ŞEHİR ve KÜLTÜR - 41. Sayı

Page 1



Biz’den…

“Bin Yıldan Uzun Bir Gecenin Bestesidir Bu..” Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.. Yahya Kemâl Balkan savaşı, Birinci Dünya savaşı cehennemlerinden insan ve toprak kayıpları ile çıkmış bir Dünya Devleti’nin mirasçısı ve bakiyesi olarak, son anavatanımız yediyüz seksen dört bin km2 Anadolu ve Trakya topraklarımızda verdiğimiz kurtuluş ve kuruluş mücadelemiz, bugün varoluş mücadelemiz olarak devam ediyor… Bugün 81 vilayetimizin neredeyse hepsinde kutlanan bir kurtuluş günleri vardır.. Şehirlerimiz’i gözü dönmüş düşmanların elinden akıl ve iman yüklü bedenleri ile kurtardı dedelerimiz ,atalarımız.. Düşman çizmesinden kurtarmak için malını canını ortaya koyan bir neslin torunlarıyız.. Bizim yapmamız gereken, bir daha bu şedid günleri yaşamamak için tarihten ders almamız, medeniyetimize ve kültürümüze sahip çıkmamız, şehirlerimizi; emanet edildiği gibi, medeniyetimize yakışır şekilde yaşatmamız, imar ve ihya etmemiz gerekir.. Bu sorumluluğu taşımak zorundayız… Emperyalistlerin ve tabii düşmanlarımızın, Bir asır öncesinden savaşlarla parçalayıp lokma lokma ettikleri yurdumda; Yetmedi deyip Medeniyetimizi ve kültürümüzü de geçmişten kopardıklarında yeni nesillerin geçmişten kopuk yetişmelerini istemişlerdi..Yahya Kemal’in Kar musikileri’ni yazarken duyduğu heyecan, medeniyetimizin ve kültürümüzün özüne dönme arzusu ve isteğidir aslında.. “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı, Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı, Bir erganun ahengi yayılmakta derinden… Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden. Zihnim bu şrhirden , bu devirden çok uzakta, Tanburi Cemil bey çalıyor eski plakta. Birdenbire mes’udum işitmek hevesiyle, Gönlüm doluİstanbul’un en özlü sesiyle. Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık! Yahya Kemal, bu kültür eksikliğini Tamburi Cemil bey üzerinden anlatmaya çalışmış şiirinde..Bunu mimaride, edebiyatta, şiirde, örnekleyebiliriz..Estetik açıdan göze ve gönle hitab eden her obje ve eylem mutlaka bzim ruh

köklerimizden gelmektedir, beslenmektedir.. Musikideki namelerin sıcaklığını da bu köklerden alırız.. Bir Cuma sabahı Sabah ezanından önce “Dilkeşhaveran sabah salası” ile uykudan uyandığınızda, aslında yeniden dirildiğinizi yeniden doğduğunuzu yeniden birlik olmamız gerektiğini hissedersiniz.. Bu bizim kök hücrelerimize yapılan aşı gibidir, ruhu ve bedeni tazlemek için bir fırsattır.. Bugün, yeni yetişen gençlere, özellikle orta öğrenimde; Milli şuur ve ahlak telakkilerini, İman ve vatan fikirlerini yeteri kadar aşılayamaz isek, bulunduğumuz durumdan çok değil çeyrek asır sonra 100 yılda geldiğimiz acıklı durumdan daha vahim bir tablo ile başbaşa kalabiliriz.. Aile ve evlerimiz kültür üretim yeridir..İnsanlık tarihinin pek çok büyük insanı en büyük hikmetlerini evde üretiyorlar.. Bin yıldır bu topraklardan mayalanmış milletimizin mayasını bozmaya, dünyadaki hiç bir devletin ve maşalarının gücü yetmeyecektir.. Bu iman ve inançla , aramıza ayrılığı, fitne ve fesadı sokanları ayıklamamız gerekmektedir.. Vatan, millet, Bayrak ve Devlet başlıklarının vahdetinden emin olduğumuz sürece ne sınırlarımızdaki düşman, ne içimizdeki hainler, nede dünyanın bir ucundaki kendini jandarma gören çakallar ülkemize zarar veremeyecektir.. Şehir ve Kültür dergimiz, 41 ay dır Ülkemizin birlik ve beraberliği, medeniyetimizin ve kültürümüzün aslına bağlı olarak gelişmesi ve büyümesi için tüm yazarlarımızla birlikte mücadele ediyoruz .. Bir toplumun aynası olan münevverleri , bu mücadelede devletimizin, milletimizin yanında olmalarını bekliyoruz.. Her zaman olduğu gibi, Saçımızı size güzel görünmek için tertemiz tarıyoruz.. 41 kere maşallah demeniz için yeni sayımız içinde yazarlarımız çok çalıştılar.. 41. kez huzurunuzdayız…Hz.Mevlana diyor ki; “Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün huyunu almış.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 10

KUDÜS’ÜN OSMANLI İDARESİNDEN ÇIKIŞININ 100. YILINDA..

FiLiSTiN MESELESiNE TARiHSEL BiR PERSPEKTiF Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

HZ. PEYGAMBER (SAV)

DÖNEMi ŞEHiRCiLiK

VE MiMARiDEKi TEMEL iLKELER

Y. Mimar Şimşek DENiZ

AMERiKA ARABALARIN, HOLANDA BİSiKLETLERiN ÜLKESiDiR Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN

24

BEREKETiN VE SÜKUNETiN

BAŞKENTi TARSUS Fahri TUNA

32 HiNDiSTAN

iLAHİYATÇI GÖZÜYLE

Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM

38

BÂB-I HÜMÂYÛN’UN ASIRLARI AŞAN MÜJDESi

Nermin TAYLAN

12GENCE 40 KONYA KAFKASYA’DA BİR KADİM ŞEHİR:

BOZKIRIN ORTASINDA BiR VAHA

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR

Mehmet MAZAK

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


16 HZ. MEVLÂNÂ VE HZ. ŞEMS MARAC'EL BAHREYN / Kâmil UĞURLU 20 MEKÂNLAR VE YAŞAYANLARI -beşinci- FETİH SONRASI İLK MÜSLÜMAN MAHALLELER/ Mehmet Kâmil BERSE

50

AZÎZ MAHMÛD

HÜDÂYÎ HZ. Nidayi SEVİM

26 ANÂSIR-I ERBAA: TOPRAK, IRMAK, YAPRAK VE UMUT / Ali BAL 28 TÜKETİLMİŞ MODERNLİK, PROFANLAŞMA VE MEKANDIŞILIK -evvel-/ Bilal CAN 30 BU TUNA BAŞKA TUNA -on iki- TUNA SEFERİNDEN DÖNÜŞ / Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ 37 DERVİŞ ŞEHİRDE GEREK / Mustafa UÇURUM 43 AKŞAM OTURMASI -şiir- / Kâmil UĞURLU

66

44 TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE AYDIN-İKTİDAR İLİŞKİLERİ -üçüncü- / Hüseyin YÜRÜK MACARiSTAN’DA GELENEK YAŞATICILIĞI

“ATALARI ANMA GÜNÜ”

47 ŞEHİR HAYATI DENEN AÇIK CEZAEVİ / Muhsin İlyas SUBAŞI

Salih DOĞAN

48 HASANKEYF’TE BİR GÜN / Ekrem KAFTAN 56 ŞEHİR VE MEDENİYET: DR. BİLAL BAĞIŞ İLE ŞEHİR VE MEDENİYET MÜLAKATI / Metin ACIPAYAM

70

60 ŞEHİR’DE SİNEMA OLGUSU AYŞE ŞASA'DA SİNEMANIN DİLİ VE GELECEK ÜLKÜSÜ / Recep GARİP HAYALLERiN ÖTESiNDE BiR ŞEHiR

62 ŞEHİR VE HOCALAR HOCALARIMIZA DAİR HATIRDA KALANLAR / Prof.Dr.Bilal KEMİKLİ

Münir BALICA

65 GÜLBABA / İbrahim BAŞER

ŞANLIURFA

76 ERZURUM KAPLICALARI / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 82 ŞEHİR SOHBETLERİ / Ahmet NARİNOĞLU 84 ENGELSİZ ŞEHİRLERLE TANIŞMAK / Hasan Feyzi GİRAY- Nuran Taydaş ÇAL

94

86 KAHRAMANMARAŞ’TA BAYRAK VE İSTİKLAL ŞUURU / Yaşar DİNÇKAL BABIALiDE EGELi BiR BEYEFENDi:

89 20. YÜZYIL SARAYBOSNA’SINDA MESNEVÎHANLAR / Mikail Türker BAL

Mehmet Nuri YARDIM

90 BİR KÖY KAHVESİNDE, ORALET SÖYLEYELİM.. / İmdat AKKOYUN

GÜRBÜZ AZAK

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 15 TL.

KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

92 AZERBAYCAN VE ÜSKÜP’E ACAYİP SEYAHATLERİM / Zaferullah YILDIRIM GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: (Harran Evleri/ Şanlıurfa) https://www.numberone.

com.tr/2016-02-29/turkiyede-gorulmes-gereken-14-yer/harran-evleri/


KUDÜS’ÜN OSMANLI İDARESİNDEN ÇIKIŞININ 100. YILINDA..

FİLİSTİN MESELESİNE TARİHSEL BİR PERSPEKTİF

Avrupa’da genelde kabul görmemiş olan Yahudiler, yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardır. Zihinlerinde mevcut “vaat edilmiş topraklar” fikri ise, onları Filistin’e yönlendirmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertti. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

ANAYAN YARA: FİLİSTİN SORUNU Filistin’in Osmanlı topraklarının bir parçası haline haline gelmesinin 500 yılındayız. 2017 ise bu toprakların, Kudüs’ün Osmanlı idaresinden çıkışının 100. yılı olacaktır. İki dönemin bugüne kadar çokça mukayesesi yapıldığı gibi özellikle önümüzdeki yıl da yüz yıllık muhasebe yeniden gündeme gelecektir. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla intikal etmiş olan ve dünyada hala çözüm bekleyen en büyük sorunlardan bir tanesi kuşkusuz Filistin sorunudur. Yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci ile hem hatıralarda hem de gündelik hayatta önemini koruyan bu sorun binlerce görüşme, yüzlerce karar ve onlarca anlaşmaya konu olmuştur.

Dünya 21. yüzyılın başında soruna daha fazla ilgi göstermiş ama bu sefer de yüzleşilen gerçekler çözümü daha da zorlaştırmıştır. Filistin İdaresi BM’ye gözlemci alınırken, iki devlet formülünün hayata geçebileceği düşünülmüştü. Ancak fiilen bölünmüş bir halde olan Gazze ve Ramallah’ın birleşme girişimleri bu son planların da yönünü değiştirerek, yeniden çok toplumlu (belki çok dinli demek daha yerinde olacak) tek devlet modelini de yeniden gündeme getirmiştir. Bütün bunlar olup biterken doğal olarak tarihten uzaklaşarak mevcut problemler üzerinde yoğunlaşırmıştır. Oysa bölgedeki sorunlar gittikçe derinleşmektedir. Bir taraf yok olma tehdit ve korkusu ile şiddeti artırırken diğer taraf da varlık mücadelesi sergilemektedir. Filistin sorununa nerede ise “sil-baştan” mantığı ile yaklaşıldığı bugünlerde tarihi geçmişi Osmanlı Devletini son yıllarında kaleme alınan bir rapor üzerinden hatırlatmak istedik. SİYONİZM’E DOĞRU

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//41// aralık 4

Avrupa’da genelde kabul görmemiş olan Yahudiler, yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardır. Zihinlerinde mevcut “vaat edilmiş topraklar” fikri ise, onları Filistin’e yönlendirmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertti. Öte yandan 1818’de Amerika’da Mordehay Manual Noah ve 1830’da da Fransız tarihçi Joseph Salvador Siyonizm’den bahsederek Yahudilere hedef göstermiş; hatta, Salvador bunun için bir kongre toplanmasını önermiştir. İngiltere’de Hollingsworth ve Almanya’da Sosyalist Moses


Hessile Hahambaşı Hirsch Kalisherde Siyonizm fikirlerine katkıda bulundular. Bu konudaki ilk adım 1870’de Alliance İsraélite tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat mektebi açılması ve orada “Siyon Muhibbânı” namında bir cemiyetin kurulmasıyla atılmıştır; ancak, şurası bir hakikattir ki, Siyonizm’in yaygınlaşması için en büyük gayreti Theodor Herzl göstemiştir. Theodor Herzl, Yahudi Devleti adıyla 1896’da bir kitap neşrederek Yahudilerin devlet kurma fikirlerini ve planlarını ortaya koyar; bu tarihten sonra Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanan kongrelerde bu düşünce daha da geliştirilir. Birkaç kere İstanbul’a gelen ve II. Abdülhamid’den Filistin’de bir yer talep eden Theodor Herzl, bu konuda başarılı olamadığı gibi, Filistin’e Yahudi göçünü engelleyen kararların çıkmasına sebep olur. 1904’teki ölümüne kadar dünya liderleriyle görüşerek Avrupa Yahudilerine yer bulmaya çalışan Herzl, bu konuda başarılı olamaz. Filistin dışında gündeme gelen Sina ve Doğu Afrika gibi bazı seçenekler ise, Yahudiler tarafından benimsenmez. Bu arada Osmanlı vatandaşı olan Filistin Yahudileri desteklenir ve kurulan şirketler aracılığıyla daha fazla toprak sahibi olmaları sağlanır; kaçak göçmenlerle yavaş yavaş Filistin topraklarında Yahudi kolonileri oluşturulur. Filistin meselesi, ortaya çıktığı günden beri dünya barışını tehdit eden konuların başında gelmiştir. Sorun, 19. yüzyılın sonunda Filistin’e başlayan Yahudi göçü neticesinde bölgede bir Yahudi devleti kurulmasından ibaret değil; aynı zamanda bir kısım Yahudilerin din-devlet ve dünya algılarını şekillendiren Siyonizm meselesi olarak gelişmiştir. Bu yüzden çözümü zor ve çetrefillidir. FİLİSTİN MESELESİ-SİYONİZM DAVASI RAPORU

Osmanlı Hariciye Nezareti tarafından hazırlatılan 3 Mart 1918 (3 Mart 1334) tarihli ve Filistin Meselesi-Siyonizm Davası başlıklı rapor bu konuda önemli öngörüler içermektedir. Bu yazıda, üzerinde çokça çalışılmış olan OsmanlıYahudi ilişkilerini tekrardan ziyade, bu raporun yaklaşımı ele alınacaktır. Raporu hazırlayan diplomatın ismi belli değildir; ancak o tarihlerde Hariciye Nezareti’ne bağlı olan Hukuk Müşavirliği tarafından hazırlatıldığı bilinmektedir. Rapor hazırlanırken o dönemin Osmanlı Bern Büyükelçisi Fuad

Selim’in raporlarından istifade edildiği de açıkça anlaşılmaktadır. Esasında Filistin meselesi 19. Yüzyılın son çeyreğinde çok konuşulmakla birlikte, Osmanlı diplomasisinde en son ortaya çıkan sorunlardandı. Zira Osmanlı Devleti özellikle II. Abdülhamid’in benimsediği temel yaklaşımı tartışmaya bile ihtiyaç duymuyordu. Hatta ondan sonra uygulamada zaman zaman bazı farklılıklar olmuşsa da temel politika değişmemişti. Bu yüzden konunun tartışılıp devletler arasında istismar edilen bir diplomasi meselesi olması istenmemiştir. Nitekim, bu yazıya konu olan raporun da, meselenin özünü teşkil eden Kudüs’ün İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra duyulan ihtiyaç üzerine hazırlandığı anlaşılmaktadır. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour tarafından Lord Rothschild’e yazılan ve daha sonra Balfour Deklarasyonu diye adlandırılan mektubun akabinde Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması fikri tartışılmaya başlanır. Balfour’un mektubu esasında Yahudilere net bir vaat içermez; fakat, bunu bir vaat olarak algılayan İngiltere’deki Siyonistler, Londra’da elli bin kişilik büyük bir miting düzenleyerek Filistin konusundaki niyet ve arzularını bütün dünyaya ilan ederler. Büyük bir yankı yapan bu toplantı Avrupa kamuoyunda da geniş yer bulur. Burada istifade ettiğimiz ve ağırlıklı olarak Avrupa matbuatı kullanılarak hazırlanan rapor, bu haliyle, aslında bugüne kadar Türkçede konuyla ilgili yapılan çalışmalarda ihmal edilen bir malzemeyi de gözler önüne sermektedir. Raporun başında, Osmanlı Devleti için “bir çıban gibi sivrilmiş olan Siyonizm’in” başlangıcından itibaren önemli hedeflerinin olduğu vurgulanır. Gerçekte başta Avrupalılar olmak üzere kimi Yahudiler tarafından bile uzak bir hayal olarak görülen Siyonizm’in hedeflerinin Osmanlı Hariciyesi tarafından nasıl algılandığı bu raporda açıkça görülmektedir. Nitekim, bu raporda hiç şüphesiz bunun arkasında, Yahudilerin yaklaşık yarım asırdır Filistin’e yönelik mevcut politikalarının biliniyor olması vurgusu yapılarak Siyonizm’e karşı takınılan tavır ortaya konulmaktadır. I. DÜNYA SAVAŞI VE SİYONİST FAALİYETLER

Savaştan bir hayli önce sadece bir hayal olarak ortaya çıkan Siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi 5


sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı bulur. Aslında, Yahudi siyasetçiler, savaş öncesinde uluslararası rekabetten çekindikleri için devlet kurma fikirlerini düşük perdeden seslendirirse de, savaşın çıkmasıyla birlikte önlerine çıkan bu altın fırsatı değerlendirmek için her çareye başvururlar. Böylece İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin taksimini ön gören planlarının içine kendi fikirlerini de yerleştirirler. Hariciye raporunda, 1917 yılında Petersburg’da neşredilen belgelerden alıntı yapılır ve İtilâf Devletleri’nin fikirleri, “Kudüs ve Makamât-ı Mübareke üç devlet beyninde akdedilecek mukavele ahkâmına tevfikan hususi bir idareye tâbi olacaktır” ifadeleriyle özetlenir. Aslında, İtilâf Devletleri’nin bu yaklaşımı, dünyadaki pek çok kuruluşun da bu yönde düşünmesine imkân tanır ve Filistin meselesi daha savaşın başından itibaren en çok tartışılan konular arasına girer. Siyonistlerin Avrupa basınını elde ederek lehlerinde yazılar yazdırmaları da bu yaygınlıkta önemli bir rol oynar. Bir gazeteciye verdiği beyanatta Yahudilerin bu konuda ulaştıkları sonucu özetleyen Hollanda Sosyal Demokrat İşçi Partisi Başkanı M. P. Troelstra, Yahudilik meselesinin diğer milli meseleler arasında özel bir konuma sahip olduğunu, sadece fikri ve ilmi özerklik bahşederek bu problemin çözülemeyeceğini ve dolayısıyla iktisadi alanda da Yahudilerin gelişmesine imkân tanımak amacıyla Musevi örgütüne bir kısım özerklikler verilmesi gerektiğini belirtir. Bu ve benzeri fikirler meyvelerini verir; Museviler kısa zamanda o sıralarda tarafsız olan Cenevre, Bern ve Lahey’de birer istihbarat şubesi sayı//41// aralık 6

kurar ve başta Avrupa olmak üzere fikirlerini bütün dünyaya yayarak Filistin’de Yahudi devleti kurma yolunda önemli adımlar atar. Öte yandan bu rapor, Osmanlı’ya sığınan Yahudilerin hiçbir zaman ihanet etmedikleri yönündeki efsaneyi de yıkacak mahiyettedir; nitekim, raporda, Siyonist fikirleri benimseyen Osmanlı uyruklu bazı Filistinli Yahudilerin, Çanakkale’de İngiliz ordusu saflarında Osmanlı askerlerine kurşun sıktıkları belirtilir. “Katırlı Birlikler diye anılan bu küçük Yahudi birliğinin maksadı, İngilizlerin Siyonizm davasına daha olumlu yaklaşmalarını sağlamaktı” tezini ileri sürer. Raporda, bu konuda İsviçre’de yayımlanan Le Suisse gazetesinin 1 Ekim 1915 nüshasından şu ilginç alıntı yapılır: İngiltere ordusunda kendi ırkdaşları olan zâbitleri ve İbranî lisanı ile tanzim ve idare olunan küçük bir gönüllü Yahudi ordusu vardır ki, bu ordu başlıbaşına bir vâhid-i kıyasi teşkil ediyor. Bu ordunun efradı, Filistin’de mütemekkin olan genç Siyonistler’den ibarettir. Bunlar efrad-ı âileleriyle beraber Yafa’ya kadar kaçmağa muvaffak olmuşlardı. Oradan bilâhare İskenderiye’ye nakledilmişlerdir. İşte İskenderiye’de bu genç Siyonistler’in British in Palestine ordusuna kaydı icra edilmiş ve ordunun ester-süvâr müfrezesini teşkil eylemişlerdir. Bu küçük müfreze altı hafta talimden sonra Gelibolu dârü’l-harekâtına sevkolunmuşlardır. Çanakkale heyet-i seferiyyesi karargâh-ı umumîsinden yazdığı bir mektupta General Sir Hamilton münhasıran Yahudilerden mürekkep olan bu fırka-i askeriyyenin fedakârlık ve bahadırlığından


bir lisan-ı sitâyiş ile bahsetmektedir. (Bâbıâli Hariciye Nezareti, Filistin MeselesiSiyonizm Davası, İstanbul 1334, s. 7; raporın yayımlanmış hali için bakınız: A. Akyıldız-Z. Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyasında Avrupa Emperyalizmi, İstanbul 2015) Avrupa’daki Yahudi sermayedarlar savaşın kendilerine yarattığı fırsatları kullanarak servetlerini arttırır ve hem savaştan dolayı sıkıntı içinde olan Avrupa devletlerini etkileri altına alma hem de Siyonizm fikrini yayma imkânını bulurlar. 12 Aralık 1917 tarihli Reichspost gazetesinde yayımlanan bir makalede bu husus açıkça dile getirilerek Wilson ve Lloyd George gibi liderlerin Musevilerin ellerinde oyuncak oldukları iddia edilir. Siyonistlerin buna rağmen Osmanlı Devleti hakkında olumsuz bir beyanatta bulunmaması da dikkat çekicidir. Bunda, Yahudilerin dünyada en rahat yaşadıkları ülkenin Osmanlı Devleti olduğu gerçeğinin yanı sıra, hedeflenen devletin Osmanlı topraklarında kurulacak olması dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmeme gayretinin de etkili olduğu muhakkaktır. Yahudi etkisindeki gazeteler, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları Osmanlı Kudüs’ünü sıklıkla gündeme getirir. İngilizlerin Kudüs’ü işgal etmelerinden sonra Yahudilerin yayımladıkları bir beyanname de oldukça dikkat çekicidir. Correspondence Bureau Telgraf Ajansı’nın 18 Aralık 1917 tarihiyle Varşova’dan tebliğ ettiği bir telgrafta şu ifadelere yer verilir: “Yahudi Sözü gazetesi, İngiliz Yahudilerine hitaben bir beyanname neşretmiştir. Bu beyannamede, Kudüs’ü işgal ile ele geçiren İngilizlerin oradaki Yahudi yerlerine ve kutsal mekanlarına taarruzda bulunulmaması için Yahudilerin sahip oldukları bütün nüfuzu, İngiltere hükümeti nezdinde kullanmaları lâzım geldiği bildirilmekteydi. Ayrıca; “Türkler bu şehr-i mukaddesi top ateşi altında bırakmamak içün muharebesiz terk edecek kadar yüksek bir uluvv-i cenabî izhar etmişlerdir” dendikten sonra, İngilizlerden şehrin kutsiyetine uygun davranmaları istenir. İngilizlerin Mısır’daki ve Hindistan’daki uygulamalarından, işgal ettikleri yerlerde kazı ve araştırmaları başlatarak buldukları kıymetli eserleri kendi müzelerine naklettiklerini bilen Yahudiler bu konuda onları uyarır. Öte yandan Hıristiyan çevreler de, Kudüs’ün işgali ve Yahudilere verilme ihtimaline karşı

bir kampanya başlatırlar. Ancak, Siyonistlerin ulaştığı güç karşısında bu söylemler çok cılız kalır. Zira, o sırada Osmanlı Devleti’ne karşı olan her politikaya yakın duran İngiliz siyaseti, savaş sonunda mali kayıplarını Yahudi sermayedarların yardımıyla karşılayacağını umuyordu. Buna rağmen, bu mesele, İtilâf Devletleri arasındaki en önemli anlaşmazlık konusunu oluşturur ve sorunu bugüne kadar taşır. O tarihte gerek siyasi mahfillerde ve gerekse basında başlayan tartışmalar, sadece Kudüs’teki kutsal mekânlarla sınırlı değildi; Müslümanların kutsal mekânları da gündeme getirilerek bir noktada Osmanlı Devleti ile Hilâfetinin geleceği de tartışılmaya başlanır ve Arap coğrafyasının savaş sonrasında şekillendirilmesi sorunu ortaya çıkar. Bütün bu anlatılanlar, Modern Ortadoğu’nun Filistin meselesi üzerinden şekillendiğini ve bu sorun çözümlenmeden burada barışı sağlamanın mümkün olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Osmanlı hükümeti, savaşın sonunda bile Filistin’in daha fazla Yahudi göçüne uygun olmadığını belirterek işgalci İngilizleri uyarır ve savaş sonunda işgalin Osmanlı lehinde kaldırılması beklentilerini bir temenni olarak ortaya koyar. İtilâf Devletlerinin Filistin üzerindeki ihtilâfları ve özellikle Papalığın Yahudilere karşı olan itirazları, Osmanlıların bu bağlamda güvenebileceği argümanlardı. Ancak, unuttukları bir şey vardı ki, artık değişen değerler üzerinden kurulan yeni dünyada, dönemin bir çok imparatorluğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’na da yer yoktu. Sonuç olarak bugün başka bir dünyada ve başka şartlarda yaşıyoruz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti gerek konumu gerekse Osmanlıdan devraldığı mirası gereği Filistin meselesinden uzak duramaz. Fakat aradan geçen yüzyıllık dönüşümler de mutlaka dikkate alınarak siyaset geliştirmek zorundadır. Genel olarak siyaset belirlemede mevcut şartlar ağır basmakta ve günü kurtaracak adımlar yeğlenmektedir. Belki bu uluslararası politikada realist bir davranış gibi görülebilir. Fakat Türkiye’nin tarihi mirası göz ardı edilerek salt günübirlik politikalar üretmek çözüm olmasa gerektir. Bu açıdan özellikle Dışişleri mensuplarının çok iyi tarih bilmeleri özellikle Osmanlının son döneminde üretilmiş olan metinleri ve çözümlemeleri çok dikkatli okumaları gerekmektedir. Filistin sorunu ile ilgili bu rapor bir başlangıç olabilir. 7


HZ. PEYGAMBER (SAV)

DÖNEMİ ŞEHİRCİLİK VE MİMARİDEKİ TEMEL İLKELER Medine nin dışına bir ok atımı mesafede el-Gabe korusunu oluşturarak şehrin etrafını yeşil kuşakla sarmalamıştır. Y.Mimar Şimşek DENİZ*

S. Zaim Üniversitesi – Nişantaşi Üniversitesi Mimarlik Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//41// aralık 8

eygamberimiz Mekke den Medine ye hicret ettikten sonra her alanda olduğu gibi şehrin oluşumu ve mekân kavramına yenilikler getirmiş ve bunları uygulamaları ile desteklemiştir. Konutlarda evlerin seyyal ve ihtiyaca göre büyüyüp küçülebilir olmasını istemiş evlerin plan şemasında mescit için bir oda, iş odası ve misafir odası yer almasını tavsiye etmiştir. Medine yaklaşık 252 km2 yüz ölçümüne sahip olup jeolojik yapı itibari ile volkan lavları ile kaplıdır. Bölgede çıkan ve laba denilen siyah ve beyaz bazalt taşları konutlarda yapı malzemesi olarak sıkça kullanılmıştır. Hz. Peygamber kaçak yapıya karşı kesin tavır almıştır. Evini yüksek yapan ve komşusunun manzarasını, güneşini kapatan sahabe ile konuşmamıştır. Medine de daha önce var olan Amelika kabilesinin ev yapım tekniğini Medine Müslümanları kullanmışlardır. Hicret sonrası uzun süre evler genellikle tek katlı ve nadiren iki katlı inşa edilmiştir.Hz. Peygamber dönemi ev tipolojilerini dört ana grupta sınıflayabiliriz. 1) Seyyar Kamış ve Ahşap Evler Malzeme: Ağaç-kamış-dal Özellik: Demontable-hafif-depolanabilir Kullanıcılar: Bedeviler 2) Çadır Evler Fustat-Kıldan yapılan çadır Hiba-Yünden yapılan çadır Tıraf-Deriden yapılan çadır Hacele- Gerdek gecesi için yapılan süslü çadır 3) Kubbe Örtülü Evler Malzeme: Kerpiç-taş Özellik: Yuvarlak kubbeli-yüksek 4) Kale ve Kale Tipi Evler Malzeme: Taş Özellik: Plan şeması kare ve dikdörtgen tavanlarda ağaç kirişler kullanılmıştır. Kullanıcı: Gelir seviyesi yüksek kesim Peygamberimiz doğal çevrenin ve su kaynaklarının korunması için kriterler getirmiştir. Su kuyuları ile evler arasına 25 zira(1 zira: 65 cm) koruma mesafesi getirmiştir. Kirleticilik vasfı yüksek olan hayvancılık ve ziraat amaçlı kullanılan yapılarda ise koruma mesafesini arttırmış ve 40 zira ya çıkarmıştır. Medine nin dışına bir ok atımı mesafede elGabe korusunu oluşturarak şehrin etrafını yeşil kuşakla sarmalamıştır. Peygamberimiz tarihi dokunun ve kültürel emanetin korunmasına büyük önem vermiştir. O dönem Medine de bulunan ve Yahudilerden kalan “Atam”


denilen şatovari yapıları yıktırmamış,”Bu binalar şehrin ziynetleridir, onları koruyunuz” diye buyurmuştur. Yahudi kabileleri ile mücadele eden, savaşan peygamberimizin onlardan kalan eski eserleri yıktırmaması ve koruması gerçekten o dönemde devrimci bir tavır olup bugünde örnek alınması gereken bir husustur. Nitekim Kuran-ı Kerim de de birçok ayette eski medeniyetlere ait izlerin ibret alınması için korunması istenir. Asr-ı Saadet döneminde ticaret altyapısı dizayn edilmiş, hazreti peygamber ticaret kervanlarının yolda karşılanmasını yasaklamış, malların doğrudan şehir merkezine getirilmesini emrederek üreticiden tüketiciye komisyonsuz bir ticareti teşvik etmiş ve Mescid-i Nebi nin karşısına ilk çarşı inşa edilmiştir. “Toprak çocuğun baharıdır” diye buyurarak çocuklar için toprak oyun alanlarının oluşturulmasını istemiştir. Ancak günümüzde şehirlerdeki çocuk parkları betona ve plastik zeminlere gömülmüş durumdadır. Hz. Peygamber şehircilikte ibadet merkezli şehir şemasını oluşturmuştur. Mescidi merkeze alan bu şemanın yanına eğitim amaçlı ve yatılı Suffa Mektebini ve karşısına çarşıyı inşa ettirmiş bu çarşının çevresinde ise iskân alanları oluşturulmuştur. İbadet merkezli şehir şeması Osmanlı döneminde külliye modeli ile devam etmiştir. Külliye modelinde minare ile başlayan gökyüzünü işaret eden tevhid ve Allah ı birleme, kubbe ile gelen bir merhamet, sarmalama ve şefkat duygusu, fil ayakları ile yere iniş ve caminin etrafında şekillenen hayat. Külliyeleri oluşturan ve taş karakterli darüşşifa, imaret, tabhane, medreseler. Sonrasında külliyenin saçaklarında gelişen ahşap konut alanları kademeli, saygılı bir şekilde aşağıya doğru iniş ve en son suya dokunuş. İslam şehirlerinin silüetini bu yaklaşımlar oluşturmuştur. Hicretle beraber gelen muhacir Müslümanlar Mescid-i Nebevi’nin etrafına yerleştirilmiştir. İlk yıllarda sadece Müslümanların iskan mahallinin çekirdeğini oluşturan mescit zamanla daha merkezileşmiş ve şehrin bütününün odak merkezi olmuştur. Mescid-i Nebi kare planlı

olarak inşa edilmiş olup dıştan bir adam boyu kerpiç ihata duvarı ile çevrilmiştir. Mescidin doğu kısmında peygamberimizin hanımlarına ait odalar bulunmakta idi. Üç kapısı bulunan mescit, hurma kütükleri üzerine oturtulmuş ve ayrıca hurma dalı ve yapraklarından oluşan bir örtü yapılmıştır. Kurduğu yeni devletin başkanı olan Hz. Peygamber idari ve siyasi işlerini mescidin doğu kısmında bulunan evinden yürütmüştür. Peygamberimiz için özel bir konut inşa edilmemiştir. Daha sonra Hz. Ömer döneminde idari ve siyasi işlere yönelik olarak Darül İmara ismiyle özel bir yapı inşa edilmiştir. Araplar ve Yahudiler Medine’de ayrı mahallelerde iskan edilmiştir. Evlerin çoğu bahçelidir. Medine, Mekke’nin aksine bir ticaret merkezinden çok tarım şehridir. İslamiyet’in ilk yıllarında Medine etrafını çeviren sık hurma ağaçları ile korunmuştur ancak şehrin bir saldırı anında sığındığı ve “utum” ismiyle anılan çok sayıda küçük hisarlar bulunmaktadır. Hz. Peygamber sokaklara iki yüklü devenin çarpışmadan geçebileceği kadar bir genişlik verilmesini emretmiş ve yol genişliklerini yedi zira bırakmıştır. Hz. Peygamber döneminde inşa edilen çarşılar iplerle gerilmiş çadırlar şeklinde oluşturulmuştur. Medine’de ayrıca utumlardan bir kısmı barış zamanında ticari ambar olarak kullanılmış ve bazen bu yapıların önünde de küçük pazarlar kurulmuştur. Peygamber (s.a.v.) her alanda olduğu gibi şehircilik ve mimaride de doğru yerleşim kriterleri ve esasları getirmiştir. Ancak bu konu yeterince ve hakkınca araştırılmamıştır. Peygamberimiz ve sonraki halifeler dönemi mimari ve şehirciliğinin doktora tezi seviyesinde araştırılmaya ve ortaya konması görevimizdir diye düşünüyorum. Kaynaklar

• Yılmaz Can, İslam Şehirlerinin Fiziki Yapısı, Ankara, 1995 • Hamidullah, İslam Peygamberi, C.1 S. 57-58-192 • Mesken ve Mesken Mimarimiz, İSAV Yayınları, İstanbul • Pr. İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Mesken Telakkisi 9


AMERİKA ARABALARIN,

HOLANDA BİSİKLETLERİN ÜLKESİDİR Amerikan kentlerinde caddelerde yürüyen insanlara çok rastlanılmaz. Geniş caddelerde yalnızca arabalara yer vardır. Kentler insanlara göre değil, arabalara göre planlanmıştır. Arabalara verilen önem, Amerikan toplumunu korku toplumuna dönüştürmüştür. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

vrupa’da Hollanda nasıl bir bisikletler ülkesiyse, Amerika da bir arabalar ülkesidir. Hollanda’da herkesin mutlaka bir bisikleti vardır. Hollanda’da bisikletsiz bir kimse düşünülmez. Hollandalı bir çocuk konuşmasını öğrenmeden önce bisiklete binmesini öğrenmektedir. Amerikalı bir çocuk da, yürümesini öğrenmeden önce arabada yaşamaya alışmaktadır. Amerikalıların günlerinin önemli bir kısmı arabalarda geçmektedir. Bu yüzden, Amerika’da araba kullanmasını bilmeyen genç yoktur. On sekiz yaşına gelen herkesin, bir arabası olmasa bile, mutlaka bir sürücü belgesi olur. Amerika’da kentlerin merkezleri dikey, çevreleri de halka halka yatay büyümektedir. Bu yüzden kent merkezlerinde çok katlı büyük binalar, çevrede de çok geniş bir alana yayılmış, çoğu defa tek ya da çift katlı evler yer almaktadır. Gökdelen inşa etme ve rant tutkusu, Mahattan’dan Paris’e, Frankfurt’a, Dubai’ye ve Hong Kong’a kadar bütün dünyaya yayılmıştır.

*TC.Maltepe Üniversitesi

sayı//41// aralık 10

Amerika’da kentlerin yerleşim düzeni, Amerika’yı bir arabalar ülkesine dönüştürmüştür. Amerika’da caddelerde insanlardan daha çok araba vardır. Amerika kentlerinde toplu ulaşım Paris ve Londra’da olduğu gibi gelişmemiştir. Houston ya da Dallas’ta olsun, Amerikan kentlerinde caddelerde yürüyen insanlara çok rastlanılmaz. Geniş caddelerde yalnızca arabalara yer vardır. Kentler insanlara göre değil, arabalara göre planlanmıştır. Arabalara verilen önem, Amerikan toplumunu korku toplumuna dönüştürmüştür. Bunun için, Amerika’da evlerin kapılarına üçten az kilit takılmaz. Hiçbir evin penceresi açık değildir. İnsanlar geceleri bile arabalarıyla tek başına sokağa çıkmazlar. Kent merkezlerinde olduğu gibi, yerleşim alanlarında da park yerleri çok önemlidir. Amerika’nın büyük küçük bütün kentlerinde arabalara insanlardan daha çok önem verilmektedir. Amerika’da arabalar insansız olurlar, ancak insanlar arabasız olmazlar. Dünyada arabalarıyla ünlü Detroit kenti, Amerikan araba sanayisinin merkezidir. Los Angeles oyuncularıyla, Detroit de ev sahipliği yaptığı araba markalarıyla ünlüdür. Henry Ford Chicago’nun romanlara konu olan mezbahalarından esinlenerek geliştirdiği, “Yürüyen Üretim Hattı” teknikleriyle, kitlesel üretimde büyük bir çığır açmıştır. Aldous Huxley sanayi toplumunun simgesi olarak, araba üretiminden hamburger üretimine kadar her alana uygulanan tekniklerin öncüsü Ford’u görmektedir. Ford Amerika’da atlı arabalardan motorlu arabalara geçişin öncülüğünü yapmıştır. Fordizm demek, sanayi toplumu demektir, araba demektir, Amerika demektir. Amerika’da parasız ve arabasız yaşanmamaktadır. Amerikalıların gözünde, nasıl dolar kâğıttan bir putsa, araba da çelikten bir puttur. Kimsenin başkasının arabasına dokunması mümkün değildir. Günün yirmi dört saati arabalara hizmet veren kurum ve kuruluşlar vardır. Arabalarda bir sorun çıktığında, nerede ne zaman olursa olsun, onlar hemen insanların yardımına koşmaktadır. Arabaların büyüsünün bozulmasına kesinlikle izin verilmez. Çünkü Amerika’da yürüyen arabanın durması demek, Amerikan rüyasının karabasana dönüşmesi demektir. Amerika’da kaç kişiye bir araba düştüğü, çok önemli değildir. Çünkü Amerika’da araba kullanma yaşına gelen herkes, birinci ya da ikinci elden, bir araba edinmek zorundadır.


New York gibi gelişmiş toplu ulaşımı olan, bir kaç kent dışında, Amerika’da hiç kimsenin arabasız yaşamasına imkân yoktur. Amerika’da araba hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Kentlerde büyük toplantılarda, insanların meydanlara toplandıkları gibi, arabalar büyük park alanlarında toplanmaktadır. Amerikan kentlerinde evler kadar park yerleri de hayati önem taşımaktadır. Amerika’da garajı ve park alanı olmayan ev yoktur. Arabalar hayatın, insanlar arabaların ayrılmaz bir parçasıdır. Amerika’da araba bir araç olmaktan çıkmış bir amaç olmuştur. Arabasız bir Amerikalı kendini hiç yaşamıyor sanmaktadır. Amerika’da arabası olmayanın hareket etme alanı büyük ölçüde sınırlanmaktadır. Amerika’da neredeyse herkesin bir araba sahibi olması, şehirleri bütünüyle yaşanmaz hale getirmiştir. Bütün şehirlerde işe başlama ve işten çıkma saatlerinde, caddeler arabalarla dolup taşmaktadır. Amerika’da yalnızca caddeler değil, insanların gönülleri de arabalar tarafından işgal edilmiştir. Amerika’da araba hayatın olduğu kadar, insanın da yeri doldurulması mümkün olmayan bir parçasıdır. Arabalar insanların özgürlük alanlarını bir yandan genişletirken, bir yandan da daraltmaktadır. İnsanlar arabaların gitmedikleri yerlere gitmek istememektedir. Arabaların olduğu yerlerde insanlara yer kalmamaktadır. Dünyanın her kentinde yollar insanlardan daha çok arabalar için yapılmıştır. Kentlerde arabalar yanında insanlar değerlerini yitirmektedir. Arabalar insanlara göre değil, insanlar arabalarına göre değer kazanmaktadır. Bir kentte, bir ülkede herkesin araba sahibi olması demek, bütün boyutlarıyla hayatın altüst olması demektir. Amerika’da bütün kentler arabalar tarafından işgal edilmiştir. Amerika’da caddeleri, park yerleri ana ve yan yollarıyla, kent alanlarının önemli bir kesimi, arabaların yönetimi ve denetimi altındadır. Çin ve Hindistan’da da, her yetişkin insana bir araba düşerse, dünyada insanlara dağlardan başka nefes alacak yer kalmayacaktır. Bankok’ta, insanlar trafik sıkışınca gidecekleri yere bisikletle gitmek zorunda kaldıkları için, kimse arabasının arkasına bir bisiklet koymadan yola çıkmamaktadır. Amerika’da da arabalar böylesine kutsanmaya devam ederse, çok yakında bütün kentler yaşanır olmaktan çıkacak, insanlar işyerlerine bisikletle gitmek zorunda kalacaktır. Amerika’da kentlerde her gün caddelere çıkan arabaların sayısı

bu kadar büyük bir hızla artmaya devam ederse, başta Los Angeles olmak üzere, bütün Amerikan kentleri Bangkok’laşmaktan kurtulamayacaktır. Bütün dünyada arabalar, kentleri işgal etmekle kalmıyor, havayı da kirletenler arasında en başta yer alıyorlar. Dünyada pek çok kentte olduğu gibi, Los Angeles’te hava kirlenmesi çok ileri boyutlara ulaştığında, yollardaki arabalar, bulundukları yerde durup, egzoz gazlarının oluşturduğu bulutların dağılması için bir süre beklemek zorunda kalmaktadır. Amerika’da olduğu kadar bütün dünyada da iklim değişikliği ve küresel ısınmanın ana kaynaklarından birinin havaya atılan karbon gazları olduğu için, çevre sorunları ulusal bir sorun olmaktan çıkmış, uluslararası bir soruna dönüşmüştür. Bu yüzden, bütün ülkelerde arabaların üretilmesinde ve kullanılmasında ortaya çıkan sorunlar, dünyanın tartıştığı sorunların başında gelmektedir. Ayrıca dünyanın dört bir yanında yollara çıkan her arabanın nasıl bir hareket halinde olan bir tabut olduğu da, trafik kazalarıyla açıkça görülmektedir. Bütün dünyada trafik kazalarında ölen insanların sayısı, yıldan yıla katlanarak artmaktadır. Dünya tüketim sıralamalarında ilk sıralarda yer almanın amaç haline geldiği Amerika’da, araba satışlarının artmasına bağlı olarak trafik kazaları da artmaktadır. Dünyadaki trafik kazalarında, savaşlardan daha çok insan hayatını yitirmektedir. Her yıl yollara çıkan milyonlarca araba, dünyadaki savaşları cephelerden kent içi ve kentler arası yollara taşımıştır. İnsanların içlerinde taşıdıkları Macbeth’leri harekete geçirmede, arabalardan daha etkili başka bir güç simgesi yoktur. Dünyada arabanın direksiyonuna oturan her sürücü, yoldaki insanları ezilmesi gereken karıncalar olarak görmektedir. Amerika’da arabalar insanlarla insanlar arabalarla özdeşleşmişlerdir. Arabaların değerleri insanlardan değil, insanların değerleri arabalardan kaynaklanmaktadır. İnsanların değerleri arabalarıyla belirlenmekte, hiç kimse arabasından daha değerli kabul edilmemektedir. Batı toplumlarında gösterişli evler, çok davetli düğünler gibi, çok pahalı arabalar da en çok başvurulan güç sergileme araçlarına dönüşmüştür. Amerika’da arabaların büyülü bir dünyası vardır, pahalı büyük arabalar herkesin gözünü kamaştırmaktadır. Dünyada arabalarıyla değer kazanmaya çalışan insanların sayıları arttıkça, trafik kazalar da artmaktadır. 11


Gence… Türk tarihinin en eski ve kadim şehirlerinde biri… Genceli Nizamî’nin şehri… Kafkas İslâm Ordusu’nun teşekkül ettiği, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin ilk başkenti, kültür ve tarih kokan şehir…

KAFKASYA’DA BİR KADİM ŞEHİR:

GENCE Gence, Azerbaycan’ın batı bölgesinde yer alan önemli şehirlerinden birisidir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bakü’den sonra ikinci büyük şehridir ve Küçük Kafkasya dağlarının kuzeydoğu eteğinde yer alır.

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

Gence’ye gittiğimizde yazın son günleriydi ve yağışlar başlamıştı. Ertesi günün daha yoğun yağışlı olabileceğini düşünerek, önce Kepez dağları üzerinde bulunan Göygöl’ü temaşaya karar verdik. Göygöl’ün tüm Azerbaycan coğrafyasında efsanevi bir ünü var. Mitolojik bir yer olmuş adeta. Meşhur Göygöl, dağlar arasında nazlı bir edayla kıvrılıyor, kendi büyüsünün farkında olan her güzel gibi… Azerbaycan Türkçesi’nde “göy”, “gök” kelimesinin şiveleşmiş hâli, tıpkı Anadolu Türkçesindeki “göy soğan”, “göyermek”te olduğu gibi. Hem mavi, hem de yeşil anlamına geliyor. Göl, sanki Türkçe’deki her iki karşılığına cevap verircesine bazen yeşil, bazen de maviye rengi ile karşımıza çıkıyor. Göygöl’ün ilginç bir hikâyesi var. Göl, meydana gelen büyük bir deprem sonucunda oluşmuş. Yani bir yanda harabeler bırakan deprem, diğer yandan bu tabiat güzelliğinin ortaya çıkmasına vesile olmuş.

Gence - Göygöl

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//41// aralık 12

Gence, Azerbaycan’ın batı bölgesinde yer alan önemli şehirlerinden birisidir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bakü’den sonra ikinci büyük şehridir ve Küçük Kafkasya dağlarının kuzeydoğu eteğinde yer alır. Azerbaycan’ın eski şehirlerindendir. Üç bin yıllık geçmişe sahip şehrin yeniden tarih sahnesine çıkışının tarihi 6. Yüzyıla kadar uzanır. Tarihçi Oktay Efendizade, bu yüzyılın ikinci yarısında Gence bölgesinde büyük bir Hun-Sibir (Sabir) kitlesinin yaşamakta olduğunu kaydeder. Ardından Müslüman ordularınca fethedilir. 9. Yüzyıl ortalarında ise Abbasi halifesi Mütevekkil tarafından Halid bin Yezid’e ıkta olarak verilir ve o günden sonra Kafkaslardaki en önemli İslâm beldelerinden biri olarak tarih sahnesine çıkar. Sonraki dönemlerde Salarîler, Şeddadîler gibi çeşitli devletlerin hâkimiyeti altına giren Gence, 1054’te Tuğrul Bey tarafından Selçuklu Devleti topraklarına katılır. Sultan Alpaslan’ın Gürcistan seferinden sonra bir müddet konakladığı şehir, son Büyük Selçuklu Sultanı Ahmed Sencer


İmamzade Külliyesi

zamanında şiddetli bir depreme maruz kalır. 1139’da meydana gelen depremde el-İsfahânî’ye göre 300.000, İbnü’l-Esîr’e göre 230.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Öyle ki, el-İsfahani bu durumu, “Şehir öyle dağılmıştı ki, sanki yeryüzünde böyle bir şehir hiç olmamıştı” sözleriyle tasvir etmektedir. İşte bu deprem sırasında Kepez dağından kopan bir heyelan kütlesi aşağı doğru inerek Aksu ırmağının önünü kapatır ve suların, bu doğal setin arkasında birikmesiyle Göygöl oluşur. Eski Gence, şehirle aynı adı taşıyan Gence ırmağının sağ ve sol yakasındaki ova üzerinde kuruluydu. İpek Yolu’nun güzergâhında olması sebebiyle, aynı zamanda önemli bir ticaret merkezi konumundaydı. Bu özelliği, şehrin, uzun tarihi boyunca siyasî ve kültürel olduğu kadar iktisadî hayatta da büyük rol oynamasını sağlamıştır. Artık kurumuş olan dere yatağının iki yakasına bakıldığında, halen, şehri çevreleyen dönemin hâtırası surları görmek mümkündür. O zamanlar şehre beş kapıdan giriliyordu: Gülistan, Tiflis, Karabağ, Makbere ve Berde. Bunlardan ayakta kalabilen yegâne kapı, 1139’daki büyük deprem sonrası şehre baskın yapıp yağmalayan Gürcü Kralı I. Dimitrius tarafından ganimet olarak götürülmüştür. Kapı bugün Gürcistan’daki Gelati Manastırı’nda sergilenmektedir. Gence adının menşei konusunda çeşitli rivayetler vardır. En çok kabul göreni ise, Gencek adlı bir Türk

boyundan aldığı şeklinde olanıdır.Günümüzde şehirde pek çok gezilecek-görülecek yer vardır. Bunlardan biri de Han Bağı’dır. Yaklaşık altı hektarlık bir alan üzerine kurulu, içerisinde pek çok çeşit ağaç ve bitki türü bulunan bu ihtişamlı bağa girildiğinde şehrin tüm gürültülerinden uzaklaşıp asude bir duygu atmosferine kapılmamak mümkün değil. 1700 yılında inşa edilmiş olan Han Bağı, adını Gence Hanlığından alıyor.

Gence’deki tarihî eserlerden birisi de şehir merkezinde bulunan ve halk arasında Cuma Mescidi olarak da bilinen Şah Abbas Camii’dir.

Gence’de Selçuklulardan sonra İldenizli Devleti kurulur. Bu dönemde yeniden bölgenin en ihtişamlı ve güzel şehirlerinden biri haline gelir. Öyle ki Kazvinî tarafından İsfahan ve Merv ile kıyaslanır. 13. yüzyıl başlarında ise, tüm Azerbaycan ve Anadolu Moğolların istilasına uğrar. İlhanlı dönemi başlayınca, yeniden önemli bir yerleşim yeri olur ve Karabağ-Arran bölgesinin merkezi şehri haline gelir. Ardından değişen çeşitli Türk hanedanlıklarının hâkimiyetleri altına girer. Celayirliler, Karakoyunlular, Safevîler gibi… 1584’de ise Ferhat Paşa tarafından zapt edilir ve Osmanlı Devleti’ne bağlanır. Ferhat Paşa şehrin yöneticisi olur. Bizzat işin başında durarak, Gence nehrinin sol kıyısı boyunca 14 km uzunluğunda geniş surlar diktirir. Surların kalıntıları bugün bile görülebilmektedir. Yaklaşık 20 yıl süren bu hâkimiyet Birinci Şah Abbas’ın şehri ele geçirmesinin ardından son bulur. 17. yüzyıl başlarında şehre hâkim olan Şah Abbas, o dönem Osmanlı Devleti’nin 13


Nizami Türbesi

yönetiminde olan eski Gence’yi tamamen tahrip ederek ortadan kaldırır ve şehri bugünkü yerinde yeniden kurar. Gence, 1725’te yeniden Osmanlı idaresine geçer. Ancak yaklaşık on yıl sonra, bu kez de Nâdir Şah Afşar tarafından ele geçirilerek, bu hâkimiyete son verilir. Tarih boyunca böylesine yoğun siyasi, sosyal ve kültürel olaylara beşiklik etmiş olan Gence’nin kadim tarihinden yalnızca iki simanın türbeleri günümüze gelebilmiş: Cevad Han ve Nizamî. Nâdir Şah’ın ölümünden sonra Gence, Azerbaycan’ın muhtelif yerlerinde ortaya çıkan hanlıklardan birinin merkezi olmuştu. Bunlardan biri olan Gence hanlığının en tanınan siması Cevad Han, 1803’te Gence’yi kuşatan Ruslara karşı destansı bir mukavemet gösterir ve savaş meydanında şehit düşer. Ardından tarihinin en karanlık günlerini yaşamaya başlar. 1813’te Rusya ile İran arasında yapılan Gülistan Antlaşması ile de Rusya Çarlığı topraklarına katılır ve Çarın hanımına izafeten adı “Yelizavetpol” olarak değiştirilir. 1918’de bağımsızlık elde edildikten sonra tarihî adı iade edilir, ancak bu kez de 1920 Nisanında ülkeyi işgal eden Sovyetler tarafından “Kirovabad” şekline dönüştürülür. Şehrin tekrar kadim adına yeniden kavuşması, 1980’lerin sonunda bağımsızlık hareketlerinin başlamasıyla mümkün olur. 2000’li yıllarda da Cevad Han’ın Şah Abbas Camii avlusundaki mezarına da şanına yaraşır bir türbe inşa edilir. Gence’de en çok dikkatleri çeken hususlardan birisi de Genceli Nizamî’ye ait heykel ve figürler… Çünkü Gence bu büyük Türk şairinin doğduğu şehirdir aynı zamanda. Genceli Nizamî büyük Gence depreminden sayı//41// aralık 14

iki yıl sonra, 1141’de dünyaya gelir. Asıl adı Yusuf oğlu Müeyyez’dir. Nizamî onun lâkabıdır. “Nazma çeken” ya da “sözleri düzene koyan” demektir. Asil bir aileye mensup olan Nizamî, tüm ömrünü Gence’de geçirmiş ve ismi burayla müsemma olmuştur. Onun yaşadığı yüzyılda, Anadolu ile Azerbaycan coğrafyası, bugün olduğu gibi pek çok ortak değere sahipti. Bunlardan biri de “ahilik” teşkilatıydı. Nizamî “şeyhler şeyhi” olarak da anılıyordu ve bu söz, dinî anlamının yanında, “şehrin büyüğü, bilgilisi, aksakalı” anlamında da kullanılıyordu. İşte “şıh” lâkabı da ona, “ahilik” teşkilatının önde gelenlerinden biri olduğu için verilmiş ve ölümünden sonra mezarının bulunduğu geniş düzlük, “Şıh Düzü” diyerek anılmaya başlanmıştır. Nizamî’nin mezarı üzerine anıt dikme çalışmaları 2. Dünya Savaşı yıllarında başlatılmış. Ancak 1940 yılında başlayan bu çalışmalar, savaşın kızışması ve yayılması üzerine kesintiye uğramış ve türbe 1947 yılında tamamlanabilmiş. Ancak anıt türbe bitirildikten sonra birçok sıkıntı ortaya çıkmış. Çevre düzenlemeleri eksik kalmış, daha da önemlisi kullanılan taşlar yeterli dayanıklılığa sahip olmadığından, dış duvarlar ciddî şekilde aşınmaya uğramış. Bunun üzerine 1979 yılında kabul edilen bir kararla Nizamî anıtının yeniden inşa edilmesine karar verilmiş. Başlatılan çalışmalar, ölümünün 850. yılı dolayısıyla UNESCO tarafından Nizamî yılı ilân edilen 1991 yılında tamamlanarak bugünkü anıt açılmış. Nizamî, devrinin yaygın edebî anlayışına uygun olarak şiirlerini, Mevlana Celaleddin Rumi gibi, Farsça kaleme almıştır. Çünkü o dönem Türk ülkelerinde saray dili


Genceli Nizami_

genellikle Farsça idi. Şair, şiirlerini Farsça kaleme alsa da, sık sık mensup olduğu Türk milletinin yiğitlik ve şecaatine atıfta bulunur ve bundan büyük gurur duyduğunu saklamaz. Anıtın batı yönünde Hamsesinde yer alan beş eserinden birer sahnenin tasvirleri yer almaktadır. Büyük şair, önemli eserlerini “Hamse” adıyla bir araya toplamıştı. Hamse, Türkçe “beş” anlamına gelmektedir ve “Sırlar Hazinesi”, “Hüsrev ve Şirin”, “Leyla ve Mecnun”, “Yedi Güzel” ve “İskendername” adlı manzum eserlerini ihtiva eder. Gence’deki tarihî eserlerden birisi de şehir merkezinde bulunan ve halk arasında Cuma Mescidi olarak da bilinen Şah Abbas Camii’dir. 1606’da inşa edilen cami, Sovyet döneminde ibadet yeri olmaktan çıkarılarak farklı amaçlar için kullanılmış. Önce mağaza, sonra halı müzesi haline getirilmiş. Caminin hemen önünde yer alan çifte minare ise, Anadolu’daki benzerlerini çağrıştırmaktadır. Maalesef, üzerinde, yapım tarihi ile ilgili her hangi bir kayıt bulunmamaktadır. Çifte Minarenin Türkiye tarihi açısından önemi ise, önündeki alanda, Türk Kafkas İslâm Ordusu askerlerinin şehit edilmiş olmasıdır. Askerler, şehit oldukları yere defnedilmişler ama Sovyet döneminde mezarları ortadan kaldırılmış ve geride o günün tanıklarının ifadelerinden başka bir belge kalmamış. Gence’nin görülmesi gereken yerlerinden biri de tarih müzesidir. Müzede, en dikkat çeken belgelerden biri, Sovyetlerin ilk yıllarına ait dokümanlardır. Mesela, 1933 yılına ait bir gazeteden o yıllarda, Azerbaycanlıları tanımlamak için, resmen, “Türk” kelimesinin kullanıldığı görülmektedir.

Ancak, 1937’den sonra bu tanımlama değiştiriliyor ve “Azeri” sözü ile ikame ediliyor. Bu süreci sergilenen belgelerde açıklıkla görmek mümkün. Şehirde, mutlaka görülmesi gereken yerler arasında 1918 yılında kurulan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ne ait parlamento binası ve Gence pazarını saymak mümkün. Pazar, Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin birçoğunda rastlayabileceğimiz türden bir yer. İçerisinde ihtiyaç duyulan her şeyi bulunabilen renk cümbüşü ile insan tarihin derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkıyor âdeta. “Kukla Tiyatrosu” da şehrin karakteristik yapılarından birisi. Çocuk oyunlarının sahnelendiği bu yapı, işlevine uygun olarak masalımsı bir mimariyle inşa edilmiş. Görülmesi gereken bir başka yer de “Şişe Ev”... Askerliğini İkinci Dünya Savaşı yıllarında yapan bir asker, savaş sonrası geldiği memleketinde, hayallerini, hatıralarını kendi yaptığı bu evin duvarlarına işlemiş. O dönemde bin bir zorlukla tedarik ettiği şişelerin yanında, çakıl taşları ve midye kabuklarından da istifade ederek bu göz alıcı yapıyı ortaya çıkarmış. Evin en mühim özelliklerinden birisi de Sovyet döneminde değiştirildiği için kullanımı yasak olmasına rağmen, duvarlara Gence adının işlenmesi. Diğer yandan Şişe Ev’in sahibinin hülyası 1989 yılında gerçekleşir ve halkın bir zaferi olarak, Stalin döneminde konulan Kirovabad adı kaldırılıp şehir yeniden öz adına kavuşturulur: Gence. Büyük Türk şairi Nizamî’nin şehri Gence ile ilgili anlatılacak çok şey var elbette. Ümit ederiz ki, ziyaretçiler keşfeder onları da… 15


HZ. MEVLÂNÂ VE HZ. ŞEMS

MARAC'EL BAHREYN

Cezbe adamıydı, duygu aşırılıklarına sahipti. Zamanın ötesinde yaşadığı belliydi. Onun ruh zenginliği menkıbelere konu oluyordu. Açık sözlülüğü bazen tahammül sınırlarını zorlardı, onu tanımayanlar için katlanılmaz bir insan olur çıkardı. Kâmil UĞURLU

enç görünmesine rağmen, Konya'ya geldiğinde altmış yaşlarındaydı. Garip giyinen, başına acaip serpuşlar geçiren, tartışırken sesinin tonunu pek ayarlayamayan, çoğu zaman kırıcı ve sığlığı asla affetmeyen bir karaktere sahipti. Tebrizli Türklerdendi. Bütün Mâveraünnehr'i baştanbaşa gezmişti ve ulemâya âşinâydı. İran, Irak, Beled-i Şâm ve Beled-i Rûm onun iyi bildiği yerlerdi. Konuşması kırıcı ve saldırgan olduğuna göre, ilmine ve kendine güveni vardı. Cezbe adamıydı, duygu aşırılıklarına sahipti. Zamanın ötesinde yaşadığı belliydi. Onun ruh zenginliği menkıbelere konu oluyordu. Açık sözlülüğü bazen tahammül sınırlarını zorlardı, onu tanımayanlar için katlanılmaz bir insan olur çıkardı. Zemin ve zaman onun bu şekilde davranmasına uygundu. Ünü dünyayı tutan mutasavvıflar, tarikat şeyhleri, müderrisler, Şam'da, Konya'da, Bağdat'ta Aristo ve Eflâtun teorilerini tartışıyorlardı. Şeriatçılar, vahdet'i vücûdcularla çekişip duruyorlardı. Konya'ya yeni geldiği ve Hz. Mevlânâ'ya misafir olduğu günlerde (1264 milâdi, 642 hicrî) Karatay Medresesi'nde bir mollaya icazet verilecekti. Bir tören düzenlendi. Konya'daki müderrisler toplantıya eksiksiz katıldılar. Ulemâdan başka eşraf da oradaydı. Töreni Hz. Hüdâvendigâr misafiriyle birlikte şereflendirdi. Sıcak tartışmalar yapılıyordu. Bir yere oturup takibe başladılar. Herkes fikrini ve söylediği sözü belgelemek için geçmişin velîlerinden, âlimlerinden, mutasavvıflarından, bazan meczuplarından ve hakimlerinden, hatta peygamberlerden nakiller yapıyorlardı. Aziz misafirin, yani Tebrizli Şems'in gazaba geleceği andı. Oturduğu yerden, misafir olduğuna aldırmadan, seslendi: "Ey ilmin ve Konya'nın seçkinleri, ey Allah'ın kulları, ne zamana kadar başkalarının fikirlerini ve sözlerini naklederek, övünüp duracaksınız? İçinizden biri, neden, çıkıp da -arkadaş, benim fikrim de şu- demiyor? Rabbimden kalbime şöyle ilham olundu diye söze başlamıyor? Bahsettiğiniz bütün hadis, tefsir ve hikmetlere dair söyledikleriniz o zamanın büyük insanlarının sözleri. Bu sözler, yorumlar, fikirler ve hikmetler geçmiş zamanlara ve o zamanın büyüklerine ait sözler. Onlar kendi fikir ve bilgilerine göre meseleleri ortaya koymuşlar ve kendi hal ve makamlarından

sayı//41// aralık 16


bahsetmişler, diyeceklerini demişler. Sizler bugünün insanlarısınız. Sizin, kendinizden söyleyecek bir sözünüz yok mudur? Bir başka hâdiseden bahsedilir: Konya'ya gelmeden önce Bağdat'ta, sânı yüce şair ve mutasavvıf Kirmanlı Evhadüddin'i ziyaret etmişti. Şair, gece vakti bir leğende ayın hareketlerini izlerken Şems çıkageldi. Sordu: "Ne haldesin?" O, cevap verdi: "Görüyorsun, ayı leğen içinde seyrediyoruz." Şems'in canı sıkıldı: "Birader, ensende çıban mı çıktı? Niye, başını kaldırıp gökyüzünde, yerinde görmüyorsun?" Evhadüddin'in utandığını, sıkıldığını, heyecanlandığını ve vecde kapılıp şöyle söylediğini anlatırlar: "Efendim, görüyorum ki hikmetle dolusun. Ben senin kapında kul olmak isterim, sana hizmet etmek isterim." Ve Şems'in onu reddettiğini söylerler: "Sen bize yoldaşlık edemezsin. Yolumuz sarptır bizim, yamandır." Evhadüddin'in ısrarlı olduğu ve gözyaşlarıyla niyazda bulunduğu yazılıdır ki buna göre biri ısrar, diğeri red konusunda ileri gittiler. Şems sordu: "Pekâla, sen benimle Bağdat Pazarında oturup şarap içebilir misin?" "Estağfurullah, içemem.." "Peki, bana bir şarap getir desem, bulup, getirebilir misin?" "Hayır, getiremem." "Öyleyse, ben içerken sen yanımda oturursun.." "Hayır, oturamam. Öyle bir yerde bulunmam doğru olmaz.." Şems, konuşmanın burasında gazaba geldi ve bağırdı: "Sen erlerin huzurunda hangi cesaretle bulunmayı düşünüyorsun peki? Bulunamazsın. Haydi, fazla durma buralarda, uzaklaş, arş.." Böyle bir dervişti.Yaşadığı âlem başkaydı. Öyle bir âlem ki, oraya akıl ve sır erişemiyordu. Hz. Şems'e gelinceye kadar tasavvuf âleminde bulundukları veya eriştikleri makamları arzeden, terennüm eden cümle mutasavvıflar ve şairler hep "aşk ve âşık" makamından söylemişlerdi. Tebrizli Şems ilk defa "mâşukiyet" mertebesinden konuşuyordu. Mâşukiyet mertebesi bazen kendini peygamberlerden bile üstün tutar. Çünkü "peygamberler her şeyi bildikleri halde, kurdukları cemiyetin nizâmı için büyük hakikatleri söylemezler. Mâşukiyet mertebesi böyle bir kaygıdan azadedir. Makalâtında Hz. Şems şunu söylüyor:

"...Bu kimseler beni anlamamakta mazurdurlar. Çünkü sözlerim "vech'i kibriyâ"dan geliyor. Kur'an ve hadis ise niyaz yolundadır. Şüphesiz, mânâsı anlaşılır. Bu adamlar (benden) bir söz işitiyorlar ki, bu söz ne hakikati aramak yolunda, ne de niyaz vadisinde söylenmiştir. (Mertebesi) o kadar yüksektir ki, bakınca insanın başındaki külah düşer. Elbette anlayamazlar.." * * * Hz. Hüdâvendigâr ile Hz. Şems'in karşılaşmaları üzerine birçok söylenti vardır. Halk kendi gönlüne uygun olarak bu söylentileri zenginleştirmiştir. Gerçeğe uygunlukları ne olursa olsun, söylentilerin ortak tarafı, bu buluşma iki büyük denizin karşılaşması şeklinde vuku bulmuştur. Marac'el Bahreyn tecelli etmiştir. Ferûdun bin Ahmed'i Sipehsâlar bu karşılaşmayı, her iki deryanın vasıflarına uygun olarak anlatır ki, herhalde böyle olmalıdır: "Şemseddin'i Tebrizî niyaz vakitlerinden birinde sevgilisine naz etti: Senin haslarından benim arkadaşlığıma dayanabilecek bir yaratık var mıdır? Gayb âleminden ona cevap geldi: Eğer sohbet arkadaşı istiyorsan Rûm tarafına sefer eyle:.. Bunun üzerine yola düzüldü Tebrizli derviş. Az gitti, uz gitti ve epeyce yol gitti, Bağdat'ı buldu. Şam'ı dolaştı, yukarı illeri gezdi. Kalmadığı han köşesi, medrese hücresi, ribât, hanegâh kalmadı. Ve Allah'ın izniyle belâlardan korunmuş Konya'ya ulaştı. Gece vaktiydi. Pirinçfürûşân Hanına yükünü yıktı ve ve yattı. Sabah vakti, hanın girişinde misafirler için hazırlanmış sedire oturdu. O sanki Yâkûb idi ve can burnuyla Yusuf un kokusunu alıyordu. Şu hâl içre idi: Âyet: "Doğrusu ben Yusuf un kokusunu alıyorum, ne olur beni bunak sanmayın." (Yusuf S. XII. 94. A.) Ve şu hal içre idi: Şiir: "Bana o Hotan güzelinin kokusu geliyor, bana gümüş tenli yârin kokusu geliyor. Yine peygamberin yakutunun parlaklığından, Rahmanın kokusu Yemen'den geliyor. Hz. Hüdâvendigâr da, velilik nuru ile bir ilâhi güneşin şeref burcuna ulaştığını hissetti ve bu his ile gayri ihtiyari o yöne gitti. Yolda halk her taraftan akıyor, onun ellerini öpmek yakınlığına ulaşmak istiyordu. Hz. Hüdâvendigâr onlara yumuşak bulunuyor, onları okşuyor, sevgi gösteriyordu ve gönlü sevinçle dolup-taşıyordu. Birdenbire Şemseddin'in arşta dolaşan nazarı Hüdâvendigâr'a ulaştı. Sevgi nuru ile gayb âleminde işaret edilenin o hazret 17


olduğunu anladı. Ama bir şey söylemedi. Hz. Hüdâvendigâr gelip karşı sedire oturdu. Gözleriyle selâmlaşıp birbirlerine bakmaya başladılar. Uzun süre geçti. Hep baktılar ve ilâhi bir dille konuştular. Çevredeki insanlar olan-bitenden habersizdiler. Bu uzun sürenin sonunda ilk konuşan Tebrizli derviş oldu ve Hz. Hüdâvendigâr'a sordu: "Efendim, Allah sizi muhafaza buyursun, Bâyezîd merhumdan nakledilen iki farklı hâlin açıklaması hususunda sizin tefsiriniz nasıl olurdu? Şöyle arzedeyim: Bâyezîd, Hz. Peygamberin (S.A.) sünnetine ve o mertebe uyuyordu ki, onun kavunu ne şekilde yediğini bilmediği için bütün ömrü boyunca kavun yememiştir. Allah, Allah.. Fakat aynı muhterem zât, dönüp, "Yarâb, benim, şanım ne büyüktür..", hatta bazen "cübbemin içinde Tanrı'dan başka bir şey yoktur" demiştir. Halbuki Hz. Peygamber, o sonsuz olgunluğuna rağmen, zaman zaman hüzünlenir: "Bazen kalbim paslanır, onun için hergün yetmiş kere ondan mağfiret dilerim.." buyuruyor" Hz. Hüdâvendigâr telâşsız, tebessümle buyurdu: "Bâyezîd olgun velilerden ve gönül sahibi ariflerden biriydi. Allah sırrını takdis etsin. Buna rağmen o, kendince malum olan makamdaki velîlik dairesinde tutuldu ve oraya tesbit edildi. O makamın ululuk ve mükemmeliyeti kendisine açılınca kendinden geçti ve bu sözleri söyledi. Halbuki Hz. Peygamber böyle miydi? Her gün, birincisi asla ikincisine benzemeyen yetmişbin, evet, yetmişbin makamdan geçiriliyordu ve O, her ulaştığı makamda, o makamın yüceliğinden dolayı şükrediyordu ve onu sülûkunun sonu zannediyordu. Bir sonraki dereceye ulaşınca hayreti büyüyor, o dereceyle kanaat edip mağfiret diliyordu. Bu hep böyle devam ediyordu." buyurdu. Sonra el sıkışıp kucaklaştılar. Süt ile şeker gibi birbirlerine karıştılar. Altı ay süresince kuyumcu Selâhaddin'in (Zerkûbî) evinin bir köşesinde, bir hücrede sohbet ettiler. Yemeyiiçmeyi ve her türlü beşerî ihtiyacı unuttular. Altı ay geçtikten ve dışarı çıktıktan sonra Tebrizli derviş Hz. Mevlânâ'yı semâ etmeye teşvik etti ve semânın faziletini ve gerçeğini ve esrarını semâ sırasında ona anlattı. Semâdan sonra Hz. Hüdâvendigâr'ın bütün arkadaşlığı, dostluğu ve yakınlığı Hz. Şems'e tahsis edildi ve onun hizmetinden âlem mahrum kaldı. * * * Bu karşılaşma tasavvuf tarihinde bir dönüm noktasıdır. Şems ile karşılaşıncaya kadar Hz. Mevlânâ'nın ruhunda zühdî tasavvuf hâkimdi. sayı//41// aralık 18

İyi bir müderristi. İslâmi kültürü mükemmeldi. Hz. Kur'an, işaret ve karineleriyle onun geniş ve derin ruhunda tasavvufunkapılarını açmıştı. Tarikat ve tasavvuf kültüründe üstaddı. Şiir cephesi vardı ve burada da güçlüydü. Fakat bunlara rağmen o sâde bir din âlimi, ders veren bir müderristi. Hz. Şems ile karşılaşması, hayatındaki en önemli dönemeçtir. Onunla karışlaşmadan önce yazdığı, söylediği, tekrar ettiği her şeyi unuttu. Veya derleyip yele verdi. Şems'ten sonra tamamen farklı, coşkulu, tepeden-tırnağa heyecan ve enerji dolu bir kişilik haline geldi. Kâinatın ilâhi gidişatına uyarak aşk içinde yana yana döndü ve güneşe (Şems'e) pervane oldu. Onun ateşiyle yandı. Şems diyordu ki: "Hz. Peygamberin -âlimler enbiyanın vârisleridirhâdis'i şerifinin hükmünü görmek isteyenler Mevlânâ Celaleddin'e baksınlar. Zira gelmiş geçmiş cümle evliya ve mürselinin bütün güzel huyları onda toplanmıştır. Bu zamanda bütün fenlerde ve ilimlerde emsalsizdir. Şimdiki halde cennet onun rızâsı, cehennem onun gazabıdır. Eğer ben kendilerine erişemeseydim eksik kalırdım. Bütün bunlara rağmen onun bu âlemde sırrı gizli kalmıştır ve kimse onu keşfedememiştir." Hz. Mevlânâ ise onun hakkında daha heyecanlı konuşuyordu: "Ben seni aniden görüp baştan başa göz kesilen bir insanım. Benim canım senin aşkınla divâne bir kuş olup bütün saçma-sapan şeylerin üstüne yükselmiştir, uçmuştur. Seher vakti felekte bir ay göründü. Felekten indi, bize nazar kıldı. Bir kuşu avlayan şahin gibi o ay bizi kapıp feleğe doğru uçurdu. * * * Ağırbaşlı ve vakur bir âlim olan Hz. Pîr, bu buluşmanın sarhoşluğuyla nerdeyse bambaşka bir âleme göçetmişti. Misafirinden ayrılamıyordu. Dünyayı terk etmişti. Ailesini, evini, dostlarını, talebelerini bırakmış, Şems âlemine çekilmişti. Güneşin çevresinde dönüyordu, bir pervaneydi ve yanıyordu. Yandıkça dönüyordu ve döne döne yanıyordu. Vecde gelende semâya kalkıyordu ve bu hal uzun sürüyordu. En büyük eseri olarak kabul edilen Divân-ı Kebîr bu coşkun dönemin eseridir. Mesnevi, daha önceden de var olan fikrî esasların Hz. Mevlânâ'nın ruhundan süzülerek dünyaya akseden pırıltılarıdır. Fakat Divân-ı Kebîr (veya Divan'ı Şems'ül Hakayık) böyle değildir. Kaynayan, coşan engin bir ruhun şiir olup akanıdır, dünyayı dolduranıdır. Bu


zengin ruhun kutsal coşkusu fevkalâde cesaretli kelimelerle dünyayı sarıp-sarmalamış, sarhoş etmiştir. Divân-ı Kebîr yanında Mesnevi, bu volkanın sönmüş lâvlarıdır. Hz. Hüdâvendigâr bir mutasavvıftır. Tasavvuf, din ve şeriatın yolundadır. Fakat bazı ruhlar bununla doymazlar. Metafizik onlarda bir ıstıraptır. Aklın hududunu aşıp keşfe geçerler. Bundan ötesi zaten sübjektiftir. * * * Konyalılar şaşkındı. İçlerinde Alâeddin Çelebi de vardı ve cümleten Şems'e buğuz ediyorlardı. Bu hal giderek harekete dönüştü. Onlara göre büyük âlim, nereden geldiği belli olmayan, maksadı belli olmayan, adı-sanı duyulmamış bir serseri dervişe bağlanmış, Konya'yı hatta dünyayı terk etmişti. Alâeddin de Veled Çelebi gibi düzgün terbiye almış, iyi eğitilmiş bir gençti. Fakat Veled'e nazaran daha halkın içindeydi. Dışarıda olup bitenden haberdardı. Normal bir vatandaş portresine sahipti. Veled Çelebi ise babasının dizi dibinden ayrılmıyor, dergâhtan nadiren çıkıyordu. Dışardan habersizdi. Çelebi tarifine tam uyuyordu. Ve o, "Marac'el Bahreyn" sonrasını şöyle anlatıyordu: "Halk birbirine soruyordu: Şeyhimiz neden böyle bir adama bağlanıp bizden yüz çevirdi? Bizler ki, soyu-sopu belli kişileriz, Allah'ın çizdiği yolun dışına çıkmayanlardanız. Çocukluğumuzdan beri takva ve zühd içindeyiz, Allah'ı arayanlardanız, şeyhimiz yolunun kulu ve sâdıklarıyız ve âşıklarıyız. Hakk'ın onda emsalsiz bir şekilde tecelli ettiğine inanıyoruz ve ondan ders alıyoruz. Bu Şems denilen âdem nasıl bir kimesnedir ki, şeyhimizi ırmağın bir çöpü sürüklediği gibi bizden alıp götürmüştür?" Bu gidişatın kutsal esrarını anlayabilmek kolay iş değildi. Nitekim anlayamadılar, idrak edemediler. Söylentiler bayağılaştı ve Şems aleyhine büyüdü, bir dağ oldu, dayanılmaz oldu. Hicri 643 şevvalinde ve şevvalin 21'inde ve Perşembe günü Hz. Hüdâvendigârın ısrar ve yalvarmalarına rağmen yükünü topladı ve Şam'a sefer eyledi. Hz. Pîr onulmaz hasret içinde kaldı, huzurunu iyice kaybetti. Konuşmaları kırıcı olmaya başladı. Kur'an okuyanlara şiir okumalarını, cami ve tekkelerde itikâfa çekilenlere semâ etmelerini tavsiye eder oldu. Zâhid ve âlim Mevlânâ onlara göre çıldırmıştı. Onlara göre devamlı buhran ve vecd içindeyken dini duyguları zayıflamıştı. Ulemâ karar verdi ki, bütün bu haller küfür ve bidattir.

Daha sonraki ahvâli, râviyan'ı ahbar şöyle naklederler. Hazretin durumunu gören ve buna sebep olanlar pişman olup tövbe ettiler. Sultan Veled yanında yirmi dervişle Şam'a gitti. Şems bulundu. Tekrar Konya'ya dönüldü. Onbeş ay sonra "Marac'el Bahreyn" tekrar teşekkül etti, sohbet deryasına tekrar daldılar. Tövbe edenler tekrar ve daha şiddetli aleyhte bulundular. Şems'in aleyhinde söylenmedik söz bırakmadılar. "O bir sihirbazdır" dediler, ölümle korkutmaya çalıştılar. O tekrar kayboldu. Bu defa onun öldürüldüğünü, kör bir kuyuya atıldığını, bunu yapanların başında Alâeddin Çelebi'nin olduğunu söylediler. Eflâki bu söylentiyi gerçekmiş gibi anlatır. Şems'i ondan daha iyi tanıyan tarih yazıcıları ve yorumcuları bunun böyle olmadığını, bu sırlı dervişin bulunmamak üzere kendini sakladığını ve daha sonra sır olduğunu, çünkü ruh yapısının bunu gerektirdiğini söylerler. Elbette doğrusunu Allah bilir. KAYNAKÇA

1- Makalât'tan nakleden Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan 2- Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Mevlânâ Celaleddin Rûmi. 3- Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, a.g.e. 4- Makalat'tan nakleden A.N. Tarlan, a.g.e. 5- Ferûdun bin Ahmed'i Sipehsâlar, Risale (sadeleştirilerek) 6-Şems-i Tebrizî'nin künyesi şöyledir: Tam ismi Şemseddin Mehmed bin Ali bin Melek Dad. Büyük Meşayıhtan Şeyh Ebubekir Sellebaf ın mürididir. Bu şeyhin kibar'ı evliyadan olduğu bildirilir. 7- A.N.Tarlan, a.g.e. 19


MEKÂNLAR VE YAŞAYANLARI -beşinci-

FETİH SONRASI İLK MÜSLÜMAN MAHALLELER

İstanbul yazarımız Ahmet Rasim’in de bu mahallede çocukluğunun geçtiğini kendi eserlerinden öğreniyoruz…Falaka’da Sofular mahalle mektebinde ilk eğitimine gittiğini Amin alayına Sofular Sıbyan mektebinde çıktığını anlatır.. Mehmet Kâmil BERSE

ersaadet’in orta yerinde Sofular mahallesi ve Yeşiltekke sokaklardan hatıralara ve tarihi bilgilere yer vermeye gayret ediyorum..Değerli Babam’ın anlattıkları ve çocukluk hatıralarımla okuduklarım ve bunları mekanlarla,hafızamda yada mevcud durumlarında buluşturmam, tarihî gerçekleriyle yansıtmama vesile oluyor diye seviniyorum aslında.. Yeşiltekke sokağın ve bağlı 7 çıkmaz sokağın asırlara dayanan tarihi ve mimari özelliklerini anlatmaya devamla, Babam Ömer Efendi’nin hatıralarını paylaşmalıyım…Bugün Yeşiltekke kuyulu çıkmaz adıyla maruf sokakta bulunan evimiz’in giriş katında küçük bir dükkan yapmıştı kendine hobi olarak çalışmak çevresine sanatıyla yardımcı olmak için..ilk mesleği marangozluktu babamın..bu dükkanda bir marangoz tezgahı ve her türlü marangoz aleti mevcuttu…hatta bu marangozhanenin arka kısmına bir asma kat yapmıştı ahşaptan,sebebini yıllar içinde çok iyi anlamıştım..arkadaşlarının ve komşularının ahşap ile ilgili taleplerine yardımcı olur, yaptıklarından bir bedelde almazdı..Babam burada bir iş daha yapardı.. Günün belli saatlerinde geldiği marangozhaneye mahallenin çocuklarını toplar, bunlar çeşitli yaşlarda 7 yaşından 17 yaşına kadar olurdu.. Onlara çay bisküvit gibi ikramlarda bulunur, her çocuğun seviyesine göre Kuran-ı kerimden sureler öğretmek için çeşitli yöntemler denerdi.. Bana en ilginç geleni ezberlenen her surenin zorluğuna göre bir ödülü vardı..mesela Kevser suresi 25 kuruş, Fatiha’yı ezberlemek 1 lira gibi.. ödül almak için çok kısa zamanda ezberlenirdi sureler..çocukluğumda bu işin önemini pek hissetmezdim, ancak aradan yıllar geçtikten sonra Babamın ne kadar önemli bir iş yaptığına inandım.. Seneler geçmişti, küçük oğlum R.Hisar’da bir lisede okuyor , zaman zaman kendisi ile dersleri ve hocaları ile ilgili konuşuyoruz..Beğenmediğin hocan varmı? Diye sormuştum..Edebiyat hocasının fikri olarak hoşuna gitmediğini söylemişti.. ama bir gün aynı hoca sınıfta herkesin oturduğu semtleri sorduğunu anlattı,Fatihte kim oturuyor? 3 kişi var… yeşiltekkede oturan varmı? Sorusuna , oğlum- evet ben ben yeşiltekke kuyulu çıkmazda oturuyorum..diye cevap verir.. Hoca biraz heyecanlanır ve oğlumla karşılıklı diyaloğa girer..- Biz 2.çıkmazda bir ahşap evde oturuyorduk, bizim evimizin

sayı//41// aralık 20


karşı çıkmazında bir dükkan ve orada bir hacı amcamız vardı, oğlu Emin arkadaşımızdı, onlar hala oradalarmı? ..Oğlum cevap verir, - Hocam o hacı amcanız benim dedem, Emin ise amcam, her ikiside rahmetli oldu… Hoca üzülür ve sınıfın huzurunda şunları söyler; - Bugün Müslümanım diyorum ama, Müslümanlık adına 3 – 5 sure biliyorum, onuda Hacı Ömer amcamızdan öğrendiklerimdir, Allah ondan razı olsun rahmet olsun der, ve öğrenmek için Ömer efendinin öğretme yöntemini anlatır…Bir hizmetin hiçbir zaman boş olmadığının açık seçik bir örneğidir.. Oğlum bana bunu anlattığında, kendisininde duygulandığını söylemişti, ben ise bu hadiseyi her hatırladığımda ben ne yapabilirim’in sorusunu kendime hep soruyorum..Biz komşularımıza ne gibi hizmet yapabiliyoruz, ne öğretiyoruz, onların dertlerini dinliyormuyuz.. İstanbullu olmanın ve burada yaşamanın gereğini yapıyormuyuz? Her gün kendimizle hesaplaşalım.. Bu mahallede, Muallim Naci’nin çocukluğunun geçtiğini kendi eserinde anlattığını söylemiştim.. Bir başka önemli İstanbul yazarımız Ahmet Rasim’in de bu mahallede çocukluğunun geçtiğini kendi eserlerinden öğreniyoruz… Falaka’da Sofular mahalle mektebinde ilk eğitimine gittiğini Amin alayına Sofular Sıbyan mektebinde çıktığını anlatır..o günkü eğitim’in aksak yönlerinide vurguladığı eserinde bir İstanbul beyefendisinin kaleminden O günlerin İstanbul mahalle mekteblerini öğreniriz..Ahmet Rasim kalemi ile örnek aldığım bir İstanbul yazarı, dili çok güzel..Herkese onun eserlerini okumaların tavsiye ederim..Bahaddin efendinin oğlu imiş Ahmet Rasim , babası ölünce annesi ve miralay olan dayısı eğitimine yardımcı olmuş…Sofulardaki mahalle mektebinden sonra birkaç okul daha gezmek zorunda kalmış..okul dışında Şehzadebaşı Camiine çocuk oyunlarını oynamak için gittiğini yazıyor eserlerinde..daha sonra Darüşşafaka Yetimler okuluna gider oradan mezun olur..Posta telgraf nezaretinde memur olur,Öğretmen olur, gazetecilik yapar, yazarlığı ile bugün kendisini hala iftiharla takdim ederiz..Şiir ve hikayeler, okul kitapları, tarih ve bilim konularında türlü eserler yazan, çevirilerde yapan Ahmet Rasim’in asıl değeri, renkli ,canlı bir anlatımla çocukluk, ilk-orta öğrenimi ve gaztecilik hayatını, İstanbul’un günlük yaşayışını yansıtan fıkra , makale ve anılarında görülür.. Bu mahalleden yetişen güzel insanlardan biridir..

Sofular mahallesi adı bundan 7-8 sene önce Fatih Belediyesi tarafından mahallelerin birleştirilmesi projesi ile tarih yapraklarından silindi..Sofular adı Sofular caddesinin alt başlangıç noktasında bulunan Sofular tekkesinden , Sofular camiinden , sofular hamamından , şimdi olmayan Ahmet Rasim’in okuduğu Sofular sıbyan mektebinden almaktadır..Kimdir bu Sofular? 1453 İstanbul Fethi sırasında Fetih orduları içinde çeşitli guruplar vardı, bunlardan bazıları tarikat mensupları ve sofîlerden oluşmaktaydı..Bir gurup sofî bu semte yerleşmiş, bulundukları yerde içtimai faaliyetler için gerekli imar faaliyetlerinide yapmışlar, Sultan Fatih’in emri ile de kimki bulunduğu semte hayır için eserler yapar, cami yapar o semte onun adı verile demiş..Sofîlerin oluşturduğu bu semte Sofular denmiş…Osman Nuri Ergin mahalle isimlerini koyarkende bu hassasiyetlere dikkat ederek Mahallenin adını Sofular koymuş…Gel gör ki yeni nesil belediye anlayışımızda bu duyarlılık kalmadığı için mahalleler birleştirilince Sofular Mahallesi İskenderpaşa mahallesi ile cem oluvermiş… SOFULAR CAMİİ

Fatih İskenderpaşa Mahallesi Sofular Caddesi ile Molla Hüsrev Sokağı‘nın kesiştiği köşede Ekmel Tekkesi‘nin karşısında ve Sofular Hamamının yanında bulunan camii, 1460 tarihinde Şeyhül‘islam Molla Hüsrev Efendi tarafından yaptırıldı.. 1920 yılında ikinci kez Trabzonlu bir hanım tarafından yeniden ihya edilen cami bugüne kadar geldi. Cami küçük hali ile asırlardır 150 kişinin ibadetine hizmet ediyor.. Mihrabı Sultan II. Mahmud (1808 -1839) zamanından kalmadır. Ahşap minberi ise IV. Mehmed(1648-1687) zamanında Ahmet Paşa’nın oğlu Girit Valisi Mehmet Bey tarafından 21


vefat etti. Tekke 1981 yılından bu yana Kız Kur’an Kursu olarak kullanılmaktadır. Sofular caddesi’nin camiyi geçtikten sonraki ahmediye sokağı köşesinde Tarihî bir çeşme var… Süleyman Han Çeşmesi..kitabesi yerinde..asırlar öncesinden bize selam veriyor ben buradayım diyor..Şanslıyız çünkü çeşme tamir gördü ve pırıl pırıl.. Ancak suyu bağlanmış idi fakat hoyratça kullanımlar nedeniyle..suyu akmıyor şimdilik.. SOFULAR HAMAMI

konulmuştur. Duvarları kagir, çatısı kiremit, Kürsüsü ahşaptan, Ampir üslubundaki üst mahfil altı adet ahşap direk üzerinde..Tugladan örülmüş tek şerefeli minaresi mevcud..zamanla çarpık ilaveler caminin orjinalliğini bozmuş idi.. beş yıldır yeniden orijinal haline döndürülerek yapılmakta olan cami inşası bitmek üzeredir… Ahşap camilerin sıcaklığını hissettiğim bir camidir Sofular camii..çocukluğumda tanıdığım uzun yıllar caminin imamlığını yapan Babamın arkadaşı Gönenli Ali Rıza Altın Altunbay hoca efendi rahmetli, bu camiden emekli olmuştu… o yıllarda herhangi bir seyahate çıktığında (umre,hac veya memleketine), imameti babama emanet ederdi..Bu vesileyle Babam Hacı Ömer Efendi Sofular camiindede hizmet etmiş idi.. Sofular camii inşallah özgün halinde ibadete en kısa zamanda açılır, İstanbul’da nadir ahşap camilerden Sofular camiinin o eski sıcak havasına kavuşuruz.. Camiin hemen karşısında Ekmel tekkesi bir diğer adıyla sofular tekkesi ve haziresi var, Sofular Caddesi ile Sofular Tekkesi sokağının kavşağında yer almaktadır. Tekke Şeyh Ekmeleddin Tekkesi, Ekmel Tekkesi, Şeyh Hafız Tekkesi, Şeyh Süleyman Ekmeleddin Tekkesi isimleri ile de tanınmaktadır. Tekke mîladi 1510 yılında Sultan 2. Bayezid Han döneminde inşa edilmiştir. İstanbul’un en eski Halveti Tekkelerinden olan bu tesisin kurucusu Şeyh Süleyman-ı Rumi Efendidir. Şeyh Süleyman Efendi, Edirneli Şemseddin adında bir şahsın oğlu ve Halvetiyye’nin meşhur pirlerinden Seyyid Yahya Şirvani’nin 3. halifesidir. Şeyh Süleyman’ı Rumi’den sonra halifesi Şeyh Ekmeleddin Efendi yerine geçmiştir. Koğacızâde Mehmed Efendi Halvetî şeyhlerindendir. Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Ekmel Tekkesi diye anılan Halvetî tekkesinde yirmi yıl irşad faaliyetinde bulunduktan sonra 1026'da (m. 1617) sayı//41// aralık 22

Sofular ismini taşıyan diğer bir tarihi yapı da Sofular hamamı tabiiki..500 yılın üzerinde tarihi dokusu ile çiftehamam olarak hizmet vermektedir. Türk hamamının bütün tarihi dokusunu bünyesinde barındıran hamam, osmanlı hamam kültürününün görselliğini günümüze taşımaktadır. İstanbul’un en çok turist alan tarihi yarım adasında bulunan Tarihi Sofular Hamamı haftanın her günü açık olup bay ve bayan lara ayrı ayrı bölümlerde hizmet vermektedir. Sauna sının göbek taşının yanı sıra kese kültürünüde uygulatabileceğiniz hamamda sogukluk ve sıcaklık bölmelerinde hijyenik bir ortamda asırları geride bırakmış bu yapıt içerisinde tamamen türk tarihindeki temizliğe verilen ehemmiyeti hissedersiniz.. Sofular Mahallesi’nde bulunan bu hamam, adını Sofular Camii’nden almıştır. Hamam, Sofular Caddesi’yle Molla Hüsrev Caddesi’nin birleştiği yerde bulunur., Sofular hamamı, II. Bayezid vakfındandı. Sofular Hamamı, Sultan II. Bayezid(14811512) zamanında yapılmış olduğu söylenir. Yapım tarihi ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Sultan II. Bayezid burayı Edirne’deki Külliyesine gelir getirmesi amacıyla yaptırdığı rivayet edilir.. Camekanın ortasında fiskiyeli kare bir havuz, iki katlı soyunma odaları ve çatısında da ahşap bir fener vardır. Ilıklığın sağında duvara bitişik konumda olan üç göz keselik ve ılık halvet bulunmaktadır. Halvetlerin üzeri birer kubbe ile örtülmüştür. Ilıklığın üzeri ise tonoz çatılıdır. Harare kapısının sağ ve solunda birer peyke mevcuttur ve bunların üzerini fanuslu bir kemer kapatır. Halvetlerin kubbe etekleri şekilli ve sofaların üzeri de tonoz çatılıdır. Sofular Hamamı, ortasındaki büyük kubbenin altında sekizgen bir göbek taşı olan aydınlık bir hamamdır. Hamamın orijinal halı H.1224 / M.1833 tarihindeki Cibali yangınında yanmış sonradan tekrar bugünkü hali ile ihya olmuştur..


YAYLA KAMBUR MUSTAFA PAŞA CAMİİ

Yayla Kambur Mustafa Paşa Camii’nin yerinde daha evvel Bizans devrinden kalma bir mahzen bulunuyordu..Halk tarafından Kâfir-i kebir Mahzeni olarak anılmaktaydı.. Cami yıkılmış vaziyette olduğundan , ortada kalan mahzende uzun süre roman ailelerin ikamet ettikleri bir mekandı… 1665 yılında vefat eden Bağdat valiliği yapmış Kambur Mustafa Paşa tarafından Bizans Mahzeni üzerine yaptırılmış. 1918 deki cibali yangınında cami yanmış ve yıkıntıları 1950 yılında tamamen kaldırılmış idi.. Hayırsever vatandaşların gayreti vakıflar idaresinin kontrolünde cami 2006 yılında çelik karkas üzerine tekrar ihya edildi, altındaki mahzende temizlenerek, caminin bir bölümü olarak ibadete açıldı.. KIZTAŞI-MARCİANUS SÜTUNU

Fatih Kıztaşı, MS 450 yıllarında İmparator Marcianus tarafından Forum Amastrion’a dikilmiştir. Roma döneminden kalma birkaç anıt sütundan birisidir. Fetih sonrası kurulan ilk Türk mahallelerden biri olan Kıztaşı Mahallesi’ne adını veren eser, esasında milattan sonra 452 ya da 457 yılında dönemin Roma İmparatoru Marcianus tarafından kendi adına diktirilen bir anıt sütundur. Uzun bir süre Saraçhane’de bulunan Yeniçerilere ait bekar odalarından birinin bahçesinde kalmış ve geçtiğimiz yüzyılın başlarında (bir yangından sonra) tekrar ortaya çıkarılmıştır. ROMA EFSANELERİNE GÖRE KIZTAŞI

Kıztaşı hakkında bilgi verirken efsanelerinden bahsetmemek olmaz… Romalılara ait olan efsaneye göre, Jüstinyen Aya Sofya’yı inşa ettirirken tılsımlı güçleri olan bir kız da buraya büyükçe bir sütun taşıyormuş. Derken kızın karşısına ruhani bir canlı çıkar taşı nereye götürdüğünü sorar. Kız, Aya Sofya’ya gittiğini söyleyince cin, geç kaldığını ve taşı boşuna taşımamasını söyler. Kız, taşı oracıkta bırakıp durumu görmek için bugünkü Sultanahmet Meydanı’na gelir ve cinin yalan söylediğini anlar. Saraçhane’ye geri dönüp taşı götürmek ister fakat sihirli güçlerinin artık işe yaramadığını fark eder. Taş da o gün bugündür Kıztaşı olarak anılır. Yine Romalılara göre sütunun tılsımlı güçleri de varmış. Sütun, yanından geçen genç hanımlara bakire olup olmadıklarını fısıldıyormuş. Bazı anlatılara göre de bunu, yalnızca kendisine dokunulunca yapıyormuş. Bir başka efsaneye göre ise kadınlar hafif meşrepse taş eğiliyormuş. Rivayet bu ya;

günlerden bir gün Jüstinyen baldızı ile buradan geçerken taş yerlere yatmış. Bu duruma sinirlenen imparatorda eşinin kardeşini oracıkta idam ettirmiş. EVLİYA ÇELEBİ’NİN KALEMİNDEN MARKİANOS ANITI

İstanbul ile ilgili tarihteki bütün bilgi ve efsaneleri eserine yazan Evliya Çelebi, Kıztaşı için de bize duyduklarını aktarmış… “Dikdörtgen şeklinde büyük bir taş üzerinde, yekpare beyaz mermerden yapılmış, Kral Pozantin’in kızının lahdi”. Ona göre İstanbul’u doğal afetlerden korumak için şehre konulmuş 27 tılsımdan biri de bu anıttadır. İşin aslına dönecek olursak; 1908 yılında ortaya çıkarılan kaidesinde, Yunan mitolojisindeki Tanrıça Nike yer aldığı için Kıztaşı olarak adlandırılmıştır. Mısır granitinden yapılmış olan kaidenin 3 yüzüne haç işareti işlenmiştir. Edindiğim bilgilere göre ise kitabesinde şöyle yazmaktadır: “İşte bu birinci yurttaş (yani imparator) Marcianus’un anıtıdır”. Sütunun üzerindeki bronz heykelin ise Konstantinopolis’in tüm zenginliklerini tüketen Latin İstilası esnasında Venedikliler tarafından Bari’ye (İtalya) götürüldüğü iddia edilmektedir.. İstanbul’un her mahallesi ,her caddesi,her sokağı, tarihin her dönemine ait eserlerle doludur..bir tarfta 1550 yıllık Kıztaşını görürüz, aynı caddenin diğer başında 550 yıllık bir hamam hepsi canlı ve dimdik ayakta..altında 1500 yıllık Bizans mahzeni üstünde 350 yıl önce bir Osmanlı Bağdat valisinin yaptırdığı Cami…Ve bu Tarih arasında yaşamanın güzelliği..farkındalığı hissetmek lazım, kıymet bilmek lazım..Bu lütfu nimet bilmek lazım..Asırlar arasında dolaşmaya devam edeceğiz tabiiki.. FOTOĞRAFLAR

• http://www.istanbulium.net/2011/12/istanbulun-tarihi-hamamlar.html • https://www.istanbuldakicamiler.com/yayla-kambur-mustafa-pasa-camii-fatih-fotograf-galerisi

23


arsus bereketin yurdudur. Bereket peygamberi Danyal Aleyhisselam’ın şehridir zira o. Her şehir bir renkten ibarettir. Tarsus’un rengi bana göre tabadır. Kiremitle turuncu arası.

BEREKETİN VE SÜKUNETİN BAŞKENTİ

TARSUS

Yedi Uyur’ların şehri. Yok yok, Yedi Uyumaz’ların şehri o. Sakin rahat yavaş görünseler de her zaman ‘gerektiğinde gereğini yapanların şehri’ Tarsus. Fahri TUNA

Sinagogun kilisenin caminin asırlardır yan yana, omuz omuza, sırt sırta yaşadığı yaşatıldığı yaşanıldığı şehre Tarsus denir işte. Çan sesiyle ezan sesi karışır birbirine bazen, kavgasız gürültüsüz tartışmasız yaşar giderler asırladır. Ulucami ‘akılla kalbin’ birleştiği bütünleştiği kaynaştığı mekânın adıdır, her gün beş vakit. ‘Kırk kaşık mı kırk âşık mı?’ sorusuna ‘elbette ki kırk kaşık’ cevabını vermiştir Tarsuslu. Çünkü sofraya ‘kırk kaşık’ koyup bedestende, fakir fukarayı, geleni gideni, yolcuyu yolsuzu bir ömür doyurmuştur da ‘Kırk Kaşık Bedesteni’ olmuştur orası. Tarsus’ta hamur, huzur bereket hoşgörü ve mutluluk adlı dört köşe açılmıştır da tutulup birleştirilince ‘yüksük çorbası’ adında bir lezzete dönüşmüştür. Tarsuslunun parmağındaki ‘huzur yüzüğü’ en çok buna işarettir. “Kaynar mı kaynamaz mı?” diye sorulamaz Tarsusluya. Cevabı şeksiz şüphesiz “kaynar”dır da ondan; zira her Tarsuslu kaynarla “doğmuş”, kaynarla “büyümüş”, kaynarla “yaşamakta”dır. “Bu kaynar da nereden çıktı arkadaş?” dediğinizi duyar gibiyim. El-hak haklısınız; söyleyelim: “Bir evden kaynar kokusu geliyorsa bilin ki o evde yeni doğan bir çocuk vardır” diyor bir Tarsus atasözü. Anladınız siz onu. Yerin altı tarihtir Tarsus’ta, üstü bereket. Bakmayın esmer olduklarına, Tarsuslunun gönlünde Bilal-i Habeşi beyazlığı vardır. Garanti ediyorum: Tarsus’un sokaklarında kesin kaybolacaksınız. Ama tarihin koynunda, çekinmeyin. Yüz yıllık yüz elli yıllık iki yüz yıllık tarihi evlerle süslenmiş geleneksel sokaklarda özgürce kaybolun, bazı evlerin zemin katlarında soluklanacağınız üç yudum huzur teneffüs edeceğiniz şirin kahvehaneler var, girin korkmadan. Sizin gibiler çoktur oralarda. Tarsus sokaklarında gezintiye çıktığınızda her sürprize hazır olmalısınız: Kleopatra da kesebilir yolunuzu, Elif Hatun da. Marko Paşa’ya da anlatabilirsiniz derdinizi, Danyal Peygambere de. Yorulunca Aziz Pol Kuyusundan birkaç yudum su içmelisiniz. Bilal-i Habeşî makamından ezan da okunabilir, kulak kesiliniz

sayı//41// aralık 24


St.Paul Kuyusu

biraz. Kaç kişi bilir dünyanın ilk misyonerinin Tarsuslu olduğunu. Kaçımız biliriz yeni bir İncil’le Hristiyanlığın kaderini değiştirdiğini bir Tarsuslunun. Kimler bilebilir Tarsuslu bir Yahudi’nin bugünkü Roma’yı bugünkü Katolik Hristiyanlığını şekillendirdiğini. Ve yine kaçımız bilebiliriz ki bugünkü Papaların, Tarsuslu bir azizin koltuğunda oturduklarını. Sen Pol (Saint Paulus) Kuyusu ondan bir hediye, odan bir nişane, ondan bir miras Tarsuslulara. Ve bir bilgi daha okura: Biz nasıl hacı olmak için Mekke ve Medine’yi ziyaret ediyorsak, her yıl yüzbinlerce Hristiyan da Tarsus’a geliyor. Aramızda kalsın, kaç zamandır Sen Pol’e sorasım var: “Pol kardeş, orijinal İncil’i senin tahrif edip istediğin gibi şekillendirdiğin iddiası doğru mu sahi? Doğruyu söyle bize. Yüzünü ekşitmeden, gözlerini aşağıya indirmeden söyle.” Biliyorum, verdiği sevap şu olacak: “Ben Kilikya'dan Tarsuslu bir Yahudi, ehemmiyetsiz olmayan bir şehrin ahalisindenim.” Ve yine biliyorum aynen şunu yapacak: Bir eliyle Ramazanoğullarının yaptırdığı Tarsus Ulu Camii minaresini, enfes Selçuklu usulü taç kapısını, yanında asırlarca fakir fukara için sofraya her öğün koyulan kırk kaşıktan adını alan ‘Kırk Kaşık Bedestenini gösterecek ve diyecek bana: “Tarsus hâlâ çok güzel ve çok zengin bir şehirdir.” Âh be Pol, hep doğruyu söyleyeceksin ama benim sorumun doğrusunu hiç söylemeyeceksin. Korkarım Neron da Roma’yı yakmadan, önce seni asacak, benden duymuş olma da.

kadar bitmez tükenmez projeleri ile Edebiyat öğretmeni Ahmet İşler, bin bir şanssızlığına rağmen kâh yemek yaparak gelip geçene dağıtan, kâh bir konferansı paneli, etkinliği haber yaparak kamuoyunu zenginleştiren, kâh sayfasında yazılar yazan, Tarsus İdman Yurdu’nun en heyecanlı destekçisi, futbolcuların “uğurlu abla”sı; iyimserlik ve üretkenlik anıtı, atom karınca Emine Aysu, Elif Hatun Konağı’nın güler yüzlü akıllı dominant becerikli çözümcü gözleriyle koca kurumu yöneten kudretli devletli ‘küçük dev kadını’ Kudret Sönmez; bunlar gibi yüzlercesi binlercesi vardır Tarsus’ta. Eminim. Bozkırın tezenesi Neşet Ertaş’ın kayınbiraderi Âşık Hüseyin’i (Akan) tok ve güzel sesinden dinlemelisiniz yöre türkülerini bir de. Bozlakları ağıtları deyişleri.

Yedi Uyur’ların şehri. Yok yok, Yedi Uyumaz’ların şehri o. Sakin rahat yavaş görünseler de her zaman ‘gerektiğinde gereğini yapanların şehri’ Tarsus. Altın kalpli insanlar tanıdım ben Tarsus’ta. Örnek olsun diye üç isim söyleyeyim size: Nefis şiirleri, başarılı romanları

Fırat Tuna Sakarya kokulu, insanı çağıl çağıl ‘kendine döndüren’ şehir Tarsus. Gül şehir, güllü şehir, gül kokulu şehir Tarsus. Yaşayan şehir, yaşanan şehir. Çoğalan şehir, çoğaltan şehir. Bereketin ve sükunetin şehri Tarsus.

Benden duymayın: Bir lezzet cennetidir Tarsus. Yemekleri müthiştir. Yüksük çorbası ayrı güzeldir, sıkması başka. Dövme pilavını lezzetinden yiyemeyeceksiniz, humusuna doyamayacaksınız. Karakuş yahut Kerebiç tatlısı bir başka özel ve güzel bir tatlıdır. Ulucami avlusunda Menengiç kahvesini yudumlamak ‘ömre bedeldir’ Tarsus’ta, benden söylemesi. Pol şehri, bol şehri, bolluk şehri Tarsus. Altı üstünden zengin, dünü bugünden derin, görünmeyeni görünenden renkli şehir Tarsus. Dört bir yandan bir makamın, bir minarenin, bir tarihi eserin ‘aklımızı başımıza almamızı haykırdığı’ güzel şehir Tarsus.

25


oprağa tutunan şehir… Ve kalbinden geçen ırmakların çağıltısıyla nağmelerini gökyüzüne salan Anadolu insanın toprakla hemhal olan fotoğrafı var önümde. Ağzını açıp bekleyen yavru kuş misali bağrını açıp bekleyen şehri Kelkit Irmağı besliyor. Burada billur gibi akan ırmaklar, çağıldayan dereler, şelaleler, yeşilin her tonu, güneşin hem toprağı hem de insanı ısıtan sıcaklığı…

ANÂSIR-I ERBAA:

TOPRAK, IRMAK, YAPRAK VE UMUT Burası Erbaa, tabiatın mevsim mevsim sayfalarını çevirdiğiniz ve bakmaya doyamadığınız Düden Gölü var burada. Ali BAL

Toprağı önce alın teri sular ve bereketlendirir Erbaa’da. Toprağa önce dua düşer, sonra tohum. Bir de hasat zamanına ertelenen nice umutlar… Burası Erbaa, tabiatın mevsim mevsim sayfalarını çevirdiğiniz ve bakmaya doyamadığınız Düden Gölü var burada. İklimi kadar bitki örtüsü de Karadeniz havasını veriyor. Engin ovaların buğulanan verimli topraklarına ister umut saç istersen tohum… Denir ya kuru dal olsa yeşillenir diye. Buralar böyle verimlidir. “Osmanlı arşivlerinde bulunan tarihi vesikalara göre, daha 18. yüzyılın başlarından itibaren Kaza-i Erbaa' dan söz edilmektedir. Ancak sözü edilen Kaza-i Erbaa, Sonusa, Karayaka, Taşabat ve Erek adlı dört nahiyenin meydana getirdiği bir idari yapılanmadır. Bu dört nahiyeden biri olan Erek nahiyesinin zamanla büyüyerek gelişmesi, diğer nahiyelerin yanında kendisine müstesna bir yer kazandırmıştır. Nitekim Erek nahiyesi zamanın devlet idaresinde 1872 yılında Amasya sancağına bağlı bir kaza (ilçe) olarak teşkilatlandırılmış, daha önce nahiyenin genel adı olan Erbaa adı da yeni kazanın-ilçenin adı olmuştur. Böylece 1872 yılında tesis bulunan Erbaa Kaymakamlığı, 1892 yılında Tokat'a bağlanmıştır.” (http://www.tokat.gov.tr/erbaa) Tarihî kaynaklar Erbaa hakkında bu bilgileri veriyor. Her coğrafyanın bir kaderi ve her kaderin gerçekleştiği bir tarih sahnesi vardır. Tarihte genellikle savaşları okuruz. Yıkılan, yakılan, parçalanan ülkeler, acıların çoğaldığı, gözyaşının aktığı toprakların hikâyesi vardır. Ancak bu topraklarda doğan ve yayılan kültürü ihmal ederiz. Savaşlar önce insanı yok etse de aslında insanla beraber kültürü de yok ediyor. Erbaa’da her şeye rağmen kültürel unsurları da bulmak mümkündür. MÖ 2300’lere tarihlenen Horoztepe Tümülüsü, buradaki mezar kazılarında çıkan birçok tarihi eser Ankara,

sayı//41// aralık 26


Tokat, Amasya müzelerine, bazılarıysa yurt dışına götürülmüş. Bunlardan Tunç Devri’ne ait “Çocuğunu Emziren Ana Heykelciği” ve dinsel törenlerde kullanılan bir müzik aleti olan “Sistrum” adlı bir diğer madeni heykel Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmekte. Erbaa, Tokat’ın bir ilçesi olsa da bir il gibi havası olan şehir. Nüfus, tarım, sanayi, kültür ve yaşam gitgide artıyor. Şehirler büyüdükçe özünden bir şeyler kaybederken, Erbaa özünü daha da güçlendiriyor. Çünkü Erbaa ismiyle müsemma ve isminin ihtiva ettiği güzellikleri barındırıyor. Erbaa deyince “anâsır-ı erbaa” kavramı gelir benim aklıma. Anâsır kelimesi sözlükte “asıl, kök, soy; şeref ve asâlet” gibi mânalara gelen unsur kelimesinin çoğuludur. Anâsır-ı erbaa “dört unsur” demek olup klasik felsefede toprak, su, hava ve ateşten ibarettir. Erbaa’da bu dört unsur da var ama yeniden tanımlayacak olursak bu dört unsuru şöyle diyebiliriz: toprak, ırmak, yaprak, umut. Erbaa’nın toprağı, suyu, yaprağı içinde umut taşır. Emeğin ve alın terinin pişirdiği toprakta Kelkit Irmağı suyuyla hayat verir. Yaprak ise burada ekmektir. Hayali, sevgiyi, umudu ve zamanı belirler. Nedir bu yaprak? Sofraların baş tacı olan sarmalar, dolmalar bu yaprakla vardır. Sadece Erbaalının sofrasında mı, belki her şehrin sofrasını güzelleştiren sarmalar, dolmalar Erbaa yaprağı ile lezzet bulur. Burada yaprak demek, hayat demektir; geçim demektir. Yaprak sadece bir yemeği değil, hayatı ve insanı sarmalar bu topraklarda. Umudun adıdır yaprak. Yarına yaprak ile bakılır. Yaprağa bağlanmıştır gelecek planlar.

Yaprak mevsimdir, burada birçoğunun doğum tarihi yaprak zamanıdır. Yaprak candır, kandır. Erbaalı için yaprak, hayatın kendisidir. Erbaalıyı iki yaprak sarmalar: bağ ve tütün yaprağı. Bağ yaprağı ile yemek, tütün ile yemek sonrası sefa vardır Erbaalının hayatında. İki yaprak arasında geçen hayat. İki yaprak arasına sıkışan ömür. İki yaprak ile belirlenen takvimler ve hayat. Ömür sayfaları yaprak yaprak düşüyor toprağa Erbaa’da. Biri yeşilken, diğeri sararınca kıymetlenen yaprak. Yaprağa ve toprağa tutunan Erbaa insanı, Kelkit ve Yeşilırmak ile serinler. Hayatını topraktan ve yapraktan kazanmasına rağmen burası kocaman bir şehir olmuştur. Erbaa’da örnek olabilecek kültürel anlamda faaliyetler de vardır. Erbaa Belediyesi özellikle "Osmanlı Haftası Etkinlikleri"ni düzenliyor. Ebru eserleri ile Osmanlı döneminden kalan eserlerin fotoğrafları sergileniyor. Konuklara Osmanlı macunu ve şerbeti ikram ediliyor. Son üç yıldır yapılan etkinlilerde kültür diri tutuluyor ve genç kuşaklar, tarihî değerler ile buluşturuluyor. Kurulan çadırlarda konferanslar ve sohbetler yapılıyor. Erbaa, topraktan beslense de büyüyen nüfusun sağladığı sosyallik ve kültür onu gerçek manada bir şehir yapıyor. Ayrıca her Ramazan’da Cumhuriyet Meydanı’nda Ramazan eğlenceleri düzenleniyor. Şehrin kalbi burada atıyor. Erbaa, tabiatın ve tarihin bize bahşettiği müstesna güzellik. Tabiatı ve mutedil iklimi ile huzur, Keçeci Baba ile ruha şifa veren; Evyaba ve Eksel’deki tekkeleri ile umudumuzu ve inancımızı sağlamlaştıran; toprağı ve yaprağı ile can bulan; ırmaklarından hayat akan şehirdir. 27


TÜKETİLMİŞ MODERNLİK,

PROFANLAŞMA VE MEKANDIŞILIK -evvel-

Yeninin cazip bir biçimde billboardlarda, tabelalarda, tv reklamlarında dayatmacı yaklaşımı insanları nefsi ile başbaşa bırakamayacak kadar güçlü bir olgu haline gelmiştir. Bilal CAN

odernlik, bugün artık pek de üzerinde durulan bir kavram olarak durmamaktadır. Çünkü her geçen gün insanlık adına yeni bir şeylerin eklemlendiği bu dünya, insanı tanımaktan ziyade tanımlamak aşamasına gelmiş ve insan onun için bir amaç olmaktan ziyade bir araç haline dönüşmüştür. Bu değişim ve dönüşüm sadece anlamla sınırlı değil, pratikte de bir uygulama haline dönüşmüş, tıpkı Marx’ın çifçileri “üretim aracı” olarak görmesi gibi insanlık da modern dünyanın yansımaları karşısında bir araç olmuş, hazırlanan tüm olgular onun için, ona rağmen olarak sunulmaktadır.

sayı//41// aralık 28

Tüketilen şeyin anlamına dair biriktirilen tüm pratikler dünyanın daha iyi açıklanmasına olanak sağlamak içindir. Modernizm bu gün bu alanda yığınla anlam üretimine girişmiştir. Tüketilen şeyin yerine yeninin ikamesi yerine yeninin gösterişli olana entegre edilmesi gösteri kültürünü ön plana çıkartmış ve insanlar gözleriyle rehin alınmaya başlanmıştır. Sürüm olarak adlandırılan her modelin, modülleri yükseltilerek kimi zaman 1.1 kimi zaman ise 2.0 şeklinde programlama diliyle anlaşılabilecek level yükseltme bu gün modern insanın uyguladığı ama hayalinin dışında olan bir unsur olarak durmaktadır. Fakat ileri zamanlar için tuhaf bir icat olarak insanların sürüm yükseltme çabaları gerçekleşebilir. Çabaları diyoruz, çünkü her ortaya konulanı tereddüt etmeden hayatına ikame eden insanlar, sorgulama yeteneğini yitirerek, hayatını kolaylaştırma amacıyla, yeniye ram olmaktadır. Yeninin cazip bir biçimde billboardlarda, tabelalarda, tv reklamlarında dayatmacı yaklaşımı insanları nefsi ile başbaşa bırakamayacak kadar güçlü bir olgu haline gelmiştir. Karar mekanizmasını derinden etkileyen hegomonik unsurlar insanlığı ağına takan bir örümcek gibi günden güne kemirerek ve zehirleyerek “öz bilincini” yok etmektedir. Üst aklın çalışma biçimi olan bu uygulama, bireyin ortadan kalkmasıyla son bulacaktır. Bu gün Gasset’in bireyin kitleye dönüşme biçimi daha geniş perspektifte anlam kazanmaya başlamıştır. Yığın haline dönüşme biçimi, görsel bombardıman ardından modernizm etkisiyle gerçekleşmiştir. Bu duruma bir son vermek için gözlerimizi sıkı sıkıya kapamamız, kulaklarımızı sıkı sıkıya tıkamamız hatta nefes alıp verişimizi kontrol altında tutup her eylemimizi gözden geçirmemiz gerekecektir. Çünkü modernizmin şaşaalı ve debdebeli inşası kendini kapitalizm üzerinden var etmekte ve bu varoluşun modern insan tipolojisini oluştururken ortaya koyduğu biçim ve yansımalar gözle; kıfayet biçimleri ve kamusal alana uygunluk adı altında marka fetişizmine yöneltmekte, göstergelerle algımızı yönetmektedir. Kulaklarımıza gürültü müziklerle hızlı tüketim ve hızlı üretime odaklamakta, bir tür hipnotize edilmiş hale bürümektedir. İnsanlığın şuuruyla oynanılan zamanlardan geçiyoruz, “ilginç zamanlarda” yaşadığımız gerçeğini aşikâr biçimde izliyoruz. Weber’in modernlik anlayışı kültürel bir olgu olarak anlam bulmuştur. Bu durum


onun için meşru bir yaklaşımdır. Protestanlık Ahlakı’nda Batı’nın modernliği ortaya çıkartan yaklaşımların onun kültürüyle alakalı bir sonuç olduğu ortadadır. Modernleşmeyi getiren rasyonelleşme, aklın rehberliğinde her şeyi bilimle açıklamanın adı olmuştur. Bu gün “aşk” gibi girift bir duygu durumunu bile akılla açıklamaya çalışan rasyonel akıl, Mevlana’nın çözümleyici ve teşhisi net biçimde ortaya koyan ifadesiyle “Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı” düşüncesi her şeyin akılla açıklanamayacağının bir örneğidir. Modernliğin tarihinin kendine özgü olduğunu vurgulayan Marksist düşünür Berman, onu üç evreye ayırarak incelemektedir. 16. Yüzyılın başlarından 18. Yüzyılın başlarına kadar uzanan zaman dilimi modernliğin ilk aşamasıdır ona göre. Bu evrede insanlar, modernliği yenice algılamaya başlamıştır. Bu yüzden bu dönem modernlik karşısında insanlığın özellikle Batı insanının yalpalama dönemidir. Teste maruz kalmış gibi, kobay olarak kullanma biçimi olarak da algılanabilir. İnsanlar bu dönemde kendilerini nasıl bir durumda olduğunu anlamaya çalışmıştır. İkinci evre 1789’un devrimci havasıyla başlar. Fransız Devrimi ve onun getirmiş olduğu etkiler ile birlikte modernliğin yansımaları benimsenmeye başlanmış ve insanların yaşam biçimlerde gözlemlenebilir değişiklikler ortaya çıkmıştır. Üçüncü evre ise 20. Yüzyılda gerçekleşmiş ve artık modernizm tüm dünyaya yayılmış, çeşitli anlamlar üretmeye başlamıştır. Özellikle sanat ve düşünce alanında kalıcı olmaya başlamıştır. Bu gün bizim uygulama sahasında “modern tahayyülleri” okuma biçimlerimiz genellikle bir tür modernizmin kökeni okumaya girişme biçimleri ile paralel gitmektedir. Türkiye gibi modernliği geç elde etmeye çalışan ülkelerde bu kazı çalışması büyük tartışmalara neden olmuştur. Bireysellik, akılcılık, determinizm, nedensellik, ilerlemicilik, evrimcilik, Avrupa Merkezilik v.s gibi unsurların tamamı Aydınlanma olarak bilinen dönemsel bir kavram içerisinde bulunan unsurlardır. Bu gün modernlikle hesaplaşmaya girişenlerin tamamının ilk baktıkları yer “Aydınlanma” mirasıdır. Eleştirilerin geneli de dönüp dolaşıp Aydınlanmanın tekrardan değerlendirilmesiyle elde edilmektedir. Lyotard, Derida, Foucault gibi düşünürlerin Aydınlanma değerlendirmeleri modernizm ötesi olarak kabul edilen postmodernizm literatürüne

girmiştir. Bunun akabinde ise günümüzde de önemli bir referans kaynağı olarak kabul edilen düşüncelere imza atan Habermas’ın modernizmin hala tamamlanmayan bir proje olduğu düşüncesi Aydınlanma savunusu içerisinde değerlendirilen bir neomodernizm akımı olarak değerlendirilmektedir. MODERNDIŞILIK, ÖTESI, PROFANLAŞMA

Batı tarihinde Aydınlanma ile birlikte sosyal, kültürel, felsefi, ekonomik, konjönktürel alanlarda köklü dönüşümler meydana gelmiştir. Bu gün Batı tarihini okurken Aydınlanma’dan uzak bir okuma bu bakımdan eksik bir okuma olacaktır. Aydınlanma, Batı tarihinin eski tarihle bir tür kopuşu, bir tür sonlanıp yeni başlama noktası olarak kabul edilmektedir. Modernizm bu serüven içerisinde bir anlam arayışı iken modernleşme de en direkt anlatımıyla bu durumun oluşmasına işaret eden sürecin adı olmaktadır. Modernizm Avrupa’ya özgü iken, modernleşme ise Avrupai tarzı elde etmek isteyen toplumlar için kullanılagelmiştir. Dünya’nın küresel bir köy haline dönmesi ile birlikte Marshall Bermann’ın Marx’tan aldığı “Katı olan her şey buharlaşır” mottosuyla birlikte Modernlik, katılığını yitirerek buharlaşmaya başlamıştır. Postmodernliğin, modernliğin yerine geçmesi ile birlikte ise modernlik, daha çok, başvurulan bir değişim olgusu, yenilenme çabası, sisteme entegre olma biçimiyle anlaşılır olmaktadır. Latince kaynaklı dillerde “din dışı” anlamına gelen “profane” kelimesinin kökeni “profanum”’dur ve “tapınağın önündeki yer” olarak anlam kazanmıştır. Kutsiyet kazananlar tapınağın içindekilerdir. Dışa ikmal edilenler artık din dışıdır. Tapınağın dışına itilmiştir ve kutsiyetini yitirmiştir. Tapınak dışına itilme durumu bütün Batı felsefesinin temelini oluşturan unsurlar arasındadır. Sekülerleşme ve Profanlaşma kavramları bir tür kaybolanın yerine yenin ikamesi biçimi anımsatır ve bütünlüklü bir sürdürebilirliğin adı haline gelerek anlam sürecinin bütünlüklü olarak konuşulabilmesini sağlar. İnsanoğlunun “kutsal” olanın algılanış biçiminin değişmesi, çağın getirmiş olduğu bir değişim biçimidir. Bu gün insanlık artık mekandışılaşarak mabetten dışa itilmiş gibidir. Bu zorunlu bir tutum olarak lanse edilse de aslında tasarlanmış, üzerine çalışılmış bir projedir tıpkı Habermas’ın dediği gibi “modernlik tamamlanmamış bir projedir” ifadesi gibi. 29


ÜRKİYEM

BU TUNA BAŞKA TUNA

TUNA SEFERİNDEN DÖNÜŞ

-on iki-

Türkiye’nin mükellef sofralarının yanında mini minnacık kalan Budapeşte’deki sabah kahvaltısı vaktinde bitti. Zaten valizlerimiz de hazırlanmıştı. Otobüsümüz zamanında geldi. Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

Akşam Vadaspark’ta yemeğimiz var. Sürücümüz Feri Nikos mihmandarımız Engin Emeklican aracılıyla bu geceye eşini de getirip getiremeyeceğini sormuş. 10 gündür evinden ayrıydı Feri. “Eşini de getir. Memnun oluruz” deyince o da geldi. Milli parkın içinde bir mekan Vadaspark restorant. Budapeşte’nin banliyösü gibiydi. Otobüsle orman içinden epeyi bir süre gittik. Park yerinde bizim gibi gelen önemli kısmı Türk gruplardan oluşan turistlerdi. Girerken hoş geldiniz ikramında bulundular. Masalar her gruba göre ayrı ayrı ayarlandığından herkesin yeri belliydi ve tümü de sahneye yakındı. Orkestra içeri girdiğimizde çigan müziği çalıyordu. Grup yine romanlardan oluşmuştu. Keman ve klarnetin sesi daha fazla duyuluyordu. İçerisi tamamıyla nostaljik bir ortam haline getirilmişti. Masalar ve oturaklar kalın keresteden imal edilmişti. Yemeklerin ikram edildiği kap kacak da değişikti. Önce gulaş(kul aşı) geldi. Yemeklerde domuz olup olmadığını hemen hemen herkes sordu. Yokmuş. Gelen gruplara göre duyarlı davranıyorlarmış Vadaspark yöneticileri.. Hemen bitti gulaş, lezzetliydi. Sahneye 4’ü kız, 4’ü erkek 8 Macar folklorcusu çıktı. Yerel oyunlarını sergilediler. Sonra masaları teker teker dolaştılar. Konukların kendilerine iştirak etmelerini sağlamak amacıyla sahneye götürdüler. Macar oyunculara çok güzel eşlik eden oldu, her yanıyla sırıtanlar oldu. Şunu gördüm ki Türkiye kendi folklorunu vitrine getiremiyor. Dışarıya duyuramıyor. Ana yemeğimiz ördek ve tavuktu. Yanına biraz patates, biraz da salata koymuşlardı. Bu sırada folklorcuların gösterisi bitmiş, orkestra müziğe başlamıştı. Dans edenler oldu. Pist dolmayınca orkestra önce Rum müziği çaldı. Çünkü içerde çok sayıda Yunanlı turist de vardı. Hiç bir Yunanlı sirtaki için sahneye gelmedi bile. Şarkılarına iştirak etmediler. Orkestranın orta boylu tombik şefi “Üsküdar’a gider iken oldu da bir yağmur”u çalınca bütün salon buna iştirak etti. Şefin de hoşuna gitti, marifet iltifata tabidir bittabi. Türkiyem şarkısına giriş yapmıştı ki herkes ayakta ve alkışlarla başladı söylemeye; Baş koymuşum Türkiye’min yoluna Düzlüğüne yokuşuna ölürüm Asırlardır kır atımı suladım Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m

sayı//41// aralık 30


Sevdalıyım yangın yeri bu sinem Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem Pınarlardan su doldurur Eminem Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m Düğünüm, derneğim, halayım, barım, Toprağım, ekmeğim, namusum, arım Kilimlerde çizgi çizgi efkarım, Heybelerin nakŞşına ölürüm Türkiye’m Hey hey hey, hey heeeeyyy... YOL BİLMEK VEYA HARİTA OKUMAK

Macar Orkestrası Türk heyetinin şarkılarla, alkışlarla iştirakinden mutlu olduğunu her şeyiyle belli ediyordu. Masalara tatlılar geldiğinde herkes şarkısını sürdürüyordu. Otobüste de devam etti şarkı faslı. Daha gecenin 22.00’si bile değil ama Budapeşte sokakları yalnız ve ıssız. Tek tük araç geçiyor. Bir de metro. İstanbul’un her semtinin cıvıl cıvıllığını bilenler öksüz sokaklara bakmadılar bile. Ecerih semtindeki Pest Inn Otele geldiğimizde aramızda yorgun görünmeyen, uykusu gelmeyen çok az kişi vardı. Gezi bir gün daha uzasa artık can sıkmaya başlayacaktı. Gitme vakti geldi. Kahvaltıya erken indik. Budapeşte’de Türkiye’deki gibi branch dedikleri kahvaltı aramak nafile. Ürün yok ki sofra zengin olsun. Para yok ki tedarik edilip sofraya getirilsin. Hele İstanbul’un neredeyse moda haline gelen “Van, Antakya ve Gaziantep Kahvaltı Sofraları”nın ismi bile önce göz doyuruyor. Türkiye’nin mükellef sofralarının yanında mini minnacık kalan Budapeşte’deki sabah kahvaltısı vaktinde bitti. Zaten valizlerimiz de hazırlanmıştı. Otobüsümüz zamanında geldi. Sürücümüz ve mihmandarımıza hizmetlerine karşılık hediye almaları için toplanan bahşişi de bir arkadaşımız tarafından ayrı ayrı teslim edildi. Saat henüz sabahın 07.30’u. Yolcu

yolunda gerek. Viyana Havaalanı Budapeşte’ye yere 230 kilometre imiş. Ver elini Avusturya. Bir saat sonra bir benzincide mola verdik. Benzinci değil sanki bir AVM içindeki kitapçı, kırtasyeci, hediyelik eşya satıcısı, market, tatlıcı vs gibi bir yer. Avusturya sınırına geldiğimizde araç kuyruğu fazlaydı. Suriyeli mülteciler için kontrol yapıldığını falan söylediler. Bu konuda aşırı duyarlılar. Kesin tavır almışlar. Hatta acımasızlar. Araç kuyruğuna girmemek için yolu by pass etti sürücümüz 30 kilometre fazla yol gitmemize rağmen. Slovakya içinden yol aldık. Yolu bilmenin bir faydası bu. Yahut harita okumanın özelliği. ÖP BENİ İSTANBUL

Yine TIR trafiği yoğun. Slevensad’ta ekili tarlalar helikopterlerle ilaçlanıyordu. Yol boyunca yine rüzgar gülleri bizi takip etti. Dört saat sonra Viyana Havaalanındaydık. Onur Aır’in bilet işlemleri havaalanı terminalinin karşısındaki binada yapılıyor. Bilmeyenler aramak durumunda oluyor. Yine alış veriş için free shop’a koşanlar oldu. Bir kısmı da KDV ödemelerini geri almak üzere gümrük polisine gitti. Daha uçuşumuza vakit var. Buna rağmen uçağa biniş kapısına geçtik. Aynı kapıdan Telaviv yolcuları da biniyor. Dikkat çekecek kadar güvenlik önlemleri alınmış. İçerde koltuklara uzanıp uyuyanlar da var, kitap okuyan da. Çocuğunun peşinden koşan anneler sonra. Engelli ve hasta yolcular için özel bir itina gösteriliyor. Peki yaşlılarla ilgili?. Onlar halinden memnun uçmaya karar verdiklerine göre. Havalanmak için saat sayıyor, gazetesini inceliyor. Orta yaşlılar hanımlar kahve makinasından para atarak içecek almaya çalışıyorlar. Musluk fazla akınca bardak taştı, yere döküldü, kahve koktu bir anda ve her yan kahverengi oldu. Temizlik faslına kalmadan uçağımız için anonsu duyduk. Tut elimi İstanbul! 31


ÖLÜNMÜŞ AİLELER:

İLAHİYATÇI GÖZÜYLE

HİNDİSTAN

(KERALA EYALETİ -iki-)

Ülkede İslami faaliyetler yürüten cemaatler arasındaki sorunların üç aşağı beş yukarı bizdekine benzer olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum bazen tekfir boyutuna kadar varmakta, özellikle Cemaat-i İslami bazı cemaatlerce sünnetten uzaklaşmakla ve modernlikle suçlanmaktadır. Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM*

Valiyangadi Valiyapalli Cuma Mescidi

*T.C.Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//41// aralık 32

Çoğu Müslüman olmak üzere Kerala nüfusunun hatırı sayılır miktarı Suud-i Arabistan başta olmak üzere Haliç ülkelerine çalışmaya gidiyor. Hatta bizim Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımız gibi yirmi-otuz yıldır bu ülkelerde çalışanlar var. Şu farkla ki, bu ülkelerde çalışan erkek ve kadınların ailelerinin neredeyse tamamı Hindistan’da yaşamaktadır. Çünkü kazanılan parayla ailece bu ülkelerde yaşamak çok zordur. Bu acı durumdan dolayı bir baba çocuklarının büyüdüğünü göremeden ömrünün en güzel yıllarını körfez ülkelerinde tüketmektedir. Hindistan’a ucuz arama imkanı sunan hatlarla özlemini gidermeye çalışmaktadır. Evden biri evin yükünü üstlenecek duruma gelmedikçe de yurduna dönememektedir. Her şeye rağmen yurt dışında çalışanların evlerini diğerlerinin evlerinden ayırt etmek çok kolaydır. Kazandıklarıyla yeni evler yapmaları veya restore ettirmeleri nedeniyle gurbetçilerin evleri hemen belli olmaktadır. Lakin her şeyin bir bedeli bulunmaktadır ve bu güzel evlerin erkekleri maalesef onları şenlendirememektedir. Evlere gelince, maddi durumu müsait olanlarca bahçe içinde iki katlı olarak inşa edilmektedir. Şehir merkezleri dışında yüksek katlı binalar görmek neredeyse imkansızdır. Evlerin genişliği nedeniyle evlendirilen oğul için evde bir oda tahsis ediliyor ve ailesiyle orada yaşamaya başlıyor. Dolayısıyla aynı evi büyükleriyle paylaşmış oluyor. Maddi durumu iyi olup ev yapabilecek duruma geldiğinde ve de çoluk çocuğa karıştığında kendisine yeni bir ev yapmaya girişiyor ancak bu bazen 15-20 yıl sürebiliyor. Çünkü hayatın zorluğu bu hedefi hemen gerçekleştirmeyi mümkün kılmıyor. Bunun yanında miras taksiminde birkaç erkek kardeş varsa babanın oturduğu ev taksimde en küçük oğlana bırakılıyor. Diğerlerine de arazilerden yeterli pay verilerek dengeli bir taksimat sağlanıyor. Burada yurt dışında çalışmanın bir faydasından bahsetmek gerekmektedir: Haliç ülkelerinde çalışmak Kerala’daki Müslümanların maddi durumunu düzelttiği için diğer bölgelerde fakirlik ve eğitimsizlik nedeniyle en kötü şartlarda yaşayan Müslümanlara göre durumları çok daha iyidir. Hatta buradaki Müslümanlar imkanlarının fazlalığı nedeniyle kendilerini izzet sahibi olarak görmektedirler. Çünkü getirdikleri döviz ailelerinin yaşam standardını


yükseltmiştir. Ayrıca yurt dışında çalışmak çocukların eğitimine de yansımıştır. Nitekim Müslümanların çocukları kız olsun erkek olsun yükseköğrenime yoğun şekilde katılmaktadır. Müslüman bayanların erkeklerle iletişimi: Hintli Müslüman kadınlar erkeklerle iletişimlerinde aradaki mesafeyi koruyarak sizlerle rahat görüşüyorlar. Bu benim açımdan farklı bir tecrübe oldu. İki eve misafir oldum. İkisinde de evin tüm ahalisi bana hoş geldin dedi ve aramızda kısa süreli sohbetler oldu. Bazı Arap ülkelerinde olduğu gibi misafir veya erkek mutlaka kaçılması gereken bir varlık olarak görülmüyor. Şunu da belirtmem gerekir ki, kadınlarla erkekler arasında kesinlikle bir saygı var ve bu korunarak sosyal münasebetler devam ettiriliyor. Zaten Cemaat-i İslami’nin üniversitesinde kız erkek aynı sınıfta ders yapılıyor olması da bunun bir diğer yansımasıdır. Cemaat-i İslami: Büyük İslam alimi, müfekkir ve aksiyoner Mevdudi’nin kurmuş olduğu Cemaat-i İslami hareket olarak Pakistan, Hindistan ve Bengladeş’de siyasal İslamcılar olarak faaliyetlerini yürütmektedir. Bu bağlamda Hindistan grubu ülkenin hem kuzeyinde hem de güneyinde ciddi faaliyetlerde bulunmaktadır. Çalışmalarını yürütürken iki şeye son derece dikkat etmektedirler: 1-Diğer iki ülkede faaliyetlerini yürüten Cemaat-i İslami hareketleriyle gönül birlikteliği dışında hiçbir şekilde iletişim içinde olmuyorlar. Tamamen bağımsızlar ve ayrı bir organizasyon olarak hareket ediyorlar. Böyle yapmalarının temelde iki nedeni bulunmaktadır: Birincisi, Hindistan’ın şartlarının diğer iki ülkeden farklılık arz etmesi. Bu nedenle yaşadıkları ülkenin durumuna göre bir yöntem geliştirmişler. Örneğin Pakistan İslam devleti, Hindistan’da ise Müslümanlar azınlıktalar. İkinci olarak, yabancı ülkelerdeki teşkilatlara bağımlı bir hareket olarak algılanmak veya bunun tespiti hukuksal anlamda pek çok sıkıntı doğurabilir. Zaten bunun için de bahaneler aranmaktadır. Şu andaki yönetimin Müslümanlara karşı tamamen olumsuz bir tutum takınmış olması göz önünde bulundurulacak olursa ne kadar haklı olduklarını söylemek mümkündür. Dışarıyla bağlantılı oldukları iddiasıyla açılan bir dava süreci beraatla sonuçlanmış olmakla birlikte tuttukları yolun ne kadar sağlam olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Şu anki hükümetten bahsetmişken, koyu Hinduizm taraftarı olan mevcut iktidar

aleyhine Müslümanlar zaman zaman gösteriler düzenlemektedir. Bunlardan birine biz de şahit olduk. 2-Bütün faaliyetler kanunlar çerçevesinde yürütülüyor. Dolayısıyla devletin haberi olmayan bir faaliyet asla söz konusu değil. Bu onlara hem şeffaflık kazandırıyor hem de güveni sağlıyor. Zaten kanunlara uymayan bir faaliyetin kendilerine yakışmayacağını söylüyorlar. Dolayısıyla gizli bir ajandaları yok ve her şeylerini insan eğitimine vakfetmişler. Onların bu yönünün “yani özel toplantıda konuşulanlarla sokakta konuşulanların aynı olması” prensibinin ülkemizde faaliyet yürüten sivil toplum kuruluşlarınca da dikkate alması gerekir. Çünkü benimsenen bu yol hareketi ve o hareket içinde yer alanları toplumla barıştırmakta ve tatlı bir üslup benimsemelerini sağlamaktadır. Cemaat-i İslami ülkede faaliyet gösteren diğer hareketlere –örneğin Davet Ve Tebliğ Cemaati’ne göre- sayısal olarak çok daha az bir kitleye hitap etmektedir. Bunun nedeni okumaya başka bir ifadeyle eğitime önem vermesi, genel halk katmanına hitap eden diğer cemaatlerden ayrışmasıdır. Ancak şu var ki, bu hareketin eğitiminden geçenler bilinç düzeyi yanında birikim açısından diğerleriyle kıyaslanamayacak bir farkındalık arz etmektedir. Çünkü kemiyetten ziyade keyfiyet öne çıkmış olmaktadır. Sivil toplum faaliyetine de son derece önem veren Cemaat-i İslami’nin eğitime odaklanmasının en güzel göstergelerinden birisi de Kerala’da bölgesel dil olan Malayalamca yayın yapan Media One televizyonuna sahip olması ve aynı dilde Madhyamam gazetesi ile Prabodhanam gibi dergileri çıkarmasıdır. Üstelik çıkarmış olduğu gazete bölgede tiraj açısından üçüncü olup bir milyondan fazla satmakta ve bu bölgeden çok insan yaşaması nedeniyle körfez ülkelerinde de günlük olarak basılmaktadır. Bunun yanında cemaat Fazilet Partisi’ni (Welfare Party) desteklemektedir. Söz konusu basın kuruluşlarının tamamını gezdim ve ilgilerle bir araya geldim. Bilgi alışverişinde bulundum. Türkiye’yi yakından takip ettiklerine şahit oldum. Bu arada başörtülü bir bayanın ilk kez onların televizyonunda spikerlik yaptığını da öğrenmiş oldum. Verdikleri İlahiyat eğitimine gelince, Cemaat-i İslami dini ilimlerin eğitimini İslam Üniversitesi içinde lisans düzeyinde –bazı Arap ülkelerinde 33


CEMAATLERİN BİRBİRLERİNE YAKLAŞIMI:

Ponnani Cuma Mescidi'nin üst olduğu gibi- iki fakültede veriyor: Usûluddin katındaki medresede gençlerle Fakültesi, Şeriat Fakültesi. Yüksek lisans

düzeyinde ise beş fakülte bulunuyor: Kur’an Fakültesi, Hadis Fakültesi, Davet ve İrşad Fakültesi, Yabancı Diller ve Tercüme Fakültesi. Felsefe, sosyoloji ve psikoloji derslerinin olmadığı bu fakültelerde okuyan öğrenciler asgari dört cüz ezberliyor. Lisans eğitim iki yönüyle dikkat çekmektedir: 1-İngilizce bilen her öğrenci Arapçayı konuşup anlayabilecek düzeyde mezun olmaktadır. 2-Sabah öğrencilere çay ve bisküvi ikramı yapıldıktan sonra dersler 07.00’da başlıyor. 08.00 ile 08.30 arasında ise kahvaltı yapılıyor. Sonrasında öğretim öğle 13.00’de bitiyor. Her gün mutlaka en az iki tane sosyal etkinlik düzenlenerek öğrencilerin topluma hazırlanması hedefleniyor. Ayrıca erkek öğrencilerin önemli bölümü kendilerini geliştirmeleri için Cuma günü hutbe vermek üzere camilere dağılıyor. Üniversitedeki bazı hocalar da yıllardır aynı camilerde hutbe vermektedir. Benzer durumu Arap ülkelerinde de görebiliyoruz. Cemaat-i İslami’nin lisesinde birinci sınıf öğrencilerine bilgisayar odasında klavye dersi verildiğini belirteyim. Böylece herkesin on parmak yazması hedefleniyor. Tüm bunların yanında Cemaat-i İslami kendisine belli yıllara yönelik hedefler koymuş. Örneğin 2016 yılı için hedefler belirlemiş ve onları gerçekleştirmeye gayret etmiş. Çünkü bu durum faaliyetleri daha titiz ve gayretli hale getiriyor. Şu an “Vizyon 2022”ye kilitlenilmiş durumda.

sayı//41// aralık 34

Ülkede İslami faaliyetler yürüten cemaatler arasındaki sorunların üç aşağı beş yukarı bizdekine benzer olduğunu söylemek mümkündür. Bu durum bazen tekfir boyutuna kadar varmakta, özellikle Cemaat-i İslami bazı cemaatlerce sünnetten uzaklaşmakla ve modernlikle suçlanmaktadır. Mevdudi’nin bazı rivayetlere getirdiği eleştirel bakış açısı ile bir kısım görüşleri de diğer cemaatler tarafından eleştiri konusu yapılmaktadır. Keza Davet Ve Tebliğ Cemaati’nin siyasi alanda hiçbir talebinin olmaması, bazı tasavvufî cemaatlerde (ki müntesiplerini beyaz elbiselerinden ve inşa ettikleri yeşil türbelerden tanımak mümkün) kabirlerden yardım talep edilmesi, türbelerdeki yeşil bezlerin vücuda sürülerek teberrüklenilmesi, mezarlarda Kur’an okunması üstelik bunun parayla yapılması gibi bazı hususlar zıtlaşmaya sebebiyet vermiştir. Bunun da ötesinde karşılıklı lakaplar takıldığı da olmaktadır. Ülkenin kuzeyindeki Brelvîlere kabir ziyaretinde yaptıkları bazı işler nedeniyle karşıtlarınca Kubûriyyûn (Kabre Tapanlar) denilmesi gibi. Şu bir gerçek ki, genelde okumamış halk katmanına hitap eden bazı cemaatlerin tevhid inanışıyla uyuşması zor olan bazı yanlışlar içine düştüğünü söylemek durumundayız. Aynı durum bizde de farklı şekillerde tezahür etmektedir. Bu gerçeğe rağmen bazı farklı kabullerin cemaatler arasında gereksiz yere büyütüldüğünü ve bunun ayrışma aracına dönüştürüldüğünü üzülerek söylemek durumundayız. Ancak bundan Müslümanlar zarar görmekte, enerji kaybı olmaktadır. CAMİLERE DAİR:

1-Arap ülkelerinde olduğu gibi bidattir düşüncesiyle Selefilerin ve onlar gibi keskin bidat anlayışına sahip olanların camilerinin iç duvarlarında en küçük bir yazı yer almaz. Bizdeki gibi Allah veya Muhammed levhaları bile bulunmaz. 2-Cuma öncesinde sünnete aykırı düşüncesiyle tahiyyetü’l-mescid dışında namaz kılınmaz ve ezan sonrası doğrudan hutbeye geçilir. Namazlardan sonra da mezhepsel uygulamalara bağlı olarak bazı camilerde bireysel tesbih çekilip dua edilmeden çıkılır. Bazılarında ise topluca dua edilir. 3-Ehl-i sünnet olarak tanımlananların camilerinde hutbeler Hz. Peygambere uymak adına tamamen Arapça okunur ve cemaat


bundan hiçbir şey anlamaz. Farzın edasından önce veya hutbeden sonra ise mahalli dille vaaz verilir. Bunun yanında hutbe esnasında imam elinde asa veya kılıç tutar. Selefiler ile Cemaat-i İslami mensuplarının namaz kıldırdığı camilerde ise hutbe yerel dille verilir. 4-Arap ülkelerinde olduğu gibi burada da ezanı teganni ile okumaktan şiddetle kaçınılır. Bu nedenle ezanı keyifle dinlemenin zor olduğunu söylemeliyim. 5-Camilerin bulunduğu arsa uygunsa sağ ve sol tarafında da birkaç kapı bulunur. Böylece cemaatin camiye girmesi ve çıkması daha kolay olur, izdiham engellenir. Kış aylarında camiyi soğutmamak adına bu durum bizde sıkıntı oluşturabilir ancak Cuma ve bayram gibi kalabalık günler için güzel bir uygulama olarak gözükmektedir. 6-Yaz aylarında çekilen susuzluğun da etkisiyle camilerde abdest almak için havuzlar bulunur. Cami girişlerinde yer alan bu havuzlardan el, yüz ve kollar yıkanır, maşrapayla da ayaklara su dökülür. Bazı camilerde ise derinliği bir metreden fazla olan şadırvanlarda el, yüz ve kollar yıkanır, yan tarafta bulunan havuzdan da ayaklara su dökülür. Bu durum nedeniyle camilere giderken kesinlikle çorap giymemek gerekir. Çünkü cami girişindeki ıslak zemin nedeniyle çorabınız tamamen su içinde kalır. Zaten sizden başka çorap giyen birini de göremezsiniz. Bununla birlikte sadece musluktan abdest alınan camiler de vardır. 7-Cenaze sayısı birden fazlaysa hepsine tek namaz kılınır. Ankara’da da aynı uygulama vardır. 8-Cemaat-i İslami’nin ve Selefilerin camilerinde kadınlar için özel yer ayrılmıştır, Cuma ile bayram namazlarına topluca giderler. Ehl-i sünnet olarak anılan diğerlerinin camilerinde ise evlerinden uzakta olan bayanların namaz kılması için küçük mekanlar tahsis edilmiştir. 9-Kerala bölgesinde mutlaka görülmesi gereken, ahşap iki tarihi mescid bulunmaktadır. Birincisi 1510 yılında inşa edilen Ponnani Cuma Mescidi’dir. Bu yazıda ismi geçen Mahdum’un kabri avlusundadır. Caminin üç kattan oluşan üst katları medrese olarak kullanılmaktadır. Tüm merdivenlerinde ve abdest alma havuzunun kenarlarında yaşlı insanların tutunup rahat girip çıkması, oturup kalkması için kalın ipler bulunmaktadır. Yine üç kat olan Valiyangadi Valiyapalli Cuma Mescidi de mimari olarak aynı özelliklere sahiptir. 10-Kerala’daki üç büyük dinin ibadethanelerine baktığımızda kiliselerin çok azametli ve

süslemeli yapıldığını görürüz. Ayrıca kiliselerin önündeki devasa İsa ve Meryem heykelleri gelen geçenlerin dikkatini çeker. Camiler de azametli ve temizdir ancak süslemenin bidat olarak algılanmasından dolayı duvarlarında bir süs veya yazı görmek mümkün değildir. Hindu tapınaklarına gelince gösterişli değillerdir. ERDOĞAN:

Dünyanın her hangi bir bölgesinde Müslümanlarla bir araya geldiğinizde konu mutlaka cumhurbaşkanımıza gelir. Çünkü Tayyip Bey başkanlığındaki Türkiye başarısını dünyadaki tüm İslami hareketler takip etmekte ve bizim başarı sırrınızı anlamaya çalışmaktadırlar. Kerala’da da gittiğim her mecliste bu konu açıldı ve söylenen her zaman şu oldu: “Türkiye'ye bir şey olursa bu tüm İslami hareketler için yıkım olur. Çünkü tek dayanağımız sizsiniz. Sizden manevi güç alarak, kendimize örnek alarak çabalıyoruz. Sizin yıkılmanız tüm İslami hareketlerin yıkılması anlamına gelir.” Bu nedenle Tayyip Bey’e karşı çok farklı bir sevgi var. "Adam gibi adam" olarak sadece onu görüyorlar ve özellikle dış dünyayla ilgili her icraatını takip ediyorlar. İslam ümmetini birleştirecek tek lider olarak ona güveniyorlar ve Müslümanların halifesi olmasını temenni ediyorlar. Bazıları halife sözünden rahatsızlık duyabilir ancak onların bu kelimeye yüklediği anlam “bütün dünya Müslümanlarının tek lider altında birleşmesi ve güçlü olmalarıdır.” Bu durum nedeniyle, iç siyaseti eleştirip bir takım eksiklikleri dile getirirken onun İslam dünyasında gördüğü 35


Pirinç tarlasında çalışan bayanlar

kabulü göz ardı etmeden konuşmalıyız. Unutmayalım ki, biz bir ümmetiz ve bu sevgi kolay biriktirilmedi. Heba etmenin anlamı yok. Bu arada Pakistan’ın nükleer silahı olmasaydı Hindistan’ın ülkeyi çoktan yutmuş olacağı söylenerek Tayyip Bey’in bu hususa eğilmesi gerektiğini söyleyenler çok oldu. Bu arada Hint Müslümanları, Pakistan ve Bengladeş’in ayrılıp ayrı birer devlet olmasını İngilizlerin oyunu olarak görüyorlar ve bunun ülkedeki Müslümanların hem sayısını hem de gücünü azalttığını düşünüyorlar. Ülkemizdeki darbe teşebbüsüne dair de bir hususu belirtmem gerekiyor: Yaşanan olayla ilgili olarak Hindistan’daki Fetö okullarında okumuş bazı Hintli gençlerle bir araya gelme imkanım oldu. Faaliyetlerini bu ülkede hâlâ sürdüren okullarla irtibatlı olan gençleri darbe teşebbüsünün arkasında kimler olduğu noktasında ikna etmem mümkün olmadı. Çünkü çok farklı bir şekilde yönlendirildikleri belliydi. Ayrıca gözlerini onların okullarında açıp orada yetiştikleri için olayı asla cemaate yıkmıyorlardı. ERTUĞRUL DİZİSİ:

Arap ülkelerinde olduğu gibi burada da Ertuğrul dizisi müthiş izleniyor. Hatta üniversite hocaları bile diziyi hararetle seyrettiklerini ve çocuklarının sırf bu yüzden Türkiye’ye gelmek istediklerini belirttiler. Bu da televizyonun gücünü göstermesi açısından önemli bir örnektir. ADNAN OKTAR:

Hindistan Müslümanları Harun Yahya adıyla yayınlanan kitaplarla tanıdıkları ve İslama sayı//41// aralık 36

yaptığı hizmetlerinden dolayı çok sevdikleri Adnan Oktar’ın son yaşam tarzını internette bulunan videolarından görünce tam anlamıyla şok yaşamışlar. Aradaki tezatı çözemiyorlar. AKILDA KALANLAR:

1-Etek giyen Hintlilerin etek uçlarını ellerine dolayıp gezmesi veya uçlarını bellerine dolayıp telefonlarını da üstüne sıkıştırması çok ilginç bir görüntüydü. 2-Neredeyse sigara içen tek bir kişiye rastlamadım. 3-Üniversite öncesi okullar sadece Pazar günü tatil ancak iki haftada bir cumartesi de tatil ediliyor. 4-Devlet üretimi ucuz içkinin satıldığı dükkanların önünde uzun kuyruklar oluşuyor. 5-Hindistan’da en çok duyacağınız kelime, evet anlamında söylenen ve yumuşak bir telaffuzla ağızda yayılarak ifade edilen “haa”dır. 6-Tropikal meyveleri doğrudan yemek yerine sıkılarak içine şeker katılıp içiliyor. SONUÇ:

Hindistan’ın turistik bölgeleri kuzeyde özellikle de Müslümanların uzun yıllar başkent olarak kullandığı Yeni Delhi’de olduğundan dolayı güney genelde tercih edilmiyor. Ülkenin çok büyük olması ile zaman darlığı da bunda etkili oluyor. Bununla birlikte Müslüman nüfusun yoğun olduğu güney bölgesi tarihi camileri, tema parkı, şelaleleri, ormanları, maymunlarıyla ünlü Wayanad’ı ve sahili nedeniyle ziyaret edilmeyi hak etmektedir. Demem o ki, benim için Hindistan, bir daha gitmem gereken, doyamadığım bir ülkedir.


DERVİŞ

ŞEHİRDE GEREK Mim Kemal Öke, Mevlana’dan ilhamla çağrılar yapıyor okuyucularına. Onları hakikatin ardına düşmeye davet ediyor. İnsan arayandır diyor

Mustafa UÇURUM

MEVLANA’NIN ÇAĞRISINA KULAK VER

“Gel, ne olursan ol yine gel” Dünyada yankılanan bir çağrı bu. Mevlana adı kadar evrensel hale gelmiş, Mevlana’nın adıyla özdeşleşmiş bir çağrı bu. Elbette gerçeği bilen bilir ama Mim Kemal Öke bu kitabında “Gel” diye içten bir seslenişle giriş yapıyor seyir defterine. “Gel, Ne olursan ol yine gel, kafirsen, ateşperest isen, puta tapıyorsan gene gel…” diye başlayan sözlerin Mevlana’ya ait olmadığını söyleyerek, Mevlana dilinden bir gönül muhabbetini gönüllere sunuyor Öke. “ Bu sözler, Hz. Mevlana’ya ait değil! Ebu Said Ebu’l Hayr adlı başka bir Allah dostuna ait.” diyor Mim Kemal Öke. Bu sözün neden Mevlana’ya atfedildiğini de örneklerle açıklıyor. “Bizim için önemli olan ‘gel’ mesajıdır. Bu bir ulu davettir.” Hayatın her alanında Hakka çağıran mesajlardan bahsediyor Öke. Gözümüzün değdiği, kulağımızın duyduğu her yerde bir ilahi “gel” sesinin varlığını duymanın insana verdiği huzuru anlatıyor. Hakka götürecek her yola sımsıkı sarılmak gerek. Bu yol insanı hakikate götürür. Mevlana’nın doğru anlaşılması için çaba gösteriyor Mim Kemal Öke. Anladıkça, derinliğine inildikçe her şeyin daha da berraklaşacağını söylüyor. Yol gösterici bir hali olduğuna dair örnekler veriyor Mevlana’nın eserlerinin. Bu eserlerin ilhamının Kuran ve hadis olduğunu söyleyip örnekleri sıralıyor Mesnevi’den ve Mevlana’nın diğer eserlerinden. “İblisin kibriyle, Adem’in kulluğunu fark et de Adem’in kulluğunu tercih et.” “Nefsi aşağılatma gölgesi ne güzel sığınaktır; istidatlı ol da orayı istirahat yeri edin.”

ola düşmek, yolda kendine yoldaş edinmek. İnsan, ömründe hep bir arayış içindedir. Arar ve bulana kadar sürer bu serüven. Bazılarının yolculuğu uzun sürer, bazıları ise bir solukta alır yolu. Bu bir nasip meselesi, bu bir gönle düşen aşkın karşılık bulması. Sürekli bir çağrı vardır. Sesli, sessiz, uzaktan ya da yakından bir çağrı sürekli gönül hanemizi yoklar. Duymak, hissetmek, duyduğuyla amel etmek de nasip meselesi. “Dervişin Seyir Defteri”ni okurken içimizde dinmek bilmez bir çağrıya kulak veriyoruz. İyiye çağıran, güzele çağıran, Hak’ka çağıran bir davet var. Mim Kemal Öke’nin seyir defteri, öncelikle yazarın kendisine terennüm ettiği içli bir ezgi gibi. Daha sonra okuyan herkesi kuşatan bir ilahi nefese dönüşüyor bu çağrı. 2015’in sonunda çıkan kitap, Mim Kemal Öke’nin dervişane yaşamının bir kesiti adeta. Siyaset biliminin, üniversite kürsülerinin ötesinde ayrı bir dünyanın yoluna düşmüş bir yoldaşa yol arkadaşlığı var bu kitapta.

Mevlana’nın çağrısı Kuran’ın çağrısından farklı bir şey değil aslında. Mevlana da sesinin ulaştığı herkesi hak ve hakikatin yoluna çağırıyor, Kuran’dan aldığı ışık ile. ARA, BUL, ZİKRET, ŞÜKRET

Mim Kemal Öke, Mevlana’dan ilhamla çağrılar yapıyor okuyucularına. Onları hakikatin ardına düşmeye davet ediyor. İnsan arayandır diyor. Bulmak için aramak gerek diyerek yollar çiziyor Kuran’la başlayıp Kuran’la aydınlanan. “Bir Allah erini dost ve rehber edin. Böyle yaparsan Allah senin yardımcındır.” Arayan eğer kalbiyle düşerse yola sonunda bulacaktır bulması gerekeni. Bulmak insanı insan yapar. En doğru yola sevk eder. Şükürle bitiyor kitap. Hakka kavuşmanın şükrü, hakikati bulmanın şükrü, gönle ermenin şükrü. Mim Kemal Öke, düştüğü yolların içli bir terennümüyle seyir defterine yeni sayfalar eklemeye devam ediyor. Gönül erlerini gönülden selamlayarak. 37


BÂB-I HÜMÂYÛN’UN

ASIRLARI AŞAN MÜJDESİ

“Allah size gönülden seveceğiniz başka bir şey daha (bağışlayacak): Allah’ın yardımı ve yakında gerçekleşecek bir zafer; Ey Peygamber, bunu (bütün inananlara müjdele.)” Nermin TAYLAN

stanbul Fatihi Sultan Mehmed’in emriyle 1465 yılında yapımına başlanan ve 1478 yılında tamamlanan Topkapı Sarayı asırlara nam salan bir imparatorluğun ortalama 380 yıl boyunca idare merkezi olmuştur. Üç kıta, yedi iklime hükmeden padişahların ikametgâhı, İslam halifelerinin daimi mekânı, yaratılmışların sığınağı olan bu eşsiz mekân kubbe kubbe, sütün sütun, levha levha, çini çini her bir zerresiyle hakkıyla incelenirse şayet, duymak isteyene her dem farklı hakikatler haykırıyor. Padişahlar başta olmak üzere tüm devlet görevlilerinin ve saraya girip çıkan herkesin mutlak geçmek zorunda olduğu Bâb-ı Hümâyûn ön ve arka kapı kitabeleri ise bunların en başında gelmekte. Bâb-ı Hümâyûn ya da Saltanat Kapısı olarak bilinen bu abidevi kapı, Sarayı şehirden ayıran 1400 metre uzunluğundaki surların, yani “Sûr-u Sultânî”nin en büyük merasim kapısıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun idare merkezi olarak inşa edilen saray ile İstanbul’un bağlantısını sağlayan bu kapı, İslami bir gelenek ve anlayışın, ceddinden aldığı mirası sanatsal anlamda bir ileri seviyeye taşımanın en bedihi örneği olarak nakış nakış işlenmiş ve mesaj dolu yazılarla donatılmıştır. Salifüzzikr, Topkapı Sarayı, Bâb-ı Hümâyûn Kapı Kitabelerinin hemen hepsi ayrı bir değer taşımakta ve özellikle Fatih’e ve Fetih’ vurgu yapılarak dosta düşmana anlamlı mesajlar verilmektedir. Lakin bizler bu gün burada kitabelerin hepsini okuyup manaları üzerine yorum yapmayı başka bir sefere bırakıyor ve nazarları aklımıza mıh gibi işleyen ve kutlu bir fetihten bahseden tek bir tanesine çevirmek istiyoruz. Topkapı Sarayı Bab-ı Hümâyûn İç Kapı Kitabesindeki Kur’an-ı Kerim Saff Suresi 13. Ayet-i Kerimesine; “Allah size gönülden seveceğiniz başka bir şey daha (bağışlayacak): Allah’ın yardımı ve yakında gerçekleşecek bir zafer; Ey Peygamber, bunu (bütün inananlara müjdele.)” İstanbul’un fethinden sonra yapılan, nice fetihleri sinesinde harmanlayan, nice fetih sahiplerini büyük bir vakarla sefere uğurlayan Bâb-ı Hümâyûn sessizce köşesine çekilmiş bir bilge edasıyla kendinden her giden misafirine bir Kutlu Fetih müjdeliyor sanki.

sayı//41// aralık 38


Bu güne dek yüzlerce defa gittiğim ve onlarca defa okuduğum Bab-ı Hümâyûn iç kapı kitabesindeki deruni mana son ziyaretimde ülke olarak zor günler yaşadığımız, acı üzerine acı, keder üzerine keder demlediğimiz, yitip giden canlarla, sönen ocaklarla kahrolduğumuz bu günlerde kalbime umut, dilime nasırlık dualar bıraktı. Harici ve dahili düşmanlarla tıpkı yüzyıl öncesinden yedi düvele karşı savaştığımız gibi bir savaş verdiğimiz bu günlerde İstanbul’u fetheden ve Peygamber (s.a.v)’in müjdesine mazhar olan kumandan Allah’ın ayetini başlar üzerine nakşederek bizlere asırları aşan bir nasihat veriyor ve Allah’tan Kutlu bir Fetih müjdeliyordu adeta.. Ne diyeyim, kelamlar tükenmiş, insanlık anlamını yavaş yavaş yitirirken, yürekler derin acılara düçar olmuş, vatan evlatları bir bir şehit düşerken, askerim, polisim yedi düvele karşı savaş verip, VATAN SAĞOLSUN için canını feda ederken; Bir kutlu yürüyüşle başlanılan bu yolda, Süleyman Şah’tan, Fatih’ten emanet Sakarya, Dicle, Fırat’la, Peygâmber ocağından düstûrlu şanlı bir orduyla, şehadete sevdalı, Hak davada korkusuz yüce bir imanla, yaşanacak nice zaferler, varılacak nice menziller yoldaşımız, Cenâb-ı Hak yardıcımız olsun.

FOTOĞRAFLAR

http://kahverengitabelalar.blogspot.com.tr/2014/05/topkap-saray.html

39


BOZKIRIN ORTASINDA BİR VAHA

KONYA Ahmet Hamdi Tanpınar "Beş Şehir" eserinde şöyle tarif eder Konya’yı. “Konya Bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır.

Mehmet MAZAK*

6 Mayıs 1990 tarihinde lisede okurken altı sınıf arkadaşım ile birlikte bir Konya gezisi yapmıştık. Arkadaşlarımla Mersin’den kara trene binerek Konya’ya doğru yola çıkmış, gençliğin verdiği heyecan ile tren Toros tünellerini geçerken arkadaşlarımız pencereden kafasını uzatmış tünellerin bitiminde arkadaşlarımın hepsinin gömleklerinin ve yüzlerinin simsiyah kömür karası olduğuna şahit olmuş ve bayağı gülüşüp eğlenmiştik. Arkadaşlarımın başına bunlar gelirken ben köşesine çekilmiş tuttuğum günlüğe bir şeyler yazmanın verdiği heyecan ile olayların dışında pak ve temiz bir şekilde kalmıştım. Tren Toros dağlarını aşıp ovada yol almaya başladığında bende derin hülyalar oluşmaya başlamış Konya’ya Anadolu Selçuklu Devleti’nin payitahtına yaklaştıkça heyecanım artmıştı. Çölde yolunu kaybeden birinin günlerce sonra aç susuz şekilde uzaktan vahayı gördüğündeki duygu, düşünce ve heyecanı nasıl ise benimde Konya’ya yaklaştıkça hissettiğim heyecan o şekildeydi. Karaman’dan itibaren bozkırın ortasında, sonsuz bir boşlukta gidiyormuş hissine kapıldım işte o an. Biz bahar aylarında geziye çıktığımız için yeşil bir örtü görmüş olsak ta, küçük tepeleri saymazsak sonsuz bir bozkır görünümü ile buralar bana bozkırın nasıl güzellikler sakladığını anlatmaktaydı o an. Konya’ya yaklaştıkça heyecanım artmış çölün ortasında bir vahaya ulaşmış yolcu gibi “Bozkırın Ortasında bir Vaha” gibi Konya şehrinin evlerini binalarını uzaktan görmeye başlamıştım. Yıllar sonra bu şehir üzerine düşüncelerimi kaleme almak istediğimde işte o gün yaşadığım duygularım depreşmiş olmalı ki yazacağım makaleye “Bozkırın Ortasında Bir Vaha KONYA” başlığını atıvermiştim.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//41// aralık 40

Niye bozkır ve vaha dedim bu başlıkta? Burada izah edeyim. Bozkır nedir? Otsu bitkiler veya bodur ağaçlardan meydana gelen yerlere denir. İlkbaharda havaların ısınması, karların erimesi veya yağmurların yağmasıyla otlar çabucak gelişir. Toprağın kalın, nemin yeterli olduğu yerlerde bozkırı meydana getiren otlar büyür, fakat bu görünüş çok sürmez. Sıcağın birden artması, yağışların kesilmesi ve toprakta nem kalmaması yüzünden otlar kurur ve bozkır, aylarca süren boz bir renge bürünür. İç Anadolu bölgemiz ve dolayısı ile Konya bu tanıma uygun


gelişim gösterir. Vaha’yı da şöyle tarif edebiliriz. Çöl ortasında sulak ve yeşil alan. Çölün ortasında su ve yeşilliğin bulunmadığı belli yerlerde hayat fışkıran vahalara tesadüf etmek mümkündür. Su bulunan bu yerlerde bitkiler yetiştiği gibi insanlar da yerleşip hayatlarını devam ettirirler. Bozkırın ortasındaki Konya sizi bir vaha gibi karşılar. Konya bozkırın ortasına inşa edilmiş bir vaha değil, bozkırın ışığıyla, rengiyle, sessizliğiyle, dinginliğiyle oluşmuş, insanını da ona göre şekillendirmiş tabii bir şehir, doğal bir şehir olarak kucaklar sizleri. Hülasa Konya bozkırının ortasında bir cennet, bir vaha çekiciliği ile kendini sevdirir sizlere. Samimi, sakin, ahlaklı, dingin bir şehir olan Konya, kendi içselliğini yaşamayı bilen, başkalarına haksızlık etmeyen bir şehir olarak sarıp sarmalar sizleri. Bu makalemi yazmayı gündemime almadan önce Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, "Beş Şehir" adlı eserini okumamıştım. Eseri okuduğumda Tanpınar’ın Konya tarifi ile benim Konya üzerine duygularımın örtüşmüş olmasından dolayı son derece mutlu olduğumu belirtmek isterim. Ahmet Hamdi Tanpınar "Beş Şehir" eserinde şöyle tarif eder Konya’yı. “Konya Bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin ortasında ufka daima bir ışık oyunu ile takılır.

Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza gülen bir rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Sultanlarının şehrinde bulursunuz. Dışarıdan bu kadar gizlenen Konya içinden de böyle kıskançtır. Sağlam ruhlu kendi başına yaşamaktan hoşlanan, dışarıdan gösterişsiz içten zengin Orta Anadolu insanına benzer. Onu yakalayabilmeniz için saat ve mevsimlerine iyice karışmanız gerekmektedir. Ancak o zaman çeşmelerinden akan Çayırbağ sularının teganni ettiği sırrı, zengin işlenmiş kapıların arkasında sırmalı çarşafı içinde çömelmiş eski zaman kadınlarını andıran Selçuklu abidelerinin büyüklük rüyasını, türkü ve oyun havalarının hüznünü ve bu oyunların ten yorgunluğunu duyabilirsiniz. Konya, insanı ya bir sıtma gibi yakalar, kendi âlemine taşır ya da sonuna kadar ona yabancı kalırsınız. Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek lazımdır.” Rahmetli Neşet Ertaş’a Bozkırın Tezenesi diyorlar ya bana göre bir şehrin tarihi derinliklerden gelen kültür ve medeniyet tınılarını duyabilmek ve tarif edebilmemiz için Bozkırın Tezenesi şehir olarak Konya’yı adlandırırım ben. Kulak vermek lazım Konya şehrine kim bilir ne tınılar saklıyor bağrında. Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi 1648 yılında Konya 'ya gelmiş ve Seyahatnamesinde geniş bir şekilde bu şehirden bahsetmiştir : "Konya; Batı sonundaki iki çatal dağların doğu eteğine yakın düz yerde, akarsulu, bağlı ve bahçeli bir şehirdir. Mamur suru vardır. Cenup tarafından ol dağların eteğinde Meram nam bahçeleri 41


Kulak vermek lazım Konya şehrine kim bilir ne tınılar saklıyor bağrında.

ve Mesiresi olup dağları şehre ve Merama , Nehirlere akar. Mezraları ve şehir bostanlarını suladıktan sonra şehrin ova tarafına bu suların ayağı inip bir göl olur. (Aslım Sazlığı) Bu göl dağları ihata eder ve bunun kalesini de Sultan Kılıçarslanı Selçuki taştan yapmıştır. Dar-ül Mülk-ü ve Taht-ı idi. Kendi sarayında bir büyük ıvan vardır. Sonra suru harabe yüz tutunca Sultan Alaedden-i Keykubad-i Selçuk-i ve ümarası tecdid edip taş ile handeğin dibinden yaptılar.Handeği yirmi, dıvarının yüksekliği 30 ziradır.(Arşın) Bu surun 12 kapısı olup herbirinin büyük kası şeklinde kuleleri vardır. Bunda imareti aliye bina ettiler. Suyu dağdan gelir. Anın için sur kapısında bir kubbe-i azime vardır. Hariçte üçyüz kadar lüle ab-ı cari olur. şehre münkasimdir. Turabının mahsülü penbe vesair hububat ve meyvalardır. Kamer-ed-din-i demekle maarif bir kayısı olur. Gayet latiftir. şehrin havası mutedildir. Ekseri bağları dağ tarafındadır. Bunda bir çeşit gök çiçek olur ki ona Debbağ Çiçeği derler. Tohumunu her sene sair mezruaf gibi ekip biçerler. Ve bununla debbağlar gök renkte gön ve sahtiyan yaparlar. Ve Rum şehirlerine ve Frengistana ihraç ederler. 792 Tarihinde Yıldırım Beyazıt Han Konya Kalesini fethetmiştir. Kanuni Sultan Süleyman Tahriri üzre şimdi Karaman Eyaleti adı ile müstakil bir eyalet olup paşa makamıdır. Yedi sancağı vardır. Konya'nın mezhepleri hep hanefidir. Camilerin en eskisi içkaledeki Sultan Alaeddin Camidir. Bu içkale yüksek bir yerde olup mükellef ve mükemmel cephanesi ve topları vardır. Bu kalenin doğu ve şimal tarafları sahra ile bir gölceğizdir. Camiyi Sultan Süleyman iki minareli ve geniş haremlidir. Mescidleri çoktur. Medreselerinin en meşhuru Nalıncı Medresesidir. II.Darülkurra 3 Darül Hadisi, 170 Sıbyan Mektebi, 40 Tekkesi vardır. çeşmesi çoktur. 300 'ü geçen sebilleri 11 Dar-ül Ziyafesi, 300 kadar bağlı bahçeli sulu

sayı//41// aralık 42

suvatlı büyük saraylar vardır ki paşa sarayı pek meşhurdur. 26 Bekar Hanı, bir Bedesten, 1.900 dükkanı vardır. Konya ’nın helvacı, berber civanları, külahçıları, terzileri ve kuyumcuları meşhurdur. 20 kadar hazik doktorları vardır. Ahalisi hep Türk 'dür. 9.000 kadar bağ ve bahçesi vardır. Güzel sesli kuşlarının ötüşleri insana taze hayat verir. Konyalılar ehl ve iyalleri ile sekiz ay Meram 'da oturup zevk-ü sefa ederek felekten gam alır." Demiştir. Konya Mevla’dır, Konya şiirdir, Konya üzerinde manevi kanatların bulut misali gölge ettiği seçilmiş bir şehirdir. Konya Hz. Mevlana’nın manevi ikliminde okyanus misali cihanı kaplamıştır bir güzelliktir. Konya ile olan bu tanışıklığımın üzerinden çeyrek asır geçmiş olsa da bu şehre olan sevgimin gereği her yıl istisnasız gidip gezdiğim gördüğüm ziyaret ettiğim bir şehirdir. Konya’da sizi medeniyetimizin derinliklerine çeken Mevlana Türbesi ve Müzesi, İnce Minare ve Karatay Medresesi, Aziziye Camii, Alâeddin Camii, Eşrefoğlu Camii, İplikçi Camii, Sahip Ata Camii, Sadrettin Konevi Camii ve Türbesi, Şems-İ Tebrizî Camii Ve Türbesi, Tavusbaba Türbesi, Ateş-Baz Veli Türbesi, Kadı Mürsel (Hacı Hasan) Camii, Tursunoğlu (Tahir Paşa Camii), Selimiye Camii, Aziziye Camii, Şerafettin Camii, Kapı Camii, Nakiboğlu Camii gibi mekanlar her zaman çevresine ışık saçmaya devam etmektedir. Uzun yıllar sonra bugün dahi Konya’ya her gidişimde hangi istikametten yaklaşırsam yaklaşayım şehre tıpkı çölün ortasındaki bir vaha gibi bozkırda yeşilin bütün renkleri ve canlılığı ile bizi karşılar. Şehrin manevi iklimi yanında maddi güzelliğini teşkil eden yeşil alan peyzajları ülkemizin en güzel karşılama seremonisini oluşturur Konya’da.


Akşam Oturması Hoş geldin komşu,buyur / geç otur, ayakta kalma Lâflarız biraz, kahvemizi içersin Dedikodu etmeyiz canım Allah iyiliğini versin..

Komşunun oğlu var ya, Âdem, Asker olmuş, piyâde Dağbaşını duman almış, hiç sorma Telâşları ziyâde.. Arkadaki bahçemizi bilirsin Kaysılara karıncalar dadandı Resimdeki aksakallı ihtiyar / Allah rahmet eylesin Babam iyi adamdı.. Bizim kızı isteyenler var Gözümüz yeşile çalar amcası / denizlerimiz duru En iyisi Emirdağlı Ali Osman Vakıflarda evrak memuru Her doğan gün ayrı telâş Bana rahat mezarımda Malım-mülküm bir bu evim Tapusu üzerimde Hemen kalktınız, oturuyorduk Meyvenizi bile bitirmediniz daha Tekrar bekleriz ama, / bak bunu saymıyoruz Haydi, sizi ısmarladık Allah’a.. Kâmil UĞURLU

43


AN DUVARLARI’NIN HİSLİ ŞAİRİ

Sömürülen Atatürk kitabının önemli simalarından biri de B. Kemal Çağlar ile birlikte 10. Yıl Marşı’na imza atan F. Nafız Çamlıbel... Gazetecilik ve öğretmenlik yapan Çamlıbel, Han Duvarları gibi çok önemli şiirleri kaleme alan güçlü bir şair olmasına rağmen hiçbir edebi değeri olmayan tanrılaştırma şiirleri yazarak şair kimliğine gölge düşürmüştür.

TEK PARTİ DÖNEMİ’NDE AYDIN-İKTİDAR İLİŞKİLERİ -üçüncü-

1928 yılında Zonguldak milletvekilliğine, bilahare Türk Dil Kurumu’na başkan yardımcısı olarak atanan C. Sahir Erozan, Samet Ağaoğlu’nun “Babasının Arkadaşları”ndandı. Hüseyin YÜRÜK

Yunus Nadi

... Tanrı gibi görünüyor her yerde Topraklarda, denizlerde, göklerde Gönül tapar kendisinden geçer de Hangi yana göz dalarsa: Atatürk ... Tanrı, peygamber diye nedir, kimdir bilmeden Taptığımız ne varsa hepsi ondan şekaldı. ... Hiçbir ilah olmaz senden güzel Onu öğmüş öğmüş de yaratmış yaradan. Kadir Mısıroğlu, F. Nafız Çamlıbel ile ilginç tanışmasını hatıratında şöyle anlatır: “M. Akif’in kucağında can vermiş olduğu Fuad Şemsi Bey’e gittim. Ben eve gittiğim zaman ahbaplarından biriyle tavla oynuyordu. Bir diğeri de başlarında dikilmiş onları seyrediyordu. “Bırak şu tavlayı da dinle” dedim ve İbrahim Sabri Bey’in, Mehmed Akif hakkında tarizkar bir şiir yazmış olduğunu, bunu kendisine okumak istediğimi söyledim. O, “Şu oyunum bitsin” dediyse de tavlayı seyreden zat müdahale ederek benimle münakaşaya yeltendi. Lakin güya Akif Bey’i müdafaa edeyim derken öyle çamlar devirdi ki onu kabil-i hitap görmedim ve sustum. “Akif yobaz değildi, o bir sosyalistti.” gibi sözler söylüyordu zira. Bu adama ne denilebilirdi ki. Ben hiçbir mukabelede bulunmadım. O da “Fuad ben gidiyorum” diyerek çekti gitti. O gidince Fuad Şemsi Bey hışımla önündeki tavlayı kapadı ve “Şu oyunum bitene kadar birşeyler söyleyip Faruk’u oyalayamadın” diye bağırdı. Faruk da kim? Deyince “Ayol sen O’nu tanımıyor muydun? O, F. Nafız Çamlıbel di” dedi. Faruk Nafız Bey besili bir danaya benziyordu. O ince şiirlerin bu kalın bedenden nasıl sadır olduğu şaşılacak birşeydir.” TÜCCAR YUNUS NADİ

Şüphesiz bir dönemin ve yakın tarihimizin renkli simalarından biri de Yunus Nadi Abalıoğlu’ydu. 1878’de doğan ve Rodos’ta eğitim gören Y. Nadi İttihat ve Terakki iktidarında hükümetten paralar alarak muhtelif gazetelerde lehte yazılar yazdı. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte aynı ismi taşıyan sayı//41// aralık 44


Cumhuriyet Gazetesi’ni çıkardı. Bir dönem M. Kemal tarafından kurdurulan Türkiye Kominist Fırkası’nın kurucuları arasında yer alan Y. Nadi, sonraki yıllarda izlediği Nazi yanlısı politikalardan dolayı Yunus Nazi ünvanıyla anıldı. Bu dönemde gazetesinde General Erkilet’in Alman ordularının başarı ve zaferlerini hergün anlattığı .Y. Nadi’nin Almanya’dan mali yardım aldığı daha sonra ortaya çıktı. Y. Nadi’nin bu kaygan karakteri İngiliz belgelerine de yansıdı: “Yunus Nadi, kısa ve şişman biridir. Herhangi bir kanada kaymaya hazır, aşırı alkol alan; genel davranışlarında Türkler’in bile nefret ettiği ahlaki değerleri olmayan biridir.” (Talihin bir garip cilvesi; CHP’li Yunus Nadi’nin oğlu Nadir Nadi, 1950 yılında ezeli rakipleri DP’den Muğla adayı olur.İleriki yıllarda “Ben Atatürkçü değilim” isimli meşhur eserini yazar.) Yunus Nadi’nin, M. Kemal ile ilgili çok sayıda hatırası var. Ama en sık anlattığı hatırası hep şu oldu: “Sakarya Muharebesi’nden sonra idi. Erkanı harb zabiti cepheden alınan malumatı Başkumandan M. Kemal’e okuyordu. Malumat meyanında cephe kumandanlarından biri Seyit Gazi’nin bilmem ne kadar şimalinde bir düşman fırkası görüldüğünden bahsediyordu. Paşa kaşlarını çatarak: “Hayır, orada düşman fırkası yoktur ve olamaz. Yazınız iyi baksınlar” dedi. Erkanı harp zabiti gittikten sonra orada iki saat daha kaldım. Biz öğle yemeği yerken zabit tekrar geldi: “Haber aldım. Filhakika orada düşman fırkası yokmuş efendim” dedi. Cephedeki kumandan gözle görülen bir düşman fırkasından bahsederken Gazi Paşa altıyüz kilometre uzaktan orada düşman fırkası olmadığını görüyor ve ihtar ediyordu. Atatürk’ün Yunus Nadi’yle ilgili duygu ve tesbitleri ise farklıdır. Uzun dönem Halk Fırkası mebusluğu yapmış İbrahim Arvas hatıratında Atatürk’ün bu tesbitlerini şu cümlelerle ifade ediyor: Yunus Nadi Bey’in ortak olduğu bir şirketin Müdafa-ı Milliye’ye çürük eyer takımları ile koşum takımları sattığı ve bunların işe yaramadığı mecliste mevzubahis oldu. Ve Yunus Nadi Bey’in mahkumiyeti ve tazminatla mükellef tutulması için kuvvetli bir cereyan belirdi. Numaileyh birçok eşikleri öpmekle ve bin bela ile ancak yakasını kurtarabildi. Bunun üzerine reisicumhur kendisini çağırdı. “Yunus Nadi sen benim şerefimle oynuyorsun. Hangi Yahudi şirketini tetkik edersek kulakların şirketin arkasında görünüyor. Sen Cumhuriyet’i çıkaracak bir şahsiyet değilsin. Yarından itibaren

gazeteyi çıkarmayacaksın.” dedi. Ertesi gün Cumhuriyet Gazetesi kapandı. Beş-altı ay kapalı kalan Cumhuriyet Gazetesi’ni açmak için Yunus Nadi Bey binbir eşik öptü. İKİ ADET ŞAİR

1928 yılında Zonguldak milletvekilliğine, bilahare Türk Dil Kurumu’na başkan yardımcısı olarak atanan C. Sahir Erozan, Samet Ağaoğlu’nun “Babasının Arkadaşları”ndandı. “Babamın bu arkadaşı İttihatçılar devrinde de, sofralarında, mahremiyetlerinde idi. Onun meclise girmesi de Atatürk’ün bazı düşüncelerinin neticesidir.” “Urfa ve İstanbul milletvekili olarak tayin edilmiş M. Emin Yurdakul ise, İttihatçılar döneminde muhtelif merkezlerde vali olarak görev yapmıştı. İttihat ve Terakki liderleri ona milli şair ünvanı takmışlardı. “Şair miydi? Hayır! Sanattan bu kadar uzak şiirler yazan bir insan şair olabilir mi? Atatürk, Milli Şair’i Serbest Fırka’ya soktu. Fakat Serbest Fırka macerası en hazin tecellilerinden birini de Milli Şair üzerinde gösterdi. Fırka dağıldıktan sonra bir köşede birkaç ay gözden düşmüş, unutulmuş yaşadı. Onun buna dayanması güçtü. Her devirde sanat ve siyaset salonlarının hakiki süsü olmuştu. Şimdi eski, tozlu bir vazo gibi köşeye atılmış olmak gücüne gidiyordu. Gururu ile hüsranı arasında geçen çetin mücadelede gururu mağlup oldu ve tekrar mebusluk için sırasıyla muhtelif kademelerden sonra Atatürk’e başvurdu. Artık yeniden Meclis’teydi”. Millî şair Yurdakul’un Serbest Fırka’ya girişi de yine o emir-komuta zinciri içinde cereyan etmişti. F. Rıfkı Çankaya’da bunu şöyle anlatır: “Sofrada onu da görmüştüm. Atatürk, ‘Beyefendi biliyorsunuz, bir muhalefet partisi kurduk. Bu da bir vatan vazifesidir. Arkadaşları takviye buyurmak istemez misiniz?’ dedi. Emin Bey hemen ‘Emredersiniz’ dedi.” BİR BAŞKA HER DEVRİN ADAMI

1934 yılında Kars milletvekili olarak atanan Fuat Köprülü, aslında her dönemin adamı olan yıldızı parlak bir gençti. Her devrin hakimleri bu harika çocuğu hayranlıkla koruma kanatları altına almışlar, sofralarında, toplantılarında bulundurmuşlardı. O da Samet Ağaoğlu’nun “Baba Arkadaşları’ndan... “Babam ikbaldedir, bu arkadaşı hep yanında. Babam gözden düşmüştür. O da meydanda gözükmüyor.(...) İstanbul Üniversitesi öğrencileri Milli Mücadele aleyhinde çalışan 45


profesörlerini protesto için ayaklandıkları zaman karşılarına yarı tehdit, yarı öğütle çıkanlardan biri de bu çocuk yüzlü adam.(...) Anadolu, zaferini kazandı. Kısa bir süre içinde Çankaya Köşkü’nün figüranları arasında yer alarak aynı hızla mebus seçildi. Devletin resmi işleri arasına giren dil ve tarih tezlerinin ateşli savunucularındandır artık.” TEZAT, GURUR VE BENLİK HEYKELİ

1939 ve 1950 yıllarında İstanbul ve Kars miletvekillikleri yapan H. Cahit Yalçın Türk basınının gelmiş geçmiş en önemli kalemşörlerinden de biriydi. CHP’nin yayın organı olan Ulus, Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinde uzun yıllar boyunca başyazarlık yapan H. C. Yalçın’ın hayatı üç kelimeden yapılmış bir ehramın üstünde geçti! Tezat, gurur, benlik. Malta esaretinden sonra Kuvayi Milliye günlerini yurtdışında geçirmeyi tercih eden ve bilahare yurda dönen Yalçın, yazdığı yazılardan dolayı Cumhuriyet’in kurucuları tarafından Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanır. Bu mahkemede “Sağır bir kin durmadan beni kovalıyor” diyerek İnönü’ye yönelik tarihi bir imada bulunan H. C. Yalçın, Çorum sürgününden sonra bir dönem kenarda durmayı tercih eder. Ancak sonra ilginç bir gelişme olur. İnsanlar kısa bir zaman sonra onun kovalamalarından feryat ettiği Sağır Kin’in yanıbaşında belirdiğini görünce, yalnız şaşkına dönmekle kalmadılar, aynı zamanda bütün bir İstiklal Mahkemesi devri sorumluluğunun tehditleri, korkuları, idamları, sehpaları, dayakları ile ölenin omuzlarına yükletilmeye çalışılmasını hüzünle seyrettiler. Atatürk’ün ölümünden sonra CHP’nin ve İsmet Paşa’nın en kuvvetli yardımcısı olmasını, intikam alma gibi komik bir gerekçeyle izaha yeltendi. Girdiği Meclis'te, tıpkı İttihatçılar devrinde olduğu gibi seçim bölgesine bir kez bile gitme ihtiyaç hissetmedi. 1950 seçim yenilgisinden sonra CHP’ye muhalefette tutacağı yolu o gösterdi diyebilirim. Filistin Muhtelit Komisyonu’nda azalık vazifesini DP hükümetinden istemekten çekinmedi. (60) Kalemi yine keskin yine iğnelidir. Yalnız bu sefer kabalıkta göze çarpıyor. Bu kabalık zaman zaman küfürlere, açık hakaretlere kadar gidiyor. “Atatürk'ün ölümünden sonra iktidarın sayı//41// aralık 46

gazeteciler için düşündüğü sıkıyönetimleri, gazete kapatmaktan, gazeteci tevkiflerine kadar her tedbiri kalemi ile savunmaktan çekinmemişti.” GÖZLERİMİ KAPARIM VAZİFEMİ YAPARIM

Yazımıza bir dönemin en önemli ideologlarından biri sayılan Ziya Gökalp ile son verelim. 1910 yılında İttihat ve Terakki Partisi Genel İdare Kurulu üyesi olan Gökalp, Darülfünun'da sosyoloji dersleri verdi. 1923'te Diyarbakır milletvekili atanan Gökalp'in görüşlerinin bir çoğu Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuş yıllarında yapılan kanun düzenlemeleriyle uygulama alanı buldu. Cumhuriyet'in temel fikirlerinin oluşmasında etkili oldu. O, siyasi ve asker diktatörlerin devlet gemisini karşılıklı ihtirasların kurduğu muvazene sayesinde yürütebildikleri bir devirde kendi sahasının tek diktatörü idi. Onu yalnız emir vermek, yol göstermek için ağzını açan bir sfenks'e veya bir Buda'ya benzetmek pekala mümkündü. Türk Cemiyeti'ni Batılı olmaya teşvik eden bu mürşit, işini Şarklı bir şeyh metod, cemiyet ve ruhuyla yapıyordu. Batı Medeniyeti'nin temeli olan, insan hak ve hürriyetlerini devletin mutlak otoritesi altına almakta tereddüt etmeyerek “hak yok, vazife var” diye bağırıyordu. “Gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” vecizesini mutlak bir disiplin içinde evvela tatbik ediyor, kendisine düşen vazifeyi en ufak bir ihmal göstermeden yerine getiriyordu. (...) Vaktiyle İttihat ve Terakki Fırkası'nın şeflerine karşı aldığı tavrı tekrar göstermekten çekinmedi. Milli mücadelenin başlarını birer kahraman olarak kabul ve ilan ettikten sonra asıl vazifesine koyuldu. (...) Enver için yazdığı şiirleri Mustafa Kemal için de hemen hemen tekrarladı. (...) Bir cemiyet üerinde onun kadar tesirli insan azdır. Fakat cemiyet içinde bu kadar mühim olan bu adamın kendi ailesi içinde bir gölgeden farkı yoktu. ''Evin içi'' büyük Türk mütefekkiri için bir meseleydi. (...) Mürşidin karısı ondan birkaç sene sonra öldü.Bu hanım ölümünden biraz önce beni ve kardeşlerimi yanına çağırdı. Hepimize ayrı ayrı bakarak garip bir tarzda güldü. Bir aralık daldı, sonra gözlerini açtı, kocasının ismini söyleyerek bağırdı: “Geldi, geldi. Beni çağırıyor. Hayır ben senin yanına gelmek istemiyorum.”


ŞEHİR HAYATI

DENEN AÇIK CEZAEVİ “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin, siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlıkabiliyetli) bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır. Muhsin İlyas SUBAŞI

Siyasetin dar koridorlarında şehir rantının peşinde olanlarla uğraşmaya devletin gücü bugüne kadar herhalde yetmedi, bundan sonra da yeter mi bilmiyorum? Yetseydi, uydu şehirler projesi uygulamaya geçer ve İstanbul nefes alacak hale gelirdi. Bugün sıkıntı yalnız İstanbul’da mı? Hayır! Şu son bir yıl içerisinde Karadeniz sahillerini gördüm, Bursa’ya, Kocaeli’ne, Antalya’ya, Konya’ya gittim. Hemen hepsinde aynı tehdidin korkunç kokusunu aldım. Bundan on bir önce, şehir hayatı üzerine “Medinetül Fazıla (Erdemli Şehrin) adıyla kitap yazan Farabi, ( 870-950) bugün yaşadıklarımızdan haberi yoktu, ama bugünün problemlerine ışık tutuyor ve şöyle diyordu: “Fazıl şehrin reisi de gelişigüzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: Birisi reisin, siyasete tabiat ve yaratılışı ile müstaid (istidatlı-kabiliyetli) bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve iradi melekesi ile riyasete yetenekli olmasıyladır. Hikmet riyasetin şartı olmaktan çıktığı gün -diğer şartlar bulunsa bile- fazıl şehir yöneticisiz kalır. Şehri idare eden reis olmayınca şehir tehlikeye maruz olur. Kendisine teslim olacak bir hâkim bulamayan şehir, gecikmez yıkılır!”

iz hayatın zenginliğini, şehrin ışıklarına, asfaltına ve vitrinlerin albenisine feda ettik galiba. Çok katlı binalarda insanlar yalnız yaşıyor. 32 kat apartman dikmişsiniz, giren ve çıkan birbirine selam bile vermiyor. Bırakın selamı, bir alt katta ölen olmuş üstündekinin bundan haberi yok. Liberal kültür, şehirlerde şahsiyetimizi erozyona uğrattı. Toplumu çözmek isteyenler, bizi apartmanlara özendirdi. Şimdi, ondan kurtuluşun çaresini arıyoruz. Bulunur mu? Biraz zor! Şehirlerin ruhunu beton bloklara hapseden gönüllü kölelik zihniyetini yıkmak istiyorsak, şehir ve şehirleşme konusunda devletin oturmuş bir politikası olmalıdır. Şimdi yıllardır İstanbul’da 7 şiddetinden daha büyük bir depremin gelmekte olduğunu söyleyenler, onu karşılamak üzere 25-30 katlı binaları inşada yarış halindeler. Allah göstermesin, ama ben hep merak ediyorum; bu ucube kuleler depremde ne hale gelecekler diye? Hadi sağlam yaparsınız, yıkılmaz, dağılmaz, ama altından zemin kayarsa ne olur? Bunu iplerle bir yerlere bağlayacak gücünüz var mı?

Bizi bunca zaman önce uyaran bu üstün zekanın uyarısından Selçuklu nasiplendi mi, bilemiyorum. Onlar hiç olmazsa, şehirleri medreseler ve camilerle donatmışlardı. Osmanlı’nın İstanbul, Bursa, Edirne gibi şehirlerimiz dışında, diğerleri için bu hassasiyeti gösterdiğini düşünemiyorum. Cumhuriyet döneminin hali ortada! Beyler, Türkiye yanlış bir mantık üzerine oturtularak şehirleşiyor. Şehirleri dizayn eden kadrolarda şehir bilinci olmadığı için bu bilinçten beslenen şehir kültürü yok. Şehir mimarlarının ideal edinilmiş evrensel değerlerimizi koruma arzuyu yok. Hayatımızı kolaylaştırmak için koşuşturanlar geleceğimizi karartıyorlar. Daha doğrusu gelecek neslin yaşama hakkını ellerinden alıyorlar. Bakınız, açıklanan rakamlar doğruysa, yılda 19 milyar ton karbon monoksiti araçlarımız teneffüs ettiğimiz havaya bırakıyor. Bu araçlar, dağda gezmiyor, şehir içinde kullanılıyor. Artık payınıza düşeni nasıl alırsınız bilemiyorum? Şehirler giderek cezaevine dönüşme durumundadır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana şehirleşmede, içimizi ısıtacak bir girişim görmedik. Kendi kendimizi katlediyoruz. Bunun sorumlusu, şehir politikalarını üretenler ve bu şehirleri yönetenler değilse, kimdir? 47


HASANKEYF’TE BİR GÜN Son asır insanı, kendinden önce yaşamış bütün büyük medeniyet kuran toplumlardan daha kötü durumda maalesef. Medeniyet, toplumların ve/veya milletlerin ortak ruhunun eseridir. Şehirler, bir şehirde yaşayan insanların ruhunun, ilminin, inancının, hayata bakışının ortak eseridir. Ekrem KAFTAN

azen insan olarak bin yıl ömrümüz olsa da bizden önce yaşayanların bıraktıkları medeniyet izlerinin tamamını gezsek, görsek ve gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazsak, diye düşünüyoruz. Binlerce yıldan beri yeryüzünde yaşayan insanoğlunun, tamamı inançlarının eseri olarak ortaya koyduğu medeniyet ve kültür eserleri, bugün en yüksek medeniyete sahip olması gerektiği halde, medeniyetsizliğin zirvesinde yaşayan insanları acaba ne kadar cezbediyor. Son asır insanı, kendinden önce yaşamış bütün büyük medeniyet kuran toplumlardan daha kötü durumda maalesef. Medeniyet, toplumların ve/ veya milletlerin ortak ruhunun eseridir. Şehirler, bir şehirde yaşayan insanların ruhunun, ilminin, inancının, hayata bakışının ortak eseridir. Bu zaviyeden bakınca bizim bütün eski şehirlerimiz, atalarımızın nasıl ruh, iman ve bakış açısı taşıdığını göstermeye yeter. 21-21 Eylül 2017 tarihlerinde, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin torunlarından iş adamı Sait Kılıç’ın davetlisi olarak, Batman ve Siirt’e bir gezi yaptık. Gezinin asıl maksadı, iş adamlarının Doğu ve Güneydoğu bölgelerine yatırım yapmalarını teşvik olmakla beraber, vesile olan husus ise Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, medrese tahsili gördüğü Siirt’in Tillo kazasında, hocası İsmail Fakirullah Hazretleri’nin türbesine gündüz ve gecenin eşit olduğu 21 Mart ve 22 Eylül’de güneşin ilk ışıklarının düşmesini temin eden, astronomik bir hadiseyi seyretmekti. Bir Denizlili ve 30 yıldan beri de İstanbul’da yaşayan gazeteci olarak, ilk defa bu şehirlerimize gidecek olmanın heyecanını yaşadık. Devam eden terör hadiseleri sebebiyle hafif bir endişe duyduğumuzu da itiraf edelim. Ancak, gazeteciliğin bize kazandırdığı araştırmacı merakı, geziye iştirak etmemizde mühim bir yere sahipti. Sabah 04.30 sularında İstanbul’dan yola çıkarken, uçaktaki yolcuların belki yarısı bizimle aynı geziye iştirak eden iş adamlarıydı. Batman havalimanına yaklaşık 2 saatlik bir uçuşun ardından indiğimizde güneş doğmuştu. Geziye iştirak eden kafiledekilerin tamamı güzel insanlar tarafından güler yüzle karşılanarak VİP Salonuna davet edildi. Hepimiz mühim insanlar olduğumuzu hissettik. Sait Kılıç bey, iyi bir tertibat almış ve işadamlarının her türlü ihtiyacını düşünmüş, resmî zevat tarafından karşılanmamızı temin etmişti. Batman havalimanında biraz dinlendikten sonra, bizler

sayı//41// aralık 48


için tahsis edilen konforlu minibüslerle Batman merkezde kahvaltı etmek üzere çok güzel bir bahçeli lokantaya gittik. Burada mükellef mahalli kahvaltılık ve zengin çeşitlerle kahvaltı ettik. Bizi ağırlayan ise şehrin en büyük mülki amiri Vali bey idi. Son derece mütevazı bir insan olan Batman Valisi, işadamlarının şehre gelişinden duyduğu memnuniyeti ifade etti. Batman’da terörün hemen tamamen bittiğini söyleyerek işadamlarının şehirlerine yatırım yapmalarını beklediğini söyledi. Kahvaltıda Batman’ın önemli işadamları da İstanbul’dan gelen meslektaşlarıyla tanışma imkanı buldu. Herhalde gazeteci olduğumuz için bizimle kimse tanışmak ihtiyacı duymadı. Kahvaltının ardından Hasankeyf ilçesine doğru yola çıktık. İlk defa bölgeye giden biri olarak yol boyunca dışarıyı seyretmek, manzaranın ruhumuza katacağı hisleri bir gün yazmak için mümkün olduğu kadar uyanık kalmaya çalıştık. Genelde çıplak sayılabilecek tepelerin arasında akan ekseriyeti duble yoldan ferah bir yolculuk yaptık. Eylül ayı olmasına rağmen epeyce sıcak bir hava vardı. Saat 11.00 sularında Hasankeyf’in tam karşısında bulunan bir tepeye geldik. Hasankeyf ile aramızda Dicle nehri vardı ve nehir neredeyse kurumaya yüz tutmuştu. O büyük tarihin derinliklerinde şiirlere mevzu teşkil etmiş nehrin hali bizi üzdü… Dicle deyince, Fuzûlî’nin; “Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl Başını taştan taşa urup gezer âvâre su” beytindeki Dicle değildi maalesef. Karşımızda, yakın bir zamanda Dicle’nin suları altında kalacağı söylenen kadim şehir Hasankeyf vardı. Küçük ilçenin yaslandığı tepelerde mağara ağızları göze çarpıyordu. Şehir sular altında kalacağı için, devlet, şehrin kopyasını, nehirden epeyce uzakta kalacak bir açık ve yüksek arazi üzerine inşa etmeye çalışıyordu. Tamamiyle taşınmış, sahibinin Zeynel Bey olduğu söylenen bir türbeyi dışarıdan ziyaret ettik. Vahim olan şu idi ki türbe beton bir kaide üzerine oturtulmuş ve beton kaidenin üstü kapatılmamıştı. Türbenin kaidesi yüksek olduğu için kapısından içeri girip görme imkanı da bulamadık. Türbenin estetik güzelliği, çinilerinin rengi, tamamen silindir gövdesi ve neredeyse dairemsi kubbesi son derece dikkati çeken bir güzellikteydi. Açık ve yüksek araziye kopyalanmaya çalışılan Hasankeyf’in mimari eserlerinin ve evlerinin ruh

ve mânâdan mahrum olduğunu söylemeden geçemeyeceğiz. Günlerden Cuma olduğu için yeni inşa edilen camide namaz kılmak için gittik. Ancak cami de yine betondan ve üstü mahalli taşlarla kaplandığı için, asla bir zevk vermiyordu. O esnada bir iş adamı dostumuz bizi çağırarak Hasankeyf’in içindeki tarihi camide namaz kılmaya gideceğimizi söyleyince çok sevindik. Bizi götüren kişi Batmanlı idi ancak arabasının plakası İstanbul plakası idi. Merak edip, İstanbul’da mı yaşıyorsunuz diye sorduk. Hayır burada yaşıyorum, dedi. Peki, neden arabanızın plakası İstanbul? Deyince polis ve askerin Batman plakalı arabalarda çok sık arama yaptığını anlattı. Hasankeyf’e geçebilmek için Dicle nehri üzerinde inşa edilmiş uzun bir köprüyü aşmak gerekiyor. Biz de köprüden geçerek Hasankeyf’in dar caddesinden caminin önüne kadar geldik. Caminin içinin hiç de dışarıdan göründüğü gibi tarihi bir hususiyet taşımadığını ve küçük bir cami olduğunu müşahede ettik. Minaresi taş işçiliğinin güzel bir numunesiydi. Hasankeyf belki de sular altında kalacağı için ihmal edilmiş bir şehir manzarası arz ediyordu. Şehrin etrafındaki tepelerde görünen mağara ağızları, bir zamanlar buralarda insanların yaşadığının işaretiydi. Şafii imamın kıldırdığı Cuma namazının ardından, soğuk birer ayran içerek, maalesef şehrin ara sokaklarına giremeden ve fazla fotoğraf çekme imkanı bulamadan, kafileye katılmak üzere ayrıldık. Hasankeyf, sular altında kalmasa olmaz mıydı. Böyle tarihi bir şehri, hangi gerekçeyle olursa olsun sular altında bırakmak, insaflı, merhametli ve medeniyetine hizmet eden bir iş olmasa gerektir. Rical-i devletimizi bu hususu bir kere düşünmeye davet ederek, yazımızı bitirelim… 49


AZÎZ MAHMÛD

HÜDÂYÎ HZ. Üftâde Hazretleri, Hüdâyî’nin hayatında önemli değişimlere sebep oldu.Kelimenin tam anlamıyla şeyhi, onu badireli ve çalkantılı yıllar için donanımla hale getiriyordu. Nidayi SEVİM

Külliye Genel Görünüm

sayı//41// aralık 50

997 senesi idi. Kutsal toprakları ziyaret etmek üzere hazırlıklara başlamıştık. Bu yolculukta bize refakat edecek olan turizm şirketinden bir davetiye aldık. Yolculuğa başlamadan önce belirlenen bir tarihte, Üsküdar semtindeki Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı’nda bulunmamız isteniyordu. Bu bir nevi tanışma, yolculuk esnasında ve sonrasında yapılması gereken vazifelerle ilgili bilgilendirme toplantısı idi. Davet notunda mümkünse özel araçlarla gelmememiz, diğer ulaşım araçlarını tercih etmemiz tavsiye ediliyordu. Buna o zaman bir anlam veremedim. Vardır bir hikmeti dedim ve sebebini de sormadım. Zamanı geldiğinde, istenilen tarih ve saatte buluşmak üzere, sabah erkenden Tophane’den otobüsle Eminönü iskelesine, oradan da vapura binerek Üsküdar’a hareket ettim. Uzun süreden beri vapura binmediğimi o zaman fark ettim. Boğaz’ın ılık ılık esen rüzgârını, eşsiz manzarasını, martı cıvıltıları eşliğinde çay yudumlamayı ne kadar da özlemişim. Vakit erkendi. Toplantıya hayli zaman vardı. Üsküdar’a vardıktan sonra merkezde bulunan tarihi mekânları ziyaret ettim. Sahilden Kız Kulesi’ne kadar yürüyüp tekrar Üsküdar Meydanı’na döndüm. Yeni Valide Camii yakınında, duvarın dibinde yer alan çay ocağında bir müddet nefeslendim ve öğle ezanına doğru Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı’na vasıl oldum. Neden özel araçlarla değil de alternatif ulaşım araçlarına yönlendirildiğimizi işte o zaman anladım. Zira özel bir araçla gelmiş olsaydım az önce değindiğim, belki bazılarına göre küçük lakin benim için pek kıymetli olduğunu düşündüğüm güzellikleri yaşamayacaktım. Bilen biri için Azîz Mahmûd Hüdâyî Dergâhı’na, o daracık sokaklara araçla girmek de zaten akıl kârı değildir. HER MEŞRU VE HAYIR AMAÇLI YOL, HÜDÂYÎ YOLU’DUR

Azîz Mahmûd Hüdâyî Camii’nde namazımızı eda edip gerekli ziyaretlerimizi de yaptıktan sonra toplantımıza başladık. Bize refakat edecek olan yetkili bazı açıklamalarda bulundu. Bunların pek çoğu kitaplardan okuduğumuz ve daha evvel gidenlerden duyduğumuz malum bilgilerden ibaretti. Ne kadar teorik bilgi alırsak alalım orada vaziyet farklılaşacaktı. Zira bilginin uygulama ile eş zamanlı olarak verilmediği takdirde pek işe yaramadığı malum. Boşuna dememişler: “Elli bin teori bir pratik etmez!..” Sunumu yapan yetkili arkadaşımız toplantıyı


bitirmeden önce önemli bir hatırlatmada bulundu ve şöyle dedi: “Değerli arkadaşlar, bu yolculukta bize lazım olacak çok önemli bir şey var ki onu yanınıza almayı sakın ha unutmayın! ‘Sabır…’ Evet, orada bizim için yegâne sermaye sabırdır.” Hakikaten bu nükteyi mübarek topraklarda bulunduğumuz süre içerisinde daha iyi müşahede ettim ve o gün bu gündür aklımdan çıkmaz. Yolculuğumuz fevkalade geçti. Vazifelerimizi usulüne uygun olarak ve huzurlu bir şekilde yaptık. Tabi toplantının bu mekânda yapılması rastlantı değildi. Bilinçli olarak tercih edilmişti. Üsküdar-Sarayburnu arasında yer alan “Hüdâyî Yolu”nu sanırım bilmeyenimiz yoktur. Lakin tekrarlamakta fayda var. Rivayete göre, Padişah 1. Ahmed, Azîz Mahmûd Hüdâyî’den Sultan Ahmed Camii’nin açılışını yapmasını ve camideki ilk Cuma hutbesini okumasını ister. Talebi kabul eden Hüdâyî hazırlıklara başlar. Ancak caminin açılacağı gün deniz hırçınlaşır. Üsküdar’dan tarihi yarım adaya geçiş imkânsız gibidir. Denizdeki dalgaya ve şiddetli rüzgâra rağmen Azîz Mahmûd Hüdâyî, bir rota belirler, yola koyulur ve selametle Sarayburnu’na ulaşır. O tarihten itibaren bu emniyetli deniz koridoru “Hüdâyî Yolu” olarak zikredilir. Eski denizcilerin kötü hava şartlarında kullandığı bu yolun altından günümüzde Marmaray hattı geçer. Bize göre her meşru ve hayır amaçlı yol, Hüdâyî Yolu’dur. Üsküdar-Sarayburnu arasıyla sınırlı değildir. Bu anlayış sebebiyle olsa gerek kadim zamandan beri önemli yolculuklara çıkanlar Üsküdar’a da uğrar, Azîz Mahmûd Hüdâyî Efendi’yi ziyaret eder ve yollarına öyle devam eder. Bu ziyaretten bir feyiz, bir bereket umulur. Nitekim “ameller, niyetlere göredir.” Niyet hayr, akıbet hayr olur inşallah… Şimdi Eyüp Sultan’da ikamet ediyorum. Üsküdar ve Eyüp Sultan, İstanbulumuzun birbirine benzeyen iki nadide muhiti. Birinin manevi koruyucusu Azîz Mahmûd Hüdâyî, diğerininki Mihmandâr-ı Resul, Hâlid Bin Zeyd Ebu Eyyûb El-Ensarî. Üsküdar-Eyüp Sultan arasında karşılıklı vapur seferleri de vardır. Anlayacağınız Hüdâyî Yolu Eyüp Sultan’a da uzanır. Bu seferler birer saat aralıklarla ve düzenli olarak yapılmaktadır. Pek bilinmemesine rağmen diyebilirim ki Şehir Hatları’nın en güzel hatlarından biridir bu hat. Yaklaşık bir saatlik yolculuk esnasında Haliç ve yarı Boğaz turu yapıyorsunuz. Hem de bir akbil ücreti mukabilinde! Şayet böyle bir yolculuğa

çıkacak olursanız yanınıza kitap, dergi veya bir gazete almayı ihmal etmeyin derim. Özellikle hava yağışlı ve kapalı olduğu zamanlarda vapur, okumak için iyi bir ortamdır. Vaktim müsait oldukça Üsküdar’a geçer, Hüdâyî Dergâhı’na da uğrar, selam verir, burada bir müddet soluklanırım. Ara sıra farklı iklimlere, ufuklara yelken açmak gerek. Bu, ruh dinginliğine hakikaten iyi geliyor. 20 yıl sonra, yine Üsküdar’da, Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı’nda, huzurdayız. Mekânlarında üzerimizde hakkı vardır düsturuyla, ruhaniyetinden de istimdat ederek, hazret ve ziyaretgâh hakkında birkaç kelam etmeye çalışacağız. Zira beş asırdan beri kendisinden söz ettiren, hakkında onlarca, belki yüzlerce yazı kaleme alınan ulu bir kişi ve onun aziz hatırasıyla karşı karşıyayız. Bizimkisi deryada katre misalidir.

Türbe İçi

HEM PÂDİŞAHLARIN HEM DE BÜTÜN TEBAANIN SEVDİĞİ BİR HAK DOSTU

Aziz Mahmud Hüdâyî, 16. yüzyılın son yarısı ile 17. yüzyılın başlarında yaşamış ve toplam sekiz padişah devrini idrak etmiş hakikaten müstesna bir şahsiyettir. Halvetiyye tarikatının devamı niteliğindeki Celvetîliğin en önemli temsilcisi olarak kabul edilir. Hüdâyî, bunu bir manzumesinde de dile getirir: “Ger ehl-i halvete ger celvete ol / Eğer izan ederse göstere yol” Döneminin en önemli ve etkili mutasavvıflarından biri olarak kabul edilir. Kuşkusuz bunda medrese eğitimi almış olmasının büyük payı vardır. Osman Nuri Topbaş Hoca efendi, “Aziz Mahmud Hüdâyî 51


medrese tahsîli esnâsında bir yandan ulemâdanNâzırzâde Ramazan Efendi’nin talebesi olurken bir yandan da Halvetî meşâyıhından Nureddînzâde Muslihuddîn Efendi’nin sohbetlerine devâm ediyordu. Nazırzâde Edirne’deki Selimiye Medresesi’ne müderris olunca Hüdâyî’yi de yardımcı sıfatıyla beraber götürdü. Hocası Nâzırzâde ile bir süre Mısır ve Şam’da kaldığı ve otuz yaşlarındayken Bursa’ya döndüğü kimi kaynaklarda zikredilir. Hasan Kamil Yılmaz, adı geçen makalesinde Hüdâyî’nin 1573’te Mısır’dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye Medresesi’ne müderris ve Câmi-i Atîk Mahkemesi’ne nâib (vekil) tayin edildiğini zikreder. Nâzırzâde’nin vefatı üzerine de Bursa kadılığına atandığı yine muhtelif kaynaklarda yer alır.

Külliye Girişi

Hüdâyî Dergâhı, zaman içerisinde İstanbul’un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi haline geldi.

sayı//41// aralık 52

Hazretlerinin Hayatı” isimli makalesinde, Hüdâyî hakkında şu tespiti yapar: “O, kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduğu kıymetli irşad, hizmet ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî şahsiyettir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle de hem pâdişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak tebârüz etmiştir.” Yaşadığı asırların siyâsî, sosyal ve kültürel tarihiyle ilgili araştırmalarda Aziz Mahmud Hüdâyî isminden bir vesile ile mutlaka bahsedilir. Asıl adı Mahmûd’dur. Doğru, Hak yolunda manasına gelen ve şiirlerinde de kullandığı Hüdâyî mahlası, kendisine şeyhi Üftâde Hazretleri tarafından verilmiştir. İsminin başındaki “Aziz” kelimesi ise, daha sonraları halk tarafından ona duyulan sevgi ve saygının bir ifadesi olarak zikredilmiştir. Kendisinin böyle bir iddiası yoktur. Eserlerinde de bu sıfat yer almaz. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden geldiği ve “seyyid” olduğu kimi kaynaklarda yer alır. Doğum yeri ve tarihi ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bununla birlikte 1541-3 yıllarında Şereflikoçhisar’da doğduğu, çocukluğunun ise Sivrihisar’da geçtiği görüşü ağırlıktadır. Hüdâyî, daha çok okumak, kendini geliştirmek, ilim ve irfânını artırmak üzere zamanın en önemli ilim merkezi olarak kabul edilen İstanbul’a gelerek Küçükayasofya Medresesi’ne kaydoldu. Hasan Kamil Yılmaz’ın “Aziz Mahmud Hüdâyî” isimli makalesinde verdiği bilgilere göre Hüdâyî, İstanbul’daki

Hüdâyî, Bursa’da bir yandan halka İslam hukuku çerçevesinde adâlet dağıtırken, diğer yandan da medresede genç nesillere ilim öğretmekle meşgul oluyordu. Talebelik yıllarından beri tasavvuf çevresiyle yakın teması olduğu anlaşılan Hüdâyî, hocasının vefatından sonra bütün resmî görevlerinden feragat ederek daha önceleri vaaz ve sohbetlerine katıldığı Muhyiddin Üftâde Hazretlerine intisap etti. Tarihi kaynaklardan bazıları Hüdâyî’nin gördüğü bir rüyadan, bazıları da muhatap olduğu bir davadan sonra, Bursa’daki görevinden ayrılarak, şeyhi Üftade'ye derviş olduğunu kaydeder. Bu iki rivayet de ihtimal dâhilindedir. Gerçek şu ki yukarıda da değinildiği üzere Hüdâyî, gençlik yıllarından itibaren tasavvufla yakından ilgilidir. Daha iyi ve güzele doğru sürekli bir tekâmül halindedir. Denebilir ki bu rivayetlerin herhangi biri bu tekâmülün son merhalesini, kırılma noktasını oluşturmuş olabilir. Bizce bir mahsuru yoktur. Her ne kadar Hüdâyî, resmi görevlerinden feragat etmiş ise de ilerleyen yıllarda padişahlar üzerindeki nüfuzunun, siyasi ve toplumsal olaylardaki belirleyici rolünün devam ettiği müşahede edilmektedir. Bu yetkinliğe ulaşması için de elbette Üftade Hazretleri gibi bir velinin rahle-i tedrisatından, terbiyesinden geçmesi gerekiyordu ve öyle de olmuştur. DEVLET RİCALİNDEN BİRÇOK ÖNEMLİ İSİM DERGÂHININ MÜDAVİM VE MÜNTESİBİYDİ

Üftâde Hazretleri, Hüdâyî’nin hayatında önemli değişimlere sebep oldu. Kelimenin tam anlamıyla şeyhi, onu badireli ve çalkantılı yıllar için donanımla hale getiriyordu. Üç yıl gibi kısa bir zaman zarfında seyr-ü sülukunu tamamladı


ve Üftâde Hazretlerinin en büyük halifesi oldu. Şeyhi, onu çocukluğunun geçtiği Sivrihisar’a halife olarak tayin etti. Burada ancak altı ay kadar kalabilen Hüdayi, şeyhini ziyaret etmek için tekrar Bursa'ya döndü. Fakat bu arada şeyhi vefat etti. Bunun üzerine şeyhinin makamına geçti. Bir âyine gibi şeyhinin kemâlatını aksettirdiği Hüdâyî’nin, gerçek mânâda onun yerini doldurduğu ifade edilir. Hatta denebilir ki şöhreti şeyhini dahi aşmıştır. Bu sebeple olmalı bazı araştırmacılar tarafından Celvetiye’nin kurucusu olarak gösterilmiştir. Önce Rumeli’ye, oradan da Trakya ve Balkanlara giderek irşad faaliyetlerinde bulundu. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a döndü. Küçükayasofya Camii Tekkesi’nde sekiz yıl şeyhlik makamında bulundu. Bir yandan da Fatih Camii’nde vaizlik yapıp ders okuttu. 1589 yılında Üsküdar’da bulunan dergâhın yerini satın aldı. Dergâhın inşaatı 1595’de tamamlandı. 1599 yılından itibaren de Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nde vaaz vermeye başladı. Hasan Kamil Yılmaz’ın da ifade ettiği gibi onun yaşadığı devir, saâdetlerle felâketlerin iç içe bulunduğu bir devirdir. Hüdâyî, Osmanlı’da bozulmaların yaşandığı en bunalımlı bu yıllarda aksaklıkların giderilmesi için nasihatlerde bulundu. Devletin ayakta kalabilmesi, bozulan çarkların düzgün işlemesi için yoğun çaba sarf etti. Bu minvalde padişahlara yazdığı mektuplar meşhurdur. İrşad faaliyetleri, halktan padişahlara kadar uzanan geniş bir kesimi etkiledi. Devlet ricalinden Sadrazam Kayserili Halil Paşa ve Dilaver Paşa, ilmiyeden Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi ve Hocazade Esad Efendi, dergâhın müdavim ve müntesiplerinden bazılarıdır. IV. Murad’a saltanat kılıcını o kuşattı. Ferhad Paşa ile Tebriz Seferi’ne katıldı. Sultan Ahmed Camii’nin açılışında ilk hutbeyi okudu ve her ayın ilk pazartesi günü burada vaaz etmeyi kabul etti. Halifeleri, yazdığı otuz kadar Arapça, Türkçe ve Farsça eseriyle Anadolu ve Balkanlar’daki dinî-tasavvufî hayat üzerinde derin izler bıraktı. Bunun bir yansıması olarak da şöhreti günümüze kadar ulaştı. Hüdâyî Dergâhı, zaman içerisinde İstanbul’un en önemli tasavvuf ve kültür merkezi haline geldi. Dergâhta pek çok şeyh efendi, ilim, fikir adamı ve mûsikişinas yetişti. Bunun yanında devlet adamları ve ilim adamlarından kimin her ne sıkıntısı varsa bu kapıya sığındı. Hüdâyî Dergâhı’nın bir nevi dokunulmazlığı vardı. İşte Allah dostlarının böyle belirgin özellikleri vardır. Her kim olursa

olsun kapısına gelenleri geri çevirmemek, tam aksine onlara kol, kanat germek ve sahip çıkmak. Vaziyet böyle olmasaydı ne Üftade Hazretleri Hüdâyî’ye “Padişahlar rikâbında yürüsün.” der ne de Sultan I. Ahmed Hüdâyî’nin ardından yürürdü. Ahmedî mahlası ile şiirler de yazan Sultan I. Ahmed’in o günlerdeki halet-i ruhiyesine ayna tutan manzumesinden bir bölüm şöyledir: “Varımı ben Hakk’a verdim, gayrı varım kalmadı / Cümlesinden el çekip, bes, dû-cihânım kalmadı…” Bu böyledir. Ne kadar tevazu sahibi, hamiyet ehli olursan halk yanında da Hak katında da derecen o nispette yükselir.

Kütüphane

GÖNÜLLERİ MÂNEVİYAT İLE YOĞURUR

Pek çok keramet ve menkıbesi anlatılan Hüdâyî’nin tasavvufî halk edebiyatı şairleri arasında kuşkusuz önemli bir yeri vardır. Sade ve hikemî mahiyette tekke şiirleri yazdı. Daha ziyade ilâhi tarzındaki bu şiirleri bir divan oluşturacak sayıdadır. Bir dörtlüğü şöyledir: “Günler gelip geçmektedir / Kuşlar gibi uçmaktadır / Ehl-i fesadın yeri nar / Ehl-i salah uçmaktadır” Zeki Tezeren, “Aziz Mahmud Hüdâyî” isimli eserinde Hüdayi'nin en belirgin özelliğini, Anadolu'da Yunus'la başlayan, geniş halk tabakalarına hitap eden tekke edebiyatının zühdi bir bölümünü oluşturmuş, sanatını halkın dini, ruhi ve içtimai eğitimi için kullanmış olmasına bağlar. Gerçekten de Hüdâyî, şiirlerinde Yûnus Emre’nin takip ettiği yoldan giderek gönülleri mâneviyat ile yoğurur. Müminleri, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliği 53


istersiniz?’..." Kanûnî’nin kızı Mihrimah Sultan’dan torunu Ayşe Sultan ile evlendiği de rivayet edilen Aziz Mahmud Hüdâyî, 1628 senesinde vefat etti. Üsküdar’da bulunan türbesinde medfûndur. Vefatına pek çok tarih düşürülmüştür. Hulusi Eren’in “Aziz Mahmud Hüdâyî” isimli makalesinde verdiği bilgilere göre bunlardan bazıları şöyledir: “Hüdâyî hû çeküp rûhı hemân azm-i cihân itdi” “Kutb idi Mahmûd Efendi cânı teslîm eyledi” “Vâh kim kutb-ı ârifîn gitdi” “Terk-i dünyâ eyledi Mahmûd Efendi” “EDEPLE GİR AZİZİM TÜRBE-İ PÂK-İ HÜDÂYÎ’DİR”

Hazire karşısında îkâz eder. Bu minvalde kaleme

aldığı manzumelerden bir dörtlük şöyledir: “Kim umar senden vefâyı / Yalan dünyâ değil misin? / Muhammedü’l-Mustafâ’yı / Alan dünyâ değil misin?” Hüdâyî başka bir manzumesinde gönüllerden mâsivânın (Allah’tan başka her şey) çıkarılıp sırf Allah muhabbetinin yerleştirilmesi husûsunu ifade eder. Manzumeden bir bölüm şöyledir: “Neyleyeyim dünyâyı / Bana Allâh’ım gerek. / Gerekmez mâsivâyı / Bana Allâh’ım gerek.” Hüdâyî ve eserlerine yönelik pek çok tez, kitap vb. çalışması yapılmış ve yayımlanmıştır. Yunus meşrepli şair ve yazarlar ondan ilham ile pek çok eser vermiştir. İşte o şairlerimizden biri de rahmetli Olcay Yazıcı’dır. “Hüdâyî” isimli şiirinden bir bölüm şöyle: “Korkularım, melâlim var / Yıllar yılı gönlüm hep dar / Bir ‘kapı’ oldu Üsküdar: / Alevdim, söndüm Hüdâyi / Hüdâ’ya döndüm Hüdâyi…” Sözün burasında, ziyadesiyle manidar bulduğum bir menkıbeyi de rahmetli Sâmiha Ayverdi'nin dilinden aktarmak isterim. Ayverdi, “Boğaziçi'nde Tarih” isimli eserinde Hüdâyî'yi anlatıyor: "Günlerden bir gün sarayda abdest alırken, padişah suyunu döküyor, vâlide sultan da havlusunu tutuyormuş. Sırasında hikmet ve irfandan adeta yorulup, maddeyi dile getirmekle keyiflenen insanoğlu da, velîlerin mûcize varlıklarını koyup, onlardan kerâmet isteyecek kadar basitleşirler. İşte vâlide sultan da aynı zaafa düşerek: 'Efendim demiş... Ne olur bize bir kerâmet gösterseniz...' Gülümseyen Aziz Mahmud Hüdayi Sultan: 'Vaktin padişahı abdest suyumu döküyor, vâlidesi Sultan ise havlumu tutuyor. Bundan büyük ne keramet

sayı//41// aralık 54

Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi, ÜsküdarDoğancılar’da, Ahmet Çelebi Mahallesi’nde yer alır. Yeni Valide Camii’nden Doğancılar istikametine yürüdüğümüzde, Kara Davud Paşa Camii’ni geçtikten sonra, sağ kolda Tepsi Fırını Sokağı ile karşılaşırız. Bu sokağın bittiği noktada, yokuşun başındadır. Külliyenin iki giriş kapısı vardır. Aziz Mahmud Hüdâyî Sokağı’ndaki kapı, ana giriş kapısıdır. Kapı üzerindeki kitabede Sultan Abdülmecid’in tuğrası da yer alır. 1595 yılında inşa edilen tekke, aynı zamanda tevhidhane olarak kullanılmıştır. 1598-99 yıllarında, bani tarafından minber ilave edilerek camiye çevrilmiştir. Muhtelif zamanlarda yapılan ilavelerle burası bir tekke külliyesi halini almıştır. M. Baha Tanman’ın “Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi” isimli makalesinde verdiği bilgilere göre Külliye, bu tevhidhâne ile bunun etrafında yer alan derviş hücreleri, aşhâneimaret niteliğinde büyük bir mutfak, taamhâne, biri kendisine, dördü de kızlarına tahsis edilmiş toplam beş meşrutahâne ve cümle kapısı ile yanındaki iki çeşmeden meydana gelmekteydi. Bu yapılara, bâninin hayatının sonlarına doğru (1628-29) inşa edilen ve 1855 yılında plan özelliğine sadık kalınarak yenilenen türbesini de ilâve etmek gerekir. Türbe girişinde, kapının üzerinde dikdörtgen kartuş içine altın yaldız, talik hat ile dört mısra halinde yazılmış iki adet mermer kitabe vardır. Server Dayıoğlu, “Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi” isimli makalesinde, kitabelerin İzzi Kasım Paşa veya türbenin doğusunda Şeyhler Kabristanında medfun olan Şeyh Rûşen Tevfiki Efendi tarafından yazıldığının kabul gördüğünü ifade eder. Kitabelerin birinde “Bu meşhed mecma-ı ervâh-ı ecsâd-ı Hüdâyî’dir / Edeple gir azizim türbe-i pâk-i Hüdâyî’dir”, diğerinde ise “Dilâ tahsil idem dersen eğer


zevk-i ilâhîden / Nasîbin alur elbet giren bâb-ı Hüdâyî’den” ifadeleri yer alır. Türbe sofasında zarif bir bileziği olan mermer kuyu ve sebili yer alır. 1855-56 yangınında büyük zarar gören külliye, halası Esma Sultan’ın vesilesiyle, devrin padişahı Abdülmecid tarafından ilk yerleşim planına sadık kalınarak yeniden inşa ettirildi. Ancak mimarisi döneminin sanat anlayışını yansıtır. Bu inşa sürecinde cami-tevhidhâneye hünkâr mahfili ve arsanın güney kesimine bir de sıbyan mektebi ilâve edilmiştir. Cami kapısı üzerinde, Şair Senih’in hazırladığı, 1855 tarihli, ortada Abdülmecid’in tuğrasının da yer aldığı, sekiz sıra halinde, talik hat ile yazılmış bir kitabe bulunur. Cami-tevhidhane binasının sağında, şeyh kapısı üzerinde de bir kitabe vardır. Sülüs hat ile yazılmış iki sıra halindeki bu kitabe de ise şu ifadeler yer alır: “Eğer vâsıl olam dersen dilâ sen sırr-ı maksûda / Gel adâb ile yüz sür asitan-ı şeyh Mahmud'a" Külliye dâhilinde yer alan kütüphane ise 1899 yılında Sultan II. Abdülhamid Han’ın murakıplarından Lütfü Bey tarafından yaptırılmıştır. M. Baha Tanman, adı geçen makalesinde mutfak, hazîre, çeşmeler, türbe ve cümle kapısı gibi unsurların günümüze aynen gelemediklerini, derviş hücreleri ve selâmlık gibi kullanımlarını kaybeden bazı bölümlerinde tarihe karıştığını ifade eder. “BİZİ SEVENLER DENİZDE BOĞULMASIN, AHİR ÖMÜRLERİNDE FAKİRLİK ÇEKMESİN, İMANLARINI KURTARMADIKÇA GÖÇMESİN”

Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi’nin başta cami olmak üzere ayakta kalan binaları 1975’te Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından tamir edilmiştir. Konumu gereği fazlaca geniş bir alanı kaplamayan külliyenin diyebilirim ki

her santimetrekaresi işlevsel hale getirilmiş. Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı tarafından külliyenin bakımı hususunda büyük gayret sarf edilmektedir. Talebelere, bölgedeki muhtaçlara dağıtılmak üzere her gün aşhânesinde yemek pişirilmekte ve imaret kültürü günümüzde de yaşatılmaktadır. Tekke, medrese, darülhadîs, imaret gibi vakıf binalarının, hayır müesseselerinin vakfiyelerindeki şartlara göre kullanılması beklenir. Bu mekânların bazıları “uygunsuz tahsisler” yüzünden maalesef tekke kültürüyle, medrese adabıyla alakası olmayan bir biçimde faaliyet göstermektedir. Asıl olan bu vakıf eserlerinin mimari yönden ihya edildiği gibi işlevsel yönden de amacına uygun olarak kullanılması değil mi?! Bu sebeple Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı’nın faaliyet ve hizmetlerini takdir ediyor, teşekkürlerimizi sunuyoruz.

Hazire

Külliyenin bütün olumsuzluklara rağmen muhtelif devirlerde yapılan ilave ve onarımlarla günümüze ulaşması milletimizin Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretlerini ne kadar sevdiğinin ve önemsediğinin bir göstergesidir. Özellikle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler hakkında “Sağlığımızda bizi, vefatımızdan sonra kabrimizi ziyaret edenler ve türbemizin önünden geçtiğinde Fatiha okuyanlar bizimdir. Bizi sevenler denizde boğulmasın, ahir ömürlerinde fakirlik çekmesin, imanlarını kurtarmadıkça göçmesin” şeklindeki duası sebebiyle olmalı, türbesi, İstanbul’da Eyüp Sultan, Sünbül Efendi ve Yahyâ Efendi’den sonra en çok rağbet edilen ziyaretgâhlarımızdandır. 55


ŞEHİR VE MEDENİYET

DR. BİLAL BAĞIŞ İLE ŞEHİR VE MEDENİYET MÜLAKATI Fert, cemiyete uyum sağlayabilmelidir. Ne fert, cemiyete; ne de cemiyet, ferde feda edilmemeli. Her fikrin ve bireyin kendini ifade edebileceği ortamlar oluşmalı. Hürriyet ve nizamın mükemmel birlikteliği o kadar da zor değil aslında. Metin ACIPAYAM

ayın Bilal Bey’e, Şehir ve medeniyet başlığında fikirlerini paylaşmak için mülakat yapmak istedik.. Çok başlık yer aldı bu söyleşide…. M.A- Bilal bey, ekonomist gözüyle şehir ve medeniyet başlığına nasıl başlayabiliriz. B.B-Şehir Fikri Röportaj teklifi ve fikirlerimi paylaşma imkânı için çok teşekkür ediyorum öncelikle... Aslında ekonomistim; finansa daha yakınım. Ancak, ben de bir şehirde yaşıyorum nihayetinde ve bir medeniyetin parçasıyım. Dahası, o medeniyetin fikirlerine tercüman olma niyetim var. Bunun yanında, ekonomi biliminde de, sınırlı kaynakların, sınırsız ihtiyaç ya da taleplerin giderilmesinde en etkin ve verimli şekilde değerlendirilmesi temel konudur. Bu noktadan hareketle, şehir gibi topluma mal olan bir olguda da; sınırlı zaman ve enerji kavramlarının, daha verimli ve de efektif değerlendirilmesinin önemi yadsınamaz. M.A-Sizce; günümüzün fenomen kavramları, fikir, kaos, nizam, müessese, medeniyet, tatbikat meseleleriyle şehrin münasebeti nedir? B.B-Fikrin, kaosun ve müesseselerin bolca yer bulduğu; medeniyetin minyatürü, nizamın ise görece zor olduğu insan kalabalıklarının mekânıdır şehir. Şehirler, iyisi ve kötüsüyle, topluma özgü bu kavramların ve değerlerin hemen hepsinin vücut bulduğu, dünyaya mal-olduğu yerlerdir. Özellikle de modern batı şehirlerinde, insanı kendine hayran bırakan nizam ve intizam ile; hırsızlık, kaçakçılık ve suç oranlarının yüksekliğinin eş zamanlı varlığını, bu ilişki bağlamında daha iyi anlamak mümkündür zannediyorum. M.A-Peki, fikrin, şehir çapındaki tatbikatı için nasıl bir fikriyat ve tatbikat şekli geliştirilmelidir? B.B-Fikrin mahiyeti de önemli elbette burada. Ancak, temelde, fikirlerin buluşması, şekillenmesi ve tatbikatı için bir hareket merkezi (yayınlar ile düşünce kuruluşu, dernek, vakıf gibi hareket organları ) ve yaşamının devamı için de uygun bir ortam ve okuyucu kitlesi şarttır. Daha soyut, kültürel bir zenginlikten bahsediyorsak; bunun uygun bir ortamda, ortak bir mecliste dile getirilebiliyor olması önemlidir. Bu anlamda, üniversiteler, hatta dini cemaatler ve cemiyetler de bunun kurumsal bir yoludur. Bunun yanında, şehrin fiziki yapısına bir müdahaleden bahsediyorsak; Belediye meclisleri, halk meclisleri ve hatta ülkemize ait bir kurumsal yapı olarak kahvehanelerde tartışılabilmeli önce. Daha zengin bir sosyal yapı

sayı//41// aralık 56


ile birlikte; daha uygun bir uygulama ortamı için, maddi ve manevi birikimin ve fiziksel mekân imkânlarının renkli olması da önemlidir. M.A-Bu noktada aklıma şöyle bir soru geldi; şehirler bu denli önemli ise, şehir çapında tatbik edilemeyen bir mefkûre, tatbik edilebilir özelliğe sahip midir? B.B-Zordur; ancak mümkün değildir demek de yanlıştır. Kesin bir ‘hayır’ için, bilimsel dildeki karşılığı ile, ‘çürütecek/aksi bir örnek’ bulamamak gerekiyor, ki, reddedememek için farklı örnekler mevcut. Örneğin, daha küçük bir sosyal oluşum olan ‘ataerkil’ aile yapısında, babanın sözü kesin hükümdür. Şehirde ise tek bir merciinin verdiği kararların sorgulanamaması, çok uygulanabilir, hatta uygun, görünmüyor. Ancak bunun istisnaları da yok değildir. Fakat, yine de, belli bir görüşün genel kabul görebilmesi için; en azından bir şehir ortamında uygulanması önemlidir. Bunun yanında, bir şehirde uygulanabilip; başka birinde uygulanamama durumu da olabilir elbette. M.A.-Peki; Fikir, insan, hayat, mekan ile şehir arasındaki münasebet ağı nedir, nasıldır? B.B-Elbette pozitif bir ilişki mevcuttur; korelasyonun gücü ise sorgulanabilir. Nedensellik de çoğunlukla çift taraflı yürür... Şehirler, insanların ve fikirlerin bir araya gelmesi için uygun ortamı sağlar. Fikirler, bu mekânlarda (en azından teoride) özgürce dile getirilir. Fikirlerin inkişafından, birikimli ilerlemesinden de daha müreffeh bir medeniyete doğru yol alınır. Şehrin devasa maddi unsurları arasına sıkışmış, daracık bir alanda dahi; fikirler, insan ve hayatlar kaynaşır, şekillenir ve hayat bulur. M.A.-Sizce, ferd ve cemiyet arasındaki muvazene ile hürriyet ve nizam arasındaki muvazenenin kurulması için mekan tanziminin ve şehir tertibinin nasıl olması gerekir? B.B-Birey, cemiyetin vazgeçilmez bir parçasıdır. Bireysellikten, topluluğa geçilen bir ortamda, yaşamın düzenli akması için; hürriyet kadar nizama da gerek vardır. Ancak şunu da iyi anlamak gerekiyor kanaatindeyim; Karadenizli Havva Ana’nın da dediği gibi, ‘asıl olan vatandaştır, bireydir. Birey, halkın kendisidir; halk da, devlettir; devlet ve şehir, bizim sayemizde, birey sayesinde şehirdir, devlettir’. Bu nedenle, toplu yaşamın merkezinde her zaman, bireyin hayat kalitesinin arttırılması çabası olmalıdır. Ancak bu da, ferdin, istediği

her şeyi yapabileceği anlamına gelmemelidir. Fert, cemiyete uyum sağlayabilmelidir. Ne fert, cemiyete; ne de cemiyet, ferde feda edilmemeli. Her fikrin ve bireyin kendini ifade edebileceği ortamlar oluşmalı. Hürriyet ve nizamın mükemmel birlikteliği o kadar da zor değil aslında. M.A- Bu anlamda; hayatın, hareket ihtiyacını ve akış ritmini; doğru ve sıhhatli şekilde kurmak için nasıl bir şehir fikri ve tatbikatına ihtiyacımız var? B.B-Birlikte yaşama arzusu, ihtiyaçtan kaynaklanır. Toplu yaşamanın sinerjisinden faydalanma ihtiyacı, birey için, birlikte yaşamayı çok daha cazip kılıyor. İnsanların, sağlıklı ve huzurlu bir şekilde yaşayabileceği; çocuklarını büyütüp hayata daha iyi hazırlayabileceği.. Ekonomik bir unsur olarak üretebileceği, deşarj olabileceği ve yeni nesilleri daha iyi eğitilebileceği tüm olanakları sağlayabilecek ‘daha kapsamlı şehirler’ fikrine ihtiyacımız var. Binaların üst üste yığılmadığı; birlikteliğin sinerjisinin ortaya çıkarılabileceği ortamlar yaratılabilmeli. Örneğin, Osmanlı İstanbul’unda hatta Anadolu’da Müslüman toplum, apartmanlarda değil müstakil evlerde yaşardı. Kişisel özgürlük alanı daha geniş olurdu; bu sayede, hem sürekli bir arada olmanın negatif etkileri minimize edilir, hem de bir araya gelindiği zaman enerji, mutlaka pozitif bir iletişim ve topluma katkı sağlamak için harcanırdı. Bugün Batı’da olduğu gibi, toprak ve doğadaki yaşam ile bağı da kopmamış olurdu toplumun. Bugün, devran dönmüş; gelir seviyesi düşen Müslüman toplum, kendini apartmanlara hapsediyor; dar alanlarda zor şartlar altında yaşıyor. Cemiyet yaşamının yerini, apartman kavgaları almış durumda; doğal olarak fikirlere de pek zaman ve yer kalmıyor... M.A-Bu noktada; İnsanın ferd ve cemiyet şubesiyle varoluşunu gerçekleştirmesi için nasıl bir şehir kurulmalıdır? B.B-Şehirler, sadece binalardan ibaret olmamalıdır. İstanbul dendiği zaman aklımıza, şu kule bu site değil; o etkinliğin, bu müzenin, hatta şu dergâhın merkezi gelmeli belki de. Bireyin, sosyal, kültürel ve manevi birikimini güçlendirebileceği; dünyasını idare edip, ekmeğini kazanacağı; mesleğini öğrenip, icra edebileceği; bilgi birikimine katkıda bulunacak ortamların sunulabilmesi önemli. Yine, herkes 57


Medeniyet şehri kapsar, ve şehre hayat verir, yaşatır.

fikrini, düşüncesini istediği şekilde ifade edebilmeli. Bunu sağlayacak ortamların ve fırsatların oluşturulması gereklidir... Ancak, en az onlar kadar, hukukun üstünlüğü de önemlidir; yargı sistemi iyi işlemeli.. Bu sayede, fikir hürriyeti ve hatta can ve mal güvenliği için de güvence sağlanabilmeli. Manevi ihtiyaçların karşılanacağı Cami, medrese, Kilise, hatta Sinagog ve Budist tapınakları ile; sosyal ihtiyaçların karşılanacağı tiyatro, gösteri alanı gibi her tür talebin vücut bulacağı mekanlar olmalıdır şehirde. Kültürel aktiviteler için geniş ve farklı opsiyonlar sunulabilmeli... M.A- Biraz farklı bir senaryo çizelim şimdi de; Nizam ve hürriyetin burun buruna geldiği şehirde, her ikisini de en geniş anlamda ve alanda imtizaç ettirmek için nasıl bir şehir planlaması yapılmalıdır? B.B- Öncelikle, nizam ve hürriyet gibi birbirini tamamlaması gereken iki önemli unsur, burun buruna gelmek zorunda değildir. Herkes ‘kendi özgürlüğünün, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bittiğinin’ farkında olursa, bu sorun büyük ölçüde aşılmış olur kanaatindeyim. Bu önemli bir kıstas. Yine, şehir planlamaları yapılırken, tüm toplumun faydalanabileceği geniş, kamu yararı sağlayan alanlara yer ayırılması (yukarıda bahsettiğimiz yeşil alanlar, geniş caddeler vs.) önemlidir; sosyal ve kültürel aktiviteler için fırsatlar da unutulmamalıdır. Bunlar olmadığı zaman, birey, deşarj olmayı ‘kaos‘ta da arayabilir. Herkes, kimsenin kişisel özgürlük alanına girmeden; karşısındakine zarar vermeden, kimseyi rencide etmeden, her mümkün hürriyete sahip olmalı. Hürriyetler doğru ve yerinde kullanıldığında nizam da kendiliğinden oluşur. M.A-Peki; İnsan kalabalığını, bir mefkûreye bağlı “cemiyet” haline getirme sürecine şehrin katkısı ve etkisi nedir, nasıl gerçekleşir? B.B- Bireysellikten, birlikte yaşama ve cemiyet hayatına geçiş bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor biraz önce dediğim gibi. İnsanlığın, tarih boyu yolculuğunda önemli bir dönüm noktasıdır bu. Şehir, yeni fırsatlar sunar, birlikteliği ve fikir alışverişini kolay kılar. İş bölümü ve her tür riskin, dışsal bir şokun (hastalık, kaza, iaşe sıkıntısı; eğitim, barınma ve hatta doğal afet ve savaş gibi) sigortası ile yaşam kalitesi arttırılır. Şehir yaşamı, fikirsel etkileşim ve iletişimi kolaylaştırır. Hatta fikri altyapıya daha fazla zaman harcanmasına imkan oluşturacağı için,

sayı//41// aralık 58

bağları daha da güçlendirerek; cemiyete geçişi hızlandıracaktır. M.A- Bu bağlamda, Hareketli içtimai nizam ile sabit mekan nizamı olan şehir nasıl terkip edilmelidir ki her ikisi de kendi özelliğini muhafaza edebilsin? B.B-Şehir, sosyal yaşamın ve düzenin ihtiyaçlarına cevap verebilmeli; sosyal ve kültür faaliyetler ile entelektüel seviyenin sürekli yükseltilmesine fırsat vermeli, ışık tutmalı, önayak olmalıdır. Toplum ve içinde yaşadığı şehrin yaşamı, bireylerden ve bireylerin toplamından daha çok şey ifade edebilmelidir. Kitle iletişim araçlarının yoğun kullanımı da insanları ve ortak fikirleri aynı ortamda buluşturan farklı bir unsur. Şehrin, kültürel, teknolojik ve eğitim altyapısı sağlam olmalıdır. Birey, bir başına yapamadığını; yalnız iken başaramadığını, şehirde, toplum yaşamın desteğiyle gerçekleştirebilmeli ve kendini ifade edebilecek özgürlüğü yakalamalı. Ancak, toplu yaşamın güzelliği kadar; bireyin kendisiyle (veya ailesiyle) baş başa kalabileceği ortamlar da oluşturulmalı. M.A- Bilal bey; sizce, İçinde sanat eserleri olan bir şehir mi yoksa sanatkarane inşa edilen bir şehir mi tercih etmeliyiz, ikincisini tercih edeceksek nasıl olmalı? B.B-İkisi de olmalı. Ancak, birincisi ile başlarken; ikincisine, er ya da geç ulaşmalı. Yani birincisi araç, ikincisi amaç olmalıdır. Sıfırdan, yeni şehirler üretmeye çalışmanın fırsat maliyeti çok olur kanaatindeyim. Kazakistan gibi, yeni bir Astana’yı inşa edecek kadar ekstra petrol gelirimiz yok. Yapay şehirlerin, Çin’deki hayalet şehirler gibi boş kalma ihtimali de yüksektir. Diğer yandan, sanat eserlerinin yokluğu da, çok çalışıp hiçbir şey üretememek misali, pek hoş bir imaj oluşturmaz sanırım. M.A- Peki, Sanat yapmak yerine sanatkarane yaşamayı tercih edeceksek; şahsiyet, cemiyet, hayatın tüm muhtevasına zerk edeceğimiz sanatın şehir altyapısı nasıl olmalıdır? B.B- Şehir bir bütün olarak, yeni fırsatlar sunmalı; katma değer yaratabilmeli. Şehir bir anlamda, ilim yuvası olmalıdır; açık ve kapalı okullar (geniş anlamda), kültür merkezleri ve geçmişin medreseleri gibi irfan yuvalarına, bilimsel oluşumlara yurt olmalı. Eğitimin yanında, üretimin de sergileneceği mekânsal ihtiyaçlara da cevap verebilmelidir. Kültürel, sosyal, fiziki ve hatta


ekonomik altyapısı sağlam olmalı bir şehrin. Ulaşım ve finans altyapısı, hem bilimin ve fikriyatın yeşermesi ve hayat bulması, hem bir eğitim ve kültür yuvası olarak, şehir fikrinin en önemli özellikleri arasındadır. Bugünün Amerikan şehirlerini; ve Avrupa’da da geçmişten bugüne, Viyana, Paris, Frankfurt ve Londra’yı diğer Avrupa ve dünya şehirlerinden öne çıkaran temel fark budur. M.A- Şehrin tümünün bir sanat galerisi, tamamının bir irfan havzası, hepsinin bir ilim laboratuvarı, nihayet her taşının bir tefekkür sebebi ve eseri olması mümkün müdür, böyle bir şehir mefkûresi geliştirilebilir mi? B.B- Şüphesiz mümkündür. Hatta gereklidir. Bilgi toplumlarında elbette mümkündür; çoğu zaman da doğal bir sonuçtur. Tarihten, aklıma ilk gelen örnek, İslam dünyasında yüzyıllar boyu eğitim ve ticaretin ana merkezlerinden biri olan Bağdat’tır. Bağdat uzun bir dönem, ilim ve irfan yuvası, ölümsüz bir şehir oldu. Şam ve Kahire; hatta Kurtuba da öyledir. İstanbul ve Kudüs de herkesin malumu zaten. Yine, Bektaşi geleneğinin vücut bulduğu Ankara ve Mevlana’nın memleketi Konya, Anadolu’da uzun dönem o rolü üstlendiler. Daha Batı’da, Endülüs, başkenti Kurtuba, Sevilla ve El Hamra’sı ile hala batıyı kendine hayran bırakır. Batı medeniyeti için de, Prag, Viyana, Sen Petersburg gibi örnekler saymak mümkündür. O medeniyeti taşıyacak, sonraki nesillere aktaracak izler barındırmalı şehir. M.A- Şehir medeniyetin küçük misali midir, yani; bunu iddia etmek doğru olur mu? Aralarındaki münasebet nasıldır? B.B- Şehir, medeniyetin aynasıdır. Medeniyeti, hem bir açık hava müzesi gibi izleyici ve ziyaretçiye sunar, hem sonraki nesillere aktarılmasında koruyucu ve muhafaza edici görevüstlenir. New York’a veya Şikago’ya uzaktan baktığınızda, hem bugünü hem bugüne dek süren yolculuğuyla, kapitalizmi görürsünüz. Moskova’ya tepeden bakınca Komünizmi hissedersiniz. Şam ve Kahire’de, kadim İslam medeniyetinin havasını hissedersiniz. Kurtuba ve Sevilla’ya bakınca o dönemin görkemli Endülüs ve İslam medeniyetini bugün dahi derinlemesine hissedersiniz. Medeniyet şehri kapsar, ve şehre hayat verir, yaşatır. Şehir de, medeniyetin bir parçası olduğu gibi; onun önyüzüdür ve hayat kaynağıdır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, İstanbul aşkına da biraz bu minvalde, bir medeniyet

hayalinin parçası olarak bakmalı. Çamlıca camisini de Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin inşasını da böyle görmeli. M.A- Peki, Şehir inşa edemeyen mefkure medeniyet inşa edebilir mi, arasındaki münasebet nedir? B.B- Açıkçası zor. Şüphesiz bir insan yığınını toplamak ve büyük nüfuslu bir topluluk oluşturmak çok da zor olmaz; ancak bu yığından dolu-dolu bir şehir inşa edemeyen, medeniyeti hiç kuramaz. Veya, doğal olarak büyüyen, nüfusu sürekli artan bir topluluktan; medeniyete hayat verecek bir şehir oluşturamayan, oluşturmak için çaba göstermeyen bir grubun, partinin veya topluluğun medeniyet hayali de içi boş bir hayal olarak kalır. Buradan hareketle de, küçük bir şehri yönetemeyenlerin, büyük bir medeniyet projesini sunması inandırıcı olamaz. Türkiye örneğinde, ancak ve ancak, İstanbul’a hayat verebilirseniz, bu ülkeye bir umut; yeni bir medeniyet projesi vadedebilirsiniz. M.A- O halde, medeniyet inşasına giden yol şehir inşasından mı geçer, şehir inşası medeniyet inşasının temrini midir, ikisi arasında nasıl bir merhale farkı var? B.B-Medeniyet bir birikimi; derin bir kültürü ve yeni bir yaşam tarzını, belli bir düşünce altyapısı, bilim ve sanat ile farklı bir mimariyi ifade eder. Medeniyet inşasına giden yol, fikri ve ilmi alt-yapı kadar; (sosyal ve kültürel yapısı, eğitim organları, mali ve manevi altyapısı ile) şehirlerin inşasından ve o şehirleri birbirine bağlayacak yolların ve iletişim araçlarının geliştirilmesi ve inşasından geçer. Mal ve hizmet ile birlikte, fikirler, kültürel zenginlikler, bilgi ve birikim ile teknoloji de o yollar üzerinden taşınır ve paylaşılır. Daha sonra da o şehirleri dolduracak ilim ve irfan yuvaları oluşur ve bir entelijansiyanın varlığı gelişir. Şehirler, yeni ve sağlam bir medeniyet yolunda büyük bir basamaktır; önemli bir ilk adımdır. Bazen tek başlarına da bir medeniyettirler, Yunan şehir devletleri ve Atlantis gibi. Şehir, medeniyetten can bulur; büyür, gelişir ve sonrasında o medeniyete hayat verir. Medeniyetin birikimlerini muhafaza eder ve sonraki nesillere koruyarak, geliştirerek taşır 59


ŞEHİR’DE SİNEMA OLGUSU AYŞE ŞASA'DA SİNEMANIN DİLİ VE

GELECEK ÜLKÜSÜ “Müslüman, manevi boyutu olmayan bir sanattan haz alamaz.” Ayşe Şasa Recep GARİP

inemanın dili, dünya dillerinin en etkilisidir. Bu etkili dil üzerinde kurgular yapmak, senaryolar hazırlamak, roman ve öyküler kaleme almak edebiyatçıları çeken önemli bir alandır hatta en kışkırtıcı-çekici alanıdır da denilebilir. Sinema; dil, kurgu, estetik, düşünce, popüler, sosyal ve siyasal alanlarda ortaya koyduğu ürünleriyle insanlığı etkilemeyi, güdümlemeyi sürdürmektedir. Az önce kullandığım güdümleme kelimesini, örme, yönetme, etkileme, yönlendirme, taraf toplama vs. anlamlarda kullandığımı ifade etmeliyim. Sinemanın dilindeki sihir, kıtalararası yönetme sanatını elinde bulundurmasıdır. Hangi dinden, meşrepten, ırktan, düşünceden, inançtan, kesimden olursanız olunuz sinemanın dilindeki büyü-sihir büyülemeyi sürdürüyor. Öyle olunca dünya devletleri sinema kültürüne ayırdıkları bütçeler azımsanmayacak düzeydedir. Özel bir ifadeyle öyle dünya filimleri çekiliyor ki emperyal bir düşünceyle devleti yöneten iradelerin istekleri hayata geçiriliyor. Beyazperde cilalanmıştır. Cilanın görselliği akılları baştan alacak düzeydedir. Doğal hayatın içindeki dili kullanan sinema sektörleri de var elbette. Parlayan, reklamların uçsuz bucaksız albenili parça çekimleriyle (fragmanlarıyla) gençlik ve insanlık kendi köklerinin sallandığından habersizdir. Çekici kurgular ve tanıtıcı reklam spotları gelecek filmlerin takibini ve aktör seçimlerinin önde tutmaktadır. Eric Fromm söyle söylüyor; “Büyük sanatların tümü, özü gereği birlikte var olduğu toplumla çatışkı içindedir.” Böyle önemli bir alanda roman ve öyküleriyle tanıdığımız Ayşe Şasa’yı rahmetle anıyorum. 1941 yılında İstanbul’da doğdu ve 14 Haziran 2014 günü İstanbul’da vefat etti. Çerkez bir anne ve yarı Çerkes yarı Kürt bir babadan dünyaya geldiği kaydediliyor. Robert Koleji ‘nden 1960 yılında mezun olmuştur. “Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikâyemi bir film sinopsisi gibi özetleyebiliyorum. 18 yaşımda sinemaya adım attığımda Marksist dünya görüşünü sinema aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Sinemaya girdiğimde Yunan trajedilerini yerli filmlere uygulamaya çalışmıştım. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren Türk sinema

sayı//41// aralık 60


seyircisine borçluyum… Hayat hikâyemi bir tek çizgiye indirgeyecek olursam: Hep bir arayışın, hakikat arayışının özeti olduğunu söyleyebilirim.” Robert Koleji İdari Bilimleri Bölümü'ne devam eder (1963-1965)yıllarında. 1963 yılından itibaren senaristlik yapar. Günün şartları itibariyle Türkiye’de sanatın hangi alanında bulunursanız bulunun sanki solcu-Marksist olma gibi bir durumla gençlik karşı karşıyadır. Önemli kalemlerimizdenromancılarımızdan Kemal Tahir ile dostluğu ileri düzeydedir. Ondan etkilenir. “Son Kuşlar”, “Ah Güzel İstanbul”, “Utanç” ve “Gramofon Avrat” gibi filmlere imza atar. 1993’lü yıllarda değişime başlayan Ayşe Şasa bir yandan okumakta diğer yandan yeni eserler üretmektedir ve dönemin Dergâh dergilerinde hikâyeleri yayınlanmaktadır. Bu yazılarından “Yeşilçam Günlüğü” eser olarak yayınlanır. Üç evlilik yapar. İkinci eşi ünlü yönetmenlerden Atıf Yılmaz’dır. Yeşilçam Gümrüğü’nde "Dilimden düşmeyen üç kelime var: İlham, keşif, fetih." diye yazar. “Rakibim ve kurtarıcım” diye atıfta bulunduğu Türk sinema oyuncusu ve senarist Bülent Oran, Cevat Rıfat Atilhan'ın oğludur. “Bir Ruh Macerası”ında Bülent Oran için; "müthiş, merhamet sahibi bir insan" olarak andığını okuyoruz. “Bir Ruh Macerası”nda, Kemal Tahir’in "Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik" cümlesini nakleder ve şöyle ekler, "hakikat arayıcısı bir ârif". İlham, keşif ve fetih kelimeleri nasıl etkiliyorsa ve gündeminde tutuyorsa Ayşe Şasa, Hakikat kelimesini de etkili ve etkileyici bulur. Anlaşılan odur ki kelimeler insanların hayatında önemlidir ve kelimelerinizin sizi ele verdiğini bilmelisiniz. Kelimelerdir karakterleri ortaya koyan. Büyük yazarların, ustaların, düşünürlerin açtığı ufuk insan hayatında çok kıymetlidir. Bazen bir tek bakışın, sözün ve duruşun insanları, toplumları nasıl etkilediği bilinir. Neyi arıyorsanız ona kavuşursunuz. İşte gençlik yıllarının henüz baharındayken tanıdığı Kemal Tahir’den duyduğu "Maskaralık yaptığın sürece seni alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona göre seç" nasihatinin Ayşe Şasa için dönüşümün ilk tohumu olduğunu ifade edebiliriz. “Delilik Ülkesinden Notlar” eseri için; "Şükrümü ifade edebilmek için yazıyorum" diye ekler. Bu bana biraz da kulluğun, yazar olmanın, bilincin ve şuurun ifadesidir. "Koyu bir inanç- sızlıktan yoğun bir inanca yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür, neler söyler?" sorgusu

en belirleyici işaret taşıdır kanımca. “Bir Ruh Macerası”nda ise şöyle bir belirleyicilik göze çarpıyor; "Dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalan bir insanın iç dünyası". "İnsanoğlunun kalbinde bir cennet var"dır çünkü. Ayşe Şasa hayatını ikiye ayırarak şöyle ifade ediyor; "Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti, ikinci yarısında, onlara baktığında Allah"ı düşünürsün." İhsan ve ikram sahibi olan Allah kulunu görüp gözetendir. Arayanların bulanlar olduğu muhakkaktır. Yeryüzünde her birey kendince bir arayışı sürdürür. Rahmetli Senarist ve yazar Ayşe Şasa, Füsusu-l Hikem’i okuduktan sonra, şöyle mırıldanıyor; "Ayşe, bugüne kadar okuduğun, öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin, öğretilen her şey yanlıştı…" "Medeniyetimiz, maneviyatı en doruk noktalarda yaşamış çok büyük bir medeniyet. Bunlarla tanıştırılsaydık, kim bilir ne kadar farklı hayatlar vücuda gelecekti, bunları düşünüyor, hayıflanıyorum." "Aynı mekânda, ne büyük bir ruh macerası geçirdim. Tam anlamıyla bir hicret..."

Beyazperde cilalanmıştır. Cilanın görselliği akılları baştan alacak düzeydedir. Doğal hayatın içindeki dili kullanan sinema sektörleri de var elbette. Parlayan, reklamların uçsuz bucaksız albenili parça çekimleriyle (fragmanlarıyla) gençlik ve insanlık kendi köklerinin sallandığından habersizdir.

“Bundan yedi, sekiz yıl önce, bir gün, kendisine derin saygı beslediğim bir Allah dostu bana, hatıralarımı kayda geçirmemi buyurunca, bir an irkilmiş, düşüncelere dalmıştım. Nasıl olacaktı? Geriye dönüp ağır sıkıntılarla dolu çocukluk ve gençlik yıllarımı hatırlamak bile bunalım ve daralma veriyordu.” 73 yaşında İstanbul'da vefat eden Ayşe Şasa, bu sözlerle başlamıştı hatıralarını anlattığı “Bir Ruh Macerası” adlı kitabına. 1980’li yıllarda çok şiddetli geçirdiği psikolojik incinme sinemadan uzaklaşmasını sağlar ve sonra kitaplara, yazıya, şiire ve edebiyata döner. "Birçoklarının karamsarlığa sürüklendiği orta yaşta, ben atalarıma özgü bir bilgeliğe, sonsuz baharın sırrına ermiştim. Bu az şey değil” diyor “Delilik Ülkesinden Notlar”da. Üslü Rus yönetmen Andrei Tarkovsky'nin film dilini önemser rüya sineması üzerinde betimlemeler yapar. Sinema üzerindeki teorik düşüncelerini “Düş Gerçeklik Sinema” eserinde toplar. Muhyiddini İbni Arabi'nin etkisiyle hem hayata hem sinemaya bakış açısı böylece değişmiş olur. Son yıllarında birçok filmin senaryosuna danışmanlıklar yaptı. Çok sayıda ödülün sahibi olan Ayşe Şasa son olarak 32. İstanbul Film Festivali Onur Ödülüne de layık görüldü. Uzun yıllardır gördüğü kanser tedavisinde 17 Haziran günü Fatih camiinde öğle namazını müteakiben ebedi âleme tevdi edildi. 61


ŞEHİR VE HOCALAR

HOCALARIMIZA DAİR HATIRDA KALANLAR

Seksen sonrası okulumuza aslen Sivaslı olduğunu sonradan öğrendiğimiz İstanbul kültürüyle mücehhez bir Osmanlı beyefendisi tayin edilmişti. Prof.Dr.Bilal KEMİKLİ

nsanı yetiştiren muhittir. Muhit kavramı aileyi, sohbet ve söz meclisini, uğrak yerlerini, beslenilen kaynakları, takip edilen dergileri ve kitapları ifade ettiği gibi, okulu ve öğretmenleri de ifade eder. Elbette okul, aileden sonra en önemli muhit kurucu ortamdır. Dostlarınızı, arkadaşlarınızı orada keşfedersiniz. Orada hayaller kurar, orada âşık olursunuz. Bu bakımdan okul, sadece öğreten, bilgi veren bir kurum değil, aynı zaman da eğiten bir kurum. Her ne kadar “okulsuz toplum” teorileri son dönemlerde revaçta olsa da, okulun insana dokunan, değiştiren ve dönüştüren bir ocak olduğu aşikârdır. Umut aşılayan, iyi ve güzeli işaret eden bir öğretmen, hayatınızı değiştirir. De Viris Illustribus’un Ünlü Kişiler isimli kitabını okurken, bizde daha çok tekkelerde vücut bulan menkıbe geleneğini hatırladım. Nedense ulema hocalarından pek bahis açmamış. Onlar, bazı mecmualar ve biyografik eserlerin dışında, mesela Şekâik müellifinin yolunda giderek rahle-i tedrisinden geçtiği zevatın hikâyesini anlatmamışlar. Hoş kendilerinden de pek fazla öz etmemişler… Sadece icazetnamelerde kimlerden ne ders aldıkları kayıtlıdır, o kadar. Fakat sufiler bu meyanda kayda değer bir edebiyat bıraktılar. Ben bunları düşünürken, hayatıma yön veren öğretmenlerimi hatırladım. Onlardan bazılarına ilişkin daha evvel bir iki yazı yazmıştım. Şimdi ilk gençlik dönemlerimin iz bırakan hocalarıma dair hatırladığım kadarıyla bazı notları paylaşmak isterim. Benim iki çeşit öğretmenim oldu, bunlardan ilki eski usul ders aldığım hocalar, ikincisi ise İmam Hatip Lisesi’ndeki hocalarım. Eski usul ilk dersleri merhum babacığımdan aldım. Ama şunu söylemek isterim, insanın babasından ders alması pek müşküldür. Daha ilk mektebe gitmeden başlayan bu baba-hocalık ilişkisinde, babamdan Kur’an-ı Kerîm, Karabaş Tecvîdi, İlmihal derslerini almaya başlamıştım. Ama rahmetlinin pedagojisi dayak üzerine bina olduğundan, ders zamanlarından korkar, çekinirdim. İlkokula başladığımda babamla dersler hitama ermedi; devam ettik… Onun husûsî derslerinin yanında, okul derslerinde de yardım ettiğini, matematik öğrettiğini kaydetmeliyim. Orta mektebe başladığımda, bir yandan ezberler, öte yandan da Emsile’den dersler devam etti. Fakat ben bir türlü babamın “has” talebesi olamadım. Onun has talebesi, Faik Yılmaz oldu. Ben orta mektebe giderken Faik ağabey Erzurum’da İslâmî

sayı//41// aralık 62


İlimler Fakültesi’nde okuyordu. Onların biraraya geldiklerinde yaptıkları mütalaaları gıpta ile seyrederdim. Daha çok ibare çözmeye matuf, kelimelerin iştikakı gibi konuları uzaktan seyretmek durumunda kaldım. Bu hırslanmadan mıdır, nedir; Faik ağabeyden önce doçent olmuştum; lakin babacığım ben daha doktora tezimi yazarken âlem-i cemâle göçmüş, bu gelişmeye tanık olamamıştı. Babacığım kendinden yeterince yararlanmadığımı görünce, önce Zincirli Camii imam hatibi Mustafa Orhan nâm-ı diğer Deli Mustafa Hoca’ya beni emanet etmişti. Deli Mustafa Hocadan Binâ ve Avâmil gibi kitapları okudum. Ama daha çok şehirde siyasî bir figür olan Deli Mustafa Hoca, ilmi tedrisattan ziyade siyâsî telkine ağırlık verince, bizim tahsil serüvenimiz “Hak yol İslam yazacağız” edebiyatına doğru evrildi… Bu esnada Evren Paşanın “sihirli değneği” dokundu hayatımıza; Mustafa Hocanın sürgün günleri başladı. Böylece ben yeni bir hocayla, Tahir Bölükbaşı’yla hemhal olmaya başladım. Çok az da olsa Paşa Camiinde Ahmet Akgül’e devam ettim. Ama asıl hoca, Erzurumlu Vaiz Ahmet (Yılmaz) Efendiydi. Tahir ve Ahmet hocalar bir yandan ondan ders takrir ederlerken, öte yandan da vazife yaptıkları camilerde tâliplere ders verirlerdi. Bu hocalardan ne kadar istifade ettim? Bu tartışılır. Ne var ki, geleneksel eğitim sistemini tanımam ve bu sistem içinde okutulan alet ilimlerini, belagat ve fıkha dair eserleri takip etmenin faydasını çokça gördüm. Dersi kitap üzerinden takrir etmek, gerektiğinde ezberlemek ve buradan bir yere gelmek… Bu yöntemi, tercümelerin arttığı dönemde birkaç metin okuyup kısa yoldan fetva vermeye başladığımız demlerde terk etme gafletine kapılmıştık. Bilhassa gençlik rüzgârlarının tesiriyle, dünyayı kurtarma hayaline kapıldığımız, melankolik cazibelerin etkisinde kaldığımız dönemlerde bu derslerle rabıtamız da inkıtaya uğradı. Zira mecra değişmiş, üniversite hayali bizi esir etmişti. Üstelik yazları köyde geçiriyor, bu esnada ezberlerimin yanında daha çok babamdan saklayarak roman okuyordum. Bu mecra, zamanla bilinçli bir şekilde içine giremediğim geleneksel usul ile arama bir “set” oluşturdu. Böylece Sivas’taki cami dersleri hitama erdi. Velhasıl babacığımın hayalindeki gibi bir “âlim” olamadım… Orada sınıfta kaldım. İmam Hatip’e geçiş serüvenimi daha evvel “umut aşılayan bir muallim”i konu edinirken anlatmıştım. Pamukpınar Öğretmen

Okulu’na doğru meyleden ortaöğretim güzergâhım bir sihirli elin dokunuşuyla Cumhuriyet Ortaokulu’na birkaç günlüğüne uğradı, bilahare oradan Sivas İmam Hatip Lisesi’ne ulaştı. Şimdi iyi hatırlıyorum, merhum babacığımla okula ilk geldiğimizde bizi karşılayan hocamız Muhlis Karakale ile Salih Şahin’di. Her ikisiyle de babam âşina idi. Muhlis Karakale, Nadirikliydi; Pirkiniğin biraz ilerisinde… Salih Şahin ise, Pusatlıydı. Onun akrabalarından Pirkinik’te ikamet edenler de vardı. Babam o vesileyle tanışıyordu. O vakit Müdür Muavini olan Salih Şahin öğrenci velim olmuş, beni o kaydettirmişti. Daha sonra Baş Müdür Muavini Osman Kılıç ve Ali Nacak hocalarla tanışmıştık. Böylece İmam Hatip’e hızlı bir şekilde giriş yapmış oldum. Bunlardan başka hatırımda kalan bazı hocalarımın adını anmak isterim: Mehmet Topçu, Necati Doğramacı, Duran Yıldız, Osman Çınar, Faik Küçükyazıcı, Yakup Sarıçam, Nuri Çakan, Kutlu Özen, Doğan Erdinç, Sadık Çelik, Mehmet Mazi, Kudret Yurttaş, Mehmet Hanifi Cuğ, Emin Edip Özökten, Mustafa Kuzgun, Hacı Ömer Karpuz, Mehmet Doğan, Recep Hoşcan, Hamit Bilici, Casim Düzcan ve diğerleri... Yedi yıllık eğitim ve öğretim döneminde pek çok hocamız oldu. Ama hafızamızda müstesna yer edinen hocalar, kendilerini yenileyen, rutinin dışına çıkıp eğitim ve öğretimimize katkı verenlerdi. Sert, haşin, tekrara kaçan ve dar siyasi koridorlara hapsolan hocaları da unutmadık. Mesela oturduğumuz sıralarda dik durmamızı, not tutmak için de olsa masaya eğilmemizi tecziye eden fakat bir türlü dersini anlatamayan bir sosyal bilgiler öğretmenimiz vardı. Ödev verir, konuyu ezberletirdi. Sonra bizleri tahtaya çıkarır dersi anlatmamızı isterdi… Başka bir hocamız, yabancı dil dersine gelir güya şuur aşılardı. Maalesef bilginin yerine siyasi dar ufku “şuur” olarak telkin etmeye çalışan bu hocalar ergen psikolojisine dair yeterli bir bilgiye de sahip değillerdi. Daha sonra uzunca bir dönem müdürlük de yapan bir müdür mavini, biraz saçı uzun diye öğrencileri yemin töreninde tüm okulun önünde tahkir eder, eline aldığı makasla öğrencilerin başında demiryolu inşa ederdi. Bu hocaların iyi niyetli olduklarından şüphem yok; ama öğrencinin gönlüne dokunup aklını beslemek yerine, katı otoriter tavırla bir disiplin sağlama çabasına giriyorlardı. Disiplin eğitim ve öğretimin önüne geçiyordu. Biliyorum, gelenekte menfi tarafları dile getirmek hoş karşılanmaz. 63


Lakin iyiyi anlamanın yolu az da olsa kötüyü bilmekten geçiyor. Kaliteli, öğretmek ve bir şeyleri göstermek için heyecanlanan, aşkla çabalayan hocalar olduğu gibi, acemi, otoriter ve zamanı doldurma telaşında olanlar da olacak. Şimdi geriye dönüp baktığımda, derslerini aşkla anlatan edebiyat öğretmenimiz Ahmet Topçu’yu, matematiği sevdiren Kudret Yurttaş’ı, sürekli bize yeni okuduğu kitaplarla ufuk açan Yakup Sarıçam’ı, hayata ahlâk ve sevgi penceresinden bakmayı öğreten Nuri Çakan’ı ve beyefendiliği ile dikkat çeken Doğan Erdinç’i hatırlıyorum. Türkçe derslerimize giren Metin Uygur ve Kutlu Özen’den sonra klasik şiire olan ilgimizi uyandıran Ahmet Topçu şimdi nerelerdedir? Doğrusu bilemiyorum; ama Fuzûlî’ye, Şeyh Gâlib’e ve Nedim’e dair aşkla ders anlatırdı… Bunca zamana değin, onun “fâilâtün, fâilâtün, fâilât” deyişi hala kulağımdadır. Yakup Sarıçam, İstanbul’da okumuştu. Orada bazı ders halkalarında bulunmuş, Mehmet Zahit Efendiden feyz almıştı. Diğer bazı hocalar gibi, ben “oldum” havasına kapılmaz, öğretmenliğin konforuna teslim olmaz, yeni yayınları ve gelişmeleri takip eder, okumaya ve öğrenmeye teşvik ederdi. Çok fazla dersimize girmedi; ama aklımıza, gönlümüze hitap etmeyi bilmişti. Ankara İlahiyat Fakültesi mezunu olan Nuri Çakan, sadece benim için değil, leyl-i meccanen okuyan diğer öğrenciler içinde hocalığın ötesinde bir “ağabey”di. Öğrencileriyle makul seviyede dost olabilen bir öğretmen… Bunu nasıl beceriyordu? Evvela, samimiydi, azimli ve kararlı. Okumaya meraklı, teşvikkâr olmanın yanında kitap alacak imkâna sahip olamayanlara kendi bütçesinden kaynak oluşturur, okumasını temin ederdi. Bununla da kalmaz, öğrencilerin hemen her türlü derdiyle alakadar olur, onlara rehberlik ederdi. Zaman zaman memleketten, Alanya’dan babası muz ve narenciye gibi meyveler gönderir; hoca bunları öğrencileriyle paylaşırdı. Bu fotoğraf, Kayseri ve Erzurum’da okumuş hocalarımızda pek göremediğimiz bir durumdu. Elbette gündüzlü öğrenciler hocanın bu müşfik ve mükrim tarafına aşina değillerdi; ama yüzü daima gülen, derslerini dolu dolu geçiren, sınıfta olduğu kadar koridorda da örnek olan tavrıyla onların da gönlünü almış olmalı. Yeri gelmişken Nuri Beyle alakalı bir hatıramı nakletmek isterim. Hocanın ilk tayin yeri bizim okulumuzdu. 79-80 Öğretim yılında mezun olmuş, çiçeği burnunda bir idealist öğretmen olarak okulumuza tayin edilmişti. sayı//41// aralık 64

Onun geldiği ilk günü çok iyi hatırlıyorum. O gün öğretmenlerin girdiği ziyaretçi kapısında nöbetçiydim. Eli yüzü düzgün, mütebessim bir kişi kapıyı açtı, içeri girdi. Ben, onun üst sınıflarda okuyan bir öğrenci olduğunu sandım; “siz diğer kapıdan gireceksiniz” dedim. “Hayır” dedi, “ben buraya yeni tayin edilen öğretmenim, sen müdürün odasını göster bana…” Bunu derken gülüyordu. Şaşırıp kalmıştım… Ama o gülen yüz hiç kaybolmadı; daima güldü. En sıkıntılı zamanlarda bile gülerek meseleleri izah etmeye devam etti. Ankara’ya yükseköğretim için gittiğimizde, Nuri Bey de Devlet Lisan Okulu’na devam etmek için hanesini Ankara’ya taşıdı. Hocamızı, DTCF’de okuyan arkadaşım Salih Şahin ile Hüseyin Gazi semtindeki evinde birkaç defa ziyaret ettiğimizi hatırlıyorum. Seksen sonrası okulumuza aslen Sivaslı olduğunu sonradan öğrendiğimiz İstanbul kültürüyle mücehhez bir Osmanlı beyefendisi tayin edilmişti. Hafızam beni yanıltmıyorsa, o Eğitim Enstitüsü hocalarından biriydi. Siyasi dili önemseyen kimi hocalar, daha o gelmeden “milliyetçi” olduğunu kulağımıza fısıldamışlardı. Böyle yaparak bir duvar örme niyetindeydiler. Oysa menfi propaganda ilgiyi uyandırır. Uzun boylu, biraz palaya çalan bıyıklarıyla ve klasik tarzda giydiği elbisesiyle koridorda salına salına sınıfımıza doğru gelen beyefendi, bu bahse konu olan hocaymış. Lise birinci sınıf talebesiyiz, dersimiz akaid… Sınıfa girdi, korku ve endişeyle ayağa kalktık, “buyurun, oturun azizim” dedi. “Azizim” hitabıyla belki de ilk defa buluşuyorduk. İstanbul’dan mezun olduğunu, Süheyl Ünver’in, Nihat Sâmi Banarlı’nın muhitinden geldiğini daha sonra öğrenecektik. Anlamakta zorlandığımız, ama zevkle dinlediğimiz bir lisan ile dersini anlatmaya başlamıştı. Osmanlı Türkçesine, şiire, dil ve kültür meselelerine alakamı bu hocamın oluşturduğunu ifade etmeliyim. Evet, Doğan Erdinç’ten, beni ilk defa Erol Güngör ve İbrahim Kafesoğlu ismiyle buluşturan söz ediyorum. Biz mezun olduktan sonra Doğan hoca öğretmenlikten ayrıldı, evkafa intisap etti. Sivas ve Ankara Vakıflar Bölge Müdürü olarak pek çok güzel hizmete vesile oldu. Ankara’da doktora yaptığım dönemlerde, Doğan Beyle zaman zaman görüşürdük. Bazen Ali Birinci üstadımızla buluştuğumuz Fatih Gökdağ’ın Ülke Kitabevi’ndeki sohbetlere o da gelirdi. Bu buluşmalarımızda zaman zaman sohbete dâhil olur, sanat, edebiyat ve kültüre dair birikimiyle bizleri mest ederdi.


GÜLBABA

Muhteşem Süleyman’ın ordularıyla gelen yaşlı bir fani olduğunu yazar tarihçiler. O ise bugün bile tarih yazıyor! İbrahim BAŞER

Avrupa’yı yenen orduya kapılarını açıveren Budin’de ilk Cuma namazı kılınmaktadır. Fethiye adı verilerek camiye çevrilen büyük kilise binasında Muhteşem Süleyman ve muktedir ordusunun yüz binleri saf tutmuştur. Cami dolu, Kaleiçi dolu, karşı tepelere kadar dağ-taş asker doludur. Gülbaba birden ayağa kalkar; “-Ey cemaat, ben gidiyorum” der. Der ve… …yere serilerek ruhunu teslim eder! Onun gibi fakir yaşayan çok olsa da, onun gibi şahane gömüleni görülmemiştir… …tabutunu taşıyan Muhteşem Süleyman, … imamı Şeyhülislam Ebussuud Efendi, … cemaati Osmanlı’nın ikiyüzbin kişilik ordusudur. Bir ölü toprağa girerken bir mahşer toprağa çıkmıştır, mübalağasız! Kaleye yüzlerce top ve on binlerce kuvvet bırakan padişah, Budin vezirine verdiği fermanın sonunu şöyle noktalar: “-Gülbaba, Budin gözcüsü olup himmetleri hâzır ve nâzır ola!” Ordu çekilirken, Macarların bugün dahi Gültepe dedikleri bu sırta sadece bir ölü gömülmemiş, adeta bir kale dikilmiştir.

ir toprağı vatan yapmanın sırrı, orayı askeri gücüyle ele geçirmekten ibaret olsaydı, dünya tarihi dediğimiz şey savaşların kronolojisinden ibaret olurdu. Her toprağın sahip olduğu bir sosyal hafıza ve o hafızayı yaşatan bir halkı var elbette... Ama bu halk, bazen o toprağın hemen üzerinde olur, bazen de kilometrelerce uzağında… İşte tarihten, tarihimizden gül kokulu bir altın yaprak: Gülbaba! Zühtün katılığı; asırlardır, Türklüğü katıksız Bektaşilikle yumuşatır… O; darlığa ufuk, çatıklığa raks ve aptallığa kahkahadır. Her Bektaşi fıkrası, sofuluğun kabalığını neşterleyen bir inceliktir. Zevki âyin, nağmeyi dua, gülmeyi sevap eyler… Zühtün zındık, medresenin sapkın ve tekkenin bile karanlık göründüğü bir Bektaşi babasından böyle bir efsane nasıl doğar? Keramet ölende olduğu kadar ölüş şeklindedir aynı zamanda. Gülbaba, Merzifonlu bir Bektaşi fakiri... Fatih döneminden itibaren her gazâya gönüllü katılan... Başına taktığı gül ve beline takındığı kılıçtan başka malı olmayan... Mohaç gecesinin binbir meşaleli kızıl alacasında, göbeğine kadar inen bembeyaz sakalıyla bir kat daha heybetleşerek duaya katılan bir gönül insanı.

İmparatorluğu çelik bir omurgaymışçasına tutan yeniçeri sertliğini savaştan ve iç dünyasını Bektaş’tan almıştı Gülbaba… Bütün ordu önünde, fitilini kendi eliyle kısarak kandilini söndürdü… Söndürdü ve bütün muhayyilelerde nurlu bir keramet olarak parladı. O, oraya orduyla geldi. Ordu orada onunla kaldı! Gövdeye can gibi insana üzülmemeli… Gülbaba, aldatan bir yalan değil; hastaya şifa, korkağa cesaret, tasa sahibine tesellidir. Muhteşem Süleyman’ın ordularıyla gelen yaşlı bir fani olduğunu yazar tarihçiler. O ise bugün bile tarih yazıyor! Arifler meclisine kabulde nazlanılan o yüce gönüllünün yaptığını yapmış; Tuna kıyılarında fütuhat kovalayan gazâ meclisinin dolu gönül bardağına bir gül yaprağı konduruvermiş! “-Ben size yük olmam, olsam olsam renk olurum, güzellik olurum” demiş âdeta asırlardır. Öyle güzel bir renk olmuş ki, savaştığı düşmanlarca da baş tacı edilmiş. Türbesi bir aziz türbesi gibi korunmuş, korunuyor… … ve öyle görünüyor ki zaman durdukça korunacak da!... Yabancı coğrafyalarda olmanın, savaşların vahşi sahip olma içgüdüsü olmadığını… Yabancı coğrafyalarda olmanın, inandığı güzelliklerin bahçelerindeki gülleri birlikte koklamak olduğunu anlatan Gülbaba! Boş bardakları dolduracak ve dolu bardaklara kondurulacak yeni gül yapraklarına öyle ihtiyacımız var ki! 65


on yıllarda Avrupanın ve Macaristanın en büyük etnokültür organizasyonlarına ev sahipliği yaptığını görüyoruz Ataları Anma Günü; Kadim Türk kültüründe atalara saygı, sevgi, minnet duygusu ve geleneğin devamı Ataların yol göstericiliğini esas alan bir gelenektir.

MACARİSTAN’DA GELENEK YAŞATICILIĞI

“ATALARI ANMA GÜNÜ”

Son yıllarda Avrupanın ve Macaristanın en büyük etnokültür organizasyonlarına ev sahipliği yaptığını görüyoruz Ataları Anma Günü; Kadim Türk kültüründe atalara saygı ,sevgi ,minnet duygusu ve geleneğin devamı Ataların yol göstericiliğini esas alan bir gelenektir. Salih DOĞAN*

Törelerin,geleneklerin ritüllerin dahası Türklerin Kültürel Miras öğelerinin canlı dinamik bir şekilde yaşatıldığı gelecek kuşaklara aktarıldığı Avrupanın en buyuk “etnokültür”festivalini Ataları Anma gününü Macar Turan Birliği düzenlemektedir. Geçtiğimiz Ağustos günlerinde Ataları anma günü Bugac’da (Budapeşte’den150 km güney doğuda) düzenlendi.Macar Turan Birliği iki yılda bir Hun-Türk milletlerinin en büyük buluşması olan Kurultayı, tek sayıyla sonlanan yıllarda ise Atalar Günü olarak anılan geleneğin yaşatıldığı kutlamayı organize etmektedir. Macar Turan Birliği Başkanı Antropolog Biro Andras ile Topkapı Türk Dünyasını ziyaretinde bir sohbetimizde kendisi Ataları Anma gününü şöyle özetlemişti; “Macar Turan Birliği Atalar Günü’nde tarihi şekillendiren Büyük Hun İmparatoru Attila, Vezir Arpad gibi büyük Macar atalarını anıyoruz .Turan Kurıultayı ve Ataları anma gününün tüm akraba ülkelerinde katılımı ile daha da geliştiğini son yıllarda bütün Türk Dünyasından katılımın sağlanması ile birlikte Türk tarihi açısından önemli Atalar ; Oğuz Kağan ,Kültigin,Manas Ata,Cengiz Han ,Alparslan ,Fatih de Atalar Gününde anılacaklar.” Asyadan çıkıp Karadenizin kuzeyinden Karpatlara gelen Macarlar yaşadıkları bu yurt için atalarına minnet duygularını ifade etmektedirler. Macaristan bu anlamda Avrupa’da halen doğudan gelen ilk yazı dili olan runik alfabenin ve göçebe kültürün yaşatıldığı tek yer olma özelliğini taşımaktadır.Butün bu ortak değerlerin bir arada yaşılması korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması günümüzde tarihteki Türk ülkelerinin devamı niteliğindeki halkların akrabalığının geliştirilmesi bakımından çok önemli bir misyon üstlenmektedir.

*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü

sayı//41// aralık 66

Bu yılki festival kutlamalarında en çok ilgiyi geleneksel sporlar ,yarışmalar topladı.Misafirleri


büyüleyen atlı okçuluk turnuvalarında macar ekiplerin başarısı herkesi gururlandırdı.. Görkemli meydanlarda ve büyük çadırlarda gerçekleştirilen şaman davulcuları dinsel ritüelleri adeta insanları mistik bir atmosfere çiviledi. Macarların bu büyük geleneksel buluşmasında Macar-Hun kültürel miras öğeleri sergilerinin el sanatları standlarının yanında izleyicilere nefes kesen , at yarışları ve atlı yarışmalar, okçuluk programları mücadele sporlarını izleme olanakları sunuldu.Karpat Havzasının en önemli Macar halk müziği konserleri verildi .Gercekleştirilen bu buyuk etno kültür festivalinin gelecek kuşaklara aktarıması için çocukların aktivitelere katılacağı alanlar oluşturulup pedegojik programlar( at binme, ok atma )gercekleştirlmektedir. Yine bu kapsamda kutlama eğitici tarafını esas alan akademik atmosferde oluşurulmuş bilim adamları etnologlar antropologlar dil bilimciler tarihcilerde katılım sağlamaktadırlar. Macarların ata dinleri, şamanizmden geliştirilmiş olan Taltos-Tengri inancı geleneklerine göre gerçekleştirilen Atalar Günü törenlerinde TürkMacar kardeşliği herzaman ayrı bir yere sahip olmaktadır. 67


Üç gün süren büyük kutlamada kırktan fazla ücretsiz etkinlik gerçekleştirilmiş olup ayrıca kutlama için Hun ve Macarların yurt tutuş zamanını sembolize eden yüzden fazla yurt (göçebe çadırı) ve askeri çadırla devasa bir göçebe kampı da oluşturulmuştur. Etnografik Müzecilikte yeni yaklaşımlar olarak adlandırdığımız butür “Kültür Yaşatıcılığı “yada “Gelenek Yaşatıcılığı” dediğimiz kutlama ve festivaller milletlerin etnisite ve tarih ilşkisi bakımından yeniden kimlik oluşturmasında çok önemli bir rol oynamaktadır.Türk Dünyası adına önemli bir kazanım olan Macarların bu “Ataları Anma Günü”dünyanın en büyük organizasyonları arasında yer almaktadır. Her gecen gün bu tür etno kültür festivalleri Türk Dünyası başta olmak üzere ülkemizde de 2 yıldır Etno Kültür festivali adı altında başarıyla gercekleştirilmektedir. Geleneğin yaşatılması milletlerin tarihteki kendi dinamik ve referansalarına yönelmesi etnografik genetik yapı modern zamanlarda yeniden kimlik oluşumuna önemli bir katkı sağlayacağı kanatindeyim… ATALAR GÜNÜNE DAİR BİLİNMESİ GEREKENLER

Atalar Günü festival değil bir kutlamadır. Macarların en büyük gelenek yaşatıcı bu buluşmasına birçok grup atlarıyla ve çadırlarıyla uzak yerlerden gelmektedirler. Macaristan’dan sayı//41// aralık 68


ayrılmış bölgelerde yaşayan insanlar ana ülkeleriyle bu kutlamaya katılmaktadırlar ÇADIR KURMA, KAMP ALANI:

Gelenek yaşatıcı gruplar kendi yurtlarıyla ya da askeri çadırlarıyla gelmektedirler, onlar kampta çadırlarını ücretsiz kurabilirler. Yurtdışından yurt ve askeri çadırlarla katılacak misafirler en geç 1 Ağustos’a kadar yazılı müraccatta bulunmalı ve olarak bize bildirmesi ve çadırının fotoğrafını göndermesi gerekmektedir (bunu çadırın kampa uygun olup olmadığını anlamak için yapıyorlar ). Ayrıca çadırlarınızı çalışma ekibinin göstereceği yerlere kurmanız gerekmekte. Gelenek yaşatıcı kampta sadece eski gelenek kıyafetleri (eski Hun, eski Macar, eski Türk kıyafetleri ya da Macar doğu kıyafetleri) giyilecektir. Önemli: Camping alanına girerken verilen tanıtıcı çıkartmayı görünür bir şekilde çadıra yapıştırınız! Çıkartma olmayan çadırlar tertip komitesi tarafından kaldırılacaktır. Bu alanın dışındaki yerlerde çadır kurmak yasaktır. Gösterilen yerler dışında kurulan çadırları tertip komitesi kaldırılır. Kutlamanın tüm bölgelerinde ateş yakmak yasaktır, sigara içmek ise sadece belirlenen yerlerde mümkündür! Çadırların içinde de ateş yakmak ve sigara içmek yasaktır! HAL HAREKET, GİYİM KUŞAM:

Bu organizasyon gelenek yaşatıcı bir kutlama olduğundan buna yakışır bir şekilde

davranmak gerekmektedir. Bu nedenle alkol kullanımından, etrafı kirletmekten ve özellikle gece gereksiz gürültüden kaçınalım. Mümkünse geleneksel kıyafetlerle gelinsin. Göze batan geleneğin dışında provokatif kıyafetleri giymemeye özen göstermek gerekiyor. Çok sıcak olsa bile mayo, bikini tarzı plaj kıyafetleri giymekten ya da üstsüz dolaşmaktan kaçının. Atalar Çadırına yarı çıplak ya da provokatif giyimle girmek yasaktır. Alanda çok fazla at bulunmaktadır, bu nedenle onları korkutma, sinirlendirme, yemek verme gibi eylemleri yapmak yasaktır! Buna özellikle dikkat etmelisiniz. 69


HAYALLERİN ÖTESİNDE BİR ŞEHİR

ŞANLIURFA Şanlı Urfa, Efsaneleri, menkıbeleri ile Tarih içinden bize kadar ulaşan asırların tarihini yazdırmıştır…Her menkıbe bir dönemin özelliğini bizlere anlatmaktadır… Münir BALICA

Şanlıurfa Kalesi ve Mancınık / Şanlıurfa

sayı//41// aralık 70

anlıurfa, insanlığın binlerce yıldır insanlığa hizmet ettiği şehir.. Hz. İbrahim’e yarenlik yapmış bir kutsal şehir.. Bu kutsal beldemizde her bahar mevsiminde renk renk kelebeklerin kanatlarındaki zerafet tabiki bir başka olmaktadır. Bu şehrimizin ilk kuruluşu hakkında kesin bilgiler halen yoktur. Arap tarihçisi Ebul Faraç’a göre; Şanlı Urfa, Nuh Tufanından sonra yeryüzünde kurulan ilk yedi yerleşim merkezinin ilki ve en önemlisidir.. Bu bölgede; kaynaklara göre Hz. Adem ( a.s ) ‘ın çiftçilik yaptığı, Hz. İbrahim Halil, Hz. Eyüp ( a.s ) Hz. Şuayp ( a.s ) Hz. Elyasa ( a.s ) bu şehirde bulunmuşlar.. Hristiyanlar, Hz. İsa’nın (a.s) Şanlıurfa’da yaşamış olduğundan dolayı, bu kentimize “ Dir- Mesih” adını vermişlerdir.. Şanlıurfa’nın bilinen en eski ismi Aramiler tarafından verilen Urhay idi. M.Ö. 3. yüzyılda, Makedonya krallığı İskender döneminde Anadolu’ya girince GüneyDoğu Anadolu Bölgesi ve Urfa Makedonların eline geçti. Makedonlar “Suları Bol” anlamına gelen Edessa ismini verdiler.. Edessa o dönemde Makedonya’nın başşehrinin ismi idi. Bunlardan biri, Urfa adının süryanice “Urhai” sözcüğünden türediği, Urhai’nin ise Arapça “Suyu Bol” anlamına gelen Er-Ruha’dan kaynaklandığı yolundadır. Urhai’nin Orhe, Orhai gibi farklı kullanışları sonunda Urfa adı ortaya çıkmıştır. Süryani Vakayinamesi’ne göre bu ad Hewya’nın oğlu Urhai’den gelmektedir.... Ayrıca Hitit vesikalarında geçen Ruhua veya Ruj’uanın bu günkü Urfa olduğu iddialar arasındadır. Şanlıurfa’nın tarihi Alma arkelog, Klaus Schmidt ve heyetinin yaptığı kazılar sonrasında bizleri M.Ö. 9400 yıllarına götürmektedir. Hz. İbrahim ( a.s ) M.Ö. 2000’ lerde yaşadığı ve Hz.İsa’ya kadar geçmiş olan 2000 yıllık bir dönem Urfa bölgesi için çok önemlidir. Birçok peygamber bu yörede yaşamış ve insanlık için mücadele etmişlerdir. Şanlıurfa’nın tarihi M.Ö. 2000 yıllarında Hurri-Mitanni ile başlar. Bu devletin başkenti Vaşugan (Resul Ayn)' di.. Bu dönemde Şanlıurfa büyük bir kültür merkezi olmuştur. Daha sonra büyük tarihi göçlerle bu bölgeye Sümerler ve Sümer Uygarlığı hakim oldu. Sümer, Akat ve Elam Uygarlıkları'na tanık olan Şanlıurfa ve çevresinde Keldani, Hurri, Mitanni ve Asur uygarlıkları da sırası ile egemen oldular... Asur devletini kuran, devlet merkezi Asur Şehri'ni yaptıran I.Şemis Ruman'dır... Asur Devleti'nin


M.Ö. 606 yılında yıkılmasından sonra M.Ö. 4. Yüzyılda, Keyhüsrev kumandasında İran orduları tarafından Pers egemenliği altına sokuluncaya kadar Şanlıurfa, ateşgedenin (Ateşgede, İslamiyet öncesinde İran'da kutsal ateşin içinde yandığı yapı ya da alana verilen isimdir.) merkezi olmuştur.. Bu arada Asur Prensleri, başkenti Harran olan yeni bir Asur Krallığı kurdular.. Bu devletin ömrü pek kısa oldu.. Harran, Pers kavimleri tarafından tahrip edildi. Şanlıurfa M.Ö. 332 tarihine kadar Pers İmparatorluğu yönetiminde kaldı.. Pers Kralı III. DARA (Daryus) İsos Savaşı'nda Mekadonya Kralı İskender'e yenilince, Yukarı Mezopotamya ve dolayısıyla Şanlıurfa, Makedonyalılar'ın eline geçti. Şanlıurfa bundan sonra Helen Uygarlığı'nın bir kültür merkezi oldu.. Büyük İskender, Hindistan seferi dönüşünde ölünce, yönetimi altındaki ülkeler, generalleri arasında taksim edildiğinde Şanlıurfa General Selefkos'un yönetimine girdi.. Selefkos, Şanlıurfa'ya İskender'in Makedonya'da doğduğu şehrin adı olan “Edessa” adını verdi. Helen yönetimi ve medeniyeti Şanlıurfa'da 237 yıl sürdü... Selefkoslar dönemi, Romalılar'ın Pompeus, kumandasındaki ordularının Urfa'yı almalarıyla tarih sahnesinden silindiler.. Bu olayla Şanlıurfa Romalılar hakimiyetine girdi Latin tarihçilerinden Tasitüs ve Pelin, Osrhoene krallarını Abgar diye adlandırmışlardır. Hıristiyanlık dininin V.Abgar (Ukama) zamanında Şanlıurfa'da yayıldığı ve Ukama'nın Hz. İsa'yı Şanlıurfa'ya davet ettiği rivayet edilmektedir. Osrhoene Krallığı M.Ö.132 yılında kurulmuş ve M.S.244 yılına kadar bağımsız yaşamıştır... Urfa, Roma İmparatoru Büyük Konstantin zamanında ehemmiyeti anlaşılarak eyalet haline getirilmiştir. M.S.349 Osrhoene Krallığı devrine ait Şanlıurfa'daki tarihi eserlerin en kıymetlisi Kale imar edildi. çifte sütundur... Halk tarafından bu sütunlara mancınık denilmektedir. Bu sütunlar Osrhoene krallarından Eftuha tarafından eşi Şalmet adına dikilmiştir. Yaklaşık 4 yüzyıl ayakta kalan bu krallık, Hristiyanlık ile gelişmeye başladı. Bu krallığın yükselme dönemi Hıristiyanlıkla başladığı gibi yıkılışı da Hıristiyanlıkta baş gösteren mezhep çatışmalarından sonunda yıkılmaya yüz tuttu., Şanlıurfa uzun yüzyıllar tarihte Bizans İmparatorluğu diye anılan bu yeni devletin idaresi altında kaldı. Bizans ve İran'ın yüzyıllar boyu devam eden kanlı savaşlarında Şanlıurfa daima ön safta yer almış ve devamlı elden ele geçmiştir. İslamiyetin doğuşu

yıllarında Şanlıurfa Bizans İmparatorluğu idaresinde bir eyalet merkeziydi.. Bizans tahtında Heraklius Şanlıurfa eyaletinde de vali ve kumandan olarak Hoannnes gibi Bizans'ın güçlü bir generali bulunuyordu. Hicretin 18. yılında (640) İslam Devleti'nin başında Hz. Ömer, Suriye'deki İslam ordularının başında ise Hz. Übeyt İbni El Cerrah gibi değerli bir kumandan bulunmaktaydı. Bu dönemde Şanlıurfa Bizans'tan alınarak M.S. 640 yılında Arap ve İslam topraklarına katıldı. Şanlıurfa'da Müslümanlığın ilk yapısı olan ve Hz. Ömer'e adanan "Ömeriye Camii" yaptırıldı.. bu cami Kazancı Pazarı'nda bulunmaktadır. Arapların, Diyar-ı Mudar adını verdikleri Şanlıurfa, bu dönemde Ruha diye anılmaktaydı. Hz. Osman zamanında Şanlıurfa ve tüm El Cezire eyaleti Şam'a bağlanarak Ebu Süfyan'ın oğlu Muaviye'nin yönetimine bırakıldı.. Hulefai Raşidin döneminden sonra Şanlıurfa, Emevi yönetiminde 90 yıl büyük bir sükun ve huzur içerisinde gelişmesini sürdürdü. Miladi 750 yılında Emevi- Abbasi çatışması sonucunda Emeviler'in kesin yenilgisinin ardından Abdullah Bin Ali komutasındaki Abbasi orduları ciddi bir direnişle karşılaşmadan Şam ve Şanlıurfa havalisini Abbasi yönetimine bağladılar...

Şanlıurfa Kalesi ve Mancınık

Abbasoğulları Devleti'nin en büyük hükümdarı Harun El Reşit zamanına kadar El Cezire'nin en önemli iki şehri olan Şanlıurfa ve Harran, sürekli gelişmiş ve bu dönemde tarihinin en parlak dönemini yaşadılar.. Bu büyük hükümdarı 71


Hz. İbrahim makamı ve Balıklı Göl

809 yılında ölümüyle diğer eyaletler gibi El Cezire eyaleti de önemini kaybetti. Cengiz Han'ın torunu Hülagu Han, Bağdatı alarak Abbasoğulları Devleti'ne son verdi. Böylece, Şanlıurfa ve Harran şehirlerinin ulaşmış oldukları yüksek kültür ve parlak dönemleri Abbasoğulları ile beraber son buldu.. Harran ve Harran'daki üniversite yani Büyük Cami, Moğol istilasından sonra bir daha eski durumuna gelemedi. Şanlıurfa, tarihinde ilk kez Selçukluların fethi ile Türk egemenliğine girdi. I. Haçlı Seferi'nde büyük bir Haçlı topluluğu etrafı yakıp yıkarak Kudüs'e girerken başka bir topluluk da Fransız komutanlarından Baudouin, komutasında Şanlıurfa'ya giriyordu. 1098’ de merkezi Şanlıurfa olmak üzere kurulan bu kontluk yörede 48 yıl Latin Krallığı olarak hüküm sürdü.. 1146 yılında Selahattin Eyyübi tarafından geri alınarak, Fransız egemenliğine son verildi. Yavuz Sultan Selim, İran seferini tamamladıktan sonra Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmet Paşa'yı Şanlıurfa'nın fethine memur etti. Bıyıklı Mehmet Paşa , Safavi kuvvetlerini Mardin'in 15 km güneybatısındaki Koçhisar'da yenmiş ve böylece bu bölgede Safavi, gücünü tamamen bitirdi. Şanlıurfa ve çevresi de Osmanlı İmparatorluğu yönetimine bu dönemde katıldı.. I.Dünya Savaşı'ndan sonra İngilizler Mondros Mütarekesi'ne istinaden 7 Mart 1919' da Şanlıurfa'yı işgal ettiler.. Daha sonra da Fransızlara bıraktılar. .Sevr Antlaşması'na göre (10 Ağustos 1920) Şanlıurfa, Fransız mandası altına giren Suriye'ye terk edildi. Şanlıurfa’da sayı//41// aralık 72

Milis Kuvvetleri oluşturarak Fransız işgaline karşı koymuş ve 11 Nisan 1920'de şehir kurtarılmıştır. Daha sonra İtilaf Kuvvetleri ile imzalanan Ankara Antlaşması'yla (21 Ekim 1921) Şanlıurfa Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kaldı. Cumhuriyetin ilanından sonra (1924) vilayet oldu. Şanlı Urfa, Efsaneleri, menkıbeleri ile Tarih içinden bize kadar ulaşan asırların tarihini yazdırmıştır…Her menkıbe bir dönemin özelliğini bizlere anlatmaktadır… NEMRUD

Nemrud irkilerek ve korku ile rüyasından uyandı. Rüyasında tahtının ve tüm hükümdarlığının gittiği gördü. Hemen Rüyasını yorumlamak için tüm kahinleri topladı. Rüyasını anlattığında, ölüm korkuları ve zoraki olarak kahinler; -Senin tacını, tahtını, bu ülkede doğacak bir çocuk devirecek. Dinini kaldıracak...! Nemrud, tüm doğan erkek çocuklarını, hemen öldürülmelerini emretti. Hz. İbrahim’in babası “ Azer’i “ Nemrud çok sevdiği için, putlardan sorumlu ve bakmak için görevlendirmişti. Bu isim Tevrat’ta, Tareh , Kuran-ı Kerim’de Azer olarak bildirilir.. Azer’in karısı Nuna, doğum yaklaştıkça korkudan şehirden çıkıp, bir mağaraya sığınır. Hz. İbrahim (a.s ) burada doğar. Bebeği sarar, sarmalar ve bırakarak şehre döner. Durumu kocası Azer’e anlatır..Anne ve babanın akılları devamlı çocuklarındadır.. Hz. İbrahim’in mağaradaki hayatı hakkında çok menkıbeler anlatılmaktadır. Mağaradan bir su çıktığı /


Hz. Eyyüb makamı ve Kuyu

Bir Ceylanın onu beslediği / Kendi parmağını emdiğine dair. Sonuçta Allahu Teala’nın emrinin bir şekilde gerçekleştiğidir.. Nemrud’a kahinler bu çocuğun öldürülmediğini bildirmeleri ile rüya senesine yaşları denk gelen tüm çocukları yine katlediyorlardı. Hz. İbrahim yaşından büyük göstermesiyle baba evine getirilmesinde bir sakınca görülmedi. Hz. İbrahim (a.s.) için hasret bitmişti... Hz. İbrahim Halilullah,ın irşad göreviyle , uzun bir mücadele dönemi başladı. Nemrud’un korktuğu başına gelmişti... “Bir vakitte, Hz.İbrahim (a.s) babasına ve kavmine şöyle diyordu; Bilin ki, ben sizin taptıklarınızdan beriyim. Ancak beni yaradana taparım. Çünkü O, beni hidayete erdirecektir. “ / Zuhruf Suresi-26/27 / Hz. İbrahim’le başa çıkamayacağını anlayan Nemrud, hem hırsından, hem de onun taraftarlarına ders olsun diye, Nemrud; öyle bir ateş yaktırdı ki, ateşin yanına bile yaklaşılmıyordu.. Hz. İbrahim’i ateşe atmak için bu sebepten mancınık kullandılar. Nemrud’un cehennemine atıldığında yardım etmek isteyen meleklere yüce Allah söyle buyurdu; “ O,nun Hz. İbrahim’in durumunu ben daha iyi bilirim. Eğer sizden yardım isterse O’ na yardım ediniz. Tevekkül eder, benden yardım isterse O’na ben yardım edeceğim.” Hz. İbrahim’in ateşe atılması sırasında bu duayı okuduğu söylenmektedir. “ Hasbun’allahu ve ni’mel vekil” Kudret sahibi olan” Yüce Rabbimizden ferman geldi.

“ Ya Nar, küni berden ve selamen ala İbrahim “ ( Enbiya suresi / 69 ) Hz. İbrahim’in ( a.s ) atıldığı ateş, gül bahçesi olup,ateş içersinde bir hayat menbaı fışkırdı. Büyük Allah’ın kudret ve hikmetini göstermek için, meydana gelen tatlı suyun dört tarafından gül, gülistan, sünbül ve reyhan olup, hoş sesli bülbül ve çeşitli kuşlar uçuyorlardı. Nemsud’un ateşi yandığı yerden “ ab-ı hayat, Halilrahman tekkesi içersinde büyük bir kaynak oluştu.. Nice Renkli balıklar yüzüyorlardı..) Günümüzde, Balıklı gölün çevresi kazıldığında birkaç mızrak boyu geçtiğinde ateşin bırakmış olduğu küllerle karşılaşılmaktadır.. Balıklı gölün kutsal balıkları koyu renkleri ile ziyaretçilerden ekmek parçası istemek lisan-ı haliyle; “Bus leb mehveşanı anlamaz herkez, Bus leb nandadır. Sipihr ile niza anlamını” icra etmektedirler... Asırlar sonrasında Balıklı göl, Binlerce yerli ve yabancılar tarafından görülmeye gelinmektedir. Şanlıurfa için büyük gelir kaynağı olmaktadır… ŞANLI URFA, TARİH BOYUNCA ANLATILAN HİKAYELERLE BÜYÜDÜ TARİHÎ ESERLERİDE ANLATILANLARIN BELGESİDİR..

UluCamii; Anadolu’daki en önemli Ulu Cami’lerindendir. 12. Yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır.”Kızıl Camii’de denilmektedir. Haçlılara karşı şehit düşen kumandanın mezarı ile Mevlana Halidi Bağdadinin oğluna ait türbesi bulunmaktadır.. Avlunun kuzey doğu köşesinde olan sekizgen Minare ve saat kulesi kendine özgü bir yapıdır. Eyyübi Medresesi; 73


Harran Kerpiç Evler/ Şanlıurfa

Ulu camiin doğusuna bitişik olan bu yapıdan günümüze sadece kuzey duvarındaki Eyyübiler devrine ait 587 tarihli kitabe kalmıştır. BALIKLI GÖL

Balıklı Göl adı altında Şanlıurfa Kent Merkezi'nde yer alan Halil-ür Rahman ve Ayn-ı Zeliha gölleri yaz aylarında içindeki balıklar, etrafındaki asırlık çınar ve söğüt ağaçları ile dinlenilebilecek yerlerdir. Efsaneye göre Hz. İbrahim Peygamber'in, devrin hükümdarı Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele ederek tek Tanrı fikrini savunmaya başlaması üzerine Nemrut tararından bugünkü Şanlıurfa Kalesi üzerinden ateşe atılır. Bu sırada Allah tarafından " Ey ateş İbrahim'e karşı serin ve selamet ol" emri üzerine ateş su, odunlar da balığa dönüşür. Hz. İbrahim'in düştüğü yere Halil-ür Rahman Gölü adı verilmektedir. Gölün kenarında yer alan Halil-ür Rahman Camii, Hz. İbrahim'in düştüğü makam, medrese, hazire ve türbelerden meydana gelmiş bir külliye halindedir. Nemrut'un evlatlığı Zeliha da Hz. İbrahim'e aşık olduğu ve ona inandığı için kendisini ateşe atar. Zeliha'nın düştüğü yere de Ayn-ı Zeliha Gölü denmektedir. Her iki göl de kutsal sayılmakta ve buradaki balıklar avlanmamaktadır. Halil-ür Rahman Camii ve Rızvaniye Camii Halil-ür Rahman Gölü'nün iki tarafında yer almaktadır. Halil-ür Rahman Camii Bizans Dönemi'ne ait Meryem Ana Kilisesi yerine inşa edilmiştir. Rızvaniye Camii ise I8.yy'a ait bir Osmanlı yapısıdır. HZ. EYYÜB MAĞARASI:

Şanlıurfa'nın 2 km. güneyinde Eyyübiye Mahallesi'nde yer almaktadır. Hz. İbrahim'in soyundan gelen ve bu mağarada yaşadığı bilinen sayı//41// aralık 74

Hz. Eyyüb sabrı ile tanınmış bir peygamberdir. Şanlıurfa'ya Şam dolaylarından gelmiş ve bu mağarada 7 yıl hasta yatmıştır. Mağaraya dört basamakla inilmektedir. Mağaranın önünde bulunan kuyu suyunun iyileştirici etkisi bilinmektedir. M.S. 460 yılında Piskopos Nona tarafından buraya cüzzamlı hastalan iyileştirmek amacıyla bir hastane inşa ettirilmiştir. Viranşehir'e 12 km. uzaklıktaki Eyyüb Nebi Köyü'nde ise Hz. Eyyüb'ün yanısıra eşi ve Hz. Elyasa'nın da mezarları bulunmaktadır. Gerek yaşadığı mağara, gerekse türbesinin bulunduğu köy yerli ve yabancı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Bölge içinde yer alan mağara ve türbe inanç turizmi açısından büyük önem taşımaktadır. Her iki mekanda da çevre düzenleme projeleri yaptırılmış ve uygulamalar başlamıştır. Eyyüb Nebi Köyü'ndeki düzenleme ŞURKAV, Turizm Bakanlığı ve Eyyüb Nebi Belediyesi katkılarıyla gerçekleştirilmektedir. Hz. Eyyüb mekanındaki düzenlemeye ise ŞURKAV tarafından başlanmıştır. Şeyh Ebubekir sebili ve türbesi ; Ulu Camiin doğu havlusu çıkıştaki yoldadır. Halk arasında “ Şıh Bekir “ türbesi olarak bilinir.Türbe ve sebil beraberdir. Sakkarizade Hoca Şakir İbn-i Hoca Halil Efendi vakfiyesi burasının 1565 yılında sebil olarak bulunduğunu vurgulamaktadır. Eyyübi Medrese çeşmesi; Medresenin köşesinde yer alır.Kitabesi bulunmadığından geçmiş tarihi ilgisizlikten kaybolmuş olan bir duvar çeşmesidir. Firuz bey çeşmesi; Ulu Camiin yanında 587 tarihinde, Eyyübi, medresesinin kalıntıları üzerine Firuz bey tarafından


Gümrük Han / Şanlıurfa

Harran Halep Kapısı / Şanlıurfa

yaptırıldı. Buradan “ Kehriz” suyunun aktığı belirtilmektedir. Rızvaniye Camii; Halil-ür Rahman gölünün kuzey kenarında yer alır. Camii, Balıklı göl ile birlikte Şanlıurfa’nın sembolü durumundadır. Bu camii Rakka valisi Rizvan Ahmet Paşa tarafından 1726 tarihinde yaptırıldı. Rızvaniye camii üç kubbeli ve dikdörtgen bir plana sahiptir. Üç gözlü cemaat yerinin üstü kubbeler ile örtülüdür. Halil-ür Rahman Camii; Halil-ür Rahman gölünün güney- batı köşesinin güneyinde yer alan bu camii, medrese hazire ve Hz.İbrahim (a.s) ateşe atıldığında düştüğü makamdan meydana gelmiştir. 608 yılilinında Eyyübilerden Melik Muzafferidin Musa’nın yaptırdığı bilinmektedir.. Halk arasında Döşeme camii olarak ta bilinir....! Halil-ür Rahmam Medresesi; Makam-ı Cedd-ül Enbiya Medresesi olarak tanınmaktadır. Gölün batı tarafından çıklan, revaklı odalar, camiye bitişik olarak büyük bir eyvan olarak, kubbeli bir odadır.Medresedeki kitabeler onarım devrine 1189 tarihli ve aittir.. Hasan Padişah camii; 1470 yılında Akkoyunlu sultanı Uzun Hasan tarafından, Toktemur mescidine bitişik olarak yaptırılmıştır. Kaynaklarda bu camii hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Sultan Hamamı; Ucuzluk pazarı semtindedir. Halk arasında yaygın söylentiye göre IV.Murat ( 1623-1640 ) Bağdat seferi sırasında bu hamamda yıkandığından Sultan hamamı ismini almıştır.Hamam III. Murat zamanında (1586 ) Ahmet bey tarafından yapıldığı sanılmaktadır. Gümrük Hanı, Evliya Çelebi seyahatnamesinde ( Yemiş Han ) olarak ismi geçmektedir. Şanlıurfa’daki hanların en güzel örneklerindendir. 1562

senesinde yaptırıldığı sanılmaktadır. Han-el bağrur kervansarayı ; Selçuklular dönemimde 1128’de Hacı Hüsameddin bey tarafından yaptırıldığı kitabesinde bilinmekle birlikte, bu Kervansayar’a uğramayanlara beddua edildiği yazılmaktadır. Mescid ve Hamamı vardır. Yıkılıp, yok olmaktayken, Şurkav tarafından bir kısmı kurtarılmıştır. Göbeklitepe; Şanlıurfa’ya 15 km. mesafede Küzey- Doğu yönünde bir sit alanıdır. Bu kazıların sonucunda, akeramik, neotolik dönemin insanları avcı grupları olarak yaşadıkları ve böyle bir kültür meydana getirdikleri bilinmiyordu .Bu kazılarda çok çarpıcı bulgalara rastlanılmaktadır.Kazıların 15 sene sürmesi planlanmaktadır. Göbeklitepe ülkemizin tarihi, kültürü ve ekonomisi için çok önemli mirasların gün yüzüne çıkması beklenmektedir.

Mozaik Müzesi / Şanlıurfa

Bu kazılar dünyada UNESCO ve diğer kuruluşlar ile ülkemizde ve Şanlıurfa’da heyecanla beklenmektedir... Şanlıurfa ülkemizin tarihin derinlikleri ile dolu Peygamberler ve evliyalar beldesidir... Not ; Harran geçmişi ve tarihi ile başlı başına bir konudur...! 75


ERZURUM KAPLICALARI

Bundan yaklaşık on yıl öncesine kadar Ilıca’da biri büyük çermik, biri oluklu çermik diğeri de zincirli çermik olmak üzere üç kaplıca vardı. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//41// aralık 76

ocukluğumdaki ilginç hatıralarımdan biri Ilıca’da bulunan büyük çermikte boğulmaktan son anda kurtarılmamdır. Henüz yedi yaşında bir çocuktum ve yüzmeyi bilmiyordum; kalabalık vaziyetteki çermiğe şişirilmiş bir simitle girdim. Simitle yüzerek kendime güven tesis edince simitsiz de yüzebilirim diye simidi bıraktığım anda olanlar oldu. Bir anda havuzun dibini buldum. Ayaklarım havuzun tabanına değiyordu. Heyecanlıydım ve korkuyordum. O yaşımda ilk defa ölümün soğuk düşüncesini zihnimin derinliklerinde hissettim. Ölümle burun burunaydım; bir anda bütün ruhumu ölüm korkusu sarmıştı. İçimden bildiğim tüm duaları okuyarak bir taraftan Allah’tan beni kurtarmasını dilerken, bir taraftan da çok süratli olarak nasıl kurtulabileceğimi düşünüyordum. İlk aklıma gelen çareyi hemen uyguladım ve çömelmiş vaziyette zeminden kuvvet alıp ayaklarımla bedenimi suyun yüzüne doğru savurdum ama yeterince yükselemediğim gibi ağzımı açıp da bağırmak istediğim için epeyce de su yuttum ve tekrar suyun dibine dumdum. Korkum daha da artmıştı. Birazdan boğulacağımı düşünerek aynı şeyi bir kez daha denedim ve havuzun ışıklarını gördüğüm anda tekrar bağırdım ama galiba bağırtımı bile sadece kendim duyabiliyordum. Dibe doğru ümitsizce dumarken bileğimden bir elin kavradığını hissettim ve bir anda kendimi havuzun kenarında buldum. Ayaklarımdan tutulmuş tepe aşağı sallandığımı, sonra yan yatırıldığımı ve ağzımdan epeyce bir su boşaldığını ve epeyce öksürdüğümü hatırlıyorum. Hayata yeniden dönmüştüm ama galiba o korkuyla bir daha da yüzmeyi öğrenemedim. Yüzmeyi öğrenemedim ama kaplıcaya gitmekten vaz geçmedim. Gerek Erzurum’daki çermiklere gerekse diğer illerimizde bulunan kaplıcalara fırsat buldukça gider, boyum elveriyorsa içinde yürüyerek sakin sakin durur şifalı sularından istifade etmeye çalışırım. Kanaatimce kaplıca terimi ‘ılıca’dan geliyor. Ilıca, içinde şifalı mineraller barındıran sıcak suyun açık alandaki haline verilen isimdir. Hatta Erzurum’un eskiden ilçesi olan ama şimdi adı Aziziye olarak değiştirilen Ilıca, bu havzada kaynayan sulardan dolayı bu adı almıştır. Eğer yer altından kaynayarak akan sıcak sudan havuz şeklinde istifade edilmesi için üzeri kapatılmışsa, buna da üstü kapatılmış ılıca anlamında ‘kapalı ılıca’, benzer harfler birleştirilerek de


kaplıca denilmiştir. Erzurum’da kaplıca yerine, Türkçemizde yine ılıca anlamına gelen ‘çermik’ terimi de kullanılmaktadır. Çermiklerin hepsi olmasa da belki çok büyük bölümü şifalı sulardan oluşur; nitekim Erzurum’da bulunan çok sayıda çermiğin suları da şifalı olanlardandır. Erzurum’un hemen hemen bütün ilçelerinde çermik bulunduğu halde bunlar arasında en tanınmış olanları, eski Ilıca yeni Aziziye ilçesindekilerle, halk arasında Hasankale olarak tanınan Pasinler ilçesinde bulunanlardır. Buralardaki çermikler, sıcaklıkları ortalama 36 derece ila 45 derece arasında bulunan şifalı sulardır. Bu tanınmışlığın sebebi, çermiklerin şehir merkezine diğerlerine nispetle yakın oluşları ve belki de en önemlisi, eskiden beri donanımlı oluşları ve halen de ilgili belediyeler tarafından bakım ve onarımlarının yapılarak işletilmesidir. Diğer çermikler ise şehre uzak oldukları ve etrafı kapalı olmayıp üzerleri örtülü olmadığından tanınmamışlardır. ILICA VE HASANKALE ÇERMİKLERİ

Bundan yaklaşık on yıl öncesine kadar Ilıca’da biri büyük çermik, biri oluklu çermik diğeri de zincirli çermik olmak üzere üç kaplıca vardı. Oluklu çermiğe bu adın verilmesinin sebebi, yer altından kaynayarak gelen suyun havuza olukla akıtılmasından dolayıydı. Büyük çermiğin suyu alttan kaynamaktaydı ve diğerlerinden büyük olduğu için bu isim verilmişti. Zincirli adının verilişinin nedeni de kenarlarında zincir bulunmasından dolayıydı ve en küçük çermik de buydu. Bundan dolayı Zincirli çermik, aileler tarafından birkaç saatliğine kiralanarak özel statüde kullanılabilirdi. Büyük çermikte kaynağın üzerinde durmak, olukluda ise oluğun altında durmak öncelikle yaşlıların hakkıydı. Kaynağın üstünde ve oluğun

altında durmanın daha hasiyetli (daha faydalı) olduğuna inanılırdı. Yüzme bilmeyen, boyları da havuzun derinliğinin altında bulunanlar ise kenardaki halkalardan birine ip bağlayıp ona tutunarak kenarda dururlardı. Bugün artık Ilıca çermikleri üçten ikiye inmiş vaziyette ve Aziziye Termal Tesisleri olarak Aziziye Belediyesi tarafından işletilmektedir. Hasankale’deki çermikler de biri büyük ve diğeri de küçük olmak üzere iki tanedir ve bunlar da münavebeli olarak kadın ve erkeklere hizmet vermekte ve işletmeciliğini Pasinler Belediyesi yapmaktadır. Ilıca, şehrimizin yaklaşık 20 km. kadar batısında, Hasankale ise yaklaşık 40 km. doğusunda bulunmaktadır. Çermiklerin her ikisi de Erzurum şehir merkezinden hayli uzak olunca, buraya gidişler de eski zamanlarda sıkıntı oluşturuyordu. Kış aylarında ulaşımın zor olmasından ve vasıtaların yetersizliğinden dolayı bu mevsimde buralara giden fazla olmazmış. Ama Erzurum halkı, bahardan itibaren öküz arabaları veya at arabalarıyla Ilıca ya da Hasankale’ye giderek burada kalmak suretiyle çermiklerden istifade ederlermiş. Giderek ulaşım vasıtalarının gelişmesiyle bu gidişler daha da rahatlamaya başlamıştır. Benim çocukluk yıllarımda çermiklere gidişin çeşitli yolları vardı. Hasankale ve Ilıca’ya giden minibüsler ve belediye otobüslerini kullanarak çermiğe gidenler, günübirlik olarak çermiğe giderlerdi. Sabah gidip öğleye veya öğlen gidip akşama dönülürdü. Bu yöntem hala uygulanıyor. Ama bir zamanlar Erzurum ile Aşkale ve Erzurum ile Hasankale arasında banliyö trenleri işlerdi. Erzurum halkı, bu trene ‘banyo tireni’ der ve saatlerini iyi bilirlerdi. İstasyona gidip trene binilir ve Hasankale ya da Ilıca’da inilip buradan çermiklere kadar da yaya olarak gidilir ve aynı 77


şekilde geri dönülüp Erzurum’a avdet edilirdi. Ama artık banliyö seferleri kaldırıldığı için çermiklere bu tarz gidiş, mazide kaldı. Tıpkı öküz arabası ve at arabasıyla gidişlerin eskide kaldığı gibi. Taksileri olanlar, sabah namazından sonra gidip sabah sekiz-dokuz gibi çıkar ve şehre dönerler. Bu sabah namazı sonrası gidenler genelde arkadaş grupları olur, ama ailece böyle gidenler de olur. Zaten çermiğin en temiz vakti, sabahın ilk saatleridir. Çermiklerin asıl güzel tarafı, yaz aylarında kalmaya gidilmesidir. Bir kamyona veya kamyonete çadırlar, halılar, kilimler, minderler, yataklar, yorganlar, yastıklar, önceleri gaz ocağı, şimdilerde tüpgaz, tabak, çatal, kaşık, bardak gibi mutfak eşyası yüklenir ve Hasankale ya da Ilıca’ya gidilir. Çermiklere yakın bahçelerde bir yer kiralanarak oraya çadırlar kurulur ve on beş gün yahut bir ay burada kalınarak sabah akşam kaplıcaya gidilir. Bu adet, Hasankale’de halen devam etmektedir, ama Ilıca’da artık çadırla kalan olmuyor. Bir ara Ilıca’da bir ailenin kalabileceği küçük ev modelli motele benzer odalar kiralanabiliyordu; şimdi onlar da kaldırıldı ve kaplıca-otel sistemi yaygınlaştı. Çermikte kalmak üzere gidenler arasında güzel komşuluk ilişkileri yaşanır, hatta burada birbirlerini görüp sevdalananlar, nişanlananlar ve akabinde evlenenler de olurdu. Çermik için gidenlerin kurdukları çadırlardaki komşuların gençleri arasında başlayan aşkların, Faruk Kaleli merhum tarafından türküye aktarılmış hali de vardır. sayı//41// aralık 78

Al yeşil geymiş allanır (Balam) Çermik yolunda sallanır Gorkaram Bu Söz Dallanır (Balam) Yandım yanasan Ay Kız Benim olasan Ay Kız Al yeşil geymiş bürünür (Balam) Fistanı yerde sürünür Yel vurur göksün görünür (Balam) Yandım yanasan Ay Kız Benim olasan Ay Kız Başına örtmüş emame (Balam) Nazınan gider hemame Koynunda bir çift şemame (Balam) Yandım yanasan Ay Kız Benim olasan Ay Kız Başına örtmüş yazmayı (Balam) Burnuna takmış hızmayı Nerden öğrenmiş gezmeyi (Balam) Yandım yanasan Ay Kız Benim olasan Ay Kız Son yıllarda kaplıca turizminin gelişmesinden dolayı ülkemizdeki pek çok kaplıca havzasında otellerin yanında devre mülk usulüyle evler yapılıyor; bundan Hasankale de nasibini aldı ve burada da böyle bir inşaat başlatıldı. Pasinler’deki yeni girişim, çadırda kalma geleneğinin yerine geçebilir mi, bunu zaman gösterecek. Ancak bilinen bir şey var ki Hasankale’de ve Ilıca’da bu çermikler


bulunduğu sürece babalar ve anneler, çermiğe giderken çocuklarını da götürmeye ve onlara yüzmeyi öğretmeye; yüzmeyi çermiklerde öğrenen çocuklar, daha sonra gençlik kategorisine geçtiklerinde, çermiğe, şifa bulmak için değil, denizi bulunmayan Erzurum’da yüzme keyfi yaşamak için gitmeye ve havuza hep birlikte girip, şakalaşarak yüzmeye, birbirlerini suya batırmaya, sudan sık sık çıkıp havuza atlamaya ve hatta çermiğin içinde değişik şekiller oluşturmaya devam edecekler. Küçüklüğümden bu yana hem Ilıca’daki hem de Pasinler’deki kaplıcalara yaklaştığımda ve içerisine girdiğimde ilginç bir koku hissederim. Başlangıçta bu koku rahatsız eder gibi olsa da kısa sürede alışılır. Bu değişik kokuyu, 1829 yılında Rus ordusunda bulunan ve Erzurum’un anahtarı saydığı Hasankale’de mola veren Puşkin de hissettiğini, Erzurum Yolculuğu isimli kitabında söylüyor. “Ordugâhımız, kalenin önüne açılan geniş bir düzlüğe konmuştu. Burada Hasankale ılıcasını ziyaret ettim. İçinde demirli kükürtlü maden suyu kaynağı bulunan yuvarlak bir taş yapıydı bu. Yuvarlak havuzun çapı üç sajen (altı buçuk metre) kadardı. Çevresinde iki kere yüzdükten sonra ansızın bir baş dönmesi ve mide bulantısı hissederek, kendimi havuzun taş kıyılarına güçlükle atabildim. Bu sular Doğu’da çok ünlü. Fakat hekim olmadığı için halk, sudan kendi bildiğince yararlanıyor. Bu yüzden de sonuç pek başarılı olmuyor sanırım.” (Puşkin, Erzurum Yolculuğu, çeviren: Ataol Behramoğlu, Türkiye İş Bankası Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2014, s. 64-65) Şimdilerde bu kaplıcalar restore edilerek havalandırmaları daha güvenli hale getirildi ama Puşkin’in o gün şikâyetçi olduğu hekimsiz kaplıca durumu hiç değişmedi. Günümüzde de halkımız, doktor kontrolünde değil, yine geleneksel yöntemlerle çermiğe girmektedir. Gerek Hasankale, gerekse Ilıca’daki çermiklerde hangi mineral ve elementlerin bulunduğu kaplıcaların duvarlarına levhalar halinde asılıdır. Bunlar okunduğunda kaplıcalarda, Puşkin’in 1829’da tespit ettiği gibi karbondioksit, sodyum, kükürt, demir, magnezyum ve daha birçok mineral bulunduğu görülüyor. Suda var olan bu kimyevi maddeler, havuzda toplanan suyun rengini koyu yeşil gibi gösterse de avucunuza aldığınızda, renksiz olarak gözükmektedir. Ancak oluktan akan suyu veya çermiklerin hamam kısmına aktarılan ılıca suyunu ağzınıza

Havuza girenler, öğlen saatlerini bekler ve önce çamurlanıp güneşte bunun kurumasını Tüm bu özellikleriyle Hasankale ve Ilıca beklenir, sonra çermiklerinin, romatizmal hastalıklara, göz, sinir yıkanıp bu kuru sistemi, deri, sindirim sistemi rahatsızlıklarına ve çamurdan kurtulup metabolizma bozukluklarına iyi geldiği de yine çermiğe girilir. aldığınızda oldukça değişik bir tat hissediliyor. Diğer taraftan suyun mermerde bıraktığı rengin ise koyu turuncu yani pas renginde olduğu görülmektedir.

kaplıca duvarlarındaki levhalarda yazılı olup bu tür rahatsızlıkları olanlar, bu kaplıcalara girerek şifa aramaktadırlar. DELİ ÇERMİK

Şifa aranan bir başka şifalı su, Köprüköy ilçesinin yakınında bulunan Deli Çermik’tir. Deli Çermik, Erzurum’un 55 km doğusunda olup, suyunun çok soğuk olmasından dolayı sadece yaz aylarında kullanılabilmektedir. Bu çermiğin suyundan ziyade yanında bulunan çamurun şifa kaynağı olduğuna inanılmaktadır. Bu çermiğin suyunun soğuk olması ve üzerinin açık olması, sadece sıcak yaz günlerinde girilebilmesine imkân sağlıyor. Havuza girenler, öğlen saatlerini bekler ve önce çamurlanıp güneşte bunun kurumasını beklenir, sonra yıkanıp bu kuru çamurdan kurtulup çermiğe girilir. Bir süre de havuzda kalındıktan sonra diğer grubun girmesi için çermikten çıkılıp uzaklaşılır. Çünkü bu çermiğin tek havuzu vardır ve sözgelimi önce hanımlar, sonra da erkekler girecek şekilde planlama yapılır. Bu çamura girenler, çamurdan çıkıp havuza girdiklerinde ve havuzdan çıktıktan sonra vücutlarına adeta iğneler battığını söylerler. Bunu ben de iki kez denedim. Deli çermiğe biri çocukluğumda, diğeri de 35-40 yaşları arasında olmak üzere iki kez gittim. Birincisinde, Şeyhler mahallesinin Kadıoğlu sokağında oturuyorduk; sokağımızdaki komşularımız ve yakın akrabalarımız toplanıp bir otobüs tutmuşlardı. Sabahın erken saatlerinde gitmiş, öğlen saatlerinde çermiğe girip çamurlanmış, kuruyup yıkandıktan sonra havuza da girmiş ve sonrasında da vücudumda o meşhur iğnelenmeleri hissetmiştim. Tabii ki böyle bir yere otobüs dolusu gidince, sabah kahvaltısı ve öğlen yemeği de muazzam olur. Her ev, hazırladığı yiyecekleri çıkarıp ortaya getirir ve hep birlikte afiyetle yenir. Otobüsle dönerken herkesin vücudundaki iğnelenmelerden söz edip, su ve çamurun romatizmalarına 79


çok iyi geleceğinden söz ettiğini bu gün gibi hatırlıyorum. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda çocukken gittiğim bu çermiğe bir de doksanlı yıllarda, bu kez evli barklı ve çoluk çocuğa karışmış olarak ailece gitmiştik. Yaklaşık yirmi yıl sonra gittiğim Deli Çermik, yirmi yıl öncesine göre çok değişmiş, havuzun etrafı duvarla örülmüş, soyunma yerleri yapılmış, çamur alanı daha kullanışlı hale getirilmiş ve vücuttaki çamurun yıkanması için duş yerleri hazırlanmıştı. Duyduğumuz kadarıyla bu yapılanlar, çermiğin yerli turizme kazandırılması içinmiş. Piknik alanı da yenilenmişti. Tek fark, yetmişli yıllarda yiyecekler evde hazırlanıyordu, doksanlı yıllarda ise mangal alışkanlığı ortaya çıkmıştı. Değişmeyen şeylerse, çamurun vücutta oluşturduğu iğneleme ile çermiğe su aktaran küçük kaynağın üzerindeki demir çubuklar ve bu çermikle ilgili halk arasında inanılan efsaneydi. Halk inanışına göre çermiğe gelen bir gelin bu küçük fakat gür akan kaynağa girmiş ama yüzme bilmediğinden çırpınarak boğulmuş. Bu olaydan sonra çermiğe bir gelin geldiği zaman bu kaynak deli gibi köpürüp kaynamaya başlarmış, bu yüzden çermiğe deli adı yakıştırılmış. Çermiğin bu durumundan rahatsız olan yöre halkı, bir daha gelin veya başka biri boğulmasın diye de kaynağın üzerini demir kafesle kapatmışlar. Bu ana kaynaktan gelen su, büyük havuza akmakta ve bu durgun suda yıkanılmaktadır. AKDAĞ ÇERMİĞİ

Erzurumluların etkin olarak kullandığı bir başka çermik de Erzurum-Tortum yolu üzerindeki Akdağ köyü çermiğidir. Burada da sayı//41// aralık 80

iki çermik var; ama ilkine giren yok. Üstelik de bu küçük çermiğin etrafı ve üzeri örtülü. Bu kaplıcadan yaklaşık 50 metre kuzey-doğuda bulunan büyük çermik ise üzeri açık ve tam anlamıyla bakımsız olmasına rağmen buraya seyire (kır-piknik alanı) gelenler, özellikle de çocuklar havuza girip çimer ve yüzerler. Koyu yeşil renkteki su, soğuk olduğu için yalnızca yaz aylarında kullanılabilir. Bu çermiği, sağlık turizmine kazandırmak isteyen ve ya evi ya muayenehanesi eski bir çöplük alanının üzerinde bulunduğundan ya da muayenehanesinin dağınıklığından dolayı Erzurum’da adı ‘Çöplük Doktoru’na çıkan Dr. Celal Usakalp, 1970’li yılların ortalarından sonra bu çermiği bir sağlık merkezi haline getirmek istemiş. İleri görüşlü bir hekim olan Celal Bey, kendi imkânlarıyla bu çermiğin dört tarafını kapatmak ve üzerini de örtüp buraya bir tesis kurmak için çok uğraşmış ama kendisine destek çıkanlar olmayınca, beton sütunları diktikten sonra gerisini tamamlayamamıştır. O yıllarda yapılan bu beton sütunlar, her geçen gün yıpranarak yıkılmaya yüz tutmuş durumda. Çermiğin suyunun oldukça değerli olduğu bilindiği halde hem devlet ve kamu kurumları hem de özel sektör ilgi göstermediği için çermik, oldukça kötü durumda. Ben bu çermiğe de ilk defa çocukken 1974 yılında yine aynı tarzda akrabalarımla ve mahalle komşularımızla gitmiştim. Rahmetli dayım Fahrettin Derin’in kamyonunun arkasına serilen halıların üzerine oturarak gittiğimiz bu pikniğin tadına doyamamıştık. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar hem bol bol havuza girmiş, hem de biz çocuklar olarak doyasıya oyunlar oynamıştık. Ama o zamanlar çermik bu güne göre daha bakımlı ve temizdi.


2015 yılı içinde bu çermiğe iki kez daha gitme fırsatım oldu. Ağustos ayında gittiğimizde havalar sıcaktı ve aileler etrafta piknik yaparken çocukları da havuzun serin suyunda yüzüp eğleniyorlardı. İkincisini aynı yılın Ekim ayında gerçekleştirdim. Artık havalar soğumuştu ve üstü açık olan bu çermiğe girmeye kimse cesaret edemiyordu. DİĞER ÇERMİKLER

Erzurum’daki Ilıca, Hasankale ve Deli Çermik kaplıcalarının şöhreti, Erzurum sınırlarını da aşmış durumdadır ve ülkemizin her vilayetinden çeşitli fiziksel rahatsızlıkları olanlar, bu çermiklere gelip tesislerinde kalmak suretiyle iyileşme imkânı aramaktadırlar. Bu kaplıcalardan başka diğer bütün ilçelerde tesise dönüştürülmemiş sıcak veya soğuk suyu olan çermikler de bulunmakta ve o ilçelerin ve köylerinin sakinleri bu çermiklerden istifade etmektedirler. Bunlardan bazılarına örnekler vermek istiyorum: Ilıca’daki tren istasyonunun hemen yakınında üzeri kafesle kapatılmış küçük bir çermik var ki adı ‘Gelin Geldi Çermiği’dir. Efsaneye göre eskiden burada bir gelin boğulmuş. Geri gelmesi için ‘gelin geldi’ denilmekte ve böyle denince de su köpürmektedir. Ilıca yakınlarında ayrıca Balıklı çermik, Tuzlu çermik gibi kaplıcalar da vardır ama bunlar yıkanma amaçlı değildir. Ovacık tarafında da Kaynarca, Akkaynarca ve Çatak çermikleri bulunmaktadır. Erzurum merkeze bağlı Kevgiri köyündeki çermikle birlikte böbrek taşlarını düşürdüğüne inanılan Kevgiri suyu da oldukça ilginçtir. Taşın düşmesi için suyun mutlaka orada içilmesi gerekiyor. 1992 yılında iki kez böbrek taşı düşürdüm. İkincisinde bu köye gittik. Ancak güz sonuydu ve yağmurla kar birlikte yağıp

toprak yolu kayganlaştırmıştı. Arabamız oraya kadar gidemediği için şişeyle su getirdiler ve bunu içtim. Benim taşım düşmeye alışkın olduğu için birkaç gün sancı çektikten sonra zaten düşmüştü. Bu bakımdan taşı Kevgiri’nin suyu mu düşürdü yoksa alışkanlığı gereği mi düştü onu anlayamadım. Bahsini ettiğim bu kaplıca ve şifalı sularla birlikte Erzurum’un bütün ilçelerinde sayıları 130’u bulan ve pek çok hastalığa iyi geldiği bilinen çermik, göze ve şifalı sular bulunmaktadır. Bunların hepsi, kendi yörelerindeki ahali tarafından bilinen ve kullanılan, fakat kaplıca turizminin hizmetine girmek için değerlendirilmeyi bekleyen önemli yer altı kaynakları olarak karşımıza çıkmaktadır. Şimdi yeni bir dönem olarak kaplıcaların sağlık turizmine kazandırılması aşamasına gelindi. Geçtiğimiz yıl Er-Vak (Erzurum Kalkınma Vakfı) olarak Sultan Sekisi toplantılarımızdan birini sağlık turizmine ayırmıştık. Er-Vak Başkanı Erdal Güzel ve yönetim kurulunun tertip ettiği panel tarzında yapılan bu etkinliğe Atatürk Üniversitesi Turizm Fakültesi’nden, Bölge Eğitim Hstanesi’nden katılanlar olduğu gibi Aziziye Belediye Başkanı Muhammet Cevdet Orhan da bildiri ile katılmıştı. Oldukça verimli geçen toplantı sonunda kaplıca turizminin önemi ortaya çıkmış oldu. Bunun, hem sağlık açısından hem de bölgemizin kalkınması açısından fevkalade önemli olduğu vurgulandı. Nitekim son zamanlarda Ilıca kaplıcalarında, Aziziye Belediyesi, çok ciddi yenilemeler gerçekleştirdi, kaplıcaları yeniden inşa etti. Belediye yetkilileri, özel sektörden burada yatırımlar yapmasını istiyor. Umarız ki Ilıca ve diğer kaplıcalar, özel sektörün de ilgisini çeker ve Erzurum, bir sağlık turizmi merkezi haline gelir. 81


MERKEZ/ULU CAMİ

ŞEHİR SOHBETLERİ

Hangi şehre/kente gitsek gözümüz şehir evini arar. Uğramak şehre dair insan/aile yaşamını görmek, şehrin lezzetleriyle tanışmak ister insan. Ahmet NARİNOĞLU

Adnan Menderes Hükümetinin programında; her şehre ulu cami yazılmıştı. Ulu camiler, şehir kuran atalarımızın usulü. Önce camiler kurulur, etrafına kamu alanları, sırayla yaşam alanları... Şimdi bu şehirler yok! Atalarımız merkez camilere ulu camiler demişler. Ulu cami fiziki olarak büyük cami sayılmaz. Şehrin ta göbeğindeki camilerdir. Külliyeden dört duvara indirgendi ibadet yerlerimiz. Yeniden aslına dönmeli. Şehrin dönüm günleri ulu camiler etrafında yaşana gelirdi. Yeniden gelmeli. Yeni şehirlerde ulu cami benzeri camiler tepelere, uzaktan görünen yerlere taşınıyor. Meydan cami ayrılmaz ikilimiz olmalılar. SAAT KULESİ

EYDAN

Balıkesir Saat Kulesi

Şehre meydan lazım. Şehrin yeni sahipleri arka sokaklarından caddelere, caddelerden meydana inerler. Mesela eskiden meydanı dolduran siyaset iktidara gelirdi. İhtilallar, meydanlarda meşrutiyet kazanırmış. Kente sahiplik meydana sahiplik demek. Meydan şehrin kimliği. Meydansız yerleşim olmadığı gibi, meydansız şehir hiç olmaz. Meydan imaj, meydan akla gelen ilk mekân, meydan şehirlerin albenisi… Modern şehirlerde meydan yok. Olan da yol kavşakları ağında tutsak veya katlı beton yapıların gölgesi altında silik… Meydan açık alan hissi verir. Meydan rahatlatır, ferahlatır. Böylesi meydanları olan şehirler yaşayacak. ŞEHRE GERDANLIK

Kültürümüz; bir eşyanın, bir cismin adını koyarken hem tanımını, hem ismini birlikte verir. Yeniden sormaya, merak’a hacet bırakmaz. Gerdanlıkta öyle. Anadolu halk kültüründe, gelinlere takılan dizi dizi altınların dizildiği kolyeye gerdanlık veya “beşi bir yerde” denir. Gerdanlık albenidir. Geline görkemlik kazandırır. Şehirlerin de gerdanlıkları olur. Şehirlerin de gelin misali gerdanlıkları olmalıdır. Albenisi, yani imajı, tanıtımı, belleklerde kalması için… Gerdanlık hayatı, birlikte yaşamaya verilen değere temsildir. İnsan da bir ömür yaşadığı şehre gerdanlıklar takar. Beşibiryerdesi, düzinesi gibi… Dün doğal kentlerimiz vardı. Ona takılan gerdanlıklar da doğaldı. Bugün yapay, kente tutuşturulmuş gibi. Dokuları uyuşmuyor. Geline nasıl gerdanlık yakışırsa şehre de öyle… Gelin süsü gibi, şehrin süsleri var elbette. Bunlar medeniyetimizden gelen gerdanlıklardır. Şehirlerimizin kimlik beyanlarıdır. Gelin birlikte şehirlerimize gerdanlıklar takalım.

sayı//41// aralık 82

Meydanın tam ortasına dikilirdi saat kuleleri şehirlerimizde. Doğu şehirlerinin bir geleneğidir bu. Taştan yapılı, oymalı, şekilli, çevresindeki yapıların en yükseği, köşeli. Bu kuleler artık yok. Bazı şehirlerde içinde işyeri olan, betonlu; camlı kuleler yapılıyor. Estetikten mahrum, tamamen ticari, tamamen taklit… Şehirlerin görünen yerine, belki zirve tepesine, yine şehrin kimliğini yansıtan, dokusuna münasip, yerli mimari tarzında kule yapılmalı. Bize mahsus, mütenasip ve münasip kule… HÜKÜMET KONAĞI

Meydanın kenarında, meydana bakan, meydana hâkim, taştan yapılı sanat eseri, heybetli, görkemli kamu binası… Şehirlerin başyapıtı… Hükümet binaları külliye şeklinde olmalı. Kadim mimarimizi temsil etmeli. Atalarımızdan kalan böylesi yapılar; dışarıdan taş yapılar idi. İçerde yüksek tavanlar, geniş/yüksek kapılar ve pencereler, iç koridor geniş, merdivenler dönemeçli, tırabzanlı. Ana yüreği gibi binayı kucaklar. Şimdi bu yapılar yapılmıyor. Yeniden yapmalıyız. Görkem ve asalet kazandırmalıyız. Köklere bağlı imajımızı yeniden kazanmalıyız. PARK

Şehirlerin kimliklerinin biride kenti temsil eden, özleşen parklardır. Dünyanın büyük şehirlerinde böylesi parklar vardır. Parklar şehri markalaştıran önemli bir değerdir. Şehirlerin her yerinde parklar varsa da sözünü ettiğimiz park bunlar değil. Şehirlerin kimliğini temin eden coğrafyanın ve iklimini yansıtan, toplumu/kültürel yaşamı anlatan hâkim yerde konuşlanmış şehir parkından söz ediyoruz. Artık, kent mobilyaları konuşlu, yerler beton kaplı, birkaç tür ağaç ve beton saksılara


boğulmuş çiçeklerden oluşmuş parklar hep birbirine benziyor. Beton yapılı apartmanlara benziyor. Her yerde aynı parklar ama şehrin kimliğini yansıtan parklar çok az. Bizim şehirlerimizde parklar kimlik taşırdı. İstanbul deyince Gülhane parkı, Ankara diyince Gençlik parkı akla gelirdi. Şehirler onlarsız sönük kalır. Parklar şehirlerin gücü, yani arka’sıdır. Yalnızca büyük şehirler değil, bütün kentlerde (İl ve İlçe merkezleri )onu temsil eden parklar olmalıdır. Etrafı yeşillikler ve doğa ile çevrili şehirlerde parka gerek olmadığı söylenebilir. İnsanlar dinlenme ihtiyaçlarını doğaya çıkarak, oralarda piknik yaparak gideriyor denebilir. Doğa basit düzenleme ile park haline gelebilir. İddia edilse de şehrin ta ortasında soluk veren, değerleriyle süsleyen ana parklara ihtiyaç ortadan kalkmaz. Her şehrin özgün birikimleri, coğrafyası, iklimi, doğal yapısı şehir ana parkın yapısını şekillendirir. Şehrin özelliklerini taşıyan, şehre özgü, imajını yansıtan park ne mesajlar verir. Gelin bize, ait bizim olan, bizi diri tutan, kimlikli, özgün, geniş alanı olan şehir parkı yapalım. Yerimiz yok, imkânımız yok diyenlere niyetiniz yok diyelim. Bugün parkları biliyoruz. Çeşit çeşit. Lakin şehre değer katan, parkların anası olan parktan bahsediyoruz. KÜTÜPHANE

Kütüphane deyince kitap okunan yer aklımıza gelir. Ama öyle değil. Başta kütüphaneler kitapların saklandığı, okunduğu yerdi. Sadece kitaplar alınır, okunurdu. Bugünün kütüphaneleri, kuru binalar kültür merkezine dönüştü. Bundan şunu anlıyoruz; dört duvardan yapılarla kütüphanecilik olmaz. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, kütüphane binaları şehri temsil ederler. Prestij binalarıdır. Bizde maalesef böyle olamıyor. Kütüphanelerin herkesin kolayca ulaşacağı, hizmet alacağı bir merkez olması gerekirken, sanki öğrencilerin ödev yapacağı kabul edilerek, şehrin kenarlarında, ücra yerlerine atılıyor. Bir katlı, beton yapılı binanın içine hapsediliyor. Öyle mi olmalı? Kütüphane binası şehrin merkezinde, seçkin, geleneksel mimarisini yansıtan, gösterişli bina olmalı. Olmaz ise; düzenin teminatı kültür, öksüz kalır. Yani biz… ŞEHİR KONAĞI /EV(LERİ)

Hangi şehre/kente gitsek gözümüz şehir evini arar. Uğramak şehre dair insan/aile yaşamını görmek, şehrin lezzetleriyle tanışmak ister insan. Hele ahşap merdivenlerden çıkıp cumbalı salonda divana oturmak, sade kahveyi

kafesli pencerelerden sızan güneşin altında yudumlarken şehir sohbetine dalmak. Şehir evleri tarihi evlerimiz olduğuna göre, ahşap yapı, cumba, kafesli pencereler, nerdeyse ortak özellik gösterir. Ama her şehrin evi bütün yönleriyle ötekine benzemez. Çünkü şehirler farklıdır ve evler şehri temsil eder. Şehir evleri, şehrin en kolay, en az maliyetli, en etkin tanıtım araçlarıdır. Hatta çok şehirlerde birden fazla/ onlarca evler kurulabilir. İçinde mutfak, ticaret, satış yapılabilir. Bir ve birkaç odasında “şehir müzesi/evi” olarak kullanılabilir. Şehir evleri şehri tamamlayan parçalardır. ANIT ÇEŞME

Anıt çeşme İslam medeniyetinin şehirlerde konuşlanan eseri. Su medeniyetinin tabii neticesi. Roma da su medeniyeti davası güder. Belki de büyük medeniyetlerin sırrı sudan geçiyor! Bugünün güçlü devletleri suya(deniz, boğaz vb) hâkim değiller mi? Anıt çeşmeler merhamet şehirlerinde var. Sebil sular. Onlarında susayanı sular. Şehirlerimizde her devrin mimari gelişimine münasip anıt çeşmeler vardı. En meşhurları İstanbul’da… Modern kent adına sahip sular, anıt çeşmeler unutuldu. Saraybosna’daki çeşmeye benzeterek yaptıran şehir(ilçe merkezi) var. Her şehre, oranın karakterine ve mimarisine has anıt çeşmeler yapılmalı. Yapmalıyız. Yabancıların belleğinde kalan heybetli çeşmeler… SEYİR TEPESİ

Seyir tepesi her şehirde olmaz elbet. Coğrafyanın müsait olduğu, engebeli şehirlerde olur. Esasen medeniyet kuran bunu da şehirler ile sunan atalarımız, şehirleri dağ yamaçlarına kurarlar. İbn-i Haldun, şehirleri yamaçlara kurmalı der, uzun uzun izah eder MUKADDİMEDE.

İşte eski şehirlerimizde seyir olacak tepeler var. Yabancının bir şehri en iyi tanıyacağı mekân, seyir tepesidir. Ondan dolayı turizm değeri de var. Eski şehirlerde seyir tepeleri kaleler idi. Şehrin merkezinde, tepe üzerine kurulmuş, burçlarında gezine gezine 360 derece doyumsuz şehri seyredilen kaleler. (Konya, Kahramanmaraş, Afyon gibi) Kale olan şehirler, yeniden ihya edilmeli. Yeni şehirlerde de kentin dokusuna uygun, coğrafyayı ve tabiatı bozmadan seyir tepeleri yapılmalı. 83


ehir ve Kültür; sosyal, kültürel, tarih, mimari ve ekonomik gibi birçok kültürel yapıyı ifade eden ve içerisine alan güçlü bir kavramdır. Her ülkenin politika yapıcıları ve şehir yöneticileri, bu kavram üzerinde ne kadar kafa yorsalar ‘azdır’ diyebiliriz.

ENGELSİZ ŞEHİRLERLE TANIŞMAK Engelsiz Şehir Kavramı’ ve ‘Engelsiz Şehir Kültürü’, ‘Şehir ve Kültür Kavramı’ içerisinde çok önemli bir yer tutmakta ve özellikle gelişmiş ülkelerde hızlı bir şekilde yaygınlaşmaya başlamıştır. Hasan Feyzi GİRAY- Nuran Taydaş ÇAL

DEYSAM Araştırma olarak hazırladığımız bu yazı dizisinde, ‘Şehir ve Kültür Kavramı’ içerisinde önemli yer tutan, içeriğini bildiğimiz fakat ismen yabancı olduğumuz ‘Engelsiz Şehir Kavramı’ ve ‘Engelsiz Şehir Kültürü’nden bahsetmeye gayret edeceğiz. Engelliler, yaşlılar, bağımlılar, kimsesizler ve mülteciler gibi hayatlarını destekle yürütme ihtiyacı duyan toplumsal gruplara yönelik kullanılan ‘Dezavantajlı Gruplar’ ifadesi, yerini gelişmiş ülkelerde kullanılan ‘Destekli Yaşam’ ifadesine bırakma eğilimindedir. Destekli Yaşam Grubu, dünya nüfusunun �’, ülke nüfusumuzun ise refakatçileri ile birlikte % 45 civarında bir nüfusunu oluşturmaktadır. Destekli Yaşam Grubunda bulunan bireylere yönelik nitelikli hizmetler üretilmesi içinde gelişmiş ülkelerde ‘Destekli Yaşam Sektörü’ hayata geçirilmiştir. Bu sektör, en son verilere göre gıda dışı 1 Trilyon Dolar büyüklüğe ulaşmıştır. ‘Şehir ve Kültür Kavramı’nı konuştuğumuz bir ortamda, ‘Engelsiz Şehir Kültürü’nü gündeme getirmenin ve farkındalık çalışmaları yapmanın birey, aile, toplum ve ülkemizin nitelikli gelişimi için önemli bir görev olduğuna inanıyoruz. ‘Ta ki’ Destekli Yaşam Grubu’nda bulunan bireylere ve ailelerine yönelik doğru bakış açısı gelişsin ve birlikte yaşama kültürü toplumda daha çok yaygınlaşsın. Konunun detaylarına girmeden önce Destekli Yaşam Gruplarında bulunan bireylere yönelik bakış açıları ve toplum algısını ölçmek için, ülke genelinde 2.300 üzerinde yaptırdığımız bir araştırmanın bazı sonuçlarından bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Çıkan sonuçlara göre Destekli Yaşam Grubunda bulunan bireyleri; Yeterince tanımıyor, Tanımadığımız için anlamıyor, Anlamadığımız için de nitelikli iletişim kuramıyor, Nitelikli iletişim kuramadığımız için de yetenek ve üretim potansiyelleri hakkında bilgi sahibi

sayı//41// aralık 84


olamıyoruz. Sonuç olarak da birlikte yaşama kültürünün yaygınlaşması için gerekli olan doğru bakış açısından toplum olarak mahrum kalıyoruz. Destekli Yaşam Gruplarına yönelik işbirliği kültürü doğru bakış açısı iken, acımak ve merhamet ise yanlış bakış açısıdır. Bu bakış açısı da nitelikli işbirliği ve toplum hayatına dâhil edebilmenin önündeki en büyük engeldir. Sonuç olarak Destekli Yaşam Gruplarına yönelik doğru bakış açılarını oluşturmak, geliştirmek ve birlikte yaşama kültürünü yaygınlaştırmak; ülkemizin hem sosyal hem de ekonomik gelişimi açısından ajandamızda önemli bir görev olarak duruyor. Konumuzun gerçek manasını daha iyi anlayabilmek için, ilham kaynağımız olan Kur’an-ı Kerim penceresinden başımızı uzatarak temaşa edelim; Peygamber Efendimiz (sav) görme engelli sahabe Abdullah b. Ümmü Mektûm’u her gördüğünde ona, “Rabbimin beni kendisi sebebiyle azarladığı kişidir” derdi. Allah Resulü, İslâm Dinini daha geniş kitlelere anlatmak maksadıyla Mekke’nin ileri gelenleri ile sohbet etmekte, İslâm’ı anlatmakta ve Müslüman olmalarını istemektedir. Bu sırada âmâ sahabelerden Abdullah Ümmü Mektûm yanına gelerek, kendisine Kur’an’dan bir ayet okumasını ister. Resulün diğer Kureyş'li kişilerle sohbet ettiğinin farkında değildir ve söylediklerinin duyulmadığını düşünerek, bu isteğini birkaç kez dile getirir. Efendimiz (sav) sözünün sık sık kesilmesinden rahatsız olur ve bunu yüz ifadelerine de yansıtarak, Abdullah Ümmü Meftun’a sırtını döner, onunla konuşmaz. Mekkelilerle konuşması bitip kalkacağı sırada Abese suresi nazil olur. Surenin ilk on ayetinde, Peygamber Efendimiz’ in bu davranışına karşı uyarı niteliğinde açıklamalar içermektedir. Bismillahirrahmanirrahim. 1-2 Yanına görmeyen (âmâ) biri geldi diye yüzünü ekşitti ve sırtını döndü. 3-4 Ne bilirsin, belki de alacağı öğütle arınacaktı. Yahut nasihati dinleyip ondan yararlanacaktı. 5-6 Ama irşada ihtiyaç duymayana ise, ona dönüp itibar ediyorsun. 7- Hâlbuki kendisi arınmak istemiyorsa onun arınmamasından sana ne! 8-10 Fakat Allaha saygı duyarak sana şevkle koşa koşa gelenle sen ilgilenmiyorsun. Efendimiz (sav) bu olaydan sonra Ümmü Mektûm’a çok ilgi göstermiş, kendisinin gazaya çıktığı zamanlarda namaz kıldırmak için onu görevlendirmiştir. Malum ayetlerde bir sarih

manalar vardır, bir de işari manalar… İşari mana, bir sözün doğrudan değil, işaret olarak ince anlamlar taşımasıdır. Mesela, katıldığı bir meclisten erken dönen bir kişiye, “Neden erken döndün?” sorusuna, “Ortam çok sıcaktı, daha fazla kalamadım” demesinde iki anlamı ifade ettiği anlaşılır. Bunlardan birisi somut kavram olan havanın sıcaklığı belirtilirken; işari anlam olarak, ortamdaki can sıkıcı konuşmalarından kaynaklanan tartışmaların kişi üzerinde bıraktığı olumsuz havadır. Abese suresinde anlatılan işari manada, Kur’an ayetlerinin insanlar arasında hiçbir ayrım yapılmadan indirildiği ima edilmektedir. Hidayetin kime ihsan edilip, kime ihsan edilemeyeceğinin takdiri de yalnız Allah (cc) ait olduğu bu ayetten çıkarmamız gereken manalardandır. Konumuzla alakalı baktığımızda, işari manada destekli yaşam gruplarıyla nitelikli olarak ilgilenmenin önemli bir görevimiz olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. DEYSAM Araştırma ‘ Engelsiz Şehir Kavramı’ ve ‘Engelsiz Şehir Kültürü’ hakkında farkındalık oluşturmak için Mayıs 2017’de 14 ülkeden 62 kurum-kuruluş ve 70 konuşmacının katılımıyla ‘I. Destekli Yaşam Sektörü Buluşması’nı gerçekleştirmiştir. Bu zirve programının sonuç bildirisinde karşımıza çıkan tablo şudur; Engelsiz Şehir Kültürünün oluşturulması ve yaygınlaştırılması için her alan ve sektör ayrı ayrı incelenmeli ve gerekli politikalar oluşturulmalıdır. Bu maksatla, ‘DEYSAM Araştırma’ ve ‘Şehir ve Kültür Dergisi’ işbirliğiyle Engelsiz Şehirler Gelişim Programı hayata geçirilmiştir. Program kapsamında Yazarlar, Eğitim Kurumları, Üniversiteler, Hastaneler, Yerel Yönetimler, Bankalar, Havayolları vb. alan ve sektörlere yönelik uyum ve gelişim programları hazırlanmıştır. Bundan sonraki yazılarımızda farklı alan ve sektörlere yönelik neler yapılması gerektiğini elde alacağız. Aynı zamanda ikinci yazımızda Engelsiz Yazarlarla da sizleri tanıştıracağız. DEYSAM Strateji, Araştırma ve Uygulama Merkezi www.deysam.com www.engelsizsehirler.com

85


KAHRAMANMARAŞ’TA

BAYRAK VE İSTİKLAL ŞUURU 28 Kasım 1919 günü Fransız işgaline karşı Kahramanmaraş’ta yaşanan “Bayrak Olayı ” bizim şanlı tarihimizin en gururlu olaylarından biridir. Bu olay milletimizin yeniden dirilişinin ilk adımıdır. Yaşar DİNÇKAL*

irinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Mondros Antlaşması ile vatanın dört bir tarafı işgal edilmiş, imkânsızlıklar içerisindeki halk, işgale karşı her bölgede destansı mücadeleler vermiştir. Bu mücadelelerin en anlamlısı, en büyüğü Kahramanmaraş’ta yaşanmıştır. Fransız işgaline karşı boyun eğmenden dimdik duran Kahramanmaraş halkı, Sütçü İmam’ın yaktığı kıvılcımla alevlenmiş tarihte görülmemiş bir direniş destanı yazmıştır. İmkânsızlıklar içinde bir olup, birlik olup “ Maraş bize mezar olmadan düşmana gülizar olmaz” diyerek ay yıldızlı bayrağı indirtmemişlerdir... Bizim toplumsal değerlerimizin en önemli öğeleri Bayrak ve Ezandır. Bu iki öğe bu toplumun varoluşundan beri namusu, onuru ve gururu olmuştur. İstiklalimizin sembolü olmuştur. Kim bu değerlere yan bakmışsa her ortamda, her zaman karşılığı verilmiştir. Yani bu vatan topraklarının en sıkıntılı dönemlerinde dahi, en ücra köşelerinde ezanlar susmamış, Bayraklar inmemiştir. 28 Kasım 1919 günü Fransız işgaline karşı Kahramanmaraş’ta yaşanan “Bayrak Olayı ”da bizim şanlı tarihimizin en gururlu olaylarından biridir. Bu olay milletimizin yeniden dirilişinin ilk adımıdır. BİR DİRİLİŞ ÖYKÜSÜ: 28 KASIM 1919 BAYRAK OLAYI

Kahramanmaraş’ı işgal eden Fransızlar, yaptıkları işgali meşrulaştırma gayesi ile komutanları Yüzbaşı Andre öncülüğünde 27 Kasım 1919 günü Maraş'ın ulemâ ve ileri gelenlerini Abdülkadir Paşa Konağı'na davet etmişlerdir. Ancak Maraş ileri gelenleri, millet ve memleket için zararlı olacağını düşünerek böyle bir toplantıya katılmayı kabul etmemişlerdir. Heyetin toplantıya gelmemesi üzerine toplantı Cumartesi gününe ertelenmiştir. O günlerde Fransızlardan aldıkları destekle Türk Halkına zulüm ve işkence yapan Ermeniler, Maraş Kalesi'ndeki Türk bayrağını indirilmesi için Fransız Yüzbaşı Andre'yi ikna etmişler ve Andre'nin emri üzerine Maraş Kalesi'nde dalgalanan Türk bayrağı kirli emeller için haince indirilmiştir.

*TBMM Danışman

sayı//41// aralık 86

28 Kasım 1919 Cuma sabahı, Maraş halkı kale burcunda dalgalanmasına alışık oldukları Türk bayrağının yerinde olmadığını görünce hemen mutasarrıfa giderek durumu sormuşlardır.


Mutasarrıf da Andre'nin kendisine, Fransız kuvvetlerinin bulunduğu yerde başka devlet bayrağının dalgalanamayacağını, ancak hükümet binasında bulundurulabileceğini söylediğini bildirmiştir. Kaleden Türk bayrağının indirilmiş olduğunu hasta yatağında pencereden gören Kısaküreklerden Halil Ağa'nın oğlu Mehmet Ali, duyduğu üzüntünün bir sonucu olarak vatan ve millet gayretiyle birkaç adet bildiri yazmıştır. İki nüshasını Cuma namazından önce Ulu Cami'nin avlusuna, birer nüshasını da Çeribaşı, Sarayaltı ve Aras'a Camilerinde göze çarpacak yerlere oğlu Şehabeddin vasıtasıyla bıraktırmıştır. Bu bildiride şöyle denilmekte idi:

rağmen, halk kale duvarına tırmanıp içeri girip kapıları açmıştır. Fransız askerlerinin çarpışmayı göze alamayarak kalenin arka kapısından kaçmaları üzerine Türk bayrağı kale burcuna tekrar dikilmiştir. Bilahare Cuma namazını kılan Maraşlılar, hükümete giderek Mutasarrıf Ata Bey'e Fransızların hükümete ve bayrağa hiçbir şekilde müdahalelerini kabul etmeyeceklerini bildirmişlerdir. Ayrıca Mutasarrıf'tan, Fransız askerî valisinin hükümetten çıkarılmasını, Cuma günü Türk bayrağının kaleye ve valilik binasına çekilmesini ve Fransız jandarmalarının hükümeti terk etmesini istemişlerdir. Bunun üzerine, Andre kuvvetleri ile birlikte hükümet binasını terk etmiş ve halk da dağılmıştır.

"Ey Necip Osmanlı Milleti! Vaktine hazır ol. Bin üç yüz seneden beri Hz. Allah'ı ve Peygamber-i zîşânını hizmetinle razı ettiğin bir din ölüyor. Ecdadının başı pahasına fethettiği bir kalenin burcundaki alsancağın, bugün Fransızlar tarafından indirilip yerine kendi bayrağı konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak, sende birkaç yüz İslam gayreti hiç mi yok? Karışıklık arzu etmeyelim yalnız pür-vakar ve azametli olarak alsancağımızı geri yerine koyalım, tekrar kemal-i muhabbetle yerlerimize dönelim. Korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz, sen mütevekkilen Allah'a mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz, buna emin ol".

Ertesi gün şehirdeki bütün dükkânlar kapanmıştır. Bunu haber alan Andre, tercümanı ile birlikte çarşıya çıkarak dolaşmaya başlamıştır. Nakip Camii önüne geldiğinde Aşıkoğlu Hüseyin ile karşılaşan Andre, ona bayrak hadisesini hatırlatarak bir bez parçası için niçin bu şekilde hareket edildiğini sorması üzerine Hüseyin: "Bayrak için ölmenin her Türk'ün görevi olduğunu, Bayrağı görmeden yaşayamayacağını" söylemiştir. Bunun üzerine verecek cevap bulamayan Andre çekip gitmiştir. Bu arada mutasarrıf ve memurlar halkı teskin için büyük gayretler sarf ederken, Fransızlar da hariçten kuvvet getirmek için vakit kazanmaya çalışmışlardır.

Namaz öncesi cemaat bir araya gelerek içlerinden bazıları, bayrağın indirilmesinin burada Türk-İslam hakimiyetinin kalmadığının bir delili olduğunu söylemişlerdir. Halk bu duygular içinde camiye girmiş, ezan okunmuş, sünnet namaz kılınmış ve hatip hutbeye başlamıştı. Bu sırada dışarıdan: "Bayraksız namaz kılınmaz." sesleri duyulmuştur. Bunun üzerine minberde bulunan Ulu Cami İmamı Rıdvan Hoca da halkın duygularına tercüman olarak cemaatin doğru söylediğini, hürriyeti elinden alınan bir milletin Cuma namazı kılmasının dinen caiz olmadığını ifade etmiştir. Bunun üzerine, cemaat, minberdeki sancağı alarak dışarıya çıkmıştır. Halkın Ulu Cami'den sancağı alarak kaleye doğru hareket etmesi şehrin her tarafına yayılmıştır. Halk galeyana gelirken Ermeniler korkudan evlerinden dışarı çıkamamışlardır. Halk kaleye doğru yürüdükçe, kalabalık gittikçe büyümüştür. Kalenin kapıları Fransız kuvvetleri tarafından kapatılmasına

Bayrak hadisesinin ertesi günü Yüzbaşı Andre, Maraş ileri gelenlerini Terzi Karabet'in evinde toplamıştır (29 Kasım 1919). Toplantıya kalabalık sayıda davetli katılmıştır. Yüzbaşı Andre, Maraş'ın gelişmesi için çalışmayı ve Türklere iyi muamele yapmayı düşündüğünü ancak Cuma günü ahalinin kaleye hücumla kendilerine karşı ayaklandığını, bu durumda kendisinin soğukkanlılıkla hareket edip yumuşaklık gösterdiğini ve o sırada istese kaleye çıkanları öldürebileceğini belirttikten sonra, Maraşlılara barış mı harp mi taraftarı olduklarını sormuştur. Bunun üzerine Şeyh Ali Sezai Bey tarafından, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı'na zaruri olarak girdiği, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Fransa Kralı François'a yardım edildiği, Fransız dilinin Osmanlı mekteplerinde okutulduğu, İngilizlerin işgali sırasında idareye müdahale yapmadığı, bayrağa dokunmadığı ve yayınlanan beyannamede hükümete müdahale edilmeyeceği bildirilmişken, sonra bunun 87


Osmanlı bayrağını çekmekte olduğunu, bunun indirilip yerine Fransız bayrağının çekilmek üzere bulunduğunu gören halkın meşru haklarının tecavüze uğradığını düşünerek galeyana geldiğini ve bayrağı yerine asarak sükûnetle geri döndüğünü, hareketin kesinlikle işgal kuvvetleri aleyhinde olmadığını ve onu hedef almadığını belirtmiştir. Bunun üzerine Yüzbaşı Andre: "Sancağın dinî kaidelerinizden olduğunu bilmiyordum. Bilseydim orada asker koymaz ve onu indirmezdim." demiştir. Bu konuşmalardan sonra Şeyh Ali Sezai Bey, Fransız kuvvetlerinin asıl amacının ne olduğunu ve ne yapmak istediklerini sormuştur. Yüzbaşı Andre, Fransa'nın Osmanlı Devleti ile fikir birliği içinde sulh neticeleninceye kadar jandarma ve zabıta teşkilatı kurulup genel güvenliğin sağlanmasına çalışıldığını ileri sürmüştür. Şeyh Ali Sezai Bey de, Ermenilerin Maraş'a geldiklerinden beri tecavüze başladıklarını, İslam kadınlarına el uzattıklarını, şehir civarında yalnız buldukları insanları dövdüklerini, zulüm ve tahribat yaptıklarını, Maraş Müslümanlarının diğer yörelerdekilerle kıyas edilemeyeceğini, bura insanlarının cesur, hamiyetli, dindar kişiler olduğunu, ne zaman din namus ve vatan tecavüze uğrayacak olsa hepsinin bu uğurda hayatını feda edeceğini söylemiştir. Şeyh Ali Sezai Bey, Ermenilerin işlediği cinayetleri tek tek dile getirmiştir. hilafına hareket edilerek Ermenilere cesaret verilip çeşitli cinayetlere sebep olunduğu ve Cuma günü bayrağın indirilmesinin milletin galeyana gelmesine yol açtığı dile getirilmiştir. Buna karşılık Yüzbaşı Andre, kendi kuvvetlerinin bulunduğu yerde başka devletin bayrağının asılmasının aykırı olduğunu, Osmanlı bayrağının hükümet binasına çekilebileceği hususunu mutasarrıfa bildirdiğini, dolayısıyla mesuliyetin mutasarrıfa ait olduğunu söylemiştir. Şeyh Ali Sezai Bey de cevaben, galeyan sebebinin mutasarrıf değil, bizzat kendisinin olduğunu, Osmanlı Devleti'nde ve yabancı ülkelerdeki bütün Müslümanların manen İslam hükümetine bağlı bulunduğunu, Müslümanların senede iki bayram namazı ile haftada bir Cuma namazının olduğunu, milletin öteden beri istiklalinin alameti olarak kaleye sayı//41// aralık 88

General Querette, 6 Ocak 1920 tarihinde, 1.500 kişilik bir kuvvetle tekrar Maraş'a gelmiştir. Querette aynı gün şehrin ileri gelenlerini toplayarak memlekette güvenliği sağlama görevinin kendisine verildiğini hatırlatarak Türk Kuva-yı Milliyesi'ni eşkıya olarak nitelendirmiştir. Sonuç olarak Al bayrağın göklerde yeniden dalgalandığı günden itibaren, Kahramanmaraş halkı Kurtuluş Mücadelesini başlatmış yirmi iki gün, yirmi iki gece Fransızlara karşı nacaklarla, kazmalarla, küreklerle ve dolma tüfeklerle. dünya da görülmemiş bir mücadele vermiştir. Maraş’tan her yere yayılan bu mücadele ile Fransızlar Kahramanmaraş'ı terk etmek zorunda kalmışlardır. Aradan bir asır geçmesine rağmen, o günkü ruh, Bu vatanı bölmeye çalışanlara, hainlere alçaklara, vatan düşmanlarına karşı her zaman devam etmiştir. Etmektedir.


20. YÜZYIL SARAYBOSNA’SINDA

MESNEVÎHANLAR Mikail Türker BAL

1878 yılında Avusturya işgalinden sonra Bosna Hersek’te Mevlevî tekkeleri kapatılır ise de iki üç yıl geçmeden Saraybosna’daki Mevlevî tekkesi yeniden açılır ve 1924 yılına kadar faaliyetine devam eder. 1924’te tekkenin kapatılmasından sonra da Mevlevîlik bir dinî tezahür olarak Bosna Hersek’te hayatını devam ettiriyor. Günümüzde aydın kesimler arasında entelektüel planda bu geleneği devam ettiren şahıs ve gruplar var. 1924 yılına kadar Mevlevî tekkesinde okunan ve yorumlanan Mesnevî; 1924’ten sonra özel evlerde, gruplar hâlinde en tehlikeli zamanlarda bile okunmaya devam etmiştir. Bu sohbetlerin neticesi olarak da Mesnevî’nin ilk iki cildi Boşnakçaya tercüme edilmiştir.

elçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’da yaşamış ve burada ilmi ile insanları irşat etmiş, tüm dünyaya sevgi tohumları ekmiş olan Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin (m.1207-1273) fikirleri neticesinde, ölümünden sonra evlatları ve talebeleri tarafından müstakil bir tarikat hâline dönüştürülmüş Mevlevî tarikatı, Anadolu sınırlarını aşıp Balkanlar’a kadar ulaşmıştı. Mevlâna’nın İslam dünyasındaki etkisi, kesinlikle Asya ve Anadolu’daki şair ve âlimlerle sınırlı tutulamaz. 15. yüzyılın ikinci yarısında Saraybosna’da kurulan Mevlevî tekkesi ile Bosna Hersek de Mevlevîlik dairesine katıldı. Bu tekke 1462 yılında İshakoğlu İsa Bey tarafından inşa ettirildi. İshakoğlu İsa Bey (Îsâ Bey İshakoviç), Vrhbosna denilen yere yerleştikten sonra oraya bir saray inşa ettirdi ve bugünkü Saraybosna’nın (Sarajevo) temellerini attı. 19. yüzyılda, Saraybosna’daki Mevlevîhane; önce kapatılmış, sonra da yıktırılmış olsa bile Mesnevî’nin ciddi bir entelektüel okuru vardı. Ayrıca son yüzyılın en önemli Mesnevîhanları Saraybosna’da Mesnevî derslerine devam etmişlerdi. Mevlevîlik, yayılmış olduğu diğer bütün bölgelerde olduğu gibi Bosna’da da sanat ve ilmî zevkin gelişmesinde etkili olmuş, Bosnalı birçok ulemanın yetişmesinde katkısı olduğu gibi Osmanlı kültürüne de katkıda bulunmuştur. Bosna’nın Osmanlı hâkimiyetinden ayrılması ve hatta Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’dan çekilmesinden sonra bile Mevlâna’nın mirası, onun en önemli eseri Mesnevî’nin yorumcuları olan Mesnevîhanlar tarafından Saraybosna’da yaşatılmaya devam edilmiştir. Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı (1878) ilhakından önce Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Camii’nde Âlim Mustafa Efendi Uçambarliç deMesnevî’yi okutmuştur.

Büyük âlim ve Yugoslavya Müslümanlarına kısa bir süre reislik etmiş olan Hacı Mehmed Cemaluddin Çauşeviç; yirmi seneden fazla önce Mevlevî tekkesinde, sonra da (1917’den 1933’e kadar) Hacı Muyaga Merhemiç’in evinde Mesnevî’yi okutmuştur. Hacı Muyaga Merhemiç ile Cemâluddîn Çauşeviç arasında bir tartışma çıkınca Mesnevî dersleri kesintiye uğrar. Uzunca bir aradan sonra 6 Haziran 1942 tarihinde Hacı Muyaga Merhemiç’in yönetiminde, kendi evinde bu derslere yeniden devam edilmeye başlanır. Bu dersler, Hacı Muyaga Merhemiç’in (ö. 1959) ölümüyle on yıl kadar yeniden kesintiye uğramışsa da Saraybosnalı Şeyh Hacı Feyzullah Efendi Hacibayriç Milin (Nadmlini) Tekkesi’nde bu güzel geleneği yeniden canlandırdı. Bu derslerde yapılan tercümeler sonucu 1988 yılında Mesnevî’nin ilk iki cildinin Boşnakçası yayımlandı. Hacı Muyaga Merhemiç’in vefatından sonra Mesnevî derslerini aynı zaman da Kadiri şeyhi olan Feyzullah Efendi Hacıbayriç devam ettirmiştir. Bu değerli zat, büyük bir tasavvuf âşığıydı. Tarikatların Bosna’da kabul edilmesi ve yasallaştırılması için yorulmadan çalıştı. Tarikat Merkezi ve Mesnevî araştırmaları için bir kürsü kurdu. Hacı Muyaga’nın izniyle Mesnevî derslerini 1965’te vermeye başladı. Kadirî tarikatı şeyhi olmasının yanı sıra İstanbul, Konya, Mekke ve Tanta şehirlerinde Rıfaî, Nakşî, Mevlevî, Bedevî, Şazelî tarikatlarının şeyhlerinden de el aldı. Çeşitli konuları içeren yaklaşık yüz elli yazı çalışması yayımladı. Mesnevî tercümelerinin I. ve II. cildi, Mesnevî tercümesinin ilk Boşnakça baskısı 1985-1987 yılları arasında yayımlandı. Mesnevî’nin 3 cildini tercüme edip yorumladıktan sonra bu emaneti, 1988 yılında Hacı Hafız Halid Efendi Hacimuliç’e teslim etmişti. Hacı Hafız Halid Efendi Hacımuliç de 2011 yılında vefatına kadar bu vazifesine devam etmiştir. Mehmed Camaluddin Çauşeviç, Muyaga Merhemiç, Feyzullah Efendi Hacibayriç ve Hacı Hafız Halid Efendi Hacımuliç; Mevlâna’nın Mesnevî’si üzerinde en çok duran, onu bölüm bölüm ya da bütün olarak Boşnakçaya tercüme edip açıklayan Mesnevîhanlardır. 89


Başkası değil başkasında var olan bir” biz” vardı. Başkasıyla varılan menzil. Başkasıyla yürünen yol. Başkasıyla kurulan düze, dostluk, ahbaplık, yârenlik gibi uzayıp giden adres zinciri. Çoğala çoğala ölecekti ölecekse insan. Salt kendi bacağından asılmayacaktı velhasıl. Anlamak. Zorunlu bir yolculuktu onun için. Anladıkça parıldayacaktı yüzündeki tebessümler ay ışığı gibi. Bir başkasının yüzündeki tebessüm arttıkça çoğalacaktı mutluluğu.

BİR KÖY KAHVESİNDE, ORALET SÖYLEYELİM.. Aliya İzzetbegoviç, toplum ve topluluğu birbirinden ayırır. Toplumun bir maddi ihtiyaca binaen meydana geldiğini, dolayısıyla maddi bir temin ihtiyacının onları bir araya getirdiğini söyler. İmdat AKKOYUN

ayatı güzelleştirmenin biricik yolu nedir desem? Bir gönlü bir gönle tutuşturmak. Bir gönle tutunmak. Anlama ve anlamlandırma. Dokunduğun her nesnenin can bulması. Gülmesi cümle yüzlerin. İnsan anlamaya yazgılıydı en çok değil mi? Anladıkça başka yüreklere kalbolacak. Başkası da ne demek?

foto: http://www.altinkoy.tc/?page_id=112

sayı//41// aralık 90

Dostluklar hesabi değil hasbidir bayım. Yazdan kalma bu gün. Bu hava, bu yağmur. Toprak buram buram kokularıyla sızlatıyor burun direklerimizi. İşe güce paydos bugün. Harman, derman, tarla tapan, her ne ise bugün sırasını rahmete bıraktı. Sabah ıscak tarhanasını içen burada alıyor soluğu. Bakılması gereken her bir şey bakıldı. Kimi koyununu güttü geldi, mallar bakıldı, yemekler yenildi. Kahveci İsmail Emmi hepsinin yerine hazir etti çayları. Bu gönüllü toplanma yerinde alıyorlar soluğu birer birer. Hesabi değil, hasbidir. Evet, burada bütün ilişkiler hesabi değil hasbi. Çıkar yok, beklenti yok varsa yoksa dostluk var, ahbaplık var. Ahbaplık muhabbetten, muhabbet ise sevgiden gelir. Bir selam ve bir çay bütün muhabbetlerin yeter sebep. Öyle, şehirdeki gibi bir sandalye atıp yan masaya oturayım demek yok. Bunu siz isteseniz sizin dışınızdakiler müsaade etmez. Sandalyeyi kaptığın gibi halkanın en görülür yerine oturacaksın. Oturur oturmaz herkes senin selamını "aleyna ve aleyküm kavlemmirrabbirrahim" diyecekler. Hal hatır eksik olmayacak. Güngörmüş buz dağları gibi eriyecek hayatın yoğunluğu dünyanın gamı tasası. Sonra İsmail Emmi oreleti hazır edecek önünde. İyi bir ustanın maharetindendir kimin ne içtiğini iyi bilmek. Şekerli, şekersiz, tek şekerli, örelet, ıhlamur, açık, koyu vs. Bütün mevsimlerin adı bahardır. Heybeye doldurduklarımız götürdüklerimiz değil, bıraktıklarımızdı aslında. Ayrılıkları bir son bilmedim bu yüzden hiç. Her elvedadan bir kalış olduğunu da fark ettim. Kalıyorduk. Giderken kalıyorduk. Kalmalıydık. İnsan gitmediği kadardı aslında. Giden sadece bedendi. Fakat biz yaşadıklarımızla buradaydık her daim. Söylediklerimizle, duyduklarımızla, hasbihallerimizle. Dokunuşlarımızla, bir gönülde yer ettiklerimizle, Soluk alıp verdiklerimizle. Komşularımızla. Arkadaşlarımızla. Eşimizle dostumuzla. Nerede/ hangi sıfatla bulunursak bulunalım kalbimizde


taşıyadurduklarımızla görüyor, görünüyor, duyuyor, duyuruyor, duyuluyor, hissediyor ve hissediliyorduk. Yılların, yolların, şehirlerin, insanların, etrafımızda dönüp duran nesnelerin adları değişse de bu böyle sürgit devam edip gidiyordu. Ne diyordu Latin Amerika'dan çıkıp tüm dünyanın gönlüne giren Gabriel Garcia Marquez :"Hayat, insanın yaşadığı değildir. Aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığımdır. ..." Hatırladıklarım , hatırlandıklarım, hatırda bıraktıklarım, geri kalanlardı. Hatırlamak için ekmek lazımdı. Hatırlamak için iyi şeyler lazımdı. Kötü şeyler hatırlanmak istenmez. Hatırda tutulmak istenmez. Dimağımızda kekre tatlardır böylesi görüntülerdir hatra düşen. Toprağa ekilen tohum menendi gönle girip gönüllere yer etmektir aslolan. Öğretilmiş yazılı kuralların dışına çıkarak anı en kaliteli en güzel en zirvede geçirmek tadı dimağından ömür boyu gitmeyecek olan şeyler. Hani yaşamak bu olsa gerek dedirten nev’inden. Giderken dönüp dönüp bakmayı, dinlemeyi, dinlerken dinlenmeyi murad edeceğin bereketli bir feyz sofrası. Faydasızlıktan kaçıp faydaya sığınmak olsa gerek bu. Bir gönül ustasının önünde demlenmek. Uzun ve derin bir ırmağın kollarında bilmek kendini. Akarken taşmak, taşarken coşmak. Bir fotoğraf bir fotoğraftan fazla bir şeydi. Cami önünde, pardı altında, mahalle arasında, sokak başındaki fotoğraf kareleri. Ya da bir köy kahvesinde ihtiyar bir çınar ağacı etrafında, taş duvarlı bir evin köşesinde, henüz gelmiş incikçi boncukçu etrafında toplaşmış her biri bir hikâyeden kopup gelmiş insanlar yumağı. Geçmiş ve gelecek arasında hesapsız kurulan o gönül köprüsüdür burası. Yıllar geçtikçe sırtımızı yaslayabileceğimiz bize el uzatarak güvenli limanlar olan hatıralar yumağı. "Hikâyeler başladıkları yerde biter..." diyen İtalyan yazar Lavinia Petti'ye katılmıyoruz burada. Zira hikâyeler başladıkları yerde bitmiyor aslında başladıkları yerde bir başka hikâyenin kıvılcımını tutuşturuyorlar. Aliya İzzetbegoviç, toplum ve topluluğu birbirinden ayırır. Toplumun bir maddi ihtiyaca binaen meydana geldiğini, dolayısıyla maddi bir temin ihtiyacının onları bir araya getirdiğini söyler. Topluluğun ise yukarıda belirtiğimiz gibi hasbi olduğunu yani ortada maddi bir beklenti olmaksızın müşterek bir fikir, karşılıklı itimat, bir oldukları hissinin

vücuduyla bağlı kardeşlik duygusunun hasılıdır der. Toplum da bir zarurilik, bir gereksinim, bir temin ihtiyacı vardır. Maksat beraber yaşam değildir. Maksat beraberlikle elde edilecek gayelerdir der. Maddidir yani. Topluluk ise manevidir. Hasbilik ancak burada var olabilir. Yardımlaşma, komşuluk, kardeşlik, adalet, ancak toplulukla meydana gelir. Biri harici iken diğeri dahilidir. Toplum harici, topluluk dâhilidir. Söz nasılda birbirine dolanıyordu. Mutlulukları ımbır ımbır ışıldıyordu yüzlerinde. Kaldırımların üzerine yayılmışlar, minderlerini kaptıkları gibi burada almışlar soluğu. Birazdan biri elinde çaydanlık, diğeri bardakları, bir diğeri bir tepsi böreği, bir diğeri başka bir şeyi. Ne varsa ellerinde avuçlarında orta koymanın telaşıyla kutlayacaklardı meydana gelişlerini. Bu bana yıllar önce çobanlık yaptığım günlerde paylaştığımız azıklarımızı hatırlattı. Koyunları önümüze katıp dağlara revan olduğunda gün zevale erişince yemek vakti toplanırdık. Herkes çıkınını önüne serer Allah ne verdiyse aramızda paylaşarak yerdik. Tıpkı onun gibiydi şimdiki manzarada. Bu ve daha bunun gibi nicesi. Şükür ki ölmeyen şeyler vardı daha. Şükür ki ölmeyen insanlık vardı daha. Gökdelenler ölümümüzdür bizim. Bugün beton duvarlar arasında insanlığın yalnızlaşması ve insanlığın kaybolması birazda bu yüzdendir. Zira dikilen yüksek yüksek beton duvarlar bu koca bağları keskin taşlarla kırça kırça kesmekte ve o yüksek manevi bağları yok etmektedir. İşte bu ve buna benzer bir sürü sebepten/gayri sebepten dolayı gidip bir köy kahvesine oturdum. Bir köy kahvesine oturan insanların arasına kuruldum. Bir çay diyecektim ama o benim oreletimi çoktan önümde hazır etmişti. Muhabbeti demledik, çayı soğuttuk( bak yine çay dedim). Vakit hayli ilerledi. İlerlemedi nasıl geçtiğini fark etmedim. Kalkarken kahveci İsmail Emmiye doğru yöneldim, elimi cebime attım. Burada misafirden para alınmaz dedi cümlesi koro halinde. Hadi Allaısmarladık dedim. Gerçekte diyemedim. Aklım hep orada kaldı. Orası diyemediğim/gidemediğim yer olarak kaldı. Orası ve oraları hep gitmeyi murat ettiğim yerler olarak kaldı. Kalacak. Üzerine yüzlerce cümle kurulacak. Gönüldaşlıkla birbirine bağlı senliği benliği öldürüp gönül sofraları kuran güzel insanlar olarak. 91


AZERBAYCAN VE ÜSKÜP’E

ACAYİP SEYAHATLERİM

Büyük Camii'yi bulduk. Sıra geldi Ramaz Muallimi bulmaya. Birkaç kişiye sorduk. Bizi hocanın evine bıraktılar. Ramaz Hoca'ya ben ne kadar teşekkür etsem, ne kadar Allah razı olsun dersem diyeyim hakkını ödeyemem. Kendisi gönlü çok zengin bir insan. Zaferullah YILDIRIM

ZERBAYCAN’DA BİR ACAYİP SEYAHAT

Geçen senenin Kasım ayında yapmış olduğum Asya turunda Azerbaycan'ın Quba şehrine gelmiştik. Akşam vaktiydi ve fena halde kar yağıyordu. Bizim planımız couchsurfing aracılığı ile kalacak yer bulmaktı, lakin ne kalacak bir yer bulabildik ne kafamızı sokabilecek bir yer. Gerçi oraya gelmemiz de bir hayli zor olmuştu. Quba'ya gidiş sebebim daha önce Azerbaycan'a gittiğimde gidememiş olmamdı. Akşam oldu. İnternet bulamadık, couchsurfingden belki dönen olmuştur diye. En sonunda açık bir bakkal bulup içeri girdik. İçerde bir güvenlik bir de bakkal vardı. Halimizi anlatıp internet istedik. İnterneti paylaştı, hemen couchsurfingi kontrol etsek de cevap gelmemişti. Dedim Enese, napalım. Dedi bekleyelim. Kar fena bastırdı. Biz şahsen kar beklemiyoruz. Benim yanımda kışa dair bir eşya yok. Tamamen t-shirtler.

Foto: https://www.bizevdeyokuz.com/uskup-gezilecek-yerler/

sayı//41// aralık 92

İçerde bekledik biraz. Bakkala anlattık derdimizi, bize ilerde bir yerde sunni camisi olduğunu, istersek bizi oraya bırakabileceğini söyledi. Ama 11-12 gibi kapatacağım dedi. Dedik olur abi tabi. Gittik yemek yedik geldik abi de dükkanı kapatacak. Biz de abiyi beklerken yandaki bankaların güvenliğini sağlayan abiyle muhabbet etmeye başladık. Bizim dizileri çok takip ettikleri için benim bildiğim bilmediğim tüm şakaları yaptı. Recep İvedikten tutun da Kemal Sunal'a kadar, hatta Sefa Doğanay'a kadar. Neyse abiyle caminin oraya geldik. Güzel olaylar silsilesi burada başlıyor. Abiyle camiye girdik, abi bizim için konuştu anlattı dedi buraya geldiler Türk gardaşlarımız sahip çıkar mıyız diye. İçerde İlgar hoca vardı. Kendisi caminin müezzinliğini yapıyor, hem de temizliğini. Bizi hemen otele yerleştirme teklifinde bulundu. Biz yük olmamak için misafirhanede yatarız dedik. Zor da olsa kabul ettirdik. İçerde soba var internet var çay var. Daha ne arar insan. Aç olduğumuzu da anlayınca bizi bir lokantaya götürdü. Lokantada yanımıza bir abi geldi. İsmi Elnur. Çok yapılı ve sert bir abi. Abi bize planımızı sordu. Biz de bundan sonra Rusya'ya geçeceğimizi (ki Rusya'ya geçme kararını da Quba'ya geldikten sonra karar vermiştik) söyledik. Bize Derbent'te büyük bir Camii olduğunu, Camii'de Ramaz muallimi bulmamız gerektiğini söyledi. Ona Elnur'un selamını iletin dedi. Biz de eyvallah dedik. Buraları hızlı geçerekten Rusya sınırına gitmemize geliyorum. Azerbaycan-Rusya sınırı bildiğin 20 sene önceki Şehitli Köyü-Hayrat yolu. Yolu fena kazmışlar. Sınıra gelince biz halen içeri girebilir miyiz, giremez miyiz korkusu yaşarken ben pasaportu Azerbaycan polisi abiye verdim. Pasaportu eline alıp kendi lehçesi ile : "Yaşırsın da" dedi. Azerbaycan sınırını geçtik, sıra geldi Rusya sınırına. Rusya sınırı yayan geçmeye kesinlikle izin vermiyor. Daha önce bunu Belarus ve Moldova’da da yaşamıştım. Hava buz gibi. Üstümüzde kapşonlu var Enes ile benim. Polise rica etsek de izin vermedi geçelim yayan. Bir tane köprü var orda bekliyoruz. Çok geçmeden göçmen arabasına benzeyen bir araç geldi. Polis içerdekilere söyledi. Bizi çok zor da olsa kabul ettiler. Minnacık bir minibüs içerde var 20 kişi. Biraz ilerde polis arama yaptı. Bunlar bir panikledi. Ellerindeki çantaları filan bir gizlediler. Araçta bir de Azeri vardı. Dedi ki bize bunlar size diyor ki çantalardan birkaçını


sınırdan geçirin. Biz de çok istemesek de olur dedik. Sınırda indik yürüyerek sınırı geçeceğiz artık. Pasaportları verdik memura, memur Enes ile beni aldı bir odaya götürdü. Biz şimdi ayvayı yedik derken, bize iki kıytırık soru sorup sınırdan geçirdiler. Çantaları da geçirmemiz gerekmedi. Sınırı geçtik ama araç yok. En son bir jeep gördük. Yanına gidip İngilizce, kırık Rusçamızla derdimizi anlatmaya çalıştık. Kadın bize Türkçe siz Türk müsünüz dedi. Evet deyince bekleyin dedi. Biz heyecanla kenarda bekliyoruz. Ablanın eşi geldi. Abla buna Rusça bir şeyler diyor ama adam ısrarla Niet niet diyor. Tam gideceklerdi ki, abla her halde son anda ikna etti abiyi bizi aldılar arabaya. Abla o kadar tatlı ki sürekli bize ben çok seviyorum Türkleri diyor. 50 km kadar yolumuz vardı. Derbent şehrine geldik. Hava yine buz. Yürüyerek gidiyoruz. Bir inşaat alanının içerisine girdik yanlışlıkla. Kenardan biri heyecanla bizi çağırıyor. Ama nasıl bağırıyor. Dayı bir sakin ol dedik. Olmuyor. Bize bağırıyor. Ama anlamadık neden bağırdığını. Sonra ne oldu biliyor musunuz. Bize 2 bardak çay doldurdu. Çayı içtik spasiba dedik yolumuzu aldık. Büyük Camii'yi bulduk. Sıra geldi Ramaz Muallimi bulmaya. Birkaç kişiye sorduk. Bizi hocanın evine bıraktılar. Ramaz Hoca'ya ben ne kadar teşekkür etsem, ne kadar Allah razı olsun dersem diyeyim hakkını ödeyemem. Kendisi gönlü çok zengin bir insan. Hakikatten Ramaz Hocam tekrardan senden Allah razı olsun. Ramaz Muallim'e Elnur'un selamını ilettik. Hoca Elnur mu dedi. Biz de bilmeden evet dedik. Elnur'un misafiri benim misafirim dedi. Türkiye'den geldiğimizi duyunca daha bir mutlu oldu.Ramaz Muallim bizi ilk önce aldı eve. Çay içirdi bize. Çayın yanında 40 çeşit mürebbe yedik. Daha önce Türkiye'ye, İstanbul'a gelmiş. Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı'nda kalmış. Bize belki 4 bin belki 7 bin tane fotoğraf gösterdi. Ama hocanın içindeki Türkiye aşkını görmemek ne mümkün. Unutmadan Ramaz Hoca bizimle Türkçe konuştu. Hem de çok düzgün bir lisanla. Bizi misafirhaneye yerleştirdi. Geceye doğru Ramaz Hoca geldi. Ya siz Bokscu Elnur'un misafiriymişsiniz dedi. Biz dedik ayvayı yedik .Biz zannediyorduk ki bizim tanıştığımız Elnur Hoca, lakin öyle değilmiş. Ramaz Hoca buna hiç aldırış etmeden aynı misafirperverlikle bizi yine ağırladı. Ertesi gün Mahaçkale ve Grozni yapacağız dedik. Ertesi gün bizi bir arabaya bindirip yolumuza uğurladı..

ÜSKÜP’E TRENLE SEYAHAT

Trenleri oldum olası hep sevmişimdir. Yunanistan'dan Makedonya girdikten sonra otostopa başladım lakin akşam vakti hava karanlık kimse almıyor. Biraz yürüdüm sonra bir abi beni aldı. Nereye gidiyorsun Skobje filan deyince ben oraya gitmiyorum dedim. Tabi bunu kendi dilinde söyledi ama ben anladım. Sınıra 5 km mesafede bir şehire geldik. Benim aklımda çadır kurmak vardı. Abinin yarım yamalak İngilizcesinden papaz olduğunu anladım. Bana nerede kalacaksın diye sorunca çadır filan deyince olmaz, buradan çok mülteci geçiyor. Başını belaya sokarsın deyip beni tren istasyonuna bıraktı. Kaç gibi tren bulurum diye sordum. Sabah 5 gibi deyince dedim olsun uyuruz istasyonda diye düşünürken baktım bir tren! Nereye gidiyor Üsküp. Hemen atladım. 5 dk sonra kalktı. Ben sürekli fotoğraf çekiyorum. Kondüktör geldi. 15 €'dan 10 €'ya indirdikten sonra gitmeye devam ettik. Haritadan da takip ediyorum. Yaklaştık mı neredeyim diye. Neyse o sırada uyudum. Bir uyandım biri bağırıyor ama anlamıyorum. Ticket ticket diye bağırıyor. Gösterdim bileti uyumaya devam ettim. Bir daha biri bağırıyor. Uyandım baktım Üsküp merkeze 10km var. Dedim burada bırakmazlar herhalde ya girerler merkeze. Uyumaya devam. Tren geri gitmeye başladı. Uyandım hemen baktım haritaya Sırbistan'a gidiyor :)Kondüktöre gittim hemen dedi bu Niş'e gidiyor. Haydiiii. Neyse sınıra 5 km kala bir istasyonda indirdi beni. Yanımda da bir Makedon abi yardımcı oluyor, olmaya çalışıyor bana. Bana da bir taksi buldu onunla da 12€'ya Üsküp'e bırakması konusunda anlaştık. Böyle kestirme yollardan gidiyoruz. Üsküp merkeze 5 km kala bana dedi geldik. Dedim ne gelmesi burası Üsküp filan değil. Ne Türkçe biliyor ne İngilizce. Bağırmaya başladık birbirimize. Dedim Allah kahretmesin al ya al. Benzin istasyonu vardı çevresinde. Oraya gittim koşarak. Ben İngilizce konuşmaya çalışıyorum ama konuştuklarıma yanıt alamıyorum. Türkçe konuşayım dedim. Hemen bana Türkçe cevap verdiler. Ben şaşkın şaşkın onlara bakarken hemen beni aldılar içeri. Kafeleri varmış içerisi de sıcacık. Sıcak çay verdi trileçe getirip verdiler. Sonra bana bir de taksi çağırdı. Taksinin ücretini de ödedi. Ben vereyim ücretini desem de bana bir şey ödetmedi. Allah hepsinden razı olsun 93


BABIALİDE EGELİ BİR BEYEFENDİ:

GÜRBÜZ AZAK

Hep düşünmüşümdür: Halkımız, özündeki o irfan zenginliğini bir gün hatırlayacak; o zenginliği kuşanıp pusatlanacak ve kahramanlaşacak... Mehmet Nuri YARDIM

MEHMET NURİ YARDIM: Efendim, yaklaşık 40 yıl önce Anadolu Cayır Cayır adıyla ve Nedim Gürbüz imzasıyla neşrettiğiniz eseriniz Osmanlıda Darbeler İhanetler İsyanlar ismiyle Mihrabad Yayınları tarafından yeniden kültür hayatımıza kazandırıldı. Bu eseri ilk olarak yazmaya başlayışınızın hikâyesini lütfen anlatır mısınız, 40 yıl sonra yayımlanmasını nasıl buluyorsunuz? GÜRBÜZ AZAK: Sadece Osmanlı değil, Cumhuriyet döneminde de örtülü ve açık darbelere maruz kaldık. Bu lüzumsuz, hatta millete karşı girişilen bol hasarlı gayretkeşlikler ülkemizi fena hırpalamıştır. Dahası, ikiliklere itelemiştir. 40 yıl önceki 12 Mart Muhtırası da sevimsiz bir darbe olarak sosyal ve siyasî yaralar açmış herkes gibi beni de (bir yazar olarak) âdeta göreve çağırmıştı. İstedim ki; insanıma, askerime, aydınıma taraf, “Niye, niçin , hangi akılla?” diye dikleneyim. 40 yıl sonraki 2016 15 Temmuz Kalkışması’na aynı suali yöneltme ihtiyacı doğdu: “Niye, niçin, hangi sebeple?”... Kitabı yeniden tam zamanında yayınlayan Mihrâbad yöneticilerine teşekkür borçluyum.

YARDIM: Osmanlı’da da devletin, devlet adamlarının ihaneti meslek bilenler tarafından önünün sık sık kesildiğini büyük bir teessüfle görüyoruz. Eseri okurken okuyucuda şöyle bir kanaat uyanıyor: “Demek ki, bizde darbecilik geleneği maalesef var, darbeye her zaman heveslenenler oluyor.” Bu kötü an’aneden nasıl kurtulabiliriz? AZAK: Şükür ki; artık sadece üzülen, içine kapanan kitlelerin yerine, “Yeteer!” seslenişli bir toplum oluştu. Sanırım, kötü gelenekler bundan böyle sürtülmüş burunlarıyla, pişmanlıklarıyla ülkeyi terkedecek. Çirkin, emir kulu, millet yabancısı hevesler, utanmayı ve haddini aşmamayı öğrendi. Halkımız da gücünün hem de şerefli istikametinin farkına vardı. YARDIM: 15 Temmuz’da aslında bir darbe kalkışmasının yanısıra Türkiye’nin dışarıdaki düşmanlarımız ve içerideki hainlerle birlikte parçalanmak istendiğine şahit olduk. Ama büyük milletimiz buna izin vermedi, şehit ve gaziler verdi, kanını akıttı ve bu kanlı istilaya “dur!” dedi. O karanlık akşam ve ondan sonrası için neler düşündünüz, neler hissettiniz? AZAK: Dedim ya... Darbe heveslileri utanmayı, pişmanlığı nihayet öğrendi. Milletimiz de büyüklüğünü kendinde var olan o müthiş cevheri keşfetti. Hep düşünmüşümdür: Halkımız, özündeki o irfan zenginliğini bir gün hatırlayacak; o zenginliği kuşanıp pusatlanacak ve kahramanlaşacak... Tanklara, uçaklara, ölümlere meydan okuyan kardeşlerimi görünce “Tamam” dedim. “Nihayet kahramanlaştı. Artık hiçbir kötü niyet Tükiye’nin güzel adreslere uzanma azmini kıramaz, engelleyemez. Güzel adresler bizi bekliyor.” YARDIM: Başarısız 15 Temmuz hareketinin bir son olduğunu düşünüyor musunuz? Türkiye’de milletimizin hür iradesiyle seçtiği idarecilere, siyasetçilere, devlet adamlarına karşı benzer müdahaleleler bir daha yaşanabilir mi, buna cüret ve cesaret edilebilir mi? AZAK: O sözünü ettiğiniz yırtık ve sıyrık cesaret, dersini almıştır. Ne var ki, dış destekli yazar-çizer takımına; projesiz, hayâlsiz, halkına güvensiz siyasetçi avenesine dikat gerekir. O dikkat de bizlere düşüyor. Bizlere... Pörsük ve çürük zihniyetlere karşı her daim zinde ve ürkütücü kalabilmeliyiz. YARDIM: Siz bu eserinizle aslında topluma geçmişi hatırlatıyorsunuz. Hisse alınması için tarihî vak’aları okuyucuya gösteriyorsunuz. Yaygın

sayı//41// aralık 94


şöyle bir söz var: “Biz Türklerin kahramanları da çok, hainleri de.” Bu kanaat ne derece doğrudur? Darbeci hainler, bu cesareti nereden alıyor? AZAK: Darbeci hainlerle, hain arama-üretme cambazlarının önünü kesmek için lise ve üniversite müfredatı yeniden gözden geçirilmeli. İrfan, iz’an, millî kültür, mânevî liderler, birlik şuuru, gerçek demokrasi, sandığa saygı, darbelerin getireceği yıkımlar gibi konular ders kitaplarında yerini almalı. Özel oturumlar düzenlenmeli. Bizde hâinler fazla değildir ama patırtısı çoktur. Ve patırtıcılar her zaman lânetle anılır. YARDIM: 15 Temmuz 2016’daki o menhus geceden ve verilen şanlı direnişle destandan sonra bir hanımefendinin “Babam Adnan Menderes için çok ağladı, ben Recep Tayyip Erdoğan için ağlamayacağım.” Sözü çok manidardı. Siz Menderes dönemini de romanlaştıran bir yazarımızsınız. Hakikaten Başvekil Adnan Menderes’in darbeyle makamından indirilmesi, sonra Yassıada Zindanı’na atılıp peşinden idam edilerek şehit edilmesi o zaman halktan pek tepki görmemiş. Niçin? Hangi sebeplerle, milletimiz çok sevdiği Menderes’in katledilmesine sessiz kalmış? O dönemi yaşamış bir gazeteci yazar olarak lütfen söyler misiniz, niçin zulme sessiz kalındı? AZAK: Rahmetli Adnan Menderes’i halkımız çok seviyordu. Üç bin yıllık geçmişiyle aynı halk askerimizi de ziyadesiyle sevmekte idi. 1960 Darbesinde bu millet iki sevgi arasında durakaldı. Olup biteni tam kavrayabilmesi, bir nesil sonrasına rastlar. Hükmü şöyle olmuştur: “Yazık oldu Menderes’e...” Ardından “Ne oldu, niye oldu:” sorusu gelmiş, askere ve zamanın aydınına şüphe ile bakılmıştır. Aslında 15 Temmuz 2016’da bu halkın celâllenişi, darbecilere karşı inanılmaz diklenişi, 1960 kepazeliğinde sergilenen suskunluğun dayanılmaz feryadı ve patlamasıydı. Menderes’e ödenen gecikmeli bir borçtu. YARDIM: Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te isyanlar, ihanetler, darbeler hep olagelmiş. Bir gazeteci, “31 Mart’ta açılan parantez 15 Temmuz’da kapanmıştır.” diyerek darbeler döneminin artık tarihe karıştığını söyledi. Bu bir hakikati mi gösteriyor, yoksa yine de her zaman teyakkuzda olmak mı gerekiyor? AZAK: Haklısınız. Bir parantez kapandı. Ama bulunduğumuz coğrafya hiç de tekin değildir. Hırsı bol dış dünyanın hatta kimi

müttefiklerimizin bu coğrafyadaki hesapları tükenmeyecek. Türkiye’nin büyümesi, pazar olmaktan çıkması, kendi silâhını kendisinin yapabilmesi, nükleer santraller kurması, Ortadoğu’da güçlü bir devlet konumuna erişmesi bazılarını endişelendiriyor. Dikkat!... Mısır pus-pus edildi. Suriye ile Irak parçalandı. Arabistan teslim oldu. Sonuç: Artık İsrail 80 yıl rahat yaşayabilir. Ama bir Türkiye var, o ne olacak? Büyük Türkiye, küçük İsrail için yakın gelecekte huzursuzluk sebebi midir? Türkiye’yi ara sıra budamak mı gerekir? Batı’nın kafasındaki en çirkef soru budur. Yeni parantezlere karşı uyanık olunmalı.

“Pörsük ve çürük zihniyetlere karşı her daim zinde ve ürkütücü kalabilmeliyiz.”

YARDIM: Gürbüz Azak’ın bütün eserlerinin Mihrabad Yayınları tarafından yeniden neşredilmesi kültür, sanat, edebiyat dünyasında büyük bir heyecana vesile oldu. Şimdi de aynı yayınevinde yayımlanacak başka eserleriniz var. Nasipse bundan sonra okuyucularınız hangi eserlerinizi okuyacak? AZAK: Babıâli’den Geçen Adam başlıklı hâtıra kitabı ile Deli Yusuf romanı var sırada. (Deli Yusuf yayımlandı. M.N.Y.) Ayrıca; Adnan Menderes, İbrahim Çallı, Yörük Ali, Gökçen Efe ve diğer Millî Mücadele kahramanlarının birlikte sunulacağı Ege’nin Efeleri isimli bir çalışmamız olacak. Hayırlısı... YARDIM: Bâbıâli sizin için çok önemli. Bu semte çok değer veriyorsunuz, Bâbıâli’yi çok seviyorsunuz. Hatıralaınızın büyük bir bölümü Cağaloğlu’nda geçen ilginç vak’alardan müteşekkil. Son yıllarda gazeteler tamamen taşındı Bâbıâli’den, yayınevleri ise tutunmaya devam ediyor. Turistik bölge olması yolunda çalışmalar, gayretler var. Bâbıâli hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu semte sahip çıkılmalı mı? AZAK: Bâbıâli, (artık elde değil) turistik bir mekân hâline geldi. Ama hiç olmazsa 70-80 bina girişine, oralarda ömür tüketmiş yazar, şair, karikatürist, ressam ve nâşirlerin isimleri, pirinç levhalara kazınıp asılmalı. Misâl: “Peyâmi Safa 30 yıl bu binâda çalıştı.” ya da “Attilâ İlhan, Sanat Olayı Dergisini bu iş hanında yayımlıyordu.” gibi. İstanbul Belediyesi Kültür A.Ş. ile Gazeteciler Cemiyeti’ne bu görev düşüyor. YARDIM: Türkiye’de şükürler olsun ki kültür hayatında büyük bir gelişme gözleniyor. Geçmişte sadece İstanbul ve Ankara’da kitap fuarları tertip ediliyordu. Şimdi hemen hemen ülkemizin bütün şehirlerinde, belli başlı ilçelerinde kitap fuarları düzenleniyor. Valilerimiz, kaymakamlarımız, 95


yazarlar, çizerler, fotoğrafçılarla yapılabilir. Her yıl tekrarlanan bu yolculukta, misafirlerle sahil kasabaları arasında alış-verişler, müze gezmeleri, mahallî yemekler, eğlenceler... Bir düşünsenize! Dünyanın gözü bize çevrilmez mi? Bir ay içinde dört deniz, kırkdört sahil kasabası... Ve, ömür boyu hatırlanacak dünya tatlısı bir Türkiye algısı. BÂBIÂLİ’NİN SEVİLEN VE SAYILAN SİMASI

belediye başkanlarımız, millî eğitim müdürlerimiz bu fuarları destekliyor. Yayınevleri artık ‘ölü sezon’ kabul edilen yaz aylarında bile harıl harıl kitap hazırlıyor, neşrediyor. Bu gelişmeyi nasıl buluyorsunuz? AZAK: Çok sayıda yayınevimiz mevcut. Her yıl yüzbinlerce yeni kitap basılıyor. Demek ki, okuyan bir kitle var. İyiye alâmettir. Kitap fuarları sâyesinde yazar, fikir adamı v eşairlerimizi de ruberu tanıyoruz. Yeter mi, hayır. Deyin hadi; hangi Rizeli Rize tarihini, ağaçlarını, çiçeklerini, yaban hayvanlarını biliyor? Hangi Balıkesirli, Çorumlu, Artvinli:... Not: Berlinli bir genç önce ve mutlaka “Berlin Tarihi”ni ve Berlin’i öğrenir. Biraz da genç kafalarda bu tür mahallî ve de elzem kapılar açılmalı. Önemlidir, hem de çok! YARDIM: Son olarak şunu sormak istiyorum: Malumunuzdur. Türkiye büyük acılar, felaketler yaşadı. Şu anda da Batı, ülkemize hasmane tavır almış durumda. Âdeta içerdeki hainlerle birlikte dışarıdaki ezelî düşmanlarımız ortak hareket ediyor. Buna rağmen Türkiye diz çökmüyor. Devlet adamlarımız büyük bir gayretle gece gündüz çalışıyor ve ülkemizi kalkındırmaya devam ediyorlar. Yatırımlar muazzam. Köprüler, tüneller, havaalanları. Dünyanın gözü kamaşıyor âdeta. Şaşırtıcı bir yatırım hamlesi var. Bu gelişmeyi nasıl izah ediyorsunuz? AZAK: Türkiyemiz son yıllarda üç kerre büyüdü. Sağlam bir Orta Sınıf kazandık. Sağlık ve eğitimde alınan mesafeler sevindirici. Bu uğurda bilinen, bilinmeyen gayret adamlarına teşekkür borçluyuz. Petrol ve doğal gaz araştırmaları sürmeli. Nükleer enerjiye hız verilmeli. Yeni yeni ve şaşırtıcı, şok hamlelerle turizmde cazibe artırılmalı. Sözgelimi, Hopa sahillerinde başlayıp 20-30 taka ile Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyılarında dura dinlene taa İskenderun’a kadar gidilebilen bol maceralı yolculuklar tasarlanmalı: 30 taka ile 30 gün... İlk yolculuk yabancı sinemacılar, sayı//41// aralık 96

Basın dünyamızın saygın siması olan Gürbüz Azak, 5 Temmuz 1938 tarihinde Denizli Acıpayam’da doğdu. Zehra ve İbrahim Azak’ın oğludur. Yazı ve kitaplarında zaman zaman Nedim Gürbüz, Oğuz Akalın ve Aliş imzalarını kullandı. Denizli Lisesi’ndeki ve İstanbul’da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki öğrenimi sırasında bir çok değerli hocadan ders aldı. Gazeteciliğe, 1961 yılında Hür Vatan gazetesinde ressam ve grafiker olarak başladı. Daha sonra birçok gazetede değişik görevlerde bulundu, köşe yazarı oldu. Bâbıâli’de tanımadığı gazeteci, çalışmadığı gazete yok neredeyse. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve ESKADER üyesidir. Yazıları muhtelif dergilerde yayımlandı ve ilgiyle okundu. Dergilerdeki yazı, çizgi ve şiirleri Nasır (1957-59), Şiir (1961), Saygı Edebiyat (1966), Türk Edebiyatı (1966-67), Boğaziçi-Köprü (1982-84) ve Doğuş (1985-88, Oğuz Akalan imzasıyla) gibi dergilerde yer aldı. 1984 yılında İnanç Dergisi tarafından “Yılın Ressamı”, 1994’te Türkiye Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Gazetecisi” seçildi. Deli Balta adlı çizgi romanı filme alınıp dokuz bölüm halinde TGRT’de yayımlandı (1990-91). Tatar romanı ESKADER ödülüne lâyık görüldü. Türk kültür tarihine önemli katkıları olan Gürbüz Azak evli ve iki çocuk babasıdır. Eserleri ;Deneme: Dostlara Mektup (1977, Nedim Gürbüz adıyla), Sizi Biri Arıyor (1985), Atlar Hazır mı? (1990), Dünyayı Ölüler Yönetir (1997); Araştırma-İnceleme: Anadolu Cayır Cayır (Osmanlıda İsyanlar, Nedim Gürbüz adıyla, 1978. Eser, 2016’da Osmanlı’da Darbeler İhanetler İsyanlar adıyla kitaplaştı.), Üç Bin Türk Motifi (Orta Asya’dan Avrupa İçlerine Motiflerimiz,1983); Mizah: Reis Ne Almış (Mizahî hikâyeler, N. Gürbüz adıyla,1978), Kaybolan Kuyruk (1997); Hâtıra: Güzel İnsanlar (1987), Meşhurları İlk Görüşüm (1997), Gazeteci Milleti (1997); Roman: Kırk sekiz Kırk dokuz Elli (1997. Roman daha sonra Deli Yusuf adıyla kitaplaştı, 2017), Tatar (2010); Biyografi: Ben Adnan Menderes (1997); Çocuk Kitabı: Nasrettin Hoca Serisi (Resimli 1983)




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.