2003 22 aralik

Page 25

edward said hüseyin

“ evet ! ir grup genç vardı, ellerinde taşlar. Yürümeye başlarken öğrendiler o taşları parmaklarıyla tutmayı, kollarını germeyi ve vücutlarını yay gibi gerip hedefe fırlatmayı. Onlar hakkında yazmayan kalmadı. Akıl verenler, uzun uzun tahlillerle eleştirenler ama hepsi de bir pencereden bakıyordu. Dünyanın hangi bölgesinden, hangi bilgilerle, nasıl donanmışlarsa önemli değildi. Hepsinin beyinlerinde bir pencere, gözlerinin önünde bir çerçeve vardı. O çerçeveye hapsederek baktılar onlara... “Ortadoğu” derken bile... “Doğu” nerenin doğusuydu? “Orta” neye göre “orta”ydı? Bir grup gencin arasında, ilerlemiş yaşına rağmen, onlar kadar genç, onlar gibi ahlaklı bir bilim adamı, bir aydın vardı. Elindeki taşı onlar gibi savurmayı öğrenmişti. “Evet, o bendim. Taş atarken, çok hoş duygular yaşadığımı inkar edemem. Galiba, bir tanesini de isabet ettirdim.” Edward Said’ di adı. Ön adı “Edward”ı da, öz adı “Said’i de uzun süre benliğine oturtamadı. 1935’te, Kudüs’te doğduğu ev, orta düzeyde bir ticaret erbabı babasının iki katlı eviydi. Baba, 1900’lerde Amerika’ya göç etmiş; 1920’de, Kudüs’e geri dönmüştü. Yazı makineleri araç gereçleri satıyordu ve oldukça da iyi kazanıyordu. 1948’de, İkinci Paylaşım Savaşı’nda zulmün en büyüğünü yaşamış yahudi halkı, yahudi büyük sermaye çevrelerinin tarihsel çıkarları için başlattıkları ve onyıllar boyu, en büyük vahşete neden olacak adımın aracı edildi. Onbinlercesi, gemilerle Filistin topraklarına getirilip, konduruldu: “Burası İsrail’dir” denildi. “birlikte yaşamak istiyoruz, bizi kabul eder misiniz?” diye sorsalardı, Filistin Halkı “Hayır! “ der miydi? Öyle olmadı. “Burası bizimdir!” dediler ve vatanlarından kovmaya kalktılar. Sürgün etmeye, yok etmeye... Baba Said, çocuklarıyla birlikte Kahire’ye taşındı. Edward orada iyi bir eğitim gördü. Daha sonra da, Amerika’ya, Priston ve Harward Üniversitesi’nde İngiliz Edebi-

B

gezgin

o bendim

yatı, karşılaştırmalı Edebiyat ve müzikoloji okumaya gitti. Kahire’de İngilizce eğitim veren okulda okurken hangi dilde düşünüp, hangi dilde rüya gördüğünü, çoğu zaman birbirine karıştırıyordu. Bilimin, insanlık kültürünü yalnızca Batı’daki gelişim ile sınırlı tutmadığını, hep hissederek öğrendi; gelişti. Batı’nın rasyonalist gelişiminin kapsayamadığı, kapsam dışı bıraktığı, giderek bir kalemde yok saydığı o kadar önemli ve o kadar geniş bir dünya vardı ki...

Profesör olup, kolombiya Üniversitesi’nde ders vermeye başladığında, bu sorunu daha sistemli ele almaya da karar vermişti. Bir aydın olarak, çağının insanlık sorunlarını; bir insan olarak, kendisini var eden kültürel kimliğini; bir namuslu bilim adamı olarak, adaleti hak ve özgürlükler meselesini gözardı edemezdi. Kendisi Amerika’daydı; yüreği Filistin’de. Kendisi, Hıristiyan kökenliydi; yüreği, çoğunluğu Müslüman olan Ortadoğu halklarındaydı. 1967’de “6 Gün Savaşları”nın ardından aktif politikanın içinde yer aldı. Filistin Ulusal Konseyi’ne temsilci olarak dahil oldu. “Adalet” dedi, tam 14 yıl boyunca. Ve Oslo Görüşmeleri’nde; Arafat, onursuz barış’a “He” deyince konseyden çekildi. Lösemiyle tam 10 yıl savaştı. Bu savaşın içinde, dünyayı dişlilerinin arasında öğütmeye çalışan zulüm makinesinin hegemon-

23

yasına karşı ideolojik ve kısmende pratik olarak direnişin yanında yer aldı. “Oriantalizm” adını verdiği çalışmasında, Batı’yı inceledi. Batı’nın, Doğu’ya nasıl baktığını; metod, kültür, kavramlaştırma gibi her açıdan ele aldı. Gördü ki Batı, kendi biçtiği elbiseyi giydirdiği bir Doğu yaratmış. Üstelik, Doğu’ya da bu kimliği benimsetmeye çalışmış... Ne kadar doğru değil mi? Anadolu zenginliğiyle, bu zenginliğin halk yaşamındaki kaynaklarıyla kaç aydın, ne kadar ilgilendi? İlgilenenlerin kaçı, batının dayattığı yöntem ve bilimin sınırlarını aşıp gerçeği daha boyutlu ele almaya çalıştı? Bir sonuç var ki hepsinin göstergesi: Kaç aydın sayabiliriz ki halkıyla bütünleşebilmiş, onun davasında onunla birlikte yürümüş? Halkı küçümseme, üstencilik, aşağılama... Tam da Batı’nın, Doğu’ya biçtiği çerçevedir bu. Said, 68 yıllık ömrünü tamamladığında; ardında, aydınların; kendisini, düşüncede ve vicdanında sorgulayacağı bir entellektüelizm anlayışı varetti. Entelektüel (aydın) olmanın kaçınılmaz rolünü nasıl kavramış geleneksel anlayış? Bütün statükoları ve olası tehlikeleri sıralamaya çalışmıştı. Tarihin ve hayatın; insanı, aydını da koşullayan bir kimliği vardır. Yolu yok o kimlik bir halka, bir kültüre aittir. Bu doğallık, saptırılmış milliyetçiliğe dönüşmeden nasıl taşınabilir? Sevmekle, halkını sevmekle... Bir başka kılık, bir başka düşünce ve yaşama biçimi abesliğinde olmayı hegemonya dayatıyor. Edward Said, Filistinli’nin nabzıydı bir anlamda. Daha ötede ise Ortadoğulu’nun, Doğulu’nun nabzı gibiydi. O nabız, dobra dobra, namuslu, inadına, kendini ve hayatı anlayıp anlattı. Hep düşleriz; ufkumuz, bu denli geniştir. Hangi meslekten olursa olsun, insanlar aydın olabilirler, olmalılar. Edward Said, kendi içinde eksikler ve hatalar taşıyor olabilir. Bir olaya karşı tavrı olaya bakışı vs. Bunlar hiç önemli değil. Onun kadar mücadele ederse aydınlar, o zaman tartışmaya değer tüm bunlar.✔


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.