Çağrı - 145

Page 1

AYLIK SİYASİ GAZETE

Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var!

HAZİRAN 2010/06 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X145


• editörden - içindekiler

EDİTÖRDEN Değerli okuyucu, Yeni ve dopdolu bir sayıyla tekrar beraberiz.. Önümüz yaz.. Sıcak günler bizi bekliyor.. Sadece mevsim sıcakları değil, egemen sınıfların arasındaki dalaşın sıcaklığı, sınıf mücadelesinin gelişmesinin sıcaklığı da mevsim sıcaklarıyla birlikte gittikçe artış göstereceğe benziyor... Burjuva ahlaksızlığının ikiyüzlü örneklerini yaşadıktan sonra, gözlerimizin önünde başka bir ‘ahlaksız’ oyun sergilenmeye başlandı: Kemal Kılıçdaroğlu cilalanarak milyonları önümüzdeki yıllarda uyutmanın aracı olarak büyük bir gürültüyle piyasaya sürüldü... Utanmadan sıkılmadan Kılıçdaroğlu’nu neredeyse sosyalist olarak yutturmaya çalışıyorlar. Milyonları kandırmak için dev medya araçları devreye sokuldu bile... Milyonlar bu oyuna gelecek mi, bu numarayı yutacak mı en geç önümüzdeki seçimlerde göreceğiz bunu.

Bizim görevimiz ise durmadan bıkmadan işçilere, emekçilere gerçekleri anlatmak olacak. İşçi emekçi düşmanı AKP’nin alternatifinin üstü cilalanmış içi kokuşmuş CHP ya da MHP ya da herhangi bir düzen partisi olmadığını, tersine hepsini tarihin çöplüğüne atacak olan devrim için örgütlenmek olduğunu bıkmadan usanmadan anlatacağız. Yaz aylarında kimimiz köye gideceğiz, kimimiz tatile gideceğiz, kimimiz de belki izinimizi evimizde geçireceğiz... Her halükarda yaz aylarında işçilerin emekçilerin mücadelesinin ara vermediğini bir an bile unutmadan, bir yandan tatilimizi dinlenmek için kullanırken aynı zamanda kendimizi sınıf mücadelesinde daha da yetkinleştirmek, bilgi hazinemizi genişletmek için kullanacağız tatilimizi. Yeni sayımızda görüşmek üzere.. Yeni Dünya İçin Çağrı

İÇİNDEKİLER GÜNDEM İşçi sınıfı ve siyaset gündemi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 Gitti Baykal Geldi Kemal. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5 Grizu patlamasında 30 işçi öldü .. Sorumlu kim? . . . . . . . . . . . . . . . 7 GÜNCEL

“İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9 5. Avusturya Sosyal Forumu Yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Nazım’ın çınarı Mersin’de. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12 İbrahim Kaypakkaya’yı andık. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 13 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN İbrahim Kaypakkaya, Ulusal Sorun ve Ulusal Sorunda Bugün. . . . 14 Bir Sınır Ötesi Hareketi Daha. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 Kuzey Kıbrıs’ta sil baştan mı? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 16 TRT El-Tîrkiye fetiğ, balla leşû fetiğ…*. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Hipermarketlerde Sömürü. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18

2

YENİ KADIN DÜNYASI Kadınlara “pozitif ayrımcılık” var mı gerçekten?. . . . . . . . . . . . . . . 19 Bir kadın işçinin fabrika notları… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20 PANORAMA Katliamın yıldönümü ve savaş ürünü seçimler… . . . . . . . . . . . . . 21 Seçimleri ırkçılar, faşistler kazandı!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23 Hitler faşizminden kurtuluşun 65. yıldönümü!. . . . . . . . . . . . . . . . 25 YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Meksika Körfezinde çevre felaketi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 Nükleer santral anlaşması imzalandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28 YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ Irkçı Politikalar Her Yerde .. Peki, Ya Şerzan?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 “Tutsaklara Yollanan Balonlar Hukuku Gevşetir” . . . . . . . . . . . . . . 30 Şerzan’a Sıkılan Kurşun İlk Değil! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30 Devrim için her zaman ölecekler bulunur . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 31

Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 145· Haziran 2010 • ISSN 1301692X145• Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org


Sendikal bürokrasinin 26 Mayıs aldatmacası Tekel işçilerinin direnişini desteklemek amacıyla sendika konfederasyonlarının aldığı 26 Mayıs’ta “üretimden gelen gücü” kullanma kararı rafa kaldırıldı. 21 Mayıs’da DİSK, KESK, TÜRK-İŞ, KAMU-SEN sendika konfederasyonları adına yapılan açıklamada: “-26 Mayıs 2010 Çarşamba günü, Konfederasyonların üretimden gelen güçlerinin kullanılmasının nasıl gerçekleştirileceği konusunu kendilerinin belirlemesine; -26 Mayıs 2010 Çarşamba günü saat 13.00’de örgütlü bulunulan tüm işyerleri önünde Konfederasyonlar tarafından hazırlanan ortak metnin okunmasına,” karar verildiği açıklandı. Alınan bu karar ile bu sendika konfederasyonlarının 22 Şubat’ta aldığı “26 Mayıs’ta üretimden gelen gücü kullanma, genel eylem yapma” kararı kuşa çevrildi. Konfederasyon yöneticilerinin Mayıs ayı başında “üretimden gelen gücü” kullanma hakkında Başkanlar Kurulu’nun karar almasını istemesi, Başkanlar Kurulu’nun ise kararı konfederasyon yöneticilerine havale etmesi sonucu 26 Mayıs’ta ne yapılacağı belirsiz hale gelmişti. Özellikle Kamu-Sen’in “yapmama” çağrısı, Türk-İş’e bağlı sendikaların yöneticilerinin

ise eylem için yeterli hazırlığın olmadığını belirtmeleri üzerine 22 Şubat’ta alınan karar tekrar tartışılmaya başlandı. Tekel işçilerinin direnişine destek olmak ve genel olarak işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için 22 Şubat’ta toplanan 4 Konfederasyon yöneticileri 12 maddelik bir talep listesi açıkladı. Bu taleplerin karşılanmaması durumunda ise 26 Mayıs’ta genel eylem yapılacağı açıklandı. Aslında eylemin üç ay gibi uzun bir zaman sonrasına bırakılması bile bugün gelinen noktanın sürpriz olmadığını göstermektedir. Türk-İş bürokrasisi özellikle Tekel işçilerinin baskısı karşısında eylem kararları almak zorunda kalmıştı. Nisan başında Tekel işçilerinin Türk-İş binasına dahi yaklaşamamaları Türk-İş’in Tekel işçilerine ne kadar destek verdiğini göstermişti. KESK’in “ne olursa olsun 26 Mayıs’ta greve çıkacaklarını” açıklamasına rağmen, diğer konfederasyonlardan net bir açıklama yapılmadı. 20 Mayıs’ta tekrar toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulu bir açıklama yapmazken, genel eylemi bir saatlik iş bırakma eylemine dönüştürme çabalarının olduğu basına yansıdı. Kamu-Sen karar konusunda Türk-İş’i beklerken, DİSK’te Türk-İş’in içinde olmayacağı bir eylemi yapmama tavrını gösteriyor. Konfederasyonlarda bunlar

gündem

İşçi sınıfı ve siyaset gündemi

3


gündem

olurken Tekel işçilerinin de belirli bir çabası görülmüyor. Tekel işçileri direnişleriyle aldırdıkları kararın uygulanması için öncelikle Türk-İş’e, işçi sınıfının ve sendikaların mücadeleye hazır kesimleriyle bir araya gelerek bir baskı oluşturabilirlerdi. Aslında bilmeceye dönüşen “Genel Grev” kararı için “yapılacaktır” dense dahi hayatı durdurma anlamında pek işe yaramayacağı açık. Çünkü öncelikle işçi sınıfının önemli bir bölümü sendikalarda dahi örgütlü değil. Örgütlü olan kesimin önemli bir bölümü de sendikal bilinçten yoksun. Tüm bunlara rağmen örgütlü kesimler açısından 26 Mayıs’a hazırlık ta yok. Bu şartlar altında 26 Mayıs’ta yapılabilecek olan şey “Genel Grev”den tamamen uzaktır. Yapılacak olan sendikalı işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin, emekten yana olan siyasi parti ve örgütlerin alanlara çıkarak eylem yapmalarıdır. Daha önceki deneyimlerin de gösterdiği gibi bu tarz eylemler hayatı durduramayacak, sadece belirli alanlarda ve en çok da kamu işyerlerinde etkili olacaktır. O halde sorun “Genel Grev” gibi ciddi bir konuda karar almak değil, örgütlü işçi ve emekçilerin sınıfsal bilinçlerini geliştirmek, örgütsüz kesimleri örgütlemek ve işçi sınıfını sermayenin saldırılarına karşı koyabilecek bir güce ve donanıma getirmektir. Bunu elbette sendikaların çoğunluğuna çöreklenmiş olan bürokratlardan beklemek abestir. Bu görev sınıftan yana tavrını koruyan mücadeleci sendika yöneticilerinin, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin, sınıfı örgütleme hedefine sahip olan komünistlerindir.

Karadon ve “işçilerin kaderi”

4

TTK’ya bağlı Karadon Maden Ocağı’nda 30 işçi göçük altında kaldı. Üç gün süren kurtarma çalışmaları sonucunda madencilerin cansız bedenlerine ulaşıldı. İşçilerin karbonmonoksit zehirlenmesinden öldükleri açıklandı. Göçük sonrasında Zonguldak’a giden Başbakan Erdoğan “Bu mesleğin kaderinde maalesef bu var. Buradaki kardeşlerim de bu mesleğe girerken böyle olayları bilerek giriyorlar” açıklamasında bulundu. Maden ocaklarında, tersanelerde, fabrikalarda işçi ölümleri normal hale getiriliyor. Bizzat devlet bu ölümlerin “olağan” olduğunu ve böyle şeylerin olabileceğini söylüyor. Madencilerin ölümü “kader” olarak gösteriliyor. Oysa ölümler kader değil, kapitalistlerin cinayetidir. Madenlerde olduğu gibi her iş kolunda yasada da

yer aldığı biçimiyle “iş güvenliği” değil işçi güvenliği ön planda tutulursa kazalar minimuma indirilebilir. Ki birçok ülkede bunun örnekleri vardır. Maden ocaklarında sık sık yaşanan kazalar denetimsizliğin, taşeronlaştırmanın, aşırı kar hırsının sonucudur. Gerçekleşen olaylar kaza değil, kapitalizmin cinayetleridir. Ölen işçilerin ailelerine 10 bin TL’lik yardım yapılacağı ve sürekli iş göremezlik ödeneği verileceği açıklandı. Ölen madencilerden 23’ü ise emekliliği hak etmesine rağmen çalışmaya devam ediyorlardı. Emekli maaşı ile geçinemeyeceklerini bilen işçiler çalışmak zorundaydılar. Bu gerçekler gün gibi ortadayken olaya “kader” demek tek kelimeyle işçi hayatının kapitalistler için ne kadar değersiz olduğunu göstermektedir. Bir işçinin hayatı karşılığında 10 bin TL. Bu paranın önemli bölümü de cenaze masraflarına gidecek. Peki ya bundan sonraki cinayetler nasıl önlenecek? Buna karşı gelecek tek güç “kader” denilen cinayetlerde her gün yaşamını yitirme veya yaralanma riskiyle karşı karşıya gelen işçilerdir. İşçiler için tek kurtuluş örgütlenmek ve direnmektir.

Burjuvazinin ahlakı, ahlaksızlıktır! CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın CHP milletvekili Nesrin Baytok’la birlikte olduğunun iddia edildiği videonun internete sızdırılması ile birlikte kıyamet koptu. Önce Deniz Baykal’a yönelik suikast girişiminde bulunulacağı açıklandı, Emniyet Müdürlüğü de iddiayı doğruladı. CHP yöneticileri bir ihbar mektubuna dayanarak suikastın TDH lideri Mustafa Sarıgül tarafından planlandığını açıkladılar. Böylece kaset olayının üzeri örtülmeye çalışıldı. Özellikle video kaseti üzerine Deniz Baykal evine kapandı ve sessizliğe gömüldü. Daha sonra kameraların karşısına geçerek kendisine karşı bir “komplo” düzenlendiğini, buna karşı mücadele yürüteceğini, CHP’nin de mücadele etmesi gerektiğini ve son olarak da CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa ettiğini açıkladı. Mağduru oynayan ve komploya kurban edilmek istendiğini açıklayan Deniz Baykal görüntüleri ise yalanlamadı. Süreçte gelişen onca şeye, bazı CHP’lilerin ve avukatların videoda görünen kişilerin Deniz Baykal ve Nesrin Baytok olmadığını iddia etmelerine rağmen, Deniz Baykal görüntüleri yalanlamış da değil. Son yaptığı açıklama da video hakkında hala “bu bir komplodur” iddiasını sürdürdü. Başbakan Erdoğan ise kişilerin mahremine giril-


Gitti Baykal Geldi Kemal

gündem

mesinin suç olduğunu, bu konunun siyasi bir malzeme yapılmaması gerektiğini, kendilerinin bunu yapmayacaklarını ve örgütlerine de bu talimatı verdiğini açıkladı. Buna rağmen Başbakan Erdoğan kaset hakkında Deniz Baykal’a saldırmaktan da geri durmadı. İzmir’de konuşan Erdoğan “Biz Meclis’te Anayasa ile uğraşırken Sayın Genel Başkan başka yerlerdeydi.” diyerek Deniz Baykal’a gönderme yaptı. Ayrıca “Biz eşine ihanet edenleri mağdur göremeyiz” açıklamasıyla da kaseti siyaset malzemesi olarak ‘kullanmadıklarını’ açıkça gösterdi. Tüm bunların yanı sıra Baykal’ın durumu aslında normal karşılanıyor. Nerdeyse hiç kimsenin bu olayda kadınları umursadığı yok. Oysa ortada aldatılan bir kadın ve çıplak görüntüleri yayınlanan bir başka kadın var. Erkek egemen sistem kadınların aldatılmasının normal olduğunu, normal olmayanın bunun açığa çıkması olduğunun propagandasını yapıyor. Olaya rağmen CHP önce Deniz Baykal’ı geri getirme derdine düştü. CHP örgütleri olayı sorgulamadan Deniz Baykal’a sahip çıktı, Nesrin Baytok hakkında ise kimsenin ağzını bıçak açmadı. Örneğin CHP’li kadınlardan bu konuda hiçbir eleştiri gelmedi. Tersine Canan Arıtman gibi birçok isim Deniz Baykal’ın görüntüleri yalanlamamasına rağmen, Deniz Baykal’ı savundu. Bu durum burjuva siyasetinin iki yüzlülüğünü ve siyaset adına her şeyi yapabileceklerinin göstergesi. Burjuva siyasetin kokuşmuşluğunun bir delili. Deniz Baykal’ın ilk hedefi istifası sonrasında gerçekleşecek kongrede tekrar Genel Başkanlığa seçilmesiydi. CHP’liler bu konuda gereken her şeyi yapacaklarını açıklamışlardı. Ancak sonrasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklaması yeni bir tartışma konusu yarattı. Dönen yalanlar ardından CHP örgütlerinin çoğunluğu Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceklerini bildirdiler. 22-23 Mayıs’ta yapılacak kongrede Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi kesin. Kılıçdaroğlu şimdiye kadar yaptığı açıklamalarla CHP’de hiçbir şeyin değişmeyeceğini de söylemiş oldu. Bu konuda bir değişikliğin olması da beklenemezdi zaten. Kürt ulusal sorununu işsizliğe bağlayarak inkar ve imha siyasetini, kimlik sorununu gözlerden gizleyen Kılıçdaroğlu yoksulluğu ise sosyal devlet anlayışıyla çözeceğini iddia ediyor. Bir değişim bekleyenlere söyleyelim: Ha Deniz Baykal gitti, ha Kılıçdaroğlu geldi. CHP aynı CHP olarak kalacak… 21.05.2010 ✓

CHP’de ne değişti, ne değişecek?

CHP

Genel Başkanı Deniz Baykal’ın CHP milletvekili Nesrin Baytok’la birlikte olduğunun iddia edildiği video kasetin internete düşmesi üzerine, Deniz Baykal bu durumu ‘komplo’ olarak adlandırıp CHP genel başkanlığından istifa etti. 33. Olağan Kurultay’a iki hafta kala gelen bu istifa CHP’yi karıştırdı. İlk başta aday olmadığını açıklayan Kılıçdaroğlu, kurultaya az bir süre kala CHP’nin Baykal’dan sonra en güçlü adamı olan, Genel Sekreter Önder Sav’ın desteğini alarak genel başkanlığa aday olduğunu açıkladı. CHP il başkanlarının, milletvekillerinin büyük çoğunluğunun desteğini arkasına alan Kılıçdaroğlu, CHP MYK’nın direnişine, Baykal’ın “Kemal beyin adaylığı benden gizlendi” açıklamasına rağmen, medyanın yarattığı rüzgar ve statükocu güçlerin desteği ile genel başkanlık koltuğuna oturdu. CHP’nin 33. Olağan Kurultay’ında genel başkanlık seçimi için 1197 delege oy kullandı. 8 oy geçersiz sayıldı. Kemal Kılıçdaroğlu, 1189 delegenin oyunu alarak CHP Genel Başkanı oldu. Statükonun sürmesinden yana olan güçlerin CHP’de yarattıkları “değişim”in nasıl bir değişim olacağının ipuçlarını “Gandi Kemal” kurultayda yaptığı konuşma içinde verdi. İşte konuşmasından bazı satır başları: “CHP değişimci ve devrimcidir. Değişimi ve devrimi sonuna kadar götüreceğiz. Türkiye’yi yeniden inşa edeceğiz. Demokrasinin çıtasını yükselteceğiz. Korku imparatorluğu değil, sevgiyi egemen kılacağız. Kine kitabımızda asla yer yoktur. Bir ozanımızın dediği gibi ‘yok edeceğiz insanın insana kulluğunu’. Kardeşçe yaşayacağız, barış türküleri söyleyeceğiz...” CHP değişimci değil, tam tersine statükocu bir partidir. Bürokratik, militarist, Kemalist devlet yapısının olduğu gibi kalmasından/sürmesinden yanadır. Devlet yapısının değiştirilmek istenmesine karşı direnmektedir. Değişim, devrimci, demokrasi vb. kelimeleri izlenilen statükocu siyaseti perdelemek için kullanılmaktadır. İnsanın insana kulluğunu yok et-

5


gündem 6

mek, kardeşçe bir arada yaşama, barış vb. kulağa hoş gelen söylemler. Sorun bunun nasıl yapılacağı. Sermayenin hizmetinde olan devlet yapısını koruyarak mı, yoksa devleti yıkarak yerine işçilerin, emekçilerin devletini kurarak mı? Kılıçdaroğlu’nun devletçi olduğu, devlet yapısını koruduğu açıktır. “30 milyon yurttaşımızı yitirdik. Ama bugüne kadar izlediğimiz politikalarla adeta teröre terörle destek verdik. İşsizlik yarattık, yoksulluk yarattık, hayvancılığı öldürdük, Doğu ve Güneydoğu’da adeta ‘teröre gidebilirsiniz’ diye gençlere yol gösterdik. Bu anlayışı ters yüz edeceğiz. Özelleştirmeleri o bölgede yapmayacağız. Özel sektör o bölgede gidip fabrika kuracaksa, sıfır faizli banka kredisini devlet verecek.” Devletin en temel mesele olarak kabul ettiği Kürt sorununda, Kılıçdaroğlu’nun çözümü aslında çözümsüzlüktür. Kılıçdaroğlu ve partisi işsizliğe karşı mücadele ederek, istihdam yaratarak, adını ağzına almadığı Kürt sorununu çözecek!! Bu tavır, Kürt sorununun ekonomik bir sorun olmadığını, sorunun ulusal sorun olduğunu, sorunun Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarını kazanma sorunu olduğunu görmeyen bir tavırdır. İşsizliği kapitalizm şartlarında yok etmek mümkün değildir. İşsizlik kapitalizmin doğal sonucudur. Kapitalizm var olduğu sürece de olacaktır. “Halkın devrimcisi olacağız. Bunlar yurttaşlık kavramını ortadan kaldırıp, kul mantığını getiriyorlar. Sosyal devleti kaldırıp, sadaka devleti getiriyorlar. Diyeceksiniz ki peki siz ne yapacaksınız? İşçiye söylüyorum, emekliye söylüyorum, işsize söylüyorum, atanamayan öğretmenlere söylüyorum. Ahmet Arif’in dediği gibi bunlar, aşımıza ekmeğimize göz koyanlardır, bunları tanı tanı da büyü diloş bebe...” Kılıçdaroğlu’nun konuşmasında yoksulluk edebiyatı yapması, sıkça halk vurgusu yapması, lafta da olsa devrimci kavramını kullanması, CHP Genel Başkanı olarak onun ne yapacağını da göstermektedir. Popülizm/halkçılık, yoksulluk edebiyatı yapacak. Statükocu, milliyetçi, ırkçı siyaset halkçılık sosuna batırılıp yedirilmeye/yutturulmaya çalışılacak. Tabi yersen! “Yoksulluğu çözme yolu aile sigortasıdır. Her ailenin sigortası olacak. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün kabul ettiği 102 sayılı sözleşmenin 9. sayılı sigorta dalını Türkiye’de uygulayacağız. Recep bey bunu da duysun. Aile sigortasını getireceğiz. Kadının banka hesabına parayı yatıracağız.” Aman IMF, işbirlikçi büyük burjuvazi duymasın! Atış serbest! Nasıl olsa uygulama zorunluluğu yok!

Kılıçdaroğlu işkembeden atmada sınır tanımıyor!! Hükümet olacak olan her burjuva partisi sermayenin çıkarlarını gözetmekten oluşan siyasetini savunmak/uygulamak zorundadır. Günümüzde emperyalistlerin, IMF’nin, işbirlikçi büyük burjuvazinin siyaseti sosyal devleti korumak/geliştirmek değil, özelleştirmedir. Devletin küçülmesidir. Sermayenin dolaşımının/yatırım yapmasının önündeki bürokratik engellerin kaldırılmasıdır. İktidara gelen burjuva partileri şu veya bu şekilde bu siyaseti uygulamak zorundadır. “Korku imparatorluğu yaratıyorlar, şimdi yaptıkları son Anayasa değişikliğiyle de kendi korku imparatorluklarının hukuksal temellerini hazırlamak istiyorlar. Buna meydan veremeyeceğiz. Bu ülkede işverenler, medya, sendikalar, hepsi korkudan konuşamıyor. Bu demokrasi mi faşist yönetim mi? Faşizme geçit yok, izin vermeyeceğiz.” Breh, breh atışa devam! Nasıl olsa atmada sınır yok! Bu ülkede devletin partisi olan CHP, tek başına iktidar olduğu dönemlerde ne uyguladı acaba? İşçilerin, emekçilerin mücadelesini ne ile bastırdı? Kürt ulusal isyanları nasıl bastırıldı? CHP koalisyon ortağı olduğu dönemlerde neyin ortağı idi? Yarın iktidara gelirse ne uygulayacak? Bütün bu sorulara verilecek ek cevap: faşizmdir! CHP ne sosyal demokrat bir parti, nede burjuva demokrasisini savunan demokrat bir partidir. CHP faşist bir partidir. Kılıçdaroğlu medyada Ecevit’e de benzetiliyor. Onun Karaoğlan olabileceğinden bahsediliyor. 70’li yıllarda ezilenlerin yükselen bir mücadelesi vardı. Rüzgar soldan esiyordu. Devrimci hareket giderek güçleniyordu. Bu şartlarda Ecevit ‘sol’ kavramlar kullandı. Halkçılık edebiyatı yaptı. Amaç kitlelerin yükselen mücadelesini CHP potasında eriterek düzen sınırları içinde tutmaktı. Ecevit ve CHP bunda başarılı oldu da. ‘Sol’ görünmesi, popülist/halkçı olması, CHP’nin klasik çizgisini halkçılık sosuna batırarak kitlelere yutturması siyasetini, şimdi değişim adına Kılıçdaroğlu yapacak. Kılıçdaroğlu yoksulluk edebiyatı yaparak, halkçı söylemler kullanarak, sosyal devlet vaat ederek CHP’de ki değişimin özde olmadığını, söylemde olduğunu/olacağını gösteriyor. Baykal gitti, geldi Kemal! CHP’de özde bir değişim olmadı/olmayacak. Değişim sadece söylemde olacak. CHP, CHP olarak kalacak! 24 Mayıs 2010 ✓


Sorumlu kim?

T

ürkiye iş cinayetlerinde ölümler, sakat kalmalar konusunda yapılan sıralamada hep ön sıralarda yer alıyor. İşçi sağlığının, işçi hayatının patronların gözünde fazla bir değeri yok. Nede olsa ölenlerin yerini dolduracak binlerce işsiz sırada bekliyor. 2009 yılının en büyük iş cinayeti Bursa’da yaşandı. Grizu patlaması sonucu oluşan göçükte 19 işçi yaşamını yitirdi. Bu yılın en önemli maden “kaza”sı Balıkesir Dursunbey’den sonra, Zonguldak Karadon’da yaşandı. 17 Mayıs Pazartesi günü, saat 13.28’de, Zonguldak’ın Kilimli Beldesi’nde bulunan Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) Karadon Müessese Müdürlüğü’ne bağlı kömür ocağında meydana gelen grizu patlamasında 11 işçi yaralı olarak kurtulurken, Yapı -Tek adlı özel şirkete bağlı sendikasız 30 işçi yerin 540 metre altında mahsur kaldı. Günler sonra 30 işçinin cesedine ulaşıldı.30 işçi daha kar uğruna kapitalizmin kurbanı oldu. Bölgeye giden Çalışma ve Sosyal Güvenlik Baka-

nı Ömer Dinçer, madenin en son 2009 Ekim ayında kapsamlı bir denetimden geçmiş olduğunu ve ihmalin söz konusu olmadığını açıkladı. Karadon maden “kazası” madenlerde yaşanılan taşeronlaştırmayı yeniden gündeme getirdi. “Maden Kanunu’nun değiştirilip ‘yeraltının’ özel şirketlere ve taşeronlaştırmaya açılmasıyla birlikte tüm Türkiye, kaza mahalline döndü. 2004’te iki, 2005’te bir ve 2006 ve 2007’de üçer ölümlü kaza meydana gelirken, 2008’de 22 ayrı ilde 38 ölümlü kaza yaşandı, 43 işçi öldü. Aynı şekilde, 2009 yılında 24 ildeki 63 kazada 92 işçi kaybedildi. 2010 yılı da farklı değil: İlk beş ayda 15 ilde 42 ölüm kaza oldu, 37 işçi öldü.” (Radikal, 19 Mayıs) Yazının devamında şunlar söyleniyor: “TTK artık ‘işlettiriyor Kazaların tamamına yakını, özel şirketlerce işletilen madenlerde meydana geldi. Ölen işçilerin çoğunluğu sendikasızdı. Taşeron şirketlerde 750 ile 1250 lira arasına değişen maaşlarla yerin yüzlerce metre altına inip kazma sallıyorlardı. Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun ve Genel Maden İş Sendikası

gündem

Grizu patlamasında 30 işçi öldü

7


gündem 8

Genel Başkanı Rasim Muslu, aynı ‘gerekçeye’ dikkat çekiyor: Taşeronlaştırma, esnek çalışma, sendikasızlaştırma... Maden Mühendisleri Odası’nın verilerine göre, 1995 yılında tek bir maden kazası oldu. Yozgat Sorgun’da 40 işçi öldü. 2003’te, Erzurum Aşkale’de yedi ve Karaman Ermenek’te 10 olmak üzere, toplam 17 işçi hayatını kaybetti. 2004’te Çorum Bayat’ta üç ve Kastamonu Küre’de 19 olmak üzere, toplam 22 işçi toprağa verildi. Aynı yıl Maden Kanunu değiştirildi. Türk Taşkömürü Kurumu, ‘işleten’ olmaktan çıkıp ‘işlettiren’ de oldu. Bu, ‘yeraltının’ özel şirketlere daha yaygın biçimde açılması demekti. Ertesi yıl, 2005’te Kütahya Gediz’de meydana gelen kazada 18 işçi birden öldü. 2006’da Balıkesir Dursunbey’de 17, Kastamonu Azdavay’da iki ve Bolu Mengen’de iki olmak üzere 21 işçi kaybedildi. 2007’de Karaman Ermenek’te iki, Balıkesir Dursunbey’de üç ve Zonguldak Kilimli’de iki, toplam yedi işçi öldü. Fakat bu düşüş yanıltıcıydı. Çünkü 2008’den itibaren ülke tarihinde görülmedik şekilde, maden kazaları bütün Türkiye’ye yayıldı. Kaza sayısı da ölüm de arttı. Üç yıllık bilanço korkunç 2006 ve 2007’de sadece üçer ilde kaza meydana gelirken, 2008’de bu sayı 22 ile çıktı. Bu illerdeki 38 ölümlü kazada 43 işçi öldü. Üstelik hiç toplu ölüm yaşanmadı. Bu rakamlar 2009’da da artış gösterdi. Ölümlü kazaların meydana geldiği il sayısı 24’e, kaza sayısı 62’ye, ölüm sayısı da 92’ye çıktı! En çok kaza Zonguldak, Tekirdağ, Manisa, Kayseri, Antalya ve Şırnak’ta yaşandı. Bursa Mustafakemalpaşa’daki kazada 19 işçi birden öldü. 2010 ise, daha ilk beş ayındaki verilerle, önceki iki yılı şimdiden geride bıraktı. İlk beş ayda 15 ilde 25 ölümlü kaza meydana geldi. Bu kazalarda 37 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. Balıkesir Dursunbey’de 23 Şubat’ta meydana gelen patlamada 17 işçi kaybedildi. Üstelik Zonguldak Kilimli’deki facianın sonuçları henüz bu istatistiğe eklenmedi...

‘Hep taşeronlaştırılan yerlerde’ İki gündür Kilim’deki kaza mahallinde bulunan Maden Mühendisleri Odası Genel Başkanı Mehmet Torun, tabloyu taşeronlaştırmaya bağlıyor. Torun’a göre, taşeronlaştırma, aynı zamanda esnek üretim ve sendikasızlaştırma anlamına geliyor: “Son yıllardaki artış, özeleştirme ve taşeronlaştırmanın sonucudur. Çünkü 2004 yılındaki değişiklikle özelleştirme hızlandı. Ve buna bağlı olarak denetimler de zayıfladı. İşletmeler yetersiz şirketlere veriliyor. Kamudaki atamaların belli bir zihniyetin unsuru olmaları ve yetersizlikleri de bu kazaları tetikledi. Dikkat edin, kazaların meydana geldiği alanlar, özelleştirilen, TTK’nın uhdesinde olsa bile taşeronlaştırılan ocaklardır.” (Radikal 19 Mayıs) Bu yazıda verilen bilgiler, madenlerde yaşanılan “kazalar”ın nedenleri hakkında yeter bilgi veriyor. Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma sonucu madenlerdeki “kazalar”da artış yaşanıyor. Kapitalistlerin kar hırsı işçi hayatı/sağlığı dinlemiyor! Başbakan Erdoğan, “Bu mesleğin kaderinde bu var. Mesleğe girerlerken de bu tür şeyler olabileceğini bilerek giriyorlar.” sözleri, bu tür “kazalar”ın madencinin kaderi olduğunu söyleyerek insanların kadere inanmasını öğütlüyor. Yeterli önlem almayan devlet, işçilerin güvenliğini taşeron şirketlerin eline teslim ederek bu tür kazalar ve ölümlere neden olmaktadır. Bu tür kazalardan sonra ise bir iki günah keçisi bulunarak, bunlar göstermelik yargılanıp daha sonra salıverilmektedir. Maden kazası kader değil! İşçinin hayatı, işçi sağlığı kapitalizmde gözetilerek gerekli önlemler alınmadığı için sık sık iş cinayetleri yaşanmaktadır. Oysa gerekli önlemleri alarak “kazalar”ı en aza indirmek mümkün. Bu mümkünlüğü gerçeğe dönüştürmek için, üretimin amacı daha fazla kar olan kapitalizmi yıkıp, yerine üretimin amacı toplumun ihtiyacını gidermek olan sosyalizmi kurmak tek yoldur. 21 Mayıs 2010 ✓


T

ekel işçilerinin haklı mücadelesi değişik biçimlere bürünerek sürüyor. Bir grup Tekel işçisi Türk-İş’in Taksim Gümüşsuyu’nda bulunan Bölge Temsilciliğini işgal ederek, iki gün süren açlık grevi yaptı. İşçiler Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu’nun istifa etmesini, Türk-İş’in altına imza attığı 26 Mayıs’da “genel grev” yapılması kararına uymasını talep ettiler. Bilindiği gibi, Türk-İş, DİSK, KESK, Kamu-Sen, 22 Şubat’ta Tekel işçilerinin mücadelesi ile ilişkin olarak, başta 4-C olmak üzere güvencesiz, kuralsız, esnek tüm istihdam uygulamalarından vaz geçilmesi olmak üzere 12 maddeden oluşan talepler listesi sıralamış, “eğer hükümet bu konularda adım atmazsa 26 Mayıs’da üretimden gelen gücün kullanılacağını” ilan etmişlerdi. Ancak 21 Mayıs’ta 4 konfederasyon aldıkları yeni bir kararla, 26 Mayıs’ta her konfederasyonun ne yapacağına kendisinin karar vermesi ve saat 13 ile 14 arasında işyerlerinde basın bülteni okunmasını kararlaştırdılar. Attıkları imzaların arkasında durmayan sendika bürokratları, 22 Şubat’ta aldıkları kararı bizzat kendileri boşa çıkardı. Sendikal bürokrasisinin bu u dönüşü, başta Tekel işçileri olmak üzere işçiler arasında tepki ile karşılandı. İstanbul’da Türk-İş Bölge Temsilciğinin işgal edilmesini, diğer şehirlerde Türk-İş temsilciliklerinin işgali izledi. İzmir, Samsun, Diyarbakır’da Türk-İş temsilcilikleri işgal edilirken, Adana ve Ankara’da Türk-İş’li bürokratların da yardımı ile polis işçilere saldırdı. İşgal girişimi başarısızlığa uğradı. İşçiler gözaltına alındı. 26 Mayıs’da İstanbul’da Türk-İş, KESK, DİSK ayrı yerlerde eylem yaptı. DİSK Şişli, Ambarlar, Okmeydanı, Kartal, Kadıköy’de basın açıklamaları yaparken, KESK Çapa Tıp Fakültesi önünde toplanarak Beyazıt Meydanı’na yürüdü. Türk-İş’in İstanbul şubeleri, Yol-İş, Harb-İş, Selülozİş, Tez Koop-İş, Deri-İş, TÜMTİS, Belediye-İş sendikalarına üye işçiler, siyasi parti ve devrimci gruplar Taksim AKM önünde toplandı. Direnişte bulunan Esenyurt Belediye işçileri, UPS işçileri, İtfaiye, İSKİ, ATV-Sabah grevcileri de alandaydı. Sendikaların eyleme katılımı yetersizdi. AKM önünden Türk-İş Bölge Temsilciliği önüne yüründü. Yürüyüş sırasında ve temsilcilik önünde

gündem

“İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor!”

sıklıkla şu sloganlar atıldı: “Her yer tekel, her yer direniş!, Genel grev, genel direniş!, Türk-İş uyuma, işçine sahip çık!, Suskun Türk-İş istemiyoruz!, Kumlu istifa!, İşçiler ölüyor, sendikalar susuyor!, Kahrolsun Akp, İşbirlikçi Kumlu!, Kader değil, bu bir cinayet!, Madenlerde ölümler, kader değil!, İşçi düşmanı hükümet istifa!, Zafer direnen emekçinin olacak! vb.” Eylemde Zonguldak Karadon’da 30 işçinin iş cinayetine kurban gitmesine tepki de vardı. Bu tepki atılan sloganlara da yansıdı. Türk-İş Bölge Temsilciliği önünde, Tek Gıda İş Tekel Cevizli Şube Başkanı Yunus Durdu, Tekel işçisi Metin Aslan, Tez Koop-İş Sendikası 5 No’lu Şube Başkanı Rabia Özkaraca birer konuşma yaptılar. Tekel işçisi Metin Aslan, Tekel, İtfaiye, İSKİ, Esenyurt Belediye işçileri, UPS, Atık Kağıt, TÜBİTAK işçileri, ATV-Sabah Grevcileri adına hazırlanan basın açılamasını okudu. Kararların işçilerle birlikte alınmasını, söz verip de sözünü yerine getirmeyen sendikacı istemediklerini, Mustafa Kumlu istifa edene kadar mücadelelerine devam edeceklerini söyledi. Türk-İş İstanbul şubeleri adına yapılan konuşmada, genel eylem kararından vazgeçen sendika konfederasyonları başkanlarının istifa etmesi istendi. Yapılan konuşmaların ardından, önde Tekel işçileri olmak üzere eyleme katılan siyasi parti ve devrimci kurumlar Taksim AKM önüne yürüdü. Burada bir süre oturma eylemi yapıldı. 26 Mayıs 2010 ✓

9


güncel

5. Avusturya Sosyal Forumu Yapıldı

S

10

osyal Forum, küreselleşmeye karşı dünyada yürütülecek kampanyaları düzenlemek, stratejileri belirlemek ve dünyadaki hareketler konusunda birbirlerini haberdar etmek için yılda bir kez düzenlenen toplantılara verilen addır. İlk Dünya Sosyal Forumu 25 Ocak-30 Ocak 2001 tarihleri arasında Porto Alegre’de birçok küreselleşme karşıtı grup tarafından düzenlendi. Brezilya İşçi Partisi’nin önderliğindeki Porto Alegre yönetimi DSF’ye sponsor oldu. Her yılın Ocak ayında İçviçre’nin Davos kentinde “Dünya Ekonomik Forumu” topla nma ktadır. Kapitalistlerin düzenlediği “Dünya Ekonomik Forumu”na alternatif olarak başka bir yerde Dünya Sosyal Forumu düzenlenmektedir. Bu bir raslantı değildir. Davos’ta güçlü alternatif bir forum gerçekleştirme imkanı olmadığından, başka bir yerde forumun düzenlenmesi kararı alınmıştır. Ocak 2011 yılında Dünya Sosyal Forumu Senegal Dakar şehrinde toplanacaktır. Dünya Sosyal Forumu birçok bölgesel sosyal forumun kurulmasını da teşvik etmektedir. Avrupa Sosyal Forumu, Asya Sosyal Forumu ve Ortadoğu Sosyal Forumu en önemlileri olarak sayılabilinir. Avrupa Sosyal Forumu 1- 4 Temmuz 2010 tarihlerinde İstanbul’da toplanacaktır. Dünya Sosyal Forumu, bölgesel olduğu gibi yerel ve ulusal sosyal forumları da desteklemektedir. Bu anlamda kimi ülkelerde de sosyal forumlar yapılmaktadır. Avusturya’da ilk Sosyal Forum 29 Mayıs-1 Haziran 2003 tarihlerinde Hallein şehrinde yapılmıştı. 2. Sosyal Forum 2004, 3. Sosyal Forum 2006 ve 4. Sos-

yal Forum 2008 tarihinde yapılmıştı. 5. Avusturya Sosyal Forumu “Başka bir Dünya Mümkün” parolası adı altında 13-16 Mayıs 2010 tarihlerinde Leoben kasabasında yapıldı. Leoben 24.848 nufuslu ve Steirmark eyaletinin ikinci büyük şehri. Leoben yukarı Steirmark’ın endüstri şehri olarak ön plana çıkıyor. Leoben denilince akla Montan Üniversitesi geliyor. 5. Sosyal Forum Montan Üniversitesi’nde yapıldı. Daha önce bir çok hazırlık toplantıları yapılmıştı. Hazırlık toplantıları sonrasında forumun programı ortaya çıkmıştı. Sosyal Forumun örg üt le y ic i ler i nden Hermann Dworczak’ın verdiği bilgiye göre, şimdiye kadar ön hazırlığı ve örgütlenmesi iyi yapılan sosyal forum Avusturya 5. Sosyal Forum’u idi. Ama daha önce yapılan Sosyal Forumlarla karşılaştırıldığında katılımın azlığı dikkat çekiyordu. Verilen bilgiye göre daha önce yapılan Sosyal Forumlara 600 ile 1000 kişilik bir katılım sağlanmıştı. 5. Sosyal Foruma katılım 100150 kişi civarında idi. 13 Mayıs günü saat 16’da sosyal forumun açılışı yapıldı. Birçok grup yayın masası açmıştı. Avusturya ML Komünist Hareket (KomakML)’de yayın masası açan gruplar arasında idi. Ayrıca Güney dergilerinin sergilendiği bir yayın masası da açılmıştı. Sosyal Forum’da iki büyük toplantı (Systemwandel in sicht -Görünürde sistem değişimi,Sind kriege Systemfehler ?-savaşlar sistemin hatası mı?-) yapıldı. İki büyük toplantı dışında 64 toplantı ve 6 tane film gösterimi yapıldı. Restore edilen Yılmaz Güney’in yol filmi de gösterilen filmler arasında idi. 15 Mayıs 2010 tarihinde “Başka Bir Dünya Mümkün” pankartı altında bir yürüyüş yapıldı. Yürüyüşe


80 bin köy koruyucusu Kürt ulusal hareketine karşı savaşmaktadır. Savaşın sona erdirilmesi köy korucularının işşiz kalmasına yol açacaktır. Savaş rantçıları savaşın sona ermesini istememektedir. Bugün Irak ve Afganistan’da yürüyen savaş var. Savaşı yürüten batılı güçler “terörizme” karşı savaştıklarını, bu iki ülkeye barış ve demokrasi getireceklerini söylüyorlar! Ülkeler işgal edilerek, barış ve demokrasi kurulabilinir mi? Barış ve demokrsi ihraç edilebilinir mi? Savaş, özgürlük ve demokrasi ile uyumlu değildir. Ülkeler işgal edilerek, savaş yürütülerek barış ve özgürlük sağlanamaz. Hangi siyaset savaşa yol açmaktadır? Bu soruya doğru cevap verilmelidir. Andaki durumda siyaset durmadan savaş üretmektedir. Savaşlar sistemin hatası mı veya sistemin kendisi mi hatalı? Bu soruların cevaplarını birlikte arayalım.” Mehmet Desde’nin konuşması dinleyiciler tarafından alkışlandı. Tartışma bölümünde sorular soruldu. Kimi katılımcılar kendi görüşlerini açıkladılar. Mehmet Desde ikinci konuşmasında Türkiye’de ki insan hakları ihlalleri konusunda bilgi verdi. Desde konuşmasında, 26 yıllık savaşta 40 bin insanın öldüğünü, 4 bin köyün yakılıp boşaltıldığını, 17500 faili meçhul cinayetlerin işlendiğini, 36 gazeteci ve yazarın hapiste olduğunu, polise taş attığı iddiası ile çocukların özel mahkemelerde yargılanıp hapsedildiğini, işkencenin sistematik olarak devam ettiğini, 2010 yılının ilk üç ayında 216 gazeteci ve yazar hakkında dava açıldığını, adil bir yargılamanın yapılmadığını belirtti. Mehmet Desde’nin konuşmasından sonra moderatör Veronika Rochhart, Desde’nin konuşmalarında Türkiye hakkında önemli bilgiler verdiğini, insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir ülkede tatil yapmayı doğru bulmadığını ve Avusturya’lıların Türkiye’de tatil yapmaması için bir kampanya yürütülmesi gerektiğini anlattı. Komünistler bu gibi toplantılara katılıp doğru görüşleri anlatma görevine sahiptir. Elbette gün gelecek insanlığın özlem duyduğu yeni bir dünya kurulacaktır. Yeni bir dünya kapitalist sistem içinde değil, kapitalizmin yıkılması ertesinde kurulacaktır. Kapitalist sistem içerisinde aranan çözümler, büyük insanlık açısından gerçek bir çözüm değildir. Gerçek çözüm kapitalizmin ortadan kaldırılması ve dünyada komünizminin egemenliğinin kurulması ile olacaktır. Görevimiz yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele etmektir. 24 Mayıs 2010 Avusturya’dan bir YDİ Çağrı Okuru ✓

güncel

80 kişi katıldı. Avusturya Sosyal Forumu’na Mehmet Desde’de davet edilenler arasında idi. Mehmet Desde ilk olarak 14 Mayıs 2010 tarihinde, Türkiye’de başından geçenleri ve Türkiye’de ki insan hakları ile ilgili bir sunum yaptı. Aynı günün akşamı ‘Savaşlar Sistemin Hatasımı’? konulu toplantının konuşmacıları arasında Mehmet Desde’de vardı. Podyumda Mehmet Desde’nin yanısıra Winfried Wolf, Helge Suleiman, Leo Gabriel ve Gerald Oberansmayr oturuyordu. Toplantının moderatörlüğünü Veronika Rochhart yaptı. Toplantıyı 80 katılımcı izledi. Sosyal Forum “Başka Bir Dünya Mümkün” parolası altında yapılıyor. Kapitalist sistem içinde, başka bir dünyanın mümkün olabileceği savunuluyor. Bu savunu konuşmacıların konuşmalarına da yansıyordu. Kapitalizmin temellerine yönelmeyen ve kapitalizmin ürünü olan bir dünya bizim istediğimiz bir dünya değildir. Yeni bir dünyanın yaratılması ve kurulması bizim temel hedefimizdir. Bu temel hedefe ancak kapitlizmin yıkılması ertesinde ulaşılacaktır. Mehmet Desde toplantıda yaptığı konuşmada kısaca şunları söyledi: “’Bir sistem hatası olarak savaş’ ve ‘barış içinde birlikte yaşamanın stratejileri’ konu başlıkları hakkında kendi deneyimlerim temelinde katkıda bulunabilir ve bazı gözlemlerimi de anlatmak istiyorum. Kafama takılan bazı soruları da sormak istiyorum. Kuzey Kürdistan’da 25 yılı aşkın süredir yürüyen bir savaş var. Bu savaşta şimdiye kadar ölenler temel alındığında, her yıl ölen insan sayısı 200’ün üzerindedir. Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaş Türkiye’de ki bütün sosyal ve siyasi hayatı etkilemektedir. Ben savaşın sürdüğü bir şehirde doğdum. Ben başından beri şüpheli bir Kürt olarak görüldüm. Herhangi bir kanıt olmadan tutuklandım, işkence gördüm. Başka kişilerin işkence altında verdiği ifadeler aleyhimde delil olarak kullanıldı. İşkence savaşın ayrılmaz bir parçasıdır ve baskı aracı olarak kullanılmaktadır. Türkiye, Kuzey Kürdistan’da yürüyen savaşı bitirmek istiyor. Kimileri bu savaşın cok masraflı olduğunu söylüyor. Kimileri savaşın kötü olduğunu söylüyor. Kimileri akan kanın durmasını istiyor. Kimileri son “terörist” teslim oluncaya kadar savaşın süreceğini söylüyor. Ama diğer tarafta savaşın rantını yiyen ve savaşın bitmesini istemeyenler var. Silah tüccarları iyi para kazanıyor. Bu savaş Türk Silahlı Kuvvetlerinin can damarıdır. Bu savaş Türk Silahlı Kuvvetlerine toplumda hakimiyet kurmasına yol açmaktadır.

11


güncel 12

Nazım’ın çınarı Mersin’de

H

er yıl olduğu gibi bu yıl da Mersin 68’liler ormanın da Denizleri Anma Etkinliği yapıldı. Bu yıl yapılan etkinlik ayrı bir öneme sahipti. Bu ülkede Komünist düşüncelerinde dolayı “vatan haini” ilan edilen, yıllarca zindanlardan çürütülen Nazım Hikmet Ran’ın Moskova daki anıtının aynısı Heykeltıraş Hüseyin Aydemir tarafından yapılarak 68’liler ormanın da açılışı yapıldı. Açılışa Nazım Hikmet Vakfı Başkanı Sanatçı Rutkay Aziz, Sinema Sanatçısı Mehmet Ali Alabora, Akdeniz Belediye Başkanı Fazıl Türk, BDP Milletvekili Akın Birdal, Aydın Çubukçu, Eşber Yağmurdereli, Sezai Sarıoğlu, Adil Okay ve Ömer Öneren kalabalık bir kitle katılmıştı. Ardından anıtın yanına çınar ağacı dikildi. Ağaca ilk toprağı Rutkay Aziz ve Eşber Yağmurdereli atarken can suyunu Mehmet Ali Alabora döktü. Nazım Hikmet’in bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük mücadelesinin hep yol göstericisi olduğunu belirten Rutkay Aziz, şöyle konuştu: “Şair hem Türkiye hem de dünya açısından bir barış adamıydı. O’nun onurlu ve soylu mücadelesine, bugün hem Türkiye hem de dünya bu barış kavgasına şiddetle ihtiyaç duyuyor. Şair, bildiğiniz gibi ‘Bugün Pazar’ Şiirini, ‘toprak, güneş ve ben bahtiyarım’ diye bitirirdi. Bizde bahtiyarız ki, onu bu memleket doğurdu.” 68’liler ormanın da ki etkinlikte sivil toplum örgütleri, sendikalar ve siyasi partiler stant açarken, ormandaki ağaçlara 1980 öncesi yaşamlarını yitirenlerin fotoğrafları asıldı. Bu açılışın ardından yaşamın yitiren devrimcilerin tek tek isimleri okundu. Her okunan ismin arkasında kitle burada diye seslendi. Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in son sözlerinin ve mektuplarının okunması ve saygı duruşuyla devam eden etkinliği Ethem Dinçer ve Ayşe Özkaracadağ sundu. Adil Okay’ın yazdığı, Merhaba Sanat Tiyatrosu’nun bir bölümünü sahneye koyduğu “Karanlığın içinden aydınlık yüzler” adlı oyun sahneledi. Fotoğraf sergileri, tutsak mektuplarının sergileri gün boyu açık kaldı ve hayli ilgi topladı. İsim okumanın arkasında, Akın Birdal, Eşber Yağmurdereli, Aydın Çubukçu, Ertuğrul Kürkçü… birer konuşma yaptılar. Bütün konuşmacılar Denizlerin Kürt ve Türk halklarının kardeşliğini savunduğunu

belirterek Denizlerin bugünkü mücadeledeki yerlerinin önemine değindiler. Ertuğrul Kürkçü; “Türkiye sosyalist hareketine en büyük katkıyı Denizlerin yaptığını belirterek, idam sehpasında haykırdıkları son sözlerin bir devrim kitapçığı olarak yol gösterdiğini ifade etti. “ Sürekli Kürt ve Türk halkında bahseden konuşmacılar, geçen yüzyılın ilk soykırımına uğrayan Ermeniler ve Süryaniler den tek kelime laf etmezken, Arapları, Lazları, Çerkezleri, Romanları… yaptıkları konuşmalardan yok saydılar. İbrahim Kaypakkaya’nın özelikle ulusal sorun ve Kemalizm değerlendirmesinin bu konuşmalardan vurgulanmaması bir tesadüf değildi. Denizlerin, Mahirlerin devrimci mirasına sahip çıkarken, İbrahim Kaypakkaya’nın komünist mirasına sahip çıkacağımızı burada bir kez daha haykırıyoruz. YDİ ÇAĞRI Mersin 21.05.2010 ✓


Katledilişinin 37. yılında

16

Mayıs Pazar günü İbrahim Kaypakkaya yoldaş şahsında, devrim ve sosyalizm mücadelesi içerisinde toprağa düşüp ölümsüzleşen devrimciler ve komünistleri anma pikniği düzenledik. Piknik yerine varıldıktan sonra kahvaltı edildi. Yeni bir dünya yaratma mücadelesi içinde yitirdiğimiz devrimciler, komünistler için bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Bir yoldaş konuşma yaptı. Yoldaş konuşmasında şu önemli noktalara değindi: Devrim ve sosyalizm mücadelesi içinde yitirdiğimiz devrimciler ve komünistleri biz şu şekilde anıyoruz: *Devrim mücadelesi içinde toprağa düşerek ölümsüzleşen devrimcilerin, komünistlerin şehit olarak adlandırılmalarını doğru bulmuyoruz. Şehit kavramı dinsel anlamı olan bir kavramdır. Allah yolunda mücadele içinde ölen insanlar şehit olarak kabul edilmekte, şehitlerin doğrudan cennete gittiklerine inanılmaktadır. Toplumda şehit kavramı bu anlamda kullanılmaktadır. Devrimcilerin Allah uğrunda, cennete gitmek için mücadele etmedikleri, devrimcilerin amacının bu dünyayı işçiler, emekçiler için cennete çevirme mücadelesi olduğu her devrimci için açıktır. *Devrimciler ve komünistler anılırken hataları ve kazanımları ile birlikte ele alınmalı, hataları, eksiklikleri eleştirilmeli, kazanımları sahiplenilenerek geliştirilmelidir. Devrimciler anılırken hatasız gösterilmeleri, yüceltilmeleri tavrı yanlıştır. *Devrimci ve komünistleri anmak, her yıl ölüm yıldönümlerinde sayfalar dolusu yazı yazmak, bildiri çıkarıp dağıtmak, anmalar yapmak ile değil, onların uğrunda mücadele ettikleri devrim mücadelesini sürdürmek/geliştirmekle ile olur. *İbrahim yoldaşın öneminin daha iyi anlaşılması için Deniz ile bazı noktalarda karşılaştırma yapmak istiyorum. İbrahim yoldaş ile Deniz arasında şu önemli noktalarda ilkesel fark var: -İbrahim komünist, deniz küçük burjuva devrimcisidir. -İbrahim Kemalizmin faşizm olduğunu savunurken, Deniz Kemalizmin ilericilik, antiemperyalizm olduğunu savunmuştur. -İbrahim Sovyetler Birliğini sosyal emperyalist olarak görürken, Deniz sosyalist olduğunu savunmuştur. -İbrahim proletarya diktatörlüğün mutlak gerekliliği/ özellikleri konusunda doğru görüşler savunurken, Deniz teorik anlamda bile proletarya diktatörlüğünü savunmamıştır. -İbrahim Kürt ulusunun varlığı, ayrılıp ayrı devlet kurma hakkını savunurken, Deniz sadece Kürt halkının varlığını savunmuştur. -İbrahim ile Deniz arasındaki ilkesel önemli farklar, Deniz’in önemsiz biri olduğu, ondan öğrenilemeyeceği anlamına gelmez. Deniz ve yoldaşları can feda bir mücadele yürütmüş, tereddüt etmeden ipi göğüslemişlerdir.

*İbrahim Kaypakkaya yoldaş katledildiği zaman 24 yaşında olan genç bir komünistti. Onun da her komünist gibi hataları/eksiklikleri oldu. Mao Zedung Düşüncesi’nin hata ve sapmalarını bire bir savundu. Önemli hatalar yaptı. Bu hatalar İbrahim yoldaşın siyasi çizgisinin esas hattının doğru olduğu gerçeğini değiştirmez. Konuşmadan sonra konuşma yapan yoldaşa sorular soruldu. İbrahim yoldaşın hatalarının neler olduğu, komünist değerlendirmesi ile küçük burjuva değerlendirmesinin neden yapıldığı ve ne anlama geldiği, Deniz’in Kürt halkı dediği, ulusal sorunda İbrahim ile aralarında hangi farklar olduğu, devrimcilerin yanlışlarını nasıl aşmak gerektiği vb. soruları soruldu. Sorulara cevap verildi. Tartışma bölümünde, yapılan konuşma üzerine tartışıldı. Tartışma; devrimci önderleri anarken, onların hatalarının/eksiklerinin olduğunun söylenip eleştirilmelerinin doğru olup olmadığı noktasında yoğunlaştı. İki genç arkadaş devrimci önderleri anarken, aynı zamanda onları eleştirme tavrını doğru bulmazken, bu tavrın onlara saygısızlık olduğunu savundu. Tartışmaya katılan arkadaşların büyük bir çoğunluğu bu tavrı eleştirdi. Devrimci önderleri yüceltmenin, aziz derekesine yükselmenin doğru olmadığı, devrimci önderlerin de insan olduğu, her devrimci gibi onlarında hatalarının/eksiklerinin olduğu, bu hatalardan ders çıkararak, ileriye doğru yürümenin onları anmanın en doğru yolu olduğunu savundular. Kemalizmin ne olduğu, bugün hala devrimci hareketi asıl etkilediği noktasında da tartışıldı. Kemalizmin önemli yönleriyle genç arkadaşlara anlatılmasının/kavratılmasının önemine dikkat çekildi. Tiyatro güney güncel bir konu olan Anayasa tartışmaları üzerine hazırladıkları skeci oynadı. Skeç beğeni ile izlendi. Öğlen yemeğinden sonra oyunlar oynandı, sohbetler edildi, halaylar çekildi. 100 civarında kişinin katıldığı pikniğin ağırlığını genç arkadaşlar oluşturdu. Pikniğin ağırlığının genç olması, genç arkadaşların tartışmalara katılması pikniğin en olumlu yanı idi. 18 Mayıs 2010 ✓

güncel

İbrahim Kaypakkaya yoldaşı andık

13


✌ halkların kardeşliği için 14

İbrahim Kaypakkaya, Ulusal Sorun ve Ulusal Sorunda Bugün

18

Mayıs 1973 tarihinde katledilen İbrahim Kaypakkaya, o dönem devrimci hareket içerisinde yer alan önderlerden farklı bir konumda durmaktadır. Onu farklı kılan en önemli konuların başında Kemalizm’e yaklaşım ve Ulusal Sorun (Kürt Sorunu) gelmektedir. Ancak bunların yanında daha bir dizi konuda getirdiği teorik yaklaşımlar İbrahim Kaypakkaya’yı farklı kılmaktadır. Onun bu farklılığı devrimci önderlerin anılması ve savunulması bağlamında kendini göstermektedir. Örneğin bugün Deniz Gezmiş ve arkadaşları kendine sosyalist, devrimci diyenlerden ulusalcı, gerici parti ve gruplara kadar geniş bir yelpazede savunulmaktadır. Bu durum Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının devrimci niteliklerini değiştirmemektedir. Ancak bu durumun nedeni Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının örneğin ulusal sorun ve Kemalizm’e olan yaklaşımlarından kaynaklandığını görmek gerekir. “Tam Bağımsız Türkiye” sloganı her kesimden insanın dilindedir. “Türk ve Kürt halklarının kardeşliği” bugün birçok kesimin savunduğu bir görüş haline gelmiştir. Oysa İbrahim Kaypakkaya’nın o döneme göre oldukça ileri olan Marksist-Leninist görüşleri bugün kendine devrimci diyen birçok kesimi bile rahatsız etmektedir. Biz bu yazımızda İbrahim Kaypakkaya’nın Ulusal Sorun’a ilişkin görüşlerini ve ulusal sorun bağlamında bugünkü durumu değerlendireceğiz. Bu konuda ve İbrahim Kaypakkaya’nın diğer görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınları tarafından yayınlanan “Kazanımları ve Hataları ile İbrahim Kaypakkaya (Genel Değerlendirme)” adlı kitaba başvurmalıdırlar. İbrahim dönemin devrimcilerine göre Marksizmin-Leninizmin ulus tanımını ve bu tanımın sınıfsal içeriğini doğru olarak kavramış, bunu savunmuş ve pratikte de uygulamaya çalışmış olan bir önderdir. Kürtlerin varlığının bile tartışıldığı bir ortamda, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus oluşturduğunu ilan etmesi İbrahim’in önemli bir katkısıdır. Sadece Kürtler hakkında değil Türkiye’de yaşayan diğer ezilen milliyetler sorununda da ezilen milliyetlere tam hak eşitliği ilkesini savunmuş bir MarksistLeninisttir. Ulusal baskının sadece emekçilere değil, bu baskı-

nın ezilen ulusun burjuvazisine ve toprak ağalarına karşıda yöneldiğini doğru olarak savunmuştur. Bu tespitlerinin ardından sınıf mücadelesinin doğru bir hat üzerinde gelişebilmesi için ulusal baskının mutlaka ortadan kaldırılması gerektiğini ortaya koymuştur. Ulusal sorununun çözümünün devrime bağlı olarak ele alınması gerektiğini ve ulusların kendi kaderini tayin hakkının, Marksist-Leninist açıdan koşulsuz ayrılma hakkını içerdiğini savunmuştur. Milliyetçilik konusunda da ezen ulus şovenizmi ile ezilen ulus milliyetçiliği arasında ayrım yapılması gerektiğini görmüş, milliyetçiliğe karşı mücadelede esas hedefin Türk şovenizmi olduğunu belirtmiştir. Yaşadığı dönem itibariyle çok önemli ayrım noktalarını içeren bu konuya ilişkin görüşleri İbrahim Kaypakkaya’nın ulusal sorunda da Marksist-Leninist bir tavırda olduğunu göstermektedir. İbrahim’in bu doğru görüşlerinin yanı sıra, ikincil olan ve teorik yanlış tespitleri de bulunmaktadır. Bu yanlışlarının en önemlilerinden biri "Kürt ulusal hareketinin… çözüme bağlanmamış tek ulusal hareket" olduğu tespitini yapmasıdır. Bu tespit Ermeni ulusal hareketi bağlamında eksik olan bir tespittir. Bunun yanı sıra yine o dönem itibariyle tamamen anlaşılır olan Arap ulusu bağlamında da bu tespit eksik olan bir tespittir. Bu konuda bilinmesi gereken şey bir ulusu ulus olarak tanımlayabilmek için, o ulusun bir ulus olarak mücadele edip etmediğinin kıstas olarak alınamayacağıdır. Bir topluluğu ulus yapan kriterler özellikle Stalin tarafından detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Bu açıdan bakıldığında 1972 şartlarında Ermeni ve Arap ulusunun ulusal baskıya karşı mücadele içerisinde olmamaları, bu ulusların varlığının görülmemesini gerektirmez. İbrahim Kaypakkaya 1972 şartlarında kendine sosyalist, devrimci diyenlerin dahi henüz çok fazla tartışmadığı, en iyi halde Türk-Kürt halklarının kardeşliğinin savunulduğu bir dönemde Kürt ulusal sorununu doğru bir temelde ele almıştır. O bu yanıyla da diğer devrimci önderlerden ayrılmaktadır. Biz İbrahim Kaypakkaya’yı bu bilinçle anıyoruz. Onu anmak demek mücadele etmek demektir. Mayıs 2010 ✓


Kürt sorununda 90’lı yıllarda olduğu gibi yine şiddet konsepti devrede. 5 günden bu yana savaş uçakları sınırı geçerek bölgeyi bombalıyor. Bu sefer sahibinin sesi burjuva medya bir iki kısa haber dışında sus pus. Yine yoğun olarak siviller hedefte. Devlet askeri olarak PKK’yı yok etmek istiyor.

T

ekrar savaş tamtamları çalmaya başladı. 1984’den bu yana operasyonlar, yerinde infazlar, gözaltında kayıplar, insanlara kendi dışkılarını yedirme.. gibi akla hayale gelmeyecek yöntemler kullanan hakim sınıflar, adı konmamış yoğun bir savaş yürüttüler. Yürütülen bu savaşla, bırakalım bastırıp yok etmeyi, Kürt ulusal hareketi daha da güçlenerek gelişti. Bu ülkede yaşayan herkes Türk’tür gibi ırkçı şoven faşist ideoloji, bu mücadele karşısında artık fazla tutunamadı. 93’lerden bu yana yer yer hiçbir hak hukuk talep etmemeleri koşulu ile yaşama haklarına müdahale edilmeyeceği yönünde dolaylı sözler verildi. Hatta yer yer başbakanların ağzında “Kürt” kelimeleri telaffuz edildi. 2008’li yıllara gelindiğinde devlet önce “Kürt açılımı”, ardında ne idüğü belirsiz “Demokratik açılım, milli birlik projes”i ile kendi Kürdü’nü yaratma projesini gündeme soktu. Böylece Kürtleri hizaya sokacağını düşündü. Kürtler ise sürekli taleplerini açık ve net dile getiriyorlardı; “Operasyonların durdurulması, Anadilde eğitim ve kimliklerinin tanınması”. Bu taleplerinin anayasal güvenceye alınmasını istiyorlardı. Kürtler devletten sadaka değil, en demokratik haklarını istiyor.

Operasyonlar tekrar gündemde Nisan ayı başında İstanbul’da gerçekleşen ABD, Türkiye ve Irak Üçlü Mekanizması toplantısında alınan kararlar ile sınır ötesi hareket devreye sokuldu. Bu plana, tıpkı 1992 yılında olduğu gibi YNK ve KDP güçleri dahil edilmek isteniyor. Kürt sorununda 90’lı yıllarda olduğu gibi yine şiddet konsepti devrede. 5 günden bu yana savaş uçakları sınırı geçerek bölgeyi bombalıyor. Bu sefer sahibi-

nin sesi burjuva medya bir iki kısa haber dışında sus pus. Yine yoğun olarak siviller hedefte. Devlet askeri olarak PKK’yı yok etmek istiyor. Devlet böylece Kürt sorununu çözeceğini düşünüyor. Bundan önceki sınır ötesi hareketlerde olduğu gibi yine siviller zarar görüyor. Nasıl ki bundan önceki sınır ötesi hareketler sorunu çözememişse, bundan sonra da çözemeyecektir. Kürt sorununu “terör sorunu” olarak gören anlayış değişmediği sürece, Kürt sorunu sorun olarak devam edecektir. Devlet sorunu hep dışarıda göstermeye çalışıyor. Sorun dışarıda değil, içerde. Devlet bugün Kürtlerin en gerici burjuva demokrasilerinde dahi normal olarak verilecek demokratik haklarını verse adı konmamış bu savaş en kısa zamanda sona erecektir. Ama bu savaşın sürmesinde, savaştan beslenen güçlerin çıkarları var. Bu ırkçı, şoven faşist ideoloji cumhuriyet tarihinden bu güne kadar da devam ediyor. Bu ırkçı şoven politikanın en hararetli savunucusu olan CHP’nin son genel kurulunda da, Kürt sorunu hiç telaffuz dahi edilmezken, her zamanki gibi yine “işsizlik ve yoksulluk sorunu” olarak gösterilip, var olan faşist politikaya devam denildi. CHP’nin başına geçen “celladına sevdalı” yeni genel başkanı olan Kemal Kılıçdaroğlu da kendi deyimi ile; “Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Bülent Ecevit ve Deniz Baykal’ın” devamı olacaktır.

halkların kardeşliği için

Bir Sınır Ötesi Hareketi Daha

Çözüm Devrimde Nasıl ki bugüne kadar sınır ötesi operasyonlar Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesini durduramadıysa, bundan sonra da durduramayacaktır. Ulusal sorunun çözümsüzlüğünün esas kaynağı sermayenin iktidarıdır. Sermayenin egemenliği söz konusu olduğu sürece, eşitsizler arasında eşitlik olamaz. Halkların özgürce bir arada yaşamasının garantisi, her ulusun özgürce ayrılıp ayrı devlet kurma haklarının anayasal güvence altına alınması ile mümkündür. Bu ise ancak sermayenin iktidarı olan bu devletin ülkelerimizde yaşayan halkların ortak demokratik halk devrimi ile mümkündür. 23.05.2010 ✓ 15


Kuzey Kıbrıs’ta sil baştan mı?

✌ halkların kardeşliği için 16

K

uzey Kıbrıs’ta Nisan ayında yapılan başkanlık seçimlerini birinci turda geçerli oyların yarısından fazlasını (% 50,3) alan UBP’li Derviş Eroğlu kazandı. Katılım geçen seçimlere göre (% 69) yükselmiş, % 75’lere varmıştı. Seçmen çoğunluğu (ki bunların önemli bir bölümü işgal ertesi Türkiye göçmeni) bundan beş yıl önce “çözüm” ve “AB’ye giriş” umutlarıyla oy verdiği CTP’den Mehmet Ali Talat’a ikinci bir şans vermedi. Aslında iki devletli durumdan memnun olan Eroğlu’nun seçilmesi, Rum kesimi ile uzlaşma temelinde çözümden yana olan ve bu temelde görüşmeler yürüten Mehmet Ali Talat’tan yana tavır takınan AKP hükümeti için de istenmeyen bir sonuç oldu ve ister istemez “sil baştan mı” sorusunu gündeme getirdi. Eroğlu seçimden önceki açıklamalarında, müzakereleri Talat'ın kaldığı yerden devam ettirmeyeceğini, yeni baştan başlatacağını ilan etmişti. Eroğlu, seçimin hemen ertesinde yaptığı konuşmada ise, Rumlarla hemen görüşme masasına oturacağını ve masadan kalkmayacağını söyledi. Eroğlu şu ifadeleri kullandı: “1963’ten bu yana halkımın hizmetindeyim. Kıbrıs sorununa ve halkıma ömrümü verdim. KKTC’nin seçilmiş bir cumhurbaşkanı olarak konuşuyorum. Seçim sürecinde ve öncesinde benim için ‘uzlaşmaz’ dediler. Böyle sözlere itibar etmeyin, göreceksiniz, Türkiye ile en sıcak ilişkilere sahip lider ben olacağım. Hükümetlerim döneminde de en uyumlu ben oldum. ‘Masadan kaçacak’ dediler. Göreceksiniz, masadan kaçmayacağım. Masada Kıbrıs Türk halkının çıkarlarını onurlu bir şekilde savunacağım, Anavatan Türkiye için Kıbrıs milli davadır. Bizim milli davamızda Türkiye ile çok yakın ilişkiler içinde olacağım. Özetle, Türkiye ile en uyumlu şekilde bu müzakereler masadan kalkmadan devam edecek. Bana yapılan ithamların hiçbirine inanmayın.” Bu seçimlerde tercih aslında iki ana “çözüm önerisi” arasındaydı: Biri, Talat’ın temsil ettiği federal esaslara dayalı “birleşme” fikri, diğeri ise Eroğlu’nun savunduğu “iki devletli” çözüm tezi. Bu yüzden Eroğlu’nun seçim öncesinde, seçilmesi halinde “müzakereleri Talat’ın kaldığı yerden devam ettirmeyeceğini, yeni

baştan başlatacağını ilan etmesinin mantığı vardı. Seçim sonrasında yaptığı açıklama ise, müzakere sürecinin kaldığı yerden devam ettirileceği yönünde bir açıklamadır. Bunun da mantığı vardır: Muhalefette iken söylenenler ile siyasi sorumluluk taşınarak söylenenler bir ve aynı olmuyor. Kuzey Kıbrıs bugün T.C’siz hiçbir şey olan bir “devlet” tir. Memurlarının maaşını bile -T.C’den gelmemesi halinde- ödeyecek durumda değildir. O halde Kuzey Kıbrıs’ta kim seçilip “iktidara” gelirse gelsin, andaki T.C hükümetinin Kıbrıs siyaseti ile uyum içinde bir siyaset izlemek zorundadır. T.C hükümetinin bugünkü siyaseti ise iki bölgeli ve anda iki devletin varlığını çıkış noktası alan federal esaslara dayalı bir “birleşik Kıbrıs” için görüşmeler yürütülmesi siyaseti. T.C’nin AB üyelik görüşmelerinde önüne en önemli engellerden biri olarak çıkarılan Kıbrıs’ta bir çözüme varılması, en azından Türk tarafının çözümden yana olduğunu gösteren bir tavrın belgelenmesi T.C hükümeti açısından önemli. Bu durumda Eroğlu’nun kişisel tercihi çözümsüzlük, andaki iki devletli durumun sürdürülmesi vb. bile olsa, bu pratik siyasette onun kişisel tercihi olarak kalmak zorunda ve durumundadır. Eroğlu bugünkü şartlarda T.C hükümeti ile danışma içinde, onun belirlediği siyaseti hayata geçirme yönünde adım atmak zorunda ve durumundadır. Görüşmelerde Rum tarafı uzlaşmasız davranırsa bundan Eroğlu pek rahatsızlık duymaz, fakat kendisi istemese de uzlaşmadan yana tavır takınacaktır. Yaptığı ilk açıklamanın anlamı budur. 28 Nisan 2010 ✓


T

RT Arapça 4 Nisan’da yayına başladı. Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu (TRT) aylar öncesinden çalışmalarına başladığını duyurduğu Arapça kanalı 4 Nisan’da yayına soktu. El-Türkiye adı verilen ve aile kanalı niteliğinde olacak kanal Türksat 3A, Arapsat ve Nilsat uyduları üzerinden 24 saat yayın yapacak. İstiklal Marşı’nın okunmasıyla yayına başlayan kanalda ilk olarak Tarkan klibi yayınlandı. TRT, Arapça kanalın 350 milyon insanın yaşadığı bir coğrafyaya hitap edeceğini, Arap ülkelerinden en çok izlenen kanal olmaya aday olduğunu ve Türk televizyonlarında en çok izleyici çeken dizilerin Arapça dublaj ile yayınlanacağını açıkladı.

TRT Arapça neden açılıyor? TRT Arapça Kanal koordinatörü Sefer Turan kanalın açılması hakkında şunları söyledi: "Son yıllarda Türkiye’ye yönelik siyasi olarak bir merak oluştu, Türkiye’nin aktif politikasından dolayı. Biz siyasette oluşan bu merakı aynı zamanda ekonomide kültürde sanatta müzikte turizmde sağlıkta eğitimde hayatın diğer alanlarda olduğunu düşünüyoruz ve bu saydığım alanlarda Türkiye’nin o bölgelerde daha iyi tanınmasını sağlayacak bir yayın politikası izleyeceğiz." TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’de “Arapça kanalın bölge ülkeleriyle ilişkileri geliştirmede önemli bir rol oynayacağını” belirtti. TRT Arapça’da hedef kitlenin “özellikle Güneydoğu başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan Arap” vatandaşların olacağı ancak Ortadoğu ülkelerini de kapsayacak bir yayın politikası izleneceği yapılan açıklamalar arasında. Şahin açılış konuşmasında “TRT El Türkiye marifetiyle gerek Arap ülkeleri bizi, gerekse bizler Arap ülkelerini doğrudan, birinci elden tanıyacağız" diyerek kanalın “Arap ülkelerinin sevebileceği bir kanal” olmasına özen gösterdiklerini belirtti. Kürtçe kanal olan TRT Şeş’in açılışında izleyicileri Kürtçe selamlaması gibi, Arapça kanalın açılışında da Başbakan Erdoğan izleyicileri Arapça selamladı ve konuşmasında Arapça atasözlerine yer verdi. Açılışta Başbakan Erdoğan, "Türkler ile Araplar bir elin parmakları gibidir. Türkler ile Araplar et ile tırnak gibidir. Bu topraklarda bizim mazimiz bir. Biliniz ki, istikbalimiz de bir. Tarih boyunca Cibuti sevindiğinde, Abu Dabi sevindi, Sana, Muska, Doha,

Rabat, Tunus, Cezayir, Trablus sevindiğinde emin olunuz ki, İstanbul da sevinmiştir, Ankara da İzmir de Mardin de Konya da Kayseri de sevinmiştir. Kudüs hüzünlendiğinde, Beyrut hüzünlendiğinde Hartum, Kuveyt, Mogadişu, Manama ve Moroni hüzünlendiğinde inanın İstanbul, Şanlıurfa, Kayseri de hüzünlenmiştir" dedi. Erdoğan konuşmasında Ümmü Gülsüm’den, Mahmut Derviş’ten de bahsetti. Açılışta Bülent Arınç’ta konuşarak TRT'nin Arapça kanalının merakla beklendiğini, açılış törenine gelmeden önce de Şanlıurfa'dan bir mahalle muhtarından telefon aldığını ve muhtarın Arapça konuştuğunu aktardığını, bu nedenle TRT El Türkiye kanalının açılmasından büyük mutluluk duyduğunu belirttiğini söyledi. Arınç konuşmasında “Hem ülkemizde bu dili konuşan ailesi ve çocuklarıyla, birbirleriyle bu dille anlaşan yüz binlerce, belki birkaç milyon insanımız var.” dedi. Açılış töreninde Türkiye'de yaşayan 13 yaşındaki Suriyeli Seyma Mahmud Osman isimli bir kızda "Türkiye'den Sevgilerle" isimli kasideyi Arapça okudu. Tören Antakya’lı ve Arap asıllı Selami Şahin’in seslendirdiği şarkılarla sona erdi. Yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı gibi Arapça kanal, oldukça utangaç olarak TC sınırları içerisinde de Arapların yaşadığının söylenmesine rağmen, aslında TC’de yaşayan Araplar için açılmıyor. Asıl çaba TC’nin Arap ülkelerinde tanınmasını sağlamak, bu ülkelerde propaganda yapmak. TC sınırlarında Arapların yaşadığı belirtilmesine rağmen hem açılış töreni, hem hedefleri ve hem de yayın yapacağı bölgeler göz önüne alındığında, kanalın TC’deki Arapları görmeyeceği ortaya çıkmaktadır.

halkların kardeşliği için

TRT El-Tîrkiye fetiğ, balla leşû fetiğ…*

TC’de Araplar ve açılım… Bu kanal ile de tekrar görüldüğü gibi AKP Hükümetinin yapacağı açılımın ufku çok dar. Bugün TC sınırları içerisinde Antakya, Adana, Mersin, Mardin, Urfa ve Siirt’te olmak üzere yaklaşık 2 milyon Arap yaşamaktadır. TC’nin türlü oyunlarla ilhak ettiği Antakya’nın (Hatay) çoğunluğunu Araplar oluşturmaktadır. Bu illerde sadece Arapların yaşadığı onlarca ilçe, belediye, köy ve mahalle bulunmaktadır. Bu bölgelerde hala Türkçe bilmeyen, günlük yaşamında sadece Arapça konuşan onbinlerce insan vardır.

17


✌ halkların kardeşliği için

Yani El Türkiye kanalının açılışını Suriyeli Seyma Mahmud yerine Antakya’lı, Suveydiye’li (Samandağ), Urfa’lı çocuklar da duyurabilir, törende Arapça şarkı söyleyebilirdi. Buna rağmen açılış töreninde sadece Mardin ve Urfa’dan bahsedilmesi Hükümetin dini konumundan ve bu konudaki ayrımcılığından kaynaklanıyor olsa gerek. Çünkü Urfa, Mardin ve Siirt’te yaşayan Arapların önemli bir bölümü Sünni mezhebine mensup. Antakya, Adana ve Mersin’de yaşayan Arapların önemli çoğunluğunu ise Nusayriler (İslamın Şii-Alevi mezhebine mensup bir kol) oluşturuyor. Urfa ve Mardin’den AKP’ye önemli sayıda oy çıkıyor ancak Antakya, Adana ve Mersin’deki Arapların yaşadığı bölgelerde AKP yeterli oy çıkmıyor. TC Kürtler ve diğer halklar üzerinde olduğu gibi Araplar üzerinde de yoğun bir baskı, asimilasyon ve inkâr siyaseti yürütmüştür. Gelinen noktada Hükümet tarafından TC’de Arapların varlığından bahsedilmesi ve Arapça kanal açılması elbette bir gelişmedir. Ancak bu gelişme isimleri değiştirilen yerleşim yerlerinin, Araplara Türk, Öztürk vb. soy isimlerinin verilmesinin, okullarda Arapça konuşulmasının yasaklanmasının, Arapça konuşan çocukların baskı ve şiddetle sindirilmesinin üzerini örtemez. Arapların

Hipermarketlerde Sömürü H

18

izmet sektöründe çalışan, hipermarket işçisi olarak, tüm işyerlerinde olduğu gibi sorunlarımız saymakla bitmez elbette. Sömürünün çok yoğun yaşandığı esnek çalışmanın, patronların ve onların yalakaları olan şeflerin kendi rahatları için keyfi uygulamalarının olduğu bir yerdir hipermarketler… Bu da yetmezmiş gibi birde müşteri memnuniyeti için müşteriye şirin gözükmek, haksızda olsa haklıymış gibi davranmak bir başka sıkıntı… Hipermarket, biz çalışanlar için sabah 8:00 de açılır, akşam 23:30 da kapanır. Sabah ve akşam olmak üzere iki vardiya üzerinden çalışıyoruz ve sözleşmemizde günlük çalışma olarak 8 saat olarak yazsa da buna işlerin yoğunluğu bahane edilerek 10-12 saate kadar çıkıyor. Promosyon geçiş dönemleri olduğunda mağazayı bir sonraki güne geceden hazırlamak gerekiyor.

Kürtler ve Ermeniler kadar mücadele yürütmemiş olması, genel anlamda baskılara boyun eğmiş olmaları onların yok sayılmalarının, görmezden gelinmelerinin gerekçesi olamaz. Bugün devrimci hareket dahi Arapları gündemine alabilmiş değil. Bir dizi devrimci örgütlenme bu konuya uzak durmaya devam ediyor. TC sınırları içerisinde yaşayan Araplar ulus özelliği taşımaktadır. Arap ulusunun da diğer tüm uluslar gibi ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı olmalıdır. Antakya TC tarafından ilhak edilmiştir. Arap ulusu anadilde eğitim görme ve anadilini tüm alanlarda kullanma özgürlüğüne sahip olmalıdır. İsimleri değiştirilen Arapça yerleşim yerlerinin isimleri iade edilmelidir. Arap ulusu, bir ulusun en doğal hakkı olan ve TC tarafından gasp edilen bu haklar için mücadele etmelidir. Arap ulusu için açılımı TC devleti ancak bu kadar yapabilir, asıl açılımı Arap ulusunun mücadelesi belirleyecektir. Halkların kardeşliği için tek yol devrim! * TRT Türkiye açılmış, acaba niye açılmış.

11.05.2010 ✓

Çok yoğun tempoyla çalışıyoruz ve bunun karşılığında fazla mesai yerine denkleştirme denen, 1 gün fazla çalışma karşılığı 1 gün dinlenmeyi öngören bir uygulamayla karşılaşıyoruz. Kapitalizmin doğası gereği az kişiyle çok iş yapılmasını istiyorlar. Biz çalışanlar arasında rekabet olması için ilerde şef veya müdür olacakları masallarını yaymak vb. şeyler yapılarak sömürü kat be kat arttırılır. Cirolarının düşük olduğu dönemlerde biz çalışanlar üzerindeki baskı yoğunlaşır, deyim yerindeyse günah keçisi biz çalışanlar oluruz. Bunlara tek tek karşı çıktığımızda ya kapının önü gösterilir, yada yıldırma ve baskı yoluyla kendi isteğimizle işten çıkmamız sağlanır. Tüm bu yaşadıklarımız kapitalizmin dönen çarkının bir sonucudur. Azami kar dürtüsüyle hareket eden insanlığın zararına olan bu kapitalist sistemi yıkmamız gerekir. Kapitalist sistemden kurtuluşun tek yolu demokratik halk devrimi yoluyla sosyalizmin inşa edilmesinden geçmektedir. Kahrolsun Kapitalizm Yaşasın İşçi Sınıfının Örgütlü Mücadelesi Yeni İşçi Dünyası Okuru Bir Hipermarket İşçisi ✓


AKP

hükümetinin Anayasa Değişiklik Paketi üzerine tartışmalar uzun bir süre gündemi işgal etti ve sonunda parti kapatmaları ile ilgili madde hariç diğer maddeleri AKP neredeyse tek başına meclisten geçirdi. Dergimizin geçen sayılarında, anayasa taslağının neleri kapsadığını, bu değişikliklerin arkasında yatan gerçeğin ne olduğunu ve bunun işçi ve emekçiler açısından ne anlama geldiğini detaylı bir şekilde ortaya koymaya çalıştık. AKP’nin anayasada yapmak istediği değişiklikler, liberal burjuvazinin iktidara yürüyüş yolunda önünde duran engelleri aşmada önemli bir rol oynuyor. Bunun bilincinde olan Kemalist kesim taslağın meclisten geçmemesi için elinden geleni yaptı fakat başarılı olamadı. Şimdi de 12 Eylül 2010’da yapılacak referandumu geçersiz kılmak için var gücüyle uğraşıyor. Ama görünen o ki 12 Eylül’de yapılacak halk oylamasında anayasa değişikliğine önemli oranda ‘evet’ çıkacak. Anayasa Değişikliği Paketi üzerine yürütülen tartışmalarda medya, pakette kadınlar lehine önemli değişikliklerin öngörüldüğü, kadınlar için pozitif ayrımcılığın getirileceği propagandasını yaptı. Gerçekten öyle miydi? Gerçeğin hiçte öyle olmadığı çok geçmeden anlaşıldı. Kadınlar lehine önemli değişikliklerin yer aldığı söylenen taslakta sadece bir maddede, mevcut anayasanın 10. Maddesinde yapılmak istenen bir tek değişiklik var. Anayasanın 10. maddesi şöyle diyor; “X. Kanun önünde eşitlik Madde 10.- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Bu maddenin 2. fıkrasında yer alan "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür" fıkrasına, eklenen "Bu maksatla alınacak tedbirler, eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler

ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz" ibaresidir. Ve kadınlar lehine çok önemli değişiklik de bundan ibarettir! Herşeyden önce burada kadın kurumlarının en azından yer almasını talep ettikleri “kadınlar için pozitif ayrımcılık” ibaresi yer almıyor. İkincisi bu değişiklik tek başına kadınları ele alan bir değişiklik değil, toplumun tüm zayıf, güçsüz kesimlerini kapsıyor ve kadınlar da bunun içerisinde ele alınıyor. Ve en önemlisi burada doğrudan kadınlar lehine bir pozitif ayrımcılık öngörülmüyor. Pozitif ayrımcılık bu şekilde adı konulmasa da esas olarak “Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için” getiriliyor. Yapılan değişiklik bundan ibaret iken Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf Bursa'da düzenlenen Bursa İş Kadınları ve Yöneticileri Derneği (BUİKAD)'nin 4. Anadolu Girişimci İş Kadınları Zirvesi'nde yaptığı konuşmada bunun kadınlar için bir “devrim niteliğinde” olduğunu söyledi. Böylece devrimden ne anladığını da ortaya koymuş oldu. Konuşmasının devamında şunları söyledi; "Devletin sosyal sorumluluk alanını genişleten ve Türkiye'nin son derece ihtiyacı olan Anayasamızdaki bu değişiklikler, önce kadını, çocuğu ve aileyi, dolayısıyla da sosyal sermayemizi güçlendirme yolunda atılmış çok önemli adımları içermekte. Demokratik toplum projesine adım adım yaklaşılmaktadır." Bu konuşma bile Kavaf’ın kadınlar konusundaki bakış açısını ortaya koyuyor. Kavaf, kadın sorununu tek başına ele almayan, kadını aile ve çocuk üzerinden tanımlayan ve aile kurumuna tapan erkek egemen bir ideolojik yaklaşıma sahip. Ee, ne de olsa yüce Türk ailesini korumakla mükellef Aliye hanım. Ona zarar gelmemesi için elinden geleni yapıyor. Kavaf, bu değişikliğe devrim diyedursun kadın örgütleri bunun son derece eksik ve yetersiz olduğunu belirtiyor. Devletin fiili eşitliği sağlamakla yükümlü kılınması gerektiğini belirterek, bunun alınacak önlemlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamamasından çok daha farklı anlamlar içereceği vurgulanıyor. Bu nedenle "Devlet, kadın erkek arasında fiili eşitliğin

yeni kadın dünyası

Kadınlara “pozitif ayrımcılık” var mı gerçekten?

19


yeni kadın dünyası 20

sağlanması için gerekli tüm önlemleri almakla yükümlüdür" şeklinde bir düzenleme talep ediyor. Tüm bu yasal değişikliklerin neler olduğundan bağımsız olarak şimdiye kadar yapılan tüm olumlu yasal düzenlemelerin pratikte pek bir anlamı olmadığını, kağıt üzerinde kaldığını biliyoruz. Bırakalım yasal düzenlemeler ertesinde olumlu gelişmeyi, yapılan araştırmalara göre Türkiye kadın sorununda "ciddi gerileme yaşanan ülkeler" arasında yer alıyor. Türkiye, Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü'nün 2009 "Kadının Güçlenme Endeksi"ne göre, 109 ülke arasında 101., Dünya Ekonomik Forumu'nun "Cinsiyet Uçurumu" endeksine göre 134 ülke arasında 129. sırada. Sosyal İzleme Örgütü'nün (Social Watch) 2009'da yayınladığı "Cinsiyet Eşitliği Raporu"na göre, Türkiye dünyada 2004-2009 yılları arasında cinsiyet eşitliği konusunda ciddi gerileme yaşanan ülkeler arasında. Özellikle 2006'dan beri çok ciddi bir gerileme söz konusu. Örneğin, BM "Kadının Güçlenme Endeksi"ne göre, Türkiye 2000'de 64., 2006'da 72., 2009'da 101. sırada yer alıyor vs. Aslında Türkiye’de kadınların ne durumda olduğunu ortaya koymak için araştırmalara da ihtiyacımız yok. Hangi alana bakarsak bakalım kadınlara yönelik ayrımcılık, eşitsizlik, şiddet, taciz, tecavüz ve daha bir dizi baskı ile karşılaşıyoruz. Ne AKP’nin ne de başka burjuva partilerinin kadınların gerçekten toplumun eşit bireyleri olması için yürütecekleri bir çabaları olamaz. Bu anayasa değişikliğinde de görüldüğü gibi yapılan değişiklik göz boyamaya bile yetmiyor. Dolayısıyla 12 Eylül’de yapılacak referandum biz kadınların referandumu değil. Buna evet demek liberal burjuvazinin yanında yer almak, hayır demek Kemalist burjuvazinin yanında yer almak demek olacaktır. Referandumun amacı burjuvazinin kendi iktidarını sağlamlaştırmak için biz kadın ve erkek işçi ve emekçilerin onayına başvurmasından başka bir şey değildir. Gerisi boş laftır. Buna izin vermemek için referandumu boykot etmek, sandık başına gitmemek en doğru tavır olacaktır. Kapitalist toplum tüm alanlarda eşitsizlik üzerine kurulu bir toplumdur. Eşitsizlik bu toplumun tabiatında vardır. Dolayısıyla yapılacak kimi değişikliklerle avunmak yerine, burjuvazinin referandum sahtekarlığının bir parçası olmak yerine, gerçek haklarımız ve kurtuluşumuz için kapitalist sisteme karşı örgütlenelim, mücadele edelim. 25 Mayıs 2010 ✓

Bir kadın işçinin fabrika notları…

U

lusal sermayeli bir tekstil firmasında çalışmaktayım. 58 yıllık bir firma. Uzun yıllardır, Teksif-İş’te örgütlü 58 yıllık bir kuruluştur. Yaklaşık olarak 1500-2000 arası işçi çalışmaktadır. Kimi bölümleri üç vardiyalıdır. Çalıştığım bölümün gece çalışması yoktur, ama burada da işlerin yoğunluğunda mesailer devreye girmektedir. Dışarıdan bakıldığında farklı görenler olsa da aslında kâr amaçlı, sömürü amaçlı olduğu için bütün işyerleri aynıdır. Asgari ücretle çalışıyoruz, Psikolojik baskı görüyoruz, çok yoğun çalışıyoruz, haftada 2-3 gün 16 saate varan çalışmaya kalmaktayız. Cumartesi ve Pazar mesaileri var, o günler çalışıyoruz. Bu yüzden çok kazalar oluyor. Sendikalıyız ve sendikamız hiçbir şey yapmıyor. Bu ay zam ve sözleşme ayı ama sendikadan ses yok. İşveren ne diyorsa sendika imza atıyor. Temsilciler müdürlerin (yöneticilerin) yanından ayrılmıyor. Biz işçilerin temsilcisi değil, patronun temsilcisi gibiler. Ha biz işçiler mi?.. Hamdolsun şükredip geçinip gidiyoruz. Ne işverene ne de sendikamıza bir lafımız yok. Onlar ne derse o olsun. Tayyip Erdoğan’a da duacıyız. Tayyipçi ve MHP’li çok. Solcuyum diyenler yok ortalıkta. Ha 1-2 ay arayla bazen çıkışlarda servislerin olduğu yerlerde bildiri, bülten dağıtanlar olmaktadır. Müdür, şef ve ustabaşının gözü önünde dağıtıyorlar işçinin alacağı varsa da onların gözü önünde almıyor. Ayrıca küçük atölyelerin ve en kötü koşulları yazıp bu işyerine dağıtıyorlar. Yöneticilerde bu yazıyı alıp okuyorlar. Üretimde işçiyi tehdit ediyorlar. “Dışarısı böyle, sesinizi çıkarmayın çalışın.” Diyorlar. Eğer işyerimizin somut sorunlarına yönelik bildiri ve bültenler dağıtılsa daha iyi olacaktır. Bir de işyerinin taşınma olayı var, önceleri fabrika olan bu yerler şimdi görkemli alışveriş merkezleri oldu ve arsaları değerlendi ve büyük alışveriş merkezi yaptılar ve şimdi taşınıp şehir dışına gidecekleri haberleri var ama nereye gideceklerini belirtmiyorlar. İşçiler çok ama çok huzursuz. İşveren için yeni sömürü alanları lazım ve bunları da çoğaltma peşindedir. ✓


panorama

PANORAMA Katliamın yıldönümü ve savaş ürünü seçimler… - SRİ LANKA -

Sri Lanka devletinin LTTE’ye karşı savaşı, gerçekleştirdiği katliamlarla kazanmasının yıldönümünü, 18 Mayıs’ta egemen ulus çoğunluğu “birleşme günü” olarak kutladı. 20 Mayıs’ta da askeri törenler yapıldı… Bu, egemenlerin tarihiydi!

Tarihi hep galipler yazmıştır. Her sınıfın, katmanın kendi tarihi vardır…” vb. tespitlerde dile getirilen tarih biliminin sınıflarüstü olmadığı, tersine taraflı olduğu gerçeği, bugünlerde Sri Lanka’da yaşananlar tarafından da yeniden doğrulanmaktadır. Sri Lanka devletinin LTTE’ye karşı savaşı, gerçekleştirdiği katliamlarla kazanmasının yıldönümünü, 18 Mayıs’ta egemen ulus çoğunluğu “birleşme günü” olarak kutladı. 20 Mayıs’ta da askeri törenler yapıldı… Bu, egemenlerin tarihiydi! Tamil milletinin kurtuluşu için mücadele eden örgüt LTTE askeri olarak yenilmiş ve kurtarılmış bölgelerde Sri Lanka devletinin egemenliği yeniden sağlanmıştı. Peki ama bu durum Tamil milleti açısından ne anlama geliyordu? Bunu anlatabilmek için kısaca durumun ortaya konması gerekiyor. 2009 yılı Mayıs ayı ortalarına gelindiğinde Sri Lanka devleti, Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları (LTTE) somutunda Tamil milletine karşı sürdürdüğü savaşta LTTE’yi askeri olarak yenilgiye uğrattı. LTTE, 17

Mayıs 2009 tarihinde silahları bıraktığı açıklamasını yaptı. Bu arada liderleri Prabhakaran’ın yanısıra, LTTE’nin yönetici kademelerinden birçok önder kişi de katledildi. Sri Lanka Başkanı Mahinda Rajapakse’nin LTTE güçlerini, özellikle de yönetici kesimini yok etme siyaseti, sadece LTTE güçlerine değil, Tamil milletine topyekün saldırıyı içeriyordu. Savaşın doğrudan ürünü, onbinlerce insanın katledilmesi, yüzbinlerce insanın yerinden, yurdundan sürgün edilmesiydi. Bu insanların yaşam temellerinin ellerinden alınmasıydı. Sadece 2008 yılı başından 2009 Mayıs ayına kadar yerlerinden edilen ve kelimenin gerçek anlamında toplama kamplarında tutulan insanların sayısı 280.000’den fazladır. Kimi verilere göre bu rakamlar 300.000’den de fazladır. Savaşın resmen bittiği bir yıllık süreçte bu insanların büyük bölümü hâlâ devletin doğrudan terörüne maruz kalmaktadır. Toplama kamplarından bırakılan ve köylerine, yerleşim alanlarına dönenler de en

21


panorama

iyi halde akrabaları ya da dayanışmacı Tamillere misafir olabilmektedir. Ne evleri kalmış ne de yaşamını idame edebilecek imkânları. Savaşın bitişinin yıldönümü nedeniyle açıklama yapan uluslararası açlığa karşı yardım örgütü temsilcileri, sözkonusu mültecilerin hâlâ yardıma –bu yardımın açlığa karşı yardım olduğu bilinçte tutulmalıdır, yoksa genel olarak ev, iş, okul, toprak vb. yardımı değil– ihtiyaçları olduğunu vurgulamaktadır. Bu açıklamalara göre 300.000 civarındaki mültecinin üçte ikisi toplama kamplarından bırakılmış, kimi akrabalarına sığınmış kimi de köylerine dönüp yaşayabilme çabası içindedir. Bu durum sadece mültecilerin değil, sığındıkları akrabaların yaşam koşullarının da daha da kötüleşmesine yol açmaktadır. Kısaca özetlediğimiz bu durum, savaşın resmen son bulmasına rağmen Sri Lanka devletinin Tamil halkının en temel ihtiyaçlarını karşılama durumunda bile olmadığını ortaya koymaktadır. İşte bu durum haklı olarak Tamiller tarafından “yas günü”, “anma günü” ya da “soykırım günü” olarak adlandırılmakta ve bu yaklaşımla yıldönümü anılmaktadır. Bu da ezilenlerin tarihi!

Başkanlık Ve Parlamento Seçimleri

22

LTTE’nin askeri olarak yenilgiye uğratılması, ezen millet şovenizminin zafer çığlıklarıyla kutlandı… Devletin başı olarak Mahinda Rajapakse, bu durumu kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmak için kullanmaya çalıştı. Mahinda Rajapakse ile General Sarath Fonseka arasında “savaş kahramanı”nın kim olduğu rekabeti yaşandı. Rajapakse galip geldi ve Fonseka emekli edildi… Rajapakse şovenizmi kullanıp yeniden seçilebilmeyi garantiye alma taktiğine başvurdu. 2012 yılında yapılması gereken başkanlık seçimlerini, “Tamillere seçme hakkını verme” adına 2010 yılı Ocak ayına aldı. Fonseka ise Rajapakse’ye rakip oldu. İkisi de savaşın ürününü toplamak için yarışıyordu. 26 Ocak 2010 tarihinde yapılan başkanlık seçiminde toplam 22 aday vardı. Fakat esas yarışın Rajapakse ve Fonseka arasında olacağı, seçimlerden önce açığa çıkmıştı. Seçim propagandasında ilginç olan şey, Tamil milletine kan kusturan, katliamlara maruz bırakan bu ikili –Başkan ve Genelkurmay–, seçimlerde rakip olmuş ve seçim vaatlerinde Tamillere verilen vaatlere ağırlık vermişlerdi. Rajapakse savaş bölgesinde yeniden inşa, yerlerine dönenler için sosyal rehabilitasyon vb. vaatlerini verirken, Fonseka olağanüstü hali

kaldırmayı, tutuklananlar içinde suçlu olduğuna dair herhangi bir belgenin olmadığı kesim için genel af çıkarma vb. vaatlerini öne çıkardı. Bununla nüfusun %12.5 oranını oluşturan Tamillerin oylarını kapmayı düşünüyorlardı. Daha bir sene önce, sadece savaşın son birkaç ayında onbine yakın Tamili katledenler, oy kapma hevesiyle Tamillerin demokratik haklarından yana görünüp insan hakları savunucusu kesiliyorlardı… Ne büyük sahtekârlık! Başkanlık koltuğunu sahtekârlığı için kullanan Rajapakse, seçimlerde oyların % 57,9’unu alarak yeniden başkanlığa seçildi. Fonseka ise % 40,2’lik oy oranıyla yetinmek zorunda kaldı. Daha seçim sonuçlarının kesin olarak açıklanmadığı durumda, Fonseka’nın bulunduğu otelin etrafı güvenlik güçleriyle sarılmıştı. Seçimlerden önce Fonseka, tutuklanma durumu olabileceği ve hayatının tehlikede olduğu yönlü açıklamalar yapmıştı. Seçimler hakkındaki ilk açıklaması ise, “seçim sonuçlarının manipüle edildiği, anayasa ve seçim yasasının ihlal edildiği” biçimindeydi. Fonseka’nın bu tespitlerinin haklı olabileceğinden yola çıkılabilir. Fakat en başından itibaren seçimlerin sıkıyönetimin varlığı şartlarında yapılması olgusuna bakılarak, “adil ve demokratik” bir seçimin sözkonusu olmadığı tespit edilebilir. Eğer Fonseka seçimi kazanmış olsaydı, bu durum onu hiç de rahatsız etmeyecekti. Yani Fonseka da Rajapakse’den farklı değildir. Sonuç, Rajapakse seçimi kazandı ve seçimden kısa süre sonra Fonseka tutuklandı. Fonseka taraftarları değişik protesto eylemleriyle Fonseka’nın serbest bırakılmasını talep etti, ediyor. Fakat serbest bırakılma yerine Fonseka, Rajapakse’ye karşı darbe yapmaya hazırlanma suçlamasıyla askeri mahkemede yargılanıyor. Başkanlık seçimini kazanmanın ve esas rakibi Fonseka’nın tutuklanmasının hızıyla Rajapakse parlamentoyu feshetti. Parlamento için yeni seçimlerin 8 Nisan’da yapılacağını açıkladı. Bu arada olağanüstü hal, ya da sıkıyönetim durumu yeniden uzatıldı. Parlamento seçimlerini Rajapakse yanlısı “Birleşik Halk Kurtuluş Birliği”nin (Cephesi) (UPFA) kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Esas sorulan soru, anayasayı değiştirebilmek için gerekli olan üçte ikilik çoğunluğu elde edip edemeyeceğiydi. 14 milyon kayıtlı seçmenin oy vermeye çağrıldığı, 225 sandalyelik parlamento seçimlerine 36 parti ve 300 civarında bağımsız grubtan 7620 aday katıldı. Rajapakse yanlısı UPFA seçimlerden birinci olarak


21 Mayıs 2010 ✓

Seçimleri ırkçılar, faşistler kazandı!

panorama

çıktı. Fakat istenen üçte ikilik çoğunluğu elde edemedi. Medyadan verilen bilgilere göre UPFA 225 sandalyenin 144’ünü kazandı. Bu arada Fonseka da, tutuklu olmasına rağmen milletvekili olarak parlamentoya seçildi. Seçimlere katılım bağlamında ise değişik veriler var. En yüksek veri %60.3’tür. %55 katılımın olduğu bilgisini veren gazetelerde de, savaşın bitmesinden sonra ilk parlamento seçimlerinin, Sri Lanka’da parlamentarizmin tarihinde en düşük katılımlı seçim olduğu bilgisi verilmektedir. Seçimlere en az katılımın olduğu bölgeler ise Tamillerin yoğun olduğu Kuzey ve Doğu bölgeleridir. Sonuçta, LTTE bahane gösterilerek Tamil milletine karşı savaşın durmuş olması, egemen ezen milletin ve onun devletinin Tamil milletine karşı baskı ve zulmünün sona erdiği anlamına gelmiyor. Ulusal baskı ve zulüm hâlâ sürüyor. Gelinen yerde Sri Lanka yönetimi LTTE taraftarlarının yurtdışındaki etkinliklerine son verebilmek, direnişi yeniden canlandırmalarına engel olabilmek için hem yurtiçinde hem de yurtdışında yeni önlemler almaya yönelmiştir. Örneğin yıldönümü nedeniyle “savunma devlet sekreteri” (siz bunu savaş bakanlığı diye okuyun) adına basına açıklama yapan Başkan Rajapakse’nin kardeşi Gotabhaya Rajapakse, polis, ordu ve gizli haber alma örgütlerinin ortak çalışmasının sürmesinin zorunluluğunu ve “terörizmin” Sri Lanka’da yeniden canlanmasını en başta engellemek gerektiğini vurguladı. Buna göre LTTE yanlısı kesimlere ve LTTE gibi Tamil milletinin kurtuluşu için mücadele edenlere karşı mücadele sadece Sri Lanka sınırları çerçevesinde değil, “dünya çapında” verilmektedir! Egemenler kendi çıkarlarına göre önlemlerini alıyor. Bu, esasta Tamil milletine karşı baskının, zulmün devam ettirileceğinin de işaretidir. LTTE’nin askeri olarak yenilgiye uğratılmasının yıldönümünde de baskıya, zulme karşı isyan meşrudur! Yıldönümünde Tamil milletine yönelik barbarlığı, katliamları bir kez daha lanetliyor, hesabının bir gün mutlaka, ama mutlaka sorulacağını haykırıyor ve Tamil milletinin kurtuluş mücadelesine dayanışmamızı yeniden ilan ediyoruz. LTTE askeri olarak yenilgiye uğratıldı ama Tamil milletinin özgürlük mücadelesi şu ya da bu biçimde sürüyor, sürecek de!

- MACARİSTAN -

Fidezs Genel Başkanı ve Başbakan Viktor Orban

Macaristan, sosyalizm adına devlet kapitalizminin egemen olduğu kapitalist bir sistemden, açıkça özel kapitalizmin egemen olduğu kapitalist sisteme geçmiştir. Buna da sosyalizmden kapitalizme geçiş denilerek kitlelerin bilinci karartılmaktadır.

D

evlet kapitalizminin sosyalizm olarak gösterildiği ülkelerden biri olan Macaristan, Doğu Bloku’nun çöküşü sonrası dönemde, batılı burjuva yorumcular tarafından sistem değiştiren ülkeler içinde star olarak gösteriliyordu. Deyim yerinde ise Macaristan, kapitalizm açısından “başarıya mahkum” ilan edilmişti. Gelişmeler sözkonusu burjuvaların tahmin ve isteklerine uygun olmadı. Yaklaşık 20 sene sonra Macaristan’ın durumu, en başta ekonomik olarak hiç de iç açıcı değil. Burada kitlelerin ekonomik durumu sözkonusu bile değil, çünkü genelde kapitalistlerin ve onların devletinin durumu ekonomik olarak iyi olsa

23


panorama 24

da, bu, otomatikman kitlelerin ekonomik durumunun iyi olduğu anlamına gelmiyor. Tersi ama oluyor. Yani egemenlerin ekonomisi istedikleri gibi yürümeyince, bütün yükler emekçilerin, kitlelerin sırtına yüklenir. İşsizlik, yoksulluk vb. sömürünün katmerleşmesine paralel büyür. Macaristan, Doğu Bloku’nun çökmesinden sonraki dönemde ekonomik olarak iflasın eşiğine varan ve ancak emperyalist kurum ve kuruluşlardan, devletlerden aldığı kredilerle ayakta durmaya çalışan bir ülke konumuna düşmüştür. Bu da doğal olarak emekçilerin yaşam koşullarının daha da kötüleştirilmesini beraberinde getirmiştir. Macaristan, sosyalizm adına devlet kapitalizminin egemen olduğu kapitalist bir sistemden, açıkça özel kapitalizmin egemen olduğu kapitalist sisteme geçmiştir. Buna da sosyalizmden kapitalizme geçiş denilerek kitlelerin bilinci karartılmaktadır. Bu yapılırken, devlet kapitalisti dönemin, esasta sosyalfaşist uygulamaları sosyalizmin uygulamaları olarak gösterilip anti komünizm, antisosyalizm propagandasıyla, kelimenin gerçek anlamında sosyalizm-komünizm düşmanlığıyla sağcılığın, şovenizmin, ırkçılığın körüklenmesi durumu yaşanmış, yaşanmaktadır. Sınıf bilinçli işçiler için bu durum “sol”dan sağa kaymaktan çok, sağdan daha da sağa kaymaktır. Sosyalizm örtüsü altında zaten kapitalizm egemen kılınmış, milliyetçilik, ırkçılık körüklenmiş, sosyalfaşizm uygulanmıştır. Açıkça kapitalist sisteme geçişte geriye kalan “sol”, gerçekte sosyalizm adına sosyalfaşizmin uygulayıcısı, ya da onun destekçisi olan “sol”dur. Kuşkusuz ki bu durum ve gelişmeler uzun uzun tahlil edilebilir ve soruna değişik açılardan bakılabilir. Bugün için önemli olan şey, Macaristan’da sağa kayış olduğu tespitinin, gerçekte “sol”dan sağa bir kayış olmadığının kavranmasıdır. Kendilerine sosyalist vb. adını takanların, sosyaldemokratların “sol” tanımı içinde ele alınması ise, bu durumda da kitlelerin bilincini karartmaya hizmet etmektedir. Bu ise esasında tutucu, milliyetçi ve açık ırkçıların güçlenmesine hizmet etmektedir. Macaristan’daki gelişmelere biraz yakından bakıldığında, özellikle ırkçılığın ve açıkça faşist kesimin giderek güçlendiği; Yahudi ve Romanlara karşı düşmanlığın, yani antisemitizm ve antisiganizmin bu gelişmede önemli rol oynadığı görülebilir. Buna aşırı komünizm düşmanlığı, eşcinsellere karşı düşmanlığı da eklediğinizde Hitler Almanyası dönemine benzer tavır ve yaklaşımların Macaristan’daki siyasi geliş-

melere damgasını vurduğu da tespit edilebilir.

Seçimler ve Sonuçları… Macaristan’daki parlamento seçimleri 11 ve 25 Nisan 2010 tarihlerinde yapıldı. İki ayrı tarihte seçimlerin yapılması seçim sistemine bağlıdır. Adaylar hem partilerin, örgütlerin listesi temelinde, hem de doğrudan aday olarak seçilmektedir. Doğrudan aday olarak seçime girenlerin seçimi kazanması için %50 oy alması gerekiyor. %50 oy oranını geçmeyenler ikinci tur seçimlere katılıyor. Bu durumda da eğer seçime katılım oranı %50’yi geçiyorsa, %15 oranının üzerinde oy alanlar ikinci tur seçimlere katılabiliyor, diğerleri eleniyor. Bunun da istisnası var: eğer %15’in üzerinde oy oranı alan adayların sayısı en az üç aday değilse, o zaman da en çok oy alan üç aday ikinci tur seçimlerine katılabiliyor vb. vs. Macaristan parlamentosunda toplam 386 milletvekilliği ya da sandalye var. 11 Nisan’da toplam 265 sandalyenin dağılımı, ya da kazanılması sözkonusuydu. Seçimlerdeki oy oranı da 11 Nisan’daki seçimlere göre hesaplandı. Geriye kalan 121 sandalye ise 25 Nisan’da paylaşıldı… Kayıtlı seçmen sayısı 8,1 Milyon olarak verilirken, seçimlere katılım oranı ise %64,3 idi. Seçmenlerin yaklaşık üçte biri, seçimlerden bir şey beklemiyordu. Son sekiz yıllık dönemin hükümet partisi Macaristan Sosyalist Partisi’nin (MSP) ise seçimleri kaybedeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Öyle bir durum oluşmuştu ki, rakipleri örneğin, seçimlerde birinci parti olarak çıkan Genç Demokratlar Birliği (Fidesz), seçim programına bile ihtiyaç duymuyor ve sosyaldemokrat olan MSP’nin kötü yönetiminden medet umuyordu. Hesapları doğru da çıktı! Seçimlerden önce sorulan esas soru Fidezs’in üçte ikilik çoğunluğu alıp alamayacağıydı. Aldı! 11 Nisan’da oyların %52,73’ünü alan Fidezs, toplam 206 milletvekilliği kazandı. 25 Nisan’da 121 doğrudan adaydan 57’sini de alarak 386 sandalyeden 263 sandalyeye sahip olarak, sandalyelerin %68,13’ünü elde etti. Böylece Fidezs tek başına Anayasayı değiştirebilecek üçte ikilik çoğunluğa sahip olmuştur. Seçimlerin en büyük yenilgisini MSP almıştır. Bir önceki seçimlerde yaklaşık %46 oy oranını alan MSP, bu sefer %19,31 oy almıştır. Bu arada Macaristan’ı sözümona sosyalizmden kapitalizme dönüştürme sürecinde yönetimde yer alan Hür Demokratlar ya da Macaristan Demokratik Forumu gibi partiler ancak oyların %2,66’sını alarak parlamento dışı kalmışlar-


böylesi bir ihtiyacı doğurmayabilir. Ama açıkça Yahudilere, Romanlara karşı düşmanlık yapan, körükleyen; bunun da ötesinde Nazilerin silahlı güçleri gibi askeri örgütü olan faşist Jobbik’in hem Avrupa Parlamentosu’nda yer almasına hem de Macaristan parlamentosuna girmesine karşı seslerini çıkarmayanlar, aslında kendilerinin de Jobbik’ten pek farklı olmadığını göstermektedirler. Gelişmeler genelde iç faşistleşmenin körüklendiğini, işçilere, emekçilere, özellikle de kapitalizme muhalif olanlara karşı saldırıların daha da yoğunlaştırıldığını, kısacası burjuva demokrasisi ile faşizmin arasında Çin Seddi olmadığını göstermektedir. Bu bilinçle faşizme, kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltelim. 22 Mayıs 2010 ✓

panorama

dır. Macaristan’da seçim barajı %5’tir. Seçimlerin Fidezs dışındaki galipleri ise biri açık faşist biri de “sol” olarak değerlendirilen yeşillerin partileridir. Açık faşist Jobbik ile yeşillerin partisi LMP ilk kez parlamentoya girme durumundadırlar. Jobbik %16,67 ile üçüncü parti olurken LMP %7,44 ile parlamentoya giren dördüncü parti olmuştur. Bu verilere bakıldığında basının en çok üzerinde durduğu gelişme açık faşist partinin üçüncü parti olarak parlamentoda 47 sandalyeyi kazanmış olmasıdır. Jobbik ile Fidezs’in milletvekilleri sayısı toplandığında %80 oranını geçmektedir, oy oranları ise %69,5’tir. Öyle ya da böyle seçimlere katılanların yaklaşık dörtte üçü tutucu, gerici ve milliyetçi Fidezs ile açık faşist Jobbik’e oy vermiştir. Bu iki parti arasında özde bir fark yoktur. Esas fark, Jobbik’in açık faşist olmasıdır. Kimi yorumculara göre bu iki örgüt ya da parti birbirini tamamlayan iki partidir. Hatta Jobbik’in bilinçli olarak ortaya sürüldüğü ve birlikte çalışıldığı da yapılan yorumlar arasında yer alıyor. Jobbik, açık faşist bir parti olarak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sürpriz yapmıştı ve %15 civarında oy almıştı. Bu sefer de %16,67’lik oy oranıyla neredeyse MSP’yi geçebilecek bir sürpriz yaptı. Seçimler, Macaristan’da esasında açık sağcı, ırkçı bir hükümetin yönetime gelmesi –Fidezs’in başkanı Viktor Orban daha önce 1998-2002 yılları döneminde başbakanlık yapan biri– ve açık faşist Jobbik’in parlamentoya girmesi sonucunu vermiştir. Bu durumda Fidezs Jobbik’e ihtiyaç duymadan da anayasayı değiştirebilir. Fakat temel yaklaşımları itibariyle aynı olan bu iki partinin parlamentoda büyük çoğunluğa sahip olması, Macaristan’da faşizmin iktidara gelme tehlikesini veya olasılığını da içermektedir. İlginç olan durumlardan biri ise, bundan yaklaşık on sene önce Avusturya’da faşist Jörg Haider seçimleri kazandığında, o dönemin kimi AB üyesi devletlerden protestolar yükselmiş, kendilerini Haider’den ayıran tavırlar takınılmıştı. Sonuçta burjuvazinin temsilcilerinin böylesi tavırlarının göstermelik olduğu ortaya çıkmıştı ama yine de, kamuoyu karşısında kendilerini faşist olarak tanınan birinden ayırma ihtiyacı duymuşlardı. Macaristan somutunda böylesi bir durum yaşanmadı. AB üyesi devletlerden ne protesto sesleri yükseldi, ne de kendilerini Fidezs ya da Jobbik’ten ayırma ihtiyaçları oldu. Fidezs’in kendilerinden –en azından açık faşist olmaması bağlamından– farklı olmaması

Hitler faşizminden kurtuluşun 65. yıldönümü! Tarihin revize edilmesine paralel olarak, her geçen sene 8/9 Mayıs gününün Hitler faşizminden kurtuluş günü olma ve bunun esasında Stalin önderliğindeki sosyalist Sovyetler Birliği, Kızıl Ordu sayesinde gerçekleştiği olguları da çarpıtılıyor. Tarihin revize edilmesinde en büyük saldırı ise Stalin’e yöneliyor.

H

itler Almanyası’nın 8 Mayıs 1945’te teslimiyet belgesini imzalaması ile İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da son bulmuştu. Genel olarak İkinci Dünya Savaşı Japonya’nın da teslimiyet belgesini imzaladığı 2 Eylül 1945’te son bulsa da, Hitler faşizminin yenilgiye uğratılması, başta sosyalist Sovyetler Birliği olmak üzere Avrupa’daki bir çok ülkenin ve halkların kurtuluş günü olarak değerlendirilip kutlandı, kutlanıyor. Hitler Almanyası 8 Mayıs 1945’te teslimiyet belgesini imzaladığında, saatler SSCB’de zaman farkı nedeniyle 9 Mayıs’ı gösteriyordu. Bu nedenle de Almanya’da 8 Mayıs, SSCB’de ise 9 Mayıs 1945 tarihi

25


panorama 26

zafer ve kurtuluş günü tarihi olarak kabul edildi. Aradan 65 sene geçse de, çok değişik yelpazeden güçler bu günü kutlayıp anıyor. Rusya’da revizyonistlerden sonra, açık burjuvalar, oligarklar, kısacası Rus emperyalist devleti de 9 Mayıs’ı hâlâ kutlamaktadır. Sadece Rusyalı burjuvazi değil, onlarla birlikte batılı kimi güçler de bu tarihi kutlamaktadır. Tarihin revize edilmesine paralel olarak, her geçen sene 8/9 Mayıs gününün Hitler faşizminden kurtuluş günü olma ve bunun esasında Stalin önderliğindeki sosyalist Sovyetler Birliği, Kızıl Ordu sayesinde gerçekleştiği olguları da çarpıtılıyor. Tarihin revize edilmesinde en büyük saldırı ise Stalin’e yöneliyor. Burjuvazinin kalemşorları, yalakaları ellerinden geleni ardlarında bırakmıyor ve her türlü sahtekârlıkla Stalin’in ne kadar “barbar”, “zalim” vb. olduğunu kitlelerin beynine empoze etmeye çalışıyorlar. Sonuçta Stalin’i Hitler faşistiyle aynı kefeye koyuyorlar. Bu yönde tavır takınanların 8/9 Mayıs’ı kutlamaları, ya da anmalarının kendisi bile büyük bir sahtekârlıktır. Sosyalizme düşmanlığın körüklenmesi Stalin’e saldırı ile de yaygınlaştırılmaktadır. Medya araçlarını ellerinde tutmaları sonucu da bu konuda epey başarılıdırlar. Böylelerine denecek esas şey: sizin 8/9 Mayıs tarihini anma, kutlama hakkınız yoktur! Bu tarih, dünyanın ezilenlerinin Hitler faşizmine karşı zaferinin tarihidir! Bu tarih komünistlerin, sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin tarihidir. Çekin, kirli, kanlı ellerinizi bizim tarihten! Burjuvazinin temsilcilerine, borazanlarına bunu söylemek, bunların “sol” hareket içindeki etkisini kırmaktan çok daha kolaydır. Kendisine antifaşist diyenler içinde, devrimcilerden reformist antifaşistlere kadar bir yelpaze var. Gerçekten ciddi istekleriyle antifaşist olmaya çalışanlar, kapitalist sistemin yerine sömürüsüz bir düzen geçirmek isteyenler içinde bile, burjuvazinin tarih

çarpıtıcılığının etkisi yüksektir. Örneğin Hitler faşizminin yenilgiye uğratılmasını kutlayıp anarlarken, bunun esas yükünü Kızıl Ordu’nun çektiğini savunanlar bile Stalin düşmanlığı yapmaktadır. Ve bu noktada burjuvazinin propagandasına, yaklaşımına ortaklık edilmektedir. Stalin’e saldırı kuşkusuz ki sosyalizme saldırıyla içiçedir. Bu tür yanlışlara ve sosyalizme saldırılara karşı mücadele de sınıf bilinçli işçilerin görevleri arasındadır. Anti-Hitler Koalisyonu sözkonusu edilirken, ABD ve İngiltere’nin Hitler faşizminin yenilgisindeki rollerinin SSCB’nin rolüyle aynı ölçüde ele alınması bile, SSCB’nin gerçek rölünün küçültülmesidir. Kuşkusuz ki sözkonusu Batılı müttefikler de bunda rol oynadı. Ama bunun ortaya konduğu yerde –hem de 65 sene sonra– bu müttefiklerin gerçekte, savaş bağlamında ikinci cepheyi açmalarının, ancak, savaşın Kızıl Ordu tarafından kazanılacağının ortaya çıktığı noktada gündeme getirildiğinin; bununla savaş döneminde Hitler faşizminin yenilgisini hızlandırmalarına rağmen, SSCB’nin, yani kömünizmin Avrupa’daki etkisini engellemek istediklerinin anlatılmaması; tersine bunların rolünün SSCB ve Kızıl Ordu’nun rolüyle eşitlenmesi vb. vb. sadece ve sadece tarih çarpıtıcılığıdır, kitlelerin bilincinin karartılmaya çalışılmasıdır. 9 Mayıs zafer ve kurtuluş gününün 65. yıldönümünün Kızıl Meydan’da kutlanması geçitlerine, savaş sonrası dönemde SSCB ve Avrupa’daki Halk Demokrasi’si ülkelere karşı örgütlenen NATO’nun, ABD, İngiltere veya Fransa’nın askerleri ile temsil edilerek katılması da Rus emperyalist burjuvazisinin sahtekârlığının ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Rus burjuvazisinin bu seneki kutlamalarda gösterdiği tavır, bununla bağıntılı olarak Stalin’in posterlerinin, resimlerinin özellikle de Moskova’da birçok yere asılması, ya da kimi başka şehirlerde, örneğin


Sosyalist Sovyetler Birliği, Stalin önderliğinde Hitler faşizmini yenilgiye uğratmasıyla sadece SSCB’yi değil, Avrupa’nın büyük bölümünü Hitler faşizminden kurtarmıştır. SSCB’ye saldıran Naziler, sadece Avrupa’nın birçok ülkesini işgal etmekle kalmamış, özel olarak soykırımcılığını da 6 milyon kadar Yahudiyi, yüzbinlerce Sinti-Romayı toplama kamplarında ve endüstriyel olarak yok ederek göstermiştir. Komünistlere, muhalif olan sosyaldemokratlara, engellilere, eşcinsellere yönelik katliamlar da faşistlerin edimleridir. Faşistlerin saldırılarına karşı esasta kendilerini savunmak zorunda kalan SSCB, Kızıl Ordu ise, Stalin önderliğinde bu faşist barbarlığa karşı ölüm-kalım savaşı vermiş ve Avrupayı Hitler faşizminden kurtarmanın motor gücü olmuştur. Sadece bu tarihi gerçeklikler bile Stalin’i, SSCB’yi Hitler ve Hitler Almanyasıyla bir ve aynı göstermenin; ikisini de totalitarizm ve diktatör olarak göstermenin tarihi çarpıtmanın sınırsızlığını göstermektedir. Kuşkusuz ki sonuçta burjuvazinin tarihi yazmasıdır bu! Biz, işçiler emekçiler, kendi tarihimizi kendimiz yazacağız! Bizim tarihimizde Stalin ve onun önderliğinde SSCB ve Kızıl Ordu “büyük insanlığı” Hitler faşizminin barbarlığından kurtaranlar olarak yer almıştır, alacaktır. Sadece faşizmi yenilgiye uğratmada değil, tüm kökleriyle faşizmi yok etmek için, kapitalist-emperyalist sisteme son verme mücadelesinde de, Lenin-Stalin önderliğindeki SSCB’nin tarihi ve Marksizm-Leninizm bilimi temelinde sosyalizmin inşası ve komünizme doğru yol alma mücadelesi bize yol gösteren bir KIZIL MEŞALEDİR! Tarih çarpıtıcılarının, efendileriyle, sistemleriyle “büyük insanlık” tarafından tarihin çöplüğüne atılacağı gün gelecektir mutlaka! 65. yıldönümünde de faşizme, emperyalizme karşı mücadele, sosyalist-komünist bir dünya kurma mücadelesinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. ÇAĞRImız yeni bir dünya için mücadeleyedir! 10 Mayıs 2010 ✓

panorama

Sibirya’nın Mirny şehrinde Stalin heykellerinin dikilmesi; aynı zamanda Putin ve Medvedew’in esasta Stalin düşmanları olmalarına rağmen, İkinci Dünya Savaşı’nın kendilerini “güçlü bir millet haline getirdiği”, Stalin döneminde Rusya’nın “tarım ülkesinden sanayi ülkesine dönüştüğü” vb. düşünceleri savunmaları bir yanıyla kitleler içinde Stalin’in etkisinin hâlâ yok edilemediğinin belgesidir. Evet, 1956’da Kruşçev’in başlattığı saldırılardan bugüne kadar geçen 54 yıllık saldırı sürecinde yaşanan tüm saldırılara, yaygınlaştırılan tüm yalanlara rağmen, Rusya’da Stalin’e sahip çıkanların sayısı küçümsenmeyecek kadar vardır. Medvedew ve Putin, Rus emperyalizminin daha da güçlenmesi için Stalin’i kullanmaya kalkışıyorlar. Stalin’siz bir 9 Mayıs 1945’in kutlanmasının kitlelerin tepkisine yol açabileceği, tarih çarpıtıcılığının görülebileceği vb. tehditlerini içinde barındırmaktadır. Bu ve değişik nedenlerle Stalin’e saldırılar, onun inkârı temelinde değil, Rus şovenizmi için kullanılmaya çalışılması, gerçekte onun bir komünist olarak Rusya için değil, sosyalizmin inşası için çalıştığının üzeri örtülerek gerçekleştiriliyor. Burjuvazinin Stalin’e ve Stalin şahsında sosyalizme saldırıları yoğunluğunu koruyor. Ama güneş balçıkla sıvanamaz! Hitler Almanyası’nı SSCB’ye karşı kışkırtan ve destekleyenler ABD, İngiliz ve Fransız emperyalist devletleriydi. SSCB’nin 1930’lu yılların başlarında “ortak güvenlik sistemi” kurma çağrı ve girişimleri bu emperyalistler tarafından geri çevrildi. İkinci Dünya Savaşı öncelikle faşist mihver güçleri olan Almanya-İtalya-Japonya tarafından hazırlanıp başlatılsa da, bu emperyalist güçler de savaşın hazırlanmasının ve başlatılmasının ortaklarıdır. İkinci Dünya Savaşı’nda yaklaşık 60 milyon insanın yaşamını yitirmesinin sorumlusu ve suçlusu bunlardır. Savaşın en ağır yükünü SSCB halkları taşımıştır. Savaş sonrası dönemde 20 Milyon’dan fazla insanını kaybettiği hesapları yapılsa da, daha sonraki hesaplarda bu kaybın 27.000.000 civarında olduğu ortaya çıkmıştır. Maddi kayıpların ise hesabı bile yoktur!

27


yaşam temellerini koruma mücadelesi

Meksika Körfezinde çevre felaketi

A

BD’nin Louisiana kıyılarından 80 kilometre uzaklıkta bulunan, petrol tekeli BP’ye ait Deepwater Horizon adlı petrol platformunda, 20 Nisan’da bir patlama meydana geldi. Platform 11 kişinin öldüğü patlamanın ardından 22 Nisan’da battı. O günden bu yana denize milyonlarca ton ham petrol yayılıyor. Ham petrolün yayılmasını engellemek için, bugüne kadar yapılan girişimler, -bariyerler oluşturma, petrolü kontrollü yakma vb.- başarısızlığa uğradı. Ham petrolün yayılması engellenemedi. Deniz tabanındaki kuyudan petrol fışkırmasını engellemeyi amaçlayan 100 tonluk özel üretim çelik ve beton karışımı tıpa deniz tabanına indirildi. Ancak deniz tabanına indirilen ve sızıntının olduğu noktaya oturtulan oda şeklindeki içi boş blokla ilgili uzun süredir devam eden çalışmalardan bir sonuç alınamadı. Buz kütlelerine benzeyen metan kristallerinin, hazırlanan bu odanın iç duvarlarını kapladığı ve bu nedenle sistemin çalışmadığı açıklandı. Petrol madenciliğinde ilk kez denenen bu yöntemle, petrolün bu odanın içine akması ve bu odaya bağlı bir tüple de su üstünde bulunan tankerlere aktarılması planlanıyordu. Okyanusta yaşanılan bu çevre felaketi ilk değil. 24 Mart 1989’da Exxon Valdez petrol tankeri okyanusta karaya oturunca, taşıdığı petrolün 11 milyon varillik bölümü okyanusa yayıldı. Bu kaza Amerika’nın en

Nükleer santral anlaşması imzalandı

R

28

usya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’in iki günlük resmi Ankara ziyaretinde Rusya ile Türkiye arasında 17 anlaşmaya imza atıldı. Ticaret, boru hatları, tarım, gıda ve enerji alanını da kapsayan anlaşmalarla, uzun süredir devam eden nükleer santral görüşmeleri sonuçlandı. Rusya ile Türkiye arasında, yapımı 7 yıl sürecek 20 milyar dolarlık “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği Anlaşması” imzalandı. Mersin-Akkuyu’ya yapılacak nükleer santral, daha önce ihalesi yapılmış, fakat sadece Türk-Rus ortaklığının teklif verip kazandığı ihale Danıştay tarafından iptal edilmişti. İhale ile uğraşıp zaman yitirmek istemeyen hükümet, devletten devlete anlaşma yolu ile nükleer santral yapımını Rusya’ya verdi. Anlaşmaya göre; Rusya 1200 megavat üzerinden dört reaktör inşa edecek. Türkiye 4800 megavat

büyük çevre felaketlerinden biri idi. Bölgede doğal yaşam sona erdi. Petrol platformları denizlerdeki doğal yaşamı mahvetme konusunda önemli risk taşımaktadırlar. Deepwater Horizon petrol platformunda olduğu gibi, bir kaza, patlama denize ham petrolün yayılması engellenememekte, denizlerdeki doğal yaşam yok edilmektedir. ABD emperyalizmi ve petrol devlerinden biri olan BP, bu tür “kazalar” karşısında çaresiz. Teknik olanaklar ham petrolün yayılmasını engelleyemiyor. Kapitalizmin çıkış noktası doğal yaşamı koruma olmadığı için, bu tür kazalar düşünülerek yeterli teknik önlemler alınmıyor. Kapitalistler için önemli olan, çevrenin korunması değil, kısa vadeli azami kardır! Kapitalist sistem var olduğu sürece, kar uğruna üretim var olduğu sürece, Meksika körfezinde yaşanılan çevre felaketi ne ilktir, ne de son olacaktır. Çevre felaketlerine son vermenin yolu, kapitalizmi yok etmekten geçiyor! 10 Mayıs 2010 ✓ gücünde nükleer santral sahibi olacak. Rusya, ürettiği elektriği 12-35 sent arasında fiyat üzerinden Türkiye’ye satma garantisi elde etti. Rusya ile yapılan anlaşma, meclis tarafından onaylandıktan sonra yürürlülüğe girecek. Türk hakim sınıflarının derdi sadece nükleer santral sahibi olmak değildir. Nükleer santral yanında atom silahına da sahip olmak emelleri vardır. Nitekim bu emeli Enerji Bakanı Taner Yıldız şu şekilde, “Olaya sadece elektrik edinimi diye bakmak doğru değildir” ifade etmektedir. Nükleer enerjinin Türkiye’de 70 yıllık bir serüveni var. 4 defa iptal edilen nükleer santral ihalesi, bu sefer ihalesiz Rusya’ya verildi. Egemenler nükleer santral inşasında kararlılar. Toplum ve çevre açısından felaketli sonuçlara yol açan nükleer enerjiye, nükleer santral kurulmak istenmesine karşı mücadeleyi büyütelim 14 Mayıs 2010 ✓


G

eçtiğimiz hafta içerisinde Muğla’da, Muğla valisinin “bar önü kavgası” olarak nitelendirdiği, basında karşıt görüşlü öğrencilerin kavgası olarak değerlendirilen ve devletin ilgili organlarınca da “münferit” olarak gösterilmeye çalışılan bir saldırı yaşandı. Muğla Üniversitesi’nde okuyan bir grup Kürt öğrenci gece vakti bir caddede yürürken, önünden geçtikleri bir bardan çıkan, kendilerine “ülkücü” diyen bir grubun önce sözlü sonra da fiziksel saldırısına maruz kaldılar. Ardından polisin müdahalede bulunmasıyla gruplar dağıtıldı. Buraya kadar her şey alışıla geldik bir şekilde seyretti. Bundan sonra güvenlik (mi acaba!!!) güçleri tarafından “daha güvenli” olduğu gerekçesiyle emniyet binasının da bulunduğu caddeye yönlendirilen Kürt öğrenciler caddeye girdiklerinde yeniden aynı grubun saldırısıyla karşılaştılar. Bu sırada polis olaya yeniden müdahale etti. Olaya müdahale diyoruz, ama saldırıya maruz kalanların anlattıklarına göre polis olaya değil Kürt öğrencilere müdahalede bulunmuş aslında. Polisin gaz bombası ve silah kullandığı olayda Şerzan Kurt isimli 21 yaşındaki Kürt öğrenci bir omzundan girip ötekinden çıkan bir kurşun ve kafasına sert bir cisimle aldığı darbe neticesinde ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Ve polis olayların sonunda Şerzan’ın arkadaşlarını gözaltına aldı. Ne gariptir ki polis bu öğrencilere saldıranları değil de, saldırıya uğrayan, dolayısıyla mağdur durumda olan öğrencileri gözaltına aldı. İlerleyen günlerde, valinin ve Emniyet Müdürü’nün açıklamalarının aksine Şerzan’ın vücuduna saplanan kurşunun olaya müdahale eden polislerden birinin ve yine ne gariptir ki bu öğrencileri “daha güvenli” deyip, bir grup it kopuğun pusuya yattığı bir caddeye süren polisin silahından çıktığı öğrenildi. Açılan soruşturma sonucunda Muğla valisi Antalya’ya atandı ve adı geçen polis memuru da tutuklandı.

Peki, ya Şerzan? Şerzan Kurt kaldırıldığı İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde beyin ölümünün gerçekleşmesiyle hayatını kaybetti. Ailesi, Şerzan’ın organlarını bağışladıklarını açıkladılar. Şimdi

yeni dünya gençliği

Irkçı Politikalar Her Yerde… Peki, Ya Şerzan? Şerzan’ın organlarıyla hayata dönme şansı yakalayan insanlar var ve bu insanlara kimlikleri sorulmayacak elbette. Peki, neden öldü Şerzan? Bir kaza sonucu mu? Ya da bir mahalle kavgasında mı? Yoksa görüşlerinden ötürü mü? Hiç birisi… Şerzan, Kürt olduğu için öldü. O’na ve arkadaşlarına Kürt kimlikleri nedeniyle saldırıldı. Kürt kimlikleri nedeniyle bir olayın mağduruyken suçlu muamelesiyle karşılaşıp gözaltına alındılar.

Peki, ya gerçekte suçlu kim? Kürtlerin ve farklı ulustan tüm halkların ötekileştirilmesi, yok sayılması bu ülkede devletin resmi bir politikasıdır. Devlet, buna karşı çıkan, kimliğini özgürce taşımak isteyen insanlara hiçbir zaman tahammül göstermemiş, en zorba, en cani biçimlerde bu haklı isteği bastırmanın yöntemlerini hiç çekinmeden uygulamıştır. Devletin bu amaçla kullandığı ve en geniş kullanılabilirliliği olan yöntem de kimlik farklılıklarını kullanarak çeşitli uluslardan insanları birbirine düşman edip onları birbirine kırdırmaktır. 1915’de Ermeniler başta olmak üzere çeşitli uluslara uygulanan soykırımla, bugün Kürt ulusuna karşı uygulanan inkâr ve imha politikaları aynı kafatasçı zihniyetin ürünüdür. Şerzan bir avuç kendini bilmez it kopuğun değil devletin bilinçli ırkçı politikasının kurbanı oldu. Farklı uluslardan insanların birbirine düşmanlığı egemen güçlerin rahatça hareket edebilmeleri için suyu bulandırmakta kullandıkları bir yöntemdir. Egemenlerin bu oyunlarına kanmamak gerekiyor. Biz yumruklarımızı sınıf kardeşlerimize değil egemen kapitalist sisteme indirmeliyiz. Bizim düşmanımız herhangi bir ulustan işçi emekçi kardeşlerimiz değil kapitalist sistemin sürdürücüleri, burjuva sınıfıdır. İnsanların etnik kimliklerinden ötürü, farklı kültürlerinden, dillerinden ya da renklerinden ötürü hor görülmediği, yok edilmediği bir gelecek hayal değil. Bunun için biz gençler olarak hedefi sosyalizm olan çeşitli uluslardan halkların demokratik halk iktidarı için mücadelenin en ön saflarında yer almalıyız. 19.05.2010, Yeni Dünya Gençliği ✓

29


yeni dünya gençliği

Adalet Bakanından Çocuk Öykü’ye Cevap Var “Tutsaklara Yollanan Balonlar Hukuku Gevşetir”

Ç

ağrı okurları anımsayacaktır: Geçen sayımızda, çocuk Öykü’nün politik tutsaklara yolladığı hediye balonlara ‘sakıncalı ve tehlikeli’ bulunarak el konulduğunu yazmıştık. Çocuk Öykü’nün anne ve babasının konuyla ilgili basın açıklamasına ve Akın Birdal’ın konuyla ilgili soru önergesine yer vermiştik. Adalet Bakanı Sadullah Ergin sonunda çocuk Öykü’ye ve Akın Birdal’a 21 Mayıs’ta yazılı olarak yanıt verdi. İbretlik bir yanıt. “Çocuk Öykü’nün balonları hukukla bağdaşmaz, hukuku gevşetir.” demiş bakan. Bakanın uzun yanıtında cezaevleri yönetmeliği öne çıkarılmış. Bunun üzerine Öykü’nün babası Güney dergisi yazarı Adil Okay’a görüşünü sorduk. Okay, “yasalar ve yö-

netmelikler yorumlanabilir. Biz bir kez olsun Adalet bakanının hukuku-yönetmeliği, açılan bu insani kampanya üzerine, tutsakların lehine yorumlayacağını düşünmüştük. Yanılmışız. Şimdi kızım Öykü Sadullah beyi ‘Gargamel’ olarak anacaktır” dedi. Ayrıca hangi yönetmelikte cezaevindeki insanlara işkence yapılabileceği yazılıdır. Daha dün Kırklareli cezaevinde tutsaklardan Mehmet Kılınç işkence sonucu öldürülmedi mi diye sordu. Ve diğer keyfi uygulamalara dikkat çekti. Çocuk Öykü’nün annesi Tülin şahin Okay ile babası Adil Okay, bir basın toplantısı yaparak bu ibretlik, haksız kararı teşhir etmeye hazırlanıyorlar. YDİ Çağrı Mersin, 26.05.2010 ✓

Şerzan’a Sıkılan Kurşun İlk Değil!

M

uğla’da 12 Mayıs ta Kürt kökenli öğrencilere yapılan faşist saldırıda polis kurşunuyla ağır yaralanan 21 yaşındaki İşletme Bölümü öğrencisi Şerzan Kurt’un beyin ölümü gerçekleşti. Eğitim-Sen Adana Şubesi 20 Mayıs’ta İnönü Parkı’nda 12.30’da devrimci ve muhalif kurumlarla bir araya gelerek basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasına başlamadan önce Şerzan Kurt ve Zonguldak’ta yaşamını yitiren maden işçileri için saygı duruşunda bulunuldu. Daha sonra basın metnini okuyan Adana Eğitim-Sen Şube Başkanı Güven Boğa “Şerzan’a sıkılan kurşun halkların kardeşliğine sıkılmıştır. Ayrıca üniversitelerde ve değişik illerde yürütülen linç kampanyalarının geldiği nokta herkes açısından fazlasıyla dersler içermektedir. Bu kan, bu gözyaşı toplumsal hafızalarda silinmeksizin biriken bu acılar artık kardeşliğe ve demokrasiye bırakılmalıdır.” diye konuştu. Basın açıklaması ardından Adana BDP İl Başka30

nı Zeki Karataş konuşma yaptı. Konuşmasını Kürtçe yapan Karataş “Faşist saldırılarda insanların katledildiğini, iktidarın buna sesiz kaldığını hatta desteklediğini, onayladığını” belirtti. Karataş geçmişte olduğu gibi bugün de sonuna kadar mücadele edeceklerini söyleyerek basın açıklamasını bitirdi. Faşizme inat hepimiz Şerzan’ız! Yeni Dünya Gençliği/Adana 21.05.2010 ✓


B

u topraklardan daha güzel bir dünya özlemiyle mücadele eden nice insanlar gelip geçti… Kimileri arkalarından bir filiz veya yeşermekte olan bir umut bırakıp gitti. Kimileri de sokak ortasında, başıboş bir ormanlık alanda, iş/okul çıkışında, işkencelerde katledildi. Birçoğu hapishanelerde psikolojik, fiziksel vb. işkencelere maruz kalırken, birçoğu ise uzun yıllar tutuklu bırakılarak ölüme terk edildi. Ömürlerini bitirdiler/bitirttiler hapishanelerde…

Daha 20 yaşındayken… Ömrünün baharında, gencecik bir insan; Güler Zere. Daha 20 yaşındayken aldılar onu aramızdan. Aldılar özgürlüğünü, çaldılar umutlarını ve yatırdılar ölüme… 34 yıl hapse mahkûm etmişlerdi. 34 yıl! Düşüncelerini teslim alamayan sistem, yaşamını elinden almaya çalışıyordu. Cezaevinde 15 senesi geçmişti ömründen. Ve daha yatması gereken bir o kadar yıl daha vardı. Fakat 34 yaşındayken kanser hastalığına yakalandı. Hastane raporlarına karşın, Adli Tıp Kurumu'nun olumsuz tutumu ve Adalet Bakanlığı'nın duyarsızlığı nedeniyle tahliye edilmeyen Zere, kasıtlı olarak ölüme gönderiliyordu. Damağında ki kanser, cezaevindeki bakımsızlık ve kötü koşullar nedeniyle tüm vücuduna yayılıyordu. Türk Tabipleri Birliği'nin (TTB) komisyonu Zere'yle ilgili raporunda, "çok zamanı kalmadı" demişti. Daha önce Zere için "tedavisi hastanenin mahkûm koğuşunda devam edebilir" diye rapor veren Adli Tıp Kurumu, yaklaşık dört ay yeni bir karar vermedikten sonra, 4 Kasım'da son raporunu hazırlamıştı. Rapor 5 Kasım'da Adalet Bakanlığı'na ve Cumhurbaşkanlığı'na ulaşmıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dört hasta mahkûmun, Güler Zere, Nurettin Ateş, Şirin Aydın ve Fehmi Akar'ın kalan cezalarını "sürekli hastalık" nedeniyle 6 Kasım'da kaldırdı. Zere, tahliye olduktan sonra gönderdiği mektupta

şunları yazmıştı: "Geç bırakıldım. Beni ölümün kıyısına getirip öyle bıraktılar. Yaşam hakkım gasp edildi. Dışarıda "ölme hakkı" verildi. Bunu da unutmayacağım. Henüz içeride hasta tutsaklar var. Hala tecrit var. Ki tecridin ta kendisidir ölüm." Evet, Zere özgürlüğüne kavuşmuştu kavuşmasına ama artık çok geçti. Özgürlüğün 5. ayında bizlere ve yaşama veda ederek aramızdan ayrıldı. Mayıs ayında yitirdik yüreği sevgi dolu, umut dolu bir devrimciyi; Güler Zere’yi… Ölümü için beklenen, geç gönderilen raporlar! Kapitalizmin adaleti bu olsa gerek! Türkiye’nin birçok noktasında yapılan eylemler ve gösteriler yetmemişti Zere’yi kurtarmaya veya yetmemişti içlerindeki insani duyarlılığın yaratılmasına…

yeni dünya gençliği

Devrim için her zaman ölecekler bulunur

Zere hala bizimle… Ölüme giden yolda yüreği hala bizimle atan Zere'nin, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde Balcalı Hastanesi önünde bekleyenlere yazdığı mektubunda şöyle yazıyordu; “Şu anda gecenin bir vakti, sesinizi duyuyorum yine. Nasıl ki sizin sesiniz ulaşıyor bana, biliyorum ki benim sesim de size ulaşıyor. Yüreğimin atışlarına karışıyor, sizin yürek atışlarınız. Sonra kocaman bir yürek oluyor sol ya-

nımda”. Katledilen ve yaşam hakkı, özgürlüğü elinden alınan tüm devrimciler hala bizimle omuz omuza durmaktadır. Katledilenlerin özgür düşünceleri hala bizimle hayat bulmaktadır. Tutsak edilenlerin yürekleri hala bizimle atmaktadır. Onlar kapitalizme karşı yürüttüğümüz onurlu davamızda bizi asla yalnız bırakmayacaklar. Devrimciler ölür, ama devrimler durmaz sürer! Devrim için düşenler kavgamızda yaşıyor! Hasta tutsaklara özgürlük! Güler Zere ölümsüzdür! Yeni Dünya Gençliği 10/05/2010 ✓

31


15-16 HAZİRAN BÜYÜK İŞÇİ DİRENİŞİ YOLUMUZU AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.