetmen Nesimi Yetik’i konuk etmiştim. Nesimi’nin ilginç bir başarı hikâyesi vardı. Dev bütçelerle hazırlanmış kısa filmlerin ve profesyonel yönetmenlerin çektiği kısa filmlerin arasından sıyrılıp Berlin Film Festivali’nde “Altın ayı” ödülüne layık görüldü. Filminin ismi “Annem Sinema Öğreniyor” süresi 3,5 dakika. Kullandığı kamera evindeki basit bir “handy cam”. Oyuncular ise Nesimi Yetik’in kendisi ve buram buram Anadolu kokan al yazmasıyla annesi Dudu Yetik. Nesimi’nin bu başarısıyla beraber tebriklerin yanı sıra eleştiriler de çok fazla oldu. İşte ben de Nesimi’yi davet ettiğim programda bu eleştiriler için ne düşündüğünü sordum. Canlı yayında aldığım cevabı aynen yazıyorum. “Ömer ben çektiğim ilk filmi hiç beğenmemiş ve bir müddet köşeme çekilme kararı almıştım. 4 sene boyunca sadece film izledim başka bir şey yapmadım. Aklıma bu fikir geldiğinde annemi aldım ve kamera karşısına geçtik. Bu filmi 45 dakika içinde hiç para harcamadan yaptım. Bu yüzden eleştirilere maruz kaldım. Fakat çekim süresi benim için 4 yıl 45 dakikadır.” Umarım böyle bir ödülü kazanmanın hem ne kadar kolay, hem de ne kadar zor olduğunu anlatabilmişimdir. Nesimi Yetik’e sinema hayatında başarılar diler, sizlere de internetten rahatça bulacağınız “Annem Sinema Öğreniyor” filmini izlemenizi tavsiye ederim. Bayılacağınız, muhteşem bir film olduğu için değil, bu başarı hikâyesinin izleyicilerinden biri olmanız için.

ALİ SÜRMELİ İLE KISACA...

1

KISA FİLM

2

SİNEMA

3

DELİ YÜREK

4

ZAZA

5

MUTLULUK HAYALİ

EN GÜZELİ

EN BÜYÜK HAYALİM

VEFASIZLIK

EN GÜZEL KARAKTERİM

KAZASIZ BELASIZ RAHMETLİNİN (BABAMIN) YANINA GİTMEK

Bu aşamadan sonra artık klip yönetmenliği yapabilir, reklam filmleri çekebilir, hatta uzun metrajlı bir filmle gişe rekorları kırabilirsiniz. Unutmayın sinema hayatınız kendinizi geliştirmenize göre şekillenecek.

Mayıs 2012

51


BİLİŞİM

PINAR HİLAL BALTA

k a c a r ı d n a k s ı k ’ı e l Goog kulaçılan Rus kökenli firma, Geçtiğimiz yıl Türkiye’ye i bir una yazacakları herhang lanıcılarının arama buton ’de 12 20 rt fırsatı veriyor. 26 Ma şarkıyı anında dinleme bin 0 tte telif hakkı ödenmiş 17 uygulamaya konan hizme

madan ancı şarkı bulunuyor. Fir Türkçe, 2,5 milyon yab hizarama motoru ve sunduğu yapılan açıklamaya göre; n antelif kuruluşları ile yapıla metin kullanımı arttıkça laşmalar da artacak.

Twitter'da ne durumd

Monitera’nın son üç ayd a ortaya koyduğu incele me sonucunda Türkçe içerik üreten tam 7.2 milyon twitter kullanıcısı bulunuyor. Bunların 5.3 milyonu son bir ay içi nde faaliyet göstermiş. Günlü k 1.7 milyon, saniyede 20 tw eet paylaşımı yapılıyor. En çok twit atılan gün Cuma , akşam 9 ile 10 saatleri ise ülk emizde en çok tweet atı lan saatler. Kullanıcıların %53’ü n kadınlar, %47’sini ise erkekler oluşturuyor.

ayız?

! i d l e G e iv r D e l g o Go

ve isimre göre Google, Google Dri Gigaom’da yer alan habe sundu. asını 2012 Nisan ayında li depolama alanı uygulam i olduğuDrive'ın bir bulut sistem le og Go n içi ler yen me Bil a alanıernet üzerindeki depolam nu söyleyelim. Yani int etteki ern ve klasörünüz sizin int nız. Bilgisayarınızdaki Dri ernet attığınız her dosyaya int alanınız olacak ve oraya siniz. gulamalardan erişebilecek üzerinden ya da mobil uy kullanılasitenin ücretsiz olarak İlk etapta 1 GB’lık kap llanmak fakat daha fazla alan ku masına izin verileceği, edileceği konuşuluyor. isteyenlerden ücret talep

52

Mayıs 2012


İncecik Bir Hayat

‘ASUS ZENBOOK’

P

iyasanın tanıştığı ilk Ultrabook’lardan Asus Zenbook, birbiri içine geçmiş dairelerden oluşan metalik hareli bir görünüm ile hem çok dayanıklı hem çok

şık.

Ön tarafı 3 mm arka tarafı ise 9 mm’lik kalınlığı ile incelikle işlenmiş. Uçlarında ince, orta bölümde ise yuvarlak bir formu sayesinde güçlü bilgisayar bileşenlerini de barındırdığından hem görünüm hem de kullanım için ideal bir tasarım sunuyor. UX21 modeli 1.1 kg, UX31 modeli ise 1.3 kg. Dünyanın ilk 450cd/m2 özellikli paneli ile, karanlıkları daha berrak, aydınlık alanları ise daha keskin gösteriyor.

En önemli avantajlarından biri ise; Super Hybrid Engine II teknolojisi ile, iki hafta boyunca bekleme modunda kalabiliyor ve bekleme modundan iki saniye içinde geri dönüyor. Instant of fonksiyonu ile, pil seviyesi %5’in altına indiğinde çalışmalarınızı SSD’ye kaydederek, biten pil nedeni ile çalışmalarınızı kaybetme riskini ortadan kaldırıyor.

Karşınızda

BlackBerry 10 BlackBerry akıllı telefonlarının üreticisi, bir Mayıs’ta en yeni modelini teknoloji dünyasına tanıttı.

T

elefonda kolaylıkla kullanılabilecek çoklu dokunmatik hareketler üzerine yoğunlaşılmış. Böylece kullanıcının uygulamalar, mesajlar veya bildirimler arasında hızlı parmak hareketleriyle geçiş yapmasına imkân tanınmış. Tasarım, IPhone 4S’i çağrıştırsa da, ekran daha büyük ve ekranın etrafında hiç düğme yok. En önemli artısı bir micro HDMI girişi var. Cihazın en büyük inovasyonu klavyede saklı. Bu seride fiziksel klavye yerine dokunmatik klavye kullanılmış. Fakat buradaki kullanılan mantık di-

ğer dokunmatik klavyelerden biraz daha farklı. Birkaç harf bastıktan sonra kelimenin tamamını anlayan yazılım, yazacağınız kelimeyi harflerin üzerine koyuyor ve parmağınızı yukarı doğru kaydırdığınızda kelime, cümle içine yerleşiyor. RIM yetkililerine göre bu klavye tüm dillerde aynı reaksiyonu verecekmiş. RIM yetkilileri Türkiye’de ilk andan itibaren Türkçe çıkacağını hatta diğer lokalize ayarlarının da yapılmış olacağını, F klavyenin de sistemde seçenek olarak yer alacağını belirtti.

Mayıs 2012

53


YOLÜSTÜ RÖPORTAJLARI

YUSUF ZÜLKÜFOĞLU

Kezban Teyze'nin

oltasındaki huzur... İstanbul Boğazı ile Haliç’i kesiştiren Eminönü Köprüsü üzerinde denizden kısmet çeken yüzlerce balıkçı arasında rastladığımız 60 yaşındaki Kezban Odabaşı, bir kadının gözünden olta balıkçılığını ve “tutma tutkusunu” anlattı...

O

ltasını, Eminönü Köprüsü’ndeki korkuluklara dayamış balık avlayan bir kadın görmek pek mümkün değil. Oltasındaki kancalara yem takan, spor kıyafetli, tesettürlü teyze de bu yüzden bir hayli dikkatimizi çekti. Röportaj yapma konusunda zor ikna ettiğimiz olta balıkçısı Kezban Odabaşı... 60 yaşında. Üç çocuğu var. Balıkçılığın önemli merkezlerinden Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğmuş. 18 yaşına kadar yaşadığı bu sahil kentinde en büyük uğraşıymış balık tutmak. Hemen herkesin olduğu gibi Kezban teyzenin de bir göç

54

Mayıs 2012

hikayesi var. 1971’de evlenip, dönemin Almancı ailelerinden birine gelin olmuş. 18 yaşına kadar Karadeniz’den başka derya bilmezken, Almanya’da 8 sene deniz hasreti çekmiş. 1978’de de eşiyle Türkiye’ye kesin dönüş yaparak İstanbul’a yerleşmişler. Karadeniz’in diğer ucundaki “Sarıyer’i Sürmene belleyip” oltasına bir daha bırakmamak üzere kavuşmuş. 60 yaşındaki bir kadını Eminönü Köprüsü’ne getiren tutkuyu merak ediyoruz… Başlıyor anlatmaya: “Kız kısmının oltayla falan balık tuttuğu pek görülmemiştir. Ama ben farklıydım. Öyle babadan atadan gelen bir şey de değil. Yaşıtlarım çeyiz dizerken ben elde olta balık avlardım.”


BİR TEK UZAKTAN GELEN MİSAFİR ENGEL! Sabah kalktığımda kafamda bir şeyler oluşuyorsa hiç program yapmıyorum. O gün balık tutma günüm oluyor. Evin işlerini çabucak yapıp kendimi sahile atıyorum. Bir tek uzaktan gelen misafir beni alıkoyuyor. Yakından gelmek isteyen olursa kabul etmiyorum ama!

SIKINTIMI DENİZE ATIYORUM BALIK ÇIKIYOR Omuriliğindeki kanal daralmasından dolayı felç olma tehlikesi atlatan ve riskli ameliyatlar geçiren Kezban Odabaşı’na doktoru da, sirinlenmemesini ve stres yapmamasını öğütleyerek balık tutmayı tavsiye etmiş. Kezban teyze, sağlıkta bulduğu oltasının ucundaki huzuru şöyle anlatıyor: “Doktor balık tutmanın faydası olacağını söyleyince daha da bırakmaz oldum. Zaten en çok balık tutmakta huzur buluyorum. Oltayı suya atınca her şeyi unutuyorum. Arkamdan gelip denize atsalar anlamam. Varsa evin sorunlarını, hayat sıkıntısını kısacası dünya dertlerini oltamla birlikte denize atıyorum, balık olarak geri geliyor.”

TUTTUĞU BALIĞI SATANIN YANINDA DURULMAZ “O kadar erkeğin içinde kadın başına balık tutmak zor olmuyor mu?” sorumuzla yüzünde muzipçe bir tebessüm oluşan Kezban teyze “Hiç umrumda değil. ” diyor. Sarıyer sahili ve köprüdeki çoğu olta balıkçısı da tanırmış kendisini. Balık tutarken kimin yanında durulmayacağı konu-

sundaki tecrübesini de aktarıyor: “Bazı oltacılar tuttukları balıkları satarlar. Onlar ekmek parası derdindeler ve hep sinirli olurlar. Bir balık düşsün oltadan, kıyamet koparırlar. Onların yanında durmam bir tek.”

KEFALİ ELİME ALMAM Hava güzel olursa haftada iki gün soluğu ya Sarıyer sahilinde ya da Eminönü Köprüsü’nde alan Kezban teyze balıklar hakkında da genişçe bilgiye sahip. Bu aylarda Boğaz ve Sarıyer kıyılarında pek balık olmazmış. Yem bulmak için sığ yerlere geldiklerinden avlamanın en ideal yerinin Eminönü Köprüsü olduğunu belirten Kezban teyze, Haliç’in girişinde tutulan balıklarda kurşun olduğuna dikkat çekerek, çok iyi temizlenmesi gerektiğini de vurguluyor. Bu mevsimde denizden daha istavrit çıktğını söyleyen Kezban teyze bu mevsimde bolca tutulan kefale ise mesafeli: “Kefal çok çıkıyor ama biz yemeyiz onu. Pisliği seviyor ve oradan besleniyor. Elime bile almam”

BALIK YAĞDA KIZARTILMAZ Röportaja başlarken oltasını daha yeni denize atan Kezban teyze bazen kovalar dolusu balıkla eve gidermiş. Tuttuğu balıkları israf etmeme konusunda çok hassas olduğuna vurgu yaparken komşuluk hakkını gözettiğinin altını çiziyor. Denizden gelen nasipten türlü türlü yemekler yap-

tığını söyleyen Eminönü Köprüsü’nün balıkçı ablasının favorisi ise Karadeniz menülerinin baştacı hamsili pilav ve o balığın yağda kızartılmasına karşı şöyle çıkıyor: “Yağda kızaran balığın faydadan çok zararı var ve balık buğlama yapılıp yenmeli. Ya da ızgara...”

Mayıs 2012

55


GENÇLİK AJANDASI

HAZIRLAYAN: BÜNYAMİN UZUNCAN

Aslan ve Ejderhalar Şehrin Sokaklarına İniyor!

Bahar Esintisi: Tord Gustavsen Quartet

Bu yılın Çin’de Ejderha Yılı; Türkiye’de de Çin Kültür Yılı olması sebebiyle Pekin aslan ve ejderhaları 18. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında İstanbul’a geliyor. 10 Mayıs Perşembe günü saat 18.00’da Beyoğlu-Tünel’de başlayacak etkinlikte Chong Qing Tongliang Ejderha Dans Topluluğu ve Foshan Aslan Dans Topluluğu izleyicilere renkli bir sokak şöleni yaşatacak.

Cemal Reşit Rey, ünlü İskandinav caz sanatçılarını ağırlamaya hazırlanıyor. Piyano sanatçısı Tord Gustavsen öncülüğünde biraraya gelen dört caz sanatçısı 15 Mayıs Salı günü İstanbullularla buluşacak. Saat 20.00’da başlayacak konserde Tord Gustavsen’e, davuluyla Jarle Vespestad, kontrbasda Mats Eilertsen ve saksafonda Tore Brunborg eşlik edecek.

Uçan ejderha ve aslanların dansla harmanlandığı bu şölen Çin kültüründe geniş ve önemli bir yere sahip. Ejderha ve aslanın dansları iyi bir hasata dair dilek ve beklentiler niteliğinde. Öyle ki ejderha yağmuru temsil ederken; aslanların da hasatlara zarar veren canavaraları uzat tuttuğuna inanılıyor. Pekin Ejderha ve Aslan Sokak Gösterisi, Çin kültürüne ilgi duyanlar ve renkli dakikalar geçirmek isteyenler için kaçırılmaması gereken bir etkinlik gibi görünüyor.

2008’de birlikte çalışmaya başlayan grubun üyeleri başarılı birer geçmişe sahip. Gustavsen, “Changing Places” (2003), “The Ground” (2005), “Being There” (2007) ve “Restored, Returned” (2009) albümleriyle sanatseverlerle buluşmuş. Vespestad ise İskandinavya’nın en ünlü caz sanatçılarından birisi. Eilertsen de başarısıyla grubun vazgeçilmez isimlerinden. Brunborg ise diğer taraftan İngiliz piyanist John Tylor’la bir quarteti yönetiyor.

2 ALBÜM Adele-21: Bu Şarkılar Dinlenir

Asıl adı Adele Laurie Blue Adkins. Daha 23 yaşında. İlk albümü 19. Yeni albümünün ismi 21. Genç yaşına rağmen müzik alanında bir çok ödülün de sahibi. En çok ses getiren ödülleri ise 54. Grammy Ödülleri. Adele '21' albümü ile müzik dünyasının Oscar'ı kabul edilen 54.Gramy Ödülleri’nde 2012’nin Yılın Solo Sanatçısı, Yılın Albümü, Yılın Şarkısı, başta olmak üzere 6 ödül alarak Grammy Ödülleri’nde bir gecede en çok ödül alan kadın sanatçılardan biri oldu. Albümde ise birbirinden güzel parçalar yer alıyor. Rolling In The Deep, Don’t You Remember ve Someone Like You bunlardan sadece birkaçı.

56

Mayıs 2012

Mustafa Ceceli Rüzgarı: Es!

Mustafa Ceceli rüzgarı kaldığı yerden devam ediyor. 2009’da Limon Çiçekleri ve 2010’da Hastalıkta Sağlıkta albümleriyle kendisinden çokça söz ettiren Ceceli, yeni albümü ‘Es’ ile müzikseverlerle buluştu. Küçük yaşlardan itibaren müzik eğitimi alan ve birçok müzisyenle birlikte çalışan müzisyen albümünde Sezen Aksu, Nil Karaibrahimgil, Şehrazat gibi isimlerin parçalarına da yer vermiş. Es şarkısının yanısıra Alametifarika, Gel de Sen Konuş, Gizli ve daha birçok eserin yer alacağı albüm dinleyicilerini bekliyor.


Anadolu Ateşi de 3D Kervanına Katılıyor İlk defa Dans’ın Sultanları ismiyle Mustafa Erdoğan tarafından kurulan Anadolu Ateşi şimdi de üçüncü boyutuyla sinema salonlarındaki yerini almaya hazırlanıyor. Gösterime giriş tarihi ise 11 Mayıs. Konseptini ‘Medeniyetler Buluşması’ olarak belirleyen dans grubu Anadolu’dan esinlenerek oluşturduğu 3 binden fazla figürü kendine has bir üslupla izleyicilerine sunuyor. Bugüne kadar Mısır’dan Çin’e; Amerika’dan Rusya’ya dünyanın dört bir yanında gösteriler yapan Anadolu Ateşi’nin sinemalardaki performansı şimdiden merak konusu. Canlı canlı izlemek mi? 3D seyrekmek mi? Bu sorular da 11 Mayıs’tan sonra cevap bulacak. Meraklılarına duyurulur.

Klaket Bu Kez Gençlerin Elinde! Yahya Kemal Beyatlı, Kemal Sunal gibi birçok ünlünün de mezunu olduğu İstanbul’un en köklü okullarından olan Vefa Lisesi öğrencileri kısa film çekmeye davet ediyor. Vefa Lisesi’nin 2.sini tertip ettiği yarışmada gençler sanatla buluşarak, kısa filmin mutfağında yer alacak. Geleceğin sinemacılarını biraraya getirmek ise etkinliğin en güzel yanı. Diğer taraftan yarışmada derece alacak öğrencileri birbirinden güzel hediyeler bekliyor. Yarışmaya son katılım tarihleri ise 11 Mayıs. Katılım şartlarını ve ayrıntılı bilgileri http://www.vefalisesi.k12.tr adresinden öğrenebilirsiniz! Herkese başarılar!

2 FiLM Ateş Düştüğü Yeri Yakar; ya daha fazlasını?

Vizyon tarihi: 04 Mayıs 2012 Yönetmen: İsmail Güneş Oyuncular: Hakan Karahan, Elifcan Ongurlar, Yeşim Ceren Bozoğlu, Abudullah Şekeroğlu Süre: 105 dk

Gün Doğmadan, Çizme, The İmam gibi filmleriyle tanıdığımız senarist ve yönetmen İsmail Güneş, Ateşin Düştüğü Yer filmiyle yeniden seyircilerin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Bugünün toplumsal meselelerinden birisi olan ‘kadına şiddet’ temasını işleyen film 4 Mayıs’ta vizyona girecek. Baba ve kızının dramatik hikayesini iyi bir kurgusallıkla anlatan çalışma, toplumsal olgular hakkında zihinlere bazı sorular yöneltiyor.

Marvel’in Kahramanları Bir Arada

Vizyon tarihi: 40 Mayıs 2012 Yönetmen: Joss Whedon Oyuncular: Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Jeremy Renner, Tom Hiddleston, Stellan Skarsgard ve Samuel L. Jackson Süre: 135 dk

Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz karakterler The Avengers filminde biraraya geliyor. Çizgi roman yayıncısı Marvel Comics’in kahramanlarından kimler yok ki bu filmde; Nick Fury, Hulk, Kaptan Amerika, Thor, Iron Man, Hawkeye ve Black Widow. Jack Kirby’nin çizgi kahramanlarının sinemaya uyarlanmasıyla çekilen filmde ünlü karakterler kadar ünlü oyuncular da yer alıyor. Joss Whedon’ın yönetmenliğini yaptığı ve Türkçe’ye ‘Yenilmezler’ olarak çevrilen filmde Robert Downey Jr., Chris Evans, Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Jeremy Renner, Tom Hiddleston, Stellan Skarsgard ve Samuel L. Jackson gibi Hollywood meşhurları rol alıyor. Film bir takım soruları da beraberinde getiriyor. Popüler kültürün yeni film temaları ortaya çıkaramaması söz konusu mu? Diğer yandan film, sektörün kendisini tekrarının bir sonucu mu? Bunlar cevap arayan sorulardan sadece birkaçı.

Mayıs 2012

57


GENÇLİK AJANDASI Londra’da William Shakespeare’in Oyunu Türkçe Sahnelenecek İngiliz Edebiyatı’nın simge isimlerinden William Shakespeare’in 37 tiyatro oyunu altı hafta boyunca 37 farklı dilde Londra’da sergilenecek. Program dâhilinde yazarın en ünlü tiyatro oyunlarından biri olan “Antonius ve Kleopatra” ise Türkçe olarak sahne alacak. 26-27 Mayıs’ta Shakespeare Globe’da gerçekleşecek üç gösterimde Antonius’u Haluk Bilginer; Kleopatra’yı da Zerrin Tekindor canlandıracak. Antonius ve Klopatra William Shakespeare’nin aşk temalı oyunlarından birisi. Dönemin tarihsel olaylarını da anlatan hikayenin kahramanları ise

Roma İmparatorluğu’nun doğu bölgesini yöneten Marcus Antonius ve Mısır Karaliçesi Kleopatra. Aşk, tutku, ihtiras ve entrikanın işlendiği tiyatro oyunu Batı dünyasının en önemli eserleri arasında sayılıyor. Ayrıca İngiliz yazarın bu eseri Halide Edip Adıvar ve Mina Urgan tarafından Türkçe’ye çevrilmiş.

Van Gogh İstanbul’a Gelmiş; Bi’ Ziyaret Edelim! Ressamların sergilerini bilirsiniz; duvara asılmış çerçeveli tablolardır çoğunlukla. Bu kez çok farklı. Türk İlaç sektörünün önde gelen isimlerinden Abdi İbrahim, 100. Yılını Van Gogh Alive sergisi ile kutluyor. Dünyanın en büyük ressamlarından kabul edilen Van Gogh’un digital sergisi 15 Mayıs 2012 tarihine kadar Karaköy Limanı

Antrepoları 3 no’lu Antrepo’da sanatseverleri bekliyor. Singapur’daki dünya prömiyerinden sonra ilk kez Türk sanatseverlerle buluşan bu dijital sergi, dahi ressamın eserlerindeki üç binden fazla görüntüyü çerçevesinden çıkararak ziyaretçilerine alışılmış resim sergilerinden çok daha farklı bir deneyim yaşatıyor.

Şimdi Karşınızda Basketbolun Cambazları! Harlem Globetrotters’dan bahsediyorum. Basketbolun sınırlarını aşan, basketbol algısını değiştiren bir gruptan. 1927 yılında kurulan ve o günden bu güne 130 ülkede 20 binden fazla gösteri maçı yapan basketbol sihizbazları 5 Mayıs’ta sadece bir gösteri için Ülker Sports Arena’da olacak. Harlem Globetrotters’ın gösterileri eğlenceye ve basketbolun vazgeçilmez unsurlarından kontrol, denge ve paslaşmanın muhteşem ahengine dayanıyor. Geçmişten günümüze onbirlerce hayranı bulunan oluşumun slogan şarkısı ise Brother Bones’un Sweet Georgia Brown parçası. Dünya çapında birçok büyük organizasyona imza atan grubun bir başka başarısı ise ilk defa 1939 yılında davet edildikleri Dünya Profesyonel Basketbol şampiyonasının sonraki senesinde şampiyon olmaları. 15 bine yakın basketbol severin izleyeceği tahmin edilirken; bu gösterideki heyecanı tahmin etmek oldukça zor.

2 KiTAP Ayakkabılarda Saklı Hikayeler

Kalpler Kötülüğe Direnmeli

Sunay Akın TÜRKİYE İŞ BANKASI YAYINLARI

Kemal Sayar TİMAŞ YAYINLARI

Kimimiz oyuncak müzesiyle tanırız onu, kimimiz şiirleriyle; kimimiz de hikayeleriyle. Sunay Akın bu kez Bir Çift Ayakkabı’yı sunuyor bizlere. Bir çift ayakkabı deyip geçmeyin! Bazen padişahın imdadına yetişiyor, bazen de Van Gogh’un tablolarında karşımıza çıkıyor onlar. Hatta ay’ın, sinemanın, sanatın, aşkın ya da savaşın tarihine ışık tutuyor. Abdülaziz İstanbul’u dünyaya nasıl gezdirdi? Kız Kulesi pabuçlarını nereye düşürdü? Dünya’nın giriş kapısında kimlerin ayakkabıları duruyor? Bu soruların cevapları ise kitabın sayfalarına saklanmış.

58

Mayıs 2012

Kemal Sayar. Kalbin Direnişi. İçten bir deneme kitabı belki; ya da aklın duygularla bütünleştiği samimi bir söyleşi. İnsanın mücadelesini anlatıyor yazar, bir anlamda da insanlığın. Kalple kazanılacak, kalbin direnişiyle var olacak iyiliğin efsanevi uğraşlarını. Sayar kitabında akla ve ruha dokunan çözümlemeler içerisinde, kalbin merkezde olduğu bir mücadeleyi öneriyor; kalbi bir direnişi. Sebebi ise hem kolay, hem de zor: “Çünkü sadece kalbi olanlar içlerindeki muciyeyi görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe karşı direnebilir.” Hepsi bu.


AJANDA 7 GÜN Mayıs 07 Mayıs Pazartesi - 26 Cumartesi

Haziran 10 Mayıs Perşembe - 05 Salı

YARIŞMA: 12. Genç Yetenek Yarışması Yer: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Lisesi Adres: Turistik Çamlıca Caddesi No: 15 Büyükçamlıca Tel: 0216 345 90 00 Yer: Üsküdar Gençlik Merkezi Adres: Burhaniye Mh. Genç Osman Sk. No:13 Üsküdar Tel: 0216 557 75 39 Konu: Müzik, Resim-Heykel, Sinema-Tv ve Tiyatro ile ilgili ve de ilköğretim 6. 7. ve ya 8. sınıf öğrencisiysen bu yarışma tam sana göre! Haydi, dünyaya farklı bir gözle bak!

11 Mayıs Cuma

Saat: 20.00

DİNLETİ: Rachid Gholam ve Ender Doğan: Endülüs’ten İstanbul’a Sufi Nefesler Yer: Cemal Reşit Rey Konser Salonu TELEFON: 0212 232 98 30 Adres: Darülbedayi Cd. Harbiye-Şişli Nereden Alırım: Biletix, www.biletix.com KONU: Arap dünyasının ünlü sanatkarlarından Rachid Gholam ve ülkemizin önde gelen neyzenlerinden Ender Doğan, sizleri Endülüs ve İstanbul’un buluştuğu bir musiki akşamına davet ediyor. Bilet ÜcretLERi: 1. Kategori - 28.50 TL, 2. Kategori - 23.00 TL, 3. Kategori - 17.00 TL, 4. Kategori - 12.00 TL Nereden Alırım: Biletix, www.biletix.com,

festival: 18. İstanbul Tiyatro Festivali DÜZENLEYEN: İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Yer: Sadi Konuralp Caddesi No: 5 Şişhane-Beyoğlu

TELEFON: 0212 334 07 00 Konu: Bu sene 18.si düzenlenen İstanbul Tiyatro Festivali’nde onlarca oyun izleyicileriyle buluşmayı bekliyor. İstanbul’daki çeşitli mekanlarda sahne alacak tiyatro gösterilerinin bilet fiyatları 25 ile 180 lira arasında değişiyor. Öğrenciysen durum farklı tabii; 20 lira birçok oyunun bileti için yeterli!

12 Mayıs Cumartesi

Saat: 21.00

KONSER: Candan Erçetin Yer: Bostancı Gösteri Merkezi TELEFON: 0216 384 72 10 Adres: Bostanlar Arası Sk. No: 8 Bostancı - Kadıköy NEREDEN ALIRIM: Bostancı Gösteri Merkezi Gişeleri ve Biletix. BİLET FİYATLARI: 1. Kategori - 89.50 TL, 2. Kategori - 78.50 TL, 3. Kategori - 67.50 TL, 4. Kategori - 56.50 TL, 5. Kategori - 45.00 TL, 6. Kategori - 34.00 TL.

Mayıs 19 Mayıs Cumartesi - 20 Pazar MÜZE-SERGİ: Pera Müzesi - 12. Genç Yetenek Yarışması Adres: Meşrutiyet Cd. No: 65 Tepebaşı-Beyoğlu TELEFON: 0212 334 99 00 ZİYARET SAATLERİ: Salı - Cumartesi 10.00 - 19.00, Pazar 12.00 - 18.00. Müze Pazartesi günleri kapalıdır. BİLET ÜCRETLERİ: Tam: 10 TL, İndirimli: 5 TL (12 yaş üstü öğrenciler, öğretim görevlileri, 60 yaş ve üstü) Konu: Pera Müzesi, neredeyse Osman Hamdi Bey’in “Kaplumbağa Terbiyecisi” tablosuyla anılır olmuş. Bugüne kadar çoğu nsanın imitasyonlarından aşina olduğu bu eserin orijinalini bu müzede görmek mümkün. Ayrıca, Kesişen Dünyalar: Elçiler ve Ressamlar koleksiyonundaki tablolar sizleri bekliyor olacak. Kütahya Çini ve Seramikleri’nde ateşte açan çiçeklerin zerafetini göreceksiniz. Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri koleksiyonunu gördüğünüzde ise ‘Dirhem şaşmaz.’ deyimi aklınıza gelecek.

Mayıs 26 Mayıs Cumartesi - 27 Pazar

Saat: 09.00-17.00

MÜZE: İstanbul İslam Bilim ve Teknolojileri Müzesi Adres: Has Ahırlar Binaları, Gülhane Parkı-Sirkeci ZİYARET SAATLERİ: Salı günü hariç tüm günler açık. BİLET ÜCRETLERİ: 5 TL – Müzekart geçerli. Konu: Müze, İslam dünyasının bilimsel ve teknolojik anlamda insanlığa kazandırdığı buluşlardan beş yüzden fazlasını ele almaktadır. Bilimin estetikle harmanlandığı ilk bakışta göze çarparken, eserler bizleri İslam medeniyetinin bilim ve teknoloji dünyasına güzel bir yolculuğa çıkaracak.

Mayıs 2012

59




TEZAT TV : Bu dizi Birand’a veda etmeden izlenmez! GENÇLİK DERGİSİ

MAYIS 2012 • SAYI: 3

Hadi Yine İyiyiz: 90’LARIN “TOP 20 LİSTESİ”Nİ KARIŞTIRDIK

EĞİTİM SİSTEMİ ONLARI NASIL TİYATROCU YAPTI?

TWITTER SOKAĞINDAKİ PAZARCILAR NE SATIYOR?

Ezel Akay GencizBiz İçin Yazdı:

MAYIS 2012 • SAYI: 3

TARİHİMİZ MEZARI BELİRSİZ BİR ÖLÜDÜR

GENÇLİK OSMANLISINI KEŞFEDİYOR


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.