si_11

Page 1

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ YAYIN ORGANIDIR ŞUBAT 1985 SAYI: 11

REKABET VE REZALET

Ocak ayında patlayan ve ortalığı kasıp kavuran rüşvet skandalı kapitalist devletin yapısı ve işlevi üzerine çok önemli dersler verdi. Sosyalistler her fırsatta bıkmadan usanmadan kapitalist devletin burjuva sınıfının diktatörlüğünün aracı olduğunu, burjuva sınıfının ekonomik işlerimde düzene koyduğunu ve zaman zaman doğrudan yönettiğini söylerler. Bunun neden böyle olduğunu açıklamak için ise koskoca bir devlet teorisi alanı gelişmiştir. Fakat sorun çoğu zaman neden aşamasına gelmeden nasıl aşamasında tıkanır. Devletin karakterini açığa çıkaran, nasıl faaliyet gösterdiğine ilişkin gerçekler burjuva ideolojisinin kalın pelerini altında görünmez olurlar. Her şeye rağmen bazen, geçen ay olduğu gibi, gelişen olaylarda ise pelerin yırtılır ve gerçekler bütün çıplaklığı ile ortaya dökülür. Geçen ay iki deniz taşımacılık şirketi, Cerrahoğlu ve Uğur Mengenecioğlu arasındaki rekabet devletin kademelerinde yankılandı. Bunda bir tuhaflık yoktu ve eğer bu iki tekel arasındaki çelişkinin şiddeti bürokrasi kademelerini alt üst etmeseydi bundan hiçbirimizin haberi bile olmayacaktı. Türkiye’ye İran’dan petrol taşınacaktı ve bu iş devlet eliyle bir özel şirkete verilecekti. Aslında son bir iki yıldır bu iş esas olarak Mengenecioğlu şirketi tarafından yapılıyordu. Fakat ne olmuşsa olmuş bu sefer Cerrahoğlu taşıma için lazım olan iki gemiden birinin işini almış Mengenecioğlu’nu devre dışı bırakmıştı. Anlaşılan odur ki hem Cerrahoğlu daha pahalıya taşıyacaktı hem de böyle büyük kontratlar ihaleye filan çıkarılmadan el altından ilgili Bakanın iradesiyle şu veya bu şirkete veriliyordu. Bir imza ile milyonlarca dolar kazanan bu şirketlerin de imzayı atan Bakan’a şükranlarını sadece kuru bir teşekkür ile bildirmekle yetinmeleri beklenemezdi. Aslında 12 Eylül’den sonra tüm demokratik ve rekabetçi mekanizmalar bir kenara atılmış ve devlet bir avuç tekelcinin eline geçmişti. O gün bu gün astronomik rüşvet söylentileri ortalığı kaplamıştı. Söz konusu olayda da Mengenecioğlu şirketi

Beçet TOPRAK diğer ikinci işi almak için harekete geçtiğinde ilgili Bakan’a, Özdağlar’a, 25 milyon TL vermeyi kabul etmişti. İşin dört milyon dolar bırakacağı düşünülürse bu; neredeyse % 5 komisyon miktarına denk düşüyordu. Fakat olay bu kadar basit değildi. Hem iki tekel arasındaki rekabetin boyutları çok büyüktü ve bir devlet görevlisi yüzünden tekellerden biri açıkça kazık yediğini unutup olaya sünger çekemezdi, ikincisi ANAP’da çekişen MSP ve MHP kadrolarının bu işte parmağı vardı, Özdağlar tescilli bir MSP’li idi. Mengenecioğlu ise karışık bir hayat ve iş hikayesine sahipti. Daha 12 Eylül öncesine kadar adı bile bilinmezken bugün tüm Türkiye deniz taşımacılığının yaklaşık % 80’ini yapıyordu. Kısa zamanda büyümesini ise devlet kredilerine ve ihaleye çıkarılmadan el altından dağıtılan kontratlara borçluydu. Deniz kuvvetleri kademelerinde ve hatta doğrudan ucu Cunta’ya kadar uzanan ilişkileri de vardı Mengenecioğlu’nun. Tankerlerinin isimleri ise ırkçı Türk efsanelerinden kaynaklanan, faşistler arasında çok tutulan kahramanlardan geliyordu. Açıkçası bir MHP kokusu almak işten bile değildi. Nitekim Uğur Mengenecioğlu olaya müdahalesini MDP başkanı Sunalp aracılığı ile yapmaya başlarken diğer taraftan Hükümet düzeyinde de harekete geçiyordu. Bundan sonraki gelişmelerin nasıl seyrettiğini gazete manşetlerinden hep beraber izledik. James Bond romanlarına parmak ısırttıracak olaylar oldu. Başbakan bu su istimal ihbarını ilgili yasal makamlara yansıtmadı. Böylece mahkemelerden bilgi saklayarak suç işledi. Kendi yasalarını çiğnedi. Bunun sebebi kol kırılır yen içinde kalır zihniyeti idi. Böylece Özal’ın baş danışmanı Kahveci harekete geçti ve iddiaya göre Özdağlar rüşvet alırken geçen görüşmeler teybe alındı. Ne gariptir ki bu arada bu rüşvet konuşulurken odada alandan ve verenden ayrıca bir sekreter,

bir başka görevli ve misafir bir milletvekili olmasını pek kimse yadırgamadı. Ya bu işler o kadar yaygındı ki, artık açıkça ortalıkta oluyordu, ya da Özdağlar fena halde tuzağa düşürülmüştü. Her iki halde de yorum ne olursa olsun rüşvetin bugün devlet kademelerinde iş yaptırmanın normal bir yolu olduğu anlaşılıyor. Bundan sonra Bakan’ın istifa etmesi kalp krizi geçirmesi, hayat hikayesi ve benzeri bizi ilgilendirmiyor. Ne derler, su testisi suyolunda kırılır. Ama üzerinde durulması gereken bir başka nokta daha var. Özdağlar hastalık bahanesiyle istifa etmişti. Sonra ne olduysa oldu birden bire Özal fikrini değiştirdi, rüşvet iddialarım Özdağlar’ın kendisine bile söylemeden kamuoyuna açıkladı. Gazetelerin üstü kapalı yazdıklarına göre Cunta’dan birisi Özal’a doğrudan baskı yapmıştı. ANAP hükümetinin icraatı birçok başka şeyin yanı sıra karıştığı skandalları ile de hatırlanacaktır. Bir senelik hükümet döneminde birbirini izleyen iki skandal! Bir tanesi gümrükten geçerken yakalanan dövizler bunun üzerine istifa eden, eski ENKA yönetim kurulu üyesi Gümrük ve Tekel Bakanı, şimdi de bir Devlet Bakanı. ANAP’ı oluşturan çeşitli eski parti fraksiyonları arasında çıkan koltuk kavgalarının bu rezaletlerin “kamuoyuna” yansımasında önemli rolü olsa gerek. Buna ek olarak ekonomik kriz derinleştikçe tekelci burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki çelişkiler de gittikçe keskinleşiyor ve bu kesimler ekonomik sorunlarının çözülmesinde veya rekabet sürecinde bazı avantajlar elde etmek için devletin müdahalesine gittikçe daha çok ihtiyaç duyuyorlar. Bu arada devlet kademelerini dolduran yeni ve tecrübesiz bürokratlar “bal tutan parmağını yalar” misali ceplerini doldurmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Muhtemelen bu eğilim aynı zamanda yaşanmakta olan politik istikrarsızlığın bir başka biçimde dışa vurmasıdır. ANAP’a geçici gözü ile bakan Bakanlar ve devlet

kadroları bu “geçici” dönemde başlarına konan “devlet” kuşunun nimetlerinden ellerinden geldikçe faydalanmaya bakıyorlar.

Bu skandallara ilişkin bir başka nokta da, skandalların sınırlarının devlet bürokrasisi ile bitmemesi ve bizzat Cunta’ ya kadar uzanması. Gümrük rezaletinde de zincirin ucunun ENKA’dan başlayıp Cunta üyelerine kadar uzandığını gördük Gerçi bu açıkça ortaya çıkmadı. Ama birincisi Evren’in ortalıklara dökülüp “tek vücuduz, aramızda ayrılık yok, vb...” nutukları atmaya başlaması. İkincisi, şimdiki Cunta üyesi, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı hakkında dedikoduların ayyuka çıkması ve nihayet tam o sırada Times dergisinde bu generalin dünyanın üçüncü en zengin generali olduğuna dair bir haberin çıkması bu tahminleri güçlendiriyor. Bu son olayda da Mengenecioğlu’nun deniz kuvvetleri ile olan ilişkileri açıkça konuşuldu ve tartışıldı. Cuntanın bir parçası olduğu su götürmez olan Sunalp, Mengenecioğlu’nun yanında bu işe bulaştı. Nihayet, Özal açıklama yapmadan, skandalı ört bas etmeye niyetli iken Cunta’dan gelen bir baskı ile bu rezaleti kamuoyuna açıklamak ve adli makamlara yansıtmak zorunda kaldı. Tüm dünyada cuntacı generaller yiyicilikleri ile meşhurdurlar. Zaman zaman silah kaçakçılığına, uyuşturucu madde ticaretine doğrudan katılanlarına rastlanır. Bizimkiler neden istisna teşkil etsinler? Nede olsa bu fırsat hayatta bir kere ele geçer değil mi? Diğer taraftan bu tür rezaletlerin giderek daha çok açığa çıkmasına şaşmamak lazım. Hükümetin ekonomik politikaları, artık açıkça anlaşıldı ki, işlemiyor. Yerine alternatif politikalar da yok. Bunun bürokraside yaratacağı şüphe ve güvensizlikler tekelci burjuvazinin derinleşen çelişkileri ile de birleşince skandal ve rezalet için münbit bir ortam oluşacağından hiç kuşkumuz olmasın. Ekonomik - politik kriz burjuva toplumunun her yanını sarıyor. Çürüme genelleştikçe kokunun her yanı sarması kaçınılmaz.


Sayfa: 2

Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

Yıllık abone Fiatı Almanya 1.50DM 30DM Hollanda 1.50Fl. 30Fl. 1.50SF 30SF İsviçre 4.00FF 60FF Fransa 7P .50p. İngiltere

Yurtdışı baskısı ŞUBAT 1985 Sayı: 11

Tersine bir açıklamaya sahip olmadıkça SOSYALİST İŞÇİ'ye gönderilen yazıların kısaltma, düzeltme ve yayınlanma hakkı Yazı Kurulu'na aittir. Gönderilen hiç bir yazı geri iade edilmez.

HABERLEŞME ADRESİ: BM BOZ 5737, London WC1N 3XX, UNITED KINGDOM

ÇAĞRI

DYP’DE DE FAŞİSTLER Ömer TUNÇ

6

Kasım 1983seçimlerinden önce kurulan ve daha sonra Cunta tarafından kapatılan BTP’ye önemli ölçüde eski MHP’liler girmişti. Esas olarak AP’nin bir devamı niteliğindeki bu partinin kapatılmasından sonra Doğru Yol Partisi kuruldu. DYP’nin ardındaki esas gücü de gene AP oluşturmaktaydı. BTP’nin kurulup kapatıldığı, seçim öncesinin parti furyasında kurulan iki ilginç parti daha var: Cumhuriyetçi Muhafazakâr Parti ve Bayrak Partisi. Adlarından daha sonra pek bahsedilmeyen bu iki partide de gene MHP’liler ya da eskiden devlet memuru oldukları için MHP’ye girememiş fakat bu partiyi açıkça” desteklemiş olan faşistler vardı. Parti furyası günlerinde ANAP’daki faşistlerden pek bahsedilmemekteydi. ANAP’a yakıştırılan damga; “liberal”di. Mahalli seçimlerden sonra daha da açıkça bu “liberal” damganın altındaki faşist yüzler görünmeye başladı.

KURTULUŞ   ÖRGÜTÜNÜN   GEÇMİŞİ ve BUGÜNÜ   F. YILDIZ

ÇIKTI

Faşistlerin son önemli ataklarından biri de DYP’de gerçekleşti. 12 Mart döneminin ünlü faşist savcılarından Baki Tuğ ( BTP’nin de kurucuları arasındaydı ) DYP’de Genel Başkan Yardımcılığı’na getirildi. BTP kurucularının DYP’de etkin görevler alması DYP içinde önemli çalkantılar yarattı, ancak faşist Baki Tuğ’a karşı özel hiç bir tepki olmadı. Faşistlerin bugün hangi taktik içinde olduklarını bilmiyoruz. Çeşitli partilere dağılmış olmaları geniş çaplı bir taktiğin ürünü olabileceği gibi, hizipsel farklılaşmaların da sonucu olabilir. Her şeye rağmen, faşist hareket giderek artan bir hareketlilik içinde. Dikkatle izlenmesi ve işçi sınıfı ve tüm emekçi saflar içinde teşhir edilmesi gerekiyor. Baki Tuğ’un DYP’de getirildiği görev, “liberal” olarak takdim edilen ve bazı ‘solcu’larca da böyle kabul edilen DYP’nin de niteliğini bir ölçüde gösteriyor.

KURTULUŞ ÖRGÜTÜ 1. KONGRE BELGELERİ ve TÜZÜĞÜ SOSYALİST İŞÇİ YAYINLARI

Birinci sayısı Mart 1984’de yayınlanan Sosyalist İşçi gelecek ay birinci cildini tamamlamaktadır. Yazı Kurulu, bu nedenle, gelecek sayıda, Sosyalist İşçi’nin bir yıllık yayın faaliyetini değerlendiren bir özel Ek yayınlayacaktır. Yazı Kurulu’nun bu değerlendirmesi aynı zamanda Sosyalist İşçi’nin yayın politikası üzerine bir tartışma kampanyası açacaktır. Yazı Kurulu tüm örgüt birimlerinden ve tek tek bütün okuyuculardan bu tartışmaya katılmalarını ve Sosyalist İşçi’nin bir yıllık yayınım değerlendirmelerini beklemektedir. Örgüt birimlerinin ve tüm okuyucuların gazetemizden bekledikleri, gazetemizde gördükleri eksiklikleri, olumlulukları, gazetemizin biçimine ilişkin düşüncelerini süratle Yazı Kurulu’na iletmeleri Yazı Kurulu’nun değerlendirmesine katkıda bulunacağı gibi, aynı zamanda yayın politikamız üzerine geniş bir tartışmanın başlamasına da neden olacaktır. Yazı Kurulu kendisine gelecek tüm değerlendirmeleri Sosyalist İşçi’de yayınlayacaktır. Tüm gücüyle kolektif bir yayın organı olma çabası içindeki Sosyalist İşçi’nin bu tartışma ile daha da güçleneceğine ve yoldaşların çağırımıza katılacaklarına inanıyoruz.

DAHA NE KALDI? M .GÜRBÜZ 24 Ocak Tedbirleri’nin bir tamamlayıcısı da serbest bölgeler. Bir diğer adıyla, tarife dışı bölgeler. “İhraç Ekonomisi Modeli“nin bir parçası olan serbest bölgeler ilk kez, Güney Asya’daki “İhraç Ekonomileri“nde ortaya çıkmışlar. Tayvan’da (Milliyet Çin) kurulan ilk serbest bölgeyi, Kamboçya? Filipinler, Singapur, Hindistan, Endonezya ve Kuzey Kore’de kurulan serbest bölgeler izledi. Bu ülkelere şimdi de Türkiye katılacak. İhracata yönelik üretim yapacak olan bu bölgelerde, sendika, toplu sözleşme, grev gibi haklar bulunmaz. Yabancı sermaye, kâr transferi ve benzeri birçok konuda hiçbir engelle karşılaşmadan bu

bölgelerde yatırım yapabilir. Yerli tekellerin de böylece, çok uluslu şirketlerle ilişkilerini geliştirmek, pekiştirmek olanakları arttırılmış olur. Yatırımlar her türlü gümrük, gelir ve istihsal vergilerinden muaf tutulmaktadır. Ulaşım, enerji, haberleşme gibi alt yapı hizmetleri ise devletçe sağlanmaktadır. Bölgenin yönetimi bile istenirse, özel bir şirkete devredilebilmektedir! Özal hükümeti Mersin, Antalya, İzmir ve Adana-Yumurtalık’ta serbest bölgeler kurmayı planlıyor. Hatta ilk ikisinde gerekli tedbirleri almaya başladı bile. Bütün demokratları, ilericileri, sosyalistleri “vatan haini”, “vatanı bölmek isteyenler gibi sözlerle suçlayanlar; köprüleri, barajları ve santralleri satışa çıkardıkları gibi bizatihi ülkenin topraklarını satıyorlar!


Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

Bu yılın başında Özal Hükümeti bir yeni vergi daha ekledi emekçilerin sırtına. Bu yeni Katma Değer Vergisi aynı tarihte yürürlükten kalkan benzeri istihsal ve işletme vergilerinin kaybını kapatmaktan öte en az 1 trilyon TL ekleyecek emekçilerden devletin kestiği harca. Bundan böyle doktordan mektup puluna, odun-kömür-den elektriğe, otobüs biletinden kaleme-kitaba, ve hatta 1 Nisan’dan sonra kademeli olarak ekmekten peynire kadar her şeyde zaten binbir güçlükle ödediğimiz her 100 liraya bir 10 lira daha eklemek zorunda kalacağız. Pekiyi nereye gidecek bu 10 liralar? Cevabı açık. Milletvekillerinin maaş artışlarına, patronların vergi iadelerine, Amerikan ve Avrupa bankalarına faiz ödemeye gidecek. Polisi, askeri daha da teşkilatlandırmaya harcanacak. Ya nereden çıkacak o 10 liralar? Sözümüzü başından dikkatli seçtik: emekçilerden çıkacak, çalışanın sırtına binecek çoğunluğu. Çünkü, unutmayalım, bir işçi ekmek alırken % 10 KDV’yi de eklemezse ekmek yok. PATRONA KDV YOK Ama fırıncıda un alırken % 10 KDV ödeyecek diye düşünecektir okuyucu, işveren de ham madde alırken % 10 ödeyecek fazladan diye sorgulayan olacaktır. Yani; herkes bir şeyler ödeyecek diye düşünen olacaktır. Ama yok, işin” o tarafı öyle işlemeyecek işte. Çünkü patron ham maddesine ödediği KDV’yi, sattıklarından topladığı KDV’den düşecek! Ancak geriye bir şey kalırsa onu ödeyecek, onu bile bilmem kaç ay sonra! Olur da patronun ödediği KDV topladığı KDV’den fazla ise (yani patronun gideri gelirinden fazla ise ) gene kaytarmak mümkün. Bu defa ise o farkı gelecek defa hesaptan düşecek patron! Yani, öyle de bayram, böyle de bayram. Kural, kanun öyle uygun görülmüş, Özal Hükümeti patronu değil de seni, beni mi düşünecek? “GİDER VERGİSİ’’ Bu, işin sadece bir yanı. Bir de şunu düşünelim. Biz zaten gelir vergisi veriyoruz. Yani, kazandığımızdan zaten vergi kesiliyor, üstelik paranın yüzünü bile görmeden kesip geriye

Sayfa: 3

şüyor, örneklerini yukarıda gördük.

KDV KİMDEN ÇIKACAK? Taner KALKAN kalanı veriyorlar. İşte şimdi o geriye kalan vergilendirilmiş miktarı harcarken bir vergi daha. Yani kazanırken de vergi harcarken de vergi. Patrona da muamele öyle mi? Haşa. Bir kere o önce kazandığını kazanır, üstelik kendi kişisel masraflarını da iş masrafı diye gösterir elinden geldiğince. Yani, eve mobilya alır, ama işyerine raf-dolap yaptırdım der; ya da, Fransız sahillerinde eş-dost tatil yapar sonra da gelir iş görüşmesine gittim deyip masrafa geçer. Yılsonunda da muhasebecisi hesaplara bir cila daha çeker. Sonunda ya hiç vergi yermez, ya da rüşvet ve parti ilişkilerini kullanıp sadakalık bir vergi verir. Olurda bir şey vermek zorunda kalırsa bile zaten onu da vergi iadesiyle falan kuşa çevirir. Yani kısacası, bu düzende her şeyde olduğu gibi burada da, işte o sözüm ona herkese ayni şekilde işler gibi görünen, sadece KDV değil tüm vergi sistemi aslında her sınıfa başka muamele çeker, işçinin, emekçinin elinden söke söke her kuruşuna kadar alır, patrona ise ya şöyle bir dokunur ya da hiç dokunmaz. Ama iş toplanan vergileri kullanmaya gelince, devletin o sözüm ona tarafsız

eli o zaman dengeyi tam tersine çevirir, yani patronun ihtiyaçlarına ve taleplerine ayırabildiğini ayırır, geriye bir şey kalırsa, bizim köye elektrik belki çeker, belki çekmez. VERGİ DÜZENİMİZ KDV’nin diğer bir özelliği ise gene harcanandan kesilen(da-ha doğrusu harcanana eklenen) vergi olma özelliğinden doğuyor. Diğer çeşit vergileri, yani, kazanılandan kesilen vergileri biraz daha yakından incelersek bu fark daha da belirginleşiyor, örneğin ücretten kesilen gelir vergisi, derler ki aslında basamaklı vergidir. Çok kazanan, az kazanandan daha fazla vergi verir. Gene derler ki, böyle olunca adaletli olur, çünkü sonunda az kazananda, çok kazananda toplanan vergilerden eşit fayda görecek, yani, bir bakıma toplam gelir ve fayda dağıtımı dana adaletli olmuş olacak. Bir kere bunun böyle olmadığını biliyoruz. Çok kazanan çok veriyor değil, hele serbest meslek sahibiyse hiç değil, çünkü rahatça vergi kaçırıyor. Patron kurum vergisinden nasıl rahatça kaçırıyor, o da malum, iş hele toplanan vergilerden yarar görmek meselesine gelince iş resmen yalancılığa dönü-

Gelirden kesilen, sözüm ona “basamaklı “ verginin adaletsizliğini gördükten sonra bir daha giderden kesilen ve üstelik basamaksız yani düz hesap bir vergi olan KDV’yi düşünmek temelli işin çirkefliğini ortaya çıkarıyor. Bugün 20 bin lira kazanan 4 kişilik bir işçi ailesi kaç ekmek yemek zorundaysa, 200 bin kazanan 4 kişilik bir patron ailesi de o kadar yiyiyor. Fakat iki ailede ekmek alırken aynı KDV’yi ödüyor. Aynı şekilde, ikisi de yakıt almak zorunda. Ama birisi 200 bin kazanırken yakıta KDV ödüyor, diğeri ise aynı KDV’yi 20 binlik maaştan. Kısacası temel gereksinim harcamalarına aynı vergiyi ödeyen iki farklı gelirli aile arasındaki fark daha da büyüyecek böylece. Yani, sınıflar arasındaki fark daha da genişleyecek. KİMDEN ÇIKACAK? Özal Hükümetinin az gelirliye nasıl saldırdığının temel farkı da burada yatıyor aslında.Türkiye’yi Avrupa ülkeleri ile karşılaştırdığımızda bile bu farkı bir daha görüyoruz.Bir çok Avrupa ülkesinde KDV temel gereksinim maddelerini kapsamına almaz, genellikle lüks tüketim maddelerine biner. Sonuç açık, kazanan, kaybeden belli. Bu yıl en az 1 trilyon toplaması beklenen KDV’nin büyük çoğunluğu emekçilerden çıkacak. KDV’nin yürürlüğe girmesi ile, yürürlükten kalkan istihsal ve işletme vergileri ise yük hafifliyor anlamına gelmiyor. Çünkü, arada ters yönde fark olursa, bu sefer ise o fark bandrol bedeli olarak ödenecek genellikle. Bu düzenin adaletsizliklerini daha da adaletsiz yapan tüm vergi düzeni ve onun pratikte kime nasıl işlediği açık. İşçi, gelirini daha görmeden gelir vergisi kesilir, patron ise her türlü vergi kaçırma olanaklarına sahiptir. KDV gibi, geri kalan geliri harcarken bir kez daha budayan vergiler ise gene değişik işleyecek işçi ve patrona karşı. Patron işçiden söktüğü emeği işçiye KDVli satacak ve üstelik ham maddesine ödediği KDV’yi bile topladığı KDV’den düşecek, öte yanda işçi, kendi emeğinin ürettiği mala bir de KDV ödeyecek, ama o malları üreten Kendi malını yani emeğini satarken değil KDV kesmek, emeğinin bedelini bile alamayacak. Çünkü, düzen patronların düzeni.


Sayfa: 4

SOSYALİST İŞÇİ

Sayı: 11

KIBRIS’DA ÇÖZÜM: SOSYALİZM 22 Temmuz 1974 günü Türk ordusu tarafından % 40’ı işgal edilen bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti o günden bugüne kadar bölünmüş bir ülke haline geldi. İşgalden sonra 40 bin Türk askeri adada kaldı. Bu rakamı işgal altındaki Kuzey Kıbrıs nüfusunun % 20’sini oluşturuyor. 18 yaşından yukarı nüfusun ise yaklaşık % 40’ını. Geçtiğimiz yıl, işgalden bu yana Kuzey Kıbrıs Federe Cumhuriyeti ( KKFC ) olarak ilan edilmiş yarı bağımsızlık tam bir bağımsızlık haline getirildi. KKFC, Denktaş’ın Kıbrıs Türk partilerinden habersiz ve bir kısmını bir ölçüde zorlayarak ilan ettiği tek taraflı bağımsızlık ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti haline geldi. KKTC’nin bağımsızlığını Türkiye Cumhuriyeti’nden başka hiçbir devlet tanımadı. Ancak bu görünürdeki durumdu. Gerçekte ise ABD ve Ada’da iki büyük askeri üssü bulunan ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör”lerinden birisi olan İngiltere el altından KKTC’nin ilanım desteklediler, hiç değilse tarafsız kaldılar. KKTC’nin ilanı kuşkusuz Kıbrıs adasının tarihindeki en önemli gelişmelerden biri oldu. Kıbrıs, İngiltere’den bağımsızlığını mücadele ederek kazandı. Büyük ölçüde kilisenin ve Kıbrıs Rum burjuvazisinin önderliği ile kurulan EOKA adlı örgüt bağımsızlık mücadelesini başlattı. EOKA kısa zamanda bağımsızlık talebine Ada’nın Yunanistan’a ilhakını ekledi. Bu talep Kıbrıs Türk toplumu içinde büyük bir tepki yarattı. Ne var ki, bağımsızlık mücadelesinin sürdüğü günlerde Kıbrıs Türk toplumunun görüntüsü de Rum toplumu üzerinde olumsuz bir hava yaratmıştı. Türkçe konuşan Kıbrıslı burjuvalar, bugünkü “Cumhurbaşkanı” Denktaş ve “Dış İşleri Bakanı” Münir Necati Ertekin başta olmak üzere İngiliz emperyalistlerinden yana tutum aldılar. Polis kuvvetleri Türkçe konuşan Kıbrıslılardan oluşturuldu ve Denktaş ve Ertekin zamanın sömürgeci “adalet sistemi” içinde

R. GÖKIRMAK

TÜRK İŞGALİNİN BİLANÇOSU * Kıbrıs Cumhuriyeti’nin % 40’ı işgal edildi. Ada’ya 40 bin Türk askeri çıkarıldı. * İşgalin ilk günlerinde 1.000’den çok sivil Kıbrıslı Rum öldürüldü. Yaklaşık 2.000 sivil hala kayıp. * Kıbrıslı Rumlara ait 5.000 ev imha edildi. * 145 Kıbrıs Rum yerleşim merkezi boşaltıldı. * 20.000 Kıbrıslı Rum göçe zorlandı. bağımsızlık savaşçılarına zulmettiler. İngilizlere polislik görevini gören güçler, bağımsızlıktan sonra giderek daha uzlaşmaz hale gelen iki toplum arasındaki çelişkileri bahane ederek kurulan gerici militarist örgütlenmeyi; “Volkan”ı oluşturdular. Volkan daha sonra isim değiştirerek TMT, Türk Mukavemet Teşkilatı, haline geldi. Bugün, KKTC’nin başındaki güçlerin başlıca vurucu gücü Türk ordusu ile birlikte işte bu TMT’dir. Adanın iki toplumunun keskin çizgilerle bölünmesinde Rum kesiminin “komünist” örgütlenmesi olan AKEL’in de büyük payı vardır. AKEL geçmişte ENOSİS (Yunanistan’a ilhak) talebini destekleyerek ve Rum işçi sınıfı içindeki güçlerini ENOSİS’in peşine takarak iki toplumun birbirlerine düşmanlaşmalarına hizmet etti. AKEL, aynı zamanda Simpson darbesine karşı Türk ordusunu “kurtarıcı olarak görme şaşkınlığına da düştü. Bugün, iki toplum karşılıklı olarak milliyetçilik ile donanmış durumda.

Her iki toplumun hemen hemen bütün örgütlenmeleri şu veya bu biçimde bu milliyetçiliğin gelişmesine hizmet etmekte. Bundan çıkarı olan ise “böl ve yönet” politikasının sahipleri. ABD, İngiltere, yani Kıbrıs’ın gerçekten bağımsızlığına karşı olanlar. Hepsi de NATO üyesi olan “garantörler “den uzak, bağımsız bir Kıbrıs emperyalistler için korkulu bir rüya.Çünkü Kıbrıs Orta Doğu’da son derece kritik bir yere sahip. Adeta sabit bir uçak gemisi. Bağımsız bir Kıbrıs ise emperyalistlerin bu “uçak gemisini” kaybetmelerine yol açacaktır. Oysa bu üs, bölgede sayısız kereler kullanıldı ve daha da kullanılmak isteniyor. Adanın bölünmüşlüğü iki toplumun işçi sınıflarının birleşmesini engelliyor. Milliyetçiliğin Kıbrıs işçileri üzerindeki etkisinin sürmesini sağlıyor. Rum işçileri Türk ordusunun korkusu ile Türk işçileri ise ENOSİS korkusu ile birbirlerine düşman haldeler. Adanın bölünmüşlüğü dolayı-

sıyla emperyalistlerin Ada üzerindeki doğrudan veya dolaylı (Türkiye ve Yunanistan aracılığı ile) kontrolünün sürmesini sağlıyor. Bu nedenle Kıbrıs böl ünmüş olarak kalmalı ya da daha ince bir taktikle, bağımlılık tam anlamı ile garantiye alınmalı ve Ada sözde “birleştirilmeli“. Ama bu birleşme her zaman ayrılma tohumlarını içinde taşımalı. Geçtiğimiz ay başlayan “zirve görüşmeleri” işte bu taktiğin bir parçasını yansıttı. ‘Zirve” baştan sona kadar ABD tarafından hazırlandı. ABD temsilcisi Atina, Ankara ve Kıbrıs arasında mekik dokudu. Sonunda bilinen anlaşma metni hazırlandı. Bu metnin en önemli yanını “garantörlüğün” sürmesi oluşturmaktadır. KKTC ve Türkiye Türk ordusunun çekilmesi ve “garantörlük” konusunda tam anlamı ile tavizsiz. Emperyalistlerinde talebi bu. Rum kesimi ise Türk ordusunun bir an önce Kıbrıstan çekilmesini istemekte ve Türkiye’nin “garantörlüğünün” kalkmasını istemekte. Onlar, ilk bakışta tam bağımsızlıktan yana bir görünüm içindeler. Ancak, geçmişi hatırlayan Kıbrıs Türk topluluğu için bu tutum pek inandırıcı değil. Aynı şekilde, Kıbrıslı Türkler Türk ordusundan da memnun değiller, ancak diğer tehlikeye, ENOSİS’e karşı, ehven-i şer kabul etmekteler işgalci orduyu. Kıbrıs’ın kaderi karanlık. Emperyalist politikalar, emperyalizmin iki maşası; Türkiye ve Yunanistan’ın parmağı, bunlarla el ele yürüyen iki toplumu da sarmış sarmalamış olan milliyetçilik, Kıbrıs’ın üzerine bir kâbus gibi çökmüş durunda. Çözüm, milliyetçiliğin kırılmasıdır. Bunu başarabilecek tek sınıf; Kıbrıs işçi sınıfıdır. Türkçe ye Rumca konuşan Kıbrıslı işçilerin birliği, ortak mücadelesi, Kıbrıs için bağımsızlığa ve toplumsal kurtuluşa, sosyalizme giden tek yoldur. Kıbrıs’ın kurtuluşu enternasyonalist sosyalizmdedir !


Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

Sayfa: 5

TOPLU SÖZLEŞMELER NASIL İMZALANIYOR? Selim AKAR Sendikal faaliyetin serbest bırakılması ile beraber yetki alan sendikalar, işverenlerle, toplu iş sözleşmelerine başladılar. Bu günlere kadar yaklaşık üç yüz bin işçi adına toplu iş sözleşmesi imzalandı. Bu sözleşmeler genel olarak işçilerin hayat standartlarındaki gerilemeyi engellemekten uzak. Bunlar, nem ekonomik, hem de işçilerin iş koşullarında, iş güvenliği ve çalışma koşulları gibi konularda son derecede yetersiz ve geri hükümler içermektedirler. Bu sözleşmelerle senelerdir verilen mücadelenin ürünü olarak alınan hakların hemen hemen hepsi tırpanlanmış ve üstüne üstlük, kademeli zam yöntemi ile işverenler uzun zamandır peşinde oldukları bir şeyi, işçi sınıfını kendi içinde bölme amacını büyük ölçüde gerçekleştirmişlerdir. Burada yukarıdakiler dışında önemli bir gelişmeye dikkatleri çekmeye çalışacağım. Son imzalanan bütün toplu sözleşmeler, bir iki istisna dışında, İşçilerin ve onların temsilcilerinin her hangi bir katılımı olmadan belirlenmekte ve sonuçlandırılmaktadırlar. Yani bir-

çok işyerinde sözleşme çalışmaları başladığında, işçilerin, sendikanın işverene verdiği sözleşme taslağından haberleri bile olmamaktadır. Toplu sözleşme devamınca görüşmelerin gelişiminden sonuç aşamasına nasıl gelindiğinden işçilerin hiç bir malumatı olmadan imzalanabiliyor. Her şey sendikacılar, sendika uzmanları, avukatları arasında tespit edilip bunlarla patronlar arasında Karara bağlanıyor. Dolayısı ile sonuçta bu işten en fazla etkilenecek olan kesimin, işçilerin süreç dışında tutulmuş olduğu anlaşılıyor. Bu konuda en fazla söz sahibi olması geren işçilere hiç bir söz hakkı tanınmamaya özel dikkat gösteriliyor. Böylece ekonomik mücadele sürecinde işçiler aktif değil pasif bir unsur haline getirilmeye bu mücadele aracından da mahrum bırakılmaya çalışılmaktadırlar. Bu gelişmenin doğal bir sonucu olarak, bu günkü koşullarda bir takım sendikacılar işçi sınıfına danışmadan kendi iradelerini, işçi sınıfının iradesi yerine koyarak karar vermektedirler. Bu sırada

ise, işçilerin birçok ekonomik ve sosyal hakları “bu koşullarda başka şey yapılamaz”, “Grev mi yapalım? “Bu yasalarla grev yapılmaz” gibi gerekçelerle işverenlere peşkeş çekilmektedir. Halbuki bir kısım işyerlerinde işçiler bu yasalara ve sıkıyönetime rağmen grev yapmayı göze almaktadırlar. Grev silahının ancak kullana kullana geliştirilebileceğinin bilincindedirler. Bu sorun sadece kötü veya iyi sözleşme imzalanması sorunu olarak görülemez. Sorun sendikal demokrasi, sendikal hakların kullanılıp kullanılmaması sorunudur. Bürokrat sendikacıların, kapalı kapılar arkasında işçilerden bağımsız imzalayacaktı sözleşmelere, icabında, aha düşük ekonomik taleplerle de olsa işçilerin katıldığı ve kendilerinin kararı ile imzaladıkları bir sözleşmeyi tercih etmek gerekir, üstelik hayat göstermiştir ki işçilerin katılımı ile yapılan sözleşmeler her zaman diğer sözleşmelerden çok daha nitelikli olmaktadır. Bu konuda, öncü işçilere ve sosyalistlere büyük görev düşmekte-

dir, üyesi bulunduğumuz sendikayı işçilerle beraber taslak hazırlamaya, sözleşme görüşmelerine işçi temsilcilerinin katılmalarını sağlamaya, gelişmeler hakkında işçilere bilgi vermeye zorlayalım, özellikle son kararın işçilere sorularak, işçi çoğunluğunun isteğine göre almaya zorlayalım sendikaları, Sendika yöneticileri gerici, bürokrat sarı sendikacılara onların engellemelerine rağmen toplu sözleşme öncesi işyerimizde toplu sözleşme komiteleri örgütleyelim. Grev halinde komitemizi grev komitesine çevirerek mücadeleyi sürdüreceğimizi unutmadan toplu sözleşme komiteleri ile işçileri kavgaya, hazırlayalım. Ekonomik ve demokratik haklarımızı ancak kararlı, mutan ve örgütlü bir mücadele yürüterek geliştirebiliriz. Bu kavgada fabrikalarda çalışan sosyalist işçilere büyük görevler düşüyor. İşverenlerin ve sarı sendikaların oyunlarını bozalım. İşçiler dışında ve onlara danışmadan veya onlara rağmen sözleşme imzalayan sendikacıları teşhir edelim. Buna karşı bütün işçilerin tepkisini örgütleyelim.

SENDİKA İŞYERİ TEMSİLCİLİKLERİ ÜZERİNE Şimdiye dek önemi yeterince kavranılmamış ve kavratılamamış olan sendika işyeri temsilciliği 12 Eylül’den bu yana yürürlüğe sokulan yasa ve uygulamalarla adeta yok edilmeye çalışılmaktadır. İşçi sınıfımızın geçmişteki deneylerine bakılınca temsilciliklerin, genellikle sendikaların işyerlerindeki iletişim araçları olduğunu görüyoruz. Halbuki devrimci anlayışta temsilciler işyerleri biriminde tüm sorunları çözebilecek maddi güce sahiptir. Fakat bu sorunların üstesinden gelmek için gerekli yetki ve sorumluluklar sendikalardaki mevcut anlayış, kapitalistler ve hükümetler üçgeni tarafından engellenmiş veya yok edilmiştir. Bunun en basit örneği yapılan sözleşmelerin çoğunda

sendika temsilcilerinin iş güvencelerinin belirtildiği maddelerin olmaması veya olanlarında sınıfın mücadelesi açısından çok güdük kalmasıdır. Temsilciye iş güvencesi olarak sendika yönetimi ile işveren yönetimi arasındaki uyuma alkış tutması sunulmuştur. Aksi takdirde işten atılacağı korkusu sürekli işlenmiştir. Bu şekilde temsilcilerden yetişen sendika yöneticileri mevcut sarı sendika politikalarının sürmesine ve ayakta kalmasına yardımcı olmuşlardır. İşyerlerinde işçi sınıfı demokrasisinin kaleleri olması gereken temsilcilikler işçi sınıfına ihanet merkezleri haline dönüştürülmüştür. Ayrıca işçinin kendi temsilcisini

seçmesi mevcut yasa, sendika tüzükleri ve: sözleşmeleriyle gerici bir biçimde engellenmiştir. Sendika yönetimleri sınıf adına çeşitli gerekçelerle kendi atadığı temsilcilerle işçi hareketinin demokratikleşmesini ve güç kazanmasını yok etmişlerdir. Yukarıda dile getirdiğimiz tüm bu açmazların çözümü için aşağıdaki ilkelerin hayata geçirilmesi işçi sınıfımız için zorunluluktur: * Tüm işyerlerinde temsilciler işçiler tarafından seçilmelidir. Aldıkları oy sayısına göre baş temsilci ve diğerleri saptanmalıdır. * Patronlarla sendika yönetimleri, işyeri temsilcileri olmaksızın hiç bir görüşme ve sözleşme yapmamalıdır. Bütün protokollerde tem-

silcilerin söz ve oy hakkı olmalıdır. * Yapılan toplu sözleşmelerde temsilci yetki ve sorumlulukları ve iş güvencesi net bir şekilde yer almalıdır. Belirttiğimiz bu ilkeler çevresinde hareket edildiği takdirde sendika işyeri temsilciliği, işçi sınıfının gelişmesine ve devrimci birikimin yetkinlik kazanmasına hizmet edecektir. Aynı zamanda, mevcut sarı sendika ve işveren politikalarının işçiler üzerinde kırılmasını getirecek, sınıf politikacım geliştirebilme mücadelesinde önemli bir mevzi kazanılmış olacaktır. Cemal AKIN


Sayfa: 6

Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

Recep GÖKIRMAK Kurtuluş örgütü 1. Kongre kararları arasında “Ulusal Sorun üzerine” olan özel bir önem taşır. Kurtuluş örgütü gerek bu kararlar, gerekse de aynı Kongre’de kabul edilen Tüzük’ün 6. maddesinde örgütlenmemizin bugün için Kuzey Kürdistan’da var olmadığını açıklamaktadır. Somut gerçeğin ifadesi bu olunca da bize düşen, Kongre kararının belirlediği gibi a) Kuzey Kürdistanlı komünistlerle birlik için çalışmak ve, b) Kuzey Kürdistan proletaryası arasında siyasi faaliyetin başlatılabilmesinin ön koşullarını yaratmaktır. Günümüzün bir açık gerçeği daha var: hemen hemen her Türk sol örgütü Kuzey Kürdistan‘ı oluşturan Türkiye Cumhuriyeti illerinde de örgütlü olmak çabası içindedir ve kimileri, bugünkü durumlarını açık olarak bilmememize rağmen hiç değilse dün- bunu belirli ölçülerde gerçekleştirmişlerdi. Ancak bütün bunlar Kuzey Kürdistan solunun Türk solundan ayrı örgütlenmiş olması gerçeğini değiştirmemektedir. Somut olgu Kürt solunun ayrı örgütlenme eğilimi içinde olmasıdır. Kaldı ki kendilerine komünist diyen Kürtlerde ayrı örgütlenme eğilimi içindedirler. Somut olan üçüncü bir gerçek de Kuzey Kürdistan proletaryasının Türk proletaryası ile ortak örgütlenme eğilimi, pratiği yaşamış ve yaşamakta olmasıdır. Türkiye’nin çok çeşitli bölgelerinde, açık ki bir olumsuzluk olarak, yerel sendikalar var olmuş olmasına rağmen aynı olguya (bir iki küçük istisna dışında) Kuzey Kürdistan’da rastlamak mümkün değildir. Sendikal hareketin ayaklarını az çok yere basmaya başladığı 60’ların başından beri Kürdistan proletaryası daima ortak örgütlenmeler içinde olmuştur. Oysa 60’ların ve 70’lerin sendika yasalarına göre Kuzey Kürdistan’da bölgesel sendikaların kurulabilmesi ve faaliyet sürdürmesi yasal olarak mümkündü. Ancak bu türden tek bir girişim olmadığı gibi ayrı örgütlenmeden yana olan Kürt solu da böylesi girişimleri düşünmedi dahi. İşçi sendikalarının yanı sıra diğer mesleki örgütlenmelerde de öğretmenler, teknik elemanlar vs.de de birlikte örgütlenme daima egemen

YAŞASIN  ENTERNASYONALİZM! YAŞASIN KÜRT VE TÜRK İŞÇİLERİN BİRLİĞİ! eğilim oldu. Kürt solunun Türkiye solundan ayrı örgütlenmesinin sayısız nedenleri içinde belirleyici olan, Türk soluna damgasını vurmuş olan milliyetçiliktir. İzleri Kemalizm’e ve daha da geriye gidilirse İttihat ve Terakki’ye kadar dayanan Türk milliyetçiliği, çok değil, 1960’larda “yeni doğan” Türkiye sosyalist hareketinin ideolojik temellerini oluşturmaktaydı. 1970’li yıllarda bu temel karakter esas olarak değişmedi. 1960’ların sonunda yeniden örgütlenmeye başlayan ve 12 Mart sonrasında hızla gelişen Kürt ulusal demokratik hareketi Türkiye solunun dışında bağımsız bir Kürt solu olarak dikilince, milliyetçiliğin etkilerinden kurtulamamış olan Türkiye solu “yeni” bir olgu ile: Kürdistan’la karşılaştı. Somut gerçeklik kısa zamanda tüm Türk solunun “Kürt ve Kürdistan gerçeği“ni bir ölçüde görmesine yol açtı ve lafızda “ulusların kader-

lerini tayin hakkı” genel bir ilke olarak kabul edildi, öte yandan ayrı örgütlenmiş Kürt solu ve Kurtuluş dışında hiç bir siyasi hareket -bu dönemin sonunda bazıları yavaş yavaş tutum değiştirmeye başladılar- sömürge olgusunu kabule yanaşmadı. Kürt solu ise gerek kendi ideolojik ve sınıfsal temelleri nedeniyle, gerekse de Türk solunun milliyetçi tutumu nedeniyle, birlikte örgütlenme doğrultusunda tek bir adım dahi atmadı. Tam tersine ayrı örgütlenme giderek pekişti ve kimi Türk gruplarından kopanlar yeni bağımsız Kürt örgütlenmeleri oluşturdular. Komünistler için proletarya uluslararası bir sınıftır. Dolayısıyla çıkarları ve siyasal perspektifleri uluslararasıdır. Bu nedenle dünya ölçeğinde örgütlü ve birleşik kapitalist sınıfa karşı komünistlerin proletarya için önerisi uluslararası birlik ve örgütlenme, somutça “enternasyonal”dır. Ancak enternasyonal, dünya proletaryasının

birleşik örgütlenmesi olmasına rağmen, değişik ulusların proleterleri kendi özgül müfrezelerine sahiptirler. Türk ve Kürt proletaryası için birleşik örgütlenme, meslekisendikal ve siyasi olarak tarihsel objektif bir koşuldur. İki ülkenin proletaryası bugünkü tarihsel koşul içinde birleşik örgütlenmeden ve mücadeleden güç almaktadır. İki ülkenin proletaryalarının kendiliğinden hareketlerinin eğilimi bunun iyi bir göstergesidir. Bu noktada, Kürt solunun sıkça ve haklı olarak tekrarladığı “güven sorunu” ikinci plana inmektedir. Çünkü Kürt proletaryası, Türk soluna ve Kürt soluna karşı “güven sorunu” nedeniyle kuşku ile bakarken, Türk proletaryasını güçlü, sağlam ve “güvenilir” bir destek olarak görmektedir. Somut olan dördüncü bir gerçek de Türk proletaryasının Kürt proletaryasına oranla nicel olarak çok daha güçlü olmasıdır. Ve Kürt proletaryası, ‘ Türk proletaryasını sadece ulusal demokratik mücadelesi için değil sosyalizm için güçlü


Sayı: 11

Sayfa: 7

SOSYALİST İŞÇİ

bir müttefik, dost olarak görmektedir. Proletaryanın proletaryadan başka dostu yoktur! Gerek Türk solu, gerekse de Kürt solu, program ve faaliyetleri, ideolojik yargıları ve sınıfsal karakterleri ile Türk ve Kürt proletaryasına güven vermekten uzaktır. Türkiye işçi sınıfı bağımsız (bu bağımsızlık proletaryaya karşı olan bağımsızlıktır) Türkiye “sosyalist hareketine” karşı ne denli güvensiz ise Kürt proletaryası çok daha ciddi ölçülerde Türk ve Kürt “sosyalist hareketlerine” karşı güvensizdir. Burada kimileri Kürt proletaryasını küçümseneceklerdir. Gerçekten de nicel olarak Kürt proletaryası zayıftır. Kuzey Kürdistan’ın nüfusu kabaca Türkiye Cumhuriyetinin 1/5’i olmasına rağmen Kürdistan proletaryası TC sınırları içindeki proleterlerin yaklaşık 1/10’nu oluşturmaktadır. Yani nicel olarak Kürdistan proletaryası Türk proletaryasından yarı yarıya daha güçsüzdür. Ama bir başka gerçek daha var ki, Kürdistan proletaryası Kuzey Kürdistan’ın çalışabilir nüfusunun kabaca 1/20’sini oluşturuyor. Bu, dünya ölçeğinde -diğer az gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında- hiç de küçümsenemeyecek bir orandır. Bugün birçok Kürdistan şehri artık proletaryanın hatırı sayılır bir orana sahip oldukları yerleşim merkezleri olmuşlardır. Bütün bu olgular gösteriyor ki bugün Kürdistan’da üzerinde konuşmaya değecek bir proletarya vardır. Ve bu proletarya Kuzey Kürdistan in ulusal demokratik devrimini sosyalizme ilerletebilecek tek güçtür. Birlikte örgütlenme esas olarak proletaryaya ve onun siyasi hareketine, komünist örgüte ait bir ilkedir. Türk ve Kürt solunun mevcut örgütsel yapılarının bu şiarı benimsemeleri bu nedenle beklenemez, Bir ulusal kurtuluş hareketinin ezen ulusun bir Küçük burjuva örgütü ile birlikte mücadelesi ne kadar olanaksızsa, aynı şekilde ezen ve ezilen ulusların milliyetçilikle donanmış küçük burjuva sosyalist hareketlerinin de birlikte örgütlenmesi o denli olanak dışıdır. Bu durumda komünistlere düşen görev Türk ve Kürt soluna “birlikte örgütlenme” çağrıları yapmak yerine Kürt solunu ulusal demokratik bir hareket olarak tanımlayıp onu bir yandan ulusal demokratik bir hareket olarak desteklemek, diğer yönden ise onun parçalan ile marksizm-leninizm temelinde komünist bir birliğe çağırmaktır. Bir-

likte örgütlenmenin yolu buradan “başlamaktadır. Ancak bu noktadan sonra, iki proleter sosyalist örgüt için “güven sorunu “da ortadan kalkacaktır. Ancak komünistler bugün Kürdistan ulusal demokratik hareketine “güven vermek” zorundadır. Komünistler bıkmadan, usanmadan kendilerinin Türkiye solunun Kemalist geçmişinden kopmuş olduklarını ve Kürt ulusunun ayrılma hakkını sonuna kadar desteklediklerini anlatmak ve tüm pratik tutumlarıyla da bunu kanıtlamak zorundadırlar. Bu tutum bir anlamda da Kürdistan ulusal demokratik hareketinin ayrı örgütlenmesini fiili, somut bir olgu olarak kabul etmekten öteye haklı bir tutum olarak görmektir. Her ulusal hareket gibi, Kürdistan ulusal hareketi de elbette ki ayrı örgütlenecektir. Bu bir “güven sorunu” değil, ulusal çıkar sorunudur. Bütün bunların ışığında Kurtuluş örgütü 1. Kongre Kararlarının anlamı nedir? Her şeyden önce Kongre, örgütümüzün Kürt ve Türk proletaryasının birleşik mücadelesinden ve örgütlenmesinden yana olduğunu tespit etmektedir. İki ulusun proletaryalarının kendiliğinden hareketlerinin tutumu da bu tespitimizin en önemli dayanağıdır. Ne var ki, örgütlenmemiz, bugün için Kürdistan proletaryası arasında sürekli bir siyasal faaliyet sürdürebilmenin koşullarına sahip değildir, örgütlenmemiz içinde Kürt yoldaşlarımızın var olması bu gerçekliği değiştirmemektedir. Bu durumda bize düşen başlıca görev, Kürt komünistleri ile örgütsel birliği sağlamaktır. Popülizm, resmi sosyalist öğreti, bugün Türk solunu olduğu Kadar, Kürt solunu ve onun komünist unsurlarını da daha da şiddetle belirlemektedir, öyleyse, Kurtuluş örgütü Türk solu içinde olduğu gibi Kürt solu içinde de popülizme ve resmi ideolojiye karşı amansız bir teorik mücadele vermek zorundadır. Bu teorik mücadele örgütlenmemiz ve tek tek ya da gruplar olarak Kürt komünistlerince karşılıklı olarak kazanılmadıkça birlik doğrultusunda ileri adımların atılması mümkün değildir. Kısacası, Kürt komünistleri ile yoldaşça temeller çerçevesinde sürecek bir ideolojik mücadele acil

ULUSAL SORUN ÜZERİNE Kurtuluş örgütü Kongresi: 1. Türkiye ve Kuzey Kürdistan proletaryasının ve onların öncü kolları komünistlerin ortak mücadelesini ve bu mücadelesinin somut ifadesi olan Örgütsel birliği, içinde bulunulan koşullarda doğru örgütlenme biçimi olarak saptar. Bu amaçla örgütün yetkili organlarına, a) Kuzey Kürdistan proletaryası arasında siyasal faaliyetin sürdürülebilmesi için gerekli koşulların yaratılması, b) Kuzey Kürdistanlı komünistlerle birliğin gerçekleşmesi için gerekli faaliyeti sürdürme görevlerini verir. 2. Kurtuluş örgütü, Kürt ulusunun ayrılma hakkının bir garantisi olarak Türk ve Kürt komünistlerinin birleşik örgütlenmesinde Kürt komünistlerinin örgüt yapısının özerkliğini öngörür ve onun maddi ifadesini seksiyon örgütlenmesi olarak saptar. 3. Kurtuluş örgütü Türk milliyetçiliğine karşı mücadeleyi genel görevleri arasında kabul eder. 4. Kurtuluş örgütü Ermenilerin toplu imhasını tarihi bir gerçek olarak tespit eder ve bu gerçeğin Türk ve Kürt emekçileri arasında teşhir edilmesini görevleri arasında görür. 5. Kurtuluş örgütü Kıbrıs halklarının kendi kaderini tayin hakkını savunur ve sömürgeci Türk oligarşisinin Kıbrıs’ın Kuzeyinde sürdürdüğü işgale karşı ajitasyon-propaganda görevini önüne koyar. 6. Kurtuluş örgütü öteki ulusal azınlıkların dil ve kültürel gelişmelerinin önüne konan engellerin kaldırılması için mücadele yürütür ve bunlara ulusal azınlık olmalarından dolayı uygulanan her türden baskıya karşı çıkar.

görevimizdir. Bu mücadelede yalnız kalmayacağımıza, Kürt komünistlerinden olumlu -tartışmaya girme anlamında-tepkiler alacağımızdan eminiz. Bilmeliyiz ki, birleşik örgütlenme süreci tek ve basit bir çizgiyi izlemeyecektir. Teorik mücadele, anlaşma ve birlikte örgütlenme- sorun bu denli basit değildir. Teorik mücadele, bu mücadeleyi karşılıklı kazanma -anlaşma-mutlak olarak pratikte sınanmak zorundadır. Bu ise zorlu ve nispeten uzunca bir süre alabilir. Öte yandan, Kurtuluş örgütü tüm gücüyle Kürdistan ulusal kurtuluş hareketlerini destekleyecektir. Kürt ulusunun aynıma hakkını şiddetle savunacaktır. Propaganda ve ajitas-

yonumuzda “ayrılma hakkı” önemli bir yer tutmaktadır. Türk proletaryası üzerindeki milliyetçi propagandaya karşı mücadele de gene örgütümüzün önde gelen görevleri arasındadır. Milliyetçiliğin her türüne karşı enternasyonalizm bizim, temel şiarlarımızdandır. Ancak Kürdistan halkına karşı süren asimilasyon politikalarına karşı çıkmak, Türk şovenizmine karşı çıkmak, enternasyonalizmimize ek, Türkiye devriminin programatik sorunlarından biri olarak görevimizdir. Kürt proletaryasının kendiliğinden ön sezgisi bize doğru yolu göstermektedir: “Yaşasın Kürt ve Türk işçilerinin birliği”, “Yaşasın enternasyonalizm”. İşte bizim sloganlarımız.


Sayfa: 8

Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

HANGİ HAK ! Yeni bir yıla girerken, bitirilen yılda meydana gelen değişiklikleri gözden geçirmek sıkça yapılan bir şey. Bu bağlamda acaba geride bıraktığımız 1984 yılında Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’dakı milyonlarca kadının durumunda kayda değer bir değişiklik meydana geldi mi? 1984’ü nasıl geçirdiler?! Elbette pek çok değişiklik meydana geldi kadınlar cephesinde ve elbette 198 3’den daha farklı geçti 1984. Yüzbinlerce işçi kadın kapitalizmin krizini erkek işçilerden daha açı verici bir biçimde yaşadı. Yüksek enflasyon karşısında sürekli düşen ücretler, siyasal özgürlüklerden yoksunluk ve her taraftan sıkıştırılmış olmak, saldırı altında olmak durumunun genel olarak sınıfın psikolojisinde meydana getirdiği çöküntülerin, kadın işçileri daha fazla etkilediği bir gerçek. Kadın işçilerin erkeklere kıyasla, genel olarak daha geride durduklarını, daha bağnaz olduklarını,. daha çok evleri ile çevrili bir dünyada yaşadıklarını söylemek yanlış olmaz. Terör ve kötüleşen hayat koşulları ve işsizlik onların bu özelliklerini körükledi. 1974-80 yıllan arasındaki mücadelelerde kazanmaya başladıkları kendine güven duygusu, evin dışında kocaman bir dünyanın var olduğunu anlamaya başlama süreci, kendilerinin önemli toplumsal değişiklikleri meydana getirme gücüne sahip ve milyonlarla sayılan bir sınıfın parçası oldukları sezgisi, 12 eylül diktatörlüğü ile birlikte kesintiye uğradı. Kadın işçiler sadece artan sömürü, yoksulluk, ve işsizlikle yüzyüze gelmediler, siyasal uyanışlarında da daha büyük gerilemelerle yüzyüze geldiler. Bu durum, yani, dana mütevekkil olmak, daha uysal, daha boynu bükük olmak evdeki erkek baskısı karşısındaki dayanıklılık ve mücadele gücünü

törpüleyerek ikinci bir çöküntüye yol açtı. Bundan da kötü olan bir durum ise, pek çok emekçi kadının var olanı olduğu gibi kabullenme doğrultusunda tavır almaları ve kocalarını veya erkek yakınlarını devrimci siyasal faaliyetten vazgeçirmeye çabalamaları. Ekonomik çöküntü ve işsizlik eminiz ki, sayılamayacak kadar çok yoksul kadını en kötü işlerde ve en ağır koşullarda çalışmaya zorladı, zorluyor. Hiç bir yasal denetimin olmadığı küçük atölyelerde vahşi bir sömürü altındalar. Pek çok kadın, zenginlerin evlerinde tamamen onların insafına kalmış koşullar altında bile olsa iş bulabilmeyi mutluluk sayıyor. Aynı koşulların yaşandığı tüm diğer ülkelerde de görüldüğü gibi ekonomik çöküntüye paralel olarak genel bir toplumsal çürüme yaşanıyor. Çalışan yığınlar ilerici, devrimci geleneklerinden, beklentilerinden koparılıp, başka türden özlem ve ı beklentilerin peşine düşüyorlar. Böylece maddi terör ve yoksulluk; zihinsel, moral ve psikolojik terör ve yoksulluk ile tamamlanıyor. Her alanda sadece bir tek alternatif bırakılıyor: burjuva alternatifler. Yoksulların kadınları için bunun pratik sonuçlarından biride, pek çok genç kadının, çürümeyle birlikte boyutları daha da genişleyen fuhuş çemberinin içine düşmesi. Üretim dışındaki faaliyet alanlarında çalışan kadınlar da geçtiğimiz yıl büyük zorluklara katlandılar. Şehir küçük burjuvazisinin parçası olan bu kadınlar; bir yandan mutlak yoksullaşmadan nasiplerini alırken, bir yandan da burjuva olmak eğilimlerinin en göz kamaştırıcı ve bütün kayıtlarından kurtulmuş bir şekilde körüklendiği bir yıl geçirdiler. Bu kesim için psikolojik yıkım daha şiddetli olmalı. Bütün ara sınıfların böylesi dönemlerde yaşadıkları vazgeçilmez bir

kader bu. Burjuva olmak olasılığının iyice azalması bir yandan, proleterleşmek düşüncesinin karabasanı bir yandan. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’daki köylü emekçi kadınlar için hayat hiçbir zaman sevinç duyulan bir şey olmadı. Ağır acı ve çilelerle dolu, katlanılması gereken bir şeydir hayat. Geçtiğimiz yılın bu acı ve çilelere yenilerini kattığını söylersek yanılmış olmayız. Tarım ürünleri fiyatlarındaki sürekli gerileme, artan hayat pahalılığı, çeşitli hizmetlerin ulaşması için yapılan devlet harcamalarının kısılması; genel olarak köylüleri ve içinde bulunduğu konumdan dolayı daha da fazlasıyla köylü kadınları etkilemiştir. En savunmasız olanlar, en geride duranlar böylesi durumlarda daha da savunmasız ve geride bırakılmaktadırlar. Geçtiğimiz yılın sonunda sömürgeci Türk devletinin ordusu K.Kürdistan’da Güneş Operasyonu’na girişti. Sınır boyundaki pek çok köy boşaltılarak, halkı başka yere taşındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihiyle eşzamanlı olan mecburi iskânlardan biri daha yaşandı. Hâlâ devam etmekte. Yoksul Kürt kadınları kış kıyamette denklerini hazırlayarak, çocukları ile birlikte yollara düşerken, pek çoğunun kocası ve yetişmiş oğlu sıkıyönetim zindanlarında kaldı. Fakat 1984 yılında bir yandan da, büyük şehirlerin lüks salonlarında bazı “seçkin” kadınlar “Türkiye’de Kadın Haklarının 50. Yılını” kutladılar. 1934’te kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkının yasalaşmasının 50. yıldönümü. Şüphesiz, sosyalistler reformları küçümsemedikleri gibi, reformlar için mücadele de ederler. Ama her reformun daima kendinden önceki en son yaşanan devrimin tarihsel gelişime kazandırabildiği ivme ne kadarsa, o kadar soluklu olacağını bilerek. Türkiye’de

KADINLAR MÜCADELE ETMEDEN KURTULAMAZLAR

en son yaşanılan “devrim”, “Ulusal Kurtuluş Savaşı”dır. İşlevi itibariyle ulusal kurtuluşçu olan, ama ulusun önderliğini kazanmış değil, Osmanlı Devleti’nin yönetici askeri elitine mensup oldukları için ele geçirmiş olan, büyük ölçüde sadece kendilerine karşı sorumlu dar bir kadronun önderliğinde yürütülen bu savaşın tarihi gelişmeye kazandırdığı ivme de, bu dar kadronun siyasal beklenti ve ufuklarını aşamadı. 1934’te ve ondan sonra milletvekili seçilerek T.B.M.M.’— ye giren, yani “siyasete atılan” kadınlar, Ebedi Şefin veya daha- sonra Milli Şefin “teveccüh ve alâkalarına mazhar olmuş” kadınlardır. Bunlar milletvekili olmamış, yapılmışlardır. Diğer milletvekilleri gibi. 1970’lerden beri Türkiye’de başka türlü bir gelişim yeşermeye başladı. Bazı kadınlar, Kemalist cumhuriyetçi siyasete katılma geleneğini yıkarak bu geleneği de hedef alan devrimcidemokratik kavgaya atıldılar. Egemen sınıfların tepkisini sadece hapishanede ve işkencede değil, tekelci basının en rezilce karalamasında da görüyorlar. Ama, bir yandan karalama, bir yandan da kadınlar ve siyaset söz konusu olduğunda bu cesur kadınları hiç anmamak politikalarının altında, mevcut geleneklerin yanı sıra başka türden bir geleneğin de yeşerdiği gerçeği yatmakta. Hapishanelerde pek çok siyasi tutuklu ve mahkum kadın var. En az bir o kadarı da hapse girip çıktılar. En ağır işkencelerden geçtiler. Açlık grevlerine katıldılar. Tekellerin basınının onları, kadın oldukları için daha çok karaladıklarını, topluma egemen kılmaya çalıştıkları ‘kadın’ın tamamen tersi olan bu cesur kadınlara her türlü saygısızlığı etmekten kendilerini neden alıkoyamadıklarını biliyoruz. Onlar bizatihi varlıkları ile başka bir kadını temsil ediyorlar. Biz de onlarla kadın oldukları için, başka türden bir kadın oldukları için daha çok övünüyoruz.


Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

meye çalışmaktadır. Bunlara ek olarak, işçinin yaşamını, fabrika sosyal kulübü, spor kulübü, çocuk kampı vb. ile fabrika dışında da kontrol etmektedir. Ayrıca Japonya’nın kendine has mahalle polisi sistemi ise işçilerin evlerini, evlerine giren çıkanı, çocuklarının okul durumunu vb. yakından kontrol etmektedir.

Turgut Özal seçimler sırasında ve daha sonra sık sık “Japon Mucizesi”nden dem vurarak, Türkiye’nin bu deneyden ders alması gerektiğini, Türkiye’nin de Japonya’nın izlediği yolu izleyebileceğini ileri sürdü. Aslında “Japon Mucizesi”nin günlük politika ve ekonomik sözlüğümüzün bir parçası haline gelmesi 1960”lı yıllarda başladı. O zaman birçok kimse, bazı ileri gelen ‘solcu’ aydınlar da dahil olmak üzere Türkiye’nin bir Japonya olup olamayacağını tartıştılar. Sonra sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, sosyalist fikirlerin hızla yayılması ve bunlarla hemen hemen çakışan ekonomik kriz günlük soruları öne çıkarınca bu tartışma unutuldu. O zamanlar işaret edilen, Japonya’nın sanayileşme sürecine geç girmesine rağmen emperyalizmin sömürgeleştirme çabalarına direnebilmiş olması idi. Japonya son derece sınırlı öz kaynaklarına rağmen güçlü bir sanayi kurmayı başarmıştı. Bazılarına göre, daha avantajlı koşullarda başlayan Osmanlı İmparatorluğu ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti neden aynı yolu izleyememişti? Bu sorunun cevabı yeni kalkınma stratejisinin de temelinin oluşturacaktır. 24 Ocak’tan sonra “Japon Mucizesi” tekrar sık sık duyulmaya başlandı. Son 20 yıl içinde Japon ekonomisi dünyanın ilk üç güçlü ekonomisinden biri haline gelmişti. Halen, Japonya ekonomisi en hızlı gelişen ve en yavaş duraklayan ülke görünümünde idi. 1980 istatistiklerine göre Japonya SSCB’den sonra dünyanın en büyük çelik üreticisi idi ve dünya çelik üretiminin % 15.3’ünü üretiyordu. Dünya ihracatının % 22’sini elinde tutuyordu. Dünyanın en büyük oto üreticisiydi; tüm otomobillerin % 27’sini, kamyonların % 30’unu yapıyordu.

JAPON MUCİZESİ Behçet TOPRAK ABD’li işçinin ücreti 156.3, Batı Alman işçisininki 183.5, Fransız işçisinin ise 112.8 olduğu görülür. Satın alma gücü 100 alınan Japon işçisine karşılık, ABD’li işçinin satın alma gücü 197.9, Batı Alman işçisinin ise 175.3dür. Japonya’da işçi-işveren ilişkilerinin anlaşılabilmesine bir diğer örnek ise çok uluslu şirketlerdeki personel harcamalarıdır. 1979’da toplam harcamaların içinde personel harcamaları oranlarının karşılaştırılması şöyle: otomotiv sanayisinde General Motors (ABD) % 27.2, Daimler Benz (Batı Alman) % 27.7 Toyoto Motors (Japon) % 6.5. Demir Çelik endüstrisinde ise Thyssen (Batı Alman) % 26.1, Nippon (Japon) % 14. Kimya sanayisinde Dupont (ABD) % 30.5, Mitsubishi Chemicals (Japon) % 7.

Bu sayılar arasında dikkati çeken nokta da, özellikle otomotiv ve kimya gibi İkinci Savaş sonrasının lider sanayilerinden, Japonya bugünkü durumunu anlaşılan, son derece düşük işçi ücretlerine borçludur. Japonya’da işçi-işveren ilişkilerinin en önemli ikinci yanı ise işçilerle işyeri arasında yaratılan son derece güçlü ideolojik bağdır. Japon işvereni “hayat boyu iş” sloganı ile hareket etmekte ve işçisini fabrikaya bağlamaktadır. Bu çok olumlu bir işçi kazanımı olarak görülebilir, ama unutmayalım Japon işvereni bu hayat boyu işi son derece düşük ücretler temelinde sağlamaktadır. İkincisi, fabrika ve firmalar işçilerini sürekli olarak tırmanan rekabet savaşından haberdar etmekte ve işçinin yaşamı ile fabrikanın yaşamını özdeşleştirEleştirilerimiz ne kendi sonuçlarından, ne de var olan güçlerle düşeceği çelişkiden korkmaz. K. MARKS

GEÇMİŞİN ÇARPITILMASININ ÜRÜNÜ OLAN

Artık “Japon Mucizesi”nden dem vuranlar ‘radikal aydınlar’ değil bizzat kapitalistlerdir. Japon ekonomisinin hızlı gelişmesine tüm emperyalist ülkeler ağızlarının suyu akarak bakıyorlar. Bizim ülkenin burjuvaları da -örneğin Sabancı- aynı konuya sık sık değiniyorlardı. Ama bu sefer üzerinde durulan konu Japonya’nın diğer bir özelliği idi: işçi işveren ilişkileri. Son derece az olan grevler, kendini fabrikaları ile özdeşleştirmiş işçiler bu mucizenin temeli olarak gösteriliyordu. Gerçekten de Japon işçilerinin ücretlerini ve satın alma gücünü ABD ve Batı Almanya ile karşılaştırdığımızda bu durum açıkça görülür. Japon işçisinin ücretini 100 olarak alırsak

Sayfa: 9

ÇARPIK TEORİ KOMÜNİSTLERİN  YOLUNU AYDINLATAMAZ M. Sefa KURTULUŞ ÖRGÜTÜNÜ BÖLENLERİN “YENİ” İDEOLOJİK SİLAHI

ANTİFAŞİZM

R. Kasım

ÇIKARKEN Recep Gökırmak SENDİKALAR VE SİYASAL MÜCADELE L. Karadeniz İKAMECİLİK VE SEKTERİZM BİRBİRİNİ ÜRETİR Cevdet Harman ULUSAL SORUN ÜZERİNE TARTIŞMALAR Mithat Fazıl ROSA LUXEMBURG - LENİN TARTIŞMASI ÜZERİNE L. Karadeniz

PROLETARYA SOSYALİZMİNDEN BİR SAPMA: TKKKÖ

KONFERANS KARARLARI VE GÖREVLERİMİZ

B. Şeref KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI

RUS SOSYALDEMOKRASİSİNİN ÖRGÜTSEL SORUNLARI Rosa Luxemburg BİR ADIM İLERİ, İKİ ADIM GERİ V. I. LENİN’İN R. LUXEMBURG’A CEVABI V. I. Lenin

KURTULUŞ GEÇİCİ ÖRGÜTÜ YAYINLARI

Bugün Japonya adeta bir süper güç olmuşken çalışma koşulları son 10 yılda çok az iyileşmiş, hatta bazı alanlarda çok fena gerilemiştir, özellikle sosyal hizmetler ve konut sorunu bunların başında gelmektedir. 10 Japon evinden sadece 3’ü genel kanalizasyon sistemine bağlıdır, ABD’de ise bu sayı 7’dir. İngiltere’de ise tüm evlerin %97’si kanalizasyon sistemine bağlıdır. Londra’da ve Washington’da yaşayanlar sırası ile Japonya’da yaşayanlardan 15 ve 20 defa daha çok yeşil sahaya sahiptirler. Bunların yanısıra en önemli sorun konut sorunudur. Tüm nüfusun 10’da 1’inden fazlası, Avrupa ve ABD ile karşılaştırıldığında kötü koşullu evlerde yaşamaktadır. Ev başına oda sayısı ve alanı son derece azdır, evler daha pahalıdır. Ortalama ev büyüklüğü 80 metrekare ise de son yıllarda 30 metrekareden ufak evlerde “şaşırtıcı” bir hızla artış sürmektedir. Tokyo’da şehir merkezinden tren veya araba ile 1 saat uzaklıkta küçük bir ev 77,5 milyon T.L.dir ve sadece çok zenginlerin satın alabileceği bir maldır. Japon devleti, hızla sosyal hizmetlerden kesinti yaparak bu paraları büyük şirketlere ve uluslararası Japon tekellerine vermektedir. Bütün bunları göz önüne aldığımızda “Japon Mucizesi”nin ne mene bir şey olduğu anlaşılmaktadır. Japon kapitalistleri dünya devlerinin arasındadır ama Japon işçi sınıfı gittikçe kötüleşen koşullarda adeta bir üçüncü dünya işçisi gibi yaşamaktadır. “Japon Mucizesi”ne özenen kapitalistler aslında Japon işçisinin bu kurbanlık koyun durumuna özenmektedirler. Türkiye’de “Japon Mucizesi” ne demektir? Türkiye işçi sınıfı bugün Japon işçileriyle karşılaştırılamayacak kadar kötü koşullarda yaşamaktadır. “Japon Mucizesi” propagandası altında Türkiye işçi sınıfım (ki, azımsanamayacak bir mücadele geleneği vardır) köle durumuna indirmek arzuları yatmaktadır. Her türlü mucize gibi “Japon Mucizesi“nde de mucizevi bir yan yoktur. Temelinde işçi sınıfının soyulup soğana çevrilirken aynı zamanda karşı koyamaz hale getirilmesi yatmaktadır.


Sayfa: 10

Sayı: 11

SOSYALİST İŞÇİ

CENEVRE BULUŞMASI NATO üyesi ülkeler, 1979 yılında “İkili Karar” denilen ünlü bir karar aldılar. “İkili Karar” gereğince; bir yandan 1983 sonunda İtalya, B.Almanya, İngiltere, Hollanda ve Belçika’ya Cruise ve Pershing II nükleer füzelerinin yerleştirilmesinin hazırlıkları yapılırken bir yandan da Avrupa’da nükleer silahların dengesini bozduğu iddia edilen Sovyetler Birliği ile bir anlaşmaya varmak için görüşmeler yapılacaktı. Bildiğimiz gibi ABD ve Sovyetler Birliği Cenevre’de yapılan görüşmelerde anlaşamadılar ve İtalya; B.Almanya ve İngiltere’ye füzeler yerleştirildi, özellikle füzelerin yerleştirildiği yıl olan 1983’te en yüksek boyutlarına ulaşmak üzere, bu dönemde bütün bir Avrupa büyük barış gösterilerine sahne oldu. Milyonlarca insan füzelere karşı sokaklara döküldü. Elbette Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki resmi gösteriler, sadece NATO-ABD füzelerine karşı yapılırken, Batıldaki gösteriler resmi gösteriler değildiler. Kiliselerden, sekter SSCB taraftarı gruplara kadar çok geniş bir yelpazeyi temsil ediyorlardı. Milyonlarca insanı içinde barındıran bu geniş yelpazenin andaki hedefi’ füzelerin yerleştirilmesini durdurmak olmakla beraber, Doğu’da ve Batı’da nükleer silahlara karşı olmak temel yaklaşım idi. SSCB ve Doğu Avrupa’daki yandaşı ülkelerde resmi devlet-parti kararlarının ve örgütlerinin dışında barış ve silahsızlanma konusundaki her türlü girişim —ki bu girişimler kendi ülkelerindeki silahlanma ve militarizmin tırmanmasını da sorgulayan girişimlerdi— parti-devlet baskısı altında ortadan kalkarken, Batı’da bu sorun en geniş yelpaze içinde tartışılıyor, kamuoyunu en fazla meşgul eden sorun oluyordu. Nükleer silahların dehşetine dair araştırmaları kapsayan kitaplar, broşürler, afişler yayınlanıyor, kongreler toplanıyordu.. Kısacası korku insanları harekete geçiriyor, düşündürüyordu. SICAK BİR SOĞUK SAVAŞ

L. KARADENİZ “İkili Karar “in arkasından, o zamana kadar resmi NATO stratejisi olan “Esnek Mukabele Stratejisi” de değişiyor ve yerini “Yıldırma Stratejısi” ne bırakıyordu. Yıldırma Stratejisi’nin dayandığı ilke şu: Bir yandan silahlanarak SSCB’yi korkutmak, bir yandan da görüşmeleri sürdürmek. Böylece Doğu ile Batı arasındaki 1970’li yılların yumuşama (detant) politikası ortadan kalkıyor, yerini karşılıklı sertlik politikalarının egemen olduğu soğuk savaşa bırakıyordu. Orta Amerika’da ve Orta Doğu’da SSCB ve ABD dolaylı olarak ta olsa askeri olarak karşı karşıya geldiler. SSCB destekli güçlerle ABD askerlerinin doğrudan çatışmasına ramak kaldı. Bu tehlike hâlâ devam ediyor. Honduras’taki yoğun ABD askeri varlığı Nikaragua’yı ve FMLN/FDR’ın başarısı halinde El Salvador’u tehdit ediyor. “Lübnan’ın toprak bütünlüğünü sağlamak amacıyla” Lübnan’a çıkan Amerikan, Fransız ve İtalyan askerleri doğrudan Suriye birlikleri ile çatışmadılar. Ama, Humeyni yanlısı örgütlerin komploları sonunda epeyce kayıp verdikten sonra gemilerine binip ayrılmak zorunda kaldılar. SSCB destekli Suriye birlikleri ise Lübnan’daki askeri varlığını sürdürüyor. Bu iki sıcak bölgenin dışında Güney Afrika, Afganistan, Polonya iki blok arasındaki gerginliğin odak noktalarını oluşturmaya devam ettiler. Özellikle 1983 sonunda, Cenevre görüşmelerinin kesilmesi ve Avrupa’ya füzelerin yerleştirilmesinden sonra, 1984 yılı boyunca sertlik politikaları üslûpta ve fiili olarak II. Dünya Savaşı’nı takip eden soğuk savaş yıllarından sonraki en keskin noktaya ulaştılar.

muşama politikalarına geri dönülecek” diye bir yandan da sevindirecek bir şey oldu. SSCB Dışişleri Bakanı, Politbüro üyesi Gromiko ve ABD Dışişleri Bakanı Shultz Cenevre’de, silahlanma yarışının kontrol altına alınması görüşmelerini başlatmak üzere tekrar bir araya geldiler. Bundan önceki Cenevre görüşmelerini, “Batı Avrupa’dan füzeler sökülmedikçe bir daha masaya oturmayız” diye terk eden veya “SSCB’nin modern nükleer silahları geliştirecek teknolojik ve ekonomik olanaklara sahip olmadığını zanneden emperyalistler yanılmaktadırlar” diyen SSCB, neden fikrini değiştirdi? Yoksa, ABD tarafından bakınca, Yıldırma Stratejisi doğrumu çıkmıştı? Çünkü, ABD 1983 başında, basında Yıldızlar Savaşı diye adlandırılan yeni bir nükleer “uzay savunma sistemi”nin araştırmalarına ve denemelerine başlayacağını a-ıklamıştı. 1984’te ise yeni “savunma sistemi “ne dair gelişme ve tartışmalar uluslararası politikanın en önemli konusu oldu ve SSCB’nin sert sözlü saldırılarına hedef oldu. Resmi açıklamalar gerçeği kavramamıza pek yardım etmiyor. Ve gerçeği kavramak için, hangi tarafın kaç tane ve hangi tipten silah sistemine sahip olduğu gibi incelemelerin ötesinde, dünyadaki başka gelişmelere dikkat etmek gerekiyor. GERİLEYEN ABD EMPERYALİZMİ

YENİ CENEVRE GÖRÜŞMELERİ

Amerikan emperyalizmi 1970’li yıllarda dünya pazarını kontrol eden güç olmaktan çıktı. 1950’de dünyadaki bütün malların ve hizmetlerin %52’sini üreten ABD, 1970’ de %30’unu, bugün ise %22’ sini üretiyor.

1985’in başında dünya kamuoyunu şaşırtan ve hatta “galiba gene yu-

Başta B.Almanya olmak üzere gelişen Avrupa ve Japon ekonomileri,

dünya pazarlarındaki paylarını ABD aleyhine arttırdılar. Bizzat Amerikan iç pazarına el attılar. “Malların ve sermayenin serbest dolaşımı” sloganının şampiyonu ABD korumacı tedbirlerini sürekli arttırıyor. Krizin en önemli göstergesi olan yatırımların ve büyüme hızının düşmesi devlet gelirlerini azaltırken Amerikan devleti bütçe açıklarını kapatmak için büyük borçlanmalara giriyor. 1980’de Reagan ilk defa başkan seçildiğinde 750 milyon dolar olan bütçe açığı 1985’te 210 milyar dolar oldu, Ekonominin bu durumu değişmediği taktirde, Reagan’ in ikinci başkanlık döneminin sonunda devlet borçlarının 2 trilyon dolar olacağı hesaplanıyor. Ekonomik olarak durgunluk dönemine girmiş olmakla beraber, ABD emperyalist kampta siyasal hegemonyasını sürdürüyor. II. Dünya Savaşı sonunun konjonktüründe kurulmuş olan bu hegemonya hâlâ varlığını sürdürüyor ve bu hegemonyayı korkutucu bir, askeri güç destekliyor. Asıl tehlike Kapitalizmin kendi krizi olmasına rağmen ABD yönetimi anti-SSCB sertlik politikalarını tırmandırarak ve bu politikalar çerçevesinde alınmasını zorladığı hem ortak askeri tedbirlerle —NATO çerçevesinde—, hem de kendi üstün askeri gücüyle emperyalist kamptaki müttefikleri üzerinde siyasal hegemonyasının sarsılmamasına çalışıyor. Dolayısıyla silahlanma harcamalarını sürekli yükseltiyor, yeni silahlar geliştiriyor. Pentagon’un şefi; Savunma Bakanı Weinberger ABD yönetimi içinde bu politikaların en kararlı savunucusu olarak sivriliyor. Bu politikalara karşı ulusun onayı ise, son yıllarda iyice tırmanan milliyetçilik, vatanseverlik, anti-komünizm ve anti-SSCB temelinde sağlanıyor. Bu noktada, “Peki neden bir yandan SSCB ile diyalog sürdürmekten bahsetsin? Neden buna ihtiyaç duysun?” diye bir soru akla gelebilir. Görebildiğimiz kadarıyla, Amerikan tekelleri arasında bu po-


Sayı: 11 litikaların tırmandırılmasına muhalefet var. Örneğin seçimlerde Reagan’ın Demokrat Parti’li rakibi olan Mondale, SSCB ile daha yumuşak ilişkilerden yana ve sertlik politikalarının somutlaştığı alanlardan biri olan Orta Amerika’da CIA eylemlerini eleştiren bir tavır içindeydi. Gene Demokrat Parti’den Edward Kennedy “barışçı” girişimlere önayak oluyor, Reverend Jackson Suriye’ye gidip Hafız Esad ile görüşüyor ve Suriyelilerin elindeki Amerikalı pilotu yanına alıp Amerika’ya dönüyordu. Aynı farklılıkları kabine içinde de izlemek mümkün. Amerikan maliye ve hazine yetkilileri, gelecek üç yılda devlet borcu olarak bulmaları gereken miktarı 100 milyar dolar azaltabilmek için kamu harcamalarını kısmak planlarına Pentagon’un harcamalarını da kattılar. 1985’teki Pentagon harcamalarını 8 milyar dolar kısmak isteyince Weinberger buna razı olmadı. Sadece 1986’daki 320 milyar dolarlık harcamalardan, 6 milyar dolar azaltabileceğini belirtti. AVRUPA’DA NÜKLEER SİLAHLARA DİRENİŞ ABD yönetimini zorlayan diğer bir neden Avrupalı müttefikleri. Hollanda ve Belçika 1979’daki ikili Karar gereğince kendi paylarına düşen ve 1983 sonunda yerleştirmeleri gereken füzeleri henüz yerleştirmediler. Her iki ülkede de Hıristiyan Demokrat-Liberal koalisyon hükümetleri olmasına rağmen, kamuoyundan ve sosyal demokrat işçi partilerinden gelen muhalefet karşısında yerleştirmeyi sürekli erteliyorlar. NATO içindeki bu bölünme Reagan yönetimini endişelendiriyor. Füzelerin yerleştirildiği İtalya’da Komünist Partisi’nin %33’lük oyuyla ülkenin en büyük partisi olması zaten büyük bir problem. İstikrarlı B. Almanya füzeler dolayısıyla II. Dünya Savaşı sonrasının en çalkantılı ve toplumsal muhalefetin en yükseldiği günleri yaşadı. İkili Karar’ın alındığı günlerde iktidar olan SPD, o günlerin başbakanı Schmidt’i harcayarak, füzelerin yerleştirilmesine karşı kongre kararı aldı. Ayrıca B. Alman kapitalistleri SSCB ile ticaretten büyük kârlar elde ediyorlar. Nitekim Sibirya’ dan B.Almanya’ya gelecek olan doğal gaz hattı projesi B. Almanya ile ABD arasında sertleşen tartışmalara ve ABD’nin Almanlara sattığı en modern teknoloji ile üretilmiş bilgi sayarlara ambargo koymasına kadar, bir dizi tedbir hâlâ gündemde. Monetarist ekonomi politikaları ile ABD’nin Avrupa’daki sıkı müttefiklerinden biri olan İngiltere’de de iş-

SOSYALİST İŞÇİ leri ABD’de ki kadar kolay götürmek mümkün olmuyor. Sosyal devlet fikrenin yıllarca sembolü olan İngiltere’de, Thatcher hükümetleri sosyal harcamaları sürekli keserken silahlanma harcamalarım yükseltmek, siyasal olarak, en azından şimdilik oldukça riskli. Muhalefetteki İşçi Partisi, kongresinde “tek yanlı silahsızlanma” kararı aldı. Ayrıca İngilizler de SSCB ve Doğu Avrupa ile ticari ilişkileri geliştirmenin yollarını arıyorlar. Aralık sonunda İngiltere’ye gelen SBKP Politbüro üyesi Gorbachev ve heyeti bir dizi önemli görüşmeler yaptılar. Bu ziyaretin arkasından ABD’ ye giden Thatcher’in, Yıldızlar Savaşı projesine eleştirel yaklaştığı ve Reagan’ı SSCB ile görüşmeye zorladığı belirtildi. REEL SOSYALİZM SSCB’nin sert üslûbuna rağmen, neden görüşme masasına döndüğü ise bütün bir sistemin kendi iç çelişkilerini ele veriyor. Politbüro ve Merkez Komitesi üyelerinin bütün iddialarına rağmen, SSCB ABD’nin silahlanma yarışına ayak uydurmakta büyük güçlüklerle karşı karşıya. Nitekim geçtiğimiz yılda silahlanma harcamalarını karşılamak üzere Merkez Komitesinde, ücretleri kısmak veya ücretsiz özel vardiyalar koymak önerilerinin görüşüldüğü biliniyor. Yıldızlar Savaşı projesi SSCB’nin silahlanma alanında en güçlü olduğu noktadaki konumunu sarsıyor. Ağır kıtalararası nükleer füzelerden oluşan saldırı silahları sistemine sahip olan SSCB’nin, eğer ABD uzayın silahlandırılması projesini gerçekleştirirse, bu alandaki gücü sarsılacak. Çünkü ABD’nin yeni geliştirmekte olduğu füzesavar füzeler sistemi, “düşman” füzelerini daha hedefine varmadan uzayda yok edecek. Bu işlevine ek olarak “düşman”ın uzaydaki bütün sivil ve askeri amaçlı dinleme gözetleme, bilgi toplama ve haberleşme füzelerini de gereğinde imha edebilecek. Bundan dolayıdır ki, 7-8 Ocak’taki Gromiko ve Shultz’ un Cenevre buluşması öncesi ve sonrasında, görüşmelerde savunma silahlarının mı öne alınması (SSCB önerisi) yoksa saldın silahlarının mı öne alınması (ABD önerisi) uzun uzun tartışıldı. En sonunda her iki silah sistemi üzerine görüşmelerin eşzamanlı olarak yürütülmesine karar verildi. 1983 yılı sonundaki görüşmelerin kesilmesinden sonra SSCB, Doğu Avrupa’daki yandaş ülkelere Varşova Paktı çerçevesinde, Pershing ve Cruise’lere mukabele olarak nükleer başlıklı füzeler yerleştirmeye karar

verdi. Ancak bu ülkelerde Sovyet füzelerine karşı, resmi çevrelerde de muhalefet olduğu biliniyor. Zaten Polonya sistemin krizini açığa çıkaran çalkantıları yaşamaktayken, buna ek olarak başka muhaliflerin ortaya çıkabilecek olması ve şiddet tedbirlerine başvurmak zorunda kalabilecek olması SSCB’yi rahatsız ediyor. 1980’li yıllarda yeni bir Macaristan veya Çekoslovakya’ya girişmenin sonuçları oldukça riskli. SSCB uzun yıllardan beri, sosyalizm adına reel politikaların hakim olduğu bir ülke. Diyalektik materyalist tarih anlayışının üzerine kurulu sosyalizm anlayışının yerine; büyük güç, zor ve uzlaşma (bu son ikisi daima birbirini tamamlar) ilişkilerinin üzerine kurulu bir sosyalizm anlayışı hakim. Bu anlayış gereğince tarihi insanlar yapmaz. Devrimci Marksizmın kapitalizme ve proletarya devrimine ilişkin eski fakat kapitalizm durdukça yeni kalacak temel ilkeleri; yani kapitalizmin bir üretim biçimi olarak kendini yok edecek çelişkileri bağrında taşıdığı ve mutlaka büyük krizlere gireceği, insanlığın barbarlık içinde toptan çöküşünü engellemenin ve onu özgürlükler ülkesine götürmek tarihi görevinin uluslararası proletaryaya ait olduğu ilkelerini terk etmiş durumda. O, “sosyalizmi” reel güçlerle (ticaret, silah, müdahale, uzlaşma ve her türlü büyük devlet etkinliği) “yaymaya” çalışıyor. Uluslararası politikada, uluslararası proletaryaya karşı açıklık ilkesi yerine, Marks ve Lenin’in nefret ettikleri gizli devlet diplomasisini tercih ediyor. Kuşkusuz bu politikaları yürütmek asıl olarak yumuşama içinde, yani statüko‘nun devamı halinde mümkün. Ama Marks’ın tespit ettiği gibi kapitalizm krize girdiğinde, durum değişiyor ve statüko’yu geri getirmek SSCB’nin elinden ne yazık ki gelmiyor! Ve sistem kendi içine kapanmak, siyaset yürüttüğü manevra alanlarından kopmak zorunda kalıyor. Başka alternatifi olmadığı için de statüko‘yu geri getirmek için çabalıyor. Bunun içindir ki, SSCB geçtiğimiz Eylül ayında Gromiko’yu ABD’ye göndererek ve diyaloga hazır olduğunu belirterek eski güzel günlere dönmeye uğraşıyor. 7-8 Ocak’taki Shultz ve Gromiko buluşmasının hemen öncesinde ve sonrasında bir dizi olay gelişti. Cenevre buluşmasından hemen önce Başbakan ve Politbüro üyesi Tikhonov Türkiye’ye gelerek Özal hükümeti ile uzun dönemli bir ticaret anlaşması yaptı. 1985’te 570 milyon dolar olan Türk-Sovyet ticaret hacmi, 1986-90 arasındaki beş yıllık plan döneminde

Sayfa: 11

6 milyar dolara çıkacak. 1987’ den başlamak üzere Türkiye Bulgaristan üzerinden geçecek bir boru hattı yoluyla SSCB’ den doğal gaz alacak. Buluşmadan hemen sonra ise SSCB ile Batı’daki en büyük ticaret ortağı B.Almanya arasındaki görüşmelerde, 1980’li yılların sonunda B.Alman firmalarına önemli kazançlar sağlayacak anlaşmalara varıldı. 1984’te iki ülke arasındaki ticaret hacmi dikkat çekici bir düşüş göstermişti. ABD yönetimi Orta Doğu konusunda SSCB’nin de katılacağı — ki, şimdiye kadar bölgedeki SSCB varlığını kabule yanaşmıyordu— bir konferansın toplanabileceğini belirtti. Ayrıca son yıllarda durma noktasına gelen SSCB’deki yahudilerin İsrail’e göçü konusunun da gene Cenevre’de görüşüldü. Bunlardan başka iki ülke dünyanın sıcak bölge ve ülkeleri olan Güney Afrika, Afganistan ve Orta Amerika üzerinde de diyalog sürdürecekler. Nitekim Edward Kennedy geçtiğimiz günlerde Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gidip, yerli kabilelerin en büyüğünün reisi ile görüştü. Hapisteki Afrika Ulusal Konseyi önderi Nelson Mandela ile de görüşmek istedi fakat ırkçı rejimden izin alamadı. Evet, her iki taraf ta kendi açısından şimdilik yararlı çıkmış gözüküyor. Ama kimsenin akıldan çıkarmaması gereken bir nokta var: Buluşmaya ve onu takip edecek olan görüşmelere neden olan ve SSCB’nin büyük saldırılarına hedef olan Yıldızlar Savaşı projesi, yani uzay savunma sistemine dair ABD’den pek taviz koparılamadı. ABD bu projeden vazgeçmeyeceği kesinlikle beyan etti ve Mart ayında denemelere başlayacak. Günümüzün ekonomik - siyasal göstergeleri yakın gelecekte reel politikalarla işleri eskisi gibi götürmenin pek mümkün olmayacağını gösteriyorlar. Dünyamızı bir nükleer savaştan kurtaracak asıl faktör ancak güçlü bir uluslararası sosyalist hareket olabilir. Umarız kimse, Sosyalist Enternasyonal üyesi sosyal demokrat partilerin barışçı kararlarına ve girişimlerine umut bağlamaz. Onlar kapitalizmin ve savaşın sahte düşmanlarıdır. II. Enternasyonal’in devamı olan Sosyalist Enternasyonal emperyalist paylaşım savaşı burjuvazi için tek çıkar yol olarak kaldığında, savaşı ve halkların ülkelerin yağmalanmasını desteklemek konusunda II. Enternasyonal’den farklı davranmayacaktır. Ve hatta bu defaki savaş toptan çöküşe yol açacak olsa da.


ZEKİ ERGİNBAY YOLDAŞ ARAMIZDA K

urtuluş Hareketinin önde gelen unsurlarından Zeki Erginbay 23 Ocak 1977 günü İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birinde kaçırıldı. Bir hafta sonra ölüsü Ömerli Barajı civarında bulunduğunda vücudu sayısız işkence izleri ile doluydu. Kalbi ise profesyonelce tek bir kurşunla parçalanmıştı.

esas olarak TKP Programı ve o günlerde son derece kısıtlı olan TKP belgelerine dayanmakta ve yürüttüğü tüm tartışmada TKP’yi üzerinde yürüdüğü uluslararası çizgiden ayırt etmeye çalışmaktaydı. Bugün ise, komünistler için çok daha berrak ki mücadele esas olarak TKP ile değil, onun üzerinde yürüdüğü uluslararası çizgi ile yürütülmelidir. TKP’nin gerek o zamanki programı, gerekse yeni programı (ki, yeni program eskisinden ciddi farklılıklara sahiptir) resmi sosyalizmin öğretilerinin silik bir kopyasıdır. Bu nedenle, bugün Zeki Erginbay’ı olumlu bir şekilde anmak, hiç kuşkusuz, onun ürettiğini methetmek değil, onun geriye bıraktığının olumlu noktalarını yakalayıp daha da geliştirmektir.

Z

eki Erginbay’ın kimler tarafından kaçırıldığı bugüne kadar, açığa çıkmadı. Onu, kayıp olduğu günlerde İstanbul Emniyetinde görenler var. Aynı şekilde o günlerde faşistlerin denetimi altındaki bir öğrenci yurdunda görenlerde var. Kısacası, Zeki’nin öldürülüşü tam bir sis perdesi altında. Açık olan o ki, Zeki Erginbay MİT, Kontrgerilla ve faşistler üçgeninin ortak çabasıyla imha edildi.

Y

Ö

ldürüldüğünde Zeki İnşaat Mühendisleri odasında çalışmaktaydı. Aynı zamanda da Hareketin gençlik yayını olan İleri’nin çıkarılmasına katılmaktaydı. İMO’da onun başlattığı faaliyet ileriki yıllarda Kurtuluş’un teknik elemanlara arasındaki gelişiminde önemli bir rol oynadı. Aynı şekilde İleri’de Hareketin öğrenci gençlik arasındaki gelişiminde önemli bir yere sahiptir. Ancak, Zeki Erginbay’ın geriye bıraktığı en önemli yapıt, ilk kez Kurtuluş Sosyalist Dergi‘de yayınlanan “TKP Üzerine” başlıklı’ makalesidir. Daha sonra yoldaşın imzasıyla kitap olarak da basılan bu makale o günlerin koşulları altında devrimci hareketin revizyonizme karşı mücadelesinin önemli belgelerinden biri oldu. Zeki Erginbay’ın “TKP üzerine” başlıklı makalesi revizyonistlerin “TKP’nin Sesi” radyosundan kendisini provakatör olarak ilan etmelerine de neden oldu. Bu tutumlarıyla revizyonistler ideolojik-teorik

mücadeleden ne anladıklarını bir kez daha göstermiş oldular.

Z

eki Erginbay öldüğünde geriye revizyonizme karşı mücadeleye ilişkin yoğun notlar bıraktı. Ancak, bu notlar değerlendirilip yayınlanamadığı gibi daha sonraki yıllarda Hareketin diğer birçok belgesi ile birlikte kayboldular!

G

ünün koşullarında önemli bir boşluğu dolduran “TKP üzerine” makalesi bugün artık mutlaka yenilenmesi, geliştirilmesi gereken bir eser haline geldi. Makale

oldaşın pratiği de aşılmak zorundadır. Onunla ortakça sürdürdüğümüz 19761980 pratiği eleştiri süzgecinden geçirilmedikçe, Hareketin, onun ve bizlerin katkıları ile, sahip olduğu küçük burjuva tabanı değiştirilmedikçe, Zeki’nin olumlu bir şekilde anılması mümkün değildir. Onun ardından, birçoklarının ardından yaptığımız gibi, kahramanlık, fedakarlık ağıtları yakmak, onun kişiliğinde önderliğin meziyetlerini saymak, kavgada düşen bir yoldaşı olumlu bir biçimde anmak değildir. Tam tersine yapılması gereken, objektif doğruları ortaya koymak, objektif doğrular çerçevesinde kendimizi ve düşen yoldaşlarımızı aşmaktır.

Z

eki Erginbay, tüm olumlulukları ile aramızda yaşamaya devam edecek. Hareketin önde gelen bir parçası olarak sahip olduğu tüm olumsuzlukları ise, bizler kendimizi aştıkça, bizler kendimizi yeniledikçe kaybolacaktır.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.