irfs

Page 1

editör

editor@irfanmektebi.com

Merhaba! Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla. Sonsuz hamdolsun Rabbimize ki, bizlere ‘kell lâm’ı ve ‘kalem’i ihsan etti ve bizleri ‘Kelâm’ının manalarını yazan ‘Kalem’e tilmiz eyledi. Yazılmış ve yazılacak; okunmuş ve okunacak harfler adedl dince Âlemlerin Rabbine şükürler olsun! Merhaba! ‘İrfan Mektebi’nin ilk sayısı ile huzurlarınızdayl yız; andolsun ki O’nun rızasından başka maksûduml muz, matlûbumuz yok! Risâle-i Nûr müellifi Bedîüzzaman Hazretll leri şöyle der: “Hâneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da îman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar.” İrfan ehli olmak, ârif olmak demektir. Ârif olmak, marifet sahibi olmak demektir. Marifet ilmi ise ilimlerin şâhı, insanlığın en yüksek makamı ve insan karakterinin ulaşabileceği en kâmil noktadır. Bunun için evlerimizin birer ‘İrfan Mektebi’ olma vakti gelmedi mi? Bu nazar ve niyetle yola çıktı ‘İrfan Mektebi’: ‘Müfettihu’l-Ebvâb’ olan Hak Teâlâ, bütün semâvî fermanlarıyla mânen “Yol açık, yola çık!” buyurdu; biz sadece yola çıkmaya azm u cezm ü kasd eyledl dik; bu yolda bize isâbet eden her hasenât O’ndan, bütün seyyiât ve kusurlar nefsimizdendir. İlk sayımızda asıl gâyemize münâsip olması için ‘Tebliğ’ dosyasını hazırladık ve dedik: “Tebliğde sınır yok!” Sınırların manasızlaştığı, dünyanın küçl çüldüğü, küçüldükçe dertlerinin büyüdüğü âşikâr bir hakikat. Hendek Harbi’nde Şam’ın, Bizans’ın, İran’ıl ın fethini müjdeleyen Efendimiz’in ümmetiyiz hamdolsun! Hendek’te işâret edilen şuur bize Tokyo’ya, Pekin’e, Washington’a, Santa Cruz’a, Santiago’ya, Madrid’e ve Moskova’ya Allah’ın Kelâm’ını ulaştırml mamızı ders veriyor! Siyah, beyaz, sarı demeden tüm insanlığa ‘iki cihan saadetinin’ anahtarını ulaştırmakla mükellefl fiz! Alışveriş ettiğimiz bakkala, tıraş olduğumuz berbere, âilemize, sınıf ve iş arkadaşımıza, komşl şumuza, akrabalarımıza, işverenimize, işçimize,

elimizin ulaştığı, sesimizi duyan, dilimizi anlayan herkese… Her hak vâsıtayla, her hak sahibine! “Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medîne bir minber” cümlesinde tebellür eden cihanşümûl anlayış bize açıkça “Sınır tanıma!” diyor. Bu ‘sınır tanımama’ ameliyesi sadece coğrafyaya münhasır değil elbette; ilmî derinlik olmazsa, manevî techizl zât eksik olursa ne ile, kime gidilebilir? İşte bu derin ve ince meseleyi başta İdris Ferid olmak üzere Dr. Semih Esad Güner, Mustafa Emek, Mustafa Yankın İrfan Mektebi için masaya yatırdılar; hepsine teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda ve daha sonra nasipse ‘İrfan Sohbl betleri’ni Muhammed Çetin ve Osman Aktaş hocalarımızdan okuyacak, derûnî dünyanızda âdetâ beşinci mevsimi yaşayacaksınız. Uzun seneler Hıristiyanlık mevzusunda çalışml malar yapan Prof. Halil İbrahim Pirahmed, “Îsâ (as)’ın en büyük müjdesi” başlıklı yazısında, Merhum Ahmet Deedat’ın çalışmalarından da istifade ederek Hıristiyanlığın şu anki durumunu sorguladı ve Îsâ (as)’ın Resûlullah (sav)’i müjdell lemesini doyurucu bir dizi yazı ile îzah ve ispat ediyor; istifadenize sunuyoruz. 16 sayfalık âile-çocuk ekimizi münevver hanl nım kardeşlerimiz hazırladı; bu vesileyle şükranlarl rımı arzediyorum. İnşâallah önümüzdeki aylarda âile-çocuk ekimiz zenginleşerek genişleyecek. Sizlerin teklif ve desteklerinizle âilecek elinizden düşüremeyeceğiniz bir mecmua hâline gelecek inşâallah. Bu sayımızı yazılarıyla zenginleştiren tüm yazl zarlarımıza şükranlarımı arzediyorum. ‘İrfan Mektl tebi’mizi şereflendirdiler; Rabbimiz, tüm yazıları istifâdeye medar, rızâsına vesile kılsın. Âmîn. Önümüzdeki aylarda hem doyurucu hem câzip köşelerle yine huzurlarınıza çıkacağız. Sizlerdl den istirhamımız, duâlarınızı eksik etmemeniz ve İrfan Mektebi’ne yeni talebeler bulmanızdır. Şimdi sizleri İrfan Mektebi’nin sayfaları arasındl da yolculuğa davet ediyorum. Buyurun, feyziniz bol olsun efendim! Gayret bizden, tevfîk ve inâyet Âlemlerin Rabbi’ndendir.

A. Cihangir İşbilir İRFAN MEKTEBİ


fihrist Yıl: 1 - Sayı: 1 Aralık 2006 Zilkâde/Zilhicce 1427

İrfan Mektebi Yayıncılık adına sahibi ÇAĞLAYAN AVCIOĞLU Genel Yayın Yönetmeni A. CİHANGİR İŞBİLİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü GÖKHAN ÖZDEMİR Yayın Kurulu MUHAMMED ÇETİN MUHAMMED ALİ ENSÂRÎ İDRİS TÜZÜN MÜNİR SALİH Tashih TARIK SAYAR MURAT YILMAZER San’at Yönetmeni ERDEM KÖYMEN Fotoğraf Editörü MUSTAFA YILMAZ Grafik M. AKİF GÜLER Mizanpaj, Tasarım GAZALİ ÇAKMAK Teknik Destek ARİF AKTAŞ FATİH TOLGA ATA Baskı Yeri FORART Basımevi 0212 501 82 20 Yönetim Yeri Maraşel Fevzi Çakmak Cad. Mert Yıldırım İşhanı. Kat:3 No:22 Şirinevler / İSTANBUL © Dergideki yazıların tüm hakları İrfan Mektebi Yayıncılık’a âittir. Kaynak gösterilerek iktibas edilebb bilir. İlanların sorumluluğu ilan sahiplerine âittir. Abone ve irtibat P.K. 7 - 34290 - K.Çekmece / İST. +90 505 884 33 49 Web www.irfanmektebi.com E-mektub dergi@irfanmektebi.com İRFAN MEKTEBİ

Nübüvvetin parlak yolu: ‘Sırât-ı Müstakîm’

04

“Yâ Rab! Bizi kuvve-i akliyenin hikmet mertebesine, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesine, kuvve-i şeheviyl yenin iffet mertebesine hidâyet eyle! İfrat ve tefrit mertebl belerinden bizleri muhafaza eyle!” “Ölüm en güzel ibrettir evladım!”

07

O’ndan geldik O’na döneceğiz. Şüphesiz hüküm O’nundur. Ey nûr yüzlü Kemalettin Amca! Mekânın Cennet olsun!

Hayat: Samed aynası

08

Bir çöldeki taş ile insan arasındaki en mühim fark nedir acaba? Elbette hayat... Çevremize dikkatlice baktığımızda hayatın bu kâinatta temel bir unsur olduğunu görmekteyiz.

Tarihten takdir alabilmek

10

Ne mutlu o kimselere ki nübüvvet yolunun yolcuları olup da Rablerini razı etmişler; veyl o kimselere ki şecere-i zakkum yolunu tutup birkaç dünya lezzeti ile ebedi bir azap kazanmışlardır…

Kırk senelik ömrün bir mahsulü: ‘Niyet’

12

“Kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyall lığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Kütüb-i Sitte, c.16, s.114) İnsan kader mahkûmu mudur?

14

İnsan ihtiyar sahibidir. İhtiyar ise, hiçbir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygununu, en doğrusunu seçip ona yönelmesidir.

Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

16

Meryem oğlu Îsâ: “Ey İsrâil oğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderilmiş) olan Tevrât’ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmet olan bir peygamberi müjdeleyici olmak üzere size Allah’ın (gönderdiği) bir peygamberiyim!” demişti. (Saff, 6)


25

Dünya evinde misafir olmak İnsan bu dünyada ev sahibi değil misafirdir. Kendisine ikram edilenleri yer, içer, Veren’e şükreder.

26

Dikkat! Gazozlarda alkol var!

Bilindiği gibi içki (alkol) tedrici olarak kaldırılmış, nihaî olarak Mâide Sûresinde yasaklanmıştır.

32

Tebliğde sınır yok!

İslâmî ilimleri bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir, ama yalnızca İslâmî ilimleri bilmek de sağlıklı bir tebliğ için kâfi değildir. Aynı zamanda ‘kime’, ‘neyi’, ‘niçin’, ‘nasıl’ anlatılacl cağının da bilinmesi gerekir.

Âilenize tebliğ yapıyor musunuz?

Hüsn-i hat

Hat, sözün veya ruhta cereyl yan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resmedilmesidir.

42

Dosya

Tarih birçok kahraman kumandanlar ve toplum önünde çok sevilen örnek şahsiyetler görmüştür. Cephede zaferleri kazanl nan bu kahramanlar evlerinde ateşten gömlek giyerler.

Tebliğde başarının sırrı: Hisleri iyi bilmek

46

İnsan eğer adâvet edecekse, kalbindeki adâvete adâvet etmeli, onun izâlesine çalışmalıdır. Hem, en ziyâde insâna zarar veren nefs-i emmâreyeve hevâ-yı nefse adâvet edip, ıslâhına çalışmalı. Terazinin iki kefesi Bizler amel-i sâlihi tercih etmekle mükellefiz. Duâlarımızla, ibâdetleriml mizle, çalışmalarımızla hayırların celbine, tövbe ve istiğfarla ve de her türlü kötülükten Rabbimize sığınmakla şerlerin def’ine çalışmalıyız.

Resûlullah (sav)’in dilinden tebliğ

49

52

“Sizden kim (dînimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisanıyll la düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı îmanın en zayıf mertebesidir.”

56

Osmanlı mezar taşı kitâbeleri

Osmanlı mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endamlı servileri, rengârenk çiçeklerl ri ve sanat şâheseri taşlarıyla insana huzur veren mekânlardır.

Teknoloji

62

Bulmaca

22

Sabret yâ Hû!

28

“Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir.”

Gül kırmızı ve aşk sızı (Şiir)

54

Sen gittin, hazan düştü bahçemize Sen gittin, tarumar oldu her şey Sen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize.

Sil gözyaşlarını baba (Hikâye)

58

Mücteba sabah kalktığında kendini çok farklı hissediyordl du. Biraz uykusu var gibiydi; ama içinde başka kıpırtılar koşuşuyordu.

64 İRFAN MEKTEBİ


Nübüvvetin parlak yolu: ‘Sırât-ı Müstakîm’

Nübüvvetin parlak yolu:

‘Sırât-ı Müstakîm’ Muhammed ÇETİN

m.cetin@irfanmektebi.com

eygamberimizin (sav) nübüvvetinin delil ve burhanları had ve hesaba gelmez. Onll ların hepsini izah etmek hem bizim haddl dimizin fevkindedir hem de böyle bir yazı veya sohbet ile de îzah edilecek bir mesele değildir. Ancak nübüvvetin parlak bir delili olan Resûl-i Ekrem (sav) efendimizin güzl zel ahlâkı ile Rabbimizden bize getirdiği Kur’ân-ı Azîmüşşan ve Hadîs-i Şerîflerin nübüvveti ne sûretle ispat ettiklerinden bir nebze bahsetmeye çalışacağız. İRFAN MEKTEBİ

Fâtiha’da “Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle!” dediğimizde Allah’tan şunu istiyoruz: “Yâ Rab! Bizi kuvve-i akliyenin hikmet mertebesine, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesinne, kuvve-i şeheviyenin iffet mertebesine hidâyet eyle! İfrat ve tefrit mertebelerinden bizleri muhafaza eyle!”


Nübüvvetin parlak yolu: ‘Sırât-ı Müstakîm’

Resûlullah (sav)’in güzel ahlâkını dost ve düşman ittifakla kabul etmişlerdir. Hatta en büyük düşmanları olan Mekke müşrikll leri, başta Ebû Cehil olmak üzere Ona Muhl hammedü’l-Emîn demişlerdir. Allah ise, Kur’ân-ı Azîmüşşan’da, “(Habbîbim Ya Muhammed) sen azîm (büyük) bir ahlâk üzeresin” diye ferman eder. Sahih rivayetlerde de Hazreti ‘Âişe-i Sıddıka (ra) gibi seçkin sahabeler, Hazreti Peygamber (sav)’i tarif ettikleri zaman “Hulukuhü’lKur’ân” diye tarif ediyorlardı. Kur’ân’ın beyan ettiği güzel ahlâkın misâli ve bütün güzel ahlâkı yaşayarak göstl teren Hazreti Muhammed (sav)’dir. Ve o güzelliği herkesten evvel, bizzat yaşayan ve fıtraten o mehâsin üzerine yaratılan odur. Hem Fâtiha-i Şerîfe’de ‘sırât-ı müstakîm’ diye tâbir edilen dosdoğru yolda giden ve o yolda gidebilecek fıtrat üzere yaratılan en başta Peygamberimiz (sav)’dir. İSTİKAMET ÜZERE OLMANIN MÂNÂSI Bedîüzzaman Hazretleri, ‘sırât-ı müstl takîm’i, İşâratü’l Î’caz’da ve Otuzuncu Söz’de ve On Birinci Lem’a’da şöyle îzâh etmiştir: İnsanda kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye olmak üzere üç duygu vardır. Hayvanlardaki gibi bunll lara bir hudut tâyin edilmemiştir. Bu kuvvl velerin her birisinin üçer mertebesi vardır; ifrat (ileri gitmek), tefrit (geride kalmak) ve hadd-i vasat (normalini yaşamak)tır. Kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi ‘cerbeze’dir. Yani bâtılı, yanlışı doğru gibi göstermeye çalışmaktır; bu bir safsatadan ibârettir. Tefriti ‘gabâvet’tir. Yani doğruyl yu bulmak için aklı kullanmamaktır, bu da bir mantıksızlıktan ibarettir. Hadd-i vasatı ise ‘hikmet’tir. Yani her işin ve her fikrin doğrusunu hikmetlisini yararlısını bulup ona göre yaşamaktır. Bu hikmet mertebesl sini de en mükemmel şekilde yaşayan en başta peygamberlerdir. Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi ‘tehevvür’dür. Yani başkasına saldırmak, hak ve hukuk tanımamaktır; bu bir zulümden ibârettir. Tefrit mertebesi ise ‘cebânet’tir. Yani korkudan dolayı hakkına hukukuna

sahip çıkmamak, mukaddesâtına, ırz ve naml musuna hakaret edildiği halde onları müdl dafaa etmemektir. Hadd-i vasatı ‘şecaat’tir. Yani cesaret sahibi olup başkasının hakkına hukukuna tecavüz edip zarar vermediği gibi kendi hakkına hukukuna sahip çıkıp hakkınl nı kimseye çiğnettirmemektir. Bu şecaati de en güzel ve en mükemmel bir şekilde hayatlarına tatbik eden başta ‘şehidler’dir. Kuvve-i şeheviyenin de ifrat mertebl besi ‘fücur’dur. Yani Allah’tan korkmayıp, insanlardan sıkılmayıp, fuhşiyat başta olmak üzere haramları günahları alenen, açıktan işlemektir. Tefrit mertebesi ise ‘humut’tl tur. Yani haramları işlemediği gibi helâl dâiresinden dâhî istifâde etmemektir. Âdeta bitkisel bir hayat yaşamaktır. Hadd-i vasatl tı ise ‘iffet’tir. Yani namuslu olarak bütün âzâlarını, hisler ve duygularını başta fuhşiyat olarak haramlardan muhafaza edip helâl dâil iresinde yaşamaktır. Zâten, “Helâl dâiresi geniştir, keyfe kâfidir; harama girmeyl ye hiç lüzum yoktur.” Bu mertebeyi en başta kendi hayatlarına tatbik eden, başkalarl rına da güzel örnek olan sâlih insanlardır. Bu noktada baktığımızda hikmet, şecl caat ve iffeti harfiyen kendi hayatına tatbik edip, ifrat ve tefritten; cerbeze ve aklı kulll lanmamak; zulüm ve korkaklık; fücur ve humuttan tertemiz olarak en mükemmel bir şekilde hayatını devam ettiren, dost ve düşmanın ittifakıyla Muhammed-i Arabî (sav)’dir. İşte böyle bir Zât’ın yaptıklarının, yaşadıklarının, sözlerinin ve hareketlerinl nin her birisi, nev-i beşere, insanlara birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, îmân eden ve ümmetinden olan gâfillerin onun sünnetine ehemmiyet vermemelerinin veyl yahut sünnetini bozmak isteyenlerin ne kadl dar bedbaht ve fenâ olduklarını divaneler de anlar. Demek ki Fâtiha’da “Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle!” dediğimizde Allah’tan şunu istiyoruz: “Ya Rabb! Bizi kuvve-i akliyenin hikmet mertebesine, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesine, kuvve-i şeheviyenin iffet mertebesine hidâyet eyle! İfrat ve tefrit merttebelerinden bizleri muhafaza eyle!” İşte “Emrolunduğun gibi istikamet bul!” bir cihette “Hikmet, şecaat ve iffetl-

“Helâl dâiresi geniştir, keyfe kâfidir; harama girmeye hiç lüzzum yoktur.” İRFAN MEKTEBİ


İrfan dolu bir sohbet

le yaşayınız!” demektir. Bu hakikati bize emrediyor. Hatta katiyetle şunu diyebiliriz: İslâmiyet, hikmet, şecaat ve iffet demektl tir. İslâmiyet’e inanıp kabul etmek, bunları kabul etmek demektir; Yani zulüm etmeml mek, cinayet işlememek, başkasının ırzına namusuna el uzatmamak, fâiz yememek, ne insanların ne de Allah’ın hukukuna tecavüz etmemek demektir. İslâmiyet’i istememek ise, bütün bu menfî şeyleri kabul ediyorum demek mânâsına gelir. KUR’ÂN, ZAMAN GEÇTİKÇE TAZELEŞİYOR Esasında Kur’ân ve Hadîs-i Şerîfler Peygamberimiz (sav)’in nübüvvetini ispat için yeter ve artar delilleri ihtiva etmektedl dir. Çünkü tarihe bakıyoruz, araştırıyoruz ve görüyoruz ki, bir bilim adamının, fikir ehlinin Kur’ân ve Hadîs’ten ders almadan yazdığı kitaplar ve o kitapların içindeki bilgilerin birçoğu sekiz on sene geçtikten sonra geçerliliğini kaybediyor, yanlış olduğl ğu ortaya çıkıyor. Hatta dünyanın en zekî, en dâhî insanları kabul edilen Eflâtun, Aristl to, Sokrat vs. gibilerin, yazdıkları kitapların üzerinden elli-yüz sene geçtikten sonra, neredeyse bu kitapların yüzde doksanı geçl çerliliğini kaybedip yanlış oldukları ortaya çıkıyor.

“Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençleşiyor, tevazzuh ediyor (daha iyi anlaşılıyor).” İRFAN MEKTEBİ

Hâlbuki Kur’ân ve Hadîs-i Şerîfler için bu kaide geçerli değildir. Kur’ân’ın 6666 âyetinl nin, aynı zamanda İmam Ahmed Bin Hambl bel, bir milyon Hadîs-i Şerîf’i rivâyet ettiğinl ne göre, milyonu geçen Hadîs-i Şerif’lerin üzerinden bin dört yüz küsur sene geçmesl sine rağmen bir tek âyetin veya bir tek hadl dîsin geçerliliğini kaybetmemesi, yanlış oldl duğu tespit edilmemesi, daima hakkâniyet ve doğruluk üzerinde gitmeleri âyetlerin hem lafzı hem mânâsı Allah’tan olduğuna ve Hadîs-i Şerif’lerin dahi mânâ itibârîyll le Allah’tan geldiğine bir delildir. Demek Hazreti Muhammed (sav) hevâ-yı nefsiyle konuşmuyor. Kesinlikle onu Allah konuşturl ruyor; O da konuşuyor. İşte bu durum Kur’ân-ı Hakîm’il in Allah’ın kelâmı olduğunu Hadîs-i Şerîf’lerin mânâsının da Allah’tan geldiğini isbât

ediyor. Eğer bunlar bir insan fikrinin netl ticesi olsaydı, insanların yazdıklarında hata ve yanlışlar olduğu gibi bunlarda da birçok hata ve yanlış bulunacaktı. Mâdem elli-yüz sene değil bin dört yüz sene üzerlerinden geçtiği halde bunlar geçerliliklerini kaybl betmiyorlar; Demek onlar Allah tarafından Hazreti Muhammed (sav) vâsıtasıyla bize geliyorlar. Bedîüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Zaman ihtiyarlandıkça Kur’ân gençll leşiyor, tevazzuh ediyor (daha iyi anll laşılıyor).” Evet, nasıl ki insanlar doğuyor, büyüyor, ihtiyarlanıyor onların fikirleri ve bilgileri de onlar gibi ihtiyarlanıyor. Öyle de insanların sanatları tecrübeler neticesindl de kemâle doğru gidiyor. İnsanların ilk yaptl tıkları bir cihazın modeli ile son yaptıkları aynı cihazın modeli ve mükemmelliği bir olmuyor. Bu da insanın âcizliğini ve eksikll liğini ifade ediyor. Bu kural Cenâb-ı Hak için geçerli değildir; İlk yaptığı sanat ile son yaptığı sanat arasında mükemmellik noktasl sında bir fark yoktur. Çünkü Allah sonsuz İlim, Hikmet ve Kudret sahibidir. İlk yarl rattığını en son ve en mükemmel model ile yaratıyor. Onun için sanatı arasında bir model değişikliği olmuyor. Aynen öyle de Allah, İslâmiyet’i ve Kur‘ân’ın hükümlerini ilk olarak indirirken en son mükemmellikle indirmiştir. Zaman geçtikçe Kur’ân ve İslâml miyet’in hükümleri de gençleşiyor. Allah’ın hükümlerinde bir değişiklik söz konusu olml madığı gibi, onlara uymak saadet ve selâmet vesîlesidir. Onlara muhalefette ise şekâvet ve ebedî azap vardır. Demek hadîslerin ve âyetlerin hakkânl niyetleri aynı zamanda onları bize getiren Habîb-i Rabbü’l Âlemîn’in de sıdkına ve nübüvvetine en kuvvetli bir delildir. Allah hepimizi sırât-ı müstakîme hidâyet eyleyip rızâsına mazhar eylesin. Âmîn.

AZİZ KAYIŞOĞLU


“Ölüm en güzel ibrettir evladım!”

“Ölüm en güzel ibrettir evlâdım!” “Allah rahmet eylesin evladım! Mekânı Cennet olsun. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Kemalettin Amca vefat etmiş oğlum. Osman aradı az önce. Atalar’da öğle namazından sonra namazı kılınıp, Büyyükbakkalköy Kabristanı’na defnedilecekmiş. Allah rahmet eylesin! Nûr yüzlü bir adamcağızdı. Sabah namazından sonra duâda kapamış gözlerini…”

Kerem GÜNDOĞAR sman’ı düşündüm. Ne çok severdi dedesinl ni. Çocuk yıkılmıştır herhalde. Abdest alıp cenazeye gitmek lazım… Yağmur altında kılınan bir cenaze naml mazı, duâlar ve tekbirler. “İyi bilirdik! İyi bilirdik! İyi bilirdik!” Ne güzel gerçekten iyi bilinmek… Büyükçe bir kabristana girdik; mezar taşlarının arasında yürüyoruz. Her yer çaml mur, sanki toprak bizi de almak istiyor içine. Yeni kazılmış mezarlar… Bir gün buradan tabut içinde geçmek ne kadar acı geliyor insana! Bir an için kurtulmak istedim bu düşünceden. Hiç de hoşuma gitmedi ölüm, soğuk ve yağmurlu bir günde! İmam efendi ve cemaat hazır. Cenaze kabre indirilecek! Osml man, yanında inmek ve cenazeyi yerleştirmek için birini ararken yemyeşil gözleriyle beni buldu. Daha önce hiç yapmadığım bir şey, ama “Hayır!” diyemedim! Beraber indik kabre. Yukardl dan naaşı uzattılar. Boyun ve diz kısmından şeritle bağlanmış, bembeyaz kefeniyle Kemalettin Amca! Yağmur damlaları saçlarl rımı, gözyaşlarım yüzümü yıkl karken, elimdeki o soğuk vücut sanki vücudumdaki bütün kanı çekip almıştı. Hareket edemez hâle geldim! Soğuk ve kaskatı bir ceset ellerimde! Ancak besml mele çekebildim. Zor-zahmet cenazeyi yerleştirdik, dışarı çıktl tık. Süratle üzeri örtüldü, duâlar MUSTAFA YILMAZ

edildi. Bense bir mezar taşının kenarında ağlıyordum, öleceğim ve gömüleceğim günü düşünerek! Omuzlarımdan tutan ellerin desteğiyle kalktım. Baktım ki Osman beni teselli etml mek istiyor. “Allah! Allah!” dedim, kendi kendime ve “Dedesi vefat eden o, teselliye muhtaç olan benim! Ne garip şey!” diye düşündüm. Osman, o mûnis sesiyle başladı ölümü anlatmaya: “Ölüm… Önü zahmet, arkası rahmet… Rahmet bunun neresinde mi? Âlemler Sultanı’na kavuşma kapısıdır ölüm. İncil’in Ahmed’i (sav), Tevrat’ın Ahyl yed’i (sav), Kur’ân’ın Muhammed’i (sav) etrafında milyonlarla evliyalar olduğu hâlde bizi bekliyor. Âhirete göçmüş, bütün sevdl diklerimiz bizi bekliyor. Onlara kavuşmaktl tır ölüm.’’ Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Neredeyse nefes bile almadan onu dinledim. Daha sonra uzun uzun anlattı Osman’ıl ım. Îmanı, nûru, îmandan gelen kuvveti ve huzuru… O’ndan geldik O’na dönl neceğiz. Şüphesiz hüküm O’nundur. Ey nûr yüzlü Kemalettin Amca! Mekânın Cennet olsun! O gece rüyamda Kemall lettin Amca’yı gördüm. O mütebessim haliyle şunları söyledi: “Ölüm en güzel ibrettir evlâdım. İbretini al, îmana sarıl! Îmanla yaşa ki âkıbetin hayır olsun! Âmîn.” Âkıbetimiz hayır olsun inşallah! Âmîn. İRFAN MEKTEBİ


Hayat: Samed aynası

Hayat: Samed aynası Hayat hakikati pek çok sıfatların tecellisine mazhar çok geniş özelliklere sahip bir ayna hükmündedir. Nasıl ki bir cihazın özelliklerinin fazlalığı nispetinde ihtiyaç duyulan şeylerin artması gibi, hayat da bu geniş özelliğinden dolayı, o nispette pek çok şeylere muhtaçtır. Bu özelliği, hayatı Samediyet’in en geniş aynası yapmıştır.

Dr. Ali CERRAHOĞLU ir çöldeki taş ile insan arasındaki en mühim fark nedir acaba? Elbette hayat... Çevremizl ze dikkatlice baktığımızda hayatın bu kâinl natta temel bir unsur olduğunu görmekteyl yiz. Hayat hakikati o kadar parlak ve zahir ki inkar edilmesi mümkün değildir. Öyle ki en basit maddelerden dahi çok harika ve sanl natlı canlıların var edildiğine şahit olmaktayl yız. Bir şeyin çokça yapılması, o şeyde çok mühim gayeler gözetildiğini bildirdiği gibi, hayatın bu şekilde yaygın olarak bulunml ması onun da büyük bir vazifesi olduğunu bildirir. İRFAN MEKTEBİ

Yeryüzündeki ışıkları takip etsek bizi güneşe götürdüğü gibi, yeryüzündeki hayat hakikati anlaşılıp takip edilse, onun sanatkarı olan Zât’ı, bütün sıfatları ile bize buldurur ve Samediyet’ini anlamamızı sağlar.


Hayat: Samed aynası

Evet güneşe baktığımızda, onu bize bildiren ve tanıttıran en parlak şeyin onun ışığı olduğunu görmekteyiz. Yeryüzünde yayılmış olan ışık uzantılarından hangisini takip etsek bizi güneşe götürür. Bununll la birlikte güneş ışığının başka bir özelliği daha var ki, o da tek bir ışık gibi görünml mesine rağmen, aslında yedi rengi ihtiva ettiğini bilmekteyiz. Yani aynada yansıyan ışıkta bu yedi renk de beraber yansır. Ancak bir prizmadan ışığı geçirmekle veya ışığın varlıklar üzerine düşmesiyle o renkleri fark edebiliyoruz. Hayat da öyle bir hakikattir ki pek çok sıfatı içine almıştır. Hayat tecellisi ile birlikte pek çok sıfat da tecelli eder. Hayat ile tecelli eden bu sıfatları anlamamız için bir prizmadl dan geçirmek gerekmektedir. İşte hayatın canlılarda tecelli etmesi ve bize görünmesi adeta ışığın prizmadan geçmesi gibi berabl berindeki sıfatların ortaya çıkmasına hizmet etmektedir. Yani bir hayat sahibinde görml me, işitme, dokunma, tat alma gibi duygull lar hayat hakikatindeki sıfatların bu şekilde inkişafı olduğu gibi, yine sevmek, tefekkür etmek, anlamak, şefkat etmek, memnun olml mak gibi hissiyat dahi diğer birçok sıfatların tecellileridir.

Hayat hakikati bu cihetle pek çok sıfatll ların tecellisine mazhar çok geniş özellikll lere sahip bir ayna hükmündedir. Nasıl ki bir cihazın özelliklerinin fazlalığı nispetinde ihtiyaç duyulan şeylerin artması gibi, hayat da bu geniş özelliğinden dolayı, o nispette pek çok şeylere muhtaçtır. Bu özelliği hayl yatı Samediyet’in en geniş aynası yapmıştır. Allah Samed’dir. Yani hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi her şey her şeyinde O’na muhtaçtır. İşte hayat bu geniş özelliği ile Cenâb-ı Hakk’ın ekser isim, sıfat ve şuunâtl tının tecellisine vesile olmakta ve o nisbette Samediyet’e aynadarlık yapmaktadır. Yazın şiddetli sıcağı altında, bir çöldeki taş ile yine aynı çölde aç, susuz ve bineksiz kalmış bir insanın Samediyet’e aynadarlığının farkı, ancak hayat ile zevk edilebilir. İşte yeryüzündeki ışıkları takip etsek bizi güneşe götürdüğü gibi, yeryüzündeki hayat hakikati anlaşılıp takip edilse, onun sanatkarı olan Zât’ı, bütün sıfatları ile bize buldurur ve Samediyet’ini anlamamızı sağll lar. Gündüz ortasında güneşi bulamamak ne büyük bir bedbahtlık ise, hayatı görüp de onun güneşi olan Şems-i Ezeliyi bull lamamak ondan bin defa daha büyük bir bedbahtlıktır.

Hayat da öyle bir hakikattir ki pek çok sıfatı içine almıştır. Hayat tecellisi ile birlikte pek çok sıfat da tecelli eder. İRFAN MEKTEBİ


Tarihten takdir alabilmek

ÖMER KAPUKAYA

Tarihten takdir alabilmek Kudret YAZIR nsanlık tarihi, ibretler manzumesidir. Eğer ona dikkatle bakılırsa farklı cümlelerle başll layıp benzer kafiyelerle bittiği görülecektir. Biz insanlar günübirlik yaşamaktan ziyade geçmiş zamanın Hâdiselerine bakarak ve onlardan çıkartılması lazım gelen yaşantl tı, düşünce ve hareket tarzlarını tazallüm 10 İRFAN MEKTEBİ

Onlara manevi zincirlerle bağlanmış olanlar ne kazanacakllar dersiniz? Hem dünya saadeti hem bütün lezâizi ile cennet ve bütün lezzetlerin fevkinde olan ru’yetullaha mazhar olmak gibi âlî bir makama nâil olacaklardır.


Tarihten takdir alabilmek

ederek istikbalimize yön versek daha isabetli ve esefsiz bir hayatımızın olacağı muhakkaktır. Bir kısım tarihçiler, tarihi düz bir çizgl giye benzetmekten ziyade spiral bir çizgiye benzetmişlerdir. Çünkü onlara göre zaman değişse de, imkân ve teknoloji ilerlese de, sahnedeki dünyalıların isimleri, unvanlarl rı farklılık gösterse de, ferdin hayatındaki nefsin sefih arzularına uymak veya vicdanın sesine kulak vermek hakikati değişmemektl tedir. İçtimaî hayatta ise toplumların birbl birlerini tahakküm altına almak veya kendi istiklâliyetlerini temin etmek hakikati hep aynı kalmaktadır. Bu hal ise, dünyanın, kuruluşundan bu zamana ve kıyamete kadar aynı hakikat üzerinde durduğunu ve duracağını gösterml mektedir. Bu durum Üstad Bedîüzzaman Hazrl retlerine göre hakikatte şöyledir: Zaman-ı Âdemden beri âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir ‘Şecere-i Tûbâ’ ile müthiş bir ‘Şecere-i Zakkum’un çekirdl değidir. O nuranî ‘Şecere-i Tûbâ’yı temsil eden başta yüz yirmi dört bini bulan peygambl berler silsilesidir. O nuranî silsilenin hem çekirdeği hem de meyvesi olan Resûl-i Ekrem (sav) ve onun maddi ve manevi ahfl fadından olan evliyalar, asfiyalar, imamlar, müçtehidînler silsilesi ise o nuranî şecere-i tûbânın kıyamete kadar gelecek insanların hidayet membaları, berrak hayat kaynakları olmuşlar ve olacaklardır. Onlar ki bütün

beşeriyete birer ‘urvetü’l-vüska’ ve birer ‘hablü’l-metin’ olmuşlar. Onlara manevi zincirlerle bağlanmış olanlar ne kazanacakll lar dersiniz? Hem dünya saadeti hem bütün lezâizi ile cennet ve bütün lezzetlerin fevkl kinde olan ru’yetullaha mazhar olmak gibi âlî bir makama nâil olacaklardır. O müthiş ‘Şecere-i Zakkum’u temsil edenler ise afaki âlemde şeytan ve desiseleri, enfüsi âlemde ise nefis ve bitmek bilmeyen arzulara giriftar olmuşlardır. Bu iki düşman ise, perde arkasından dünya sahnesine nemrl rutları, şeddatları, sanemleri, firavunları ve her dönemde ehl-i hakka muarız olan kâfirll leri, müşrikleri çıkarmış onları ehl-i imana karşı kukla olarak kullanmışlardır. Onlar ki bütün beşeriyetin etrafını zehirli lezzetlerle süsleyip iptal-i his nev’indeki gençliklerinin ellerinden gitmesiyle dünyada hem kendill lerinin hem başka insanların karın ağrılarınl na gark olmalarına ve ahirette ise şekavet-i ebediyelerine sebep olmuşlardır. Onlara ihtiyarlarıyla sefih birer asker olmuş olanlar ne kazandılar dersiniz? Hem dünyada felaket hem ahirette helaket hem de en büyük nimetten mahrumiyet! İşte, tarih, ondan hakikati veya şekavl veti görmek ve ders almak için bakanların önündeki iki yol ve o iki yolun neticeleri bunlardır. Ne mutlu o kimselere ki nübüvvet yoll lunun yolcuları olup da Rablerini razı etml mişler; veyl o kimselere ki şecere-i zakkum yolunu tutup birkaç dünya lezzeti ile ebedi bir azap kazanmışlardır… İRFAN MEKTEBİ 11


Kırk senelik ömrün bir mahsulü: ‘Niyet’

Kırk senelik ömrün bir mahsulü:

‘Niyet’

“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise onun hicreti Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Kütüb-i Sitte, c.16, s.114)

Muhlis AYDINLI

İ

slâmiyet’in en ziyade ehemmiyet verdiği meselelerden birisi niyettir. Niyet: Azmetmek, bir şeyi kastetmek, kalben tasdik etmek istemek manalarına gell lir. İlmin üçte biri veya dörtte birini niyetin teşkil ettiğini âlimler söylemektedirler. Bütün ameller kıymetini niyete göre kazandığı için âlimler eserlerine niyetle ilgill li Hadîslerle başlamayı âdet edinmişlerdir. İbâdetlerin ibâdet olabilmesi için niyete muhtaç iken bazen niyet tek başına ibâdet olur.

12 İRFAN MEKTEBİ

“Niyette öyle bir hâsiyet vardır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâslladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevabını kazanır.” (Mesnevî-i Nûriye, s.58)


Kırk senelik ömrün bir mahsulü: ‘Niyet’

Bu konu hakkında Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri şöyle demektedir: “Bu niyet meselesi, benim kırk senelik ömrümün bir mahsulüdür. Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetleri, hareketlerl ri ibâdete çeviren pek acîb bir iksir ve bir mayadır. Ve kezâ niyet ölü ve meyyit olan hâll letleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibâdetlere çeviren bir ruhtur. Ve kezâ niyette öyle bir hâsiyet vardl dır ki, seyyiatı hasenata ve hasenatı seyyiata tahvil eder. Demek, niyet bir ruhtur. O ruhl hun ruhu da ihlâstır. Öyleyse, necat, halâs, ancak ihlâsladır. İşte bu hâsiyete binaendir ki, az bir zamanda çok ameller husule gelir. Buna binaendir ki, az bir ömürde Cennet, bütün lezâiz ve mehâsiniyle kazanılır. Ve niyetle insan daimî bir şâkir olur, şükür sevl vabını kazanır.” (Mesnevî-i Nûriye, s.58) Demek niyet bir iksir, bir maya, bir ruhtur. KÜLLÎ NİYET İnsan ‘küllî niyet’ sayesinde daimî zâkir ve şâkir ve âbid olabilir. Küllî niyet adeta bir komutanın kendi neferlerinin yapmış olduğl ğu bütün hizmetleri kendi namına padişahl hına takdim etmesidir. Veya bir adam, beş kuruş kıymetinde bir hediye ile padişahın huzuruna girer. Ve görür ki, her biri milyl yonlara değer hediyeler, makbul ve büyük adamlardan gelmiş, orada dizilmiş. Onun kalbine gelir: “Benim hediyem hiçtir, ne yapayım?” Birden der: “Ey seyyl yidim! Ey padişahım! Bütün şu kıymetli hediyl yeleri kendi namıma sana takdim ediyorum. Çünkl kü sen onlara lâyıksın. Eğer benim iktidarım olsl saydı, bunların bir mislini sana hediye ederdim.” İşte, hiç ihtiyacı olml mayan ve halkının sadakl kat ve hürmetlerindeki dereceye alâmet olarak hediyelerini kabul eden

o padişah, o biçarenin o büyük ve küllî niyetini ve arzusunu, en büyük bir hediye gibi kabul eder. Aynen bu misaller gibi bütün varlığa zâbl bitlik eden ve hayvânat ve nebâtâta kumandl danlık yapan ve yaratılanlara halifelik etmeyl ye müsait olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden insanın, bütün varlığın ibâdetlerini ve yardım tall leplerini kendi namına Mâbûd-ı Zülcelâl’e takdim etmesidir külli niyet. Veya âciz bir kul, namazında “Ettahiyyl yâtü lillâh” der. Yani, “Bütün mahlûkatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri kulluk hedl diyelerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelsl seydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazll lasına lâyıksın.” demektir külli niyet. Veya

ْ َ‫جيع خ‬ ‫ملُوقَاتِ َك‬ ‫ب ِم‬ َ ِ‫يع تَ ْسب‬ َ ِ‫ُسبْ َحانَ َك ج‬ ِ ‫يح‬ ِ َ‫ات م‬ ِ ِ ‫يع َم ْصنُوعَاتِ َك‬ ِ َ‫َو بِاَلْ ِسنَ ِة م‬ ِ‫ج‬

diyerek, bütün mevcudatı kendi hesabına söylettirmektir külli niyet.

Resûlullah aleyhissalâtü vesselâm buyl yurdular ki: “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyl yet ettiği şey vardır. Öyle ise kimin hicreti Allah’a ve Resûlüne ise onun hicreti Alll lah ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı kadına ise onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Kütüb-i Sitte, c.16, s.114)

“Evet, niyet öyle bir hâsiyete mâliktir ki, âdetlleri, hareketleri ibâdete çeviren pek acîb bir iksir ve bir mayadır.” Bedîüzzaman Hazretleri İRFAN MEKTEBİ 13


İnsan kader mahkûmu mudur?

“Kader üzerine ince bir mütâlâa”

İnsan kader mahkûmu mudur? Hem bilmek başka, yapmak başkadır. Yani bilmek, yapmak demek değildir. Mesela Peygamberimiz (sav) İstanbul’un fethini müjdelemiştir, bilmiştir. Ama fetih fiilini Fatih Sultan Mehmed işlediği için Fâtih ünvanını o almıştır.

TAHSİN KIVANÇ

Ahmed YAVUZ nsan ihtiyar sahibidir. İhtiyar ise, hiçbir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygununu, en iyisini, en doğrusunu seçip ona yönelmesidir. İhtiyarınl nı kullanan kimseye ‘muhtar’ denir. Muhtl tarın manası, iki şeyi inceleyip aralarında bir karşılaştırma yapan ve iki şeyin gerçekte veya kendince hayırlısını, bir zorlama olml maksızın, irade eden (seçen) kişiyi anlatır. Herkes ihtiyarını hisseder. Mesela insan, kalbin çalışması, kanın temizlenmesi, hücrl relerin büyümesi, çoğalması, ölmesi gibi fiiller ile; yemek, içmek, konuşmak, yürüml mek gibi fiillerini mukayese etse, ızdırârî ve ihtiyarî fiilleri farkeder ve kendi ihtiyarını hisseder. Risâle-i Nûr külliyatından Kader Risâlesl 14 İRFAN MEKTEBİ

si’nde (26.Söz, Tılsımlar Mecmûası) “Kader, ilim nev’indendir. İlim, ma’luma tabi’dir. Ya’ni nasıl olacak öyle taalluk ediyor. Yoksa malum ilme tabi’ değildir” denilir. “Kader ilim nev’indendir” ifadesinde, kaderin bilml mek/bilgi olduğunu; yapmakta, yaratmakta, icatta esas olmadığını anlıyoruz. Sonraki “İlim, maluma tabi’dir” cümll lesi ise, bilmek ve bilgi olan kaderin, ma’lumla ilişkisini nazara veriyor. Şöyle ki; İlim, bilmek/bilgi manasına gelir. Mall lûm ise bilinen manasına gelir. Madem, “İrâde-i Külliye-i İlâhiye, İrâde-i Cüziye’’ye nâzırdır. Yani Allah (c.c.), abdin ef’âl-i ihtiyariyesini (seçme hürriyetini) irade ve icad için, kendi iradesine basit bir şart ve sebep kılmıştır. Demek insanlar, itibari olan ihtiyarl ri fiillerini nasıl işleyeceklerse, Cenâb-ı Hak ezelde öyle bilmiş ve takdir etmiştir.


İnsan kader mahkûmu mudur?

O halde malum (seçme hürriyeti) nasıl bir keyfiyet üzre olursa, ilim onu bilir. Yani işlediğimiz bütün itibari olan ihtiyari fiilleri Cenâb-ı Hakk’ın ezeli ilmiyle bilmesi, ilim; işlediğimiz itibari fiiller ise, malumdur. Madem Cenâb-ı Hak olacak şeylerl ri, olacağından dolayı biliyor. Bu durumdl da bizim ihtiyarımızdan neşet eden isteğe bağlı fiillerimiz olacak ki bizim hakkımızda sevap ve ikab tahakkuk etsin. Mesela Astrl ronomiye vâkıf bir zât, gelecek falan gün ve dakikada güneş veya ay tutulacak, diye şimdiden haber verir. Fakat ay ve güneş, bu zâtın, bu sûretle bilmesinden dolayı tutulml maz. Belki ay ve güneşin tutulması, bu zâtın bilgisine sebeptir. Aynen bunun gibi Cenâb-ı Hakk’ın bizden sudur eden itibari olan ihtiyari ef’âlimizi bilmesi, bizi o fiile zorll lamaz. Çünkü ilim, yaratmada müessir ve esas değildir. Demek ki, Cenâb-ı Hak geçmişi, geleceği ve şimdiki zamanı bir anda kucaklayan ilmiyle, bizim ihtiyarıml mızla yaptığımız, yapmakta olduğumuz ve yapacağımız fiilleri, ezelden bilir. Yani Cenâb-ı Hak olacak şeyleri olacl cağından dolayı bilir. Yoksa bildiği için o şeyler vücuda gelmez. Cenâb-ı Hak bir şey hakkında kulum böyle böyle yapacak diye yazmıştır. Yoksa şöyle şöyle yapsın diye yazmamıştır. Gerçi, işin aslında itibari irademiz (seçme hürriyetimiz) de Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. İsteseydi, bize irademizi de kullandırmazdı zira meşiet-i ilahiye esasdır. Cenâb-ı Hak dilemezse hiçbir şey olmaz. Ancak şu dünya bir imtihan olduğu için bizim irademize Cenl nâb-ı Hak karışmıyor, bizi serbest bırakmış.

BİLMEK BAŞKA, YAPMAK BAŞKADIR “Mâlûm ilme tâbi değildir” cümlesindl de verilen ders ise, malum (kulların itibarl ri fiil ve amelleri), kaderde öyle yazıldığı için oluyor, demek değildir. Çünkü ilm-i ilâhînin bir ünvanı olan kader, bizim iradi fiillerimizle müessir değildir. Yani ilim sıfatl tı, bizim fiillerimizi icad etmez ve hâdisell leri meydana getirmez. Belki varlıkları ve hâdiseleri bilmek, ilim olur. Hem bilmek başka, yapmak başkadır. Yani bilmek, yapml mak demek değildir. Mesela Peygamberiml miz (sav) İstanbul’un fethini müjdelemiştl tir, bilmiştir. Ama fetih fiili Fatih Sultan Mehmed’e müyesser olduğu için, Fâtih ünvl vanını o almıştır. Demek ki fâil olmak için, o olayı bilmek yetmiyor bilâkis iradesiyle o fiili tercih etmek, eyleme dökmek gerekiyl yor. Demek ki bilip-yazmak, kimseyi bir işi yapmaya zorlamaz ve o fiil üzerinde zorlayl yıcı bir etki oluşturmaz. Mesela biz mektup yazmayı biliyoruz. Fakat bilmemiz, mektubl bu vücuda getirmiyor. Hulâsa olarak, biz ma’lumu, kadere isnl nad edersek; ilim nevinden olan kadere, yapmak, yaratmak manasını yükleriz ki bu, kudretin eseridir. Bu da ilmin esası değildl dir. Demek bizim hakkımızdaki takdir, ilim nev’indendir. İlim de yaratmada, yapmada esas ve müessir olmadığından bizim itibari olan ihtiyari fiillerimize tesir etmez. Allah (c.c.), insanın amellerini ve fiillerini bilir, ama ihtiyarını sarf eden ve onları işleyen insandır. Sevab da, günah da ona âittir.

Cenâb-ı Hak olacak şeyleri olaccağından dolayı bilir. Yoksa bilddiği için o şeyler vücuda gelmez. Cenâb-ı Hak bir şey hakkında böyle olacak diye yazmıştır. Yoksa şöyle şöyle olsun diye yazmammıştır. İRFAN MEKTEBİ 15


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

Îsâ aleyhisselâm’ın

en büyük müjdesi Gerçekten de bir tercüme problemi var, yani isimlerin tercüme edildiğini, ilaveten Îsâ Aleyhisselâmın Yunanca konuşmadığı (Grekçe) gerçeğini lütfen unutmayalım. Paraklet’in okunuşunun öyle veya böyle olmanın ötesinde (her iki mana da Peygamberimiz (sav)’e bakmaktadır esasında), Îsâ (as) ne dediği önemli, çünkü Îsâ (as) ne Yunanca ne de İngilizce ne de Türkçe konuştu, Onun lisânı İbraniceydi.

Prof. Dr. Halil İbrahim PİRAHMED pirahmed@irfanmektebi.com

ani Meryem oğlu Îsâ: “Ey İsrâil oğulları! Muhakkak ki ben, benden önce (gönderl rilmiş) olan Tevrât’ı tasdîk edici ve benden sonra gelecek ismi Ahmet olan bir peygambl beri müjdeleyici olmak üzere size Allah’ın (gönderdiği) bir peygamberiyim!” demişti. (61: 6) 16 İRFAN MEKTEBİ

Kur’ân-ı Kerîm’de, Sûre-i Saff 6. âyettl te, Cenâbı Hak Îsâ Aleyhisselâm’ın Peygl gamberimiz (sav)’i ismiyle müjdelediğini haber vermektedir. (Âyetle ilgili Risâle-i Nûr’da geçen veciz tahlil ve kutsal kitapta geçen yerler dipnotta verilmiştir.) Bu âyette geçen her bir ifadenin tek tek doğrulandığl ğı ehli kitabın Yeni Ahit’ten gösterilebilir. Fakat bir ehli kitap mensubu ile karşılaşıldl dığında, yukarıdaki âyet ve izahını (ezberll


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

lemek suretiyle) sunabiliriz. Vereceği tepki umumiyetle: “Hayır benim kitabımda ne Muhammed ne Ahmed var!” şeklindedir. Türkçe hazırlanan ‘İncil’ internet sayfl fasında şöyle denilmektedir: “Hıristiyanlarl rı ve Müslümanları aynı çelişkiye düşüren tüm yanlış anlama İncili tercüme eden kişill lerin ‘teselli edici veya yardımcı’ anlamında kullandıkları paraklet sözcüğünün yazılış ve okunuşundan gelmektedir. Biz bu sözü paraklet olarak mı yoksa periklit olarak mı okuyacağız? ” “Müslümanlar orijinal Yeni (Ahit) Anll laşma’nın Grekçe yazıldığını çok iyi bilml mektedirler (doğrusu çok kimse bilmez! H.İ.Pirahmet). Grekçe dilindeki ‘periklet’ kelimesi ‘yüce, göksel, methedilmiş’ anll lamlarına gelirken; İncil’de kullanılan asıl sözcükse ‘teselli edici, avutucu, savunucl cu’ anlamlarına gelmektedir. Bu nedenle, Müslümanlar Kur’ân’daki (61: 6) bu sureye dayanarak, İncil’de (Yuh. 14: 16 ve 16: 7) geleceği bildirilen kişinin kendi peygamberll leri olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü yukarıdaki Kur’ân âyetinde geçen Arapça sözcük ‘Ahmed’ Muhammed’in adlarından biridir ve övülmüş, medhedilmiş anlamına gelmektedir.” Gerçekten de bir tercüme problemi var, yani isimlerin tercüme edildiğini, ilaveten Îsâ Aleyhisselâmın Yunanca konuşmadığı (Grekçe) gerçeğini lütfen unutmayalım. Paraklet’in okunuşunun öyle veya böyle olmanın ötesinde (her iki mana da Peygambl berimiz (sav)’e bakmaktadır esasında), Îsâ (as) ne dediği önemli, çünkü Îsâ (as) ne Yunl nanca ne de İngilizce ne de Türkçe konuştl tu, Onun lisânı İbraniceydi. İki bin lisâna tercüme edilen Kutsal Kitap’ta, Hıristiyanll ların dehası iki bin defa farklı tercümeyi bir isim için gerçekleştirmişlerdir: Yunancada Paraklit/Periklet; Türkçede, Yardımcı/ Tesellici/medh edilmiş; İngilizcede Comfl forter/Advocate ve Arapçada Muazzî gibi farklı isimler verilmiştir. Ahmed Deedat’ın incelemesine göre, bu isimlerde oynama o dereceye gelmiş ki Îsâ (as) (ve başka peygl gamberlerin) isimlerine İbranicede olmayl yan ‘J’ harfi konarak mesela Îsâ Jesus haline gelmiş. Deedat, “Eğer ikinci gelişinde Îsâ

(as)’a, ‘Jesus!, Jesus!’ diye seslensek, dönüp bakmaz bile, çünkü hayatında bu ismi hiç duymadı.” Başka önemli bir misâl, İbranl nicesi mevcut olan Eski Ahit’te Ezgiler Ezgisi’inde (Süleymanın İlahileri) (5: 16), “Muhammedim” İbranicesinde geçmektl tedir. Bu dahi tercüme edilerek, İngilizcesi ‘Altogether lovely’, ‘Tepeden tırnağa güzel’ diye tercüme edilmiştir. Bu anlamıyla dahi Peygamberimize (sav) baktığı bize göre aşikârdır. Bu mevzuda Îsâ (as) muhataplarına şöyll le diyor: “Bana, ‘Yâ Rab, yâ Rab! ’ diye seslenen herkes Göklerin Egemenliği’ne girmeyecek. Ancak göklerdeki Babam’ın isteğini yerine getiren girecektir. O gün birçokları bana diyecek ki, ‘Ya Râb, yâ Rab! Biz senin adınla peygamberlik etmedl dik mi? Senin adınla cinler kovmadık mı? Senin adınla birçok mucize yapmadık mı? ‘O zaman ben de onlara açıkça, ‘Sizi hiç tanımadım, uzak durun benden, ey kötülük yapanlar! ’ diyeceğim. ” (Matta, 7: 21–23) Bu mesajın muhatabı kim acaba? Mademki orijinal İbranice ifadeye sahip değiller öyle ise bir tahlil yapma zarureti var. AHMED DEEDAT’IN İSPATI Aşağıdaki bilgiler, Ahmed Deedat’ın, Allah rahmet etsin, kırk yılı aşkın ehli kitl tabın üniversitesinde, sair üniversitelerde halka açık ehli kitap otoriteleriyle on binll leri bulan Müslüman olmayan dinleyicilerl re sunduğu bu beşâretle alâkadar tahlillerl rinin ana hatlarıdır (kısmen tercümedir). İlgili İngilizce referanslar yazının sonunda verilecektir. Bu yazıyı dikkatle okuyarak yukarıdaki âyeti ve îzahı lütfen ezberleyelim çünkü iyice daralan dünyada mutlaka ehli kitapla karşılaşacağız ve bu mesajın ulaşması gerekmektedir yoksa onların (misyonerlerl rin) fütursuz konuşmalarına muhatap olunl nacaktır. Buradaki tahlilden sonra Hıristiyl yanların delilden yoksun, onların sadece programlandıkları görülecektir. Onların ezberini/programlanmışlığını bozmak bize düşmektedir, bu gerçekten de çok kolaydl dır. Verilen referansları lütfen Eski ve Yeni Ahitten kontrol edelim, bu şüphe ettiğiniz için değil, çünkü verilenler o kadar şaşırtıcı ki, belki abartıyor zehabına kapılabilirsiniz.

“Eğer ikinci gelişinde Îsâ (as)’a, ‘Jesus!, Jesus!’ diye seslensek, dönüp bakmaz bile, çünkü hayatında bu ismi hiç duymadı.” Ahmed Deedat İRFAN MEKTEBİ 17


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

Gidip yerinde onları görmek gerçekten farklı bir tecrübe, ilaveten sizde daha kalıcı etki yapacaktır. Hıristiyanlığı tanıtan Türkçe bir sitede şöyle davranmamız istenmektedir: “Pek çok Müslüman, Kitabı (İncil’i) açıp Yuh 16: 7 ile birlikte bu âyeti (Sûre-i Saff: 6) okur ve Kitab’ı kapatır. Onların kavrayaml madıkları husus Kitabın bir bölümünü alıp diğer yerleri görmezlikten gelmenin çok sakıncalı olduğudur. Bir okuyucu gerçektl ten de samimi bir şekilde ilgileniyorsa kendl di amacına uygun olan âyetleri veya tümcl celeri okumadan önce bölümün tümüne bakmalıdır.” Açıkça Müslümanları kavramamakla suçlamaktalar (aşağıda nasıl Îsâ (as) onları kavrama noktasında suçladığı görülecektl tir!), hâlbuki İslâm âlimleri dikkatle incell leyerek bu beşâretlerin birçok veçhiyle gerçekleştiğini göstermişlerdir. Fakat kendl dileri bu âyetleri hiç okuyorlar mı acaba? Teklif ettikleri bu yolu gerçekten de Ahml med Deedat takip edip mükemmel tahll liller yaparak bu beşâreti ispatlamaktadır. Öyle kitabın yarısını almak ve mevzu dışı konuşmak sadece kendilerine mahsustur (bunu dahi ispatlıyor). Yuhanna’da “Ama Baba’nın benim adımla göndereceği Yardl dımcı, Kutsal Ruh, size her şeyi öğretecl cek, bütün söylediklerimi size hatırlatacak. (Yuhanna 14: 26)” Bu âyetin bütününe döneceğiz. Bahsinde bulunduğumuz ‘Yardl dımcının’ mademki İbranice orijinaline sahip değiliz, o halde kim bu yardımcı? Hıristiyanlar tereddüt etmeden “Bu Kutsal 18 İRFAN MEKTEBİ

Ruhtur” der (oraya sonradan yerleştirildiği belli olan bu ifade aslında parantez içinde olmalıydı). Bu Kutsal Ruh, İngilizcesi Holy Ghost (Kutsal Hayalet anlamına gelen), tesll lis akidelerinde olan üç şahıstan ikinci-ilâhşahıs. Bu beşâretin gerçekten Holy Ghost olması mümkün mü? Yukarda teklif ettikll leri testin ışığında tahlil edelim… KUTSAL RUH: KUTSAL PEYGAMBER Ahmed Deedat, “Hiçbir Kutsal Kitap âlimi Parakliti Holy Ghost’la eşitlememiştl tir” der. Ayrıca bu Kutsal Ruh’un peygl gambere eşdeğer anlamı kitaplarında kulll lanılmaktadır. Yuhanna iki mektub daha yazmıştır orda: “Sevgili kardeşlerim, her ruha inanmayın. Tanrı’dan olup olmadıkll larını anlamak için ruhları sınayın. Çünkü birçok sahte peygamber dünyanın her tarafl fına yayılmıştır. (Yuhanna Mektup 1.4: 1) Yanlış Ruh, yanlış peygamber; doğru ruh doğru peygamber anlamında kullandığı görl rülmektedir. Aynı ölçü Matta 7: 13’de tekrl rarlanmaktadır. Aziz Yuhanna bizi muğlak bırakmıyarl rak bir test teklif eder: “Îsâ Mesih’in bedl den alıp bu dünyaya geldiğini kabul eden her ruh Tanrı’dandır. Tanrı’nın Ruhunu bununla tanıyacaksınız. Îsâ’yı kabul etmeyl yen hiçbir ruh Tanrı’dan değildir. Böylesi, Mesih-karşıtının ruhudur.” (Yuhanna 1. Mektup 4: 2-3) Ruhu peygamber olarak tanımlamıştı Yuhanna yukarda, dolayısıyla Tanrının Ruhu: Tanrının Peygamberi deml mek istiyor.


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

Evet, Îsâ (as) Kur’ânda 25 defa geçml mekte, annesi övülmekte ve kendisi Mesl sih, Rûhullah gibi sıfatlarla anılmakta. Bu gün Müslümanlar Hıristiyanların ispatlamasl sına gerek duymadan onun yüce bir peygl gamber olduğuna, mucizevî doğumuna ve ölüyü dirilttiğine inanırlar, vakıa modern Hıristiyanların çoğu bunları ret etmekteler. (Kur’ân 3: 45) HZ. MUHAMMED (SAV): ÖTEKİ YARDIMCI “Ben de Baba’dan dileyeceğim ve O, sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhunu verl recek.” (Yuhanna 14: 16) Burada yine Hıristiyanlar ilk Yardımcı için Îsâ (as) diyorlar, öyle ise öteki Yardımcl cı da onun gibi biri olması icap etmez mi? Yani yiyecek içecek yorulacak üzülecek vb. Ayrıca burada Yardımcının sonsuza dek sizl zinle kalacak deniyor. Îsâ (as) ölümlü olduğl ğuna göre ötekinin de öyle olması gerekeml mez mi? İnsanoğlunun hepsi ölümlü değil mi? Ruh gerçekten ölmez fakat bedenden ayrılırken ölümü tadar. Burada ki Yardımcl cı ebedî bizimle kalacak. Evet, bütün Yardl dımcılar getirdiği çağrılarla yanımızda değil mi? Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Aleyhimüssl selâmlar irşatlarıyla yanımızdalar. Bu benim meseleyi açıklamak için orijinal yorumum değil diyor Ahmed Deedat. Luka 16. baptl ta ‘Dilenci ile Zengin Adam’ hikâyesini Îsâ (as) şöyle anlatıyor: Zengin ve dilenci vefat edince biri cehennemi diğeri cenneti yaşl şar. Ceheneme gidecek olan kişi İbrahim’dl

den (as) yardım ister. Hâlbuki İbrahim (as) öleli ne kadar olmuş (Îsâ (as)’a göre fakat yaşamakta). Sonunda İbrahim (as) yardım (veya en azından dünyaya dönüp arkadaşlarl rını uyarmak) isteyene hitaben: “İbrahim, ‘Onlarda Mûsâ’nın ve peygamberlerin sözll leri var, onları dinlesinler.’ demiş.” Îsâ (as) 1300 sene sonra “Benî-İsrail peygamberleri âhirete gitmelerine rağmen, onların irşatları bizlerle beraberdir” diyor. Yine Hıristiyan internet sitesinde geçen, “Sonsuza dek sizinle kalacak”, ibaresindl de sonsuz Muhammed’e uymuyor iddiası böylece halloldu. Fakat bapta geçen “size” ile kastın, hemen Îsâ (as) ümmetine olduğl ğu 600 sene sonra gelecek kimseye olmadl dığını söylüyorlar. Hâlbuki teşbihlerle dolu bir Şark kitabını batılı kafasıyla, kelimenin zahiri anlamıyla yorumluyorlar. Ahmed Deedat’ın cevabı şu şekilde: “Dünyanın başladığından, bin yıllar geçene dek ortaya çıkmayan Kutsal Kitaptaki ihbarların tevill linde Hıristiyanlar hiç zorluk görmüyorlar. Meselâ Petrus’un ikinci hutbesinde zamanl nındaki Yahudilere hitaben: ‘Mûsâ şöyle demişti: ‘Tanrınız Rab size, kendi kardeşlerl rinizin arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak. O’nun size söyleyeceği her sözü dinleyin. O peygamberi dinlemeyen herkes Tanrı’nın halkından koparılıp yok edilecl cektir.’ (Elç. 3: 22-23) Buradaki ‘Sana’, ‘Size’, ‘Sizlerin’ (Eski Ahit Yasa. 18: 18) Mûsâ (as) kendi ümmetl tine hitaben demesine rağmen, Petrus bunl nun 1300 sene sonra kendilerine baktığını söylüyordu. Ayrıca İncil yazarları benzer İRFAN MEKTEBİ 19


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

ihbaratı Îsâ (as)’ın ağzıyla aktarırlar ki 2000 yıldır hâlâ gerçekleşmesi beklenmektedir. Bir örnek yeter: ‘Bir kentte size zulmettikll lerinde ötekine kaçın. Size doğrusunu söyll leyeyim, İnsanoğlu (Îsâ (as)) gelinceye dek İsrailin tüm kentlerini dolaşmış olmayacaksl sınız.’ (Matta 10: 23) Hatırlarsak ilk Hıristiyanlar durmadan zulümden kaçtılar ve misyonerler bu iki bin yıldır yerine gelmeyen haber için hiçbir anormal durum görmezler. Hâlbuki Allah onları 600 sene sonra Paraklit, Yardımcl cı veya Övülmüş Ahmed (sav)’i gönderdi. Evet, Allah’a bu son Resûlünü kabul ederl rek şükranınızı göstermek zamanı geldi.” YARDIMCININ/PARAKLİTİN GELİŞİ ŞARTLARA BAĞLI “Amma ben, size hakkı söylüyorl rum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellîci size gelmez.” (Yuhanna 16: 7)

Ahmed Deedat (1918-2005) “Amma ben, size hakkı söyllüyorum. Benim gittiğim, size fâidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellîci size gelmez.” (Yuhanna 16:7) 20 İRFAN MEKTEBİ

Dünya çapında yaptığı davet çalışmaları ile bilinen Güney Afrikalı düşünce adamı Şeyh Ahmed Hüseyl yin Deedat, 1996 yılında Avustralya’ya yaptığı tebliğ amaçlı ziyaretinden kısa bir süre sonra yatağa düştü. Felç olunca gözleri hariç vücudunun hiçbir yerini harl reket ettiremez oldu. Ancak bu durum bile onu tebliğ çalışmalarından alıkoymadı. Özellikle 1980’li yıllarda Batı insanına dönük tebliğ ve davet çalışmaları sonucunda binlerce insanının İsll lâm ile şereflenmesine vesile olmuştur. Getirdiği yaklaşımlar ve açıklamalar ile misyonerlerl rin tüm propaganda çalışmalarını boşa çıkarıp, Afrika, Avrupa, Asya ve Amerika’daki insanların kalplerine hitap ediyordu. Kaynak: ahmed-deedat.co.za

Evet, buradaki Tesellici (Yardımcı) kesl sinlikle Holy Ghost değildir. Gelecek Yardl dımcı şarta bağlıdır: “Gitmeliyim yoksa O gelmez eğer gidersem Onu gönderirim.” Kutsal kitaplarında o kadar çok vâkıa var ki Îsâ (as) doğumundan ve ayrılışından sonra Holy Ghost’un çok defa geliş gidişi vardır (aşağıda Kutsal Ruh, Holy Ghost olarak okunmalı). “O, Rab’bin gözünde büyük olacak. Hiç şarap ve içki içmeyecek; daha annesinin rahmindeyken Kutsal Ruh’la (Holy Ghost) dolacak.” (Luka 1: 15) (Yahya (as) için) “Elizabet Meryem’in selamını duyunca rahmindeki çocuk hopladı. Kutsal Ruh’la (Holy Ghost) dolan Elizabet, yüksek sesll le şöyle dedi…” (Luka 1: 41-42) (Yahya (as)’ın validesi) Yukarıdaki kısımlar Holy Ghost’un Îsâ (as)’ın doğumundan önce geldiğini gösterl riyor. Îsâ (as) mûcizelerini Holy Ghost’un yardımıyla yaptığını da anlatıyor. Fakat zamanındaki Yahudiler ona yardım edenin Şeytan olduğunu söyleyince, Îsâ (as) bu iddianın en büyük küfür olduğunu şöyle ifade ediyor: “İnsanların ettiği her günah, her küfür bağışlanacak, ama Kutsal Ruh’a (Holy Ghost) yapılan küfür bağışlanmayacl cak.” (Matta 12: 31) Evet, Kutsal Kitap âlimi olmaya gerek kalmadan Îsâ (as)’a yadım edenin Holy Ghost olduğu anlaşılıyor. Ayrıca havarilerl re de misyonerliklerinde yardım eden yine odur. Hâlâ şüphe varsa şu ibareyi de okuyl yabiliriz: “Îsâ yine onlara, ‘Size esenlik olsl sun!’ dedi. ‘Baba beni gönderdiği gibi, ben de sizi gönderiyorum.’ Bunu söyledikten sonra onların üzerine üfleyerek, ‘Kutsal Ruh’u (Holy Ghost) alın! ’ dedi.” (Yuhannl na 20: 21-22) Bu herhalde boş bir vaat değildi. Demek ki havariler, Yahya (as) ve başkaları Holy Ghost’la beraberdi. Ahmed Deedat burada bize bir ricada bulunur. Mısırlı Kıpti bayanl na Arapça Yuhanna 16: 7 yi anlattığı zaman hissettiği manevî zevki anlatamayacağını ve bizim de kendi seçeceğimiz bir iki lisânda bu babı iyice hazmederek anlatmanın İslâml m’ın hayrına olacağını söylüyor.


Îsâ Aleyhisselâm’ın en büyük müjdesi

basitçe tekrar tekrar anlatıyor ve sonunda kızarak: “Siz de mi hâlâ anlamıyorsunuz? diye sordu Îsâ” (Matta 15:16) artık onlara dayanamayarak: “Îsâ şöyle karşılık verdi: ‘Ey îmânsız ve sapmış kuşak! Sizinle daha ne kadar kalıp size katlanacağım?” (Luka 9: 41) Kendi akrabaları dahi onu anlamamış ve aklını kaçırmış zan etml mişler: “Yakınları bunu duyunca, ‘Akll lını kaçırmış’ diyerek O’nu almaya geldill ler.” (Markus 3:21) Ahmed Deedat diyor ki: “Eğer Îsâ (as) Japon olsaydı bütün bu olanlara karşı Harakiri yapardı.” Kendl di ümmeti dahi Îsâ (as)’ı kabul etmedl di: “Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı onu kabul etmedi.” (Yuhanna 1:11) Havarileri onu terk ettiler, on iki seçilmiş havarileri ki, “Annem ve Kardeşlerim!” (Markus 3: 4) diye çağırdıklarının durumu nasıldı?

“DEMEK BENİMLE BİRLİKTE BİR SAAT UYANIK KALAMADINIZ!” Yuhanna 16.bap oldukça şümullüdür ve açıkça Îsâ (as) halefinin kim olacağını çözml mektedir; burada denilmektedir ki: “Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız” (Yuhanna 16: 12) Bu bap ve hemen devamındaki “Çok söyll leyeceklerim var”, “Bütün hakikatlere (her gerçeğe)” meselesini bağlıyacağız. Şimdi “Bunlara dayanamazsınız. ” Yeni Ahitin her tarafında bu cümlenin işaretinl ni buluruz. “Ey îmânı kıt olanlar, neden korkuyorsunuz? (Matta: 8: 26) Ve Petrusa hitaben: “Îsâ hemen elini uzatıp onu tuttl tu. Ona, ‘Ey îmânı kıt adam, neden kuşkl kuya düştün? ’ dedi. (Matta 14: 31) Yine Havarilerine hitaben: “Bunun farkında olan Îsâ şöyle dedi: ‘Ey îmânı kıt olanlar! Ekmeğiniz yok diye aranızda ne konuşup duruyorsunuz?” (Matta:16:8) Yahudilerin kararsızlıkları karşısında her şeyi o kadar

Prof. Momeririe o taklit edilmeyen ifadesiyle: “Hemen yanındaki havarilerl ri onu ve işlerini daima yanlış anlıyorlardl dı: Göklerden ateş getirmesini istediler; onun Yahudilere kendini kral ilan etmesini istediler; krallığında onun sağına ve soluna oturmak istemişlerdi; Allah’ı dünya gözüyle onlara göstermesini istediler; Onun büyük planına uymayacak her şeyi yapmasını istedl diler. Ve sonuna kadar ona böyle davrandıll lar. O vakit (krallığın ilanı) geldiğinde hepsi onu terk etti (çarmıha gerilme hâdisesi öncl cesi).” (Sayed Amir Spirit of Islam, s.31) Îsâ (as)’ın kendi ümmetini seçme durumu yoktu ve hiçbir ümmet onun gibi peygamberini yüzüstü bırakmadı: “Öğrencl cilerinin yanına vardığında onları uyumuş buldu. Petrus’a, ‘Demek benimle birlikte bir saat uyanık kalamadınız!’ … Ruh istekll lidir fakat beden güçsüzdür.” (Matta: 26: 40–41) Gerçektende Îsâ (as), kendinden sonra gelecek olan “Gerçeğin Ruhu’na” emaneti bırakacaktı. DEVAM EDECEK…

KAYNAKLAR: 1- Ahmed Deedat, What the Bible says about Muhummed (pbuh), Kutsal kitap Muhammed (sav) hakkında ne diyor? 2- Ahmed Deedat, Muhammed (pbuh) the Naturl ral succesor to Chirst, Mesihin (as) Tabii Halefi: Muhl hammed (sav) İRFAN MEKTEBİ 21


Hüsn-i hat

“Nûn. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere yemîn olsun!” Kalem Sûresi, 1

TEZHİB: TEVÂFUKLU KUR’ÂN-I KERÎM, HAYRÂT NEŞRİYAT

Hüsn-i hat Hz. Peygamber (sav)’in bizzat belirttiği bazı kaideler bilinmektedir. Mesela, Hz Muâviye (ra)’a hitaben şöyle diyor: “Ey Muâviye, divitine lika koy, kalemini eğri kes, bâ’yı uzat, sin’i fark ettir, mim’i köreltme, Lafzatullahı güzel yaz, er-Rahmân’ı uzat, er-Rahîm’i güzel yaz, kalemini sol kulağına koy ki, kolay hatırlayıp alasın.”

Yusuf BİLEN at, sözün veya ruhta cereyan eden fikir ve duyguların alfabe ve yazı vasıtaları ile resml medilmesidir. Zihinde latîf bir halde bulunl nan mânânın vücudu için kesîf bir mahalle yani kâğıt, mürekkep, harf ve kelimelere ihtiyaç vardır. Sesler sözlerin, sözler zihindl de var olan, idrâk olunan bir mânânın, his ve hayallerimizin ifadesidir. Söz ve yazı her ikisi de hayal, his ve idrâk sahasında doğan bir mânâyı açıklar. Ancak söz dinleyenin idrâki ile sınırlı kalırken, yazı hem dinleyl yenin hem de uzakta bulunan kimselerin ve gelecek nesillerin his ve akıllarına kadar uzanır. Şüphesiz ki medeniyetler de yazıyll la devredilen bu ilim ve kültür mirasının üzerinde yükselir. “Yazmak, çizmek, kazmak, alâmet koymak” anlamındaki Arapça hatt masdarl rından türeyen ve “yazı, çizgi, çığır, yol” gibi manalara gelen hat kelimesi (çoğulu hutut, ahtat) terim olarak “Arap yazısını 22 İRFAN MEKTEBİ


Hüsn-i hat

ERDEM KÖYMEN

estetik ölçülere bağlı kalarak güzel bir şekildl de yazma sanatı” (hüsnü’l-hat, hüsn-i hat) anlamında kullanılmıştır. Bazı kaynaklarda ise; “Cismânî aletlerle meydana getirilen ruhânî bir hendesedir.” şeklinde tarif edill len hat sanatı, bu tarife uygun bir estetik çerçevesinde yüzyıllar boyunca gelişerek süregelmiştir. Hat, sanatkârın elindeki kaml mış kalem ve ona can olan is mürekkebinin iş birliğiyle kâğıt, deri vb. yazı malzemesi üzerinde ortaya konur. İslâm dinini kabul eden hemen hemen bütün kavimlerin dinî bir gayretle benimsl sediği Arap yazısı, hicretten birkaç asır sonrl ra İslâm Ümmeti’nin ortak değeri haline gelmiş, aslı ve başlangıcı için doğru olan “Arap hattı” sözü zamanla “İslâm hattı” vasfını kazanmıştır. Arap yazı sisteminde harflerin çoğu kelimenin başına, ortasına ve sonuna gelişine göre yapı değişikliğine uğrar. Harflerin birbirleriyle bitiştiklerinde kazandıkları görünüş zenginliği, aynı kell lime veya cümlenin çeşitli kompozisyonll larda yazılabilme imkânı, hat sanatında da aranılan sonsuzluk ve yenilik kapısını açık tutmuştur. Vahiy kâtiplerinden başlayarak günüml müze kadar Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel bir tarzda yazmak gayret ve titizliğiyle ortaya çıkan hat sanatı, zamanla kendine mahsus kâideleri olan ve müstakil değerlendirilen

bir sanat dalı olmuştur. Hz. Peygamber (sav)’in bizzat belirttiği bazı kaideler bilinml mektedir. Mesela, Hz Muâviye (ra)’a hitabl ben şöyle diyor: “Ey Muâviye, divitine lika koy, kalemini eğri kes, bâ’yı uzat, sin’i fark ettir, mim’i köreltme, Lafzatullahı güzel yaz, er-Rahmân’ı uzat, er-Rahîm’i güzel yaz, kalemini sol kulağına koy ki, kolay hatl tırlayıp alasın.” Başta Kur’ân-ı Kerîm olmak üzere, Hadîs-i Şerîfler, hikmetli sözler, şiirler aşkll la, şevkle hüsn-i hat zarfında ibâdet kastıyla yazılmıştır. Zamanla Mushaflarda, cüzlerde, levhalarda, murakkaalarda, mimarî eserlerdl de yüksek bediî (estetik) kıymeti hâiz şâhesl serler vücûda gelmiştir. BİR HATTATIN EN BÜYÜK ARZUSU: KUR’ÂN YAZMAK Hat sanatında harflerin anatomisi, kelimelerin, cümlelerin, istiflerin veya çok farklı kompozisyonların esâsı, kaynağı her zaman İslâm Kültür ve Medeniyeti ve buna bağlı olarak hayata bakış felsefesi olmuştur. Zaten bütün İslâm sanatları tevhîd akîdesi çerçevesinde şekillenmiş ve âdetâ hepsini bir âhenk içinde telakkî etmek mümkün olmuştur. Hattatların en büyük arzusu bir Kur’ân-ı Kerîm yazmaktır. Çünkü Kur’ân’ın lafzı gibi yazısı da kudsî bir karaktere sahiptir.

Hüsn-i hat bazı kaynakllarda “Cismmânî aletlerle meydana getirilen ruhânî bir hendesedir.” şeklinde tarif edilmiştir. İRFAN MEKTEBİ 23


Hüsn-i hat

Hatta bazı İslâm âlimleri Kur’ân’ın lafzl zı ve mânâsı gibi, yazısının da ilâhî vahye dayandığını bildirmektedirler. Hattatlar bu anlayışla bir ibâdet coşkusu, disiplini içinde Kur’ân’ı istinsah etmişler, ilâhî mesajın gönl nüllere iletilmesine vâsıta olmuşlardır. San’at bir terbiye sistemidir. Hat sanatınl na baktığımızda bunu âşikâr olarak görebill liriz. Bunun farkında olan ecdâdımız gençll leri icrâ ettikleri mesleği yanında bir san’at dalına teşvik etmişlerdir. Bu sanat san’atkâra sabrı, düzeni, ölçülü olmayı, haddini bilml meyi, aczini, fakrını bilmeyi adım adım hissl settirerek öğrenir ve öğretir. “Rabbi yessir” meşkiyle, ben eriyip şekillenmeye geldim, der. Sonra elif, be… ve tamamen müfredât meşkiyle eriyip, mürekkebât meşkiyle şekl kil almaya başlamış, sabrı, aczini, haddini, hududunu öğrenmiş ve kıvama gelmiştir. Artık cüz’î kesbiyle, küllî irâdenin kapısını çalacak ve ilâhî tecelli bir san’at eseri olarak ortaya çıkacaktır.

Bazı İslâm âlimleri Kur’ân’ın lafzı ve mânâsı gibi, yazısının da ilâhî vahye dayandığını bildirmektedirler. 24 İRFAN MEKTEBİ

Bu tecelli bazen taşları sanki dantel gibi işlenmiş muhteşem bir caminin inâyetle yazılmış kitâbesi, âbide bir mezar taşı, rengl gârenk altınlarla tezyîn edilmiş bir levha, mâşâallah, bârekâllah dedirten bir Mushaf, cüz, ferman, berat, kitap, meşk murakkaı ve bazen de Hilye-i Şerîf şeklinde tezâhür eder.

KAYNAKLAR: Alparslan, Ali. Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, İstanbl bul, 1999. Çetin, Nihad M. “İslâm Hat San’atının doğuşu ve Gelişmesi”, İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICl CA, İstanbul, 1992. Derman, Uğur. “Hat San’atında Osmanlı Devri” İslâm Kültür Mirâsında Hat Sanatı, IRCICA, İstanbul, 1992 Serin, Muhittin. Hat Sanatı ve meşhur Hattatlar, İstanbul, Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı, 1999.


Dünya evinde misafir olmak

Dünya evinde misafir olmak

İ

Ahmet YÜKSEL nsan bu dünyada ev sahibi değil misafirdir. Kendisine ikram edilenleri yer, içer, Veren’e şükreder. Kendisi yapmadığı/yaptırmadığı veya satın almadığı, dolayısıyla kendisine âit olmayan, hatta kirasını bile ödemediği bir evde, belirli bir süre ikamet eden bir kişi ev sahibi değil, misafirdir. Hem insan kendi evinde her istediğini yapma yetkisine sahip olsa da, misafir olduğl ğu evde aynı yetkilere sahip degildir. Misafl fir, sadece ev sahibinin izin veridiği şekilde davranabilir. Yoksa kendi evindeymiş gibi her şeyi yiyip içmeye, her odaya rastgele girip çıkmaya kalkışsa hata eder. Ev sahibl bine karşı saygısızlık olur. Ve bu nezaketsiz misafir ikinci defa davet edilmez. Bizler de kendimize âit olmadığı halde, belirli bir süre içinde yaşadığımız şu dünyadl da ev sahibi değil sadece birer misafiriz. Cenl nâb-ı Hakk’ın izin verdiği her şeyi yer içer, O’na şükrederiz. Ama izin vermediği hiçbir şeyi yemeye hakkımız olmadığını bilir ve yemeyiz içmeyiz. Yanlışlıkla yersek de heml men dönüp tevbe ederek özür dileriz. Çünkü içinde yasadığımız şu dünyayı kendimiz yaratmadık, yahut Yaratan’a bedl delini ödeyip satın da almadık. Geldik ve gidiyoruz. Demek içinde yaşadığımız şu dünya bize değil Yaratan’a âittir. O yaratmış ve kimseye satmamıştır. Demek ki ev sahibi O, bizler misafiriz. İste haram helale dikkat ederek Müsll lümanca yaşamak, yani ev sahibimiz olan Allah’ın müsaadesi çerçevesinde yaşamayl ya çalışmak şu fani dünyada nezaketli bir misafirliktir, biz Müslümanlar bunu tercih ederiz.

Yoksa misafir olduğu evde izinli izinsl siz her yere girip çıkan ve izin verilmeyen şeyleri de yiyip içmekle ev sahibine karşı edebsizlik eden kaba bir misafir olmak istl temeyiz. Rabbimizin, bu nezaketli misafirll liğimizi de dikkate alarak bizleri Cennete de davet edeceğini temenni ederiz. Yoksa nezaketsiz, kaba bir misafiri hangi ev sahibi ikinci defa kabul eder ki? Dinimizdeki haram ve helallerin temeli, bir şeyin faydalı ve zararlı olmasından önce o şeyin izin verlilip verilmediği ile alakall lıdır. Gerçi izin verilen şeylerin bir çok faydası elbette vardır, yasaklanan şeylerin de bir çok zararı vardır. Ama bu fayda ve zararlar sadece birer hikmettir, yoksa onun emredilmesinin veya yasaklanmasinin hakikl ki sebebebi ve illeti değildir. İslâmiyet’teki haram ve helallerin temell li Cenâb-ı Hakk’ın izin verip vermemesine bakıyor. Mülk O’nundur. O kendi mülkünl nü istedigi gibi idare eder, diledigini helâl kılıp bize ikram eder, dilediğini de yasaklayl yip nehyeder. Dünyayı ve içindekilerin istifademize sunulması tamamen Allah’ın ikramıdır. Ev sahibinin misafirine ikramı tarzında… Deml mek hiç kimse bu dünyadan istifade hususl sunda hakiki hak sahibi degildir ve Allah’a karşı hak iddia ederek, bu dünyada her istl tediği şeyi yapma yetkisini kendisinde görl remez. Evet, bütün ahlaksızlığın kaynağı olan “Hayat benimdir, istediğim gibi yaşarım!” “Mal benimdir, istediğim gibi kullanırım!” tarzındaki bir anlayış, iman ile taban tabana zıttır ve hiçbir Müslüman bu anlayışta olaml maz. Bu rezil anlayışı hayat felesefesi haline getiren şu dünya misafirhanesindeki nezakl ketsiz misafirlerin kulaklari çınlasın! İRFAN MEKTEBİ 25


Dikkat! Gazozlarda alkol var!

Dikkat!

Gazozlarda alkol var! Bildiğimiz kadarıyla gazoz, yüzeyi 65 metrekarelik havuzlarda üretilmiyor. Fabrikalarda değişik hacimlerde (mesela 4, 5 tonluk) tanklarda üretim yapılıyor. Bu tankların yüzeyi 65 metrekare değil ki! İlmihaldeki bilgilere göre bu tanklardaki su “az su”dur ve karıştırılan alkol onu necis hale getirir.

İdris FERİD

i.ferid@irfanmektebi.com

ilindiği gibi içki (alkol) tedrici olarak kaldl dırılmış, nihaî olarak Mâide Sûresinin şu meâldeki âyetiyle yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları, ancak şeytan işi birer pisliktir; ondan kaçının ki felâha eresiniz.” (Mâide, 90) Bu âyette dikkat edilirse içki (rics) pislik olarak nitelendirilmiştir. İslâm âlimleri bu âyetten yola çıkarak içkinin “idrar ve kan gibi necaset-i galiza” olduğuna hükmetml mişlerdir. Azı da çoğu da haram kılınmıştır. (Fetava-yı Hindiye, c.12, s.279) 26 İRFAN MEKTEBİ

İbn Abidin’in “Şürb Haddi” bölümündl de şöyle deniliyor: “Eğer (şarap) suyla karıştırılır ve şarap çok olursa (onu içene) had (içki cezası) tatbl bik edilir. Eğer su çoksa had tatbik edilmez ancak sarhoş olursa başka . (c.4,s.38) Burada “Su çok olursa had tatbik edilmez” ifadesi “O helâldir” manasına da gelmiyor. Vehbe Zuhayli “İslâm Fıkhı Ansiklopedl disi” adıyla tercüme edilmiş kitabında şöyle diyor: “Şarap ile karıştırılmış suyun içilmesi ittifakla haramdır. Çünkü o suyun arasında şarap zerrecikleri vardır. Böyle içki içen kişi tazir edilir. Eğer şarap sudan daha fazla ise had vacip olur. Çünkü bu durumda şarabın


Dikkat! Gazozlarda alkol var!

ismi de manası da değişmeksizin kalmaktadl dır. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, Vehbe Zuhl hayli, c.4, s.345, Muğni’l-Muhtac ve Muğnl ni’den naklen) Bir kimse su ile karışık şarap içse bakıll lır; eğer çoğu şarap ise had vurulur. Çoğu şarabın tat ve kokusu gidecek şekilde sudl dan ibaretse had uygulanmaz. Ancak şarap ile karışık suyu içmek, içinde gerçek olarak şarap parçaları bulunduğundan haramdır. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, c.7, s.442) Ömer Nasuhi Bilmen de “Hukuk-ı İsll lâmiye Kamusu”nda aynı şeyleri zikreder ve ekler: “Bu mesele eimme-i Hanefiye göredir. Sair müctehidlere göre ise [içkiyle karışık fakat suyun daha çok olduğu karışl şım içilirse] bu halde had lazım gelir. (c.3, s.252.) (Fetava-yı Hindiye’de de mevzu aynl nıdır. bkz. c.4, s.55.) GAZOZA KATILl LAN ALKOL Gazoza katılan alkl kol, doğrudan suya karıştırılmıyor. Çünkü gazozda kullanılan alkl kol aslında esansın suda çözülmesi için katalizör olarak kullanılmaktadır. Alkol önce esansa karl rıştırılmakta bu yüzden esans necis olmaktadır. Ortalama 1,6 litre alkol, onun üçte bir oranında (300–500 gram) esansla karıştırılmakta, daha sonra bu karışl şım bir ton suya aktarılmaktadır. Esans kendisinden üç misli fazla alkolle birleşip necis olmakta ve dolayısıyla suyun renk, tat ve kokusunu değiştirmektedir. Dolayısıyla suyun renk, tat ve kokusu değl ğiştiği için su bütünüyle necis duruma gelml mektedir. Çok suya necasetin karışması tabiattl ta gayr-ı ihtiyari, kasıt olmaksızın karışan necasetle ilgili fıkıh ilminde zorluk ve zarl ruretten dolayı bir fetva verilmiştir . Hâlbl buki gazoz mevzuunda zorluk ve zaruret diye bir şeyden bahsetmek mümkün değl ğildir. İnsanların içtiği çok ve temiz suya para kazanmak için “kasten necaset katmak

câizdir” diye dinde bir hüküm ve cevaz da mevcut değildir. Mevzubahis olan gazoz meselesi buna kıyas edilemez. Ömer Nasuhi Bilmen İslâm İlmihalinin “Kuyular Üzerindeki Hükümler” kısmında şöyle diyor: “Kuyular suları ne kadar çok olursa olsun, yüzeyleri 100 arşın (takriben 65) metrekareye ulaşmadıkça, yahut daima akıp giden bir su yolu üzerinde bulunmadl dıkça, küçük sular (küçük havuzlar) hükml mündedir. (s.58). “Bir kuyunun suyuna bir damla dahi olsa kan, şarap, idrar gibi akıcı bir pislik karışsa, o su pis olur. (s.59). Bildiğimiz kadarıyla gazoz, yüzeyi 65 metrekarelik havuzlarda üretilmiyor. Fabrl rikalarda değişik hacimlerde (mesela 4, 5 tonluk) tanklarda üretim yapılıyor. Bu tankların yüzeyi 65 metrekare değil. İlmihl haldeki bilgilere göre bu tanklardaki su “az su”dur ve karıştırılan alkol onu necis hale getirir. Şarap sirkeye dönl nüştüğünde câiz olur. Çünkü istihale netl ticesinde onun aynı değişmiş ve temiz olmuştur . (Bahr-i Raik, c.1, s.239, Darl rü’l-Marife, Beyrut). Hâlbuki gazozlara katılan alkol bir tepkimeye girmemektedir. Hulâsa, gazozların esansına katılan alkl kol esansı necis hale getirdiğinden, esansta suyun renk, tat ve kokusunu değiştirdiğl ğinden, fabrikalardaki tanklardaki su, az su niteliğinde olduğundan ve su içindeki alkol tepkimeye girerek değişmediğinden, bu günkü gazozlara cevaz verilemez. Ona “Haram değildir” demek yanlıştır. Tam tersl sine “Haramdır” demek doğrudur.

DİPNOTLAR:

‫ ولو خلط باملاء فان كان مغلوبا حد وان كان املاء غالبا ال حيد اال اذا سكر‬-1 2- Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı. Abdurrahml man Ceziri. C.1.s.27. çağrı yy. 2. Baskı.1990.

‫ انقالب العني فإن كان يف اخلمر فال خالف يف الطهارة‬-3

“Şarap ile karıştırılmış suyun içilmesi ittifakla haramdır...” İRFAN MEKTEBİ 27


Sabret yâ Hû!

Sabret yâ Hû! Gözü haramdan, dili yalandan ve gıybetten, mideyi haram lokmadan ve sâir azâyı haramlardan koruyabilmek sabırla mümkün olur. Öfkeyi yutarak yüz kızartıcı hallere düşmekten korunabilmek yine sabırla mümkün olur. Her türlü belalar, musibetler ve sıkıntılar karşısında olgunluğa zarar verecek fenâ sözler sarf etmekten ve alçaltıcı durumlara düşmekten sakınabilmek sabırla olur.

Osman AKTAŞ uhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri bir Hadl dîs-i Şerîfte şöyle buyrulmaktadır: “Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir.” Bu Hadîs-i Şerîften anlıyoruz ki, sabır kuvveti ve bu kuvvetin yerli yerinde kulll lanılması bir insana verilen nimetlerin en büyüğünü teşkil etmektedir. Zira hayır ve iyilik olarak düşünebildiğimiz bütün güzelll liklerin ve başarıların elmas anahtarı sabırdır. Şöyle ki: İnancı taklitten kurtarıp tahkik 28 İRFAN MEKTEBİ

“Yâ Rabbi! Bana çok uzuvlar verdin. Onlardan birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepsini alabilirdin. Çünkü hepsini veren sensin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Bana çok evlatlar verdin. Birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepssini de alabilirdin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senalar olsun yâ Rabbi!” Bunu duyan dost ve tanıdıklar: “Bunun bizim tesellimize ihtiyacı yok!” Diyerek dönüp gitmişler.


Sabret yâ Hû!

derecesine yükseltebilmek ve her türlü tehll likeye karşı inancı koruyabilmek ve dahi bu mühim vazifenin gerektirdiği dikkat ve hassl sasiyeti son nefese kadar taşıyabilmek sabırla olur. İbâdetleri zahirî batınî şart ve âdâbına riâyetle layık-ı vechile edâ edebilmek ve bütün hayır ve ibâdetlerde bu sağlıklı çizgiyl yi sonuna kadar devam ettirebilmek sabırla mümkün olur. İbâdet ve iyilikleri riyâ, ucb, ezâ, minnet ve pişmanlığa kapılma gibi boşa çıkartan âfetlerden koruyabilmek sabırla olur. Kulluğun gizli açık bütün gereklerini pratik hayata taşıyabilmek için sabra ihtiyaç vardır. Ahlâk ve şahsiyete gölge düşüren her nevi basitlik ve bayağılıklardan sakınıp ahlâki güzelliklerin her çeşidiyle tanışabilml mek için sabretmeye ihtiyaç vardır. Kötü alışkanlıklardan kurtulup iyi alışkanlıklara katlanabilmek için sabra ihtiyaç duyulur. Gözü haramdan, dili yalandan ve gıybettl ten, mideyi haram lokmadan ve sâir azâyı haramlardan koruyabilmek sabırla mümkl kün olur. Öfkeyi yutarak yüz kızartıcı halll lere düşmekten korunabilmek yine sabırla mümkün olur. Her türlü belalar, musibetler ve sıkıntılar karşısında olgunluğa zarar verl recek fena sözler sarf etmekten ve alçaltıcı durumlara düşmekten sakınabilmek sabırla olur. Gözetilen ve arzu edilen başarılara imza atabilmek sabırla imkân dâhiline girl rer. Nefsin fena istek ve temayüllerine karşı koyabilmek şeytanın ardı arkası gelmeyen çeşitli tuzaklarını boşa çıkartabilmek, cennl net yolundaki engelleri aşabilmek, cehennl nem yolundaki sûrî câzibelere kapılmamak hep sabırla olur. Keza ilim yolunun yolcusu ancak sabırla olunur. Kalbi, gönlü hastalıklı hallerinden temizleyip o hastalıkların zıddl dı olan Memduh hasletlerle bezeyebilmek sabırla olur. Sünnete ittiba esasına göre hayl yatı tanzim ve idâme ettirebilmek sabırla olur. Tesettür ve mahremiyet mevzuatında Kur’ân ve sünnet çizgisini gerektiği şekildl de muhafaza edebilmek sabırla olur. Hatta sabredebilmek bile ancak sabır ile mümkl kün olabilir. Çünkü Aleyhisslâtü Vesselâm Efendimiz, “Bir kimse sabretmek isterse (sabır yönünde gayret gösterirse) Allah ona sabır verir” diye buyurmuşlardır. (Buhârî, Müslim) İşte böylesine geniş bir sahada ihtiyaç

Büyüklerimizden biri diyl yor ki: “İnsan maruz kaldl dığı musibetleri daha büyükleriyle kıyaslamış olsl saydı, yaşadığı musibeti afiyl yet olarak telakki ederdi.” Rivâyete göre bir savaş esnl nasında büyüklerimizden birinin gözüne ok isabet ediyor ve o gözünü kaybedl diyor. Hazret hemen “Diğl ğer gözümü bana bağışlayan Allah’a hamdolsun” diyor. duyulan sabır hasletine sahip olmanın fevkl kalade önemli bir mazhariyet olacağından şüphe yoktur. Binaenaleyh bu pek müstesnl na fazileti elde etmenin yollarını öğrenip uygulamaya koymakta çok önemli bir vazl zife olarak karşımıza çıkıyor. Allah’ın izniyle şu çare ve metotları iltizl zam etmek suretiyle sabır zenginliğine erişml miş oluruz: 1. Allah’a duâ etmek: Her işin başı ve her başarının şart-ı evveli duâdır. Çünkü Allah’ın yardımı geldiği zaman en zor işler kolay hale gelir. O’nun yardımı gelmediğl ğinde de en kolay işler dahi imkânsız olur. O’nun için her mevzu ve meselede olduğu gibi sabır hususunda da evvelemirde duâya sarılmak gerekir. Kur’ân-ı Kerîm’de meâlen, “Resûlüm sabret, şüphesiz Senin sabretmen de ancak Allah’ın yardımı iledir” (Nahl, 127)

“Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir nimet verilmemiştir.” İRFAN MEKTEBİ 29


Sabret yâ Hû!

2. Sabrın mükâfatını düşünmek: Ulaşml mak ve elde edebilmek istenilen şeyin öneml mini düşünmek, insanın o yöndeki gayretini artırır ve netice olarak o hedefle buluşmadl da önemli adımlar atılmasına medar olur. Âyet-i Kerîme’de meâlen şöyle buyrulur: “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız olarak verilir.” (Zümer, 10) Hadîs-i Şerîfte ise, “Sabır bir ışıktır.” diye buyrulur. 3. İçinde bulunduğu nahoş duruml mu daha kötüsüyle kıyaslamak: Sabır yolunda mesafe kat etmede bu düsturun hayata ne kadar egemen kılınabilirse sabırlı olabilme avantajı o nispette artacaktır. Büyl yüklerimizden biri diyor ki: “İnsan maruz kaldığı musibetleri daha büyükleriyle kıyasll lamış olsaydı, yaşadığı musibeti afiyet olarl rak telakki ederdi.” Rivâyete göre bir savaş esnasında büyüklerimizden birinin gözüne ok isabet ediyor ve o gözünü kaybediyor. Hazret hemen “Diğer gözümü bana bağışll layan Allah’a hamdolsun” diyor. Yine büyl yüklerden birinin ayağında şiddetli bir yara çıkıyor. Dostları “Bu yara sebebiyle sana acıyoruz!” dediklerinde o mübarek zât cevl vaben şöyle diyor: “Eğer beni seviyorsanız bana acımayı bırakın da bu yarayı kulağımdl da, midemde ve ye daha hassas başka bir yerl rimde çıkarmayan Allah’a benimle beraber şükredin.” 4. Sabra muhâlif hareket etmenin zararlarını düşünmek: Sabırsızlık yolunl nu tutmakta hiçbir fayda ve kazanç yoktur. Buna mukabil çok büyük zarar ve kayıplar söz konusudur. Belalara katlanmayıp şikâyl yet yoluna sapmak musibeti ikileştirir. Üstl tad Bedîüzzaman Hazretleri’nin “Kadere itiraz eden başını örse vurur!” sözü ne kadar manidardır. Yine O’nun ifadesiyle musibetl te sabretmeyip “Âh, Vah!” ile feryat etmek kırık kolla mücadele etmeye benzer. Hasml mıyla kavga ederken kolu kırılan kimsenin yapacağı en uygun davranış hasımla barışıp kolu tedavi ettirmektir. O vaziyette kavgayl ya devam etmek acı ve ızdırabı katlandırml maktan başka bir şeye yaramayacaktır. “Kadere itiraz eden başını örse vurur!” Bedîüzzaman Hazretleri 30 İRFAN MEKTEBİ

Musibetler zahiri yüzleri itibariyle birl rer düşman olarak insana gelirler; insanın ortaya koyacağı tavır ve mukabeleye göre ya düşman olarak kalırlar veya sevap kazandl

dıran hakiki birer dosta inkılâp ederler ki bu durumu bağlı olarak sabır içinde şükür vazifesi de ilaveten terettüp eder. Sabretmemekte dinî, uhrevî yönden de çok büyük zararlar vardır. Rivâyete göre Allah u Teâlâ’dan şöyle bir hitâb-ı izzet vârl rid olmuştur: “Kim benim takdirime razı olmazsa o gitsin kendisine başka bir rab arasın.” Bir mü’min böyle bir itâba muhatl tap olmayı göze alamayacağına göre sabretml mekten başka yolları kapalı demektir. 5. Zahmette rahat, rahatta zahmet olduğunu unutmamak da sabır yolundl da önemli adımlar attıracak bir düsturl run ifadesidir. Bu hakikati vaktinde fark edip hayatına hâkim kılan insanlar zahmeti rahata, yorulmayı istirahata tercih etmişler ve büyük insan olmanın kapısını bu sayede aralayabilmişlerdir. 6. Vehmi bırakıp, hakikati görml mek: Sabredebilmenin bir başka çaresi de şudur: İnsan vehim ve gaflet sebebiyle gerçl çekte olmayan zahmetleri, sıkıntıları, acı, ağrı ve yorgunlukları omuzlarına yükletir. Şöyle ki: Geçmiş acılar ve sıkıntılar artık geride kalmıştır. Onları hâl-i hazıra getirl rip yok hükmünde oldukları halde onların yükü altına girmek akıl kârı değildir. Gell lebileceği düşünülen muhtemel sıkıntılar da henüz gelmemiştir. Bu itibarla onlar da yok hükmündedir. Binâenaleyh Bedîüzzaml man Hazretleri’nin ifadesiyle, Dövülmeden ağlama(malı), hiçten korkma(malı), yok olan şeye var rengi verme(melidir). Hulâsa olmayan şeyleri hazır zamana getirip ademl mîlerin mevhum yükü altına girmemelidir. Bu noktada Hz Osman’ın şu sözünü nakletml meden geçemeyeceğiz: “Dünyaya ait istikbl bal endişesi kalbi karartır. Âhirete müteallik gelecek endişesi ise kalbi nûrlandırır.” 7. Sabır yolculuğunda kolaylık sağll layan başka bir husus da dünyanın imtihan yeri olduğunu unutmamaktır. Bu hakikate müteallik yakîn, ne kadar mütl tekâmil bir keyfiyette olursa, hoşa gitmeyen mukadderat tecellilerine sabretmek de o nispette kolaylaşacaktır. Asla unutmamalıdır ki dünya hizmet yeridir. Ücret ve mükâfat yeri değildir. Dünyada oldukça üzüntü ve kederlerin olmasını çok görmemeli, hatta


Sabret yâ Hû!

TAHSİN KIVANÇ

normal karşılamalıdır. Çünkü dünyada başa gelen ve karşıya çıkan her şey ama her şey bir imtihan sorusudur. Bunun hiçbir istisnl nası da yoktur. Her bir hâdise vazifeli olarak başa gelir. Vazifesi de insanın sabredip etmeyl yeceğini ortaya çıkarmak, Allah u Teâlâ’nın bildiğini insanın da bilmesini ve görmesini sağlamak veya gözlerin görmediği kulaklarl rın işitmediği nimetlerle dolu cennet için hikmet-i ilahinin iktiza ettiği bedeli ödemiş olmaktır. Çünkü “Cennet ucuz değil, cehl hennem dahi lüzumsuz değildir”. 8. Sabır yolunda iltizam edilmesi gereken düsturlardan biri de –lihikmetl tin- verilmemiş olanları değil, sahip olduklarını düşünmek ve gündemindl de tutmaktır. Meşhur ifadesiyle bardağın boş tarafını değil, dolu tarafını görmeye çalışmaktır. Rivâyete göre Hz. Âişe (ra) validemizin de akrabası olan Urvetubna Zübeyir (rh)’ın ayağında kangren oluşmuş. Bacağın kesilmesi gerekiyor. Zamanın hekl kimleri soruyorlar “Bayıltarak mı ameliyat yapalım yoksa ayık vaziyette mi ameliyat olmak istersin?” Hazret cevaben diyor ki: “Ben Rabbimden bir an bile gafil olmak istl

temem. Onun için de ayık vaziyette yapacl cağınızı yapın. Bunun üzerine gözleri baka baka bacağını kesiyorlar. Mübarekte zerre kadar bile bir sızlanma ve hoşnutsuzluk bell lirtisi gözükmüyor. Aynı günün gecesi çok sevdiği oğullarından birisi vefat ediyor. Habl berdar olan dost ve akrabaları hem geçmiş olsun hem baş sağlığı temennisinde bulunml mak için hazretin evine geliyorlar. Kapıya geldiklerinde O’nun şöyle münacatta bull lunduğunu işitmişler: “Yâ Rabbi! Bana çok uzuvlar verdin. Onlardan birini aldın, diğl ğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepsini alabl bilirdin. Çünkü hepsini veren sensin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Bana çok evlatlar verdin. Birini aldın, diğl ğerlerini bana bıraktın. Hâlbuki hepsini de alabilirdin. Sen ise birini aldın, diğerlerini bana bıraktın. Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun Yâ Rabbi!” Bunu duyan dost ve tanl nıdıklar: “Bunun bizim tesellimize ihtiyacı yok!” diyerek dönüp gitmişler. Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud verdiği sabır kuvvetini hayatın her safhasında azami derl recede kullanıp değerlendirmeye muvaffak kılmakla bizleri nîmetlendirsin! Âmîn. İRFAN MEKTEBİ 31


Tebliğde

sınır yok! İdris Ferid

i.ferid@irfanmektebi.com

KARAKALEM: ÖMER KAPUKAYA


“Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber...”


Tebliğde sınır yok!

slâmî ilimleri bilmeden tebliğ yapmak mümkün değildir, ama yalnızca İslâmî ilimll leri bilmek de sağlıklı bir tebliğ için kâfi değl ğildir. Aynı zamanda ‘kime’, ‘neyi’, ‘niçin’, ‘nasıl’ anlatılacağının da bilinmesi gerekir. Aksi halde bu alanda elde edilecek başarıll lar kısmî olmaktan öteye geçmez. Daha da kötüsü bazen yanlış hareketler kazanılacak insanların kaybedilmesine veya bir kısım insanların Müslümanlara ve İslâm’a soğuml malarına sebep olabilir. Bu yüzden tebliğde başarılı olmak için ‘tebliğ usûlü’nü bilmenl nin büyük ehemmiyeti vardır. Atalarımız buna işaret olarak, “Vusûlsüzlüğümüz usûlsl süzlüğümüzdendir” demişlerdir.

Dosya

Başarılı olma yollarından biri, başarılı insanları taklit etmektir. Bu cihetle, tebliğ usûlünü öğrenmenin en kısa yolu bizden önce İslâm tebliğinde başarılı olmuş insl sanların hareket tarzını öğrenmek ve uygl gulamaktır. İslâm tebliğinde başarılı olmuş insanlar bize ne yapacağımızı, nasıl yapacağl ğımızı, nelere dikkat edeceğimizi lisân-ı hâll liyle gösteren birer rehber niteliğindedirler.

İslâm tarihinde başarılı tebliğ (irşad) faaliyeti gerçekleştirmiş yüzlerce büyük şahsiyet vardır. Hiç şüphesiz onların başındl da Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gelir. Bundan 1400 sene önce Peygamberiml miz, (sav) şartlar tamamen aleyhinde olduğl ğu halde, tarihin hiçbir devrinde görülmeml miş ve hiçbir beşerin de gerçekleştirememiş olduğu bir inkılâbı, çok kısa bir zamanda gerçekleştirdi. Câhiliye devrini ortadan taml mamıyla kaldırıp, Kur’ân ve sünnete göre şekillenmiş, yepyeni bir toplum, (bir ümml met) oluşturdu. 34 İRFAN MEKTEBİ

Bedîüzzamân Hazretleri bu fevkalade inkılâbı şöyle tasvir eder: “Şu Cezîre-i vâsıada, vahş‫‏‬î ve âdetll lerine mutaassıb ve inatçı muhtelif kavl vimleri, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahş‫‏‬iyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütl tün âleme muallim ve medenî ümmetlere üstâd eyledi. Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalpleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbûb-u kulûb, mualll lim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervah oldu.” Bir insanın yaptığı icraatların büyükll lüğüne en büyük delil düşmanlarının bile bunu itiraf etmeleridir. Bu hususta Peygl gamberimiz emsal kabul etmez. Oryantalist Sir Muir şöyle der: “Hiçbir zaman beşerin ıslâhı, Muhammed’in geldiği zamandan, daha zor ve ulaşılmaz değildi. Fakat vefat ettiğinde, geride bıraktığı ıslah ve başarıdan, daha kâmil bir ıslah ve başarı da bilmiyoruz. “Meşhur Osmanlı dostu şair Lamartin de şöyle der: “İnsan dehası için; amacın büyl yüklüğü, araçların küçüklüğü ve muhteşem sonuçlar, üç kıstas ise tarihte, Muhammed ile mukayese edilebilecek birisini kim göstl terebilir.” İşte Peygamberimiz (sav)’in Ceziretü’lArap’ta hârikulâde bir tarzda gerçekleştirdl diği bu inkılâp, daha sonra onun sahabell leri tarafından devam ettirildi ve bu din milyonlarca insana ulaştırıldı. Ve İslâmiyet sonraki yüzyıllarda milyonlarca insana, şahsî ve sosyal hayatın her alanında rehberlik etti. 1400 seneye yakın bir zaman ümmet-i Muhl hammed de bu minval üzere geldi. Peygamberimiz (sav)’in muvaffakiyyetl tinde en mühim unsurlar nelerdir? Onu modellerken nelere dikkat etmell liyiz? Peygamberimiz (sav)’in hayatını inceledl diğimizde, onun cahiliye dönemini asr-ı saal adete dönüştürmesinde dört önemli unsur olduğunu görürüz: 1. Allah’ın yardımları: Peygamberimiz (sav)’in başarısında hiç şüphesiz, en mühim âmil Allah’ın inâyet


Tebliğde sınır yok!

ve yardımlarıdır. Allah onu doğumundan peygamberliğine kadar, peygamberliğinden vefatına kadar daimî gözetiminde bulundl durmuştur. 2. Peygamberimiz (sav)’in îman ve ibâdet yönü (ubûdiyet ciheti): Peygamberimiz (sav) her şeyden evvel, kendi tebliğ ettiği dine başta kendisi îman etmiş, dinindeki bütün ibâdetlerin hepsindl de en ileri olmuştur. Bu hâliyle etrafındakl ki insanlara hem büyük bir emniyet hissi telkin etmiş, aynı zamanda onlara model olmuştur. 3. Güzel Ahlâk Ciheti:

4. Risâlet Ciheti: Peygamberimiz (sav)’in Allah’tan insl sanlık âlemine getirmiş olduğu Kur’ân’ın ve ahkâmın muhtevâsı ve mükemmelliği akılları, kalpleri, ruhları celb, cezb ve iknâ etmiştir. Madem peygamberimiz, bu üç vasfıyla etrafındaki insanları etkileyerek, toplumsal bir inkılâbı gerçekleştirdi. Ve madem başl şarılı insanları modellemek (taklit etmek) başarının bir yoludur. Öyle ise, biz de Peygl gamberimiz’in bu üç özelliğini kendi şahsl sımızda aksettirebilirsek, yani, îmanımızı tahkiki hale getirir, İslâm’ı samîmâne yaşar, lisan-ı halimizle örnek olur ve insanların güvenini kazanırsak, güzel ahlâkımız ve davranışlarımızla kendimizi insanlara sevdl dirirsek, İslâm’ı iyi öğrenip, muhataba sevdl direrek ve ikna ederek anlatabilirsek, her halde Allah’ın inâyetine de mazhar oluruz.

Hâlbuki Kur’ân’ın dinsizlere yaklaşımı ayırım gözetmeksizin hepsine düşmanlık etmek tarzında değil. Kur’ân dinsizleri iki kısma ayırıyor ve onlara nasıl davranılacağınl nı da şöyle belirtiyor: “Umulur ki Allah, sizinle onlardan (müşriklerden) düşmanlık içinde bulundl duğunuz kimseler arasında (onlara hidâyet vererek) bir dostluk meydana getirir. Allah Kadîrdir (böyle bir dostluğu tesise gücü yeter). Allah Gafûrdur (mağfiret eder), Rahl hîmdir (merhamet eder).

Dosya

Peygamberimiz (sav)’in ciddiyeti, güler yüzlülüğü, yumuşaklığı, nezaketi, tevazuu, zühdü, sabrı, affediciliği, velhasıl güzel ahll lâkıyla insanların güven ve muhabbetini kazl zanması pek çoklarının ona îman etmesine, davasına bağlanmalarına vesîle olmuştur.

lümanlar arasındaki iletişimi bitiriyor, düşmanlığı netice veriyor. Müslüml manların bu davrl ranışları bazen gerl rekebiliyor ise de, herkese her zaman böyle bir yaklaşım daha çok Müslüml manların aleyhine neticeleniyor.

Allah, din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranml maktan sizi nehyetmez. Muhakkak ki, Alll lah adaletli olanları sever. Allah sizi ancak din hususunda sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkl karılmanıza yardım eden kimselere dostluk etmekten nehyeder. Kim onlara dostluk ederse, işte onlar zalimlerin tâ kendileridir.” (Mümtehine, 7-9) Bu âyetler bize düşmanlık yapanlara karşı kendimizi müdafaaya izin veriyor. Fakat bize düşmanlık yapmayan kimselere karşı iyi muameleyi de yasaklamıyor.

TEBLİĞİN BİRİNCİ ŞARTI: İNSANLARI OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK

Öyleyse muhataplarımızın durumlarını tahlil ederek bize düşmanca bir tavır gösterml meyenlere karşı bizim de esnek olmamız ve onların dostluğunu kazanmaya çalışmamız gerekir.

Bir kısım Müslümanlar dinsiz veya günl nahkâr olanlara karşı oldukça katı ve kırıcı bir tavır sergilemektedirler. Bu hal dinsiz ve günahkârların ıslahını değil, onlarla Müsll

Bizim için önemli olan insanların düşl şünce ve davranışlarını değiştirmekse, bu değişikliği insanları kırarak ve gücendirerek gerçekleştiremeyiz.

Peygamberimiz (sav) her şeyden evvel, kendi tebliğ ettiği dîne başta kendisi îman etmiş, dinindeki bütün ibâdetlerin hepsinde en ileri olmuştur. İRFAN MEKTEBİ 35


Tebliğde sınır yok!

Pek çok âyet günâh işleyenlere aldırış etmemeyi affetmeyi onların günâhkârlıklarl rını Allah’a havale etmeyi tavsiye eder. “Îmân edenlere de ki: Allah’ın (cezall landırma) günlerinin geleceğini ummayan kimseleri bağışlasınlar. Çünkü Allah her topluluğu kazandıkları günâhlarla cezalandl dıracaktır. Kim sâlih bir amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürülecl ceksiniz. (Câsiye, 14-15)

lanmamış tabii ki. İkinci vezir müsaade isteyerek “Padişahım bu rüya çok mübarl rek bir rüyaya benziyor. Bu rüya akraball larınız içerisinde en uzun ömürlü olanın siz olacağına işaret ediyor” demiş. Padişl şah bu tabirden hoşlanmış ve ikinci veziri mükâfatlandırmış. İki vezirin söylemiş oldukları sözlerin birbirinden ne farkı var? Aslında iki vezir de aynı şeyleri söylüyor fakat aralarındaki tek fark üslûp. Birisi padişahın moralini bozl zarken, diğeri onu memnun ediyor. Anlattığımız şeyin muhtevâsı mühim ve güzel olabilir. Fakat aslında anlattığımız şeyi mühim ve güzel yapacak olan şey muhtevl vâdan ziyade üslûbumuzdur. Burada üslûp derken kastettiğimiz şey, sözü ‘nasıl’ söylediğimizdir. Tebliğde de insl sanlara yaklaşırken Müslümanların tavrı bu iki halden farklı değil.

Dosya

Bazıları insanlara nasıl yaklaşacağını, neyi nasıl söyleyeceğini biliyor ve insanları rencide etmeden ikna edici bir üslûpla konl nuşarak neticede İslâm’ı benimseyip, yaşaml malarına vesîle olabiliyor. İkinci kısım tenkit edici, baskıcı, korkl kutucu bir üslûbu benimsemiş olanlardır. Maalesef bu tarz ise insanları kaçırıcı bir rol oynuyor ve aksülamel yapıyor. “Şimdilik sen (müşriklere) güzel muaml mele et. ” (Hicr, 85) Âyette geçen “Safh” kelimesi: Terk ve iraz eylemek, günâhı afveylemek manalarınl na gelmektedir. İbn Abbas ve Hz Ali (r.a) ise “Azarlamaksızın rızadır” demişlerdir. TEBLİĞDE ÜSLÛP Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı; Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz. Yunus Emre

“Şimdilik sen (müşriklere) güzel muamele et.” (Hicr, 85) 36 İRFAN MEKTEBİ

Bir padişah rüyasında dişlerinin döküldl düğünü görmüş ve vezirlerinden birine rüyl yasını anlatıp, tabir etmesini istemiş. Vezir “Anneniz ölecek, dayınız ölecek” diyerek padişahın sülalesini saymış ve sonunda “Ve sonra siz de öleceksiniz. Rüya buna işaret ediyor” demiş. Padişah bu tabirden hoşll

Bu kısım içerisinde İslâmî bilgisi az olanların yanında, bilgili olanlar da var fakat bilgileri genelde neyin farz, neyin haram, neyin küfür, neyin İslâmî olduğuna odakll lanmış vaziyette. Genelde bu grubun tebliğdeki tavrl rı baskıcı, âmirâne bir tavırla “Şu farzdır yap, şu haramdır yapma!” şeklinde formüle edilebilir. Onları bu şekilde harekete iten şey Kur’ân’ın emir ve nehiyleridir. Onlar kendilerince haklı olarak şöyle düşünüyl yorlar: “Madem Müslümansınız, öyleyse Kur’ân’a uymamız gerekir. Hiçbir Müslüml man Kur’ân’a ve sünnete muhalefet edemez ve etmemelidir”. Etraflarındaki insanlar zatl ten doğuştan Müslüman olduklarına göre, geriye “Bizim haram ve helalleri onlara hatl tırlatmamız” kalıyor, diye düşünürler. Hakikatte bu tarz yaklaşım ters teper.


Tebliğde sınır yok!

Çünkü tebliğ yapanlar belki farkında değl ğiller ama bu tarz yaklaşımda karşımızdaki kimsenin şahsiyeti, duygu ve düşünceleri hesaba katılmamaktadır. Hâlbuki muhatabl bın duygu ve düşünceleri hesaba katılmadığl ğı takdirde yapılacak tebliğler muhatapların dinî yaşamalarını değil, dinden kopmalarınl na ve dindarlardan nefret etmelerine sebep olur. Bir şahsın kanaatlerini doğrudan doğrl ruya bu kanaatlerin yanlış olduğunu söyll leyerek değiştiremeyiz. Böyle bir teşebbüs, çoğu zaman muhataplar tarafından bir saldırl rı olarak yorumlanır ve savunma mekanizml malarını harekete geçirir. İnsanlara bu yolla hiçbir şey öğretmek mümkün değildir.

TEBLİĞDE PEYGAMBER AHLÂKI: YUMUŞAK HUYLULUK “Halîm insan, nerdeyse peygamber olacaktı” Taberânî İnsanlarla sohbetimiz esnasında veya davranışlarımızda, öfkeli ve sert halimiz muhataplarımızın davranışlarını değiştirebl bilir mi? Elbetteki hayır. Tam tersine haklı bile olsak sert tavrımız, insanlarla bizim araml mızdaki iletişimi bitirir, düşmanlık ve kinin yerleşmesine sebep olur. Büyük âlimlerden Ebun-Necib Suhrl reverdi şöyle der: “Kasırga denilen rüzgâr, kuvvet ve şiddetiyle ağaçların dallarına isabl bet eder, ama köklerine tesir edemez. Yuml muşak akan akarsulara gelince bunlar ağaçll ların köklerine tesir eder ve söker” . İnsanların düşünce ve davranışlarını ancl cak yumuşaklığımızla değiştirebiliriz. Peygamberimiz (sav) mağlubiyetle netl ticelenen Uhud Savaşı’ndan sonra Medinl ne’ye geri döndüklerinde hiçbir sahabesine

Dosya

Değişmek istemeyen bir insanı hiç kimsl se değiştiremez. Bir atasözünde şöyle denilml miştir “Atı zorla suya götürebilirsiniz fakat zorla su içiremezsiniz”. İnsanları değiştirebl bilmenin yolu onları değişmeleri gerektiğinl ne ikna etmek, onlarda değişmeye karşı bir istek oluşturabilmekle mümkün olur. Bedl dîüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Medl denîlere galebe iknâ iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbâr ile değildir.”

kırıcı bir tek söz söylemedi. Bu hâdiseden sonra da şu âyet nazil oldu. “Allah’ın bir rahmeti olarak sen onlarl ra yumuşak davrandın. Eğer katı kalpli ve kırıcı olsaydın etrafından dağılır giderlerdi” (Âl-i İmrân, 159) Bu âyete göre Peygamberimiz insanları etrafına yumuşaklığı ile toplamıştır. İnsanlar katı, kırıcı bir insanı peygamber bile olsa terk ederler. Eğer biz insanları etrafımıza toplamak, onlara İslâm’ı anlatmak ve yaşl şatmak istiyorsak, bu ancak bizim yumuşl şaklığımızla olacaktır. Söylediğimiz sözler hakikat olabilir, muhatabımız da bunların doğru olduğunu bilebilir. Fakat onları bize bağlayacak olan beşeri münasebetlerdeki duygusal bağdır. Allah u Teâlâ Mûsâ ve Hârûn (as)’ı Firl ravuna göndermiş ve onlara “Ona yumuşak söz söyleyin! Olur ki nasihat alır veya korkl kar” diye emretmişti. (Tâha, 44) Anlatıldığına göre: Halifeye vaaz ve nasihat eden bir vâiz, konuşması sırasında sert bir dille nasihatte bulundu. Halife, vâil ize: “Be adam, mülâyim ol, görmez misin İRFAN MEKTEBİ 37


Tebliğde sınır yok!

Allah, senden daha hayırlı olan (yani Hz. Mûsâ ve Hârun’u), benden daha hayırsız olana (yani Firavun’a) gönderdi de mülâyl yim olmasını emretti ve: ‘Ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler yâhut da korkar’ dedi.”

İngilterede 70 mühtedî (hidayete ermiş) üzerinde yapılmış bir araştırmada onları müslüman olmaya sevk eden unsurlar üzerinde durulmuştur. Onları en çok etkkileyen mevzular tablo halinde aşağıya alınmıştır. Toplam 70

Erkek 50

Kadın 20

Entelektüel

50 (%71)

38 (%76)

12 (%60)

Duygusal

46 (%66)

28 (%56)

18 (%90)

Deneysel

42 (%60)

28 (%56)

14 (%70)

Mistik

10 (%14)

9 (%18)

1 (%5)

Dosya

Motifler

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere 70 mühtedînin Müslüman olmasında dört madde üzerinde durulmuştur. Entelektüel motifte, mühtedînin İslâmiyetin muhtevâsını çeşitli şekillerde araştırarak öğrenmesi, Duygusal motifte ise, şahsın Müslümanllarla diyaloğu, onların davranışlarından, yaşantılarından etkilenmesi, deneysel mottifte; din değiştirecek olan şahsın, İslâm’ın emrettiği ibâdetleri, Müslümanlarla beraber, tatbik ederek “bakalım ne olacak” gibilerdden, bir tecrübe etmesi. Mistik motifte, kişinin kendisini etkileyen, rûhî bir halle karşılaşması anlatılmaktadır . Bu araştırmaya göre mühtedîleri Müsllüman olmaya sevk eden en mühim unssur % 70’lik bir oranla dinin aslî yapısı, muhtevâsı olarak görünüyor. İkinci derecede ise Müslümanların kendi yaşantıları ve inssanlara davranış şekilleri görülüyor. Bu inceleme, tebliğde bizim en çok muhtevâ ve davranışlar konusunda hassas olmamız gerektiğini ihsâs ediyor diyebiliriz. KAYNAK: Neden İslâm’ı Seçiyorlar. S. 80. Dr. Ali Köse. İSAM yayınları. 1997 38 İRFAN MEKTEBİ

Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertll lik ve kabalığın zıddıdır. İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muamelede en mühim prensiplerden biri rıfkdır. Rıfk, Resûlullah (sav)’in Kur’ân-ı Kerîm’de yer verilen mümtaz ahlâklarındl dan biridir. Hadîs-i Şerîfte, “Halim kimse neredl de ise peygamber olacaktı” buyrulmuştur. İsmail Hakkı Bursevi, “Bundan malum olur ki, nebînin aglebi sıfatı hilmdir” der. Diğer bir ifadeyle ‘hilm’ bütün peygamberlerde olan mühim bir haslettir. TEBLİĞDE GÂYE: İNSANLARI KIRMADAN DEĞİŞTİRMEK Tebliğde muhataplarımızı kırmadan başl şarılı olmak için şu düsturlara dikkat etmeml miz gerekir: A. Dolaylı yoldan konuşmak: Nasihatte doğrudan hitap, çoğu zaman muhatabın savunma mekanizmalarını harekl kete geçirir. Hatasını savunan insan ise hatl tasını değiştirmemeye şartlanmış demektir. Dolaylı anlatım, hem savunma mekanizmall larını harekete geçirmez hem de tesirlidir. Dolaylı yoldan nasihat Peygamberimizl zin uyguladığı bir metottur: Hz. Aişe (ra) şöyle der “Resûlullah (sav) bir adamdan kendisine menfi bir söz ulaştığı vakit: ‘Fall lan niye böyle söylemiş?’ demezdi. Fakat: ‘İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyl yorlar?’ derdi.” Risâle-i Nûr müellifi Bedîüzzaman Hazretleri de bu sünnete aynen ittiba etml miş ve eserlerinde uygulamıştır. Meselâ, Bedîüzzaman Hazretleri 21. Söz isimli eserl rinde namaz kılmayan bir şahsa hitaben şöyle der: “Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir âdem bana dedi: ‘Namaz iyidir.


Tebliğde sınır yok!

Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor.’ O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tembellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyl yor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-ı emmârenin namına söylemiş gibidl dir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: Madem nefsim emmâredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım. Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğl ğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil [beş ikazı] benden işit!”

“Nefsi muhatap kabul ederek insanlara dolaylı nasihat etme” metodunun Risâle-i Nûr’un bütününde uygulanması Risâle-i Nûr’un insanlar üzerinde çok tesirli olmasl sının en önemli sebeplerindendir.

Burada şu akla gelebilir: Peygamberimiz (sav) “Meddahların yüzüne toprak saçınız” buyurduğuna göre, insanları yüzlerine karşı övmek dinen, ne derece doğru olur? İmam Gazâlî Hazretleri meşhur eserl ri İhyâ’da insanları methetmekle ilgili bir bölüm açmış ve insanları yüzlerine karşı övmenin bazen haram, bazen de caiz olacağl ğını delilleriyle ortaya koymuştur. Eğer birini yüzüne karşı överken mübl balağaya, yalana, riyakârlığa giriyorsak, bir şahsı fısk veya zulmünden dolayı övüp, onu bu alanda teşvik ediyorsak ve muhatap da bizim övgümüzden dolayı gururlanıyor, kibirleniyor veya güzel amellerde tembelll leşiyorsa bizim onu yüzüne karşı övmemiz haramdır. Fakat bu mahzurlar olmadığı ve bir maslahat olduğu takdirde durum değişl şebilir.

Dosya

Bu tarz hitaplarda dolaylı nasihat yapıldl dığı için muhatab rahatsız olmaz ve dersinl ni alır. Hatta çok ağır ifade bile kullanılsa kişinin ağırına gitmez. Mesela Bedîüzzaml man Hazretleri, Birinci Söz’de nefsine “Ey mağrur nefsim” diyerek hitap eder. Eğer öyle değil de “Ey mağrur kişi” denilerek hitap edilmiş olsa idi, elbette bu muhatabın ağırına gidecek ve hemen onu müdafaaya sevk edecekti.

“Allah senin yüzünü güzel yapmış, sen de ahlâkını güzelleştir.”

İmam Gazâlî Hazretleri, bu mahzurll ları anlattıktan sonra medhin bazen câiz olacağını şöyle anlatır: “Eğer medih, öven ve övülen hakkındaki bu âfetlerden sâlim olursa insanları övmekte

B. Dostça yaklaşın, iltifat edin, muhatabın gönlünü alın, sonra hatall ları düzeltmeye çalışın! Marifet iltifata tâbi’dir. Müşterisiz mal, zâyi’dir. Bir insana ilk önce onun iyi, güzel tarl raflarını takdir edip, övüp, arkasından da eksiğini veya yapması gereken şeyleri söyll lediğimiz zaman bu muhatabımızı kırmaz, gücendirmez, hatta bu tarz tavır bizim istedl diğimiz şekilde hareket etmesine de vesile olabilir. Peygamberimiz (sav) İbni Ömer (ra) hakkında, “İbni Ömer çok iyi bir insandır. Keşke teheccüd namazı da kılsa” buyuruncl ca bunu duyan İbni Ömer, o günden sonra teheccüd namazını bırakmadı. Bir sahabeye hitaben de şöyle buyurdu:

Peygamberimiz (sav) İbni Ömer (ra) hakkkında, “İbni Ömer çok iyi bir insandır. Keşke teheccüd namazı da kılsa” buyuruncca bunu duyan İbni Ömer, o günden sonra teheccüd namazzını bırakmadı. İRFAN MEKTEBİ 39


Tebliğde sınır yok!

bir beis yoktur. Hatta bazen mendup da olur. Bu yüzden Peygamberimiz (sav) sahabeleri(ni) övmüştür. Hz. Ebû Bekl kir hakkında ‘Ebû Bekir’in îmanı bütün âlemin îmanıyla tartılsa onunki ağır gell lir’, Hz. Ömer hakkında da ‘Eğer ben peygamber olarak gönderilmeseydim, Ömer gönderilirdi’ demiştir. Bundan daha büyük övgü, medih olur mu? Fakat peygl gamberimiz (sav) bunları sıdk ve basîret üzere söylemiştir.

Dosya

Sahabeler (r.anhüm) ise yüksek bir rütbede olup bu medihler onlarda kibir, ucub ve tembelliği netice vermiyordu. Hatta insanın kendini methetmesi kibir ve tefahür olduğu için daha çirkindir. Hâlbuki peygamberimiz (sav) ‘Ben Ademoğlu’nun efendisiyim. Fakat bunu fahr için övünmek için söylemiyorum’ demiştir. Yani ‘Ben bunu insanların kendi nefislerini övmeleri tarzında söylemiyorum’ demektir. Onun iftl tiharı insanlara takaddümden ve insanlara üstl tün olmaktan değil, Allah’a olan yakınlıktan, Allah’ın rızasını kazanmaktan dolayı idi. Nasıl ki bir melikin makbulü olan bir zat, melik katında büyük bir iltifata mazhar olunca, o zat melikin onu kabul etmesinden dolayı iftihar eder ve sevinir. Onun bu sevl vinmesi bazı raiyyete takaddümünden doll layı değildir. Medhi zemmetmek ve medhe teşvik etmek, bu afetlerin açıklanmasıyla

Bütün peygambberler insanları Allah’a davet ederken ‘beşir’ ve ‘nezir’ yani ‘müjdeleyici’ ve ‘korkutucu’ olarak vazife görmüşlerdir. 40 İRFAN MEKTEBİ

araları telif edilebilir.” Bu izahlardan yola çıkarak, bir insanl nı ıslah etmek, İslâm’ı yaşamasını temin etmek istiyorsak, -yalana, mübalağaya, riyaya düşmemek şartıyla- ona iltifat etmek, bazı hasletlerini ön plana çıkarıp övmek, arkasından da yönlendirici bazı sözler söyll lemek dinen mahzurlu olmadığı gibi mendl duptur denilebilir. TEBLİĞDE MÜKÂFÂT VE CEZA İnsanları bir şeyi yapmaya yönlendirml menin yolu ya mükâfâttır ya da ceza. Diğer ifadeyle sevdirmek veya korkutmaktır. Bütün peygamberler de insanları Allah’a davet ederken ‘beşir’ ve ‘nezir’ yani ‘müjdeleyici’ ve ‘korkutucu’ olarak vazife görmüşlerdir. Onlar, insanları hem Allah’ıl ın azâbı ve cehennemle korkutmuşlar, hem de Allah’ın rahmet, kerem ve cennetiyle de müjdelemişlerdir. Mesela, Kur’ân bize Allah’ı tanıtırken bazen Allah’ın Kahhâr, Şedîdü’l-İkab olduğl ğunu ifade ederek bizi korkutur. Bazen de Allah’ın Rahmân, Rahîm, Tevvâb, Gafûr, Mün’îm, Kerîm olduğunu zikrederek, hem müjdeler, hem de teselli verir. Kur’ân’daki bu isimler arasındaki orana dikkat ettiğimiz zaman Rahmân, Rahîm, Kerîm gibi isimll lerin daha çok olduğunu görürüz.


Tebliğde sınır yok!

Besmelede Allah’ın “Rahmân ve Rahîm” olduğu zikredilir ve Kur’ân’ın bütün surelerinin başında Besmele vardl dır. Besmelenin haricinde Rahmân ismi Kur’ân’da 56 defa, Rahîm ismi 94 defa zikredilir. Şiddet ve ceza ifade eden isimlerden Şedl dîdü’l-İkab 17 defa, Serîü’l-Hisâb ve Serîü’lİkab 10 defa, Kahhâr 6 defa zikredilir. Bir kelamın çokça tekrar edilmesi onun kıymet ve ehemmiyetini gösterdiğine göre, Kur’ân’ın bu ifadelerinden yola çıkarak şöyle diyebiliriz: Allah kullarının kendisindl den korkmalarını istemekle beraber, daha çok onların kendisini sevmelerini ister. Nitekim bir Hadîs-i Kudsîde de “Rahmetl tim gazâbımı geçti” buyrulmuştur.

Cennet kelimesi Kur’ân’da tekil 66, çoğul “Cennât” tarzında 69, toplam 135 defa geçer. ‘Cehennem’ kelimesinin çoğulu Kur’ân’da yoktur, tekil olarak ‘cehennem’ kelimesinin Kur’ân’daki sayısı ise 77’dir. ‘Cennet’ ortalama ‘Cehennem’den iki misli fazla zikredilmiştir. Üstelik cennet 8, cehennem ise 7 tabakadır. “Gerek ceza gerekse ikab kelimesi göz

İnsanlara İslâm’ı tebliğ ederken yeri geldiği zaman cehennemden, Allah’ın gazâbından bahsederek korkutmamız gerl rekir. Fakat konuşmalarımızda Allah’ın şefkl katinden, rahmetinden, bağışlamasından ve cennetten bahsetmemiz bu korkutmalardan daha fazla olmalıdır. Bizim cehennemle korkutarak değil, daha çok cennetle müjdeleyerek tebliğde bulunmamız gerekir. Elbette yeri geldiğl ği zaman cehennemden de bahsetmeliyiz, fakat bir kere “cehennem” demişsek iki kere “cennet” demeliyiz. İnsanları imtisale sevk edecek olan daha çok cehennem korkl kusu değil, cennete olan iştiyaktır.

Dosya

Kur’ân’da cezadan çok mükâfâtın ön plana çıkarıldığının başka bir delili de Kur’ân’da zikredilen cennet ve cehennem kelimeleri arasındaki orandır.

önüne alınacak olursa, ceza ve cezalandl dırmak anlamına gelen bu iki kelimenin toplam olarak 72 âyette yer aldığı görülecl cektir. Burada yeri gelmişken bir noktayı belirtmekte fayda vardır. Cezanın Kur’ân’dl da 72 âyette yer almasına karşılık, mükâfâtl tın 160 yerde geçtiği dikkate alınacak olursa Kur’ân-ı Kerîm’in cezalandırmaktan ziyadl de mükâfâtlandırmayı öngören bir mesaja sahip olduğu söylenebilir. Nitekim “Rahml metim ise herşeyi kaplamıştır” (Araf, 156) meâlindeki âyet de yukarıda ifade edilenll lerin özüdür.

Zaten peygamberimiz meşhur bir hadîsinde “Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdl deleyin, nefret ettirmeyin” buyurmuştur.

AZİZ KAYIŞOĞLU

İRFAN MEKTEBİ 41


Âilenize tebliğ yapıyor musunuz?

Âilenize

tebliğ yapıyor musunuz?

Dosya

Evlerine girdiklerinde selam vermeyen ve gönüllere hitap etmeyen âile babaları, kapıyı güler yüzle açmayan anneler, ilgi eksikliğiyle elmas gözleri kararmış evlatlar... Oysa onlar nasıl ninniler söyleyerek büyütülürler: “Dandini dandini donatmış, Allah neler yaratmış, gözleri kudret halkası, burnu Kâbe hurması…” Büyüyünce kendini donatandan habersiz, burnu Kâbe kokusu almayan, gözleri kudret hakikatlerine kapalı ilgisiz bırakılan çocuklar.

Semih Esad GÜNER

semihesadguner@gmail.com

arih birçok kahraman kumandanlar ve topll lum önünde çok sevilen örnek şahsiyetler görmüştür. Cephede zaferleri kazanan bu kahramanlar evlerinde ateşten gömlek giyl yerler. Dışarıda huzuru bulup bazen içeride kaybederler. İşte âile ve içtimai hayat dengl gesi, ahir zaman hayatında böyle garip halll leri görünen nice mevzulardan biridir. 42 İRFAN MEKTEBİ

Bu dengesizliği şöyle de ifade edebiliriz: Âileyi ihmal, çocukları ihmal, başkalarını ve başkalarının çocuklarını tekmil. Kalenin dışını muhkem tutup, kalenin içini ve duvarlarını tamir etmeyen bizler, kalenin içine ve duvarlarına sirayet eden sıkıntılar ve belalar, kale içindekilerle büyl yüyüp yeşerinceye kadar farkına varmayız. Tâ ki zamanla bu ilgisizliğin ve metotsuzll luğun meyvelerini çocuklarımızın üzerinde


Âilenize tebliğ yapıyor musunuz?

bizim çizgimize hiç yakışmayan hareketlerl ri görünceye kadar. Bu öyle bir hastalıktır ki sessizce büyür, zamanla vurur ve tamiri zordur. Çoğu zaman, ilerleyen yaşların zor kabullenebileceği ve kaldırabileceği zaman ve sabır ister. Hepimiz bu konularda, âile ve âileye tebliğ ile ilgili çok yazılar okumuş ve sözler duymuşuzdur. Şüphesiz bunların çoğu da doğrudur. Doğru olan bir başka şey vardır ki o da üzerinde bu kadar yoğunlukla konl nuşulan şeylerin hayata yansıtılamayışıdır.

Bunun tam tersi hâdiseler Müslüman toplumlarda oldukça fazla görülmektedir. Aşırı derecede çocuklarının üzerine yükll lenen anne ve babalar, çocukların sorularl rına çocuğun o tertemiz dimağını bozucu verilen cevaplar, zorla bıktırıcı baskılarla güya ibâdete teşvik etmeler ve nihayette dinden soğumuş, mâneviyata yanaşmayan çocuklar. “NE VERDİNİZ Kİ NE İSTİYORSUNUZ?” Hep bu ikilemde olan çocuklar, ortada kalmışlar, İslâm’ı dengesiz yaşayan âileler (gerçekte buna yaşamak denilemez!), hayatll larında hiçbir dînî eseri tetkik etmeyen ve kendilerine mâl etmeyen anne ve babaların sırf bir şeyler söylemek adına çocuklarına söyledikleri sözler… Bir çocuğa dîni eğitim hangi yaşta, nasıl, verilir? Onun o tertemiz aklına ve kalbine en uygun bir şekilde nasl sıl konuşulur? Tüm bu sorularının cevabını karşılamayan hareketler… Çoğu anne ve babalar dost meclislerl rinde hatta şimdi otobüs kuyruklarında birbirlerine çocuklarından yakınırlar. Sankl ki onlar çok mükemmel bir muallim gibi

Çocuklarımız ile beraber zaml man geçirelim! Medine’de Resûlullah’ın elinden tutan ve sırf elini bırakmadığı için onun elini kendi elini bırakl kana kadar bırakmayıp bekll leyen, hem namazda secdl dede mübarek omuzlarına çıkan evlatları için secdesini uzatan, hem çocuk ağlaması duyduğunda namazını kısa kesen, zorlamadan sevdirl ren, bir meclise girdiğinde çocuklara da büyükler gibi ilgi gösteren, kuşu ölen bir çocuğa taziyeye giden bir peygamberimiz olduğunu unutmayalım! çocuklarına her şeyi verirler ve sonucunda hiç bir şey alamazlar. Başkalarının ellerinde büyüttükleri, kendi rahatları için rahatlarını bozdukları, “Boşver, nasıl olsa büyür!” dedl dikleri çocuklarından... Cenâb-ı Hak Kur’ân’da meâlen “İhsanl nın/iyiliğin karşılığı ancak ihsan/iyilik değil midir” (1) buyurduğu halde vermeden almak gibi hayallerin peşinde olan ebeveynler...

Dosya

Evlerine girdiklerinde selam vermeyen ve gönüllere hitap etmeyen âile babaları, kapıyı güler yüzle açmayan anneler, ilgi eksl sikliğiyle elmas gözleri kararmış evlatlar... Oysa onlar nasıl ninniler söyleyerek büyütl tülürler: “Dandini dandini donatmış, Allah neler yaratmış, gözleri kudret halkası, burnl nu Kâbe hurması …” Büyüyünce kendini donatandan habersiz, burnu Kâbe kokusu almayan, gözleri kudret hakikatlerine kapalı ilgisiz bırakılan çocuklar.

Aşırı derecede çocuklarının üzerine yükllenen anne ve babalar, çocukların sorularına çocuğun o terttemiz dimağını bozucu verilen cevaplar, zorla bıktırıcı baskılarla güya ibâdete teşvik etmeler ve nihhayette dinden soğumuş, maneviyata yanaşmayan çocuklar. İRFAN MEKTEBİ 43


Dosya

Âilenize tebliğ yapıyor musunuz?

“Ve (önce) en yakın akrabalarını korkut” (Şuâra, 214)

Bu âyet indirildiğinde Resûl-i Ekrem Aleyhl hisselâtü Vesselâm Efendimiz akrabasını topll ladı ve: “Ey aşîretim! Allah u Teâlâ’ya îman ve itâatle kendinizi O’nun azâbından muhâfl faza ederek kurtarın! Aksi takdirde benimle olan akrabalığınız faydası olmaz!” buyurdu.

“Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla ‘Ahhhh!’ diye bağl ğırır. Dağdan ‘Ahhhh!’ diye bir ses gell lir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla “Sen kimsin?” diye bağırır. Aldığı cevap ‘Sen kimsin’ olur. Çocuk bu cevaba kızar ve ‘Sen bir korkaksın!’ diye bağırır. Dağdan aldığı cevap “Sen bir korkaksın!” olur. Babasına bakar ve ‘Baba ne oluyor?’ diye sorar. ‘Oğlum dikkat et!’ diyen baba, vadiye doğrl ru, ‘Sana hayranım!’ diye bağırır. Ses ‘Sana hayranım!’ diye cevaplar. Baba, ‘Sen harikasın!’ diye yine bağırdığında, bu kez dağdan, ‘Sen harikasın!’ cevabı gelir. Çocuk şaşırmıştır. Ama hâlâ ne olduğunu pek anlayamamıştır. Baba oğluna durumu açıklar: ‘Oğlum insl sanlar buna yankı derler, ama gerçekte yaşamın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranl nışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan, insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsl san, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın. Oğlum, yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu bir kanundur ve yaşaml mın her yönü için geçerlidir.’” (2)

İşte Kur’ân, Müslümanları daha başından âilelerini ve yakınlarını kazl zanmak noktasında “Ve (önce) en yakl kın akrabalarını korkut”(3), “Ey îman (Celâleyn Şerhi, c.9, 413) edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyl Kaynak: Muhtasar Meâl, yun!” (4) gibi âyetlerle îkaz eder. Müfl Hayrât Neşriyat, 2001, sh.375 fessirler bu âyetleri tefsir ederken âile içi ‘terbiye’ ve ‘ahlâk’ kavramlarının Onlara “Ne verdiniz ki ne istiyorsunuz?” ehemmiyetinden bahsederek ve âile içi dini sorulduğunda kara kara düşüncelere daldl eğitimin ve âileyi kazanmanın ne derece elzl dıklarını görürsünüz. Biraz daha konuşunca zem olduğunu ifade etmektedirler. itiraflar bölümüne geçerler. “Evet haklısınl nız!” ve benzeri cümleleri ile başlayan ve Hakikatler böyle iken; “Ben ancak mual devam eden sıralı ifadeler… allim alarak gönderildim” diyen Peygamber Efendimizin, hayatımızın her alanını nurll Bu meyanda çok mânidar bir hâdise landıran sünnetleri ile işe başlamalı değil vardır: mi? 44 İRFAN MEKTEBİ


Âilenize tebliğ yapıyor musunuz?

taziyeye giden bir peygamberimiz olduğunl nu unutmayalım!

Âile reisleri olarak çocuklarımıza maddi ve manevi nasıl muallim olabiliriz sorusunu kendimize sorarak başlayabiliriz. Eksikleriml mizi düzeltebiliriz. Bilemiyorsak öğrenebill lir veya bilenlerden sorabiliriz, öğrenince hayatımıza tatbik edebilir, çocuklarımıza örnek olmak için gayret edebiliriz.

Eve geldiğimizde önümüze yemeğimizl zi koyan, evden çıktığımızda elmas gözlü çocuklarımızı emanet ettiğimiz, Resûlullah Efendimiz (sav)’in son nefesinde bize hakll larına dikkat etmemizi öğütlediği eşlerimize ve çocuklarımızın annelerine onlara yakışır biçimde davranalım!

Gelin önce eve girerken selam verell lim! Zira Hz. Enes radıyallahu anh anlatl tıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bana buyurdular ki: ‘Ey oğulcuğum, âilene ulaştığın zaman selam ver ki, selamın, hem senin üzerine hem de âile halkına bereket olsun!’” (5).

Bedîüzzaman Hazretleri, dünya ve ahirl ret hayatını kazanmak için, “Din, hayatın hayatı, hem nuru, hem esası” kaidesinden bahseder. Bizlerde âile hayatımızı kazanml mak gayesi ile hep birlikte kendimizin ve özellikle de çocuklarımızın peygamberi bir ahlak üzerine yetiştirilmesi için sünnet-i senl niyeye sarılalım. On sekiz bin âlemin Muhl hammed Mustafa’sı (sav) hürmetine isimll lerini koyduğumuz çocuklarımız; Mustafa, Ahmed, Mehmet, Zeynep, Fatma, Gülsüm ve Haticelerimizi kendi eksikliklerimizden ve ilgisizliğimizden dolayı hebâ etmeyelim.

Sonra âilemiz ve çocuklarımıza teşekkl kür etmesini bilelim. Bu onları kazanmaml mızı kolaylaştıracak, şevklendirecek ve âile hayatımızın rengini değiştirecektir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav), “Başkasınl na teşekkür etmeyen Allah’a şükür etmez!” buyurmaktadır. Çocuklarımız ile beraber zaman geçirell lim! Medine’de Resûlullah’ın (sav) elinden tutan ve sırf elini bırakmadığı için onun elini kendi elini bırakana kadar bırakmayıp bekleyen, hem namazda secdede mübarek omuzlarına çıkan torunları için secdesini uzatan, hem çocuk ağlaması duyduğunda namazını kısa kesen, zorlamadan sevdiren, bir meclise girdiğinde çocuklara da büyükll ler gibi ilgi gösteren, kuşu ölen bir çocuğa

Dosya

“GELİN EVE GİRERKEN SELÂM VERELİM!”

Zaman geçmeden! Tren kaçmadan! Ecel gelmeden!

DİPNOTLAR: (1) Rahmân, 60 (2) Tebliğ Notları (3) Şuarâ, 214 (4) Tahrim, 6 (5) Tirmizi, İsti’zan 10, (2699)

“Ey iman edenler! Kendinnizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun!” (Tahrim, 6) İRFAN MEKTEBİ 45


Tebliğde başarının sırrı: Hisleri iyi bilmek

Tebliğde başarının sırrı:

Hisleri iyi bilmek İnsan eğer adâvet edecekse, kalbindeki adâvete adâvet etmeli, onun izâlesine çalışmalıdır. Hem, en ziyyâde insâna zarar veren nefs-i emmâreyeve hevâ-yı nefse adâvet edip, ıslâhına çalışmalı. Hem, Kur’ân ve îman düşmanları çoktur, onlara düşmanlık etmek gerektir.

Mustafa EMEK

Dosya

stâd Bediüzzamân Hazretleri, ‘Dokuzuncu Mektûb’da şöyle der: “Tahmîn ederim ki, nâsihlerin (nasîhat edenlerin) nasîhatlari, şu zamanda te’sirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: ‘Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet (düşmanlık) etme! İnâd etme! Dünyayı sevme!’ yani, ‘Fıtratını değiştir!’ gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak (tâkat yetmez) bir teklîfte bulunurlar. Eğer deseler ki: ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeyll lere çeviriniz, mecrâlarını değiştl tiriniz!’ hem nasîhat te’sir eder, hem dâire-i ihtiyârlarında bir emr-i teklîf olur.”

Demek ki insandaki hisler, Cenâb-ı Hakk’ın fıtrat-ı beşere derc ettiği, imhâsı ve set çekilmesi mümkün olmayan, bir su memba’ı gibidir. Nasıl ki, bir su memba’ını yerin altına hapsetmek mümkün değildir. Aynen öyle de, hislerin önüne set çekml mek ve yok etmek mümkün değildir. Bir su memba’ının üzeri reddedilse, başka bir menfezden yol bulup yine yeryüzüne çıkar. Çıktığı yer tekrar reddedilse, başka bir yerdl den yol bulup yine çıkar. İmhâsı ve seddi mümkün olmayan bu su memba’ının, çıktl tıktan sonra yönünü çevirmek ve istenilen tarafa tevcîh etmek gâyet derecede mümkl kün ve kolaydır. İşte, insanda binlerce his vardır. Her birl risinin de iki mertebesi vardır. Biri mecâzî, diğeri de hakîkî. Aşağıda, insânda tesîrini en çok icrâ eden bazı kuvvetli hislerin ve ma’l ’nevî cihâzların mecâzî ve hakîkî mertebell leri, ya’ni meşrû’ ve gayr-i meşrû’ cihetleri ile, mecâzî cihetten hakîkî cihete inkılâbın nasıl olacağı, Risâle-i Nûr’daki tarz-ı beyânl nıyla ifâde edilmiştir: 1. Muhabbet (sevgi): İnsan, kalbindl deki sevgisini, fâni ve kırılmaya mahkûm cam parçaları hükmünde olan firak ve zeval kılıcı ile boynu vurulan mâsivâya sarf edersl se, o sevgi, sahibini daimî azâb ve elemde bırakır. Hâlbuki nihayetsiz bir muhabbete lâyık, ancak cemâl, kemâl ve ihsânı bâkî bir Zât olabilir.

46 İRFAN MEKTEBİ


Tebliğde başarının sırrı: Hisleri iyi bilmek

2. Aşk: Aşk, şiddetli bir muhabbettir; fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit ya o aşk kendi sâhibini dâimî bir azâb ve elemde bırakır, veyahut o mecâzî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbûbu arattırır; aşk-ı mecazl zî, aşk-ı hakikîye inkılap eder. 3. Ene: Enenin, hikmet-i hilkati unutl tulup, vazife-i fıtrîyesi terk ettirilip, manayı ismiyle eneye bakılırsa, kendini mâlik îtikad etse; o vakit emânete hıyânet edilir. Bütün şerler, şirkler, küfür ve dalâletler enenl nin bu yüzünden neş’et eder. Eğer, eneye ma’nâ-yı harfî ile bakılsa, kendisi bir âyine îtikad edilse, mâhiyetindeki ölçücükler ve numûneler ile Hâlık ve Sâni’i tanıma cihetl tine gidilse, o vakit ene Allah’a abd olur, ubûdiyetin menşe’i olur makâm-ı ahsen-i takvîme çıkar.

5. Hırs: İnsan, mala ve makama karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkl katen kendi nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyâya medâr olan makam, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondl dan, hakikî makam olan manevî makamlara ve Allah’a yakınlık derecelerine ve hakikî mal olan sâlih amellere teveccüh eder. 6. İnat: İnsan, şiddetli bir inat ile ehemmiyetsiz, fâni işlere karşı hissiyâtını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değml meyen bir şeye, bir sene inat ediyor. Bakar ki, bu kuvvetli his, böyle şeyler için verilml memiş. O şiddetli inadı, o lüzumsuz fâni işlere vermeyip, âlî ve bâki olan hakâik-i îmâniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve âhiret hizmetlerine sarf eder. O haslet-i rezile olan inâd-ı mecazî, güzel ve âlî bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebâta inkl kılap eder.

8. Havf (korku): Halktan korkmak, elîm bir belâdır. Hayatı zehir hükmüne getirir. İnsan, bu havfı, yani korku hissini, öyle birisine tevcih etmeli ki, insanın havfı lezzetli bir tezellül olsun. Havf, bir kamçıdl dır; O’nun rahmetinin kucağına atar. Mall lûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku, o yavruya gayet lezzetlidir. Çünkü şefkat sînl nesine celbediyor. Hâlbuki bütün vâlidell lerin şefkatleri, rahmet-i İlahiyenin bir leml m’asıdır. Demek havfullâhta bir azîm lezzet vardır. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasâvetli, katı, belâlı havfından kurtulur. 9. Adâvet (düşmanlık): Hiss-i adâvl vet, mü’minlere tevcîh edilmek için verl rilmemiştir. Nasıl ki, âdî ve sıradan çakıl taşlarına, Kâ’be’den daha kıymetli ve Uhud dağından daha azametli denilemiyorsa, mü’l ’mine de, Kâ’be ve Uhud dağı azametinde ve kıymetinde olan îmân, İslâmiyet, namâz gibi hasletleri varken, çakıl taşı hükmünde olan bazı küçük kusûrlarından ve hatalarl rından dolayı da adâvet edilemez. Edilirse, bu bir zulüm ve insafsızlık olur. İnsan eğer adâvet edecekse, kalbindeki adâvete adâvet etmeli, onun izâlesine çalışmalıdır. Hem, en ziyâde insâna zarar veren nefs-i emmârl reye ve hevâ-yı nefse adâvet edip, ıslâhına çalışmalı. Hem, Kur’ân ve îman düşmanları

Dosya

4. Endişe-i istikbâl (gelecek endişl şesi): İnsan, dünyevî istikbâlinden ziyâdesl siyle endişe ettiği zamân görür ki, o endişe ettiği istikbâle yetişmek için elinde senet yok. Hem rızık cihetinde Cenâb-ı Hakk’ın garantisi altında ve kısa olan bir istikbâl, o şiddetli endişeye değmiyor. Ondan yüzünü çevirip, kabirden sonra hakikî ve uzun ve gâfiller için garanti altına alınmamış ebedî bir istikbâle teveccüh eder. Bu hissinin hakl kîkî mecrâsını bulmuş olur.

7. Hubb-ı câh (makam sevgisi): İnsanda, ekseriyet itibâriyle hubb-ı câh denilen şöhret hırsı ve hodfuruşluk ve şan ü şeref denilen riyâkârâne halklara görünml mek ve umûmun nazarında mevki’ sâhibi olmağa, cüz’î-küllî bir arzu vardır. Hatta o arzu için, hayatını feda eder derecesindl de şöhretperestlik hissi onu sevk eder. Ehli âhiret için bu his gayet tehlikelidir, ehl-i dünya için de gayet dağdağalıdır; çok kötü ahlâkın menşeidir ve insanların da en zaîf damarıdır. Hâlbuki rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabûl-u Rabbânî öyle bir makl kâmdır ki; insânların teveccühü ve beğenml mesi, ona nispeten bir zerre hükmündedir. Hubb-ı câh hissi eğer susturulmazsa ve izâle edilmezse, yüzünü başka cihete çevirml mek lâzımdır. Şöyle ki: Âhiret sevâbı için, insânların duâlarını kazanmak niyetiyle ve hizmetin hüsn-i tesîri noktasında bu hissin meşrû’ bir ciheti bulunabilir.

Nasıl ki, bir su memba’ını yerin altına hapsetmek mümkün değildir. Aynen öyle de, hislerin önüne set çekmek ve yok etmek mümkün değildir. İRFAN MEKTEBİ 47


Tebliğde başarının sırrı: Hisleri iyi bilmek

çoktur, onlara düşmanlık etmek gerektir. 10. Haset: Haset, evvelâ hasetçiyi ezer, mahveder, yandırır. Hasedin çaresi: Hasetçl çi, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki; rakîbinde olan dünyevî hüsl sün ve kuvvet ve mertebe ve servet; fânidir, muvakkattir. Eğer uhrevî meziyetlere haset ediyorsa, zâten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa; ya kendisi riyâkârdl dır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyâhut haset ettiği şahsı riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder. Rahmete i’tirâz eden, rahmetten mahrum kalır.

Dosya

11. Sabır: İnsan ibâdetlere, günahlarl ra ve musîbetlere sabretmekle mükelleftir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği sabır kuvvetini, geçmiş ve geleceğe, vehminin tahakkümü, gafleti ve fâni hayatı bâki tevl vehhüm etmesi ile dağıtmazsa, şu ‘sabır kuvveti’ her musîbete karşı kâfi gelebilir. Fakat insan ‘sabır kuvveti’ni geçmiş ve gell leceğe dağıtsa, o vakit, hâl-i hazırdaki musibet ve ibâdet ve günâhlara karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar.

Hiss-i adâvet, mü’minlere tevcîh edilmek için verilmemmiştir. 48 İRFAN MEKTEBİ

12. Milliyetçilik Hissl si: Vatan, dil ve din unsurll ları temelinde teşkîl edilen birliğe ‘millet’ denir. Hatta bunlardan birisi dahi noksl san olsa yine millet birdir. İşte bu ‘milliyet’ fikri, İsll lâmiyet’e hâdim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı ve İslâmiyet’e hizmet ettl tiği nisbette medâr-ı fahr ve gurûr olmalı. Yoksa İslâmiyet’in yerine geçml memeli. Böyle bir vaziyet kalenin surlarındaki taşları, kalenin içindeki mücevher hazinesinin yerine koyup, mücevherleri dışarı atmak gibi bir ciddi hatâ ve cinl nâyettir. Bütün Müslüman milletler ve unsurlar, ancak ‘İslâmiyet pederi’nin birer evlâdıdır. Birbirinin kardeşl şidir. Kimisi büyük ağabey, kimisi de küçük kardeş…

13. Akıl: Hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstl termek demek olan ‘cerbeze’ ile, hiçbir şey’i bilmemek demek olan ‘gabâvet’ zulümdür. ‘Hikmet’ ise, hakkı hak bilip imtisâl etmek, bâtılı bâtıl bilip ictinâb etmek demektir. Aklın meşrû’ ve vasat mertebesidir. 14. Gadâb: Maddî ve ma’nevî hiçbir şeyden korkmamak demek olan ‘tehevvür’ ile korkulmayacak şeylerden dahi korkmak demek olan ‘cebânet’ zulümdür. ‘Şecâat’ ise, dinî ve dünyevî hukûku söz konusu olduğunda canını verebilecek derecede bir kahrâmanlığa sahip olmak demektir ve gadl dâb hissinin vasat ve meşrû’ mertebesidir. 15. Şehvet: Irz ve nâmusları pây-i mâl etmek etmek demek olan ‘fücûr’ ile, ne hell lâle ne de harâma meyli olmamak demek olan ‘humûd’ zulümdür. ‘İffet’ ise, helâle iştl tâhlı olup harâma iştâhlı olmamak demektir ve ‘kuvve-i şeheviye’nin vasat ve meşrû’ mertebesidir.


Terazinin iki kefesi

“Îman ve Kur’ân hizmeti mukaddes bir vazifedir”

Terazinin iki kefesi Zihnimiz her zaman Kur’ân ve îman hizmetiyle meşgul olmalı; zira temel vazifemiz budur. Diğer dünyevî çalışmalarımız ve meşgalelerimiz aslî değil; tâli vazifeler olup âhireti kazanma noktasında bassamak ve vesilelerdir. Dünya âhiretin tarlasıdır. Âhiretin yerini tutacak kıymeti yoktur. Bu itibarla dünyaya dünya kadar, âhirete de âhiret kadar kıymet vermek gerekir.

Dosya

Mustafa YANKIN er şey kaderde yazılıdır. Hatta cennetlik ve cehennemlikler bile Kader-i İlahide bellidl dir. Nitekim sahabe-i güzîn efendilerimiz sormuş: —“Ey Allah’ın Resûlü, her şey kaderde yazılıysa çalışmayı bırakıp Allah’ın takdirine bağlanmalı değil miyiz? (Bizler niçin bu kadl dar zahmete giriyoruz, niçin cihad ediyorl ruz?) Çünkü bizden kim saadet ehlinden ise saadet ehlinin ameline yönelecek, kim de şaki ise şaki ehlinin ameline yönelecektl tir. Resûlullah (sav): Ancak, iyilik ehline

iyilik ameli kolaylaştırılacak, günah ehline de günah ameli kolaylaştırılacaktır.” (sizler amel-i sâlihi tercih edin) buyurdu. (Sahih-i Buhârî) Bizler amel-i sâlihi tercih etmekle mükl kellefiz. Duâlarımızla, ibâdetlerimizle, çall lışmalarımızla hayırların celbine, tövbe ve istiğfarla ve de her türlü kötülükten rabbiml mize sığınmakla şerlerin def’ine çalışmalıyl yız. Zihnimiz her zaman Kur’ân ve îman hizmetiyle meşgul olmalı; zira temel vazifl femiz budur. Diğer dünyevi çalışmalarımız ve meşgalelerimiz aslî değil; tâli vazifeler İRFAN MEKTEBİ 49


Terazinin iki kefesi

olup âhireti kazanma noktasında basamak ve vesilelerdir. Dünya âhiretin tarlasıdl dır. Âhiretin yerini tutacak kıymeti yoktur. Bu itibarla dünyaya dünya kadar, âhiretl te de âhiret kadar kıymet vermek gerekir. Düşünce dünyamız buna göre şekillenirse Rabbimizin lütuf ve înayetiyle nice güzelll liklere ulaşabilir, nice muvaffakiyetlere erişl şebiliriz. Bu meyanda küçük bir hatıramı sizlerle paylaşmak istiyorum. MÂNÂLI BİR TEVÂFUK

Dosya

Bir gün akşama yakın okuldan çıktım, eve doğru gidiyorum. Beynimde hizmet düşünceleri, hayalleri, projeleri var. Bir ara kalem almak için yolumun üzerindeki kırtl tasiyeye girdim. Kalemin ücretini vermek için elimi cebime attım, param yok. Üzeriml me para almayı unutmuşum. Çantamın cebl binde para olabilir düşüncesiyle elimi çantl tama attım, arabamın anahtarı geldi elime. Eyvah, arabayı okulda unutmuşum. Çoğu zaman okula yaya gidiyordum. O gün arabl bayla gittiğim halde, her zamanki alışkanll lıkla yaya olarak evin yolunu tutmuşum. Durumu fark edince derhal geri döndüm. Dalgın biraz da yorgun bir şekilde okula doğru giderken birisi selam verdi. Kafamı kaldırıp baktım, hafiften uzun boylu bir delikanlı. Yüzü pek de yabancı gelmiyor bana. —Sen Mustafa olmalısın. —Evet, hocam, ben O’yum. —Ne kadar da büyümüşsün. 7. sınıfta senin dersine girmiştim. Acaba aradan kaç yıl geçti? —Yaklaşık 6 yıl oldu hocam. Ben ilköğrl retimden sonra hafızlığımı tamamladım ve şu anda İmam Hatip Lisesine gidiyorum. —Seni zaman zaman arayıp sordum. Kâinatta zerre kadar da olsa hakiki mânâda tesadüfe yer yoktur. Her şey bir hikmet, bir gayeye matuf olarak kaderde planlanmıştır 50 İRFAN MEKTEBİ

—Doğru hocam, selamlarınızı hep aldl dım; ancak sizi ziyaret etmekte tembelliğim oldu, kusuruma bakmayın. —Her ne ise, artık geleceğe bakalım. Biz öğrencilerle çalışmalar yapıyoruz. Sen de aramıza katılırsan çok memnun olurum. —Hocam bu zamana kadar çok kişiden böyle teklifler aldım, ancak hiçbirine gitml

medim. Sizin çalışmalarınıza gelirim, zira sizin benim üzerimde emeğiniz çok. Karşılıklı telefonlarımızı alıp verdik ve ayrıldık. O arkadaşımız şimdi bizimle berabl ber güzel çalışmalara imza atıyor. Her gün okula yaya gittiğim halde o gün arabayla gidişim, arabayı okulda unutuşum tesadüf olabilir mi sizce? Elbette hayır! Zira tesadüf; bir şeyin plansız, programsız, rast gele yapılması demektir. Hâlbuki kâinatta zerre kadar da olsa hakiki mânâda tesadüfe yer yoktur. Her şey bir hikmet, bir gayeye matuf olarak kaderde planlanmıştır. Yine, kalem almak için kırtasiyeye uğramam, cebl bimde paramın olmayışı, çantamın cebini yoklamak zorunda kalıp arabamın anahtarl rını fark edişim tesadüfe havale edilebilecek kadar basit Hâdiseler olmasa gerek. Üst üste gelen bu tevafukların sırrı sonradan daha iyi anlaşılıyor. Meğer bu saydıklarım ne kadar hikmetliymiş! Kader-i İlahî yıllar sonra o delikanlıyla beni buluşturmak için ne de güzel program yapmış! BİR KELİME KURTULUŞ SEBEBİ OLABİLİR Bu, küçük hâdiseden çıkarılabilecek güzel, bir o kadar da büyük neticeler var elbette: 1. Başta da ifade ettiğimiz gibi, her şey kaderde programlanmış. Bizler vazifemizi hakkıyla yapmaya çalıştıktan sonra Cenâb-ı Hak, hiç beklemediğimiz zamanlarda, bekll lemediğimiz fırsatlar karşımıza çıkarabilir. Cüz’î iradesini îman ve Kur’ân hizmetinde kullanmak isteyen nasipli kimselerle bizleri değişik vesilelerle buluşturabilir. 2. Îman, Kur’ân hizmeti mukaddes bir vazifedir. Bu yolun yolcusu, şefkat ve merhametiyle bütün insanları kucaklayabilml melidir. Onları gönülden sevmeli, onlara kendini sevdirmesini bilmelidir. Bu frekansı yakalamadan başkaları üzerinde etkili olmak elbette mümkün değildir. Seni sevmeyen, senin yaptıklarını da sevmez. Sana itiml madı olmayanın senin çalışmalarına da itimadı olamaz. 3. Değişik vesilelerle tanıştığımız, teml mas kurduğumuz kimseler vardır elbette.


Terazinin iki kefesi

Onlarla irtibatı kesmemek gerekir. Dolaylı da olsa, uzaktan da olsa aradaki bağı devam ettirmekte fayda var. Nihayetinde aradan yıllar geçse dahi onlarla tekrar karşılaşabilir ve onlara hizmetimizi, teklifimizi, tebliğl ğimizi yineleyebiliriz. 4. İlk defa karşılaştığımız kimseler olabl bilir. Muhatabın durumuna göre, uygun bir şekilde düşüncelerimizi ve çalışmalarıml mızı anlatmakta fayda vardır. Madem kadl der, o kimseyi bizimle buluşturmuş, bizim de üzerimize terettüp eden vazifeyi ifa etmemiz icap eder. Bu noktada gevşeklik göstermemiz uygun olmaz. Nitekim Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; “Bazen bir kelime sebeb-i necat olur.” Yani, bazen bir kelime bir kimsenin kurtuluşuna vesile olabilir. Bizler o, bir kelimeyi söyleml mekle şu Hadîs-i şerife mazhar olabiliriz:

TAHSİN KIVANÇ

Meseleyi diğer yönüyle ele aldığımızda da şunu görürüz: Tebliğe ait o birkaç kell

Akıllı insan kâr ve zararını iyi hesap eder. O kadar kârı niçin kaçıralım? Bir kişl şinin ebedi selameti uğruna birkaç kelimeyl yi veya cümleyi niçin esirgeyelim? Verilen ücret az mıdır ki bu noktada tembel davranl nalım ve birkaç kelime söz söylemede veya yapacağımız diğer fedakârlıklarda cimriliğiml miz olsun?

Dosya

“Yâ Ali! Allah senin vasıtanla tek bir kişiye hidayet ederse; Allah’a yeml min ederim ki o, senin için kızıl devell lere sahip olmaktan daha iyidir.”

limeyi söylemekteki cimriliğimiz o kadar kazancın kaçıp gitmesine sebep olur. Üstl tüne üstlük üzerimize büyük bir mesuliyetl ti de yıkarak gider. Terazinin iki kefesi var. Birinde sevap, diğerinde mesuliyet söz konusu… Sevabı çok olan fiillerin manevi mesuliyeti de o nispette çok olur. Hadîs-i Şerifin ifadesiyle; bir kişinin bizim vasıtaml mızla imanını kurtarması bizim için sahrall lar dolusu koyunu Allah yoluna vermekten daha hayırlıdır. Öyle ise, hizmet ve vazifede lakayt kalmak, hem o müthiş kârı kaçırmayl ya, hem de ind-i ilâhide şiddetli mesuliyete sebep olur.

Cenâb-ı Hakkın, vazifemizi müdrl rik, nice güzel çalışmalar ihsan etmesi dileğiyle…

İyilik ehline iyilik ameli kollaylaştırılacak, günah ehline de günah ameli kolaylaştırılaccaktır.” (Sizler amel-i sâlihi tercih edin) (Sahih-i Buhârî) İRFAN MEKTEBİ 51


Resûlullah (sav)’in dilinden tebliğ

Resûlullah (sav)’in dilinden

tebliğ ‫عن أبي سعيد‬ ‫اخلدري رضي اهلل عنه‬ ‫قال مسعت رسول اهلل صلى‬ ‫اهلل عليه وسلم يقول من رأى منكم‬ ‫منكرا فليغريه بيده فإن مل يستطع فبلسانه فإن مل‬ ‫يستطع فبقلبه وذلك أضعف اإلميان‬ ‫رواه مسلم والرتمذي وابن ماجه والنسائي‬

Dosya

Ebû Saîdu’l-Hudrî: “Ben Hz. Peygl gamber (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim:” “Sizden kim (dînimize uymayan) bir münker görürse (seyirci kalmayıp) onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse lisl sanıyla düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı îmanın en zayıf mertebesidir.” (Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce)

‫وعن ابن عباس رضي اهلل عنهما عن النيب صلى اهلل عليه‬ ‫وسلم قال‬ ‫ليس منا من مل يرحم صغرينا ويوقر كبرينا ويأمر‬ ‫باملعروف وينه عن املنكر‬ ‫رواه أمحد والرتمذي واللفظ له وابن حبان يف صحيحه‬ İbn Abbas (ra) Peygamberimiz (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Küçüğümüze şefkat etmeyen, büyüğl ğümüze saygı göstermeyen, iyiliği emredl dip, kötülükten de nehyetmeyen bizden değildir.” (Ahmed, Tirmizi, İbn Hibban)

‫وروي عن ذرة بنت أبي هلب رضي اهلل عنها قالت‬ ‫قلت يا رسول اهلل من خري الناس قال أتقاهم للرب عز‬ ‫وجل وأوصلهم للرحم وآمرهم باملعروف وأنهاهم عن‬ 52 İRFAN MEKTEBİ

‫املنكر رواه أبو الشيخ يف كتاب الثواب والبيهقي يف الزهد‬ ‫الكبري وغريه‬ Zerre bt. Ebû Leheb (ra)’den şöyle rivl vayet edilmiştir: (Bir gün) “Ya Resûlallah! İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye sordum. O da “Rab azze ve celleden en çok korkanı, en çok sıla-i rahim yapanı, iyiliği emredip, kötüll lükten de nehyedenidir.” buyurdu. (Ebuş-Şeyh, Beyhaki)

‫وعن النعمان بن بشري رضي اهلل عنهما عن النيب صلى‬ ‫اهلل عليه وسلم قال‬ ‫يف حدود اهلل والواقع فيها كمثل قوم استهموا على‬ ‫سفينة فصار بعضهم أعالها وبعضهم أسفلها فكان الذين‬ ‫يف أسفلها إذا استقوا من املاء مروا على من فوقهم فقالوا‬ ‫لو أنا خرقنا يف نصيبنا خرقا ومل نؤذ من فوقنا فإن‬ ‫تركوهم وما أرادوا هلكوا مجيعا وإن الشاة على أيديهم‬ ‫جنوا وجنوا مجيعا‬ ‫رواه البخاري والرتمذي‬ Numan b. Beşir (ra)’dan Peygambl berimiz (sav)in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah’ın hududuna riayet eden (helâl ve haramlara dikkat eden) ve o hududa tecl cavüz edenler, bir gemiye binen topluluğa benzerler. Bu topluluğun bir kısmı geminl nin üst kısmına, bir kısmı da alt kısmına yerleşirler. Alt kısımda olanlar kendilerine su lazım olunca yukarıdan temin ederler. (Bu gidip gelmeden yukarıdakileri rahatsız ederler). Alttakiler kendi aralarında ‘Eğer nasibimize düşen geminin bu alt kısmından bir delik açarsak, (kolayca su temin ederiz ve) üstümüzdekileri rahatsız etmeyiz’ desell


Resûlullah (sav)’in dilinden tebliğ

ler (ve bunu uygulamak isteseler). Yukarıdl dakiler aşağıdakilerin yapmak istediklerine engel olmazlarsa hep beraber boğulurlar. Eğer onlara engel olurlarsa hep beraber kurtulurlar.” (Buhari, Tirmizî) EMR-İ BİL-MARUF NEHY-İ ANİL-MÜNKER YAPMAYANLAR HAKKINDA

‫وعن حذيفة رضي اهلل عنه عن النيب صلى اهلل عليه‬ ‫وسلم قال‬

Huzeyfe (ra) anlatıyor: Resûlullah (aleyhl hissalâtü vesselâm) buyurdular ki: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder ve kötl tülükten nehyedersiniz veya Allah’ın katl tından umumî bir belâ üzerinize yakın bir zamanda gelir. O zaman yalvar yakar olursl sunuz da duânız kabul edilmez.” (Tirmizî)

‫عن ابي هريرة قال قال رسول اهلل صلى اهلل عليه وسلم‬ ‫اذا عظمت اميت الدنيا نزعت منها هيبة اإلسالم واذا‬ ‫تركت األمر باملعروف والنهي عن املنكر حرمت بركة‬ ‫الوحي واذا تسابت اميت سقطت من عني اهلل‬ ‫أخرج احلكيم‬ Ebû Hureyre (ra)’dan rivayet edilmiştir. Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Ümmetimin gözünde dünya büyürse, ondan İslâm’ın heybeti çıkarılır. Emr-i bilmaruf ve nehy-i anil-münkeri terk ettikleri zaman, vahyin bereketinden mahrum kall lırlar. Ümmetim birbirine sövdüğü zaman Allah’ın gözünden düşerler.” (Hakimü’t-Tirmizi)

Hz. Ebû Bekir (ra)’dan rivayet edilmiştir: “Ey insanlar! Sizler şu âyeti okuyor, fakl kat yanlış anlıyorsunuz: «Ey iman edenler! Siz kendinize bakın! Hidâyete erdiğiniz takdirde, dalâlete düşenler size zarar verml mez.» (Maide: 5/105). Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)’ın: «İnsanlar, zâliml mi görüp elinden tutmazlarsa, Allah kendi katından hepsine ulaşacak umumî bir belâ göndermesi yakındır» dediğini işittim.” (Ebu Dâvud, Tirmizî, Nesei, İbn Mâce)

Dosya

‫والذي نفسي بيده لتأمرن باملعروف ولتنهون عن املنكر‬ ‫أو ليوشكن اهلل يبعث عليكم عذابا منه ثم تدعونه‬ ‫فاليستجيب لكم‬ ‫رواه الرتمذي وقال حديث حسن غريب‬

‫عن أبي بكر الصديق رضي اهلل عنه قال يا أيها الناس‬ ‫إنكم تقرؤون هذه اآلية يا أيها الذين آمنوا عليكم أنفسكم‬ ‫ال يضركم من ضل إذا اهتديتم املائدة وإني مسعت رسول‬ ‫اهلل صلى اهلل عليه وسلم يقول إن الناس إذا رأوا الظامل‬ ‫فلم يأخذوا على يديه أوشك أن يعمهم اهلل بعقاب من‬ ‫عنده‬ ‫رواه أبو داود والرتمذي وقال حديث حسن صحيح وابن‬ ‫ماجه والنسائي وابن حبان يف صحيحه ولفظ النسائي‬ ‫إني مسعت رسول اهلل صلى اهلل عليه وسلم يقول إن‬ ‫القوم إذا رأوا املنكر فلم يغريوه عمهم اهلل بعقاب‬

Nesei’nin rivayeti şöyledir: Ben, Resl sûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın: “Bir kavim İçlerinde kötülükler işlendiğini gördl düğünde, (bu kötülükleri bertaraf edecek güçte oldukları halde) seyirci kalır, müdâhl hale etmezlerse, Allah onların hepsini cezall landırır» dediğini işittim.”

‫وعن أبي هريرة رضي اهلل عنه قال‬ ‫كنا نسمع أن الرجل يتعلق بالرجل يوم القيامة وهو‬ ‫فيقول له ما لك إلي وما بيين وبينك معرفة فيقول كنت‬ ‫تراني على اخلطإ وعلى املنكر وال تنهاني‬ ‫ذكره رزين ومل أره‬ Ebû Hureyre (ra) şöyle demiştir: Şöyle dendiğini işitirdik: Kıyamet günl nünde bir adam bir adamı yakalar. O da “Beni niye tutuyorsun? Ben seni tanımıyl yorum.” der. Diğer adam “(Hayır) sen dünyada iken benim hata ettiğimi, kötülük işlediğimi görürdün de, beni bundan nehyl yetmezdin” der (ve ondan davacı olur). (Rezin) İRFAN MEKTEBİ 53


Gül kırmızı ve aşk sızı

Gül kırmızı ve

aşk sızı

Zafer ŞIK en gittin, hazan düştü bahçemize Sen gittin, tarumar oldu her şey Sen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. Sevgili! önce kum deryalarına düştük sonra serâba bugüne kadar umutlardı bizi ayakta tutan sevdandı kimsesiz çöllerde yürekleri bir tutan, yalnızlığa açılır bütün kapılar sensiz sen yoksun diye, sicim sicim karanlık yeşerdi içimizde dalga dalga hasretindi kalbimizde alevlenen gönlümüze batan dikenler ne ki büyüttüğümüz güller sadece sen kokmak içindi. Sevgili! en haşin haliyle girdaba düştük sensizliğe sürgün edildik ilkin sonra mağara arkadaşın bırakıp gitti bizi sonra kılıçların efendisi ardından cennet gençlerinin efendileri ve diğerleri birer birer bırakıp gittiler bizi dilimiz lâl, âmâ kaldı gözlerimiz 54 İRFAN MEKTEBİ

sen olmasaydın kalpler sevmeyi öğrenebilir miydi! ey, ihsanda nisan bulutunu geçen Sevgili. örümcek, gözlerde hâlâ en kalın perdedir sırların sırrı kisranın sarayında ondört burcunun düştüğü yerdedir. en büyük mucizen Kur’ân’dı, sonra Sen’din güneşi sağ eline, ayı da sol eline alsaydın yine de çözülmezdi ebterlerin kalbindeki kir! ey ay yüzlü güzel! bütün kelamları yazan kalemin emriydi gidişin oysa ne kadar çok beklemişti gelişini Hira ne kadar da çok yolunu gözlemişti Râhip Bahira bir tek Bilâl değil, cihan alışmıştı sana hüzündü ardında biriktirdiğimiz yokluğunun vadilerinde yuvarlanırken yaralı kalbimizin fısıltısına günâha battık ama konuşan gözlerimizin hıçkırığına


Gül kırmızı ve aşk sızı

“tebessüm sadakadır” fermânınla bir damla bengisu ver n’olur n’olur nûrunu gönder yoksul umutlarımıza. asırlardır yetimliğe açılır gözlerimiz bir pazartesi ilk defa, aşk gibi aşk yaşamıştı dünya ilk defa karşı karşıya gelince Bedir’de, baba ve oğul çoğalmıştı dillerdeki keşkeler, haberler uçuran bir güvercinin kanatları altında eleverir bizi ahir zaman. Sen gittin, hazan düştü bahçemize Sen gittin, tarumar oldu her şey Sen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. hicretimiz var kervan kervan yurduna bizi de coşkuyla karşılar mı Medineli kadınlar kardeş kabul eder mi ensar bizi de ondört asırdır takvimlerde kalınca bahar adı Muhammed olmayan güller dövünür. omuzlarımızda taşıyamadığımız en ağır yük bestelenmemiş gidişindi, sevdandı hasretindi her taşa desen desen nakşettiğimiz! ey gecemizi gündüze çeviren Sevgili kardeşin “Yusuf’u görüp ellerini kesen kadınlar seni görselerdi kalplerini keserlerdi” nisanı unuttu yokluğunda dünya nisyan sardı bütün cihanı sen olmayınca her hayat bir ırmaktır sana akan yolu sana kavuşamayanın daim zehirdir damarlarında dolaşan. yüzünü göster ağustos gülü oluversin ateş, çöller vaha sen olmayınca gökler bir damla rahmet indirir mi hasretinden çatlamış dudaklarımıza! Necâşi’nin Zeylâ’sından davet var yine! gel ki nisanı nisan gibi, baharı bahar gibi aşkı aşk gibi yaşalım bir daha! müjdelediğin gibi altı asırdır ezanlar hala dalgalanır Konstantin burçlarında. heybemizde senin özlemin dünya saltanatına bedel kaç insan

hizmetkârın olmayı istemişti. şimdi bahtsız bir kıtada iz süreriz sana kavuşmak için şimdi resimlerle tarifsiz uçurum kenarında dünya gül iklimini çoktan yitirdik Sevgili hicran mevsimine düştük, masallarla büyütüldük oysa adın anılınca susuyor bütün masallar kırmızı kokuyor özlemin, gül kırmızısı ne çok yakışırsınız birbirinize Sen ve kırmızı! Sen gittin, hazan düştü bahçemize Sen gittin, tarumar oldu her şey Sen gittin, geriye doyumsuz bir aşk bıraktın bize. kirli yağmurlarla ıslanıyor dünya güneş, ışığını suçlu indiriyor yeryüzüne yokluğunda geceler kavuşur mu gündüze! gel, yıldızlar dökülsün yollarına müjdelesinler tek tek Muhammed Mustafa’yı gel, yorgunluk çöreklendi yokluğunda omuzlarımıza gel, gülü koparmadan sevmeyi öğret bize seni yaşayınca gülistan oluyor dünya seni yaşayınca gül kokuyor insan. geldin! bin dört yüz seneler geçti rüzgârlara kapıldık firakınla, izini kaybettik sen sevmeyi, sevilmeyi öğretirken bize anne karnında kurşun sesleriyle tanıştı bebekler sen sevgi ekerken, biz ölüm, biz zulüm biz sevgisizlik koklamaya başladık ey Nebi! senin getirdiğin nurla yeniden dirileceğiz düştüğümüz yerden, kaybolduğumuz yerdl den kalkacağız yeniden ey gelişiyle karanlıkları aydınlığa çeviren Sevgili! bugün gibi, yine bir pazartesiydi gidişin yüz yirmi beş bin değil şimdi milyonlar diyor ki ey Resûl: «Allah’ın elçiliğini ifa ettin vazifeni hakkıyla yerine getirdin bize vasiyet ve nasihatte bulundun!» «Şâhid ol yâ Rab! şâhid ol yâ Rab! şâhid ol yâ Rab!»

İRFAN MEKTEBİ 55


Osmanlı mezar taşı kitâbeleri

Osmanlı mezar taşı kitâbeleri Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, idam edildiğini anlatan boyun kısmındaki kement, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, ok-yay – ki namlı bir kemankeş olduğuna işaret eder - ve okur-yazarlığına delalet eden kalem-divit gibi simgelerde de, kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmeye çalışılmıştır.

Mustafa YILMAZ

m.yilmaz@irfanmektebi.com

FOTOĞRAFLAR: MUSTAFA YILMAZ

smanlı mezarlıkları ve mezar taşları dün olduğu gibi bugün de herkesin ilgisini çekmektedir. Çünkü bu mezarlıklar, endl damlı servileri, rengârenk çiçekleri ve sanat şâheseri taşlarıyla insana huzur veren mekl kânlardır. Eski mezarlıklarımızda ölümün, insana ürperti veren soğuk yüzü görülmez. Osmanlı Medeniyeti buraları birer ‘mânevî istirahat bahçesi’ne çevirmiştir. Mezar taşı kitabeleri yapıları itibariyle de sanat ve estl tetiğin konusu olmuşlardır. Çok ince taş işçiliği, çeşitlilik arz eden başlıkları, taşıdıkll ları edebî ifadeler ve yazı sanatının çok güzl zel örneklerini taşımaları onları önemli kılml mıştır. Ayrıca kişi ile ilgili en doğru bilgiler mezar taşlarından elde edilmiştir. Meselâ, Sicill-i Osmâni müellifi Mehmed Süreyyâ kitabını telif ederken büyük ölçüde mezar taşlarından faydalanmıştır. Her zaman öğündüğümüz medeniyetiml mizde, mezarlık alanları şehir dışına, hayatl tın dışına taşınmamış, devamlı göz önünde olan yerlere yapılmıştır. Önemli kişilerin türbelerinin etrafı, câmi hazîreleri, bazen mahallenin en mevkî yeri, mezarlık alanı olarak tahsis edilmiştir. Bir manada insanlar ölüleri ile birlikte yaşamış, bundan da huzl zur duymuşlardır. Bu sayede, devam edip giden hayatta fâniliklerini hiçbir zaman unutmamış, devamlı iyilik ve güzellik peşl şinde olmuşlardır. Her gün beraber oldukll ları yahut önünde geçerken hayır duâ ile andıkları bu mezar sakinleri, onlara hayatın fâniliğini, geçiciliğini hatırlatarak, kalıcı güzelliklere yönelmelerini hatırlatmıştır. Hayatın her safhasında gerçek güzelliğl 56 İRFAN MEKTEBİ

ği yakalama gayreti, mahallenin bu mezar köşesinin de estetikten nasiplenmesini sağll lamıştır. Kadın mezar taşına ayrı bir güzl zellik, erkek mezar taşına ayrı bir özellik verilmiştir. Mezar taşına yazılan edebî ifadl deler, düşürülen tarih mısraları, hayatı şuul urla yaşamanın bir ifadesi olarak görülebilir. Mezardaki kişi ile ilgili bilgiler taşa kaydedl dilmiş, en doğru bilgiler taşa kaydedilerek sağlam bir kaynak oluşturulmuştur. Mezar Taşı Kitâbelerinin Yapısı Mezar taşı kitâbelerinde üç önemll li özellik ve sanat göze çarpmaktadır. Taş işçiliği, yazı sanatı ve mezar taşlarında bull lunan dinî ve edebî ifadeler... Yapı olarak mezar taşları birbirlerine benzer özellikler göstermektedir. Ana farklılık erkek ve hanl nım mezar taşlarında görülür. Erkek mezar taşlarında ölünün statüsüne göre bir başlık bulunmasına karşın, hanım mezar taşlarında çiçek motifleri başlık olarak yer alır. Osmanlı’da batılı anlamda bir heykel geleneği yoktur. Batıda en, boy ve derinliği olan insan ve hayvan figürleri çalışılmasınl na karşılık, Osmanlı’da özellikle mimarî unsurlarda çok farklı bezemelere sahip taş işçiliği kullanılml mıştır. Bunun yanında mezar taşı kitâbeleri, taş işçiliği olarak çok zengin örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır. Genl nelde, kadın ve erkek mezar taşı olarak iki gurupta toplanan bu taşll


Osmanlı mezar taşı kitâbeleri

bilmiştir. Şüphesiz erkek mezar taşlarının en dikkat çeken kısmı başlıklardır. Başlıklar üç ana kısma ayrılabilirler: KAVUKLAR 1. Kallavi Kavuk, 2. Mücevveze Kavuk, 3. Burma Sarıklı Kavuk, 4. Kafesi Sarıklı Kavuk, 5. Kâtibî Kavuk, 6. Örfî Kavuk, 7. Yeniçeri Başlığı, FESLER 1. Mahmûdi Fes, 2. Azîzi Fes, 3. Hamidî Fes, 4. Tarikat Başlığı, 5. Mevlevî Başlığı, 6. Kadirî Başlığı, 7. Nakşî Başlığı, 8. Bektl taşî Başlığı, 9. Melâmi Başlığı, 10. Sünbüliye Başlığı

lar, kendi içinde de farklılıklar göstermektl tedir. Erkek Mezar taşlarında, sosyal statü gereği başlıkları çok çeşitlidir. Erkek mezl zar taşları başlık taşımalarına karşılık, kadın mezar taşlarında daha çok hanım zarâfetini yansıtan çiçek motifleri bulunmaktadır. Kadın olsun erkek olsun bir mezar taşı kitabesinin yapısı (farklı tasnifler yapılabilirsl se de) şu sınıflara ayrılabilir. 1-Başlık ve Sembol, 3-Kimlik, 4- Duâ, 5- Tarih

2-Serlevha,

Şüphesiz bu tasnif ana başlıkları itibariyll le yapılmıştır. Bu isimler çoğu zaman yer değiştirebildiği gibi, birbiri içine yedirilmiş olarak da yer alabilmektedir. Yine bazı taşll larda bu bölümlerin biri yahut ikisi yer alml mamaktadır. Bazı mezar taşlarında manzum ifadeler yer almakta, bazı mezar taşlarında ölüm tarihi bulunmadığı gibi bazı mezar taşlarında, mevtanın ölüm günü saati ile verilmiştir. Mezar Taşı Başlıkları Erkek mezar taşı kitabelerinde mevtanın sosyal hayattaki statüsünü yansıtan, başlıklar ve semboller mezar taşı kitabelerine işlenml miştir. Her halde dünya üzerinde pek az toplum, mezar taşlarını usta işi bezemeler, lâleler, sümbüller ve sair nebâtât ile süsleyip mezarlıklarını Osmanlılar kadar şenlendirebl

Osmanlılar’da mezar taşlarının asıl amacının bir insan tasviri yapmak olmadl dığı, aksine, o insanın pâyesini, daha alt katmanda kimliğini ortaya çıkarmak, kısacası taşın sahibini tanıtmak olduğl ğu görülecektir. Kişinin genç yaşta ölmüş olduğunu belirten çiçek, hacı olduğunu belirten hurma ağacı, îdam edildiğini anlatan boyun kısmındaki kement, mesleklerini yansıtan tulumba, çapa, ok-yay –ki namlı bir kemankeş olduğunl na işaret eder– ve okur-yazarlığınl na delalet eden kalem-divit gibi simgelerde de, kişinin kimliği ile ilgili daha özel bilgiler verilmeye çalışılmıştır. Bu yüzden, serpuşun ve diğer simgelerin mezar taşlarındl daki anlamı, son derece büyüktür. Osmanlılarda sosyal statünün en önemli göstergesi mezar taşlarının, taş işçiliği ve edebî özelliği yanındl da yazı sanatı bakımdan önemi bull lunmaktadır. Tarihi mezar taşı kitl tâbelerinde, Osmanlı’nın önemli hattatlarının yazdığı imzalı mezar taşı kitabeleri bulunmaktadır. Mezar taşlarında genellikle celî sülüs, celî talik, kûfi yazı çeşitleri kullanılmıştır. Sanatta üslup sahibi hattatlar yazdıkları mezar taşı kitâbell lerinin sonuna imzalarını atmışlardır. İmza sadece hattat ismi olduğu gibi genelde ‘bunu yazan’ anlamına gelen Arapça “ketebehû” fiiliyle birlikte de kullanılmıştır. İRFAN MEKTEBİ 57


Sil gözyaşlarını baba!

hikâye

Sil gözyaşlarını baba! Mücteba üzülüyordu. Yemek yerken bile boğazında bir şey düğümleniyordu sanki ve zor yutkunuyordu lokmaları. Alelacele kahvaltı yapıp masadan kalktı. Bir an önce hastaneye gidip dedesini görmek istiyordu.

Sedat EROĞLU ücteba sabah kalktığında kendini çok farklı hissediyordu. Biraz uykusu var gibiydi; ama içinde başka kıpırtılar koşuşuyordu. Tekrar yatmayı hiç düşünmedi. Hemen perdeyi açtı. Dışarısı her günkünden daha farklı görl rünüyordu. Bu farklılık havanın biraz bulutll lu olmasından değildi tabiî ki. Pencereden etrafa şöyle bir göz attı. Sarı, beyaz alacall lı bir kedi evlerinin yanındaki duvara bir sıçrayışta çıktı ve ön ayaklarını ileri atarak 58 İRFAN MEKTEBİ

Hastaneye vardığında babasının kapıda beklediğini gördü. Sadece bakıştılar. Babasının gözleri dolmuştu. Bir damla yaş yanağğından aşağı süzüldü. Mücteba sil gözyaşlarını baba diyecekti. İkisi de üzüntüsünden bir şey söyleyemedi. Babası elini oğlunun omzuna attı, birlikte yürümeye başladılar.


Sil gözyaşlarını baba!

gerindi gerindi. Ön patilerindeki tırnaklarl rını o kadar açtı ki sanki hepsi birer hançer gibiydi. Kedi, Mücteba’nın ilgisini çekmiştl ti. Fakat daha fazla izleyemedi. Heyecanını biraz olsun yatıştırmak için derin nefes aldı, ellerini yüzüne kapattı ve bir süre öyle kaldl dı. Ellerini yüzünden çekti yerde terliğinin tekini gördü sağ ayağına giydi. Her zaman terliklerini ve ayakkabılarını giyl yerken önce sağı sonra solu giyerdi. Daha küçükken babasından bunun sünnet olduğl ğunu duymuştu. İnsan kimi severse her şeyi onun gibi yapml mak ister. O sevilmeye en layık insanın Peygamberimiz aleyhissalati vesselam oldl duğunu düşünürdü. O’nu hep taklit etmek isterdi. Mücteba dışarı çıkınca önce yüzünü yıkadı ve mutfağa doğru yürüdü. Her sabah mutfl fağa ilk girdiğinde annesi orada kahvaltı hazl zırlıyor olurdu. Bu sabah mutfakta annesini göremeyecekti. Bu onu hüzünlendirmişti ama içindeki asıl sıkıntı dedesinin hastalığl ğının ilerlemiş olmasıydı. Mutfaktan içeri girdiğinde teyzesinin kahvaltı masasında kendisini beklediğini gördü. Masaya doğru ilerlerken teyzesine; - Selamün aleyküm, dedi. - Aleyküm selam yeğenim, hevesinden erkl ken kalktın herhalde - Doğru dürüst uyuyamadım ki zaten teyzl ze. Bir o tarafa bir bu tarafa dönüp durdum. Hep dedem gözümün önündeydi. Babamla annem de mi yanında şimdi? - Evet onlar sabah namazından sonra gittill ler hastaneye. Biraz önce annenle telefonda görüştük merak etme iyiymiş. Mücteba üzülüyordu. Yemek yerken bile boğazında bir şey düğümleniyordu sanki ve zor yutkunuyordu lokmaları. Alelacele kahvaltı yapıp masadan kalktı. Bir an önce hastaneye gidip dedesini görmek istiyordu. Teyzesi ona hangi dolmuşla gideceğini ve nerede ineceğini tarif etti. Dalgın gibi durl ruyordu mücteba yinede dişlerini misvakla fırçalamayı unutmadı. Hastaneye vardığında babasının kapıda bekll

lediğini gördü. Sadece bakıştılar. Babasının gözleri dolmuştu. Bir damla yaş yanağından aşağı süzüldü. Mücteba sil gözyaşlarını baba diyecekti. İkisi de üzüntüsünden bir şey söyleyemedi. Babası elini oğlunun omzuna attı, birlikte yürümeye başladılar. Ne garip bir yerdi burası. Hastaneyi ilk görml mesiydi bu. Çok etkilenmişti. Dedesinin kaldığı odada başka hastalar da vardı. Bazıll ları inliyor, bazıları sanki hiç kıpırdamadan yatıyordu. Hastanenin kapısından girdiğindl den beri hep etrafını incelemiş, orasının nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışmıştı. Aslında biraz ürpermiş ve korkmuştu. Hayl yalinden kendisinin de bir gün buraya hasta olarak gelebileceği geçmişti. Zaten onu asıl ürperten de bu ihtimaldi. Dedesinin kaldl dığı odaya doğru ilerlerken sağlı sollu açık kapılardan içeriye baktı. Ayağı alçılı, kafası sargılı, hırıltılı nefes alabilen, ağzına oksijl jen tüpü takılmış olan birçok kişi görmüştl tü. Acaba hangisinin yerinde olmak daha iyidir diye düşündü. Sonuçta hepsi de çok zordu. Bir de onu en çok etkileyen hemen hemen kendi yaşlarına yakın bir çocuğun acı içinde feryat etmesi oldu. Bir sedyenin üzerinde İRFAN MEKTEBİ 59


Sil gözyaşlarını baba!

taşıyorlardı. Sedye hızla Mücteba’nın yanl nından geçti. Çocuğu görememişti ama sanki sesi tanıdık geliyordu. Dedesi kapının girişine yakın bir yatakta yatıyordu. Kolunda serum bağlıydı. Serum çok yavaş damlıyordu. Bu hızla dört-beş saat sürer diye düşündü içinden. Mücteba; - Geçmiş olsun dede. dedi. Burada çok sıkl kılıyorsundur herhalde. Dedesi; - Bazen öyle oğlum. Dedi. Fakat güzel bakl kan güzel görür, güzel gören hayatından lezzet alır. Benim de burada olmaktan doll layı kazandığım bir şeyler var. - Nasıl olur dedeciğim dedi. Mücteba, burl rada olmayı kim ister? - Doğru söylüyorsun burada olmayı kimsl se istemez. Ama ben şu anda buradayım ve burada olmam gerekiyor. Öyleyse burada olmanın güzel taraflarını görmeye çalışıyorl rum. - Nasıl yani?

- Dede peki Allah bizi sevmiyor mu? Neden bu hastalıkları, musibetleri veriyor? Bize ne faydası var? 60 İRFAN MEKTEBİ

- Bak oğlum! Biliyorsun bizi ve bütün kail inatı yaratan Allah’tır. Her şey O’nun elindl dedir ve her şey O’nun isteğiyle olur. Öyle mi? - Tabi ki öyledir dede. - Peki bana bu hastalığı veren de O değl ğimlidir? - Evet Allah’tır.

- Ben şimdi O’na itiraz mı edeyim? Halbl buki hayatım boyunca bana sayısız nimetll ler vermişti. Onlara itiraz etmedim. Çok hikmetli olarak nefsime sıkıntı veren bu durumda; Ey Allah’ım verdiğin nimetler güzeldi. Ama bu hastalığı beğenmedim mi diyeyim. Bak şimdi! Bir güz mevsiminde Ahmet Emmi uzak memleketteki bir dostl tunu ziyarete gitmiş. O dostu Ahmet Emml mi’yi karşılamış ve güzelce misafir etmiş. Ertesi gün de bağa götürmüş. Ahmet Emmi bağdaki çeşit çeşit lezzetli üzümleri yeyince hızını alamamış. “Ya Hu arkadaş” demiş. Eliyle bağın etrafındaki tarlaları göstererl rek “şuraları şuraları da bağ yapsaydın ya”. Arkadaşı biraz gülümsemiş ve Ahmet Emml mi’yi beş altı ay sonrası için tekrar davet etmiş. Ahmet Emmi o güzel üzümlerin hatırına bahar mevsiminde yine dostunu ziyarete gelmiş. Biraz hoşbeşten sonra “Hadi bağa gidelim” demiş Ahmet Emmi. Tabi baharda bağda bolca iş olur. Gitmişll ler ellerinde bel, çalışmaya başlamışlar. Bir az sonra Ahmet Emmi “Yâhu arkadaş” demiş. Eliyle bağın bir kısmını göstererek “Şu kadar bağ neyine yetmezdi”. İşte insan böyledir. Nîmetler gelirken daha yok mu? der. Biraz sıkıntıyı görünce de bu kadar da olmaz ki der. - Dede peki Allah bizi sevmiyor mu? Nedl den bu hastalıkları, musibetleri veriyor? Bize ne faydası var? - Allah bizi tabi ki seviyor. Başımıza gelen musibetlerin farklı hikmetleri vardır yavrl rum. Bazı hastalıklar ve musibetler vardır ki insan kendinin ne kadar aciz, zayıf ve fakir olduğunu anlayarak sonsuz güç ve kudret sahibi olan Allah’a sığınır. Böylelikll le ibâdetlerini daha ihlaslı yapmaya gayret eder. Hem dünyada huzurlu yaşar. Hem de sonsuz ahiret hayatında cennet gibi ebedi saadet mükafatını kazanmış olur. İnsanın başına gelen bazı sıkıntılar ise şefkat tokatll larıdır. - Şefkat tokadı ne demektir? dede. - Bir çocuk tehlikeli bir şeyle oynarken annl nesinin ikazlarını dinlemezse annesi ona bir tokat atar. O da bu tokadın korkusuyla o tehlikeli şeyi bırakır. Hemen annesinin şefkl


Sil gözyaşlarını baba!

katli sinesine sığınır. Şimdi bu tokat kimin işine yaradı? Annenin mi? Çocuğun mu? İşte insan bazen kendisinin cehenneme gitml mesine vesile olacak durumlara girer. Gafletl te dalar. Allah’ı, ahireti, ölümü unutabilir. Allah ona bir sıkıntı verir. O kişi kendine gelir. İstikametli yola yani Allah’ın istediği şekilde yaşamaya geri döner. Kurtulur. Dedesinin anlattıklarını dikkatle dinlerken hastaneye girdiğinden beri gördüğü hastall lar tekrar canlandı gözünün önünde. Ben olsam dedem gibi düşünüp rahatlayabilir miyim acaba? derken; - Dedeciğim son bir şey daha soracağım dedi. Mücteba. - Bu sıkıntılara ya da hastalıklara hiç itiraz etme hakkımız yok mu? - Usta, sanatkar bir terzi düşün. Bu terzi parayla kendine modellik yapması için fakir bir adamı kiralıyor. Diktiği bir elbiseyi ona giydiriyor. Elbisenin nasıl durduğuna bakml mak için o adamı oturtuyor, kaldırıyor, sağa, sola döndürüyor. Bazen de elbiseyi kesip biçiyor, kısaltıp uzatıyor. Şimdi, bu parayla modellik yapan fakir adam, dese ki maharl retli terziye; “sen bana oturup kaldırmakla zahmet veriyorsun. Hem beni güzelleştiren elbiseyi kesip biçmekle beni çirkinleştiriyl yorsun”. Ne kadar ahmaklık eder değil mi? Çünkü o bir modeldir ve o elbise de onun kendi malı değildir. İşte bizim bedenimiz dahi bizim malımız değildir. Madem bize veren ve onu güzelleştiren Allah’tır. Öyleysl se onun üzerinde istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Mücteba o gün dedesinden çok etkilendi. Çünkü etraftaki çoğu hastalar ya inliyordl du ya da morali bozuk, kaşları çatık, hem bedenen hem ruhen ızdırap çekiyorlardı. Dedesinin ise belki oradaki çoğundan daha fazla acıları vardı. Çünkü hastalığı o kadar ilerlemişti ki birkaç gün sonra vefat etmiştl ti. Ama buna rağmen ne inliyordu ne de kaşlarını çatıp isyankar bir vaziyet alıyordu. Hatta gülümsüyordu.

Dedesinin anlattıkları onu mantıken ikna etmişti ama yine o durumlara düşmek isteml mezdi. Ya Rabbi beni ve tüm Müslümanll ları buralara hasta olarak düşürme diye duâ etti. Babası refakatçi yani dedesine yardımcı olarl rak hastanede kaldı. Mücteba ise annesiyle beraber hastaneden ayrılıyorlardı. Dedesini öptü. “Allah sana hayırlı şifalar versin” diye duâ etti. Tam hastaneden çıkacaklardı ki, iki sokak ilerideki müstakil evde oturan komşularl rı Hatice hanıma rastladılar. Mücteba’nın annesi; - Hayrola Hatice Hanım? Diye sordu. Hatice Hanım çok üzgün görünüyordu. Gözündeki yaşları silerken; - Sorma komşu, dedi. Bizim Tayfun balkl kondan aşağı sarkarken düştü. - Geçmiş olsun komşum. Durumu nasıl? - Sağ bacağı kırıldı. Şu anda ameliyatta. Sonra da alçıya alacaklarmış. O zaman Mücteba’nın kafasında şimşekler çaktı. Hastaneye ilk girdiğinde ağlayarak sedyede götürdükleri çocuğun sesi Tayfunl n’a benziyordu. O’nu en son gördüğünde mahalledeki kedilere ve kuşlara taş atıyor ve onları yaralıyordu. Mücteba içinden şefkat tokadı dedi. Yine de arkadaşının durumuna çok üzülmüştl tü. Dedesine ve Tayfun’a hayırlı şifall lar vermesi için Allah’a tekrar duâ etti.

İRFAN MEKTEBİ 61


Bilgisayarda Osmanlıca

Bilgisayarda Osmanlıca Arif AKTAŞ

bilisim@irfanmektebi.com

Bilgisayarımda Osmanlıca yazmak istiyorum ne yapmam lazım? www.irfanmektebi.com/osmanlica sitesinden gerekli programı indirip kurmanl nız gerekiyor. Osmanlıca klavyeye ihtiyacım var mı? Hayır, gerek yok mevcut Türkçe klavyl yenizi kullanabilirsiniz Peki, dikkat etmem gereken bir durum var mı? Sitede teferruatlı bir izah var. En çok dikkat edeceğiniz hususlar şunlardır:

Bildiğiniz gibi okutucu "‫"ه‬, kendinden sonraki harf ile birleşmez. Bunun için okutl tucu "‫ "ه‬harfinden sonra Shift () tuşu ile beraber boşluk tuşuna basmanız gerekiyor. Sadece boşluk tuşuna basarsanız ayrı bir kell lime gibi işlem görür.

Ayrıca "‫ "ى‬ile biten bir kelime "‫ "ى‬ile başlayan ek ile birleşmez. Bunun için yine Shift+boşluk tuşları kullanılmalıdır. Dört tane hemze vardır. Bunlar, (‫ )ء‬Hemze, (‫ )أ‬Hemzeli Elif, (‫ )ؤ‬Hemzeli Vav, (‫ )ئ‬Hemzeli Ye olup, duruma göre gerekli olan harfi kullanmamız gerekiyor. Kelime ortasındaki hemze, (‫ )ئ‬Hemzeli Ye ile kullanılır. İnternette Osmanlıca öğrenebileceğim bir site var mı? Evet, www.islamharfleri.com adında çok güzel bir site var. Hatta tamamen Osml manlıca bir bölümü de var. Ziyaret etmenizi tavsiye ederiz! 62 İRFAN MEKTEBİ

HARF

KLAVYE KARŞILIĞI H F SHIFT + F J E Ğ SHIFT + Ğ P O Ü SHIFT + Ü V Ç SHIFT + Ç S A W Q İ SHIFT+İ U Y T R Ş SHIFT + Ş SHIFT + K G L K Ö I B D N SHIFT + H SHIFT + Y Z C M SHIFT + I X



Bulmaca

İ R M F E A K N T E B İ

İ R M F E

64 İRFAN MEKTEBİ

A K N T

14. Bir sayı ~ Eksiksiz, noksansız, tam olarak ~ Bebek içeceği 15. Göz atmak, bakmak ~ Memll leketler.

E B İ

Bulmacanın cevapları irfanmektebi.com’da ve gelecek sayıda!

YUKARIDAN AŞAĞIYA: 1. Maddenin en küçük birimi ~ Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması 2. Cennetin bir ırmağı ve tatlı suyu ~ Kazakistan’ın başkenti 3. El yazısı sanatı ~ Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin 1916 yılında esarette iken ikamet ettiği Volga Nehri kıyısındl daki Tatar kasabası 4. Teknenin ters dönmesi ~ Çalışır halde olan, durmayıp işleyen ~ Kiloamperl r’in kısa yazılışı 5. Bizmut elementinin simgesi ~ Doymuş alifatik hidrokarbon, parafin ~ Kendi ihtl tiyacı varken, diğer din kardeşine yardım etmek, kendi nefsini geride tutmak 6. Yapabilme gücü ~ Nîmet vermek 7. Adıyaman’da bir ilçe ~ Meşgl guliyet ~ Küçük mağara ~ Ebced hesabında kırk sayısının karşılığı 8. Osmanlılardaki saray okulu ~ Abdullah ismini taşıyanlar 9. Dinden bahseden tefsir, Hadîs, kelam gibi ilimler ~ Emmekten emir 10. Zahmetlere göğüs geren, kendini feda eden ~ Japon kültüründe çiçeği süsleme sanatına verl rilen isim 11. Matematikte bir sayı ~ Vücudun dış yüzü, cilt 12. Çirkin, yoğun, kaba ~ Yetişme, olgulaşma ~ İstanbul E­yüp’te bir semt 13. Bayrl ramdan önceki gün ~ Güçlük çekmek, müşkilat içinde olmak 14. Yarım, nısf ~ Endonezya’da bir ada ~ Taamlar, yemekler 15. Fasıla ~ Sevgili ~ Güneş doğmak, ışıklandırmak

Hazırlayan: Dr. Fahri Cemil

SOLDAN SAĞA: 1. Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen, üçyüzdokuz yıl bir mağarada uyutulan, yedi mü’min ve makbul zatlar ~ Afrika’da bir ülke 2. Yüce olmak, yüksl selme ~ Lahza, kısa bir zaman ~ Sırlar 3. Balık tutmaya yarayan alet ~ Kur’ân-ı Kerîm’de bahsl sedilen, Cenâb-ı Hak’a îman edenleri çukurlara doldurup yakan zalim güruh (Ashab-ı ……..) ~ Güneş gibi parlamak, parıltı 4. Milisaniyenin kısa yazılışı ~ Brom elementinin simgesi ~ Lif lif olma, birbirine sarmaşma 5. Yankı ~ Hak ile batılı birbirinden ayıran, Hz. Ömer’in (r.a) bir ismi ~ Arapça’da bir harf 6. Şiddetli rüzgarın bir türü ~ Ummakta olan ~ Kalsiyum elementinin simgesi 7. Ekseriyetle îman hakikatlerinin îzah edildiği asrl rımızın en meşhur Kur’ân tefsiri ~ Namaz daveti. 8. Üst’ün zıddı ~ Kuruşun kısa yazılışı ~ Bir şeyi tatbikden önce deneme 9. Küçük ~ Kur’ân-ı Kerl rîm’de bir sûre 10. Dostlar, arkadaşlar ~ Bir kısım kuş türlerinin kafasında bulunan genelde kırmızı renkli deri parçası ~ Yabancı 11. Üzüm kütüğü ~ Lütuf, yardım, ihsan ~ Gelecek 12. Rusya’da 1881-1953 yılları arasında yaşamış olan tarihin kaydettiği en zalim diktatörlerden biri ~ Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen, üçyüzdokuz yıl bir mağarl rada uyutulan, yedi mü’min ve makbul zatlardl dan birisinin adı 13. Bir bağlaç ~ Temel olarak Araplardan, Yahudilerden ve diğer bazı Ortadoğu etnik kökenli gruplardan oluşan bir ırk ~ İçel’in bir ilçesi.

İ

R M F E

A K N T

E B


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.