ŞEHİR ve KÜLTÜR - 30. Sayı

Page 1



Biz’den…

Vatan Sevgisi İmandandır… “En sevdiğim ! Donakalmış bakışlarımı , gökyüzüne çevir, Bana dünyadaki iyilikleri, gökyüzündeki yıldızları unutturma… Dünya çığırtkanlarından beni koru! Bana ve milletime mutlu, huzurlu bir yol göster! ” “Bir milletin vatanını, hangi andan başlatmalıdır? Önceleri onu toprağına bağlayan, karnının doymasıydı .. Ne zamanki bu insanlar, bu toprak üstünde sağladıkları menfaate eş, hatta üstün menfaatleri kendine vadeden, temin eden yurtlara, kendi topraklarını tercih edecek bir anlayışa kavuşurlar, işte vatan o zaman doğuyor demektir. Kendimize maddi menfaat temin etmediği zaman bile yoluna can verebilecek toprak.. İşte vatan budur! Fayda temin etmediği zaman bile, yoluna ölebilmeleri için bu toprakta ne gibi unsurlar yaratılmıştır? Menfaatlerin üstünde insanlara kendi yolunda can veren, can verdiren bu unsurlar nelerdir? Hatıralardır.. Bu hatıralar olmadıkça insanın, toprağı vatan edinmesi imkansızdır, onun yoluna can vermesi imkansızdır. Bu hatıraların yaşaması esastır, canlı tutulmasıdır aslolan.. Hatıralar yumağına Tarih diyoruz.. Nesiller bu yumağı çözerler. Çözerler ve şuurlarının gergefinde işlerler.. Vatan denen büyük gerçek böyle doğar. Buna Toplumun hafızası deriz.. Yazı olmasaydı bu noktaya yükselirmiydi ? Tarih boyunca. İnsanların münasebetlerini, başka bir vesikaya nasip olmayan kuvvetle sürüp götürdüğü, yaşattığı için, herhangi bir felaketle yıkılan beldelerin şehirlerin insan beyninden, gönlünden uçup gitmesini önlemiştir yazı. Bu şehirler, o toplumun geride kalanları için ölmemiş, yaşamaya devam etmiştir.” Rahmetli Remzi Oğuz Arık, bir toprak parçasının vatana dönüşümünü bu kadar yalın bir şekilde anlatmaya çalışır ve devam eder.. “Yazı, hatıralar, tarih, milletlerarası hukuk.. Evet , hep bunlara inanıyorum. Bunlara inanılmazsa, insanoğlu canavarlar gibi birbirlerini yemeğe devam eder..” Üstat Mithat Cemal şah cümleyi yıllar öncesinden yazmıştır: “ Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır” Vatan için ölürüm demekte tek haliyle vatanı kurtarmaz. Vatan’ı korumak için yaşamak lazımdır. Vatanın bize ihtiyacı vardır.. Mehmet Akif Dedemizin buyurduğu gibi; “Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam..” sözü, vatan bilincinin zihnimize kazınmış manşetlerinden biridir.

Vatan’da yaşamak; Gerçek tarihi ile, estetik mimarisi ile, sanatı ile, edebiyatı ile, musikisi ile, hakkı hukuku koruyarak adaleti tesis ederek yaşamak ve yaşatmak kimseye zağarlık yapmamaktır, vatan parçasında kalıcı olmaktır.. Vatan sevgisini, toplumun iliklerine kadar işlemek böyle olur. Bu hasletleri devam ettirmekle olur.. Vatanı savunmak bu vatanı vatan bilen her ferdin aslî görevidir elbette, bunda vatan için şehit olmakta vardır. O söz bize kutsaldır: Şehitler ölmez! Vatanı korumak silahlı silahsız her gücümüzün vazifesidir.. Sınırda, şehirlerde, sınır ötesinde vatanı müdafaada görev yapan her civanımız gibi, her ferdimizin de günlük çalışmasında vatan için çalışmalıdır.. Mimariyi korumak, şehirleri yaşanır kılmak, kültürümüzü unutturmamak, ilmî çalışmalar yapmak, sanatı edebiyatı musikiyi yaşatmakta vatanı korumakla eş değerdir.. Sokakları temizlemekte, suyu bağlamakta , enerjiye can vermekte , hastaya müdahale etmekte, öğrencilere öğretmekte, üniversitede ders vermekte ders almakta , yazı yazanımız gazetecimiz konuşanımız, İdarecilerimiz, memurlarımız, vekillerimiz, kendisi bu ülkeye hizmet etmek için çalışan herkesin hüsnüniyetle yaptığı her çalışma vatan görevidir… Bu sorumluluğu taşıyan insanlarımız, tarihimizdeki son ve ebedi vatanımızın sahibidirler.. Ülkemizdeki her fert, zamanı geldiğinde gözünü kırpmadan gereğini yapan Ömer Halisdemir dir Fethi Sekindir ve binlerce şehidimizdir.. “Vatan sevgisi imandandır” sözü hepimizin imanıdır..Ömrümüzün yettiğince bu ilkelerimizden zerre kadar sapmadan mücadelemize devam edeceğiz.. Bu şehirler bizim, bu kültür bizim, bu medeniyet bizim, bu vatan bizimdir.. Gün birlik günüdür, gerisi teferruattır… Vatan sevgisi ile dolu olan yüreğimizle, vatanı vatan yapan her ögenin savunucusu koruyucusu yazıcısı olarak otuz aydır yılmadan çalışan Şehir ve Kültür dergisiyiz.. Sizlere güzel şeyler sunmak , gerçekleri göstermek anlatmak için önce benliğimize bakarız.. kendimize ayna tutarız.. Karşımızda”Vatan “görürüz, her sayıda olduğu gibi .. Yepyeni bir sayı ile yeni bir yılda huzurunuzdayız.. Hz. Mevlâna diyor ki; “Farenin şerrini def etmeden ambara buğday koyma.” Hoş bulduk efendim, hoşça bakın zatınıza.. Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

PUL MEZARLIĞINDAKi PULDAN DEVLETLERiM Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

6

VATAN NEDiR?

8

ORTADOĞU BiRLEŞiK DEVLETLERi

12

Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR

Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN

OSMANLI MiMARiSi KATINDA BiR

EKREM HAKKI AYVERDi Mimar.Dr. Kâmil UĞURLU

16 20 28

DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ, BiR ŞEHiRDE YAŞAMAK Mehmet Kâmil BERSE

OSMANLI DEVLET YÖNETiMiNDE iZMiHLÂL Hüseyin YÜRÜK

KAPALIÇARŞI ÜZERiNDEN BiR DÖNEMiN HATIRALARI

Erhan ERKEN

42 DUYGU

iNSAN, MEKÂN VE Bilal CAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.


10 İZMİR GÜZELLİKLERİN ŞEHRİ / Fahri TUNA 26 TEK BAŞINA BİR MEKTEP: GÖNENLİ MEHMED EFENDİ / Vehbi VAKKASOĞLU

46 70

33 GÜLÜMSEYİN LÜTFEN / Mustafa UÇURUM “BARIŞ MANÇO MÜZESi”

34 MODERNİZMİN ŞEHRİNDEN MODERNİZMİN ŞİİRİ / Recep GARİP

Salih DOĞAN

36 TUNA YOKUŞ MU ÇIKIYOR NE? BU TUNA BAŞKA TUNA VİYANA / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

BiR MÜZE iKi MÜZECi

45 BOR’DA TARİHİ BARUT FABRİKASI / Mehmet BAŞ

PiERRE LOTi’NiN ESERLERiNDE

ÜSKÜDAR VE BOĞAZiÇi Kemal KURAK

50“TALİN” ŞİŞLİLİ TALİN'DEN, TALİNDEKİ MARİKA'YA / Serdar TAŞTANOĞLU 54 BİR MAHZUN KÜLLİYE: ZAL MAHMUD PAŞA / Nermin TAYLAN 56 ŞEHİR BUNLARDI, BURALARDI, EVLERDİ.. “KALENİN DİBİNDEKİ EV…” / İsmail BİNGÖL 58 İDEAL BİR ŞEHİRLİ / EDEBİYAT ADAMI / Katherine BRANNING 61 ŞİKÂYETNAME -şiir- / Kamil UĞURLU 62 BEŞ ŞEHİR’DE ERZURUM -dört- / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

74

66 TÜRK MUSİKİSİNİN İLK TESCİLLİ SAZI, MÜZİĞİMİZDE YENİ BİR SES: TARAB / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN "AFRiKA'DA ALINTERi" SÜLEYMAN GÜNDÜZ FOTOĞRAF SERGiSi

Mehmet Lütfi ŞEN

68 GÖNÜL ŞEHRİNE DOĞRU! / Muhsin İlyas SUBAŞI 73 ŞİİRLEŞEN ŞEHİR: DENİZLİ / Ekrem KAFTAN 80 BALKANLARIN KAYIP HAZİNESİ : ALHAMİYADO EDEBİYATI/ Davut NURİLER 82 SIRBİSTAN SINIRINDA BİR BOSNA ŞEHRİ: ZVORNİK / Mikail Türker BAL 89 ENDÜLÜS BİR AĞITTIR! / Özge Senâ Bigeç ÇAV

84

EDEBiYATÇILAR VE EDEBiYATSEVERLERiN BULUŞMA MAHFiLLERi

iSTANBUL VAPURLARI Mustafa NOYAN

Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 15 TL. KKTC fiatı: 20 TL. Abone Yıllık: İstanbul 160 TL. İstanbul Dışı 170 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul

90 YIKILMIŞ ŞEHİRLER VE ÜLKELERDEN SUSKUNLUĞA ŞİKAYET/ Sabri GÜLTEKİN 92 DOĞU TÜRKİSTAN, UYGUR TÜRKLERİ VE KAŞGARLI MAHMUT / Münir BALICA 94 ÖRNEK BİR VAKIF ADAMI: SÜLEYMAN YALÇIN / Söyleşi: Mehmet Nuri YARDIM Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Kapalı Çarşı

(https://jcaustrianadventures.wordpress. com/2012/01/30/istanbul-not-constantinople-part-1/) Sitesinden alınmıştır


ani bazı sözler vardır henüz atasözü makamına terfi etmemişler ama aynı saygıyı görürüler. Kumdan saraylar, kartondan kaleler gibi. Bir de benden işitin. Puldan devletler.

PUL MEZARLIĞINDAKİ PULDAN DEVLETLERİM Pul, 19. yüzyılın ortalarında İngiltere’de ve Amerika’da ilk kullanıma girmiş sonra da yavaş yavaş yaygınlaşmış dünyada. Osmanlı da bu uygulamadan uzak duramadı ve 1863 yılında ilk pulu kullanmaya başladı. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

Pul deyip geçmeyin. Hangimizin hayatında yer etmedi ki. 19. yüzyılın ortalarında İngiltere’de ve Amerika’da ilk kullanıma girmiş sonra da yavaş yavaş yaygınlaşmış dünyada. Osmanlı da bu uygulamadan uzak duramadı ve 1863 yılında ilk pulu kullanmaya başladı. Mektup gönderme geleneğinin yazı kadar eski olduğu muhakkak. Başlangıçta krallar, devlet adamları ve tabii ki aristokratların yaptığı bu işin bedeli de onlar tarafından ödeniyordu. Nasılsa her mektubun bir sağlam sonucu vardı. Ama işe amme-i nâs yani halk karışınca elbette bedelini de ödemesi gerekti. Halk arasında mektuplaşma iyi de, mektubu alan posta parasını ödüyorsa iş bambaşka hallere bürünüyordu. Alıcının parası yoksa mektup yerine bağrına taş basıp, satırlardan hafifleteceği hasretini ancak rüzgarın getireceği bâd-i hevâ ile dindirecekti. İşte buna bir çözüm olarak pul icat edildi ve mektup gönderene -ceza olarak- gönderme bedeli de yüklendi. Osmanlı Devleti daha 1839’da başka bir şey yapmak istemiş olsa gerek ki, pul yerine parası alınmış olan mektup için özel zarf üretmeye kalktı. “Mektup getiren adama hiç bir akçe verilmeyecektir” ifadesini Osmanlıca ve Fransızca olarak zarfa basıp pul yerine geçen bir şey denemek istedi, ama belli ki tutmadı. Zira devlet ihtişamının da göstergesi olmaya başlayan pul zarafetinin cazibesi galip gelmişti. Ben çocukluğumda komşumuz anne-babalara çok asker mektubu yazdım. Hatta yazdığım selam sıralamasından dolayı pek çok annebaba kavgasına da şahit oldum, fakat pul ile tanışmam hayli geç oldu.

*T.C.FSMVÜ-Tarih Bölümü Başkanı

sayı//30// ocak 4

İlk pullarıma Ortaokulda öğretmenimin beni Kızılay koluna seçmesi ile sahip oldum. Her biri 5-10, 25 kuruş olan o pulları satmak için vermişti öğretmenim, ama satamayınca -korkudan- geri veremedim ve harçlıklarımdan biriktirerek hepsini kendim satın aldım. Sonra öğrendim ki, bir de bu işin koleksiyonculuğu varmış, hem de çok havalı bir şeymiş. İyi de kimden öğreneceksin, etrafında bu işi


yapan yok ki. Ama bir kere sevdasına düştük ya gördüğümüz zarftan pul koparmaya başladık. Halbuki bu da başka bir tahrip imiş. Kopardığım pullar yerine postada işlem görmüş o zarfları toplasaydım ya.. Neyse, bir zaman Osmanlı dönemi pulları toplamaya merak sardım. Ama ah o taşınmalar. Yer değiştirmeler ve hele bir bakayım geri veririm diyenler. Darmadağın oldu benim Osmanlı pullarım. Ama benim intikamımı da herkesin köşe bucak aramak zorunda kaldığı damga pulları aldı. Sonra yeniden aklım başıma geldi. Bu sefer “filateli” servislerini, “filatelist” kelimelerini öğrenmiş ve havasına girmiştim. Gerçi zamanla onlar da su koyuverdiler. Ağırbaşlı devlet pulları dışında her şeye pul basmaya başladılar. Zaten hatıra para basamayan her kurum da hatıra pulu basmaya başlayınca ipin ucu kaçtı. Gerçi, ben özel pul defteri, pul maşası, büyüteç, odontometre (özel cetvel) ve tabii ki yıllık kataloglar vesaire derken uçtum. 7-8 cilde ulaşan koleksiyona da sahip oldum. Bütün dünya serileri, en uzun olduğu iddia edilen Türkiye’nin “memleketim” serisi vs. derken, dünya siyasi tarihini, hatta devletlerini bir kaç cilde sığdırdım. Şimdi ara sıra bakarım da hüzün çöker üstüme. Zira geçmişte -bizim yaşamadığımız tarihlerde- çöken imparatorlukların pulları bir başka canlanır gözümde. Ama iddialı, her şeyi ile varlığını zihnimize kazımaya çalışan ve hatta gençliğimizde bizi kendileri için kavgaya tutuşturan devletlerin pulları nasıl da hazin duruyor defterlerimin daracık saydam plastik pencerelerinde. Propagandaya önem veren eski doğu bloku ülkeleri, hatta bağlantısızların muhteşem görünümlü pulları o saydam pencereden adeta “dünya büyük ama sonunda bir pul defterinin daracık mekanına sığmak varmış” diye söyleniyorlar. Sovyetler Birliği’nin muhteşem serisi defterlerimi süsülüyor ama kendisinin yerinde yeller esiyor. Yugoslavya, Çekoslovakya vs. aynı şekilde adeta Sadullah Paşa’nın ifadesi ile “mezardan bir nida” gibi baş gösteriyor pullar mezarlığında. Hele Şu Mısırlı Nasır yok mu Nasır. Suriye ile kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti için pul bastırmaya ya fırsat ya da para bulamamış, eski pulların üzerine hemen “Birleşik Arap

Cumhuriyeti” damgasını basıvermiş bir zaman. Sonra devletine pul basınca, artık devlete hacet yok diyerek, siyasi ufuktan batıvermiş. Sizin anlayacağınız ben bugün dünyanın sahip olduğu devletlerden daha fazlasına sahibim. Ama benimkiler ihtişamlı ve gösterişli pul devletleri. Eh olsun bu da bir şeydir, diyenlere derim ki: Devlet pulla, para ile, şan ile şöhret ile, ihtişam ile hele hele korku ve kan ile değil, insanı yaşatmakla kurulur. İnsanı hedef alan her güç, er-geç pula dönüşecektir. Tıpkı bizim deyimlerde olduğu gibi: Görünüşü “Allı pullu”, ama “pul kadar değeri yok”. Pul bastırmaya niyetlenenlerin kulağına küpe olsun. Bir gün benim koleksiyonumdaki “pul mezarlığında” yer alacaklardır.

5


VATAN NEDİR?

2016… Doğduğu toprakların hasretiyle gözlerini yuman ve büyük bir kalabalığın omzunda toprağa verilen Abdulhekim Teklimakan. Doç Dr. Abdulhamit AVŞAR*

ygurların Anadolu’ya gelişi, Oğuz Türklerinin gelişi kadar kadimdir. Aynı büyüklükte olmasa bile önemli sayıda Uygur Türkü Anadolu’yu vatan yapmak üzere yola koyulan kardeşlerine yoldaşlık etmiş, ardından bunlara, Moğol istilası ile birlikte, daha büyük kitleler katılmıştır. Bugün Anadolu’da yer alan ve muadili yalnızca Doğu Türkistan topraklarında bulunan yer adları bunların en müşahhas delilleri arasındadır: Karabük Çerçen beldesi gibi. Daha da ötesi Anadolu’daki Selçuklu Sultanlığı’nın yıkılmasından sonra kurulan en büyük beyliklerden biri olan Eratna Beyliği’nin kurucuları da Uygurlardır. Bugün, beyliğin banisi Alaeddin Eratna Kayseri’de medfunken, beyliğin hüküm sürdüğü İç ve Doğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde, dönem bakiyesi birçok eser, o günlerin birer şahidi olarak halen ayaktadır. Sonraki zamanlarda da, Uygurların Anadolu’ya gelişleri devam etmiştir, bugün de devam etmektedir. Ancak, inkâr edilemez bir gerçek de apaçık ortada durmaktadır: Doğu Türkistan’daki işgal ve asimilasyon politikası devam etmekte, anayurt dışına çıkan ve bu zulme karşı sesini yükseltebilen Uygurlar vatan hasretiyle gözlerini kapamaktadır. Bunun son örneği de Doğu Türkistan davasının önde gelen fikir ve kanaat önderlerinden Abdulhekimhan Teklimakan olmuştur. Bu hadise bana, TRT’nin Azerbaycan Temsilcisi olarak görev yaptığım yıllarda kaleme aldığım ve ülkenin en büyük gazetelerinden 525. Gazet’te yayınlanan “Vatan Nedir?” adlı yazımı hatırlattı. Konumuzla ilgisi hasebiyle, küçük ilaveler yaparak, Türkiye Türkçesinde arz ediyorum:

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//30// ocak 6

“19 Ocak günü Türkiye Büyükelçiliği Basın Müşavirliği ile TRT Bakü Temsilciliği’nin ortaklaşa organize ettikleri “Adım Adım Kafkaslar” belgeselinin, “Kalanların Hikâyesi” adlı özel bölümünün gösterimi vardı. Belgesel, Osmanlı’nın -kendisi çok zor bir durumdaykenvarlıkları tehlikeye düşen Azerbaycanlı kardeşlerine destek için -başka cephelerden birlik çekerek, redifleri orduya çağırarak- teşkil ettikleri Kafkas İslâm Ordusu’na katılan ve Mondros sonrası bu ülkede kalan askerlerin hayatlarını anlatıyordu.


Gösterim sonunda sahneye davet edilen asker çocuklarının gözyaşları beni çok etkilemişti. Bu ruh hâliyle eve gittim. Ancak, içimde öylesine bir duygu yoğunluğu uyanmıştı ki, uykuma mâni oldu. Kirpiklerim kapandığında siyah iplik beyaz iplikten ayrılmaya, karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı. Uyandığımda ise, içimde, 20 Ocak şehitlerini ziyaret etmek için alev alev yanan bir arzu vardı. Ruhum ise anaforlar içerisindeydi. Şehitlik çok kalabalıktı. Şehitler Hıyabanı’nın Hazar Denizi’ne bakan yamacında yer alan anıta doğru uzanan yolun sağında, 20 Ocak 1990 günü Karabağ’da Ermeni işgalini protesto için meydanlara çıkan ve çoğu tankların paletleri altında kalarak hayatlarını kaybeden Azerbaycan Türkleri yatıyordu. Ve her yıl burada devlet töreniyle anılıyorlardı.

saplanmıştı: “Oğul, eğer kardeşlerini kurtarmak için gittiğin o topraklarda, sırtından vurularak ölürsen, bilesin ki ak sütümü sana helâl etmem!”.

Gittiğimde, tören için Cumhurbaşkanı bekleniyordu. Bu nedenle henüz ziyaretler başlamamıştı. İşyerime geldim. İnternete girerek günlük gazetelere bir göz atayım dedim. Yeni Şafak gazetesinde gördüğüm bir haber zihnimi ve ruh dünyamı iyice alt üst etti: “Guantanamo’nun Yalnız Türkleri” başlıklı haberde, ABD’nin Afganistan’ı işgali sonrası, terörist şüphesiyle Guantanamo Esir Kampına götürülen yedi Uygur Türkünden bahsediliyordu. Bu yedi insan, suçsuz oldukları anlaşılıp serbest bırakıldıkları halde, -gidebilecekleri ülke olmadığı için- tam üç yıldır esir kampından dışarı çıkamamışlardı. Ülkeleri Doğu Türkistan işgal altındaydı. Oraya gittikleri takdirde, Çinlilerce idam edileceklerdi. Müracaat ettikleri 20 kadar ülke ise, sığınma taleplerini reddetmişti. Yani, gidebilecekleri bir yerleri yoktu.

Acaba vatan neydi, ne demekti vatan? Sonra, henüz ilkokulda okuyan oğlum Ahmet Kadir’i yanıma alarak yeniden “Şehitler Hıyabanı”na gittim. Birlikte, o insan seli arasına karıştık. 1918 yılında hayatını kaybetmiş Osmanlı Türk askerleri adına dikilen anıtın önünde ruhlarına Fatiha hediye ettikten sonra, hemen yanı başındaki -mahşerde ayağa kalkmış gibi duran- Karabağ şehitlerine de dualar gönderdik.

Bu trajik durum, bana, “vatan nedir?” sorusunu sordurdu. Hakikaten neydi vatan?

1918… Kafkas İslam Ordusu… Geri dönmeyen askerlerin Bolşevik dönemde maruz kaldıkları sürgün ve dramlar…

Yine bir gün önce, 19 Ocak günü seyrettiğim filme konu olan askerlerin hatıraları yeniden canlandı gözümde. Kayseri’den, Sivas’tan, Giresun’dan, Samsun’dan… gelerek Azerbaycan’ın kurtuluşuna katılmış askerlerin, artık kendileri de birer dede olmuş çocukları, gözyaşları içinde anlatıyorlardı babalarının hikâyelerini. Ve onlardan birine, Kayseri’nin İncesu ilçesi Kızılören köyünden 37 yaşında, üç çocuğunu geride bırakarak Kafkas İslâm Ordusu’na gönüllü olarak katılmış redif askeri Mustafa’ya, annesinin söylediği sözler yüreğime

Vatan!.. Acaba nedir vatan?.. Herhalde, dönebileceğin toprak ve ölebileceğin yer olsa gerek…”

Ve 20 Ocak şehitlerinin huzurunda durduk. Acımasız Sovyet tanklarının altında ezilen o kahramanların mezarlarına, -al kanlarını simgeleyen- kırmızı karanfillerden biz de bıraktık. Oğluma, “20 Yanvar Şehitliği”nin ilk sırasında bulunan duvaklarla süslenmiş genç kadının hikâyesini anlattım. Baktım gözlerini siliyor.

1990… 20 Ocak… Yaşanan insanlık trajedisi ve hemen ardından gelen şahlanış ve “dirçeliş”… 2006… Guantanamo… Esir kampından -gidecekleri vatanları olmadığı için- ayrılamayan Uygur Türkleri 2016… Doğduğu toprakların hasretiyle gözlerini yuman ve büyük bir kalabalığın omzunda toprağa verilen Abdulhekim Teklimakan… Vatan!.. Acaba nedir vatan?.. Herhalde, dönebileceğin toprak ve ölebileceğin yer olsa gerek…” 7


ORTADOĞU BİRLEŞİK

DEVLETLERİ

Kutsal kültürün kaynağı olan ve tarih boyunca stratejik önemini koruyan Ortadoğu’nun , Türklerin tarihinde ayrı bir yeri vardır. Tarih ve coğrafyanın derinlerine inmeden, Abdülhamit’in İslam Birliği politikasının , dünya barışı için taşıdığı önem anlaşılmaz. Prof.Dr.E.Nazif GÜRDOĞAN*

*T.C. Maltepe Üniversitesi

sayı//30// ocak 8

üslüman ülkeler arasında işbirliği ve siyasal bütünleşme düşüncesi ve Batı’ya karşı bir güçbirliği oluşturma çalışmalarının ilk izleri, Sultan Abdülhamit’in “İslam Birliği” politikasında görülür. Abdülhamid , Batı dünyasının Müslümanlara karşı sürdürdüğü düşmanlığın arkasında, İslam dünyasının sahip olduğu zengin hammadde kaynaklarına ele geçirme stratejisinin olduğunu sezerek, onlara karşı koyabilecek bir yol haritası hazırlamaya başladı. Müslümanların yeniden toparlanmaları için, Abdülhamit eğitim ve kültürel alanda uzun dönemli programlar yaptı, Osmanlı Devleti’ni federatif bir yapıya dönüştürmek için, gerekli ilk adımları attı. Müslüman ülkelerin ekonomik açıdan toparlanmaları ve ortak savunma güçü geliştirmelerinde çok önemli bir yer tutan, Bağdat Demiryolu projesini başlattı. Abdülhamit Anadolu’yu Ortadoğu ve Balkanlarla bütünleştiren demiryolunu, Medine’ye kadar inşa etmeyi de başardı. Avrupa ülkelerinin sanayileşme atılımlarının başarılı olması için, gerekli olan Asya ve Afrika’nın doğal kaynaklarına ulaşılmasında, en büyük engelin Osmanlı Devleti’nin olması, Ortadoğu’nun bütünlüğünü koruyan Abdülhamit’i, içeride ve dışarıda hedef haline getirdi. Abdülhamit’in yönetimden uzaklaştırılmasıyla, Osmanlı Devleti, bir oldubittiyle Birinci Dünya Savaşı’na çekildi.Türklerin Ortadoğu'dan çekilmesiyle doğan güç boşluğunu, İngilizler ve Fransızlar doldurdu. Kutsal kültürün kaynağı olan ve tarih boyunca stratejik önemini koruyan Ortadoğu’nun , Türklerin tarihinde ayrı bir yeri vardır.Tarih ve coğrafyanın derinlerine inmeden, Abdülhamit’in İslam Birliği politikasının, dünya barışı için taşıdığı önem anlaşılmaz.Ortadoğu’da 1517’de başlayan “Osmanlı Barışı” 1917’ye kadar hiç ara vermeden , dört yüzyıl sürdü. Osmanlı Devleti Ortadoğu’dan çekildikten sonra bütün İslam dünyası kan gölüne döndü. “Birinci Dünya Savaşı” yla parçalanan İslam dünyası , İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, büyük ölçüde siyasi bağımsızlığına kavuştu. Batılıların çok usta bir biçimde karşı koymalarına rağmen, son on yıl içinde Müslüman Ülkeler arasında işbirliği yapılması konusunda büyük gelişmeler oldu. Müslüman Ülkeleri birbirinden ayırmak için masa başında çizilen sınırların Batılıların “böl yönet” stratejisinin bir sonucu bütün Ortadoğu ülkeleri görüyor. Suriye, Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan, Kıbrıs, Cezayir, Keşmir ve


Eritre olayları, bütün Müslüman ülkelerin ortak düşmanlarının, Doğu ülkelerinden daha çok Batı ülkelerini olduğunu ortaya koydu. Ortadoğu’da artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Gelen yüzyıl, geçen yüzyıldan çok farklıdır.Dünyada uzaklık ve yakınlık farkının ortadan kalkması , siyasal ve ekonomik alanda hızlı gelişmelere yol açtı . Artık dünyada hiç bir ülkenin kendi sınırları içinde kalarak, dünyadaki gelişmelere uyum sağlaması mümkün değildir . Dünyanın neresinde olursa olsun her ülke, gerek hammadde kaynakları, gerekse Pazar yönünden birbirine bağlıdır. Büyük ya da küçük hiç bir ülke kendi içine dönük , kendi kendine yeterli, kapalı bir ekonomik yapı oluşturamaz. Türkiye’deki demokratikleşme hareketlerine siyasal ilişkin öncü araştırmalar yapan Kemal Karpat’ın vurguladığı gibi: Osmanlı Devleti’nin 1860’larda Lübnan’da yolunu açtığı ve temellerini attığı siyasal ve kültürel yapılanma Yirmi birinci yüzyılda büyük çalkantıların yaşandığı Ortadoğu’da farklı kültürlerin bir arada yaşadığı ve bütün dünyaya açık demokratik yönetimlere bir örnek olarak varlığını sürdürüyor. Siyasal sınırların yerine ekonomik sınırların geçtiği bir dünyada , yalnızca Ortadoğu ülkeleri değil, Asya ülkeleri, Afrika ülkeleri de ekonomik alanda olduğu kadar siyasal alanda da iş birliği yapmak zorundadır.Osmanlı insanı gibi, Anadolu insanı da Endonezya’dan Fas’a kadar bütün İslam dünyasıyla ekonomik,siyasal ve kültürel bağların güçlendirmenin önemine inanıyor. Dünya pazarlarında kendilerine sağlam bir yer tutamayan ülkelerin , ulusarası ilişkilerde sözü ve ağırlığı olmaz. Bu yüzden, Doğu ve Batı’da değişik amaçlarla kurulmuş birlikler çoğalıyor. Batı’nın üretim gücü büyük ülkelerine bilimsel ve teknolojik açıda bağımlılığın minimum düzeye indirilmesi, tarım ülkelerinin sanayi ülkelerine, sanayi ülkerinin bilgi ülkelerine dönüşebilmeleri için, İslam dünyasının her alanda, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma konusunda yeni stratejiler geliştirmeleri ve kaynaklarını birlikte değerlendirmeleri büyük önem taşıyor.İster ekonomik, ister siyasal ,isterse kültürel olsun, siyasal sınırların önemini yitirdiği bir dünyada, paylaşmasını bilmeyenler, paylaşmasını bilenler tarafından paylaşılır. Ortadoğu’yu Filistinleştiren, Müslüman ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel yapılarını altüst eden savaşların üstesinden gelmek için, İslam dünyası yalnaızca kendi arasında değil, bütün dünyayla ticari bağlarını

geliştirmesi gerekir.Ticareti olduğu yerde savaş değil, barış vardır.Savaşta “kaybet kaybet” stratejisi, barışta ise “kazan kazan”stratejisi geçerlidir.Bunun için,savaşın kazananı barışın kaybedeni olmaz.Savaşlarda tarafların kayıpları, kazançlarından çok daha büyüktür. Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine uzanan Türk dünyası doğal ve insan kaynakları, sanayi toplumundan bilgi toplumuna evrilen ekonomik yapısıyla , Doğu ile Batı arasında, oldukca jeostratejik ve jeokültürel bir konuma sahiptir. Türkiye’nin ulaştığı üretim düzeyi, ekonomik yapısı ve kültürel dokusuyla, uyum ve dengenin sağlanmasında en önemli, en etkili ve en büyük güçtür. Müslüman ülkeleri, Batı ekonomilerinin hammadde kaynağı ve açık pazarı olmaktan kurtaracak ülke Türkiye’dir. Türkiye’nin Batı ülkeleriyle ekonomik bağları yanında İslam dünyasıyla olan ekonomik bağları da yeni boyutlar kazanıyor. Tek tek ülkelerin üstesinden gelemeyeceği alanlarda ortak yatırımlar , ortak kurum ve kuruluşlar “Amerika Birleşik Devletleri” ve “Avrupa Birleşik Devletleri” yanında “Ortadoğu Birleşik Devletleri”nin doğmasının ilk ve önemli adımları olur. Kuşkusuz ekonomik birlikten önce kültürel birlik gerekir. Kültürel kaynakların değerlendirlmesinde ortak yatırımlara gitmeyen ülkeler, ekonomik kaynaklarını değerlendirecek ortak yatırımlar yapamazlar. Dünya tarihi geçmişten geleceğe, ana kaynağını Ortadoğu’nun oluşturduğu, ortak bilgi ve bilgelik birikimiyle sürekli yenilenen bir kültürler ve ekonomiler tarihidir. Bütün bilgi ve bilgeliklerin ana kaynağı olan tarih, kültürle ekonominin ,ekonomiyle kültürün karşılıklı ilişkilerini ve etkileşimlerini araştırır. İbn Haldun’un Mukaddime’de ayrıntılı olarak ele aldığı gibi: ”Tarih doğrusal değil, dairesel bir gelişme gösterir.” Tarihsel süreçte kültürler ekonomilerden daha önemli ve daha etkilidir.İnsanlık tarihine ekonomileri dar vizyonundan değil, kültürlerin geniş vizyonundan bakmak önemlidir. Ortadoğu’da bir orman yangını gibi genişleyen savaşlar, bilinen Ortadoğu’nun sonunu getirirken, bilinmeyen Ortadoğu’nun da kapılarını açtı. Geçen yüzyılda Avrupa’yı yakıp yıkan savaşlar, nasıl yeni Avrupa’nın oluşmasına yol açtıysa, gelen yüzyılda Ortadoğu’yu yakıp yıkan savaşlar yeni bir Ortadoğu’nun kapılarını açacaktır. Bütün insanlığı barışa götürecek yol haritasının şifreleri kültürel zenginliklerinde gizlidir. 9


erkesin bir İzmir’i vardır. Herkesin bir Urfa’sı, herkesin bir Edirne’si, herkesin bir Konya’sı, Sivas’ı, Eskişehir’i olduğu gibi. Bizler için şehirler –biraz da – kişisel hikâyelerimizden ibarettir aslında.

İZMİR GÜZELLİKLERİN ŞEHRİ Osmanlı fethettiği hiçbir şehrin adını değiştirmemiş. Büyük devlet aklı böyledir. Fahri TUNA

Benim için İzmir, lisedeyken bir tarih dersimizde hocamızın ‘Kurtuluş Savaşı’nın final bölümünü kitaptan bana okutması, benim de muzipliğimin tutup normal paragrafı yarıda keserek fotoğraf altını – hiç unutmuyorum – ‘Türk askerlerini İzmir Kordonboyu’nda görüyorsunuz’ diye okumuş olmam, sonra da –sanki hiçbir şey yokmuşçasına- yarıda kalan paragrafa devam etmem; ‘Kıl Vasıf’ lakaplı öğretenimizin bana bir güzel ‘fırça geçmesi’yle, hayatımın ‘unutulmaz anıları’ arasına girmesidir. Evet; İzmir ilkin benim için tam da budur. Yani Kordonboyu’dur; ilk gidişimde Kordonboyu’nda yürüyüşümdür. ‘Çok da güzelmiş; fırça yememe değmiş’ deyişimdir; itiraf ediyorum. ‘İzmir, âh güzel İzmir’ dediğimi hatırlıyorum ilk görüşümde. Osmanlı fethettiği hiçbir şehrin adını değiştirmemiş. Büyük devlet aklı böyledir. Sadece kendi telaffuzuna dönüştürmüş. Nasıl Prusa’yı Bursa, Stampoli’yi İstanbul yapmışsa, Smirna’ya da İzmir demiş, çıkmış. O gün bugün İzmir ‘bizim’ olmuş, ‘bizle’ olmuş, ‘bizden’ olmuş. Bakmayın siz ona ‘Gavur İzmir’ dendiğine. Gidin görün. Ben gittim gördüm. Bir dolu Osmanlı eseri var onda. Ben diyeyim on, siz deyin on beş yirmi tarihî camii var. Tamam; ticaretti, iktisattı, ithalat ihracattı; kapitülasyonlardan itibaren İzmir ‘çok uluslu’ bir şehir olmuş, kabul. Hristiyan’ı da yaşamış Musevi’si de onda. Asırlarca Müslüman’ı Rum’u Ermeni’si Yahudi’si ‘gül gibi’ geçinip gitmişler. Huzurla güvenle neşeyle yaşamışlar, yan yana iç içe kol kola. Herkes hem ‘kendisi’ olmuş, hem de ‘bir-bütün.’ Cumhuriyette de bu devam etmiş ana hatlarıyla. Tamam, kabul edelim, bir yaban yüzü, bir levanten yüzü, bir ‘başka’ yüzü olmuş hep İzmir’in; eyvallah. İnkâr edilemez. Ama özde hep ‘İstanbul’la, hep ‘Ankara’yla, hep ‘devletle beraber’ olmuş İzmir, haksızlık etmeyelim. İzmir Kordonboyu’dur.

sayı//30// ocak 10


İzmir Saat Kulesi’dir. İzmir Alsancak’tır. İzmir ‘ilk kurşun’dur, İzmir Hasan Tahsin’dir, İzmir Lâtife Hanım’dır bizler için. İzmir zulme ‘başkaldırı’nın, esarete ‘isyan’ın, 9 Eylülde düşmanı ‘denize dökmenin’ adıdır. İzmir denizdir, koydur, körfezdir. İzmir tarımın da, nebatın da, bereketin de başkentidir. İzmir Selanik’le sırdaş, Varna ile yoldaş, Hamburg ile arkadaştır. İzmir, 1912 Balkan Faciamızdan sonra Selanik’in misyonunu üstlenmiştir; coğrafyası da, Batılı ve çağdaş yüzü de, ticaret ve liman kültürü de buna uygundur zaten. İzmir Türkiye’nin en Batılı yüzü, en Batılı resmi, en Batılı ruhudur, evet. Sinemacılar da ondan çıkmıştır en çok, şair ve yazarlar da. Şarkıcılar da ondan çıkmıştır en çok sporcular da. Siyasetçileri bile hep a kalitedir. Biraz isim verin derseniz, hemen hatırlatalım: Attila İlhan tek başına ada, Halit Refiğ tek başına körfez, Metin Oktay tek başına yarımadadır, alanlarında. Necati Cumalı, Halikarnas Balıkçısı, Tarık Dursun K., Salah Birsel, Muzaffer İzgü gibi yazarlar da onda yetişmiştir, Ayhan Işık, Çolpan İlhan gibi oyuncular, Halit Refiğ ve Çağan Irmak gibi yönetmenler de. Avni Anıl gibi bestekâr, Müzeyyen Senar, Gönül Yazar, Sezen Aksu gibi şarkıcılar da onda dünyaya gözlerini açmışlardır, Fevzi Zemzem, Fuji Mehmet, Mustafa Denizli gibi yıldız futbolcular da. Futbolda İstanbul ve Ankara gibi Süper Lig’e dört güzide takım armağan etmiştir İzmir: Altay, Göztepe, Karşıyaka ve İzmirspor. Bu bağlamda o bir ‘tekil şehir’ değil, ‘çoklu şehir’dir. Çoklu,

köklü, saklı. Yani derin, yani geniş, yani eski. Siyasette de hep a kalite insanlar yetiştirmiştir demiştik. Şükrü Saraçoğlu da, Osman Alyanak da, Burhan Özfatura da onda yetişmişlerdir. Son yıldızları ise son Başbakanımız Binali Yıldırım’dır. Pek bilinmez; Türk futbolunun ‘taçsız kralı’ Metin Oktay, İzmir’in armağanıdır yeşil sahalara. Fenerbahçe’nin ağlarını yırtan Galatasaray golünün de sahibiydi o, ondan gol yiyen kalecilerin onurlandığı isimdi o. O goller atmadı aslında, resitaller sundu bir ömür tribünlere. İzmir ‘yanık tenli insanlar’ diyarıdır. Kumraldır, İzmir’e en çok yakışan renk kuşkusuz. İktisat kadar, cumhuriyetle yaşıt uluslararası ticaret fuarı kadar, eğlencedir de İzmir; coşku, neşe, mutluluktur da. Lezzeti de iyi bilir İzmirli, yemeyi içmeyi giymeyi de. ‘İzmir Köfte’ onların armağanıdır damaklarımıza. Her şehir bir canlısıyla ünlüdür; Denizli horozuyla mesela. Trabzon denilince hamsi gelir akla. Van denilince kedi. İnsanına gelince; Sivas Yiğido, Erzurum Dadaş, Ankara Seymen’dir, Aydın Efe. Ya İzmir? İzmir kızlarının güzelliği ile bilinmiştir hep. Bunu ‘yüz’ değil, kalp, gönül, baht güzelliği olarak okuyalım biz. Koyu, körfezi, iklimiyle de güzel şehirdir İzmir. İnsanı, insanları, insancıllığı ile de güzeldir o. Güzeller, güzellikler şehridir İzmir. Güzel şehrimizdir o bizim. Güzelliklerin İzmir’i. 11


rizren'de şadırvanlı meydana yakın, yol üstünde, içinde bir camiinin de yer aldığı, ecdattan kalma 443 yıllık külliye, gelenegeçene bir şeyler fısıldar, söylenip durur. Aslında ona kulak asanlara çok şeyler söyler ki, dinleyenlerin etkilenmemesi mümkün değildir.

OSMANLI MİMARİSİ KATINDA BİR

EKREM HAKKI AYVERDİ

"Yapmadı ânı şöhret'i âfet içün"

Milli mimarlık konusunda mimar Ekrem Hakkı Ayverdi, son devrin gördüğü en önemli ve ''nev'i şahsına münhasır'' kişiliktir. Mimar.Dr. Kâmil UĞURLU

Modern hayatın kargaşası ve gürültüsünü bahçe duvarının arkasına atıp, kendisini sâkin, huzurlu ve serin bir ilticagâh olarak sırlayan bu harikulâde mânânın önünde, huzurunda, insan, farklı bir dünyanın kapısında olduğunu hisseder. Burası aslında İstanbul'dan, hâttâ Bursa'dan Balkan'lara uzayan o sâde büyülü Türk-İslâm mimari çizgisinin dışında bir havayı haber vermez. Onun devamıdır. Aynı sâdelik, aynı estetik, aynı mahviyet ve tevâzu içinde bir tesistir. İddiası olmadığı nisbette büyüyen, tabiatla yarışa girmeyen, haddini bilen ve kul olmanın haysiyetini yaşayan ve bunu sessizce ortaya koyan tesistir. Bünyesinde medresesi, dershaneleri, türbesi, camisi (bunlar bugün mevcut olanlar), imareti, sıbyan mektebi, hamamı ile bir külliyedir. Kosova'nın kalbindedir. Ve adı da Gâzi Mehmed Paşa Külliyesidir. Yapılış tarihi 1573'tür. ( H.981) (1) Yâni özetle, sözü edilen bu yapılar grubunun mimarlık ve yapı teknikleri açısından, Balkan'lardaki diğer benzerlerinden bir farkı yoktur. Fakat cami girişindeki bir kitâbe ve kitâbedeki şu beyân onu farklı kılmaktadır : ''Yapmadı ânı şöhret'i âfet içün'' Bu, Türk insanının girdiği yerlerdeki davranış felsefesini ve ''rızâ'Î bârî'' ye olan nisbetini gösterir. Önemli olan budur. Caminin giriş kapısında bulunan sekiz satırlık bu kitâbe, Balkan'ları işgâle değil, fethe çıkan Türk insanının açık, sâde, samimi ve ihlâslı tutumunu huzura getirmektedir. Fevkalâde dikkat çekici ve önemlidir. Şeyh Âli adındaki bir medrese hocasının tarih düşürmek için dediği bu sözler şöyledir : Yine Paşa'yı Mehemmed Gâzî Etdi bir cami-î şerîf ihyâ Yapmadı ânı şöhret'İ âfet içün Eyledi belki Hakk içün mahzâ Şehr'İ Pürzeyn'de cami-î şîmîn Kıldı bu şehri cennet'ül mev'â Şeyh Âli kasdedip dedi tarih

sayı//30// ocak 12


CEDDEDALLAHÛ KÂ'BET'ÜL FUKARÂ

mimarıydı ve önemli mütefekkirlerinden -fikir adamlarından- biriydi. Mimarlık adına önemli eserleri vardı. Osmanlı'nın ilk döneminden başlayan, Fatih döneminin sonuna kadar öz mimarlığımızı inceleyen, alışılmışın dışında çalışılmış dört ciltlik muazzam bir araştırmanın sahibiydi.

Şeyh Âli tarih düşürmek niyetiyle ''Ceddedallahû Kâ'bet'ul fukara ( fakirlerin Kabe'sini Allah yeniler)'' dedi '' Sene 981 (157374 M.) (2)

Onun riyâsetinde bu dört inanmış adam Romanya, Macaristan, Bosna Hersek, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Bulgaristan... topraklarında iz sürdüler. 1975'te başlayan 1976 yılında da devam eden, olağanüstü bir çalışma ortaya koydular. Eserlerin o günkü durumlarını plânproje (rölöve) olarak, resim olarak, çizimler olarak tespitler yaptılar. Ve sel önünden kütük kurtardılar. Yunanistan ve Arnavutluk'a giremediler. Fakat oraları da mevcut kaynaklardan tarayıp çalışmaya dahil ettiler. Böylece, daha önceki dört ciltlik çalışmayla birlikte, toplam dört bin sayfaya yakın (3907 büyük boy sayfalık) âbide bir çalışmayı millete ''bergüzâr'' kıldılar.

Şöyle anlaşılabilir : '' Yine Gâzi Mehmed Paşa bir cami'i şerif ihya etti. Burayı (o) bir afet olan şöhret için değil, yalnız Allah (rızası) için yaptırdı. Böylece Prizren şehrinde yapılan gümüşten cami bu şehri mev'a cennetine döndürdü.

Balkan'ları gönül gözüyle gezenler, gerçekten ''bir rüyadan arda kalmanın hüznüyle'' dönüp-dolaşan insanlarla birlikte, neredeyse her semtte, mahallede, cadde ve sokakta, neredeyse her dönemeçte ve insanların olduğu her yerde, ecdâdın ilây'ı kelimetullah için inşa ettiği, şimdilerde mahzun dergahlar, camiler, mescitler, artık suyu kurumuş çeşmeler, hanlar, hamamlar, kimi doğru, kimi yanlış onarılmış köprüler, vb... ile karşılaşırlar, görürler... Osmanlı'nın siyaseten elini-ayağını çektiği bu topraklarda bıraktığı eserler, zaman fırtınasıyla eridiler, küçüldüler, farkedilmez oldular. Çoğu ''yok'' hükmünde kaldı, kalanlar mahzun kaldılar. 1975-76 yılında bir mimar, herhangi bir resmi görevi olmadan ve beylik bir yardım almadan, -fî sebilillâh- elindeki üç kuruşu ve üç sadık dostu ile bizim mimarlık tarihimizin en büyük seferine çıktı. Ülkenin tanınmış bir

1975-76 yılında bir mimar, herhangi bir resmi görevi olmadan ve beylik bir yardım almadan, -fî sebilillâhelindeki üç kuruşu ve üç sadık dostu ile bizim mimarlık tarihimizin en büyük seferine çıktı.

Bu çalışmanın ne derece zor ve ne derece mübarek olduğunu, konuyu yaşayanlar bilirler. Komünizmin manasız disiplinlerini manasız bir şekilde uygulayan Balkan ülkelerinde o dönemler adım atmak mümkün değildi. O adım mutlaka atılacaksa onun rüşveti gerekliydi. Korku, her sokağın başını tutmuştu. Yiyecek, içecek ve malzeme ve araç ve adam bulmak tamamen şansa kalan hadiselerdir.

13


Osmanlı'nın ilk döneminden başlayan, Fatih döneminin sonuna kadar öz mimarlığımızı inceleyen, alışılmışın dışında çalışılmış dört ciltlik muazzam bir araştırmanın sahibiydi.

İşte bunun için, çalışmanın sonlarında bu kutlu ekip ve onun başındaki Alp-Eren, Estergon Kalesi'nde şükür secdesine vardılar. Gözyaşlarını tutmadılar, salıverdiler. Milli mimarlık konusunda mimar Ekrem Hakkı Ayverdi, son devrin gördüğü en önemli ve ''nev'i şahsına münhasır'' kişiliktir. Yaptığı tespitlerde hadiseleri ve eserleri sadece göründükleri şekliyle anlatmamıştır. Onu inşa den kişiyi, düşünceyi, devri, saikleri, çevreyi ve çevreyi kuşatan atmosferi, ehil ve dürüst bir kalem olarak meydana çıkarmıştır. Bu, ona gelinceye kadar yapılmayan bir durumdur. Yatıyorsa, orada dinlenen zâtların hayatlarını, menkibelerini, kerametlerini... ve bu konuyla ilgili ulaşılabilecek kaynakları, yapının bânisi ve ustasının tarihi kimliklerini, insanlara -devlete nispetlerini araştırmış ve böylece- çoğu zamantasavvuf külürümüze çıra tutmuştur. Aslında, içinde yetiştiği aile ve ortam buna uygundur. Onun kanaati şöyledir: ''Bir abideyi tetkik için göz kâfi değildir, bütün seziş melekelerinin ve bilginin harekete geçirilmesi lazımdır. Zira binanın derûnî bir hayatiyeti vardır. Bina cansız değildir, yapıcıları kendi imkanlarını taş halinde abideleştirmişlerdir, ruhlarını ona nefh etmişlerdir... Biz ( yaptığımız çalışmalarımızda ve) kitabımızda, eserin maddi yapısı kadar, derûnî havasını, ruhunu ve manasını aramaya cehd ettik...'' Bunu yaparken de '' yapmadılar ânı âfeti şöhret için..'' Elhâk öyle yaptılar. Çünkü tetkik ettikleri o

sayı//30// ocak 14

eserleri ceddimiz, -rahmet olsun- Tanpınar'ın ifadesiyle, ''...inşâ etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini ısrarla istedikleri bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil'de dua eder, Muradiye'de düşünür, ve Yıldırım'da harekete hazır, göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler'' durumundaydılar. (3) Ekrem Hakkı Ayverdi, Türk mimarisi için en doğru tarifi getirmiştir. Ona göre '' Osmanlı Türkü'nün ortaya koyduğu mimari, her tarafı bir deniz gibi değişik mimarlık anlayışlarıyla kuşatıldığı (adadan), onlardan da menfimüsbet bir şeyler almasına rağmen, suyun üstünden geçip, ıslanmadan başka sahillere ulaşmasını bilmiş, sadece etekleri nemlenmiş bir mimaridir.'' Kanaatimize göre milli mimarimizin yapılmış en doğru-dürüst tanımı böyledir. Ömrünü imamının emrine sunan bu ihlaslı insan, asırlardır Budapeşte'de dinlenen Gül Baba'nın soyundan (anne soyu) gelmektedir. Babası, Piyade Kaymakamı Miralay İsmail Hakkı Bey'in şeceresi ise Ramazanoğulları'na dayanmaktadır. Türkiye'nin tanınmış mutasavvıf ve edebiatçılarından, mütefekkire Sâmiha Ayverdi onun kardeşidir. Yine son devrin önemli edebiyatçılarından ve dilcilerinden İlhan Ayverdi ise eşidir.


Onun içine doğduğu ve yetiştiği talih ve ortam böyle bir dünyadır. Sâmiha Ayverdi, ağabeyi Ekrem Hakkı Beyi tarif ederken şöyle derdi : '' Ekrem Hakkı Ayverdi'nin asıl büyük talihi, yaratılış mayasında mevcut bulunan sanat ve zarafet anlayışının, bir kâmil mürşide mülâki olmakla, derûni kemâl de kazanarak dörtbaşı mamur hale gelmiş bir Türk-İslam temsilcisi olmuş bulunmasıdır.'' (4) Ekrem Hakkı Beyin yaptığı çalışmalar, yıllarca kaynak eserler olarak bu konuda çalışanlara rehberlik etmiştir. Tespiti yapılan, rölövesi çizilen, fotoğrafları çekilen, kayda giren bu eserlerin, bugün, maalesef bir çoğu yokedilmiştir. Yerleri düzlenmiş veya başka yapılar yapılmış durumdadır. Bu çalışmaların önemi burada bir defa daha anlaşılmış, şu anda bulunmasalar bile ''yok'' hükmünden kurtarılmış, tapu senetleri olarak tarihin kaydına girmişlerdir. Çalışmaları esnasında onun en yakınında olan üç çalışma arkadaşından biri olan mimar İbrahim Aydın Yüksel (diğer ikisi mimar İbrahim Numan ile mühendis Gürbüz Ertürk'tür.) hocası ve üstadı Ekrem Hakkı Ayverdi'nin 1975 ile 1982 yılları arasını kapsayan külliyatını -aradan elli yıldan fazla bir zaman geçmiş olması sebebiyle- yeni bir düzenleme ile birleştirmeyi ve güncellemeyi düşündü ve bu zorlu işi başardı. Şimdi, Balkanlarda ulaşılmak istenen her esere aynı noktadan ulaşmak mümkün olacak. Şehirler alfabe sırasına göre ele alındı. Her şehrin veya bölgenin eserleri, dönemlerine göre, Orhan Gazi'den başlayarak, Murad Hüdavendigâr,

Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed, Sultan 2. Murad, Fatih Sultan Mehmed, Sultan 2. Bayezid, Yavuz Sultan Selim devirleri olarak tasnif edildi ve huzura sunuldu. Fevkalade önemli bir çalışmadır ve ancak bir "hayr'ül hâlef"in katlanabileceği bir zahmet ve yapabileceği bir hizmettir. Sözün hülâsası şöyledir : Herkes bilir, Hz. Hacı Bayram Veli'nin hikmet dolu bir ilâhisi, bir nutku vardır : "Nagehân bir şâra vardım Ol şârı yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım Taş ile toprak arasında..." (5)

Osmanlı'nın siyaseten eliniayağını çektiği bu topraklarda bıraktığı eserler, zaman fırtınasıyla eridiler, küçüldüler, farkedilmez oldular

Ekrem Hakkı Bey merhum, işbu hal içre idi. Anadolu'da ve Rumeli'de ve Balkanlar'da ve Romanya'da, Macaristan'da... dedemizin inşa ettiği her eserin harcına katılmış, beraber vücud ve mânâ bulmuş, onlarla bile yapılmış aşk âbidesi bir şahsiyetti ki … "Böyle bir aşk tarife gelebilmez" vesselam... DİPNOTLAR

• Kosova Kitabeleri. İstanbul Fetih Cemiyeti 2014 İstanbul • Birçok defalar geçirdiği zor günlerin ardından onarım ve tadilat geçiren bu külliyenin bânisi Gâzi Mehmed Paşa'dır. Kitabenin "yine Gazi Mehmed Paşa..." Diye başlaması, Paşanın böyle daha birkaç eser yaptırmış olabileceğini düşündürür ki, Balkanlarda merhumun adıyla anılan eserleri vardır. Kendisi de köken olarak Balkanlı olmalıdır. • Beş Şehir. A.H.Tanpınar. Bursa. Dergâh 1969 İst. • Rahmet Kapısı. Sâmiha Ayverdi. Hülbe 1985 İst. • E.H.Ayverdi 30.Yıl Hatıra Kitabı. Mehmet Demirci. İstanbul Fetih Cemiyeti 2014 İst.

15


DÜNYANIN KÜLTÜRÜNÜ, BİR ŞEHİRDE YAŞAMAK -üçDünyanın Kültürünü bir şehirde bulmak, bu dünyadaki her millete her şehre nasib olmaz.. İstanbul ve Fatih yada özel adı ile Dersaadet bu muhteşem buluşmanın merkezidir.. . Mehmet Kâmil BERSE

Fatih Camii

atih- Çarşamba’nın dinamiklerini anlayabilmenin anahtarı, çevresindeki hayatta gizli. Bu semt, kalın duvarlarla çevrili bir getto değildir.. Tarihi, yapısıyla mimarisiyle mahalle kültürü ile asırları yaşattığı tam anlamıyla bir Kudüs örneğidir. Patrikhanenin, kiliselerin, sinagogların yanı sıra camiler, dergahlar, onlarcası... Bu alanda, Muhammediler , İseviler , Museviler için önemli ibadet ve ziyaret yerleri. Farklı inanç grupları, yaşam tarzları, ve çeşitli cereyanlarla etkileşim içinde yaşayan dinamik bir hayat.. Tarihi boyunca da öyle olmuş. Fatih camii çevresindeki mahallenin adı eskiden Kirmastı mahallesi idi…Fatih Belediyesi adını değiştirene kadar böyleydi. Mahalleye adını veren zat Yusuf Efendi bin Hüseyin olup ünlü Hocazade’nin talebelerinden ve Bursalı Kirmastili bir alimdir. Müderrislik ve kadılık yapmış olup yirmiyi aşkın eseri vardır. Bu kayda göre Hicri 920’dir. Yusuf Efendi Bursa Kirmastili (bugünkü Kemalpaşa ilçesi) olup yaptırdığı mescite atfen mahalle adıyla anılmıştır. Mescit Fatih Yangını’nda yanmış yerine 90’lı yıllarda apartman yapılmıştır… Fatih Camiinin Batı yakasındaki börekçi kapısından çıkıp Malta Çarşısı içinde bulursunuz kendinizi, İstanbulun en eski çarşısıdır. Fırınlarıyla her meslekten esnafıyla asırlardır Tüketici ile esnafın buluştuğu geleneksel çarşımızdır.. İsminin Malta çarşısı olması hakkında en önemli rivayet; Fatih döneminde İtalya seferinde Malta’dan getirilen muhacirlerin yerleştiği bir semt olmasından kaynaklı bu isimle anıldığı bilinir…İngilizler tarafından işgal döneminde Maltaya sürgüne giden Osmanlı entelektüellerinin dönüşü de önemlidir…Osmanlının Malta ile zaman zaman alış verişide olmuştur. Yıldız bahçesindeki Malta köşküne adını veren Abdülmecid zamanında Maltadan getirilen taşlarla döşemenin yapılmasıdır…Malta eriğinin adı da fidanın Malta’dan getirilmesi ne atfen verilmiştir… Başmüezzin sokağın Çarşı ile buluştuğu köşedeki binanın altında bir zamanlar Taç sineması vardı, bugün Fatih Düğün salonu olarak kullanılıyor. Çarşıyı batıya doğru devam ettiğimizde Yol üzerinde caddenin ortasına taşan tarihi bir yapıyla karşılaşırız… HAFIZ AHMED PAŞA CAMİİ VE KÜLLİYESİ

16.yy eseri olan bir külliyedir. Bu yapı ve kaderi enteresandır… Cami, medrese, darülkurra, sayı//30// ocak 16


sebil, çeşme ve türbeden ibaret olan külliyedir. Malta çarşısının devamı olan Fatih caddesi üzerinde kalmıştır. Vaktiyle caminin cümle kapısı üzerinde yer alan harap haldeki kitabe son tamiratta yapının içinde kapı kemerinin üzerine alınmıştır. Kitabede, külliyenin 1004 (1595-96) yılında Vezir Hafız Ahmed Paşa (ö. 1613) tarafından yaptınldığı açık şekilde ifade edilmekte olup ayrıca külliyeyi oluşturan yapılar tek tek belirtilmiştir. Ahmed Paşa Mısır, Yemen, Bosna ve Budin beylerbeyiliklerinde bulunan, kubbe veziri ve sadaret kaymakamı Hafız Ahmed Paşa'dır. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, külliyenin inşası sırasında Hafız Ahmed Paşa'nın rüyasına giren Fatih Sultan Mehmed,onu kendi külliyesinin hemen yanında bir cami yaptırmak suretiyle cemaatini aldığından dolayı şiddetle azarlamış ve gazaba gelerek boynunu vurdurmuştur. Ahmed Paşa bir süre sonra eceliyle öldüğünde kabre konulurken mezarın kenarından düşen bir yanı keskin kaya parçası cenazenin tam boynuna isabet etmiş, böylece rüya gerçekleşmiştir. Kütüphanesindeki kitapların buranın harap halinden önce alınarak Süleymaniye Kütüphanesi'nde toplanmıştır.El yazması kitaplar arasında Hafız Ahmed Paşa Camii dolaplarından taşınan kitaplarda 1012 (16031604) tarihli vakıf mührüne rastlanmıştır. 1763 zelzelesinde en azından minaresinin yıkıldığı barok üslupta yenilenen şerefesinin biçiminden anlaşılmaktadır. Külliye için en büyük felaket ise 1918 yılındaki Cibali-Fatih yangını olmuştur. Külliye fazla zarar görmemekle beraber gerekli tamirat yapılamamış ve yapılar kendi haline terkedilmiştir. Bu devirde çeşitli kısımlar tahrip ve yok edilirken bir yandan da arazisine tecavüzler olmuştur. Bunları kolaylaştıran önemli bir sebep de yangın alanlarının yeniden planlanmasında cami ve külliyenin varlığının hiç hesaba katılmayışıdır. Nitekim külliyenin esas girişi ve buradaki cephesi, medresenin bir kısmı ile caminin bir köşesi, yeniden çizilen Fatih caddesinin üstünde bir çıkıntı şeklinde bırakılmak suretiyle adeta ortadan kalkmaya mahkum edilmiştir. Hafız Ahmed Paşa Külliyesi, vakıf eserlerin yok edilmesi yolundaki davranışlardan biriyle 1960 1ı yılların başlarında karşılaşmıştır. İstanbul'da bir öğrenci yurdu inşa etmek isteyen Sakarya Yüksek Tahsil Gençliği Yurt Yapma Derneği, belediye tarafından "arsa" olarak ifraz edilen medreseyi satın alıp yapıma geçmek üzere girişimde bulunmuştu.

Bu sırada külliye yirmi iki yıldan beri bir yıkıcının malzeme deposu olarak kullanılıyordu. Yapılan başvuru üzerine "arsa civarında Hafız Ahmed Paşa Camii duvarları kalıntısı olduğundan" kurulun muvafakatının gerektiğini bildiriyor. Ancak Anıtlar Yüksek Kurulu toplantısında Semavi Eyice bu teklife karşı çıkarak külliyenin "birkaç duvar kalıntısı "halinde olmayıp bütünüyle ayakta durduğunu söyledi ve teklifin kabul edilemeyeceğini belirtti. Anıtlar Yüksek Kurulu, 4 Ağustos 1963 tarihli kararı ile Hafız Ahmed Paşa Külliyesi'nin cami, medrese, türbe ve sebiliyle restore ve ihyasının gerekli olduğunu Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bildirdi. Bu karardan sonra Vakıflar İdaresi medreseyi bir dereceye kadar tamir ettirdi. Caminin ihyasına da 1976'da başlanmış. ancak onarım bitirilmeden bırakılmıştır. 1990'da Selam Vakfı tarafından aslına fazla uygun olmayan bir tarzda tamir ettirilen cami 1991' de yeniden ibadete açılmıştır.

Tarihi, yapısıyla mimarisiyle mahalle kültürü ile asırları yaşattığı tam anlamıyla bir Kudüs örneğidir.

Cami bu şekliyle, erken Osmanlı devrinde çok yaygın olmakla beraber XVI. yüzyılın ilk yarısından itibaren artık uygulanmayan tabhaneli (zaviyeli) camiler tipinin son temsilcisi gibi görünmektedir. Ancak caminin ihyasında bu hususta ciddi bir araştırma yapılmadan restorasyon gerçekleştirildiği için gerçeği tesbit zorlaşmıştır. Caminin giriş cephesi orjinal duvarı yıkıldığından bugün görülen kapısı ve üç bölümlü, kubbeli son cemaat yeri bütünüyle yenidir.. Medrese üç taraftan avluyu sarmaktadır. Türbe, camiden. kıble duvarının yanında yer alan ufak bir kapı ile geçilen kubbeli küçük kare bir mekandır. İhya sırasında ihmal edilerek harap halde bırakılan türbe muhtemelen 1918 yangınından sonra soyulmuştur. Nitekim Hafız Ahmed Paşa'ya ait olduğu bilinen bir at zırhı Atina'da Benaki Müzesi'nde bulunmaktadır. Fransız şarkiyatçısı Antoine Galland , 1672'de İstanbul'da bulunduğu sırada Hafız Ahmed Paşa Külliyesi'ndeki yazma kitapları incelediğini bildirirken buradan faydalanmak isteyenlerin uymaları gereken hususlar dan da bahseder. Galland, 14 Kasım 1672 günü gittiği Hafız Ahmed Paşa Camii'ndeki kitaplara dair şunları anlatır: Burada, üçü de Sadi tarafından şerhedilmiş olan Gülistan, Bostan ve Hafız divanını okumak yahut birer suretlerini çıkarmak isteyenlere vermek üzere kurulmuş bir vakıf vardır. Bu maksatla her bir eserden yedişer cilt mevcut olup bu nüshalar 2 kuruş bırakan herkese verilmekte ve cilt iade edilir 17


Burada, üçü de Sadi tarafından şerhedilmiş olan Gülistan, Bostan ve Hafız divanını okumak yahut birer suretlerini çıkarmak isteyenlere vermek üzere kurulmuş bir vakıf vardır.

edilmez para da geri alınmaktaydı. Bu paranın alınmasındaki gaye, cilt geri getirilmediği takdirde yenisinin tedarikini temindir. Hafız Ahmed Paşa Camii ve Külliyesi, İstanbul'un ve Osmanlı dönemi Türk mimarisinin gerekli şekilde değerlendirilmemiş bir eseridir. Camiin hemen karşısında yıllarca Rahmetli Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı kitapların basım ve dağıtımını yapan Bilmen yayınevi vardı. Malta çarşının içinden batıya doğru giden caddenin adı Fatih Caddesidir… buradan şunu anlıyabiliriz..Bugün Fatih Ana cadde olarak bildiğimiz Fevzipaşa caddesi sonradan ana cadde olmuştur. Fatih Caddesinden Fevzi paşaya dikey inen sokaların adlarıda manidardır…Baş imam sokak, Başmüezzin sokak, Başhoca sokak, sokaklara bu isimler verildi ise bu sokaklarda sokağa adını veren vazifelilerin meşrutaları (lojmanları) olmalıdır… Fatih Caddesinin Kuzey paralelinde ise önce boyacı kapısı sokağını sonrada , Bizlere Tarihin derinliklerine yolculuk yaptıran Darüşşafaka caddesini görürüz... DARÜŞŞAFAKA CADDESİ

Çok eski adı ile Çarşamba caddesi, Fatih Camiinin boyacı kapısından çıktığınızda önünüzde ucu görünmeyen dümdüz bir cadde ile karşılaşırsınız, solunuzda cami kadar eski bir tarihe sahip Taşhan. İlk Fatih Camiinin temelleri atılırken işçilerin barınmaları için yapılmış bir işçi hanı, altında inşaatta çalışan hayvanların ahırı olarak, görev yapmış bir şantiye hanı aslında… zamanla Fatih dışından gelenlerin ikamet ettikleri han olarak faaliyet göstermiş. Son görevi ise yukarki katlardaki odalar, ticarethane ve atelyelerin bulunduğu bir işhanına dönüşmüş. Taşhan dönemin bir çok yapısı gibi yalın haliyle tarihi misyonunu bizlere gösteriyor, dışarıdan şekilsiz hale dönüştürülsede.. Boyacı kapısı nın sağında yıllardır cami cemaatine meyve satan seyyar manav..buranın simgesi olmuş adeta. Ancak kapıya adını veren ayakkabı boyacıları yok ortalarda… Gözünüzün bakış ufkunda sizi tarihin derinliklerine götürecek mekanlara doğru yolculuk yaparsınız Darüşşafaka caddesi boyunca…Mekânlar yaşayanlarla şereflenir, anılırlarmış …Bu caddenin de sağında ve solunda bir dönemde olsa İkamet etmiş ilim adamları, kanaat önderleri, yada millete hizmet etmiş sanat veya ticaret erbabını hatırlayıp kayda geçirmek, semtlerin tarihinde devamlılığın kaydı gibidir… Malta çarşısına girmeden yola devam ettiğinizde burada uzunca zaman sayı//30// ocak 18

kıraathane olarak çalışan büyükçe bir mekan Kahveden sözetmeliyiz..Önünde sarmaşıklı bir sundurma, açık mekanda çay kahve imkanı sunardı. Bu kıraathanenin müdavimlerinden Okulumuzun emektar memuru Alaadddin Özmen bey’e kahvenin bir köşesinde dostları ile çay içerken rastlardınız mutlaka.. sahibi Kastamonulu Kahveci Mehmet Ak, dükkanın arkası Boyacı kapısı sokağa açılırdı iki kapısı ile yıllarca hizmet verdi.. Bu kahvenin karşı tarafına döndüğünüzde, köşede yıllarca yem satan bir esnafın istikrarla hala bu işle meşgul olduğunu görürsünüz, Bugday mısır kuş yemi…biraz ilerde iki katlı taş bir binanın altında Tütüncü İsmail amcayı hatırlıyorum, babamın çok sevdiği bir ahbabıydı, çok kibar bir insandı, konuşurken çok ince konuşur ferahlardınız… muhatabının küçük veya büyük olması onun size olan saygısını değiştirmezdi.. çocuklara bile hitabı büyük adam gibi idi.. Tütüncü İsmail amca, Ezan okunduğunda kesinlikle dükkanı kapatır vazifesini yapar, sonra gene terazisinin başına geçerdi, örneği kalmayan esnaflarımızdandı, bir İstanbul beyefendisi idi. Temel gıda maddeleri satardı, şeker, tuz, un, ekmek, patates soğan, ispirto, bisküit (teneke kutularda kilo ile satılan). İsmail amcanın dükkanının bulunduğu bina daha sonra satıldı yerine apartman yapıldı, İsmail amca mütevazi küçücük dükkanını Otlukçu yokuşunda eski küçük bir dükkana taşıdı, Bereketli ömrünü, mütevazi hayatını mütevazi dükkanında tamamladı.. İsmail amcamızı Rahmetle anıyoruz. Darüşşafaka caddesindeki bu mekanın yerine yapılan apartmanda bölgenin sakinlerinden Albayrak kardeşler vardı, iki kardeşten Hakkı Albayrak hayatta, diğer kardeş Mustafa ise vefat etti…Albayrak kardeşlerin yeni nesli ise çeşitli işlerle, vazifelerle meşguller.. Burada açılan E.B.K. dükkanı ise bugün ailenin işlettiği bir işyeri…yarım asırdan bu yana hizmete devam eden aile…şehrin devamlılığı bu olsa gerek.. Biraz ileride yeni döneme ait marketler var…(selam market )..bu sırada bir zamanlar yıllarca hizmet veren kuyumcusu vardı semtin. Adı ; İnci Kuyumcusu. Darüşşafaka caddesinin yıllarca tek kuyumcusu olan bir dükkan.. Caddenin her iki tarafındaki evlerde oturanlardan önemli şahsiyetler vardı ; İsa Yusuf Alptekin rahmetli ve ailesi bunlardan biriydi…Kızı Fatih Kız lisesinde okurdu Bizim Kalem Kitabevinin kadim müşterilerinden biriydi.. Biraz ileride Sümerbank mamülleri


satan Sümer mağazası vardı, Sınger dikiş makinalarının satıcısı ve kullanım kursu veren bir mağaza semtin kadınlarına dikiş makinasını kullanmayı öğretirdi.. Ortadan kaybolmuş bir tarihi yapının boş arazisinde inşaat malzemeleri satan bir esnafı, oto tamircisini yıllarca burada gördük . Bugün bunların yerinde dev bir bina yapıldı Öğrenci yurdu olarak faaliyette.. Darüşşafaka caddesinin bu kısımdaki eski sakinlerinden Muhterem Emin Saraç hocamız Misvak sokakta ikamet ederdi…Darüşşafaka caddesinde ikamet edenler; Siyasetçi Burhan Kuzu, Gazeteci yazar Rahim Er bugün halen buranın sakinlerinden…Eski Ziraat Odası başkanı Mv. Osman Özbek vefat edene kadar burada oturdu… Yeşilçamın eskilerinden Atilla Ergün vefat edene kadar bu caddenin sakini idi… Yeşilçamın jönlerinden Berhan Şimşek Daha orta okul çağında Bayburt’tan ailece geldiler, Darüşşafaka caddesinde Babası bir gıda dükkanı açmıştı. Daha sonraları ağabeyleri bir kıraathane işlettiler , yeşilçamla tanışması da Darüşşafaka caddesinde iken oldu. Berhan Şimşek daha sonra siyasete CHP milletvekili olarak katıldı.. Caddenin önemli figürlerinden biride bisikletçi Remzi amca…Bisiklet tamir eder, eski bisikletleri de saatle kiraya verirdi, çocukluk günlerimde bisiklet hevesimi Remzi amcadan kiraladığım bisikletle giderirdim. Remzi amcanın yaşı 90 lara varmıştı evi Küçükçekmece’de idi, hergün evden işe ,işten eve Bisikleti ile giderdi..Darüşşafaka caddesinin unutulmazlarından biri de Avcıbaşı Dersanesi’nin sahibi Haydar Avcıbaşı dır. Türkiyenin ilk dersanesidir Avcıbaşı dersanesi. İngilizce kursu verirdi kendisi…Kör olmasına rağmen başarılı bir öğretmendi…yıllarca çok öğrenciye İngilizce öğretti…çok çalışkan ve zeki bir hocaydı, kurs dışında yanında taşıdığı çantasında damga pulu satardı..Bir dönemde ülkemizde Damga pulunun ne kadar önemli olduğu bilinir, Haydar beyde bunu imkana çevirip elinde pul satışı yapardı muhasebecilere işyerlerine. .Hayatı mücadele ile geçen örnek bir girişimci, örnek bir aile babasıydı. Caddenin önemli şahsiyetlerinin başında ise 72/B de bulunan IŞIK kitabevinin değerli büyükleri Rahmetli Hüseyin Hilmi Işık hocam (Bir dönem bize matematik dersine gelmişti) damadı rahmetli Enver Ören ağabey, Zeki Celep ağabey, İsmet Emanet ağabey ve aynı mekanda daha bir çok kişi yıllarca bu caddenin önemli sakinlerinden oldular..Nur Kitabevi vardı 1969

a kadar burada ticaret yapan. Sahibi mavlidhan Hacı Naci Gürses hocaydı…caddenin ilk kitapçısıydı…Tercüman gazetesinin o yıllarda İlk defa hacca gönderdiği muhabirlerdendi… Diğer unutulmazları da isim isim sayalım; Uzun yıllar özellikle Darüşşafaka Lisesinin Recep ağabisi Bakkal Recep ,esnaf örneği olarak gösterilecek bir kişiliğe sahipti.Büfecimiz Orhan ve Burhan san Kardeşler yıllarca ticaret yaptılar burada ve Rahmetli Kadim büfecimiz Dede… adını bilmezdik, çok yaşlıydı,karadenizli idi sakallı bir dedemizdi, çocuklar onu kızdırmak için kapısından uzanıp Dede şarap varmı? Diye sorarlar, oda sinirlenir ağzına geleni sayarak peşlerinden kovalardı. Keresteci Şevki, Mektup Dergisi sahipleri Emine Şenlikoğlu, Recep Özkan, Ömrünün sonuna kadar burada ikamet eden Rahmetli Kemal Şadoğlu ağabeyimiz, ve Kardeşi rahmetli Fevzi Şadoğlu ağabeyimiz ve çocukları yeni nesil şadoğulları…

Siyasetçi Burhan Kuzu, Gazeteci yazar Rahim Er bugün halen buranın sakinlerinden… Eski Ziraat Odası başkanı Mv. Osman Özbek vefat edene kadar burada oturdu…Yeşilçam’ın eskilerinden Atilla Ergün vefat edene kadar bu caddenin sakini idi…

Efendi Babamız Ahıskalı Ali Haydar efendinin mahdumu Halid Gürbüzler. Semtin çocuklarını kötü alışkanlıklardan kurtarmak için taksicilikten kazandığı yevmiyelerle Fatih Spor kulübünü yürüten iyilik timsali insan Rahmetli Mustafa ağbimiz ve çocukları gibi gördüğü sporcu gençler ve semtin geçleri başta Fethi Develioğlu, İbrahim Küçükaydın, Rahmetli Bakkal Melih, Bakkal Mustafa, Bülent, Ümit, Saruhan , Orhan seçkin, Orhan Okyar, Şevker Erkan şar, Hasan, Ercan ve tabiiki Gazeteci Sami Özey, İsmini sayamadığım onlarca değerli insan yetişti bu caddeden, Hepsi vatanını milletini seven örnek insanlar olarak… Darüşşafaka Caddesinin önemli sokaklarından biride Otlukçu yokuşudur. Yokuşta sadece temel taşları kalmış Şeyhülislam Mehmet Celaleddin Camii geçtiğimiz sene yeniden yapıldı, butik bir mahalle camisi olarak hizmete açıldı, yeniden ihyada hayır sahibi Nureddin Nebati den Allah razı olsun.. Bu caminin karşısında harabe bir tarihi yapı var. Araştırmalarımda buranın Fatih Mevlevihanesi olduğunun bir yerde kaydına rastladım, inşallah yeniden ihya olur ve örnek bir yapı daha kazanırız. Dünyanın kültürünü ve medeniyetini barındıran, Kudüs örneği Fatih’in sadece beş yüz metrelik kısmında bile ciltler dolusu kitaba sığmayacak tarih var….Bunları anlatmanın ve yazmanın borcumuz ve vazifemiz olduğunun idrakindeyim ve anlatmaya devam edeceğim…. 19


OSMANLI DEVLET

YÖNETİMİNDE

İZMİHLÂL

Ülke, Saray başta olmak üzere bütün azalarıyla yönetilemez hale gelmişti. Koskoca Osmanlı Devletinin Sarayında elektrikli aydınlatmanın olmaması gelinen noktanın vahametini gösteren sembolik bir örnektir. Hüseyin YÜRÜK*

rtega Y. Gasset “İnsanın tabiatı yoktur; tarihi vardır” der. Osmanlı Devleti’nin ‘izmihlal’ olarak nitelediğimiz bu dönemini anlamadan bu topraklarda yeni bir gelecek kurulması zordur.Osmanlı Devleti,yönetim sistemi başta olmak üzere eğitim, sağlık, ekonomi vs. her alanda toplu bir çürümeye uğramış gözükmektedir. Osmanlı Devleti’nin yakalandığı hastalığın en önemli belirtileri yönetim sisteminde ortaya çıkmıştır. Biz bu incelememizde Osmanlı Devleti’nin yönetim konusunda yaşadığı izmihlali örneklerle anlatmaya çalışacağız. YÖNETİM MERKEZİ SARAYDAN İZMİHLAL MANZARALARI:

Ülke, Saray başta olmak üzere bütün azalarıyla yönetilemez hale gelmişti. Koskoca Osmanlı Devletinin Sarayında elektrikli aydınlatmanın olmaması gelinen noktanın vahametini gösteren sembolik bir örnektir. Saray'da o zaman elektrik tesisatı yoktu. Tenvirat büyük şamdanlar içinde mum ziyası ile temin edilirdi. (Menteşe,1986:128) Hüzünlü ve dramatik olan şuydu ki 15 milyon metrekare toprağı yönetmekle sorumlu olan Osmanlı Devlet Sarayı kendi mutfağını yönetmekten aciz bir duruma gelmişti.Sultan Reşat Döneminin Başmabeyncisi Lütfi Simavi Bey bu vakıayı şöyle anlatır: Mutfak görevlileri, sarayın mutfağından aşırdıkları yemekleri adeta açık bir şekilde evlere sattıkları için, sarayın yakınındaki evlerde neredeyse yemek pişirme külfeti ortadan kalkmıştı. Sultan Abdülmecit zamanında başlayan ve saray büyük sarsıntılara uğratan bu çirkin hırsızlığa son vermek istiyorduk. Onun için, artık Saraydan izinsiz hiçbir şey çıkarılmamasını kararlaştırdık. Bu tedbirin alınmasından üç gün sonra, sarayın bütün sofracılarının ortak imzasıyla bana verilen bir dilekçede, padişahın özel sofracısının bu emre uymadığı ve eskiden olduğu gibi dışarıya yemek sattığı bildiriliyordu. Kendisine haber yollayarak bu işten vazgeçmesini ve bir daha böyle bir şeyini duyacak olursam saraydan kovduracağımı bildirdim. Devamlı bir gözetim sürdürdüğümden, nihayet uzun yıllardan beri kökleşmiş olan bu çirkin gidişin önünü aldık. (Simavi,2006:26)

*Kamu Denetim Kurumu Üyesi

sayı//30// ocak 20

Dönem subaylarından Ziya Yergök, bu olayın başka bir boyutuna şöyle dikkat çeker:


Harbiye Mektebi'nde öğrencilerin iaşesine önem verilmezdi. Bunda Harbiye Müdürü Servet Paşa'nın beceriksizliğinin etkisi olduğu gibi o zamanki Hükümetin de etkisi vardı. Asıl suç Hükümetindi. Keyfi yönetim nedeniyle hiç bir iş yolunda gitmediği gibi, Devletin bütçesi de düzenlenemiyor, her müessese gelir ve masraf konusunda didinip duruyordu. İşini becerenler bolluk içinde yaşıyor, beceremeyenler de rastlantılara bağlanarak ümitlenip duruyorlardı. (Yergök-Önal,2006:97) Saray tarafından verilen iftar yemekleri de aynı kötü yönetimin bir uzantısı olarak karşımıza çıkar. Padişahın verdiği iftar yemekleri havadan para koparmak için iyi bir fırsattı. Bazı öğrenciler bu fırsatı iyi kullanırlardı. Harbiye öğrencisi olmayan, belki de okuma bilmeyen kardeşlerine arkadaşlarına Harbiyeli üniforması giydirerek sıraya sokar iftar yemeğinden, dağıtılan diş kirası altınlardan yararlanmalarını sağlarlardı.Bu yabancılardan bazıları o kadar ileri giderdi ki Harbiyeli'den daha çok Harbiyeli gibi görünürlerdi. Bu iş İstanbullu, Edirneli, Manastırlı ve Bursalı arkadaşlara göre basit bir işti. Hele Bağdatlılar için adı bile anılmaz bir olaydı.(Yergök-Önal,2006:85) VİLAYET VE SANCAKLARDA İZMİHLAL:

Şüphesiz yönetimde başlayan sorunlar ile ilgili çok sayıda olay başlangıç kabul edilebilir. Osmanlı Devleti’nin Duraklama Dönemi bu anlamda önemli işaretlerle doludur. Ancak 1800’lü yılların başından beri bu işaretlerin sıklaştığı bilinen bir vakıadır. Halep, o günlerde Kahramanmaraş ve Adana’nın kendisine bağlı olduğu bir sancak merkeziydi.17 Ekim 1850’de Halep’te zorunlu askerliğin başlamak üzere olduğu hızla büyük bir kalabalık toplandı. Vali Mustafa Zaid Paşa'yı görmeye giderek ‘kentte mecburi asker olamayacağı ve son zamanlarda yürürlüğe sokulan tüm yetişkin erkeklerden kafa vergisi alınması uygulamasının kaldırılması’ konularında teminat istendi. Korkuya kapılan vali kaçarak kışlaya sığındı. Saldırganlaşan kalabalık, şehir merkezindeki dükkanları yağmalamaya başladı. Ayaklanma bir süre sonra bastırıldı.Ancak bunun için İngiliz ordusundan askeri destek alınmak zorunda kalınması ve isyanın bastırılması sırasında beş bin kişinin öldürülmesi, gelinen noktayı gösteren işaret fişekleri gibiydi. Şehir bir hafta içinde sakinleşti. Fakat vali hala kışlada mahsurdu. İsyancı kalabalık, yerel bir yeniçeri lideri olan Abdullah El Bebinsi’nin başında

bulunduğu kendi yönetimini kurmuştu. Bu gergin durum 5 Kasım 1850'ye,kentin asilerin eline geçen mahallelerini ateşe tutan İngiliz topçusu desteğindeki bir Osmanlı Ordusunun gelişine kadar devam etti. Kente boyun eğdirilmesi büyük bir insan kaybına mal oldu. İngiliz konsolosluğunun tahminlerine göre beş bin insan öldürüldü, bazı mahalleler harabeye döndü. Bu eylemle kentte Osmanlı kontrolü kesin olarak sağlandı. (Masters,2012:85) Sadece Halep değil Osmanlı Coğrafyasının bir çok bölgesi yönetilemez vaziyete gelmişti. Hicaz topraklarında isyan eden Vehhabiler, Mekke’yi almış, Medine’yi de tehditleri altına düşürmüşlerdi. İstanbul bu sırada Mısır’ın ahvalinden o kadar geç ve eksik malumat alıyordu ki Vali Ali Paşa öldürüldükten sonra bile onu Mısır Valisi zannederek asker gönderilmek üzere kendisine emir gönderiliyordu.(Akçura,1988:94) Osmanlı Hükümeti,Balkan Topraklarında kendi şeref ve haysiyetini büsbütün ihlal eden bir ric’ati ihtiyar etmekten başka çare bulamamıştı. Birkaç ay evvel azlettiği isyancı voyvodaları tekrar Bey nasbederek, Eflak ve Boğdan’a göndermişti.(Akçura,1988:117) Osmanlı Devleti’nin düştüğü zaafiyetten istifade eden İngilizlerin Akdeniz Donanmasından bir kısmı, Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul civarına gelmişlerdi.

Sadece Halep değil Osmanlı Coğrafyasının bir çok bölgesi yönetilemez vaziyete gelmişti. Hicaz topraklarında isyan eden Vehhabiler, Mekke’yi almış, Medine’yi de tehditleri altına düşürmüşlerdi.

1878 Osmanlı Rus Harbi’nden sonra Türk donanması ise tamamen ihmal edilmişti. “1897 Osmanlı - Yunan Harbi’nde donanma, Adalar denizine açılmak üzere İstanbul’dan yola çıkmış, fakat Çanakkale’den daha ileri gidememişti.” (Apak,1988:26) Devletin zayıflaması bir yandan yabancı emperyalistlerin Osmanlı topraklarında nüfuzunu artırırken bir yandan da yerel güç odaklarının derebeyi tipi yönetim tarzlarının önünü açmıştır. Dönem subaylarından Ziya Yergök’ün bu anlamdaki gözlemleri çarpıcıdır. (…)Erzincan Bölgesinin ağaları olan Kırmacı’nın oğlu ile Püsküllüoğulları ara sıra birleşir birlikte soygun yaparlar bazen de ayrı ayrı kendi hesaplarına çalışırlardı. Püsküllüoğulları aslen Tercan Alevilerinden olup devlete bağlı halktan oldukları halde, galiba işledikleri bir suçtan dolayı Dersim'e kaçmış sonra eşkiyalık yoluna sapmışlardı. Kırmacı'nın oğlu ise aslında Dersim’li imiş. Görülüyor ki Hükümetin uygulamalarından korkan elleri kana bulaşmış kimseler de Dersim'e sığınmakla tatlı canlarını 21


kurtarıyorlardı. Dersim ayrı bir devlet gibi olup oraya kaçan yakayı kurtarıyor, pek büyük bir olaya neden olmadıkça herhangi bir harekatla karşılaşmıyordu.Öyle ufak tefek jandarma, ve asker müfrezeleri Dersim'in içine değil, sınırlarına yakın köylere bile gidemez veya gönderilemezdi.(Yergök-Önal,2006:157) (…) Kemah'a vardık. Fırat, burada biri Kalenin bulunduğu, öbürü karşısındaki yamacın yanından akıyordu. Askerleri evlere hanlara ve camilere yerleştirdikten sonra biz de davete uyarak nehrin sol yamacındaki Tahir Paşa'nın Konağına gittik. Bu Konakta kalacaktık. Tahir Paşa, Sağıroğulları’nın en büyükleri olduğu için ona bir Müşir muamelesi yapılıyordu. Ondan sonra gelen Sıddık Bey bile karşısında el pençe divan duruyordu. Oraların Hükümdarı sayıldığı için davası olan insanlar Hükümete değil önce ona gidiyorlardı. Kaymakam da görevden alınmak korkusuyla Paşa’nın emrine giriyor öyle rahat ediyordu.(Yergök-Önal,2006:169) (…) Tirebolu halkını çok zavallı buldum. Kasabada oturan zenginlerin köylü üzerindeki nüfuzları çoktu. Köylü Hükümet işine beylerden biri aracı olmazsa yanaşmazdı. Köylüler, Beylerin kölesi durumundaydılar. (Yergök-Önal,2006:240-244) Yönetim zaafiyeti o boyutlara varmıştı ki Devletin valileri bir göreve tayin ediliyor,o kişi o göreve giderken ya bu atama iptal ediliyor yada yolda görev değişikliği yapılıyordu. Nitekim dönemin ünlü valilerinden Halil Rıfat Paşa, yaklaşık beş ay Tuna Valiliği yaptıktan sonra 5 Şubat 1877 tarihinde önce Halep Valiliği'ne tayin edilmiş iki gün sonra bu tayin değiştirilmiş ve 7 Şubat 1877 Kosova Valiliği'ne tayin edilmişti. Halil Rıfat Paşa'nın valilik vazifesine başladığı sıralarda, Kosova Vilayeti’nin umumi durumunu vilayet müsteşarı olan ve Halil Rıfat Paşa'nın vilayet merkezi Priştine'ye gelişine kadar valiliğe vekâleten bakan aslen Arnavut Vahid Efendi'nin 13 Nisan 1877 tarihinde Dahiliye Nezareti'ne gönderdiği üç sayfalık uzun yazısından öğreniyoruz. Koosova Vilayetinin durumu, İmparatorluğun bir vilayetinin ne halde olduğunu gösteren manidar bir örnekti.Arnavut Vahid Efendi'nin özetle şöyle diyordu: "Kosova Vilayeti ahalisinin ahvali şimdiye değin Babıali nazarında meçhul kaldığı şüphesizdir. Eğer Babıali bölgeden layıkı ile malumat almış olsa idi, ıslahat yapmak maksadıyla gerekli tedbirleri almak için bu zamana kadar beklemezdi. Vilayetin teşkilinden evvel Prezrin, sayı//30// ocak 22

Manastır ve Üsküp eyaletlerine gelen valiler, buraların ahvâlini layıkı ile Bab-ı Devlet'e yazmamış veyahut yazmış ise hafifçe geçiştirmiş olmalıdırlar. Hasılı buraların ıslahı için şimdiye kadar hiçbir şey yapılmamış ve valilerin bu hallerini gören mutasarrıflar ve diğer memur ve zaptiyeler de işi geçiştirmişlerdir. İşte bu gibi kayıtsızlıklar neticesinde Keyfelok yöresinin Müslüman ahalisi, devlete itaat eden halka karşı zulüm yapmakta ileri gitmişlerdir. Gerekli terbiyeyi vermedikleri ve rahat durmadıkları için bunların çocukları da ya hırsız ya da katil olageldiği gibi, bu Keyfelok ahâlisi dahi hükümetin te'dip ve terbiyesinden mahrum kaldıkları için şimdi arzu edilmeyen her hali yapabilecek durumdadırlar ki, bu durum her vakit Devlet-i Aliye'ye büyük bir baş ağrısı olur. Hıristiyan ahalinin durumuna gelince: Bunlar dahi medeniyetten mahrum kalmışlardır. Ayrıca Çerkeslerin ve bilhassa Arnavutların bunlar üzerinde baskısı vardır. Zaman zaman malları, arazileri ve hayvanları yağmalandığı gibi, bazı Arnavut çeteleri dahi Hıristiyan hanelerini basarak kızlarını dağlara kaçırmaktadırlar. Hükümet bunlara mani olmak için kuvvetler sevk ediyorsa da bunlar kalelere kapanarak direniyorlar ve yeterli kuvvet olmadığından, Arnavutların taşkınlıkları engellenemiyor. Bu haller Yakova, Kilan ve İpek kazasına bağlı bazı karyelerde sıkça görülmektedir. Bu hususlardan dolayı Kosova Vilâyeti'nde bir an evvel ıslahat çalışmalarına başlanması gerekmektedir. Acilen bir tedbir olarak da vali Halil Rıfat Paşa'nın emri kumandasında olmak üzere iki dağ topu, iki tabur piyade ve bölük süvari Asakir-i Nizamiye-i Şahane'nin gönderilmesi için gereken emirlerin verilmesi lüzumludur. Bu askerlerin istenilmesi Arnavutlar ile muharebe etmek ve gaile çıkarmak gibi bir şey için olmayıp, burada Yakova, İpek ve sair daha bazı kazalarda bulunan ve daima edepsizlik ve eşkıyalık yapan cani ve katillerin sıkışınca kalelere kapanmaları ve bazı şahısların da bunların korumalarından dolayı elde edilememeleri yüzündendir. İşte bu gibi şahısların terbiyesi için Hükümet-i Seniyye'nin aciz kalmayıp asker ve top ile kendilerine gözdağı vererek itaatlerini temin içindir. Çünkü Hükümet-i Seniyye'nin aciz kaldığını devlete sadık ahâli görürse onlar dahi can ve mallarının emniyetinden şüpheye düşerler. Zaten kendim Arnavut olup lisanlarını bildiğimden, bu bölgenin ahvalini lâyık-ı veçhiyle bilmekteyim. Yukarıda istenilen asker ve silah gönderilmez ise


emniyet ve asayişin sağlanması ve ıslahatların gerçekleşmesi mümkün değildir..." demektedir. (Birol,2009:70-71-72) YÖNETİMDE İZMİHLAL VE YABANCI GÜÇLER:

Osmanlı Devleti işte böylesine alabildiğine zayıflamışken boşalan sahayı doldurmak üzere bir çok emperyalist devlet, Osmanlı Topraklarında Konsolosluk isimli merkezler ihdas etmişti. Etnik yapısı karışık olan Makedonya'nın üzerinde kendi menfaatleri doğrultusunda politika geliştirmek ve taraftar toplamak maksadıyla büyük devletler ve bunların desteğindeki bölge devletleri faaliyetlerini artırıyorlardı. Selânik Şehri'nin sürekli gelişen önemli bir liman şehri olmasından dolayı burada çok sayıda devlet konsoloshâne açmıştı. Burada Konsolosu bulunan devletler şunlardı: İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Avusturya-Macaristan, Danimarka, Belçika ve Yunanistan. Selânik'ten başka Siroz'da: Avusturya, Yunanistan ve ayrıca Kavala'da da İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya devletlerinin konsoloshaneleri vardı. (Birol,2009:88) Nitekim bir süre sonra bu konsoloslar Osmanlı Devletinin içişlerine alenen karışmaya başlamışlardı. 1880 yılında İngiliz Başkonsolosu Sir Charles Wilson'un Sivas'a gelişi ve kışkırtmaları Ermenileri hareketlendirmişti. O zamanki Sivas Valisi Hakkı Paşa bu durumu Babıali’ye bildirerek hükümetin dikkatini çekti. Nihayet 21 Ekim 1880 tarihinde Hacı İskender Ağa adlı zengin bir Ermeninin soyularak öldürülmesini fırsat bilen Ermeniler 23 Ekim 1880 tarihinde bir gösteri yaparak vali konağını taşlayıp zaptiyelerle de çatıştılar. Daha sonra duruma hâkim olan emniyet kuvvetleri olaylara karışanları tutukladılar. Bunlar yargılanarak 10 Mart 1881 tarihinde 15 kişi, iki ay ile bir yıl arasında değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bu arada İngiltere Başkonsolos Vekili M. Richards, Ermenilerin avukatlığını yaparak savcıyı ve valiyi görevden aldırmak için Babıali’ye baskı yaptı. Bu baskılar uzun bir süre devam etti. İngiliz Büyükelçiliği’nin Babıali üzerindeki sözlü ve yazılı ağır baskıları sonucunda Sivas Valisi İsmail Hakkı Paşa görevinden alındı. Böylece Sivas Ermenilerinin istediği olmuştu. Babıali İngiliz baskısına boyun eğmiş ve Sivas savcısını ve valisini feda etmek zorunda kalmıştı. (Birol,2009:97) Yabancı emperyalist ülkeler Osmanlı topraklarını paylaşmak için pençelerini

çoktan atmışlardır. Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkaramazdık. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi bir istifademiz olabilirdi? Kuveyt ve Katar’ı İngiltere’ye bırakmaya ve zengin Irak vilayetimizle uğraşmaya karar verdim. (Mahmut Şevket Paşa,1988:45) Dönemin İttihatçı sadrazamı Mahmut Şevket Paşa ise gelişmeler karşısında olanların farkında bile değildir. Saray’dan Babıali’ye geldim. İngiltere ve Avusturya-Macaristan Büyükelçilerini kabul ettim. İngiliz Sefiri, İngiliz iş adamlarının Bağdat ve Musul vilayetlerimizde petrol aramak için istida verdiklerini söyledi ve bu istidalara cevap vermediğimizden dolayı şikayet etti. (Mahmut Şevket Paşa,1988:45) YÖNETİMDE İZMİHLAL KARŞISINDA ALINAN BAZI TEDBİRLER:

Nitekim bir süre sonra bu konsoloslar Osmanlı Devletinin içişlerine alenen karışmaya başlamışlardı. *Osmanlı Devleti’nin son iki yüz yılı ‘dizleri üzerine çökmek zorunda kalmış bir devin’ halini andırır. Yapılmaya çalışılan bütün ıslahat çalışmaları sonuç vermemiş sadece yıkılışın biraz daha gecikmesine sebep olmuştur.

Bir dönem Sadrazamlık görevinde de bulunan Halil Rıfat Paşa Sivas Valiliği sırasında halkın uyması gereken bazı zaruri konularda tenbihnâmeler yayınlar.Bu tembihnameler tahlil edildiğinde imparatorluğun ve imparatorluk halkının içine düştüğü durum belirgin bir şekilde dikkat çeker.Devletin valisi bu tembihnamelerle Sivas halkına çeşitli öğütler vermektedir. Sivas Vilâyeti'nden Devâir-i Nevahi Müdürleri'ne Birinci Tenbihnâmedir: Rumeli'de pulluk, Anadolu'da kotan dedikleri sabanlar ile sürülerek ekilen tarlalar çok mahsul verir. Sivas Vilayeti'nin çok yerlerinde bunu bilmediklerinden adi sabanla tarla sürdükleri için, az mahsul alırlar. Ahalinin çok mahsul alması ve zengin olması matluptur ve bunun için ahaliyi kotanla çift sürmeye alıştırmak lazımdır. Bu kotan dedikleri şey Kars muhâcirlerinde vardır. Bilmeyenler onlardan görsün öğrensin. (Birol,2009:140) İkinci Tenbihnâme, bir ormancılık politikası olmayan devletin ormanlar ve ağaçlar ile ilgili talimatlarını içerir. Çok yerde köylüler odun bulamadıklarından tezek yakıyorlar. Şimdi az-çok odun bulan köylüler dahi ağaçların köklerini söktüklerinden git gide ormanlar tükendikçe çok sıkıntıya uğrayacaklardır. Buna şimdiden bir çare aramak lazımdır. Binaenaleyh her köyde, her adamın kaç parça tarlası var ise, beher tarlanın dört köşe ve kenarlarına mevsiminde meşe tohumundan sekiz-on kadar tohum eksin veyahut söğüt, kavak, çam, gürgen, kayın vesaire ağaçlardan ağaç ekilecek vakitte, birer fidan diksin ve bu fidanları hayvan yememek, bozmamak için etrafını çalı-çırpı ile muhafaza etsin ve tarla sürmeye ve biçmeğe 23


gittikçe sulasın, tımar eylesin. Hâsılı ağaç yetişsin ki, hem kendi tarlalarının hudutları belli olur, kaybolmaz, hem de ağaçlar büyüdükçe gölgesinden ve dalından budadığından sahibi faydalanır.(Birol,2009:141) Halil Rıfat Paşa’nın gönderdiği beşinci tenbihnâme, halkın patates dikmesini tavsiye etmekte ekmeyenlerin cezalandırılacaklarını bildirmektedir: Patates denilen mahsul ki yer elması gibi bir şeydir. Bu mahsul insanda, hayvanda ekmek yerini tutar; çok yerler de halk bununla gıdalanırlar ve bu mahsul yağmur yağmasa yine olur. Maazallah bir memlekete çekirge düşse ve ekinleri yese, patatese zarar edemez. Hâsılı bu mahsul fukara için pek faydalıdır. Hangi köylerde ekilir ise, her hane kendi idaresine yetecek kadar, bundan sonra mevsiminde patates ekecektir. Ekmeyen ahaliye ve ektirmeyen müdürlere, hükümet tenbihini dinlemeyenler hakkında ceza icra olunacaktır. (Birol,2009:143) Devlet o kadar zayflamıştı ki savaşlar dolayısıyla Anadolu topraklarına hicret eden muhacirlerle dahi ilgilenememektedir. Halil Rıfat Paşa, ikinci Aydın Valiliği esnasında rnuhâcirlerin durumları ve yapılan çalışmalar ile ilgili olarak 19 Haziran 1890 tarihinde Dâhiliye Nezareti'ne gönderdiği yazıda özet olarak vilâyetteki muhâcirlerin durumunu şöyle anlatıyor:"Aydın Vilayeti'nde yetim, dul, kimsesiz, sakat ve fakir birçok muhâcir cami ve medreselerin köşelerinde veya rastgele yerlerde perişan olduklarını buraya tayinimden sonra yaptırdığım tahkikattan anladım. Kendilerine mesken tedarikinden aciz olan bu muhâcirleri, bu vaziyette bırakmak Padişahımızın düşüncesine de uygun değildir. Bu sebeple Manastır Valiliği'nde bulunduğum esnada 200'den fazla muhâcir hanesi yaptırdığım gibi, bu vilâyette de birer, ikişer ve üçer kuruşluk yardım biletleri bastırarak inşasına lüzum görülen 446 adet hanenin her biri yaklaşık biner kuruş masrafla inşaatını başlattım. (Birol,2009:196) Bir dönemin ihtişamlı devleti eşkiyayı bastırmak için iki seyyar top bulamaz vaziyettedir. Debre eşkıyalarının Ohri, Kırçova ve Kosova Vilâyeti dâhilinde bulunan mahallere saldırılarını arttırdıkları gibi sayılarının da çoğaldığını bildirmişti. Bunlara karşı tedbir olarak ta, Debre'ye yerleştirmek üzere bir tabur askerle iki seyyar topun Kosova'dan istendiğini ancak Seraskerlik'ten gelen cevapta Kosova fırkasının noksanından dolayı asker sevkinin şimdilik mümkün olamayacağı” cevabı gelmişti. (Birol,2009:309) sayı//30// ocak 24

YÖNETİMDE İZMİHLAL’İN BAZI YANSIMALARI

Devletin zayıflaması sahip olduğu ruhani kimiliğin de yavaş yavaş ortadan kalkmasına vesile olmuştu.Hukukumuzun laikleşmesi aslında o dönemde başlamıştı. Halil Menteşe’nin Talat Paşa Kabinesindeki Adliye Nazırlığı sırasında çıkarılan Hukuku- Aile Kararnamesi, 1926 Tarihli Medeni Kanununun ilanından on sene kadar evvel hayata geçirilmişti. İttihatçı Nazırlardan Halil Menteşe bu anlamda bir gayretini ve aldığı tebriği Hatıralarında şöyle anlatır: Hukukumuzu laik hale getirmek için Adliye Nazırı iken yaptığım Hukuku- Aile Kararnamesi, Düzenlemesi’nden hemen sonra Temyiz Mahkemesi eski azasından İstepan Efendi ziyaretime gelerek şunları söylemişti: Beyefendi sizi candan tebrike geldim.Bu koskocaman işi sessiz sedasız nasıl başardınız? (Menteşe,1986:228) Son padişah Sultan Vahdettin’in yaşadığı olay bu vaziyetin müşahhas bir göstergesiydi. Vahidettin Efendi tahta çıkınca gelenek olduğu üzere cülus hattının müsveddesi Babıali’de hazırlanıp Saraya gönderilince Sultan Vahdettin bunda bir çok değişikler yapmak istedi. Bunların bir kısmı Hükümetçe kabul edildiyse de bir kısım itiraza uğradı, kabul edilmedi. (Türkgeldi,142) Ülkenin yönetimi genelde İttihat ve Terakki Partisi’nin özelde de bu partinin ileri gelenleri Enver Cemal ve Talat Beylerin eline geçmişti.Bir ülkenin kaderi şimdi bu üç kişinin ellerindeydi. Ülkeyi idare eden ve sivil iktidarı da arkasından bir lokomotif gibi sürükleyen egemen askerî güçler ve bunların komutanları ‘aklı selim’ ile davranma melekelerini kaybetmiş birer küçük diktatör ya da kral görüntüsü arzeden şahıslardı. Osmanlı hükümetlerinde bakanlık ve valilik vazifelerinde bulunmuş Hüseyin Kâzım Kadri’nin tespitiyle, “Hükümet gizli ellere intikal etmişti. İşleri yürütenler gayri mesul insanlardı. Bu gayrı mesul insanların elinde devlet, tam bir zulüm makinesine dönüşmüştü. Meselâ, Halep vilayetinde zulüm, ihanet ve irtikap had safhaya çıkmıştı. Memurlar, hırsız, cahil ve ahlaksız şahıslardan mürekkepti.” (Kadri,1991:102) 4. Ordu Komutanı sıfatıyla Hicaz Valiliği vazifesini de yürüten Cemal Paşa, uyguladığı baskı ve sindirme politikasıyla mahallî bütün dengeleri altüst etmekte, her gün bir grup Arap ve Osmanlı aydınını ve vazifelisini idamla cezalandırarak bir Hicaz İsyanı’nın adeta ateşini tutuşturmaktaydı. Cemal Paşa, bir diktatör gibi Osmanlı Ülkesini hoyratça yönetiyordu.O


yıllarda yaşanan bazı olaylar Osmanlı Devleti’nin nasıl yönetildiğini çok açık bir şekilde gösterir. Lübnan’a giden trenin yönetimi Cemal Paşa’nın ablası hanımefendinin iki dudakları arasındadır. Lübnan’dan geçiyoruz. Mevsim Bahar. Lübnan, dünya cenneti. Limon, portakal çiçeklerinin kokuları, kırlarda yabani lale, yabani sümbül. Cemal Paşa’nın ablası hala hanımefendi, makiniste haber gönderiyor. “Tren dursun” diyor. Tren duruyor, biz trenden iniyor, yabani lale, yabani sümbül topluyoruz. Sonra hala hanım makiniste haber yolluyor “Tren yürüsün” Tren yürüyordu. (Ayaşlı,2003:47) Cemal Paşa’nın Suriye’deki karargah subaylarından Binbaşı Ali Fuat Erden, Cemal Paşa’nın yönetim tarzını şöyle anlatır:Cemal Paşa yolların yapımı sırasında Ordu Erkanı Harbiyesinden yazılan emrin sonuna şu cümleyi ilave ederdi: " O gün otomobille yolu teftiş edeceğim.Otomobil nerede duraklarsa ve gidemezse yolun inşasına memur mühendis orada gömülecektir. (Erden,2003:114) Cemal Paşa’nın yönetim tarzını gösteren bir başka sembolik olay da ağaçlarla ilgilidir. (…)23 Nisan 1915 günü yani Osmanlı Devleti’nin harbe girmesinden altı ay sonra Suriye Demiryolları askeri komiserliği ‘şimendifer depolarında ancak üç bin ton kardif kömürü bulunduğunu, bu kömürün de Çanakkale'ye gidecek olan kuvvetlerin nakliyatı için sarfedileceğini, kardif kömürü tedarik edilmedikçe askeri nakliyatın temin edilemeyeceğini’ bildirdi. (…)Bunun üzerine Cemal Paşa şöyle bir emir verdi. "Makineler odunla işletilecektir.” Fakat ormanlar yetmiyordu. Esasen Suriye'de çok sayıda orman yoktu.Bunun üzerine bölgedeki yemiş ağaçlarının yüzde kırkının kesilmesi emredildi. Bu oran daha sonra yüzde elliye çıkarıldı. Suriye’nin serveti olan kayısı ağaçları Filistin’in serveti olan zeytin ağaçları kesildi.Bir soru üzerine ipek kozası yetiştiren dut ağaçları bu kesimden istisna edildi. (Erden,2003:311-313) (…)Cemal Paşa, "Eğer icap ederse Medine'deki hususi binaları dahi yıkıp odunlarını şimendifer ihtiyacı için kullanmaya mezun ve mecbur olduğunu” Medine Kumandanı Fahreddin Paşaya bildirdi. Bu binaları yıkmaksızın odun ihtiyacı karşılandı.(Erden,2003:314) Cemal Paşa’nın Suriye’deki diktatörce yönetim tarzı Arap Topraklarının Osmanlı Devleti’nden kopması için adeta katalizör görevi görmüştü. (…) Divan-ı Harb, 20 Arap İhtilalcisinin

evrakını göndermiş Cemal Paşa derhal onaylanması için emir yazılmasını emretmişti. Aralarında mebuslar, subaylar ve gazeteciler vardı. Hukuk Müşaviri Vassaf Bey, "Aylarca süren bir yargılamanın yüzlerce sayfa tutan evrakını tetkik etmek için en az bir haftaya ihtiyaç olduğunu" söylemiş.Ancak Paşa Hazretleri sahip olduğu özel kanundan aldığı yetki ile hükümleri onaylayıp uyguladı. (Erden,2003:327) (…) Mahkumların yarısı Şam'da, yarısı Beyrut'ta asıldılar.Aynı akşam Cemal Paşa’nın evlilik yıldönümü imiş. Dışarıda yüz adım ötede yüzleri sararmış, asılı adamların sallandıkları darağaçları, içeride sarı kayısı güllerinin mestedici kokularının yoğunlaştığı gülistan.Asılmışlar ve güller… (Erden,2003:332) (…) Gazze Müftüsü ve oğlu, ellerinde bavul Gazze'den çıkıp çöle giderlerken tutuklanmış, Mısır’a kaçmaya teşebbüs ettiklerinden dolayı, cezalandırılmak üzere orduca Harp Divanına verilmiştiler. Divan-ı harb, "Ordu kumandanının kanaatini en kuvvetli şehadet ve delil " sayarak Müftü efendiyi ve oğlunu idama mahkum etmiş, baba oğul Gazze kapısında idam edilmişlerdir. (Erden,2003:343) Halbuki Araplar, yapılan bütün kötü propagandanın aksine canla başla Osmanlının yanında uzun süre savaşmışlardı. (…)Kanal Saldırısı sırasında Medine akıncıları, ateşin şiddetine rağmen, siperlerin içine kadar hatta siperlerin hemen gerisindeki çadırlara kadar girdiler.Çadırların civarındaki su yollarını tahrip, oradaki develerden iki yüzünü itlaf ettiler. (Erden,2003:293) (…)Medine Akıncı Alayı bu savaşlarda çok cesurca savaşmış siperler içindeki düşmana hücum ederek düşman mevzii ve ordugahının büyük kısmını tahrip etmiş ve bir hayli İngiliz öldürmüştü. Hicaz çölünün bu asil çocukları, Sina Çölü'nde, Osmanlı Ordusunun safları arasında İngilizlerle çarpışmış; Süveyş Kanalı önündeki İngiliz siperleri içinde, Türk askerleriyle birlikte kanlarını akıtmışlardı. (Erden,2003:297) Bütün bu yaşanan olaylar son dönemlerinde Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü durumu gösteren manidar örneklerdir. Tarihin tekkerür etmesi için hatalardan ders almak gerekir. Bu yüzden Mehmet Akif Ersoy da şu tarihi uyarıyı yapar: Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? "Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? 25


TEK BAŞINA BİR MEKTEP:

GÖNENLİ MEHMED EFENDİ

(1901-Gönende doğdu…2 Ocak 1991-İstanbulda vefat etti)

Gönen, edebiyatta Ömer Seyfeddin’i, maneviyatta ise Mehmed Efendi’yi hatırlatır. Vehbi VAKKASOĞLU*

Bazı şehirler bazı şahıslarla tanınır. Şehri şereflendiren bahtlı insanlarımızdır onlar. Hep doğdukları, yaşadıkları şehrin adıyla anılır bu güzel insanlar. Gönen, edebiyatta Ömer Seyfeddin’i, maneviyatta ise Mehmed Efendi’yi hatırlatır. Ama daha çok Mehmed Efendi memleketi ile özdeşleşmiştir.Zira O ,öteki mehmed efendilerden, GÖNENLİ lakabıyla ayrılır. Sadece Gönen’in değil, aslında bütün İslam dünyasının şerefidir Mehmed Efendi Hazretleri…Çünkü o, tek başına bir Kur’an mektebidir. Hem de, neredeyse “ALLAH” demenin yasak olduğu bir devirde,maddeten fakir, ama gönülleri ilim aşkıyla dolu Anadolu çocuklarına açılmış bir mektepti.Hem de yatılısı bile bedava olan bir mektep…

*Eğitimci-Yazar

sayı//30// ocak 26

Daha doğru tabiriyle, sıcacık bir kucaktı. Bu kucak, ana yürekli bir baba kucağıydı. Şefkatten ibaretti. Nebevi ilhamlarla koskocaman açılmıştı. İman, islam, Kur’an sevdasıyla kanatlanmış herkese, adı, sanı, memleketi, etnik kökeni ne olursa olsun, bir yuva, bir sığınak olmuştu. Örneği, Ashab-ı Suffa idi. Sadece,masum,mübarek Kur’an sevdalısı fakir gençlere değil, toplumun bütün fertlerine,cami cemaatine, arsızına,hırsına ayyaşına, sarhoşuna,sosyetesine,dinden en uzak noktada duranına kadar herkese, bir selamı ve etkili bir kelamı vardı. Hakikaten Hoca idi. Kelimenin tam manasiyle, mükemmel bir kanaat önderiydi. Ve hiç şüphesiz bir veliydi… Sultanahmed Camii’ni bir müjde camiine döndürürdü. “Ne güzel ettiniz de geldiniz, bu mübarek bayramın sabahında…Hoş geldiniz. Şimdi bu güzelliği idrak edemeyen nice kardeşimiz var, dua edelim de Rabbim onları da aramıza katsın inşallah” derdi. Bu neviden hitaplarıyla mü’minlerin bayram sevinçlerini katlardı. Bir gün, Sultanahmet’teki vaazını bitirirken dedi ki: “Şimdi ben bir dua edeceğim, siz de amin diyeceksiniz.” Duanın sonunda, cemaat tabii ki amin dedi ama,o bunu kafi görmedi. “Ben tekrar dua edeceğim,siz de can-ü gönülden öyle bir amin diyeceksiniz ki,hem siz duanın tadına varasınız, hem de şu gavurcuklar duamızdan duygulansın. O sırada, camide kalabalık bir turist kafilesi vardı. Konuştuğu camiyi onun ticarethanesi sanırdınız.Çünkü, cami ne kadar kalabalıksa, Hoca kadar mutlu olurdu.… Cemaati,kazanan ve kazandıran olarak görür, tebrik eder, teşekkür eder, tekrar beklediğini söylerdi. Hiç kaybetmek istemeyen bir üslup ve eylem tarzına sahipti. İnsana olan coşkun sevgisini ve samimi memnuniyetini daima hissettirirdi.Bu sebeple,her kesimden, her yaştan,her cinsten seveni vardı. Güvenilirdi. Muhammedü’l Emin’in (s.a.) hakiki ümmetiydi. Ne çek, ne senet,paralar konurdu avucuna… Dönüp bakmazdı, kuruşuna. Mektebinin aşı ekmeği tükendiği zaman da, oturduğu evini satmaya kalkardı. İlgi alanına herkes girerdi. Yolda kalmış bir turiste de, kimse idi.Bir gün Sultanahmed’in yan merdivenlerinde oturmuş, dalgın, üzgün, süzgün, saçı sakalı birbirine karışmış birini görür. Adamın yabancı olduğu her halinden bellidir. Hemen cebinden çıkardığı bir demet parayı bu adamın kucağına bırakıp


yoluna devam eder. Adam hayretler içindedir. Yarım yamalak Türkçe’siyle, doğru dürüst teşekkür bile edemez. Zaten vakti de yoktur. Hemen parayı sayıverir. Paranın miktarı heyecanını daha katlar. Avluda gördüğü kişilere, bu cömert zatın kim olduğunu sorar. “Caminin hocası” derler. Meğer adam, İstanbul’da çantasını çaldırmş. Çantasıyla birlikte bütün parası ve pasaportu da gitmiş. O gün depara bulamasa kaldığı otelden atılacakmış. Konsolosluk, pasaport vermek için hırsızlığın ispatlanmasını istemiş. Acil bir iş için de hemen Hollanda’ya dönmesi gerekiyormuş… İşte tam bu sıkıntıların içinde iken,bütün işlerini halledecek miktarda bir parayı meçhul bir el kucağına bırakıvermiş. Meğer bu adam ressammış. Dönüş yolunda, kendi kendine bir söz vermiş: “Eğer mesleğimde ilerler ve hatırı sayılır bir para kazanırsam, bu hal ehli İmam’a borcumu fazlasıyla ödeyeceğim” Aradan yıllar geçer. Bir gün, bir yabancı Sultanahmet Camii’ne gelerek ısrarla imamı sorar.Gösterirler.İmam, Emrullah Hatipoğlu hocamızdır. Adam, aradığı imamı tarif edince,iş anlaşılır. Gönenli Mehmed Efendi’nin vefat ettiği söylenir. Bu adam, Hollandalı ressamdan başkası değildir. Dolayısiyle,aldığı habere çok üzülür ve yıllar önce, garibanlık döneminde başından geçen hatırayı anlatır. Sonra da, getirdiği parayı, “Borcumdur” diyerek ,yeni İmam’a verir. Bu para, Emrullah Hocamızın tensibiyle, uzun süre, sadece yolda kalmış garibanlara,memleketlerine dönmek üzere, yol parası olarak kullanılır.Ve böylece,Gönenli Hocamızın ruhu şad edilir. Gönenli Mehmed Efendi, gece gündüz bu tür güzelliklerle uğraşırken,birileri de onunla uğraşırdı.Yine öyle bir gündü.Nasipsizin biri onu şikayet etmişti.Emniyet amirinin odasına alındı.Amir, “Hocam,gene hakkında dilekçe var…Yüzlerce gencin ibate ve iaşesini sağlıyormuşsun…Bu para nerden geliyor.” Tabii ki, Allah rızası için beş kuruş harcamamış kişilerin,fakir ahalinin rızkından keserek topladığı bu paraları anlaması imkansızdı. Hoca, “Rabbim nasip ediyor” evladım dedi ama gerisini getiremedi.Emniyet Amiri gürleyiverdi: “-Nasip masip,geçin bunları Efendim! Siz şimdi,bu değirmenin suyu nerden geliyor, bunu açıklayın. Fakir fukara yardımıyla olacak şey değil bu. Eeee, siz de zengin değilsiniz? Ne var bu işin altında?..” Kul sıkışmayınca, Hızır yetişmez der atalarımız. Tam da Amir’in sorusuna cevap vereceği

sırada, odanın önünden koşar adım geçmekte olan bir polis memuru,birden duruverdi.Yarı açık olan kapıdan Gönenli Hoca’yı fark etti. Heyecanından, belki amirini de fark etmeyerek, “Oooo Hocam, maşallah. Hoş geldiniz.Ne güzel oldu, Rabbim denk getirdi.Bir aydır sizi bulmaya çalışıyordum. İzinden gelirken Babam şu emaneti size vermemi söylemişti. Dedi ve o gün için,oldukça yüklü bir miktar parayı Gönenli’nin kucağına bıraktı,dua istedi ve tekrar işine koştu. Hoca, gördüklerine hayret içinde kalmış ve henüz şaşkınlığını atamamış olan emniyet amirine döndü, “Evladım,işte böyle getirip veriyorlar… Ben onları tanımam,bimem. Ama sıkışık anımızda isteyince de,hiç “Yok” demiyorlar.Bu millet İslam,iman, Kur’an deyince veriyor yavrum, hiç esirgemiyor.Hem de şimdi gördüğünüz gibi, bazen de istemeden veriyor.” Bu açıklamadan sonra, Gönenli Hocamız, Sirkeci’deki o zulüm merkezinden salıverildi. Bu zor şartlar altında Kur’an hizmetine koşan, mübarek bir gönül sultanı idi Hocamız.Rabbim rahmetine gark ede. Nasipliydi.Bir keresinde, Hacda vefat etti haberi yayılmıştı kulaktan kulağa.. Hatimler, Yasinler, Tebareke’ler, Fatiha’lar, İhlas’lar yağmur olup yağıvermiş, dualar bereketlenmişti. Vefatında da, ömrünü hizmetine verdiği Kur’an, O’nun ruhunu bir rahmet halesi gibi sarıp sarmalamış, Fatih Camii emsalini zor gördüğü bir cenaze namazına şahit olmuştu. (3 Ocak 1991) Allah (c.c.) sevdiği kulunu sevdirmişti. GÖNENLİ HOCAMIZDAN HİKMETLİ SÖZLER:

• Sabrettin,söylemedin. Söylemedin diye sevin. •Sana en yakın şefaatçi annendir.Allah’tan, annemin yüzü suyu hürmetine diyerek iste. İyiliklere erişirsin. •İnsanlara iyilik ettiniz mi, kaçın yanından, utanmasın, sizin yanınızda küçülmesin. •Seni üzen olunca,ona bir şey söyleme,Allah’ına söyle. “Allah’ım! Sen ilham eyle de bir daha beni üzmesin”de. •İnsanın HAK katında derecesi arttıkça, insanlara merhameti artar. •Sinir hastalıkları, öfkelenmenin zehirleridir. İnsan öfkelendiği zaman,ya abdest almalı,ya namaz kılmalı, ya da Allahü Ekber demeli. •Kul hakkı çok geniş. Hiç tanımadığın bir kimseye dudak büksen,hesabı sorulacak. •Bir insan yaptığı kötülüğü bile saklayacak, söylemeyecek; kötü örnek olmayacak… 27


KAPALIÇARŞI ÜZERİNDEN BİR DÖNEMİN HATIRALARI Sarraflar sadece muhtelif boylarda tam, yarım çeyrek Ata lira ve Osmanlıdan kalan Reşat, Hamit gibi diğer türlerde altın paralar satan dükkanlardır. Kuyumcularda ise, bilezik, yüzük, kordon türünde işlenmiş altın çeşitleri bulunur Erhan ERKEN

stanbul’da Beyazıt Semtinde ( bugün artık Fatih olarak anılıyor) yer alan Kapalıçarşı benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda üzerimde derin hatıralar bırakmış bir yerdir. Babamın 1977 yılına kadar Kapalıçarşı’da Kuyumcu dükkanı vardı. Nuruosmaniye kapısına varmadan sol tarafta, sondan ikinci sokak Mahmutpaşa’ya kadar uzanan Kuyumcular caddesi idi. Bizim işyeri o caddenin giriş bölümünde bulunuyordu. Rahmetli Dayım son dönemlerde babamla beraber bizim dükkanda çalışırdı. İki büyük amcam 1985 yılına kadar aynı caddenin sonlarında Mahmutpaşa’ya çıkmadan Sıra odalar denen bir aralıkta Kuyumcular için makine imal ederlerdi. Özetle ailenin büyük bölümü maişetini bu çarşıda sağlarlardı. Okuldan erken çıktığım bazı günler bir sebep icat ederek Kapalıçarşı’daki dükkana uğramaya çalışırdım . Gerçi babam pek gelmemi istemezdi. En büyük gerekçesi ise ‘paranın tadını alıp okuluma devam etmeyeceğim’ korkusu idi. Oysa benim okula devam etmek, üstelik okul dışında da kitaplarla haşir neşir olma merakım yaşım ilerledikçe daha da artıyordu. Ama babalık duygusu; ya bir gün çarşının cazibesine kapılır da okulu boşlarsam diye içten içe korkuyor ve benim dükkana gelme isteklerime çoğu kere bazen de sudan sebeplerle karşı çıkıyordu. Babamlar Fatih Nişanca’daki evimizden Kapalıçarşı’ya bazen minibüsle bazen de araba ile giderlerdi. Taksi kullanımı bizimkiler için çok yaygın bir uygulama değildi. Arabayı genellikle bugünkü İstanbul Üniversitesinin önündeki parka bırakırlardı. Bugün arabanın bile girmesi yasak olan o bölgede o zamanlar otoparkın olduğunu düşünmek bile şehrin değişimi açısından hayret verici bir ayrıntı sanırım. TARZİBAŞI ARALIK SOKAK VE KUYUMCULAR CADDESİ

Çarşıkapı tarafından Kapalıçarşıya girişten, Nuruosmaniye kapısına kadar devam eden geniş cadde Kalpakçılar adıyla anılmaktaydı. Yukarıda da belirttiğim gibi Nuruosmaniye kapısına varmadan evvelki ikinci sokaktan sola sapıldığında Kuyumcular caddesine giriş yapardınız. Bizim dükkanın bulunduğu sokağın adı nedense Kuyumcular caddesinin başı olmasına rağmen Terzibaşı aralık sokağı diye geçiyordu. Sokağın girişinde sağda Hayırlı Kuyumcu, onun yanında Rahmetli İhsan Tim amcanın dükkanı, onun bir altında önce Mesut Pişirici’nin sarrafiye daha sonra da Erzurumlu

sayı//30// ocak 28


Yılmaz ağabeyin kuyumcu dükkanı bulunurdu. Sokağın sol tarafında en üstte Sarraf Mehmet amca, onun altında imalat işleri de olan Vahi Run amcanın dükkanları vardı. Onun bir altında bir dönem Ara ve Sinem Gaboyan kardeşlerin Kuyumcu dükkanı yer alıyordu. Vahi Run ve Gaboyan kardeşler pırlanta işi de yapmaktaydılar. Daha sonra o dükkanı bir dönem Rahmetli Ömer Özpala ağabey işletti. Ömer ağabey yine babamların yakın dostu olan Sabri Özpala amcanın kardeşi idi. Bu arada kuyumculuk işine aşina olmayanlar için kısa bir bilgi vereyim: Sarraflar sadece muhtelif boylarda tam, yarım çeyrek Ata lira ve Osmanlıdan kalan Reşat, Hamit gibi diğer türlerde altın paralar satan dükkanlardır. Kuyumcularda ise, bilezik, yüzük, kordon türünde işlenmiş altın çeşitleri bulunur. Tabii bir de kıymetli taşları alıp satan pırlantacılar ve sadece gümüş işi yapan esnaflar da Kapalıçarşı’da yer alırlar. Sözü rahmetli Ömer ağabeyde bırakmıştık. Yeniden oraya dönersek; Ömer ağabeyin bizim aile için en önemli özelliklerinden biri babamla beraber 1972 yılında arabayla Hacca gitmiş olmalarıydı. O dönem Hacca araba ile gitmeye izin veriliyordu ve babamlar da bu fırsatı değerlendirmişlerdi. Şimdilerde büyük insani dramların yaşadığı o coğrafyadan huzur içinde gidip vazifelerini yerine getirerek dönmüşlerdi. Rahmetli Ömer abinin bir diğer özelliği de babamın büyük ağabeyi ile, babamla ve amcamın oğulları ile aynı anda sıcak muhabbet kurabilen bir kişi olabilmesiydi. Benim hatırladığım hepsi Rahmetliyi çok severlerdi. O sokağın en alt köşesinde de bizim dükkan yer alıyordu. Küçük ama benim gözümde çok

sevimli bir dükkandı. Dükkanın dış köşesinde de ayrı bir camekanlı bölümü vardı ve orası da adeta ayrı bir ticarethane gibi işlerdi. 1970’li yıllarda o dönemin TİTO Yugoslavya’sından gelen turistler kendi ülkelerine 14 ayardan daha yüksek altın götüremediklerinden, babam o vitrini 8 ve 14 ayar ürünlere ayırırdı. Hatırladığım kadarı ile bazen o küçük vitrin içeriden bile fazla iş yapardı. Aşağı doğru inerken Mahmut Erol Kılıç’ın babası ile amcasının ( Rahmetli Şevki ve Ziya amcalar) sahibi olduğu kuyumcu dükkanı, daha aşağıda Rahmetli Hacı Hüsnü Uğurlu ve damadı Sabri Özpala’nın dükkanı, yine onun yakınında Rahmetli Hayri Ülseven amcanın dükkanı yer almaktaydı. Yolun sonunda hala mevcut olan Çukur Muhallebici diye tabir edilen, caddenin ortasında iki katlı ahşap bir dükkan bulunurdu. Buradan düz devam ederseniz içinde imalatçıların yer aldığı hanlara ve oradan da çarşının dışına çıkardınız. O imalatçı hanlarda da babamların birçok arkadaşları ve mal alış verişi yaptıkları kişiler vardı. Bilezik imal eden Kenan Özgür amca, Bekir Özpala ağabey, Zincirci Hasip bey v.s. Çukur muhallebiciden sağa doğru sapıldığında ise o yol sizi çarşıdan çıkararak Mahmutpaşa yokuşuna doğru götürürdü.

O imalatçı hanlarda da babamların birçok arkadaşları ve mal alış verişi yaptıkları kişiler vardı. Bilezik imal eden Kenan Özgür amca, Bekir Özpala ağabey, Zincirci Hasip bey v.s.

SIRA ODALARDAKİ ATÖLYE

Yukarıda da bahsettiğim gibi bu cadde üzerinde yer alan amcamların sıra odalardaki dükkanının adı babamların arasında atölye olarak geçerdi. Babamın büyükleri olan iki amcam orada yüzük ve bileziklerin üzerine desen atmaya yarayan kendi döneminde çok nitelikli bir makine imal ederlerdi. İmalat işi ile uğraşanların

29


Bu sohbetlere katıldığını duyduğum ve gördüğüm hocalar içinde Tevfik Çapacı, İhsan Toksarı, Ali Özek ve birkaç defa da Rahmetli Abdurrahman Gürses hocayı hatırlarım.

vaz geçemeyecekleri o makinayı yapan, kendi dönemlerinde neredeyse tek imalatçı bizim amcalardı. Amcamlar atölyede bir yandan torna ve sair makinelerinde işlerini görürler, bir yandan da gelenlerle muhabbet ederlerdi. Burası, imalat dışında sohbet ve muhabbetin de bol olduğu bir mekandı. Musluğundan sıcak su akan bir lavabosu vardı ve özellikle kış günlerinde çoğu kişi burada abdestlerini alırdı. Amcamların tahta namazgahları da küçük bir mescit işlevi görürdü. Atölye’de her daim birilerinin elinde çay tabağı ve bardağına rastlamak mümkündü. Atölyenin diğer müdavimleri arasında Yorgancılar caddesi üzerinde yorgancılık işiyle meşgul olan büyük eniştem, toptan külçe altın işi yapan Rahmetli Ceylan Bektaş amca, Rahmetli Şevki ve Ziya Kılıç amcalar ve Özpala kardeşler. Bu saydıklarım dışında daha bir çok kişinin de ismini zikretmek belki mümkün ama bu saydıklarım bile ekibin genişliği hususunda bir fikir vermeye yeter sanırım. BABAMLARIN CUMA TOPLANTILARI

Atölye’ye devam eden ekibin hafta sonlarında özellikle Cuma geceleri düzenli toplantıları olurdu. Bu toplantılar evlerde dönüşümlü yapılırdı. Bizler küçükler olarak bu toplantılar kendi evlerimizle yapıldığında hizmet etmek için büyüklerin arasına katışır ve onların takılmalarına muhatap olurduk. Bu toplantılarda genelde çarşı camiinin o zamanki imamı rahmetli Raif Bahriyeli hocayı hiç unutamam. Çünkü beni ve benim gibi babamların arasında dolaşan o zamanın çocuklarını her gördüğünde yanına çağırıp muhakkak dini bahislerle ilgili bir şeyler sorar ve bizi konuştururdu. Bu sohbetlere katıldığını sayı//30// ocak 30

duyduğum ve gördüğüm hocalar içinde Tevfik Çapacı, İhsan Toksarı, Ali Özek ve birkaç defa da Rahmetli Abdurrahman Gürses hocayı hatırlarım. Yine birkaç toplantılarında Kadir Mısıroğlu’nun da geldiğini babamdan dinlemiştim. Hatta bir toplantı sonrası babam Sebil yayınevinin bazı kitaplarıyla eve gelmiş ve yine Sebil dergisine abone olmuştu. Bizim evdeki Sebil dergisi koleksiyonları o dönemden kalma benim açımdan çok önemli dergilerden biriydi. İlk gençlik yıllarımda bazen yazıları anlamakta zorlansam da Sebil okumak nedense bana ayrı bir güven verirdi. Daha sonraki senelerde babamların bu toplantılarına Rahmetli Mahmut Bayram hoca da katılmaya başlamıştı. Mahmut Hoca onlara Tergib ve Terhib adlı bir hadis kitabı aldırmıştı ve düzenli olarak ondan hadis okuyup izahatta bulunurdu. Rahmetli Mahmut hoca babamlara hiç uzun vaaz vermez ve dersi belli bir sürede bitirirdi. Sizin gurubu çok sıkmamak lazım yoksa işin tadı kaçar, bir daha ya gelmezsiniz ya da beni çağırmazsınız diye onlara takılırdı. Babamlar da onun bu politikasını hatırladığım kadarıyla çok severlerdi. Kısa bir ders, bazen bir Kuran-ı Kerim tilaveti ve manası, geriye kalan zamanda da çay ve muhabbet. Seksenli yıllarda bizler de Rahmetli Mahmut Bayram hocanın imamlık yaptığı Horhor Caddesinin sonundaki Kızıl Minare Camiine çokça giderdik. İnsan psikolojisinden gayet iyi anlayan enerji dolu bir Hocaefendi idi. Allah rahmet eylesin. O DÖNEMİN ESNAFI SADE YAŞARDI

Variyetleri iyi olmasına rağmen bu esnaf gurubu izleyebildiğim ve bugünden geriye bakıp görebildiğim kadarıyla tutumlu insanlardı. Eski tabirle mazbut bir hayatları vardı. Hemen her konuda olduğu gibi İkramlarında da aşırıya kaçıldığını hatırlamam. Ev hanımları makul çeşitlerde kurabiyeler yaparlardı ve ikramlar genelde evlerde hazırlanırdı. Bu toplantılar çoğu zaman, hanımları da tanışan bu gurubun hanım günlerinin akşamlarında o günün yapıldığı evde organize edilirdi. Hanımlar için yapılan kurabiye ve tatlılardan erkekler de nasiplerini alırlardı. Yine bu esnaf gurubunun bazen erkek faslı dedikleri, hafta içi gece yemekten sonra toplanarak boğaza gidip çay içme veya kısa metrajlı ev gezmeleri olurdu. Hatırladığım kadarı ile bazen yıl içinde toplanarak beraberce Anadolu turu yaptıkları da olurdu.. Bu turlarda da genel program, gittikleri şehirlerde camii merkezli görülecek mekanları ziyaret etmekti. Seyahatler arabayla yapılır, yolda durulan bazı


mola yerlerinde arabada bulunan, tüp ve çay takımları ile çay yapılır, bagajda yer alan masa ve şezlonglar açılır ve çayın yanına küçük atıştırmalarla seyahat gerçekleşirdi. Tabii arada kendilerine bir lokantaya gidip ödül verdikleri de olurdu O zamanın önemli elektronik aletlerinden biri 8 mm çapında çekim yapan film makineleri ve Grundig marka hatta cinsini de söyleyeyim TK 27 teyplerdi. Hocaların olduğu toplantılarda ilerleyen saatlerde vaaz, Kur’an-ı Kerim ve Mevlid tilaveti olurdu ve bunlar teybe kayıt edilirdi. Kendi aralarında yaptıkları seyahatlerin de kayıtları birçoğunun evlerinde mevcuttu. Bizim ve amcamların evlerinde de içi bu kayıtlarla dolu onlarca bant bulunmaktaydı. DİNİ FAALİYETLERİ

O dönemin orta yaşlı çarşı esnafı olarak babamların en önemli dini faaliyetleri de tahminim bu toplantılardı. Bazen bu toplantılara o dönemin politik simalarından birilerinin de geldiğini duyardık fakat bu topluluk, arasındaki birkaç kişi dışında politikayla pek haşir neşir olan bir topluluk değildi. İmam Hatip Cemiyetine yapılan destekler, Nuruosmaniye Kur’an Kursu, Çarşı camii ve Cevahir Bedesteni’nindeki Camiinin ufak tefek ihtiyaçları, mahallelerdeki Kur’an Kursları ve Camilere yapılan yardımlar bu ekibin ana gündem maddeleri idi. Büyük çoğunluğu namazlarını aksatmaz, zekatlarını titizlikle vermeye çalışır, altın işiyle uğraşanlar zekat ve sadaka hesabında hocaları detay sorularla çoğu kere terletir, imkan bulduğu ilk fırsatta o zamanlar bir hayli zor olmasına rağmen Hac vazifelerini yerine getirir, talebe okutmak için kurulmuş cemiyetlere destek olmaya çalışırlardı. KAPALIÇARŞIDAKİ CAMİ VE MESCİTLER

Hafta arasında gün içindeki vakitlerde Namaz için gidilen camilerin başında Nuruosmaniye camii gelirdi. O dönem Enver Hoca adlı bir imam efendinin orada imam olduğunu hatırlarım. Hatta müezzinlerden birinin de Necati ağabey olduğu hiç aklımdan çıkmaz. Ben de babamın delaletiyle Nuruosmaniye camiinin hemen yanı başındaki Kuran Kursunda bir dönem ezber yapmıştım. Orada Nafiz Hoca adıyla bir hocaefendi benimle ilgilenmişti. Allah kendisinden razı olsun. Ben ezber yapmaya gittiğimde orada çoğu kere Rahmetli Abdurahman Gürses hocanın gelip, Camideki müezzinler ve başka yerlerden de gelen hoca efendilere usul dersi

verdiğine şahit olmuşumdur. Babamların ve tabii çarşıya gittiğimizde o zaman benim de vakit namazlarında gittiğim diğer bir cami, Kapalıçarşının içindeki en büyük Cami olan Çarşı Camii idi. Caminin imamı uzunca bir süre Rahmetli Raif Bahriyeli hocaydı. Çarşının içinden Örücüler kapısına giderken merdivenle çıkılan bir Camii idi burası. Diğer bir Camii de Cevahir Bedesteni içerisindeki Bedesten Camii idi. Oranın imamı da babamın çarşıda bulunduğu dönemlerde Ahmet Hoca idi. Ahmet hoca şu an Yalova Esenköy’ün müdavimlerinden ve her sene yaz aylarında gittiğimizde görüşüp hayır duasını alırım. O da aile fertlerini sorup selamlarını iletir. SOKAK İSİMLERİ

Kapalıçarşı’nın benim eskiden beri dikkatimi çeken en önemli özelliklerinden birisi sokaklarının ismidir. Eski dönemlerde Çarşı esnafının mesleklere göre guruplandığı bu sokaklar, tabelalarına baktığınız zaman size hangi iş koluyla ilgili dükkanların bulunduğunu hemen gösterir nitelikteydi. Tabii zaman geçtikçe buralarda bir çok değişiklik oldu ve bu hususiyet de çok yerde ortadan kalktı. Mesela Çarşının içine girdiğinizde en büyük cadde Kalpakçılar Caddesi adıyla anılır. Ama bugün orada kalpak satan bir esnaf bulmak mümkün değildir. Yine bahsettiğim adı çarşının bir kapısına da verilmiş olan Örücülük mesleği de bugün pek görülmeyen bir meslektir. Örüciüler caddesi ve Örücüler kapısı çarşının bugün de kapılarından birinin adıdır ama oralarda kaç tane örücü sanatkarı kalmıştır onu bilemiyorum. Eskiden insanlar kullandıkları eşyalarda bir yırtık veya delik oluştuğunda bu meslek erbabına gelirler, onlar da bu eşyaları 31


da tıpki diğerleri gibi kendilerine ayrılmış sokaklarda yer alırlardı. DÜĞÜNCÜLER

Kapalıçarşı eski dönemlerde özellikle düğün alış verişlerinde çokça tercih edilen bir yerdi. Bugünkü gibi ilçelerde bu tarz büyük alış veriş mekanları bulunmaz, çocukları evlenecek aileler topluca düğün alışverişine Kapalıçarşı’ya giderlerdi. Bizim Kuyumcu dükkanları için düğüncü müşteriler pek makbuldü. Yüzüğü, bileziği, kordonu, beşibiryerdesi, iyi bir yekun tutardı. Aileler çarşıda diğer ev ihtiyaçlarının önemli bir bölümünü de alırlar ve oradan da Mahmutpaşa’ya doğru inerek elbise ve diğer giyim eşyalarını tedarik ederlerdi. Önce, gelişen semtlerde Kağalıçarşının fonksiyonu gören mağazalar açıldı, daha sonra da 2000’lerle birlikte AVM’ler hepsi adeta bir Kapalıçarşı fonksiyonu ifa eder oldular. ÇARŞIDAN ÇIKIŞ

Özetle Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alış verişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan

sayı//30// ocak 32

bazen aslını aratmayacak şekilde onarırlardı. Giysilerin insanlar için hatırı sayılır bir önemi vardı ve en ufak bir deformasyonda bir kenara atılmazdı. İnsanlar bin bir meşakkatle kazandıkları para ile giyecekleri veya istifade edecekleri diğer tür eşyaları alırlar, ufak tefek deformasyona uğradığında onarma yoluna giderler, gerekirse tamir ederler ve onları adeta tepe tepe kullanırlardı. Yine biraz evvel eniştemden bahsederken zikri geçen Yorgancılar caddesinde de iki taraflı olarak Yorgancı esnafı yer alırdı. Hatta Yorgancılar caddesinin sonundaki Yorgancılar kapısından çıkıldığında sağda bulunan küçük mescidin adı da Yorgancılar Mescidi idi. Bu mescidin benim açımdan en önemli yanı bir dönem fırsat buldukça Cuma günü namaz kılmak için buraya gelirdim. Çünkü namazı Rahmetli Şeyh Muzaffer Özak Hoca kıldırırdı ve onun vaaz ve hutbeleri de çok etkileyiciydi. Şeyh Muzaffer Özak hocanın sahaflarda bir de kitapçı dükkanı bulunurdu ki orası da özel bir mekandı. Mesleklerden ismini alan Fesçiler, kürkçüler, gelinlikçiler, mobilyacılar, halıcılar v.s esnaf

Babam 1977 yılında Kapalıçarşı’dan ayrıldı ve Fatih Yavuz Selim’de bir Kuyumcu dükkanı açtı. O dönem için kendisi açısından bir hayli riskli bir karardı. Çünkü Fevzipaşa Caddesini bir uçtan bir uca düşündüğünüzde bizim dükkan o yol üzerinde açılan üçüncü Kuyumcu dükkanı idi. Önceleri tedirgin olmuş fakat daha sonra anladığım kadariyle bu kararından bir hayli memnuniyet duymuştu. Bu olay bile 40 yılda İstanbul’daki değişimi göstermesi bakımından önemli bir örnektir. Yukarıda bahsi geçen babamın arkadaşları da doksanlı yıllarla birlikte birer ikişer çarşıdan çıktılar ve Cuma akşamları yaptıkları sohbetlerini artık gün içlerinde farklı formatlarda yapar oldular. Özetle Kapalıçarşı, yerleşim düzeni, dönemlere göre değişen fonksiyonu, içinde ticari faaliyet yapan esnafı, o esnafın kendi arasında oluşturduğu kültürü, buraya alış verişe gelen insan kitlesi ile derinden incelenmesi gereken bir mekan. Şehrin yapısının, ekonomik ve sosyal ilişkilerin farklı şekiller alması, dünyada ve ülkemizde meydana gelen önemli yapısal değişiklikler her yeri olduğu gibi Kapalıçarşı’yı ve onun içindeki insanları da değiştiriyor. Bu değişiklikleri izlerken günümüzde yaşananlar ile kurduğumuz benzerlik ve farklılıklar önemli dersler çıkarmamıza yol açıyor sanırım. Bu yazı vesilesiyle babamın arkadaşlarından ve Kapalıçarşı esnafından ahirete intikal edenlere Allah’dan Rahmet, hayatta olanlara da afiyetler diliyorum.


GÜLÜMSEYİN LÜTFEN Fotoğrafçı gayet ciddi, “Gözünüzü kırpmayın, başınızı eğmeyin, önünüze bakmayın, buraya bakın, gülmeyin.” derdi. Evet, gülmeyin derdi. Şöyle bir dönüp de eski fotoğraflara bakacak olursanız hiç gülen insan yüzüne rastlayamazsınız Mustafa UÇURUM

ijital bir kuşatma altındayız. Her tarafımız kameralarla çevrilmiş durumda. Attığımız adım kaydediliyor. Gittiğimiz her yer sanki bir stüdyo. Mağazalar, marketler, sokaklar ve her bir köşe irili ufaklı kameralarla donatılmış durumda. Objektife bakmaya fırsat kalmadan, üstümüze başımıza çeki düzen vermeden kayıt başlıyor bile. İnsanlarımızın içindeki bu çekim aşkı her gün biraz daha artıyor. Bazen güvenlik için bazen de arşivlik görüntüler yakalamak için basılıyor deklanşöre. Yıllar sonrasına kalacak sayısız belge ile donatılıyor dünyamız. Yıllar öncesinden, bir evde fotoğraf çekileceği zaman sanki bir bayram sevinci yaşanırdı. Herkes en güzel elbiselerini giyerdi. En öne iki sandalye getirilir, evin büyükleri oraya oturtulur, ev halkı da sandalyelerin arkasında kendine uygun bir yer bulmaya çalışırdı. Fotoğrafçı gayet ciddi, “Gözünüzü kırpmayın, başınızı eğmeyin, önünüze bakmayın, buraya bakın, gülmeyin.” derdi. Evet, gülmeyin derdi. Şöyle bir dönüp de eski fotoğraflara bakacak olursanız hiç gülen insan yüzüne rastlayamazsınız. Çünkü o zamanlarda ciddi bir işti fotoğraf çekinmek. Fotoğrafçı da işini dikkatli yapmak zorundaydı. Fotoğraf filmi, banyosu, kartı “dünya kadar para”ydı.

Siyah beyaz fotoğraflar hep hüzün yüklüdür. Kimse o fotoğraflara bakarken gülüp eğlenmez. İnsanın içine bir hüzün çöker, gözleri dalıp gider. Gülmeyen, boş ve hüzünlü bakan gözler geçmişi hatırlattığı kadar geçip giden zamanın da sessiz tanıklarıdır. Otomatik sarmalı makinelerin çıkması fotoğraf meraklılarını oldukça heyecanlandırmıştı. Fotoğrafı çekiyorsun ve kendi kendine sarıyor makine. Bu bir devrimdi aslında. Bu mutluluğu uzun süre yaşadı fotoğrafla ilgilenenler. Sonra olan oldu ve dijital bir devrim yaşadı dünya. Fotoğraf dünyası da bundan elbette en büyük payını aldı. “Dijital makineler çıktı.” Binlerce fotoğraf çekme kapasitesi olan, video çekimi yapan makineler çoğaldıkça fotoğraf çekinmek gibi bir özellik de ister istemez ortadan kalktı. Haberimiz olmadan yakalanır olduk dijital bir makinenin dijital görüntüsüne. “Acaba nasıl çıkmışım?” gibi bir heyecanı yaşamadan hemen makinenin küçük ekranından bakıverdik hal-i pür melâlimize. Beğenmediysek verdiğimiz pozu, “Olmadı bir daha.” dedik. Ne de olsa film bitecek gibi bir sıkıntı da olmadığından ardı ardına kaçamak pozlar verdik, buğulu gözlerle baktık küçücük bir objektife. İlkokula giderken okulumuza gelen fotoğrafçı, “Herkes buraya baksın, kuş çıkacak.” diye hepimizin dikkatini fotoğraf makinesine toplamıştı. Bir sınıf dolusu öğrenci öylece bakmıştık kuşun çıkacağı yere. Kuşlar havalanmadı oradan ama bizler siyah beyaz pozlar verdik siyah önlüklerimizle. Dijital makinelerden kuşlar da havalanmıyor. Havalansa bile o masala inanacak çocukları bulmak zor. Çağımız masal çağını çoktan geçtiğinden ancak dijital bir tebessüm avutabiliyor bizi. Yeni fotoğraflar çekiyoruz, çektikçe albümlerimiz değilse bile bilgisayarımızın hafızası her gün biraz daha doluyor. Çünkü öyle bir hale geldi ki bu dijital trajedi, resimleri karta bastırmak yerine bilgisayarda muhafaza etmek daha kolayına gelmeye başladı bu işin heveslilerinin. Gelinen son nokta aslında daha da vahim görünüyor. Cep telefonlarındaki fotoğraf çekme özelliği bu işin meraklıları için daha da pratik oldu. Her daim yanında bulanan makinesiyle etrafımız sanal kameramanlar ve fotoğrafçılarla kuşatıldı. Bir trafik kazasından sonra ya da bir yangından sonra can çekişen insanları cep telefonlarına kaydetmeye çalışan işbirlikçi paparazzilerin sayısı iyice artmaya başladı. İnsanların inlemelerine aldırmadan çekimini sürdüren böyle kişilerin amaçları olsa olsa fırsatçılık ve kısa yoldan para kazanmak olabilir. Son zamanlarda haberlerde “cepten kayıtların” sayısının artması bunun iyi bir göstergesidir. Yarına kalacağını bilerek verdiğimiz pozlara sahip çıkalım. Sıkı duruşlarımız olsun hayata ve objektife karşı. Her güzellik elimizden uçup gidiyor. Biz her şeye rağmen pür dikkat bakalım objektife. Belki geçmişten gelen bir kuş havalanıverir bize doğru; kim bilir? 33


MODERNİZMİN ŞEHRİNDEN

MODERNİZMİN ŞİİRİ Fransız şiirinin etkisinde büyür Türk şiiri, modernizmin şehrinden…Meseleye böyle bakıldığında yerli-milli şiiri yazan kaç kişi vardır? Recep GARİP 9. yüzyıl Fransız şiirinin önde olduğu dönemlere işaret eder. O dönemin dehası Parnasse Okulunun Fransız şairlerinden Charles Baudelaire, Gerard de Nerval, Alphonse de Lamartine, Mallarme gibi şairler devrim niteliğinde şiire yol vermişlerdir. Arthur Rimbaud ve Paul Verlaine ise bu devrim niteliğindeki akışın zirvesine tırmanmış olan iki şairdir ve dünya şiirine ses ve nefes olmuşlardır. İsmi geçen şairler yeni bir dönemin kapılarını aralayarak sembolistler geleneğini başlatmışladır. Plastik güzelliklerden ziyade, soyutu önceleyen sembolistler, doğanın muştularından yola çıkarak iç seslerini yansıttıkları bilinçaltı metinlerine, şiirlerine ulaştıklarını iddia etmişlerdir. Alman filozof, şair ve bestekâr Friedrich Nietzsche 18. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya gelmiş ve kısa süren ömründe gelecek yüzyıllara damgasını vurmuş düşünürlerden birisidir ve şöyle söyler; "Bundan böyle doğanın özü sembolik biçimde anlatılmalı ve açıklanmalı; demek ki yeni bir semboller evrenine gerek var..." Şiirin her asırda, kendi dilini var ettiğini ve ustalarını inşa ettiğini de söyleyebiliriz.

sayı//30// ocak 34

19. Yüzyıl şiirinin inşası yenidünyanın şiirinin inşasıdır. Kalıplardan kurtulan, zincirlerini kıran, kuralları yok sayan bir döneme yelken açar şiir. Asıl itibariyle değişimler, savaşlar sanatı da, şiiri de, kültürü de budayarak, yenilenmelerine, değişmelerine, evirilmelerine, suyunun, huyunun, renginin, soluğunun başkalaşmasına böylece duraklamasına, yeniden farklı ifadelerle kendisine yollar bulmasına neden olur. 19. Yüzyıl ve sonrası. İşte Rimbaud ile Verlaine bu hareketliliğin zirvesindeki iki isimdir. Türk şirini ve şairlerini de etkileyen isimlerdendir. 20 yüzyıla ramak kala Türk şiirinin önemli ustalarının Fransız şiirine öykündüklerini, taklit ettiklerini, özendiklerini, ya da kendi şiirlerinde benzeşik yansımaların gözlendiğini de ifade edebiliriz. Özelde Rimbaud ve Verlaine bu iki şairin birbirlerine olan tutkularının azımsanmayacakyok sayılamayacak düzeyde ateşli olduğu bilinmelidir ve bu şairlerin şiirlerini örerken aralarındaki aşktan ciddi olarak beslendiklerini de ifade etmeliyiz. İnsanoğlunun hayat boyunca yakalayabileceği en kutlu ilişkilerdendir aşk. Şiir, sanat ve hayat aşkla anlam kazanır. Fransa dünyasında dini kurallara karşı şiirin kuralları kendi varlığını inşa ettikçe geleneksel ahlak anlayışları zafiyete uğrar. Bu durum ulaştığı bütün ülkelerin ahlak ve dini anlayışlarını da, geleneksel aile yaşantılarını da değiştirmeye başlar. Şiirdeki büyü bu defa ahlaka ve dine karşı başkaldırı olarak gözlemlenmektedir. Rimbaud, Verlaine’e şöyle yazar;“Dön, dön artık, bir tanecik dost, dön. Artık iyi ve kibar olacağıma söz veriyorum. Sana karşı soğuk davranışım inatla sürdürdüğüm bir şakaydı; ama şimdi çok pişmanım buna. Geri dönersen bu da unutulup gider. Bu şakaya inanmış olman ne acı! İki gündür durmaksızın ağlıyorum. Geri dön. Biraz olsun yüreklilik göster, benim sevgili dostum. Henüz hiçbir şey kaybedilmiş değil; yapacağın şey yalnızca ve yalnızca bir dönüş yolculuğu sadece. Burada yine yüreklilikle, sabırla yaşarız.Yalvarıyorum sana. Hem daha fazla senin iyiliğine olacaktır bu. Geri dön, bütün eşyalarını yerli yerinde bulacaksın. Umuyorum ki tartışmamızda ciddi bir neden olmadığını sen de anlamışsındır artık şimdi. Ne korkunç bir andı o! Peki ama gemiyi terk etmeni işaret ettiğim zaman sen neden gelmedin? Bu noktaya gelmek için mi iki sene birlikte yaşadık? Peki ama ne yapacaksın şimdi? Sen buraya gelmek istemiyorsan, ben senin bulunduğun yere geleyim mi?


Evet, haksız olan benim./Beni unutmayacaksın, öyle değil mi?/ Hayır, unutamazsın sen beni. Ben seni hep yüreğimde taşıyorum./Dostunu cevapsız bırakma: birlikte yaşayamayacak mıyız artık? Biraz yürekli ol. Hemen bana yaz./ Daha uzun süre kalamayacağım burada. Kalbinin sesinden başka şey dinleme./Yanına geleyim mi?/ Hemen bildir bana. Tüm hayatım boyunca sana bağlı kalacağım. Hemen cevapla beni. Burada en çok pazartesi akşamına kadar kalacağım. Üzerimde henüz bir peni bile yok; elimdeki tüm parayı postaya veremem. Kitaplarını ve müsveddelerini Vermersch’e bıraktım. Seni bir daha göremezsem, ya denizci olacağım ya asker.” Türk şiiri; 20. yüzyılı Fransız şirinin etkisinde boy vermeye başlar. İlk dönem şairlerinin genelinde var olan divan ve hece şiirinin dışındaki yolculuklarına bakıldığında bu etki gözlenmektedir. İmdi demeliyiz ki Cumhuriyetin ilk dönem şiirleri Fransız şiirinin taklidinden ibarettir ve istisnalar kaideyi asla bozmaz. Dönemin şairlerindeki öykünme Necip Fazıl’da gözüktüğü kadar Nazım Hikmet’te büyüleci durumdadır. Çok doğal olarak Cemal Süreya ve Sezi Karakoç’ta bu etki görülse bile artık şiirimizin kendi kökleri üzerinde inşa edildiği dönemlere ulaşılmıştır. Yani Fransız şirinin büyüsü artık gitmiş alınacaklar alınmış yerli ve milli şiirin kök saldığı dönemlere ulaşılmıştır. Arthur Rimbaud 37 yaşında hayata veda eder. Paul Verlaine ise uyuşturucu ve içki müptelası olur. Onlar şiirleriyle yaşamayı başarırlar. Bu iki şairden etkili olanı kuşkusuz Rimbaud’tur ve Verlaine’ı büyütür. Verlaie’nin bugün konuşuluyor, yazılıyor olmasının sebebidir Rimbaud. Öyle olsa bile Verlain olmasaydı Rimbaud olmayabilirdi. Çünkü onun deha çaplı şair oluşunu tetikleyen ana faktör Verlain’dır.Arthur Rimbaud şöyle sesleniyor; “Dönmeli, geri gelmeli,/O sevdalar çağı./Dayandım nasıl da Unutamam bir daha artık,/ O korkular, kaygılardı /Uçup gitti göklere. Bir belalı susuzluk / Kabartıyor damarlarımı.” Bu iki şair arasındaki ilişki sağlıklı olmasa da 19 ve 20 yüzyıl şiirinin dehaları olarak anılmaktadır. Hem şiir yolculukları hem de tutkularını konuşturmuşlar şiirin deha yüzleri böylece belirginleşmiştir. Buradan yola çıkarak Türk şiirinin dehası olan Sezai Karakoç şiirini iyi anlamak icap eder. İyi anlayabilmek

içinde şiirinden yola çıkarak şiir ekseninde yazdıklarıyla düşünce ufkumuzu açan, yücelten eserlerine yönelmek gerekir.Buraya uygun düşecek olan bir yazışmadan bir bölüm aktarmak istiyorum; "Hocam hayırlı geceler diliyorum. Cemal Süreya, Sezai Karakoç için ''kırık bir Verlaine'' ifadesini kullanıyor Papirüsteki bir şiirini okuduktan sonra. Sezai Karakoç ve Verlaine arasında hangi bakımdan ve nasıl ''kırık'' bir ilişki bulmuş olabilir araştırıyorum, bir sonuca ulaşamadım maalesef. Sizin düşünceleriniz ve edebi birikiminiz benim için çok değerli hocam. Şeyhiniz Sezai Karakoç neden "kırık bir Verlaine" bir fikriniz var mı?" Bu konu uzun konuşulması, yazılması gerekli bir konudur. Çünkü konuya girdiğimizde Türk şiirinin en azından 20.yüzyılını gündemimize almamız gerekiyor. Artur Rimbaud ile Paul Verlaine'in arasında sürüp giden kırık aşkla Monaroza arasında bir ironik benzetme olsa gerektir. Cemal Süreya önce Sezai Karakoç'tan aparttığı şiirlerinin hesabını versin derler böyle iğne batıran adama. Lakin her iki kalem de vaz geçilmezimizdir. Bunu evvelen belirtmiş olayım. Sezai Karakoç şiirini bir bakıma araklayançalan adamdır Cemal Süreya. Edebiyattaki şeyh efendim Sezai Karakoç saflığa vurur ve bilmezlikten gelir ve geçer. Bu böyle sürer ve gider. Akşam Cemal Süreya'ya yeni yazdığı şiirini okur Karakoç. Sabah Cemal’in yeni bir şiirinin dergide yayınlandığı görülür. Bu durum yıllarca devam eder. Sezai Karakoç üstadım hiç oralı olmaz. Aradaki dostluk, kardeşlik, beraberlik lekelensin istemez. Sezai Karakoç'ta kavuşmaz ya sevdiğine. Monaroza dillere destan olmuş bir şiirdir. Salonlarda, meclislerde ezbere okunur, genç âşıkların dillerinden düşmez. "Kırık bir Verlaine" deme sebebi, benzetmesi bu olsa gerektir. Oysa Fransız şiiri Modernizmin şiiridir ve kuralsızlıktır ana teması. Döneminin gelenek-ahlak ve dini kurallarına başkaldırı olarak doğar. Rimbaud ile Verlaine aşkıyla kıyaslar Cemal Süreya. İlk okuduğumda aklına bu geçmişin kırık öyküsü gelmiş olabilir elbette. Rimbaud diyor ki; "Dönmeli, geri gelmeli / O sevdalar çağı" Sezai Karakoç ise; "Ben geldim geleli açmadı gökler.." diyor.. Ya da"Benim şarkım uymaz öyle her saza"… Fransız şiirinin etkisinde büyür Türk şiiri, modernizmin şehrinden…Meseleye böyle bakıldığında yerli-milli şiiri yazan kaç kişi vardır? 35


TUNA YOKUŞ MU ÇIKIYOR NE?

BU TUNA BAŞKA TUNA

VİYANA -evvel-

Avusturya kuralcıdır. Özellikle de Viyana. Trafikte kırmızı ışıkta geçerseniz 60, yere sigara izmariti atarsanız 80 euro cezası vardır. Hemen keserler. Çok sayıda sivil görevli dolaşır. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

frika’da(Mısır) ve Rusya’da (Tataristan) birer, Avrupa Balkanlarda(Saraybosna, Priştina, Prizren) ve Asya’da(Almatı, Bakü, Bişkek)üçer, Türkiye’de Ankara ve Balıkesir’de birer, İstanbul’da üç defa uluslararası programlarda sorumluluk aldım, organize ettim. Bu defaki uluslararası programı ben hazırlamadım, konuk olarak katıldım. Yanımızda yüzlerce kilo ağırlığında kitap, broşür, kılavuz, resim, hediyelik eşyalar, promosyonlar, plaketler, sertifikalar, tebliğler artık yoktu. Oh be! Ufak bir valiz ve zaruri ihtiyaçlarımızı da yanımıza alarak eşimle birlikte Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Slovenya, Macaristan ve Almanya’yı kapsayan orta Avrupa’daki beş ülkede 8 günlük bir geziye çıktık. Oh ne rahatmış! Kim gelemedi, falana niçin vize verilmemiş, ağır çaantalar için neden bu kadar fazla ücret istiyorlar, feşmekan nasıl olur da pasaportunu unutur, otellerde yerler ayrılmış mı, toplantının yapılacağı salonlar hazır mı, yemekleri yenebilecek gibi mi, alınan döviz ve güvenlik tedbirleri yeterli mi bunların hiçi birini düşünemedim bile. Bir yolcu olarak katıldım bu geziye. Keyfime diyecek yok galiba. İlk defa böyle bir şey yaşıyorum. UYKULU GÖZLERLE YENİ BİR SABAH BAŞLIYOR

Uçağımız Yeşilköy’den saat 11.30’da havalanacak. Benim aklım bir eski karşılaşmada. Fenerbahçe Medipol Başakşehir’e 2-1 mağlup olarak şampiyonluğu elden kaçırdı. Canım bu yüzden bayağı sıkılmış vaziyette. Her şeye rağmen iki küçük valizimizi maç sonrası hazırladık. Sabah dairemizin sularını kestik, güvenliğe haber verdik ve erkenden araç trafiği henüz olmayan E-5’den saat 05.30’da arabayla Natilus’a gelerek aracımızı park ettik. ilk metro seferiyle Marmaray bindik. Boşa yakındı. Üsküdar’da doldu. Genelde yolcuların çoğu yarı uykulu vaziyetteydi. Kahvaltı yapamayanlar elindeki sandviç ekmeklerle karnını doyurmaya çalışıyorlardı. Yenikapı’ya geldik. Artık Marmaray ve metrolardan inen yolculardan bazıları ellerinde valiz ve çantaları kalabalıklar arasından geçerek gideceği istikametteki aracına koşturuyordu. Buradan Havaalanı metrosuna binerek soluğu Atatürk Havalimanı’nda aldık. Yolcuların önemli bölümü daha önce Zeytinburnu ve Dünya Ticaret Merkezi durağında inmişlerdi. Zaten çoğunun gözü de bir açılıp bir kapanıyordu hem uykusuzluktan, hem de ineceği durağı kaçırıp-kaçırmama

sayı//30// ocak 36


endişesinden. Öyle anlaşılıyordu ki bu iki durak emekçilerin yoğun olduğu istasyonlardı. Saat 07.30 olmuştu. Evimiz ile havaalanı arası hiç vakit kaybetmeden tamı tamına 2 saat sürmüştü. O gün havaalanında her zaman olan yoğunluk mevcut değildi. Jolly Tur geçtiği mesajda mutlaka 08.30’da Yeşilköy’de olmamızı istiyordu. Biz bir saat önceden vardık. Vakit geldi çattı. İstanbul Havaalanı ve metrosu işaret levhaları dikkatli bir yolcuyu hiç yanıltmaz, gideceği yeri rahatlıkla bulabilir. Bir müddet bekledik. Tur yetkililer ve diğer yolcular trafiğe takıldığı için ancak gelebildiler. Daha önceden elimizde olması gereken tur programı dosyasını tur standından aldım. İçinde ayrıca gidiş-dönüş uçak biletleri, sigorta teminatları vardı. Sabahın erken saatinde havaalanındaki cafelerin çoğu doluydu. Hem karınlarını doyuruyor yolcular, hem de uçuş vaktini bekliyorlardı. Yurtdışına çıkış vergisi hala 15 TL. Rahmetli Turgut Özal döneminde üç yılda bir olmak kaydıyla çıkış yasağı böylece kaldırıldı ve 75 TL vergi tahakkuk ettirildi, isteyen istediği kadar yurtdışına çıkabilecekti. Daha sonra 75 TL aşağıya çekildi, 15 TL oldu. Daha öncesi ise her Türk vatandaşı üç yılda bir çıkabiliyordu yurt dışına ve dövizi de karaborsadan buluyordu. Bu sorunlar Özal yönetiminde basit bu formülle aşılmıştı. Eşim ve benim için yurtdışı çıkış vergisini ödeyerek pulumuzu aldım. Döviz bozdurmak için de ilgili yerler açıktı. Öte yandan havaalanında gece nöbeti bitmiş, yeni ekibi oluşturan personel gelerek işbaşı yapmıştı sabahın bu saatinde. Havaalanında Suudi Arabistan yolcuları da aynı saatte bir hayli fazlaydı. Bunların tümüne yakını da umre için seyahat ediyor ve beyaz entarilerini erkenden sırtlarına geçirmişlerdi. Hepsi de orta yaşın üzerindeydi. Yolcular arasında engelli kişiler varsa havaalanlarımızda bunlar için

her türlü önlem alınmış ve haber edildiğinde büyük ilgi gösteriyor ve uçağa bininceye kadar yardımcı oluyorlar. MİNİK ÇOCUĞUN SOSYAL HAYATA İNTİBAKI NASIL OLUYOR?

Avusturya’da hangi milletten olursa olsun 2.5 yaşını dolduran her çocuk anaokuluna gitmek mecburiyetinde

Uçağa vaktinde alındık. Onur Air o günkü seferinde dolu değildi. Yanımıza Avusturya’da ikamet eden bir Türk kızı düştü. Sohpete başladık. Viyana’daki birkaç anaokulunda öğretmenlik yapıyormuş. Üniversitede bu konuda eğitim görmüş ve işe başlamış. Avusturya’daki anaokullarıyla alakalı bilgi istedim bu kızımızdan; -Avusturya’da hangi milletten olursa olsun 2.5 yaşını dolduran her çocuk anaokuluna gitmek mecburiyetinde. Dolayısıyla anaokullarında değişik milletlere mensup kişilerin çocuklarını görmek mümkün. -Hepsi mi böyle? -Evet bütün anaokulları karışıktır. Boşnak var, Arnavut var, Sırp var, Makedon var, Yunan var, Alman var, Portekizli ve İspanyol var. -Peki öğretmenlerin bu dilleri bilmesi mi gerekiyor? -Birkaç dili bilen öğretmenler de dolayısıyla tercih ediliyor. -Sen hangi dilleri biliyorsun? -İngilizce ve Almanca biliyorum. Okullarda Türk çocukları da olduğundan benim iş bulmam daha avantajlı hale geliyor. Bunun için de birkaç anaokulunda ders veriyorum. -Hangi dersi veriyorsun? -Okullarda her ders var. Sosyal dersler ağırlıklı. Çocukların hayata intibakı için çalışmalar yapılıyor. Sonra spor dersi var. -Din dersi yok mu? -Yok. Ancak din eğitimi isteyen aileler oluyor. Anaokullarında ise din dersi yok. -Peki sizin emekliliğini nasıl oluyor, sosyal güvenceniz var mı? 37


-Avusturya sosyal bir devlet. Benim sosyal güvencem var. İnşallah sürem dolunca emekliliğim de olacak. Böylesi konularda herhangi bir sorun yaşamıyoruz. Hayret ettim uçağımız tam vaktinde havalandı. Oysa genelde hava trafiği yoğun olduğundan kalkış ve inişlerde gecikmeler oluyordu. Viyana’ya uçuşumuz başladı. 2 saat 15 dakika süren uçuşumuz sırasında servis devam etti. Ancak su, çay, kahve, sandviç, hatta yemek bile var, fakat tümünün mönüde fiyatı yazılmış; paralı. Bir bardak su 3 TL. Sigara ve içki de satılıyor. AVUSTURYA’DA İSTİFA DA İNSAN İÇİNDİR

Viyana’ya indiğimiz gün kısa adı SPÖ olan Sosyal Demokrat Parti Genel Başkanı ve Başbakan Werner Faymann 8 yıldır sürdürdüğü her iki görevinden de istifa etmişti. Haftalardır eleştirildiğini öğrendik. Eleştiri konusu ise Suriyeli mülteciler. Sığınmacı krizi böylece önemli bir istifa getirmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimi İlk turunda ise 6 adaydan hiç biri %50 barajını aşamamış, ikinci tura kalmıştı. Yeşiller Partisi’nin destek verdiği bağımsız aday Prof. Dr. Aleksander Van Der Bellen ile Avusturya Özgürlük Partisi’nden Nobert Hafer seçimi önce at başı götürmüşler. Sonunda kazanan yurtdışından mektupla gelen 750 bin oyla Prof. Dr.Aleksandr Van Der Bellen olmuş. Sağlıklı düşünen biri diye anlattılar. Sığınmacı krizi Avusturya’da aşırı sağı güçlendirmiş, ilk turda da seçimden güçlenerek çıkmışlardı. İslam, sığınmacı, Avrupa Birliği ve göçmen karşıtı söylemle seçimi götüren Nobert Hofer %49.7aldı. Daha ılımlı politika izleyen Prof. Dr.Aleksandr Van Der Bellen de %50.3 oyla sayı//30// ocak 38

Avusturya’nın yeni Cumhurbaşkanı seçilmiş. Avusturya dahil Orta Avrupa ülkelerinin tümü de Türkiye aleyhinde üstelik. Özellikle de Ankara’yı Avrupa Birliği içinde kesinlikle istemiyorlar. Avusturya’da kamu görevi ve bürokrasisinin bir başka özelliği de istifa mekanizmasının hızlı çalışır olması. Havadan Viyana göründü. Hava çok güzel. Etraf yemyeşil. Hemen göz bebeğime Tuna oturuyor mavi mavi. Uçağın ön ve arka kapılarından inişler gerçekleşince fazla beklemedik. Bütün reklam ve işaret levhaları genelde Almanca yazıyor. Havalimanında bekleyen uçak sayısı da pek fazla değildi. Pasaport Polisi güler yüzlüydü. Birbiri ardından kalabalık olmamıza rağmen geçtik. Bitişiğimizde sıraya giren AB ülkeleri pasaportu sahipleri pek fazla değildi. Önce bitti çıkışları. Ancak havalimanında sürekli sirkülasyon olduğundan pasaport kuyruklarının biri bitiyor, diğeri başlıyordu. SÜRÜCÜMÜZ VE MİHMANDARIMIZ İLE TANIŞIYORUZ

Viyana’ya daha önce de birkaç defa gelmiştim. Bu defa Viyana Uluslararası Havaalanının büyütüldüğünü, yeni departmanların açıldığını gördüm. Hatta daha da konforlu olmuş. Alan genişlemiş. Tekerlekli valizler çekilerek dışarıya kadar daha rahat çıkabiliyor. Valizlerimizi beklemeye başladık pasaport polisinden çıkınca. Valizlerimiz şerit üzerine pat pat düşmeden adeta yürüyerek yıpranmadan geldi. Turumuza katılanları henüz tanımıyoruz. Ancak kalabalık olduğunu tahmin edebiliyorum. Gümrükten sonra havaalanı dışına çıktık. Elinde Jolly Turun levhasını havaya kaldırmış orta yaşlı bir adam


bizi bekliyordu. Gezimizde bize mihmandarlık edecekti. Valizini alan katılımcılar etrafına toplandık. Adının Engin Emeklican, yaşının 52 olduğunu belirterek bir hafta müddetle birlikte olacağımızı bildirdi. Üç ayrı ülke Avusturya’da, Çek Cumhuriyeti’nde ve Macaristan’da programımız olduğundan bu devletlere ait arayabileceğimiz üç ayrı telefon numarası verdi. Hepimiz notumuza aldık. Başındaki spor şapkasını zaman zaman eline alarak işaretler veriyordu. Macar bir hanımla evliymiş, bir buçuk yaşında bir çocuğu varmış ve Budapeşte’te ikamet ediyormuş. Havaalanı dışına çıktık grup halinde. Yerler ıslaktı. Sabah Viyana’ya yağmur yağmış meğer. Durakta bekleyen bütün taksi dolmuşlar son model Mercedes idi. Sürücüleri üzerimize üzerimize gelerek “boş taksi lazım abi” falan demediler!. Bizi bekleyen tur otobüsümüze bindik. Sürücümüz de aşırı mütevazi ve sessiz bir Macar. Adı Feri Nikos. Mütevazi ve mahcup biri gibi. Etrafa bakıyorum altı katlı araç park yerleri. Etrafı tel örgülerle çevrilmiş. Suriyeli mülteciler dolayısıyla hem kapıda ve hem de değişik yerlerde kontroller artmış. Avusturya sıkıntılı bir döneme girmiş. Orta Avrupa ülkeleri yönetimleri bu konuda acımasız ve tavizsiz, çok katı bir politika izliyorlar. Daha önce bu konudaki açıklamalarından tümünün politikasını öğrenmiştik. Ayrıca bölgede gezen 3 milyon kadar da çingene gezdiğini medya haber olarak verdi. Özellikle Fransa çingenelere karşı savaş açmış gibi mücadele ediyor. YERE SİGARA ATMA 80 EURO, KIRMIZI IŞIKTA GEÇMEK 60

Engin Emeklican hepimiz otobüsümüze yerleşince konuştu; “En önemli şey

pasaportunuzdur. Çok iyi sahip olacaksınız. Yoksa seyahatiniz orada biter. Sonra paranız ve kredi kartınız ile bilgisayarınız. Bunları çaldırırsanız karşılığı yoktur. Etrafta çok sayıda hırsız ve dolandırıcı olduğunu bilmelisiniz. Dolayısıyla Avusturya’da hiç kimse göz göre göre 500, 200, 100 euro göstermez ve taşımaz. 50 euro bile fazla. Daha bozuk paralarla 20,10, 5 euro falan olmalı cebinizde. Bunu da hırsızlar fark etmemeli. Viyana’da turistleri hırsızlar her zaman takip ederler. Kendileri de turist gibi gezerler. Dolayısıyla çok dikkatli olmalısınız. Bu hırsızlar daha önce bir rehber arkadaşımızı soyarak 6000 eurosunu çaldılar. Önce bunları hatırlatayım. Sonra Viyana’yı gezmeye başlayalım.”

Tarihi dokusunu koruyabilen Ulusal Kütüphanesi insanı etkileyebiliyor. Parlamento binasına geldik. Heykellerde genellikle Roma figüreri ağırlıklı. Atlı arabaların bile anıtlarını yapmışlar

Bunları anlattı ve daha sonra eklemeleri de olmadı değil. Şöyle ki; -Avusturya kuralcıdır. Özellikle de Viyana. Trafikte kırmızı ışıkta geçerseniz 60, yere sigara izmariti atarsanız 80 euro cezası vardır. Hemen keserler. Çok sayıda sivil görevli dolaşır. Dikkatle dinliyor bütün tur katılımcıları. Aramızda erkek sayısı ise dörtte bir oranında. Bir kısmı tüm ailesiyle, eşiyle, torunuyla gelmiş, bir kısmı ise arkadaş arkadaşa. Kılavuzumuz anlatmayı sürdürdü; -Euro her tarafta geçer. Macaristan’ın para birimi fronti, Çeklerinki ise krondur. Mecbur olmadıkça para bozdurmayın, kredi kartı da kullanabilirsiniz. İnternet üzerinden akıllı telefonunuzla konuşursanız dakikası 3 eurodur. Bunun için gittiğiniz yerlerdeki Wi-Fi’yı ücretsiz kullanabilirsiniz. Otobüsümüz hareket halinde iken dikkatle dinlemeyi sürdürdük; -Otobüslerde ayakta dolaşmak yasaktır. 39


Türkiye’deki gibi buradaki otellerde sabah kahvaltısı aramayın. Viyana’da et mamullerinin tümü domuzdan yapılmıştır; salam, sosis vs .Yemeden önce sorup soruşturun. Viyana doğal gaz ile ısınıyor. Tuna ve kolları burada çok önemlidir. Tuna’dan kokmalar olabiliyor. Bunun için yeni kanallar düzenleniyor. Rehberimiz bize Viyana’yı dolaştıracak. Otobandan şehre girmeye çalışacağız. Yol üzerinde ses duvarlarını görüyoruz. Şehre gürültü gitmesin diye otobanların tümünde bazen çimento, bazen camdan ses duvarları yapılmış. Avrupa’nın en büyük petrol rafinerisinin yanından geçtik. Viyana geceleri daha bir güzelmiş ışıklandırmasıyla. Göreceğiz. Daha şimdiden demli çay geçiyor herkesin aklından Soruyorlar kılavuzumuza “Viyana’da demli çay bulamazsınız. Sallama çay vardır. Makina kahvesi vardır. Ama ben sizi demli çay ve Türk Kahvesi yapan yerlere götüreceğim.” VİYANA İÇİNDE TÜRKLER

Çok uluslu şirket merkezi bulunduran binaların önünden geçtik. Su sporları merkezini gördük. Golf sahaları sonra. Engin Bey işaret ederek gösteriyor “Viyana’nın tek minareli camii Arapların yaptırdığı şu gördüğünüz Tuna Nehri kıyısındaki camidir!” Herkes o tarafa doğru bakıyor. Hangi Arap devleti yaptırmış sorusunun cevabı da hazır: Suudi Arabistan. -Tuna kenarında mangal yakıp kebap yapmak mümkün mü? Galiba insanlarımızın karnı hem açıktı, hem de kebap kokusu mu geldi ne? -Hayır! Tuna kenarında mangal kaymak yasaktır. Canlı heykel adamları görüyoruz. Bir tanesi Mozart olmuş, önüne para kutusu koyarak

sayı//30// ocak 40

turistlerden bahşiş bekliyor. Her mahallede bir kilise mevcut. Zaten turistlerin gezdirildiği yerlerin başında saraylar, konser ve tiyatro salonlarıyla kiliseler başta geliyor. Kiliseler olmazsa olmazı batının. En yeni Kilise de 1954 yılında Tuna Nehri kenarına inşa edilmiş. Dünyanın en eski dönme dolabı da Viyana’da. Dönme dolap bir devrini 10 dakikada tamamlıyormuş. Herkes cep telefonlarıyla hemen resimliyorlar. Bisiklet yolları gerçekten her türlü takdirin üstünde. Metro da mevcut. -Peki metroya nasıl binilecek? -Günlük, haftalık, aylık, hatta yıllık abonman biletleri satılıyor. Onunla binebilirsiniz. Kimse sizden bilet sormaz. Metroya binerken, yahut otobüse biletinizi makinadan geçirerek deldirtmeniz gerekir. Yoksa ceza yersiniz. Yahut diğer insanların dikkatini çekersiniz. Herkes size bakar. Viyana’da en iddialı yemek tavuk şinitsel. Lokantada yemeğinizi bitirir bitirmez garson hemen faturayı getirir. Hemen ödeyip çıkmanızı ister. Türkiye’deki gibi istediğiniz kadar oturamazsınız. Döner Kule dikkatimizi çekti. Engin Bey “Uluslararası Sigorta şirketi Unica şu gördüğünüz görkemli binaya taşındı!” Bir gökdelen burası. İlerdeki de Sosyal Güvenlik ve Aile Bakanlığı görülüyor. Her ikisi de orijinal eski hali üzere yeniden inşa edilmiş, tarihi görselliği korunmuş. KONSERE MÜRACAAT 90, BİLET ÜCRETİ 3000 EURO

Tuna’nın bazı kolları Viyana’nın içinden geçiyor. -Viyana Merkez’de kiralar ne kadardır? -60 metrekare bir dairenin kirası 3000 euro. Yaklaşık 10.000 TL.


Aynı daireyi satın almaya kalkarsanız yandı mı keten helva? Bayağı pahalı. Viyana bölge bölge ayrılmış. Viyana merkez birinci bölgede. Yani tarihi Viyana. Başkentte toplamda ise 23 bölge var. Türklerin yoğun olduğu bölge ise 10 ve 16. bölgeler oluyor. 3. Bölgede ise Türklerin kurdukları ve sayılarının çok olduğu sivil toplum kuruluşlarının faaliyet gösterdiği mekan. 150 Bin Türk Viyana’da taşıyor. Avusturya toplamında ise 450 bin Türk insanı bu ülkenin kalkınmasına katkı veriyor. Avusturya’da bir çok kamu kuruluşunda da Türk asıllı insanlar sorumluluk almış. Avusturya’nın nüfusuna gelince 8 milyon 700 bin. Şehir parkı da burada ve en büyük yeşil alanı oluşturuyor. Bir ring olarak kabul ediliyor merkez. Bir uçtan girip aynı uçtan çıkabilirsiniz. Şehirdeki trafik ışıkları araç yoğunluğunu ister istemez artırıyor. Emperyal Oteli’ni Nazi işgali sırasında Hitler’in karargahı olarak kullanılmış. Viyanalılar Mozart’ı pek sevmez, çünkü hemşehrileri değil. Peki kimi daha azla sever? Bittabi Franz Schubert’i. Viyana’daki konser salonu sayısı 90. Bir sene önceden konser biletleri satışa çıkıyor ve kombineler önce bitiyor. Avusturya halkı devletin tertiplediği konserleri tercih ediyor. Yılda bir kere gerçekleştirilen ve 3000 kişinin ancak izleyebileceği Viyana Konseri’nin bilet fiyatı 3000 euro. Bilet almak için müracaat etmenizin fiyatı ise 90 euro. Çünkü biletler müracaat sırasına göre satılıyormuş. Bir sene önceden de müracaatın gerçekleşmesi icap ediyormuş! Ancak korsan bilet satıcıları da yok değil. Turist gruplarının arasına girerek konser bileti satmaya çalışıyorlar. Bilet fiyatları 40 eurodan başlıyor. Viyana’da sık sık Türk işyerlerine rastlamanız

Rahmetli Kilisli şairimiz Avni Keçik Bey’in “Patpatname”si aklıma geldi çok sayıda motosikletleri görünce. Oysa bunlar genelde Akdeniz bölgesinin simgesi gibiydi. Her sokakta bunları görmek mümkün. mümkün. Genelde kebapçı. Ancak Vakıfbank başta olmak üzere bazı bankalarımızın temsilciliği de faaliyet gösteriyor. -Viyana lokanta ve pastanelerinde neleri tercih edebiliriz? -Elmalı turta ve çikolatalı kekleri meşhurdur. Her biri 8’er eurodur. Sonra Şinitsel’i. Bunun da fiatı 25 euro. Mc Donalts bu fiyatlara göre daha ucuz yerdir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Başbakan iken kaldığı Grand Hotel Wien’in önünden geçtik. Tarihi dokusunu koruyabilen Ulusal Kütüphanesi insanı etkileyebiliyor. Parlamento binasına geldik. Heykellerde genellikle Roma figüreri ağırlıklı. Atlı arabaların bile anıtlarını yapmışlar. Tiyatro ve Belediye Sarayı karşı karşıya yer alıyor. Çift kubbeli Kiliseyi gördük. İmparatorların suikaste uğradığı bölgeyi gezdik. Önüne veya arkasına kocaman reklam alıyor Kiliseler Viyana’da. Hem de iç çamaşırı reklamı. Sonra içecek reklamları! Eski askeri kışla binası; Viyana Borsasının merkezi olmuş. Tuna Nehrine veya kollarına Viyanalılar kum döktürerek mevsimine göre güneşleniyorlar. Gerçi suya giren de oluyormuş ama güneşlenen çok daha fazla. 41


İNSAN, MEKÂN

VE DUYGU

İnsanların doğdukları yer ile bağlantıları bu topraklarda bir muhabbete vesile olabilmektedir. Bu bir muhabbete çağrıdır. Bilal CAN

odern insan; şehirlere, yerleşim yerlerine yahut genel olarak mekânlara bu gün artık bir mühendis gözüyle bakmaktadır. Bu bakış açısı yanlış olmasa da eksik ve yanlı bir bakıştır. Bu bakımdan insanoğlunun mekâna bakış açısı çok amaçlı olabilmelidir. Bunun nedeni ise insan için hem yaşadığı “habitüs”ü anlamlandırabilecek hem de kendini tanımlayacak açıklama gücüne sahip olmasının altında yatmaktadır. Bu durumun konuşulması da günümüzde artık uzmanlaşma ve bilginin parçalanıp çok farklı bağlamlarda değerlendirilmesiyle oluşmaktadır. İnsanoğlunun mekân ile serüveni doğumundan ölümüne kadar sürmektedir. Bu uzun süreli beraberlik bağlamında mekân ile insan, insan ile mekân arasında bir önde olma, bir tür çekişme, mücadele etme şeklinde ilişkisellik de söz konusudur. Bu ilişkisellik neticesinde insan, mekânı dönüştürürken, mekân da insanı dönüştürmekte bu dönüşüm karşılıklı bir biçimde sürekli olarak devam etmektedir. İnsan mekânı kendi yaşam biçimine, düşünce biçimine, dünya görüşüne göre dönüştürürken; mekân da insanı dünyevileşme, diğer insanlarla aynîleşme durumlarına doğru sürükleyerek dönüştürmekte, hayatına kolaylıklar sağlayarak düşüncesinden hareket biçimine, hatta ve hatta fizyolojisine ve karakterine değin etki etmektedir. İnsanoğlu’nun mekân ile ilişkisi ana rahminde başlar. Ana rahmi ilk mekân, dünyaya gelmeden dünyaya hazırlandığı ilk evredir. Mekân ile ilk teması ise doğumundan hemen sonra gerçekleşir. İçerisine doğduğu mekân onun için yepyeni bir mekândır artık. Yeni bir başlangıç ile başladığı bu serüven; onu tüm yönleriyle etkileyecek, onun hayat biçimini, düşünce biçimini etkileyerekkişiliğinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Bu bakımdan kişinin doğduğu yer ile kişiliği/karakteri arasında derin bağlantılar olduğu söylenilebilir. Doğduğu yer onun bir nevi “kimlik” gibi etiketi olacak ve çoğu zaman doğduğu yer ile yargılanabilecek. En azından Türkiye’de ve Doğu toplumlarında durum şimdilik böyledir. “NERELİSİN?” SORUSUNDAKİ ÜNSİYET

İnsanların doğdukları yer ile bağlantıları bu topraklarda bir muhabbete vesile olabilmektedir. Bu bir muhabbete çağrıdır. “Nerelisin?” sorusunun bir ünsiyeti sağlaması yakınlaşmanın göstergesi olarak okunabilmektedir. Şehirlerin cömertlik, cimri,

sayı//30// ocak 42


hırsız, misafirperver, çalışkan, tembel, uzun boylu, güzel, maharetli vs. gibi özelliklerle anılması orada doğanlara da bu payelerin verilmesini sağlamıştır. Verilen cevaba göre muhabbetin gidişatı belirlenir, kimi zaman askerlik anıları deşilir, kimi zaman bir yolculuk hatırasının tozları silkelenip sunulur, kimi zaman acılı bir hikâyenin kapıları açılır. Şehirlerin hikâyeyle birleşmesi kişilerin onunla kurdukları bir bağın bir duygulanımın ifadesi olarak görülür. O şehir, artık anlatıcının dilinde belirli bir kalıba oturmuş ve silinmez izler bırakmıştır. O izle birlikte kişiye şehrin havası, rengi, kokusu sirayet eder. Şehir dillenir ve kişiyi kendine çağırır. Bir kentin, esas itibariyle ne gibi teşekküllerden ortaya çıktığı araştırmaları farklı yönlerden incelenmeye başlanmıştır artık. İnsanoğlunun yurdu olan bu dünya, insanoğlu için acısıyla, tatlısıyla, hatıralarını yaşattığı mekân olarak da yer edinmiştir. Sadece vaktini geçirdiği yer değil, hayatını şekillendirdiği, birey olduğu, hayat için mücadele ettiği, âşık olduğu, özlediği, kızdığı, sevindiği, mutlu olduğu, hüzünlendiği yer olarak da anılır. Tüm bahsettiğimiz bu duygulanımlar bir mekân içerisinde yaşandığı gerçekliği bizi mekânduygu ilişkisine yöneltmiştir. Bir çöl insanı, bir dağ insanı, bir deniz insanı ile bir kent insanı için anlam katmanları farklıdır. Kırda yaşayıp büyüyen insanın rüyaları dağlarla, ovalarla, tabiatla bağlantılıdır, kentli insanın ise beton binalarla, asfalt yollarla bağlantılıdır. Kentli insan için gökyüzü kent beton bloklar ile örülü iken dağ insanı için bu dağlarla bütünleşmiştir. İnsanlar penceresine düşen aydınlık kadar hayal hanesine duygular şehri. Kır insanı ise gökyüzüyle daha çok hemhal iken hayatını buna göre şekillendirir. Modern kentlerde yaşayanlar için ise gökyüzü meteorolojik olaylardan ibarettir. KENT KIR AYRIMINDA KENTLİ KÖYLÜ AYRIŞMASI

Modern insan bir tavan arası insanıdır bugün için. Kapalı kapılar ardında durur, ruhunun derinliklerine inme gayesi içerisinde değildir, daha çok sahip olamadıklarıyla bir hesaplaşma içerisinde olma halindedir. Bu yüzden her şeyle, herkesle hatta kendisiyle mücadele içerisindedir. Aza kanaat etmez, çoğu elde etmek için çabalar. Mücadele ederken hırsından dolayı kendine yabancılaşır. Modernizmin ona dayattığı bireyselleşme, özgürleşme olguları onda büyük yalnızlıklara yol açmıştır. Başka insanlarla bir arada olsa bile yalnızlığından kurtulamaz.

Bir nevi kalabalıklar içerisinde muhteşem yalnızlıklar çeker. Köylüler ise modern kentliler için dışlanmaya, hor görülmeye müsaittir. Bu sadece yaşantı biçimiyle değil, düşünce biçimiyle de bir tür karşılaşmaya neden olmaktadır. Bir nevi rasyonel akıl ile irfanın çatışması söz konusudur. Eski yapıların insanı içine çeken bir havası vardır. Geniş ve yüksek tavanlı odalarda oralara sinen o hava buraları ziyaret edenleri tarihte bir yolculuğa çıkartır gibi. Yapıdaki her kıvrıma, her tahtanın arasına, her pencere kenarına sinen o yaşanmışlık onu ziyaret edende farklı duyguların yoğunlaşmasına neden olmaktadır. İnsanoğlunun kentler inşa etmesi bir tür ehlileştirme duygusuna da bürünmeye yol açmıştır. Kentlerle birlikte duygunun, estetiğin artık pek önemi kalmamış, bütün mesele “rant”a dönüşerek kapitalist bir düşünce biçimine bürünmüştür. Bu bakımdan modernleşme Özyurt’un da belirtmiş olduğu biçimde geçmişin kır-kent ayrışması silinip artık sadece bir “kentsel olgu” haline dönüşümünün konuşulması mümkün hale gelmiş bu da kent çözümlemelerini sosyolojik ilginin merkezine yerleştirmiştir. (Özyurt, 2007). Dünyanın kentlileşme serüveni modernleşmenin bir sonucu olarak okunmaktadır. Modernleşmenin temel saç ayaklarından biri de sanayileşme/seri üretim mantığının yerleşmesidir. Bu bakımdan kentleşme olgusu bir bakıma sanayileşmenin sonucu olarak değerlendirilebilir. Ekonomik amaçlı gerçekleştirilen yer değişikliği ile insanlar daha iyi bir yaşantı düşüncesiyle kentlere yerleşmiş, kentin oluşmasını sağlamıştır. Yoğun göçlerle karşı karşıya kalan yerleşim yerleri hızlı bir büyüme kaydederek ilkin ihtiyaçları karşılamayacak seviyeye gelmiş, daha sonra “kent politikaları” ile bu yoğun göç sonucu “hızlı büyüme” kontrol altına alınıp yapay yerleşim yerleri büyük bir hızla bu ihtiyaca karşılık vermeye başlamıştır. Salt betondan oluşan yapılar, estetikten yoksun, soğuk, tamamen “anlık ihtiyacı giderme” mantığı ile yapılan yapılar “duygusuz bir toplumun” oluşmasına neden olmuş, onların algısını yönetmiştir. Şehirlerin arkeolojisi yapıldığında oluşum aşamasında birçok neden bağlamında ele alınabilmektedir. Taşçı bu durumu şu şekilde özetler:

Kimlikli ve şahsiyetli şehirler, Farabi’nin Medinet-ül Fazıla kitabında ortaya koyduğu “ideal şehir”dir. Bilgili ve kâmil bir insan gibi erdem sahibidir.

“İlk şehirler, İbn Haldun’un “yedi iklim” diye tanımladığı enlemsel bölünmenin, üç ve dördüncü kuşağında kalan Güney Batı Asya,

43


kaçanlara, muhacirlere, aç ve yoksul kalanlara sığınılacak bir liman olmuştur” (Kurtoğlu, 2015). Şehirlerin, kentlerin makro anlamda birer mekân örneği olduğu gerçeği insanların mekâna isim vermesini sağlamış bu da mekânın çeşitli kavram – isim biçimleriyle insanların dünyasında bir anlama bürünmesini sağlamıştır. Bu bakımdan mekân aslında insanlığın ortak mirası, ortak havzası, ortak düşüncesidir. Alver mekân hakkında şunları aktarır:

Dünyanın kentlileşme serüveni modernleşmenin bir sonucu olarak okunmaktadır.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da ortaya çıkmış olmasına rağmen konuyla ilgilenen batılı bilim adamları konuyu, tarihi, sosyolojik, ekonomik ve diğer yönleriyle ele alırlarken Sanayi İhtilâli irtibatlandırarak “şehir” kavramının uygulamasının Batı düşüncesinin bir ürünü ve uygulaması olduğunu öne sürmüşlerdir. Hatta öyle bazı kriterler koyarak tanımlamalar yapılmıştır ki, bu kriterlerden Avrupa’dan önce yukarıda sayılan bölgelerde kurulmuş olan şehirlerin şehir özelliği taşımadıkları sonucu çıkartılabilmektedir” (Taşçı, 2014, s. 26-27) Kurtoğlu ise şehirleri kimlik ile irtibatlandırarak açıklamaya çalışır. Şehirler, şahsiyet olgusuyla ele alınarak kimlik edinme süreci bağlamında değerlendirildiğinde bunun için uzun bir sürecin geçmesi gerekmektedir. Uzun bir süreçte doğal tarihsel bir akışla ortaya çıkan şehirler insan fıtratına en uygun şehirler olarak ele alınabilir. Bu şehirler “kent olgusu” dışında değerlendirilmeli, “kapitalist zihniyet” haricinde okunmalıdır. Bu bakımdan İslam’ın şehirleri varken Avrupa’nın kentleri vardır. Kurtoğlu şehir ve kimlik meselesini ortaya koyarken bir nevi şehrin oluşumunu ve şahsiyetli şehirlerin nasıl olduğunu da ortaya koymaktadır. Ona göre: “Kimlikli ve şahsiyetli şehirler, Farabi’nin Medinet-ül Fazıla kitabında ortaya koyduğu “ideal şehir”dir. Bilgili ve kâmil bir insan gibi erdem sahibidir. Adaletli, hoşgörülü, sevgi, cömertlik gibi vasıflara sahiptir. Bu anlamda Anadolu’da birçok güzel haslete sahip kadim şehirlerimiz vardır. Bu şehirlerimiz modernitenin bütün kirliliğine rağmen, derinlerde, bilinçaltında temizliği, saflığı, sevgi ve hoşgörüyü saklamaktadır. Bizzat Anadolu’nun kendisi tarih boyunca ölümden

sayı//30// ocak 44

“Mekân, insanın ve toplumun pratik yansımalarından biridir. İnsan ve toplum, belli bir mekânda varlık kazanır, o mekânda oluşur ve dönüşür. İnsan ve toplumun bir yerle irtibat kurması, bir yere bağlanması bundandır. Mekân, bir kimlik unsuru olduğu gibi başlı başına bir değer ve referans alanıdır. Aynı zamanda mekân insanın konumu ve statüsüne dair ipuçları taşır. Mekân doğrudan insanın varlık alanı ve toplumsal yeriyle irtibatlıdır. Mekân üretimi, mekânsal organizasyonlar, mekânsal aidiyet ve mekânsal ayrışma bütünüyle insanı temsil etmekte onu takip etmektedir “ (Alver, 2013, s. 11) SONUÇ OLARAK

Mekân, insanoğlunun doğumundan ölümüne kadar onu etkileyen, etkilerken ayrıca etkilenen bir olgu olarak insanlığın hayatında önemli bir rol oynamaktadır. İnsanlığın tarihsel serüveni mekânların da serüvenidir. Barakalardan kerpiçten evlere, taşlardan örülmüş kalelerden ahşaptan yapılan konaklara, betondan çeliğe kadar her türlü malzeme kullanımı insanlığın iklimsel ve maddi olarak gelişmişlik seviyesiyle örüntülü biçimde mekânlar üzerinde okunabilmektedir. Mağaralardan gökdelenlere gelen süreç insanlığın duygu dolaşımı noktasında mekânlara bakış açısını da değiştirmiştir. İnsanlık değişen mekâna önce bir araç gibi bakarken daha sonra onu amaç haline getirmiştir. Bu durum mekânın objeleşmesini, daha doğrusu fetişleşmesine neden olmasının yanında ayrıca mekânın insanlar üzerindeki duygu durumunu da değiştirmiştir. Mekânlar kimi zaman aile saadetinin yaşandığı bir sahne, kimi zaman düşmanlardan koruyan bir kale, kimi zaman kalabalıktan kurtulmak için sığınılan bir liman, kimi zaman ise azaplı bir bekleyişin yapıldığı, yalnızlığın için için kemirmeye başladığı bir yer olarak anılır. Mekân ve insan ilişkisi insanın doğumuyla başlayıp ölümüne kadar devam eden bir süreç olarak okunup değerlendirilebilinmektedir.


BOR’DA TARİHİ

BARUT FABRİKASI Kara barut imalatı Bor’un bir karyeden bir kasabaya dönüşmesinde önemli bir paya sahiptir. Mehmet BAŞ

Bor baruthanesinde, Akşehir, Koçhisar, Develi, Kayseri, Şarkışla, Cillavuk ve Kilisehisar’dan getirilen güherçile perdahlı ve perdahsız barut haline getiriliyor ve daha sonra İstanbul'a develerle sevk ediliyordu. Elde edilen barutun derilere sarılarak nakledilmesi aynı zamanda Bor ilçemizde dericiliğin gelişmesini de sağlamıştır. Ayrıca barut yapımı için en uygun kömürün üzüm çubuğundan elde edilmesi Bor ve çevresinde bağcılığın gelişmesine sebep olmuştur. Bor çevresinde en kaliteli güherçile Kemerhisar’dan elde edilmekteydi. Bu çevrede ki nemli alanların yüzeyinde oluşan güherçile toplanıp işlenerek barut imalatında kullanılıyordu. Bundan dolayı buralar devlet için stratejik öneme sahip yerlerdi. Yıllarca buradan toplanan güherçile kervanlarla İstanbul’a sevk edilerek barut imalatında kullanılmıştır.

smanlı İmparatorluğu döneminde Bor şehrinde bir barut fabrikası olduğunu biliyor muydunuz? Osmanlı sultanı 4. Murat’ın sadrazamı Bayram Paşa tarafından Karaman eyaletinin çeşitli şehirlerinden çıkarılan güherçilenin işlenip barut haline getirilmesi için bu baruthane kurulmuştur. Bilmeyenler için güherçileyi nedir burada açıklayalım. “simgesi KNO3 olan, doğada özellikle Hindistan’da ve Mısır’da bulunan, tarımda gübre, hekimlikte ilaç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddelerin yapımına yarayan, ak renkte ve billur durumunda bileşik bir maddedir. Bugün ki bilinen adı ise potasyum nitrattır” Kara barut imalatı Bor’un bir karyeden bir kasabaya dönüşmesinde önemli bir paya sahiptir. Sarı Selim lakabı ile bilinen padişah 2. Selim’in taht mücadelesi döneminde ordunun Konya dolaylarında yaptığı savaşta Bor’dan vaktinde yetişen barut savaşın sonucunu tayin etmişti. Bundan dolayı Sokullu Mehmet Paşa Bor ve Niğde'ye Bedesten ve Bor’a cami yapılması talimatını vermiştir. Bugün hala ayakta olan bu eserler şanlı mazimizin bir yansıması olarak şehrimizi süslemektedir.

Bor’da kurulan baruthanede ihtiyaç duyulan enerji su gücünden elde edilmekteydi. Bu su terazi denilen yerde ikiye ayrılıp Dink ve İlaldı arklarına bölünüyordu. Dink dediğimiz mekanizma ise yatay bir değirmen taşı üzerine merkezine saplanan uzun ağaç ekseni bulunan diğer bir değirmen taşı takriben 60 derecede açı teşkil edecek şekilde yerleştirilmiş bir mekanizmaydı. Baruthanede dinklerden başka dibeklerde bulunuyordu. Hammadde olan kükürt, kömür ve güherçile bu dibeklerde ezilerek toz haline getiriliyordu. Burada toprakla karışık güherçile su dolu kaplara konulup karıştırılarak ateş üzerinde ki bakır kaplara süzülürdü. Kıvama gelinceye kadar kaynatılan güherçile tahta sandıklara dökülür bir gün bekletirdi. Suyun üzerinde kalan toza “kal” denilirdi. Bu fabrika açık kaldığı 44 yıl boyunca Bor şehrine zenginlik ve refah sağlamıştır. Fabrika 1674 yılında çıkan şiddetli bir yangın sonucu tutuşarak yanmıştır. Ayrıca hammadde temininde yaşanan sıkıntılardan ve nakliye güçlüğünden dolayı da baruthanenin ömrü uzun olmamıştır. Bugün Bor’da bulunan Dink Mahallesi ve Dink ırmağı bu baruthaneden kalan bir hatıra olarak anılabilir. 45


stanbulun nezih ilçelerinden biri olan kadıköydeyiz..Kadıköyün en eski semtlerinden biri olan modaya geldik,neredeyse herkes tarafından gerek Fenikelilere dayanan tarihi, gerekse doğal güzelliği manzarasıyla Anadolu yakasının nadide semtlerinden biri kabul edilir Moda..Elbette Moda denince de herkesin aklına ünü ülkemizin dışına taşmış bir fenomen olan Sanatçımız Barıs Manço gelir…

“BARIŞ MANÇO MÜZESİ” BİR MÜZE İKİ MÜZECİ “Bir İnsan en son ne zaman bahsedilmekten vazgeçilirse işte o zaman ölmüş sayılır”diyen Barış Manço’nun Barış Manço Evi’ndeyiz. Salih DOĞAN

“Bir İnsan en son ne zaman bahsedilmekten vazgeçilirse işte o zaman ölmüş sayılır”diyen Barış Manço’nun Barış Manço Evi’ndeyiz. Kadıköy Belediyesi Barıs Manço’nun yasadıgı, hatıralarının var olduğu, Türk halkının diline pelesenk olmuş, kulaklarında tınıları hep taze duran şarkılarını yazdığı ,bestelerini yaptığı evi yenileyerek güzel bir müze ev haline dönüştürmüş . Müze Sorumlusu Sırma Hanım kapıda karşılıyor hoş beş faslını çok uzatmadan birlikte müzeyi gezmeyi teklif ediyorum.Ondan müzeci ve uzman gözüyle müzenin oluşum hikayesini dinlemek , hemde Türkiyenin Barış Abisi için oluşturulan bu özel sergiyi bana gezdirmesini istiyorum. Fakat öncelikle Sırmayı tanıyalım kendi anlatımıyla , “Ben Sırma Çelik, 2002 yılından beri Kadıköy Belediyesi personeli olarak çalışmaktayım. İstanbul üniversitesi Sanat Tarihi mezunuyum ve halen aynı üniversitede Müzecilik Yönetimi alanında yüksek lisans yapmaktayım. Barış Manço Müze Evi Yöneticiliğini açıldığı 9 Haziran 2010 tarihinden itibaren sürdürmekteyim.. Müzeciliği seviyorum bunun yanı sıra Barış Manço gibi değerli bir sanatçımızın müzesinde olmaktan ve o misyona hizmet etmekten mutluyum..” Heyecanla başlıyor Manço ailesinin katkılarını anlatmaya ; başta esi Lale Manço olmak üzere ogulları Dogukan Hazar ve Batıkan Zorbey ile birlikte Barıs Manço dendiğinde insan zihninin çağrıştırdığı bir çok ürün ve materyalin bir araya getirildiğini özellikle sanatçı kişiliğinin yanında Barış Manço’yu Barış Manço yapan yapan farklı özellikleride öne çıkartan bu mekanın ailenin özverisi , belediyenin öncülüğü ve halkbankasının da sponsorluğu ile ortaya çıkarıldığını öğreniyoruz. Barıs Manço sevenlerini “Adam Olacak Çocukları” ile köşkün bahçesinde karşılıyor ,ayrıca bahçe içinde domates biber patlıcan

sayı//30// ocak 46


maketleri de yer almakta, köşkün girişinde bizi mermer döşeli antre salon ve yemek odası ve hemen girişin karşısında yer alan beyaz mermerden yapılmış Venüs heykeli ziyaretçileri adeta büyülüyor gibi.. SALON

Salona girdiğimizde Sırma Hanım; antrenin sağ tarafını işaret ediyor bakın rahmetli Barıs Manço bizi bestelerini yaptıgı meshur Steinway B210kuyruklu piyanosunun basında karşılıyor. Müzedeki koleksiyonların içinde en kıymetli parçalardan biri olan ve Barış abinin “O benim rüyam” dedigi piyanosunu bizzat kendisi gidip Avusturya’dan almış. Sırma hanım heyecanla salondaki diğer sergi eserlerini anlatıyor “Mithat Pasa’nın çalısma odasına ait kaplumbağa kabugundan kakma teknigi ile bronz figürler karıstırılarak yaratılan çalışma masası, masayı aydınlatan avize ve hemen karsısında da bahü bulunmaktadır. Bahü üzerinde o dönemi yansıtan samdanlar ve saat bulunmaktadır. Samdan bronzdan olup III. Napolyon dönemine aittir.” Bakın burada ayrıca çok önemli ““Pepeloc” denilen 1800’lü yılların sonu ile 1900’lü yılların basları arasındaki döneme ait olan kıymetli cam eserler evin en nadide parçalarıdır. Fransız emaye desenli, mineli ve altın islemeli cam vazolar salonun duvar nislerinde sergileniyorlar” Barış Manço’nun dünyanın çesitli ülkelerinden topladığı ve itina ile getirdigi cam eşyaları hayretle ve hayranlıkla incelediğimi gören Uzmanımız “bunlar sanatçının en sevdigi parçalardır “diye eklemeyi ihmal etmiyor. Yine koleksiyona ait likör takımları da yemek salonunda bulunan bu büfede sergilenmekte. Salonda bir başka nokta ise Barış Manço’nun sanat hayatı boyunca aldıgı ödüller köşesi ve duvarda sergilenen çeşitli kostümler yeralıyor. YEMEK ODASI

Yemek odasında ilk bakışta dikkatimizi çeken şey hiç şüphesiz odayı aydınlatan bronzdan yapılmış 90 kilo agırlıgında 12 kollu Fransız bir avize . Avizenin hemen altında, maun masa herhaliyle İngiliz usulü bir masa . Sırma Hanım detay veriyor bu kısım hakkında ;“Arka tarafda “sömenye” denilen haftanın her günü için ayrı kullanılan esyaların bulundugunu, yedi katlı Napolyon tarzında bir dolap ve yandaki duvarlara bitisik, Ingiliz Kraliçesi Ann dönemine ait olan büfe’yi gösteriyor. Ayrıca yemek odasında Fildişi kakmalı, siyah renkli nadide bir

bahü yer alıyor. Yemek odasını Manço’ya çesitli ülkelerden armağan edilen sertifikalar , beratlar ve cam mine islemeli kıymetli likör takımları sergilenmektedir. KIYAFET ODASI

Ailenin köşkte yaşadığı yıllara ait yemek odasına servis vermek amacıyla kullanılan mekanda Barış Manço’nun kendisiyle özdeşlesen kostümlerini görmek mümkün. Yine bu alanda askerlik üniforması, saçlarından askerlik için kesmek zorunda kaldıgı bir tutam saç ve askere gidiyorken annesinin elini öptüğü bir fotografı da dikkat çekiyor ünkü sanatçının..

Bir başka oda ise “Adam Olacak Çocuk” odası, bildiğimiz konsepte göre düzenlenen bu oda aslında oğul Batıkanın odasıymış.

BİRİNCİ KAT

Müze Ev’in birinci katında ünlü sanatçı Barıs Manço’nun kullandıgı özel eşyaları traş takımları,dis fırçası gibi eşyalarının sergilendiği siyah seramikli ebeveyn banyosunu geziyoruz.. Banyonun tam karsısında sağ taraftaki küçük antrede Barış Manço ailesinin heykelleri ile buluşuyorsunuz ,aynı alanda Barış abinin kendisiyle özdeşleşmiş en önemli aksesuarları olan yüzükleri ve çeşitli kolye ve takıları bateri şeklindeki büfede sergileniyor ilgiyle bir zamanların gözde takılarını ve barış abi farklılığına yaptıkları katkıları hayal ediyoruz yeniden o günlere götürüyor bizi adeta onun yüzükleri kol düğmeleri… YATAK ODALARI

Sırma Hanım yatak odalarında sergilenen ürünlerin sanatsal yorumunu yapıyor bir yandan bana “20.yy. Fransız ekolünün tipik bir örnegi olan yatak odası orijinal haliyle görülebilir. “Salmersheim-Brouholt” imzalı yatak odası takımı Art Nouveau tarzında olup 47


tekniği bakımında müzeciliğe farklı bir soluk katmış tematik sergileme ürünleri tasarlanmış olması bakımından da ilklere imza atmış bir müze diyebiliriz..

Barıs Manço ile özdeslesen bazı yüzük ve kemerleri özel tasarlanmıs vitrinlerde ziyaretçilerin ilgisine sunulmuş

yatak, tuvalet masası, sandalyesi ve armut agacından yapılmıs gardırobu ile 4-5 parçadan olusan bir takım, avizeler de aynı döneme ait özel tasarımlardır.” Barış Manço ile özdeslesen bazı yüzük ve kemerleri özel tasarlanmıs vitrinlerde ziyaretçilerin ilgisine sunulmuş olup ,Sanatçıya ait farklı renklerdeki kostümler de gezerken size eslik ediyor. Ayrıca Barıs Manço ve Lale Manço’nun gündelik kostümlerinin bulunduğu bir oda da mevcuttur Antrenin sağında misafirler için hazırlanmış bir yatak odası da mevcut. Müze Sorumlusu arkadaşım hemen bir hatırlatmada bulunuyor “Barış Manço aynı zamanda bir koleksiyonerdir ve bu odayı , III. Napolyon dönemine ait olan ama daha çok Viyana Ekolünü yansıtan mobilyalarla döşediğini ,sedef kakmalı mobilyaların yaklasık 180 yıllık olduğunu ve Barış Manço’nun Lale Manço ile evlendikten sonra beraber aldıkları ilk antika eşyadır diye de üzerine basa basa ekliyor.. İkinci kata çocukların odalarının olduğu bölümleri gezmeye başlıyoruz, Dogukan ve Batıkan’a ait bu alanlarda çocukların oyun ve çalısma alanları bulunuyormuş.Barış Mançonun Çocuklarına ait oyuncaklar, çesitli ülkelerden anı olarak toplanan küçük objeler cam vitrinleri süslemekte..bu alanda önemli ve dikkat çeken sergi eserleri Sanatçının Belçika Kraliyet Akademisinde yaptığı tablolar grafik eskizleri ile birlikte Akademiden birincilik ile mezun olduğunu gösteren sertifikanın yanı sıra yine çeşitli takılar gitar ve plak sekillerinde tasarlanmış vitrinlerde sergileniyor .sergileme

sayı//30// ocak 48

Bir başka oda ise “Adam Olacak Çocuk” odası, bildiğimiz konsepte göre düzenlenen bu oda aslında oğul Batıkanın odasıymış,. Gelen ziyaretçileri kısa bir yolculuga çıkarıp bir nevi deneyim yaşatıldığı bir oda .. Sırma Hanım anlatıyor yine ; Barıs Mançonun 1988 yılında TRT’de yayınlanan 7’den 77’ye programıyla milyonlarca insanı ekrana kilitlemisti. Bu programın “Adam Olacak Çocuk” bölümü ile çocukların gönlünü fethetmis ve yeteneklerini sergileme fırsatı tanımıstır. Çocuklar Barıs Agabeylerinden süt içmeyi, dislerini fırçalamayı ve otomobilin arka koltuguna oturmayı ögrenmislerdir. Odadaki kamera, Barış Manço’nun bu programın çekimlerinde kullandıgı kameralardan biridir. Odada kurulan ekranda ise “Adam Olacak Çocuk” programının gösterildiğini ve Programlarında farklı tarzda giyinmeyi tercih eden Barış Manço’ya ait üzerinde komik desenlerin bulundugu yelekleri gösteriyor gerçekten kendimi bir dejavunun içinde hissetmeye başlıyorum.. DİĞER BÖLÜMLER

Modern Evliya Çelebi olan Barış Manço’nun, seyahat ettigi ülkelere ait fotograları, pasaportları, uçus kartları soldaki vitrinde görülmektedir. Orta bölümdeki vitrinde Barıs Manço’ya ait eski yapraklı nüfus cüzdanı ve diger kisisel esyaları sergilenmektedir. Sagdaki vitrinde Barıs Manço’nun el yazısı ile kaleme aldıgı yazıları ve gözlügü gibi kisisel esyaları bulunmaktadır. Diger vitrinlerde ise Barıs Manço’ya ait fotograf makinesi koleksiyonundan bazı parçalar yer almaktadır. Aynı alanın duvarlarında birbirinden ilginç desenli, Adam Olacak Çocuk programlarında da kullandıgı, esprili kravat koleksiyonunun bir bölümü sergilenmektedir. ŞOVALYE ODASI

Bu oda kiler olarak kullanılmıs ve zamanla duvardaki sıvalar sökülerek orijinal tonozlu tavanı ve tastan duvarları açıga çıkarılmıstır. Barıs Manço odanın atmosferinden de esinlenerek Belçika Kraliyeti’nin verdigi sövalye unvanındaki armadan camlara ve kapı kanatlarına çesitli vitraylar yaptırmıstır.ayrıca sanatçının Belçika’dan aldıgı sövalyelik unvanı, kullandığı mendilleri ve hediye edilen kırbaçlar


sergilenmektedir. Duvarları baltalar ve sövalye dönemine ait esyalarla süslenen bu odada Barış Manço birçok beste ve tablo üretmistir. Çalısma masasında sanatçının heykelinin yanı sıra resim yaparken kullandıgı kendisine ait boyalar da sergilenmektedir. YÖNETİM OFİSİ

Yönetim odasında Barıs Manço’nun tüm sanat hayatını kapsayan genis bir arşiv bulunmaktadır. Odanın tam karsısında Barış Manço'nun eski bir kapıdan yaptırdıgı ahşap bir taht da sergilenmektedir. BAHÇE

Yazlık bahçede plak seklinde tasarlanmıs masalar ve nota seklinde sandalyeler yer alıyor. Gramofon barın arkasındaki ra_arda evin orijinal mutfak esyaları bulunuyor. Ayrıca Lale Manço ile Barış Manço’nun birbirlerine hediye olarak, ilk sevgililer gününde aldıkları kırmızı _ncan takımı da bu alanda sergileniyor. Kafe olarak kullanılan bu alanda ayrıca sanatçının birlikte müzik yaptıgı gruplara ait orijinal duvar afişleri de yer almaktadır. Bahçede Barış Manço’nun yarattıgı kahramanlardan “Süper Babaanne” ve “Arkadasım Eşek” heykelleri ziyaretçilere nostalji yaşatmaktadır. ALDIGI BAŞLICA ÖDÜLLER:

Türkiye Cumhuriyeti: Devlet Sanatçısı (1991) •Hacettepe Üniversitesi: Onursal Doktora Ankara (1991) •Soka Üniversitesi: Uluslararası Kültür ve Barıs Ödülü Tokyo, Japonya (1991) •Belçika Krallıgı: Leopold II Sövalyesi

Nisanı Brüksel, Belçika (1992) •Fransız Kültür Bakanlıgı: Edebiyat ve Sanat Şövalyesi Nisanı Paris, Fransa (1992) •Türkmenistan Cumhurbaskanlıgı: Türkmen Vatandaslıgı Askabat, Türkmenistan (1995) •Min-On Vakfı: Yüksek Şeref Madalyası Tokyo, Japonya (1995) •Pamukkale Üniversitesi: Onursal Doktora (1995) •Gazeteci ve Yazarlar Vakfı: Hoşgörü Ödülü (1996) •Liege Prensligi, Onur Vatandaşlık ve Altın Perron Nişanı, Belçika (1997) İstabul’un müze envanterine eklenmiş olan bu güzel çalışma ile Kadıköy’e kazandırılan “Barış Manço Moda 81300” ile ülkemizin yetiştirdiği sadece sanatçı kimliğiyle değil “insan”olma biçimi ile de “Barış Manço “ismi Moda’daki Müze Ev’de yasamaya devam ediyor. Türk Halkının hepsinin ezbere bildiği bu adreste Barış Manço hatırası özgün tasarım teknikleriyle sergileniyor. Barış Manco severlerin dopdolu nostalji yaşayacakları bu müze; onun kişiliğini, eserlerini ,yaşama sevincini yakından tanıtmak, sahip çıktığı değerleri öğretmek ve gelecek kuşaklara aktarmak misyonu taşıyor, yolunuz kadıköye modaya düşmezse bile düşürüp bu güzel müze’yi görmek lazım... 7’den 77’ye Herkese Sevgilerle... Hepinize “Barıs “dolu bir gezi diliyoruz... KAYNAKÇA

Müze Kitapçığı, Müze Sorumlusu Sırma Çelik Fotograflar: Sırma Çelik

49


“T ALİN” ŞİŞLİLİ TALİN'DEN,

TALİNDEKİ MARİKA'YA

Geminin Talin limanına ağır ağır girişinde Talin ile tanışıyordum. İlk izlenimim yeşilin ve doğal güzelliğin hakim olduğuydu. Ortada devasa gökdelenler, gözü rahatsız edici bir şehir silueti yoktu. Serdar TAŞTANOĞLU

*Dragos Musiki Derneği Başkanı.

sayı//30// ocak 50

ocukluk yıllarımdı, ilkokula gittiğim dönemlerdi sanırım, Şişli de oturan büyük teyzemlere yaptığım bir ziyarette ilk kez duymuştum bu ismi: “Talin '' . Talin, üst kattaki komşu kızının ismiydi. Nedendir bilmem, bu isim çok hoşuma gitmişti. Belki de o güne kadar hiç duymadığımdan ilginç gelmişti. İstanbul'a geldiğimde Anneannemde kalıp, büyük teyzemlere yaptığım ziyaretlerin en önemli sebebi yaşıtım teyze oğlum ve onun arkadaşlarıydı. Teyzemlerin evinin bulunduğu o dar ara sokakta onların oyunlarına ben de katılırdım. Ancak Talin asla sokağa çıkıp oyunlara katılmıyordu. O daima ikinci kattaki evlerinin penceresinden bizleri seyretmekle yetiniyordu. Bu kızda bir gizem vardı. Ne olduğunu asla öğrenemediğim bir gizem. Yıllar sonra Helsinki den Estonya nın başkenti Talin'e geçerken birden bunu anımsadım. İtiraf etmeliyim ki bu şehir de bana oldukça gizemli gelmekteydi, aynen adaşı “Talin kız '' gibi. Bu his beni heyecanlandırdı, Talin kızdaki gizemi öğrenmek kısmet olmamıştı ama Talin şehrinin gizemini öğrenecektim. Helsinki den Talin e geçişin en kolay yolunun deniz yolculuğu olduğunu öğrenince hemen soluğu Helsinki limanında aldık. Helsinki den Talin'e her gün sefer yapan iki denizcilik şirketi olduğunu, bunlardan birisinin Fin diğerinin Estonya'ya ait olduğunu öğrendik. İyi bir tüketicinin yapabileceği en belirgin davranış olan her iki firmadan da fiyat almak eylemini biz de yaptık. Sonuç şaşırtıcıydı. Fin şirketinin fiyatı diğerine göre çok uygundu. Bu durumda herkesin Fin şirketini tercih etmesi ve diğerinin de bu rekabet karşısında iş yapamaz olması gerekmez mi? diye düşünmeden edemedik. Ama iki şirket yıllardan bu yana hala rekabet edebildiğine göre demek ki Estonya şirketinin de yeterli bir pazar payı mevcuttu. Belki de her şirket kendi vatandaşlarınca tercih edilip korunuyordu. Bu bilinmezliği çözecek yeterli araştırmayı yapma olanağım yoktu. Tabi ki biz uygun fiyatlı Fin şirketinden biletlerimiz aldık. Bir süre sonra da gemiye geçtik. Gemi tek kelime muhteşemdi. Benzerine Atina-Girit yolculuğunda binmiştim. Ama sanırım bu o güne kadar gördüğüm en büyük gemiydi. Gemide “yok yok '' denilecek bir tarif en kolay yol sanırım. Marketten, kafeteryaya, pubdan, oyun salonlarına, restoranlardan, havuzlara kadar her şey mevcuttu. Değişik salonlarda


oturup özellikle canlı müzikleri takip ederek seyahatin nasıl geçtiğini anlayamadık. Bir dört saatlik yolculuk daha rahatlıkla göze alınabilirdi. Gemi düdüğünü duyunca Talin e yaklaştığımızı hissettik. Heyecan başlıyordu. Talin nasıl bir yerdi? “Acaba yaşayan insanlar nasıldı, kime, hangi millete benziyorlardı '' şeklindeki sorular beynimde uçuşmaya başlamıştı bile. Eşime hemen “güverteye çıkalım '' dedim. Haklı olarak “üşürüz '' diye istemedi. “Ben çıkıyorum“ dedim. Geminin Talin limanına ağır ağır girişinde Talin ile tanışıyordum. İlk izlenimim yeşilin ve doğal güzelliğin hakim olduğuydu. Ortada devasa gökdelenler, gözü rahatsız edici bir şehir silueti yoktu. Liman çok sakindi. Elimdeki notlara tekrar bakınca Estonya nın 1.3 milyon, Talin in ise 400 bin nüfusa sahip olduğu, topraklarının yarısının ormanlarla kaplı olduğu ve ülkede 1.500 den fazla ada olduğu bilgisi yer alıyordu. Bu ülke halkına, “ülkelerinde bizim toplu konut idaresi ve bizdeki vahşi müteahhitlerin olmaması ile ne kadar şanslı olduklarını bilmeleri ve şükretmelerini “ söylemek isterdim. Ama zaten bu insanlara bir şey söylemeye gerek olmadığını şu diğer bilgileri okuyunca anladım: Bu ülke halkı Küba ile birlikte dünyada en yüksek (yüzde 99,8) okuma yazma oranına sahipti. Bu küçük ülke bilgisayar yazılımları ile kendini dünyaya duyurmuştu. Örneğin Skpe Fin-Estonya ortaklığı ile kurulmuştu. Böyle bir eğitim seviyesine sahip halkın ülkelerini de her türlü saldırıya karşı koruyabilecek yeterliliğe kavuşmuş olduğunu düşündük. Gemiden iner inmez doğruca turist enformasyon masasına gidip, önce otelimize ulaşım tarifini sonra da şehir hakkında bilgiler aldık. Birçok Avrupa şehri gibi Talin de iki kısımdan oluşmaktaymış. Eski Talin ve yeni Talin. Aslında bu bilgiyi otel rezervasyonum sırasında öğrenmiş ve özellikle eski Talinden yer bulmayı başarmıştım. Ancak böylesi tercihler bazen hayal kırıklığına uğratmıştır. Bir şehrin eski mi yoksa yeni yerleşim yerini mi tercih etmek kumar gibidir. Şehrine göre farklılık arz eder. Bu bilinmezlikte heyecanımızı arttırmıştı. Eski Talin nasıl bir yerdi? Otel tercihimiz isabetli miydi? Eski Talin etrafı iki kilometrelik surlarla çevrili birkaç ana kapıdan girişi olan ve sur içinde cadde ve sokaklardan oluşmaktaydı. Tüm yapılar aslına uygun tertemiz korunmuş orta

çağdan kalma yapılardı. Şehre araçla girmek mümkün değildi. Çok dar cadde ve sokakları vardı ve yöneticiler yolları genişletip, dokuyu bozma gibi bir çılgınlık yapmamışlardı. Biz de iki biblo gibi duran kulenin olduğu kapıdan geçerek eski şehre girdik. Bir anda Ortaçağa ait bir film setine gelmiş gibi hissettik kendimizi. İri kaldırım taşları olan sokaklardan tekerlekli valizimizi taşımak biraz sevimsiz gelse de konumu çok merkezi noktada olan otelimize ulaşmak fazla sürmedi. Otelimiz de tarihi bir binadaydı ama modernize edilerek şirin bir hale sokulmuştu. Ancak alışılmış otel odalarının en az iki misli olması, tavanının çok yüksek olması ve klasik bir dekorasyona sahip olması ile kendimizi o dönemde yaşıyor hissettirdi. İtalya Trieste de bir önceki yıl kaldığımız yüzyıllık “Albergo ala posta '' otelini hatırladık. Ancak burası çok daha eskiydi, 15. yüzyıldan kalma bir binaydı. “Bu odada kim bilir kimler kalmıştı ve neler yaşanmıştı? '' diye düşünmeden edemedim.

Eski Talin etrafı iki kilometrelik surlarla çevrili birkaç ana kapıdan girişi olan ve sur içinde cadde ve sokaklardan oluşmaktaydı.

Resepsiyona bakan bayanın kayıt defterine kişisel bilgilerimizi işlerken Türk olduğumuzu anlayıp aniden “ Hoş geldiniz, Nasılsınız? demesine şaşırdık. Ancak ilk önce onun çok turistik bir otel olmasından dolayı Türkçe bildiğini düşündük. Oysa biz sormadan o İstanbul da ve Antalya da kaldığını söyledi. Ben kendi adıma ne yaptınız oralarda diye sormaya çekindim. Valizimizi odaya bırakır bırakmaz şehre “Merhaba '' dedik. Estonya daima Litvanya

51


Estonya daima Litvanya ve Letonya ile birlikte anılsa da Estonyalıların diğer ikisinden ayrı bir ırk, Finlilerle akraba olduğunu, Estoncanın da Türkçenin bağlı olduğu Ural-Altay dil grubunda yer aldığını, öğrenince bayağı mutlu oldum.

ve Letonya ile birlikte anılsa da Estonyalıların diğer ikisinden ayrı bir ırk, Finlilerle akraba olduğunu, Estoncanın da Türkçenin bağlı olduğu Ural-Altay dil grubunda yer aldığını, öğrenince bayağı mutlu oldum. Finlilerle akraba olduğumuza göre bu durumda Estonyalılarla da akraba oluyorduk. O halde Estonyalıların da biz Türkler gibi sıcakkanlı insanlar olması gerekiyordu. Bunun ilk örneğini birkaç saat içinde yaşadık. Nasıl olduğunu anlatmadan önce Otel sonrası neler yaptığımdan bahsedip sonra örneği anlatayım. Eski Talin Pompee tepesine kurulmuş ve surlarla çevrilmişti. Bizde şehri gezmeye bu tepeden başladık. Buradaki seyir terasından tüm şehir önümüze serilmiş olduğundan, yerleşimi ve şehrin önemli yapılarının mevkilerini daha kolay anlayabilmiştik. Kısa bir yürüyüş mesafesi sonrası Town hall Raekoja plats a ulaştık. Bu bina 13. yüzyıldan beri ayakta olan bir binaydı. Tüm dokusu korunmuştu. Binanın bulunduğu yer aynı zamanda eski şehrin (old town) merkeziydi. Burada ayrıca şehir meydanı da yer almaktaydı. Tüm sanatsal etkinliklerin yapıldığı oldukça büyük bu meydanda kafeler, restoranlar yer aldığı gibi sık sık halk pazarı ve kermeslerin kurulduğunu öğrendik. Meydanın yakınında çok ünlü Aleksandre Nevsk katedrali ve Parlamento binası, en eski kafe, en eski eczane ve birkaç müze ve seyir terasları bulunmaktaydı. 1400 yıllarda kurulup hala hizmet vermekte olan eczaneyi görmek heyecanlandırdı. “Bu eczane kurulduğunda henüz biz Türkler İstanbul u fethetmemiştik. '' dedim eşime. Bu kadar eski yapıyı nasıl pırıl pırıl muhafaza etmişlerdi? Gerçi Talin Unesco nun koruması altında kültür mirası bir şehirdi. Biz de böyle koruma altına alınan yerleri bu şekilde koruyor muyduk.? Bir şeyler atıştırmak ve kahve içmek için yer ararken 1864 yılında kurulan Maiasmokk Kafeyi bulduk. İçeri girdiğimizde bu kafe daha ziyade müzeye giriş hissi uyandırıyordu. Girişte kasada oturan yaşlı bey herkese gülümsüyor ve Estonyalı olduklarını düşündüklerine kendi dilinde, farklı olduğunu düşündüklerine de milliyetlerini sorup, onların dillerinde “Merhaba '' diyordu. Bizim Türk olduğumuzu öğrenince ne yapacağını merak ettim. Hatta belki de yüz vermez gibi ön yargıda bulunduysam da yanıldım. Son derece kibar ve güler yüzlü bu yaşlı amcam Türkçe “Merhaba, Hoş geldiniz ''

sayı//30// ocak 52

dedikten sonra kasadan çıkıp bize misafir köşesi olduğunu düşündüğüm yeri gösterdi. Bize özel ilgi göstermesi açıkçası gururlandırdı. 1955 yılından beri burayı işlettiğini söyledi. Hala dinç, görevinin başında ve dünyanın değişik ülkelerinden gelen müşterilerini saygı ile karşılayan bu beyin Avrupa da meşhur Kalev çikolata firması sahibi olduğunu, bu kafenin de bir yerde üretilen çikolataların bir teşhir yeri olduğunu öğrenmem geç olmadı. Başarı bu davranışlardan belli değil miydi? Biz de olsa çevresi veya çoluk çocuğu “Artık yaşlandın, dinlen, geç kenara otur, bu işlerle uğraşma '' şeklindeki baskıları ile o kişinin yaşam enerjisini istemeden yok mu ederlerdi? Adının Otto olduğunu öğrendiğimiz bu bey ile özel bir röportaj gerçekleştirdik. Onun birkaç kez Türkiye ye geldiğini, fındık satıcıları ile ticari işler yaptığının yer aldığı kısa hayat hikayesini kayda almak onu ve bizleri çok mutlu etti. Mr Otto nun ikramı olan çok sevdiğim marzipan çikolatalara bayıldım. Kafedeki mutlu saatlerden sonra çok az bir yürüme mesafesinden sonra önemli bir tarihi yapı St Olaf s kilisesini gezdik. 1200 lü yıllardan beri ayakta olan 124 metre yüksekliğindeki kilisenin şehrin en önemli simgelerinden biri olduğunu öğrendik. Gelelim biraz önce anlatmak istediğim benzerlik örneğine. Eski şehirde gezilebilecek neresi varsa bitirmiştik. Sıra surların dışındaki hayatı görmeye gelmişti. Elimizdeki haritaya göre yeni Talin deniz kıyısında, eski şehrin doğusu ve batısına uzanan geniş bir alanı kapsıyordu. Yaptığımız araştırma sonunda görülmesi gereken yerlerden biri de “Kadriog '' denilen bölgeydi. Oraya girmek üzere şehir içi otobüslerinden birine bindik. Boş olan birbirine bakan dörtlü koltuklara oturduk. Karşımızda da bir bayan oturuyordu. Elimizde harita bir durak panosuna, bir dışarıya endişeli bakışlarımızı gören kadın sonunda dayanamadı İngilizce “yardım edebilir miyim, nereyi arıyorsunuz '' dedi. Ben de “ Kardiorg parkına gitmek istiyoruz ancak parka en yakın durak hangisi kestiremedik '' dedim. “Merak etmeyin, daha çok var. Ben size haber vereceğim '' dedi. Oldukça güleç yüzlü, sıcakkanlı bu bayana teşekkürlerimizi bildirdik, isminin Marika olduğunu öğrendiğimiz bu bayan İstanbul dan geldiğimizi öğrenince


heyecanlandı. Çok mutlu olduğunu söyledi. Kendisinin öğretmen olduğunu geçen yıl İstanbul a seminere geldiğini orada öğretmen arkadaşları olduğunu ilave etti. Güzel sanatlar lisesinde yatılı okuyan oğlunu ziyaret amacı ile Talin de bulunduğunu, Talin e yakın bir kasabada yaşadığını, eğer planlanmış programı olmasa bize severek refakat edeceğini dile getirdi. Bu sözler bizi çok mutlu etti. Marika sonunda ineceğimiz durağı hatırlattı ve vedalaştık. Bu davranışlar bizden davranışlardı. Avrupa da çokça rastlanır davranışlardan değildi. Bir şey sorarsanız yardımcı olurlardı ama kendi isteği ile yardım teklifi bize özgü davranıştı. Kadriorg semtinin aynı adlı parkının gerçekten görmeye değer bir park olduğuna karar verdik. Parkın içindeki eski sarayın bir bölümünde yer alan resim müzesi de görmeye değer bir yerdi. Talin de yerel tatları denemek üzere keşfe başladık. Estonya mutfağının İskandinavya, Rusya ve Alman mutfaklarının lezzetlerini taşıdığını öğrendik. Et, sosis, patates, krema, turşu, salatalar ve esmer ekmek Estonya mutfağının ana malzemelerinden bazılarını oluşturuyordu. Estonya nın milli ve ünlü yemeği kan sosisi (verivorst) ve yanında lahana turşusu (sauerkraut) yemeği “mulgikapsad '' olduğunu öğrenmemize rağmen deneme cesareti gösteremedik. Estonya yemekleri arasında yaban domuzu, büyük boynuzlu geyik, geyik mangal, ayı etinin de çok önemli yeri olduğunu Kohuke adlı tatlının, aromalı lorun çikolata ile kaplanması ile yapıldığını Estonya nın milli tatlısı kamanın ise pişirilip kurutulmuş çavdar, arpa, bezelye, süt, şeker ve baldan yapıldığını öğrendik. Ancak bir restoranda tattığımız fıstık helvası çok lezzetliydi bizim tahin helvasına çok benziyordu. Ertesi gün son günümüzdü; Talin deki hemen hemen tüm görülecek yerleri görmüştük. Sırada ne alabiliriz düşüncesi ile alışveriş yerlerinde dolaşırken karşımıza Marika öğretmen ve oğlu çıkmaz mı, sanki eski dostları görmüşçesine nasıl kucaklaştık. Demek ki Talin küçük bir şehirdi ama iyi ki öyleydi bu güzel duyguyu bize yaşattı. Hep birlikte bir kafede oturup sohbet ettik ve dostluğumuzu daim kılma sözleri verdik. Talin den ayrılmamıza 3-4 saat kalmıştı. Otelimize yakın yerlerde vakit geçirmeye karar verdik. Birden kulağımıza müzik sesleri gelmeye

başladı. Müzik sevdalısı bir çift olarak komut almışçasına sesin geldiği noktaya kilitlenip hızlı adımlarla yürümeye başladık. Müziğin eski şehir meydanından geldiğini anlamamız geç olmadı. Meydana ulaştığımızda büyükçe bir sahne kurulduğunu çevresine de standların yer aldığını sahnede ise yerel kıyafetlerle dans edildiğini görüp bizde herkes gibi coştuk. Müzisyenlere ve katılımcılara yakın olup sorular sormamızla bu günün Estonya etkin gruplar müzik festivali olduğunu öğrendik. Başkurtlar diye yazılmış standı görünce heyecanla başında kalpak, pala bıyıklı gence Türkçe “ Merhaba '' dedim. O da Türkçe karşılık verdi. “ Güzel bir Türkçe konuşan Türk kardeşe rastlamak beni çok mutlu etti. '' ifademe “ Hayır. Ben Türk değil, Başkurtum '' şeklinde verdiği yanıta şaşırdık. Bu gence kimse Başkurtların bir Türk kökeni olduğunu öğretmemişti demek ki. Biz de en güçlü Türk devleti olarak soydaşlarımıza aynı etnik kökenlerimiz olduğunu anlatan bir liderlik görevimizi gerçekleştirememiştik.

Son derece kibar ve güler yüzlü bu yaşlı amcam Türkçe “Merhaba, Hoş geldiniz '' dedikten sonra kasadan çıkıp bize misafir köşesi olduğunu düşündüğüm yeri gösterdi.

Şimdi durup biz anlatsak anlayamayacağını tahmin ettiğimizden ve de müziği kaçırmak istemediğimizden oradan uzaklaşıp yine sahnenin yanına geldik. Müzik grupları ile kaynaşmak zor olmadı. Adres, telefon alışverişleri ve hatıra fotoğraflarının arkasından otele gitme zamanı gelmişti. Otelden valizimizi alıp otobüsle Havaalanına ulaştık. Bu şirin ülkeyi görmekle ne iyi etmiştik. Geride Mr. Otto ve Marika gibi iki dost bırakmış olmak da kazanç hanemize yazılmıştı. 53


BİR MAHZUN KÜLLİYE:

ZAL MAHMUD PAŞA İyi günde ve kötü günde nasıl yan yana olunduğunun ve aynı gün aynı saatte nasıl can verildiğinin hikâyesini hissedelim. Nermin TAYLAN

stanbul Sur dışının en eski ve en özel semtinin tam kalbinde, her dakika duaların asumana ulaştığı bir kutsi mekânda, Peygamber (s.a.v)’in mihmandarı Ebâ Eyyüb el-Ensari’nin hemen yanı başında ve maneviyatın doruğa ulaştığı bu sahabe makamında farkına varılmadığının küskünlüğüyle sanki köşesine çekilmiş bir külliyeye düşürelim bu ay yolumuzu. Birbirine aşık Sultan ve Vezirin insanlığa hizmetteki en bedihi örneğine Zal Mahmut Paşa Külliyesi’ne gidelim. İyi günde ve kötü günde nasıl yan yana olunduğunun ve aynı gün aynı saatte nasıl can verildiğinin hikâyesini hissedelim. Bedenimiz ile değil kalbimiz ile gezelim bu değerli eseri. Her duvarına nakış nakış işlenen aşkı hissederek adımlayalım taş zemini. Cami, medrese, türbe ve çeşmeden müteşekkil Zal Mahmut Paşa Külliyesi…

sayı//30// ocak 54

İstanbul Eyüp semtinde Defterdar Caddesi ile Zal Paşa Caddesi arasında yer almaktadır. Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve Sultan II. Selim’in damadı olan Zal Mahmut Paşa ile zevcesi Şah Sultan’ın yaptırmış olduğu külliye, Hadikatü’l-Cevami’den alınan bilgilere göre 1577 yılında Mimar Sinan tarafından inşa edilmiştir lakin medresenin banisi olan Şah Sultan’ın (977) 1569 tarihli vakfiyesinden anlıyoruz ki; ilk olarak Sultan Hazretlerinin medrese, çeşme ve türbe olarak inşa ettirmeye başladığı külliyeye Sultan’ın Zal Mahmut Paşa ile (982)1574 yılında evlenmesinden sonra bir de camii eklenmiştir. Külliyenin merkezinde bulunan cami, heybetli duvarlarıyla Haliç Sütlüce civarından dahi görülebilmektedir. Taş ve tuğla ile almaşık bir biçimde örülmüş olan yapı dışarıdan bakıldığında kırmızı-beyaz bir görünün sergilemektedir. Tek kubbeli inşa edilen cami içerisinde üç yanda dörder sütunlu, düz tavanlı revaklar bulunmaktadır. Mermerden mamur mihrabı dönemin en nezih İznik çinileri ile bezenmiş olup, minberi kalem işi süslemelidir. Evliya Çelebi Seyahatname isimli eserinde külliyeden “Vezir Camilerinin en nurlusu” diye bahsederken, özellikle minber ve mihrabından dem vurmaktadır. Evliya Çelebi’nin anlatmakla bitiremediği çiniler ve kalem işi süslemeler, sanat tarihçiler tarafından 16. yüzyılın en nezih örnekleri olarak kabul edilmektedir. Caminin tek şerefeli minaresi sağ tarafında olup, yan duvarları sık aralıklarla iki sıra pencere ile örülmüştür. Bu uygulama ve camiinin genel mimarisi sebebiyle bazı tarihçiler tarafından Mimar Sinan’nın eseri olmadığı yönündeki iddialar zaman zaman gündeme gelse de Koca Sinan’ın pek çok eserinde bir yaptığını bir daha yapmamış olması ve çok defa farklı üsluplarla şadırvanlar inşa ettirmesi ve hatta eserlerinin hiçbir şadırvanının birbirinin aynısı olmadığı gerçeği, Zal Mahmut Paşa Camii hakkındaki söylentileri çürütür niteliktedir. Avlunun tam ortasında, cami ile karşı karşıya bulunan sekiz sütunlu bir şadırvan bulunmaktadır. Buranın kuzey yönündeki merdiven ile külliyeye ait medrese avlusuna inilmektedir. Sağ cenahta bulunan hazire ve Defterdar Caddesi’ne bakan kesme taştan ve dikdörtgen çerçeve içinde mamur çeşme, külliyeyi oluşturan diğer yapılardır. Çeşme kitabesinde; “Sahibül hayrat Şah sultan / Hazret-i ma’a Zal Mahmut Paşa / Fi sebilillah bunu itdi sebil / Selsebil ide Hüda ana ceza / Teşne diller dediler tarihini / Çeşme-i ma-i hayatı canfeza” 998 (1590) Küçük ayna taşında tamir


tarihi olarak H. 1240 M.1824 yazılıdır. Medrese kısmının avlusunda bulunan ve külliyeye en son eklenen türbe ise sekizgen biçimde, tek kubbeli ve altı sütunlu revaktan müteşekkil inşa edilmiştir. Karınca gözlü klasik Osmanlı üslubunda olan pencerelerin yer aldığı türbede Zal Mahmut Paşa eşi Şah Sultan ve evlatları medfundur. Türbe kapısının üzerinde bulunan kitabede;“İkra’ kitabeke, kefâ bi nefsikel yevme aleyke hasîbâ” yani Oku! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter (İsrâ 14) Ayet-i Kerîmesi yazılıdır. 1577 yılında inşa edilmesinden sonra aralıksız olarak hizmet veren külliye 1766 depreminde büyük ölçüde zarar görmüş ve Sultan II. Mahmud’un bizzat emriyle restore edilmiştir. Külliyenin banisi Zal Mahmut Paşa’nın Kanuni Sultan Süleyman’ın Şehzadesi Mustafa’nın idam edilmesinde önemli bir rol oynadığı, hatta 7 dilsiz celladı tek başına yere sermeyi başaran Şehzade Mustafa’yı bir hamle ile derdest edip boynuna yağlı ilmeği geçirerek öldüren kişi olduğu ve bundan dolayı Zal lakabını alarak hem vezirlik rütbesine eriştiği hem de saraya damat olduğu dönemin vakanüvislerince bize aktarılmaktadır. İşte bu sebeple yaşamış olduğu dönemde pek sevilmeyen Zal Mahmut Paşa, sonraki yüzyıllarda da insanların kalbine girmeyi başaramamış, tarihi literatürde pek hoş anılan bir isim olamamıştır. Asker ve halk tarafından çok sevilen bir şehzadeyi her ne kadar kendi iradesi ile kasten değil bizzat padişahın emriyle öldürmüş olsa da adeta tek suçlu olarak görülmüş ve zaman zaman lanetle anılan bir isim haline gelmiştir. Külliyesi; bittiği günden günümüze kadar semt sakinleri ve İstanbul ahalisi tarafından pek tercih edilmemiş, çevrede bulunan esnaf dahi vakit namazlarını burada kılmaktan beri durmuştur. Olup bitenleri anlamlandıramayan, bir türlü sinesinde yer veremeyen halk aradan yıllar geçse de şehzadenin öldürülmesini kabullenememiş ve aradan yıllar geçse de yara kanamaya devam etmiştir. Denilebilir ki, Şehzade Mustafa’nın hal edilmesi milli vicdana ağır gelmiş ve bu hadise Zal Mahmud Paşa’nın asırları aşan suçu durumuna gelmiştir. Derinliği adeta dipsiz bir kuyuyu andıran böylesi bir meseleyi irdeleyip bir de biz yorum yapacak değiliz elbet, ancak hadiseyi, hadisenin geçtiği zamana göre değerlendirmeli ve olayları birinci elden kaynaklarla araştırmalar yaparak anlamaya çalışmalıyız. Velhasıl Atalarımızın dediği gibi “tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir”.

(Aslen Boşnak asıllı olan Zal Mahmut Paşa’nın bahsetmeden geçemeyeceğimiz bize göre en büyük özelliği ise eşi Şah Sultan’la yaşadığı dillere destan aşk hikâyesidir. Sultan II. Selim ve Nurbanu Sultan’ın kızları olarak Topkapı Sarayı’nda dünyaya gelen Şah Sultan evlilik çağına geldiğinde Saray görevlilerinden Çakırcıbaşı Hasan ile evlendirilir fakat kısa bir vakit sonra eşinin ölmesiyle dul kalır. Bir müddet sonra Enderun Mektebinde yetişen, Kanuni döneminde Anadolu Beylerbeyi Payesi verilen ve Sultan II. Selim’in saltanatında beşinci vezirliğe yükselen Zal Mahmut Paşa ile 1574 yılında ikinci evliliğini yapar. Gerek Zal Mahmut Paşa gerekse Şah Sultan bu izdivaçla adeta ikinci kez hayat bulurlar ve birbirlerine derin bir muhabbetle bağlanırlar. Bu öyle derin bir muhabbettir ki, birbirleri olmadan yaşayamayacaklarını düşünürler. Nitekim öyle de olur biri Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Hanedan Sultanı, diğeri aynı devleti veziri iki zevc aynı gün, aynı yerde, aynı saatte can verirler. Rivayetlere göre eşinin rahatsızlık döneminde ona gözü gibi bakan Şah Sultan, hekimlerin umudu kestiği vakit fenalaşır ve eşinin ruhunu teslim etmesinden birkaç dakika sonra vefat eder.)

Oku! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter

Son olarak 2012 yılının Ağustos ayında Eyüp Belediyesi tarafından onarıma alınan Zal Mahmut Külliyesi, 2015 yılında çalışmaların tamamlanmasıyla ibadete açıldı. Eyüp Belediyesi, Tarihi Kentler Birliği tarafından düzenlenen Özendirme Yarışması’nda Zal Mahmut Paşa Camii Restorasyon Projesi ile 2.lik ödülüne layık görüldü. Şimdilerde medreselerin bulunduğu hücrelerde geleneksel sanatlarımızın hizmet verebileceği bir proje yürütülmekte ve avlu kısmındaki hücre önlerinde bir vakitlik serinleme imkânı sunulmaktadır. Daha evvelinde burada hizmet veren Mehteran-ı Eyüp Sultan ise yine aynı yerde hizmet vermeye devam etmektedir. Sizler de bir gün Zal Mahmut Paşa Külliyesi’ne düşürün yolunuzu; Vaktiyle hücrelerden yükselen Kuran sesini ve şadırvanından akan ab-ı hayatı işitin. Kemerli kapıdan hürmetle eğilerek çıkın merdivenleri ve bir vakit namaz için camide bulun kendinizi. Kan kırmızı halıları, sade ama kalbe işleyen vitrayları, şahane çini motifleriyle bütünleşin. Ve bir vakit namaz hediye edin kendinize kalbiniz ve ruhunuz titreyerek. Terk etmeden evvel bu değerli külliyeyi medrese hücrelerinin önünde soluklanın ve bir Türk Kahvesi eşliğinde Aşık bir Vezir ile bir Padişah kızının derun-i aşkını seyre dalın. 55


“Bizim Sokak Peykelere serilen manav Kavunlar okşuyor uykusunda, Üzümler olgun Kadîm konaklar sağlam Nerdeyse gün doğacak Müezzin uyanacak Şehir ayaklanacak; Aynı sokakta kocayan bekçi Fikirler beyan edecek Gece hakkında.

ŞEHİR BUNLARDI, BURALARDI, EVLERDİ..

“KALENİN DİBİNDEKİ EV…”

Artık evinin kapısını açtığında, “Buyur bey! Hoş geldin.” diyerek, kapıyı güleç yüzle açan karısı olmasa da, eve girdiğinde duvarları çınlatan cıvıl cıvıl çocuk sesleri, bağrışmaları duyulmasa da, o yine de seviyordu tarihin yüreğinde yer alan evini... İsmail BİNGÖL*

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//30// ocak 56

u Şehrin Çocuklarından” başlıklı şiiriyle bizi geçmişe götüren, eskinin sokaklarından, o sokaklarda saklı duran samimiyetten söz eden şair Cahit Irgat’ı saygı ve rahmetle analım ve “KALENİN DİBİNDEKİ EV…” adıyla hayalhanemizden (İsmail BİNGÖL) zuhur eden bir anlatıyla sürdürelim şehre dair sözlerimizi: Kale’nin yakınında, iki katlı, kapısı sacla kaplı, demir tokmaklı bir ev... Girişin tam karşısında tahtadan sekisi, sekiden geçilerek gidilen sofası, kapıları sofaya açılan bir kaç odası vardı evin... Odalarının tavanları işlemeli, oymalı, dolapları nakışlı, süslemeli... Eski zaman ustalarının elinden çıkmış taştan yapılı evde, her zaman bir serinlik, insanı rahatlatan bir hava hâkimdi. Ve hatıralarla yüklü bu eski zaman evinde bir adam... Söğüt dallarının bahçelerden taştığı, bin bir zahmetle elde yapılan kesme taşların süslediği sokaklardan, kıvrımlı yollardan geçilerek gidilirdi yaşlı adamın evine... Geçmişte yaşadığı sıkıntılardan, gördüğü vefasızlıklardan ve acılardan izler taşıyordu yüzünde... Çizgilerle dolu yuvarlak yüzünü, beyaz, bembeyaz bir sakal çevreliyordu. Kameti eğilmiş, dişlerinin büyük bölümü dökülmüş, saçları iyice azalmış adam, evini çok seviyordu. Evine yöneldiğinde, yüreğini saran o mutluluk rüzgârı, yılların geçişiyle birlikte giderek azalmış; ama hiç yok olmamıştı. Artık evinin kapısını açtığında, “Buyur bey! Hoş geldin.” diyerek, kapıyı güleç yüzle açan karısı olmasa da, eve girdiğinde duvarları çınlatan cıvıl cıvıl çocuk sesleri, bağrışmaları duyulmasa da, o yine de seviyordu tarihin yüreğinde yer alan evini... Kıyısına, köşesine; anasının, babasının, bir kaç yıl evvel bir Eylül akşamında kaybettiği karısının, evlendikten sonra bir bir ayrılıp, beton evlere çıkan çocuklarının hatıralarının sindiği; kışın karın, yazın tozun eskitmeğe devam ettiği


bu evi çok seviyordu. Onunla dost olmuştu adeta... Uzun ve denenmiş yıllara sığdırılmış bir dostluktu bu... Ve gözü kesmiyordu, yeni bir mekânı dost edinmeye... Ne ömrü vardı buna yetecek, ne de sevgisi... Denenmeye fırsat olmayacak dostlar edinmeye benziyordu buradan ayrılıp gitme... Sessiz ve sakin duran evin kapısına, bacasına, odasına, eşyalarına, kısacası her yanına, onu bu ileri yaşında bile rahat hissetmesini sağlayacak bir hava sinmişti. Daha doğrusu eskiden de vardı ve hâlâ etkisini kaybetmemişti. Ne var ki, yıllardır değiştirilmeyen eşyalar da, tıpkı, bakımını yapmaya gücünün yetmediği evin kendisi gibi eskimiş, yıpranmışlardı. Bazıları, antika bile sayılabilirdi. Divanların üzerindeki halılar, duvar diplerine konulmuş yastıklar, oturula oturula boyası dökülmüş, kenarları aşınmış koltuk... Ve daha başkaları... Oturma odasındaki şu kahverengi koltuğa her bakışta, yüzüne hafif bir gülümseme yayılırdı adamın. Ortanca oğlunun, beş altı yaşındayken kafasını koltuğun kenarına çarptığı gelirdi aklına. Evdeki eşyaların çoğuyla ilgili anlatacakları vardı ve bu koltuk gibi, geçmişe dair acı tatlı nice olayı yâdına getirirdi. Annesi köşedeki şu divanda otururdu. Ölünceye kadar, elinden tesbih, dilinden dua, yüzünden yaşmak eksilmeyen, irfan ehli bu Anadolu kadını, kocasının ölümünden sonra, evin erkeği olma görevini yüklenen oğluna, daha farklı davranırdı. Aileden görgülü, zihni berrak anası, eve her girişinde onu; “Hoş geldin evladım!” cümlesiyle karşılar, “Nasılsın, iyi misin?” diyerek, hatırını sorardı. Ardından da torunlarına seslenirdi:” Çocuklar koşun, babanız geldi.” Yeni bir devletin temelinin atıldığı yıllarda gelin olan anası, bir imparatorluk mirasıydı ve nice zulümler, korkular, acılar yaşamıştı. Yakınlarından birçoğunu uzak diyarlarda, Galiçya’da, Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Arabistan Çölleri’nde, Yemen’de kaybetmişti. Ara sıra, ince ve titrek sesiyle hikâye ederdi; gidipte dönmeyenleri, gelipte görmeyenleri... Hele Yemen... Anlatmakla bitiremediği hâzin bir hikâyeydi Yemen... Anadolu’nun başka yerlerinde yaşayan insanların yüreğinde sürekli yenilenen bu acı, seksenini aşmış anası için de aynı şeyi ifade ediyor, aynı sızıyı tekrarlıyordu. Yemen’den ve kaybettiğimiz diğer topraklardan geriye elimizde, orada yitirdiklerimizin ardından yaktığımız türküler kalmıştı. Ve anası da böyle

zamanlarında, sözlerinin arasına yürek dağlayıcı bu sözlerden katardı: Yemen bizim neyimize Şivan düşmüş evimize Ya şu kenarları oymalı, ortası sedef kakmalı, ceviz ağacından mamûl rahle... Hafız olan babası; gözü görüp eli tuttuğu müddetçe, hiç terketmeksizin, kaç yıllık olduğunu bilmediği bu rahlede Hak’kın kelâmını okumuştu. Kimbilir hangi ustanın elinden ve ne emekler sarfedilerek çıkmıştı? Çok kişi hayran olmuş, ne fiyatlar biçmişlerdi ama hiç biri alamamıştı onu... Şehrin, tanınan ve bilinen eski caddelerinden birinde yıllarca insanlara gaz, tuz, bez satan ( Ki kendisi de, bir memuriyete girecek kadar tahsil görmesine rağmen, ondan devraldığı bu dükkânda aynı işi yapmıştı senelerce.) babası, arada sıra eline aldığı Osmanlıca kitaplardan, artık yazıları zor seçmeye başlayan gözlerini zorlayarak birşeyler okurdu yine de kendilerine... Çok sevdiği Fuzulî’nin dilinden düşürmediği şu beyti hâlâ aklındaydı:

Yeni bir devletin temelinin atıldığı yıllarda gelin olan anası, bir imparatorluk mirasıydı ve nice zulümler, korkular, acılar yaşamıştı.

“Dost bî perva, felek bî rahm, devran bî sükûn Dert çok, hem-dert yok, düşman kavi, ta’li zebun” Babasından başka da, esnaf içerisinde; okuyan, anlatan, Mevlana’dan, İkbal’den, Gazali’den haberdar olan çok insan vardı. Onun içindir ki; bu ululara ait malumat bir hayliceydi hafızalarında… Ya karısı... Evin her yerinde, her noktasında kokusu, izi olan karısı... Erkeğinin hem dilinden ve hem de gönlünden anlayan, ince ruhlu, ince yapılı kadın... Gecenin bir vakti, ancak herkes yatıp uyuduktan sonra yanına gelebilen karısı, pirinçten yapılmış, arka tarafı aynalı karyolanın kenarına oturarak; bir nezaket, büyük bir dikkat içinde, o gün olan bitenden, evin eksiğinden, gediğinden, gelenden gidenden, ihtiyaç halinde olan komşuların halinden söz ederdi. İmkânları ölçüsünde ne yapabileceklerini konuşurlardı. Şehrin eski mahallerini gezmeyi çok severdi adam. Yıkılmaya yüz tutmuş ve içi boş olan evleri büyük bir hüzün içinde seyreder; kendi evi gibi ayakta kalmış olanları gördükçe sevinirdi. Şehir bunlardı, buralardı onun için... Bırakıp giderse, sahipsiz kalacaklarını ve gittiği yeni çevrede, selâm verecek, muhabbet edecek insan bulamayacağını düşünerek, çocuklarının isteğine direnmeye devam ediyordu. Ama şu sorunun cevabını da hâlâ bulamamıştı: “Nereye kadar?” 57


ürkiye’de bir idealist edebiyat adamını tanıtırken evvela iki farklılık arasında sıkışmış durumda bulunan duygularımdan söz etmek isteyeceğim. Çünkü edebiyatçı hep yaşadığı ortamın ortak dilini kullanır. Ait olduğu sosyal yapının içinde farklılığı, onu ait olduğu toplumun değerlerinden uzaklaştırmaz. Bu bakımdan bu iki sosyal şema önemlidir. Bunlardan birincisi şudur:

İDEAL BİR ŞEHİRLİ /

EDEBİYAT ADAMI Benim hayatımda üç ülkem var. Amerika, Fransa ve Türkiye!. Amerikalıyım; Amerika’da yaşıyorum. Eğitimimi Fransa’da yaptım, Kendi ülkemdeki Fransız Akademisinde yönetici olarak çalışıyorum. Türkiye’yi ise aşk derecesine seviyor ve her yıl tatilimi geçirmek için buraya geliyorum Katherine BRANNING

Ben Mısır’a, Fas’a, Tunus’a, Afganistan’a, Pakistan’a bakıyorum, oradaki fakirliğin dışarıda İslam’dan kaynaklandığı yolunda bir algı var. Bu defa, Türkiye’ye bakıyorum, çalışkan bir millet, zengin bir ülke, kalkınmış, medeniyeti yakalamış ve Müslüman bir devlet. Demek ki, gerilik İslam’da değil. İnsanların İslam’ı anlamalarında ve yorumlamalarındadır. Türkiye’ye ilk defa 1978’de gelmiştim. Konya’yı, Kayseri’yi, Sivas’ı o yıllarda görmüştüm, küçük şehirlerdi ve doğru dürüst kaldırımları bile yoktu. Şimdi bakınız 2012’de, bu şehirler modern bir kimlik kazanmış ve çok da gelişmişler. Bu şehrin insanı o yıllarda da Müslüman’dı, bugün de Müslüman. Bunları düşündüğünüz zaman anlıyorsunuz ki, geriliği getiren din değil, İslam değil. İnsanların dini algılama ve yaşama biçimidir. Türk insanı zeki ve çalışkan olduğu için başardı bunu diye düşünüyorum. Çünkü o günkü dindarlığı bugün gerilemiş olsaydı, o zaman diyebilirdiniz ki; ‘bunlar İslam’dan uzaklaştıkları için medeniyete yaklaştılar.’ Hâlbuki öyle bir şey yok. İnsanlar o zaman da dindardı, bugün de dindarlar. Hatta bugün biraz daha dini meselelerde hassasiyetleri artmış durumdalar. Sonra benim ilgi alanım Selçuklu medeniyetidir, Selçukluların muhteşem başarılarının altında da bugünkü Türk insanının atalarından gelen zekâ ve çalışkanlığını görüyorum, dindarlığı görüyorum. Türkler, Selçukludan aldıkları merak duygusu, gelişme azmi ve yücelme idealini devam ettirdikleri sürece yarınlarda daha ilerilere gideceklerdir, bunda hiç kuşkum yoktur! İkinci anlayamadığım husus da şu oldu: Türkiye’ye 35 yıldan buyana sürekli geliyorum. Çok insanla tanışım. Büyük dostluklarım oldu. Her tarafta farklı insanlarla karşılaştım. Türkiye gibi büyük bir ülkenin değişik insanları da olacak elbette. Çünkü coğrafya geniş, deniz, göl, dağ insan hayatında etkili oluyor. Bu da değişimi getiriyor. Ben İstanbul’da beyefendileri

sayı//30// ocak 58


ve birçok Anadolu vilayetinde, ülkenin doğusundan batısına kadar birçok bölgesinde birbirine benze-meyen eğilimleri olan insanları gördüm. Adam alkol alıyor, ama ‘Müslüman’ım’ diyor, adam oruç tutmuyor o da ‘Müslüman’ım’ diyor, kadınların bir kısmı çok dekolte giyiniyor, açık kıyafetlerle geziyor, soruyorum onlar da Müslüman olduğunu söylüyor. Ben bunların hangisinin İslam’ı temsil ettiği konusunda çoğu zaman tereddütler yaşadım. Yani farklılıkları var, ama ortak özellikleri hepsi Müslüman. Ancak bunlar İslam’ın neresindedir onu bilemiyorum? Ben Amerikalıyım, Amerika’da beyazından zencisine, Hıristiyan’ından Müslüman’ına, Yahudi’sinden Budist’ine kadar birbirine uymayan inançta ve karakterde insan var. Bunlar bana şaşırtıcı gelmiyor. Çünkü bu insanların etnik ve dini yapısında zaten ayrılıkları var, ama Türkiye öyle değil. Davranış farklılıklarına rağmen, tek özellikleri, ‘Ben Türk’üm ve Müslüman’ım’ demeleridir. Neden bu davranış farklılıkları ortaya çıkıyor bunu çözmekte zorlanıyorum. Yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede ben bunların hangisine göre davranış tayin edeceğim, diye düşünüyorum. Kapalı bir bayanın yanında ben açık kalıyorum, açık bir bayanın yanında kendimi kapalı hissediyorum bu çelişkiyi anlamak çok zor! Ege sahillerinde daha çok batılı tipte insanları, doğuda köylü anlayışında olanları gördüm. Bu iki makas arasında ulaştığım önemli sonuç şu oldu: Anadolu insanı değerler bakımında Türkiye’nin bozulmamış saf bir görünümünü yansıtıyor. İşte bu coğrafyada tanıdığım bunca insanlar arasında, beni evine evinin bir ferdi gibi kabul eden ve on yıla yakın bir zamandır her yıl gelip birkaç gün kaldığım aile dostum, arkadaşım Muhsin İlyas Subaşı var. Subaşı, Türkiye’de tanıdığım farklı isimlerden birisi oldu. Önce iyi bir edebiyatçı, iyi bir aile reisi, iyi bir Müslüman kimliği var. Çok çalışkan ve çok üretken bir yazar. İnsanlara mutasavvıf büyükleri gibi bakıyor ve kimseyi inançlarından dolayı yargılamıyor. Ben Türkiye’de gerçek anlamıyla Türk ve Müslüman tipini onda gördüğüm için evine kabul edilip edilemeyeceğimi sordum, memnuniyetle kabul etti. Eşi ve çocuklarıyla güzel bir aile ortamı var. Herkese hoşgörü ile bakıyorlar, herkese yardımcı oluyorlar. Muhsin İlyas Bey, iyi bir inanmış adam; oruç tutuyor, namaz kılıyor ama kendisi gibi olmayanları dışlamıyor. Normal bir insan, ama onun için İslam önemli. Bizim

hayatımızda din zenginliktir. Muhsin İlyas Bey, Müslüman olarak kendi inancına ne kadar sahip çıkıyor ise, ben de bir Hıristiyan olarak kendi inancımla bu evde kabul görüyorum, bu güzel bir şeydir. Ben inancıyla hayatını bütünleştiren Muhsin İlyas Bey gibi insanların Türkiye’de gerçek Müslümanlığı temsil ettiğini düşünüyorum. Bu bakımdan başka yerlerde gördüğüm farklılıkların İslam’dan değil insanların kendi eğilimlerinden doğduğunu anladım. Çünkü yardımseverlik, hoşgörü, çalışkanlıkla İslam’ın insan davranışlarına nasıl yansıdığını burada gördüm. Benim için esas İslam bu işte.

Türkiye’ye ilk defa 1978’de gelmiştim. Konya’yı, Kayseri’yi, Sivas’ı o yıllarda görmüştüm, küçük şehirlerdi ve doğru dürüst kaldırımları bile yoktu. Şimdi bakınız 2012’de, bu şehirler modern bir kimlik kazanmış ve çok da gelişmişler.

Burada itiraf edeyim, son on yılımda Muhsin İlyas Subaşı’yı tanıyınca araştırdığını kendi özel notlarında tutan ve Amerika’da makaleler yazan bir aydın olmaktan çıkıp, bunları yazan bir Yazar konumuna taşındım. Bunu, yazdığım ”Bir Çay Daha Lütfen” isimli kitabımda da anlattım: Muhsin İlyas Bey, bir gün bana; ‘Ketrin Hanım, siz Lady Montagu’yu çok andırıyorsunuz. O üç asır kadar önce gelip burada gördüklerini ülkesindeki dostlarına mektuplar olarak yazmış. Siz de son 25 yılda gördüklerinizi bu tarzdaki mektuplar halinde yazsanız sanırım ilgi gören bir çalışma olur”, dedi. Ben önce anlamsız buldum, ama sonra düşündüm, bu benim için de faydalı bin deneyim olacak ve oturup yazdım. “Bir Çay Daha Lütfen”, bu şekilde doğdu. Kitabım Amerika’da İngilizce, Türkiye’de Türkçe olarak aynı anda basıldı ve bugüne kadar beş baskı yaptı. Şimdi ben, Amerika’da her hafta sonu bir eyalete davet ediliyorum, üniversiteler benden bu çalışmamla ilgili konferanslar istiyor. Singapur’a Filipinler’e gittim. Danimarka’ya çağrıldım. Mesela, bu yıl beş defa Türkiye’ye sırf bu kitap için gelip konuşmalar yaptım ve imza günleri düzenlendi. Bütün bunları sağlayan Muhsin İlyas Bey’in beni yönlendiren o samimi girişimi oldu. Bu bakımdan ben gerçekten samimiyetle Muhsin İlyas Bey’e teşekkür etmek istiyorum. Benim yayın ufkumu Muhsin İlyas Bey genişletmiş oldu. Burada ben bir önemli hususa daha işaret etmek isteyeceğim: Muhsin İlyas Subaşı’nın “Batı Türk’ü Tanıdıkça, Batı İslam’ı Tanıdıkça ve Batıdaki Mevlana” isimli eserleri, bana göre çok önemli bir çalışmadır. Bu kitaplar, aslında Türk okuruna değil, Batılılara hitap ediyor. Bu kitapların İngilizce’ye çevrilip yayınlanması halinde, Batı’da İslam’a ve Türklere karşı bazı 59


Anadolu insanı değerler bakımında Türkiye’nin bozulmamış saf bir görünümünü yansıtıyor.

insanlarda ortaya çıkan aşırı kötümserlik düşüncesi, hatta radikal gruplardaki nefret duygusu ortadan kalkabilir. Çünkü bu kitaplarda Batılı aydınların Türk kültür ve medeniyeti ile Türklerin İslam medeniyetine katkıları çok ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Ben kitapları inceledim ve oldukça faydalı buldum. Türkler belki bu tür kitaplara ilgi duymayabilirler, ancak Batılılar birkaç asırdır Türk ve İslam medeniyeti için yazılan kitapların hepsini bir arada okumadığı için yazanların etkisi arzu edilen şekilde görülmemiştir. Bu kitaplar, işte bu dağınık malzemeyi bir araya toplayıp sunuyor. Bir edebiyat adamının kendi ülkesinin ve inancının kültürünü Batılı kaynaklara dayanarak böylesine özgün bir çalışma ile ortaya koyması çok önemli bir hizmettir. Benim hayatımda üç ülkem var. Amerika, Fransa ve Türkiye! Amerikalıyım; Amerika’da yaşıyorum. Eğitimimi Fransa’da yaptım, Kendi ülkemdeki Fransız Akademisinde yönetici olarak çalışıyorum. Türkiye’yi ise aşk derecesine seviyor ve her yıl tatilimi geçirmek için buraya geliyorum. Türkiye, benim gerçek vatanım gibidir ve burada bir dost kapım var. Hatta bir evim de diyebilirim buna. Çünkü ben bu eve ailenin yeni bir ferdi olarak kabul edildim. Son on yıldır Türkiye’ye her geldikçe, dinlenmek için bu eve gelirim ve burada birkaç gün kalırım. Mutfağında Muhsin İlyas Bey’in sevimli eşi Saadet Hanım, sevgili kızlarıyla birlikte yemek yaparım, sofra kurur ve kaldırırım. Ben bu evi öylesine benimsedim ki, kitabımda bir bölümü buna ayırdım. En çok ilgi gören bölümlerden birisi de bu sayfalar oldu. Niye ilgi gördü? Çünkü burada samimiyeti anlattım, Türk misafirperverliğinin kendi özel hayatını bir yabancı dostuna açma cömertliğini anlattım. Bir ailenin ortak duygularını özenle yansıtmaya çalıştım. Bu kabul, bende öylesine derin bir iz bırakmış oldu ki, kendi sitemde, (muhsinilyassubasi.org) diye ek bir site açtım ve burada Muhsin İlyas Bey’in görüşlerine, hakkında yazılanlara yer verdim. Kendisiyle uzunca bir konuşma yaptım ve burada yayınladım. Şiirlerinin bir kısmını, şiir çevirisinin çok zor bir iş olmasına rağmen, İngilizce’ye çevirdim, Amerikalı ve Batılı edebiyatçıların dikkatine sundum. Burada Muhsin İlyas Subaşı’nın şiiri hakkında da birkaç cümle ile söz etmek istiyorum: Muhsin İlyas Bey’in mükemmel bir şiir dili var.

sayı//30// ocak 60

Tasavvufi terim ve terkipleri çok iyi kullanıyor ve başarılı bir şiir örneği sunuyor bizlere. Mistik bir öze sahip. Mevlana ve Yunus geleneğinin devamı olarak görüyorum ben onun şiirlerini. Bu bakımdan bu şiirlerin İngilizce’ye çevrilmesi çok zordur. Çok az Türkçe biliyorum, buna rağmen, bu şiirleri Türkçe olarak iyi anlıyorum ancak İngilizce’ye aktarmakta bu şansımız pek yok. Bu bakımdan onun çevirdiğim şiirleri genellikle somut konulara dayanan şiirleridir. Soyut kavramların karşılığını İngilizce’de bulsak bile, bunların İslami özü yansıtması mümkün değil. Tabii burada şu gerçeği de göz ardı etmemek lazım: Her şair şiirini kendi ülkesinin insanı için yazar. Zaten şiirin çevrilmez oluşunun nedeni de budur. Ben, Batı’ya Türk şiirinin, romanının, hikâyesinin iyi anlatılması halinde, kalite bakımından Batı’dan hiç de geri olmayan bir edebiyatla dünya edebiyatını zenginleştirmiş oluruz diye düşünüyorum. Sonuç itibariyle şunu söylemeliyim: Şair ve yazar Muhsin İlyas Subaşı, beni yazarlığa teşvik ederken ülkesine de paha biçilmez bir hizmeti sunmuş oldu. Çünkü ben kitabımda ön yargılardan uzak, tamamen objektif ve samimi olarak Türklere, Türkiye’ye bakışımı anlattım. Bunu, sadece Türkiye için değil, dünya kamuoyu için yaptım. Benim kitabımın İngilizce Baskısı Amerika’da en çok satılan kitaplardan birisi oldu. Türkçe baskısını okuyanlardan da hemen her gün bir mesaj alıyorum… Yazar ve edebiyatçı, eserlerini kendisi için verirse, o eserler sahibi ölmeden ölür ve hayattan çekilir. Eğer eserini insanlığın faydalanması için verirse, üzerinden asırlar geçse de unutulmaz. Nasıl ki Lady Montagu Sayın Subaşı’nın teşvikiyle üç asır sonra bana ilham kaynağı oldu ise, öyle inanıyorum ki, benim ve Muhsin İlyas Bey gibi insanların eserleri de yarın başkalarına ilham kaynağı olacaktır. Türkiye bu tür aydınlarını çoğalttıkça, insan kalitesi bakımından dünyanın en önde gelen ülkesi olmaya devam edecektir. Çünkü Türkiye bugün bunu hak eden bir ülke konumuna gelmiş durumdadır. Ekonomik zenginliği yanında kültürel zenginliği de bunu göstermektedir. Ayrıca bu iki zenginliği birden fark edebildiğim ve otuz yılımı Anadolu Bozkırında geçirerek bu ülkenin adım adım nasıl gelişme kaydettiğine şahit olduğum için kendimi şanslı hissediyor ve bir dost kapısı bulduğum için de mutlu sayıyorum!


Sikâyetname Duyun ey komşular duyun Beni buralara bir at getirdi Yelesi yeşil alev, gözleri Göksu mavisi Kuyruksuz kulaksız bir at getirdi Ömrümü sebil ettim, serdim önüne O tuttu bir ucumdan, / beni yedi bitirdi. Aladağ’dan düşmüş idik biz yola Yol uzun, gönlüm tenha / dağlar çiçeğe durmuş Yoldaşım ol dedi, oldum Onu candan aziz bildim Köpek oldum, izin sürdüm Kuru-yavan, aç koymadı / eyvallah, ama Beni bitli hanlarda yatırdı. Nice bin umutla binmiştim ona Ayrılık ülkesine başın çevirdi / yolları - yılları bir bir devirdi / ve hayal iklimlerine girdi Ak bulut, kara bulut, seçemez oldum / karanlığımda kayboldum Çıkmaz sokaklardan çıkılmaz geri Beni kapılardan itti içeri / kendi gitti, dışarıda oturdu.. Rüzgâr ile yarıştık evvel zaman içinde Kimi zaman yel olduk estik Ve güzeller kervanının yolunu kestik Mevsimler hep bahardı o günler / ve güzel günler deli çaylar gibi / tepelerden aşardı / serde delikanlılık vardı

(Ali ile Selim’e) Birlikte girdik her bir savaşa / âlem ile cenk ettik / acıyı - tatlıyı kendimize denk ettik Gün oldu, kanlı süvâriler sardı yöreyi Ayağını uzatsa aya değecek, / dağ delinecek / bir kişnese düşman ölecek O döndü, mızrağını yine bana batırdı.. Gide gide.. salkım söğüde vardık Söğüdün altında sular kaynaşır / karıncalar evlerine su taşır / sular ki serin, mübârek ve sâkin O susuz, ben susuz, lâkin Ne kendi içti, ne de bana içirdi.. Meğer böyleymiş dünyanın hâli Benden özge kim taşır bunca vebâli Dedeyi dinlerseniz ey Selim, Ali / kutlu kapının tayları Çocukluk çayırını çokca yaşayın Ha bugün derken, ha yarın Hükmü kalmıyor geçen yılların Daha dün bir, bugün iki, gözüm açıp kapamadan Yaşımızı yetmişlere yetirdi.. Duyun ey yârenler fakiri duyun Beni buralara o at getirdi..

Kâmil Uğurlu

Biz en güzel gelini attık terkiye / gönülde sevda, arkada Toros Dağları Nidem ki, memleketin ovaları dar geldi diye Aldı bizi / yâdellere uçurdu. 61


BEŞ ŞEHİR’DE ERZURUM -dört-

Geçmiş zamanlardaki yolculuklarda yaşananlar, sözgelimi bir kervana katılıp, bir handa veya kervansarayda gecelemek, buralarda başka yolcularla tanışmalar, Tanpınar’a göre masalların ve hikâyelerin esin kaynağı olarak görülmektedir. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

hmet Hamdi Tanpınar’ın Erzurum’a üçüncü gelişi, ikincisinden yaklaşık yirmi yıl sonra, İkinci Cihan Harbi’nin son yıllarında ve yataklı vagonla olmuştur. Daha önceki seyahatlerinde zorlu yolculuklar yapan Tanpınar, bu rahat yolculuğun eski zamanlardaki seyahatlerin tadını vermediğinden yakınır.

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//30// ocak 62

Geçmiş zamanlardaki yolculuklarda yaşananlar, sözgelimi bir kervana katılıp, bir handa veya kervansarayda gecelemek, buralarda başka yolcularla tanışmalar, Tanpınar’a göre masalların ve hikâyelerin esin kaynağı olarak görülmektedir. Yataklı vagonla seyahat yapmaksa, halktan yani ilham kaynağından uzaklaşmak anlamını taşımaktadır. O, eğer trenle bir yolculuk yapılacaksa, en iyi yerin üçüncü mevki olduğu kanaatindedir. Çünkü trende ancak bu mevkide halkla iç içe olunabilir. Öbür türlüsü istasyondan ayrılıp bir başına kalmaktır ki bir iki manzara dışında hiçbir şey görmeden ve duymadan varılacak yere ulaşmaktır. Halbuki seyahat, biraz da heyecan ve maceradır. Tanpınar, bir önceki gelişinde harabe halinde gördüğü Erzurum’un, bu sonki gelişinde oldukça toparlanmış olduğunu, geliştiğini, yaraların sarıldığını gözlemlemiştir. Yeni yapılan beton binalarla eski şehir arasında ciddi farklar oluşmaya başladığını müşahede eden Tanpınar, eskideki çekiciliğin yeni şehirde görülmediğinden yakınırken, bu yeni şehir yapısında iktisadi ilerlemeye yol açacak hamlelerin gelecek günlerde mutlaka gerçekleşeceğine inandığını belirtmektedir. Sözün burasında belirtmek gerekir ki Tanpınar, gezdiği ve bu kitabında anlattığı beş şehirden dördünde sadece şehir kültürünü anlattığı halde Erzurum’da Cinis’e gidip, Erzurum’un bu müstesna köyünü tanıtmıştır. Cinis, Erzurum’un en eski yerleşim yerlerinden biri olup özellikle 18. asırda buraya yerleşen beyleriyle ün kazanmıştır. Mensubu olmakla iftihar ettiğim Cinis Beyleri sülalesi, Cinis’te şehir kültürünü yerleştirerek burayı mamur hale getirmişlerdir. Fakat Türk Ordusu’nun Allahuekber dağlarında soğuk, hastalık ve Ruslara yenik düşmesinin arkasından Doğu’da Rusların başlattığı işgal hareketi üzerine Osmanlı Devleti, daha güvenli bölgelere gidilmesi için muhacirlik çağrısında bulununca, pek çok Erzurumlu gibi Cinisli aileler de muhacir olup, işgal sona erince tekrar geri dönmek üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerine göç etmişlerdir. Cinis Beyleri sülalesi de Kayseri’ye (Talas) göç etmişler ve birkaç yıl sonra tekrar köye dönmüşlerdir. Ancak köyü maalesef bıraktıkları gibi bulamamışlardır. Köyden göç edemeyen aileler katledilmiş, konakların çoğu yakılıp yıkıldığı için barınacak yerleri bile kalmamış, yanlarında götürdükleri menkullerini de gittikleri yerde tükettikleri için yokluğun içine düşmüşlerdir. İşte Ahmet


Hamdi Tanpınar, Cinislilerin muhacirlikten dönüşlerinden yaklaşık 25 yıl sonra gittiği Cinis’te, daha önce duyduklarını görememekten yakınmaktadır. “Cinis’te vaktiyle lastik tekerlekli paytonla Aşkale’ye gidip gelen beyleri bulamadık. Emekle, zevkle yetiştirilmiş gül bahçeleri gibi onlar da kaybolmuştu. Şimdi onların çocukları, köylülerle aynı refah seviyesinde değilse bile, aynı çalışma şartları içinde yaşıyorlardı. Hepsi de toprağının başında duruyor, gündelik çalışmaya katılıyor, çuval kaldırıp yüklüyor, arabasına at koşuyor, değirmenin suyunu, patatesin ekilme vaktini düşünüyor, harman makinesinin yokluğundan, Ziraat Bankası’nın ticarî kredi şeklinden şikâyet ediyorlardı. Bana asıl ehemmiyetli gelen şey, kendisiyle uğraşana toprağın gülmesiydi. Eski Cinis beylerinin torunları, muhacirlikten sonra baba yurtlarına döndükleri zaman yemek için bir çuval bulgurla, Kars’tan tedarik ettikleri bir çift öküzle işe başlamışlardı. Fakat toprak onlara gülmüştü. On yıl sonra köy ekinleriyle hayvanlarıyla yeniden kurulmuştu.”( Beş Şehir, s. 205) Tanpınar’ı Cinis’te misafir eden, sülalemizin mensuplarından Mutahhar Bey’dir. “Köyün ‘emvali metruke’sini topraksızlara dağıtan Mutahhar Bey’in bu başarıdaki payına işaret etmek isterim. Cinis'te onun misafiri idim. Dünyada bundan sevimli insan bulamazsınız. Çiftçiliği bir macera gibi yaşıyordu. Yorulmak nedir bilmiyordu.” (s. 205) Muhacirlikten sonra yeniden kurulan Cinis, “on dört yıl kadar sonra bir eşkıya baskınına uğramış, gene tohumdan hayvana, halıdan elbiseye kadar ne varsa elden gitmişti. Şu halde benim gördüğüm, beş evinde radyo çalınan köyün hakiki geçmişi on yıllıktı. Gene aynı aileden Naci Beyin evinde bize şerbet ikram ettikleri gümüş takım bir yana bırakılırsa, geçmiş zamanın servetinden yaşlıların hâtırasında kalanlardan başka hiçbir miras yok gibiydi. Bununla beraber köy mesuttu, refahlıydı.” (s. 205) Cinis’te pek çok mesire alanı vardır. Sık sık gidilen ve adına Germeşevi denilen yer de bunlardan biridir. Buraya bu adın verilişinin nedeni, burada yetişmekte olan ‘germeşo’ adı verilen bir bitkiden dolayıdır. Germeşo, kırmızı meyveleri olan bir tür ağaç olup bu ağacın meyveleri bazı ilaçların yapımında kullanıldığı gibi, dalları da ağızlık yapımında kullanılırmış. Ağaç oldukça yumuşak ve esnek olduğu için sigaranın nikotinini emer, bundan dolayı germeşo bitkisi ağızlık yapımında makbul imiş. Eski ehl-i

keyfler, ağızlığın ağız kısmına bir de kehribar taktırırlarmış ki bu tarz olanları çok daha gösterişli olurmuş.

Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar.

Germeşevi, köyden biraz uzakta olduğu için sabah erkenden öküz arabalarıyla çıkılarak gidilir ve burada çadırlar kurularak veya ağaç dallarından güneşlik yapılarak akşama kadar eğlenilir, kuzular kesilip pilavla birlikte yenilir, çaylar içilip akşama tekrar dönülürmüş. Ben bu kır eğlencelerini görmedim ama büyüklerimin keyifle anlatışlarını adeta yaşamış gibi hissederim. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar Cinis’e gittiğinde Mutahhar Bey onu, Germeşevi’nde de ağırlamıştır. Tanpınar, burada gördüklerini, “Bir öğle yemeğini yediğimiz Germeşevi sırtlarında iki bin hayvan otluyordu. Küçük bir kaynak başında halkalanarak geviş getiren on beş kadar öküze baktım: ebediyetlerinde vakarlı, arızasız sessizlikleri içinde dalgın duran Olimposlulara benziyorlardı… Köy toplanınca yeniden geleneklerini, türkülerini bulmuştu. Aynı akşam, gece yarısına doğru, Gemeşevi’den lüks lambalarıyla inerken gözlerimin önünde o eski âlem canlandı. Anadolu, getirdiği tecrübelerle yıkılmamış, sadece ders almıştı. Dört gün süren bu misafirlik bana bir kütüphane kadar faydalı oldu.” ifadeleriyle anlatmaktadır. Cinis’teki dört günlük misafirliği sırasında harman yerinde rastladığı 13-14 yaşlarındaki kız çocuğunun, düven üzerinde dimdik durmasını, Babil ve Asur kraliçesi Semiramis’e benzetmektedir. Ertesi gün aynı kızı karpuz tarlalarının arasında tekrar görmüş, aynı vakarla yürüdüğünü tespit etmiştir. (s. 206-207) Burada dikkatimizi çeken nokta, Cinis’te o yıllarda pek çok tarlada karpuz yetiştirildiğidir. Canım Babam Cevdet Özden Bey, rahatsızlanmadan önce hatıralarında Cinis karpuzunun lezzetinden söz ederdi. Cinis’in karpuzu çok meşhurmuş. Babamın dediğine göre yetiştirilen bu karpuzlar, bal gibi olurmuş ve Erzurum şehir merkeziyle civar köylerde Cinis karpuzu en aranan ve sevilen meyveymiş. Ama şimdilerde artık karpuz yetiştirmekle uğraşan maalesef yok. Tanpınar’ın Cinis’te tanıdığı bir başka köylü de Mutahhar Bey’in ortakçısı olan ihtiyar çiftçidir. Seksen yaşında olmasına rağmen hâlâ bir toprak tanrısı gibi sağlam duran bir adam olan bu çiftçi, Tanpınar’la son derece saygılı, ama aynı zamanda da vakarlı bir şekilde konuşmuştur. “Bizlere gösterdiği saygı içinde, toprağa yakın olduğu için kendisini Tanrı’ya daha yakın bulmanın şuurunu, gururunu duymamak

63


Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir.

kabil değildi. Bu bir insan değil, âdeta, yaşlı bir çınardı. Bir ara yerden bir avuç saman aldı, ellerinin arasında bir nezri yerine getirir gibi oğuşturup havaya üfledi. Bütün hareketlerine baktım; tabiatın yetiştirici kuvvetlerine bir ibadet gibiydi. Geleceğimiz gün onu oğluyla, torunlarıyla gene aynı yerde çalışırken gördük. Soyunun sopunun içinde mesut bir Kitab-ı Mukaddes ihtiyarı sandık. Bu iki Cinisli bana insanoğlunun sadece toprakla temas ederek yaptığı bir arınmanın muzaffer, ilâhî mahsulleri gibi geldi. Cinis’ten içimde, biri ölümünün eşiğinde bekleyen, öbürü hayatın kapısından henüz girmiş bu iki insanın bende uyandırdığı bir yığın düşünce ile ayrıldım.” (s. 207) Tanpınar, Cinis’ten ayrılıp, trende arzu ettiği mevkide hepsi ayrı sebeplerle bu trene binmiş olan toplumun her sınıfından insanla bir arada ve bir yandan onlarla sohbet ederek, bir taraftan da uçsuz bucaksız Daphan Ovası’nı seyrederek Erzurum’a dönerken gördüğü bir olayı şöyle aktarmaktadır: “Ayakta zengin ovayı seyrediyorduk. İkide bir, Karasu’nun bir yanından bir pelikan kalkıyor, havada geniş bir kavisle etrafı şöyle bir kolaçan ettikten sonra ovanın içinde süzülüp gidiyordu.” (s. 208) Burada dikkatimizi çeken husus, 1940’lı yıllarda Karasu’nun aktığı Daphan Ovası ve çevresinde Pelikan kuşlarının bulunduğudur. Aslında o yıllarda ve öncesinde Erzurum’da sadece Pelikan değil birçok kuş türü bulunmaktadır. Çünkü bahsi geçen ovada Karasu boyunca ciddi sazlıklar bulunduğunu biliyoruz. Bu sazlıklarda cil diye isimlendirilen bataklık bitkisi, aynı zamanda yöre köylülerinin uzun yıllar geçim kaynağını da oluşturmuştur. Ancak sazlıkların daimi konuğu olan sivrisineklerin yaydığı sıtma hastalığıyla baş edebilmek için 1950 yılından itibaren sazlık, açılan drenaj kanalları yoluyla kurutulmaya başladıktan sonra kuşlar yavaş yavaş Erzurum’u terk etmeye başlamışlardır. Buna rağmen bu bölgede halen üç yüzün üzerinde kuş türü varlığını devam ettirmektedir. Engin ovayı seyrederken bir taraftan da Cinis’te gördüklerini düşünen Tanpınar, şu tahlillerde bulunmaktadır: “Cinisli ihtiyarla küçük kızın bende uyandırdığı hayallerden kurtulamıyorum. Kendi kendime ‘İstinat noktasını bulmadıktan sonra, kuvvet, hattâ manivela neye yarar?’ diyorum. Bu nokta insanoğlunun iyiye, güzele olan kabiliyetlerinden başka ne olabilir? Bu kabiliyetleri hayatta üstün kılacak bir dünyayı aramalıyız. Türkiye bunu en iyi şekilde başarabilecek bir mevkide. Henüz yolun

sayı//30// ocak 64

başındayız. Geniş ve hür bir vatanımız var. Milletimiz de çok kabiliyetli. Ona, içinde kendisini gerçekleştirecek büyük, planlı bir iş hayatını açmak lâzım. Cumhuriyet, yirmi yıldan beri birçok şeyler yaptı. Şartlar düşünülürse bundan daha büyük başarı olamaz. Yedi cephe artığı bir avuç okuryazarla işe başladı. Şimdi yurdun istediği yerinde bilgili adam, teknik adamı yığabiliyor. Şimdi hayatı daha vuzuhla fethedebilecek durumdayız. Realiteyi daha yakından, daha iyi görüyoruz. Bu görüşü planlamak lâzım.” Bu düşünceler arasında Ilıca istasyonuna giren trenin önemli yolcusu Tanpınar, bu düşüncelere kendisini o kadar kaptırmıştır ki 17. asırda Revan Seferine giderken Aşkale’den sonra Cinis’te ve Ilıca’da konaklayıp Erzurum’a ulaşan Dördüncü Murad’ı ve Evliya Çelebi’nin anlattığı Zurnazen Mustafa Paşa’yı bile hatırlayamamıştır. (s. 208-209) tanpınar’ın ancak Ilıca’da aklına gelen Dördüncü Murad’ın, bu sefere giderken otağ kurdurup dinlendiği yerlerden biri de Cinis’tir; bu yer Cinis’te ‘Padişah Tepesi’ olarak isimlendirilmektedir. Cinis’te bir tepe daha var ki Tanpınar ondan maalesef söz etmemiş. Cinis’in çok eski tarihli bir köy olduğu, köyümüzdeki bu tepe höyükten anlaşılıyor. Bu höyük, eskiden çok yüksek ve üzeri çok geniş olmasına rağmen, sürekli toprak alınmasından dolayı eski heybetini kaybetmiştir. Bundan elli yıl kadar önce Cinis’e maksatlı olarak gelen turistler, köylülerin tepeden buldukları eski çağlara ait arkaik ürünleri ellerinden alarak gittikleri halen anlatılmaktadır. Cinis höyüğü üzerine birkaç bilimsel (arkeolojik) çalışma da yapılmıştır. Beş Şehir’de Erzurum’un anlatıldığı bölümler arasında yedinciyi oluşturan Cinis’ten sonra sekizinci bölümde, şehrimizin önemi ve konumundan, daha önceki sayfalarda söz edilmeyen tarihi yapılardan bahsedilmektedir. Fazla uzun olmayan ve fevkalade edebî ifadelerin bulunduğu bu bölümü, okuyucuların müsamahasına sığınarak kitaptan, olduğu gibi aktarmak istiyorum. “Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir. Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. Bu iki hâdise arasında iki imparatorluk tarihi, bu tarihin acı tatlı bir yığın tecrübesi içinde meydana gelmiş bir cemiyet


ruhu, bir millet terbiyesi, bir hayat görüşü, bir zevk, sanat anlayışı kısacası, dünkü, bugünkü çehrelerimizle biz varız. Onun içindir ki Erzurum Kalesi’ni gezerken gözümün önünde olan şeylerden çok başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana çatısından bakıyordum. Bu çok güzel bir gündü. Nihayet Kale’ye çıktık. Tepesi uçtuğu için Tepsi Minare denen eski Selçuk Kulesi’nden, 1916 Şubat’ında ordusunun ricalini temin için çocuğu, kadını sipere koşan destanî şehri seyre başladık. Önümüzde henüz sararmaya yüz tutmuş ekinleriyle emsalsiz bir panorama dalgalanıyordu. Doğu, cenup-doğu tarafında çıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle, ağaçlık su başlarıyla, enginliğiyle ova başlıyordu. Daha uzakta, Anadolu’nun şiir, gurbet kaynağı olan halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı. Günün büyük bir kısmını orada geçirdik. Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, Belediye Bahçesi’nin biraz ötesindeki yeni bir ilk okul binasına girdik. Erzurum taşı dururken çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarînin aleyhinde oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor. Erzurum taşı, Ankara taşı gibi çok kullanışlı. Her girdiği yere âbide asilliği veren bir mimarî malzemesidir. İlkokul şirin, konforlu. Yirmi yıl önce gördüğüm yapıların hiçbirine benzemiyor. Bütün ovayı ayağımızın altına seren taraçasında, emsalsiz bir gurup karşısında çaylarımızı içtik. Güneş, bulutsuz, dümdüz bir gökte, olduğumuz yerden daha yassılaşmış, ovaya karışmış görünen Kop Dağı ile Balkaya’nın arasına inmeye hazırlanıyordu. Ne gökyüzü kızarmış, ne güneşin rengi değişmişti; hafif bir sarılıktan başka hiçbir batı alâmeti yoktu. Gözümüzün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmişti. Bütün ova billur döşenmiş gibi parlıyordu. Dağlar bu cilâlı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. Güneş, batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasından kalkan tozlar, bu gölün üstünde altın yelkenler gibi sallanmaya başladılar. Bu bir akşam saati değil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde toplanan bir masal musikisiydi. Hepimizde çok derin, çok esrarlı bir şeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı büyük bir duayı dinler gibi bir hâl vardı. Sonra bu billur aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taşmaya başladı. Nihayet güneş iki dağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak derin derin ürperdi. Ova yavaş yavaş saf gümüşten erimiş altın

rengine, ondan da akşam saatlerinin esmerliğine geçti. O gece Erzurum’dan ayrılıyorduk. Biz trene binmek için yola çıktığımız saatte 3 Temmuz 1919’un şehri, 30 Ağustos zaferini kutluyordu.” (s. 209-211) Cumhuriyet fikrinin doğduğu ve temellerinin atıldığı Erzurum, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın diliyle böyle anlatılıyor. Türk edebiyatının bir klasik eseri olan ve yeni Türk edebiyatının kendi türündeki ilk eseri olan Beş Şehir, okundukça yeni bilinmezlerin keşfedildiği bir kitap olma özelliğini devam ettiriyor. Bu bakımdan Beş Şehir’in okunması gerektiğini ve anlatılan bu şehirlerin, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu kitabının eşliğinde gezilmesini tavsiye edelim. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim: Bizlerin yapması gereken bu işi, Arjantinli bir yazar olan Alberto Manguel yaptı ve geçtiğimiz yıl “Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir” adıyla Türkçemize çevrilerek yayınlandı. Diğer şehirler hakkında yazdıkları hakkında bir fikir ileri süremiyorum, ama Erzurum hakkında yazdıklarının çok büyük bir bölümünün, Erzurum’la bir ilgisi bulunmadığını görmek, bizleri üzdü. Alberto’nun anlattıklarının ne eski Erzurum’la bir bağlantısı var, ne de yeni Erzurum’la. Tanpınar, Erzurum’a üç kez geldi ve sadece kendi gözlemlerini değil, şehir hakkında doğru bilgi sahibi olanlardan dinlediklerini de değerlendirip kitabına aldı. Manguel’in böyle bir yol takip edip etmediğini bilemiyoruz. Ancak bir yabancının, tanımadığı bir şehir hakkında yazdıklarını okuyunca, bu şehri yakından tanıyan biri olarak beni, kitabın gözlemlere dayalı olarak değil de sanki Erzurum’u çok iyi tanımayanların anlattıklarına kulak verilerek, doğru olup olmadığı irdelenmeden yazıldığı sonucuna götürmektedir. Bundan dolayı Tanpınar’ın izinde bu beş şehir gezilirken, Tanpınar’ın anlattıklarının da dikkate alınması gerektiğini ve mukayese edilerek o zamanın şehirleriyle, şimdinin şehirleri arasındaki benzerlik ve farkların ortaya konulması kanaatinde olduğumu belirtmek istiyorum. Benim burada yaptığım, sadece Tanpınar’ın gözlemlerini aktarmaktan ibaret olduğu için daha kapsamlı bir çalışmayı gerektiren mukayeseli bakışı gerektirmemektedir. Fakat böyle bir çalışmanın gerekli olduğunu ve bunu da öncelikle bir Türk araştırmacının yapması gerektiğini, hatırlatarak yazı dizimizi sonlandıralım. Böyle bir kitap yazdığı için de Tanpınar’ı rahmetle analım.

Tanpınar, Erzurum’a üç kez geldi ve sadece kendi gözlemlerini değil, şehir hakkında doğru bilgi sahibi olanlardan dinlediklerini de değerlendirip kitabına aldı.

65


TÜRK MUSİKİSİNİN İLK TESCİLLİ SAZI,

MÜZİĞİMİZDE YENİ BİR SES:

TARAB Tarab; formu, tınısı, boyutları, malzemesi, ergonomisi ile yeni tasarlanmış bir Türk musikisi sazı. . Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

ürk müziği yeni bir enstrümanla tanıştı. 2016 yılının son ayı ve son haftası olan 27 Aralık Salı akşamı İstanbul Cemal Reşit Rey (CRR)’de icra edilen Tarab konseriyle yeni bir nefesle tanış olduk. Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Sanat Tasarım Fakültesi Sanat Bölümü Başkanı Profesör İlhan Özkeçeci eşliğinde icra edilen Tarab konserinde birbirinden güzel Türk Sanat Müziği eserleri Tarab sazı eşliğinde seslendirildi. Profesör Özkeçeci tarafından 1985’ten günümüze yapmış olduğu çalışmalar neticesinde, 2013 yılında YTÜ’nün bir projesi olarak patent ve tescili alanın Türk Musikisinin ilk tescilli sazı olan “TARAB” konserini izleyenleri mest etti. Tarab eşliğinde çalışan eserleri ise misafir sanatçı Yaprak Sayar tarafından seslendirdi. Konser sonunda başarısından dolayı Tarab mucidi Profesör İlhah Özkeçeci’lere Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Bahri Şahin tarafından plaket verildi. Konsere İstanbul Büyükşehir Belediyesi salon tahsis ederken, Esenler Belediyesi ise sponsor oldu.. Daha doğrusu yeniden tasarlanmış. Klasik Türkistan (Orta Asya) sazları içinde rebab olarak bildiğimiz benzer formları var. Tarab onların arkadaşı, ama kendine has özellikleri var. Tarab’ın üretim macerası bayağı uzun. Sesi daha güçlü ve icrası daha rahat bir yaylı saz nasıl olabilir düşüncesiyle yeni bir saz ortaya çıkış hikâyesi ise bir roman hacminde. Tarab’ın ortaya çıkışını mucidi Prof.İlhan Özkeçeci şöyle izah ediyor: “Tarab’ın ilk numunesi 1985 yılında ortaya çıktı. Zaman zaman üzerinde çalışmaya devam ettim ve giderek olgunlaştı. Uzun yıllar mütevazi bir köşede bekledi tarab, 2010 yılından itibaren yeni bir platrofmda ilgi odağı oldu. Yıldız Teknik Üniversitesi camiası onu çeşitli toplantılarda dinlemek fırsatını buldu ve çok ilgi gösterdi. Bu yıllarda Tarab’a en yüksek performansa ulaşacak bir norm getirmek için çok uğraştım. Ve sonunda her bir birimi için standart bir ölçü tespit ettim. Teknik çalışmalar bir patent oluşumuna yol açtı ve tarab resmi olarak marka ve patent tescilini aldı. Bu suretle yakın zamanlarda yaptığım düzenlemelerle müzik dünyamızın ilk patentli enstrümanları arasında yerini aldı” diyor. TARAB NEDİR VE NASIL BİR SAZDIR?

*T.C.Yıldız Teknik Ünv.İnsan Ve Toplum Bilimleri Bölümü

sayı//30// ocak 66

Tarab, “tanbur” ve “rebab” isimlerinin bir araya gelmesiyle oluşturduğumuz bir isim. Aynı zamanda “Tarab” kelimesi; şenlik, şetaret, neş’e, coşku, musiki ile kendinden geçme gibi


manalara geliyor. Tarab, yayla çalınan orta boy bir müzik aleti, boyu 115 cm.dir. Ahşaptan yapılmış yarımküre şeklindeki bir tekneye, yine ahşaptan yapılmış ve silindirik olarak hazırlanan bir kolun bağlanmasıyla oluşuyor. Dairevi teknenin göğsüne balık derisi geriliyor, bunun üzerinden geçen farklı kalınlıktaki sarımlı teller, üstteki üç adet burguya bağlanarak akortlanıyor. Kol üzerindeki iki oktavlık sese pes tellerdeki bir oktavın ilavesiyle sazın kapasitesi üç oktava çıkıyor. (1oktav=sekizlik ses dizisi) Tarab, kol üzerindeki perde sistemi itibariyle yaylı tanbura, fizik görünüm bakımından da rebaba benziyor. Rebab’ın gövdesi hindistan cevizinden olduğu için standart bir ölçü tutturmak zor olur. Ayrıca Rebab’ın perdeleri olmadığı için sabit ses basma problemi var. Tarab hakkında ayrıntılı bilgi veren Profesör Özkeçeci; “Teknesinin ahşap olması perdeli olması ile Tarab’da bunları aştık. Yaylı Tanbur’un ise boyut olarak icra konusunda zorlukları var. Tarab bu açıdan da pratik ve ergonomik bir saz oldu. Klâsik musikimizde vurmalı, üflemeli, mızraplı ve yaylı çalgılar kullanılır. Bunların tek tek icrası mümkün olduğu gibi birlikte icra edildiğinde dengeli bir dağılım daha başarılı sonuçlar verir. Klâsik Türk musikisi saz heyetine orta bas tonlardaki yaylı bir sazın girmesi müzikaliteyi daha yüksek tutar. Tarab, klasik Türk musikisi sazları; Ney, Tanbur ve Klasik Kemençe üçlüsüne, bilhassa bas seslerle uyum sağlayabilecek alternatif bir saz oldu. Musikide yaylı sazlar mızraplılardan daha kuşatıcı bir cazibeye sahiptir. Mesela nefesli bir saz olarak neye yaylı bir sesin iştiraki, insan ruhunda derin yansımalar meydana getirir. İnsan sesiyle bütünleşen bu sazlarla yapılan icrada fevkalade duygular hâsılolur. Ayrıca tarabın tamamen yalnız başına (solo olarak) icra edilmesi müzisyen açısından her zaman mümkün ve müessirdir.” TARAB ÜSTADI PROFESÖR ÖZKEÇECİ!

Tarab üstadı Profesör İlhan Özkeçeci müzikle ilgisinin babası yoluyla Kayseri’de bağ evlerinde başladığını belirtiyor: “Benim müzikle dostluğum küçük bir çocukken kendi sesimle başladı, bu dostluğa zamanla farklı enstrümanlar katıldı. Asıl sazım Tanbur. 196970’de bir lise öğrencisi iken Mızraplı Tanbur icra etmeye başladım. 1973’ten sonra bu sazı İstanbul’da ilerletmek imkânına kavuştum. Üstad Kemal Batanay’dan meşk çalışmalarına devam ettim. İstanbul Üniversitesi Korosu ve diğer musiki meclislerinde bulundum. Aynı

zamanda Devlet klasik Türk Müziği korosunda musiki icraatımı geliştirme fırsatı buldum. Müzik benim hayatımın vazgeçilmez bir parçası. 1980’lerde Kayseri’de hem Erciyes Üniversitesi bünyesinde hem Belediye konservatuarında muhtelif musiki çalışmaları yaptım. Korolar kurdum, yönettim. Sonrasında uzun yıllar yurtiçinde yurtdışında konserler verdim. Tarab da bu birikimin manidar bir meyvesi. Müzik Türk milletinin tarihine, doğumundan ölümüne, düğününden ibadetine, seferinden zaferine kadar her noktada yeni bir heyecan ve ruh katmıştır. Kundaktaki bebeğin dinlediği ninnilerden, hüznünü, neşesini dillendiren türkülere şarkılarına, inancını aksettiren mevlidinden, ilahisinden ölümüne eşlik eden salâsına kadar hayatın ayrılmaz bir parçası olmuştur.”

Şu bir gerçek ki kültürel aktarımda etkili bir araç, hatta kültürel hakimiyette müzik diğer sanat dalları gibi bir silah olarak kullanılabilir

Gençler çok fazla yabancı müziğe maruz kaldıklarının altını çizen Profesör İlhan Özkeçeci; “Gençlerin kulakları ve zihinleri yabancı müzik sesleriyle çınlıyor. Şu bir gerçek ki kültürel aktarımda etkili bir araç, hatta kültürel hakimiyette müzik diğer sanat dalları gibi bir silah olarak kullanılabilir. Bazılarının yaptığı gibi müziği inkar etmek çözüm değil. Her ne kadar uzaklaşsak uğraşalım hayatımızdan musikiyi çıkartmak imkanı var mı? O halde gençler için alternatif sunmalı. Abdülkâdir-i Merâgî’nin, Itrî’nin, Hafız Post’un, İsmail Dede Efendi’nin ve daha nice üstadın ortaya koyduğu herdem taze ve can alıcı eserleri gençlere tanıtmanın bir yolunu bulmalı. Benim Tarab’ı yapmamdaki amaç da bu zaten. Bu ruhun esintilerini taşıyor Tarab... İnşallah genç nesillere ulaşacak. Tarab terapidir, tarab sırdaştır, dosttur, arkadaştır. Keza tarab yârdır, huzurdur, sükundur...” diyor. Tarab, sesi çok dokunaklı ve deruni bir saz. Tarabı dinlerken kalbe ılık ılık bir nefesin geldiğini hissettim. Biraz da sesi Ney’i çağrıştırıyor. Tarab’ın henüz musiki dünyasına tam olarak açıldığını söyleyemeyiz. Tarab Cemal Reşit Rey’de yapılan icra ile geniş kitle vasıtasıyla görücüye çıkmış oldu. Ben beğenerek dinledim. Çünkü ses kalitesi, volümü ve müzikal tesiri hemen fark ediliyor. Siz aziz okurlara da tavsiye ediyorum. Tarab’ın tanıtımı adına belirli zamanlara yapılan TV haber ve tanıtımlarının yanında halen aktif olan www.tarab.com.tr adresinden sazın özellikleri hakkında bilgi edinilebilir ve icra edilen bazı eserleri dinleyebilirler. Ayrıca web ortamında tarab taksim videolarına da ulaşılabiliyor. 67


GÖNÜL ŞEHRİNE DOĞRU! Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Hacı Bayram’ı, Somuncu Baba’yı yetiştikleri topraklardan alın, bu şehirler, ışığı alınmış karanlık sokaklara döner. Muhsin İlyas SUBAŞI

eçtiğimiz yıllarda Kırşehir, Aksaray, Karaman, Konya, Eskişehir ve Ankara illerini gezdim. Bu ziyaretimin ana amacı bu topraklarda yetişen ruh mimarlarımızı mekânlarını tanımaktı. Çünkü şuna inanıyorum; insanlar yetiştikleri toprağın mahsulüdür, onların kimliklerinin oluşmasında bu toprakların büyük payı vardır. Bu pay nasıl oluşur, bulunduğunuz bölgede acı varsa, siz zil takıp oynayamazsınız. Ya da yaşadığınız topraklarda keyifli bir hayatın ortamı sağlanmışsa, siz acılarda pişemezsiniz. Bu, sosyal psikolojinin insan karakterine yansıyan temel ögelerinden birisidir. Mesela, Kayseri’nin taş işçiliği olmasaydı, Sinan gibi bir isim Osmanlı’nın ‘Ser Mimarân-ı Hassa’sı olamazdı. Ya da, Ankara Türkmenlerinin teslimiyet duygusu öne çıkmasaydı, Bir Hacı Bayram Veli yetişemezdi. Sivas’ın yanık yüzü ön plana gelmeseydi Âşık Veysel o toprakların azizliğini insanlığın gönlüne taşıyamazdı. İşte bu toprakların hamurundaki o gizli ilahi güç, Eskişehir’de Yunus Emre, Konya’da Mevlana, Nevşehir’de Hacı Bektaş-ı Veli olarak tecelli etti. Kalite, mekânın uhrevileşmesinden beslenir. Bu zemini böyle bir zenginliğe götüren de, o mekânı donatan insanlardır. ‘Şerefül mekân bil mekin’ ifadesi bunun içindir. Yani bir mekânı şerefli kılan orada yaşayan insanların kalitesiyle doğru orantılıdır. Yunus’u, Mevlana’yı, Hacı Bektaş-ı Veli’yi, Hacı Bayram’ı, Somuncu Baba’yı yetiştikleri topraklardan alın, bu şehirler, ışığı alınmış karanlık sokaklara döner. Bu büyük insanların hususiyetlerine dikkat eder misiniz bilmem? Bunlar, irfana ulaşmanın yolun önce kendilerine, kendi içlerine bakmada görürler. Tasavvufta riyazet, hatta çile hayatı bu yolla başlar. Bu dönemdeki özeleştiri kendi hırslarını budayacak şekilde olur ve sonra idrak noktasına geldiklerini düşünürlerse insanların karşısına çıkarlar. Bu çıkışta da kendilerini takdim duygusu yoktur, Yaşama biçimlerini sergilerler. Yani oldukları gibi görünürler. Yaşayışlarını ilahi disiplinin içerisinde tutabilmek için zorlu bir mücadeledir bu. Çevrenin kuşatma biçimine göre de bu şekil alır. İşte sözünü ettiğimiz insanların, yaşadıkları dönemdeki sosyal buhranlar onların ruh ve duygu dünyasını şekillendirmiş ve ortak vicdanın sesi haline gelmişlerdir. Çok ilginç bir örnektir: Bursa Ulu Cami’nin inşaatı tamamlanır, açılışı yapılacaktır. Camiyi yaptıran

sayı//30// ocak 68


büyük Sultan Yıldırım Bayezid 1396-1400 yılları arasında camiyi yaptırır. Açılışına sıra gelince, Padişah, Damadı Emir Sultan’ın burayı açmasını ister. O da, ‘Somuncu Baba varken bana düşmez’, der. Somuncu Baba, bu ifadeyi duyunca, “Eyvah şeyhim, ne yaptın, sırrımı fâş (ifşa) ettin”, diyerek gizli bir tepki gösterir. Ancak ısrar üzerine teklifi de geri çeviremez ve ilk açılış namazını kıldırır, ama bir daha Bursa’da durmaz, şehri terk edip gider. Hacı Bayram Veli için de benzer bir olaydan söz edilir. Onu, çekemeyenler Padişah’a şikayet ederler, Sultan 2. Murat huzuruna çağırtır, kendisini sorgular, söylenenlerin doğru olmadığı kanaatine varınca, kendisinden İstanbul’un fethini gerçekleştirmesi için dua ister, o da, oğlu Mehmet’i işaret ederek, ‘Fetih bu oğlunuza nasip olacaktır’, der ve ayrılır. Dönünce de, müritlerini toplar, kendisini için hayatını feda edecek olup olmadıklarını sorar, bir çift öne çıkar. Onları toplantı çadırının içerisine alırlar, orada bir koyun kesilir, gömlekleri bunun kanına batırılır ve dışarı teşhir edilir, bunun üzerine etrafındaki müritler birer ikişer dağılmaya başlarlar. Sultan’ın kendisine vergiden muaf tutması üzerine etrafındaki insanlarla çalışarak hayatını sürdürür ve irşadını da devam ettirir. Kuran’da ‘İnsan için kendi çalışmasından başka kazanç yoktur’ (Necm 33) buyrulur. Bu neyi ifade eder? Kemale ermiş bir insan bile onu velilik zırhına büründürmeden kendi emeğiyle geçinmeyi talep etmelidir. Etrafındaki insanlara cennet vaat ederek onların sırtından geçinmeyi değil! Gönül dünyasında zenginliğini kendi içinde tutup bunu ranta dönüştürmeyen gerçek Veli insanlar böyledir. Onlar teşhir edilmekten kaçınırlar. Günümüzdeki gibi kendi kendilerine rüyalarda el alıp, ya da Hızır’la görüştüğünü iddia ederek irşada kalkan din tacirleri gibi değildirler. Toprağın sessizliği ile evliyanın sessizliği burada örtüşür ve burada bir gizli uhrevi hayatın coğrafyası açılır; hem gönüllere hem de arza! Bu bakımdan mekâna dikkat etmek gerekir. Onları büyüten ve irşat eksenin merkezine oturtan da bu tavırlarıdır. Gerçek Evliya ile sahtesini ayırmak için yukarıdaki örnekler birer küçük anahtar olmalıdır. Şunu unutmamalıyız, bu topraklar ruhun köleliğine izin vermez! Günümüzde şehirleri kuşatan tarikatçılık tehdidi, hayatın normal seyrini öylesine etkilemeye başladı ki, şimdi

bunların birçoğu irşat rotasından çıkarak farklı alanlara yönelmeye başladılar. Dünyalık peşinde olmayan, temel disiplini, yanlış da olsa; ‘bir lokma, bir hırka’ esprisine dayanan bir sistemi kanaat tavrından alarak doyumsuzluğa taşımak, İslam’ı kendi dışındakilere karşı sorun haline getirmektedir. İşte farkına varamadığımız gerçek tehdit buradadır. Bugün, Müslümanı, hatta bir adım daha ileri giderek İslam’ı eleştirenler hep bu tür fotoğrafı getirip önümüze koymaktadırlar. Bakınız, Hacı Bayram Veli’nin, şiiri bu noktada bize ders ve ibret vericidir: “Çalabım bir şar yaratmış İki cihan arasında Bakıcak didar görünür Ol şarın kenaresinde Nagihan bir şara vardım Anı ben yapılır gördüm Ben dahi bile yapıldım Taş ve toprak arasında.” Gönlü şehre benzeten Hazret, onun kemale ulaşmasındaki besleyici unsur olarak ‘taş ve toprağı’ gösterir. Bu, maddenin hükümranlığını ruhun üstüne çıkarmamanın ifadesi olmalıdır. Bunun içindir ki, şehirlerimizi kuşatan taş ve toprak yığını, içi boşaltılmış renkli kavanozlara dönüşmemelidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz büyük isimlerin hemen hepsi, kendi mekanlarının karşılarına getirdiği problemleri çözebilmek için söyleyip yazmışlardır. Kendilerini kabul ettirme dertleri olmadı, inandıklarını telkin için çırpındılar. Onları büyüten yanı da işte burasıdır! 69


PİERRE LOTİ’NİN ESERLERİNDE

ÜSKÜDAR VE BOĞAZİÇİ Loti'ye göre, Eylül ayı sonrasında Beykoz'da hayat da değişmektedir. Kemal KURAK

ralarında Türkiye, Tahiti, Çin, Japonya, Hindistan, İran, Mısır, Senegal, Amerika gibi pek çok ülkeyi dolaşan ünlü deniz subayı ve yazar Pierre Loti; hiç şüphesiz hep kaçtı, hep bir yerlere sığınmaya çalıştı. Her yerde huzursuzluğunu, sıkıntısını gidermeye çalıştı. Görevi icabı hiçbir yerde uzun süre kalamadı. Gittiği ülkelerde hep âşık oldu, bu suretle yalnızlığına son vermek istedi. Bu amacına hiçbir zaman ulaşamayan Loti’deki yalnızlık duygusu iyice derinleşti. Her ne kadar dünyanın dört bir yanını gezse de o, Türkler hakkında yazdığı eserlerle tanındı. Selanik’te görevliyken Aziyade adlı Çerkez kıza gönlünü kaptıran Loti, görevli olduğu geminin İstanbul’da görev yapacak olmasına üzülerek yola çıkar.

Bu emir onun bir anlamda hayatını değiştirecek, ona hiç görmediği bir dünyanın kapılarını açacaktır. Takvimler 3 Ağustos 1876 tarihini gösterdiğinde, Loti için yeni bir hayat başlayacaktır: İstanbul. Avrupalıların 'Pera' dediği Beyoğlu’nu hiçbir zaman sevmeyen Loti, rahatlamak ve 'Müslüman hayatı yaşamak' düşüncesiyle daha 'Doğulu', daha 'otantik' ve 'esrarlı' dediği Eyüp, Eminönü ve Üsküdar gibi semtleri tercih etmiştir. Aziyade adlı ünlü eserinde Ankara’ya bir kafileyle gitmek zorunda kalan Loti, bu yolculuğa Üsküdar’da hazırlanmıştır. Birkaç derviş ve hizmetçi ile beraber yola çıkar. Loti, Hayal Kadınlar adlı romanında 1900’lerin başındaki İstanbul'u anlatır. Ona göre, haziran gelince İstanbulluların Boğaz'a taşınma işi biter. Serin rüzgarların hiç eksik olmadığı Boğaz'da bütün elçiliklerin kendilerine ait bir yazlığı bulunmaktadır. O dönemde Boğaz; Rusya ve İran'ın ürettiği bütün ihraç mallarının geçtiği, incecik kayıklar ile rengarenk ve kocaman teknelerin boyuna gidip geldiği bir yerdir. Ve bir de sabahtan akşama kadar Rumeli ile Anadolu kıyısı arasında yolcu taşıyan yandan çarklı vapurları görürüz. Öyle ki, insan Anadolu yakasında hayal kırıklığına uğramadan toprağı arşınlayabilir, kocaman ağaçlara ve esrarlı köşklere rastlayabilir. Hayal Kadınlar’da İstanbul'un meşhur yanginlarından bahseden Loti bakın Üsküdar'ı neye benzetiyor: “… burada da başka bir şehir, Üsküdar yanıp tutuşuyordu. Birden yükseliveren minareleri, kubbeleri, mercan gibi pembeydi. Üsküdar hemen her akşam Anadolu kıyısındaki eski semtlerin yanıp tutuştuğu izlenimini uyandırıyordu: Türk evlerinin küçük pencereleri, binlerce küçük pencere, yarısı batan güneşin son parıltılarıyla, alışık olmayan gözler için, bütün evlerin içinin alevler içinde olduğu görüntüsünü yaratıyordu.” Loti, Hayal Kadınlar’da o dönemin en önemli mesire yerlerinden Küçüksu ve Göksu'dan bol bol söz eder. Göksu, zarif hanımların gezmeye çıkmaya hiç ihmal etmedikleri bir yerdir. Loti'ye göre, kıyısında Türk tarzına uygun, tamamen ahşap ve bir hayli eski yalıların bulunduğu Göksu Deresi hüzünlü ve esrarlı bir havaya sahiptir. Loti, sonbaharın gelmesiyle Boğaz'da bütün yalıların altı ay sürecek yağmur ve kar için kapılarını/pencerelerini kapattığını söyler. Bu yüzden herkes hüzün içindedir. “(...) Anadolu Hisarı batan güneşin ışınlarıyla kızıla

sayı//30// ocak 70


bürünmüştü, mazgallarından sanki alevler fışkırıyordu. Buna karşılık, Rumeli kıyısındaki Rumeli Hisarı, tepelere doğru basamak basamak yükselen heybetli görünüşüyle, kapkaranlık bir görüntü içindeydi. Loti'ye göre, Eylül ayı sonrasında Beykoz'da hayat da değişmektedir. Artık Anadolu yakasının tepelerindeki fundalıkların pembe rengi her gün biraz daha ölüyor, giderek pas rengine dönüşüyor. Bir gece Boğaz'da gezintiye çıkan Loti gördüklerini şöyle anlatır: “Yazın hemen her gün esen poyraz, Boğaz'ın sularını beyaz beyaz köpürtüyordu; akşam olunca, sanki kapılar rüzgara karşı kapatılmış gibi hava duruluyordu. Güneşin batılıyla birlikte, dallar en hafif bir yelle bile sallanmıyor, her şey hareketsizleşip toparlanmaya başlıyordu. Denizin yüzeyi ayna gibi durgunlaşıyor, yıldızların, ayın, yalıların, sarayların, binbir ışığını yansıtmaya hazırlanıyordu. Avrupa'yla Asya'nın karşılıklı birbirini seyreden en uç iki kıyısında, akşam karanlığıyla birlikte ortalığa Doğu'ya özgü bir ezginlik yayılıyor, çevredeki sisle birlikte, uzaklardaki her şey bu örtünün altında son derece ahenkli biçimde yüceleşiyor, tepeler, korular. Beykoz'a hayran kalan Loti burayı Tarabya ile karşılaştırır. Beykoz sevimli mi sevimli bir yerdir. Modernlik özentisiyle değişen Tarabya'nın tam zıddı olan Beykoz; ulu ağaçların sessiz gölgelikleri ve geçmişini yaşayan huzuruyla adından söz ettiren bir yerdir. Loti, birçok defa geldiği İstanbul’da farklı yerlerde ikamet etmiştir. 1910 yılındaki gelişinde İstanbul’da otelde kalmak istemez. Bir süre Kandilli’de Ostrolog ailesinin (Kontes Ostrorog, XIX. Yüzyılda Galata’ya yerleşmiş eski bir Venedikli ailenin kızı ve Düyun-u Umumiye İdaresi’nin Fransız danışmanının karısıdır.) yalısında misafir olur. Loti, Doğu Düşleri Sona Ererken'de Ostrorogların yalısından övgüyle bahseder. Kandilli sahilinde bulunan bu yalının doğrudan denizle irtibatını çok sevdiğini ve denize konmuş sanılan yazı odasını sevdiğini belirtir. Ostroroglar sayesinde pek çok Türk ailesiyle tanışır, zamanla Ostroroglar’ın çok değer verdiği bir dost haline gelir. Abdülmecid iki yıl sonra Fransız yazara iki yağlıboya tablo hediye eder. Tabloların birinde Boğaz’ın girişindeki Sarayburnu, diğerinde ise Kanlıca Koyu resmedilmiştir . Kıyıdaki bahçeleri dolaşan Loti daracık dediği bahçelerde ortancadan başka çiçeğin olmadığını belirtir: Loti o dönemin Kandilli'sinde canlı bir hayatın olduğunu söyler. Burada küçük

bir cami, çeşme, gösterişsiz dükkânlar, berber, aralıksız tahta kanepeleri dışarıda olan kahvehaneler bulunmaktadır. Keza, Kandilli'yi saat başı Boğaz seferi yapan yandan çarklı vapurların uğradığı bir köy olarak tasvir eder. Kandilli için, “…burası insanın Avrupa kıyısına göre kendini daha Doğu’da duyumsadığı Asya kıyısındaki tüm o dingin, gözden uzak köşeleri andırıyor, iki kıyı arasında yüzyıl fark var.” der . Aslında Loti, 1910 yılındaki gelişinde nerede kalacağı ayarlayıncaya karar Kandilli'de on beş gün kalmak istediğini söyler. Yarısı suda geçen o Boğaziçi hayatını yaşayacağı için sevinçlidir. Öncelikle nargile içmeyi ve gölgede güzel bir yere oturup gelip geçen gemilere, kayıkçılara bakmak istediğini çevremde ak sakalları yeşil ya da kırmızı güzelim cübbelerinin üstüne dökülen başı sarıklı adamlar, zihinleri sonsuzluk düşüyle meşgul, oturmuş tütün içiyorlar; az ötemde berber açık havada güneşin altında işini yapıyor. Anadolu köylüleri getirdikleri altın sarısı üzümlerle dolu büyük sepetlerin yanı başında çömelmiş, ellerinde bakır teraziler siyah çarşaflı kadınlara sesleniyorlar .” Kandilli'deki köpeklerin mahalle aralarında gece bekçiliğine çıktığını, sokakları temizlediğini ve küçük çocukları kolladığını yazar. Kendilerine hiç kötülük etmeyen insanlara güveni tamdır köpeklerin. Ancak son dönemde sayılarının artması sık sık çıkan hastalıkların sebebi olarak görülür. Bu yüzden iktidardaki İttihat ve Terakki Partisi onları ortadan kaldırmayı düşünür. Hiçbir Türk'ün üstlenmek istemeyeceği bu iş için serseriler, haydutlar, çingeneler görevlendirilir. Bunlar da zavallı köpekleri boyunlarından, ayaklarından veya kuyruklarından yakalayıp yara bere içinde Hayırsızada’ya götürecek kayıklara bindirirler. İstanbul’da günlerce çığlıklar, ağlamalar, şiddetli tartışmalar duyulur. Bu duruma çok üzülenler, olabildiğince buldukları köpekleri evlerinde gizlerler . Marmara’nın ortasında, içecek bir damla su bulunmayan bu ıssız adada birbirlerini parçalayıp yiyen köpekler, yavaş yavaş açlıktan ve susuzluktan ölürler. Türkler bütün bunların Türkiye’nin başına bir felaket getirmesinden korkuyorlarmış . Loti Anadolu Hisarı'nda gezerken bir yatıra rastlar. Buraya gelen insanları gözlemleyen ünlü yazar, yol kenarındaki bu mezarın başında mum yakıldığını anlatır. O da, kendisini buraya aitmiş gibi hissederek bir mum alıp yatıra gider. Ancak etrafına baktığında bir şeyler göremez. Mezara giden

71


yolda önce cumbalı küçük evler, ardından bahçe duvarlarının arasından geçer. Ama bu duvarlar çok eski, yıkık döküktür. Aralarından incir ağaçlarının, asmaları dalları uzandığı bir yolda ilerler. Ayağının altında ezilen otlardan kendi ülkesindeki otlar gibi hoş bir kuru otun kokusunu duyar. Aynı zamanda tatlı bir karanlığın olduğunu hisseder, cırcır böceklerin sesini duyar. Birden kendini sanki bir yaz akşamı Fransa’da kırlara çıkmış zanneder. Sonra küçük bir dükkândan aldığı mumu yatırın başındaki oymuğa koyar. Bu güzel ve ılık gecede iki üç mum daha yandığını ilave eder. Boğaziçi’ni çok seven Loti’ye göre, burada yazın hayatın büyük bölümü hızla akan bu derin suyun üstünde geçer. Durmadan akan, Karadeniz’den ve Rusya bozkırlarından kopup gelen rüzgârlarla gündüzleri çok çalkantılı olur. Ama geceleri sakinleşir, ayna gibi dümdüz olur sanki. Çünkü güneş batar batmaz rüzgâr diner. Loti, İstanbul’da yaşadığı süre içinde kendisine tahsis edilen iki çifteli kayıkla sabahtan akşama kadar Boğaziçi’ni gezer. Kendisi için görevlendirilen kayıkçıların ne yorulduklarını ne de mırıldandıklarını söyler. Sadece Bursa ipeğinden incecik gömlekleri rüzgârla dolar, kırmızı fesin altındaki alınlarında birkaç damla ter belirir kayıkçılarda. Boğazda çeşit çeşit kayıklarının bulunduğunu, kibar insanların gezintileri sırasında genellikle “iki çifteli”yi (çift kürekli kayık) kullandığını anlatır. Bu kayıklar çok dardır, kürekleri çekecek kayıkçılar birbirinin önüne oturur, efendi ise kayığın arkasında minderlere uzanır ve sanki yüzermiş gibi kendini koy verir. Altı yıl sonra yani 1910 yılında İstanbul'a tekrar gelmek ve daha önce gezdiği yerleri görmek onu epey hüzünlendirir. Bu kez Üsküdar’a denizden değil de karadan gitmek ister. Üsküdar’da yürümek, yoldan geçen insanlar arasına karışmak için sabırsızlanır. Gezisi sırasında evlerin ulaşımın özellikle deniz yoluyla yapıldığı göz önünde tutularak eski tarzda inşa edildiğini ve kıyıya yaklaşan teknelerin rıhtımın parmaklıklarını kırdığını gözlemler. “Kıvrımlı dirseklerle alttan desteklenen açığa vermeyen cumba kafeslerinin ardından insan kimseye görünmeden her yanı gözleyebilir.” Osmanlı’nın en sıkıntılı olduğu bir zamanda İstanbul’a gelmiştir Loti. Bir kere Osmanlı, Avrupalılara göre son anlarını yaşayan bir 'hasta adam'dır. Diğer taraftan, bu dönem savaşlar ve batılılaşma sevdasıyla birlikte Türkiye’nin hızla değiştiği bir dönemdir. İşte bu durum Loti’yi kaygılandırmaya fazlasıyla sayı//30// ocak 72

yeter. Çünkü onun 'büyülü dünyası', bozulma veya kaybolma tehlikesiyle karşı karşıyadır. 1890’daki gelişinde birtakım şeylerin yok olduğuna şahit olan Loti, Osmanlı’nın geleceğinden endişe duyar ve ortadan kaldırılma planlarını düşündükçe kahrolur. 1904 yılında İstanbul’u gezerken her seferkinden daha çok kaybolan bir şehir izlenimini edinir. Artık, bu şehir 'acınacak' şekilde batılılaşmaktadır, gittikçe sıradan ve çirkin bir şehir olmaya devam etmektedir. Bazılarının iddia ettiği gibi Loti 'ilerleme'ye karşı değildir, yalnızca şuûrsuz bir şekilde yapılan modernleşmeye karşıdır. Bu yüzden İstanbul’daki çirkin yapılaşma ve yanlış batılılaşma onu bir hayli kızdırır. İstanbul’un o eski İstanbul olmadığını gören Loti, Boğaz’daki bütün evlerin kötü durumda olduğundan kaygılıdır: “Yazık, bu eski Doğu evlerinin çoğu yıkılmak üzere, eskiden âdet olduğu üzere oyma ahşap işçiliğiyle yapılmış bu evleri Boğaz’ın nemi git gide çürütüyor, evler kurtların kemirdiği kazık temeller üstünde yamuk duruyorlar, yıkılıp gittikleri zaman onların yerini tıpkı Avrupa kıyısını berbat edenler gibi iğrenç çağdaş yapılar alacak. Denizle içli dışlı bu gönül çelen yakınlığı ortadan kaldırmak, su kıyısında herkese açık, otomobillerin geçeceği bir sahil yolu yapmak istiyorlarmış . (…) Daha sonra Kandilli'den taşınmaya karar veren Fransız yazar, vapuru Kandilli'den ayrılırken şu duygular içindedir: “Vapur sallana sallana Boğaz aşağı iniyor. Minareler ve kubbeler kentinin silueti, ağustos ayının saat ikideki yoğun güneşi altında silikleşiyor bu kez, ama geçmişin görkemli günlerinden beri hep aynı, yine karşıda taht kurmuş, küçümseyici, dingin; üst üste yığılmış gemi direklerine, bacalara, büyük demir teknelerine, kara dumanlar salan iğrenç yeni gemilere tepeden bakıyor .” Görüldüğü gibi Loti, İstanbul’un maddî ve manevî hayatını, toplumunu, camilerini, mezarlıklarını, kahvelerini, evlerini, çeşmelerini, eğlencelerini, Üsküdar'ı, Beykoz'u, Boğaziçi’ni vs. hayal âleminde gezen bir seyyah gibi anlatır. Bir 'masallar kenti' olarak gördüğü İstanbul’da, kendisini bir 'masal kahramanı'na benzetir. Şehr-i İstanbul’daki 'rüya'sı, zaman zaman kesintiye uğrasa da İstanbul’a birçok defa gelerek yarım kalan 'masal'ına kaldığı yerden devam etmiştir. E-mail: kemalkurak@gmail.com


ŞİİRLEŞEN ŞEHİR:

DENİZLİ

Daha çok kendi işinde gücünde olan ve kültür hayatıyla fazla ilgilenmeyen Denizli halkının iki gün boyunca devam eden şiir programına gösterdiği ilgi ise gerçekten takdire şayandı. Ekrem KAFTAN

kullarda artık doğru dürüst bir aruz ve hece ile şiir eğitimi, şairlerin çilesi ve şiirlerindeki mevzular öğretilmiyor. Denizli Büyükşehir Belediyesi 4-5 Kasım 2016 tarihlerinde 2. Yaren Şairler Şöleni adı altında muazzam bir şiir programı gerçekleştirdi ve program daha çok 15 Temmuz ile şehitlerimize ithaf edilen şiirlerle taçlandı. Şölene davet edilen şairlerin hemen hepsi milli ve manevi değerlerle mücehhez güçlü şairlerdi. Yurt dışından davet edilen şairler de vatan, millet ve Türkiye sevgisi zirvedeydi. Denizli, Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye’sinde anlattığına göre , dokumalarıyla meşhur bir şehir olarak biliniyor. Fethedildiği günden itibaren düşman işgali görmeyen tamamen Türklerden bilhassa yörüklerden oluşan nüfusuyla değerlerine bağlı bu şehrimiz, son 14 yıldır büyük bir gelişme gösterdi. Şehrin nüfusu son 10 yılda belki iki kat artarak 600 bini geçti. Pamukkale Üniversitesi ile ayrı bir ilmî kimlik kazanmaya başladı bu şehir. Denizli Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan ve ekibi son yılarda kültürel faaliyetlere eskisine nisbetle daha fazla ağırlık veriyor.

Siyah beyaz fotoğraflar hep hüzün yüklüdür. Kimse o fotoğraflara bakarken gülüp eğlenmez. İnsanın içine bir hüzün çöker, gözleri dalıp gider. Gülmeyen, boş ve hüzünlü bakan gözler geçmişi hatırlattığı kadar geçip giden zamanın da sessiz tanıklarıdır. Otomatik sarmalı makinelerin çıkması fotoğraf meraklılarını oldukça heyecanlandırmıştı. Fotoğrafı çekiyorsun ve kendi kendine sarıyor makine. Bu bir devrimdi aslında. Bu mutluluğu uzun süre yaşadı fotoğrafla ilgilenenler. Sonra olan oldu ve dijital bir devrim yaşadı dünya. Fotoğraf dünyası da bundan elbette en büyük payını aldı. “Dijital makineler çıktı.” Binlerce fotoğraf çekme kapasitesi olan, video çekimi yapan makineler çoğaldıkça fotoğraf çekinmek gibi bir özellik de ister istemez ortadan kalktı. Haberimiz olmadan yakalanır olduk dijital bir makinenin dijital görüntüsüne. “Acaba nasıl çıkmışım?” gibi bir heyecanı yaşamadan hemen makinenin küçük ekranından bakıverdik hal-i pür melâlimize. Beğenmediysek verdiğimiz pozu, “Olmadı bir daha.” dedik. Ne de olsa film bitecek gibi bir sıkıntı da olmadığından ardı ardına kaçamak pozlar verdik, buğulu gözlerle baktık küçücük bir objektife. İlkokula giderken okulumuza gelen fotoğrafçı, “Herkes buraya baksın, kuş çıkacak.” diye hepimizin dikkatini fotoğraf makinesine toplamıştı. Bir sınıf dolusu öğrenci öylece bakmıştık kuşun çıkacağı yere. Kuşlar havalanmadı oradan ama bizler siyah beyaz pozlar verdik siyah önlüklerimizle. Dijital makinelerden kuşlar da havalanmıyor. Havalansa bile o masala inanacak çocukları bulmak zor. Çağımız masal çağını çoktan geçtiğinden ancak dijital bir tebessüm avutabiliyor bizi. Yeni fotoğraflar çekiyoruz, çektikçe albümlerimiz değilse bile bilgisayarımızın hafızası her gün biraz daha doluyor. Çünkü öyle bir hale geldi ki bu dijital trajedi, resimleri karta bastırmak yerine bilgisayarda muhafaza etmek daha kolayına gelmeye başladı bu işin heveslilerinin. Gelinen son nokta aslında daha da vahim görünüyor. Cep telefonlarındaki fotoğraf çekme özelliği bu işin meraklıları için daha da pratik oldu. Her daim yanında bulanan makinesiyle etrafımız sanal kameramanlar ve fotoğrafçılarla kuşatıldı. Bir trafik kazasından sonra ya da bir yangından sonra can çekişen insanları cep telefonlarına kaydetmeye çalışan işbirlikçi paparazzilerin sayısı iyice artmaya başladı. İnsanların inlemelerine aldırmadan çekimini sürdüren böyle kişilerin amaçları olsa olsa fırsatçılık ve kısa yoldan para kazanmak olabilir. Son zamanlarda haberlerde “cepten kayıtların” sayısının artması bunun iyi bir göstergesidir. Yarına kalacağını bilerek verdiğimiz pozlara sahip çıkalım. Sıkı duruşlarımız olsun hayata ve objektife karşı. Her güzellik elimizden uçup gidiyor. Biz her şeye rağmen pür dikkat bakalım objektife. Belki geçmişten gelen bir kuş havalanıverir bize doğru; kim bilir? 73


ŞEHİR S E R G İ

"AFRİKA'DA ALINTERİ" SÜLEYMAN GÜNDÜZ FOTOĞRAF SERGİSİ

Sergi Süresi:14 Aralık 2016 - 13 Ocak 2017/ Yer: Zeytinburnu Kültür ve Sanat Merkezi Mehmet Lütfi ŞEN

sayı//30// ocak 74

eytinburnu Belediyesi 2016 yılı kütlür etkinliklerine Süleyman Gündüz'ün Fotoğraf Sergisi ile nokta koyuyor. Küratörlüğünü Mehmet Lütfi Şen'in yaptığı sergide Fotoğraf editörlüğünü Abdüsselam Ferşatoğlu ve fine art baskıları Fotoğrafika'ın yaptığı sergi 13 Ocak 2017'ye kadar açık olacak. Artık gelenek haline gelen sergi kataloğu ziyaretçilere takdim ediliyor. Ara Güler usta Süleyman Gündüz ve sanatı için şu muhteşem cümleleri söyledi ve yazdı… . Böyle bir sanat eseri belki kısa zamanda tamamlanır. Ama bu eserin ortaya çıkmasına, sanatçının bitmez tükenmez çabaları, kuramsal çileleri ve sanata adanmış bir ömür eşlik eder. Sizlere sunduğumuz fotoğraf projesi bizim yüreklerimizi dağlayan bir coğrafyaya ışık tutuyor. Vaktiyle atalarımızın ihya ettiği ve ne yazık ki günümüzde batı sömürgesinin öznesi olmuş bir kıta Afrika. Dostum Süleyman Gündüz’ün ömrünü verdiği binlerce fotoğraf karesinin içinde sergi için çalışırken, “Afrika’da Alınteri” kendiliğinden ortaya çıktı. Ve kritik yazımızı kaleme alan, yaşayan efsanemiz fotoğraf üstadımız Ara Güler “Kara Kıtanın Senfonisi” ismini verdi bu çalışmaya. Öyle bir kritik yazısı ki, Ara Güler her bir karenin kelimelerle fotoğrafını çekti adeta. Ben bu serginin küratörü olarak, Üstadın, kendi gibi bu efsane yazısının üzerine, giriş paragrafında dile getirdiğim kuramsal bakış açısından başka bir şey söylemek edepsizliği yapmayacağım.


KARA KITA'NIN SENFONİSİ ARA GÜLER Benim bir arkadaşım var, adı Süleyman Gündüz: fotoğrafçı. Yüzlerin, hayatların ve ifadelerin neticesini getirir bize Süleyman Gündüz. Bir pencereden bakan bir kadın. Yağmurun altında ıslanan çıplak çocuklar. El tezgâhlarında emeği için çabalayan insanlar. Objektifimize bakan binlerce meraklı göz. Bu adamlar bir gün size bir şey diyecektir. İnsanın yeryüzü serüveni Afrika’da başlamıştır. Mesela ilk insan Hz.Adem'in Afrikalı olması gibi... İnsanlık neden Afrika’dan başladı bunu keşfetmek bizim işimiz. Ve eminim ki Afrika, insanlığın kurtuluş kıtası olacak. İnsanoğlu başa dönecek. Bundandır makalenin başına Kara Kıta'nın Senfonisi adını koymak gerekir. Çünkü medeniyetsiz zannettiğimiz insanların neler becerdiklerini, nelere hâkim olduklarını Süleyman Gündüz fotoğraflarıyla anlatıyor bize. Bakıyoruz bir adam karanlık gözlerle bize bakıyor, o gözlerin arkasında zorlu bir hayatın izleri var. Elleri nasırlı, ayakları yılların yorgunluğunun ifadesi. Gidip bakarsan göreceksin ki onlar büyük bir yürek taşırlar, yalın ayak ve her an toprağa yakındırlar. Toprağın tozuyla sırlanmış bedenleri. Evleri ve mabetleri kendilerinin mayasıyla aynı. Nedir bu? Nijer Agadez’de veya Mali Timbuktu ve Bamako’da Tuareglerin yaptığı şeyler ve yaşam şekilleri. Yaşam şekillerinden birebir bir hayat felsefesi çıkar. İnsanın çamurdan yaratılışı ve çamur medeniyeti. Binalarının çamurla inşa edilmiş olması. Toprak, ağaç ve tevazu. Topraktan yapılmış mabetler ve üzerinde kuleler. Kulelerin (minare) üzerine ağaçtan çıkmalar konmuş, onların hepsinde mimari bir incelik, estetik ve zekâ var. Mesela ben ilk gittiğimden beri bu şeylerin bu şekilde çakılmasının arkasındaki kültürü anlayamamıştım. Çamuru tutmak içinmiş. Ve burası bir cami. Doğayı bozmadan neler yapılabileceğinin göstergesi anıtlar. Tuareglerin gündelik yaşamında dikkatimi çeken bir fotoğraf; çocuklar bir kaptan yemek alıyorlar ama aynı kaptan bir keçi de yiyor. Keçi yemeğini yiyor, sen sütünü içiyorsun... Her şey doğayla barışık iç içe. Kendisinin ötesi değil, ötesinde değil. O bütün olanla birlikte. Gelişmiş sayılan medeniyetlerde hijyen saplantı haline dönüşmüş. Mesela hangi birimiz keçinin yediği yemeğin arda kalanını yiyebiliriz. Aslında buradaki fotoğraf dilinde anladığımız Afrika'nın zavallılığı değil; modern insanın

yalnızlığı ve ölüm korkusu. Anlatmak istenen bu. Tuaregli müzisyenler; bu sefaletin içinde müzisyen mi olur diye düşünebiliriz. Evet Afrika’da dinamik bir müzik anlayışı var. Bu sefaletin içinden dünyayı etkileyen büyük bir müzik çıktı. Dünya Afro-Amerikalıların müziğini dinliyor. Çölde Tuareglerin hayatı yaşama dair bir okuldur. Nijerya’da Lagos şehrinde deniz kenarındaki birtakım lagunlar. İçinde bir yaşam var. O adamlar belki bize balık avlıyor gibi gözüküyor; ama nedir? O adamlar orada yaşıyorlar. Yani olay sadece bir üretim biçimi üzerinde değil aynı zamanda bir hayat mücadelesi ve hayata tutunma. Evet, o bir hayata tutunma mücadelesidir. Neden insanlar hep dünyanın üzerinde kalmak istiyorlar? Neden güneşi ve yeşili özlüyoruz? Güneş çıktığı zaman seviniyoruz? O bizim insanlık özelliğimiz. Çünkü içimizdeki ses bunun böyle olmasını istiyor. Lagunlerde küçük küçük sandallar dolaşır, o sandallar her yeri görür. Zamanında ben de görmüştüm, oralardaydım. Şimdi denizin üstünde tek odalı küçük evlerin arasında, küçük küçük yollar vardır, daracık tahtadandır. Hani çürük olsa aşağı düşersin, halbuki çürük değildir. Yaşam gayet kolay gibi görünse de oldukça zordur buralarda. Modern dünyanın nimetlerinin erişmediği bir hayat mücadelesi sürüp giden. Ama gülümseyen yüzler görürsünüz. Suyun ve elektriğin olmadığı iç savaşların etkilediği ülkeler vardır. Şehirlerin kıyılarında veya ıssız topraklarda kurulan mülteci kampları. Ekmek ve giyecek eşya bulmak veya bir çocuğun yıkanması bile olay olur. O aile için bir dram olur. Çünkü su lazım, temizlik maddesi yok ya da oldukça az. Varsa bile parası olan alabilir. Onun için Afrika’nın mücadelesi dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan insanların mücadelesinden üç kere daha fazladır ve daha zordur. Sierra Leone’nın köylerinden çekilmiş fotoğrafları görüyoruz. Burada beyaz adama “Oboto” diyorlar. İki beyaz adam var biri sömürgeleştirmek için gelen beyaz adam, diğeri ise onlarla dayanışmaya gelen. Sömürgeleştirmek için gelen beyaz adam daha çok batı medeniyetine mensuptur. Doğu medeniyetine mensup beyaz adam da dayanışmaya gelendir. Bu fotoğraf sergisi de bir dayanışma ve birlik sergisidir aynı zamanda. Yani biz bir iş birliğini ve dayanışmayı sağlamak istiyoruz. Onun için çalışıyoruz.

75


gibi hastalıklı insanlar da var, her şey var. Hayatı olduğu gibi anlamaya çalışıyoruz. Çocuğunu besleyen bir anne, anneliği beklerken odasında yatan bir kadın ve kapısının önünde güzelliklerini ihmal etmeyen diğer anneler. Muhteşem bir güzellik. Afrikalı kadının güzelliği. Onun da bir bedii zevki var; bir kadın diğer bir kadının saçlarını örüyor. Afrikalıların saçlarını örme şekli var. Küçük örgüler şeklinde saçlarını örüyor. Sabahleyin başlarlar, örerler. O örgü birkaç gün kalır. Sonra onu çözerler tekrar başka bir model yaparlar. Yaşama sevinçleri aslında o. Güzellik niye var? İnsanın yaşama sevinci sonucunda güzellik olur. Güzel olma, güzel gözükme. Bunu biz fotoğraf diliyle anlatıyoruz insanlara. Orada da bir estetik, bir güzellik anlayışı, hayata tutunma ve hayatı paylaşma var. Bizim belleğimizde Afrika; tembel ve yoksul bir coğrafya olarak adlandırılıyor. Ama onların yoksullukları hem sömürgecilik dönemine ait hem de insanlığın Afrika’ya bakış açısında. Onları o yaşama mahkum ediyor. Oysa Afrika'nın mentalitesi farklı. Doğayı tahrip etmeden ve doğayla barışık, kendisine yetecek kadar üretiyor. Batı öyle değil, Batı doğaya hükmediyor ve onun doğasını tahrip ediyor ve değiştiriyor. Yani buradaki fotoğraflarımız bir anlamda da Afrikalının kültürel serüvenini, yaşamını buradaki insanlara sunabilmektir. Yani bakın orada da şöyle bir dünya var bir habitat var diyebilmek için. Sierra Leone’de Dibia Bölgesi Mabereh köyünde insanlar pirinç yetiştiriyorlar. Bir pirincin ne kadar küçük olduğunu düşün, şimdi o pirincin de daha küçüğünü görüyorsun orada. Sopalarla çocuklar, kadınlar ve erkekler pirinç dövüyorlar. Kabuklarından ayırmak ve yiyebilmek için. Ben elinde fotoğraf makinesiyle dolaşan adam olarak böyle bir sahneyi her zaman görmek isterim. Nasıl eziliyor, yani bunun hikayesini yapmak lazım. İşte bu küçük hikayelerin içerisinde yaşayan bir Afrika’yı gezmek istiyorum. Biz de buradaki fotoğrafların içinde böyle bir Afrika’yı geziyoruz. Afrika'nın çölünde suyu arayan adamı görüyoruz. Toprağın altında su arıyor; buluyor ki hayatta. Çocuklardan bir tanesi lime lime olmuş bir Lacoste penye giymiş. Çocuklar kamplarda veya okul çıkışlarında yoksullar ama sevinçli hallerini görüyoruz. Medreselerde dinlerine ait bilgileri tahtalara nakşedip öğreniyorlar. Hayatta var olmanın temeli öğrenmektir. Sağlıklı insanlar olduğu sayı//30// ocak 76

Herkes Afrika’yı kaybolmuş, mahvolmuş, zavallı bir yer zanneder. Halbuki değil. Bir kere dünyanın en büyük medeniyetleri Afrika kıtasında kurulmuştur. Mısır uygarlığı gibi. Fas dünya mimarisini etkilemiştir. Endülüs’te kurulan medeniyet İslam-Arap ve Kuzey Afrika menşelidir. Rönesans’ın ilhamını veren Endülüs’tür. Arap deyip de geçmemek gerekir. Dünyanın en mühim kitapları Arapça yazılmıştır. Matematiği Arap’lar bulmuştur, bir Avrupalı bulmamıştır. Bulsa bulsa insanlara karşı ters şeyleri bulmuştur. Atom bombasını bulmuştur. Belki modern hayat gelecekte bu yaşam şekillerini değiştirecek. İnsanlık bugünkü mevcut düşünce tarzıyla, bu modernite içinde ilerlerse buradaki hayat tarzları da baskın olan egemen olan kültüre benzeyecek. Bunlar geride kalabilecek olan belgeler o anlamda. Nijer’den, Nijerya’ya, Nijerya’dan Guinea Bissau’ya, Guinea Bissauya’dan Sierra Leone’ye, Sierra Leone’den Kongo’ya, Somali’ye, Sudan’a uzanan bir Orta Afrika kuşağındaki yaşamı belgelemiştir Süleyman Gündüz. Benim dönemimde bir İstanbul vardı; ama 1980’lerden sonra o İstanbul yok; değişti artık. Sadece birkaç tane tarihi bina kaldı. Geriye kalan her şey değişti. Neden? Baskın olan kültür; modernite, yapıları ve zihinleri değiştirdi. Bence Türkiye ileri gideceğine geri gitti bu bağlamda. Kendi kültür ve medeniyetinle barışık adım atılması gerekirdi. Bunu sağlayan yerlerde o evolüsyonlar olduğu zaman ileriye bir adım atıldı. Bugün o adımı kaybettik biz. Biz şimdi havada yaşıyoruz.


Bu fotoğraflarda insanların bu sihirli topraklar üzerinde nasıl yaşadıklarını görüyoruz. Bu fotoğrafların bir anlatımı dili var. Onu da okuyup bundan bir netice çıkarmak lazım. Acaba hangi kıta daha medenidir diye? Ya da medeniyet nedir? Ve bu adamlar niye medeniyeti böyle kurdular da diğer türlü kurmadılar? İşte Batı’nın kurduğu medeniyetin geldiği nokta; sömürgecilik, iki dünya savaşı, işgaller ve soykırımlar. Şu anda da vaziyet çok kötü. Dünyanın çivisi çıktı. Kurtarırsa bizi bu adamlar kurtaracak. Küçük el tezgahlarında emeği ile üretenler. Bir adam meyvelerini dizmiş yanında onları bekliyor. Onları verecek birine, ne için verecek, yemeleri için, insanlar beslenecek, kim besliyor bunları? Bu adam gibiler. Bütün Afrika böyle. Dikkat ederseniz herkes imkanları ölçüsünde çalışıyor. Ona tembel kıta demeleri doğru değil. IMF tarafından ülkenin borçlarından ötürü Somali'nin toprakları blokaj edilmiş. Bu bize beyaz adamın aç gözlülüğünün ve rahat yaşama isteğinin bir başkasının yaşama alanını daralttığını gösteriyor. İnsan çabalıyor ama birinin hırsları diğerinin yaşam alanını daraltıyor. Oysa bölüşebilsek kardeşçe, her şey herkese yetecek. Bir ümit mi bir felaket mi bekliyor bizleri onu da bilmeyiz. Fakat yapıyoruz Allah hayırlısını versin. Her ikimizin ve bizim gibi adamların şansına bırakıyoruz. Bakalım dünyanın sonu ne olacak. Bütün bu görsel işleri yapan adamların aradıkları nedir? Diğer insanların alışmadıkları şeyleri yazıyoruz ve kaydediyoruz. Öteki adamlar bunların farkına varamıyor, biz varıyoruz. Onun için bizim kurduğumuz dünya ileriye gidiyor. Tarihe kayıt düşelim: biz bütün bunları bir ümit olsun diye yapıyoruz. Ayrıca fotoğraflarının içinde Süleyman, senin kattığın başka bir incelik görülüyor. Sen bir insan örneği, dayanışması ve gücüsün. Ötekiler, etrafında kim olursa olsun. Ama sen insan gücünü ve duyarlılığını taşırsın. Yalnız sen değil ben de. Fotoğrafın gücü nedir? Realiteyi göstermektir. Hakikat'i göstermektir. Biz fotoğrafçılar, şairler veya hikayeciler gibiyiz. Objektifimizle şiir veya hikaye yazarız, ayrıca tarihçiyiz ve hayata kayıt düşeriz. Süleyman Gündüz de onu yapıyor.

SÜLEYMAN GÜNDÜZ KİMDİR?

1961 yılında Trabzon Çaykara'da doğan sanatçı, 1982'de Atatürk Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi'ni bitirdi. 1999'da Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Sosyoloji yüksek lisansı yaptı. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a Balkanlar ve Kafkaslar üzerine Özel Danışmanlık yapan Gündüz, Dayanışma Vakfı Kurucu Üyesi ve Genel Başkanlığını, Bosna-Hersekliler Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanlığını yürüttü ve 22. Dönem Sakarya Milletvekilliği yaptı. “Kafkas İslam Ordusu 1918” ve “Kut’ül Amare Kardeşlik Cephesi” belgesellerinin yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlenen ve aynı zamanda “Fotogen” üyesi olan Gündüz, yurt içinde ve yurt dışında birçok fotoğraf sergisi açtı. Süleyman Gündüz, Yeryüzü Doktorları sözcüsü, Yeni Şafak Gazetesi yazarı, Küresel Isınma ve İklim Değişikliği İzleme Komitesi Başkanı olarak çalışmalarına devam ediyor. Eserleri; Ağıtlar ve Anıtlar - 2005 (kitap ve sergi), Kaybolan Yüzler - 2007 (sergi), Apocalypto - 2008 (sergi), Tanrı Şehri Kudüs - 2008 (kitap ve sergi), Sonsuzluk Çekimleri - Hattat Mehmet Şefik Bey - 2009 (kitap ve sergi), Çizginin Esrarı - 2010 (sergi), Süleyman Gündüz & Uğur Günyüz Retrospektif Sergisi - 2012

77


atince ismi "Crocus Olivieri İstanbulensis" olan ve halk arasında "İstanbul Çiğdemi" olarak adlandırılan bu çiçek, baharın da müjdecisi olarak kabul ediliyor. İngiliz bilim adamı Brian Mathew tarafından 1982 yılında Aydos Dağında yaptığı araştırmalar sonucu orman içinde kendiliğinden çıkan ve yetişen İstanbulensis çiçeğinin renginin ve kokusunun Sultanbeyli ilçesi saracağını ve buradan şehrin merkezine yayılacağını hiç hayal etmemiştir herhalde.

AYDOS DAĞINDAN ŞEHRE YAYILAN KOKU:

İSTANBULENSİS

Dünyada sadece İstanbul’da Sultanbeyli Aydos ormanlarında yetişen İstanbulensis, şubat ve Mart aylarında açmaktadır. Mehmet MAZAK*

Dünyada sadece İstanbul’da Sultanbeyli Aydos ormanlarında yetişen İstanbulensis, şubat ve Mart aylarında açmaktadır. İstanbulensis, toprak altında yumrusu olan, sarı renkleri ve altı taç yaprağı ile açarak baharın gelişini müjdeliyor bize her yıl. 2009 yılında Sultanbeyli Belediyesi'nin logo yenileme çalışması sırasında böyle bir çiçeğin var olduğu ortaya çıkıyor. Yapılan detaylı araştırmalarla endemik bir tür olduğu fark ediliyor. 07 Aralık 2009 yılında belediye meclisinde alınan bir karar ile İstanbulensis çiçeğini belediye logosuna taşımaya karar veriyor ve çiçeği logosuna taşıyor. Bu çalışma ile birlikte İstanbul’un periferi semtlerinden birinde çiçek gibi bir ilçede yaşamak, çiçek gibi saf ve temiz bir gelecek kurmak düşüncesi ile çıkılan yolda kısa bir zamanda İstanbulensis çiçeği ilçenin her yanında renk ve kokusunu hissettirmeye başlıyor. İlçenin kurumsal renkleri çiçeğin rengine bürünüyor. Parklar, bahçeler, gençlik ve kültür merkezleri artık İstanbul çiçeği açmaya başlıyor. Şehirlerin kimliğini belirleyen unsurlar, o şehre ait unsurlardır. Eski tarihi yapıların, kültürel dokuların, camilerin, medreselerin, şadırvanların, köprülerin, saat kulelerinin, köprülerin vb. unsurların yer aldığını söyleyebiliriz. Bir şehir düşünün bunların dışında bir başka unsurla İstanbulensis (İstanbul Çiçeği) ile anılmaya ve kimlik oluşturmaya başladı.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//30// ocak 78

İstanbulensis ismi ile Sultanbeyli’de uluslararası şiir festivali düzenlenmeye başlayınca bütün edebiyat mahfillerinde çiçeğin rengi ve kokusu hissedilmeye başladı. 4-8 Nisan 2017 tarihlerinde beşincisi düzenlenecek şiir


İstanbulensis ismi ile Sultanbeyli’de uluslararası şiir festivali düzenlenmeye başlayınca bütün edebiyat mahfillerinde çiçeğin rengi ve kokusu hissedilmeye başladı.

festivalleri sayesinde çiçeğimizin kokusu ve rengi İstanbul’a ve Türkiye’ye yayıldı. Hatta Uruguay’dan Küba’ya, Güney Afrika’dan, İspanya’ya Hindistan’tan İngiltere’ye, Mısır’dan Çin’e kadar dört kıtada kokusu hissedildi. İstanbulensis şiir festivaline bugüne kadar farklı ülkelerden ve ülkemizden 200 ‘ün üzerinde şair katılım göstererek çiçeğimizin rengine ve kokusuna şahitlik etti. Bu konuda Şair Recep Garip İstanbulensis çiçeğinin şehre kokusunu yaymasını şöyle tarif ediyor: “Şehre kendi kimliğini çiçeğin dokusuyla birlikte rengini, kokusunu, estetik duruşunu veren İstanbulensis, sanata ve kültürede hareketlilik kazandırmıştır. Şehrin kıyısındaki bir bölgenin kendi içindeki tılsım; bir yanıyla mistik, bir yanıyla nostaljik, bir yanıylada geleceğe köprü olarak çiçek üzerinden şiire uzanmıştır. Şiir, bir çiçeğin aşkı anlatışı, sevgilinin yakasına takılışı, bir çocuğun gözleri, annenin duasıdır. İstanbulensis şiirin evrenselleşmesinn adıdır. İstanbul Anadolu yakasındaki gül, sevgilinin yanağındaki pembelik İstanbulensis’tir. İstanbul Çiçeği aşkın adı, şiirin tadıdır” İstanbul’un lalesi, Isparta’nın gülü şehir için ne ifade ediyor ise Sultanbeyli için İstanbulensis aynı muhtevayı anlamı ifade ediyor. Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa, “Yeni Çiçek” anlamındadır, Sultanbeyli için İstanbulensis yeni çiçektir, şehrin diğer adıdır. Medeniyetimizde çiçek kültürü özel öneme

sahiptir, dünyanın hiç devletinde bir döneme ismini veren bir çiçek olmamıştır, Osmanlı’da ise “Lale Devri” vardır. Gül denince hepimizin aklına Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed gelir. Sultanbeyli’yi yönetenler İstanbulensis çiçeği üzerinden bir kültür ve medeniyet oluşturma gayreti içindedir. Aydos Dağında her yıl şubat ve mart aylarında açan İstanbulensis çiçeği önce Sultanbeyli’ye sonra İstanbul’a ve ülkemize daha sonrada Dünya’nın her yerine şiir üzerinden kültür ve medeniyetimizi yaysın koku ve rengini versin diye uzak ufuklara bakarak geleceğe dönük hayaller kurarız. “İstanbulensis… İstanbul’un en nazlı çiçeği… Aydos Dağı’nın zarif ev sahibi… Bir şiir gibi yaşamak yakışır ona… Dünya’nın şairlerini İstanbul’da birleştirmek yakışır.” 79


BALKANLARIN KAYIP HAZİNESİ :

ALHAMİYADO EDEBİYATI

17. Asır ile beraber Güney Slav dillerinde Arap alfabesi ile Boşnakça, Sırpça, Hırvatça, Arnavutça dillerinde yavaş yavaş bir takım eserlerin ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Davut NURİLER*

eş asırdan fazla Balkanlarda hükümdar olan Osmanlı, birçok alanda olduğu gibi edebiyatta’da zengin bir miras bırakmıştır. Osmanlı, Balkanları fethederken, idaresi ile birlikte, bölgeye İslam dinini, dilini, kültürünü ve alfabesini de getirmiştir. İslam’ın temel kitabı Kur’an ve devletin resmi belgelerini okuyabilmek amacıyla bölgedeki yerli halk Arap alfabesini de öğrenmek durumunda idi. İlk iki asırda bölgedeki münevverlerin önemli bir kısmı İstanbul’da eğitim görmüş olmaları sebebiyle, eserlerini, Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde vermişlerdir. Ancak 17. Asır ile beraber Güney Slav dillerinde Arap alfabesi ile Boşnakça , Sırpça, Hırvatça, Arnavutça dillerinde yavaş yavaş bir takım eserlerin ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.

*T.C.Başbakan Danışmanı

sayı//30// ocak 80

1878 yılında Berlin Kongresi ile AvusturyaMacaristan idaresine bırakılan Bosna-Hersek’te bu edebiyat türünün yavaş yavaş geri plana düştüğünü görüyoruz. Ancak aynı yıllarda bu gelişmenin aksine, batıda, bu edebiyat türünün keşfedildiğini, eskiden görülmeyen bir ilgi duyulduğunu, hatta Alman edebiyat araştırmacısı, Otto BLAU’nun bir kitap yazdığını biliyoruz. (Bosnischtürkische Sprachdenkmaler Leipzig yıl: 1868). 1980 yılında Polonya’nın Krakow şehrinde ALHAMİYADO edebiyatı konulu bir simpozyum bile yapıldığını; Bosna’da yayınlanan günlük OSLOBODENJE gazetesinin 13 Ağustos 1980 tarihli sayısında yer aldığını not edelim. Bosna Hersek’in Tuzla şehrinden Muhammed Hevai USKUFİ’nin, miladi 1631 tarihli manzum Türkçe – Boşnakça lügati (Makbuli Arifi- Potur Şahidi) ile ALHAMİYADO edebiyatı için yeni bir ufuk açılmıştır. Bundan sonra Alhamiyado türündeki eserlerin yaygınlaşmaya başladığına şahit oluyoruz. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu sözlükten övgü ile bahseder. Bu sözlük Avrupa çapında bir çok yenilikler ihtiva eder. Bir kere manzum olarak yazılmış ilk ve tek lügattir. Osmanlı ile bölgeye gelen birbirinden cok farklı dini, etnik, kültürel değerlerin bölgedekilerle kaynaşmasının tipik bir örneğidir. Uskufi’nin lügatinden ilginizi çekeceğini umduğum bazı örnekler vermek istiyorum. Bog tanrı, yedno birdir hem yedini vahdeti Duşa candır, çovyek adam, dirliğidir zivoti Hem ayaga noga derler, dize derler koleno Padişaha car derler, carinadır devleti Kuça evdir, zena avret, muz derler kocaya Dahi kurda vuk derler, vuçinadır heybeti. Gümüşe srebro derler, zlato de hem altına Güzele lipo derler, sana benzer: kako ti Alhamiyado, İspanya kökenli bir kelimedir. Endülüs Devletinin yaşadığı zamanlarda, bölgedeki yerli halkların Arap alfabesiyle yazdığı eserlere genel olarak Alhamiyado dendiğini biliyoruz. Balkanlarda Türkçe olmayan dillerde ( Boşnakça, Hırvatça, Sırpça, Arnavutça) ) Arap alfabesiyle yazılan eserlere de Alhamiyado denmiştir. Bu edebiyatta şiir, hikaye, ilahi, kaside, mevlut, vaaz, ve hutbe tarzında eserlere rastlanır. Osmanlı idaresinin bölgeden çekilmesi ile Alhamiyado edebiyatı önemini kaybetmiş ve unutulmaya terkedilmiştir. Aradan geçen uzun yıllardan sonra ALHAMİYADO


edebiyatının araştırılması ile ilgili ilk çalışma; Bosna’da Muhammed Hukoviç’in 1985 yılında Saraybosna Üniversitesi Felsefe fakültesinde yaptığı doktora tezidir. Bu tez bir yıl sonra Saraybosna’da kitap olarak yayınlanmıştır. (1986 ) Kitabın adı ALHAMİYADO EDEBİYATI VE USTALARI adını taşır. (ALHAMİYADO KNİZEVNOST İ NJEGOVİ STVARAOCİ. ) Bu kitabın 2008 yılında Hasan Kaimi edebiyat mükafatı kazandığını ifade edelim. Bu edebiyatı oluşturan eserler kütüphanelerde , sadece belli bir okuyucu kitlesine hitap eden bir türden ibaret değildir. Anadolu’da, İslam Peygamberi Hz. MUHAMMED’i (S. A. S.) saygı ile anma anlamına gelen ve belli kandil günlerinde mevlüt okuma geleneğinin, aynen balkanlara da taşındığına dikkat çekmek isterim. Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlüd’ün manzum bir şekilde hem Boşnakçaya hem de Arnavutçaya çevrildiğini ve kutsal gecelerde dini bir ritüel havasında, evlerde, camilerde okunduğunu biliyoruz. Muhammed Hukoviç’ten sonra Alhamiyado edebiyatının tanıtılması alanında yaşanan kısa bir aradan sonra Sırbistan Cumhuriyetindeki, Sancak bölgesinde, Yeni Pazar’da ciddi bir çalışmaya şahit olduk. Yeni Pazar’daki DOSİTEJ OBRADOVİÇ halk kütüphanesi müdürü Fuad Baçiçanin’in Sead Şemsoviç ile birlikte derleyip yayınladığı RUKOPİSNA OSTAVŞTİNA NAZİFA ŞUŞEVİÇ’a isimli kitap, alanında, bir kilometre taşı sayılacak kadar değerlidir. 2000 e yakın beyit ve 7 bölümden oluşan kısmın adı, nasihattir. Saraylı Arife ait olan mevlüd ise 1911de Nazif Şuşeviç tarafından kaleme alınarak 1911 de yeniden yazılmıştır. Bu esere Sancak Boşnak milletinin son asırda ürettiği en önemli edebi eserdir dersek, abartmış olmayız. Kitabın isminin tercümesi: Nazif Şuşeviç’in el yazmalarından oluşan mirası, manasına gelmektedir. Başlangıcında Dr. Muhammed HUKOVİÇ tarafından yazılmış bir önsöz vardır. Kitaba konu olan Nazif ŞUŞEVİÇ hakkında bilgi verelim ki eserin önemi ortaya çıksın. 19. Asır sonlarına doğru 1860 yılında Yeni Pazar’da doğan NAZİF ŞUŞEVİÇ 1923 yılında aynı yerde vefat etmiştir. Osmanlı aydın geleneğinin son temsilcisi, büyük sanatçı şair alim; babası Salih ile beraber, 17 yaşında İstanbul’a gitti. Orada devrin en önemli medreselerindeki alimlerden ders ve icazet aldı. Anlatılanlara göre babası Salih, ilk açılan Osmanlı meclisinde meb’us idi. Nazif Şuşeviç İstanbul’dan döndükten sonra, ölümüne kadar Yeni Pazar’daki baba evinde yaşadı. Torunlarının

anlattıklarına göre Üsküp ve Priştine’deki medreselerde, Türkçe Arapça ve diğer bir takım dersler verirdi. Şairliğinin yanında iyi bir hattat olan Nazif Şuşeviç’ten kalma sanat eseri hat levhaların İstanbul Üsküp ve yeni Pazar’daki bazı camilerde bulunduğunu biliyoruz. Bu kıymetli zatın yeteri kadar tanınmaması üzücüdür.. Osmanlı’nın çöküş döneminde yaşamış olması, Balkan savaşı I. Dünya savaşının felaket yıllarındaki şartlar onun ve eserlerinin ortaya çıkmasına imkan vermemiştir diye düşünüyorum.

Balkanlarda Türkçe olmayan dillerde ( Boşnakça, Hırvatça, Sırpça, Arnavutça) Arap alfabesiyle yazılan eserlere de Alhamiyado denmiştir.

Yeni Pazar Dositej Obradoviç halk kütüphanesinde müdürlük görevine getirilen genç nesle mensup, yüksek tahsilini Türkiye’de yapmış, Fuad Baçiçanin ve arkadaşları, kütüphanede unutulmaya terkedilmiş, Osmanlı-İslam eserlerine sahip çıkarak yeni bir ufuk açtılar. Bu hamle, Şehirde yaşayan Boşnak halka ve aydınlara örnek oldu, cesaret verdi. Bu ve benzeri açılımlar Boşnak milletinin kimliğine sahip çıkmasının dayanağını oluşturur. Bundan cesaret alan Merhum Nazif ŞUŞEVİÇ’in torunları dedelerinden kalan çok kıymetli el yazması mirası Fuad Baçiçan’a getirerek bu değerli hazinenin gün yüzüne çıkmasına ve kültür dünyasında tanınmasına vesile olmuştur. Balkan coğrafyasında benzer eserleri ortaya çıkarmak için daha ciddi araştırmalara hız vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Asırlar boyu bölgede en önemli kültür ve ticaret merkezi olan Yeni Pazar Osmanlı –İslam kültürünün en fazla geliştiği merkezlerden birisidir. 17.-18 asırlarda divan edebiyatının önemli şairlerinden biri olan AHMED GURBİ BABA Yeni Pazar’ın yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biridir. İki yıl süren çalışmalar sonunda Nazif Şuşeviç’in mirası kitap halinde yayınlanmıştır. Yayınlanan bu kitap sayesinde, bir asırdan beri yok sayılan Müslüman Boşnak mirası yeniden gündeme geldi konuşulmaya başlandı. Türkiye ile artan ilişkiler sayesinde TİKA ve Yunus Emre enstitülerinin destekleri ile Müslüman Boşnak milletinin kültürel faaliyetleri canlanmaya başladı. Nazif Şuşeviç’in kitabının yayınlanmasından sonra, Fuad Baçiçanin, ALHAMİYADO edebiyatını konu alan bir doktora çalışmasını Belgrad Üniversitesi Filoloji fakültesinde başlamış ve 2016 yılının eylül ayında tamamlayarak doktor ünvanı kazanmıştır. Doktora çalışmasının en kısa zamanda kitap halinde basılmasını, ardından Türkçe’ye tercüme edilerek bizim kültür dünyamıza da kazandırılmasını bekliyoruz. 81


osna-Hersek’in kuzeydoğusunda, ülkenin iki siyasi bölgesinden biri olan Sırp Kantonu’nda (yönetim bölgesi) yer alan Zvornik şehri, Drina Nehri’nin kenarında yer almaktadır. Ayrıca Sırbistan sınırında yer aldığı için nehrin diğer tarafında kalan şehre de ‘Mali Zvornik’ denilmiştir.

SIRBİSTAN SINIRINDA BİR BOSNA ŞEHRİ:

ZVORNİK

Çok eski bir geçmişi olan yerleşim biriminin bilinen ilk sakinlerinin Kelt asıllı olduğu belirtilir. Daha sonra bölge Roma hâkimiyetine girmiştir. Mikail Türker BAL

Kasabanın merkez olduğu idarî bölgedeki altmış yedi yerleşim biriminde savaş öncesinde (1991) 81.295 kişi yaşamakta olup nüfusun yaklaşık % 60’ını Boşnak, % 38’ini Sırplar teşkil etmekteydi. Günümüzde Bosna-Hersek’in Sırp bölgesinde (Republika Srpska) kalan kasaba merkezinin nüfusu ise 1991’de 14.584 iken savaş yüzünden müslümanlar ve Hırvatlar burasını tamamen terk etmişlerdir. 2000 yılında ferdî olarak geri dönenler varsa da sayıları azdır. Çok eski bir geçmişi olan yerleşim biriminin bilinen ilk sakinlerinin Kelt asıllı olduğu belirtilir. Daha sonra bölge Roma hâkimiyetine girmiştir. Kaynaklarda Zvornik adına ilk defa 1412’de rastlanır. Bütün Ortaçağ kaynaklarında bu adla zikredilen kasabanın taşra kesimi Sub Suonich olarak kaydedilmektedir. Osmanlılar döneminde şehrin adı İzvornik olarak kullanılmıştır. 1415-1432 yılları arasında Dubrovnikliler’in nüfuzu altına giren İzvornik’te bu dönemden itibaren gümüş ticareti yaygınlaşmış ve bu ticaret Osmanlı döneminde de devam etmiştir. 1462 senesinde Fatih sultan Mehmet tarafından feth edilip ve Rumeli Eyaleti’ne bağlanmıştır. İdarî ve askerî açıdan iyi konumda bulunduğundan bir kaza merkezi yapılmıştır. Bosna, Sırbistan ve Macaristan yollarının kesiştiği bir coğrafî özelliğe sahip olan İzvornik, 1480’de aynı adlı sancağın merkezi oldu. Bu dönemde İzvornik’te 550 civarında askerden oluşan bir Osmanlı birliği bulunmaktaydı. Ancak XVI. yüzyılın ortalarına doğru şehrin önemi azalınca asker sayısı da giderek düştü (50 asker) ve güvenlik daha çok mahallî tımar sahiplerinin sorumluluğuna bırakıldı. Tuz ve gümüş madenleri bakımından zengin olan İzvornik sancağı 1580 yılından lağvedildiği 1833’e kadar Bosna vilâyetine bağlı idi. Eğitim, kültür ve mimari açılardan yoğun bir İslâmlaşma hareketine sahne olan İzvornik özellikle 1460-1600 yılları arasında süratle gelişti. 1476’da doksan civarında hâneden oluşan sivil nüfus (yaklaşık 500 kişi) XVI. yüzyılda giderek artış göstermiş ve 1512’de

sayı//30// ocak 82


130, 1533’te 150, 1548’de 460 hâneye yükselmiştir. Özellikle 1533’ten 1548’e kadar on beş yıllık süre zarfında toplam nüfusun 700 dolayından 2300 civarına ulaşması, kasabanın ticarî öneminden ve buraya yönelik göçlerden kaynaklanmış olmalıdır. Ancak bu durum asrın sonuna doğru sarsılmış ve 1600’de nüfus 200 hâneye (1000 kişi) düşmüştür. 1476’da çoğunluğu teşkil eden Hristiyanlar 1600’lere gelindiğinde neredeyse önemsiz hale gelmişlerdir. Nüfus azalmasının pek çok sebebi bulunmakla birlikte başlıcaları, gelişmekte olan Gračanica ve Tuzla ile Srem ve Slavonya’da yeni fethedilen yerlere olan göçlerdir. 1593’te başlayan uzun savaş dönemi de nüfusun azalmasında rol oynamıştır. İzvornik’in nüfusuyla ilgili 1548’den sonraki kayıtlara göre mevcut 432 müslüman hâne terzi, ayakkabıcı, saraç, ekmekçi / demirci / kasap / sebzeciler (dördü beraber), mutaflar ve marangozlardan oluşan meslek gruplarına ayrılmıştır. 1625 tarihli bir Venedik raporu, İzvornik’te sancak beyi ve kadı ile 600 hânenin bulunduğunu kaydetmiştir. Bu kayıt, 1664’te İzvornik’e gelen Evliya Çelebi’nin verdiği hâne sayısına (938) yakındır. Bundan hareketle şehirde XVII. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren yeniden nüfus artışı olduğu söylenebilir. İzvornik Osmanlı döneminden itibaren üç kesimden ibarettir: Üst (Gornji grad), orta (Srednji grad) ve alt (Donji grad). İlk müslüman yerleşim merkezi İzvornik’in üst kesiminde Fâtih Sultan Mehmed zamanında ortaya çıkmış ve daha o dönemde söz konusu kesimde Fâtih’in adını taşıyan cami yaptırılmıştır.

Caminin bulunduğu mahalle, İzvornik’in en eski mahallesi olup 1476 yılından önce burada bir hamam ve 1548’de İzvornik Kalesi içerisinde Yahyâ Bey Tekkesi’nin varlığı bilinmektedir. Ayrıca İzvornik sancak beyi tarafından şehirde bir kervansaray ve Drimjača nehri üzerinde bir köprü yaptırıldığı kaynaklarda belirtilmektedir (Mujezinovič, II, 126). XVI. yüzyılın sonuna kadar İzvornik Fâtih Sultan Mehmed, Sultan Süleyman, Hacı Durgut, Hüseyin Bey ve Mehmed Çelebi adlarıyla anılan altı mahalleye ayrılmıştır.

İzvornik sancağı 1580 yılından lağvedildiği 1833’e kadar Bosna vilâyetine bağlı idi.

Sanat değeri pek olmamasına rağmen şehirdeki en meşhur mimari eser Kiãmî Baba olarak da bilinen Şeyh Hasan Kaimî’nin türbesidir. Şeyh Hasan, Saraybosna’da 1682’de bir halk ayaklanmasına destek olduğu gerekçesiyle buraya sürülmüş ve 1691’de İzvornik’te vefat etmiştir. Divanı ve ölümünden sonra çok popüler olan Vâridât adlı iki eseri vardır. İzvornik 1878’de Avusturya-Macaristan hâkimiyetine geçti. 1918-1944 yılları arasındaki Yugoslavya Krallığı döneminde idarî merkez haline getirildi. II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından bombalanan şehir kısa bir süre Hırvat Krallığı sınırları içinde kaldı. 1945’ten 1992’ye kadar Yugoslavya sınırlarına dahil olan İzvornik bu devletin dağılmasıyla Bosna-Hersek Cumhuriyeti topraklarında kaldı. İzvornik, öldürülen müslümanların gömüldüğü toplu mezarların bulunmasıyla tekrar gündeme gelmiş, mevcut otuz altı camiden yirmi beşi savaş sırasında tamamen tahrip edilmiş, şehir merkezinde ise iki cami tamamen, dokuz cami kısmen yıkılmıştır. 83


EDEBİYATÇILAR VE EDEBİYATSEVERLERİN BULUŞMA MAHFİLLERİ

İSTANBUL

VAPURLARI

Edebiyatımızda derin iz bırakmış olan yazar ve şairler, edebiyatçı kahvehanelerinde gençlerin yetişmelerine vesile olan isimlerden bazılarıdır. Mustafa NOYAN*

*Tur Rehberi ve İstanbul Araştırmacısı

sayı//30// ocak 84

ohbet meclislerinin baş içeceği kahve, Türk kültür hayatında önemli bir konuma sahip olmuş, kültürümüzde kahvehaneler büyüklerimizin, yazarların, şairlerin ve hocaların sohbetleriyle talebe yetiştirme mekânı olmuştur. 1950’li yıllara kadar varlıklarını sürdürmüş olan, Beyazıt Küllük Kahvehanesi, Nuruosmaniye İkbal Kahvesi, Sirkeci Meserret Kahvesi, Eminönü Pandeli Lokantası ve Beyoğlu Baylan Pastanesi gibi edebî mahfiler, farklı siyasi kanatlardan kültür erbabını bir araya getirmiş, bir dönem kültür hayatımıza yön veren isimleri buluşturmuştur. Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Nazım Hikmet, Tarık Buğra, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı Tarancı, Nihal Atsız, Sabahattin Ali, Orhan Veli Kanık, Edip Cansever, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Cemal Süreya ve Can Yücel gibi edebiyatımızda derin iz bırakmış olan yazar ve şairler, edebiyatçı kahvehanelerinde gençlerin yetişmelerine vesile olan isimlerden bazılarıdır. Dönemlerinin genellikle en iyi eğitimini almış, halkı aydınlatmayı amaç edinmiş yazar ve şairleri toplumdan kopmamış, aksine herkesin içinde yaşamayı seçmişlerdir. Hikayelerin kahramanları halk içinden seçilmiş, kaçamak bakışlarla yakalanan sevgililere şiirler yazılmıştır. Dönemin aydınları sayıları yetersiz olan özel araçları kullanmamışlar, toplu taşıma araçları olan dolmuş, tramvay, otobüs, tren ve vapurlarla ulaşımlarını sağlamışlar; eserlerinde de sık sık bu taşıtlara yer vermişlerdir. Yazar ve şairlerin büyük kısmı İstanbul’un Anadolu Yakası’nda ikamet etmişler, genellikle Tarihi Yarımada’da Babıali ve Cağaloğlu civarında yerleşmiş yayınevleri ve gazetelerde çalışmışlardır. Bu durumda günlerine şehir vapurlarında kıtalararası bir yolculuk ile başlamış ve bitirmişler; günün ilk ve son kahvelerini vapur büfelerinde içmişlerdir. Boğaziçi ve Marmara sularında, püfür püfür esen rüzgâr altında geçirilen keyifli dakikalar, şairlerimiz şiirlerine ilham olmuş; İstanbul, boğazıyla, vapurlarıyla, köprüleriyle birçok yazarın satırlarına konu olmuştur. İstanbul Hemşehrileri vapurlara ellerinde kitap veya gazetelerle binmişler, yolculuk boyunca edebiyat eserlerini ellerinden düşürmemişlerdir. Edebiyatseverler edebi şahsiyetlerle vapurlarda karşılaşmışlar, sohbet etmişler, feyiz almışlardır. Kim bilir günümüzde edebiyat eserlerinin


uyarlamalarının konu alındığı Televizyon dizilerinin böylesine talep görmesi, belki de genlerimize kazınmış bu düşkünlüğün sonucudur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminin, önemli devlet adamlarından olmasının yanında bilim, tarih ve hukuk alanında çalışmaları bulunan Ahmet Cevdet Paşa, şiir ve edebiyat alanında da eserlere hayat vermiştir. İlk Türk kadın romancı kabul edilen yazar Fatma Aliye Hanım’ın babası olan Ahmet Cevdet Paşa,İslam Hukuku alanında "Mecelle", peygamberler tarihi "Kısas-ı Enbiya", Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik ünlü eser "Tarih-i Cevdet", döneminin siyasi olaylarını konu alan "Tezakir-i Cevdet" ve Türk dilinin Türkçe yazılmış ilk dil bilgisi kitabı kabul edilen "Kavâ'id-i Osmâniyye" gibi eserlerin sahibidir. Boğaziçi’nde 1851 yılından itibaren deniz ulaşımı sağlamış Şirketi Hayriye'nin kuruluşu, Keçecizade Fuat Paşa ile Ahmet Cevdet Paşa'nın büyük katkılarıyla gerçekleştirilmiştir. Romanya'da görevli olarak bulunan Keçecizade Fuat Paşa'yı ziyarete gitmiş olan Ahmet Cevdet Paşa, bir ay müddetle Bükreş'te kalmış, bu süre zarfında Tuna'da yaptıkları vapur gezintilerinde Boğaziçi'nde de bu tip vapurların çalışabileceğini düşünmüşlerdir. İstanbul dönüşü sonrası beraber gittikleri, Bursa Kaplıcaları’nda kurulacak olan şirketin nizamnamesini birlikte kaleme almışlar ve devrin sadrazamı Mustafa Reşit Paşa'ya arz etmişlerdir. Sultan Abdülmecid onayıyla kurulan müessese Türkiye’deki ilk anonim şirket olarak faaliyetlerine başlamıştır. Edebiyatımızda özellikle ikinci Meşrutiyet Dönemi'nden itibaren romancılarımızın birçoğu değişik vesilelerle Şirket-i Hayriye vapurlarına eserlerinde yer vermişlerdir. Eserlerde bazen bizzat vapurlar, bazen de vapurlarda geçen enteresan olaylar ele alınmışlardır. Romanlarının ana yapısının dışında İstanbul'u adeta bir folklorcu gibi örf adetleri, sosyal yaşantısıyla ele alan ünlü sanatkâr Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1901 yılında yayınlanan "Nimetşinas" romanının hemen başında Şirket-i Hayriye ve Îdarei Mahsusa ile ilgili o günkü uygulamalara değinmiştir. Romanın ilk cümleleri şöyle başlamıştır: "Mevsim Şubat, hava hafif lodos. Beşi çeyrek geçe postasını yapmaya hazırlanan Ferah Vapuru Kadiköyü İskelesi'nden bağını çözmeye acele eder gibi hafif hafif sallanıyor. Vapurun bacasının tüttüğünü, hele düdüğünün öttüğünü, sallandığını uzaktan işiten, gören yolcularda -ha gitti ha gidiyor- gibi bir telaş.

Koşan koşana. Bilet kulübesinin önünde hanım, madam, kokana, poliçe. Bay, efendi, mösyö, esnaf, köylü gibi çeşitli bir kalabalık." Hüseyin Rahmi Gürpınar, ilk defa 1920 yılında yayınlanan "Ada Vapurunda" adlı hikâyesinde ise Seyri Sefain İdaresi'nin Ada yolcularıyla olan ilişkilerini anlatmıştır. Hikâyenin ilerleyen safhasında vapur içindeki insan ve eşya kalabalığı, gayrimüslimlerin Türkçeyi yanlış kullanmaları ve anlamalarıyla, imparatorluğun çeşitli tiplerinin kavga ve konuşmalarını komedi üslubuyla ele alınmıştır. Şirketi Hayriye Vapurlarına, Namık Kemal gibi devrin edebiyatçılarına danışılarak özel isimler verilmiştir. Anlamları kadar, isimlerini taşıdıkları farklı vapurları, tüm şehir halkının adeta ezbere bildiği, bu isimler o dönemde doğan çocuklarla da paylaşılmıştır. Meşhur edebiyat ustası Ahmet Rasim Bey, devrin gazetelerinde şehir mektupları yazmıştır. Bir makalesinde 4 ve 5 numaralı vapurların eskiliğinden ve Kadıköyü İskelesi'nin dubalarını delerek tehlikeli durumlara sebebiyet vermelerinden söz ettikten sonra, mizahî bir üslupla değişik meslek gruplarına sahip olan insanların, hangi Şirketi Hayriye vapurlarından binmeleri gerektiğini yazmıştır:

Boğaziçi ve Marmara sularında, püfür püfür esen rüzgâr altında geçirilen keyifli dakikalar, şairlerimiz şiirlerine ilham olmuş; İstanbul, boğazıyla, vapurlarıyla, köprüleriyle birçok yazarın satırlarına konu olmuştur.

“Kuşbazlar: Şahin, Tayyar Denizden korkanlar: Selamet, Asayiş Ada'ya kadar ağır ağır gitmek üzere bulunanlar: Nüzhet Şirket-i Hayriye Memurları: İntizam Kavak'ta oturanlar: Azimet, Avdet

85


Boğaziçi’nde 1851 yılından itibaren deniz ulaşımı sağlamış Şirketi Hayriye'nin kuruluşu, Keçecizade Fuat Paşa ile Ahmet Cevdet Paşa'nın büyük katkılarıyla gerçekleştirilmiştir. .

Vapur görmeyenler: Neveser Selametle iskeleye varanlar: Şükran Kademden tefeül edenler: Meymenet Çalışmadan usananlar: Gayret Şirket-i Hayriye ve Kadıköyü taraflarına işleyen kaptanlar: Rehber Kış günlerinden bıkanlar: Bahariye İstanbul sokaklarında langur lungur giderek oku yayı fırlayan arabaların beray-ı tamir Üsküdar'a çekilmesi fikrinde bulunanlar: Suhulet vapurlarına binmeleri tavsiye olunur.” Ahmet Rasim atlı tramvayları çeken atların ve sürücülerin hallerini de belagatle anlatmıştır. Eski İstanbul vapurlarının, üst katında, bu bölümü tercih eden nispeten zengin beyefendi ve hanımefendiler bilet ücretine ilave bir ücret ödedikleri, ahşap masalar ve rahat koltuklarlarla dekore edilmiş, lüks mevki salonları yer alırmış. Bir gün Kadıköy Karaköy seferinde, lüks mevki salonunun bir masasında arkadaşlarıyla oturan hanımefendilerden birinin gözüne az ilerdeki masaya, saçları beyazlamış, benzi solmuş, gözlerinin feri kaçmış, yaşının verdiği yorgunlukla oturan adama ilişmiş. Dikkatli bakınca, genç kızlık yıllarında plâtonik aşkla bağlandığı meşhur gazeteci, şair ve bestekâr Ahmet Rasim olduğunu anlamış, onun bu haline çok üzülmüş. O yıllardan müşterek tanıdıkları, Cevdet Bey’i bir gördüğünde, vapurda Ahmet Rasim’i gördüğünü, çok yaşlanmış bulduğunu söylemiş. Eski günlerin hatırına, edebiyat ustasından bir şarkı istemiş. Cevdet Bey, ikisinin de birbirlerini uzaktan sevdiklerini bildiği için bu konuşmayı Ahmet

sayı//30// ocak 86

Rasim Bey’e anlatmış, Ahmet Rasim bunun üzerine yazmış olduğu güftesini, Suzinak makamında bestelemiştir. “Yâre tesir eylemişte hâlim, olmuş giryenâk İstemiş bir güfte benden beste benden sûznâk Emri var olsun fedadır uğruna can-ü tenim İşte yaptım güfte benden, beste benden sâznâk” Son mehtap âlemlerine tanık olmuş olan yazar Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi’ ne özgü bu eğlence türünün bütün ayrıntılarını yapıtlarında anlatmıştır. Kayıklarda gerçekleştirilen bu âlemler, 1930’lu yıllarda Şirketi Hayriye İdaresinin girişimleriyle yeniden canlandırılmıştır. Bu Mehtap Eğlencelerinin ilki 4 Ağustos 1936 Salı günü gerçekleştirilmiş, çiçeklerle süslenmiş ve rengârenk ışıklarla aydınlatılmış bir sal hazırlanmıştır. Bu sal üzerinde alaturka musikinin önemli icracılarından Denizkızı Eftalya ve Şehir Tiyatrosu aktörlerinden Hazım Körmükçü sahne almış, bir saz heyeti ile bir de zeybek ekibi gösteriye katılmıştır. Şirketi Hayriye İdaresi iki vapuru aynı anda, sahne olarak kullanılan salın arkasından hareket ettirmeyi, talebin çoğalması halinde kullanılmak üzere üç vapuru da hazırda tutmayı planlamıştır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış, 37,50 lira gibi ucuz bir fiyata böyle bir eğlenceyi kaçırmak istemeyen İstanbul halkının, organizasyona aşırı rağbet etmesi üzerine, şirket on dört vapur kaldırmak durumunda kalmıştır. Sahne salın etrafını çeviren vapurların ardından, çok sayıda kayıkla halk bu konvoya katılmış, kıyılarda biriken meraklıların da alkışlayarak izlediği gezinti


Bebek’ ten başlayarak, Kanlıca ve Yeniköy’e, buradan da Beykoz ve Büyükdere’ye kadar uzanmıştır. İstanbul halkının büyük beğeni ve ilgisini kazanan mehtap âlemleri bir süre daha devam etmiş, bu eğlencelerin yıldızları arasında alaturka musikinin değerli isimleri Safiye Ayla ve Şadi Işılay da yer almıştır. Ziya Osman Saba “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” eserinde, çocukluk yıllarından beri hayranlık beslemiş olduğu "Neveser" Vapuru’nun hikâyesini anlatmıştır. “O gün, Neveser'in her yeri, narin teknesinin parlak siyah, karşımdaki davlumbazının güneşle pırıl pırıl yanan, bembeyaz boyası, salonunun, yan kamarasının iki yana intizamla ayrılmış eflatun rengi, püsküllü perdeleri, güvertesinin yeni gerilmiş ak teknesi, al bayrağı, her yeri, her şeyi, tamirden yeni çıktığını belli ediyordu”… Seyri Sefain İdaresi’nin vapuru Neveser, yıllar geçtikçe eskimiş, eskidiğinden karikatürlere malzeme olmuştur. Zamanında seferlerini aksatmayan, hareket saatinden erken iskeleye yanaşan vapur, artık seferlerine geç kalmakta, arızalanmaktadır. Vapurun hayatını kendisiyle özdeşleştiren yazar, Neveser’in hurdaya ayrılacağını düşünerek hatıralara dalıp gitmiştir. “Neveser nihayet arada sırada bir tatil günü kavuşup binebildiğimde beni artık bir hatıralar sahiline, tamir edilmiş, çımacısı değişmiş, o da çok ihtiyarlamış… Bir zamanların genç, dinç, acar Neveser'i, bir zamanlar dilimli tentesini öylesine bir sevinçle çırpındırdığına, burnuyla yarıp köpüklendirdiği suları ta adının hizalarına kadar çıkarttığına bir eski deniz salnamesindeki

fotoğrafı şahadet eden vapur, orada, insanların yattığı büyük bir mezarlığa baka baka, insanların kaderine benzeyen bir kaderle, çürüyüp gidecek.” Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu ile bütünleşmesi öncesinde, ağır sıkıntılar çekmiş, ancak Seyyid Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra, hayatına farklı bir yön vermiş, böylece Üstat seviyesine ulaşmıştır. Necip Fazıl bu yolu Köprü ile Beylerbeyi arasında bir vapur yolculuğunda tanıştığı esrarengiz bir kişiye borçlanmıştır. Üstat bir akşam çalıştığı bankadan çıkmış, Eminönü’nden vapura binmiş, yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri konuşmuş, Necip Fazıl tasavvuftan sorunca Beyoğlu Ağa Camii’nde Cuma günleri vaaz veren Abdülhakim Arvasi Hazretleri’ni işaret etmiştir. Necip Fazıl okurlarıyla vapurlarda karşılaşmış, sohbet etmiştir; yine bir gün vapurla Karaköy'e geçerken, yanına biri yaklaşıp: “Peygamberlere ne diye gerek duyuldu, biz kendimiz yolumuzu bulabilirdik." diye sormuş. Üstat okuduğu kitaptan başını kaldırmadan: "Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya" cevabını vererek, taşı gediğine koymuştur. Ünlü şair Ahmet Haşim’in Kadıköy’e duyduğu sevgi, bilhassa iş dönüşü 18.00 Kadıköy vapuruna binme vakti yaklaştıkça sabırsızlığa dönüşürmüş; “Kadıköy vapuruna binince, sanki terliklerimi ve gecelik entarimi giymiş gibi rahatlarım” dermiş. Halit Ziya Uşaklıgil “Mai ve Siyah” romanının temeli olan, “Mavi Yalı” adlı eserinde hikâyeyi, hayallerinin çok uzağına düşüp vapurlarda çalışmaya başlamış, Boğaziçi seferleri boyunca mavi bir yalıya bakarak, hayaller kuran bir

Kayıklarda gerçekleştirilen bu âlemler, 1930’lu yıllarda Şirketi Hayriye İdaresinin girişimleriyle yeniden canlandırılmıştır.

87


Mavi mavi bir hüzündü ayaklarımın altında İşte İstanbul” 1960’lı yıllara kadar vapurlar kadar, dönemine damga vurmuş şehir tramvayları da edebiyatçılar tarafından ulaşım aracı olarak tercih edilmiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde İstanbul'da geçen romanların çoğunda tramvayın geçtiği bir sahne vardır. Beyazıt Durağı’nda tramvay bekleyenler, Peyami Safa’nın Beyoğlu'ndan gelen kırmızı boyalı, birinci mevki Fatih- Harbiye tramvayından inerek, bir an durup hafifçe gülümseyerek Küllüğe yönelmesini rahatlıkla görebilmişlerdir. Peyami Safa tramvaylarda kadın erkek eşitliği gibi, tramvayları konu alan makalelere de imza atmıştır. kaptanın şahsında şekillendirmiştir. Mai ve Siyah romanının sonunda da Ahmet Cemil hayallerinden uzaklaşır: “Dertli anasını alarak bir vapura biner. Gece karanlığında, son defa İstanbul’u, Cihangiri seyreder. Deniz karanlık, gece karanlıktır.” Sabahattin Ali “Köprüde Sabah” şiirinde vapur ve tramvayı köprüde buluşturmuştur. Nazım Hikmet “Hep Kahır” şiiri yazarken trende, vapurda, otobüste insanların güldüğünü düşünmüş olmalıdır. Cemal Süreya “8.10 Vapuru” şiirinde üst katıyla, esen rüzgârıyla, gazetesini katlayan yolcusuyla, buzlu camları ve kalabalığıyla bir İstanbul vapurunu gözlerimizin önüne sermektedir. “Türkiyat Vapuru” şiirinde Can Yücel karinesi, sintinesi, alt ve üst güvertesi ile başka bir vapuru iskeleye yanaştırmıştır. Gözleri kapalı Rumelihisarı’na oturup İstanbul’u dinlemiş, vapurların geçişini seyretmiş, Orhan Veli Kanık “Bu Şehri Bırakmak” şiirinde, limandaki mavnaları ve doğduğu köye müşteri taşıyan şirket vapurlarını hatırlamıştır. Karşı sahilde Cahit Sıtkı Tarancı “Bir Saadet” şiirinde, bir yaz akşamı Kandilli İskelesi’nde vapur kalkıncaya dek hissedilen sevgileri tarif etmiştir. Özdemir Asaf yıldızlar, mehtap, çamlar altında gelip geçmiş günlerden hatırladığı, vapurlar ve yalıları ölümsüzleştirdiği şiirine “Boğaz Gezintisi” ismini vermiştir. Ümit Yaşar Oğuzcan “İstanbul Dedim De Seni Hatırladım” şiirini kaleme almış, canından bezmiş boğaz vapurlarını, kederli tramvayları ve Galata Köprüsü’nden geçen telaşlı insanları şehrin edebiyat hafızasına kazımıştır. “Boğaz içinden bir vapur geçer Benim aklımdan senin gözlerin geçiyordu -Bebek, dediler indim Nereye baksam denizdi sayı//30// ocak 88

Peyami Safa yolcusu olduğu, 12 hat numaralı “Fatih-Harbiye” tramvayının adını verdiği romanında, eski ihtişamını yitirmiş, orta sınıf bir ailenin Batılılaşma sürecinden etkilenmesini; tramvay hattının biri muhafazakâr geleneksel, diğeri asri, iki ucundaki semtler arasındaki değerlerlerle kıyaslamıştır. Hüseyin Rahmi Gürpınar Şıpsevdi adlı romanında atlı tramvaylardan şöyle söz etmiş;. Halide Edip Adıvar İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda, tramvaylarda yaşanan olayları, hatıralarını yazdığı eserinde ölümsüzleştirmiştir. Ercüment Ekrem Talu “Atlı Tramvayda Nasıl Yolculuk Yapılırdı” başlıklı yazısında, bir zamanların atlı tramvayları ve dönemin elektrikli tramvayları arasındaki farkları, tüm detaylarıyla okuyucularına aktarmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın “Mahur Beste”, “Huzur” ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanları vapur ve tramvay sahneleriyle hatırlanmaktadır. Ahmet Hamdi adına düzenlenmiş Edebiyat Müze Kütüphanesi de enteresan bir tevafukla, Gülhane Parkı girişinde tramvay yoluna bitişiktir. Sait Faik Abasıyanık öykülerinde karakterler uzun süre tramvay beklemişlerdir. Cemal Süreya ünlü şiiri Üvercinka'da, “Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız” diyerek, hayali bir tramvay yolculuğunu dile getirmiştir. Son dönemde de İstanbulluların edebiyatçılara olan ilgisi devam etmiş, Devlet Demiryolları İşletmesi TCDD tarafından, 2004 yılında hizmete alınan hızlandırılmış trenlere, halk oylaması neticesinde “Yahya Kemal Beyatlı” ve “Yakup Kadri Karaosmanoğlu” isimleri verilmiştir. Haydarpaşa ile Ankara arasında sefer yapan ekspres trenler yeni hızlı tren çalışmaları başlayıncaya kadar aynı adlarla işletilmiştir.


ENDÜLÜS

BİR AĞITTIR!

Endülüs; Müslümanların, mâbedleri elinden alınmış, saraylarına akbabaların konmuş olduğu yitik diyârıdır. Özge Senâ Bigeç ÇAV

İSLAM GİDERSE, NE KALIR GERİYE?

“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” der âyet. Bilenle bilmeyen de farklı gezer Endülüs’ü. Bilmeyen neden üzülsün ki?! Tarihini unutana ya da hiç öğrenmeyene kadîm taşlar neden açsın sırrını? Ya bilen? Nice ağrılarla gezer yitirilmiş yetim ve öksüz topraklarını. Yalnızca toprak olabilir mi yitirilen? 781 senelik İslâm kayyumiyeti gitmiştir. İslam giderse bir diyarda, ne kalır geriye? Hangi hak, hangi hukuk, hangi şefkat ve adalet? ÜMİT MERİÇ’İN ENDÜLÜS İZLENİMLERİ

Tarihini bilmek ve sorumluluklarını yerine getirmek isteyen insanın yegane gayesi; nesli ihya ve inşa etmektir. Onlardan biri de; Sevgili Büyüğüm, Muhtereme Hocam, Mükerrem İnsan, Cemil Meriç Bey’in emaneti Ümit Meriç Hanım’dır. Ümit Hanım, yakın zamanda Endülüs seyahatine gideceğinin beşaretini verdiğinde gözlerinde ışıltılar oluşmuştu. İslam’ın büyük mührünü taşıyan kadim diyara gidecekti. Ancak 4 günlük seyahatinin ardından, döndüğünde ziyadesiyle yorgundu. Zira; Müslümanların yaşadığı bu kayba yakından tanıklık etmeye hassas ruhu dayanamamıştı. Oraları hazin duygular içinde andı ve anlattı. KELİMELERİN DE ASLİYETİ BOZULDU

arık Bin Ziyad’ın fatihliğinde 781 yıl boyunca (711 – 1492) İslam Bayraktarlığı yapan Endülüs’te, başkent Kurtuba'da 600 camimiz vardı. En büyük ve ihtişamlıları ise Kurtuba Camii idi. Kurtuba Camii’nin Katedral, diğer camilerin ise kiliseye çevrildiği yapılarımız; 524 yıldır asliyetine kavuşmayı bekliyor.

175 metre uzunluğunda, 134 metre genişliğinde, 850 adet sütunu bulunan Kurtuba Camii’mizde namaz kılınamıyordu artık! Müslümanlara ancak arka sokağında 50 kişilik mescid reva görülmüştü! Mezguita’da 16 sütun yıkılıp Cami’miz tahrib edilerek Katedral yapılmıştı. Yalnızca yapılar mı? Hayır, Lisan-ı Arabi’den gelen tüm kelimelerin de asliyeti bozulmuş ve adeta o kelimeleri çağrıştırmayacak düzlemde başka kelimeler uydurulmuştu. “Mescid” kelimesi Mezguita, “Kurtuba” kelimesi Cordoba, “Vad'il Kebir” Guadalquivir yapılmıştı. Endülüs’teki ihtişamlı yapılarımızdan biri de El-Hamra Sarayı idi. Bu saray ile ilgili “El-Hamra sarayı Tac Mahal’le rekabet edebilir” diyen Sevgili Hocam Ümit Meriç, dikkatli ve rikkatli seyahatlerini yalnızca şahsı için değil, Ümmet için, Ümmet’in bilgi ve ilgisinin artıp, hakiki derdini kuşanabilmesi için yapıyordu. Kendisine şükranlarımı sunuyorum.

BİLENLE BİLMEYEN FARKLI GEZER ENDÜLÜS’Ü

MÜSLÜMANLARIN 1 MİLYON CİLT KITABI YAKILDI

Endülüs; Müslümanların, mâbedleri elinden alınmış, saraylarına akbabaların konmuş olduğu yitik diyârıdır. Endülüs’te ferah bir ruhla seyahat yapamaz bir Müslüman. Daralır, darılır rûhu. Ecdâd’ın 781 yıllık emanetidir Endülüs; ve korunamamıştır. Elinden alınan toprakları ve ahlakları, yeniden İslam kılmak için yaşayan Müslüman’ın derin ağrılı ağıtıdır Endülüs. Kerbelâ’dır bir bakıma: Hüseynî yaşayış elinden alınan, Yüce İslamlığı şehid kılınan.

Endülüs’le alakalı hatırlamamız gereken bir önemli bilgi de; dünyanın en önemli kütüphanelerinden biri hâline gelen Grenada'daki tam 1 milyon cilt kitabın Babü'rRemle Meydanı'nda yakılması olacaktı. Bununla ilgili fransız fizikçi Pierre Curie “Müslüman Endülüs'ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık.” Diyerek hakikati izhar ediyor, ilmin emeğini gerçek sahibine teslim ediyordu. 89


eçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? ‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?..” dizeleriyle çağlar öncesinden, çağlar ötesine seslenen merhum Mehmed Âkif Ersoy'un ifadeleri özellikle son günlerde kendini derinden hissettiriyor.

YIKILMIŞ ŞEHİRLER VE ÜLKELERDEN

SUSKUNLUĞA ŞİKAYET

Nereye baksanız feryadlar yükseliyor. Türkiye’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Mısır’da, Filistin’de Irak’da ve en çok da Suriye’de kıyamet yaşanıyor. Sabri GÜLTEKİN

Mustazaflar ateş topuna dönen yurtlarından savruluyor; ölüm çığlıkları arasında sevdiklerini cansız ve mecalsiz bırakarak. Nereye baksanız feryadlar yükseliyor. Türkiye’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Mısır’da, Filistin’de Irak’da ve en çok da Suriye’de kıyamet yaşanıyor. İslâm Âlemi'nin daha yeni filizlenmeye duran körpecik yürekleri Mescid-i Aksa’da can çekişiyor. Suriye’de nefes almaya çalışan bir avuç mustazaf iman sancağını düşürmemek için tek başına “küfür milleti”ne direniyor. İnsanlık susuyor!.. Suriye ölüyor!.. İslâm dünyasının “ruhsuzlaşan iman”ı sarsılıyor!.. En daraldığımız anda imdadımıza yine “öncü kuvvet”lerden bir Filistinli yetişiyor. İslâmi Direniş Hareketi’ni kuran... İntifadann sembolü olan... Zindanlara atılan...

1937 yılında Filistin'in Askalan şehrinin el-Cevra köyü doğan Şeyh Ahmed Yasin, 22 Mart 2004’te İsrail’in gerçekleştirdiği füze saldırısı sonucu Gazze’de şehid oldu.

Filistin’in özgürlüğüne ömrünü adayan... Tekerlekli sandalyeye mahkûm, felçli biri olmasına rağmen iman ve mücadelesiyle işgalci siyonistleri çileden çıkaran... Gazze’de sabah namazından çıkarken eşkıya Yahudilerin füzelerine hedef olarak Rabbinden istediğini alan... Hayatının özü “ibadet, hicret, cihad ve şehadet” olan adam; Şehid Şeyh Ahmed Yasin. Bir kez daha duaya duruyor... Dünya durdukça, mazlumlar var oldukça vicdanlarda iz bırakacak yakarışını, “küfür milleti”nin zulmü altında inim inim inleyen “ümmet”i suskun ve acziyet içerisinde izleyen “nefes alan ölüler” arasından Arş-ı Âlâ’ya gönderiyor:

sayı//30// ocak 90


“Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki, kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah! Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır! Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında? Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak? Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken! Omuzlarımıza el verecek ve gözyaşlarımızı silecek bir bakış!.. Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilâtları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı? Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye; ‘Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mü’min kullarına yardım et!’ diye çağıramaz mı? Buna da mı gücünüz yetmiyor? Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak: ‘Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!’ Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız! Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin! Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim! Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın! Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! Temennimiz, Allah’ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!

Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın! Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları! Allah’ım! Sana şikâyette bulunuyorum… Sana şikâyette bulunuyorum… Gücümün azlığını, imkânımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı Sana şikâyet ediyorum. Sen mustazafların Rabbisin… Sen bizim Rabbimizsin… Bizi kime bırakıyorsun? Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı? Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına Sana şikâyette bulunuyorum. Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı… Birliğimiz bozuldu… Yollarımız ayrıldı… Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini Sana şikâyet ediyoruz…” Ateş topuna dönen İslâm coğrafyalarında zalimler kinini kusuyor, mazlumlar çaresizlik içerisinde ölümü bekliyor. Mısır'da Firavunlar, Suriye ve Irak'ta Yezidler, Filistin'de Ebreheler, Arakan'da Budistler önlerine çıkanlara dünyayı cehennem ediyor... Evler, beşikler, camiler, secdeye kapananlar füzelerle vuruluyor. Sadece mazlumlar değil, insanlık ölüyor. Ey insanlık!. Yeter, ses ver artık!.. Ey şerefi yerle yeksan olmuşlar topluluğu; bu duaya, arşa yükselen feryadlara kulaklarınızı ve vicdanlarınızı daha ne kadar tıkayacaksınız?.. Ey dünyanın bir nefeslik şehvetine köle olanlar; Kâbe’yi Ebrehe’nin fillerinden koruyan Allah, siz kılınızı kıpırdatmasanız da mustazafların intikamını alacak. Ey Kahhâr, Cebbar, Darr, Ğafur, Kâdir olan Allahım!.. Ey rahmeti gazabını geçen Allahım; sevdiklerinin hatırına arşı başımıza geçirme!.. 91


DOĞU TÜRKİSTAN, UYGUR TÜRKLERİ VE

KAŞGARLI MAHMUT

“Kaşgarlı”, döneminin bütün klasik ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsça öğrendi. Saciye ve Hamidiye Medreseleri'nde tahsil gördükten sonra kendisini Türk diline adadı. Bu amaçla Orta Asya'yı boydan boya kat ederek Anadolu'ya oradan da Bağdat'a gitti. Münir BALICA

Divânu Lügati't-Türk Harita

sayı//30// ocak 92

ygurlar; Hunlar ve Göktürklerden sonra devlet kurma başarısını gösteren üçüncü Türk topluluğudur. Türkler’ in at üstünden inerek yerleşik hayata bu dönem de geçmişlerdir. Göktürklerden sonra bağımsızlıklarını kazanan Uygur’lar kağanlıklarını kurdular. Bu Kırgız kağanlığı yüzyıl kadar devam edebildi… Kırgızlar tarafından yıkıldıklarında, Uygur’ların bir kısmı Kansu- Ordos bölgesine ,diğer bir kısmı ise “Beş balıg” bölgesinde geldiler. Bu iki grupta şartlarına göre hayat tarzlarını değiştirdiler. Yerleşik hayata geçtiklerinde, Maniheizm, Budizm ve İslam tesirleri ile, Türk’lerin çok değişik yönleri ortaya çıktı. Mani, Dini, Avrupa, Balkanlar ve Çin üzerinde yayılımını artırdıkça, yeni inananlar toplamaya ve toplumları etkilemeye devam etmiştir. Çünkü insanların bir şeye inanmaları yapılarında var. Yanlışlarla dolu olsa bile. Uygur adı; Orhun yazıtlarında ilk defa 716 tarihinde araştırmalarda gün yüzüne çıktı. .787-843 tarihleri arasında Tibet’ e giden beş Uygur elçisinin yazmış olduğu yazıtlarda, Uygur adı ,Tibetçe- Ho-yo-hor şeklinde geçmektedir. Etimolojisi hakkında çeşitli görüşler bulunmaktadır. Şahin / Orman Halkı / Çukur anlamları anlatılmaktadır. Ebulgazi Bahadır Han, da Uygurlarının adını; uymak ,yapışma” dayandırmaktadır. Kaşgarlı Mahmud’da “ kendine yeterli” manasında kullanılmasıdır. En çok akla yatanı ise Uygur geliştiği, Akraba, dost ne müttefik yolundan çıkarak ( On Uygur ) anlamına geldiğidir. Çin kaynakları tarafından Uygurlar, Hunlar ve Göktürklerin nesillerinin devamı olduğu olarak kabul edilmektedirler. Akraba kavimlerin birleşmesi neticesinde “ Dokuz Oğuz/ On Uygur” diye isimlendirilmişlerdir.” Dokuz Oğuz” anlamının, Uygurları meydana getiren dokuz aileden olduğu kanıtlanmıştır. Uygur, adının siyasi bir isimden ziyade, kavim ve bölge adı olarakta kullanıldığı kitabelerden anlaşılmaktadır. Uygurların tarih sahnelerinde boy göstermeleri Selenge nehrinin doğu kısmında başlamıştır. Çin kayıtlarında Kutluğ Bilge Kağan Uygur’ların devlet olarak ilk kağanıdır. Hu- su Kağanın oğludur. 742’ ten 747’ ye kadar yönetimde kaldı. Uygurları oluşturan dokuz boyda, hükümdar ailesinin mensupların olduğu “Yağlakar” boyundandır. Kağan olduktan sonra, bugünkü Karabalsagun olarak bulunan yöreye inşa ettirdiği “Ordu-Balık” Türklerin


kurduğu ilk kenttir. Uygur Kağanlığın ortaya çıkışının ilk yıllarından itibaren Doğu Türkistan ile aynı millet olmalarının sebebiyle özel ilişkilerini sürdürdüler. Uygur’lar Çin Tang hanedanı ile ticari ilişkilerini devamlı geliştirmek arzusundaydılar. Devamlı Çin ipeği ile, Uygur atlarını değiştirilmesi bu ticaretin en önemli unsurlarından biriydi. Tang; hanedanı, (Çinililer) 780 yılına kadar Uygur’larla devamlı iyi geçinmenin yollarını aradılar, Kırgızlar ve Uygurlar, bu iki Türk kavmi, diğer Türk kavimlerdeki gibi birbirlerinin amansız düşman oluyorlardı.Kırgızlar ile Aralarında Üç büyük savaş yaptılar. Uygur devletinin Kırgız’lar ile yapılan savaştan sonra yıkılması ile, Uygur kağanlığın çökmesi anlamına gelmekteydi… Bir kısım , Uygur kabileler Kuzey Mogolistan olmak üzere, bir kısmı büyük Çin seddi’ne doğru,” Kansu’ya ve en büyük 15 kabileden oluşan en büyük grup ise; Doğu Türkistan’a göç ettiler. Bunlar Kuça- Karashar- Turfan bölgesine yerleştiler. 500 yıl sürecek Küçük Uygur krallığını krallığını kurdular. Uygurların diğer bir boyu ise, bu günkü Çin’in Kansu bölgesinde Ganzhou Uygur kağanlığın ( Sarı Uygurlar) kurucuları oldular. Bir çok Uygur, Mogol dönemi boyunca Mogolistan’da ve Çin’de yüksek düzeylerde görevde bulunmuşlardır. Bunda yerleşik düzene geçen Uygur’ların kültür ve bilgilerinin olmasındaki payı bulunmaktadır. Uygur edebiyatının temelini oluşturan unsurlar, Uygur yazıtlarıdır. KAŞGARLI MAHMUD VE ESERİ

Orhun yazılarını ve Divanu Lügati-türk’ü bir Uygur Türk,’ü olan “Kaşgarlı Mahmud” Karahanlılar dönemimde Uygur dilinle yazdı. Kaşgarlı; 1008 yılında dünyaya geldi. Elde edilen bilgilerin ışığında Türk tarihin önemli devletlerinden birisi bulunan Karahanlı Devletinin hanedan mensubu olduğudur. “Muhammed bin Hüseyin”in oğludur. O devirlerde önemli çok önemli bir bilim merkezi olan “Kaşgar” şehrine yerleştiler…! İbrahim hanın annesi, bir saray darbesi yaparak ne kadar hanedanda erkek mensubu varsa zehirledi. Bunların arasında “Kaşgarlı Mahmud”'un babası da zehirlenenler arasındaydı.. Saray darbesinin sonucunda İbrahim, 1057 yılında Batı Karahanlıların hakanı oldu.“Kaşgarlı Mahmud” ise bu tuzaktan kendisini kurtararak Batı Karahanlı Devleti'nin topraklarından kaçtı. “Kaşgarlı”, döneminin bütün klasik ilimlerini tahsil etti. Arapça ve Farsça öğrendi. Saciye ve Hamidiye

Medreseleri'nde tahsil gördükten sonra kendisini Türk diline adadı. Bu amaçla Orta Asya'yı boydan boya kat ederek Anadolu'ya oradan da Bağdat'a gitti. 15 yıl boyunca Türklerin yaşadığı bütün illeri, şehirleri, obaları, dağları ve çölleri dolaştı. Gezileri sırasında, ana dili Türkçenin Hakaniye, Oğuz, Kıpçak, Argu, Çiğil, Kepenek şivelerini de öğrendi. İslâmiyet'le ilgili bilimsel çalışmaları yakından izledi. Arapça ve Farsçayı da çok iyi biliyordu. “Kaşgarlı” 1057’de Kaşgar’dan ayrılarak Bağdat’a yerleşti. Kitabında belirttiğine göre, ailesi Kaşgar'dan Irak'a göç etmişti. “Kaşgarlı” 1105 yılında, 97 yaşında iken hayata veda etti. Naaşı; ders verdiği Mahmudiye de, mezarlığa verildi. “Kaşgarlı”nın hemşerileri sayılan Uygurlar bu zat hakkındaki bilgileri, milli sembolleri olarak kabul edilmesi 20.Yüzyıla kısmet olmuştur. Türbesi Uygurlar tarafından “Hazreti mollam” diye anılmaktadır...! 12 Kasım 1933’te Kaşgar’ da ,Türkiye Cumhuriyetinden sonra , ikinci bağımsız bir Türk Cumhuriyeti kuruldu. Bayrağındaki Mavi üstüne Ay yıldız bir tesadüf değildir. 12 Kasım 1944 ‘te “ Şarki Türkistan Cumhuriyeti ilan edildi. Doğu Türkistan’ın bağımsız bir ülke olmasını istemeyen “Stalin” kendi düşüncelerinin olan Çinlilerle işbirliği içersinde bu son kurulan “Cumhuriyeti” de yok olması için katliam derecesinde Türk’leri katlettiler. Uygurların liderleri Reisicumhur Ali Han Töre'yi bir gece tuzağa düşürerek Rusya’ya kaçırdılar, nasıl öldürdükleri tabiî ki bilinmemektedir. Doğu Türkistan’ın; kuzey batısında Kazakistan, kuzeyinde Altay Cumhuriyeti, kuzey doğusunda Mogolistan, doğusunda Çin, güneyinde ise Çin’e bağlı Tibet özel bölgesi, güney batısında Keşmir ve Pakistan ,batısında ise Tacikistan ve Kırgızistan ile çevrilidir. Doğu Türkistan’ın yüzölçümü 1.663.900 km�' dir. Sincan Özerk bölgesinde Uygurlar, Uygur Türkçesi konuşurlar. Yazıları ise Arap alfabesinden alınmıştır. Okullarda ise Çince ve Uygurca eğitim verilmektedir. Uygur bölgesindeki Müslümanlar Ehli sünnet ve Hanefi mezhebindedirler. 1949 yılında Çinde iktidara gelen komünist parti kısa sürede korku rejimine dönüştü.. Uygur Türklerinin nefes alışları bile kontrol edilmekte, devamlı hakaret ve darp edilmekte, karşı durulduğunda katledilmektedir. Hunlar, Göktürkler ve Uygurlar tarihin derinliklerindeki kadim Türk devletleridir. 93


ÖRNEK BİR VAKIF ADAMI:

SÜLEYMAN YALÇIN

Fikir dünyamızın mimarlarından olan, düşünce, sanat, edebiyat, kültür ve medeniyet merkezli bir çok faaliyetin içinde yer alan Süleyman Yalçın, 1960’lı yıllarda Aydınlar Kulübü’nün, 1970’li yıllarda ise Aydınlar Ocağı’nın kurucu başkanlarındandı. Mehmet Nuri YARDIM

ürkiye’de bilhassa 1960’lı yıllardan itibaren ilim, sanat, fikir, edebiyat ve medeniyet odaklı çalışmalar yapan, bu sahalarda hizmet veren, idealist münevverlerimiz vardır. Bu mümtaz âbide şahsiyetlerden biri de 18 Aralık 2016 tarihinde ebedi âleme göç eden Prof. Dr. Süleyman Yalçın’dı. Merhum, bir gün sonra Fatih Cami’nde öğleden sonra kılınan cenaze namazının ardından Çanakkale Eceabat’a götürüldü ve Anafartalar Aile Kabristanı’nda toprağa verildi. Cenaze namazına başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bir çok siyasetçi, kültür sanat dünyası mensubu, gönüldaşı ve dâvâ arkadaşı katıldı. Aydınlar Ocağı’nın en etkili döneminde başkanlık yapmış ve bir çok hayırlı faaliyetin içinde ve başına olmuştu. Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in doktoru da olan Süleyman Hoca, kültürümüze, sanatımıza, ilim, fikir ve inanç dünyamıza en çok hizmet edenlerdendi. Pek çok vakfın kurulup hizmet vermesinde önayak oldu. Fikir dünyamızın mimarlarından olan, düşünce, sanat, edebiyat, kültür ve medeniyet merkezli bir çok faaliyetin içinde yer alan Süleyman Yalçın, 1960’lı yıllarda Aydınlar Kulübü’nün, 1970’li yıllarda ise Aydınlar Ocağı’nın kurucu başkanlarındandı. Türk-İslâm Sentezi fikriyatının mimarıydı. 1965’te “Aydın Kulübü” kurulur önce. Ardından bugün ebedî mekâna göçmüş bulunan İbrahim Kafesoğlu, Nihad Sâmi Banarlı, Muharrem Ergin, Ahmet Kabaklı ile Altan Deliorman’ın da aralarında bulunduğu 56 kurucu üye, 14 Mayıs 1970’te Aydınlar Ocağı’nı kurarlar. Ocağın ilk başkanı merhum tarihçi İbrahim Kafesoğlu’dur. Aydınlar Ocağı’nın efsane lideri Prof. Dr. Süleyman Yalçın, 30 Ocak 1974’te teslim aldığı görevi, 31 Mayıs 1979 tarihine kadar başarıyla yürütür ve nice büyük hizmetin ardından kutsal emaneti emin ellere teslim eder. Muhafazakâr aydınlarımız, memleket meseleleri için sık sık bir araya gelmeye, toplantılar düzenlemeye ve siyasilere yön vermeye başlarlar. Artık onların da söz hakları vardır. Düzenlenen paneller kamuoyuna mal olur, ortaya konulan fikirler basında enine boyuna tartışılır. O zamanın siyasi liderleri ile temaslar kurulur, Ocak’ta parti liderleri de konuşurlar. Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alparslan Türkeş ve diğerleri, Aydınlar Ocağı’nın kürsüsünden dinleyicilere hitap ederler.

sayı//30// ocak 94


Aydınlar Ocağı’nın etki bakımından zirvede olduğu sırada kuruluşun başında Prof. Dr. Süleyman Yalçın vardır. Uzlaştırmacı yapısı, beyefendi kişiliği, derin birikimi ve meselelere geniş ufuklu bakışıyla Türk sağını Aydınlar Ocağı’nın çatısı altında toparlamayı başarır. Ocağın kapısı, Necip Fazıl’dan Nurettin Topçu’ya, Ekrem Hakkı Ayverdi’den Fethi Gemuhluoğlu’na bütün fikir ve sanat adamlarına açılmıştır. Kanaat önderlerinin hepsine aynı yakınlıkta, mesafede ve sıcaklıktadır. Ocak yöneticileri, ülkenin karşı karşıya bulunduğu tehlikeleri tespit etmekte ve çözümler teklif etmektedir. Meselâ 14 profesörün yayınladığı bir deklarasyon ile bütün sağ partiler birleşmeye dâvet ediliyor ve ortak bir koalisyon kurmaya yönlendiriliyordu. Milliyetçi Cephe hükümeti, böyle bir gayretin sonucunda kurulur. ADINI ŞAİRLER SULTANI KOYMUŞTU

Sağın fikir kalesi Aydınlar Ocağı’nın isim babası, Şairler Sultanı üstad Necip Fazıl Kısakürek’ti. Süleyman Yalçın ve arkadaşları, düşüncelerini Necip Fazıl Kısakürek, Hasan Basri Çantay, Nureddin Topçu ve Ali Fuad Başgil gibi dönemin meşhur ilim, fikir ve din adamlarına aktarırlar. Bir cemiyet etrafında toplanmak ve etkili olmak isteyenlerden 7’si, 1962 yılında “Anadolu Kulübü” adıyla bir teşekkül oluştururlar. Necip Fazıl Kısakürek, kendisiyle istişare eden müteşebbislere, “Eski zamanda olsa ‘Münevverler Mahfili’ olurdu, şimdi ise Aydınlar Kulübü olsun.” der. Süleyman Yalçın’ın başkanlığında oluşturulan kulübün kurucular kurulu, Asım Taşer, Faruk Kadri Timurtaş, Ayhan Songar, İsmail Dayı, Mahmud Ayla ve Kemaleddin Erbakan’dan oluşur. Yalçın o zaman doçenttir. Üniversite çevrelerine yönelik çalışmalarda temel hedef, millî kültürümüzün gençlere aktarılmasıdır. Bunun için Beyazıt’ta bir iş hanının üst katı kiralanır. Burada sohbet toplantıları ve konferanslar tertip edilir. Üniversite gençliği, milliyetçi maneviyatçı aydınların çoğunu burada yakından tanıma ve dinleme fırsatı bulur. Bu kürsülerden dinleyicilere hitap eden Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Mümtaz Turhan, Nihad Sâmi Banarlı, Arif Nihat Asya, İsmail Hami Danişmend, İlhan Darendelioğlu, Tarık Buğra, Osman Yüksel Serdengeçti gibi mümtaz şahsiyetler, gençliğin yetişmesi ve millî manevî değerlerle donatılması için üstün gayret gösterirler. Ben de bu binada birkaç toplantıya katılmıştım.

MUHAFAZAKÂR BİR AİLE

Süleyman Yalçın 1926 Çanakkale doğumluydu. Çanakkale İlkokulu (1938), Cumhuriyet Ortaokulu (1941), İstanbul Kabataş Lisesi (1944)’nden mezun oldu. Muhafazakâr bir ailede büyümüştü. Hayatı, yedi yaşına kadar Büyükanafartalar köyünde geçti. Bu dönemde dedesi hayatında güçlü bir figür olarak yer aldı. Dede Ethem Bey özü sözü bir, doğruları söylemekten çekinmeyen, sert mizaçlı bir adamdır. Kur’an-ı Kerim hâfızıdır, takvalıdır. İki katlı köy evinde Kelam-ı Kadim’in ayrı bir yeri vardır. Müstesna bir köşede duran Kur’an-ı Kerim sık sık açılmakta ve okunmaktadır. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi (1950)’ni bitiren Yalçın, bu fakültede önce asistan (195261), sonra doçent (1961-64) ve ardından profesör (1967-71, 1973-88) olarak öğretim üyeliği görevini sürdürdü. Ayrıca yurtdışında (1964-1973) görev yaptı. Yazar olarak Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla tanındı. Daha sonra Aydınlar Ocağı Genel Başkanı olarak yazdığı yazılar, yaptığı konuşmalarla dikkat çekti. Yazılarını Büyük Doğu (1956-59, 1972) Yeni İstiklâl (1962-63), Kök (1981-82), Boğaziçi (1984-86) dergileri ile Orta Doğu (1974) ve Tercüman (1976-88) gazetelerinde yayımladı. Tıbbî yazıları ve ortak kitaplarda imzası neşredildi. Ruh ve gönül dünyamızın mimarlarından olan Süleyman Hoca hakkında 18 Şubat 2012 tarihinde Beyoğlu TZT Kültür Merkezi’nde bir saygı toplantısı düzenlemiştik. O tarihî güne bütün dostları katılmış ve Hoca hakkında hüsn-ü şahadette bulunmuşlardı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ESKADER’le birlikte düzenlediği toplantının konuşmacıları arasında Dr. Salih Tuğ, merhum Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş ve Dr. Metin Eriş de vardı. Konuşmacılar, tanıdıkları büyük mefkure adamını anlatmışlardı. Derinliği olan, vefa yüklü, anlamlı ve hayırlı bir program olmuş, Süleyman Hoca da her zamanki mütevazı kişiliği ile yaptığı teşekkür konuşmasında ideallerinden bahsetmişti. Yalçın'ın yakın dostlarından Prof. Dr. Salih Tuğ, Süleyman Yalçın ile tanışmalarının çok eskilere dayandığını belirterek, şöyle devam etmişti: “Hoca, tam gün hastalarıyla ilgilenmiş, talebe yetiştirmiştir. Zamanın ve fikri kazancının zekâtını tam manasıyla vermiştir. Hocanın malı mülkü olmadığını biliyorum, ama Allah'ın verdiği vakitten zekâtını vermiştir.” Nevzat 95


Yalçıntaş da konuşmasında “Süleyman Yalçın’ın aziz milletimizin inançlarını kesin bir dille savunan bir savaşçı” olduğunu söylemişti. Dr. Metin Eriş ise Yalçın’ı Aydınlar Ocağı’nın kuruluşu sırasında tanıdığını belirterek, “Süleyman Bey, lider vasfını kullanarak Kabataş Lisesi’nde hocalarını cuma namazına götürmüştür. Hocamız, her zaman fevkalade dikkatli, âdeta hasta muayene eder gibi sabırlı, itidalli ve yön belirleyici vasıflarıyla toplantılarda temayüz ediyordu. Çalışmalarımızda ortaya çıkan heyecanı dizginleyen, çözümler üreten yapısıyla mutlak olarak aramızda itidal unsuru olmuştur.” diye konuşmuştu. İdare ettiğim programda konuşmacıların ardından Süleyman Yalçın Hocayı kürsüye dâvet etmiştim. Kısa ve özlü teşekkür konuşmasında özetle şöyle demişti: “Sorumluluklar sarmallar şeklinde birbirine bağlıdır. Hepsi Allah’a karşı vazifelerimizdir. Ben bu vazifelerimi yerine getirmeye gayret ettim. Dostlarımızla birlikte bir gayretin içinde olduk. Bu bizim için bir görevdi. Cenab-ı Allah hizmet etmeyi nasip etti. Buna şükrediyorum.” Süleyman Yalçın ülkesini ve insanlarını çok seven, devamlı düşünen, kafa yoran, i’mâl-i fikr eden ve ortak paydalar üretip uygulamak isteyen bir mütefekkir, bir inanç ve aksiyon adamıydı. 1970’lerin sonuna doğru, Amerika’da bulunduğu sırada zihninde tasarladığı bir düşünceyi geliştirdi ve ortaya koydu: “Türkİslâm Sentezi.” Daha sonra çeşitli çevreler tarafından yanlış yönlere çekilen ve hedefinden saptırılmaya çalışılan bu görüş, Müslüman Türk’ün ezelî dâvâsını, İ’lâ-yı Kelimetullah fikrini, Nizâm-ı Âlem idealini, Türk Cihan sayı//30// ocak 96

Hakimiyeti mefkuresini ve Kızılelma hedefini temsil ediyordu. Amaç, millî kimliğini bilen, değerlerine sahip çıkan, inançlı, Müslüman Türk insanının ruh profilini inşa ve ihya etmekti. Bu başarıldı da. Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Peyami Safa, Cemil Meriç ve Tanpınar ile geliştirilen, ama daha sonra Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Nur Aksun, Erol Güngör, Cemil Meriç ve Sezai Karakoç gibi mütefekkirler ile hakiki yerine oturtulan ve esaslı bir sisteme bağlanan bir fikir manzumesiydi bu. Aziz milletimizin Müslümanlığından soyutlanamayacağını söylerdi. Soylu ve kahraman Türk insanı, şereflendiği İslâm ile en yüce mertebeye ulaşmıştı. Süleyman Yalçın, tarihçi İbrahim Kafesoğlu ve arkadaşları tarafından da benimsenen bir tespitle Türk’ü “Türkçe konuşan Müslüman” olarak tarif ve tavsif ediyordu. Yıllar boyunca gereksiz tartışmaların, saçma münakaşaların önü kesilip atılmış ve aziz milletimizin mayasının İslâm olduğu böylece vurgulanmıştı. Ancak bundan rahatsız olanlar vardı. Bu yerli, millî ve insanî fikirleri hazmedemeyenler, Süleyman Yalçın Hocayı ve dava arkadaşlarını hedef seçmişti. Onu karalamaya ve müspet fikirlerine çamur atmaya yeltendiler. Ama güneş balçıkla sıvanamazdı. O nurlu nesle “karanlık” yaftasını asmaya kalkan gazeteciler, mahcup duruma düştüler ve izbe sokaklara saptılar. Zira Süleyman Yalçın Hoca ve idealist, serdengeçti dostları, her zaman bu mübarek toprakların değerlerine sahip çıkmış, hayırlı nesiller yetiştirmek gayesiyle gece gündüz çalışmışlardı. Bundan dolayı isimleri, aziz milletimizin gönlünde yer bulmuştur. İnsanımızın mizacını ve hususiyetlerini şöyle tarif ediyordu: “Müslüman Türk, Allah’tan korkan O’nun emirlerini ve nizamını sayarak iyiyi emreden, kötüden kaçan, adaleti gözeten, Hakk’ı yaymada, helâl ve haramı ayırmada dikkatli olan, imanı, devlet ve vatanı için şehitliği ve gaziliği en üstün mertebe bilen bir hayat görüşü ile yeni devlet ve medeniyetler kuran bir tabiata sahiptir.” Süleyman Yalçın özge bir münevverdi. Her zaman rahmetle, şükranla ve saygıyla hatırlanacaktır. “Alimin vefatı âlemin vefatıdır.” buyrulmuş. Onunla birlikte bir âlem kayboldu. Ailesine, dostlarına sabırlar diliyorum. “Türkiye’nin aydınlık yüzü”ydü. Ailesinin, sevenlerinin, dostlarının, Türkiye’nin başı sağ olsun.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.