Kamu Emekçileri Bülteni 2016 Ekim Aralık

Page 1

MAYIS - HAZİRAN 2016

1

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

Kamu Emekçileri Bülteni İki Aylık Bülten * Sayı 57 * Ekim - Aralık

1

Darbe: Saray’ı teğet geçti emekçiyi vuruyor!

4

Silinmiş Yüzler Karşısında Devlet ya da “STATUS HOMİNİ LUPUS EST”

6

15 Temmuz’un Gösterdikleri

7

Bilim İtaatsiz Olana İhtiyaç Duyar...

8

Direnmeyi Seçmeyenler Teslimiyete Yürürler...

11

Saldırılara karşı Direniş Ruhunu Kuşanalım!

DARBE: Sarayı Teğet geçti, emekçiyi vuruyor! 12 Yasağa boyun eğmek, kıyımlara kapı aralamaktır! 14 Kamu Emekçileri Birliği Girişiminin Çağrısıdır...


2

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Darbe: Saray’ı Teğet geçti, emekçiyi vuruyor! 15 Temmuz’da ülkemiz kanlı bir darbe girişimi ile yüz yüze kaldı. Dünün ortakları arasında süregelen çıkar, rant ve iktidar dalaşının ürünü olarak gündeme gelen darbe girişimi, Saray ve Erdoğan şahsında temsilini bulan AKP iktidarını devirmeyi ve ülke yönetimine el koymayı amaçlıyordu. Düzinelerce cemaat ve tarikatın pay sahibi olduğu bir koalisyon partisi olarak varlığını sürdüren AKP’nin en büyük ortağı, gerek sermayesi ve gerekse de emperyalist devletlerle ilişkileri bakımından,

Gülen cemaati idi. Elinde tuttuğu medya organları, eğitim kurumları, dernek ve vakıflarıyla yaygın bir propaganda ağını AKP’nin emrine vermiş, var gücüyle AKP’nin iktidar olması için çalışmıştı. AKP’nin bir ‘yürütme organı’ olmayı aşıp, bir devlet gücü haline gelmesinde önemli bir desteği vardı bu cemaatin. Dahası AKP, ABD emperyalizminin ve TÜSİAD burjuvazisinin de desteğini arkasına almıştı. Cemaat-AKP ortaklığının sürdüğü dönemlerde “Kürt açılımı”, “Alevi açılımı”, “12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmesi” gibi başlıklarla AKP’nin toplumsal desteği de büyütülüyor, büyüyen destek sayesinde AKP hızla devletleşiyordu. Erdoğan, ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi(BOP)’nin eş başkanlığına yükselmiş ve bir dünya lideri olarak sunulur olmuştu. Fakat hiçbir şey beklendiği gibi gitmedi. ABD-AB emperyalizminin ve Türkiye de içinde bölge devletlerinin desteği ile palazlanan IŞİD çetesi eliyle sürdürülen Suriye politikası çöktü. Kısa sürede devrileceği düşünülen Esad

ayakta kalmayı başardı. IŞİD’in petrol bölgelerini ele geçirmesi ve kendi hesabına çalışır olması, hızla yayılan bu çetenin Kobanî’de yenilgi alması ve gerilemeye başlaması, Rusya’nın da sürece dâhil olması vb. ile işler sarpa sardı. Suriye politikasının çöküşü aynı zamanda Türkiye’nin bölgede hamilik beklentisinin de sonu demekti. “Sıfır sorun” söylemi de suya düşmüş, komşu devletlerle ilişkiler “sorun yumağına” dönmüştü. IŞİD’in Kobanî’ye yönelmesini “Kobanî düştü düşecek” diyerek sevinçle karşılayan AKP, ‘açılım’, ‘çözüm’ gibi aldatmacalarla destek aldığı Kürtlerin desteğini de kaybetmeye başlamış, IŞİD’in yenilgisi ile beklentiler suya düşmüştü. ‘Alevi açılımı’ adı altında, Gülen cemaatince beslenenlerin de içinde yer aldığı, devlet tarafından kurdurulan sahte Alevi örgütleri devreye sokulmuştu. ‘Demokratikleşme’ söyleminden ise başkanlık dayatması çıkmıştı.

Gerek dış ve gerekse de iç politikada yaşanan tıkanma ve çözümsüzlüğe, AKP-cemaat arasında iktidar ve rant çatışmasının eşlik ettiği, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonlarıyla gün yüzüne çıktı. Bu, AKP-cemaat arasındaki iplerin kopuşu anlamına geliyordu. Anlaşılan o ki, Erdoğan’ın ‘ne istediler de vermedik’ dediği Gülen cemaati, hissesini aşan taleplerde bulunuyordu. Öyle ki, daha düne kadar ‘hizmet hareketi’ diye övülen, bugün ise ‘40 yıllık sinsi örgüt’ olarak nitelendirilen Gülen cemaati, bu 40 yıllık dönemin en büyük gelişimini bizzat AKP döneminde yaşamış; Erdoğan ve AKP’si bu cemaate devletin tüm kurumlarına yerleşme olanakları sağlarken, onlar da karşılığında tüm sermaye ve medya gücünü AKP’nin devletleşmesine adamışlardı. 17-25 Aralık operasyonları, ülke tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerini; MİT tırlarının durdurulması ise Türkiye’nin Suriye’deki kirli ilişkilerini ve devletteki çeteleşmenin boyutlarını gözler önüne seriyordu. AKP bu sarsıcı darbeleri, karşı darbelerle bertaraf etti. Artık dünün dostları hasım olarak birbirlerini tasfiyeye yönelmişlerdi. Ordu içerisindeki cemaatçi yapılanmaya dönük geniş bir tasfiye operasyonu gündemdeydi. İşte darbe girişimi, bu iki güç arasındaki dalaşın ürünü olarak gündeme geldi. Darbecilere değil, emekçilere bedel ödetiliyor Cumhurbaşkanı Erdoğan darbe girişimini “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirmişti. Sanki böyle bir fırsat bekleniyormuşçasına, kanlı darbe girişiminin bastırılmasının hemen ardından OHAL ilan edildi, öve


EKİM - ARALIK 2016 öve bitiremedikleri ‘millet iradesi’ rafa kaldırılarak meclis bypass edildi, çok sayıda belediyeye kayyum atandı. Erdoğan ‘aldatıldık’ diyerek işin içinden sıyrılırken ve darbecilerin siyasi uzantıları bir yana bırakılırken on binlerce emekçi FETÖ’cü ilan edilerek işten atıldı. 11 bin eğitim emekçisi de ‘terör’ bahanesi ile açığa alındı, işçi grev ve direnişleri yasaklandı vb. Kısacası ‘demokrasi şöleni’nden her türlü demokratik ve anayasal hakkın rafa kaldırılması çıktı. AKP fırsat bu fırsat diyerek, işlediği tüm günahların faturasını da Gülen cemaatine kesmeyi ihmal etmedi. Rus uçağını FETÖ düşürmüş, Balyoz ve Ergenekon operasyonlarını onlar yapmış, Roboski katliamını onlar gerçekleştirmiş vb.

Şurası açık ki, AKP iktidarı darbecilerle kesin bir hesaplaşmayı gerçekleştiremez. Her şeyden önce bu, cemaatçi çete ile girdikleri kirli ve köklü ilişkilerin düzeyi nedeniyle böyledir. “At izini it izine karıştırma” politikası, tam da bu gerçeklik nedeniyle hayata geçirilmektedir. Kamu kurumları çevik kuvvet eşliğinde basılıp işi başındaki emekçiler kelepçelenerek gözaltına alınıyor. Daha düne kadar yasal olarak tanınan kurumlarla ilişkiye giren, Bank Asya’da hesabı olan, cemaatin eğitim kurumlarıyla ilişkisi olan emekçiler, FETÖ’cü denerek savunma hakkı dahi tanınmadan açığa alınıp işten atılıyor. Sendikaların geçmişte yaptıkları demokratik eylem ve etkinliklere katılmış olmaları nedeniyle on binlerce emekçinin ‘terörist’ denilerek işine son verileceği ilan ediliyor. Boşalan kadrolar ise ‘sıkı mülakat’ ile AKP’nin kadrolaşması biçiminde dolduruluyor. “45 günde bitirmeyi amaçlıyoruz” diyerek ilan ettikleri OHAL’in ise “bir yıl bile yetmeyebilir” denilerek süreklileştirilmesi amaçlanıyor. Kısacası tüm darbelerin bedelini ödeyen emekçiler, başarısız darbenin de bedelini ödüyor. Bu bedelin bir yanında on binlerce işçi ve emekçinin işinden ekmeğinden olması ve demokratiksosyal hakların ortadan kaldırılması varken, öte yanında da savaş politikalarının yarattığı kan ve can bedeli bulunuyor. İşimize ve iş güvencemize sahip çıkalım! AKP iktidarı, darbe girişimini kamu emekçilerinin iş güvencesini kaldırmaya dönük girişimlerine hız

3

vermenin de aracına dönüştürdü. Bir yandan herkes gibi darbe girişimini TV ekranlarından öğrenen on binlerce emekçi siyasi kararlarla işten atılırken, öte yandan da ‘terör’ demagojisi ile demokratik-sendikal eylemlere katılan muhalif emekçiler açığa alınıyor, soruşturmalara maruz kalıyor ve işten atılıyor. Böylece toplumsal algıya oynanarak ‘darbecilerle mücadele’ görüntüsü verilirken, iş güvencesini ortadan kaldırmanın da zemini döşeniyor. Sık sık ‘devlet memurunun güvencesinden’ dert yanan iktidar, 15 Temmuz sonrası “terörle ve FETÖ’yle mücadele” bahanesi ile iş güvencesini kaldırmaya hazırlanıyor. Üstelik iş güvencesinin olmadığı özel sektörde bile işten atmalar yargı denetimine tabi iken, kamuda gerçekleştirilecek işten atmaların yargı dışı bırakılması amaçlanıyor. Böylece tıpkı belediyelerde olduğu gibi siyasi iktidarların dilediğini işten atıp dilediğini işe alacağı bir kamu düzeni yaratılmak isteniyor. Sonrası ise kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, sözleşmeli çalışma, düşük ücret ve katmerli sömürü... İş güvencemize sahip çıkmak, hukuksuzca işten atılan emekçilere sahip çıkmakla mümkündür. İşimize sahip çıkmak ise işten atmalara direnişlerle yanıt vermekle... Kamu emekçileri işten atılan veya açığa alınan emekçileri “ihanetçi”, “FETÖ’cü”, “terörist” olarak damgalayan yandaş sendikalara da tutum almalı, kıyımlara ve iş güvencesinin kaldırılmasına birleşik mücadele ile yanıt vermelidir. Geleceğimize sahip çıkmanın yolu buradan geçmektedir. • Darbe ile ilişkisi olmayan, işten atılan ve açığa alınan emekçiler görevlerine iade edilsin! • Demokratik-sendikal eylemler dolayısı ile başlatılan disiplin soruşturmaları geri çekilsin! • OHAL kaldırılsın, söz, basın, örgütlenme, gösteri özgürlüğü sağlansın ve kamu emekçilerine grev hakkı tanınsın! • İş güvencesinin kaldırılmasına dönük çalışmalar durdurulsun!

Sosyalist Kamu Emekçileri


4

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Silinmiş Yüzler Karşısında Devlet ya da “STATUS HOMİNİ LUPUS EST”Ekim UMUTCAN Her felsefe disiplini, bir takım temel kavramlarla iş görür. Bu bağlamda siyaset felsefesi de bir takım temel kavramlarla iş görür. Bu kavramlardan biri, bu yazının da konusunu oluşturan “devlet” kavramıdır. “Devlet” günlük yaşamımızda çok sık kullandığımız halde, tanımlanması oldukça güç bir kavramdır. Öncelikle, devlet kavramının biri geniş diğeri dar olmak üzere iki anlamı vardır. Geniş anlamda “devlet” kavramından, “belli bir biçimde örgütlenmiş bir insan topluluğu” anlaşılır. Dar anlamda “devlet” kavramı ise, “bu insan topluluğunun yönetim örgütü”nü dile getirir. İşte 15 Temmuz, -yaklaşık 70’li yıllardan beri bu dar anlamda devletin önemli noktalarında mevzilenmesine izin verilmişdinci-faşist kliğin başarısız darbe girişimine karşı on dört yıldır iktidarda olan başka bir dinci-faşist kliğin gerçekleştirdiği başarılı karşı darbenin tarihidir. 15 Temmuz, devlet içinde elde ettiği mevzilerle yetinmek istemeyen dinci-faşist kliğin başarısız darbe girişimine karşı iktidardaki dincifaşist kliğin başarılı karşı darbeyle kendisi açısından bir fırsata dönüştürdüğü ve epey bir süredir devam edegelen topyekûn saldırılarını OHAL ve KHK’larla pervasızlaştırmasının zeminini oluşturduğu tarihtir. Sermaye devletinin temsilcisi iktidardaki dinci-faşist kliğin, kendisine karşı gerçekleştirilen başarısız darbe girişimini, kendisinin gerçekleştirdiği başarılı karşı darbeyle, fırsata dönüştürmede en büyük yardımcısı tüm kollarıyla ana akım medya kuruluşları ve yine bu kuruluşlar yardımıyla zihinleri dumura uğratılmış dolayısıyla da kendi aydınlanmalarını gerçekleştirememiş insan topluluklarıdır. XVIII. Yüzyıl Alman filozofu Immanuel Kant’ın “Aydınlanma nedir?” adlı bir makalesi vardır. Kant bu soruyu: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.”şeklinde yanıtlar. Kant devamında; “bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.” der ve daha sonra Aydınlanmanın parolası haline gelecek olan şu sözü söyler:“Sapare aude!” Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!

İşte 15 Temmuz,“aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insan”ların hiçleştirildiği ve araçsallaştırıldığı dolayısıyla da kişilerin insan olarak yok sayıldığı bu bağlamda da kişilerin kolayından harcanmasının tarihidir. Bu durumu, ünlü İngiliz yazar George Orwell “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanında kısaca şöyle özetler: Bu romanda “Romanın kahramanı, işkence görürken, işkenceciye ‘ağabey’ inin var olup olmadığını sorar. İşkenceci bunun ne demek olduğunu sorduğunda kurban ‘Tıpkı benim var olduğum gibi’ der. İşkencecinin yanıtı şu olur: ‘Sen yoksun!’” Okurun da bildiği üzere Orwell’ın romanındaki işkenceci, dar anlamda devleti temsil eder ve onun gözünde “sen yoksun!” İnsan teki olarak yani kişi olarak onun gözünde senin yüzün silinmiş. Ya da en iyi ihtimalle kendi çıkarları için seni araçsallaştırmış. Sen, onun için yani dar anlamda devlet için; kolayından harcanabilen, harcanabilecek olan sayılardan ibaretsin. 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes,” Leviathan” (Dev, Devlet) adlı eserinde “Homo homini lupus*” sözünü insanın “doğal hukuk” dönemi için söyler. Hem geniş anlamda hem de dar anlamda devletin, bu negatif durumdan kurtulmak için oluşturulduğunu ileri sürer. Dar anlamda devletin uygulamalarına baktığımızda, günümüz için yani “pozitif hukuk” dönemi için söylenebilecek tek şey; “Status homini lupus est**” İnsanın kurdu olan bu dar anlamda devletin saldırı tablosu karşısında ne yapılabilir? İlginçtir, İngiliz yazar George Orwell “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”adlı romanını 1984’ten yıllar önce yazmıştır. Bir başka ilginçlik de günümüz filozofu Ioanna KUÇURADİ’nin 1960’lı yıllarda yazdığı bir makaleden yapılan aşağıdaki alıntıdır: “Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de gerek toplumsal yaşamın geniş çerçevesi, gerekse günlük ilişkilerin dar çerçevesi içinde olup biten birçok olayların en dikkati çeken belirtisi, çatışan anlayışların, çarpışan iddiaların arasında kişilerin


EKİM - ARALIK 2016

harcanmasıdır. İnsanlığa hizmet ya da herhangi bir kuruma veya düşünceye hizmet adı altında veya hizmet etmek niyetiyle kişilere yapılan haksızlıklar karşısında bu haksızlıkları önemsemeyen veya önemsemeye korkan ya da en kötüsü, kendi çıkarları gerektirdiği için önemseyen insanların tutumu karşısında boğazı tıkanan, midesi bulanan kişi için tek çıkar yol kendisini bir örnek olarak öne sürüp insanca yaşamaktır. Böyle bir yaşam her yönden gelen tehlikeler ne olursa olsun insana yakışır yaşamaktır. Böyle bir yaşamanın temel koşulu, insanın daha doğrusu kişinin ana değer, kayıtsız şartsız ana değer olduğunu kavrayabilmek ve bunu gözden kaçırmadan davranmak, Don Kişotça da olsa bir şey yapmaktır.” Kişiyi ana değer olarak gören Sayın KUÇURADİ, yukarıdaki soruya kendi cephesinden filozofça anlamlı ve önemli bir yanıt vermiştir. Lakin tek başına felsefe dünyayı değiştirmez. Felsefe, yine onun deyimiyle ‘durumu’ doğru tespit etme işidir. Dünyayı değiştirme ise siyasal eylem işidir. Doğaldır ki, bu siyasal eylemin “amaç ve hedefi, sermaye devleti ve dinci-gerici iktidarın topyekûn saldırılarına karşı birleşik bir mücadele geliştirmek ve büyütmekse, devrimci güçlerin ve yığınların direncini arttırmak, sınıf ve kitlelere güç ve moral vermekse, kazanılmış hakları ve mevzileri korumak ve geliştirmekse, saldırılara karşı güçlü

5

bir set oluşturup, daha etkili çıkışlar yapmak ve en önemlisi de mücadeleyi düzenin icazet alanına hapsedip, devrimci birikimi çarçur eden reformizmin uğursuz çabalarını engellemekse –ki bu da çok ama çok yaşamsal bir görev ve sorumluluktur- bu ancak sınıf eksenli bir güç ve eylem birliği aracılığı ile olabilir.” Sözün özü ve özeti; insanın kurdu olan bu sermaye devletine karşı “yakıcı ve yaşamsal ihtiyaç, sınıf eksenli devrimci bir odak” yaratmaktır. *“İnsan insanın kurdudur.” **“Devlet insanın kurdudur.” Kaynakça: 1. Kurtuluş Dinçer,(Kısaca Felsefe, pharmakon yayınevi) 2. Immanuel Kant, (Aydınlanma Nedir? Makalesi) 3. George Orwell, (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı roman, Can yayınları) 4. Thomas Hobbes, (Leviathan adlı kitabı, Yapı Kredi yayınları) 5. Ioanna Kuçuradi, (Çağın Olayları Arasında adlı kitap, TFK yayınları) 6. Kızıl Bayrak (Haftalık Sosyalist Siyasal Gazete, Sayı 2016/35 23 Eylül 2016)


6

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

15 TEMMUZ’UN GÖSTERDİKLERİ 15 Temmuz sonrası yaşanan tutuklamalar ve göz altılarda ifadelere yansıyanlar, on yıllardır bizlerin anlatmaya çalıştığı bütün kirli çamaşırları ortaya serdi. Tüm resmi ve özel kurumlarda torpil, adam kayırma, benden olsun da ne olursa olsun anlayışının ne kadar yaygınlaştığını, kadrolaşmanın hat safhada olduğunu tüm toplum kesimleri görmüş oldu. Çalınan sorularla on yıllardır kamu emekçisi, asker ve polis gibi önemli devlet görevlerine yerleşerek nasıl da bürokraside, askeriyede ve emniyette hâkim olunacağını ve gerekirse darbe yapma girişiminde bulunulacağını görmüş olduk. AKP ve Cemaat, on yıl boyunca birlikte bunları yapmışlar. Aralarında pastadan daha fazla payı ben alacağım çatışması olmasaydı, bu yaşanılanların daha uzun yıllar boyunca yaşanacağını, toplumun dinsel duygularını kullanarak ve yollar yaparak üzerinin örtüleceğini görmüş olduk.

Darbe girişiminde bulunanların savunma tutanakları, açığa alınan ve ihraç edilen kamu emekçilerinin ifadeleri başka bazı gerçeklerin de ortaya saçılmasını sağladı. Cemaatin, genellikle en yoksul kesimlerinin en zeki çocuklarını yurtlarına yerleştirdiğini, okullarında eğitim verdiğini ve böylece ağına düşürdüğünü gördük. Yoksul kesimler, çocuklarının eğitim ve yurt ihtiyaçlarını parasal olarak karşılayamadıkları için, dinsel duygularının kullanılmasının da etkisiyle çocuklarını cemaate teslim etmişlerdir. Devlet katında cemaatlerin çok makbul olması, toplum katmanlarında cemaatlerin meşru olduğu inancını pekiştirip yaygınlaştırmıştır. Cemaate yakın olmanın iş bulmada kolaylık sağlaması gibi nedenler de bu teslimiyette etkili olmuştur. Zaten son on yıldır cemaatin yurtlarında kalmak, okullarında okumak, gazetesini okumak, televizyonunu izlemek hem bir zorunluluk hem de bir ayrıcalıktı. Toplumun yoksul kesimleri de çocuklarının bu ayrıcalıktan yararlanmasını istiyordu. Ama ne acıdır ki sonuç böyle olmadı. Darbe girişiminin ardından cemaatin en yetkili kişileri hala dışarıda ve işinin başında iken ve hatta milletvekilliği ve bakanlık yapıyorken, kamuda ve

özel okullarda çalışan on binlerce öğretmenin lisansı iptal edildi, bir o kadar kamu emekçisi de ihraç edildi ve hapse atıldı. Yukarda filler tepişirken gene olanlar çimenlere oldu.

Cemaat neden en yoksulların çocuklarına göz dikiyor ve kolayından ele geçiriyor? Burada karşımıza önemli bir gerçek çıkmaktadır. Devletin asli görevlerinden biri olmak zorunda olan eğitimin, her geçen gün paralı hale gelmesi ve buna bağlı olarak ulaşılabilir bir temel hak olmaktan çıkmasıdır. Yoksul kesimlerin, devletin kambur olarak gördüğü ve bunun için piyasaya açtığı eğitim ve sağlık hizmetleri en temel haklarıdır. Bu temel haklar karşılığında onların asgari ücretinden bile vergi kesilir. Eğer devlet, bu temel hizmetleri yerine getirmezse bugün bu cemaat, yarın başka bir cemaat veya herhangi bir gerici-faşist yapının çocuklarımızı ele geçireceği dönemleri göreceğiz. Bizler, bu yaşananlar karşısında kamusal ve parasız eğitimin temel bir hak olduğu şiarına daha fazla sahip çıkmalıyız ve bu şiar için mücadele etmeliyiz. Kuruluşundan itibaren kamusal ve parasız eğitimi savunan EğitimSen’i bu mücadelenin öznesi olmaya davet ediyor, kamusal ve parasız eğitimi savunan tüm kamu emekçilerini bu mücadeleye omuz vermeye çağırıyoruz. Bir Eğitim Emekçisi


EKİM - ARALIK 2016

7

BİLİM İTAATSİZ OLANA İHTİYAÇ DUYAR... Siyasal iktidarın her dönem hedefinde olan üniversiteler, bu süreçte de saldırıların hedefinde. Darbe süreci ile beraber gemi azıya alan AKP, üniversitelerde oluşturmaya çalıştığı tahakkümü geliştirmekte ve üniversite dinamiklerini alelacele çıkartmış olduğu KHK’larla işten atmak istemektedir. Amacı biat eden bir akademi yaratmaktır. Bildiğimiz gibi “Bu suça ortak olmayacağız!’’ başlıklı bildiri ile barış isteyen akademisyenlere karşı AKP ve dümenindeki burjuva basını, “karanlık”, “cahil” “terörü destekliyorlar” vb. söylemler geliştirerek, toplumda gözden düşürme ve terörist akademisyen algısı yaratmaya çalışmaktadır. Yaratılmak istenen bu algıya rağmen barış bildirisine imza atan akademisyenlere, gerek toplumsal gerekse de uluslararası ölçekte ciddi destek verilmiştir. Hükümet ve Erdoğan tarafından yürütülen kara propaganda, toplum nezdinde karşılık görmemiş, bu vesileyle yeni bir saldırı aracı olan soruşturma ve tutuklama terörü ile akademisyenler sindirilmek istenmiştir. Buna rağmen barış akademisyenleri, soruşturma ve tutuklama terörü karşısında çeşitli eylem ve etkinliklerle bildiriyi savunmaya devam etmişlerdir.

geçirilmek isteniyorlar. Yani daha önce zorunlu çalışma ile kadrolu istihdam mümkün iken, şimdi ise doktora eğitiminin bitiminden sonra rektörlüklere verilen yetki gereği kadro verilmeyebilecektir. Güvencesizlik uçurumunu kamu emekçilerine adeta yol olarak gösteren bu uygulamalara karşı ne yapmalıyız? AKP iktidarı, darbeyi fırsata çevirip daha önce yapamadığını, OHAL sürecinde uygulamaya koymuştur. Üniversitelerin içinde biriken öfkeyi baskı ve güvencesizlikle bertaraf etmeyi hedeflemektedir. Ülkede oluşan kriz ve kaos ortamını kendi yönetim modeline uygulamak için üniversitelerin bütün bileşenlerine açık bir saldırı yürütmektedir. Ancak üniversiteler, bu saldırılarla ilk defa karşılaşmıyor. Askeri darbeler, YÖK’ün kurulması, piyasacı yasalar vb. uygulamalara karşı sürekli özerk-demokratik üniversite şiarıyla ayakta kalmayı başarmış ve iktidarların korkularını büyütmüştür.

Bu şiarla üniversiteleri tahakküm altına almaya çalışan gerici ve neo-liberal uygulamalara karşı, içerden barış talebini yükselten akademisyenlere Üniversitelerde “Bu suça ortak olmayacağız!” dönük karalama ve yalnızlaştırma politikalarına karşı, iş bildirisiyle ayağa kalkan barış akademisyenleri, güvencesine göz dikilen araştırma görevlileri de kendi üniversitelerin diğer bölüklerini de yanında tutmayı talepleriyle karşılık vermelidir. başarmıştır. Bu örgütlülük, iktidarı öyle bir basınç altına aldı ki, yukarıda da bahsettiğimiz gibi daha Tüm bu saldırılara karşı, bu talepler ekseninde önce meclis gündemine dahi götürmeye cesaret toplumsal kamuoyuna yine ve yeniden çağrılar yapılmalı, edemeyeceği yasaları, KHK’lar eliyle geçirmiş oldu. Yani derslikler, amfiler ve kürsüler bu çabayla kullanılmalıdır. üniversitelerde özgür-özerk üniversite, demokrasi ve Kocaeli üniversitesinde amfileri “özgürlük”, “barış” ve barış talep eden akademisyenleri bir gecede işten attı, “Mutlaka geri döneceğiz!” şiarıyla mücadeleyi seçen soruşturma ve tutuklama terörü ile üniversitelerden akademisyenlerin yarattığı olumlu atmosferi kendi bağını kopartıp attı. üniversitelerimize taşıyalım. Unutmayalım ki savaşan her zaman kazanamayabilir. Ancak savaşmayan zaten İktidarın üniversitelerdeki diğer saldırısı ise son kaybetmiştir. dönemde kamuoyunda da çokça tartışılan Öğretim Elemanı Yetiştirme Programı (ÖYP) çerçevesinde Son söz yerine tarihteki bir örnekle yazıyı çalıştırılan araştırma görevlilerine oldu. Nedir bu sonlandıralım. ÖYP? Üniversitelerde lisansüstü eğitiminden doktora eğitimi bitimine kadar oluşturulmuş bir sistem. Avrupa halklarının faşizm çizmesi altında ezildiği Bu program ÖYP ile yerleştirilen akademisyenlerin bir dönemde Kilise yöneticisi olan ve Almanya’da üniversitelerinde kendi alanında eğitim imkânı yok ise, Protestan kilisesinin Nazilerle işbirliği yapmasına diğer üniversitelere yönlendirilerek yüksek lisans ve muhalefet ettiği için toplama kampına gönderilen doktorasını tamamlamasına imkân tanımaktadır. Ama Martin Niemöller, o dönem yaşananları, faşizmin daha önce 50/d ile çalıştırılma var iken nerden çıktı bu yolunu açan süreci şu sözlerle özetliyordu: “Önce ÖYP? 50/d sürecinde doktora eğitimini tamamlayan komünistleri götürdüler, sesimi çıkartmadım, çünkü herkes liyakat ilkesi ve 33/a maddesi gereğince kadroya komünist değildim. Sonra sosyalistleri götürdüler, alınıyordu. Son dönemde YÖK’ün başını ağrıtan bu 50/d sesimi çıkartmadım, çünkü sosyalist değildim. Sonra sorunu, ÖYP uygulaması ile bir nebze rafa kaldırıldı. sendikacıları götürdüler, sesimi çıkartmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri götürdüler, sesimi Öyle ki ÖYP ile çalıştırılan araştırma görevlileri çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Sonra Katolikleri kendi istekleri dışında herhangi bir üniversitede götürdüler, sesimi çıkarmadım, çünkü Katolik değildim. çalışmayı kabul etmek koşuluyla görevlendirildikleri Sonra beni götürmeye geldiler, benim için ses çıkartacak üniversitelerde çalışabiliyorlardı. Eğitimini kimse kalmamıştı.” tamamladıktan sonra kadro karşılığı çalıştırılabiliyorlardı. Darbe sonrası ise gerek YÖK gerekse de diğer bakanlıkların onayı ile hayata geçirilen 674 Sayılı KHK ile iş güvencesi tamamen ellerinden alınan ÖYP’li Bir Kamu Emekçisi araştırma görevlileri, YÖK kanunun 50/d maddesine


8

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

BES Merkez Temsilciler Kurulu toplandı ...

Direnmeyi seçmeyenler teslimiyete yürürler... BES Merkez Yönetim Kurulu (MYK), olağan koşullarda Eylül ayında toplanacak olan Merkez Temsilciler Kurulu’nu (MTK) 20-21 Ağustos’ta topladı. 15 Temmuz darbe girişimi ardından kitlesel kıyımlar ve kapsamlı saldırılar gündeme gelmişti ve iş güvencesinin de yeniden hedef haline getirildiği bir dönemde MTK’nın erken toplanması isabetli bir karar olabilirdi kuşkusuz. Ama MTK’dan yansıyanlar, bu erkene almanın, hiç de bu saldırılara nasıl göğüs gerileceği sorunsalı üzerinden şekillenmediğini gösterdi. Peki, “işten atmalara ve hak gasplarına karşı ne yapacağız?” sorusunu eksenine almayan MYK MTK’yı niye erken toplamıştı? Öyle ya, ‘olağanüstü koşullar’ nedeniyle toplantıyı erkene alanlardan bu olağanüstü koşullara yanıt üretme niyetini ortaya koymaları beklenirdi. Fakat öyle olmadı. MYK açısından sorun “işten atmalara ve saldırılara karşı tutum” sorunu değil, işten atılan ve açığa alınan üyelerin mali kayıplarının nasıl karşılanacağı sorunuydu. Niyetlendikleri bir başka şey ise serbest kılık kıyafet eylemini bitirme eğilimlerini açığa vurarak MTK’dan yetki almaktı.

Dayanışma(ma) fonu 9 BES üyesi 15 Temmuz öncesinde açılan soruşturmalar sonucunda işten atılmıştı. 15 Temmuz sonrasında ise BES’in 69 üyesi açığa alınmış, 1 üyesinin görevine son verilmiş ve 2 üyesi de tutuklanmıştı. Fakat BES MTK’nın gündeminde bu saldırılara karşı alınacak tutumun belirlenmesi yoktu. Tıpkı KESK’e bağlı diğer sendikalar gibi BES de 15 Temmuz’u önceleyen aylarda gerçekleşen işten atmalara karşı direnme yönünde bir tutum geliştirmemişti. Birkaç basın toplantısı dışında sendika bürokratlarının bütün meselesi işten atılanların maddi kayıplarının nasıl karşılanacağıydı. BES MYK’nın MTK’ya sunduğu önerge de bu mesele üzerineydi. Üstünkörü hazırlanmış ve bizzat destek verenler tarafından bir dizi eksiği ortaya konulan “Dayanışma Fonu” oluşturulmasına dönük önerge,

eksiklikleri dahi giderilmeden oylandı (bu haliyle uygulanıp uygulanamayacağı meçhul!). İşten atıldığında ve biraz destek bulduğunda direnme yolunu seçen işçilerin bilincini ve ruhunu taşımayanlar, herhangi bir direniş yapmayacaklarını düşündükleri için olsa gerek, fonun adında dahi “direniş” kavramını anmamayı tercih etmişler ve olası direnişlerin giderlerinin karşılanmasında fondan katkı sunulmasını dahi öngörmemişlerdi. Aslında böylece Hatice öğretmen örneğinde olduğu gibi, olur da BES MYK’sına rağmen direnişe geçen bir üye olursa, onun direnişinin giderlerinin (çadır, yol, çay vb.) fondan karşılanmamasını baştan garantilemiş oldular. BES MYK’sı ve onun tutumuna ortak olan gruplar (DEMEP, DSD, EH, SB), fon düzenlemesi ile “dayanışma” amacı taşıdıklarını iddia ediyorlar ve üyeleri ne kadar düşündüklerini güya böylece göstermiş oluyorlar. Sanki sendikanın ücret güvencesi sağlamak gibi bir yükümlülüğü varmış gibi bir de bunu ‘üyeye güvence’ olarak sunuyorlar. Mücadelenin vereceği güvencenin yerine, fonun vereceği güvenceyi ikame ederek, böylece direnmemeyi ve fondan gelecek maddi katkıya razı olmayı öğütlemiş oluyorlar. BES MYK’sı -ve onun önergesini kabul eden BES MTK’sı- geleceğine dönük kaygılar taşıyan ve ‘bize ne olacak’ diye soran emekçiye de böylece “merak etmeyin, fonumuz var” türünden bir cevap üretmiş oldular. Ama bu önerge özünde bir dayanışma değil dayanışmama önergesidir. Elbette ki, direnmeyenle dayanışma gösterilmesini doğru bulmuyoruz. Bunun nedenlerine ayrıca değineceğiz. Şimdilik bugüne kadar ki uygulamalar ve tüzük çerçevesinde, ‘dayanışma fonu’ önergesinin neyi amaçladığına bir göz atalım. BES bugüne kadar sendikal veya siyasal nedenlerle tutuklanan, açığa alınan veya işten atılan üyelerinin tüm maddi kayıplarını ödemiş (bu kuralı bazı üyelere dönük keyfi şekilde çiğnedikleri de olmuştur), hukuki süreçlerin olumlu sonuçlanması sonrasında ise bu üyelerden ödemelerini geri almıştır. MTK’nın “Dayanışma Fonu” ise ekonomik desteğin yalnızca işten atılanlarla sınırlanmasını öngörmekte, sendikal faaliyetleri nedeniyle işten atılanlara aylık maddi kayıplarının %50’sinin, sendikal faaliyet dışındaki olgular nedeniyle işten atılanlara ise aylık maddi kayıplarının %25’inin iç hukuk süreci


EKİM - ARALIK 2016

9

tamamlanıncaya kadar her ay düzenli olarak ödenmesini öngörmektedir. MYK’ya ise bu oranları artırıp azaltma yetkisi verilmektedir.

düzenlemenin bir yanında da iyice küçülen sendikada tümü de profesyonel olan sendika bürokratlarının kendi konumlarını koruma amacı yatmaktadır.

Tüm bu söylediklerimiz fonun bir dayanışma fonu mu yoksa dayanışmayı kısıtlama fonu mu olduğunu ortaya koyuyor. Birincisi, uygulamada bu kayıpların tamamını karşılayan sendika, bu fonla birlikte yalnızca işten atılanların kayıplarının yalnızca belli oranlarını karşılayarak hem dayanışmanın kapsamını daraltmış ve hem de dayanışma tutarını düşürmüş oluyor. İkincisi sendika tüzüğünün 57’inci maddesinde ‘sendika ilke ve amaçları doğrultusunda yürüttükleri faaliyetlerden’ diyerek geniş bir çerçeve çizilirken, fon önergesi siyasal ve sendikal faaliyetleri birbirinden ayırmaya yelteniyor ve böylece kendi ilke ve amaçlarını bir yana bırakıyor. Yani diyelim ki ABC operasyonu diyerek işten atılanların kayıplarının %25’i karşılanacak! Ya da tutuklu olsalar da açığa alınmış olanlara herhangi bir ödeme yapılmayacak!

Serbest kılık kıyafet eylemini bitirme niyeti

Burada başlı başına siyasal örgütlenme ve çalışmaya yönelik sinsi bir saldırı vardır. “Kamu emekçilerine siyaset hakkı” isteyen, emekçilerin her türlü siyasal örgütlenmesini meşru gören, ilke ve amaçlarında da bunlara yer veren bir sendikanın siyasal gerekçelerle ceza alanları cezalandırması söz konusudur. Nereden bakılırsa bakılsın, gerek tüzük ve gerekse de mevcut uygulamalar karşısında bu fon bir dayanışma değil, ayrıştırma ve dayanışmayı azaltma fonudur. Önergede fonun kaynakları, sendika gelirinin yüzde 5’i olarak sendika kasasından aktarılacak miktar ve üyelerden 20 TL olarak her ay gönüllü olarak alınacak bağışlar olarak sıralanıyor. Uygulamada ise tüm üyelere gidilmeyeceği, kadrolardan bağış isteneceği dile getirilmektedir. Buradaki hesaplamaya göre sendika kasasından 10-15 bin TL arasında bir aktarım söz konusu olacak. Yalnızca kadrolardan bağış isteneceği için de evdeki hesap çarşıya uyarsa –ki uymayabilir- en iyi ihtimalle 20 bin TL bağışlardan toplanacak. Sendika bürokratları böylece merkez kasayı korumaya alacak, fondaki kaynağın yetmemesi durumunda muhtemelen şubelerin avanslarından kesintiler yapacak, bu da yetmezse dağıtım oranları düşürülecek vb. Kısacası

İşten atmalar karşısında direnmeyi bir seçenek olarak görmeyen MYK’nın bir başka amacı da kılık kıyafet eylemini bitirmek. Genel Örgütlenme ve Eğitim Sekreteri eylemi bitirmeye karşı olduğunu ilan etse de, MYK’nın diğer üyelerinin bitirme niyetinde olduğu görülmüştür. Genel Kurul kararı olarak kabul edilen ve iki yıldır sürdürülen serbest kılık kıyafet eylemini MYK, eylemin yaygınlaşmadığı (ki MYK’nın böyle bir amacı hiç olmamış, eylemi yayma yönünde hiçbir çağrısı-bildirisi olmamıştır), çeşitli yerlerde baskıların arttığı ve yerel mahkemede davası kaybedilen disiplin cezaları bulunduğu gerekçe olarak gösterilmiştir. Henüz Danıştay safhası bitmemiş davaların maddi yükünü temel gerekçe yapan MYK, tıpkı işten atma saldırılarında geri vitese alması gibi, serbest kılık kıyafet eylemine dönük baskılara yönelik de ‘ricat’ taktiğini devreye sokmaya kalkmaktadır. Baskı ile karşılaşan üyeler önemli oranda eylemlerini savunurken, bu konuda da MYK’nın aklına eylemlerini savunmak gelmemektedir. Öyle ya, bunca sorun varken bununla mı uğraşacağız? (Duyan da BES’in sokaklardan çıkmadığını sanacak!) MYK çoğunluğu bu konuda MTK’dan eylemi uzatma veya bitirme yönünde yetki almıştır. Eğitim Sen ve KESK’e bağlı kimi sendikaların eylemlerini devam ettirdiği ve süresini uzattığı bir durumda, BES’in eylemini büyütmeye çalışmak yerine bitirmeye çalışması, üstelik eylemi ciddiyetle uygulayan şubelerde birçok kurumda serbest kıyafet meşrulaşmışken bunu yapmaya kalkması BES bürokratları açısından utanç vericidir. Dahası 2017 Ağustos’unda gerçekleşecek toplu sözleşmelere eylemsiz girmek, kılık kıyafet yönetmeliğinde yapılması muhtemel değişiklikleri Memur Sen’in kazanımları hanesine yazmak anlamına da gelecektir.

Direnişe ve direnene destek verilmelidir! Biz gerek MTK’da ve gerekse de bugüne kadar ki açıklamalarımızda maddi dayanışmanın direniş ve mücadeleye bağlanması gerektiğini vurguladık. MTK’da ise fon önergesinin geri çekilmesi, belli merkezlerde açığa alınan veya işten atılan arkadaşlarımızla direniş çadırları kurulması ve çeşitli eylemler yapılması, dayanışma kartları basılarak kısa vadeli ihtiyaçların çeşitli dayanışma kampanyaları üzerinden toplanan desteklerle sürdürülmesi gerektiğini dile getirdik. Genel kurulda ise sendika tüzüğünde bu yönde değişiklikler yapılmasını önerdik. Direnişe ve direnene destek verilmesi tutumu bugün için dünden çok daha yakıcıdır. Bu tutumda amaç işten atılan üyeyi cezalandırmak değil, direnmeyi meşru bir hak olarak kullanmayı geliştirmek ve büyütmektir. Sendika ve işten atılan emekçilerde direniş geleneği yaratılması her türlü tutumun ana ekseni olmalıdır. Bir direnişin kamu emekçileri mücadelesine katacağı şey, dayanışma fonuna para toplamaktan çok daha büyüktür ve böyle bir bakışla oluşturulacak dayanışma


10

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

fonunun da emekçiler gözünde tartışılmaz bir meşruiyeti olacaktır. Direniş yokken ve direnç gösterilmiyorken, işten atılanın öznesi olmadığı bir süreç yaşatıldığı bir durumda dayanışma toplamak emekçilerin gözünde de meşru bir yere oturmayacaktır. Dahası direnişi başa yazmayanlar, emekçilere dönük yaygın bir çalışmayı da örgütleyemez, emekçilerin desteğini de alamazlar. Bunu bildikleri için olsa gerek, tüm emekçilere bağış yapma çağrısı yapamayacaklarını görerek yalnızca kadrolardan dayanışma istemektedirler. Her türlü maddi destek işten atılan emekçinin sendikası ile birlikte vereceği mücadeleyle ilişkilendirilmeli, sendika açığa almalar ve işten atmalar karşısında direniş çadırları kurmayı mücadelesinin merkezine koymalı, her kim olursa olsun sendikanın mücadele çağrısına uymayan emekçinin para istemeye de yüzü olmamalıdır. Yarınki kitlesel kıyımların önüne geçmenin bugünden direniş geleneği yaratmaktan başka bir yolu yoktur.

“KESK ve bağlı sendikaların, öncelikle üyeleri açığa alınan veya işten atılan Eğitim Sen, SES ve BES’in yapması gereken işten atılmanın gerçekleştiği illerde işyerleri ve meydanlarda direniş çadırları kurmaktır. Bu direnişler üzerinden işten atma saldırıları kamu emekçilerinin gündemine sokulmalı, kamu emekçilerinin dayanışması örgütlenmelidir. Kamu emekçilerinin desteğini kazanmanın ve dayanışmayı büyütmenin tek gerçek yolu da budur. Sendikalar bunun yerine dava açıp dava sonuna kadar üyelerine maddi yardım yapmayı iş edinmiş durumdalar. Böylece sözde üyelerine sahip çıkmış oluyorlar. Ama bu saldırılar direnişlerle yanıtlanmaz ve göğüslenmezse yarın yüzlerce-binlerce kamu emekçisinin açığa alınması veya işten atılmasının önü açılmış olacak. Bu nedenledir ki, işten atılan her emekçi direnmeye çağırılmalı ve maddi yardım yalnızca direnen üyeye yapılmalıdır.”

Yukarıda ortaya koyduğumuz görüşlerimiz MTK’da da dile getirildi, sınırlı sayıda MTK üyesi de benzer tutumlar sergiledi. Ama MYK’nın ‘tutum belirleme’ ve 17 Şubat tarihinde yayınlanan Başbakanlık alınacak tutumu tüm örgüte mal etme diye bir sorunu Genelgesi sonrasında öncü kamu emekçilerine dönük yoktu. Onlar için sorun direniş gibi bir yük de almadan bir soruşturmalar, işten atmalar, gözaltı ve tutuklamalar şekilde mali yüklerden sıyrılacak çözümler aramaktı. gündeme gelmişti. O dönemde Kamu Emekçileri Bülteni’nin Mart ayı başlarında çıkan 55’inci Direnmeyi seçmeyenler, teslimiyete yürürler! sayısında “Başbakanlık Genelgesi: Kamu emekçileri Ve teslimiyete onay verenler de, bunu onaylatanlar kıskaca alınıyor!” başlıklı yazımızın sonunda “Kamu kadar emekçiler karşısında sorumludurlar. İşten atmalar emekçileri, öncü kamu emekçilerine yönelen saldırılar karşısında bir sendikanın göstereceği tek meşru göğüslenemediğinde mevcut kazanımlarını da tutum direnmektir. Bunun dışındaki ve mücadeleye koruyamayacaklarını görmelidir. Öncü kamu emekçileri odaklanmayan her yaklaşım kamu emekçilerindeki ve KESK ise bu türden saldırıların ancak geniş yığınlarla güvensizliği büyütür, kamu emekçilerinin mücadeleye bütünleşerek aşılabileceğini görmek durumundadır. hazırlanmasında olumlu bir katkı sunamaz. Bir direnişin Bu saldırıya karşı mücadele kamu emekçilerinin talep etkisi ve örgütleme gücü, alınan bir dizi karardan, dağıtılan ve çıkarları üzerinden yürütülecek bir mücadeleden binlerce bildiriden daha büyüktür. Ne var ki, BES ve işten bağımsız düşünülemez…” demiştik. Ne var ki ne KESK, atılan arkadaşlarımız, Hatice öğretmenin sınırlı destekle ne de bağlı sendikalar bu genelge sonrasında özellikle ve tek başına gösterdiği iradeyi gösterememişlerdir. de işten atma saldırılarını nasıl göğüsleyeceğine dönük bir tutum belirlediler. Benzer bir durum BES için de Büro emekçileri de bilmeli ki, direnmek yönünde geçerliydi. Sendika bürokratları işten atılan emekçileri gösterecekleri her iradenin gücü, sendika bürokratlarının direnişe çağırmak, bu direnişlere öncülük etmek devlet bürokrasisi ile yaptığı görüşmelerden kat be kat yerine, işten atılan veya tutuklanan emekçilerin maddi büyüktür. BES’in her geçen gün küçülmesinin önüne kayıplarının nasıl karşılanacağına yoğunlaşmışlardı. geçebilecek ve bizi büyütecek tek tutum da fiili meşru Saldırıların boyutlandığı bir dönemde daha Nisan ayında mücadele tutumudur. BES üyesi emekçileri, işten atılan Sosyalist Kamu Emekçileri olarak bir çağrı yaptık. “Kamu BES üyelerini ve BES’in fedakâr kadrolarını, Hatice emekçileri işten atma saldırılarını direnişle yanıtlamalı” öğretmenin iradesini kuşanmaya çağırıyoruz. Özellikle başlıklı çağrımızda sendikaların tutumsuzluğuna dikkat işten atılan arkadaşlarımızı, BES’in tutumsuzluğuna ve çekilerek “Sendika bürokratları bilsin ki ne işten atma her şeyi ‘maddi destek’ ekseninde ele almasına karşı saldırıları, ne de kazanılmış haklara dönük saldırılar tutum almaya, direniş yolunu seçmeye çağırıyoruz. böyle püskürtülebilir. İşten atma karşısında bile ciddi bir direnç ortaya koyamıyorsanız, kamu emekçilerine güven de veremez, saldırı yasalarına karşı mücadeleyi de Sosyalist Kamu Emekçileri 22.08.2016 yürütemezsiniz” deniliyordu. Dayanışma sorununu henüz gündemine alabilen sendika bürokratlarına, bu sorunun doğru çözümü de ortaya konularak şunlar söyleniyordu:

Sonuç yerine

Direnmeyi seçmeyenler, teslimiyete yürürler! Ve teslimiyete onay verenler de, bunu onaylatanlar kadar emekçiler karşısında sorumludurlar.


EKİM - ARALIK 2016

11

SALDIRILARA KARŞI DİRENİŞ RUHUNU KUŞANALIM... AKP, “Allah’ın bir lütfu” olarak gördüğü darbe girişimini fırsata çevirmiş durumdadır. 15 Temmuz’dan hemen sonra 21 bin öğretmenin lisansı iptal edildi. 29 bine yakın öğretmen ihraç edildi. 11.300 eğitim emekçisi açığa alındı. Toplamda 100 bine yakın kamu emekçisi, açığa alma, işten atma, lisans iptal etme vb. gibi saldırılara maruz kaldı. OHAL’in ilan edilmesiyle tüm toplumsal kesimler zapturapt altına alınmaya çalışılırken kamu emekçilerine dönük saldırılar da hız kesmeyerek devam ediyor ve devam edeceği en yetkili ağızlardan dillendiriliyor. Saldırılar karşısında emekçilerin haklarını korumak için var olan sendikaların tutumu ise içler acısı durumdadır. Memur-Sen ve Kamu-Sen işten atılan üyelerine sahip çıkmadığı gibi şüphe ettiği kamu emekçilerini şikâyet ederek ne kadar işbirlikçi olduklarını bir kez daha tescillemişlerdir. Böylece de adlarında var olan sendika kelimesini bile hak etmediklerini bir kez daha göstermişlerdir. Saldırılar karşısında emekçilere sahip çıkacağını ilan eden KESK ve bağlı sendikalar ise bir kez daha kamu emekçilerinin hepsini kucaklayan bir sendika olabileceklerini göstermiştir. Ancak söylemde kamu emekçilerine sahip çıkacağını söyleyen KESK, açığa alınan 11.300 öğretmenin 9. 500’ünün Eğitim-Sen’li olmasına rağmen henüz bir eylem planı bile ortaya koymamıştır. Koyduğu eylem takvimleri ise uzun soluklu bir mücadele programı değil günü kurtarmaya dönük planlamalardır. KESK, süreci doğru örer, gerçekten dediği gibi yapar, saldırılara karşı tüm kamu emekçilerine sahip çıkarsa tekrar doksanlı yıllardaki gibi kamu emekçilerinin sendikal mücadeledeki odağı haline gelebilir. Bu süreçte sadece esip gürlemekle yetinir bir kaç eylem ve etkinlikle süreci geçiştirirse, saldırılara göğüs geremezse kendi varlık nedenini ortadan kaldırmış olur. KESK ve bağlı sendikalar, saldırı ve kıyımlara

karşı tutumu varlık yokluk mücadelesi olarak görmeli ve süreci bu temelde ele almalıdır. KESK ve bağlı sendikalar bir yol kavşağındadır; izlediği politika ve pratikle, ya kendi eliyle kapısına kilit vuracaktır ya da milyonlarca kamu emekçisinin umudu olup onları kucaklama şansı yakalayacaktır. Her şey KESK’in ve ona hâkim anlayışların kendi ellerindedir. Şimdi iş güvencesi dâhil kamu emekçilerine karşı girişilen topyekûn saldırıya karşı; oyalamacı, beklemeci, kendiliğindenci davranarak mı, meclis koridorlarında diplomasi yaparak mı, muhalefet partilerine yedeklenerek mi, hukuki mücadeleyi temel mücadele olarak görüp kamu emekçilerini AHİM’e mahkûm ederek mi, günü kurtarmaya dönük eylem ve etkinlikler gerçekleştirerek mi, kamu emekçilerinin sendikal mücadele odağı olacağız? Yoksa tüm bu saldırılara karşı; uzun soluklu bir program etrafında, fiili-meşru mücadele anlayışıyla, kazanana kadar mücadele etmeyi ve direnişi örgütleyerek mi kamu emekçisini kucaklayacağız? Aslında bu, iki dünya görüşünün çatışmasıdır. Birincisi, teslimiyeti, yılgınlığı ve pasifizmi kamu emekçisine dayatırken; ikincisi sınıf mücadelesini kendine rehber alarak direniş iradesini açığa çıkarmak ve direnişe geçmektir. Tam da şimdi direniş ruhunu kuşanma zamanıdır. Tam da şimdi “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!” sloganını ete kemiğe büründürme zamanıdır. Tam da şimdi var olduğumuz alanlarda direnişi örme ve örgütleme zamanıdır. Tam da şimdi kamu emekçilerinin mücadele azmini ve iradesini açığa çıkarma zamanıdır. Tam da şimdi direnişe geçme, direniş ateşini yakma zamanıdır.

Bir Eğitim Emekçisi


12

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Yasağa boyun eğmek, kıyımlara kapı aralamaktır! KESK ve ona yön veren reformist sol anlayışlar, direnmek yerine boyun eğmeyi tercih etmişlerdir. Böylece yakın zamanda binlercesi işten atılacak olan eğitim emekçilerinin kıyımına ve sonrasında dalga dalga gerçekleştirilecek olan yeni açığa almalara ve kıyımlara kapı aralamışlardır. vurulmuştur. KESK ve ona yön veren reformist sol anlayışlar, direnmek yerine boyun eğmeyi tercih etmişlerdir. Böylece yakın zamanda binlercesi işten atılacak olan eğitim emekçilerinin kıyımına ve sonrasında dalga dalga gerçekleştirilecek olan yeni açığa almalara ve kıyımlara kapı aralamışlardır. Her şeye rağmen direnmek isteyen emekçinin de direncini kıracak bir tutum geliştirerek, kıyımlara uğrayacak emekçilerin direnme eğilimini de kırmaya hizmet etmişlerdir. Şurası açık ki, valiliğin yasak kararı emekçinin direncini KESK’in ve bağlı sendikaların bu yasağa boyun eğmesi kadar kıramaz. Aksine KESK’in 15 Ekim’de Ankara’da gerçekleştireceği yasaklar karşısında fiili-meşru “İşimiz ve geleceğimiz için direniyoruz” mitingi mücadele geleneğine sahip çıkmak, emekçilerde Ankara Valiliğince “güvenlik” gerekçesi ile yasaklandı. mücadele eğilimini büyütür ve güven kazandırır. Tüm Biz bu yasaklara elbette şaşırmıyoruz. Fakat bizi bir mücadele tarihimiz, bunun kanıtlarıyla doludur. yalnızca Ankara Valiliği değil, sendika bürokratları da şaşırtmadı. KESK ve sendika bürokratları yasağa boyun Kamu emekçileri, kardeşler; eğerek mitingi iptal etti. Buna göre 12 Ekim’de İstanbul, İzmir ve Van’dan yola çıkan yürüyüş kolları Ankara’ya Sendika bürokratları ve reformist siyasal gidecek, diğer illerden katılımlar yapılmayacak. 15 çizgi, her zaman sınıflar mücadelesinin en büyük Ekim’de tüm illerde basın açıklamaları ile yasak engelleridirler. Bu engeli aşmak ise zihinlerimizi kınanacak! kuşatan reformist zehri kusmakla, fiili-meşru mücadele geleneğine sahip çıkmakla mümkün. İşte Miting yasağını “Baskılar ve yasaklar bizi bunu başarmak için birliğimizi kurmalı, birliğimizin yıldıramaz” şiarı ile duyuran KESK, yapmış olduğu gücüyle hem sermaye düzeninin saldırılarına ve hem değerlendirme sonucunda mitingi iptal ederek yasağa de sendika bürokratlarının icazetçi tutumlarına bayrak boyun eğdi. Şubat ayında yayınlanan Başbakanlık açmalıyız. Genelgesi sonrasında gerçekleşen işten atmalar karşısında tek bir direniş çadırı kurmayan, 15 Temmuz Kıyımlara karşı işyerleri, kent meydanları, ilçe sonrası yaşanan kıyımlar karşısında da mevzi direnişler ve mahallelerde, kısacası olanaklı her yerde direniş yaratmak yerine diplomasi, hukuk ve dayanışma çadırları kurmak bugün önümüzde duran en acil fonu çalışmaları ile emekçileri oyalayan, Şubat’tan görevdir. Bu görev ise başta işten atılan ve açığa alınan bugüne kıyımlar karşısında yapılan direniş çağrılarına emekçiler olmak üzere, tüm kamu emekçilerinin kulak tıkayan KESK ve bağlı sendikaların bürokratları, omuzlarındadır. bu kararları ile fiili meşru mücadele geleneğinden geriye bir şey bırakmadıklarını da ortaya koymuş KESK bürokratları bilmelidir ki, kamu oldular. Daha ilk günden işten atılan ve açığa alınan emekçilerine yönelen saldırıların hayat bulmasında, emekçilere direniş çağrısı yapması ve direniş çadırları sermaye iktidarı ve onun kamu emekçileri içerisindeki kurarak mücadeleye giriş yapması gereken KESK ve uzantıları olan gerici sendikalar kadar sizler de bağlı sendikalar, zamanı boşa harcamış ve alışılagelen sorumlusunuz! AKP iktidarına, sermaye düzenine protestocu eylem biçimlerini hayata geçirmiştir. hesap soracak olan emekçiler, icazetin, boyun Kıyımlara yaygın direnişlerle yanıt vermeyen KESK, eğmenin hesabını da sizlerden elbet soracaklardır. böylece kamu emekçilerinin güvensizliğini de Önümüzde iki seçenek var: ya direneceğiz, ya teslim büyütmüş, işten atılan ve açığa alınan emekçilerde olacağız! Bunun dışında bir başka tercih ve direnmek de özgüven kaybına neden olmuştur. Yasağa boyun dışında bir başka yol yok. eğerek ise kamu emekçilerine yasağın vuracağı darbeden daha büyüğü bizzat bu bürokratlar eliyle Kamu Çalışanları Birliği Girişimi


EKİM - ARALIK 2016

13

Mücadele edenler her zaman kazanamaz ama kazananlar hep mücadele edenlerdir...

Tunceli Üniversitesi Rektörü’nün 15 Temmuz darbe girişimi ve OHAL kararı sonrası Cemaat soruşturmasını fırsatçılığa çevirmesine tepki gösteren Doç. Dr. Candan Badem yaptığı basın açıklamasında “Marksist birini FETÖ örgütüne dahil etmeleri akıl tutulmasıdır” dedi

Dersim’de açığa alınan eğitim emekçilerinden göreve iade edilmeyen 85 eğitim emekçisi için yapılan oturma eylemine yüzlerce kişi katıldı. Eylemde konuşan KESK/Eğitim Sen Dersim Şube Başkanı Süleyman Güler; “85 eğitim emekçisi arkadaşımızın keyfi ve hukuksuz bir şekilde açığa alınması kabul edilemez” dedi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 11 bin 285 öğretmeni açığa almasını protesto için Diyarbakır İl Milli Eğitim önünde basın açıklaması yapan Eğitim-Sen’lilere polis gazlı müdahalede bulundu. 40’ı aşkın öğretmen gözaltına alındı.

Eğitim-Sen Hatay Şubesinin çağrısıyla Antakya’da, Antakya Künefeciler Meydanı’nda ve Samandağ Abdullah Cömert Meydanı’nda öğretmenler, öğrenciler ve veliler “Ekmeğime Öğretmenime dokunma” şiarıyla eylem gerçekleştirildi.

KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA... YA HEP BERABER, YA HİÇBİRİMİZ...


14

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Kamu Çalışanları Birliği Girişimi’nin Çağrısıdır

KİTLESEL KIYIMLARA VE İŞ GÜVENCESİNİN GASPINA KARŞI TEK YOL: DİRENMEK

15 Temmuz darbe girişiminin dümenine geçen AKP iktidarı, temsil ettikleri sermaye düzeninin hukukunu dahi ayaklar altına alarak işçi ve emekçilerin kazanımlarına dönük saldırılarını büyütüyor. Bir yandan ülkeyi içeride ve dışarıda savaşın ve kanlı boğazlaşmaların içine sürükleyen AKP, öte yandan da OHAL yetkilerini de aşarak ‘FETÖ’, ‘terör’ gibi bahanelerle darbe girişimi ile hiçbir ilgisi olmayan on binlerce emekçiyi kapı önüne koyuyor ve kamu emekçilerinin iş güvencesini ortadan kaldırmanın zeminini döşüyor.

AKP-MHP ortaklığı kamu alanında Memur SenKamu Sen ortaklığı olarak yansımaktadır. Bu iki gerici konfederasyon KHK ile işten atılan binlerce üyeleri olmasına karşın, AKP iktidarının hukuksuz kıyımlarına ‘darbe karşıtlığı’ görüntüsü altında destek vermekte ‘kurunun yanında yaş da yanmasın’ gibi sözlerle sanki istisnai bir durum varmış gibi göstererek darbe girişimi ile doğrudan bir bağı olmayan binlerce emekçiyi ‘darbeci’ olarak sunmaktadırlar. Düzenin kolluk güçleri bir yana, kamu hizmeti sunan öğretmenin, büro ve sağlık emekçisinin ‘darbe’ ile nasıl bir ilişkisinin olabileceğini dahi sorgulamayan, dahası açığa alınan veya işten atılan emekçinin hangi somut suçlarla itham edildiğini bile bilmediği bir ‘toptancı’ yaklaşıma ve emekçilere hiçbir savunma hakkı tanınmamasına itirazı dahi olmayan bu gerici s e n d i k a l a r, AKP iktidarının emekçi düşmanı u yg u l a m a l a r ı n ı ‘vatan, millet, S a k a r y a ’ edebiyatı ile perdeleme rolünü oynamaktadırlar. Bu iki gerici ko n fe d e ra sy o n ‘terör’ edebiyatı ile gerçekleştirilen kıyımlara ise tam destek vermekte, ilerici kamu emekçilerinin tasfiyesine dönük saldırıları

AKP iktidarı on binlerce emekçiyi, dünkü ortakları durumundaki Gülen cemaatinin bankalarına para yatırmış olmaları, okullarında çalışmaları veya bu okullarda okumuş olmaları, atama ve görevde yükselmelerde Gülen cemaatine yakın kişilerden r e f e r a n s almış olmaları gibi verilere dayanarak KHK ile sorgusuzsualsiz işten a t m ı ş t ı r. S e r m a y e düzeninin anayasasının tanıdığı savunma hakkını dahi ortadan kaldıran AKP iktidarı, emekçilerin ilişkili oldukları kurumlar yasal k u r u m l a r olmasına karşın, bu kurumlarla ilişki kurmayı ‘suç’ onaylamaktadırlar. Dahası bu konfederasyonlar olarak nitelendirerek darbe girişimi ile somut bağları ve onlara bağlı sendikalar, kamu emekçilerinin olup olmadığına bakmaksızın siyasi kararlarla kitlesel fişlenmesinde de bizzat rol oynamaktadırlar. kıyımlar gerçekleştirmiştir. İlerici-muhalif kamu emekçilerine dönük FETÖ gerekçesinin hemen ardından ise ‘terör’ saldırılar darbe girişiminin çok öncesinde edebiyatına sarılan AKP iktidarı, Şubat ayı başlarında başlamasına karşın KESK ve bağlı sendikalar, bu yayınladığı Başbakanlık Genelgesi ile ilerici kamu saldırılara karşı yalnızca açıklama yapmakla yetinmiş, emekçilerine dönük başlatmış olduğu saldırıları da işten atılan emekçilerin meşru direnişi ekseninde yeni bir boyuta taşımıştır. Başbakan Binali Yıldırım’ın bir mücadele örmek yerine çözümü düzen yargısına yaptığı açıklamanın hemen ardından 11.285 eğitim havale ederek bugünlere gelinmiştir. 15 Temmuz emekçisi açığa alınmış, saldırıların eğitim işkolu ile darbe girişimi bahanesi ile on binlerce emekçi açığa sınırlı olmayacağı ilan edilerek, ‘terör’ bahanesi alınıp işten atılırken de aynı tutum sürdürülmüş, ile açığa alma ve işten atmaların tüm işkollarında meşru direnişlerin örgütlenmesi yönünde bir tutum sürdürüleceği ilan edilmiştir. geliştirilmemesi, en nihayetinde KESK’e dönük kitlesel kıyımların da yolunu düzleyen bir rol oynamıştır. 15 Emekçilerin meşru direnişini örmek KESK’in Temmuz öncesi Şubat ayından itibaren işten atılan ve ilerici kamu emekçilerinin omuzlarındadır ilerici emekçiler üzerinden direniş çadırları kurmak


EKİM - ARALIK 2016

yoluna gidilseydi, gerek FETÖ gerekçesi ile gerekse de ‘terör’ bahanesi ile işten atılan veya açığa alınan on binlerce emekçinin mücadele mevzilerinde buluşması olanaklı olabilecek, saldırılar karşısında topyekûn bir mücadelenin örülmesinde önemli bir eşik atlanmış olacaktı. Ne var ki, KESK ve bağlı sendikalar, daha ilk aylardan bu yönde yapılan çağrılara kulak tıkamışlar, sorunu işten atılan veya açığa alınan emekçi ile maddi dayanışmaya indirgemişler ve emekçilerin kaderini düzen yargısına havale etmişlerdir. Bugün de ilerici emekçilere dönük kitlesel açığa almalar karşısında da aynı tutum sürdürülmekte, basın açıklamaları ile yetinen, AKP iktidarının siyasal aracı haline gelen düzen yargısını ve hukuksal mücadeleyi eksen alan bir tutum geliştirilmektedir. Bu tutumun sonu hüsrandır. Eğer açığa alınan ve işten atılan emekçilerin meşru direnişleri örgütlenmezse, kamu emekçilerini iş güvencesine dönük saldırılara karşı harekete geçirmek de olanaklı olmayacak, yeni işten atmaların ve iş güvencesinin kaldırılmasının önü alınamayacaktır. Bugün KESK’in, bağlı sendikaların ve ilerici emekçilerin yapması gereken metropol iller başta olmak üzere saldırıların yoğunlaştığı illerde direniş çadırları kurmak, bu direnişlerle iş güvencesi arasında bağ kurularak kamu emekçilerinin desteğini örgütlemek olmalıdır. Kamu emekçileri cephesinden geliştirilecek bu direnişler, AKP darbesine karşı işçi ve emekçilerin sesini yükseltmesi için gerekli zemini de hazırlayacak, köleliğe mahkûm edilen diğer işçi ve emekçi katmanların ayağa kalkmalarında da önemli bir rol oynayacaktır. 15-16-17 Eylül tarihlerinde KESK Danışma Meclisi ve Genel Meclisi toplantıları gerçekleştirilecektir. KESK bu toplantılarda işten atılan veya açığa alınan emekçilerin meşru direnişini örgütlemeyi, metropollerden başlamak üzere saldırıların yoğunlaştığı illerde direniş çadırları kurmayı ve bu direnişleri, başta kamu emekçileri olmak üzere işçi ve emekçilerin gündemine taşımayı önüne koymalıdır. KESK ve bağlı sendikalar bir an önce bir hukuk bürosu gibi çalışmaktan vazgeçmeli, bir mücadele örgütü olarak öne çıkmalı ve hukuk mücadelesini fiili mücadele eksenine oturtan bir

15

bakış açısı ile on binlerce emekçinin meşru direnişini örgütlemek için yola koyulmalıdır. İlerici-öncü kamu emekçileri de, sendika bürokratlarının oyalayıcı, havaleci ve bahaneci tutumlarını aşarak, fiili direnişe adım atmalı ve şubelerinden başlamak üzere meşru direnişi örgütleyen bir tutum geliştirmelidirler. Bilmeliyiz ki, kitlesel kıyımların ve iş güvencesine dönük saldırıların önüne geçmenin, direniş mevzileri yaratmaktan başka bir yolu yoktur. Başta işten atılan ve açığa alınanlar olmak üzere, kıyımlar karşısında direniş mevzilerini yaratmak ve sendikaları da bu çizgiye çekmek sorumluluğu tüm öncü-ilerici kamu emekçilerinin omuzlarındadır.

KAMU ÇALIŞANLARI BİRLİĞİ GİRİŞİMİ 13 Eylül 2016


16

KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

e-mail: kamuemekcileri@yahoo.com facebook: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için: http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 57 * Fiyatı: 25 Kr * EKİM 2016 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.:.Ersin.Özdemir * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, iki ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.