ŞEHİR ve KÜLTÜR - 27. Sayı

Page 1



Biz’den…

Hicret, Değişimdir.. Hicret, bir yerden bir başka yere göçmek, kalmak üzere göçmektir, ….Göç edene muhacir denir. Bu hadise insanlığın varoluşundan bu yana çok önemlidir.. İlk Müslümanlar Efendimiz önderliğinde ,İnançları yüzünden baskı gördükleri Mekke’den Medine’ye hicret ettiler. Hicret bir manada değişimdi, mekanda değişiklik, ruhlarda tazelik demekti..Eskiler onun için derler ki; “Tebdili mekânda ferahlık vardır”. İnsan, sürekli yaşamak zorunda kaldığı ortamda kimi zaman bunalır. Bundan dolayı yer değiştirince ferahlar, tekrar yaşama sevinci bulur… Hicretin gerçekleştiği, İçinde bulunduğumuz Muharrem ayı Hz.Ömer zamanında Hicri takvimin başlangıcı kabul edildi. Yeni senemiz cümlemize Sağlık huzur ve mutluluk getirsin. Tarih’i kronolojik şekilde yazıp araştıranlar günlere aylara ve senelere has olayları kişileri kayda geçirirler. İçinde bulunduğumuz Miladi ay, Ekim ayı.. Böyle bir kronolojiye baktığımda tarih boyunca yaşananları ve yaşayanları gözlerimin önüne getiriverdi… Sene 680 de bugünlerde İslam tarihinin acılarla dolu bir olayını görürüz..Kerbela ..ve Hz.Hüseyin efendimizin şehadeti..1138 de Halep’te bir zelzele ve 230 bin can gitmiş..1596 da Macaristan Eğri kal’ası Osmanlıya teslim olmuş..1187 de Selahaddin Eyyûbi ,88 yıllık Haçlı istilasından Kudüs’ü kurtarmış..1923 te Fetihten bu yana en acı günlerini yaşayan İstanbul, işgalden kurtulmuş, Şükrü Naili Paşa Türk birlikleri ile İstanbul’a girmiş. Sene 1926 da Necmeddin Erbakan dünyaya gelmiş 29 ekimde ,aradan 24 yıl sonra aynı gün Abdullah Gül doğmuş..1989 da Türkiye Cumhuriyetinin ilk sivil Cumhurbaşkanı seçilmiş Turgut Özal... Osmanlı tarihinin çöküşüne neden olan Kırım Harbi 1853 te bu ayda başlamış.. 1973 Ekim 29 da, 15 Temmuz Şehitler Köprüsü hizmete açılmış, 43 yıl sonra hainlere karşı vatanı, bayrağı, devleti kanı bahasına savunan şehidlere , vatan ve bayrak köprüsü olması için.. Muhterem hocamız Nihad Sâmi Banarlı üstadın bir sohbetinden şehîdler ile ilgili farklı bir yorumu almalıyım; “Kıbrısta yine birkaç vatan çocuğu, ellerinde silâh yerine, bayrak dalgalanırken şehîd oldular. Şehîd kelimesinin hafifçe uzayan” i” harfi ve sonunda “d” ile biten yumuşaklığı, vatan ve iman uğrunda ölüme koşanların, ölüme bir güzellik, bir yücelik ve bir yumuşaklık verenlerin mâcerâsına uygundu.” Zamanı hangi tarihte durdurursanız durdurun bu topraklarda ; “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır!..” Bu ruh gene aynı ruhtur.. Vatanı ,Bayrağı savunmanın teyakkuzunda iken de; İlime,

bilgiye ve teknolojiye önem verdiğimiz sürece kendimizi geliştiren bir toplum oluruz muhakkak.. Değişimi , içimizde ve işimizde yaşatmalıyız her daim. öğrenmeyi vazife bilmeli öğreteni baştacı yapmalıyız.. Taşköprülü-zade Şakayık-ı numaniyye tercümesinde Fâtih’in hocası Molla Hüsrev hakkında şu sözleri kaydeder: “Talebesi evinde toplanır, yemek yedikten sonra o ilim meydanları şehsuvârının atı önünde yürüyüp medreseye öyle varırlardı. Ders bittikten sonra da hocalarını aynı merasimle evine götürürlerdi.” İlim sahiplerini baş tâcı edersek başarılı bir toplum olmaya hazırız demektir. Öğrenmeyi sadece öğrencilik yıllarına hapsedip, diplomadan sonrası tufan demek cahillik alametidir. Bir kimsenin istediği herşeyi öğrenebilmesi için , alfabesinin bütün harflerini bilmesi yeterlidir… Çalışkanlık, sebat ve fırsatlardan istifade etmesini bilmek, işin ikincil kısmıdır. Mükemmeli yapan, ufak tefek şeylerdir.. Mükemmellik ise zannederim ufak tefek bir şey değildir!.. İslam mükemmellik fikrine sahip bir dindir Mehmet Akif’in dizeleri bizi sarsmalı ve her sabah kulağımızda duymalıyız: Alemde ziya kalmasa halk etmelisin halk! Ey elleri böğründe yatan şaşkın adam, kalk! Saatleri Günlere , Günleri Aylara senelere bağlayarak ömür geçirmekteyiz birey olarak.. Kalıcı bir eser bırakmadıysak hepsi nafiledir. Şehir ve Kültür dergisi olarak bir ay’ı diğerine bağlayan yeni bir sayı ile karşınızdayız.. Çok çalıştık ama yeterli değil, daha çok çalışmalıyız mükemmeli yakalamak için, Rabbe varmak için.. Her defasında dilimize pelesenk olan malum cümle, sizlere saygımızdan; Üzerimizi düzelttik, kendimize çekidüzen verdik, aynada kontrol ettik, saçımız varsa taradık…huzurunuzdayız 27.sayı ile.. sizler bu satırları okurken …bilin ki biz yeni sayı için uykudan fedakarlık etmedeyiz.. Hz. Mevlana diyor ki; “ Allah adı temizdir. Temizlik gelince pislik pılını pırtısını toplar gider. Gün parladı mı gece kaçar. Allah adını ağzına al da gamın ve kederin kaçıp gitsin.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 14 22

GÜÇSÜZ GÖRÜNTÜDEN

DEVŞiRiLEN GÜÇ: HARiCiYEMİZDEN BiR ÖRNEK

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

26

SEYRiMDE BiR

30

TARiHTE MEDENiYET ŞEHiR iLiŞKiSi

ŞEHRE VARDIM (iki) Hüseyin YÜRÜK

SULTAN II. ABDÜLHAMiD

HAN DÖNEMiNDEN iZLER:

SARAYDA, SEMPOZYUM VE SERGi

Mehmet Kâmil BERSE

ADA SAHiLLERiNDE ÜÇ GÜZEL GELiN

Yaşar DiNÇKAL

TALiN (ESTONYA), RiGA (LETONYA) KLAiPEDA (LiTVANYA)

Kâmil UĞURLU

ÖRNEK BiR MÜNEVVER, VAHDET ŞUURLU BiR ŞEHiRLi;

MEHMET EMiN ALPKAN Vehbi VAKKASOĞLU

36 ARASINDA

DOĞU iLE BATI Doç.Dr. Süleyman DOĞAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


7 Dâr’ı Dünya Söylentileri - şiir-/ Kâmil UĞURLU 18 MİLLİ DEVLETİN KIZIL ELMASI/ Recep GARİP

40

29 KÖPRÜLER, CAMİLER, ŞEHİRLER…/ Mikail Türker BAL iSTANBUL’UN EN ESKi

EFENDiLERiNDEN

34 İSLÂM KÜLTÜR ATLASI VE HUNHARCA KATLEDİLEN MÜTEFEKKİRLER -şehir kitap- / SABRİ GÜLTEKİN

Nermin TAYLAN

42 BEŞ ŞEHİR’DE ERZURUM -evvel- / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN

ARAP CAMiî

50 ARİFİYE TREN İSTASYONU “ARİFİYE İSTASYONU DENİNCE YANIK BİR YOL TÜRKÜSÜ GELİR AKLIMA” / Fahri TUNA 52 SAKARYA İZLENİMLERİ /Yrd.Doç.Dr. Erkan ÇAV

46

BiR HASTAYI KURTARDINIZ

ANTALYA, SiDE, MANAVGAT, ALANYA Serdar TAŞTANOĞLU

54 MALEZYA’DA TÜRK İZLERİ VE İLİŞKİLERİMİZ / Doç.Dr.Süleyman DOĞAN 62 GÜNÜMÜZDE VE OSMANLI’DA ŞEHRE DAİR /İsmail BİNGÖL 66 HEYET-İ MİLLİYE’NİN SAMSUN’A VARIŞI TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, 1.KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKAYESİ -onsekizinci bölüm- / Ali Arslan CAN 69 “HÂKİMİYET-İ MİLLİYE TİMSALİ BAYRAK” SERGİSİ GÖK GÖNÜLLÜ BİR MİLLET -şehir sergi-/ Murat Dinçer ÇEKİN

58

GÖÇEBE RUHLAR

ISSIK GÖL’DE Salih DOĞAN

70 İKİ ŞEHRİN BİRBİRİNE ARMAĞAN ETTİKLERİ / M. İlyas SUBAŞI 73 “TEVÂRİH-İ DEŞT-İ KIPÇAK” ABDULLAH BİN RIDVAN OSMÂNÜ’L –KIRIMÎ -şehir kitap- / Samet Sururî 74 OSMANLI DEVLETİ’NİN; HALİFELİĞİNİN RUSYADA ETKİSİNİ KORUMASI / Prof. Dr. ALİ ARSLAN 76 ŞEHİR VE İNSANİ EKONOMİ MODELİ / Yrd. Doç. Dr. Yusuf DİNÇ 78 CAN AZERBAYCAN / Dr. Önder BAYIR

84

iSTANBUL’UN iKi KATLI TRAMVAYLARI:

82 HÜZÜNDEN ASÂSI İLE TUBA YAVUZ ÖYKÜLERİ -şehir kitap / Mehtap ALTAN

“IMPERIAL”LER

88 KIRK YILLIK KÂNÎ, OLUR MU YANİ?!.. / Nidayi SEVİM

Akın KURTOĞLU

92 BÜYÜK DOĞUCU, MARMARATÖR SANATKÂRIMIZ; ÜSTÜN İNANÇ / Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç. Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul

Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: “Sultan II. Abdülhamid Han Döneminden İzler” sergisinden bir obje


Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? “Tarih”i tekerrür diye ta’rif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi? Mehmet Akif Ersoy

GÜÇSÜZ GÖRÜNTÜDEN

DEVŞİRİLEN GÜÇ:

HARİCİYEMİZDEN BİR ÖRNEK Herodot’tan bugüne 2500 yıldır anlatılsa da insanoğlunun tecrübeleri, her seferinde başka bir şekle bürünüyor benim zihnimde ve “hadi durma anlat bizi” diyor. İyi de, kime anlatayım, demeye kalmadan “dinleyen olmasa da anlat, çıkar bir alıcısı günün birinde” cevabını yapıştırıyor.

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

*FSMVÜ-Fen Edebiyat Fakültesi-Tarih Bölüm Başkanı

sayı//27// ekim 4

ostlardan ve hatta ağyardan yazılarıma rağbet var sanırdım, oysa rağbet bana değil, ibretlik kıssalara imiş. Zararı yok işe yarıyorsa râvi olarak adımın geçmesi de kâfidir. Faydası var mı rivayetlerin bilmiyorum. Baksanıza, merhum Mehmet Akif bile “beş bin yıllık kıssadan yarım hisse bile çıkmadı” diye hayıflanıyor. Ama kendimi tutamıyorum, hadiseleri müşahede ettikçe tarih tiyatrosunda seyrettiklerimi bir kere de ben anlatmak istiyorum. Herodot’tan bugüne 2500 yıldır anlatılsa da insanoğlunun tecrübeleri, her seferinde başka bir şekle bürünüyor benim zihnimde ve “hadi durma anlat bizi” diyor. İyi de, kime anlatayım, demeye kalmadan “dinleyen olmasa da anlat, çıkar bir alıcısı günün birinde” cevabını yapıştırıyor. Meslek hastalığı diyerek öteliyorum, başka şeyle meşgul oluyorum, ama nafile. Anlat, anlat baskısı beni masa başına mıhlıyor. Hadi hayırlısı ben de merak ediyorum bakalım ne çıkacak bu seferki hikayemizden. 20. yüzyılın başına gelindiğinde bütün zaafları ile hâlâ en büyük güçlerden bir tanesidir Osmanlı Devleti. Batılı siyasetçilerin tespitine göre; son çeyrek asırda dünyanın gördüğü en önemli gelişme Sultan II. Abdülhamid’in kendisini 300 milyon Müslümana Halife olarak benimsetmesidir. Bihakkın doğrudur eloğlunun bu tespiti. Tahta geçtiğinde iflas etmiş bir devlet devralan II. Abdülhamid, önce içeride dengeleri sağlamaya çalışmış; sonra dışarıya yönelmiştir. Uluslararası rekabetleri iyi takip ederek, Devletin menfaatlerine uygun siyasetle, nekahet halinde olan imparatorluğu ayağa kaldırmıştır. Evet takatsizdir imparatorluk, ama ayaktadır. Bunun için bir hamle daha yapmak gerekti. Bütün dünya Müslümanlarının dikkatlerini celp etmek, onlar ile dayanışmayı sağlamak ve Müslümanların son sığınağı olan Hilafet’i ayakta tutmak olacaktı bu hamle. Etrafında Ahmet Cevdet, Said, Kamil, Ahmet Şakir, Halil Rif’at, Ahmet Cevat, İzzet vs. paşalar ve bilmem ne kadar gün görmüş, devlet hafızasına sahip danışman, yaver ve sadrazam varsa fikirlerini alıp “İslam Birliği” ruhunu canlandırmaya çalışır


Sultan. Önemli sonuçlar da alır. İstemediği savaşlar yüzünden Emperyalist devletler ciddi topraklar koparırlar Osmanlı Devleti’nden. Ancak, ahali yine devletine Sultanına güvenir. Sözün kısası makbuldür, uzatmamı istemediğinizi biliyorum. Ama hafızamdaki isimler ve hadiseler bana öyle baskı yapıyor ki, sizin okumaktan vazgeçme tehdidinizi bile algılayamıyorum. Sultanın etrafındakiler bir bir azalır. Kimi rahmet-i rahmana kavuşmuştur, kimi ma’zûldür, kimi başkaları ile iş tutar. Ama eskilerin yerini alacak yeniler de yetişmiştir. Harbiye’den, Tıbbıye’den ve Sultanın çok önem verdiği leylî ve neharî Mülkiye’den. Fakat, coğrafya büyük, dertler çok. Devletlerarası rekabet ve paylaşım sevdasına düşmüş baykuşlar ise kapıda ötüşüyor. Siyasetten anlayan, idareyi bilen, her şartta hizmet yapacak insanlar; hülasa kadro lazım. Olanlar muktesit bir şekilde kullanıldı ama gene de lazım. Eş, dost, eski aşinalar, tavsiyeler ve de bu arada kerameti kendinden menkul eşhas ile kalan boşluklar doldurulmaya çalışıldı. Peki ne oldu? Bilen bilir, benim hikayelerimi okuyucu tamamlar tıpkı süregiden tarih gibi. Fakat bir şehbenderlik hikayesini anlatmadan da geçemeyeceğim. Şehbender deyip de geçmeyin. Uzun süre “gayr-i Müslimlerin arasında yaşamak caiz değildir” hükmüyle daimi elçilikler kurmayı 19. yüzyıla kadar ertelemiş olan devlet, 20. Yüzyılın başına geldiğinde dünyanın pek çok yerinde elçilikler açmıştı. Elçi olmaz ise orta

elçi; olmadı, maslahatgüzar gönderildi. İmkan bulunmadığı yerlerde Devletin âli menfaatlerini takip maksadıyla şehbenderler/konsoloslar tayin edildi. İyi yetişmiş, Osmanlı geleneklerini ve tarihini bilen, devletlerarası siyasetten anlayan elçiler bulmak zordu. Ama özellikle büyük devletlerin başkentlerine gönderilecekler özenle seçilmişti. Fakat her zaman aynı özeni göstermek mümkün değildi. Araya sebepler, hâmiler ve bin bir bahaneler girmekteydi. Bombay, servet-i Hindistan’ın merkezi. Asırlarca dünyayı etkilemiş Hint kültürünün temerküz ettiği yer. Her ırktan, her dinden insanlar yaşama mekanı. Ama bölge Müslümanlarının gözü hep Dersaadet’te. Hele son yıllarda Sultan Abdülhamid’in onlar ile ilgilenmesi bir başka mutlu etmişti onları. Zira, İngilizler Londra’daki hesaplarının yanı sıra; Uman Denizi, Basra Körfezi, Şattu’l-Arap ve Dicle-Fırat üzerinden Musul’a oradan da mümkünse pay-i tahta ulaşma hesaplarını Bombay’da yapıyorlardı. Sıkı bir bağ kurulmuştu Hint Müslümanları ile İstanbul arasında. Karşılıklı ziyaretler, Sultanın Hint Müslümanlarına ihsanları, ara sıra mektuplar büyük yankı uyandırıyordu. Sultan Abdülhamid, bütün Müslümanlara armağan edeceği Hicaz Demir Yolu projesine en büyük destek yine buradan gelmişti. BombayBasra Körfezi ticareti de artmıştı. Ve nihayet bu ilişkileri takip edecek bir Şehbenderin/ Konsolosun atanma zamanı gelmişti. Gerisini resmi yazışmalardan dinleyelim.

Şeyh İsmail, Bombay’a döndükten sonra bütün Bombay Müslümanlarına İstanbul’da Sultandan gördüğü yakın ilgi ve alakayı anlattığını ve Sultanın uzun ömrü ve mutluluğu için dua etmelerini talep ettiğini yazmayı ihmal etmez

Dersaadet’e, Osmanlı Devleti’nin Sadaret makamına Bombay’dan 22 Haziran 1902 tarihli İngilizce bir mektup ulaştı. Mektubun altında 5


halinde Hindistan Müslümanları üzerinde ciddi tesirler uyandıracağı ifade edilir mektupta. Bombay Müslümanları arasında meydana gelen bu huzursuzluğun bir an önce giderilmesi için Şeyh İsmail, Sadrazamın Hariciye nezaretini uyarmasını, gerekli araştırmayı yapıp bölge şartlarına uygun birinin tayin edilmesini talep ederek bitirir nâmesini.

Peki ne mi olur? Bürokrasi ah bürokrasi. Samimi görüntü ile ambalajlanmış riyakarlıklar.

bir kaç imza vardır, ama en dikkat çekici olanı Şeyh İsmail Salihi b. Emir Salihi’dir. İngilizce kısmında genellikle kalıplaşmış olan “I remain Your obeident servant” ifadesi ile yetinmeyen Şeyh İsmail kendisine “Muhibbu’d-Devle el İslamiyye” (İslam Devletinin Muhibbi/Sevdalısı) diyerek hikayesini anlatmıştır. Sadrazam’a, bir yıl önce İstanbul’a gelerek Sultana/Halife’ye bağlılığını sunduğunu ve Hicaz demiryolu için de 1000 pound bağış yaptığını yazıp, belki nisyana mağlup olmuş olan merkeze kendisini yeniden hatırlatmaktadır. Şeyh İsmail, Bombay’a döndükten sonra bütün Bombay Müslümanlarına İstanbul’da Sultandan gördüğü yakın ilgi ve alakayı anlattığını ve Sultanın uzun ömrü ve mutluluğu için dua etmelerini talep ettiğini yazmayı ihmal etmez. Yani kendine düşeni yapmıştır lakin… Mektubunda, Müslümanları temsilen bir gurubun Sultan’a yeni atanan Şehbender hakkında bir telgraf çekmek için geldiklerini belirten Şeyh İsmail, hikayesini şöyle tamamlar: Bombay’a atanan Tebrizli Emin Efendi bu işe uygun biri değildir. Diyanet-i İslamiye’den bî-haberdir. Hatta şaribu’l-leyl ve fasıkdır der ve ilginç bir iddiada bulunur. Bu göreve Dava isimli bir Yahudi’nin Hariciye Nezareti nezdindeki girişimleri ile tayin edildiğini yazar. Şeyh İsmail, biz burada yaşayan Hicaz Demiryolu’nun bağışçısı 60 milyon Müslüman olarak bir alimi, saygın bir kişiyi konsolos olarak görmek istiyoruz diye sürdürür mektubunu. Bu ağır ifadelerden sonra daha yumuşak üslup ile “iyi eğitilmiş, samimi, âbid, Arapça ve İngilizceye hakim bir Müslümanın atanması

sayı//27// ekim 6

Aslında insan tabiatında vardır “kıskanmak, çekememezlik, neden ben değil de o” gibi hasletler. Ve bazen hak etmiş biri için de her türlü iftiralar yapılabilir. Bu yüzden Emin Efendi’nin günahına girmek istemem, ama soruna taraf olan herkes sorunun bir parçası değil midir? Emin Efendi de sorumludur bu durumdan muhakkak. Her ne ise Sadrazam, meseleyi Şeyh İsmail’in talep ettiği gibi 10 Eylül 1902 tarihinde Hariciye Nezareti’ne yazarak, konunun incelenmesini ve Bombay Müslümanları arasındaki huzursuzluğun giderilmesini, talep edilen vasıflara uygun bir Konsolosun atanmasını ister. Peki ne mi olur? Bürokrasi ah bürokrasi. Samimi görüntü ile ambalajlanmış riyakarlıklar. Güçsüz görüntüden devşirilen güç ve nihayet sapma ve saptırma. Bu sefer Bombay’dan Şeyh Abdullah b. Alevi ve diğer Müslüman önderlerinin imzasını taşıyan 3 Ocak 1903 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre, vâki olan iki şikayete rağmen Emin Efendi hala görevdedir. Eski iddialar bu yeni müracaatta tekrarlandığı gibi, bu sefer de Emin Efendi hakkında yapılan gözlemlere –mesela Müslümanlar akşama namazını eda ederken kendisinin İngilizler ile kriket oynamasına; bir Hristiyan kadın ile yaşamasına- yer verilerek hayat tarzının Halife’yi temsil etmediği vurgulanır. “Göreve geldiğinden beri bir kere Cuma namazına gitmediği, hatta ulemanın hayretini mucip olacak şekilde oruç bile tutmadığı” yazılır bu yeni mektupta. Sadece Emin Efendi’nin değil, konsoloshane memurlarının da temsil yetersizliğini ihtiva eden Feryatlar tekrarlanır ama nafile. Mesele Emin Efendi’nin şahsi kulluğu değildir elbet. O kendisi ile Allah arasında. Ama mümessili olduğu devletin algılanmasındaki negatif etkisi bir kul hakkı değil mi, sorgulanmamalı mı? Koca devlet bu tarihten tam 15 yıl sonra yıkıldığına göre hikayenin gerisini hadi siz tamamlayın.


Dâr’ı Dünya Söylentileri

(Beşinci Mektup)

Beden ikliminden sefer eyledim Yol uzun, ay karanlık Taşlıca bir yere geldim Yolda yordular beni be Âdem /yere koydular Uzanınca dinlendim.. Bir köşeye buyur ettiler beni Ve altıma serildi kilim Böyle karşılama görülmemiştir Beni kim sandılar / emin değilim.. Eller üstünde uçarken, aman Kuşlar misâli / turnalar misâli hâlim El dedim de aklıma geldi be Âdem / veren el olamadıydım dâr’ı dünyada Şimdi dilenen elim..

Son güneşlerimi takınıp Kapınıza son gelenim. Mahşere kadar kalacak deyû Derine attılar temelim.. Bana kâr eylemez artık /dünyanın türlü halleri Kavalın sesi uzaktan /artık çok uzaklardan -Hamd’ü senâlar, hamd’ü senâlarKurtuldum gayri tuzaktan / ve tuzaklardan

Kâmil Uğurlu

Gâh ağlaya, gâhi güle / birer birer aşıldı dağlar Dağların ardı yaman / hep yanık harman Böyle buyurduysa Hazreti Yezdân Ne diyelim..

7


SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

DÖNEMİNDEN İZLER: SARAYDA, SEMPOZYUM VE SERGİ

Sultan II. Abdülhamid ve dönemini yansıtan eserlerin büyük bir kısmı, TBMM Milli Saraylar Koleksiyonu içerisinde muhafaza edilerek günümüze ulaşmıştır. Bu nadide eserler, “Sultan II. Abdülhamid Han ve Döneminden İzler Sergisi” ile ziyaretçilere takdim edilmiştir. Mehmet Kâmil BERSE

2 Eylül 1842’de doğan Sultan II. Abdülhamid’in babası Tanzimat Fermanını ilan etmiş olan Sultan Abdülmecid (1839-1861), annesi ise Tirimiijgân Kadınefendidir. 34. Osmanlı Padişahı olarak 31 Ağustos 1876da tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, 33 senelik hükümdarlıktan sonra, 27 Nisan 1909da tahttan indirilmiş ve 10 Şubat 1918 tarihinde Beylerbeyi Sarayında vefat etmiştir. Sultan II. Abdülhamid, 1877de yönetim merkezi ve ikametgâhını Dolmabahçe Sarayı’ndan Yıldız Sarayına taşımış, hükümdarlığının sonuna kadar devleti buradan idare etmiştir. Sultan II.Abdülhamid Han 33. Yıllık Hükümdarlığı döneminde çökmekte olan altı asırlık bir dev dünya devletini her türlü fitne fesad ve oyunlara rağmen 33 yıl daha ömrünün uzamasını sağlamıştır. Bir dünya çetesinin oyun ve baskıları ve içeriden işbirlikçileriyle Sultan tahtan indirilir ve Devleti Âli Osmanînin ipi çekilmiştir… İktidarı boyunca ; eğitime önem verir yeni eğitim sistemiyle devletin her tarafında okullar ve ihtisas okulları açılmasını sağlar. Modern ve ihtisas Sağlık kurumlarının açılmasını ,binalarının yapılmasını sağlamıitır. Ata yadigarı eserlerin ayakta kalması için zor şartlara rağmen onarılmasını gerçekleştirir. Ecdadının gittiği yoldan su kaynakları ve çeşmelerin yapımına öncelike verir. Karayolları ile birlikte Ticareti gelişmesinde ulaşımın önemini bilmektedir ve yurdun her tarafına demiryolları yapımına başlar.Bağdat Demiryolları ve Hicaz demiryolu ağı onun zamanında bititlmiştir. Donanmaya önem verir yerli modern donanma yapımına başlar ve başarır. Osmanlı Petrolleri ne yatırım yapar, geleceğin petrolde olduğunu çok önceden kavramıştır. Devletin topraklarını muhafaza edebilmek için dış politikası ve istihbari çalışmaları bugün bile uluslararası çalışmalara örnektir.. Mimaride devrin örnek çalışmalarına önem verir gerçek sanatçıya değer verirdi. İktidarında yaptıklarından Kısa başlıklar verdiğim II.Sultan Abdülhamid Hanın doğumunun 174.yılı münasebetiyle TBMM Başkanlığı ,Milli Saraylar daire başkanlığınca doğum tarihi 22 Eylül tarihinde başlayan ve 4 gün süren muhteşem bir program gerçekleştirildi. Dolmabahçe sarayında “Sultan II.Abdülhamid Han döneminden izler” sergisi ve 3 gün devam eden sempozyum, dinleyenleri

sayı//27// ekim 8


bir tarih tünelinden geçirdi.Yerli ve uluslararası altmış kadar Birbirinden değerli ilim adamı, akademisyen yazar ve sanatçıdan oluşan tebliğciler Sultanın hayatı icraatları ve dönemi ile ilgili tebliğler sundular. Hazırlanan 50 dakikalık bir belgesel misafirlere izlettirildi. Programlar ve sergi ,Dolmabahçe sarayı salonlarında, Yıldız sarayı Şale köşkünde gerçekleştirildi. SULTAN II.ABDÜLHAMİDDEN İZLER SERGİSİ

Sultan II.Abdülhamidden izler sergisinde sergilenen nadide eserlerin katalog bilgilerini ve bazılarının fotoğraflarını burada sizlerle paylaşmak istiyorum. Sultan II. Abdülhamid ve dönemini yansıtan eserlerin büyük bir kısmı, TBMM Milli Saraylar Koleksiyonu içerisinde muhafaza edilerek günümüze ulaşmıştır. Bu nadide eserler, “Sultan II. Abdülhamid Han ve Döneminden İzler Sergisi” ile ziyaretçilere takdim edilmiştir. SARAYDA BÜROKRASİ

Sultan II. Abdülhamid’in tahta çıkmasıyla birlikte Mabeyn, iş hacmi ve personel açısından büyük bir gelişme göstermiştir. Sultan II. Abdülhamid tarafından yönetim merkezinin Bâb-ı Âlîden saraya taşınması sonucu bürokratik işlerde eskiye oranla artış görülmüş, saray bürokrasisi Bâb-ı Âlî’nin yerini almıştır.

Sultan II. Abdülhamid’in sanat ve kültür hâmisi olması sebebiyle şahsına ithaf edilen kitaplar, medhiye ve kasideler, Milli Saraylar Koleksiyonunda itina ile korunmaktadır.

OSMANLI DEVLET ARMASI

Osmanlı devlet arması, 18. yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı Devletini büyük devletlerin güzide üyesi yapma çalışmalarının bir temsili olarak ortaya çıkmıştır. Osmanlı devlet arması, 9


Sultan II. Abdülhamid döneminde, 1881 yılında, güçlü bir orduya sahip büyük bir devlet imajıyla en mütekâmil haline ulaşmıştır.

ithaf edilen kitaplar, medhiye ve kasideler, Milli Saraylar Koleksiyonunda itina ile korunmaktadır

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN ÇALIŞMA ODASI

TAMİRHÂNE-İ HÜMÂYÛN

Sultan II. Abdülhamid’e ait olduğu bilinen çalışma takımı, sipar: üzerine yaptırılmış olup Victor Aimone-Paris damgası taşımaktadır. Dolap, yazıhane, masa ve koltuktan oluşan takımda hilal motifi ve Sultan II. Abdülhamid’in tuğrası mevcuttur. Yazıhanede bulunan bazı çekmecelerin açılışları gizli düğmelerin basılması yoluyla gerçekleşmektedir. II. Abdülhamid döneminin diğer mobilyalarında da gizli düğmeler ve şifreli mekanizmalara rastlamak mümkündür. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN YATAK ODASI

Sultan II. Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayında ikamet ederken kullandığı yatak odasının kapısı 10 Şubat 1918’de vefatından sonra mühürlenmiş, 16 Şubat 1918 tarihinde Harbiye Nazın Enver Paşanın da içinde olduğu bir heyet tarafından mühürlü kapı açılarak odada-,: eşyalar kayıt altına alınmıştır. Sergide yer alan karyola, komodin •- e yazıhane orijinal tefrişteki eserlerdendir. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN KİTAP MERAKI

Sultan II. Abdülhamid seyahatnamelere ve dedektif romanlarına düşkünlüğüyle bilinirdi. Yıldız Saraya Kütüphanesinde yabancı dillerde Osmanlı Devleti ile ilgili eserler, romanlar, hikâyeler, seyahatnameler ve süreli yayınlar yer almıştır. Sultan II. Abdülhamid’in sanat ve kültür hâmisi olması sebebiyle şahsına sayı//27// ekim 10

1880’li yallarda faaliyete geçen Yıldız Sarayı Tamirhâne-i Hümâyûnu’nda saraylar, köşkler ve kasırlarda kullanılmak üzere mobilya imalatı yapılmıştır. Bâb-ı Meşîhât ve Müzehâne’nin dolapları, Ravza-i Mutahhara’nın sütunlarının bilezikleri de Tamirhâne’de imal edilmiştir. Tamirhâne’de marangoz, demirci, saatçi, sedefçi, hakkâk, yaldızcı, nakkaş, oyma ustaları ile Tophâne-i Âmire ve Bahriye sanayi alaylarından İçimseler de istihdam edilmiştir. HEREKE FABRİKA-İ HÜMÂYÛNU

Hereke Fabrika-i Hümâyûnunda halı üretimine ilk defa Sultan II. Abdülhamid’in emriyle 1891 yılında başlanmıştır. Yıldız Sarayının halı ihtiyacını karşılamak üzere yüz tezgâh ile halı üretimi başlamıştır. Dönemin hah üretim merkezleri olan Demirci, Gördes ve Sivas’tan ustalar getirtilmiştir. Hereke Fabrikası, Osmanlı hanedanının her türlü tekstil üretimini de yapmıştır. Hereke halıları, Milli Saraylar Koleksiyonu’nda zarafeti ve inceliği temsil eden eserlerdendir. YILDIZ ÇİNİ FABRİKA-İ HÜMÂYÛNU

1890’lı yılların başında inşa ettirilen Yıldız Çini Fabrika-i Hümâyûnu ile porselen tarihi açısından yeni bir süreç başlamıştır. Sultan II. Abdülhamid’in sanata olan ilgisi, yeni teknolojileri ülkeye getirme isteği, Anadolu’da yüzyıllar boyunca geliştirilmiş olan çini ve


Sultan II. Abdülhamid’in sanat ve kültür hâmisi olması sebebiyle şahsına ithaf edilen kitaplar, medhiye ve kasideler, Milli Saraylar Koleksiyonunda itina ile korunmaktadır. seramik sanatının yeniden canlandırılması düşüncesi fabrikanın yapımında etkili olmuştur. Yerli ve yabancı birçok ressamın çalıştığı Yıldız Çini Fabrika-i Hümâyûnunda üretilen eserlerin tümünde fabrikanın orijinal amblemi olan ay-yıldız damgası vardır. Saray ve çevresi için belirli sayada üretilen bu nadide eserlerin, Batılı hükümdarlara hediye olarak gönderildiği bilinmektedir. SANÂYİ-İ NEFİSE

Sultan II. Abdülhamid, resim sanatına ihtimam gösterilen bir saray ortamında yetişmiştir. Şehzadeliğinde, 1867 tarihinde Sultan Abdülaziz ile Avrupa gezisine katılmış ve Avrupa’nın kültür ve sanat ortamını yakından tanıma imkânı bulmuştur. Sultan II. Abdülhamid tarafından 1883’te Sanâyi-i Nefise Mektebinin açılmasıyla sanat eğitimi kurumsal bir kimlik kazanmıştır. 19. yüzyılın sonunda mezunlarını veren okul, Türk resim sanatına kaynak teşkil etmiştir. SARAY RESSAMLARI

Sultan II. Abdülhamid zamanında daha önceleri de olduğu gibi, Batılı ressamlar, saraydan sipariş almak ya da ihsan ve nişanla alillendirilmek için padişaha resim takdim etmişlerdir. Osmanlı Saraya da Batılı ressamlara ağırlıklı olarak Osmanlı tarihini konu alan tablolar sipariş etmiştir. Sultan II. Abdülhamid, saray ressamı olarak İtalyan ressam Luigi AcquaroneVi ve 11


onun ölümünden sonra yine bir İtalyan ressam olan Fausto Zonaro’yu görevlendirmiştir. SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE ZİYAFET SOFRALARI

19. yüzyıldaki Osmanlı saraylarında yabana misafirlere verilen ziyafetler ve sofra adabı incelendiğinde, Batı’daki sofra düzeni ile geleneksel Osmanlı mutfak kültürünün iç içe geçtiği görülmektedir. Milli Saraylar Koleksiyonu’nda bulunan Osmanlı devlet arması ve “AH” inisiyalli Bohemya kristali sofra takımları Sultan II. Abdülhamid tarafından Moser Fabrikasına sipariş edilmiştir. Alman İmparatoru II. Wilhelm, İran Şahı Muzafferüddin Şâh Kâcâr, Japon Prensi Akihito Komatsu bu dönemde Osmanlı Devletinde ziyafet verilen önemli misafirler arasındadır. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN KAHVE TİRYAKİLİĞİ

Sultan II. Abdülhamid kahve ve sigara tiryakisiydi. Sultan kahve içmeyi çok sevdiğinden her defasmda ayrı fincanlar kullanmayı tercih ederdi. Kahve içtiği “A.H.” inisiyalli fincanlar, Milli Saraylar Koleksiyonunun nadide eserlerindendir. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’E DİPLOMATİK HEDİYELER

Sultan II. Abdülhamid zamanında Yıldız Çini ve Hereke Fabrika-i Hümâyûnu üretimi porselen, halı ve tekstiller, devletin diplomatik anlamdaki gücünün nişanesi olarak diğer devletlerin hükümdarlarına hediye olarak verilmiştir. sayı//27// ekim 12

Osmanlı Devletini ziyaret eden yabancı devlet adamları prestij unsuru olarak başta porselen olmak üzere çeşitli hediyeler takdim etmişlerdir. İÂNE SERGİSİ

Sultan II. Abdülhamid tarafından 1897 yılında Yunan Harbinde şehit olan askerlerin yakınları ve gazilerin yararına İâne Sergisi düzenlenmesi için emir verilmiştir. Sergide yer alan eserler, İâne Sergisinden günümüze kalan değerlerdendir. SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İN CÜLÛSU

Sultan II. Abdülhamid’in 1901 tarihine denk düşen 25. cülûs törenine dönemin yerli ve yabancı devlet erkânı katılmış, Sultan’a değerli hediyeler takdim edilmiş, bu vesileyle imparatorluğun her köşesinde camiler, çeşmeler, saat kuleleri ve kamu binaları yaptırılmıştır. Bu bölümde sergilenmekte olan fil dişi şamdan, işleme tablo ve saat Sultan II. Abdülhamide 25. cülûs hediyesi olarak verilmiş eserlerdendir. SULTAN II.ABDÜLHAMİD DÖNEMİ İŞLEME SANATI ÖRNEKLERİ

19. yüzyıla kadar geleneksel eğitim sistemi içerisinde yer alan ve usta çırak ilişkisi ile öğrenilen işleme sanatı, Sultan II. Abdülhamid döneminde desteklenen Kız Sanayi Mekteplerinin müfredatında ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Milli Saraylar Koleksiyonundaki işleme tablolar Sultan II. Abdülhamid’in kız çocuklarının eğitimine verdiği önemi göstermektedir.


TILSIMLI GÖMLEK

İslâmiyet’ten önce Eski Türklerden bu yana tılsımlı gömleklerin kişiyi nazara, hastalıklara kötülüklere karşı koruduğuna ve hastalara şifa verdiğine, giyeni savaşta muzaffer kılacağına inanılmıştır. Tılsımlı yazılarda, Kur’ân’m ilk sûresi olan Fatiha Sûresi en çok kullanılandır. Yasin Sûresi, Fetih Sûresi, Ahkaf, Felak, Nas, Kehf sûreleri ve Âyet-el Kürsi ile Esmâ-i Hüsnâ, dört meleğin adı, Hz. Muhammed’in hilye-i şerifi, nübüvvet mührü, sonra hadis-i şerifleri ve dualar yer alır. Sultan II. Abdülhamid dönemine SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİNDE TEKNOLOJİK YENİLİKLER

Sultan II. Abdülhamid döneminde, eğitim, sağlık, ulaşım, imar, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ve icatlar yakından takip edilmiş ve bunların teminine çalışılmıştır. Günlük hayatı kolaylaştıran araç ve gereçler; zirai aletler, hastanelerde kullanılan cerrahi aletler, dönemin önemli icatları olan fonograf, gramofon, sinema makinesi, telefon, stereoskop gibi çeşitli teknoloji ürünleri saray ve halk tarafından kullanılmaya başlanmıştır. SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİ’NDEN GÜNÜMÜZE KALAN ESERLER

33 sene hükümdarlık süren Sultan II. Abdülhamid, kurduğu müesseseler, getirdiği yenilikler ve sayısız mimarî eserle, geçmişten günümüze iz bırakan 34. Osmanlı padişahıdır. Yıldız Şarap, Alman Çeşmesi, Yıldız Hamidive Camii, Sirkeci ve Haydarpaşa Garı, Darülaceze, Mekteb-i Tıbbıye-i Şahane, İzmir Saat Kulesi,

Düyun-ı Umumiye Binası (İstanbul Erkek Lisesi) günümüzde de varlıklarını sürdüren dönemin en önemli mimarî yapılarındandır. Sultan II. Abdülhamid’in ardında bıraktığı ve kendi emriyle inşa edilen bu eserler, halen kullanılmakta ve yeni nesillere ulaştırılması için itina ile korunmaktadır. 13


enilir ki, bâzı şehirleri bir kitap gibi okuyabilirsiniz. Hatta, kendisine duyarlılıkla yaklaşanlara ilham veren şiirler gibi, şehirleri de okumak, onun köşe-bucaklarında, binalarında, yol ve meydanlarında, zaman içinde orada yaşanmış tarihin izlerini üç boyutlu olarak izlemek, sezmek mümkündür. “Bâzı şehirlerin niceliksel özelliklerini aşan ve insanoğlunun tarihi serüvenini, hiç olmazsa bu serüvenin belli bir yönünü, bir boyutunu veya dönemini yansıtan kolektif ruhu keşfedebilirsiniz.”

ADA SAHİLLERİNDE

ÜÇ GÜZEL GELİN TALİN (ESTONYA), RİGA (LETONYA) KLAİPEDA (LİTVANYA) Baltık denizi sahillerinde, adları dünya gündemine sık gelmeyen, bu sebeple de az bilinen üç ülke vardır. Buraları eskiden, orta ve lise sınıflarında gençlere “Kuzeyin üç gelini” diye anlatırlardı. Kâmil UĞURLU

Ahmet Davutoğlu, “mekânlara sinen bu ruhu, orada yaşayan veya yaşamış geçmiş insanların tabiatını ve onların diğer insanlardan ayrıldığı diğer özelliklerini anlamak için iyi bir malzemedir” der. Sonra bir misal verir: İnsan psikolojisinin dönemsel özelliklerini en iyi anlatan edebiyat ürünleri, bu sebeple şehirler üzerinden yazılmıştır. Dostoyevski ve Gogol’ün eserlerinde St. Petersburg, Dickens’da Londra, Balzac’da Paris, Mahfouz’da Kahire, Y. Kemal’de A.H.Tampınar’da, S. Ayverdi’de İstanbul bir roman kahramanı gibi görev üstlenirler ve öteki kahramanlarla birlikte hareket eder ve yaşarlar. Bu tesbitin doğruluğu elbette tartışılmaz. Hatta bir medeniyetin doğuş yükseliş ve düşüşün çizgilerini, bu çizginin dönemeçlerini, kırılma noktalarını yine şehirlerde izlemek mümkündür. Şehirlerin yaşayan canlı organizmalar olduğunu söyleyenlerin dayandıkları önemli nokta bu olmalı... Baltık denizi sahillerinde, adları dünya gündemine sık gelmeyen, bu sebeple de az bilinen üç ülke vardır. Buraları eskiden, orta ve lise sınıflarında gençlere “Kuzeyin üç gelini” diye anlatırlardı. Ve adlarındaki yakınlık, benzerlik ve âhenk sebebiyle de onların Ruslara “gönülsüz giden üç gelin-kızkardeş” olduklarını söylerlerdi. Sovyetlerin dağılmasından sonra bu üç gelin serbest kaldılar ve şimdi kendi başlarının çâresine bakmaya çalışıyorlar. Baltık Denizi, ağzı Danimarka yarım adasıyla kapatılmış, böylece “İç Deniz”e dönüşmüş büyük bir Haliç’tir. Suyu her zaman soğuk, gri veya karanlık ve daima ürpertili bir denizdir. İlk görenleri tedirgin edecek kadar kasvetli bir ortamı vardır. Havada, Ağustos’ta bile ağırlığını insanların omuzlarına yükleyen siyah bulutlar dolaşır. Kuzey Buz Denizi’ne komşu bir denizdir ve onları İskandinav yarımadası ayırır. Ziyaretçilere, yabancılara kasvetli gelen bu

sayı//27// ekim 14


ortam oradaki insanlar arasında normal kabul edilmekte, hatta sevilmektedir. Sebebini şöyle anlatıyorlar: Birincisi bu denizin dibi, dünyanın amber deposudur. Amber, bizim kehribar olarak bildiğimiz, elimize tesbih eylediğimiz, deniz veya toprak altında milyon yıl kalıp sıkışmış, reçinedir, bilindiği gibi. Bu malzeme bu bölge halkları için önemli bir gelir kaynağıdır. Her Baltık ülkesi bunun geniş ölçekte pazarını kurmuştur. Amberi, deniz bazan kendisi diplerden koparıp getiriyor ve sahillere salıyor. Toplayıp satıyorlar. Baltık Devletleri deyince önce hatırlanan üç küçük ülkenin üç küçük şehrini, biraz önce arzedilen gözle, bir kitap okur, bir şiir okur gibi, yabancı üç şairin üç “Ballade”nı okur gibi dolaştık ve bu gözle tesbitler oluşturduk. Bu tespitler, elbette, eskilerin “teşehhüt miktarı” dedikleri kısacak bir zaman içinde yapılan tesbitlerdir. Bir geminin güvertesinde ayağa kalkıp da resim çeker gibi.. TALLİNN (ESTONYA)

Bu üç güzel gelinin en yukarıda oturanı Tallinn, Estonya’nın merkezidir. Avrupa’nın en iyi korunmuş merkezi olarak kabul ediliyor burası. 300 bin kişilik küçük bir şehir. Fakat ilginç özellikleri olan ve kendine özgü kimlik oluşturabilen bir yerleşim yeri. Rusların döneminde Çar’ların dinlenme merkeziymiş. Rus Çarı Büyük Petro, Katerina’ya burada büyük bahçe içinde saray inşa ettirmiş. Şimdi ünlü müzik festivallerinin, koro olimpiyatlarının yapıldığı Kadriorg Sarayı ve Bahçesi o zamanlardan kalma. Haçlı seferleri sırasında nüvesi teşekkül etmiş (13. yy.) ve giderek gelişmiş. Tallinn’de beş senede bir Uluslararası Müzik Festivali düzenleniyor ve bu konuya çok önem veriliyor. Dünyaca ünlü şarkıcı, grup ve korolar burada sahneye çıkmayı önemsiyorlar. Çünkü bütün dünyanın gözü burada oluyor. Dünyadaki en büyük koroyu Tallinn’liler teşkil etmişler. 300 bin kişilik koro dünyada görülmemiştir. Tallinn’in nüfusu 300 bin. Yani cümleten şarkı söylüyorlar. Duyanlara garip geliyor, ama gerçek. Yaşlı Estonların söylediği şu: Biz özgürlüğümüzü şarkı söyleyerek kazandık. Savaşarak değil. Çünkü bizim ne askerimiz var, ne de silahımız. Beşikte ki bebekten dedeye, nineye herkes bu koronun farklı bir sesi ve durmadan şarkı söylüyorlar. Festivallere Madonna, Sting, Elton John, Pink Floyd dahil birçok ünlü geliyor ve

Tallinn (Estonya)

şarkı söylüyorlarmış. Eski şehri mükemmel korumuşlar. Kadriorg Bahçesi içindeki saraydan başka, azize St. Pritta’nın adına yapılan büyük marina, Parlamento Binası, Hermann Kulesi ve Rus Ortodoks kilisesi önemli yapıları. Eski merkezin dolaşılması sırasında gerçekten, sokaklarında, caddelerde, binaların cephelerinde ve gözden uzak kuytu köşelerinde, burada yaşanmış geçmişin izlerini, bugünkü insanların mantalitelerini görmek, tesbit etmek mümkün oluyor. Toprağa, ağaca, çiçeğe olan kadim hasretlerini şimdi abartarak tatmin ediyorlar. Dağ-taş orman ve çiçek. Yol-sokak çiçek…

Baltık Denizi, ağzı Danimarka yarım adasıyla kapatılmış, böylece “İç Deniz”e dönüşmüş büyük bir Haliç’tir

Kullandıkları dil, Estonca denilen ve UralAltay grubuna dahil bir dildir, Finceye yakın bir dil. Liman işlek. Yılda yedi milyon turist gelip-geçiyormuş. Estonya’da 1500 ada var ve bunların sadece 30’unda yerleşim mevcut. Bazılarında hayat bile yok diyorlar, sadece kayalıktan ibaret olanları varmış. 80 km. ötelerinde Finlandiya var. Bazı kışlar aralarındaki deniz donuyormuş ve çikolata Helsinki’de daha ucuz olduğu için bu 80 km.yi yürüyerek geçiyor, alışverişlerini oradan yapıyorlarmış. Bazan kızaklarla, bazan da arabalarla. Burası, Avrupa kıtasının tuzcusu imiş. İlginçtir, Estonya’da tuz istihsal edilmez. Tuzu İspanya ve Portekiz’den temin edip, burada işliyorlarmış. Yıkayıp, arıtıp-öğütüp çuvallara koyuyor ve önce Ruslara, sonra bütün Avrupa’ya satıyorlarmış. 15


Riga (Letonya)

Tallinn’de beş senede bir Uluslararası Müzik Festivali düzenleniyor ve bu konuya çok önem veriliyor.

Baltık Denizi’nin asık suratlı bir deniz olduğu ifade edilmişti. Yosunlu, esmer, soğuk ve bulanık. Ve derin. Bu özellikler ona bazan fayda da sağlar olmuş. Amber zengini olması yanında bu derin ve bulanık deniz, denizaltı gemilerine mükemmel bir barınak teşkil ediyormuş. Karanlık ve derin suları radarlar kontrol edemiyormuş. Bu sebeple Rusya’nın egemenliği zamanında donanmasının denizaltıları burada gözden nihan oluyorlarmış. Geçimlerini turizmden, yazılım sektöründen ve taşımacılıktan sağlıyorlar. Skype, Hotmail, Transfer Wise buralı iletişimciler. Yıllık gelirleri adam başına 22 bin USD. Ülkenin % 50’si orman. Tallinn’de birbirine biri uzun, biri kısa iki bacakla bağlı tarihi merkez, yaz ve kış ve gece ve gündüz mahşer yeri gibi kalabalık. Fakat asla sıkıcı değil. Ta ortaçağdan bu yana hiç değiştirmedikleri han lokantalarında geyik çorbasını kaşıksız sunuyorlar. Toprak tası başınıza dikerek içiyorsunuz çorbayı. Her sokak başında eski kıyafetleri içinde güzelce gençler çalıp söylüyorlar. Her yeri müzik sarmış durumda. Bazıları pencerelerini açmış, odaya ailesini toplamış oradan sokağa doğru şarkı söylüyorlar. Hem çalıp hem söylüyorlar. Ve bâzı sokakların genişliği sadece 2 m. Büyük gelin misafirlerini iyi ağırladı ve uğurladı. RİGA (LETONYA)

Orta katta oturan gelin, gelinlerin büyüğüdür. İsveç, Baltık bölgesinin baskın gücü olarak bölgede uzun süre egemenliğini sürdürmüştür. Bunun etkileri her yerde görülebiliyor. Bir ara Riga’yı İsveçliler kendilerine başkent yapmışlar. sayı//27// ekim 16

Ve Leton’lar şu anda ülkelerinde azınlık durumundalar. Baskın nüfus Ruslar. Ülkenin nüfusu 2 milyon 100 bin. Kadınlar çoğunlukta. Nüfusun % 60’ı kadın. Bunlar da diğerleri gibi Rusya’nın dağılmasıyla serbest kalmışlar. Fakat kültürün etkisi hemen kaybolmadığı ve nüfusun da el’an % 40’ı Rus olduğu için birçok yerde Salv kokusu devam ediyor. Halkın yarısı Rusça biliyor ama konuşmuyorlar. Leton dili diye bir dilleri var. Yine Ural-Altay kökenli bir dil. Riga’ya yerleşmiş bir dostumuzla görüşürken onun bir serzenişi bize garip geldi. Şöyle diyordu: 10 yıldır buradayım. Bu dili ve Letonların tarihini biliyorum. Bir Leton ile evliyim ve küçük harika bir kızım var. Halk ile iç içeyim. Bütün bunlara rağmen hasretini çektiğim hâdise şudur ki, bir Letonyalıya telefon edip “arkadaş, çayı koy, geliyorum” diyebileceğim durum yok burada. Böyle bir anlayış bu iklimler için asla düşünülemiyor. Ama buna rağmen insanlar nâzik, kibar, medeni ve (onun tabiriyle) şeker gibi insanlar. Mimarlıkta Art Nouveau denilen bir akım vardır. Klasik, Gotik, Barok, Rokoko, vs. gibi bir mimarî cereyandır. Bir ara moda olarak bütün dünyayı etkiledi, dolaştı. Bize de geldi, fakat fazla eğleşmedi bizde, itibar görmedi. Genellikle bitkileri andıran kıvrımlı biçimler kullanan art Nouveau (veya Yeni Sanat) tamamen yeni bir şeyler meydana getirmek için eski örneklere olan bağımlılığı reddeder, terk eder. 1893’te Victor Horta tarafından Bruxelles’de başlatıldı. Hızla Avrupa’ya yayıldı ve tuttu. Avrupa’nın birçok bölgesinde art Nouveau örneklerini görmek mümkün. Fakat Riga, bu mimarlık akımının müzesi gibi. Zengin bir “Yeni Sanat” koleksiyonu gibi. Kalesi, Ortaçağdan kalma Üç Kardeşler Evi, Özgürlük Anıtı, Dom Katedrali, St. Peter ve St. John Kiliseleri, Bekâr Alman Tüccarlar Locası (Hansa’lar) tarihi dokunun önemli birimlerini teşkil ediyorlar. Fakat tarihi merkeze açılan sokakların hemen hepsinde, bütün evlerin cephelerinde bu sanat görülüyor. Pastel renklerin bolca kullanıldığı bu cephelere insanlar, bir tabloyu seyreder gibi bakıyorlar. Çiçek ve bitki burada müthiş bir eleman olarak işbaşında ve harika işler çıkarıyorlar. Daugawa Nehri, her tarafı sudan geçilmeyen şehrin ortasından salına salına geçip gidiyor. Çevresinde, bir yakasında yeni, öte yakasında eski yapılara göz ederek ve süzülerek, bazan bir yelkenli, bazan bir motor, bazan küçük bazan büyük bir yük gemisiyle birlikte akıp gidiyor denize doğru. Ülke dümdüz. En


yüksek yeri, denizden 200 m. yüksek. Dağa taşa hasret kaldıkları için, yeni mimarlardan biri, yaptığı binanın kütlesini bir dağ silüeti verecek şekilde tasarlamış. Ve Riga’nın sembollerinden biri olmuş. Her yıl, tavizsiz 30 milyon ağaç dikiyorlar ve 15 milyon ağaç kesiyorlar, ihraç ediyorlar. Orman politikasını iyi biliyorlar ve uyguluyorlar. Ruslar, Riga’da Zeplinlerini muhafaza etmek için dev hangarlar inşa etmişler. Ruslar ve Zeplinler hükümlerini kaybettikten sonra Letonlar buraları kapalı pazar yerlerine çevirmişler. Birinde et, birinde balık, birinde meyve, diğerinde sebze ve bakliyat satıyorlar. Riga’yı gezenler, iki veya üç katlı evlerin bazılarında, evlerin cephesine pencere açılmadığını, fakat pencere resmi çizildiğini görürler. Sebebi şudur: ortaçağda cam en pahalı inşaat malzemesidir. Ve sadece zenginlerin ulaşabildiği bir metadır. Krallık pencerelere bu sebeple fazladan bir vergi koymuştur. Cam alabilecek kadar zengin olanların bu vergiyi ödemeleri gerekmektedir. Bu sebeple millet vergi vermeden zengin görünebilmek adına cephelerine pencere resmi yaptırıyorlar. Bir başka ilginç nokta şudur. Tarihi merkezdeki tarihi kilisenin (St. Peter) kubbesinde metalden kesilmiş bir horoz sureti vardır. Rüzgâr yönünü göstersin diye oraya alem olarak dikilmiştir. Horozun ibiği yere 67 m. yüksekliktedir. İşte bu ibik, tarihi bölgenin saçak kotu için maksimum ölçüyü oluşturmuştur. Yani Riga’da 67 m’den daha yüksek yapı yapmak mümkün değildir. Şehirden uzakta yeni şehir olarak planlanan alanda herkes istediği projeyi uygulayabilir. Ama burada asla.. KLAİPEDA (LİTVANYA)

Litvanya’nın tek limanı olan bu küçük, fakat hârika şehrin, yani sonuncu küçük gelinin övünebileceği birçok çeyizi mevcuttur. Bunların başında çeyiz sandığı dolusu amber (kehribar) gelmektedir. Klaipeda’nın banliyösü olan Palanga’da muhteşem bir botanik parkı ve o parkın içinde, bir zamanlar buraların kontu olan Tickevicius’un mâlikanesi mevcut. Şimdi müze şekline sokulmuş. Ve dünyanın en zengin amber koleksiyonu burada teşkil edilmiş. Eski şehir bütün unsurlarıyla muhafaza edilmiş durumda. Şehrin dinamiğini nerdeyse, dini ritüeller ve ticaret oluşturuyor. Ortaçağı canlandırıyorlar böylece. Kostümlü balo gibi sık sık yapıyorlar bu işi. Daha sonra bu tarihi görüntü verilmiş eşyaları turistlere satıyorlar.

Klaipeda (Litvanya

Birbirine bazan kısa tünellerle geçilen sokakların kesişme yererinde, mülkiyetlere bağlı oluşan kargacık-burgacık meydancıklar teşekkül etmiş. Düzenledikleri ve temiz tuttukları için sempatik mekânlar olarak ve şehrin ziynetleri olarak misafirlerini şaşırtıyor ve memnun ediyor bu alanlar.

Baltık Denizi’nin asık suratlı bir deniz olduğu ifade edilmişti. Yosunlu, esmer, soğuk ve bulanık. Ve derin.

Litvanya’da da hanımlar çoğunlukta ve etkinler. Cumhurbaşkanı bir hanım, hem de sporcu bir hanım. Karakuşak sahibi. Danışmanlarının (bir tanesi hariç) hepsi hanımlardan seçilmiş. Şâmân geleneklerinin yer yer hissedildiği inanç sistemlerinde, Pagan dönemlerinden gelme “Kök Tengri”leri bir dişi, hanım bir Tanrı, yani Tanrıça. Burada da Tatarlar var. Ve Hazar Türklerinden bir küçük grup daha. Hazarlar bin kişi kadarlarmış. Tatarlar yediyüz kişi. Diğer Baltık şehirlerinde olduğu gibi burada da dar sokakların duvar diplerinden devam eden alçak kanallar, dereler var. Tarihlerinin uzantısı olan bu dereleri muhafaza ediyorlar. Bunların görevi, sokağa dökülen lâzımlıkların içindekileri alıp götürmek.. Bu işin oluş durumunu şöyle anlatıyorlar: Üst kattaki kişi pencereyi açarmış ve kendi dillerinde “Dikkat” der, sonra içinden üçe kadar sayar, lâzımlığı aşağıya boşaltırmış. O sıra aşağıdan geçen kimse varsa, ona fırsat vermek için üçe kadar saymak zorunluymuş. Aksi davrananlar cezalandırılıyormuş... Litvanyalılar, ünlü yazar Thomas Mann’ın hemşehrisi ve vatandaşı olmakla övünüyorlar. Thomas Mann’ı tanıyanlar (okuyanlar) da onlara hak veriyorlar. 17


MİLLİ DEVLETİN

KIZIL ELMASI

Hedefleri büyük olan milletlerin, savaşları da, coşkuları da, çalkalanışları da, yükselişleri de sanatları da büyük ve önemlidir. Recep GARİP

evlet geleneği köklü olan milletlerin düşleri de, düşünceleri de, sanat ve edebiyatları da, hayata bakışları da, kültürel zenginlikleri de büyüktür. Geçmişten geleceğe uzanan bu yolculukta şehir kültürü ve şehircilik de bir medeniyet anlayışıdır. Onlarca asır öncesinden başlayan birikimler köklü ise gelecek için önem arz eder. Köksüz hiçbir yapının, düşüncenin ayakta durması mümkün değildir. Geçmişin birikimleri geleceğin de birikimleridir. Geleceği geçmişle inşa edebilirsiniz ancak. Hedefleri büyük olan milletlerin, savaşları da, coşkuları da, çalkalanışları da, yükselişleri de sanatları da büyük ve önemlidir. Milli bir anlayışa sahip olabilmek için büyük düşlerin de sahibi olmak icap eder. Milli anlayışlar, kazanımlar, ahlaki normlar birden bire oluşmaz. Bir potada eriyip milli düşünceyi, kültürü, coşkuyu, sevdayı, tarihi, bir yurtseverlik anlayışına çevirmek büyük gayretler sonucudur. Aynı iklimlerde, aynı coğrafya bölgesinde büyük insanlık havzasında çeşitli dillere, renklere, inanışlara sahip olmakla birlikte, aynı çatı altında bulunmayı şeref kabul etmek, birlik ruhu içinde devletine, toplumuna, toprağına, bayrağına, sancağına sahip çıkmak önemlidir. Her ne zaman bu tür konuları sorgulasam, gündemime alsam, devlet geleneğimizin köklü tarihi gözlerimin önünden bir altın ordu anlayışıyla parıldıyor. Devletler kurmuş, dünyaya şekil vermiş, insanlık tarihindeki en güçlü şehirlere, değerlere, anlayışlara, insan hak ve özgürlüklerine sahip olan milletimizin, milli duruşu, asırlar boyu insanlığı beslemektedir. Bu nedenledir ki insanlık biribirini beslemeye devam eder. Milli karakter, milli yapı, milli anlayış ve milli devlet kültür ve milli politika bir potada erimiş toplulukların ortak buluştukları değerler sistemine Milli Devlet anlayışı diyebiliriz. Emevilerden, Abbasilerden ve Selçuklulardan, Büyük Cihan Devletimiz Osmanlıya gelinen bu yolculuk, asırları besleyen bir değerler bütününü anlatır bize. Bu yolculuktan Cumhuriyete yelkenler açılmıştır. İnsanın hayata bakışıyla, insana ve maddeye bakışı arasındaki fark; her şeyin sahibi olan Allah’ın yarattığı mahlûk olarak kabullenilmiş olması böylece bir emanet bilinciyle yaklaşılmış olmasındadır. Bundan dolayıdır ki devlet bilinci; birlik ve beraberliği, ülkü ve ideali, dil ve din birliğini içinde taşır.

sayı//27// ekim 18


Millet olma kavramı, devlet, topluluk, uygarlık olmayla da anlamlar kazanıyor. Milletin oluşumu devleti, devletin oluşumu da uygarlığı, dolayısıyla medeniyeti oluşturmuş oluyor. Bu yol sabırla, her türlü şartlara göğüs gererek alınması-yürünmesi gereken bir yoldur. Milli düşüncenin-felsefenin toplumu eğitmesi, bilinçlendirmesi için sanatın, edebiyatın, fikrin, ilmin ve irfanın vaz geçilmez birer unsur olduğunu da ifade etmeliyiz. Hayatın bize getirdikleri, yaşattıkları sevinç ya da hüzün, barış ya da savaş gibi nedenlerle toplumsal hafıza güçlenir, beslenir birlik, dirlik, kardeşlik unsurları öne çıkarak milli duyguların önde durmasını sağlamış olur. Böylece bu bilincin oluşturduğu yüksek ahlak ve manevi atmosfer sevinçleri, hüzünleri birleştirerek toplumsal anlayışın oluşmasıyla toplumun bireyleri arasındaki uhuvvetin, birliğin, kaynaşmanın, dayanışmanın sonucunda milli bir ruh anlayışıyla toplumsal bütünleşme sağlanmış olur ki biz buna milli devlet oluşumu diyoruz. Milli devlet düşüncesi, merkezi otoriteye bağlılığı da getirir. Bu bağlılığın temel niteliği, Allah ve Resul ölçüsüyle orantılıdır. Cengiz Aytmatov’un meşhur eseri “Kızıl Elma”dan bahsedelim birazcık. Sonra da tekrar kaldığımız yerden sürdürelim konumuzu. Aytmatov, Türk dünyasının çok önemli hikâyecilerinden-yazarlarından biridir. Kırgızistan Türklerinin kültürel kodlarını, anlayışlarını, geleneksel ifade tarzlarını, yalın bir dille anlattığı hikâyeleriyle dünya çapında bir yazar olmayı başarmış ender isimlerden biridir. Toplumun hafızasında var olan değerleri, kültürel ahenkleri muştucu bir üslupla anlatan yazar, yaşadığımız büyük coğrafyada Kırgız bölgesinin-coğrafyasının tatlarını bulurken tarih boyunca kazandığı değerleri, kahramanlıkları kimi zaman hikâye üslubunda, kimi zaman roman kurgusunda anlatır. Maddi ve manevi dokunun üsluba sirayet ettiğini okuyucu eserlerde yakalar. Çok yönlü bir yazardır Aytmatov. İyi bir edebiyatçı olmasının yanında siyasi bir otoritedir. Kendi tarzını yakalamış herhangi bir ekole mensup değildir. Kızıl Elma beş hikâyeden oluşmaktadır. İsabiekov ve karısı mizaçlarının biribirini tamamlamaması nedeniyle ayrılırlar. Hikâyenin kahramanı olan İsabiekov eşi Sabira’dan ayrıldıklarını kızı Anara’ya anlatmak durumundadır. Ne kadar kurgularsa kurgulasın bir türlü bunu anlatamaz. Sonunda kızını bir kır gezisine götürüp konuyu orada açmayı planlar.

Kızı Anara’nın her zaman kendisiyle kalacağını düşünür. Kır gezisini yaptığı mevsim, sonbahardır ve yaprakların savrulduğu, renlerin hayranlık uyandırdığı bir dönemdir. Anara’yla geldiği kır gezisi, çocukluk ve gençlik yıllarında geldiği şehirden uzak elma bahçelerinin bulunduğu bir bölgedir. Anara elma ağacına çıkar sonunda kocaman kıpkırmızı bir elma bulur. İsabiekov elmayı görünce kendisinin de yine böyle bu yerde elmayı bulduğu anısı gözlerinin önünden bir filim şeridi gibi gelip geçer. Gençliğe adım attığı dönemde sırılsıklam âşık olduğu kızı anımsar. Elmayı kıza güç bela vermek istediğinde kızın terslemesiyle dünyası-düşleri altüst olur. Hikâye böyle sürer. Yıllar geçer Kızıl Elma’yı bütün zerresince arzu eden Sabira’yı bulur ve evlenir. Ayrılış hikâyesini kızına anlatamadan Moskova’ya yola çıkarken telgrafta şu cümle dikkatlerimizi çeker; “Anne bizi karşılamaya gel, sana bir kızıl elma getiriyoruz.” Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı Türk coğrafyasının çok önemli iki kalemidir. Aytmatov şöyle söylüyor; “Her yazar, bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak olarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orda kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın, milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve “evrensel” olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar, “Tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”

Millet olma kavramı, devlet, topluluk, uygarlık olmayla da anlamlar kazanıyor.

Bu bilgileri yazı başlığımıza bağlı kalmak için yaptığım düşünülmesin. Yüzyıllar boyu yeryüzünde devletler kurmuş, kıtalara hükmetmiş olan bir tarih gerçeğimiz var. Bu tarih gerçeğinde bizim izlerimizden yürüyor insanlık. Bizim oluşturduğumuz anlayışlar, yönetim kavrayışları ve düşüncenin, sanatın, hayata nasıl müdahale ettiğini gösteren umdelerle şekillendiğine tanıklık ediyoruz. Bilim insanlarımızın, âlimlerimizin, mucitlerimizin insanlığın muhtaç olduğu bütün alanlardaki atılımların da menşei halinde durduğunu batılı-Avrupalı inkâr etse de, gizlese, saklasa da güneş gibi gözükmektedir. Dolayısıyla geçmişte var olan ve unutturulmaya çalışılan “Kızıl Elma” düşüncesi, hedeflerden 19


Millet, vahiy ve kızıl elmadan yola çıkarak geldiğimiz bu noktada milli devlet anlayışınıdüşüncesini-yaşayışını bu günkü devlet anlayışlarının ötesine taşıdığımız bilinmelidir

hedeflere doğru yol alma düşüncesidir. Sürekli aydınlık, hareket ve bereketler içinde yoğrulan büyük coğrafyadaki ayak izlemiz, bizlere yeniden “Kızıl Elma” duygumuzu belirginleştirmekte ve her Türk ve Müslüman evladının bundan böyle ulaşması gereken bir “Kızıl Elma’sı olduğu gerçeğini kavratmaktan ibarettir. Hedefi olanlar ancak hedefe varır. Hedefi olmayanların başarısı olmaz. Milli, değerlerimizin bu asil düşüncesini Aytmatov, evladına dolayısıyla bütün nesillerimize bir hikâye anlatımıyla “Kızıl Elma” vurgusu yapmıştır. Bu asla göz ardı edilmemelidir. Millet, din, topluluk, şeriat, yasal anlayışlar, mezhep gibi anlamlara geldiği ifade edilse de Ali İmran suresi 95. Ayeti kerimede bizlere millet düşüncemizin nereye dayandığına işaret ediyor; “Kul sadakallâhu fettebiû millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), ve mâ kâne minel muşrikîn(muşrikîne). De ki: “Allah’u Teâlâ doğruyu söyledi. Öyle ise Hanif olarak Hz. İbrahim’in dinine tâbî olun. Ve o, müşriklerden olmadı.” Demek oluyor ki bizim mensup olduğumuz din İbrahim(as)’ın dini olan Haniflerin tabi olduğu dindir. İbrahim (as)’dan önce de, sonra da, bu gün de inandığımız din Haniflerin iman ettiği vahyin kendisidir. Yani İslam dinidir. Hanif din mensupları yani Hazreti Âdemden Hazreti Muhammed (as)’a kadar gelmiş bütün ilahi dinlerin temel anlayışı tek bir Allaha iman ederek vahdetitevhidi ve teslimiyeti ifade etmiş olurlar. Allaha teslimiyet ve vahdet düşüncesi; toplumu, toplulukları aşırılıklardan, isyanlardan korur. Allahtan ve onun elçisine tabi olmaktan gayrı bir düşünceleri olmaz. Sonsuz huzur ve sükûn buradadır. Ayeti kerimede ifade edildiği üzre Hazreti İbrahim müşriklerden (Allaha karşı gelmekten, ona şirk koşmaktan, inkâr etmekten) uzaktı, onlardan değildi. İbrahim (as) tek bir Allah’a inanır ve iman ederdi. Millet duygumuzun kaynağı vahyin bizatihi kendisidir. Bundan dolayıdır ki Milli Devlet düşüncemizin, anlayışımızın temel dayanağı da vahiydir. “Kızıl Elma” duygusu, Tük boylarının İslam’la karşılaşmadan öncesinden bu yana inandıkları ve ulaşılması mutlak olan hedefin kendisidir. Dolayısıyla yaşadıkları bütün çağlar boyu bu hedeften sapmadan “Kızıl Elma” duygusunu kaybetmemişlerdir. Batıya doğru yapılan akınlarda zaman zaman “Türkçülük-Turancılık”

sayı//27// ekim 20

vurgusunu da içinde barındırdığını ifade etmiş olalım. Fetihlere doğru yol alan komutanın da, devlet adamının da, askerin de hedefi, fethin gerçekleşmesi ve konulan hedefteki “Kızıl Elma”ya ulaşılmasıdır. Örnek yerinde olacağı için ifade etmekte yarar görüyorum; Türk Silahlı Kuvvetlerinin Fırat Kalkanı Harekâtının çizilen-belirlenen hedeflere ulaşması önemli bir hedeftir ve “Kızıl Elma’mızdır. Özgür Suriye Ordusuyla birlikte yürütülen bu harekâtın Ceraplus, Kobani, Menbiç, Ayn İsa, Halep, Rakka, Tel Abyad, Haseke, Lazkiye gibi bölgedeki koridorun tamamen beladan, terörden, İŞİD’den-PKK’danPYD’den temizlenmesi hedefimizdir “Kızıl Elma”. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Başkomutanlığında hedeften sapmadan devam eden bu koridor, bütün batı müttefiklerine, haçlı zihniyetlerine rağmen gerçekleştirilecektir. Hilal Ordusu “Kızıl Elmadır”, hedefe ulaşmak “Kızıl Elmadır”, Türk ve İslam coğrafyasındaki huzuru sağlamak “Kızıl Elmadır”. Doğu Türkistan’ın Özgürleşmesi, devletine kavuşması, Filistin topraklarının, Mescidi Aksa’nın İsrail’in kirli emellerinden temizlenmesi, Akdeniz’in incisi Kıbrıs’ın özgür kalması, Kırım Türklerinin Devletlerini kurması, Karabağ’ın özgür kalması, Büyük Cihan Devletimiz Türkiye’nin her alanda büyüme hızının artarak devam etmesi bizler için ‘Kızıl Elma’dır. Nasıl ki bir zamanlar Roma’yı fethetmek “Kızıl Elma” idiyse hedeflerimize varmak, Anadolu fetihlerine devam etmek, gidilmesi gereken yerlere kadar ulaşmak “Kızıl Elma”dır. Orta Asya, Doğu Çin, Moskova, Bizans bir zamanlar bizim “Kızıl Elma’mızdı. Milli Devletin temel dinamiklerinden birisi de her türlü kalkınmanın, dayanışmanın, kültürel zenginliğin sosyal, siyasal ve ekonomik büyümenin yerel, tarihsel ve coğrafik alanlardan sağlanmasıdır. Kendi kendine yeten bir ülke ancak diğer ülkelere karşı, siyasal ve ekonomik özgürlükleriyle, kültürel, sanat ve edebiyat alanlarındaki ürettikleriyle, insan hak ve özgürlüklerinin evrensel insanlığın kazanımlarıyla eş değerse duruşu net olur. Duruşu klas olur. Davranışı, oturup kalkması, askeri alanlardaki üstün donanımıyla ancak dik durabilir, savunmasını gerçekleştirebilir. Devletine olan bağlılık ve güven, aynıyla hedefe ulaşmanın, başarmanın adı da “Kızıl Elma”dır Ziya Gökalp’in ilk şiir kitabının adı da “Kızıl Elma”. Uzun ve lirik bir şiirdir. İçinde hikâye


ve kahramanlar barındıran bir şiirdir. Şöyle bir anlatıma sahip; “Bakü’de Türklüğü çok seven milyoner bir kız vardır. Adı Ay Han’dır. Anası Kırgız’ın Konrad boyundandır. Kendisi Paris’te okurken anası, babası birden ölürler, O, tuttuğu kutsal yoldan dönmez. Ülküsü Turan’da okullar açmaktır. Doğu’yu tanımaya. Doğu bilimlerini öğrenmeye girişir. Bir gün tüccardan Bahadır Han’la şehir dışında dolaşırken soluk benizli bir genç görür. Bu genç, ressam Turgut’tur. Sakallı bir köylüden “Kızıl Elma”nın yolunu öğrenmiştir. Şehre gelir. Burası cennet gibi bir yerdir. Yalnız, gördüğü, gerçekte bir şehir değildir, kendinden geçtiği bir anda Kızıl Elma’yı rüyasında görmüştür.” Şiirden kısa bir bölüm konunun anlaşılması açısından isabetli olacaktır; “Az-uz gitti dağlar, dereler aştı;/ Ülke ülke, şehir şehir dolaştı “Kızılelma nerde” diye sorardı;/Ne bilen onu, ne düşünen vardı. Kaşgar’da bir sabah gördü bir i’lân:/Tepeden tırnağa titredi heman; Çünkü Kızılelma sözleri, iri/Harflerle yazılmış, yanında biri Diyordu: “Kimlerse evlâtlarını/Verenler, yazsınlar ki adlarını, Yakında kafile çıkacak yola/İlan ediyoruz ki malum olan ... Devlet dediğimiz bu kutlu çatı, hayatı, aileyi, namusu, kazancı koruyan kollayan bir çatıdır. Dolayısıyla devlete olan güven, teslimiyet, bağlılık imanın, ibadetin, sancağın, bayrağın korunduğu, yaşatıldığı bir yapıya işaret eder. Bu nedenledir ki bu göksel şölen altında büyük bir coğrafyanın, tarihin kalbi olan milletin, memleketin, devletin bekası insanın bekasına, huzuruna, mutluluğuna bağlıdır. Türkler ezel yurdundan aldıkları o coşkun yapılarıyla hedeflerden hedeflere, kıtalardan kıtalara, fetihlerden fetihlere, yurtlardan yurtlara dolayısıyla devletlerden devletlere “Kızıl Elma” duygusunu her daim dipdiri-sapasağlam tutmuşlardır. Roma’yı, Bizans’ı, Hint’i, Çin’i, Mısır’ı, Rum’u ele geçirmiş olsalar da “Kızıl Elma” hiç bir şekilde bulunmamış, yakalanmamış, yetinilmemiştir. Bundan dolayıdır ki yeni fetihler, yeni fetihlere, yeni icatlar yeni icatlara, yeni hamleler yeni hamlelere her daim kapılar açmıştır. Türklerde var olan milli birlik, tarih birliği, ülkü ve ülke

birliği, coğrafya birliği, din birliği, dil birliği gibi umdelerle sınırsız büyük düşlere sahip geniş toprakların adıdır Milli Devletin “Kızıl Elma”sı. Milli olmayan devletler, milli devletlere karşı sürekli oyun içindedirler. 15 Temmuz 2016 tarihinde vuku bulan terör, kalkışma, darbe teşebbüsünün ardında ki gerçek, devletin yekvücut halini sindiremeyen batıcı anlayış, içten ve dıştan satın aldığı oyuncularıyla darbe yapılamaz denilen bir anlayış milletin hafızasına yerleşmişken yapılmıştır. Bu teşebbüs, bu kalkışma. Bu darbe çığırtkanları kendi çığlıkları içinde bertaraf olmuşlar devletin asaletinin yeniden gözden geçirilmesine fırsat vermişlerdir. “Şer sanılanda hayır vardır” prensibi bize bir kez daha hayrın ve hakkın kapılarını aralamıştır. Mesele dışa karşı tam bağımsızlık mücadelesindeki ısrarın kırılarak yeniden bağımlı hale getirilme ve istenildiği gibi kullanılma çabasını asil milletimiz seksen milyonun yekvücut olmasıyla zincirleri kırılmış ve inleri darmadağınık hale getirilmiştir. Elde avuçta birikmiş, ekonomisi özgür bir Türkiye anlayışıyla yol devam ediyoruz. Daha temkinli ve dikkatli olmak icap ediyor. Milli devlet anlayışında hem içte hem de dışta özgür bir yapı gözükür. Bu dinamik ruh, milli devletin ruhudur. Ruhunuz özgür olursa devletiniz de, milletiniz de, sanatınız da, edebiyatınız da özgür olur. Dini olmayan hiçbir topluluk devletin bekasını düşünmez yalnızca kendi çıkarlarını düşünür. Oysa inançta bir, imanda bir, vatanda bir, ülküde bir ülkede bir, acıda bir, kaderde bir, kederde bir, sevinçte bir, ezanda bir olan milletimizin dil birliği, vatan sevdası Çanakkale ruhu kadar diri ve derindir. Bu nedenledir ki yeni istiklal savaşı verdiğimiz 15 Temmuz 2016, milletimiz tarafından asla unutulmayacaktır. Bizim milletimizin düşmanları, açık açık ifade edilmelidir ki vahyin dışında kalan bütün devletler ve milletlerdir. Vahyi reddeden batılı devletler mazlum milletlere karşı uzun asırlardır zulmetmeyi sürdürürlerken yalnızca bu milletlere sahip çıkan bizim devletimizdir. Kapitalizmin, sosyalizmin, komünizmin, emperyalizmin düşman olduğu ülkeler milli devletlerdir. Milli devlet, birlik ruhunu tevhitte sağlamış olan devlettir. Tevhide karşı duran kim varsa, hangi millet ya da devlet olursa olsun onun karşısında Büyük Cihan Devletimiz Türkiye vardır. 21


ÖRNEK BİR MÜNEVVER,VAHDET ŞUURLU BİR ŞEHİRLİ;

MEHMET EMİN

ALPKAN

Çoğu mürekkep yalamış,hatta ünvanlı, etiketli, şöhretli bir kalabalığın içinde söz alıp yüreğini konuşturduğunda , herkesi hem şaşırtmış ve hem de duygulandırmıştı.Zira sözleri, hakikatin sesiydi,ne maddi ne de manevi hiçbir hesap gözetmiyordu.Kendisini, “Okur-yazar olmayan biri” diye takdim etmişti ama,aslında onun şahsında konuşan Osmanlı irfanının ta kendisiydi. Vehbi VAKKASOĞLU*

*Eğitimci-Yazar

sayı//27// ekim 22

ehmet Emin Alpkan(1917-1990), Bir yiğit Anadolu insanı. Dümdüz…Eğrisi büğrüsü yok… İyilik kimden ve nereden gelirse gelsin taraftar,kötülük hangi imzayı taşırsa taşısın karşı…Hem de açıktan,yekten ve en cesur üslupla…Sonucu ne olursa olsun; iyiden, iyilikten,vatandan,miletten yana… Derdi Vatan olan bir insan…”Kimse yoksa ben varım” diyen,durumdan vazife çıkarıp, en zor ve tehlikeli işlere koşan bir gayretin sahibi… Çoğu mürekkep yalamış,hatta ünvanlı, etiketli, şöhretli bir kalabalığın içinde söz alıp yüreğini konuşturduğunda , herkesi hem şaşırtmış ve hem de duygulandırmıştı. Zira sözleri, hakikatin sesiydi,ne maddi ne de manevi hiçbir hesap gözetmiyordu.Kendisini, “Okur-yazar olmayan biri” diye takdim etmişti ama,aslında onun şahsında konuşan Osmanlı irfanının ta kendisiydi. Babamla ilk tanıştıkları anı iyi hatırlıyorum.Gıyaben birbirlerini çok duymuş,ama hiç görüşmemişlerdi. Onlar,müşterek dostları vasıtasıyla,birbirini görmeden sevebilen güzel insanlardandı. Öyle bir sarmaş dolaş olmuşlardı ki,bir an, hiç ayrılmayacaklar sanmıştım.Neden sonra ayrışınca,gözlerinin içi gülen Babama baktı baktı ve dedi ki: “-Yahu Vakkasoğlu!Ben de seni gıyabında duydukça,koskocaman,yere göğe sığmaz dev gibi bir adam sanırdım.Bu kadarcık mıydın yahu? Küfre karşı bu halinle mi kükreyip dururdun?” “-Efendim,aslında gördüğünüz kadar bile değilim”diye cevapladı Babam. Böyle başlayan bir sohbetin nereye kadar gideceğini tahmin ettiğim için,bu iki sevdalı gönlü baş başa bırakıp görevime gittim. Dört saat sonra geldiğimde, muhabbetin bütün hararetiyle devam ettiğini gördüm. Yanılmamıştım.Onları birbirinden almak zordu.Rahmetli İrfan Atagün Ağabey’in, “Abi çıkalım,vasıta bulmamız müşkilatlı olacak”ikazından sonra ancak vedalaşabilmiştik. Ne var ki,vedalaşıp ayrıldıktan sonra da, Babam hala oradaydı;o gönlü güzel ADAM’dan kopamamıştı… Bu sebepleydi,defalarca tekrarladığı; “Oğlum,beni bugüne kadar neden tanıştırmadın?”sitemi…Mizaçları ve hayata bakış açıları tam örtüşmüştü.Yaşları bile


aynıydı.O günden sonra,onun şahsında bir saygı değer Ağabey değil, şefkatli bir baba yüreği görür olmuştum.Zira o gün,dostluğun ne olduğunu, bir kez daha doyasıya tadarak anlamıştım. Almayı düşünmeden vermeye odaklanmış bir kişilikti…Hep koruyan, kollayan,şefkatle sarıp sarmalayan… Şerden,şerlilerden sakınan…Bir gün,ünü şanı yüksek,görüntüsü heybetli biri söz konusu olmuştu.Bizim o zata hüsn-ü zannımızı sezince, “Aman ha! Zahirine aldanmayın;o, tüy kabasıdır!” demişti. Bu deyimi ilk ondan duymuş ve çok sevmiştim.Çünkü sonraki yıllarda,ne yazık ki bizim çevremizde de tüy kabası olanlar sür’atle çoğalmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği ilk kitap fuarıydı.Bu sebeple, benim de heyecanım had safhadaydı. Çünkü,yakın dostlarımızla kurduğumuz çiçeği burnunda bir yayınevi vardı.Fuara ben de bu yayınevinden çıkmış kitaplarımla katılacaktım. Özellikle de, İSLAM DÜNYA GÜNDEMİNDE adını taşıyan yeni çıkmış bir kitabımın ne ses getireceğini çok merak ediyordum. Fuarın açılış günü büyük bir heyecan içinde Sultanahmet’e gittim.Yeni kitabımı,önce Baba Dostum’a takdim ettim.O günlerde, rahmetli Ömer Öztürkmen Ağabey’in GÖZYAŞI MEDENİYETİ de yeni çıkmıştı.Bu iki kitabı yan yana koydu. “Ne büyük tevafuk…Birbirini tamamlayan iki kitap…İkisi de sevdiklerimin eseri…Göz yaşlarımızla sulanan medeniyetimiz yeşerdi… Şimdi o medeniyetin ruhu olan İslam, güneş gibi parlıyor ve dünyanın bir numaralı gündemi oluyor…İnşallah, biz de o güzelliğe layık olur, güneşi örtmeyiz” dedi. Ben fuara gideceğimi söyleyip alelacele veda ettim. Cihan Yayınları’nın fuardaki standına geldim. Vakit Ramazan,mevsim yazdı.Güneş tam da standımızın içindeydi.Dolayısıyla ortalık tenhaydı.Görevli arkadaşlar da benim gibi telaşlı ve heyecanlıydı.Fuar ne demekti,imza nasıl olurdu? Orada ne yapılır, nasıl davranılırdı? Gelen giden, selam veren dostlarda da, nasıl davranacaklarına dair bir acemilik seziliyordu. Biz o tatlı heyecan içinde, komşularımızı gözlemlemeye çalışırken,birden arkadaşlar hareketlendi.Ben de durumu fark ettim ve ayağa fırladım.O an gözlerime inanamadım.O baba adam,birkaç dostuyla standımızdaydı.Hemen sandalyemi vermek istedim.Tatlı sert kızdı: “Şimdi orası senin yerin.Otur!”dedi.Ben ısrar edince de “Sakalını yerine bağlıyacaksın .Yazar,oturur ve kitabını imzalar” diye uyardı. Tabii ki utana sıkıla, ilişiverdim sandayeye…

Bir kitap aldı ve “Bunu bana imzalayınız” dedi. Çok mahcup oldum. “Ağabey bu kitaptan ben size takdim etmiştim”dedim. “O başka… Şimdi bunun hatıra değeri var,biz alacağız, sen de imzalayacaksın!” Bu bir emirdi. Artık emre uymaktan başka çare yoktu.O sırada arkadaşlar bir tabure bulup, Ağabey’i de oturttular. Bir süre sohbet ettik.Hem beraber getirdiği dostlarına,hem onu yanımızda görüp selam verenlere kitaplarımı tavsiye etti.Daha doğrusu almalarını amirane söyledi.Ben de, ilk kitap fuarı tecrübemi, beklentilerin üzerinde bir katılımla yaşamaya başladım.Bir süre sonra, bizim stant kalabalıklaştı.Ben kitap imzalamaya dalmışım. Baktım, kalabalığın içinden omzuma dokunan onun eli…Ayağa kalktım, kulağıma, “Haydi Allahaısmarladık,bize müsaade,yolun açık olsun.Maşallah durum iyi” dedi.Başka hiçbir yere uğramadan çıkıp gitti. Böylece gördüm ki,işini gücünü bırakıp,o yaz Ramazanında sırf benim için,yani heyecanını ve biraz da kaygısını gördüğü genç yazarı yüreklendirmek ve desteklemek için fuara gelmişti… Ve o an,bir defa daha anladım, bir “Merhaba”nın bedelini…Dostluğun dilde değil, fiilde olduğunu…

Onun yanında, Allah,millet,vatan yolunda çabası olan herkes aynıydı. Müslümanları ayırmadan severdi

Fikri zikri ne olursa olsun, bu ülkenin, mağdur, mahzun bütün insanlarının yanında olmuştu. Bir gün, 12 Eylül mağduru,mahkumu Ülkücüler için yardım organize ettiğine şahit olurduk…Bir başka gün, 163. Maddeden yargılanan Nurcular için destek arayışlarını görürdük.Gün gelir, Timurtaş Hoca’nın beratını dert edinip,bunun için yollar aradığını duyardık… Onun yanında, Allah,millet,vatan yolunda çabası olan herkes aynıydı.Müslümanları ayırmadan severdi.Bu sebeple,benim, Maneviyat Dünyamızda İZ BIRAKANLAR adlı eserimi çok sever ve herkese hararetle tavsiye ederdi. O eser,Tercüman gazetesinde tefrika edilirken beni çağırdı ve ağlayarak kucaklayıp alnımdan öptü. “Aman Ağabey,ben bu kadar muhabbeti nasıl hak ettim?” dediğimde, “Sen bir kardeşlik kitabı yazdın.Sadece kendi ekibine değil,bütün dini gruplara muhabbeti artırıcı, hepsini birlikte sevdirici bir çıkış yaptın. Bu çok mühim bir iş” demişti. O’nun en büyük derdi,Müslümanlar arasındaki tefrika,ayrım gayrım işleriydi.İlk defa gördüğüm dostlarına beni tanıtır ve hemen , “Şu arı işini bu arkadaşlara bir anlatıver” derdi. “Arı işi”nin özeti şuydu: İz Bırakanlar adlı eserimde, Türkiye’de dine hizmet eden bütün toplulukların rahmete

23


Dini hizmet gruplarında olduğu gibi,siyasi görüşlerde de birlikten yanaydı. “Hayırlı işlerde siyasiler bir araya gelebilmeli”derdi.Kendisi bu hususta, önemli ve fakat sayısı az olan örneklerden biriydi.Onun nezdinde,Süleyman Demirel , Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş sadece bir telefon mesafesindeydi.

gitmiş büyüklerini kısaca anlatmış, sonra da, sevenlerine şu çağrıyı yapmıştım: “Bu büyüklerden birini en çok sevebiliriz. Hiç mahzuru yok. Ancak diğerleri de İslam bahçesinin çiçekleridir. Onları da dışlamayalım,hatta istifade etmeye çalışalım. Eğer biz bal arısı olursak,hem en çok sevdiğimizden,hem de diğerlerinden yararlanırız. Amma eşek arısı olursak,en çok sevdiğimizden de hiçbir istifademiz olmaz,peteklerimiz boş kalır,bal yapamayız.” Dini hizmet gruplarında olduğu gibi,siyasi görüşlerde de birlikten yanaydı. “Hayırlı işlerde siyasiler bir araya gelebilmeli” derdi. Kendisi bu hususta, önemli ve fakat sayısı az olan örneklerden biriydi.Onun nezdinde,Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş sadece bir telefon mesafesindeydi. Hemşehrim Ferruh Bozbeyli’ye de başlangıçta büyük ümitler bağladığını ifade ederdi.Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en genç Başkanı olduğunda çok sevinmiş,bunu ülkenin siyaseten hayra dönüşmesi için mühim bir başlangıç saymış… Fakat, Başkan’ın Meclisin açılış kokteylinde verilmesi adet olan içkiyi,ikazına rağmen kaldıramaması, onun bu husustaki ilk hayal kırıklığı olmuş… 50’li yılların sonunda, Nur Risaleleri Latince olarak basılmak istenir. Bu işi, Bediüzzaman hazretlerinin bizzat görevlendirdiği rahmetli Ahmet Aytimur rahmetli yapacaktır.Tabii o zamanki şartlarda, her bakımdan çok zor bir iştir bu. Hem para, hem de cesaret ister. O dönemde, başı sıkışan her Müslüman gibi, o da Topbaş’lara baş vurur. Allah diyen herkesin yanında olan Yiğit Taşkentli, o sıralarda Topbaşların mubayaa memurudur. Daha doğrusu, her türlü alım satım işlerinde yüzde yüz güvendikleri,bu sebeple de, bir hayli maddi kayıplarını kapattıkları bir görevdedir. Dolayısıyla, patron nezdinde itibarı çok üst düzeydedir. Ahmet Aytimur rahmetli, istemeye hiç de yatkın olmayan bir ruh haliyle,Topbaş’lara gider. Yolu önce ona düşer. Projeyi anlatır. Nur Risalelerinden kısa bahisler okur. Okuduğundan çok, haliyle,ihlasıyla etkiler. Çok sevilen ve çok güvenilen mübayaa memuru, bu mahcup Adamı hemen patronuna götürür, durumu anlatır. Rahmetli Muammer Topbaş, “50 lira veriniz” deyince, itiraz eder. “Efendim,bu iş 500 lirayla da olmaz. Kitabı bastırsınlar,bir cildin masrafı size ait olsun” der. Muammer Bey de kabul eder. Böylece,bu eserlerin yeni yazıyla ilk basımında, bu

sayı//27// ekim 24

hayırsever insanın mühim bir katkısına vesile olur. Bir gün, odasında tatlı bir sohbet vardı.Kendisi de gayet neşeliydi. O sırada Tarih Fakültesi’nden,daha önce tanıdığı ve muhtemelen burs temin ettiği birkaç öğrenci geldi.Bir hocalarının Fatih Sultan Mehmet’i bazı konularda tenkit ettiğini anlattılar.Birden havası diğişiverdi,kızdı,köpürdü,kabına sığmaz bir hale geldi. “Kim bu hadsiz!” dedi.Gençler biraz çekindiler ama,o hemen hocayı tahmin etti. Olayın kahramanı Karamanlı bir Profesör’dü. “Vay vay! Onun Karamanlılığı tutmuş gene… Bakın hele” dedi, telefona yapıştı ve o zata hemen gelmesini söyledi.Gençlere de, “Siz şimdi gidin,ben onunla konuşacağım,bir daha böyle bir şey olmaz” dedi. Ben çok şaşırdım.Acele bir işim olmasına rağmen,sonucu merak ettiğim için bekledim.Bir saat kadar sonra,benim de gıyaben tanıyıp takdir ettiğim Sayın Profesör, gerçekten geldi.Gıyabında söylenenleri dinledi.Kısa izahlar yapmaya çalıştıysa da, açıklamaları asla kabul görmedi. “Mevzu koca Fatih olunca,sana bana sadece edebini takınmak düşer. Fatih’i çürütmeyi Avrupalı tarihçiler fazlasıyla yapıyor zaten;sen sevdirmeye bakacaksın kardeşim” diyerek noktayı koydu. Profesörümüz de, gerçekten saygılı davrandı, özür diledi ve bir daha, hiçbir şekilde ve hiçbir sebeple Fatih Dedemiz hakkında öğrencilerine olumsuz anlaşılabilecek hiçbir şey söylemeyeceğine dair söz verdi. Mesele böyle tatlıya bağlanınca,çay faslı başladı.Mükemmel bir muhabbete şahit olduk ve şaşırdık.O değerli ilim adamı hesaba çekilmesinden dolayı hiç alınmadı,saygıda da kusur etmedi.Hesaba çekende de hiddet,şiddet kalmadı,tamamiyle bir muhabbet hali sergiledi. O günden beri, hala, o Yiğit Adam’ın ecdat sevgisindeki tavizsiz tutumuna; Sayın Profesör’ün de Ağabey saygısına ve kibarlığına hayranım… Osmanlı deyince akan suları dururdu. Köksüzlere,maziyi bilir bilmez taşlayanlara çok hiddetlenirdi.Ancak onun sevgisi,kuru ve teorik bir sevgi değildi.Daha doğrusu aşktı,Osmanlı aşkı…Bir keresinde bu aşkın nasıl taştığını şöyle anlatmıştı: “-Gazetede bir haber gözüme ilişti.Sultan Abdülhamid Han’ın hanımı Behice Sultan vefat etmiş.Hemen Yahya Efendi dergahı’na koştum. Mezarlıkta pek az kimse vardı.Onlar da tedirgin ve suskun bekleşiyorlardı.Cenazeyi sordum.Meğer Yahya Efendi mezarlığı’na defin yasakmış.Oysa ki Sultan, orada defnedilmeyi vasiyet etmiş.


“Böyle yasak olur mu?” deyip fırladım. Osmanlı hanedan mensubu bir annemiz, aile mezarlığında sırlanamıyor…İstedikleri yerde yaşamalarına izin verilmedi…Şimdi de istedikleri mezarlıkta defnedilemiyorlar…Bu nasıl iş!..” Hemen Başbakan Demirel’e bir telgraf çektim.Durumu kısacık açıkladım. “Cenaze defnedilmek için emrinizi bekliyor” dedim. Meğer orada defin için Bakanlar Kurulu’ndan çıkacak hususi bir müsaade gerekiyormuş. Mezarlığa döndüğümde,biriken kalabalık hala sessizce ve ümitsizce bekleşiyordu. Ben,“İzin tamam, emir çıktı” dedim, kimse kıpırdamadı. Ben orada duran kazmayı kaptım. Başladım mezar yerini kazmaya…Öyle hızlı ve sert sallıyordum ki kazmayı,kısa zamanda epey kolayladım işi. Görevliler öyle şaşkın bakıyor,ama harekete geçmiyorlardı.Sonra küreği kaptım,biraz çalıştım. O sırada defin için resmi izin haberi geldi. Ben çok yorulmuştum, kenara çekilip oturdum.Yüzüm terli,gözüm yaşlıydı.Görevliler kazmaya devam etti. Nefes nefeseydim,ayağa kalkacak halim yoktu. O sırada, bir hayli kimse,benim kucağıma para bırakıyordu. “Ben vazifeli değilim,gönüllü çalıştım,ihtiyacım yok vs.” dediysem de, kucağım parayla dolmuştu.” Evet, mevzu Osmanlı olunca, durumdan vazife çıkaran Adamdı… Osmanlı’nın mezarını kazanlara inat,mağdur ve mahzun Osmanlı’ya, vasiyet ettiği yerde mezar müsaadesi alan,sonra da kimse yoksa ben varım diyen ve kazmayı kapan Adam…Adamın hası Adam… 12 Eylül darbesinin hüküm sürdüğü günlerdeydi.BOZGUN adlı üç ciltlik eserim için dava açılmıştı.Dava en tepedeki makamca takip ediliyor ve İstanbul Selimiye’deki askeri mahkemeye sevk ediliyordu. Ben bu haberi epey bir zaman sonra alıyor ve tabii büyük bir heyecana kapılıyordum.Çünkü, o zamana kadar hiçbir eserimden dolayı yargılanmamıştım. En yakınlarım bile, “Neden bu konulara girdin ki!Başka yazacak şey mi yoktu?” derken, ben hemen, öyle demeyecek olan Adama koştum. Önce sakinleştirdi beni,hoş sohbet etti, sonra tebrik etti: “Asıl şimdi yazar oluyorsun.Yazar dediğin adamın yolu, hiç değilse bir defa mahkemeden geçmeli” dedi. Sonra da düşündü taşındı,birkaç dostuna telefon etti. “Dua et şimdi,aradığımızı bulalım”diyerek,bir telefon konuşması daha yaptı. “Bozgun’dan bahsetti.Yakın tarih için

mutlaka okunması gereken faydalı bir kitap” olduğunu söyledi. Telefonu kapattığında benim heyecanım son haddine gelmişti.Bana döndü , “Haydi hayırlısı olsun.Selimiye’deki 33 askeri savcıdan birini tanıyorum.Son konuştuğum oydu.Çok dürüst ve samimi bir insan.İnşallah gerekeni yapar, merak etme”dedi. Bütün mesele, bizim Bozgun dosyasının, tanıdığımız savcının tanıdığı ve konuşabileceği bir meslektaşına gelmesiydi.Gerçi kitapta yazılan her şey kaynaklara dayalıydı ama, yine de sonucun daha çabuk alınması ve sanık konumundan bir an önce kurtulmam gerekiyordu.Çünkü ben, o tarihte öğretmendim. Artık her gün Ağabey’e uğruyor ve yeni bir haber alıp almadığını soruyordum.Bir hafta kadar sonraydı. “Yahu sen düşündüğüm kadar sabırlı değilsin galiba!” dedi ve Savcı Bey’e tekrar telefon açtı. Durumu hatırlattı.Birden sevinci yüzüne ve sesine yansıdı.Benim de merakım sevince dönüşüverdi.

Osmanlı deyince akan suları dururdu. Köksüzlere,maziyi bilir bilmez taşlayanlara çok hiddetlenirdi.Ancak onun sevgisi,kuru ve teorik bir sevgi değildi.Daha doğrusu aşktı,Osmanlı aşkı…

“Haydi gözün aydın. Senin dosya bizim savcıya gelmiş”dedi. Şaka gibiydi. İnanamadım. Ama gerçekti. Otuz üçte bir ihtimal gerçek olmuştu. Savcı Bey eseri okuduğunu ,gerçekten suç unsuru bulunmadığını ,dolayısıyla da, bir haftaya kadar takipsizlik kararı vereceğini söylemişti. “İşte bu kadar!” dedi… Ben bu habere çok sevinmiş olmakla birlikte, “Acaba daha çabuk çıkamaz mı bu karar?” demekten kendimi alamadım.Daha önce hiç yaşamadığım bu halden, bir an önce kurtulmak istiyordum. Benim bu nazlanmam,o sert görünüşünün altında yatan şefkati hemen harekete geçirdi: “Öyleyse,bir telefon daha açalım,bakalım bu acelemize Savcı Bey ne diyecek?”dedi. “Savcı Bey,bu genç arkadaşımız çok heyecanlı… Bu işi hemen bitirip, müjdeyi bugün versek olmaz mı?”dediğinde, ben nefesimi tutup telefondaki sesi duymaya çalışıyordum.Nihayet beklenen cevap gelmişti: “Genç Arkadaşınıza beklediği haberi bugün verebilirsiniz.Eserde suç unsuru yoktur,takipsizlik kararı veriyorum.” Bir şefkat abidesi olan Baba Adam,yeniden çay söyledi ve benden fazla sevindi: “Surda bir gedik açtık,mukaddes mi mukaddes Ey kahpe rüzgar! Artık ne yandan esersen es!”dedi. Allah rahmetine gark etsin onu.Ve ebedi kurtuluşun müjdesini duyursun. 25


SEYRİMDE

BİR ŞEHRE VARDIM (iki)

Ebubekir Efendi, “Biz zaferle değil seferle yükümlüyüz. Ben şimdi evden çıkmazsam, artık bir daha hiç çıkamam” dedi. Çevik adımlarla hızlıca yukarı kata çıktı.Huşu içinde abdest alıp iki rekat sefer namazı kıldı. Secdeye kapandığında Rabbine bütün azaları ile yakardı. “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm Alemlerin Rabbi olan Allah içindir” dedi. Şehrini Alemlerin Rabbi olan Allah-u Teala’ya teslim etti Hüseyin YÜRÜK*

eriye doğru son bir bakışla bakayım dedim.Ebu Bekir Efendi “Tekrar mülaki oluruz bezmi ezelde/ Evvel giden ahbaba selam olsun erenler” diyerek Necmeddini Kübra’dan, Ahi Evran’dan kalma bir halle vakur ve heybetli bir şekilde, tıpkı Moğolları bekler gibi, siyah elbiseli cellatları bekliyordu.) Ebubekir Efendi beni uğurlayıp evin kapısını kapattığında yüzünde bir büyük dehşet ifadesiyle koşturup gelen zevcesi Hafize Hanımla karşılaştı. Hafize Hanım kesilmiş nefesi ve kısılmış sesiyle zorlukla “Ebubekir Efendi gördün mü? Ebrehe’nin Ordusu geliyor” diyebildi. Ebubekir Efendi az önce sokağa giren Moğol Ordusu’nun askerlerini görmüştü, ancak Ebrehe’nin Ordusu’ndan haberi yoktu. Yukarı kata çıkıp camın perdesini aralayınca Ebrehe’nin Ordusu’nun şehrin köprüsü başta olmak üzere çeşitli merkezlerini işgal etmek üzere ilerlediğini gördü. Ebrehe, ordunun en önünde, eski çağlardan kalma mamut büyüklüğündeki filin üzerinde bir kibir abidesi olarak bazan bir firavun bazan bir nemrut edasıyla oturuyordu. Ebubekir Efendi, koşturarak tekrar yanına gelen zevcesi Hafize Hanım’ın sekinetle elini tuttu. Sonra gözlerini sokağa dikerek tane tane konuştu. “Ben daha önce ‘Bu şehrin nasılsa sahibi var, şehri o korur’* diye Ebrehe’ye karşı çıkmamıştım. Onu Allah’a havale etmiştim. Ancak bu kez onunla hesaplaşacağım.Çünkü yaptıkları artık ‘gayretullah’a’ dokundu.”dedi. Hafize Hanım, şaşkın gözlerle Ebubekir Efendi’yi süzdü. Ebubekir Efendi koskoca Ebrehe’nin Ordusu’na karşı tek başına ne yapabilirdi ki? Hiç itiyadı olmadığı halde neden böylesine kendisinden emin konuşuyor ve “Onlarla hesaplaşacağım” diyordu.

*TC.Çevre Bakanlığı Müşavir

sayı//27// ekim 26

Ebubekir Efendi, “Biz zaferle değil seferle yükümlüyüz.Ben şimdi evden çıkmazsam, artık bir daha hiç çıkamam” dedi. Çevik adımlarla hızlıca yukarı kata çıktı.Huşu içinde abdest alıp iki rekat sefer namazı kıldı. Secdeye kapandığında Rabbine bütün azaları ile yakardı. “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, yaşamım ve ölümüm Alemlerin Rabbi olan Allah içindir”* dedi. Şehrini Alemlerin Rabbi olan Allah-u Teala’ya teslim etti.


Ebubekir Efendi, fillerden gelen ateş altında koşturarak görev yaptığı mahalle camisine girdi ve seri adımlarla minareye çıktı. Şimdi bütün şehir ve olan biten her şey gözünün önündeydi. Bir yandan Moğollar diğer yandan Ebrehe’nin Ordusu sanki tarihi bir anlaşma yapmış gibi, işbirliği içersinde Ebubekir Efendi’nin şehrini işgale koyulmuşlardı. Ebubekir Efendi, aç kurtlar gibi şehre dalan işgal ordusunun askerlerine son bir bakışla baktı. Sonra bir elini yüreğine, bir elini kulağına götürdü ve gecenin karanlığını yırtarcasına nida etti: ALLAHU EKBER! Bu nidayı duyunca, önce bütün şehir, sonra bütün yeryüzü, sonra cümle alem dikkat kesildi. Bütün sesler sustu. Moğollar ve Ebrehe’nin Ordusu’nun askerleri bu sesi ve sahibini gözleriyle arayıp bulmaya çalıştılar. Ebubekir Efendi, yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle, Bilal-ı Habeşi’den kalma bir heybetle tekrar nida etti: ALLAHU EKBER! Yedi kat sema bütün haşmetiyle aralandı. Bedir’de bir dağa inen* ve o gün bugün semada nöbet bekleyen savaşçı melekler dalga dalga şehre inmeye başladılar. Ebubekir Efendi, yine nida etti: EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH! 1500 yıl önce Ebrehe’nin ordusunu darmadağın eden ve o gün bugün göklerde dolaşan ebabil kuşları* ağızlarına aldıkları küçük taşlarla şehrin üzerine doğru kanat çırpmaya başladılar. Ebubekir Efendi ikinci defa nida etti: EŞHEDÜ ENLA İLAHE İLLALLAH!.. Balkan topraklarının fütuhatına katılan ve Grijigal Kalesi’nde bir burçta medfun bulunan ‘Başını Vermeyen Şehit’* bu nidayı duydu. Kalktı, silahlarını yeniden kuşandı. Ebubekir Efendi nida etti: EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESULULLAH! Evliya Çelebi’nin Ahi Çelebi Camii’nde bir sabah namazında karşılaştığı, ‘Azak Kalesi’ndeki müslümanlara yardıma giden sahabe ordusu*ndan’ müteşekkil müfrezenin ruhaniyeti bu nidadan haberdar oldu. Zırhlarını giyindiler, kılıçlarını kuşandılar ve Sad İbni Ebi Vakkas komutasında yola çıktılar. Ebubekir Efendi ikinci defa nida etti: EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESULULLAH! Sad ibni Vakkas’a çok benzeyen bir genç şehir sakini Ebrehe’nin mamut büyüklüğündeki filinin önüne çıktı. Kadisiye’nin fethinde Sad İbni Ebi Vakkas’ın filin gözüne attığı okla fili çökertmesi gibi Ona benzeyen genç de gözüne

attığı taşla fili ayakları üzerine çökertti. Koskoca fil böğüre böğüre, kan kusarak yerde tepinmeye başladı. O anda Hendek Savaşındaki “Attığın zaman Sen atmadın, biz attık”* ayeti kerimesi bir kez daha tecelli etti. Ebubekir Efendi “HAYYAELSALAH” deyince şehir halkı pencerelere koştu. Kısa bir an ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Sonra sanki yüzyıllardır bu çağrıyı bekliyormuş gibi gece yarısı okunan bu ezandaki çağrının maksadını ve muştusunu hemen anladılar. Ebubekir Efendi ikinci defa “HAYYAELSALAH” deyince bu muştuyu alan şehir sakinleri, çeyiz sandıkları başta olmak üzere evlerinin en mahrem yerlerinde, en güzide köşelerinde sakladıkları sancakları evlerinin pencerelerine astılar. Ebubekir Efendi “HAYYAELFELAH” diye nida ettiğinde şehir halkının geri kalan kısmı da uyanmıştı. Ürkek bakışlarla pencelerden sağa sola bakıştılar. “Bu saatte ezan okunur mu?” diye Ebubekir Efendi’ye söylendiler. Ama çok geçmeden olağanüstü bir şey olduğunu hemen anladılar. Koşarak ceplerini akçelerle, heybelerini ekmeklerle doldurdular ve evlerinin Bodrum katlarına saklandılar. Ebubekir Efendi ikinci defa “HAYYAELFELAH” diye nida ettiğinde şehir halkı evlerinin bahçelerine çoktan çıkmışlar, ceplerini ve ellerini taşlarla doldurmuşlardı. Sanki ilahi bir sura üfürülmüş gibi şehir halkının yüreklerine semadan dalga dalga bir sekinet yağmış, ruhları fütüvvet, şecaat ve kahramanlık duygularıyla coşmuş, korku duygusu unutulmuştu. Ebubekir Efendi ALLAH-U EKBER! diye nida ettiğinde şehir halkı hep bir ağızdan Allah-u Ekber! diyerek sokaklara fırladılar. Yeryüzü şaşkın, şehir şaşkın, düşman orduları şaşkındı. Böyle bir olay insanlık tarihinde belki de ilk kez yaşanıyordu. Saldırının yönü değişmiş şimdi işgalciler arasında bir panik ve bozgun başlamıştı. Olanları gören Ebubekir Efendi mutluluktan gözlerinden dökülen yaşlarla Rabbine hamdü senalar etti. “Bu Rabbimin bir fazlıdır (lütfudur)”*ayeti kerimesi dudaklarından döküldü. “Allah bir kulu sevdiğinde, Cebrail’e ‘Ben filan şahsı seviyorum o halde sen de onu sev’ diye buyurur. Böylece Cebrail de onu sever. Gökteki melekler de “Allah bu kulu seviyor. Siz de onu sevin! diye nida ederler”* hadisi şerifi bir kez daha tecelli ettmiş oldu. Ebubekir Efendi’yi ve şehir halkını yetimlere, mazlumlara, garip

27


gurebaya sahip çıktığı için seven Allah-u Teala, Onları kendi katından ordularla destekledi. Ebubekir Efendi, bir savaşı yöneten başkomutan gibi minareden kendine yeni bir yer edindikten sonra yanık bir sesle bu kez sala okumaya başladı. Okuduğu salâ dalga dalga bütün yeryüzüne, geçmiş zamanlara ve kutlu mekanlara yayıldı. Sultan Alparslan’ın komutasındaki Malazgirt Şehitleri, Ahmed-i Yesevi’nin Horasan erenleri bu çağrıyı duydular, ruhları haberdar ve hoşnut oldu. Osman Bey’in komutasındaki Osmanlı erleri ve erenleri, Şeyh Edebali’nin dervişleri bu çağrıyı duydular, ruhları haberdar ve hoşnut oldu. Hacı Bayramı Veli, Hacı Bektaş-ı Veli, Hoca Akşemseddin’in derviş ve erenleri bu nidayı duydular. Kalktılar ve sefer hazırlığı yaptılar. Hoca Sadeddin’in Haçova Meydan Muharebesi’nde ordunun bozulma anında padişahın atının gemini sıkıca tuttuğu gibi* şehir halkı ellerindeki taşlara sıkıca sarıldılar. Otağı Humayun düşmek üzereyken devreye giren, kazma kürek ve kepçeyle Haçlılara hamle yaparak son anda düşmanı dağıtan askerler gibi*, şehir halkı ellerindeki sopa ve taşlarla dönemin Haçlılarının temsilcisi Moğol ve Ebrehe Ordusu’na karşı cevelan ettiler. Çanakkale’ye bir bulut içinde gelen ve Norfolk Ordusunu yok eden görünmeyen ordular* düşmanın üzerine bir kez daha çullandılar. Seyit Onbaşı yattığı yerden doğruldu. Mezarının en yakındaki en büyük kaya parçasını gözüne kestirdi. Besmeleyi çekip omuzuna kaldırdı. Sonra da denizin yakınındaki köprüyü tutmuş düşmanın üzerine doğru attı. Kıbrıs Harekatında Beşparmak Dağları’nda askerimize yardıma gelen erenler, okuyarak yol göstererek şehir halkının arasına karıştılar. Ne Moğollar ne de Ebrehe’nin Ordusu böyle bir halk savunma ile karşılaşacaklarını beklemiyorlardı. Çöldeki bir kum fırtınası gibi üzerlerine dalga dalga gelen bu büyük orduyu gören Moğollar ve Ebrehe’nin ordusu dinlerinden irtidat eden Mürtedler gibi, gerisin geriye kaçmaya başladılar. Öyle bir bozgun başladı ki ordunun subaylarının üniformaları, şapkaları, kılıç ve kalkanları, bir pazaryeri gibi ortalığı doldurdu. Bu manzarayı görenler “Bu Rabbimin bir fazlıdır (lütfudur)”* dediler. “Allah bir ateş çukurunun kenarından bizi çıkardı”* diye Allah’a şükrettiler. Ebubekir Efendi, bozulmuş bir şekilde kaçışan Moğol ve Ebrehe Ordusu’na son bir bakışla baktı. “Onlar bir tuzak kurdu,

sayı//27// ekim 28

Allah da bir tuzak kurdu”* ayeti kerimesi yine tecelli etti. Allah vaadinde haktır” dedi. Sonra seri adımlarla minareden indi. Gün iyice ışımıştı. Şehir halkı mutluluk içinde fillerin arasında dolaşıyor şükür namazları kılıyorlardı. Ebubekir Efendi boynunu büktü. Fethettiği Mekke’ye girerken tevazuundan başı devesinin eyerine değecek gibi olan* Allah Resulü gibi tevazu içinde sokaklardan, meydanlardan geçti, şehrin en uzak noktasında bulunan tepenin eteklerindeki Dergahına bitişik şehrin yetimhanesine geldi. Şehrin yetimhanesinde, Ümmetin bütün yetimlerinden birer numune vardı neredeyse. Şam’dan, Halep’ten Musul’dan,Bağdat’tan, Bosna’dan, Açe’den, Kırım’dan, Gazze’den Sudan’dan, Afganistandan. Yetimler Ebubekir Efendi’yi görünce sevinçle koşup boynuna sarıldılar. Ebubekir Efendi, gözyaşları içinde her sabah yaptığı gibi onların başlarını okşadı. Şükranla yetimlerin alınlarından öperken “Biz size sahip çıktığımızı sanıyormuşuz, meğer siz bize sahip çıkıyormuşsunuz” dedi. Aradan üç gün geçtikten sonra şehir halkı o gece kendilerini sokağa döken Davudi sesin sahibi Ebubekir Efendi’yi hatırladılar. Evinde, camisinde, dergahında onu arayıp durdular. Ebubekir Efendiyi gören veya rastlayan olmadı. O, eskilerin tabiriyle ‘sırra kadem basmıştı.’ Aradan kırk gün geçtikten sonra yetimlerden biri onu rüyasında gördü. “Efendi Hazretleri, bizi bırakıp da nerelere gittin?” dedi. Ebubekir Efendi boynunu büktü. “Evladım, bizim yolumuz şan, şöhret ve keramet yolu değildir. Bizim yolumuz şeriat ve istikamet yoludur. Ben şimdi başka diyarlarda yolculuğuma devam ediyorum” dedi YOLDAKİ İŞARETLER

• İbnü’l-Esir, s.443 • Kur’ân-ı Kerim, En’âm Suresi 162. Ayet Meali • Müslim, Cihad, 58; İbn Atıyye, I, 503 • Kadi Beydâvî, Envârü’t-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri • İslam Ansiklopedisi,Cilt:25,s.309 • Evliya Çelebi, Seyahatname • Kur’ân-ı Kerim, En’fal Suresi 17. Ayet Meali • Kur’ân-ı Kerim, Neml Suresi 40. Ayet Meali • El-Kufi, Muhammed b. Muhammed el-Aşas, el-Ca feryat, s. 11, Mektebet-ü Neynevi el-Hadise, • Peçevi Tarihi, Kültür ve Turizm Bak. Yay. Cilt:2, s.187 Ankara:1982 • Peçevi Tarihi, Kültür ve Turizm Bak. Yay. Cilt:2,s.188 Ankara:1982 • Kur’ân-ı Kerim, Neml Suresi 40. Ayet Meali • Kur’ân-ı Kerim, Aliimran Suresi 103. Ayet Meali • Kur’ân-ı Kerim, Aliimran Suresi 54. Ayet Meali . • İslam Tarihi, M.Asım Köksal


KÖPRÜLER, CAMİLER,

ŞEHİRLER… Bu gün betonarme olarak yapılan köprüler sadece geçmelik. Tarihi taş köprüler ise doyumsuz ‘seyirlik’ Mikail Türker BAL

ütün Balkan şehirlerinde gördüğümüz bir kaç öğe var. Peki nedir Bunlar? Birincisi; şehrin tam ortasında akan bir nehir. Bu nehir ile şehir ikiye bölünmüştür genellikle. Şehir genellikle bu nehir yatağının sağına ve soluna kurulmuştur. Tabi ki susuz bir medeniyet düşünülemez. Ama şehirleri kurarken illa ki yanında olmak istemişlerdir bu hayat kaynaklarının.

Yamaca kurmuştur şehrini. Çünkü ovada ziraat yapar. Hem doğal afetler için de akıllı bir tercihtir yamaç yerleşimi. Ve tabi ki şehrin mabedidir olmazsa olmazı. Bu mabet şehrin tam da göbeğindedir. Ama köprüye yakın olanı makbuldür. Bir bütünlük oluştururlar taş köprülerle. İki kardeş gibidirler aynı malzemeden, aynı özden. Ne kadar da uyumludurlar birbirleri ile. Bütün bu özellikleri kendinde barındıran bir şehirden konuşalım isterim bu yazıda. Bu şehir bütün güzelliği ile Prizren şehridir. Sinan Paşa Cami, Taş Köprü ve Bistriça Nehri. Bu üçlünün bir de bir de can kardeşi vardır ki, şehrin sırtını verdiği tepede yer alan kaledir. Prizren Kalesi’nden şehre baktığınızda Sinan Paşa Cami ve Bistriça Nehri üzerindeki Taş Köprü ilk göze çarpan yapılardır. Nehrin kenarında yürüyüş yapan insanların nehrin diğer köprülerinden de geçerek sürekli tur attıklarına şahit oluruz. Genelde akşamları yapılan bu yürüyüşün adı ‘volta’dır. Yugoslavya döneminde şehirdeki farklı etnik unsurlar bir araya gelsin, kaynaşsın diye oluşturulmuş bir adettir. Herkesin bir araya toplandığı şehir merkezi ve nehir boyu yürüyüşleri. Bistriça nehri boyunca yürüyüş yapmak isterseniz siz siz olun Maraş’tan başlayın. Tabiki Kahramanmaraş değil kastettiğimiz. Prizren’in Maraş’ından bahsediyorum. Eski değirmen ve nehrin paralelindeki su kanalı arasından taş döşeli, ince yoldan yürümeye başladığınızda Sâdî tarikatı piri Süleyman Acize Baba’nın türbesini görürüz solumuzda. Ve tabi Maraş Camisini. Şehrin içine doğru yürüdükçe nehir kenarındaki birçok cafenin içinden geçeceğiz. Gide gide önümüze Sinan paşa Cami ve Taş köprü çıkacak. İşte Prizren’in orta yerinde bıraktığımız imzamız.

Nehirlerin geçtiği şehirlerde olmazsa olmazdır köprüler. Birbirinden güzel taçlar takmışlardır nazlı nazlı akan nehirlerine. Her şehrin muhakkak bir taş köprüsü vardır. Bu taş köprüler; estetiğin zirvede olduğu devirlerde yapılmıştır iyi ki. Bu gün betonarme olarak yapılan köprüler sadece geçmelik. Tarihi taş köprüler ise doyumsuz ‘seyirlik’. Doyamazsınız saatlerce seyretmeye. Bu uzun seyirler insana bıkkınlık vermek ne haddine, bilâkis huzur verir, sükûnet verir.

Prizren’de bir çok tekke hâlâ faaliyettedir. Yüzyıllar önce gazi dervişler ile Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan da Balkanlar’a gelmiş olan tasavvuf kültürü, bu gün bu kutsal mekânlarda geleneksel olarak yaşatılmaktadır. Belki birçok yerde kültürel olarak yaşamaktadır. Ancak şu bir gerçektir ki; Balkan insanının özünde vardır derviş meşreplilik. Çünkü Evlâd-ı Fatihân olan bu insanların dedeleri ya gazi idi ya da dervişlerdendi. Güzel insanlar ülkesi Kosova’da Prizren şehrinde olduğu gibi bütün Balkanlar’da bu ruhu görebilirsiniz. Birçok adet, gelenek ve görenek Anadolu’da olduğu gibidir. Kendimizi Anadolu’da herhangi bir şehirde hissedeceğimiz bu şehre, seyahatimizde birkaç saati değil birkaç günü ayırabilirsek yeridir.

Bir diğeri dağdır. Dağ, gücü simgeler. Sırtını dağa vermiş nice şehirler görürüz. Dağın yamacına sırtını vermiştir ki oradan güç alsın. Ama güç alırken de ne komşusunun güneşine engel olmuştur ne de kendi güneşine engel olunmuştur.

Çünkü; Prizren camilerinden okunan ezanlar ile mest olup, camilerinde namaz kılmalı, hâlâ faaliyette olan dergâhlarında zikirlere katılmalı, bir Anadolu insanı sıcaklığında olan bu güzel insanlar ile tanışıp dostluklar kurmalısınız. 29


aynaklarda insanlık tarihi 40 bin yıl öncesine kadar uzandığı belirtilir. İlk şehirlerin de M.Ö. 6000’li yıllarda inşa edildiği söylenir. Bu şehirlerin adı şehir olsa da nitelik ve nicelik bakımından bu günkü mezralardan çok daha küçüktür. Yani mezralar bu şehirlerden çok daha büyük şehirlerdi denebilir.

TARİHTE MEDENİYETŞEHİR İLİŞKİSİ İlk dönemlerde şehirler o günkü teknolojik şartlar ve coğrafi konumları bağlamında halkının karşılıklı etkileşimi ile oluştuğu ve bu durumun bir medeniyetin ürünü olduğu varsayılır. Yaşar DİNÇKAL*

Uzun bir dönem göçebe hayatı süren ve tamamen ilkel yöntemlerle, dünyanın her bir köşesinde “tek tip” olarak barınma ihtiyacını karşılayan insanoğlu, M.Ö. 3500’lü yıllarda Mezopotamya’nın güneyinde, güney doğu Anadolu, Suriye, Ürdün ve Filistin’i içine alan bölgede modern sayılabilecek ilk şehirlerini inşa etmişlerdir. ‘Verimli Hilal’ olarak adlandırılmış bu bölge, bugün dahi tarımı yapılan bir çok bitki türünün dünyaya yayılmasına öncülük etmiştir. Burada kurulan şehirler, Eridu, Kiş, Ur, Uruk, Lagaş, Umma, Ninova, Asur, Babil gibi şehirler bir çok medeniyetin kaynağı olmuştur. İlk dönemlerde şehirler o günkü teknolojik şartlar ve coğrafi konumları bağlamında halkının karşılıklı etkileşimi ile oluştuğu ve bu durumun bir medeniyetin ürünü olduğu varsayılır. Ancak medeniyetleri de ortaya çıkaran şehirlerin var olduğu da bir gerçektir. Bir başka ifadeyle medeni ve ilkel toplumların arasındaki fark toplumların iletişim ve etkileşim ağlarında oluşan farklılıklardır. Mesela ilkel toplumlarda günlük yaşam sadece yiyecek toplamakla sınırlı iken, medeni toplumlarda ise, yiyecek ihtiyacı dışında başka ihtiyaçlar için de toplum başka toplumlarla etkileşim halindedir. Yani medeni toplumlar karşılıklı iletişim ve etkileşim sonucu kendi ruhunu yansıtan şehirler inşa etmişlerdir. Kahire, Atina, İskenderiye, Bağdat, Mekke, Medine, İstanbul, Gazne, Rey, Buhara, Semerkant gibi onlarca şehri medeniyetler ortaya çıkarmıştır. MEDENİYET -ŞEHİR PARADOKSU

*TBMM danışman

sayı//27// ekim 30

Medeniyet tarihi çalışanların ilgiyle cevap aradığı soru, Medeniyet mi Şehri doğurmuştur? Şehir mi Medeniyeti meydana getirmiştir? Bu soruların cevabını kesin olarak vermek mümkün gibi görünmüyor. Bazı durumlarda Medeniyetler kendi ruhunu tarihsel ve kültürel değerlerini inşaa eden şehirler meydana getirmiş, bazı durumlarda ise, şehirler bir medeniyetin orijini olmuştur.


Medeniyetin şehirler doğurduğu tezini ortaya atanlara göre, en bariz örnek Maya Medeniyeti ve Mısır Medeniyetidir. Bu iki medeniyet kendi şehirlerini meydana getirmeden önce, medeniyet oluşumunun ana unsurlarından bazılarını geliştirmişlerdir. Takvim ve Matematik kullanımı gibi unsurları yaşamlarında yer vermeleriyle ekonomik faaliyetleri artırmışlardır. Maya medeniyeti Prof. Dr. Ahmet Davutoğluna göre, şehirleşmeden 700 yıl varlığını sürdüre bilmiştir. Hint ve Sumer medeniyetlerini emsal gösteren araştırmacılar ise, şehirlerin medeniyetleri de ortaya çıkardığını savunmuşlardır. M.Ö. 3000 yılında Kiş, Eridu, Nippur ve Ur gibi yerleşim yerleri Sumer Medeniyetinin kaynağı olmuştur. Yani Medeniyetlerin tarihi serüveninde bazen ana özne , bazen de nesnenin şehirlerin olduğu söylenebilir. MEDENİYETLERE YÖN VEREN ŞEHİRLER

Şehir ve Medeniyet ilişkisi bu çerçeve de tartışılırken, medeniyetlere yön veren şehirlerin varlığı göz ardı edilemez. İslam kültüründe ve medeniyetinde Medine, Batı kültüründe ve Medeniyetinde Atina ile Roma gibi şehirlerinin bu misyonu üstlendiği söylenebilir. Batı Medeniyetinin kaynağı olarak kabul edilecek iki şehir, Atina ve Roma örneğine bakıldığında; Atina’nın sadece kendi hinterlandındaki toplumun sosyal yapısını yansıtan şehir devleti değil, Bütün Yunan kolonileri için politik düzenin modeli olarak önemli bir rolü üstlendiği görülür. Yunan medeniyetinin gelişimi için değil,

bütün Batı Medeniyetinin gelişimi için tarihi bir konumdadır. Diğer şehirlerden üstünlüğü siyasi alanın yanında, Yunan felsefe ve sanatının merkezi kimliği ile de öne çıkmıştır. Bu şehir metafiziğin mitoloji ile harmanlanmasıyla, Hristiyanlık süzgecinden geçerek Batı Medeniyetinin kurucu unsurlarından birisi olmuştur. Diğer yandan Roma’ya bakıldığında; tarihi sürecinde siyasi, dini ve felsefi olarak çekim alanı olan şehir, kendisinden sonra gelecek ve yüz yıllarca İnsanlığı hegemonyasına alacak Roma medeniyetinin öncülü olmuştur. Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’na göre bu şehir “aslında politeizmin dünyevi düzene bir mekan ölçeğinde yansıtılması çabası ürünüydü.” Mitoloji ile beslenmiş hiyerarşinin tanrılaştırılmış siyasi otoritelerle iç içe geçmiştir. Bu durum şehrin iç yapısına, mimarisine, estetiğine ve idari yapısına yansımıştır. Bu yapı zamanla işgal edilen şehirlere de uygulanmıştır. Bütün şehirleri birbirine bağlayan yollar literatürümüze de “bütün yollar Roma’ya çıkar” diye geçmiştir. Yani Roma şehir düzeni bütün unsurlarıyla , özellikle de kültür tarihi açısından en önemli olgusunun medenilik süreci olduğu söylenebilir. Bu süreç, kıta Avrupa’sına yayılmıştır. Aristo’nun “Roma dünyadaki bütün köyleri halkları barındıran bir kaledir.” tarihi sözü ile Roma’nın Batı Medeniyet anlayışında her bölgeyi kapsayan bir özelliği vardır.

Medine üzerinde yaşayan mütevazi insanlar tarafından şekillendirilmiş bir şehir olarak İslam Medeniyetinin tarihi serüvenini oluşturmuş ve yaymış bir şehirdir. Oysa başka hiçbir din peygamberi hayatta iken, bir şehire sahip olamamıştır.

İslam Medeniyetine yön veren şehir ise, Medine’dir. Medine şehrini n yapısını 31


İstanbul bir çok Medeniyete başkentlik etmiş başkentler başkenti unvanını almış ender bir şehir.

sayı//27// ekim 32

İslam Medeniyetinin diğer Medeniyetlerden anlatmadan kısaca bu kelimenin etimolojisine farkı, metafizik ile toplumsal düzen arasındaki bakılırsa; Medine kelimesi Arapçada “şehir” mekan bağlamında bir bütünlük arz anlamında olduğu gibi Medeniyet kelimesi etmesindendir. Bu bağ inancın ve ona dayalı de Medine kökünden türemiştir. Medeniyet “varlık, bilgi, ahlak paradigmasının” İslam’ın kavramı; şehir hayatının ortak noktası olan ilk yıllarında tarihileşmesine olanak sağlamıştır. sosyal, siyasal, kurumsal, teknik, ekonomik Böylece Medine daha sonraki dönemlerde ve fırsatları ifade ettiği söylenebilir. Kendi kavramlarını oluşturan İslam düşüncesi, başka mekanlar içinde geçerli olabilecek Medine, Medeni, Medeniyye kavramları “metafizik- tarih, inanç- düzen, zihniyet-hayat” arasındaki ilişkiyi bir disiplin çerçevesinde buluşmasının ilk model şehiri olmuştur. Bu ele almıştır. Bu düşüncenin en önemli bağlamda İslam Medeniyeti içerisinde kurulan temsilcisi olan Farabi, insanın tek başına yada fetih edilen şehirlerin merkezlerine karşılayamayacağı ihtiyaçlarını yardımlaşma kurulan Ulu camii ve etrafına inşa edilen ve dayanışma ile giderebileceğini savunur. medreseler, aşevleri, hamamlar, bu yapıyla Yani “Yalnızlık Allah’a mahsustur” düstur ahenk içerisinde olan pazaryerleri ile hanelerin edinilmiştir. iç içe geçmesi amaçlanmış Medine gibi kolektif bir şehir olmaya çalışılmıştır. İslam Medeniyeti’nin öncü şehri Medine, MEDENİYETLERİN BEŞİĞİ: İSTANBUL Peygamber Efendimizin hicret etmesiyle bütün İstanbul bir çok Medeniyete başkentlik etmiş tarihin akışını değiştirmiş, kadim medeniyetleri başkentler başkenti unvanını almış ender bir harmanlayarak “şehir prototibinin” kaynağı şehir. Tarihi binlerce yıl öncesine dayanan olmuştur. Varlığını hicri ilk yıldaki gibi şehir, her medeniyette kendine has eşi benzeri muhafaza etmiş emsali olmayan bir şehirdir. bulunmayan isimlerle anılmış, eşsiz bir mozaik İslam’ın doğuşu sürecinde Müslümanların böyle ve olağanüstü bir konum elde etmiştir. bir şehire sahip olması, Hristiyanların, dinlerinin Evliya Çelebi meşhur seyahatnamesinde yayılmasından yaklaşık üç asır sonra, bir şehire İstanbul’un onlarca adının olduğunu yazar. hakim olması iki medeniyet arasındaki şehir kültürü bağlamındaki farkı ortaya koymaktadır. Bu adların her medeniyetten bir unsura atıf Medine üzerinde yaşayan mütevazi insanlar yaptığı söylenebilir. Bizantium, Eptalofos, tarafından şekillendirilmiş bir şehir olarak İslam Konstantiniyye, Stambolli, Konstantiniyye-i Medeniyetinin tarihi serüvenini oluşturmuş Kubra, Dersaadet, Asitan-i Aliyye, Dar’ul Hilafe, ve yaymış bir şehirdir. Oysa başka hiçbir din İslambol gibi adlarıyla tarihinden aldığı özgün peygamberi hayatta iken, bir şehire sahip konumu çerçevesinde, bütün birikimini farklı olamamıştır. Diğer bir anlamda hiçbir ideoloji renkler ve farklı toplumların derin tarihsel yapısı kurucusu hayatta iken şehirlileşememiştir. ve mekansal ahenk içinde inşa etmiştir.


Roma Medeniyetinin merkezi hüviyetine olan şehir, Akdeniz kültürünün etkisiyle ve Bizans döneminde Hıristiyanlığın ortaya çıkması sonucu, Doğu Medeniyetinin kurucu şehirlerinden Kudüs ile dönüşüme uğramış, Osmanlı’nın şehri feth etmesiyle İslam Medeniyeti çatısı altında bütün kültürlerin renkleriyle bezenerek engin birikimin merkezi olmuştur. Geçirdiği bu değişim ve dönüşümlerle İstanbul, Roma ve Medine gibi iki farklı medeniyet kurmuş öncü şehirlerin kesiştiği mekan olmuştur. Roma’dan yayılan bir medeniyet ruhu İstanbul’un bir dönemini inşa ederken, Medine’den yayılan bir medeniyet ruhu da Şam, Kudüs, Kahire, Kurtuba, Konya ve Buhara’da serüvenler geçirip olgunlaşarak İstanbul’da hayat bulmuştur. Bu iki Medeniyetin etkisi altında kalan İstanbul, bir tarafta şekil ve formun zirvesini Roma’dan beslenerek gerçekleştirirken, diğer yanda Manevi derinlik ve tevazuyla birleşen ihtişamını Medine’den almıştır. Bu iki yeni dünyanın yüzleşmesiyle özne bir şehir doğmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in bu kutlu şehri fethetmesinden sonra, insani dokusu ve fiziksel yapısı iç içe geçen süreçlerle yeniden şekillendirilen şehir, Batı’dan İslam Medeniyeti unsurlarına dönmüştür. İmparatorluğun başkenti olmuş, bilgi, kültür ve ekonomide canlılık yaşamıştır. Bu canlılık ilmi hareketlilik, sosyoekonomik yapıda değişim, yeni hukuki çerçeve, mimari, estetik, gibi unsurların karşılıklı olarak etkileşime geçmesine zemin hazırlamıştır. Şehir Fatih devrinden itibaren ilimin, kültürün, siyasetin, mimarinin, ekonominin, sanatın payitahtı olarak yüz yıllarca İslam Medeniyetinin medar-ı iftiharı olmuştur. 1789 Fransız ihtilaline kadar kadim İslam medeniyetinin öznesi olan İstanbul, ihtilalin etkisiyle çok kültürlü toplumsal yapısı derinden sarsılmış, modernitenin ortaya çıkardığı ulusdevlet olgusuyla yeniden şekillenen dünyada, uzun yıllar İslam Medeniyetinin bekçiliğini yapmaya direnmiştir. 19. yy’da sanayi devrimi ile ortaya çıkan modern şehirlerin Avrupa’daki etkisiyle mimariden, kültüre, sanattan, toplumsal değerlere kadar bir çok unsurla Batı Medeniyetinin etkisi karşısında direnmeye çalışan son kaledir.

KAYNAKÇA:

• Ahmet Davutoğlu, Medeniyet ve Şehirler, Küre Yayınları, İstanbul, 2016 • Chrstopher Dawson , Batının Oluşumu, Dergah Yayınları, İstanbul, 1976 • M. Sait Yazıcıoğlu, Medeniyet Kavramı üzerine Bazı Düşünceler, ww3.ticaret.edu.tr/bgur/files/2013/05/ sait-yazıcıoğlu_ders_notu.pdf 24.09.2016

33


ŞEHİR K İ TA P İSLÂM KÜLTÜR

ATLASI

VE HUNHARCA KATLEDİLEN MÜTEFEKKİRLER

İslâm kültür ve medeniyetinin bütün birikimini, dünyada ilk defa bir atlasta toplayan eser; İslâm’ın dünya görüşünü, inancını, geleneklerini, müesseselerini ve köklerini saldığı kültürler içindeki yerini anlatıyor. SABRİ GÜLTEKİN

nkılâb Yayınevi’ne uğrayıp Hasan Güneş beyefendiyi ziyaret etmiş, onu gözlüklerinin arkasında hararetli hararetli bir eserin henüz tasnif aşamasındaki sayfaları arasında gezinirken görmüştüm. Mekânında küçücük hayallerini büyük bir aileye dönüştüren Hasan beyin tatlı yorgunluğu heyecanlı bakışlarına yansıyordu. Belli ki, Hasan beyin gönlü 1991 yılında İnkılâb Yayınları arasında çıkan ve 1999’da da Yeni Şafak gazetesinin promosyon olarak verdiği “İslâm Kültür Atlası”nın raflarda tozlanmasına razı gelmiyordu. Bu nadide eseri, bir sarraf hassasiyetiyle üzerine birikmiş tozlardan arındırarak, gün yüzüne çıkartma uğraş ve heyecanı, mekândaki 37 bin kitaba galebe çalıyordu. Bir süre önce yeni haliyle tekrar okuruyla buluşturulan “İslâm Kültür Atlası”nı görünce, Hasan beyin heyecanının hiç de yersiz olmadığını anladım. İSLÂM MEDENİYETİ’NİN ÖZÜ

Yazar Prof. Dr. İsmâil Râci El-Fârukî - Prof. Dr. Luis Lâmia El-Fârukî tarafından kaleme alınan, dilimize Mustafa Okan Kibaroğlu-Zerrin Kibaroğlu tarafından çevrilen ve titiz bir çalışma sonucu İnkılâb Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan İslâm Kültür Atlası (The Cultural of Islam) isimli eser, içinde dünya mirası niteliğindeki hazineleri barındırıyor. İslâm kültür ve medeniyetinin bütün birikimini, dünyada ilk defa bir atlasta toplayan eser; İslâm’ın dünya görüşünü, inancını, geleneklerini, müesseselerini ve köklerini saldığı kültürler içindeki yerini anlatıyor. Resim, tablo ve haritalarla desteklenen İslâm Kültür Atlası; İslâm Medeniyeti’nin özüne inerek ibadetten sanata, felsefeden siyasete birçok alanda detay bilgilere yer veriyor. Yazarlar Prof. Dr. İsmâil Râci El-Fârukî - Prof. Dr. Luis Lâmia El-Fârukî, İslâm’ın öncüleri olan Araplar, Mezopotamyalılar, Kenanîler ve Yahudiler gibi kolların tesirlerini inceleyerek İslâm’ın en eski temelleriyle işe başlıyorlar. İslâm’ın bugün dünya üzerindeki farklı geleneklerden gelen toplumlardan nasıl tek bir inanç, düşünce sistemi ve ahenkli bir yapı meydana getirdiğini anlatıyorlar. Klasik ve çağdaş bilimleri bütün detaylarıyla bir araya getirerek dikkat çeken İslâm Kültür Atlası;

sayı//27// ekim 34


Klasik ve çağdaş bilimleri bütün detaylarıyla bir araya getirerek dikkat çeken İslâm Kültür Atlası; İslâm'ı içten dışa, Batılı ilim adamlarınca gözardı edilen yahut tahrif edilen birçok gerçeği açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koyuyor.

İslâm’ı içten dışa, Batılı ilim adamlarınca gözardı edilen yahut tahrif edilen birçok gerçeği açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koyuyor. İnsanlığın yüzde 25’ini arkasından sürükleyen İslâm dininin bütün gerçeklerini dile getiren kitap, ayrıca her kütüphane için tamamlayıcı bir eser olma özelliğiyle de dikkat çekiyor. İŞGAL, HİCRET VE İSLÂM’A ADANAN ÖMÜR

Muhakkak bu eseri değerli kılan en önemli faktörlerden birisi de müellifleri; Prof. Dr. İsmâil Râci el-Fârukî - Prof. Dr. Luis Lâmia El-Fârukî. İsmâil Râci el-Fârukî, ömrünü Müslümanların aydınlanmasına adayan son devrin en önemli ilim, fikir, aksiyon ve dâvâ adamlarından biridir. Fârukî’nin hayatı 21 Ocak 1921’de, köklü bir Filistinli ailenin çocuğu olarak Yafa şehrinde başlar. İlk ve orta öğrenimini o dönem İngiliz yönetimi altındaki Filistin Saint Joseph Koleji’nde bitirir. Yüksek öğrenimini 1941’de Beyrut Amerikan Üniversitesi felsefe bölümünde tamamlar. 1945-1948 yılları arasında son Filistin Hükümeti’nde Celile’nin son Filistin valisi olarak görev alır. İsrail’in Filistin topraklarını işgal etmesinden sonra ABD’ye hicret eder. Indiana ve Harvard Üniversiteleri’nde felsefe alanında yüksek lisans yapar. Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde İslâm, Montreal Mc Gill Üniversitesi’nde Yahudilik ve Hıristiyanlık üzerine doktora sonrası çalışmalarda bulunur. Doktora tezini 1952’de tamamlar. Bu teşebbüslerin milletlerarası çaptaki diğer önemli sonucu da International Institute of Islamic Thought’un kuruluşudur. Washington’da kurulan Uluslararası İslâm Düşünce Enstitüsü kısa zamanda büyük bir araştırma merkezi haline gelir. Uluslararası İslâm Düşünce Enstitüsü’nde özellikle “Bilginin İslâmîleştirilmesi Projesi”nde araştırma programlarının belirlenmesinde çok önemli bir rol üstlenir. Ömrünü zihinsel sömürüyle mücadeleye adayan Fârukî, “Bilginin İslâmîleştirilmesi Projesi”yle bir devrim gerçekleştirir. Günümüzde geleneksel bir dinle avutulan Müslümanlar, modern uyuşturucularla uyutuluyor. Sömürgeciler dayattıkları seküler hayat tarzıyla, İslâm dünyasını her gün biraz daha deformasyona uğratarak savunmasız hale getiriyor. Bu olup bitenleri sorgulamanın yolu, Prof. Dr. İsmâil Râci el-Fârukî gibi bir entelektüel devrimciyi anlamaktan geçiyor.

SAHUR VAKTİNDE ŞEHİD EDİLDİLER

Ve Prof. Dr. İsmâil Râci el-Fârukî’nin verdiği bu mücadeleden etkilenerek İslâm dinini seçen Amerikalı eşi Luis Lâmia el-Fârukî. Luis Lâmiada özellikle İslâm sanatı ve estetiği alanında önemli araştırmalar yapar. Fârukî çifti, evlilikleri boyunca İslâm Medeniyeti üzerine yapılmış en seçkin araştırmalara daima omuz omuza beraberce imza atar. İsmâil Râci ve eşi Luis Lâmia, 27 Mayıs 1986’da Pennsylvania Wyncote’taki evlerinde sahur vaktinde bıçaklı bir saldırıya uğrayarak şehid edilir. Çiftin katili Yusuf L. Young olaydan bir yıl sonra yakalandığı halde, 28 yıldır olayın perde arkasındaki sır bir türlü çözülemez!.. İki İslâm şehidinin dünya çapındaki eseri “İslâm Kültür Atlası” ise bugün Müslümanlarının istifadesine sunulmaya devam ediyor. Ruhları şâd, mekânları Cennet olsun. 35


DOĞU İLE BATI

ARASINDA

Büyük küçük elliye yakın Müslüman ülkeyi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda olduğu gibi bir araya getirerek , büyük bir güç oluşturma imkanına sahip tek ülke Türkiye’dir . Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

*T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//27// ekim 36

irmibirinci yüzyıl, kim ne derse desin, kim nasıl hesap yaparsa yapsın, Müslüman ülkeler için ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan, kaynakları birleştirme ve bütünleşme çağı olacaktır. Rusya, Amerika, Çin ve Hindistan gibi ülkeler bir dağılma ve çözülme sürecine girerken, Müslüman ülkeler iki yüzyıldan bu yana süren parçalanma döneminden geçerek, tekrar bir araya gelmeye başlayacak. Hepsi güçlerini ve kaynaklarını birleştirmeye çalışacak. Müslüman ülkeler kültürlerinden, siyasal yapılarından ve ekonomilerinden emin bir biçimde, dünya politikasında belirleyici bir güç olma yolunda ilerliyor. Tarihin değişmez yasası gereği, her dağılma çağının ardından, bir toparlanma çağı gelir. Müslüman ülkeler şimdi bir araya gelme sürecine girdi. Osmanlı Devleti’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan, irili ufaklı elli kadar Müslüman ülke , tek tek ne Amerika, ne Rusya ve ne de Avrupa ile başa çıkamayacaklarını anladı. Bunun için, her ülke değişik biçimlerde ekonomik, siyasal ve kültürel alanda işbirliği yapmaya gayret ediyor. Bütün dünyanın, bir yandan dağılma, diğer yandan da toparlanma sürecine girdiği bir dönemde, Türkiye de konumunu, netleştirmek zorundadır. Bir yandan Batı ülkelerinin oluşturdukları birlikler içinde yer alan Türkiye, diğer yandan da Müslüman ülkeleri bir araya getiren topluluklar içinde de yer almaya özen gösteriyor. Türkiye iki yüzyıldan bu yana, Avrupa’ya karşı sürdürdüğü tek yanlı sevdanın peşinde koşuyor ve AB’ne tam üye olmaya çalışıyor . Türkiye’nin gerçek yeri neresidir? Bu sorunun cevabını vermek çok kolay değildir. Anadolu’nun gerçek yeri Avrupa ülkelerinin mi, yoksa Müslüman ülkelerin yanı mı? Bu soruların tartışılması; yalnızca Türkiye’nin ve müslüman ülkelerin değil, çaynı zamanda Avrupa ülkelerinin gündemindedir . Türkiye’nin gerçek yerin belirlenebilmesi için, AB içinde yer alma çalışmalarının aksatılmadan devam etmesi gerekir. Türkiye’nin yerinin Avrupa olmadığını, AB’ne tam üye olmaya çalışmadan, nasıl anlatılır? Alternatifi olmayan bir seçim çok sağlıklı olmaz. AB’ne giriş çalışmaları hız kazandıkca , alternatif birlikler gündeme gelecektir. Türkiye’nin dünyadaki yeri tartışılırken, ilk olarak yakın tarihle ilgili karanlık olaylar, alternatifler açısından yeniden ele alınacaktır. Türkiye’nin yenileşme tarihi


içinde yer alan , anahtar kişiler enine boyuna tartışılarak, yerleri sağlıklı olarak belirlenecektir. Türkiye neyin peşindedir, ne arıyor, ne istiyor? İki yüzyıldan bu yana, bütün yoğunluğuyla devam eden Batılılılaşma gayretleri ne sonuç verdi? Türkiye Avrupalı mı, yoksa Müslüman bir ülke mi? Türkiye iki dünya arasında kalmıştır, ikisinde de yer alamayan bir konumdadır. Türkiye ne Batılılaşabildi, ne de Müslüman kimliğini koruyarak geliştirebildi. Türkiye’nin bütün kesimlerde, yoğun bir siyasal kirlenmeye yol açan, derin bir kimlik krizi yaşanıyor. Eğitimden siyasal örgütlenmeye, yasalardan yönetim biçimine kadar Türkiye herşeyi Avrupa kültürü içinde aradı. İbni Haldun’un yasalaştırdığı gibi: “Yenilenler yenenleri taklit eder.” Türkiye de yenik düşen bir ülke psikolojisiyle, kurtuluşu kendi kültüründe değil, Batı’nın seküler kültüründe aradı. Batılı olmak için, kültürünü, tarihini, sanatını, mimarisini, hukukunu, kıyafetini, alfabesini ve kendisinin olan herşeyi reddetti. Türkiye’nin AB’ne tam üye olma çalışması, kimliğine sahip çıkmayı mı, yoksa kimliğini reddetmeyi mi hızlandıracak? AB üyeliği Anadolu’yu kendi kimliğinden koparacak mı? Yoksa Türkiye’de kendi kimliğine dönme sürecini hızlandıracak mı? AB Türkiye’de kime nasıl bir güvence olacaktır? Batılılı olmak isteyenlere mi, kendisi olmak isteyenlere mi, güç kazandıracak ? AB’den kimler, ne bekliyor, AB kimlere nasıl yardımcı olacak ? Avrupa taraftarlarına bakarsanız, Türkiye’de AB seküler kesimlerin tek güvencesidir. Bu yüzden, Türkiye’deki seküler partiler, Türkiye’nin AB içinde yer alması gerektiğine inanıyor. Muhafazakar kesimler ise, “Türkiye’nin yerinin AB olmadığını, AB içinde yalnızca kültürel açıdan değil , ekonomik açıdan da yok olunacağını ” söylüyor . Ancak Türkiye’de AB içinde erimemek için , ne yapılması gerektiği, izlenmesi gereken yol haritasının, nasıl hazırlanacağı hiç tartışılmıyor. Müslüman ülkeler işbirliği yapmaya hazır mı? Onlar nasıl bir araya getirebilir? Avrupalı olmadan Avrupalı olmanın bir yolu var mıdır? Türkiye’nin kendisi olarak , Avrupa içinde yer almasının yolu nedir? Hem Türkiyeli, hem de Avrupalı olmak için Türkiye nasıl bir strateji izlemelidir? Uzun ve kısa vadede neler yapılması gerekir? Bu soruların Türk toplumunun bütün kesimlerinde ayrıntılı olarak tartışılması gerekir. Asya ve Afrika’nın kaynaklarına değişik yollardan el koyarak, büyük bir zenginliğe

ulaşan Avrupalılar, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının sonunda , ele geçirdikleri zenginliğin yok olup gittiğine tanık oldu . Kendilerinin dışında, Amerika ile birlikte Rusya iki büyük güç olarak ortaya çıktı. İki yeni güç, yıkılan Avrupa’yı kendi aralarında paylaştı. Avrupalı, bu iki güç karşısında, varlığını koruyabilmek için, Avrupa ülkelerinin birleşmesinden başka alternatif olmadığını gördü. Her Avrupa ülkesi, tek başına Amerika ve Rusya ile başa çıkamayacağını anladı. Uzun bir süre, bir araya gelmenin kuramsal ve kültürel temellerini araştırıldı. Sonunda “Amerika Birleşik Devletleri“ var neden bir “Avrupa Birleşik Devletleri” olmasın dediler. AB’nin kurucu ülkeleri, ekonomik, siyasal ve kültürel alanda iş birliğine giden yolda ilk adımları atmaya başladı. Ortak tarihleri, ortak coğrafyaları Avrupa ülkelerinin bir araya gelmelerini kolaylaştırdı. Kurucu ülkeler arasında ilk olarak, “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği” gerçekleştirildi . Söz konusu ortaklık AB’nin altı önemli ülkesini bir araya getirdi. Bunu başka iş birlikleri izledi ve 1957 yılında, Roma’da yapılan anlaşmayla AB’nin temelleri atılmış oldu. Ve Avrupa ülkeleri, Amerika ve Rusya karşısında varlıklarını devam ettirebilmek için, kaynaklarını ve güçlerini birleştirme yolunda bir araya geldi.Avrupalı düşünürlerin yüz yıllar boyunca gördükleri rüyalar gerçekleşti. Avrupa varlığını koruma stratejisinde, Türkiye’yi de yanına almak istiyor. Türkiye’deki seküler yapıyıya destek olarak, Müslüman ülkelerin kendine karşı bir üçüncü güç olarak, ortaya çıkmalarının önünü de kesmek istiyor. AB üyesi olan Türkiye’yi kolaylıkla yakın takibe alacak olan Avrupa, böylece yalnızca Türkiye’yi değil, Türkiye ile birlikte Müslüman ülkeleri de gözetim altına almayı planlıyor. Büyük küçük elliye yakın Müslüman ülkeyi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda olduğu gibi bir araya getirerek, büyük bir güç oluşturma imkanına sahip tek ülke Türkiye’dir. Bu yüzden, Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa ülkeri açısından büyük önem taşıyor. Avrupa kendi geleceği açısından güçlü bir Türkiye’nin AB dışında kalmasını istemiyor. AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı, Türkiye’nin AB’ne ihtiyacından çok daha büyüktür. Müslüman ülkelerin yakın tarihine, ekonomik yapılarına ve kültürel dokularına bakılırsa , aralarında baş çekici ülkenin Türkiye olduğu kolaylıkla anlaşılır. Müslüman ülkeleri, özellikle Körfez yöresindeki Arap ülkelerini 37


bir araya getirmek için, Mısır büyük gayret gösterdi. Ancak, Mısır’ın Amerika güdümünde ve İsrail’e ayarlı dış politikası, dayatmacı yönetimi ve sanayileşmemiş ekonomisi, başarılı olmasını engelledi. Endonezya, nüfus bakımından Müslüman ülkeler arasında ilk sırayı alıyor. Ancak Endonezya’nın tarihsel birikimi, İslam Birliği’nin kurulmasında önemli rol almasını önlüyor. Geriye Müslüman Ülkeler Birliği’nin kurulmasında önemli işlev yüklenebilecek iki ülke kalıyor: Pakistan ve Türkiye. Pakistan’ın gelişmemiş ekonomik yapısı, Afganistan’a komşu olması ve Afganistan’da süren iç savaş, Pakistan’ın birleştirici ülke olma şansını ortadan kaldırıyor. Ekonomik gücü, doğal kaynakları, nüfusu, yetişmiş insan gücü ve tarihsel birikimiyle Türkiye, Müslüman ülkeleri bir araya getirebilecek ve işbirliğine gitmede etkin bir görev ve sorumluluk yüklenebilecek tek ülkedir. Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin bu potansiyel gücünü çok iyi değerlendirdikleri için, Türkiye’nin AB dışında kalmasını istemiyor. AB Türkiye’nin Avrupa içinde de güçlü olacağını bildiği için, tam üyelik sürecini ellerinden geldiği kadar uzatmak istiyor. AB Türkiye’yi arasına aldığı zaman, ileride karşısına çıkabilecek potansiyel bir güç birliğini da kısa dönemde önlemiş oluyor. Avrupa ülkeleri, Türkiye’yi AB içinde tutmakla, bir taşla iki kuş vuruyor. İlki Müslüman ülkelerin en güçlüsü olan Türkiye’yi gözetim altına alıyor. İkincisi gelecek yıllarda, gerçekleşmesi önlenemez olan “Müslüman Ülkeler Birliği”nin oluşmasını uzun bir süre erteliyor. Aslında Avrupa ülkelerinin bu hesapları çok açık, hiç biri gizleme gereğini de duymuyor. Avrupa’nın en Doğusu, Asya’nın en Batısı ve Müslüman Ülkelerin Avrupa’ya açılan kapısı Türkiye’dir. Türkiye coğrafya ve kültür olarak Avrupa ile Müslüman ülkeler arasında köprüdür. Bu yüzden, Avrupa, Türkiye’yi AB içinde yakın takibe almak istiyor. Avrupalılar için, Türkiye’nin birlik içinde olması, dışarıda kalıp rakip güçlerin arasında bulunmasından çok daha önemlidir.Bunun için, hiç bir Avrupa ülkesi doğrudan Türkiye’ye karşı çıkmıyor.Türkiye’nin zaten bir Avrupa ülkesi olduğunu sık sık vurgılanıyor. İslam dünyası, Avrupalıların Asya ve Afrika’da bir kaç yüz yıl süren “böl ve yönet” stratejilerine rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ,siyasal alanda büyük bir yeniden yapılanma süreci yaşadı. Birinci Dünya Savaşı öncesinde dünyada sayı//27// ekim 38

bağımsız yalnızca Türkiye, İran ve Afganistan vardı . İkibinli yılların başında Birleşmiş Millet’ler üye , ellinin üzerinde Müslüman ülke var. Müslüman ülkeler, ekonomik güçlerini artırarak, doğal bir bütünleşme sürecine girdi. Avrupa’nın dünyada Aydınlanma dönemi sonrası yaptığı öncülük dönemi çoktan kapandı. Müslüman ülkeler ekonomik, siyasal ve kültürel güçlerini yolunda önemli adımlar atıyor. Ekonomiden kültüre, eğitimden sağlığa, her alanda iş ve güç birliği yapılıyor. Ortak kalkınma bankaları, üniversiteler, araştırma ve kültür merkezleri kuruldu. Büyük bir yardımlaşma ve dayanışma içinde ortak önemli yatırımlar yapılıyor. Avrupa, Asya’dan Amerika’ya bütün dünyanın kaynaklarına eşi görülmedik bir biçimde el koyarak, tarihte benzeri olmayan bir zenginliğe erişti. Ancak Avrupa’nın güçlü dönemleri artık geride kaldı. Avrupa kültürü kendi insanına bile güven vermiyor. Andre Malraux’un deyişiyle; Avrupa bir “Kültür Krizi” yaşıyor. Roger Garaudy de Avrupa’nın bir “Ümit Krizi” içinde olduğunu söylüyor. Oswald Spengler’den bu yana bir çok Avrupalı düşünür, Avrupa’nın geleceğinden endişe duyduklarını vurguladı. Avrupa kültürünün bir dönüm noktasına geldiğinden kimsenin kuşkusu yok. Kim ne derse desin, Avrupa kültürü artık ömrünü tamamladı. Seküler Avrupa kültürü insanlığa bir gelecek sunmuyor .Avrupa ya yerle bir ettiği kutsal kültürü diriltecek ya da bütünüyle yok olup gidecektir. Dünyada kültürel ve ekonomik üstünlük Batı’dan Doğu’ya geçiyor. İki yüz yıldan beri dünyada Batılılaşma tartışıldı. Gelecekte dünyada Batılılaşma değil, Doğululaşma tartışılacaktır. Gelecek ya Batı ya da Doğu diyenlerin dünyası değil, hem Doğu hem Batı diyenlerin dünyası olacaktır. Türkiye Doğu ile Batı’nın harman olduğu kültür ve coğrafyadadır.Doğu ve Batı’’ın geleceği iki, dünyanın başkenti İstanbul’dadır. İslam dünyasının tarihi Batı, Çin ve Hint kültürleriyle, kutsal kültürün sıcak ve soğuk savaşlarla karşılaşma tarihidir.Türkiye’nin AB’ne tam üye olmasıyla , bin dört yüz yıllık hesaplaşma tamamlanmaz. Türkiye AB üyesi olsa da olmasa da Doğu ve Batı kültürlerinin birbirleriyle karşılaşması , AB içinde ve dışında devam edececektir. İslam dünyasında sıcak, Avrupa ve Amerika’da soğuk savaş bütün hızıyla devam ediyor, dünyanın sonuna kadar da devam edecektir.


Ülkeler arasındaki uzaklık ve yakınlık farkının önemini yitirdiği dünyada, kültürler arasındaki savaşlar, ekonomik alanlardan daha çok kültürel alanlarda olacaktır. Türkiye AB’ne tam üye olduğunda, iki kültür, iki dünya arasında hesaplaşma sona ermeyeceği gibi, daha bir hız ve daha bir yoğunluk kazanacaktır. Yeni hesaplaşma alanı, ekonomiden daha çok kültür olacaktır.Yerelleşerek küreselleşen, küreselleşerek yerelleşen ülkelerin, bütün dünyadaki etkileri artacaktır.Yerel düşünüp küresel davranamayan ülkeler, canlılıklarını yitirecektir. İslam dünyası Orta çağlarda sürekli dışa dönük olmuştur. Müslümanlar ne kadar uzaklara yönelmişlerse, o kadar yenilenmiş ve o kadar da başarılı ve güçlü olmuşlardır . Müslümanlar kapalı bir yapıya sahip olsalardı, bugün Asya, Afrika ve Avrupa kıtasında Müslümanlar ve eserleri olmazdı. Müslümanlar, son iki yüzyıl içinde Avrupa’ya karşı verilen savaşta yenik düştüler. Dünya tarihi içinde yenmeleri yenilmeler yenilmeleri yenmeler izler. Türkiye Cumhuriyet döneminde, kurtuluşu seküler Batı kültürüne sarılmakta gördü. Toplumsal doku ve ekonomik yapı,bütün kurum ve kuruluşlarıyla, Aydınlanma dönemini seküler kültürüyle, yeniden düzenlenmeye çalışıldı. Ekonomik, siyasal ve kültürel alanda, tabandan daha çok tavandan gelen baskıyla, büyük bir kültürel değişim yaşandı. Ancak ekonomik ve siyasal açıdan, beklenen gelişmenin çok gerisinde kalınıldı. Türk toplumu, bütün kesimleriyle, büyük bir kültürel çatışma yaşadı ve yoğun bir kültürel kirlenmeye sürecine girdi. Yapılmak istenen köklü kültür değişimiyle ,derin bir kimlik krizi yaşandı. Türkiye yeni kimlik arayışı içinde, eski kimliğini bütünüyle yitirmedi. Kimlik arayışının en yoğun olduğu bir dönemde, AB’ne üyelik konusunda yapılan tartışmalar, Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında nerede durduğunu gösterecektir. Türkiye’nin AB içinde yer alması, Türkiye’yi ne yönde, nasıl etkileyecek? Türkiye’de öncelikle cevabı aranması gereken soru budur. Bu sorunun cevabını vermeden AB’ne taraftar ya da karşı olmak çok önemli değildir. Siyasal sınırların yerine ekonomik sınırların geçtiği bir dünyada, hiç bir ülkenin sınırlarının dışına çıkmadan, uluslararası politikada söz sahibi olması ve dünya pazarlarında kendisine sağlam bir yer edinmesi mümkün değildir. Bunun için Anadolu’da “Arı kovanın dışına çıkmazsa bal yapamaz” denilir. Türk girişimcileri de dünya kalitesinde

ürettikleri ürün ve hizmetlerle, bütün dünyaya açılmazlarsa, Türkiye AB’nin saygın bir üyesi olamaz. Kültürler arasındaki yarışma ve çatışma, ne kadar geniş, ne kadar canlı bir ortamda olursa, ekonomik ve toplumsal kazanımlar da o kadar sağlıklı ve o kadar büyük olur. Nasıl balıklar denizlerine göre büyürlerse, ülkeler de ekonomik sınırlarına göre büyür. Türkiye AB üyesi olarak ya da AB dışında kalarak, krizsiz bir kültür ve güçlü bir ekonomik yapı kurmak istiyorsa, bütün ülkelerle kuracağı ihracat ve ithalat bağlarıyla uluslararası ilişkilerini geliştirmesi gerekir. Batı kültürüyle yarışmada Türkiye’nin en büyük, en önemli, en etkili gücü, Mesnevi’yle yoğrulan Anadolu insanıdır. Anadolu insanı. Batının açgözlülüğü baş tacı edinen Keynes kültürüne karşı Anadolunun tokgözlüğü baş tacı edinen Yunus kültürü vardır. Amerika’nın bütün dünyaya ihraç ettiği tüketim kültürüne, varlığa sevinmeyen, yokluğa yerinmeyen Anadolu insanı karşı koyabilir. Kültürel alanda kazanılmayan bir yarışın, ekonomik kazanılacağını sanmak çok yanıltıcı olur. Bu yüzden, Batı’nın seküler değerleriyle hesaplaşma, önce kültürel alanda başlayacak, onu sırasıyla siyasal ve ekonomik alanlar izleyecektir. Aslında sanıldığının tam tersine, dünyada yarış ekonomik alandan daha çok kültürel alanda yapılıyor. Ekonomi kültürün üretim ve tüketime dönük yüzüdür. Sezai Karakoç’un vurguladığı gibi: “Kültürsüz ekonomi ekonomisiz kültür olmaz.” Kültürel çalışmalar ve ekonomik araştırmalar, örs üzerinde dövülerek biçimlenen çelik gibi biçimlenen ve toplumu da biçimlendiren entellektüeller ordusu gerektirir. “Çeliği olanın herşeyi vardır”, diyen Mussolini’ye karşı İkbal’in dediği gibi: “Çelikten olanın herşeyi vardır” demek gerekir. Ayrıca unutulmamalı ki, çelikten olanın kültürü, ekonomisi, toplumu ve insanı da çelik gibi olur. Türkiye dünyada kendisine sağlam bir yer edinmek istiyorsa, Anadolu’nun bin yıllık tarihiyle mayalanan Yunus insanına güvenmelidir. Eğer Yunus insanına yerel düşünme ve küresel davranmada, eline sağlıklı bir yol haritası verilirse, dünyadaki hiç bir gücün onun yolunu kesmesi mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, ekonomik, siyasal ve kültürel yarışta, inanmış bir insandan daha güçlü hiç bir silah yoktur. İnanmış halk ve güvendiği lider; ülkenin dünyanın sayılı güçlerinden olmasını sağlıyacaktır. 39


İSTANBUL’UN EN ESKİ EFENDİLERİNDEN

ARAP CAMİÎ İstanbul semalarında ezan sesini Müslümanlara ulaştıran ilk camii olarak bilinen Arap Camii’nin yapılışı hakkındaki rivayetlerden ilki; Hicri 95 Senesinin Zilhicce ayında 15 Ağustos 717’de Mesleme bin Abdülmelik; Karadan bir ordu ve denizden kuvvetli bir donanma ile Bizans’ı kuşattığı döneme dayandırılmaktadır. Nermin TAYLAN

sayı//27// ekim 40

arihi serüveninde pek çok efsaneye konu olmuş, imarında medfun sırlarla banisinden hamisine herdaim kutsal addedilmiş, İstanbul’un ticaret merkezinde binalar arasında sıkışmış olsa da kendi farkındalığını yaratan, İstanbul semalarında ezan sesini asumana ulaştıran ilk camii, Müslümanlardan İstanbul’a armağan Arap Camii. Bizans’ın Pera’sı, Osmanlı’nın Karşıyaka’sı, İstanbul’un Galata’sı olarak addedilen Galata Semti’nin kendine has dokusu içerisinde yüzyıllardır varlığını koruyan, sivri külahlı, yüksek kare biçimli kulesiyle görenleri kendine hayran bırakan, imarından mimarına herdem düşünceye sevk eden bu değerli eserin yapılışı hakkında iki rivayet bulunmaktadır. ARAP CAMİİ

İstanbul semalarında ezan sesini Müslümanlara ulaştıran ilk camii olarak bilinen Arap Camii’nin yapılışı hakkındaki rivayetlerden ilki; Hicri 95 Senesinin Zilhicce ayında 15 Ağustos 717’de Mesleme bin Abdülmelik; Karadan bir ordu ve denizden kuvvetli bir donanma ile Bizans’ı kuşattığı döneme dayandırılmaktadır. Tarihsel verilerden elde ettiğimiz bilgilere göre İslam orduları İstanbul’u kuşatmış fakat bir yıl kadar süren kuşatma neticesiz kalmıştır. İstanbul’un yüksek surları Müslümanların İstanbul’u almalarına müsaade etmemiştir. Fakat bu sırada Galata zapt edildiğinden İslam orduları kumandanı Mesleme bin Abdülmelik ve İmparator Leon arasında bir anlaşma yapılmış ve anlaşma neticesinde bu bölgeye bir Arap mescidi inşa edilmiştir. İstanbul kuşatmasında 7 yıl kadar İstanbul’da kalan Arap Müslüman Ordusu ibadetini burada yapmıştır. Yedi yılın sonunda Şam’da çıkan bir isyan sebebiyle Arap Ordusu Şam’a yönelmiş ve bunun üzerine Dominiken Papaz ve Rahipleri camiiyi kiliseye çevirmişlerdir. Şimdilerde minare olarak kullanılan çan kulesinin bu zamanlarda inşa edildiği de rivayetler arasındadır. Yüzyıllar boyunca kilise olarak kullanılan yapı 1453 İstanbul’un fethinden sonra tekrar camiye çevrilerek mihrap ve minber ilave edilmiş ve Osmanlı kayıtlarında yine Arap Mescidi ismini almıştır. Camii hakkındaki ikinci rivayet ise IV. Haçlı Seferinde Kudus yerine hedeflerini Kostantinopolis’e çeviren Katolikler 1200’lerin başında Galata’da Pavlus’a adadıkları bir kilise ve Dominiken mezhebine bağlı bir manastır yaptırmışlardır. Sonraki yıllarda Papaların


dikkatini çeken bu kilise ve manastır mezhebin kurucusu olan “San Domeniko”nun ismini alarak San Paolo ve San Domeniko olarak değişmiştir. İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed 1475 yılında kiliseyi camiîye çevirmiş ve vakfına katmıştır. Bundan yirmi yıl sonra Sultan II. Bayezıd döneminde, İspanya’dan çıkartılan Endülüs Arapların İstanbul’a getirilip bu bölgeye yerleşmesiyle de camii yeniden Arap Camii olarak adlandırılmıştır. Caminin Araplara mal edilmesinin diğer bir sebebi de minareye çevrilen eski çan kulesinin 714 yılında Şam’da inşa edilen Emeviye Camii’nin kulesiyle büyük benzerlik taşımasıdır. Fatih’in emaneti bu değerli camii yüzyıllarca Müslümanlara mabed olmuş ve tahta geçen padişah ve sultanlar tarafından hep değerli bulunmuştur. 1713 yılında vuku bulan büyük İstanbul yangınında büyük ölçüde zarar gören camii II. Mustafa’nın eşi, I. Mahmud’un annesi Saliha Sultan tarafından büyük onarımdan geçirilerek genişletilmiş, Arap mimarisine uygun üst pencereler eklenmiş, avlu duvarla çevrilerek sokağa açılan cümle kapısı ve şadırvan inşa edilmiş ve hünkâr mahfili eklenerek nihayetinde Selatin Camii halini almıştır. 1868 yılında ise Adile Sultan tarafından şadırvan onarılarak sarnıç eklenmiştir. Arap Cami 19. yy’da bazı yangınlar geçirse de yapılan onarımlarla mimari özellikleri büyük ölçüde korunmuştur. 1913 yılındaki onarım sırasında ise camiinin zemininde Cenevizlilere ait mezar taşları ve mumyalanmış bazı iskeletler bulunmuş ve bunlar Arkeoloji Müzesi’ne nakledilmiştir. 1913-1919 yılları arasında onarılan mihrabın yanındaki “Mesleme bin Abdülmelik’in Çilehanesi”, “Arap Baba Merkadi” ve çevrede sahabelere ait oldukları söylenen birkaç kabir bu yapının Arap kimliğini güçlendirmektedir. Ahşapla betonun enfes uyumunu her zerresinde huzurla temaşa edeceğiniz bu değerli yapıyı toplamda yetmiş pencere aydınlatır. Ahşaptan mamur, çeşitli süslemelere havi tavan 22 ağaç sütun üzerine oturtulmuştur. 8 adet mermer sütuna oturan mahfil kısmı barok üslubunda yapılmıştır. Camiinin kürsüsü Azapkapı’daki Sokollu Mehmet Paşa Camii’nden getirtilmiştir. Tamamıyla ahşaptan olan çatısı kiremit örtülüdür. Dikdörtgen şeklinde olan camiin son cemaat yeri 1913 yılındaki tamirat sırasında eklenmiştir. Çan kuleliğinden minareye çevrilen ve 102 merdivenle çıkılan dikdörtgen şeklindeki minarenin altından cami avlusuna girilen

tonoz halinde bir geçit bulunmaktadır. Binalar arasında adeta bir serabı andıran avlu kısmına üç kapıdan girilmektedir. İmarından günümüze pek çok hikâyeyi sinesinde barındırmış olan Arap Camiî’nde, 1999 İstanbul depreminde bir sürpriz yaşanır. Depremin meydana getirdiği şiddetli sarsıntıyla duvarların sıvası dökülür ve asırlardır saklanan mücevherler misali 14. yy yapılmış olan freskler çıkar ortaya. Sıvaların arasından bu eşsiz freskleri görünmesiyle derhal restorasyon kararı alınır. Katolik kilisesi iken duvarlarına işlenen Hz. İsa, Hz. Meryem, havariler ve azizlerin resmedildiği freskler oldukça önemli. Özellikle yan nefte yer alan Hz. Meryem’in oğlu İsa tarafından melek eşliğinde taçlandırılması sahnesi eşi olmayan mücevher misali değerli. Yapının kuzey tarafında yer alan başka bir freskte ise Hz. Meyem’in ölümü resmedilmiş. Hz. İsa ve havarilerinin yer aldığı bu fresk öylesine başarılı resmedilmiş, öylesine usta ellerden çıkmış ki, havarilerin Hz. Meryem’in ölümüne duydukları üzüntü yüzlerinden okunabiliyor. Sanat tarihçilerinin ortak kanaatine göre bu freskler Rönesans’ın dünyada bilinen ilk örneklerindendir. Dünya üzerinde eşi benzeri olmayan fresklerin ortaya çıkmasıyla adeta yeniden doğacağı sanılan camiî içerisindeki bu değerli eserlerin üzeri restorasyonun tamamlanmasıyla sıva ile kapatılır. Her karesiyle farklı desenlere havi 14. yy ait bu freskler tüm sanat tarihini değiştirecek nitelikte.

Fatih’in emaneti bu değerli camii yüzyıllarca Müslümanlara mabed olmuş ve tahta geçen padişah ve sultanlar tarafından hep değerli bulunmuştur.

Sizler de bir gün mutlaka Arap Camiî’ne düşürün ömür yolunuzu.. Tüm Avrupa tarihinin yeniden yazılmasını sağlayacak bu eşsiz freskleri keşfedin. Ahşapla betonun harikulade uyumuna bırakarak kendinizi ve her bir köşesi adeta açık hava müzesi misali olan yapının huzurunu hissedin sinenizde. Ağuşunda barındırdığı mânâyı, minberinde saklı ihtivayı, harimindeki bir lahzalık kutsiyeti fark edin. Asr-ı saadetten günümüze, pek çok sırra havi bu değerli eserde bir vakit namaz armağan edin kendinize kalbiniz titreyerek. Nebiler nebisinin müjdesine ve gösterdiği hedefe nail olabilmek için Bizans’ın surlarına dayanan Mesleme bin Abdülmelik’in kabri olduğuna inanılan mezarı ziyaret edin. Fetihten evvele dayanan tarihiyle, İstanbul semalarında ezan sesinin duyulduğu Arap Camiî’ne düşürün yolunuzu. Şehrin sırlarına vakıf olmak, Galata’nın kalabalığından kurtulup huzurla nefes almak; aşkın, mânânın, ân’ın farkına varmak için Arap Camiî sizleri bekliyor…

41


BEŞ ŞEHİR’DE

ERZURUM -evvel-

Türk kültür tarihinin eski yıllarında sayıca az olan seyahat yazıları, son zamanlarda giderek çoğalmaktadır. Belki de bunda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’ adlı kitabının, onun tadına doyum olmayan üslubunun da payı vardır. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//27// ekim 42

eyahat yazıları, görülen yerlerin tanınması açısından oldukça önemlidir. Bu tür yazılar, yazıldığı dönemin her türden tarihi bilgilerine ulaşmaya katkı sağlamaktadır. Bu, önemli bir kültürdür, maalesef bizde, batıdaki kadar gelişmemiştir. Batı kültüründe birçok seyyah ismi sayılabilir; Doğu kültüründe seyahatname deyince İbni Fadlan ve İbni Batuta ilk akla gelen isimlerdir. Türk kültürü açısından baktığımızda ise on yedinci asrın en önemli seyyahı, ‘Seyahatname’ isimli eseriyle Evliya Çelebi’dir. Türk kültür tarihinin eski yıllarında sayıca az olan seyahat yazıları, son zamanlarda giderek çoğalmaktadır. Belki de bunda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’ adlı kitabının, onun tadına doyum olmayan üslubunun da payı vardır. Tanpınar, güzel ülkemizde kaç şehir gezmiştir bilemem ama yalnızca beş şehir hakkında kitap yazmıştır. Bu beş şanslı şehir, İstanbul, Bursa, Konya, Ankara ve Erzurum’dur. Bir Erzurumlu olarak şehrimin ‘Beş Şehir’ arasında yer almasından gurur duymaktayım. Kitabın Erzurum bölümünde şehrimin tarihi, gelenekleri, türküleri, medreseleri, geçirdiği afet ve felaketlerin yanında Erzurum’un en önemli köylerinden biri ve aynı zamanda benim ailemin de köyü olan Cinis anlatılmaktadır. Tanpınar, bu beş şehir içinde en uzun bölümü, asırlar boyu Osmanlı İmparatorluğu’na Başkentlik yapması, Dersaadet olması, dünyanın en güzel coğrafyasını barındırması ve hayatının büyük bölümünü geçirdiği şehir olması hasebiyle İstanbul’a ayırmıştır. İstanbul’dan sonra en uzun ikinci bölümü ise Erzurum’a ayırmıştır. Tanpınar, Erzurum’u yedi bölüm halinde ve her birinde farklı yönlerine değinerek anlatmıştır. Erzurum niçin kitapta ikinci önemli şehir konumunda görülmüştür? Çünkü Erzurum, coğrafyası itibariyle Anadolu’nun doğu tarafından kilidi olduğu için Selçuklu, Malazgirt savaşından önce Erzurum’u almıştır. Bu kilit aynı zamanda anahtardır; çünkü Erzurum’a sahip olmak demek, Anadolu’ya sahip olmak demektir. Erzurum, 23 Temmuz 1919’daki Erzurum Kongresi’nde alınan kararlarla Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı şehirdir. Tanpınar’ın Erzurum’u yazmasında bunlar önemli etkenler olduğu gibi belki buraya birden fazla gelmesinin de bir saik olduğunu söyleyebiliriz. Tanpınar, “Erzurum’a üç defa, üçünde de ayrı ayrı


yollardan gittim. Bu yolculukların birincisinde hemen hemen çocuk denecek bir yaştaydım. Balkan Harbi’nin sonunda, iki felâketli muharebe arasındaki o kısa, azaplı soluk alma yılının başında, babamın memur bulunduğu bir şark sancağından dönüyorduk” (Beş Şehir, s. 170) diye başladığı Erzurum bölümü, sancaktan çıktıktan sonra Erzurum’a ulaşıncaya kadar on bir gün süren uzun yolculuğun anlatımıyla başlamaktadır. Bu yolculuk, aslında İstanbul’a doğrudur; ancak Trabzon limanından vapura binebilmek için Erzurum’dan geçmek gerekmektedir. Tanpınar, isminden söz etmediği bu şark sancağından çıktıktan itibaren geçtiği yerleri anlatırken geceleri böcek sesleriyle dağdan dağa seslenen çobanların avazlarının, nehirlerin çağıltısının, geceleri hayvan sürülerini bekleyen bekçi köpeklerinin havlamalarının, derelerin üzerine kurulmuş değirmenlerden gelen suyun dereyle karışırken çıkardığı uğultuyu, çadırda geçirdikleri gecelerin sabahında ellerinin adeta donduğunu hissettiğini, Bitlis’ten geçerken bir bakkal dükkânının camlarına dizilmiş lamba şişelerini, Balkan Harbi’nden kim bilir hangi sıkıntıları çekerek dönen bir redif taburuyla Murat Çayı’nın üstündeki karşılaşmalarını, eteklerinde yatıp geceledikleri dağların görüntüsünü, hepsinden önemlisi babaannesinin yol boyu anlattığı Kerem ile Aslı hikâyesini, Yunus’tan okuduğu beyitleri ve geceleri gökyüzündeki yıldızların adlarını öğretmeye çalışmasını ömrü boyunca unutamadığını muhteşem tasvirlerle anlatmaktadır. (s. 170-171) Tanpınar’a göre büyükannesi, “Bütün akarsulara, dağlara canlı, ebedî varlıklar gibi bakardı. Sanki şiir, din, gurbet duygusu hayat tecrübesi, birbiri ardınca yaşanmış hayatların rüyalarımızda birbirine karışmasına çok benzeyen bir yığın inanış artığı bu dağları, dereleri onun için ilâhî varlıklar yahut veliler hâline getirmişlerdi.” (s. 171) Yanından geçecekleri dağların hikâyelerini anlatırken ve Âşık Kerem’le Yunus’tan beyitler okurken “asırlar boyunca bu yaylalarda sürü otlatan, kışın günlerce süren kurt avları yapan, masal kızları bakışlı geyiklerin peşinde yolunu şaşıran, hulâsa hemen bütün seneyi yıldızlarla sarmaş dolaş yaşayan insanların rüyası”nı anlatır gibidir. (s. 171) Büyükannesi öyle bir anlatım yapmaktadır ki bu dağların “adlarını duyan yolcunun, bir an bile olsa, bir nevi ebediyet vehmiyle dolmaması, hüviyetlerini yapan uzletin bir kader duygusu hâlinde kendisinde

yerleşmemesi kabil değildir.” (s.172) Tanpınar, geceyi eteklerinde geçirdikleri Yıldız Dağı’nın belki de isminden dolayı gökteki bütün yıldızları yattıkları çadırın üzerine topladığını ve bu dağda ‘ecdat tanrı’ gibi bir tanrısal güç sezdiğini, bundan dolayı yıldızlarla bu dağ arasında tanrısal bir bağ kurduğunu ve sanki biraz daha dikkat kesilse dağın yıldızlarla ne konuştuğunu duyabileceğini vehmetmektedir. Bu vehminin geçmiş yıllarda da kendinde olduğunu hatırlayarak “Kim bilir, belki de her gece, olduğu yerden ellerini uzatarak, tıpkı üç yıl önce Sinop’ta iptidai mektebine giderken her sabah önünden geçtiğim Muvakkithane’nin penceresinden, şevkle büyük asma saatleri kurduğunu gördüğüm ihtiyar gibi, yıldızların saatini kuruyor, Kervankıran’la Çobanyıldızı’nı, Büyük Ayı’yı, Küçük Ayı’yı, Ağlayan Kadınları, kiminin mesafeler içindeki yalnızlığına hüzün duyduğum, kiminin kadife kadar yumuşak ve koyu karanlığa uzattığı mücevher salkımlarına imrendiğim bütün öteki yıldızları birbirine ayarlıyor, güneşin doğacağı dakikayı, ayın sihirli sandalının geçeceği suları tayin ediyor, doğan çocukları gök defterine parlak bir noktayla işaret ediyor, ölenlerin adını bir başka yıldızın gözlerini yavaşça yumarak siliyor, hulâsa kâinat ve kader dediğimiz büyük gidiş gelişi oradan tek başına ve kendi kendine idare ediyordu. O gece Yıldız Dağı’nın eteğinde yatarken benim çocuk hayalim, bugün bile ne olduğunu bilmediğim, fakat hangi derin kaynaklardan geldiğini az çok tahmin edebildiğim bu tesirin altında idi. Çadırın karanlığında, her yanın, her şeyin sihirli bir kimya içinde yüzdüğünü, yıldız parıltılarıyla yıkanıp temizlendiğini, içten büyüdüğünü sanıyordum.” (s. 172)

Ne Ziganalar’ın her dönemeçte bir kere daha şaşırtıcı olan güzelliği, ne Kop Dağı’nın ihtişamı beni peşinden sürüklemiyordu.

43


Küçük bir köy kahvesinde Kamçatka’nın soğuğunu, Seylân’ın sıcağını, Madagaskar’ın yılanlarını her gün başka başka ağızlardan dinlemek kabildi.

ERZURUM’A VARIŞ

Ahmet Hamdi Tanpınar, 1913 yılının güz başında, yol boyu gördüğü koyun sürülerini otlata otlata Erzurum yaylalarına doğru gelen çobanlar gibi, ailesiyle birlikte Erzurum’a girdiklerini ve tam bir şehirle karşılaştığını belirtmektedir. “O zamanın Erzurum’u, on yıl sonra 1923’te gördüğüm Erzurum’dan çok başkaydı. Her türlü kıyafette bir kalabalığın çarşı pazarını doldurduğu, saraç, kuyumcu, bakırcı, dükkânlarıyla senede o kadar malın girip çıktığı hanlarıyla, ambarlarıyla, eşraf ve âyânı, esnafı, otuz sekiz medresesi, elli dört camisiyle, İran transitin beslediği refahlı ve mâmur Erzurum’la on yıl sonra gördüğüm harap şehir arasında kolay kolay münasebet tasavvur edilemezdi. Sonradan öğrendiğime göre, muhtelif çarşılarında on binlerce zenaatçı çalışır, saraçlarının yaptığı eyerler bütün şark vilâyetlerine hattâ Tebriz’e kadar gidermiş. Ben babamla, annemle gittiğimiz siyah kehribarcıları şimdi bir masal gibi hatırlıyorum. Küçük ve yarı aydınlık dükkânlarda ince, dikkatli, işin terbiyesini almış, âdeta iş terbiyesiyle durulmuş birtakım adamlar, oturdukları yerden konuşuyorlar, pazarlıklar ediyorlar, ellerindeki kehribar işlerini havı dökülmüş çuha şalvarlarına sürterek cilalıyorlardı. Sonra keskin bir meşin kokusu, yumuşak derinin âdeta söndürüldüğü, kıvamını bozduğu tokmak sesleri ve bir yığın uğultu...” (s. 173) Tanpınar’ın Erzurum’a geldiği 1913 yılı, Osmanlı’nın birçok cephede savaştığı ve yorgunluktan mecalsiz kaldığı yıllara denk düşmektedir. Üç kıtaya adalet dağıtan

sayı//27// ekim 44

Osmanlı, insafsızca parçalanıp yok edilmeye çalışılmaktadır. Balkanlarda, Afrika’da, Kafkaslarda, Ortadoğu’da nice toprak kaybı yaşamıştır. Nitekim Erzurum da ilki 1829 ve ikincisi tarihte Doksanüç Harbi olarak bilinen 1878-1879 Osmanlı-Rus savaşında iki kez Rus işgaline uğramıştır. Fakat bunlara rağmen 1913 yılında Erzurum, halen önemli bir şehirdir. Sanayisi bulunan bu şehrin, eski ahilik terbiyesiyle yetişmiş esnafının kaliteye dikkat ederek yaptıkları ürünler, ihraç edilmektedir; ticaret hayatı oldukça canlıdır. Çarşıları, başka şehir ve memleketlerden gelen çeşitli kıyafetler giyinmiş insanlarla dolup taşmaktadır. Şimdilerde Oltu Taşı diye nitelenen ve münhasıran Rüstempaşa Çarşısı’nda işlenen siyah kehribar, geleneksel yöntemlerle işlenip farklı şekillerdeki otuzüçlük veya doksan dokuzluk tespihlere, küpe, yüzük, gerdanlık gibi ziynet eşyasına, ağızlığa, baston başına dönüştürülüp ününü her tarafa duyurmaktadır. Bu durumun geçmişte de olduğunu Tanpınar’dan öğreniyoruz. Deri sanayii çok gelişmiş ve saraçların sayısı, ordunun ve çiftçinin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar çoktur. Şehirde eşraf-ayan-esnaf gibi birbirinden farklı sosyal tabakalar vardır; ama bunlar, birbirlerine üstünlük anlamını taşımamaktadır. Medreselerde eğitim devam etmekte ve Erzurum bir ilim merkezi olarak bilinmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk geldiği 1913’e kadar şehrin 1828 mağlubiyetinin sonrasında yaşanan işgalde, şehirden göç edenler, savaşlardaki şehitler ve kayıplar dolayısıyla nüfus yüz otuz iki binden yüz bine düşmüş, ikincisi olan Doksanüç harbinde de nüfusta bir miktar azalma yaşanmış ama şehirde bir yıkım olmamıştır. Tanpınar’ın genç bir öğretmen olarak geldiği ikinci seferde gördüğü Erzurum ise tarihin ender olarak kaydettiği, zulüm ve ölümün kol gezdiği üçüncü bir işgal yaşamıştı. Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerinden biri olan Kafkas cephesinde hastalıklara, dondurucu soğuğa ve düşmana mağlup olan Osmanlı ordusu, Erzurum’a doğru çekilirken Ruslar da takip etmiş, dadaşlar, ordumuzun daha fazla zayiat vermeden Erzincan’a doğru gitmelerini sağlayabilmek için mevzilerde savaşmış ve ordumuzun sağ salim çekildiğinden emin olduktan sonra artık dayanacak güçleri de kalmadığı için 1916 yılının şubat ayında şehrin üçüncü kere işgaline boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Fakat bu defaki işgal ordusu yalnız Ruslardan


ibaret değildi. Rus ordusunda çok sayıda Ermeni subay ve asker bulunuyordu. Bir de Doğu Anadolu’nun her yerine yayılmış Ermeni Hınçak ve Taşnak çeteleri düşünüldüğünde bu sayının ne kadar çok olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. 1917 yılının Ekim ayında Rusya’da Bolşevik ihtilalinin yapılmasıyla Rus ordusu geri çağrılınca yerlerini Ermenilere bırakıp geri gitmişler, etraftaki çeteler de bunu fırsat bilip şehre girmiş ve Erzurum, tarihin en korkunç katliamlarından birine maruz kalmıştır. 1917 Ekim’inden Türk ordusunun toparlanıp şehri işgalden kurtardığı tarih olan 12 Mart 1918’e kadar, Ermeni çeteleri, şehirde on binlerce insanı hunharca katletmiş, emsali görülmemiş bir vahşet yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bu vahşetin üzerinden beş yıl geçtikten sonra gelmiştir. Ama bu beş yılda Türk milleti, vatanımızı elimizden almak isteyen düşmanlarımıza karşı, yine tarihin ender kaydettiği bir istiklal mücadelesini kazanarak yeni bir devlet kurmuş ve Tanpınar, Erzurum’a Türkiye Cumhuriyeti’nin genç bir öğretmeni olarak yeni nesillerin eğitimine katkı sağlamak üzere gelmiştir; o, artık Erzurum Lisesi’nin edebiyat öğretmenidir. Bu kez on yıl önce Trabzon’a giderken geçtiği yollardan, yani kuzeyden Erzurum’a giriyordu. Şimdi bu ikinci gelişinde Erzurum’da gördüğü manzarayı Tanpınar’ın kaleminden aktarmaya çalışalım. “Bu sefer geldiğim Erzurum başka bir Erzurum’du. Ona Doğu Anadolu dağlarının eski bir şarap gibi zamanla takdis edilmiş, ruh besleyici uzletinden değil, dört Cihan Harbi yılının ve İstiklâl Savaşı’nın üstünden aşarak gelmiştim. Vakıa bu sefer de muhteşem bir tabiatın arasından geçmiştik; fakat ona,

birinci seferde olduğu gibi, her şeyini yeni ve harikulade bulan bir ruhla değil sihrini bir yığın ıstırap tecrübesinin soldurduğu bir gözle bakıyordum. Ne Ziganalar’ın her dönemeçte bir kere daha şaşırtıcı olan güzelliği, ne Kop Dağı’nın ihtişamı beni peşinden sürüklemiyordu. Dekordan ziyade bu yerlerde birkaç yıl önce oynanmış kanlı oyunun tesiri altındaydım. Tiyatroda nasıl boş sahnede dekorun oyaladığı seyirci, söz başlar başlamaz bütün o teferruatı görmez olursa, ben de öylece insan ıstırabı karşısında tabiat güzelliğine kayıtsızdım, yabancıydım. Gümüşhane’den sonra yavaş yavaş artan bu duygu, Erzurum’da âdeta ezici bir hâle geldi. İkinci defa gördüğüm bu şehir, artık şark vilâyetlerinin iktisadî merkezi, yaylanın gülü, bu havalide söylenen türkülerin yarısından çoğunun güzelliğini övdüğü eski Erzurum değildi. Harp, hicret, katliamlar, tifüs, çeşit çeşit felâket, üzerinden ağır bir silindir gibi geçmiş, her şeyi ezip devirmişti.

Aslında Tanpınar’a göre Birinci Dünya Harbi’nin getirdiği felaket olmasa bile Erzurum’un çarşısı sönecek, esnaf dağılacak, şehir yine küçülecekti.

Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi’nde geçirdiği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandıkları şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana doludizgin saldırmış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rastgeldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum, Millî Mücadele’ye önayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşehrilerini toplamaya başlamıştı. 45


ntalya, İstanbul dan sonra yaşayabileceğim nadir şehirlerden biridir. Antalya nın şehir merkezinde bir yer vardır ki, beni baştan çıkarıp, bir Antalya hayranı yaptığı gibi resim hayatımda esin kaynaklarımdan biri olmuştur. Ama ne yazık ki hayatımdaki iş yoğunlukları, hayran olduğum bu yeri sık sık ziyaret etmemi engellemiş, ancak o panoramanın hafızamdan silinmesinde başarılı olamamıştır.

BİR HASTAYI KURTARDINIZ

ANTALYA, SİDE, MANAVGAT, ALANYA Uzun yıllar sonra Antalya ya geldiğimde ilk koştuğum yer, beni büyüleyen bu yer Antalya nın merkezindeki Karaalioğlu şehir parkıdır. Şehir parklarını çok sever ve önemser onların özenle korunması gerektiğini savunurum. Serdar TAŞTANOĞLU

Uzun yıllar sonra Antalya ya geldiğimde ilk koştuğum yer, beni büyüleyen bu yer olmuştur. Uzun ayrılık sonrası ruhumdaki etkisi aynı kaldı mı? şeklindeki soruma yanıt aradığım testten başarı ile geçerek üzerimdeki büyüsünün değişmediğini göstererek beni değil zamanı mahcup etmiştir. Aslında ortaya çıkan sonuç ne benim ne de oranın değişmediğinin bir göstergesiydir. Vakit zenginliğine eriştikten sonra Antalya ya daha sıklıkla gelerek bizi ayrı koyan yıllardan intikamımı almışımdır. Sizi oldukça merak ettirdiğimin farkındayım. Bahsettiğim yer Antalya nın merkezindeki Karaalioğlu şehir parkıdır. Şehir parklarını çok sever ve önemser onların özenle korunması gerektiğini savunurum. Zira bende onların şehrin nefes alma yeri başka bir ifade ile şehrin akciğerleri olduğuna inanırım. Bu nedenle bu parkın bozulmadan yıllarca çevre vandalizmi ile göğüs göğüse mücadele edip, ayakta kalması beni son derece mutlu etmektedir. Antalya da yaşasaydım abartısız her gün bu parka gelip, o nostaljik çay bahçelerinde oturup, günün stresinden arınırdım. Bu parktaki yeşilin her tondaki yelpazesi arasından önünüze serilen masmavi deniz ve onların arkalarında her iki renge tam bir uyumla kenar süsü gibi çevreleyen Toros dağları müthiş bir kombinasyon yaratmaktadır. Antalya ile ilk tanışmam liseden mezun olduğum yılın yazında, Side ye tatil yapmak üzere geldiğimiz de kısmet olmuştu. Şimdilerde Side deyince akla yıldızı bol oteller gelmektedir. Oysa o yıllarda Side de sadece birkaç pansiyon vardı. Ailece geldiğimiz Side de otuz günlük tatilimizi o zaman okul olan daha sonra Öğretmenler lokaline dönüştürülen Side ilkokulunda geçirecektik. Nasıl mı? Anlatayım. Bilmeyen için hem ilginç gelecek hem de öğretmenlerin ne şartlarda hizmet ettiğinin öğrenilmesi açısından önem arz edecektir. Babam o yıllarda eğitimci olarak Ankara

sayı//27// ekim 46


da görev yapıyordu. Öğretmenlik çok kutsal, saygın ancak fedakarlık gerektiren mesleklerdendi. Henüz Lojman, kamp ve öğretmenevleri gibi eğitimciler için çok büyük önem arz eden olanaklar olmadığından Bakanlık yaz aylarında eğitimcilere sahil kesimlerindeki okulların sınıflarını tahsis etmekteydi. Kura ve kıdem esasına göre bu yerlerde tatil yapmaya talip şanslı eğitimciler de yanlarında gereksinimleri olan eşyalarla sınıfları kendileri için sımsıcak bir kamp ortamına dönüştürürlerdi. Böylece eğitimciler tüm eğitim yılında sınıflarda biriken yorgunluklarını yine bu kutsal ve bereketli sınıflar vasıtası ile gidermeye çalışırlardı. En önemlisi de eğitimin cefakar, çileli insanları aileleri ile birlikte çok ekonomik bir tatil yapma olanağı yakalamış olurlardı. İşte o yaz bizde kaldığımız bu ilkokulun bir sınıfını kendimiz için şimdiki entel ifadesi ile “ Holiday resort “ haline getirmiştik. Okulun hemen yanındaki cam gibi berrak suyu olan sahil de denize girmek özellikle biz çocuklar için büyük mutluluktu. Nedendir bilmem bizler denizin tadını çıkarmak için şimdilerdeki gibi konforlu plajlar, şezlonglar, şemsiyeler, duşlar, bot, kolluk , ayağa takılan koruyucu ayakkabılar, en kuvvetlisinden güneş yağları, kremleri aramazdık. Kumsala serilen bir havlu, bolca yüzmek, denizden kum, midye, taş çıkarmak, taş sektirmek, kıyıda ilginç çakıl taşları veya midye kabuğu toplamak büyük mutluluktu. Hele deniz sonrası güneşte bekleyen kovalardaki suların başımızdan aşağı

boca edilmesi sırasında attığımız kahkahalarla yaptığımız duşlar bizler için şimdiki jakuzi keyfine bedeldi. O okulda kardeşlerimle işte böylesi geçirdiğimiz bir aylık tatil inanın yıllar sonra beş yıldızlı otellerden aldığım mutluluklarla mukayese bile edilemeyecek üstünlüktedir. Mutlu olma yolunun, olanakların ve konforun artması ile doğru orantılı gelişmediğini birçoğunuz gibi ben de yaşayarak öğrendim.

Okulun hemen yanındaki cam gibi berrak suyu olan sahil de denize girmek özellikle biz çocuklar için büyük mutluluktu.

Side de beş kişilik ailemle mutlu tatilimizi sürerken Manavgat ın yerlisi olan babamın eğitimci arkadaşı İsmail bey amca Side de okula çok yakın bir yerde kaldıkları için bizi ilk günden itibaren ailesi ile birlikte yalnız bırakmadı. Kaldıkları yer ise asla akıldan çıkacak gibi değildir. Bu kaldıkları yerleri daha sonraki yıllar da hiçbir yerde görmedim sadece arada sırada benzerlerini Uzakdoğu veya Afrika belgesellerinde görmekteyim. Bu evler denizin üstündeki kazıklar üzerine kurulmuş ilkel bungalov evlerdi. Kıyıdan iskele ile gelinen evlerin altı deniz, üzerleri hasırla kaplanmıştı. Bazılarında birkaç oda bile olan bu evler yer yatakları ve döşeklerle dekore edilmişti. Şimdiki Side sahilinde çok lüks otellerin bulunduğu mevkiide yer alan bu evlerde yazı geçirmenin anlatılmayacak bir keyif olduğunu öğrenmek bana da kısmet olmuştu. Hani bazen anlatmak olanaksızdır, yaşamak gerekir denilen konulardandır bu aslında. Bu ilkel ama o kadar mutluluk verici bir yerin benzerini örneklemek şimdilerde gerçekten çok zordur sanırım o

47


Yemeklere davet edildiğimiz bazı akşamlar burada deniz sesiyle yemek yemenin keyfini ve sadece biz çocuklar, yatılı misafir olarak kaldığımızda üzerimize yorgan örtüğümüz geceleri, ay ışığında transistörlü radyodan müzik dinlemelerimizi nasıl unutabilirim

bölgede yaşamış benim kuşağımdakiler çok iyi anlayabileceklerdir. Sıcaklığın tüm gün süregeldiği Side de akşam saatleri bile her yer yanarken burada püfür, püfür bir esintinin olması inanılmaz hatta akıl almaz bir şeydi. Yemeklere davet edildiğimiz bazı akşamlar burada deniz sesiyle yemek yemenin keyfini ve sadece biz çocuklar, yatılı misafir olarak kaldığımızda üzerimize yorgan örtüğümüz geceleri, ay ışığında transistörlü radyodan müzik dinlemelerimizi nasıl unutabilirim. O tatilde Antalya ve çevresindeki görülmesi gereken yerleri İsmail beyin henüz Türkiye de yeni piyasaya çıkmış Renault 12 marka arabası ile gezerek öğrendik. Bir yerde bize Antalya genelini de sevdiren İsmail bey amca olmuştur. Yazımın girişinde bahsettiğim, beni büyüleyen Karaalioğlu parkını da ilk kez o zaman görmüştüm. Üniversite yıllarında Antalya ya ve Alanya ya seyahatlerim oldu. Alanya o yıllarda bana doğal, güzel ve şirin gelmişti. Ne yazık ki daha sonraki yıllarda özellikle doğallığının ve şirinliğinin kaybolduğunu üzülerek görüyorum. Aradan geçen uzun yılların ardından Antalya, Side ve Alanya ya gelişlerim iradem dışı, zorunlu gelişler olsa da yine de benim için büyük mutluluk kaynağı olmuştur. Görev yaptığım kurumun değişik yıllarda adı geçen üç yerde düzenlediği eğitim seminerlerine zorunlu katılmak durumundaydım. Bu tip zorunlu seyahatlerin sevimsiz tarafı özgür davranma adına ne zaman ne de ortam bulunamamasıdır. Bazen de sizinle dünyaya aynı pencereden bakan arkadaş bulma güçlüğü çekilmesidir. Öyle ki topluca hareket etmek sanki mecburi

sayı//27// ekim 48

bir davranış biçimi haline gelir, bireysel davranış yoksunu haline dönüşürsünüz. Bu handikaplar da benim gibi kaşif ruhlu biri için bir hayli zorlayıcıdır. Buna rağmen her üç yerde de kendi ruh dünyamı besleyecek kültürel ve sanatsal yolculuğu gerçekleştirmeyi başarmışımdır. Örneğin Antalya da beş yıldızlı bir otelde yaklaşık üç yüz meslektaşım ile sabah ve öğleden sonra olmak üzere iki seanslı ama neredeyse tüm günü işgal eden seminerdeydik. Yüzde doksan beşi erkek olan meslektaşlarım otel içinde ya da yakınındaki çay bahçelerinde toplu olarak zamanlarını değerlendirirken benim Antalya nın bilmediğim yerlerini keşfetmem ve özellikle Karaalioğlu parkında çay keyfi yapıp, geçmiş anıları yaşayıp, tüm gün sıkıcı mevzuatlarla karartılan ruhumu arındırıp döndüğümde meslektaşlarımın bıraktığım yerde hala okeye devam etmelerine onlar adına üzülmüş, neler kaçırdıklarının farkında olmamaları enteresan gelmiştir. Bu bireysel keşiflerimin bir gününde eskiden görmediğim, yapılan restorasyonlarla müthiş bir cazibe merkezi olmuş Kaleiçi bölgesini keşfettim. Gördüğüm her konak, tarihi ev müthiş bir mutluluk veriyordu. Allah kalbine göre versin şeklinde güzel bir sözümüz vardır ya aynen bu temenni de olduğu gibi Kaleiçi ni gezerken bir resim sergisinin açılış kokteyli içinde kendimi bulmamı, ressamlarla tanışmamı, diğer sergilerden haberdar olmamı, “kalbime göre verilen armağanlar ‘’ olarak kabul ettim. Gördüğüm her şeyin kalıcı olması için ne kadar çok fotoğraf çektiğimi hatırlıyorum. Ana cadde üzerindeki tarihi roma kalıntıları yanında


uyuklayan, yılların yorgun savaşçısı, ayakkabı boyacısı, yaşlı amca kendisini fotoğraflayarak ilerde yaptığım bir yağlıboya resmimin kahramanı olduğunu ne yazık hiçbir zaman öğrenemedi. Bir kez de yine Antalya merkezdeki büyük bir otelde yapılacak zorunlu seminere “ İstanbul dan araba ile gezerek gidelim ‘’ şeklinde öneriyle, iki yıl önce rahmetli olan çok sevdiğim meslektaşım Nazif dışında Ahmet ve Osman üstatları da alarak eğlenceli bir seyahat gerçekleştirdik. İstanbul, Antalya rotamızı şöyle çizmiştik; öğle yemeğimizi İnegöl de, akşam yemeğimizi bir gece konaklayacağımız Afyon da yiyecek, ertesi sabah çayımızı Kütahya da içip, öğle yemeğimizi Isparta da gerçekleştirecektik. İnegöl ün neden köftesi bu kadar meşhurdur? sorusuna yanıtı bizzat burada yediğim öğle yemeğin de buldum. Gerçekten nefisti. Ancak İnegöl ün sadece köftesinin değil, yoğurdu ve ekmeğinin de çok lezzetli olduğunu fakat ne yazık köftenin şöhretini yakalayamadıklarına üzüldüm. Madem Afyon da kalacaktık, o halde bir kaplıca otel olmalıydı dedik ve güzel bir yer bulduk. Akşam yemeğimizi açık büfe olan restoran da alıyorduk. Güzel menü sonunda sıra tatlı yeme faslına gelinmişti. Benim dışımda üç arkadaşında şeker hastası olması yüzünden onca çeşit tatlıyı utana, sıkıla ve çekine, çekine tabağıma koyarken, “acaba onlara göstermeden başka bir yerde bitirip, öyle mi masaya gitsem? “ düşüncesi bile aklımdan geçerken, masaya geldiğimde bu üç şeker hastası arkadaşın tabaklarında benden fazla tatlı olmasına dondum kaldım. “Yahu. Siz mi, yoksa ben mi şeker hastasıyım? anlamadım ki, sizin yüzünüzden az daha yemeyecektim“ dememe hepimiz çok güldük. Oldukça kuralcı ve prensipli üstatların bu davranışları, bende seyahatin mutlulukla birlikte biraz çocuk kimliğimizide ortaya çıkardığı kanaati oluşturdu. Bu durumla daha sonraki yıllarda gezi sorumlusu olarak gerçekleştirdiğim seyahatlerde sık sık karşılaşacaktım. Ertesi gün ilk çay molasını Kütahya da yaptık. Burasıda bir Kastamonu şehri gibi hak ettiği ünü yakalayamamış şehirlerimizdendir. Kısa bir şehir turu sonrası şehrin çok düzenli, temiz, bakımlı olması bizi çok mutlu etti. Şehir meydanında oturduğumuz çay bahçesi bana hiç yabancı gelmedi. Bir anda Biga, Bursa kültür park, İzmit, Ankara gençlik parkındaki çay bahçelerinde arkadaşlarım ve ailem ile yaptığımız keyifli

sohbetler çocukluk ve gençlik hallerimiz film şeridi gibi aktı. ilk defa geldiğim bu çay bahçesinde sanki defalarca bulunmuş hissine kapıldım. Sanırım bu duyguya kapılmamdaki en büyük etken deniz olmayan bu yerlerdeki, suyu ikame eden havuz ve fıskiyelerden çıkan su sesleri ve klasik desenli masa örtüleri idi. Öğle yemeğini planladığımız gibi Isparta da yemeğe karar verdik. Bir arkadaşın önceden bildiği fırın tandırı ve şırası meşhur olan bir esnaf lokantasına geldik. Metal maşrapalarla şıra içme ilginç geldi. Çocukluğunda şadırvanlara asılı herkes su içtiği annemin bana “sakın onlardan su içme, avucunla iç “ şeklindeki tembihini hatırladım.

Ana cadde üzerindeki tarihi roma kalıntıları yanında uyuklayan, yılların yorgun savaşçısı, ayakkabı boyacısı, yaşlı amca kendisini fotoğraflayarak ilerde yaptığım bir yağlıboya resmimin kahramanı olduğunu ne yazık hiçbir zaman öğrenemedi.

Tandır muhteşemdi. Ama Bitlis te tok olmama rağmen iki porsiyon yediğim tandırdan üstün değildi. Ayni ekip ile Antalya daki seminer sonrası Belek ve Olympos u keşfimiz ile de merak ettiğim iki önemli yeri de görmüş oldum. Zorunlu seminerlerle istediğim özgürlükte değerlendiremediğim Antalya ya kısa süre sonra bu kez eşimle geldik. İlk uğrağımız Arkeoloji müzesi oldu. Arkeolojiye merakı olanları tatmin edecek bir müze olması ve batı standarlarında olması bizleri gururlandırdı. Tekne ve fayton turlarımızdan sonra bir kez daha Atatürk ümüzün kaldığı şimdilerde müze olan binayı, Konyaaltı nı, Kaleiçi ni, Çarşıyı detaylı gezdik. Sohbet ettiğimiz Antalyalılardan öğrendiğimiz, köfte ve tahinli kabak tatlısı ile ünlenmiş lokantanın haklı övgüleri almasına şaşırmadık. Bir gün şehir içinde gezerken saat kulesinin yanına kurulmuş Kızılay çadırındaki hemşireler beni kan vermeye davet ettiler. Daha önce birkaç kez kan verdiğim ve bunun hem sağlığıma hem ruhuma çok iyi geldiğini bildiğimden tekliflerini kabul edip kan verdim. Ertesi gün gelen ve yıllarca düzenli gelmeye devam eden mesajı her aldığımda hem mutluluk duyarım hem de Antalya yı hatırlarım. “Bir Hastayı kurtardınız”… 49


ARİFİYE TREN İSTASYONU

“ARİFİYE İSTASYONU DENİNCE YANIK

BİR YOL TÜRKÜSÜ GELİR AKLIMA” Arifiye İstasyonu denince vuslattan/kavuşmadan bir önceki durak, bir önceki istasyon gelir aklıma. Sevdiğine, sevdiklerine, sevdikleriyle kavuşmaya ramak kalmış, kavuşmaya merhaba nisyana elveda demeye bin kez hazır, sabrın sonuna yakın bir yürek bir bakış bir çıkış gelir. Fahri TUNA

rifiye İstasyonu denince, ova gelir orman gelir göl gelir aklıma; ilin ormanının, bölgenin gölünün kenarında kocaman verimli bir ova, ak bir ova, Akova, Akova’nın kulağının dibinde tatlı bir melodi çalınması gelir aklıma. Arifiye İstasyonu denince göç gelir akıma, bilmem kaç yüzyıllık evinden barkından göçmek zorunda bırakılan mutsuz, umutsuz, umarsız yüzler gelir, dününü unutmak, yarınından umutlanmak isteyen umutsuz yüzler gelir, bakışlarını birbirinden saklayan. Arifiye İstasyonu denince hasret gelir aklıma; yürek yakan, yürekleri yakan… yürekte yanık bir ezgi, ufukta belli belirsiz bir çizgi, Hasret Dağı’nın ardındaki yamaçta umut arayan bir sezgi gelir. Arifiye İstasyonu denince vuslattan/kavuşmadan bir önceki durak, bir önceki istasyon gelir aklıma. Sevdiğine, sevdiklerine, sevdikleriyle kavuşmaya ramak kalmış, kavuşmaya merhaba nisyana elveda demeye bin kez hazır, sabrın sonuna yakın bir yürek bir bakış bir çıkış gelir. Arifiye İstasyonu denince Yemen gelir Hicaz gelir, Bağdat cephesi Kafkas cephesi gelir aklıma; ‘Adı Yemen’dir / Gülü çemendir / Giden gelmiyor / Acep nedendir’ türküsü gelir yanık yanık kulağıma çalınan. Can çekişen bir medeniyetin çaresizliği, cepheden cepheye savruluşu, biterken yıkılırken bile son bir umutla, adını sanını duymadıkları illere, ellere, coğrafyalara sevdikleriyle helâlleşerek imanla inançla İstasyona gelmiş, kaderine teslim, geri dönüşten umutsuz, gönlünde kara bir sızı, karayağız Anadolu çocukları gelir. Arifiye İstasyonu denince sarı saçlı mavi gözlü Balkan çocukları gelir aklıma. Dokuz yüz on iki gelir, perperişan, karmakarışık; abasız havasız cakasız; sürülen atılan itilen; umutsuz bakımsız belirsiz; dağların ovaların nehirlerin yeşil ve mavisinden kâm, savaşın ortasında gam almış, bu dünyada mı öte dünyada mı, yerde mi gökte mi, ölü mü diri mi olmaklığı belli belirsiz Balkan çocukları gelir, İstasyon parmaklıklarına dizili. Arifiye İstasyonu denince gözleri hüzün dolu hicran dolu, bakışlarını kendinden bile saklamaya çalışan Rumeli kadınları gelir aklıma; yürekleri dağlayan ‘Çalın davulları çaydan aşağı / Mezarımı kazın bre dostlar belden aşağı / Suyumu da dökün boydan aşağı’ türküsü dillerinde, acılı yazgıları alınlarında, siyah yemenileri başlarında, ciğerpareleri iki damla yeşil göz bebeleri kucaklarında. Arifiye İstasyonu denince İkinci Abdülhamit gelir aklıma; bilmem ne kadar milyon kilometre

sayı//27// ekim 50


kare Osmanlı coğrafyasını çelik ağlarla ören; aylar yıllar süren seyahatleri, saatlere günlere dönüştürmesi, hasret sahiplerini birbirine kavuşturmasına nazire adına ‘Hamidiye İstasyonu’ verilmesi gelir. Arifiye İstasyonu denince İttihat Terakki gelir; ihtiras gelir iktidar hırsı gelir vefasızlık gelir aklıma; otuz bir mart gelir, hareket ordusu gelir, altı yüz yıllık bir devletin otuz üç yıl başında –kimilerine göre strateji dehası kimilerine göre istibdat/baskıyla - izzetle oturmuş bir sultanın hal edilmesi/ derdest edilmesi/tahttan yaka paça indirilmesi, bu ‘büyük zafere’ izafeten, biri de Arifiye’deki olmak üzere, on yedi yerdeki Hamidiye İstasyonu adlarının çarçabuk değiştirilmesi gelir, işgal güçlerinden bile beklenmeyecek türden bir ihtiras gelir, vefasızlık ve saygısızlık gelir. Arifiye İstasyonu denince Mustafa Kemal gelir, umut gelir özgürlük gelir barış gelir aklıma; Arifiye’de duruşu, uzaklara, kâh İl ormanına, kâh Sapanca gölüne, – şimdi Sakarya Üniversitesi kampüsü olan – kâh Esentepe’ye Serdivan tepelerine bakışı gelir; küllerinden yeniden doğan bir millet gelir aklıma. Dik duruş gelir, onur gelir, geleceğe emin adımlarla yürüyüş gelir aklıma. Arifiye İstasyonu denince ilim irfan gelir aklıma… Cumhuriyetin birinde, geleceği aydınlatacak kuşaklar yetiştirmek için açılan mekteplerden birisi gelir, Arifiye Köy Enstitüsü gelir; ufuk gelir, vizyon gelir, kitap gelir. Çelik raylarla çelikleşmiş bilgilerin kaynaşıp ilmin irfana dönüşmesi gelir. Okul müdürü Süleyman Edip Balkır gelir. Hayrettin Uysal gelir, Abdulalh Çelik gelir, Fuat Taş gelir aklıma. İlkokul öğretmenim Seyfettin Ayçiçek gelir, Arfiye mezunu akrabalarım eniştem Ramis Memiş gelir, dayımın oğlu Mustafa Erdoğan gelir. Kardeşim Çetin Öztürk gelir. Arifiye İstasyonu denince hayvan güderken toplanıp Enstitüye getirilmiş bir yığın mahcup bakışlı gariban köy çocukları gelir aklıma; onların sakin yalın ışıltılı bakışlarında bir ülkenin bir devletin bir istikbalin geleceğini görür gibi olurum: Aydınlık bir geleceği... Arifiye İstasyonu denince İnönü gelir, Bethowen gelir, Verdi gelir aklıma: İsmet Paşa’yı hatırladım, Arifiye İstasyonu’ndan inerken halkı selamlayan, bir elinde fötr şapkası, diğer elinde bastonuyla. Oradan yürür gider banisi olduğu köy enstitüsüne. Dimağlarına bilgi, gönüllerine irfan vermek için çırpındığı köy çocuklarıyla kucaklaşışını görür gibi olurum. Sonra okulun Itri’ye Dede Efendi’ye, Suzinak’a tümüyle kapalı, Bethowen’e

Verdi’ye Mozart’a tümüyle açık... yaman çelişkili eğitim sistemi gelir, köksüzlük gelir, öksüzlük gelir, yüzsüzlük gelir aklıma. Arifiye İstasyonu denince Orhan Veli gelir aklıma, bir yüce gönül gelir, bir yanık yol türküsü gelir, oradan geçerken bitişiğindeki ilim irfan mektebine selam veren; ‘Arifiye! / Şoför durdu, Enstitü Mektebi, dedi. / Süleyman Edip bey müdürün adı. / Bir yol da burada duralım; / Ellerinde nasır, yüzlerinde nur, / Yarına ümitle yürüyenlere / Bir selam uçuralım.’ Arifiye İstasyonu denince kavşak gelir kader gelir kavuşmak gelir aklıma; her daim bir yol ayrımında oluşumuz gelir, tren vagonunda yolcular arasında, yazgının vagonlarından birinde yol almaklığımız gelir; sonra kavuşmak gelir menzile. Menziller gelir aklıma; kâh evim çocuklarım, kâh eşim dostum, kâh son nefesim son durağım gelir. Arifiye İstasyonu denince kent gelir, büyük kentler başkentler gelir, medeniyetler gelir aklıma; bazen kara bir kömür dumanıyla kente, kentlere, büyük kentlere, ta Ankara’ya ta İstanbul’a, ta Paris’e ta Londra’ya ta Newyork’a gidişler, uzanışlar gelir; Endülüs’e, Mekke’ye Medine’ye varışlar gelir; medeniyete uzanışlar kavuşuşlar gelir. Arifiye İstasyonu denince ada gelir, Sait Faik gelir, Faik Baysal gelir aklıma; ada gelir, Adapazarı gelir, Sait’in ‘bizim kasaba’ dediği Adapazarı İstasyonu’na Arifiye’den sapışı, istasyonda inişi, geniş omuzlu bebek yüzlü sürücülü at arabasına binişi ‘Meserret Oteli’ne inişi gelir; Faik Baysal’ın her cumartesi Sen Josef’ten Haydarpaşa’dan yola çıkıp, içinde şiirler ese ese, öyküler biriktire biriktire, elinde tahta bavulu, Arifiye’den sallanıp Ada’sına geçişi, mis gibi ceviz ağacı kokuları arasında, ‘hayatta en sevdiğim insandı’ dediği ‘haminnesi’ne kavuşması gelir. Arifiye İstasyonu denince yanık bir yol türküsü, içimi yakan bir türkü gelir aklıma; Manastır’ın ortasında ‘çeşme’ gelir, Üsküp’te Vardar olur yol, Filibe’de Nöbettepe olur istasyon. Yemen’de Huş Tepesi’dir artık o, Erzurum’da ‘Sarı Gelin’, Maçka’da ‘taşlı yol’, Ordu’da ‘dere’. Diyarbakır’ın etrafında ‘bağ’, Urfa’da ‘dumanlı dağ’. Eskişehir’de ‘halkalı şeker’, İzmir’de ‘konak’. Ve son sözü, âmâ gözleriyle kimsenin göremediği hakikatleri gören Âşık Veysel’in gönlünde söz olur saz olur sızı olur; türkü olur Arifiye Tren İstasyonu; yanık bir yol türküsü olur, dile gelir daima: ‘Uzun ince bir yoldayım / Gidiyorum gündüz gece / Bilmiyorum ne hâldeyim…’ Arifiye İstasyonu bizleri bilinen bir ‘bilinmez’e götüren yanık bir türküdür dilimizde.

Arifiye İstasyonu denince İkinci Abdülhamit gelir aklıma; bilmem ne kadar milyon kilometre kare Osmanlı coğrafyasını çelik ağlarla ören; aylar yıllar süren seyahatleri, saatlere günlere dönüştürmesi, hasret sahiplerini birbirine kavuşturmasına nazire adına ‘Hamidiye İstasyonu’ verilmesi gelir.

51


İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Necip Fazıl Kısakürek

SAKARYA

İZLENİMLERİ

Sakarya. Bir yanda Kafkasya, bir yanda Sakarya. Bir yanda ufuklar, bir yanda Sakarya. Yrd.Doç.Dr. Erkan ÇAV*

ana, dün, bir tepeden baktım azîz Sakarya. Bir yanda ağaçlar, bir yanda kıvrım kıvrım akan Sakarya. Göçmen kuşlarının, uzak memleketlerinden hicret edenlerin memleketi, vatan sığınağı; Sakarya. Bir yanda Kafkasya, bir yanda Sakarya. Bir yanda ufuklar, bir yanda Sakarya. YEŞİL CENNETİ

Bir tepeden, bir tepeden baktım sana azîz Sakarya. Önümde tarlalar, ağaçlar, kuşlar, sırtımda gökyüzü, sesler ve sessizlikler. Ruhumda doğanın zerreden küreye yaşam serpintileri. Ağaç yaprakları, çiçek tozları, kuş kanatları, meyve tatları, hayvanlar alemi. Patikalar, bir uçtan bir uca eklenen orman yolları, çalı çırpı öbekleri, tarlalar. Kelebek danslarıyla çizilen toprak. İnsan eliyle doğanın tutuştuğu tepeler. Gecelerin sahibi hayvan sesleri, baykuşlar, ağustosböcekleri, köpekler, horozlar; gündüzün sahibi kuş sesleri, meltem esintisi, insan cıvıltıları, kanat çırpan bayraklar ağaçların zirvelerinden, şehitleri selamlayan bayraklar. DOĞANIN CÖMERTLİĞİ

Haftasonları doğayla iç içe geçmek isteyenlerin adresi, emeklilerin, dingin ruhların adresi. Sapanca gölü ve dağları, vaha içinde vaha, ormanlar içinde orman, yeşillikler içinde cennetler. Bedeni ve ruhu dinlendiren birkaç günlük geçişler adresi. Kültürel, sanatsal ve iş toplantılarının mekânları. Birkaç saatlik yolculukla ulaşılan ruh temizleme memleketi. Sapanca’nın dağlarla çevrili muhteşem silüeti, doğa harikası bir yerdir; çevresindekilerin telaşını temizleyen yamaçları, ormanları, suların pırıltısı ile. Birçok ailenin büyük şehirlerin dağdağasından kaçış yerleri. Gözlere ve gönüllere dinginlik damlatan manzaralar. ÜRETİM ŞEHRİ

*T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//27// ekim 52

Sanayi merkezlerinin üretim ve dağıtım merkezleri, farklı lojistik imkanları ile ülkemizin üretici güçlerinden. Üretim ve tüketim merkezlerine yakınlık. Ekonominin ve ticaretin


akışlarına yakınlık. Çiftçilik ve hayvancılıkla geçinen köylüler, doğal ve doğru yiyecekler, saf ve temiz ahlaklı güzel insanlar. Çalışkan ve nasırlı elleriyle yaşayan insanlar. Alınteri peşinde koşan insanlar. SAİT FAİK’E SELAM

Hikaye ustası Sait Faik Abasıyanık’ın memleketi. İnce bakışların hikayecisi. Sessiz insanların çağıldayan sesi. Memleketin sesi. Memleket hikayelerinin neşeli güncesi. “Semaver”den içilen çayların eşlikçisi. Kıyı ve köşelerin ziyaretçisi. GÖKDELENSİZ ŞEHİR

Sakarya, savaşlarda yılmayan, depremlerde yıkılmayan, yokluklarda boğulmayan şehir. Gökdelenleri reddeden şehir. Mahremiyet içre evlerle, bizim, kendi medeniyetimizin evlerini kuran şehir. AZÎZ SAKARYA, AZİZ ŞEHİTLERİN YURDU

Bayraklar: Hakkari’den, Mardin’den gelen şehirler, ülkesi için ölümü Ömer Halisdemir gibi, onları karşılayan şehitlerin sancakları. Her dakika ölümü sinelerinde taşıyan şehitler. Kimi, 15 Temmuz kara ve karanlık gecesinde milleti için bütün varını sunan kadınlar, erkekler, gençler, çocuklar; kimi, hain ellere dur diyen bu milletin askerleri. Asker; vatanı koruyan cevher. Hainliği kabul etmeyen cevher. İstiklalin simgesi cevher. Milletin süngüsü cevher. Alçak teröristler elinde kirletilemeyecek üniformayı taşıyan cevher. Sakarya, ülkesi ve

milleti için şehit olanların yurdu. Eylül günü iki şehidini sinesine gömdü, Mardin/Midyat’tan, Hakkari/Çukurca’dan. Bütün Anadolu şehirleri, bütün Türkiye şehirleri gibi. Vatan hainlerinin yuvalandıkları, kaçtıkları, saklandıkları yer olmaz, olamaz Sakarya! Kurtulacaktır elbette bu kirli ruhlardan güzel Sakarya! Hayır, hayır, hayır; artık öz yurdunda garip, öz vatanında parya değilsin Sakarya! Şehitlerin, talihin akışını değiştirdi. Bütün şehirlerin geleceğini, şehitleri değiştirir. Bu vatan, bu vatan da asla hainlerin yurdu değildir! Bu ülke, bu ülkeyi sevenlerindir! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!.. 53


ÜTEBESSİM İNSANLAR ÜLKESİ

MALEZYA’DA TÜRK İZLERİ

VE İLİŞKİLERİMİZ Bugünkü Malezya toprakları -Singapur dâhil- uzun yıllar İngilizlerin işgalinde kalmış. Malezya, 1957 yılında bağımsızlığını kazanmış. Doç.Dr.Süleyman DOĞAN*

Uçaktan Uluslararası Kuala Lumpur havaalanına indiğinizde sizi sıcak hava ile birlikte tebessüm eden insanlarla karşılaşıyorsunuz. İnsanlar ülkelerine gelmenizden memnun olduklarını ifade eden gülümsemeyi hiç eksik etmiyorlar. Pasaportumu uzattığımda Türk olduğumu gören memurun yüzündeki tebessüm bir kat daha artıyor, memnuniyetini ifade eden bir yüz hali ile ‘hoş geldiniz’ diyor. Türkleri seviyorlar ve burada iyi bir yerimiz var. Malezya, Türk vatandaşlarına vize uygulamıyor. Turist olarak girişte vizesiz üç ay kalabiliyorsunuz. Burada mevsim diye bir mefhum yok. 12 ayın her günü aşağı yukarı sıcaklık 25-30 derece. Hava oldukça nemli, on nedenle sıcaklığı rahat 35 derecede hissediyorsunuz. Gözünüzün alabildiği her yer yeşillik. Tam bir yeşil cennetine geldiğinizi anlıyorsunuz. 328 bin kilometre kare yüzölçümlü, 30 milyon nüfuslu Malezya’da, özellikle çok dinli, çok dilli, çok kültürlü yapısı dikkat çekiyor. Malaylar diğer etnik Müslümanlarla birlikte nüfusun yüzde 60’ını teşkil ediyor, Çin kökenliler yüzde 25, Hint kökenliler yüzde 11, kalan yüzde dört ise; Sih, Bangladeşli, Tay ve diğerleri. OSMANLI İZLERİ

*T.C. YTÜ, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

sayı//27// ekim 54

Bugünkü Malezya toprakları -Singapur dâhil- uzun yıllar İngilizlerin işgalinde kalmış. Malezya, 1957 yılında bağımsızlığını kazanmış. Singapur ise Malezya’dan 1963 yılında ayrılarak küçük bir adada dünya finans merkezi olarak yerini almış. Malezya’da Johor Sultanı İbrahim’in Osmanlı ziyarete sırasında Sultan Abdülmecit tarafından Rukiye isminde Saray’dan biriyle evlendirilmiş. Rukiye hanımın torunu Tunku Abdul Razak Malezya’nın ikinci başbakanı (1970-1976). Yine şu anda Malezya Başbakanı olan Nejib Razak ise Tunku Abdul Razak’ın oğlu. Yine günümüzde yaşayan Malezya’nın en büyük alimlerinden Syed Muhammad Naquib al-Attas ise Rukiye hanımın torunu. Al-Attas’ın Kuala Lumpur’daki evinde Prof.Dr.Alparsan Açıkgenç ile ziyaret ettik. Ziyaret sırasında oğlu Dr.Syed Ali Tawfiq al-Attas’da hazır bulundu. Attas ailesine seyitlik ise baba tarafından geliyor. Yani baba tarafı Arabistan’dan gelmiş anne tarafı ise Osmanlı’dan. 85 yaşında Naquib al-Attas evinde bize büyük ilgi gösterdi. Kendisi bizlere kendi


eliyle kahve yaparak ikram etti. Türkiye’ye karşı büyük muhabbet olan Attas, Türkiye’yi anlata anlata biterimiyor ve Türkiye’de ki akrabalarına da selam gönderiyor. MALEZYA’DA BİR OSMANLI

Prof.Dr.Al-Attas doktorasını ikibuçuk yıl gibi kısa sürede başarılı bir şekilde İngiltere’de tasavvuf üzerine yapmış. Dünyada gezmediği bir yer hemen hemen kalmamış. Çok önemli kongrelerde devlet ve bilim adamlarıyla tanışmış. Al-Attas tam bir Mevlana hayranı. Ondan hikayeler anlattı. Osmanlı torunu olan Al-Attas denebilir ki İslâm dünyasında gelenekçi düşüncenin günümüzdeki yegane temsilcilerinden biridir. Al-Attas ile üç saatlik konuşmamız özellikle eğitim üzerine yoğunlaştı. Günümüzde eğitimin iki önemli probleminden söz eden al-Attas; birincisi günümüzde açık bir şekilde ifade edilmiş bir eğitim felsefesinin olmayışı ve ikincisi, birinci soruna bağlı olarak İslâm eğitim felsefesine dayalı bir eğitim sisteminin kurulamayışıdır. Eğitimi edep kavramıyla açıklayan al-Attas, “Eğitim ruh ve bedenin disiplin altına alınması demektir ki İslâm geleneğinde bunun adı “edep”tir. Edep, hakikatin, bilgi ve varlık olarak rütbe ve derecelerine göre mertebeleşmesinin; aynı zamanda insanın kendisinin bu mertebeleşen düzende bulunduğu mutabık konumunun bedensel, ruhsal ve aklî yetenekleriyle tanınması ve ikrarıdır” der. Bu anlayıştan hareketle alAttas, edebin İslâm geleneğinde eğitim anlamına

geldiğini vurgulayarak naklî delil olarak meşhur hadis-i şerifi zikretmektedir: “Rabbim beni edeplendirdi ve edebimi güzelleştirdi”. Ancak kendisi bu hadisin şöyle çevrilmesi gerektiğini savunur: “Rabbim beni eğitti (educated) ve eğitimimi (my education) güzelleştirdi”. İslâm Dünyasının en önemli üç probleminden söz eden al-Attas, “1. Cehalet; 2. Edebin kaybedilmesi; 3. Bu ikisinin sonucu olarak bilgiden ve edepten yoksun liderlerin idarî düzende başa gelmesi. Bunun çözümlenmesinin yolu edep ve bilgi eksenli kurulan bir eğitim sisteminin işlerlik kazanmasıdır” diyor.

Malezya’nın devleti mutlakıyet ile yönetiliyor, yani krallık. Malezya’da 9 eyalette 9 kral bulunuyor.

“Sömürgecilik ve eğitim” Kongresi Onbin kilometre uzaklıkta, uçakla onbir saatte gelebildiğimiz Uzak Doğu Güney Asya Müslüman ülkesi Malezya’nın Başkenti Kuala Lumpur’da 9. Uluslararası Asya Felsefe Derneği Konferansında (ICAPA 216) tebliğ sunmak için geldim. 20-24 Temmuz 2016’da katıldığımız kongreye başta Türkiye ve Malezya’dan olmak üzere Japonya, Güney Kore, Hindistan, Endonezya, Moğolistan, Kazakistan, Kanada, Rusya, Bangladeş’ten gelen bilim insanları 8 oturumda 40 civarında tebliğ sundular. Kongrenin Türkiye’deki menfur kalkışma sonrasına gelmesi Türkiye’den gelen katılımcı sayasında ciddi düşüş yaşandı. Hal böyle olunca kongre boyunca diğer ülkelerden gelen bilim insanları Türkiye’de ne olup bittiğini sordular. Bizlerde dilimiz döndüğünce Türkiye’de FETÖ diye adlandırılan (ben FETÖİST grup diyorum) 55


İnsanlar Türklere büyük bir sempati besliyor. Osmanlıdan kalan tarihi mirasımızdan dolayı insanlar bize hürmet gösteriyor. Osmanlı dendiğinde büyük bir saygı duyuyorlar. ‘Sultan-i Osmanî’ diyorlar.

bir sinsi çetenin askeriyeye gizlenerek yaptıkları bir terör hareketi olduğunu söyledik. Kongrenin başkanı Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç açılış konuşmasında Asya ülkeleri arasındaki ilişkinin artırılmasını vurguladı ve “Asya Birliği”nin (AsyaB) kurulması yönünde Türkiye, Güney Kore ve Japonya’nın öncülük etmesini arzuladığını belirtti. Bu birlikte özellikle AsianPA kurulduğundan beri vurguladığı ‘İpek Yolu Hızlı Tren Projesi’nin hayata geçirilmesinin önemli olduğu söyledi.” Çok farklı kesimlerden katılımın olduğu açılışa ilgi bir hayli fazlaydı. katılım oldu. UNITAR rektörü de katıldı. Asya Felsefe Derneği’nin Asya ülkeleri arasında önemli bir köprü oluşturduğu dile getirildi. Kongreye Malezya Yükseköğreim Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dato’ Seri Ir. Dr. Zaini Ujang katıldı. Kültür Bakanlığı sanatçısı M. Sadreddin Özçimi tarafından ebru sanatı hakkında katılımcılara ebru sanatının tarihçesi pratik yapımıyla ilgili sunum yaptı. Sunum sonunda katılımcılar ve misafirlere ebru çalışmaları ile ilgili hazırlanan salonda eserlerin sergisi açıldı. İlk ebru çalıştayı gerçekleştirildi. UNITAR Rektör Yardımcısı, Doç. Dr. Muhamad Naim Kamari, AKEPT Direktörü Prof. Dr. Kamal Harun ve Teknoloji Üniversitesi Kampus Direktörü Prof. Dr. Durrishah Idrus bu kongrenin ülkelerinde düzenlenmesinde büyük mutluluk duyduklarını belirttiler. 9.ICAPA Kongresinin Malezya’da yapılmasının destek veren Başbakanlık, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklarına da teşekkür edildi. Asya Felsefe Derneği’nin Asya ülkeleri arasında önemli bir köprü oluşturduğu dile getirildi.

sayı//27// ekim 56

Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Başkanı Sayın Prof. Dr. Musa Yıldız’ın teklifleri ile 10. ICAPA kongresinin Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunan Ahmet Yesevi Üniversitesinde düzenlenmesi kararlaştırıldı. Kongre; Kültür Bakanlığı ney ve ebru sanatçısı M.Sadreddin Özçimi ve Prof.Dr.Bilal Kuşpınar Türk tasavvuf musikisi konseri ile sona erdi. Konserde Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç her makam aralığında Türk Tasavvuf musikisi felsefesi ve teorisi hakkında bilgi vererek makamların anlam ve etkileri üzerinde bilgi verdi. ÜLKEDE 9 KRAL VAR!

Malezya’nın devleti mutlakıyet ile yönetiliyor, yani krallık. Malezya’da 9 eyalette 9 kral bulunuyor. Bu krallar kendi aralarından her beş yılda bir büyük kralı seçiyorlar. Bu kral 5 yıl sonra seçimle diğer krala devrediyor. Krallık, sembolik ve temsili bir hüviyette devam ediyor. Ordu kralı bağlı ve kral aynı zamanda İslam’ı temsil ediyor. Krallık bir manada İngiliz krallığına benziyor. Başbakan seçimle geliyor ve asıl yönetim ve sorumluluk başbakana ait. Askerin başkomutanı kral, polislerin bağlı olduğu birim ise başbakanlık. OSMAN İSMİ ÇOK YAYGIN!

Taksiye binip, Türk dediğimde, Malezya’da özel ilgi görüyorum. İnsanlar Türklere büyük bir sempati besliyor. Osmanlıdan kalan tarihi mirasımızdan dolayı insanlar bize hürmet gösteriyor. Osmanlı dendiğinde büyük bir saygı duyuyorlar. ‘Sultan-i Osmanî’ diyorlar. Osmanlı’ya sevgilerinden dolayı 50 yaşın üzerindeki Malaylarda çok sayıda Osman ismi var. Malaylar oldukça sakin insanlar.


İşleri de bu oranda yavaş. İnsanların yavaş olmasında iklimin büyük etkisi olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Kadınları erkeklere göre daha çalışkan. Bu yönüyle bizim Karadeniz kadınlarına benziyorlar. Çalışan kadınların sayısı yüzde elli civarında. Kadınlar çalışma hayatı içinde aktif rol oynuyorlar. Kadınlar her alanında varlar. Vasıta kullanan dört kişiden ikisi neredeyse kadın şoförlerden oluşuyor. Başı açık ve başı kapalı kadın bir arada yaşıyor ve bir arada çalışıyor. Bundan rahatsız olan kimsede yok. Kimseye zorla başörtüsüne açtırılmadığı gibi, zorlada başörtüsü takılmıyor. Türkiye’de kimilerinin söylediği gibi kimsenin orucuna ve namazına da karışan yok. Ne oruç polisi ne de namaz polisi gördüm ve de duydum. Malezya eski Başbakanı Tun Dr. Mahathir Muhammed’in 22 yıllık başbakanlığı (19812003) süresince geçmişte çok fakir olan Malezya’yı ekonomik açıdan yüzde 10 gibi bir ekonomik büyüme gerçekleştirmiştir. Büyükelçi Türkoğlu; “Hedef 5 milyar dolar” Malezya’nın Türkiye Büyükelçisi Başak Türkoğlu’nun akademik heyet olarak ziyaret ettik. Ziyaret sırasında Büyükelçi Türkoğlu ve Başkatip Ahmet Doğan heyetimiz sıcak karşıladı ve Malezya ile Türkiye arasındaki samimi ve dinamik bir ilişkinin olduğunu belirtti. Gücünü, ortak tarihi ve kültürel değerlere sahip halklarından alan Türkiye ve Malezya arasındaki ikili işbirliği her alanda derinleştiğini belirten Türkoğlu; “Türkiye ve Malezya arasında diplomatik ilişkilerin tesisinin 50. yıldönümü olan 2014, ikili ilişkiler açısından önemli gelişmelere sahne

olmuştur. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlıkları döneminde, Ocak 2014’te Malezya’ya bir resmi ziyaret gerçekleştirmişler ve “Stratejik İşbirliği Ortak Bildirisi” ile ikili ilişkiler “stratejik” seviyeye yükseltilmiştir. İki ülke ticaret hacminin 5 milyar ABD Dolarına çıkarılması üzerinde mutabık kalınmıştır. Sayın Cumhurbaşkanımızın gerçekleştirdikleri ziyaretle kazanılan ivme, Malezya Başbakanı Dato’ Sri Mohd. Najib bin Tun Haji Abdul Razak’ın Nisan 2014’te Türkiye’yi resmi ziyaretiyle sürdürülmüştür. Ziyaret sırasında, iki ülke arasında ekonomik ve ticari ilişkiler açısından önemli bir eşik teşkil eden “Serbest Ticaret Anlaşması” (STA) imzalanmıştır. STA, 1 Ağustos 2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ağustos 2015’te Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu, ASEAN Dışişleri Bakanları Toplantısı vesilesiyle Malezya’yı ziyaret etmiştir. Ayrıca, Başbakan Dato’ Sri Najib, Türkiye’nin Başkanlığında Kasım 2015’te Antalya’da düzenlenen G-20 Zirvesine katılmış ve Sayın Cumhurbaşkanımızla bir görüşme gerçekleştirmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı konuşmasında;

Türkiye’de kimilerinin söylediği gibi kimsenin orucuna ve namazına da karışan yok. Ne oruç polisi ne de namaz polisi gördüm ve de duydum.

İki ülke, ikili ilişkilerde sahip oldukları mükemmel düzeyde işbirliğini, Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı, D8 gibi birçok uluslararası platformda da sürdürmektedirler” dedi. Dünya döndükçe, köklü ve sağlam bir dostluğu olan iki ülkenin bağları dahada güçlenerek devam edecek umudundayız… 57


üreselleşen dünyanın önündeki büyük tehlike, insanların, şehirlerin ve hayatların giderek birbirine benzemesi. Bu durum, seyahat etmekteki “farklılıklara şahit olmak” duygusunu, farklı “an”ları yaşamak heyecanını giderek küllendiriyor.

GÖÇEBE RUHLAR

ISSIK GÖL’DE

Göçebe Kültür ve Geleneğinin, küresel hakim kültüre rağmen varoluş göstergesi olan bu kültürel zenginlik atmosferi umuyoruz ki hem ülkemizde hem de Türk Cumhuriyetlerinde bu yıl olduğu gibi daha binlerce yıl devam eder… Salih DOĞAN

Bu genel durumun aksine, günümüz dünyasının alışılageldik görüntülerinden ve etkinliklerinden farklı ve özellikle bizim kültürel kodlarımızın mazisine uzanan bir festivale davetliydik: 2. Dünya Göçebe Oyunları Festivali. 2011 yılında Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Kazakistan ziyareti sırasında yapılan istişareler neticesinde Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev’in de girişimiyle hayat bulan bu Festival, Issıkgöl şehrinde, Kırçın Yaylası’nda, Tanrı Dağı eteklerinde muhteşem bir tabiatın ortasında gerçekleştiriliyor. İlki olmasına rağmen Dünyanın farklı ülkelerinden ziyaretçi akınına uğrayan, göçebe ruhunun canlandırıldığı Festival, 03-08 Eylül 2016 tarihlerinde Kırgızistan Issık gölde düzenlendi. Bu Festival’in amacı, tarihte Türk halklarının geçmiş ruhunu yeniden diriltmek, geçmişimize sahip çıkmak, Türk halkları arasında ortak kültürü geliştirmek ve yaşatmak olarak belirlenmiş. Bu bakımdan, göçebe halkların yaşam biçimleri, gelenekleri, töreleri, kültürel ve sportif oyunlarını bu festival bünyesinde canlandırılıyor. İlk organizasyona göre, Festival’in birçok ülkede yakaladığı popülariteyi ziyaretçi yoğunluğundan anlamak mümkün. Ayrıca bu kadim kültürün uyandırdığı merakı karşılayacak “değer” üretiminin de Fesitval organizasyonu tarafından karşılandığını gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyetinin de verdiği destekle organizasyon gerçekten takdire şayan bir şekilde gerçekleştirildi. Festivale bilimsel bir temel oluşturmak ve geçmiş araştırmaları etnografik yaşam biçimlerinin ortaya çıkartılması için 2016 yılında önemli adımlardan birisi hiç şüphesiz bu festivalde “Göçebe Medeniyet: Tarihî Miras ve Çağdaşlık” başlıklı bir konferansında düzenlenlenmiş olmasıdır. Organizasyon için 6 milyonluk Kırgızistan adeta kenetlenmişti. Ülkenin bütün fertlerinin gönüllü olarak Festival’in aksamadan yürümesine yardımcı olduğunu gözlemlediğimi söyleyebilirim. Festivale katılan ülkelerin sporcuları, gösteri ekipleri

sayı//27// ekim 58


ve ziyaretçiler ile böylesine güzel ve dostane bir atmosferde ilgilenildiğini görmek güzeldi. Bu birlik ve samimiyet, Festival’in eksiksiz gerçekleştirilmesindeki motivasyondu. Issık Göl Çolpan Ata şehrine gelen tüm katılımcılarla hizmet veren İngilizce, Türkçe, Rusça Arapça, Farsça dilleri başta olmak üzere kendilerini her alanda geliştirmiş gönüllü gençlerin oluşturduğu 1500 kişilik büyük bir kadroyu alkışlamak gerekir. Hem ülkelerinin misafirperverliğinin canlı örneği oldular hem de organizasyonun yürümesinde oldukça yararlı bir birliktelik örneği sergilediler. İlk organizasyonda katılımcı ülke sayısı 28 iken bu yıl ki organizasyonda göçebe oyunlarına katılımcı ülke sayının 64’e ulaşması dünyanın bu göçebe ruhunu yeniden diriltilmesi hadisesiyle bütünleşmiş benimsemiş olduğunu gösteriyor. Kültür Emperyalizminin küresel ölçekte bütün milletlerin gelenekleri otantik yaşam biçimlerini yok ettiği bir dünyada Göçebe Türk kültürünün dünya kültür atlası içersinde farklı bir renk farklı bir zenginlik olduğu gözler önüne serildi. Özellikle Kırçın yaylasında oluşturulan binlerce çadır (Boz-üy)de ziyaretçilere bir çok deneyimin yaşatıldığı dev bir oba’lar bütünü, bir etnokent oluşturuldu. Keçe çadırı (bozüy) ve farklı yörelerin geleneksel unsurlarının sergilendiği etnokent obalarında bölgelerin kültürleri ayrı ayrı canlandırıldı. Örneğin Narın Obası, Talas Obası, Celalabad Obası, Tokmok Obası, Oş Obası gibi oluşturulan bu bölgelerin kendi obalarında bireysel ve grup müzikal performansları, drama gösterileri, otantik halk dansları gösterilerinin yanında bütün obaların ortak etkinlik yaptığı buyuk sahne de ise özel gösteriler belirli zaman aralıkları ile ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor. Ateşli gösteriler, sıra dışı sahne gösterileri, atlı gösteriler, alıcı kuşlarla avlanma gösterileri gelin alma töreninin canlandırılması, obalar arasında kurulan kazanlarda “boğursok “(hamur kızartma)kızartan yaşlı ece’ler Göçebe Türk yemeklerin başlıcası et ve çeşitleri olmak üzere bir çok yemek çeşitleri de bozüyler içinde görkemli sofralarda sergileniyor ve ziyaretçilere ikram ediliyor . Türkler geçmiş kültürlerinden gelen kahramanlık savaşçılık ve mukavemet gerektiren mücadele esaslı geleneklerini anlatmak, göstermekten ve yaşatmaktan onur duyarlar, çünkü bunun tarih sahnesindeki Mert Türk isminin gerçek karşılığı olduğunu düşünürler

59


Dağların eteğinde büyük bir plato olan Kırcın Yaylası’nda etnografik yaşam atölyeleri Türk Göçebe hayatının folklorik özelliklerinin birebir yaşandığı deneyimlendiği bir yayla... Türk göçebe yaşamını bire bir gözlemlediğim bu bozüylere davet edilişimiz o çadırdan öbür çadıra Kırgız geleneklerine göre döşenmiş bozuylerin içi adeta Türk motiflerinin keçe figürlerinin organik kök boyadan yapılmış renk cümbüşü içersinde ikram edilen kımız’ın tadı hala damağımda inanın... Etlerin lezzeti inanılmaz özellikle ağır misafir olarak ağırlandığımız bozuy’de koyun başı getirilmesi “Türk Geleneğinde misafirin en kıymetlisine hürmeten ikram edildiğini biliyoruz gösterilen hürmetten biraz da mahcub oluduğumu net hatırlıyorum... O balın tadını hiçbir yerde bulamazsınız ancak gidip orada tatmanız gerekiyor.. Çadır içindeki ayı postları kurt başlı postlarla resim çekilebiliyorsunuz Kırgız kalpakları ile özellikle Ak kalpak “dik başlı mağrur Tanrı dağlarını temsil ediyor”. İlk Festival’de, kar gibi beyaz olması tanrı dağlarındaki kar gibi temiz, başı dik, onurlu olmayı temsil eden kalpaklarla forograflar çektirip “bayke”(kardeş, arkadaş)’lerle muhabbeti koyulaştırıp soğuk kırcan yaylasında sıcak muhabbetler demlemiştik kök çay ile… Kırgızistan, Issık göl de düzenlenen festivalin spor müsabakalarında oyunlarda ev sahibi olmasının da avantajıyla madalya sıralamasında birinci olurken, oyunlarda Kazakistan, Türkmenistan, Rusya sırasıyla Kırgızistan’ı takip ettiler. Kökbörü, Güreş, atlı oyunlar, okçuluğun başını çektiği göçebe oyunlarında ülkeler kendi güçlerini test edebilme imkânı buldu. İzleyenlere ise seyrine doyum olmayan oyunlara tanık olma, göçebe kültürünün yaşandığı dönemlere yapılan fantastik bir yolculuk sevinci yaşattı. Özellikle Türk Cumhuriyetleri katılımcılarının daha fazla kaynaştığı festival göçebe kültürünün yaşandığı bu atmosfer hafızalarda unutulmaz hatıralar bırakmış, gelecekte çok daha büyük festivaller için hayallere kapı aralamıştır. Bu yıl ağustos ayında benzer bir Festivali Dünya Etno Sporlar Federasyonu aynı organizasyon çatısı altında bendenizinde kültür komisyonunda katkı sağlamaya çalıştığı büyük bir ekip başarıyla gerçekleştirdi. Bu da ülkemiz adına önemli bir kazanım olduğu gibi geçmiş tarih ve ortak değerler butunluğumüz adına Dünya Etno Sporlar Federasyonuna önemli bir misyon yüklemiştir. Göçebe Kültür ve Geleneğinin,

sayı//27// ekim 60


küresel hakim kültüre rağmen varoluş göstergesi olan bu kültürel zenginlik atmosferi umuyoruz ki hem ülkemizde hem de Türk Cumhuriyetlerinde bu yıl olduğu gibi daha binlerce yıl devam eder… KATILIMCI ÜLKELER:

Kırgızistan, Türkiye, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan, Altay Cumhuriyeti, Çuvaşistan, Hakasya, Çeçenistan, Tacikistan, Tataristan, Macaristan Karaçay-Çerkesya, Afganistan Moğolistan, İran, Pakistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Saratov Bölgesi, Katar, Kuveyt, Meksika Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Belarus, Belçika, Avusturya, Brezilya, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Çin, Estonya, Finlandiya, Fransa, Hindistan, İsveç, İtalya, Japonya, Kore, Letonya, Litvanya, Norveç, Polonya, Romanya, Slovakya, II. DÜNYA GÖÇEBE OYUNLARI’NDA YER ALAN SPOR DALLARI: 1) At yarışları

• Çong at çabış • At çabış (uzun mesafe yarış) • Corgo salış (rahvanlı koşu) • Kunan cabış (uzun mesafeli at koşusu)

•Cirit •Er eniş (at sırtında güreş) 3) Dövüş sanatları

•Toplu güreş (kadın / erkek) •Kazak güreşi (küreş) •Güreş (Türkmenistan millî güreşi) • Güleş (Azerbaycan millî güreşi) •Aba güreş (Türkiye millî güreşi), •Kırgız küroş (Kırgızistan millî güreşi) •Alış (kemer güreşi / Kırgızistan) 4) Geleneksel ok ve yay yarışması

•Yürüyüş / Atış (Coo caa atuu) •At sırtında atış (Atçan caa atuu) •Toplu yay aralığı ve doğruluğu

Türkler geçmiş kültürlerinden gelen kahramanlık savaşçılık ve mukavemet gerektiren mücadele esaslı geleneklerini anlatmak, göstermekten ve yaşatmaktan onur duyarlar, çünkü bunun tarih sahnesindeki Mert Türk isminin gerçek karşılığı olduğunu düşünürler.

5) Geleneksel entelektüel oyunları

•Ordo (Aşık) • Mangala •Dokuz taş kumalak oyunu (Tokuz Korgool) 6) “Salburuun” avcılık türünde millî sporlar (Kırgızistan)

•“Burkut Saluu”, “Çırga”, “Undok” •“Dalba oynotuu” •Taygan carış

2) At yarışmaları

• Oğlak kapmaca (gök / kök börü – Kırgız millî at sırtında takım oyunu)

Fotograflar : Atilla Güven-Salih Doğan Kaynak : http://worldnomadgames.com/en/

61


GÜNÜMÜZDE VE OSMANLI’DA

ŞEHRE DAİR Daha çok eski dünya diye tabir edebileceğimiz Asya, Avrupa ve Asya kıtalarında yeralmakta olan bu şehirlerdeki kültür varlıkları bugün insanlığın en büyük zenginliği olarak kendini göstermekte ve binlerce kilometre öteden gelen kişilerin hayranlıkla izledikleri görüntüleriyle, mimari tarihinin altın sayfalarını teşkil etmektedirler… İsmail BİNGÖL

üzlerce sesin kulaklarımıza hucüm ettiği ve sağımızda solumuzda bazen hoşumuza giden bazen gitmeyen binaların çevrelediği bir yoldan yürüyüp işimize gücümüze gittiğimiz, hayatımızın sokaklarında, caddelerinde akıp gittiği şehirlerin geçmişin dünyasında kendilerine özgü güzellikleri vardı ve dillerde o güzelliklerle anılırlardı. Savaşların, yıkımların, depremlerin çok fazla uğrağı olmayan bu tür şehirlerden; asırlar içinde elde ettikleri mimari özellikleri koruyup bugüne getirmesini bilenler; günümüzde de önemlerini muhafaza etmeye devam etmektedirler. Dünyanın değişik ülkelerindeki bu şehirler; hele de şehir bilinci ve şehirlilik kültürü edinmiş kişilerin elindeyse, bir tek taşına bile zarar verilmesine müsaade edilmez ve dünyanın ortak kültürü olarak korunup, kollanmaya devam edilir. Daha çok eski dünya diye tabir edebileceğimiz Asya, Avrupa ve Asya kıtalarında yeralmakta olan bu şehirlerdeki kültür varlıkları bugün insanlığın en büyük zenginliği olarak kendini göstermekte ve binlerce kilometre öteden gelen kişilerin hayranlıkla izledikleri görüntüleriyle, mimari tarihinin altın sayfalarını teşkil etmektedirler. Batılı ülkelere seyahat edenlerin yakından görecekleri gibi, onların bu tür eserlere gösterdikleri ihtimam, titizlik ve güzelleştirme gayretleri ne yazık ki bizden daha fazladır. Gerek çevre düzenine ve gerekse esere gösterilen tavır, tarz ve davranış karşısında şaşkınlığa uğramamak elde değil. Binlerce yıl öncesinde yaşamış birilerinin muhteşem çabaları sonucunda ortaya çıkan ve dünyanın bugün geldiği noktada artık yerlerine yenileri konulamayacak olan bu tarihi eserlerin, bir yerin geçmişinin nerelere uzandığının, orada bir zamanlar kimlerin yaşadığının en iyi delili olan bu ince ve narin şaheserlerin ayakta kalması konusunda gösterdikleri çabayı takdir etmemek mümkün değil. Şehirlerimizdeki kültürel varlıklarımıza gösterdiğimiz ilgiyi ve korumayla ilgili olarak ortaya koyduğumuz hassasiyeti gözönüne getirip, kendimizi bir özeleştiriye, bir yargılamaya tabi tutarsak, sonucun hiçte lehimize çıkacağını söyleyemeyiz. Bir çoğumuz, şehirlerimizin tapusu olarak göreceğimiz o camileri, hanları, hamamları, sarayları, evleri ve daha başkalarını doğru dürüst gezmemişizdir bile… Hatta, hergün yanından yöresinden geçipte, bir gün olsun merak edip içine girme zahmetinde bulunmayanlarımız dahi vardır

sayı//27// ekim 62


desek; herhalde abartmamış oluruz. Zira geçmişimize ilgi duyma, tarihimizi bilme, anlama ve yorumlama açısından o kadar çok eksiğimiz var ki; bu da bizim kendimize olan güvenimizi azaltıyor ve atalarımızın ne büyük emekler sonucunda ortaya koydukları o büyük miras, gözümüzde hakettiği yeri almıyor. Başkalarının yaptıklarına hayranlık duyarken, sahip olduğumuz emsalsiz değerlerin kıymetini gerektiği gibi bilmiyoruz ya da onların bir kısmının harap olup gitmesine göz yummuş oluyoruz. Oysa dünyaya medeniyet ihraç etmiş bir milletin çocukları olarak, kendi gücümüzün, kendi değerlerimizin, kendi üslûbumuzun farkında olmadığımız veya olamadığımız içindir ki; diğer bazı açılardan olduğu gibi; şehirleşme ve mimari yönden de geri düşmüşüz. Şehirleşmede, yapılaşmada, yollar, köprüler kurmada bu kadar büyük bir tecrübenin, bu kadar büyük bir mirasın sahibi olan bizlerin yakın dönemde, özellikle son otuz kırk yılda kurduğu şehirlere ve o şehirlerin ayrıntısındaki yerlere; mahallelere, sokaklara, caddelere, bu düşüncenin ışığında hele bir kere daha bakın. Ne kadarı bizim medeniyetimizden izler taşıyor, ne kadarı bize benziyor ve ne kadarı geleceğe kalacak bir özen, bir tarz, bir üslûp taşıyor? Hâlbuki, çağın dayattığı zorluklar sebebiyle yeni yerleşim yerleri oluştururken ve eski olanları söküp yerlerine yenilerini inşa ederken; aralara, kültür dünyamızdan izler taşıyan ve sonraki nesillere bu konuda yol gösterecek, klavuzluk edecek, onları uyaracak mimarî örnekler serpiştiremez miydik? Kendimize bu kadar yabancılaşmanın bizi taşıyacağı yer anlamında tahminleri olanların ruhlarına çektirdikleri azap her geçen gün büyüse de; kimsenin onların seslerine kulak verdiği, sözlerini dinlediği söylenemez.

yıllardır ayakta kalan, görenleri kendine hayran bırakan, bir daha unutulmayacak biçimde hafızalarda yer eden muhteşem eserler çıkmıştır. Taş ve ağaç; geçmişin ustalarının hünerli ellerinde adeta hamur gibi yoğrulmuş, şekilden şekile dönüşmüş, akıl almaz motiflerle bezenen eserler; yüz yıllar boyu bütün görkemiyle ayakta kalmayı başarmıştır. Ülkemizin gerek büyük, gerekse kapsama alanı dar olan daha küçük şehirlerinde de rastlayabileceğiniz bu sanat eserleri; ne kadar büyük, ne kadar haşmetli bir mirasın sahibi olduğumuzu bizlere ayan beyan göstermektedir. İstanbul’da, Bursa’da, Konya’da, Erzurum’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da ve ülkemizin diğer şehirlerinde, hatta geçmişte bir dönem bulunduğu beyliğin başkenti olup da bugün ilçe olarak hizmet veren yerlerde bulunan şaheser hüviyetindeki; emeğin, terin ve ustalığın mahsulü yapıları görenlerin hayretten ağızlarının bir karış açık kalmaması mümkün değildir. Mesela bunlardan biri, Sivas’ın Divriği ilçesindeki Ulu Camii ve Dar’üş Şifa’dır. Uzun yıllar ülkemizde oturan ve yeri doldurulamaz pek çok çalışmaya imza atan, İslâm arkeolojisi hakkındaki uzmanlığıyla bilinen, 1883-1972 yılları arasında yaşamış, ressam, mimar, arkeolog, gezgin Albert Gabriel; “Anadolu Türk Anıtlarının en dikkate değer olanı, en hayret ve hayranlık uyandıranı Divriği Ulu Camii’dir.” demektedir. Yıllardır Divriği de yaşayan ve profesyonel anlamda fotoğrafçılıkla uğraşan Yusuf Güldalı’nın, kendisiyle bu konuda yapılan bir sohbette Divriği Ulu Camii hakkında söyledikleri de oldukça ilginç… Şöyle diyor sayın Güldalı: “30 yıldır fotoğraf çekiyorum, hala Ulu Camii çekiyorum. Taşlardaki o işlemelerin her birinin tek tek detayının çekilmesi gerektiğini düşündüğümden, yılmadan çekmeye devam ediyorum.”

Zira şair Nabi Efendi’nin dediği gibi: “Arz-ı mihr eylemeğe başladı amma devran / Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler”. Günümüz diliyle söylersek; “zamane insanları güzellik ve sevgiyi ortaya dökmeye başladılar ama sevgi ve vefa sayfasını ne okuyan, ne dinleyen olmadıktan sonra neye yarar!..” Ne var ki, yine de insana ümitsizlik yakışmaz diyelim ve şehirlerimizde bu değişim ve dönüşümü sağlayacak birileri belki bir gün çıkar diye düşünelim. Oysa “bilge mimar” olarak anılan rahmetli Turgut Cansever’in dediği gibi “ecdad ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmiştir” adeta. Güzelliği ve estetiği, en iyi şekilde taşıması ve göstermesi için, iki önemli maddeyle buluşturmuş ve ortaya; yüz

Oysa bugün şehri alabildiğince büyütmek bir marifet olarak görülüyor. Şehri büyüttükçe insanı küçülttüğümüzü ve onu bu büyüklük altında ezerek yalnızlaştırdığımızı, kendine bile yabancılaştırdığımızı ve değersizleştirdiğimizi, şahsiyetsizleştirdiğimizi göz ardı ediyoruz. Bunu bir sorun olarak dahi görmüyoruz. Hâlbuki bu kadim medeniyetin mirasçıları olan bizler için, insanın kimlik ve kişiliğine yapılacak yatırımın, en az şehre yapılan yatırım kadar değerli olduğunu, insanla şehir, şehirle tabiat arasındaki dengenin hassaslığını ve kırılganlığını anlamak o kadar zor olmamalıydı. Onun için şehri tanımlarken, kadim kültürümüzün ve siyasetinin hâkim olduğu asırlarda ortaya

63


konulan orijinal hayat tarzını, ona uygun mimariyi ve bundan kaynaklanan özgüveni mutlaka konuşmak gerekir. Bu yaklaşım, günümüz mimarlık ve şehircilik meselelerinin anlaşılmasında, gelenekten ilham alıp bize has tasarım ve biçimlerin ortaya konmasında yönlendirici olacaktır. Bu durumda, hiç vakit kaybetmeden günümüz insanının kendi inanç ve medeniyet değerlerinden hareketle, ona yeniden özgüvenini kazandıracak vasıtaları bulmak ve ihya etmek zorundayız. Dedelerimiz görevlerini yaptılar ve tarihin sayfalarındaki şerefli yerlerini aldılar. Ancak bize de öyle bir emanet bıraktılar ki, bugün onu korumak, bir adım öteye taşımak ve maddi-manevi tüm dinamikleriyle sürdürmek bile büyük bir görevdir. Bu görev altında bugünü yani aslında yarını biçimlendirirken kendimizi, şehrimizi ve mimarimizi yeniden analiz edip, bize has bir sentezi ortaya koyacak ruh ve biçimin yeniden hayat bulması için neler yapabileceğimiz konusunda bir daha düşünmeliyiz. Aslında reçete elimizde olmasına rağmen yanlış mecralarda yol almaya çalışmanın çile ve eziyetini hem kendimize, şehirlerimize ve mimariye, hem de bize bakan, bizi örnek alan coğrafyamıza karşı çektirdiğimizin de farkında mıyız? Bugün şehirlerimizde, geçmişteki büyük medeniyetimizi temsil namına ürettiğimiz, kendimize ve insanlığa örnek olma adına sunabileceğimiz ne yazık ki çok fazla bir şey yok. Bu yüzden başta yerel idareler olmak üzere, tüm kurumlarımızla ve insanımızla, yerel kimlikleri, onu yaşatacak olan çevremizi, mahallelerimizi, evlerimizi, anıt eserlerimizi korumak, ayağa kaldırmak zorundayız. Bu eyleme girişirken de kendimizi test etmek adına doğru soruları sormak ve samimiyetle cevap vermek zorundayız: Kendinize “Bu şehir bana ne veriyor?” diye sorduğunuzda, bu sorunun cevabı sadece maddiyatla eşdeğer bir durum sergiliyorsa, ortada bir problem var demektir. Eğer gönülle, manayla, nitelik ve özgün değerlerle maddiyat arasında bir denge söz konusuysa, o zaman doğru yolda olduğunuzdan emin olabilirsiniz. Medeniyetimiz ancak bu şekilde sürdürülebilir olacaktır. Sadece maddenin hüküm sürdüğü ve insanların çoğunlukla maddi menfaatler karşılığında birbirine dost göründüğü, ama bu durum ortadan kalktığında birbirlerine sırtlarını dönüp, arkalarına bile bakmadan çekip gittikleri, hatta kötülük edebildikleri

sayı//27// ekim 64

toplumlarda medeniyetten söz edilemez. Hem zaten insanlığa verecekleri fazla bir şey olmayan bu tür medeniyetlerin önünde sonunda yerle bir olacakları ve kendilerinden sonraya bırakacakları mirasın da bir zaman sonra unutulacağı, hafızalardan silineceği kesindir. Şehir kültürünün, daha doğrusu bize ait medeniyetin en önemli unsurlarından biri de hiç şüphesiz komşuluktur. Manevi değerler silsilesi içerisinde pek büyük bir yer tutan bu müessesinin, batı kültürüyle birlikte erozyona uğradığının hepimiz en yakın şahidiyiz. Hâlbuki bu müessese öylesine büyük ve bizi birbirimize bağlayan, millet olmamızı sağlayan öylesine yüce bir hayat tarzı ki; inancımızda olduğu gibi, sözlü kültürümüzde de kendince yer edinmiştir. Bu konuda atalarımızın söylediği ve geçmişi yüz yıllar ötesine dayanan onlarca atasözümüz var. Hepimizin zihninde bunlardan en az birkaç tane vardır ve yeri geldiğinde de kullanırız. Ancak her biri komşuluğun farklı bir yanına işaret eden bu sözlerin anlatmak istediklerine acaba ne kadar uyarız? İşte bütün meselede burada gizlidir ve pratikte üstümüze düşen görevi lâyıkıyla yapmadığımız için, komşularımızla aramızdaki mesafe de her geçen gün biraz daha açılmaktadır. Çünkü evlerimiz yıllar öncesine oranla çok daha genişlese de; yüreklerimiz daralmaktadır. O koskoca evlere, eşimizle, dostumuzla, akrabamızla ve tabii ki komşularımızla sığmaz haldeyiz. Eşyanın hâkimiyet kurduğu, bencilliğin, gösterişin ve samimiyetsizliğin tavan yaptığı evlerde; sevginin, saygının, hoşgörünün, kısacası insanlığın yeri gittikçe azalmaktadır. Dünyanın kuruluşundan beri önemli olan komşuluk ilişkileri, ne yazık ki yeniçağın dayattığı tüketim ilişkileri, buna uydurulmaya çalışılan hayat tarzı ve bu tarzın ortaya çıkardığı apartman kültürü sonucunda, oldukça gevşemiş ve hatta bazı yerlerde artık isminden bile söz edilemez noktaya gelmiştir. Birbirinden kuvvet alarak, zor zamanda birbirine dayanarak hayatını idame ettirme yoluna giden insanoğlu için bu bir felakettir ve belki de insanlığımıza vurulan en büyük darbelerden birisidir. Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, arkadaşa, yolda kalmışa yardımın emredildiği bir inancın mensupları bugün sadece kendisiyle aynı zenginliğe sahip kişilerle bir arada yaşamanın peşindedir. Başkalarıyla ilişki kurmada çizilen bu çerçeve, bazı insanî vasıfların unutulmasına; başkasının acısını, yoksulluğunu görmeme, duymama gibi


davranışların giderek artmasına, böylece ortak toplumsal faydanın dumura uğramasına, bizleri ayakta ve bir arada tutan değerlerin yıkılıp gitmesine yol açar. Şimdi bu söylediklerimize iki ayrı firma reklamının penceresinden bakarak konu hakkında düşünmeye çalışalım. İşte ilk firmanın konut reklamından bir bölüm: “Firmamızın üçüncü projesinde beş yüz elli daire dört haftada satıldı ve şimdi yenisi başlıyor. Firmamız sizleri yeniden yaşamaya davet ediyor. Şehrin merkezinde herkes için yeni bir yaşantının kapılarını açıyor. Modern mimarisi, merkezi konumuyla hayatın tadına yeniden varacaksınız. Gelin, lüks yaşam seviyesi, şehrin her yerine kolay ulaşımınızı sağlayan metrosu ve alternatif yolları, keyifle vakit geçirebileceğiniz geniş yeşil alanları ve dünyada tek olan foldhome konsepti (sinema salonu), spor salonu, sanat odası veya müzik odası gibi bir evin içine sığmayacak her türlü konforun gerçek olduğu yeni projemizde yaşamaya baştan başlayın!” Ve daha nice özelliklerini medya araçlarından her gün duyduğunuz farklı mimarî tarzdaki projelerden biri… Örnekler çoğaltılabilir. Şimdi de diğer firmanın konut projesinin tanıtımından bir bölüm: “Kültürümüzle bağını koparmamış doğa dostu evler yapıyoruz. İnancımıza uygun, medeniyetimizden ilham alan projemiz, kendine özgü mimarî tarzıyla, insan fıtratını gözeten, toplumdan ve topraktan tecrit etmeyen yapıdaki evlerinden oluşan sokaklarıyla, mahalleleriyle; çağın gürültülerinden uzak, ferah ve huzurlu ortamıyla; çocukların oynayabileceği, komşuluk ilişkilerinin yeniden canlanacağı, iyi bir toplum inşasını amaç edindi. Eğer siz de böyle bir yerleşim biriminde; geçmişten devraldığınız kültürel mirası yaşatarak geleceğe devretmek isterseniz, lütfen acele ediniz. Zira kontenjanımız sınırlıdır.” Maalesef henüz böyle bir proje ve böyle bir reklam yok. Ancak hayalimizi sizlerle paylaştık. Mevcut duruma ve gidişata bakılırsa böyle bir ilanı henüz görme şansına da sahip değiliz. Çünkü bizleri müşteri olarak görenlerin, kültürel değerlerimize uygun şehirler kurmak gibi bir niyetleri yok. Komşuluk konusuna devam edersek; Osmanlıda “komşuluk” kültürünün iki ayrı yönü bulunmaktadır: Birincisi idarî, ikincisiyse insanî yönü. Osmanlı Devleti, halkı yönetmek, asayişi temin etmek ve vatandaşları arasındaki münasebetlerin sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlamak maksadıyla birtakım idarî ve hukukî

düzenlemeler yapmıştır. Bu düzenlemeler “Kanunnameler”le de yazılı hâle getirilerek görevlilere ve halka duyurulmuştur. Bunlara göre, aynı mahalle veya köyde oturan komşular, orada meydana gelen ve herkesin emniyetini ilgilendiren bazı kamu olaylarından hep birlikte sorumludurlar. Mahalle veya köyde meydana gelen öldürme, hırsızlık gibi hadiselerin eğer suçlusu bilinmiyorsa veya bulunamıyorsa ceza bütün komşulara paylaştırılır. Bu kanunlar ile Osmanlı, asayiş ve huzurun korunması sorumluluğuna toplumu da ortak ederek bir otokontrol sistemi kurmanın yanında, halkın suçluyu saklamasının da önüne geçerek güvenlik güçlerine yardımcı olmalarını sağlamıştır. Osmanlıdaki bu uygulamanın adı “kefalet sistemi”dir. Buna göre, mahalle veya köydeki bütün komşular, toplumu ilgilendiren asayiş konularında birbirlerine “kefil” yapılmışlardır. Böylece kötülükleri önleme ve caydırıcı olma amaçlanmıştır. Bunun için de her mahallede bir “Avarız vakfı” kurulmuştur. Kurucuları ve yöneticileri o mahalle halkından olan ve devlet tarafından teftiş edilen bu vakfa yine mahalleli aynî ve nakdî yardım, bağış ve hibelerde bulunur. Bu şekilde oluşan vakıf sermayesinden, yine o mahalledeki fakir ve hasta komşulara yardım edilir, iş kurmak isteyip de ekonomik gücü yeterli olmayanlara borç veya kredi verilir, evlenmeyi düşünüp de maddi durumu elverişsiz olanlar evlendirilir, fakirlerin cenaze masrafları karşılanır, mahalleye yeni taşınan kimselere yerleşebilmeleri için yardımda bulunulur, memleketine gidecek olanlara ihtiyaçları olan yol parası verilir, bir sebeple vergisini ödeyemeyenlerin de vergileri buradan karşılanırdı.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

1- ÖKTEN,2009,Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği, İstanbul Kent ve Medeniyet, Marmara Belediyeleri Birliği Yay, s.180. 2- ERİŞ.C.2013, Batı Ve İslami Mimaride Yerellik ve Evrensellik, VI. Dini Yayınlar Kongresi, İstanbul. 3- CANSEVER.T.2010, Osmanlı Şehri,Timaş Yay, s.174. 4- ERİŞ,C, 2015, Şehri Bizim Kılan Kadim Varlıklar: Vakıf Eserlerimiz,İstanbul ve Yeni Model Arayışları, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Yay, Sayı:10, s.150. 5- ÖZCAN.T.2015,Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefalet Sistemi, Osmanlı Araştırmaları, Makaleler. 6- AYDIN. M.2004,Osmanlıda Komşuluk, Yeni Ümit, Yıl : 17, Sayı: 65.

65


HEYET-İ MİLLİYE’NİN

SAMSUN’A VARIŞI

TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, 1.KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKAYESİ -ONSEKİZİNCİ BÖLÜM-

Karadeniz’in dalgaları ile bu komutanların dâhilindeki dalgalar çarpışsa sanki Harb-i Umumi yeniden başlayabilirdi. Ali Arslan CAN

stanbul Boğazı’ndan uzaklaşana kadar diri gözüken vapurdaki komutanların Samsun’a doğru ilerlerken Karadeniz’in dalgalarının bol hareketine rağmen sessizliği, belki de ölü gibi cansız vaziyetleri, vapurun tecrübeli kaptanına durumun ciddiyetini anlatmıştı. Küçük rütbeliler deniz gibi hareketli, bazen neşeli bazen hüzünlü ama hepsinin tavırları apaçık belliydi. Ama 9.Ordu Müfettişi Mustafa Kemal, 3. Kolordu Komutana Refet Paşa’nın içlerindeki dalgalar Karadeniz’den daha şiddetli olduğu damarlarındaki kasılma ve güzlerindeki derinlikten anlaşılıyordu. Karadeniz’in dalgaları ile bu komutanların dâhilindeki dalgalar çarpışsa sanki Harb-i Umumi yeniden başlayabilirdi. Dışları belli içleri meçhul bu yolcuların çok mühim görevleri olduğunu idrak eden İsmail Hakkı Kaptan, yaşlı Bandırma Vapuru’nu Karadeniz dalgalarıyla çatıştırmak değil dostluk kurdurmak istiyordu. Nice seferlere çıkmış olan kaptan bu defa denizle tam dost olmak istiyor, bir taraftan bütün hünerini kullanarak ona göre dümeni kullanıyor, diğer taraftan da Gemicilerin üstadı Nuh-ı Nebi’den bile medet umuyor, sonra doğrudan her şeyi sahibine müracaat ederek Ya Kayyum diyerek vapurunun haşin dalgalarla muhabbetle kucaklaşmasını temenni ediyordu. Bir süre sonra sanki denizin derin kısmı ile kara parçası arasında bir özel yol açılır gibi olmuş, Karadeniz dalgaları vatan hizmet eden yaşlı Bandırma Vapuru’na hürmet edip fazla hırpalamamaya başlamışlardı. Kemal Paşa, Karadeniz’in engin sularına bakar bir vaziyette otururken, denize mi yoksa çok ötelere mi baktığı belli değildi. Yaveri Muzaffer her an biraz daha yaklaştıkları GiresunBulancak için sevinmekte ve komutanına memleketinden bahsetmek istemekteydi. Ancak Filistin’den beri yaverliğini yaptığı Kemal Paşa bu defa ileriye bile bakmıyordu. Paşa’nın bu halinden çok çetin bir döneme girileceğini anlayan Muzaffer, ne olacağını kestiremiyordu. Seryaver Cevat Abbas, “güzel olacak”tan başka bir cevap vermezken, Refet Paşa’nın yaveri Hikmet te ufak-tefek olan komutanının Anadolu’yu kucaklamak ister haline bir anlam veremiyordu! Kıyıların komutanı olduğunu kabullenmiş gibi görünen Refet, yüzünü Anadolu’ya dönük olarak oturmuştu. Yola çıkarken henüz tayini resmi gazetede yayınlanmamış olan Refet Bey, doğduğu şehir Selanik’i ve Balkanları

sayı//27// ekim 66


kaybettikten sonra mutlaka elde tutulması elzem olan Anadolu’dan uzaklaşmaktan çok korkuyordu. Bandırma Vapuru her medcezirde kıyıya yaklaştığında seviniyor az biraz fazla uzaklaşsa içi “cız” ediyor, dalgaların kıyıya her çekilişinde mesrur, sahildeki gizli el vapuru bırakınca telaşlanıyordu. Refet Bey, devamlı olarak “Allah’ım bizi Anadolu’dan ayırma…” diye niyazda bulunuyordu. İki komutanın halini sabırla takip eden 9. Ordu Müfettişliği Kurmay Başkanı Kazım Bey’in önünden birkaç adımla geçerek Refet Bey’e yönelen Mustafa Kemal; “sesli düşün” dediğinde; Refet Paşa; “Biz bir avuç insan bu gemideyiz …. yok yok esasında Kuva-yı Milliyeci herkes bu gemide… ya ruhuyla ya kalbiyle ya gönlüyle…” diye cevap vermişti. Bu cümleler karşısında gözleri yaşaran Mustafa Kemal dalıp gitmişti düşüncelere. Cephedeki bir komutan gibi zihninde Kuva-yı Milliye’yi teftişe başlamıştı: Vapur Samsun’a doğru ilerlerken Osmanlı Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa, “Her kıta toplu, silah başında ve disiplinli kalmalıdır” emri ile ilk askeri direniş işaretini çakmıştı bütün birliklere. Edirneİzmit- İzmir üçgenindeki I.Ordu’nun Müfettişi Fevzi Paşa pür-dikkat. 2.Ordu Müfettiş Mersinli Cemal Konya’da çalışıyor. Erzurum’da 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa doğunun istihkamlarını pekiştiriyor. 20.Kolordu Komutan Ali Fuat Ankara’dan İzmir’i gözetliyor. 13.Kolordu Komutanı Ahmet Cevdet Diyarbakır’dan Musul’da İngilizlerin her hareketini izliyor. İstanbul’daki Bekirağa bölüğündeki mahpus Ali Fethi, Kemal Paşa’nın Babıali ve İngilizleri “gaflet ve habersiz” bırakacak milli hareket için duadan başka elinden bir şey gelmiyor. Dilinden dua eksik olmayan Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Yunanlılara karşı çoktan fiili duaya geçmiş bir devlet başkanı ve asker gibi dimdik ayakta; “Müftünüz olarak cihad-ı mukaddes fetvası ilan ve tebliğ ediyorum. Elinizde hiçbir silahınız olmasa dahi üçer taş alarak düşmanın üzerine atmak suretiyle mutlaka fiili mukabelede bulununuz”. Antakya’ya giren düşmanı Ordu nahiyesine sokmayanlardan Ali artık bir kahraman komutan. İstanbul’daki silahları Anadolu’ya taşıyan Kara Hasan ve Tatar İdrisler yorulmak bilmiyor. Samsun’da Kemal Paşa’yı karşılayacak olan fedai Salman, iskeleye çıkan 100 Hintli askerin her hareketini izliyor. Havza’da

bekleyecek olan Oflu Ateş Mehmet bütün engelleri yıkıp yakmaya hazır. Dağlardaki düşmanlarda can bırakmayan Trabzon’a can vermeye hazır Çaykaralı Cansız Harun hepsi bu vapurda... Vatanın kurtulması için kefenlerini giymiş olanlar bu küçük vasıtanın Samsun’a vuslatını bekliyor. “Anadolu’nun mu yoksa Bandırma Vapuru’nun mu yükünün ağır olduğunu” düşünün Kemal Paşa, vapur delicesine sarsılınca bir an battıklarını zannederek endişelenmişti. Ülke için ulvi görevi olan bu vasıtada olduklarını iliklerine kadar hissetmiş ve “Vatanın yükünü taşıyan bu gemi batmaz” diyerek rahat bir nefes almıştı.

Meçhul Hatun’dan Hikmet Bey’in haberi bile olmamıştı. Kıştan arta kalan o odun Meçhul Hatun’un elinde vatan için toptan daha fazla iş görmüştü.

Bizim olan Karadeniz’de şimdi İngiliz Donanması ve başında General Milne mağrurane her şeyi kontrol etmek istiyordu. Her an İngilizlerden bir saldırı bekleyen Kemal Paşa bunu kimseye söylemiyor ama mütemadiyen simsiyah elbiselerine bürünmüş olan bu denizde düşmanı gözetliyordu. O da Refet gibi Anadolu’dan uzaklaşmak değil en ufak bir tehlike anında sarp kayalıkları bile bir iskele gibi kullanmak ve gerekirse Bandırma Vapuru’nu Karadeniz’de bir sulu mezara gömmek istiyordu. Sahillerin en sert kayaları bu yolculara dost ama düşmanın hizmetine girmiş, vefa bilmez, insan sayılmayan ednayü’l-hayvanlar kuvva-yı milliyecilerin düşmanı olmuştu. Ekibiyle beraber Samsun’a çıkacak heyet-i milliyenin güvenliğini sağlamak için sokakları tutan Salman ve ekibi dikkat çekmemek için vakıf, tekke ve medreselerde gizleniyorlardı. Hazinedar Süleyman Paşa Medrese’sinin ikinci katını bir gözetleme merkezi gibi kullanmaya başlayan Salman, hainlerin medreseyi bile ele geçirip bazı hain Ermenilerle işbirliği içinde İngilizlere hizmet eden gasıb görevlilerle karşılaşmıştı. Vatanperver ve düşmanla her alanda mücadeleyi prensip edinen hocası Müderrisi iftiralarla yerinden eden Muid Ramazan tam da ednayü’l-hayvandı. “Bevvabın oğlu” diye aşağılanırken onu yetiştiren, kol kanat geren, cebine para koyan hocasını İttihat-Terakki Hükümeti görevden ayrılır ayrılmaz Damat Ferit döneminde iftira ile görevden aldırtıp kendi işbaşı yapmıştı. Az ilmi ile hava atıp bol bol hikaye anlattığı için talebeler onun için “Yavşak Ramazan, Zilli Ramazan” diyorlardı. Bir de hocasının kapıdaki adını çizip üzerine de kendi 67


Meçhul Hatun’un elinde vatan için toptan daha fazla iş görmüştü.

2.Ordu Müfettiş Mersinli Cemal Konya’da çalışıyor. Erzurum’da 15.Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa doğunun istihkamlarını pekiştiriyor.

adını yazmıştı. Salman bu tabelayı görünce Ali Ağabeyinin şu beytini hatırladı: Kapı gibi adam ol,/ Kapılar senin olsun,/ Kapılarda köpek ol,/ Adın kapıya konsun. Aslanlara kelepçeler takılırken çakallara kendilerini aslan zannediyordu. ‘Bağlı aslana tavşan bile saldırır” diyen Salman için bu muidin halletmek çok kolay bir işti. “Ancak herkes kendi mesleğinde müstahak olduğu cevabını almalı, kalem kullanılacak yerde süngüye gerek yok” diye düşündü. Atalarımızın “üslub-ı beyan ayniyla insan” sözünü hatırladı ve “Bu Ramazan ednayü’l-hayvan” demekten kendini almadı. Bu arada Bandırma Vapuru Samsun’a yaklaştıkça herkeste heyecan zirvedeydi. Düşman kuvvetleri kadar yerli hainlere karşı tedbir almak gerekiyordu. 18 Mayıs saat 12’de Sinop açıklarına geldiklerinde Refet Paşa’nın yaveri Üsteğmen Hikmet sandalla karaya çıkmış, Samsun’daki Tümen Komutanı Yüzbaşı Şefik Avni’yi bilgilendirmek ve son durumu kontrol etmek için doğruca telgrafhaneye gitmişti. Bu günlerde hikmetle hareket eden Hikmetlere yardım eden özüdoğru Şevik Avniler bol olduğu gibi…. mürayi her boyaya batmayı şan sayan Muratlar da yok değildi…. Ancak erkeklerin az olduğu zamanda erkeklerden daha cesur Türk kadınları ev işleri yanında vatan işlerini de üstlenmişlerdi. Bandırma Vapuru’na doğru hızlıca dönmeye çalışan Hikmet Bey’i düşmana teslim etmek için çalışan tertipçi bu Marazı bir odun darbesi ile yere seren Meçhul Hatun’dan Hikmet Bey’in haberi bile olmamıştı. Kıştan arta kalan o odun

sayı//27// ekim 68

Sandalına vaktinde binen Hikmet Bey, Bandırma Vapuru’nun güvertesine çıktığında en önde Refet ve Kemal Paşalar olmak üzere herkes onu bekliyordu. Vapur sallansa da selamını eksik etmeyen Hikmet’e Refet Paşa “şimdi selam zamanı mı?” diye biraz kızsa da onun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu. Bitirdiği vazifenin ağırlığı altında ezilmiş, sesi soluğu kesilmiş olan Hikmet; “Su uyumuyor,/ Düşman uyuyor, / Selam var bol, / Dostlar bekliyor”. Der-demez ayaklarının bağı çözülmüş ve güverteye yığılmıştı. Bütün kasları oduna dönmüş Hikmet’in yardımına arkadaşları koşarken Kemal Paşa, söze bile gerek duymadan “yelkenler fora” diye işaret etmişti. Şimdi hedef; Anadolu’nun Karadeniz’den Orta-Kapısı olan Samsun idi. Bu kapı bizim olursa; Bahçesaray’ın Sivastopol’ün Faş’ın Sohumkale’nin Anapa’nın Kefe’nin hatta ta Kazan’ın…. kapıları buraya açılabilirdi. Kendisine gelen Hikmet’ten öğrenilen haberlerin hepsi iç açıcı değildi. Anadolu’nun da dersaadeti, tacı, bir el ve kol gibi tabii parçası olan İstanbul’un bizden ayrılması için İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour, “Sultan Bursa ve Konya’da oturabilir” diyordu. Esasında İstanbul’dan padişah değil Türkler sürülüyordu. Kabulü imkansız bunun… İstanbul’da Darülfünün öğrencileri dimdik ayakta; Bursa, Tire, Erzurum ve Havza mitingleri her şehre beldeye bir misal… kısacası Anadolu kalbiye ruhuyla ayağa kalkıyor... Artık teşkilatın bir bütün işlemesi gerekiyor.. Heyecan-ı milliye Heyet-i Milliye’yi bekliyor… Bandırma Vapuru Samsun açıklarına geldiğinde herkes gergin, gemidekileri deniz mi tutmuş yoksa onlar denize tutunarak mı Samsun’a gelmişler belli değil. Samsun’un yeni bir başlangıç olduğunu bilenler yarını düşünmekten bu günü unutmuş birer serseme dönmüşlerdi. İçinde fırtınalar kopan Kemal Paşa kaptan köşküne çıkarken bu vapurun değil Kuva-yı Milliye’nin reisi olduğunu ilan ediyordu… Sabah güneşi yükselirken milletin talihi de yükseliyordu… İngilizler de şüphe tohumları filizlenmeye başlıyor… Milli teşkilat limanın etrafını vatanperverlerle doldurmuş... Bu küçük limana sanki Bandırma Vapuru değil Anadolu Gemisi Samsun’a demir atıyordu….


GÖK GÖNÜLLÜ BİR MİLLET Murat Dinçer ÇEKİN

er yer karanlıktır. Gökte ay ve yıldızlar bize ışık olur. Yüreğimize ferahlık ve güven verir. İstikametimizi doğrultur. Pusuları açık eder. Ay ve Yıldız bayrak olur. Bize dayanak olur. En karanlık günlerde yüzümüzü ışıtır. Sürur verir. Birleştirir. Yol gösterir. Milletimiz çok eskiden beri gökyüzünü kendine yoldaş kabul etmiştir. Ay ve Yıldız’ı gönlüne nakşetmiştir. Milletimiz gök gönüllüdür. İnsanımız gönlündekini beşiğinden çeyiz sandığına her fırsatta her yere yansıtmıştır. Hepsi, önüne engel koyulamaz hissiyatın birer şahididir. Ay ve Yıldız millet hâkimiyetinin timsalidir. Ama aynı zamanda, memleket konusunda hislerine hâkim olamayan bir milletin kendini en güzel ifade etme biçimidir. Ay ve Yıldız bir sevginin mührüdür. Bu mühür, şimdi “Hâkimiyet-i Milliye Timsali Bayrak” sergisinde hayatımızın en ince köşelerine vurulmuş haliyle karşımızda.

İstanbul Arkeoloji Müzesine bağlı olarak adını taşıyan müzeyi kurdu. Koleksiyonu zamanla, sağlık tarihi, mühür, ağırlık, hukuk tarihi gibi konularda uzmanlaştı. Koleksiyondaki eserlerle farklı illerde müzeler kuruldu, yayınlar hazırlandı. Daha büyük bir kitleye ulaşması için eserlerin bir kısmını bağışladı. Şu anda yaklaşık 15 bin envanterlik arkeolojik eseri ve uzmanlık konularında 25 bin etnografik eseri barındıran Halûk Perk Müzesi bir enstitü gibi çalışıyor. Fonksiyonlarına göre eserlerin tematik tipolojileri yapılıp yayımlanıyor. Perk’in birçok makalesi yanında 18 tane tematik kitabı bulunuyor. Halûk Perk’in bugüne kadar farklı kurumlarla, üniversite ve belediyelerle yaptığı ortak yayın ve sergileri içinde Zeytinburnu Belediyesiyle birlikte gerçekleştirdiği tematik kataloglu sergilerin özel bir yeri var.

Özlem ve Halûk Perk koleksiyonuyla oluşturulan sergi, Osmanlı’dan Cumhuriyete ve günümüze, üzerinde bayrak taşıyan efemera ve objelerden meydana geliyor.

Söz konusu memleket olunca Halûk Bey’in duruşunu biliyoruz. “Hâkimiyet-i Milliye Timsali Bayrak” sergisine “bir koleksiyoncunun topladığı malzemelerden seçmeler” diye değil, onun duygularının en samimi dışavurumu diye bakmak isabetli olur.

30 yıl önce Anadolu kültürünü tarihi seyri içinde bir bütün olarak yansıtmak ve tanıtmak amacıyla yola çıkan Halûk Perk, 20 yıl önce

Şüphe yok ki ziyaretçiler de Ay ve Yıldız’ın ışığını görünce serginin kendi duygularına tercüman olduğunu fark edecekler.

ŞEHİR SERGİ

“HÂKİMİYET-İ MİLLİYE TİMSALİ BAYRAK” SERGİSİ

69


İKİ ŞEHRİN BİRBİRİNE ARMAĞAN ETTİKLERİ

Kayseri’nin yönetimi bu yıllarda Ertanaoğulları’ndaydı, dönemin şehir Emiri Mehmet Bey tarafından 1365 yılında, yani 20 yaşında iken Kayseri Kadılığına tayin edildi. M. İlyas SUBAŞI

sayı//27// ekim 70

ADI BURHANEDDİN Kayseri’de Yetişip Sivas’ta Hükümdar Oldu: 1345’de Kayseri’de doğdu. Oğuzların Salur boyundandır. Ailesi, daha önce Harizm’den gelerek Kayseri’ye yerleşmiş, babası Şemseddin Mehmed, Kayseri kadılığına getirilmiştir. Burhaneddin Ahmet, burada doğup büyüyerek eğitimini tamamlamıştır. Daha on bir yaşında iken burada çıkan karışıklıklar üzerine 1356’da babası ile birlikte Şam’a gitti ancak dört ay sonra geri döndüler. 1358’de bu defa yine babasıyla Mısır’a gitti. Burada, İslâm Hukuku, Hadis ve tıp okudu. Şam’a geçti dönemin ünlü bilginlerinden Kudbeddin Razî’nin derslerine devam etti.

Tabiat, ilahiyat ve riyaziye dersleri okudu. 19 yaşında Hacca gitti. Dönüşünde Babası’nın vefatı üzerine memleketine geldi. Kayseri’nin yönetimi bu yıllarda Ertanaoğulları’ndaydı, dönemin şehir Emiri Mehmet Bey tarafından 1365 yılında, yani 20 yaşında iken Kayseri Kadılığına tayin edildi. Kadılığı sırasında, önemli hizmetler yaptı. Şehir içerisinde huzursuzluğu giderdi, anlaşmazlıkları hakkaniyetle çözdüğü için halk tarafından sevildi. Dolayısıyla itibarı arttı. Bu arada onu bu göreve getiren Mehmet Bey ölmüş, onun yerine görevi Ali Bey devralmıştı. Ali Bey, güçlü bir iktidar ortaya koyamadı. Osmanlı Sultanı Murad Hüdavendigâr’ın damadı olan Karamanoğlu Alâeddin Bey, Kayseri’ye saldırdı. Kadı Burhaneddin’in yardımı ile bu tehlikeyi atlattı. Bunun üzerine 1378’de Vezir tayin edildi. Vezir olunca doğrudan siyasetin içine girmiş oluyordu. 33 gibi bir yaşa rağmen disiplinli, düzenli ve istikrarlı yönetimi ile kısa zamanda şehri toparladı ve huzura kavuşturdu. Bu durum ününü daha da arttırdı. Ona olan güven büyüdü. Adli ve iktisadi işleri yoluna koydu. Ali Bey’in 1380 yılında vefatı üzerine bu defa Kılıç Arlan şehre saldırdı. Kadı Burhaneddin onu yenerek öldürdü. Emirliğe tayin edilen Mehmet Bey ise, küçük yaşta olduğu için onun Naipliğine getirildi. Sivas’a giderek devletin başına geçti. Bu sırada Amasya Emiri Hacı Şadgeldi Sivas’a saldırdıysa da onu Tokat yakınlarında yenerek durumunu güçlendirdi ve kendisini doğrudan Devlet Başkanı ilan etti. Adına para bastırdı ve hutbe okuttu. Bu sırada, Karamanoğlu Ali Bey, kayınpederi Sultan Murad Hüdavendigâr’ın Kosova’da şahadeti üzerine, bu defa Yıldırım Bayezid’e başkaldırdı. Kadı Burhaneddin’den yardım istedi. Kadı Burhaneddin, Kırşehir’e


kadar geldi ancak, Alâeddin Ali gelmeyince geri döndü. Alaeddin Ali, bununla da yetinmedi, Kayseri’de Valilik yapan Kadı Burhaneddin’in yeğeni Şeyh Müeyyed’i, tahrik ederek, Kadı Burhaneddin’e karşı ayaklanmaya sevk etti. Kadı Burhaneddin, gelip Kayseri’yi kuşattı. Kuşatma uzun sürdü ve şehir düşmedi. Bu sırada Akkoyunlu Boy Beylerinden Kara Yölük Osman, araya girerek anlaşma sağladı. Anlaşmaya göre, Kadı Burhaneddin kuşatmayı kaldıracak, Şeyh Müeyyed ise dayısına direnmekten vazgeçerek şehri teslim edecek ve Şeyh Müeyyed, bundan dolayı Kadı Burhaneddin tarafından cezalandırılmayacaktır. Denilenler oldu. Ancak, Kadı Burhaneddin, yeğeninin kendisine başkaldırmasını hazmedemediği için onu öldürttü. Bunun üzerine, sözünde durmadığı gerekçesiyle Kara Yölük Osman, Kadı Burhaneddin üzerine yürüdü. Çıkan çatışmada, 1398 yılında Kara Yölük Osman tarafından öldürüldü. ( İ.Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 162. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1984) Kadı Burhaneddin Ahmet, 18 yıl hükümdar olmuştur. Bu 18 yılı, kendi adına kurduğu devletinin başında geçirmiş ve bu arada Türk siyasi tarihinde çok önemli yeri olan Timur’un Anadolu’yu erken işgal ve yağmasını önlemiştir. Bu olay şöyledir: Timur’un Anadolu’ya doğru yola çıktığını haber alan Kadı Burhaneddin, Hemen Yıldırım Bayezid ile Mısır Sultanına elçiler ile şu mektubu gönderir: “Bilesiniz ki ben, her ikinizin komşusuyum ve benim memleketim sizin memleketiniz demektir. Ben sizin hudutlarınızın siperiyim ve askerlerinizin öncüsüyüm. Yoksa ben, ona (Timur’a) nasıl mukavemet edip ve nasıl savaşa girebilirim? Halbuki onun durumunu işitmişsinizdir. Nice ordular bozmuş. Eğer siz bana yardım ederseniz, ben ona karşı dururum, beni yalnız bırakırsanız beni ona karşı harcamış olursunuz. Sizin önünüzde bulunan ben, size gelecek belalara karşı koyacak güçteyim. Allah korusun eğer ondan bana bir zarar gelirse bu, büyük ihtimalle size de sirayet edecektir. Benim Timur’un mektubuna cevap vermemekliğim sizden alacağım cevaba göre cevap olacaktır…” Yıldırım Bayezid Kadı Burhaneddin’in bu mektubundan çok memnun olmuş ve ona hemen şu cevabı yazmıştır: “Eğer Timur seni bırakıp giderse ne âlâ. Eğer vazgeçmezse karşı koyacak bir orduyu ona

karşı sevk ederiz ve onun için istediğin kadar ona karşı koy. Basiret ve hüsnüniyet üzere de onun askerinin çokluğundan korkma. Zira, nice az asker, çok askere galip gelmiştir. Eğer sizce lüzum görürseniz, bizzat kendim geleyim ve askerimle oraya ineyim. Sizin bayraklarınız daima başta ve ayakta (dik) olsun. Ben senin kılıcına kol ve sana pazu (güç-kuvvet) olayım.” Bu sırada Timur Anadolu’ya yaklaşır ve yaptırdığı istihbaratta kendisinin ileri gitmesine Kadı Burhaneddin’in izin vermeyeceğini öğrenir. Bunun üzerine ona bir elçi gönderir. Kadı Burhaneddin’in elçiye verdiği cevap anlamlıdır: “Timur’un Müslüman kanı dökmek ve mal almak, kadın ve çocukları esir etmekten maksadı nedir? Böyle bir adamın Müslümanlıktan dem vurması ve ona nispet iddia etmesi nasıl doğru olur? Şimdiye kadar gelip geçen hiçbir hükümdarın böyle bir hareketi işitilmiş midir? Timur’un bu vaziyeti bizim için kâfidir!” Bu mektubu aldıktan sonra, çevresindekilere Kadı Burhaneddin’in düşmanlarının kimler olduğunu sorar. Verilen cevapta; “Erzincan hâkimi Mutahareddin beş bin, Karamanoğlu on bin, Niksar Beyi Mahmut Çelebi altı bin, Taşanoğlu bin, Bafra Valisi iki bin adamla ona düşmandır. Ayrıca Moğol ve Tatar ve Diyarbakır ve Şam Türkmenlerinden yirmi bin kadar da muhalifi vardır.” Karşılığını alır. Bunun üzerine: “Bu nasıl adamdır ki, yalnız başına bu kadar kuvvete karşı geliyor ve onlara galebe edebiliyor?” diye hayretini gizlememiştir.

“Bilesiniz ki ben, her ikinizin komşusuyum ve benim memleketim sizin memleketiniz demektir. Ben sizin hudutlarınızın siperiyim ve askerlerinizin öncüsüyüm

Timur, Kadı Burhaneddin’in bu tavrı üzerine yolunu Gürcistan’a çevirir ve Anadolu’ya girmez. Ne var ki, hükümdarlığı döneminde sürekli asker kıyafetiyle yatıp kalkan bu Devlet Adamı, bir boy beyine yenik düşer ve en verimli çağında hayata veda eder. Bunu Hindistan seferinde öğrenen Timur, önünde bir engelin kalktı- ğını öğrenmenin sevinciyle, bu seferideki ordunun başına bir kumandanını bırakarak Anadolu’ya yönelir. Önce Sivas’ta taş üstünde taş bırakmaz, sonra Çubuk Ovası’nda Yıldırım Bayezid’i esir alarak Osmanlı Tarihi’nin en dramatik olayını meydana getirir. (İ.Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 162. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1984) Kadı Burhaneddin, öldüğünde arkasında üç önemli eser bıraktı. Bunların ilki; ömrü boyunca yazdığı 1500 şiirinden oluşan “Divan”ıdır. İkinci eseri, 50 yaşında yazdığı, “İksir-üs- saâdât fî Esrâr-ül İbadât” adını taşır. Bu eseri, “Vücut, İcat ve

71


Hacı Bayram ve Akşemseddin’in Müridi ve Halifesi Tennurî Şeyh İbrahim Tennurî, Sivas’ta doğdu ama 1438’de gelip Kayseri’ye yerleşti.

Hikmet” adıyla üç bölümden oluşan ilmî bir çalışmasıdır. Üçüncü eseri ise, ölümünden bir yıl önce yazdığı, “Tercih-üt-Tavzih”dir. Bu eserinde İslâm Hukukuyla ilgili konulara yer vermektedir… Kadı Burhaneddin, iyi bir edebiyat ve ilim adamı olduğu kadar devlet adamıdır da. Onun adına kurduğu devletin en önemli özelliği, kendisini Mısır memlukluları ile Osmanlı İmparatorluğuna denk görmesidir. Yıldırım Bayezid’in kendisine verdiği cevapta, “Eğer sizce lüzum görürseniz, bizzat kendim geleyim ve askerimle oraya ineyim. Sizin bayraklarınız daima başta ve ayakta (dik) olsun. Ben senin kılıcına kol ve sana bazu (güç-kuvvet) olayım.” İfadesini kullanması bunun açık bir işaretidir. Ayrıca, aynı türden bir değeri ciddi rakibi Timur da göstermekte, onun Anadolu’daki gücünü karşısında geri atmak zorunda kalması ve içteki rakibi beylikler karşısındaki direncini görüp, “Bu nasıl adamdır ki, yalnız başına bu kadar kuvvete karşı geliyor ve onlara galebe edebiliyor?” demesidir. İyi bir hukukçu, iyi bir ilim adamı, iyi bir şair ve iyi bir devlet adamıdır. Kendi işlerinin çokluğundan olacak, döneminin tarihini gözlemlere dayanarak yazması için Aziz Astrabadî’yi görevlendirmesi de ayrı bir önem ve özelliğini ortaya koyar. Galiba bu kadar iyiliği şahsında toplayan insanın yukarıda sözü edilen düşmanın çokluğu da şaşırtıcı olmamalıdır. Yani, ”Âşıkların gönlü kebap, gariplerin gözü yaşlı, sufîler namaz ve mihrab diler, er kişi ise savaş meydanını ister!” Evet, Er Kişiydi, savaş meydanını rahat yatağa tercih etti... Onunla savaşa giren ve esir alan Kara Yölük Osman, kendi geleceğinden korktuğu için onunla anlaşma yoluna gitmedi ve Sivas Kalesi’nde başını vurdurdu. “Kadı Burhaneddin Devleti” böylece tarihe karıştı. Devleti yıkıldı ama adı ve eserleri, hele hele şiirleri hâlâ yaşıyor ve yaşayacak. Onun ölümünden sonra Timur Anadolu’ya gelerek şehirleri yakıp yıktı. Kara Yölük Osman tarihte onurlu bir çizgi bile bırakamadı… Bu büyük din adamı, hükümdar ve şairin kendi döneminde Türk tarihinin bazı ilklerinin de sahibi olarak anılması gerekir: •20 yaşında Kadı olan ilk insandır. •Osmanlı şiir geleneğinin (Divan Şiiri’nin) temellerini atan ilk şairdir. •Kendi adıyla anılan devleti kuran İlk hükümdardır.

sayı//27// ekim 72

Bu büyük insan, bugün Kayseri’de doğup yetişmesine rağmen, devletinin başkenti olarak Sivas’ı tercih etmiş. Burada yaşamış ve ölünce burada toprağa verilmiştir. (Prof. Dr. Muharrem Ergin, Kadı Burhaneddin Divanı, s.III. İst.Ün. Edebiyat Fakültesi Yayını İstanbul 1980) İBRAHİM TENNURİ

Hacı Bayram ve Akşemseddin’in Müridi ve Halifesi Tennurî Şeyh İbrahim Tennurî, Sivas’ta doğdu ama 1438’de gelip Kayseri’ye yerleşti. Kayseri, o yıllarda, Alimlerin gelip yerleştiği şehir olarak tanınıyordu. Çok sayıda medrese vardı ve buraya İslâm ülkelerinden ve Anadolu’nun her tarafından talebeler geliyordu. İbrahim Tennurî Burada bir süre Hunat Hatun Medresesinde ders okuttu. Ancak ilmi, tasavvufa intisabı ve şairliğiyle kısa sürede tanındı. Bu şöhret o yıllarda İstanbul’a da ulaşmıştı. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin’in daveti üzerine İstanbul’a gitti. Ondan dersler aldı ve İstanbul’un fethine katıldı. Fatih Sultan Mehmet’le görüştü. Yazdığı “Gülzâr-ı Manevî” isimli eserini Fatih’e ithaf etti. Sultanın büyük iltifatını gördü, Fatih, kendisinin vergiden muaf tutulması için Kayseri’deki mutasarrıfa emir verdi. Sonra, Ankara’ya geçti. Hacı Bayram Veli ile görüştü. Ondan dersler aldı. Bayramiyye tarîkatına intisap ederek Kayseri’ye geldi ve burada bu tarikatın dergâhını açarak hizmetini sürdürdü. Şeyh İbrahim Tennurî, bilgisi ve kerametleriyle temayüz etmiş bir İslâm büyüğüdür. Ondan nakledilen önemli bir hatıralar vardır. Tennurî, Sivas’ın yetiştirdiği önemli bilgin mutasavvıf şairlerden birisidir. Onun doğum yerini Amasya olarak gösterenler de vardır. Bu, annesinin Amasyalı olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak Babasının Sivaslı olması ve eğitimini Sivas’ta aldığı dikkate alınırsa Sivas’ta doğmuş olmasının daha mantıklı görüyoruz. Şiirlerini “Gülzar-ı Manevi ve Gülşen-i Niyaz” adlarıyla kitaplaştırdı. Onun lirik ve hikmetli öğütleri ihtiva eden şiirleri, tasavvuf kültürünün önemli eserlerinden birisi kabul edilir. Kayseri bir Kadı’yı yetiştirmiş, Sivas’a armağan etmiş, Sivas’ta bir mutasavvıf âlimi yetiştirmiş Kayseri’ye emanet etmiş. İkisinin ortak tarafı şair olmasıdır. İkisinin de kendi dönemlerinde ve bugün birer ulu çınar gibi bizi manevi himayelerinde yaşatmaları, bu iki şehrin ortak kazancı olarak kabul edilmelidir. Ruhları şad, mekânları cennet olsun…


ABDULLAH BİN RIDVAN

OSMÂNÜ’L –KIRIMÎ Yayına Hazırlayan: Rasih Selçuk UYSAL Kitap Tanıtım / Samet Sururî

“Tevârih-i Deşt-i Kıpçak; Abdullah ibn Rıdvan, Abdullah Rıdvanzâde, Osmanü’l- Kırımî v.b. isimlerle bilinen Osmanlının Kefe Valisi Rıdvan Paşanın oğlunun eseridir. Eser Kaptan Hüseyin Paşaya sunulmuştur. Eser aslında Hâfız Muhammed Taşkendî ve şeyh Ahmed Bin Ömer bin Arab Şâh Ensarî’nin eserlerinden yararlanmakla birlikte,daha çok müellifin babasından duyduğu ve kendisinin şahid olduğu olayları ihtiva etmektedir. Kaptan Hüseyin Paşa’ya sunduğu bu eser bir bakıma babasının Kefe Valiliği ve Kırım başkomutanlığında yaptığı işleri övmek ve Kırım’ı Osmanlı Hanedanına yeniden hatırlatmak için yazılmıştır. Daha önce sadece Topkapı nüshası ele alınıp neşredilen eser tarafımızdan tekrar ele alınmış, eserin transkripsiyonu,Türkiye Türkçesine aktarması yapılmış; Fransızca açıklamalara basılmış eserin tıpkı basımı ve Topkapı Sarayı nüshasının tıpkı basımı da kitaba eklenmiştir. Post Yayınları -4/ 2016 Yayın nu: 10 Tarih: 4 Editör : Hayri Ataş www.postkitap.com e-posta: info@postkitap.com

ŞEHİR K İ TAP

TEVÂRİH-İ DEŞT-İ KIPÇAK

ski kitapların baş tarafında çoğunlukla sebebi telif diye eserin yazılış sebebini anlatan bir bölüm bulunur ve bu bölümde eserin neden yazıldığı, nasıl yazıldığı anlatılır. Biz de bu yolu tercih edip önce kitabın neden yazıldığını anlatalım istedik. Diyerek kitabın baskıya hazırlanış hikayesi anlatılıyor..

73


OSMANLI DEVLETİ’NİN; HALİFELİĞİNİN

RUSYADA ETKİSİNİ KORUMASI

1556’da Astrahan ve Nogayistan’ı ele geçiren Ruslar KırımKafkas hattında bir Rus tehlikesi ortaya çıkmıştı. Prof. Dr. ALİ ARSLAN

6. asırdan itibaren Avrupalı emperyalistlerin Müslümanların yaşadıkları toprakları işgal etmeleri ile birlikte Batı Afrika’dan Doğu Asya’ya kadar Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzu kırılmaya başlanmış, Rus Çarlığı’nın işgal ettiği topraklarda ise Osmanlı Halifeliği ile bağlar tamamen koparılmak hatta Hıristiyanlaştırma politikaları yürürlüğe konulmuştu. 18. asırda Osmanlı Halifeliği daha korkunç bir hal ile karşı karşıya kalmış özellikle Rus Çarlığı’na Kırım-Kafkas hattındaki topraklarını savaşlarda yenilerek terk etmişti. Hiç olmazsa buradaki Müslümanların manevi halifeliğini bırakmak istemeyen Osmanlılar, bu isteklerini antlaşma metinlerine koymaya çalışmışlardı. Bu süreci anlamak için ilk önce Rusların bu Kırım-Kafkas hattına yerleşmelerini anlatmakta faydı vardır. 1556’da Astrahan ve Nogayistan’ı ele geçiren Ruslar Kırım-Kafkas hattında bir Rus tehlikesi ortaya çıkmıştı. Osmanlı Devleti, Sokullu Mehmet Paşa’nın veziriazamlığı döneminde Türk Dünyası’nın kuzeyden boylu boyunca işgal edilmesi ile büyüyen Rus tehlikesine karşı, Don-Volga Kanal Projesi’yle Rusları Kafkasya-Karadeniz’den uzak tutmak için ciddi bir teşebbüste bulunmuşsa da başarılı olamamıştı. Kuzey sınırlarını muhafaza etme gayesi yanında Osmanlı’nın Türkistan ile irtibatın kesilmemesi amacıyla başlattığı Don-Volga Kanal Projesi, gerçekleşmesi halinde büyük bir başarı sayılabilecek nitelikte olduğu gibi belki de Osmanlı’nın son ciddi stratejik adımını da oluşturmuştu. Daha sonraki dönemde de Osmanlıların bu bölgedeki gelişmelere karşı çok ilgisiz kaldığı görülmektedir. RUSLARIN KIRIM-KAFKAS HATTINI İŞGALLERİ

IV. İvan (Korkunç) (1533-1584) döneminde Terek bölgesine yerleşmeye başlayan Ruslar, Terek Irmağı’nın Hazar’a döküldüğü yerin aşağısına müstahkem bir kale yapmışlardı. Kafkasya’nın iç bölgelerine doğru yayılma çabaları karşısında yapılan savaşlarda, Çerkesler 1594-1604 tarihleri arasında Rusları yenmişlerdi. Yapılan uzun mücadelelerden sonra, Ruslar, Terek’in aşağı mecrasına 1720’de 5 Kozak kasabası kurarak, iskan politikasına başlamışlardı. Böylece Ruslar Kafkasya’nın doğu kesiminde Kafkasyalılarla uzun süreli bir savaşa başlamışlardı. 1678’de Ukrayna’yı ele geçiren Ruslar Azak’ı zorlamağa başladılar. 1773’te sayı//27// ekim 74


Kırım Hanı Selimgiray’ın gevşek davranması ile Kırım’ı işgal ettiler. 1774 küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılırken, Rusya, 1783’de Kırım’ı ilhak ve bunu 1784’te bunu Osmanlı’ya tasdik ettirmişti. Rusya, Kırım’ı Osmanlı’dan ayırarak kendi tarafına celp ederken, aynı dönemde Kafkasya’nın tam ortasından güneye doğru ilerlemek için gerekli dayanağı da sağlamıştı. Şöyle ki, Küçük Kaynarca Antlaşması ile “iki Kabartalar, yani Büyük Kabarta ve Küçük Kabarta tatar taifesiyle vaki civariyetlerinden naşi Kırım hanlarıyla taallukları olmağla Rusya Devleti’ne tahsis olunmaları maddesi Kırım Hanlarının ve meşveretinin ve Tatarbaşılarının iradesine ihale” olunmuştu. Böylece, Osmanlı Devleti, doğrudan devretmediği Kabartay bölgesi hakimiyetini Kırım hanlarına ve Tatarbaşılarına bırakarak dolaylı bir tarzda Ruslara bırakıyordu. Bu dayanaktan hareket eden Ruslar, Güney Kafkasya’ya ulaşmak için Kabartay’a girerek, 1784’te Daryal üzerinde Viladikafkas Kalesi’ni yaparak Gürcistan yolunu açmış oluyorlardı. TOPRAKLARINDA RUS ÇARLIĞINA BAĞLI MÜFTÜLÜKLERİN KURULMASI

Rus Çarlığı’nın Kırım Hanlığını bağımsızlık adı altında Osmanlı himayesinden çıkarma çalışmalarına karşı Osmanlı Devleti, Kırım’ı Osmanlı Halifeliğine bağlı tutarak korumaya çalışmakta idi. Ancak Rusya; Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığı manevrasının kısa süre sonrasında, 1783 tarihinde, Kırım’ın ilhakını da gerçekleştirmişti. KIRIM MÜFTÜLÜĞÜ

Kırım’ın Rus Çarlığı tarafından ilhak edilmesinden sonra II. Katerina 8 Nisan 1783 tarihinde yayınladığı bir fermanla Müslümanların malları, ibadethaneleri ve dini inançlarının korunacağı teminatı vermiş, eski Kırım Müftüsünü de görevinde bırakmıştı. Ancak 25 Ocak 1794’te yeni bir Kırım Müftülüğü kurulmuş, müftülüğe Seyid Mehmed Efendi, yardımcığına da Abdurrahman Efendi atanmıştı. Zaten Rusların esas hedeflerinden birisi Kafkasya Müslümanlarının üzerindeki Osmanlı Halifeliği’nin nüfuzunu ortadan kaldırmaktı. KUZEY KAFKASYA’DA VALİLERİN KONTROLÜNDEKİ DİNİ İDARELER

Rus Çarlığı, Türkistan ve Kuzey Kafkasya’daki Müslümanlar için ayrı müftülükler kurmamıştı.

Buradaki Müslümanları doğrudan bölgenin idarecisi olan Rus valilere bırakmıştı. Bunun en önemli sebebi Müslümanların daha sıkı kontrol edilmesi hedeflenmişti. Özellikle Kuzey Kafkasya’da Ruslara karşı yüzyıllarca yürütülen çetin mücadele Rus yönetimini korkutmuştu. SONUÇ

16 yüzyılda Müslümanların yaşadığı birçok coğrafyada emperyalistlerin işgalleri başlamış ve bu sürece paralel olarak Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzu kırılmaya başlanmıştı. Ruslar önce Avrasya’daki Türk-İslam coğrafyasını işgal ederek Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzunu ortadan kaldırmak için Hıristiyanlaştırmak dahil bir çok yol denemişti. Osmanlı Halifeliği için en yıkıcı olan ise daha önce doğrudan idare ettiği Kırım-Kafkas hattında Ruslara bırakmak zorunda kaldığı topraklardaki Müslümanların dini olarak bile Osmanlı Halifeli ile ilişkilerinin kesilmesi olmuştu. Osmanlı Devleti, Rusların Kırım’ı bağımsız devlet haline getirdikleri sırada hiç olmazsa manevi olarak Kırım’ın Osmanlı Halifeliği’ne bağlı olmanı sağlamaya çalışmış ve kısmen de başarılı olmuştu. Ancak Kırım’ın ilhak edilmesi ve Rus Çarlığı’na bağlı Kırım Müftülüğü’nün kurulması ile Osmanlı Manevi Halifeliği’nin nüfuzu büyük darbe almıştı. Ruslar, Kuzey Kafkasya’daki Müslümanları doğrudan valileri vasıtası ile kontrol ederken; Güney Kafkasya’da da Güney Kafkasya Sünni ve Şii Müftülükleri kurarak Osmanlı Halifeliği’nin manevi nüfuzunu ortadan kaldırmak istemişlerdi. 75


ehri yeniden tanımlasam çok yoğun insan popülasyonunun toplandığı ve belirli düzen içinde yaşamayı tercih ettiği kaotik yaşam alanı tanımını kullanırdım. Bu tanımda çelişen kelimeler olduğunu fark edeceksiniz. Düzen ve kaos… Evet, bu tanım ironiktir. Şehir ile ilgili birçok tanım birçok ironi ile tekrar tekrar yapılabilir. Şehirle ilgili ironilerin temelinde ne var peki? Birazdan geleceğim bu konuya.

ŞEHİR VE İNSANİ EKONOMİ MODELİ Şehirlerin insani problemleri vardır. Bu problemlerin en temeli iktisadi bir problemdir. Şehirler sermayenin merkezine dönüşmüştür ve modern iktisadın temel mücadele alanı haline gelmiştir. Yrd. Doç. Dr. Yusuf DİNÇ*

Köyü tekrar tanımlamaya gerek yok herhalde. Çok az şey değişmiş durumda. Üstelik makineleşme ile tüm güçlüklerine rağmen işler çok kolaylaşmış. Köyde yaşayan çoğu insanın en büyük derdinin doğalgaz veya kalorifer sistemi yokluğu olduğunu görürseniz şaşırmayın. Dert kışın sobanın eziyetinden kurtulmak olunca insanların derdi köyün derdi oluveriyor. Birisi hasta, birisi yaşlı, birisi muhtaç… İnsanların derdi köyün derdi. Şehirde ise işler böyle değil. Şehirler öyle bir hal aldı ki bir şehrin problemleri o şehrin insanlarının problemi haline geldi. Yani insanların derdi şehrin derdi değil şehrin derdi insanların derdi oldu. Şehirde her şeyi bilirsiniz de asıl bilinecek olan insan tanımayı bilmezsiniz. Şehirde her gün gördüğünüz bir insanın sadece memleketini bildiğiniz gerçeğinden kaçamazsınız. Köyde memleket bilgisinin çok lüzumsuz bir bilgi olacağını söylememe gerek yoktur herhalde. Oysa ki insanların asıl meselesi insandır. İnsan iktisadın da ortak meselesidir.

*T.C.Kırklareli Üniversitesi

sayı//27// ekim 76

Şehirlerin insani problemleri vardır. Bu problemlerin en temeli iktisadi bir problemdir. Şehirler sermayenin merkezine dönüşmüştür ve modern iktisadın temel mücadele alanı haline gelmiştir. İktisat arz ve talep yönlü olarak gelişmiştir. (Bu gelişimin insani ve İslami olarak problemli olduğu hususlar çoktur. Şimdilik şerh koyup devam edelim.) Üstelik o denli gelişmiştir ki arz problemi kalmamıştır. Talep ise satın alma gücü bulunmayanalar için bile finansal kuruluşlar tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu durum bir tercih çokluğu doğurur. Şehirdeki tercih çokluğu insanı yok etmek üzeredir. İnsanı kapitalistleştirmektedir. İnsanı nefsi merkezinde örgütlemektedir. Şehrin ironilerinin temeli işte budur!


Tercih çokluğu olumsuz bir şey değildir belki ama kapitalizmle beslendiğinde bir canavara dönüşmektedir. Kapitalizmle birleşen her şey bir canavara dönüşmektedir. Ancak tercih zorluğu gibi sizi yok edecek olan azdır.

ütopya değil bir idealdir ve gerçektir. Madem Marx gibi birisi kapitalizmi yıkabileceğine inanmıştır o halde bizim yıkacağımız muhakkaktır. Kapitalizme darbe yapacak hain evlat sosyalizmden bahsetmiyorum.

Hangi işi tercih etsem? Hangi kadını, hangi erkeği tercih etsem? Şu okula mı gitsem bu okula mı gitsem? Şu filmi mi izlesem bu filmi mi izlesem? Şu müzikale mi gitsem bu oyunu mu görsem? Şunu mu giysem bunu mu giysem? Hangi hangiyi tercih etsem? Hangisini arkadaş, hangisini dost, hangisini insan kabul etsem? Binlerce hangiyi binlerce şu mu bu mu ile birleştirip içine keşkeler ekleyin ve altına odun atarcasına kapitalizm yükleyin. Bu durumda sağlıklı bir şehir oluşturulabileceği veya sağlıklı bir şehir ruhunun korunacağı iddiasında bulunabilir misiniz?

İnsani Ekonomi Modelinden bahsediyorum. Şehirden kapitalizmi kovacak bir ekonomi modeli… Şehri köyleştirerek insanı ön plana çıkaracak bir ekonomi modeli.

Modern ekonominin bizi insandan koparan tarafı bölüşüm problemini çözmemesidir. Bu durum bizi insan arayışımızdan ve tanıyışımızdan koparmıştır. Yani arz ve talep yönlü haz ve nefis temelli iktisada alternatif olacak bölüşüm ve fayda yönlü bir insani iktisada ihtiyaç vardır. Nasıl sağlıklı bir yaşam alanı ve toplum kurabiliriz sorusunun cevabını veren bizim için ilginç birisidir. Karl Marx… Marx’ın fikirlerinden bahsetmiyorum. Marx’ın fikrinin özünden bahsediyorum. Bahsedeceğim bir

Satışların azalıp azalmadığından çok komşunun siftah yapıp yapmadığı kıvamda meseleleri ele alan faydayı tabana yayacak bir ekonomi modeli

Sistemden ve hayatımızdan kapitalizmi sökecek, insanları, işletmeleri ve fikirleri bilanço olarak görmekten vazgeçecek bir ekonomi modeli. Satışların azalıp azalmadığından çok komşunun siftah yapıp yapmadığı kıvamda meseleleri ele alan faydayı tabana yayacak bir ekonomi modeli. İnsani ekonomi modeli İslami bir ekonomi modelidir. İnsani ekonomi modeli arz, talep meselelerini yeniden düzenleyip bölüşümü tartışan, hazzın köleleştirmesine son verip nefsi körüklemeyi durduracak bir ekonomi modelidir. İsraf yerine masrafı ve özel ve genel faydayı örgütleyecek bir ekonomi modelidir. Sınırsız ihtiyaçların değil makul taleplerin olduğu kıt kaynakların değil Rahman’ın mülkünün zekatının olduğu bir modeldir. İnsani ekonomi modeli ekonomik problemlerden beslenen değil ekonomik problemleri çözen bir ekonomi modelidir. 77


CAN AZERBAYCAN

Azerbaycan Cumhuriyeti Avrupa ve Asya kıtaları arasında Güney Kafkasya’da bir ülke. Kuzeyde Rusya, kuzey batıda Gürcistan, güneybatıda Ermenistan, güneyde İran ve güney batıda Nahçıvan’a komşu olarak Türkiye ile komşudur. Murat YILDIRIM*

Şirvan Şahlar Sarayı/ Azerbaycan

stanbul Atatürk Havalimanından yaklaşık dört saat yolculuktan sonra başkent Bakü Haydar ALİYEV uluslararası havalimanına vardık. Azerbaycan Cumhuriyeti Avrupa ve Asya kıtaları arasında Güney Kafkasya’da bir ülke. Kuzeyde Rusya, kuzey batıda Gürcistan, güneybatıda Ermenistan, güneyde İran ve güney batıda Nahçıvan’a komşu olarak Türkiye ile komşudur. Doğu sınırında ise Hazar Denizi vardır. Azerbaycan sözcüğünün köken olarak “od” anlamında “azer” kelimesinden geldiği belirtilmektedir. Bazı tarihçiler, bölgede hakimiyet süren Kasar (Hazar) Türklerinin isminin de gerçek payının büyük olduğu görüşündeler. Azerbaycan bölgesi, Şeki, Gence, Bakü, Derbent, Kuba, Nahcivan, Revan, Tebriz, Urmiye, Erdil Hanlıkları döneminden sonra: Rusların egemenliğine girdikten sonra, Revan ve Karabağ’a Ermeniler yerleştirilmeye başlanmıştır. Bölgenin nüfus yapısı, bilinçliplânlı bir şekilde Türk toplumunun aleyhine değiştirilmeye çalışılmıştır. Azerbaycan Türkleri, Kafkas kurultaylarının ardından, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce 28 Mayıs 1918’de Mehmed Emin RASULZADE’nin liderliğinde Azerbaycan Cumhuriyetini ilân ettiler. Fakat genç devletin ömrü uzun sürmedi. 27 Nisan 1920’de Sovyet Kızılordusunun istilâsı ile Sovyet rejimi ilân edildi. Gürcüler-Ermeniler ile beraber Kafkasya Federasyonu şeklinde idare edilen, Azerbaycan, 1991’de Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşmuştur. 18 Ekim 1991 Bağımsızlık günü olarak kutlanmaktadır. Başkenti Bakü olan devletin yüzölçümü 86.597 Km� olup, toplam nüfusu: 2009 resmi veriye göre, 8.730.000’dir. Resmi dili Azerice, para birimi manat ve yönetim şekli: Cumhuriyettir. Bakü’de ilk durağımız olan, Azeri kardeşlerin “İçeri şehir” dedikleri, eski şehri (old city) görmek ve tanımak için Şirvan Şahlar Sarayı ve Kız kalesine hareket ettik. ŞİRVAN ŞAHLAR SARAYI

*Merkez Valisi

sayı//27// ekim 78

Sarayın girişinde “Tarihe mal olmuş Şirvanşahlar devletinin hükümdarlarının saray kompleksi orta asr mimarlığının nadir incisidir. Sizleri hem müzey ekspozisiyasını, hem de saray kompleksini keşf etmeye ve ziyaratinizden zövg almaya davet edirik!” levhası karşılamaktadır. 15. yüzyılda Şirvanşahlar hanedanının şahı İbrahim Halilullah ve Faruk Yaşar’ın devrinde yapılmış ve tamamlanmıştır.


Oldukça geniş bir alana yerleşmiş bu yapının bizim Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yapılan eserlere benzerliği dikkati çekmektedir. Sarayın iç kısımları bir müze haline getirilerek, o devirlerde sarayda kullanılan takılar, kolyeler, kemerler, bazı ev ve mutfak eşyaları sergilenmiş. O devirlerde çalınan müzik aletleri de ihmal edilmemiş. Daha sonraki yıllarda da “Saray binasının divarlarının ezeli daş hörgüsünün barba edilmesi ve konservasiyası” (2013) şeklinde ilaveler yapılmıştır. Yine müzenin içinde 2. Devlet Başkanı Haydar Aliyev’e ait: “Şirvanşahlar Sarayı Azerbaycan halkının iftihar ettiği tarihi mimarlık abidesidir.” şeklinde ifadesini de bir köşeye yerleştirmişler. Aynı külliye içinde, Şirvanşahların Aile Türbesi vardır ve I. Halilullah ile diğer aile fertleri bu türbede yatmaktadır. Yine külliyede 1441 – 1442 tarihli iki ibadet mahalli Şah Mescidi bulunmaktadır. Bugün bir müze gibidir, yani ibadet yapılmamaktadır. Saray yakın doğunun en görkemli mimari eserlerinden birisi sayılmaktadır. 2000 senesinde UNESCO tarafından içeri şehir bölgesi ve Kız Kalesi ile birlikte dünya kültür mirası listesine alınmıştır. Sarayı ziyaretten sonra, kale içinde son yıllarda açılan ilginç bir müzeyi daha görme fırsatımız oldu. Adı da Miniature Kitab Müzesi. Değişik zamanlarda elle yazılmış binlerce küçük kitapların sergilendiği bir müze. Büyüteç veya gözlük takmadan okuyamayacağımız şekilde çok değişik konu ve kişiler hakkında emek ve göz nuruyla yazılmış binlerce eser. Hayret etmemek, hayran olmamak elde değil. Müzenin surumlusu bayandan bilgi aldıktan sonra, hatıra defterine duygularımızı yazıp, torunlarımın büyüyünce gülerek okumaları için; Tülkü (Tilki) Hacce Gedir ve Göyçek Fatma isimli iki minik kitabı iki manata satın alarak ayrıldık. KIZ KALESİ (Qız Qalası)

Bizim kültür coğrafyamızda bu ve benzer kulelerin benzer ve sonu trajedi ile biten hikayeleri hep anlatılır. Bir efsaneye göre; kralın çok güzel bir kızı vardır. Kral kendi öz kızına aşık olur ve onunla evlenmek ister. Çaresiz kız, düğünü mümkün mertebe ertelemek ister. Babasından daha önce görülmemiş büyük bir kule-kale inşaa etmesini ister. Kule tamamlanınca, kız kuleye çıkar, Hazar’ın manzarasına bakar ve sonunda kendisini Hazar’ın dalgalarına bırakır. Kale duvarlarına çarpa çarpa can verir. Trajedi kokan bu kule bugün Bakü’nün simgesi olmuş ve

hediyelik eşyalara da tamamen yansıtılmıştır. Bulunduğumuz yerin biraz ilerisinde iki küçük mescidin bulunduğunu, bir tanesinin “Ehl-i Sünnet Mescidi” diğerinin ise “Şia Mescidi” olduğunu öğrendik. Bize en yakın olan Ehl-i Sünnet Mescidine giderken; sağlı sollu sıralanmış, küçük turistik eşya satan esnafın, ısrarla içeriye bakmamızı, hesaplı yerli malları olduğunu söylemeleri, işyerlerinin pek de iyi gitmediğini ve müşteri azlığına bir işaret teşkil ediyordu. İkindi vakti için girdiğimiz küçük ve eski ehli sünnet mescidinin girişi dikkatimizi çekti. Mescidde 9-10 kişilik bir genç grup vardı.Anladığımız kadarıyla, Azerbaycan’da hemen bütün camii ve mescidler Ehl-i Sünnet veya Şia Mescidi diye fiilen ayrılmış durumda. Şia ve Caferiler Ehl-i Şia genel tarifiyle Şia Mescidlerinde, Vehhabiler olarak tanımlanan gruba mensup olanlar da dahil, ehl-i sünnete mensup olanlar da Ehl-i Sünnet Camiilerinde namaz kılarak ibadet yapmaktadırlar. Yine şu acı gerçeği de belirtelim ki; Başkent Bakü’ye girdiğimizden beri, Bakü camii minarelerinden, maalesef Ezân-ı Muhammedi sesi duymadık. Yani, halkının Azeri tabiriyle ehalisinin %98’i Müslüman olan bir ülkenin başkentinin camilerinden ezan sesi işitilmiyor.Dünyanın her yerinde, cihan-Şümûl bir mesaj olan ezanın okunmasından, Azerbaycan halkı çok memnun ve mesrur olacaktır. İkindiyi müteakip, Bakü’nün sahil kıyısına inerek, Milli Hakimiyet Tabiat Parkı dedikleri park ve bahçelerinde yürüyüş yaptık, banklarda dinlendik. Akşam hava kararmaya başlayınca; sahil şeridinden heybetli görülen Flâma Towers –Alev Kuleleri- duvarlarında siluetler ortaya çıkmaya başladı. Bizde bu kulelerin geceakşam görüntülerini seyretmek ve kayıt altına almak için beklemiştik. Başkent Bakü mimari eserlerinin ihtişamı akşamları kendilerini daha güzel gösteriyor. Hâkim bir tepede inşa edilen 190 metre uzunluğundaki Alev Kuleleri bir renk ve ışık gösterisine dönüşüyor. Üç alev halinde görülen cam gökdelenler gece gayet azametli gözükmektedir. Önce Azeri bayrağının renkleri olan yeşil kırmızı ve mavi tonlarıyla kendisini gösteriyor. En büyük bayrak da, Bayrak Meydanında herkesi selamlıyor. Bu güzel renk, su ve ışık gösterisini seyredip, kayıt altına aldıktan sonra günün yorgunluğunu atmak üzere otelimize hareket ettik. Perşembe günü sabahında 10.00 sıralarında Koşgar CAFEROV ile buluşarak, doğduğu-büyüdüğü KUBA şehrine hareket ettik.

79


KUBA

Başkent Bakü’ye yaklaşık 168 Km� mesafede bulunan Kuba’nın nüfusu 160.000’ne yakındır. Büyük Kafkas sıradağlarındaki 600 metre rakımlı Şahdağı’nın yamaçlarına, Kudyalçay’ın kenarına kurulmuş etrafı ormanlarla çevrilmiş turistik bir bölge konumundadır. Uzaktan bakıldığında, bir elin parmaklarına benzeyen kayalık – tepe yazın birçok insanın ziyaret ettiği mekân haline gelmiş. Adakların adandığı, kurbanların kesildiği bu mekân yaz aylarında dolup taşıyormuş. Kuba’ya ulaşmadan evvel, 20-30 bin insanın yaşadığı, bizim ilçelere benzeyen, Şabran Vilayetinin kıyısından geçtik. Bakü’ye en yakın av sahası olan bölgede, balıkçılık gelişmiş, yemyeşil bir bitki örtüsüyle kaplanmış olduğunu gördük. Yine Şabran’a bağlı Gendop kasabasının içinden geçerek yolumuza devam ettik. 5-6 bin nüfuslu kasabakazalarda Valileri temsilen nümayendesi denilen mümessil-idareci tarafından yönetildiğini öğrendik. Bahar aylarında gayet coşkulu akan Velvele çayı ile Karaçay’ı geçerek Kuba şehrine ulaştık. Kuba Soykırım Müzesi olan Memorial Komplexi gezmemiz gerekiyordu. Kuba Soykırım Memorial Kompleksi yetkilileri ile tanıştıktan sonra, 1918 yılında bölgede Bolşevik-ermeni komitacılarının yaptıkları katliamlar hakkında bilgi aldık. Bize verilen broşürlere ve müze içerisinde gördüğümüz fotoğraf-arşivlere bakıldığında; Müslüman Azeri kardeşlerimize nasıl bir soykırım yapıldığını üzülerek ibretlik tablolar halinde müşahede ettik. 1918 yılında Bolşevik’lerin takip ettikleri, kitlesel etnik temizlik ve tecavüz politikası gereğince, on binlerce masum ve günahsız insanlar katledilmiştir. 1918 yılının Mayıs ayında sadece Kuba kazasında 167 kend tamamen dağıtılmış, şehir talan edilerek, yakılmış, kazanın Müslüman ve kısmen Yahudi ahalisi kitlesel olarak yok edilmiştir. Verilen bilgilere göre, 2007 yılına kadar futbol sahası olarak kullanılan müze alanında; yapılan kazılarda tesadüfen bulunan toplu mezarlarda katliamın boyutları ortaya çıkarılmıştır. Soykırım kurbanlarının hatırasının unutulmaması ve ebedileştirilmesi maksadıyla, 2009 yılında Azerbaycan Devlet Başkanı Sayın İlham ALİYEV’in katıldığı bir törende “Soykırım Müzesi” kurulmasına karar verilmiş. Müze ve kompleks ziyarete açılmıştır. Müzenin giriş ve çıkışına: 1918 Bakü bölgesinin beş kazasında, Bakı, Şamaxı, Quba, Göyçay ve Cavad’da Müslüman ahalinin soykırımı tarihi sayı//27// ekim 80

ile ilgili, Azerbaycan Gazetesinin 8 Dekabr 1918-Ciil tarihli sayısındaki makaleden alınmış bu satırlar, günümüz Türkçesiyle aynen şöyledir. “Biz politik düşmanlarımıza, özellikle kendi hedeflerine ulaşmak için her türlü yola başvuranlara benzemeyiz ve bunu istemiyoruz da. Biz, kendi hakikatimizin bilinci ile kendi hedefimiz doğrultusunda temiz bir vicdanla sessiz ve sakin bir şekilde yürümekteyiz ve eminiz ki, er yada geç temas kurduğumuz halklara karşı sadakatimiz, samimiyetimiz ve içtenliğimiz, gözünü kötülük ve bencil arzular bürümemiş kimseler tarafından tanınacak ve değerlendirilecektir. Gerçek böyledir. İsteyen kontrol edebilir.” Azerbaycan Gazetesi 8 Aralık 1918. Soykırım müzesinin abidevi kapalı bölümünü ziyaret ettikten sonra, insan kemiklerinin (sümük) yığınlarının bulunduğu kapalı-kilitli bölümü görmeyip bütün şehitlere dua ederek müzeden ayrıldık. Mescid 1802 yılında Gazi İsmail Efendi yardımlarıyla inşa edilmiş, Azerbaycan’ın en eski mescidlerinden birisidir. Mescid ve içindeki medrese 1924’lere kadar faaliyet göstermiştir. 1933 yılında medrese ve mimarisi yıkılmıştır. Bağımsızlıktan sonra Türkiye’nin yardımıyla minaresi yeniden yaptırılmıştır. Kuba şehrinin etrafında çok sayıda tarihi ve mimari eserler olduğunu öğrendik. Cuma Mescidi, 16. y.y. ait bir türbe, Sakine Hanım Camiisi ve eski hamamlar sayılabilir. Şehirde Tarih Müzesi, 19. Yüzyıl yazar ve kanaat önderleri A.Bakihanov’un müze-evi de bulunmaktadır. Kuba şehri aynı zamanda halıcılık merkezi olarak da bilinmektedir. Çici, Akgül ve Pirabadil’in halıları pek meşhurmuş. Ünlü Fransız yazar Alexandre DUMAS, Norveçli seyyah-ilim adamı Thor Heyer dahi Kuba’yı ziyaret etmişler. Bize ev sahipliği yapan Koşgar beyin doğup büyüdüğü Pirvahid Köyüne hareket ettik. Koşgar beyin annesi Güleser Teyze’nin evine girerken, kendimizi sanki anamızın-babamızın köydeki evlerine giriyormuş gibi hissettik. Ben ve eşimi sanki gurbetten evlâdları gelmiş gibi sıcak ve dostça karşıladı. Evinde ne varsa, ikram masasının üstüne koymuş. Bahçedeki kamelyada semaveri yakıp çayı demlemiş. Elini öperek duasını aldık. Sohbet ettik. Öğle vaktinden sonra Güleser Teyze ile vedalaşarak köyden ayrıldık. Başkent Bakü’ye 169 Km yolumuz vardı. Ertesi sabah Cuma günü ilk ziyaret yerimiz Haydar ALİYEV Kültür ve Sanat Merkezi ... Modern ve estetik mimarisiyle ilginç bir yapı olan Haydar Aliyev Kültür Merkezi,


Bakü’nün en dikkat çeken binalarından birisidir. Azeri kültürüne ait sergilerin yer aldığı kültür merkezinde, konserler düzenlenmekte, çeşitli sanat faaliyetleri yapılmaktadır. Zaha HADİD Mimarlık tarafından yapılan ve 2012 yılında tamamlanan kültür merkezi görülmeye değer mimari eserlerden birisidir. Kültür merkezinden sonra ikinci ziyaretimizi Şehitler Hıyabanı adı verilen şehitliğe yaptık. 1918 yılında Bakü işgalinde savaşlarda şehit düşen Azerbaycanlı ve Türk askerlerinin defnedildiği mekânlardır. Sovyet döneminde 1924-1990 yıllarında mezarlık kaldırılmış ve yerinde Dağüstü Park (Eğlence Merkezi) yapılmış. 1990 yılında Rus askeri birliklerinin sivil halka karşı yaptıkları 20 Ocak katliamından sonra, arazi yeniden Şehitler Hıyabanı olarak isimlendirilmiş, Ocak ayı katliam şehitleri ve Karabağ savaşı şehitlerinin bir kısmı da burada gömülmüştür. Şehitlerimizi ziyaret ederek dualarda bulunduk. Sonra aynı mekân-bölgede Bakü Türk Şehitliği adı verilen 15 Eylül 1999’da yapılan ve şehit olan 1130 askerimiz anısına dikilen anıtın bulunduğu yere geldik. Tarihi bilgilere göre: 1918 yılında Rus Kızıl ordusu tarafından işgal edilen Azerbaycan’a yardım maksadıyla gönderilen Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu’nda şehit olan askerlerimizin hatırası için bu şehitlik yapılmıştır. 25 Mayıs – 17 Kasım 1918 arasındaki harekâtta, Kafkas İslâm Ordusu, Gence, Göyçay, Aksu, Kürdemir ve Şamahı taraflarına taarruzla, 15 Eylül 1918’de Bakü’yü, sonra Karabağ ve Dağıstan’ı kurtarmıştır. Azeri ve şanlı Türk Bayrağımızın birlikte dalgalandığı bu şehitlikte; isimleri, tespit edilebilmiş kahraman Mehmetçiklerimizin künyeleri, ay-yıldız altına tek tek yazılmış. Sadece memleketim olan Çorum ilinden 29 şehit askerimizin isimlerini-künyelerini okuyunca gerçekten hem hüzünlendik, hem de iftihar ettik. Şehitliğin içinde ve Azerbaycan Parlamentosu’na 250-300 metre mesafede bulunan Türkiye Diyanet Vakfınca yaptırılan ve 1996 yılında ibadete açılan Şehitlik Mescidine geldik. Uzun yıllar kapalı tutulan, son yıllarda tekrar açılan camie girdiğimizde; güvenlik görevlisinin “görevli imamın Cuma namazı kılmak için bir başka camiye gittiğini” söyleyince hayretler içinde kaldık. Meğer şehitlik camiinde Cuma namazı kılınmasına, resmen izin-icazet verilmemiş. Verilen bilgiye göre, geçmişte bu şehitlik camiinde, birkaç kere Cuma namazı kılınmış. Cemaat avluya kaldırımlara kadar

taşmış. Yönetim de bundan rahatsızlık duyunca Kız Kalesi/ Azerbaycan güvenlik gerekçesiyle Cuma kılınmasına izin vermiyormuş. Yüzlerce şehit vatan evlâdının yattığı, yüzlerce, binlerce Müslümanın ziyaret ederek dualarda bulunduğu şehitlikte bulunan, görevlisi olan bir camii-şerifte Cuma namazının eda edilmemesi ve Ezân-ı Muhammedi’nin okunmamasını kabul edemiyorum… Birkaç dönem Azerbaycan Parlamentosunda görevli, halen milletvekili olan Sayın Vahid AHMEDOV ile tanışarak sohbet etmek imkânı bulduk. Devam eden sohbet esnasında şehitlik camiindeki ezan ve Cuma namazı meselesini uygun bir üslûbla kendilerine aktarmayı ihmâl etmedik. Yemekten ve Sayın vekili meclise uğurladıktan sonra, Bakü’de son ziyaret edeceğimiz Ateşgah Mebedî denilen tarihi mekâna hareket ettik. Bakü’ye yaklaşık 30 Km uzaklıkta bulunan Ateşgah Mabedinde görevli uzman bizlere Zerdüşilik ve Mecusilik hakkında genel-kısa bilgiler aktardı. Zerdüşlerin yaşadığı mekânları ve maket-manken olarak sunulan figürleri izleyerek tapınaktan ayrıldık. Azeri kardeşimiz Azad Bey, incelik-nezaket gösterip bizleri evlerine davet etti. Bir Azeri atasözüne göre; “goyu sohbet şerbetle sulandırılır” imiş. Bizler de koyu-samimi sohbetimizi çay-kahve ile sulandırarak tatlandırmaya gayret ettik. Uçağımız 4 saat sonra Atatürk Havalimanına indiğinde, Azerbaycan seyahatimizi tamamlamış olduk…

81


ŞEHİR K İ TA P HÜZÜNDEN ASÂSI İLE

TUBA YAVUZ ÖYKÜLERİ

Öykü kurgu mu gerçek mi hiç düşünmeden okunuyordu. Zira yazarın çizdiği haritanın ortağı okuyucuydu artık. Yazar, eserinin topraklarına okuyucunun soluğunu da katabiliyorsa asıl olanı başarmış demektir diye düşünüyorum ben. Mehtap ALTAN

eğeri yazarımız Tuba Yavuz’un “Ötelerden” öyküsü,2014 Ocak ayında çıkan“Sitare”adlı öykü kitabından sonra yazdığı yeni öykülerinden biri. Ki öyküyü okumaya başlamadan önce büyük bir merak vardı içimde. “Güm GümGüm” adlı öyküsünden sonra büyük bir beklenti içerisindeydim. Zira o öykünün tadı yüreğimde kalmıştı. “Ötelerden”de bir monoloğu andıran yazı ile karşılaştım. Sonra da kendini mektup şekline dönüştürmüş bir iç ses çığlığı. Kısır bir sessizlik hâkimdi. Akışta bir problem olmasa da yazının biran önce bitmesi şeklinde bir beklenti oluştu içimde. Ve yazık ki final yoktu! Sevgili yazarın bu öyküsünde final; yazarın hemen bitirmeliyim çığlığını yansıtıyordu bana. Yazı kötü müydü, elbette hayır, ama öykü tadı vermedi. Kitap sonrası yazdığı bir diğer öyküsü “Ben Yolcusu Kalmasın”ın girişi ile finalini aynı cümle ile başlatması ve bitirmesi, okura sürpriz yapma hakkını kaybettirmiş gibi geldi bana. Bu iyi midir kötü müdür, elbette zaman ve okurların çoğunluğu karar verecek. Ama bendeki fikir “Neyden kaçtıysam o oldum” cümlesinin ya öykünün başında ya da finalinde kullanması gerektiğiydi. Gelelim öykülerin içerisindeki bazı başyapıt cümlelere. Bazı öyküler bir cümlenin refakatinde kendi kendini yeniler. Her öykünün bir başyapıt cümlesi, bir lokomotif cümlesi vardır. Bunu ancak öykünün öz okuyucusu görebilir! Evet, içinde barındırdığı bir cümleydi aslında “Ben Yolcusu Kalmasın!” adlı öykünün sancağı. O cümlenin, devamı da öncesi de anlamdaki ordugâha duygunun cephanesinden sırlar sağar gibiydi!..Yazar Tuba Yavuz’un “Ben Yolcusu Kalmasın” adlı öyküsünde öyle bir cümle vardı ki… “Bu bina çocukluğumun zindanıydı. Gırtlağıma sarılarak emziğimi alıp, beni zorla büyüten binaydı.” İşte bu cümle ile öykünün duvağını açan okur, yazarın avuç içlerine sinen sancıyı da hissedebiliyordu. Öykü kurgu mu gerçek mi hiç düşünmeden okunuyordu. Zira yazarın çizdiği haritanın ortağı okuyucuydu artık. Yazar, eserinin topraklarınaokuyucunun soluğunu da katabiliyorsa asıl olanı başarmış demektir diye düşünüyorum ben. Bu öykü bir tek cümlenin yaktığı ışık ile kendine koşturabilecek cinstendi…

sayı//27// ekim 82


Yazarımız “Ben Yolcusu Kalmasın”da da “Güm GümGüm”de de ölümün en görkemli/ somut duruşunu işlemiş; bu dikkatimi çekti. Rüyasında babasını öldüren kahramanın kekre sevinci ya da bir diğer öyküdeki kahramanın, beyninde halay çeken sesin ona işlettiği kendi ölüm düğünü gibi v.s. İnsanı ürperten bir duygu da olsa, Tuba Yavuz’un kaleminde öyle özgün işleniyor ki ölüm!..

Editörlüğünü Fahri Tuna’nın yaptığı kitapta on dört öykü var. Özellikle “Sitare”de çoğunluğu durum öyküsü olmak üzere, yer yer olay öyküsüne de rastlamak mümkün. Ama sanki Tuba Yavuz kalemine durum öyküleri daha çok yakışıyor. İç sesi o kadar zengin ki, önü alınamaz bir sükût bahçesi var kalbinde. O bahçeye ne ekse, kırgınlığının dalları kırılırken çıkan sesler öykü olacak gibi!..

Gelelim gelin duvağı dediğimiz öykü başlıklarına. Yazarımız Tuba Yavuz’un öykü başlıkları onu geleceğe taşıyacak özel anahtarlar olacak. Zira sadece bir kelime ile özgünlüğü yakalamanın adı bu olsa gerek. Kısa öykülere kısa başlık, inanılır gibi değil. “Hu Hu” “ Kesb” “Ahzâ” Yazarımızın öykü başlıklarında da gizli bir öykü saklı aslında. Bütün başlıkları birleştirseniz başka bir öykü yazabilirsiniz. Başlık vitrindir. İçeri girmek isteyeni heyecanlandıran aynadır. Birgün Sitare’de bulunan “ EL’LE” metro yolculuğumda dikkatimi çekti. Bir durak vardı gideceğim yere. Ve “EL’LE” bittiğinde iki durak geçmiştim. Ve öykünün – yine- “ölümleyen” sesine rağmen haylaz bir tebessüm ettim kendi kendime. Bu arada bu öykünün finali ise hani insanoğlunu utandıracak cümleler olur ya; ben insanım diyen herkesin utanacağı tarzda bir vurgu ile bitiyordu. Vefa gitme bir yerlere lütfen!.. Gitme…

Son olarak üslup ve dile değinmek istiyorum. Öykülerinin geneli kısa cümlelerden oluşuyor. Kısa öykü yazmak herkesin harcı olmadığı gibi kısa cümleler ile yazı yazmak da herkesin harcı değil diye düşünüyorum. Cümlelerindeki kısalık akıcılığı ve dili kullanımdaki duruluğu ortaya çıkartıyor (Bu arada gıpta etmedim değil! Ne kadar çok istesem de ben öykülerimde kısa cümle kuramıyorum!) Hüznün, hazanın ve hayal kırıklıklarının kucakladığı öykülerinin üzerinde kundak kokusu kalmış sanki! Ve sanki yazarımız bu kokunun ona armağanı olan asâ ile bu yolculuğa devam edecek gibi. Ama ben çok iyi biliyorum, en büyük hayal kırıklığının içinde saklıdır umuda kapanan pencerenin açılma isteği. O pencereyi en iyi açacak olanlar ise hüznün yurdunda üşüyenlerdir! Ben Tuba Yavuz öykülerindeki hüzün / hayal kırıklığı seslerinin gizli bir şekilde yine umuda çıktığını görüyorum.

Tuba Yavuz’un ilk öykü kitabı “Sitare” Meserret Yayınları’ndan 2014 baskısı ile çıktı.

Öykünün kundağında, kelimelerle ninni söyleyenlerin hatırınadır düşlerimizin zenginliği. Var olasınız Sevgili yazarım diyerek… 83


IX. yüzyılın ikinci yarısına kadar kısmen atlı arabalar ve kayıklarla, ağırlıklı olarak da yayan gerçekleştirilen İstanbul şehiriçi seyahatleri, 1850’lerden itibaren hareket kazandı ve çeşitlendi. Denizyolunda kayık ve peremelerin yerini yavaş yavaş buharlı vapurlar alırken, kentin Marmara sahillerinde ilk banliyö trenleri işlemeye başladı. Pâyitahtın Arnavut kaldırımı döşeli dar caddelerindeyse, fayton ve omnibüslerle birlikte Avrupa’dan ithal “atlı tramvaylar” vitrine çıktı.

İSTANBUL’UN İKİ KATLI TRAMVAYLARI:

“IMPERIAL”LER İstanbulluların yoğun alâkası ve talebi üzerine Dersaadet Tramvay Şirketi’nce, New York, Paris ve Londra’da örneklerine rastlanan “iki katlı tramvay”lardan da İstanbul için birkaç numune satın alınmasına karar verildi. Akın KURTOĞLU*

1874 yılında İstanbul genelindeki atlı tramvay hatları (Azabkapı-Ortaköy, Köprü-Topkapı ve Köprü-Yedikule).

*İstanbul Kentiçi Ulaşım Tarihçisi

sayı//27// ekim 84

Dünyadaki yeniliklere elinden geldiğince ayak uydurmaya çalışan İstanbul, 31 Temmuz 1871’de törenle servise giren “Azabkapı-Beşiktaş” hattıyla birlikte ilk defa atlı tramvaylarla tanıştı. Bu hizmet aynı zamanda, İstanbullu hemşehrilerin vapur ve trenden sonra kentiçi ulaşımında sıklıkla kullanacakları üçüncü toplutaşıma alternatifiydi. Halk tarafından son derece beğenilen ve kısa sürede benimsenen bu aracın yol alacağı güzergâh şöyle belirlendi: “Sokollu Mehmed Paşa Camii Önü (Azabkapı)-Büyük Galata Caddesi (Perşembe Pazarı)-Karaköy-TophaneKılıçalipaşa Camii-Dolmabahçe-Beşiktaş”. Hat, 5 Şubat 1872’de Beşiktaş’tan itibaren Ortaköy’e dek uzatıldı. Atlı tramvayların geçtiği caddeler bütünü, tamamıyla Boğaziçi sahillerini takibettiğinden dolayı yolun eğimi neredeyse sıfırdı ve Ortaköy Camii’nin önündeki mütevazı meydana kadar hiçbir yokuş inilmiyor yahut çıkılmıyordu. Yolun bu sabit terazisi tekerlekli araçların rahatlıkla ilerlemelerini sağlıyor, yaklaşık bir saat on dakika süren yolculuk boyunca tramvay ahâlisine harikulâde bir Boğaz manzarası eşlik ediyordu. Halk arasında medhi kısa sürede yayılan bu modern araçlara İstanbulluların yoğun alâkası ve talebi üzerine Dersaadet Tramvay Şirketi’nce, New York, Paris ve Londra’da örneklerine rastlanan “iki katlı tramvay”lardan da İstanbul için birkaç numune satın alınmasına karar verildi. Bu konuda yapılan girişimler kısa sürede neticelendi ve 1876 yılında 10 kadar “iki katlı atlı tramvay” getirilerek sözkonusu hat üzerinde sefere konuldu. Böylelikle kent yeni bir taşıtla, “Imperial”lerle tanıştı. O devirde elektrik enerjisinin toplum hayatına girmediği ve pek çok görevin insan ya da hayvan gücüyle yapıldığı gözönüne alındığında, içi tıkabasa dolu tramvay vagonunu yalnızca bir çift atın çekmesi ağır ve kabul edilemez bir tablo gibi düşünülse de, aslında durum zannedildiği


Karaköy’de tramvay rayları.

gibi değildi: Kabinler kaygan raylar üzerinde hareket etmekte olup, birkaç insanın dahi iterek rahatlıkla belli bir ivme kazandırabileceği derecede sirkülasyon kabiliyetine sahipti. Ayrıca tramvaylara koşulan atlar, Macaristan’da yetiştirilen ve “Katana” adı verilen çok özel bir türdü. Her biri normal bir atın neredeyse iki misli kadar yük taşıma enerjisine sahip bu cengâverlerin bir çiftinin gücüyle iki katlı Imperialler rahatlıkla hareket edebildiği gibi, seyrüsefer müddetince de belli ve sabit bir hızı yakalamak kabildi. İki katlı tramvaylar sefere konulunca, aynı hat üzerinde servis veren tek katlıları hemen gözden düşüverdi ve halk bunlara pek itibar etmez oldu. Çünkü Imperiallerin üst katları yarıaçıktı ve birbirlerine sırtsırta vermiş uzunlamasına bir çift tahta kanepeden teşkil olunan balkonumsu kabini, herkesin öncelikle oturmak istediği bir yer haline gelmişti. Burası, özellikle havanın güzel olduğu ilkbahar ve yaz aylarında, kentin bunaltıcı ve yapış yapış havasından ikrah gelenler için son derece cazip bir alternatifti. Üst kat yalnızca erkeklere mahsus iken, alt kattaki kapalı salonsa kendi içinde bir perdeyle ortasından ikiye ayrılmış; yarısı bayanlara diğer yarısıysa yine erkek yolculara rezerve edilmişti. Cadde estetiğine damgasını vuracak ölçüde şehir hayatına güçlü bir giriş yapan bu enteresan kent mobilyaları, insanların gözünde aynı zamanda pek inanılmaz araçlardı. Devrin meşhur romancılarından birinin arkadaşına hayretle sarfettiği; “Ekmek kadayıfının iki

Azabkapı-Ortaköy hattında, Boğaziçi sahiline muvazi ilerleyen Imperialler...

Karaköy’den Tophane istikametine doğru ardarda iki Imperial...

85


Nusratiye Camii önündeki makasta yolcu indirip bindirmekte olan bir Imperial.

katlısını aklım alıyor da, tramvayın iki katlısını bir türlü aklım almıyor” cümlesi, Imperialler hakkında yapılan yorumların unutulmazları arasına girmiştir. Sefer yaptığı yolboyunca dileyenin el kaldırıp durdurarak binebildiği veya arzu ettiği yerde inebildiği Imperiallerin yolculuk sürelerinin bu inkıtalardan dolayı aksaması ve gecikmelere sebep olması dolayısıyla Şirket İdare Heyeti bir karar alarak, bundan böyle yolcuların artık sadece daha önceden belirlenerek işaret levhası raptedilen 8 merkezî noktada inip binebileceklerini ilân etti. Alımlı görüntüleri ve kendilerine gösterilen yoğun ilgi ve talebe karşın, ilerleyen zaman içinde Imperialler’in sayıları maalesef artırılamadı. Eldekiler de bir süre daha kullanıldıktan sonra hizmetten çekilerek yerlerini tekrardan klâsik tek katlı tramvaylara bıraktı. Ondokuzuncu yüzyılın son demlerinde kentiçi ulaşım tarihinin lâtif vasıtaları arasına ismini yazdırdıktan bir müddet sonra maalesef ortadan kaybolan Imperialler’den, siyah-beyaz birkaç kare fotoğraf kaldı geriye... Birkaç sene sonra da tüm tramvay şebekesi elektrikliye çevrilerek, katanalar marifetiyle çekilen tramvay vagonları bütünüyle tarihe karıştı. Kırk küsur senelik raylar üzerinde bundan böyle artık cereyanla hareket eden tramvaylar arz-ı endâm etmeye başladı. Tâ ki İstanbul yakasına 1961’de, Kadıköy yakasına da 1966’nın sonbaharında elvedâ diyene kadar... sayı//27// ekim 86

TOPHANE’DEN ORTAKÖY’E DOĞRU KEYİFLİ BİR YOLCULUK

“Imperial”lerden biri Tophane-Nusretiye Camii istikametinde ilerlerken... FındıklıKabataş-Akaretler-Beşiktaş-Çırağan yoluyla tâ Ortaköy’e kadar seyrine devam edecek. Imperial’in önüne iri yapılı, cevvalinden bir çift Macar katanası koşulmuş. Aheste yudumlanacak doyumsuz bir Boğaziçi yolculuğunun henüz daha ilk dakikaları... Osmanlı’nın son demleri... İlkbahar’dan yaza geçiş günleri. Saat öğlene doğru onbir suları, gölgeler Cihangir istikametine doğru bire yarım ölçülerinde düşmekte. Caddede yürüyen tatlısu frenkleri narin (!) ciltlerini güneşten korumak için şemsiyelerini yavaş yavaş açmaya başlamışlar bile... Ya Karaköy’de Voyvoda Caddesi girişindeki Borsa’ya uğrayıp piyasayı şöyle bir kolaçan etmek, ya da Köprüüzerinde bekâr hanımlara hafif yollu nazar edip kendi meşreplerince çapkınlık yapmak hevesiyle olsa gerek, hızlı ve aceleci adımlarla caddeyi arşınlamaktalar. Yol pek geniş ve yürümek de o derece rahat. Trafik mi? O da ne? Dümdüz yolda iki katlı tramvayla seyrüseferin tadıysa hiçbir şeyde yok... Ah, bir de ara ara Salıpazarı tarafından esen şu poyraz olmasa. Yerdeki bütün tozları kaldırıp tramvaya doğru üflüyor. İnsanın gözkapaklarının içine kadar doluyor meret... Ehlikeyf taifesi Imperialin üst kat açığına sırtsırta raptedilen bir çift


Tophane I. Mahmud Çeşmesinin berisinde, Nusratiye Camii önündeki makasta karşılaşan iki Imperial. Karaköy-Beşiktaş-Ortaköy

ahşap kanepeye çoktan doluşmuşlar bile. Çubuklarsa henüz daha Karaköy yolağzına gelmeden Azapkapısı’ndan hareket ederken tutuşturulmuş. Nisbeten serin hava, yerini güneşin gözleri kamaştıran yakıcı öğle ışınlarına bırakmadan tentenin altında bulduğu daracık yere ilişiveren talihliler pek şanslı. Bir taraftan Meclis-i Mebusan Caddesi temaşa edilmekte, diğer yandan ince maroken kaplı tahta sıranın üzerinde dizdize oturulan kadim dostlarla muhabbetler giderek koyulaşmakta... Ortaköy Camii önündeki rıhtımda şöyle bir nefeslenip iskeleye kadar kolkola yüründükten sonra, ikindiye doğru yapılacak olan bir sonraki seferle Galata’ya tıngır mıngır geri dönülecek. Belki de Beşiktaş’ta tramvaydan inilip, Sinanpaşa Camii’nin arka sokağında ahbaplık edilen esnaftan nargileler için yeni marpuçlar temin edilecek. Akabinde, Akaretler yokuşu başındaki enfiyeciden de kâğıt külâh içine 3-5 tutam enfiye... Çarşıiçindeki 7-8 Hasan Paşa fırınından da kesekâğıdı içine doldurulan sıcacık leziz halkalardan satın alındıktan sonra, bir diğer tramvaya atlanıp Salıpazarı-Kemeraltı yolunda ağızlarda erite erite yenilecek. Yolculuk, gidişdönüş üç saati fazla fazla aşacak, ama ne gam. Şehr-i Stanbul’da herkese nasibolamayacak ölçüde fevkalâde lezzetli bir seyahatle şereflenmektesiniz. Ziyâdesiyle değer... 87


KIRK YILLIK KÂNÎ,

OLUR MU YANİ?!..

Mizahi mektupları ve şiirleri ile meşhur olan Ebubekir Kânî Efendi aslen Tokat’lıdır. Divan şairlerimizdendir. Latifeciliği ve hazırcevaplılığının yanında yergileriyle de tanınır. Nidayi SEVİM

atlı dil yılanı deliğinden çıkarır” ”Her doğru her yerde söylenmez” gibi birbirinden özlü, kıymetli deyimlerimiz var bizim. Mutedil olmamız ve insani ilişkilerimizde hikmeti elden bırakmamız öğütlenir bu deyimlerle. Arkasından “vakitsiz öten horozun başını keserler” “öfkeyle kalkan zararla oturur” tarzındaki deyimlerle de böyle davranmadığımız zaman bizi bekleyen tehlikeler ihtar edilir. Öte yandan bir kötülük, yanlışlık gördüğümüzde buna kayıtsız kalmamamız gerektiği tarzında öğretilerimiz var. Elimizle, dilimizle hiç olmazsa kalbimizle kötülüğe engel olmamız tavsiye ediliyor. Bazen bu seçenekler arasında ince bir çizgi bulunur. İnsanlar, toplumlar kimi zaman nasıl davranacağını bilemez hale gelir. Fakat bazı insanlar vardır ki bunlar işaret fişeği, deniz feneri gibidir. Etraflarına ışık saçar, aydınlatırlar insanlığı. Daha çok sanat ruhu taşıyan insanlarda görürüz bu fikir parıltılarını. Çünkü düşünme melekeleri gelişmiş yaratanın özel yeteneklerle donattığı bu insanlar olayları farklı kademelerde ve pencerelerden değerlendirip farklı çıkarımlarda bulunabiliyorlar. Hele bir de “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” düsturunu baş tacı yapmışsa bu insanlar gözlerini budaktan esirgemez. Daha iyisi, daha güzeli içindir kabına sığmazlıkları. Gelin görün ki yanlış giden bir şeylerden bahsedilmeye görülsün. Hemen icaba bakılır. Muhalif olarak damgalanır farklı yaklaşımlarda ve eleştirilerde bulunanlar. Oysa olumlu cevap alıncaya kadar Hazreti Ömer’i (r.a.) minberde bekleten önderlerimiz, gökteki yıldızlarımız var bizim. Bugün geldiğimiz noktada bütün dünyanın kabul ettiği bir gerçek vardır. “Eleştiriler olmazsa toplumsal ilerleme kaydedilemez” gerçeği. İdareciler, devlet adamları için bu bir yönüyle ilaca benzer. Tadı acı, fakat meyvesi tatlıdır. Bunu gerçek manada idrak edip uygulamasını yapanlar bugün dünyaya hükmediyor. Vaktiyle bizim yaptığımız gibi. Bir farkla ki adalet ve merhametten yoksun olarak. Çok nadir sanatçının-düşünürün ileriyi gören, ışık saçan yönü, fikirleri çağdaşları tarafından anlaşılmış ve önemli açılımlarda bulunmuşlardır. Kimileri de parlak fikirlerinin faturasını hayatları ile ödemek durumunda kalmıştır.

sayı//27// ekim 88


Kıymetleri ahrete intikal ettikten sonra anlaşılan ve hakkı teslim edilen sanatçının sayısı da az değildir. Bu minvalde Ferid Kam, cenazesi belediye tarafından kaldırılan bir dostunun arkasından şu dizeleri döktürür. “Sağlığında nice ehl-i hünerin/Bir tutam tuz bile konmaz aşına/Öldürürler evvel anı acından/Sonra bir türbe dikerler başına” Tarihte bu tür örneklerle doludur.

olan ayrıntıyı Mehmet Nermi Haskan, Eyüplü Meşhurlar isimli eserinde şöyle anlatır:” Hekimoğlu Ali Paşa Trabzonda bulunduğu sırada 1754-55 tarihinde üçüncü defa Sadrazam olmuş ve karayolu ile İstanbul’a gelirken Tokat’ta konaklamıştır. Bu sırada kendisine kaside ve manzum tarih sunan Kânî Efendi’yi takdir ederek İstanbul’a getirmiştir.” (Haskan, 2014)

Hayatımıza giren ve kökeni yüzyıllar belki bin yılları bulan manidar deyimlerin günümüze kadar ulaşması tesadüf değil elbette. Her bir deyimin arka planında, çıkışında önemli gerçekleri barındırır. Bir cümlelik sözün arkasında bir ömürlük tecrübe vardır. Bu sebeple hafızamıza kazınmıştır. Yazımızda kabına sığmayan, ilkelerinden asla taviz vermeyen, hareketli fikirlerinin bedelini fazlasıyla ödeyen ve bir deyimi de günümüze kadar ulaşan bir sanat ehlimizden söz etmeye çalışacağız. Ebubekir Kânî Efendi…

Kânî Efendi, İstanbul’da Divan-ı Hümayun Kalemine yerleştirildi. Daha sonra Yeğen Mehmed Paşa’nın divan kâtipliğinde bulundu. Kısa süre içerisinde Hacegan-ı Divanı Hümayun rütbesine yükseldi. Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrazamlıktan ayrılması üzerine bu yetenekli ve kabına sığmayan Mevlevi dervişi, Divan kâtipliği vazifesiyle Slilistre’ye gönderildi. Burası Bulgaristan’ın kuzeydoğu kesiminde, Romanya sınırında, Tuna kıyısında bir şehirdir. Daha sonraları kısa bir müddet Ulah beylerbeyinin özel kâtibi olarak Bükreşte bulundu. Ulah, Eflak veya Ulahya Romanya’nın tarihî ve coğrafî bölgelerinden biridir. İskerletzade Konstantin Bey’in isteği üzerine yeğeni Alexandre için Benam-ı Havariyyun-ı Buruc-ı Fünun isimli bir Türkçe öğrenme ve konuşma kitabı yazdı. (Nadir Eserler Kütüphanesi)Yakın dostluğunu kazandığı Alexandre ile birlikte yapılmış bir portresi de vardır. (Haskan, 2014) Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın isteği üzerine 1782’de tekrar İstanbul’a döndü.

Mizahi mektupları ve şiirleri ile meşhur olan Ebubekir Kânî Efendi aslen Tokat’lıdır. Divan şairlerimizdendir. Latifeciliği ve hazırcevaplılığının yanında yergileriyle de tanınır. Doğum yeri olan Tokat’ta iyi bir öğrenim gördü. Gerek düz yazı ve gerekse şiirde sanatını burada ilerleterek daha genç yaşlarında kendisinden söz ettirtmeyi başardı. Mevlevi Tarikatına intisap ederek Abdülahad Dede’ye bağlandı. Uzun müddet Tokat Mevlevihanesinde kaldı. 1775’te kırk yaşlarında iken İstanbul’a gitti. İstanbul seyahatine vesile

İstanbul’a dönüşünden bir müddet sonra “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” misali 89


mizahi ve alaycı üslubu başına iş açtı. Saray adabına-geleneklerine (statükoya) uymadığı ve Sadrazam Yeğen Mehmed Paşa’nın bazı sırlarını ifşa ettiği gerekçe gösterilerek idam cezasına çarptırıldı. Reisülküttap Hayri Efendi’nin aracılığıyla cezası kalebentliğine çevrilerek Limni Adasına sürgüne gönderildi. Limni, Kuzeydoğu Ege Yunan adaları grubuna giren, Gökçeada’nın güneybatısında bulunan Yunan adasıdır. Osmanlı kaynaklarında ismi “Ilımlı Ada” olarak da geçer. Burada pek çok sıkıntı ve mahrumiyet içinde uzun yıllar yaşadı. Şâirin divanında yer alan Hasb-i hâl’inde çektiği sıkıntıları görmek mümkündür: “Dimemiş kimse ki hâlin nicedür/ Ac yatursın burada kac gicedür/ Niçe şehler ki olup zâr u zebûn/ Bulmamış bir giyecek köhne zıbûn” (İ. Yazar, 2009) Ömrünün son yıllarına doğru affedilen Kânî Efendi 1792 yılında İstanbul’da vefat etti. Yergi şiirleriyle hiçbir kural ve kayda bağlı olmaksızın içinden geldiği gibi yazdığı mektuplar, Türk edebiyatının bu alandaki en güzel örnekleri olarak gösteriliyor. Secilerle süslediği mektupları ince nükte ve hicivlerle doludur. Halk deyimlerinden büyük ölçüde yararlanmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için yazdığı naatları dışında hemen bütün eserlerinde farklı düzeylerde de olsa nükte, hiciv ve hezl izlerine rastlanır. Latifeleri, nükteleri, bir kedinin ağzından sahibine yazılmış ünlü Hirrename’si yergi ve mektuplarıyla birlikte Münşeat-ı Kânî isimli eserindedir. İ. Pala ve M. Akkuş’un bildirdiğine göre eserde bozuk işleyen devlet çarkının eleştirisi, yozlaşan genel sayı//27// ekim 90

kabullerin yerilmesi gibi konular başarıyla dile getirilmiştir. (TDVİA, 1998) 120 civarında mektuptan meydana gelen Münşeat’ı üslûp inceliği ve mizahî unsurları bakımından şiirlerinden daha başarılı kabul ediliyor. Münşeat’ın değişik hacimlerdeki el yazma nüshaları çeşitli kütüphanelerde mevcuttur. Eser hakkında bir doktora tezi hazırlanmıştır (H. D. Batislam,1997).Yazdığı Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler Divan’ında toplanmıştır. İstanbul kütüphanelerinde bazı yazma nüshaları bulunan Divan, Arap harfleriyle yayımlanmış ve eser tenkitli metin hâlinde yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır (M. Eliaçık, 1992). Ayrıca İlyas Yazar tarafından hazırlanan “Kânî Dî vânı” isimli eser 2012 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları arasında neşredilmiştir. Ebubekir Kânî Efendi’nin Silistre’de söylediği rivayet edilen:”Kırkyıllık Kani olur mu Yani” sözü günümüzde de sevilerek kullanılır. Kânî Efendinin bu sözü söylemesinin hikâyesi de şöyle: Kânî Efendi elli yaşlarında Silistre’de görevli iken bir Rum kızına âşık olur ve evlenmeye karar verir. Usulü dairesinde durumu âşık olduğu kızın ailesine bildirir. Lakin aile bu izdivaca razı olmaz. Bütün ümitlerin tükendiği sırada Kânî Efendi’de gönlü olan kızın aklına bir çare gelir. Kâni’nin Hıristiyan olması. Fakat nasıl olacaktı? Sonunda babasına bu parlak fikrini açar. Babası da teklifi cazip bularak damat adayını evine konuk eder. Kânî Efendiye hitaben:”Şayet Hıristiyanlığı kabul edersen kızımı sana vereceğim” der. O yörelerde sıkça kullanılan “Yani” ismini şimşek


hızıyla hatırlayan Kânî Efendi hiç tereddüt etmeden tarihi cevabı yapıştırır:”Yapmayın efendim, kırk yıllık Kâni, hiç olur mu Yani?!.” Bu cevaptan sonra tabi ki evlilik gerçekleşmez. İkiyüzlülüğü, dalkavukluğu sevmeyen, açık sözlü bir kişiliği olan Ebubekir Kânî Efendi, bu tarzını-prensibini son nefesine kadar sürdürmüştür. Vefatından kısa bir süre önce kendisini ziyarete gelen çok sevdiği dostuna “Ben Fatiha dilencisi değilim, mezar taşıma Fatiha yazmayın!” diye vasiyet etmiştir. Gerçekten de ölümünden sonra mezarını yaptıranlar bu vasiyete sadık kalarak mezar taşının sonuna yazılan “el-Fatiha” ibaresini yazdırmamışlardır. Bu vasiyete benzer bir şiir de çuvala sığmayan mızraklarımızdan şair Eşref’e aittir. Şöyle diyor şair: “Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için/Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı/Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki/İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...” (Gözüm insanlardan o kadar yıldı ki, kabrimi ziyaret etmek için öz kardeşim dahi gelse kovarım. Ben insanlardan Fatiha dahi istemem, yeter ki mezar taşımı çalmasınlar.) Nitekim mezar taşı çalınmıştır!.. Kani Efendi’nin divan-ı hümayun (bugünkü bakanlar kurulu üyesi) mensuplarına has kafesli destarlı başlıklı mezar taşı Eüpsultan, Beybaba Sokağı üzerinde, Ferudun Paşa Türbesi’nin sağ tarafında ve mezarlık duvarından yaklaşık 8-10 metre kadar içeridedir. Mirmiran Mehmed

Ağa türbesine cephelidir. Sürurî, şairin ölümü için “Her sözi ma’deni cevher idi gitdi Kânî” mısrasını tarih düşmüştür. (www.turkedebiyati. org) Kânî Efendi’nin mezar taşı kitabesi ise şöyle: Hüve’l-Bâki/Cennet mekân/Ebubekir Kânî/Efendi Rahmetullah/Sene:1206 Yeri gelmişken açık hava müzesi niteliğindeki bu mezaristan ile ilgili kısa bir not düşelim. Kânî Efendinin mezarının bulunduğu bu mezarlık, Eyüpsultan cami etrafında yer alan en büyük mezarlık alanıdır. 3-4 dönüm civarındadır. Batısında Eyüpsultan cami, doğusunda Sultan Reşad türbesi, kuzeyinde Mihrişah Valide Sultan İmareti, güneyinde ise Mirmiran Mehmed Ağa ve Siyavuş Paşa türbeleri yer alır. Mezarlığın bütün yola bakan kısımları mamur vaziyette görülse de iç kısımlar perişan vaziyettedir. Manzara bir savaş alanını hatırlatıyor. Kırık dökük mezar taşı başlıkları yosun bağlamış, kimileri de tamamen toprak altında kalmış. Tabi bunların arasında vaktiyle şehrin muhtelif yerlerinden devşirilen mezar taşları da var. On seneyi aşkın bir zamandan beri “Eyüpsultan’ın göbeğinde böyle rezalet nasıl olur?” diye kapısını çalmadığımız, müracaat etmediğimiz kurum kalmadı. Maalesef bir arpa boyu mesafe kat edemedik. Sanırım bu türlü sorunlarımızın giderilmesi için daha ileri bir düzeyde toplumsal bilinç ve farkındalık lazım. Ümit ederiz ki ricali devleti âliye yakın zamanda burayı layıkı veçhile ele alır ve bizleri utandırır!.. 91


BÜYÜK DOĞUCU, MARMARATÖR SANATKÂRIMIZ;

ÜSTÜN İNANÇ 1937 yılında İstanbul’da doğdu. Temel eğitimini babasının görevi dolayısıyla bulunduğu İzmir’in Kirazlı ilçesinde tamamladı. Aile, daha sonra İstanbul’a geldi. Mehmet Nuri YARDIM

ünümüzde fikirlerinden, hassasiyetlerinden, sohbetlerinden, hâtıralarından ve eserlerinden istifade ettiğimiz büyüklerimizden biri de şüphesiz ki Mehmet Üstün İnanç’tır. Gerek toplantı salonlarındaki sohbetleriyle, gerekse yazıları ve eserleriyle geçmiş ile günümüz arasında köprü olan, geçmişin olaylarından günümüze ders ve ibret almamızı sağlayan edibimiz, gerçek İstanbullu ve İstanbul beyefendisidir. Dopdolu bir hayatı var Üstün İnanç’ın. Büyük bir birikime sahiptir. Hamulesi zengin, heybesi dolu, eskilerin tabiriyle hezarfendir, yani bin hünerlidir: Aktör, yönetmen, senarist, hoca, gazeteci, yazar, romancı, fikir ve aksiyon adamıdır. Yarım yüzyıl önce sahnelere çıktı. Daha sonra tiyatroda yöneticilik yaptı. Gazetecilik yaptı, köşe yazarı oldu. Tiyatro ve sinema için gençler yetiştirdi. Kitaplar yazdı, romanlara imza attı. 1937 yılında İstanbul’da doğdu. Temel eğitimini babasının görevi dolayısıyla bulunduğu İzmir’in Kirazlı ilçesinde tamamladı. Aile, daha sonra İstanbul’a geldi. Liseden sonra girdiği Basın Yayın ve Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun oldu. İlk yazıları Yelken, Durum, Sanatkâr ve Büyük Doğu dergilerinde yayımlandı. Daha sonra başka dergilerde de göründü. 1956 yılında Tercüman gazetesinde stajyer muhabir olarak çalışmaya başladı. Bâbıâli’de Sabah, Bugün, Son Havadis, Tercüman, Zaman ve Yeni İstanbul gazetelerinde çalıştı. Bâbıâli’de Sabah ile diğer bir çok gazetede üst düzey yöneticilik yaptı ve fıkra muharriri olarak okuyucularına hitap etti. Çağrı Reklam Ajansı’nı kurdu ve Genel Müdürü oldu. Üstün İnanç, ilerleyen yıllarda tiyatro ve sinema eserlerine de yöneldi. Sinema dünyasına yönetmen Erdoğan Tokatlı ile başladı. İlk senaryo çalışmalarında ondan destek aldı. Edebiyat ve sinema dünyasından Kemal Tahir, Tarık Buğra, Metin Erksan, Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Yücel Çakmaklı ile dostluğu vardı. Kendisini “Büyük Doğucu” olarak kabul eden yazar, üstat Necip Fazıl Kısakürek’in yakınında bulundu, onunla sık sık görüştü. Meşhur Marmara Kıraathanesi’nin en sıkı müdavimlerinden oldu. 1977 yılında MTTB’de “Milli Sinema Açık Oturumu”nu yönetti. Bu önemli toplantıya o dönemin sinema ustalarından Halit Refiğ, Salih Diriklik, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Yücel Çakmaklı ve Ayşe Şasa katıldı. Ergun Göze’nin kaleme aldığı “Çar Tabancası”nda ‘Çar’ rolünü oynadı.

sayı//27// ekim 92


Yalçın Akçay’ın yönettiği oyunda başrolde Şeyh Şâmil’i Abdullah Kars temsil ediyordu. Oyun Anadolu’da turneye çıktı, bir çok yerde ilgiyle seyredildi. Necip Fazıl Kısakürek’in eseri “Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han”a prolog yazdı. Eser, 1967-1969 yılları arasında Türkiye’nin bir çok şehrinde ve ilçesinde 519 defa sahnelendi. Üstün İnanç’ın Yalnız Değilsiniz adlı romanından Mesut Uçakan’ın yönettiği aynı adlı film, Türkiye genelinde büyük bir ilgi uyandırdı. “Kanayan Yara Bosna” filminin senaryosunu yazdı; bir dönem TGRT’de dramaturg olarak çalıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gösteri Sanatları Merkezi Müdürlüğü yapan Üstün İnanç, ‘oyunculuk’ ve ‘tiyatro yazarlığı’ bölümlerinde hocalık yaptı ve genç tiyatrocuları yetiştirdi. Üstün İnanç’ın üçlemesinin ilk romanı olan Yalnız Değilsiniz yayımlandı. Şimdi Ayıp Uşakları ve Bir Kimlik Lütfen adlı nehir romanları hazırlanıyor. Tiyatro eserleri de toplu olarak yayımlanacak olan yazar, kültür, sanat ve edebiyat dünyasından tanıdığı şahsiyetlerle ilgili hatıralarını kaleme alıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen ve Harun Yöndem’in idare ettiği “Zamanın Ruhu” başlıklı aylık kültür sohbetleri uzun yıllardan beri Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde büyük ilgi görüyor. İstanbul Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu üyeliği de yapan yazar, İstanbul Fatih Çırçır’da oturuyor. Meryem Hanımla evli olan yazarın Ertuğrul ve Emre adlı iki oğlu bulunuyor. Sevilen ve sayılan bir münevver olan İnanç hakkında Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği, 29 Şubat 2009 tarihinde

İstanbul’da bir saygı toplantısı düzenledi. Kendisine, 2011 ESKADER Üstün Hizmet Ödülü, 2012 Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü, 2013 Türkiye Yazarlar Birliği Necip Fazıl Kısakürek Ödülü ve TBMM Kültüre Hizmet Ödülü verildi. ESERLERİ

Roman: Yalnız Değilsiniz 1987), İnsanlar Böyledir (1988), Bir Kimlik Lütfen (1994), Yazıklar Çıkmazı (1994), Ayıp Uşakları (1996), Makedonya Gamzesi (2004)), Yağmur Kanla Başladı (2014). Tiyatro: Sultan Abdülhamid (Necip Fazıl Kısakürek’in aynı adlı eserine prolog), Cancağızım (Ömer Seyfeddin’in Hayatı), Alışırsan Hileye Ters Binersin Eşeğe, İbrahim Müteferrika, İhtisap Ağası, Kurt Kapanı, İlk Kurşun, Yalnız Değilsiniz, Bir Gül Koşusu- Fatih (tragedya), Makedonya Gamzesi, Göksultan Abdülhamid Han.

Edebiyat ve sinema dünyasından Kemal Tahir, Tarık Buğra, Metin Erksan, Ayşe Şasa, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Yücel Çakmaklı ile dostluğu vardı.

ÇOCUKLUK YILLARINDA KİTAP SEVGİSİ

Üstün İnanç, tiyatrodan edebiyata uzanan geniş ve büyük bir sanat birikiminin sahibidir. Aktördür, sanat yönetmenidir, romancıdır. Kısacası sanatkârdır. Yıllarca edebiyat ve tiyatroyu kolkola götüren yazarın, edebiyata ilk ilgisinin çocukluk yıllarına kadar uzandığını, o dönem içinde şiir ve roman okumaya merak saldığını belirtiyor. Kurt Kapanı oyununun yazarı Üstün İnanç, bu heves dönemini 12-13 yaşlarına kadar indirebileceğini söylüyor. İlk Kurşun’un muharriri, “İlk gençlik döneminde üç roman birden okuduğumu hatırlıyorum. Şiir de öyle. Gerek Divan edebiyatını, gerekse Cumhuriyet dönemi şiirlerini büyük merak ve sevgiyle okurdum.” diyor. Edebiyata -aşağı 93


yukarı herkeste olduğu gibi- şiirle ‘merhaba’ dediğini ifade eden yazar, “Necip Fazıl ve onun şiirlerini tanıdıktan sonra utandım. Şiiri bıraktım. Bırakmakla da kalmadım, bütün yazdıklarımı yırttım.” diye konuşuyor. İlk yazıları, 1966’dan itibaren başta Büyük Doğu olmak üzere bir çok dergide yayımlanan Üstün İnanç, son olarak film olarak gösterildiğinde büyük takdir gören “Kanayan Yara Bosna” senaryosuyla gönüllerde taht kurmuştu. FATİH’İN MANEVİ HAVASINA TUTKULU

Fatih Çırçır’da oturan Üstün İnanç’tan komşuları memnun. Onu sevip sayıyorlar. Tiyatroya gönül düşürüp bu sanatı icra etmek isteyenler onun rahle-i tedrisinden geçmeli, edebiyata meraklı olan gençlerimiz, yazarımızın romanlarını okumalı ve üzerlerinde düşünmeli. Çünkü ‘kökü mâzide âti’ olan ve geleceğin ‘Asım’ın nesli’nin yetiştiricilerinden olan Üstün İnanç, toplumun geçirdiği hafakanları, yaşadığı buhranları, bocaladığı problemleri ve bütün bu sıkıntıların hâlli için gereken çözüm yollarını romanlarında dile getiriyor. Bu bakımdan eserleri, birer belge niteliği taşır. İş ki okunup istifade edilsin. Hep ortak güzel mekânlarda buluştuk, dâvet edildiği programlara katıldı. Mahviyetkâr bir sanatkârdır. Derviş edalı, kalender ve çelebi adamdır. Yıllar önce Bilge Tarihçimiz Ziya Nur Aksun için Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde bir program düzenlemiştim. Kalkıp salona gelmiş ve kısa bir konuşma da yapmıştı. 2005 senesine de Fatih’te Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde üstat Necip Fazıl’ın doğumunun 100. yılı münasebetiyle sayı//27// ekim 94

düzenlediğimiz toplantıyı teşrif etmiş, Mehmed Niyazi, Nazif Gürdoğan, A. Rahim Balcıoğlu ile birlikte konuşmuştu. Arasıra Muammer Karaca’dan, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nden ve diğer mekânlardan Fatih’e beraber geliriz. Yol boyu sohbet eder, birikiminden ve tecrübelerinden istifade etmeye çalışırım. Babıâli yani basın hatıralarını ise unutulmaz bir tat ve kıvamda anlatır. Onu daha yakından tanıyanlar bir daha da kopmak istemez. Tiyatroya gönül düşürüp bu sanatı icra etmek isteyenler onun rahle-i tedrisinden geçmeli, edebiyata meraklı olan gençlerimiz, yazarımızın romanlarını hem okumalı hem de üstünde düşünmeli. Çünkü ‘kökü mâzide âti’ olan ve geleceğin ‘Asım’ın nesli’nin yetiştiricilerinden olan İnanç, toplumun geçirdiği hafakanları, yaşadığı buhranları, bocaladığı problemleri ve bütün bu sıkıntıların hâlli için gereken çözüm yollarını romanlarında dile getiriyor. Bu bakımdan birer belge niteliğidir eserleri. İş ki okunup istifade edilsin. ONA VE ESERLERİNE DAİR

Üstün İnanç, eserleriyle edebiyat çevresinde geniş yankılar uyandırabilen yazarlarımızdandır. Meselâ gazeteci, ressam ve yazar Gürbüz Azak onun Yalnız Değilsiniz romanı hakkında şunları söyler: “Son kırk yılın mantığına ‘hayır’ diye diklenebilen, nesiller boyu aranan ölçüleri getirebilen, sinematografik yapısıyla bir çırpıda okunabilen romanı bulup almak vazife haline gelmiştir.” Mustafa Özdamar da aynı eser hakkında şu satırları kaleme alır: “Üçüncü Kuşak’ın bunalımları var, ama onlar susmuyorlar, konuşuyorlar. Ve Üçüncü Kuşak yazarları, haklarını arayan masum


ve mazlumlara ‘Yalnız Değilsiniz’ diyorlar.” Osman Selçuk, “Kitabı roman olarak okumaya başlarsak, sanat değeri yüksek bir edebî eserle karşı karşıya bulunduğumuzu anlamakta gecikmeyiz...” derken Kayhan Tunaboylu şu görüşleri dile getirir: “Meselelerimizi kalbinin derinliklerinde hisseden insanlarımız, diğer kardeşlerinin acılarıyla acılanacak, sevinçleriyle sevinecek. Üstün İnanç işte bunu başarmış...” “ROMAN KISKANÇTIR”

Yıllar önce yazarımızla yaptığım ve Romancılar Konuşuyor kitabıma da aldığım bir röportajda romanın gayet kıskanç olduğunu belirterek, “Kendisiyle devamlı meşgul olunmasını ister. Başka bir iş tutmaya kalkıştınız mı, sizi asla affetmez.” demişti. “Türk romanını eskisi ve yenisiyle değerlendirir misiniz?” soruma da şu cevabı vermişti: “Cumhuriyet döneminde romanımız kıvamına kavuşmak üzereyken dil tasfiyeciliği her şeyi mahvetti. İfade dağarcımız köy romanları hastalığıyla boşaltıldı. Romanımızın kilometre taşları olarak ben Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türkçe zenginliği olarak Refik Halit Karay, Peyami Safa, Kemal Tahir’i sayabilirim. Yaşadığımız günleri ise çırpınış dönemi diye vasıflandırıyorum. Bu dönemde aklıma gelen en büyük isim de Mehmed Niyazi üstadımızdır.” Mehmed Niyazi de yazarımız hakkında şu satırları kaleme almıştır: “Üstün İnanç`ın dili enfes bir şurup tadındadır. Kanaatimce bunun iki sebebi var; birisi üstat Necip Fazıl’ın yanında yıllarını geçirmesi, diğeri ise doğma büyüme İstanbullu olmasıdır. İstanbul’un da kenar mahallelerinde değil, Kızıltoprak’ta kültürlü bir ailenin oğlu olarak çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirmiş. Dolayısıyla İstanbul hayatını çok iyi biliyor.” YALNIZ DEĞİLSİNİZ

Üstün İnanç’ın en çok sevilen eseri Yalnız Değilsiniz başta olmak üzere bütün eserleri Mihrabad Yayınları’ndan çıkmaya başlıyor. Türkiye’nin gündemine zaman zaman zoraki bir şekilde taşınan başörtüsü konusu, ülkemizin son yarım yüzyılında en çok konuşulan ve tartışılan meselelerinden birisi olagelmiştir. Hakikatte temel bir inanç meselesi ve hakkı olan tesettür, bazı kesimler tarafından siyasîleştirilmek ve başka mecralara taşınmak istenmiştir. Devletimizin bugün çözdüğü ve insanlara istediği gibi giyinme ve dilediği gibi inanma hakkını getirdiği kanunlara rağmen konu, kimileri tarafından ısıtılıp

ısıtılıp tekrar meydana sürülmeye çalışılıyor. Usta yazar Üstün İnanç, bu konuyu Yalnız Değilsiniz romanında mükemmel bir şekilde anlatmış ve konuyu etraflı bir şekilde dile getirmiştir. Toplumumuz tarafından büyük ilgi gören romanın filmi de Mesut Uçakan tarafından beyazperdeye aktarılmış ve geniş bir seyirci kitlesine ulaşmıştır. Roman, temel bir inanç meselesi ekseninde aslında son yarım yüzyılımızın çağdaşlaşma hikâyesini, arayışlarını, çelişkilerini ve insanlarımızın doğru yola erişmesini anlatıyor. Mihrabad’ın 32. baskısını kültür hayatımıza kazandırdığı Yalnız Değilsiniz, farklı görüşlere kapılmış bir çok kişinin peşin hükümlerini de ortadan kaldıracak güçte mükemmel bir roman... Üstün İnanç, özellikle bazı tiyatro sanatçılarının 15 Temmuz darbe girişiminin, “bir tiyatrodan ibaret” olduğunu söylemesine hayret etmiş, Anadolu Ajansı muhabirinin konuyla ilgili sorusuna ise şu cevabı vermiştir: “Darbe başarısız oldu mu, oldu. Başarısız kılan hükümet mi, hükümet. ‘Ona karşı duracağım, hükümeti başarılı göstermeyeceğim, Cumhurbaşkanı’nı cesur ve kahraman göstermeyeceğim, bunun için bir şeyler yapmam lazım’ diye düşünüyorlar. Asıl tiyatro, tiyatrocuların darbeye ‘tiyatro’ demesidir. Takma beyinli insanlar kendilerinin sözcüleri olamaz, olamamışlardır.”

Fatih Çırçır’da oturan Üstün İnanç’tan komşuları memnun. Onu sevip sayıyorlar. Tiyatroya gönül düşürüp bu sanatı icra etmek isteyenler onun rahle-i tedrisinden geçmeli.

Üstün İnanç okunması gereken bir yazar, dinlenmesinden istifade edilecek bir hatip, iyi bir sanatkâr ve değerli bir fikir adamıdır. Bütün eserlerinin Mihrabad’tan yeniden yayımlanacak olması, kültür hayatımız ve edebiyat âlemimiz adına önemli bir kazanç olarak görülmelidir. 95


Bir kuyumcu ustalığıyla, çay lizlerinin altın değerindeki en üst yapraklarından özel olarak harmanlandı.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.