ŞEHİR ve KÜLTÜR - 62. Sayı

Page 1



Biz’den… “Eğitimimizi Geliştirmek , Kültürümüzü Yaşatmak Zorundayız..” Mangal ateşinde, köz hakkımız var. “Meyve bahçesine” ,göz hakkımız var. Kim demiş yazmayız, marifetliye!.. İltifat ederiz, söz hakkımız var… Selahaddin ÇEKMEGİL İnsanın, sembollerle görüntüleri kaynaştırarak, davranışlarının gerçek eşya üzerinde yaratacağı etkileri tahmin etmek ve öngörmek için harcadığı çabaya, düşünce adını veriyoruz. Her düşünce bir davranış taslağıdır.. Yaşayışımızın tablosu bu taslağa göre ve üzerinde bazı düzeltmeler yapılarak çizilecektir..İyi davranabilmek için , iyi düşünmeye çalışmamız gerekmektedir.. Bu dünyanın , içimizdeki küçük örneğini elimizden geldiği kadar büyük, gerçek dünyanın tam bir görüntüsü haline getirebilmeyi başarmak demektir.. Kelimelerle düşünen insan, seslerin veya işaretlerin yerini değiştirmektedir. Bu davranış bir tek kelimeyle harekete geçen eylemler zinciridir neticede… Bir sabah kahvaltı için dostlarımızla Van kahvaltı salonuna gitmiştik; Güzel bir mekânda açık havada oturduk.. İlgili garsonu bir işaretle çağırdım, ve -çay kahvaltı.. dedim, iki kelime sadece..Biraz sonra masamıza gelen sihirli eller ve peynirler, zeytinler, yağ ve reçeller, ballar ve çay..o anda şunları düşündüm; Van, İstanbul’a ne kadar uzaktı? Şu peynir için Van’ ın meralarında otlayan inekleri koyunları ve onların o kırsaldaki hayat mücadelelerini, o hayvanları takip eden insanları, çobanları, sütlerini sağan insanları, o sütleri gecikmeden mandıraya taşıyan araçları ve şoförlerin yol boyunca aceleci sürüşleri, mandırada yanan ocakları, mayalanan peynirleri, olgunlaşması için beklenen zaman ve mekanları, yayıkla yapılan tereyağları, taze olsun diye üretilir üretilmez bin beş yüz kilometre uzaktan bu sofraya acil yetişen süt kokulu manda kaymağını…Zeytin ; Gemlik’ten o asırlardır kimbilir kaç nesil tarafından titizlikle bakılan zeytin ağaçlarından var yıllarında toplanıp boy ayrılan, ardından sele zeytin için farklı yöntemlerle olgunlaştırılan o güzelim zeytinlerde önümüzde… Kahvaltının olmazsa olmazı Çay; Doğu karadenizin dağlarının gölgesinde bin bir zahmetle yaprak yaprak toplanan mahsuller fabrikalara taşındı, yıkandı ayrıştı fırınlandı, paketlendi, buralara kadar kimbilir kaç kişi emeği ve sermayesi alınterinin karşılığını aldı.. sonunda bir bardak çaydı önümde duran.. yaz girerken dağlarda ayak altlarındaki bir çok bitkinin ve yeşilliğin arasında kendisini gizleyen minik minik çilekleri toplamak zahmetli iştir, saatlerce uğraşırsınız bir kavanoz dağ çileği için, emek çok keyfide çok, mis gibi kokan çileklerle nefis reçeller yapılmış , kimbilir hangi dağların tepelerinden? kimbilir hangi genç kızlar ne hayallerle emek verip topladılar, kaynattılar reçel yaptılar, kavanozlara koyup masamıza getirdiler .. Mis gibi süt var bardağımızda, ak rengiyle sofraya anlam katıyor… Pestiller, ceviz sucukları, kuru meyveler…Allah’ın yarattığı

bu tabiattaki her şey insanlar tarafından insanlara hizmetle zaman ve mekan gözetmeksizin bir sofrada toplanıp karşımıza geliyor…Bunca düşünceye sevk eden şey ise iki kelimeyle talebimiz ve ardından beş dakika hayal ettiğimde ; Belki yüzlerce insanın masamıza geldiğini , ürünlerini ve gayretlerini sunduklarını gördüm, her birini yerel kıyafeti ile hayvanları ile Van’dan Ağrı’dan, Bitlis’ten, Gemlik’ten, Malatya’dan, Rize’den bu sofraya katkıda bulundular… Önce Bu nimetleri bahşeden Allah’a şükretmek ve dua etmek vazifemiz, ardından bu nimetleri soframıza getirmek için yarışan yüzlerce insana ve hayvanlara ve ağaçlara çimenlere, bitkilere teşekkür etmeliyiz… Aslolan bunları düşünme yetisi veren Rabbime şükre devam edelim.. Düşünme eylemini yazmaya öğrenmeye ve kökeninde eğitime bağlamak, insanlığın gelişimi için şart olduğunu her zaman söyler ve tekrar ederiz.. Oku ve yaz emirlerini veren bir dine mensub olmak en büyük nimettir bizim için..Bu emirlere riayet eder isek kendimize ,ailemize, milletimize, ve dünya milletlerinin gelişimine katkıda bulunabiliriz..Okumayı ve yazmayı teşvik ve taltif ederiz her zaman.. Şöyle bir güzel söze aşinayız; “Şiiri sevmiyorsan, Kitap okumuyorsan ve Çay içmiyorsan yanıma gelme !” Eğitim tarihimiz boyunca, farklı dönemler ve sistemler yaşandı ülkemizde.. Okuma yazma oranımız son yıllarda önemli bir noktaya ulaştı çok şükür.. Türk dünyasında eğitim üzerine somut çalışmalar yapan önemli bir şahsiyeti eylül ayında kaybedeli bir asrı geçti.. İsmail Bey Gaspralı, Kırım başta olmak üzere Türk dünyasının çeşitli ülke ve şehirlerinde” Eğitimde Cedit hareketini” başlatmış, bu coğrafyada beş bine yakın okul açarak tarihî bir görev yapmıştır, bunların yarıya yakını kız okullarıdır.. bu azimli ve kararlı kahraman mütefekkirimizi rahmetle anıyoruz.. Eğitimli nesiller hürriyet ve demokrasiye bağlıdırlar.. Ülkemizde, cumhuriyetin kuruluşundan sonra gerçek anlamda demokrasi 1950 den sonra yerleşmeye başladı, ancak 1960 darbesiyle inkıtaya uğradı, bu hadise ile ülkemiz, üç devlet adamını şehit verdi eylül ayında, rahmetle anıyoruz.. Bu hazin tabloları tekrar yaşamamak dileğimizdir.. ”Eğitimimizi Geliştirmek , Kültürümüzü Yaşatmak Zorundayız..” Şehirlerimizi yaşanır şehirler kılmak zorundayız.. Şehir ve Kültür dergimiz bu idealler uğruna çalışmalarına devam ediyor ve edecek.. Yeni bir sayıda yeni bir eğitim öğretim yılında saçımızı taradık, kıravatımızı taktık, sizlerle beraber hem öğrenci hem öğretmeniz ömür boyunca… Hz.Mevlâna der ki; “Kardeş, sen ancak o düşünceden ibâretsin. Geri kalan varlığın ise kemik ve deriden başka bir şey değildir..” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

ESARET ADASI

NARGiN Abdulhamit AVŞAR

iŞKODRA BUŞATLI MEHMED PAŞA

KURŞUNLU CAMii Dr. M. Sinan GENİM

23

ŞEHiRDE YAŞAMAK KÜRESEL BiR

TAKIM OYUNUDUR Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

24

12 SAKARYA 30 AYAĞA KALK

Mimar Dr. Kâmil UĞURLU

16

“iKi DiRHEM BiR ÇEKiRDEK” VE

“KAYME” -ikiMehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Şimşek Deniz Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak

40

ANADOLU’NUN BAŞKENTLERi Mehmet KURTOĞLU

TARiHiN ÇiLESi iÇiNDE:

93 HARBİ, GÖÇLER VE ZEKİ BABA HATIRALARI -evvelAlişan HAYIRLI

MALAZGiRT Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

Sanat, Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Ensar Albayrak Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ensar Albayrak. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


15 BU ŞÂRDA BEŞ KAPU VAR -şiir-/ Kâmil UĞURLU 20 KÖRFEZİN NAZLI ÇİÇEĞİ AKYAKA / Mehmet MAZAK 26 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: SELANİK -1- / Hüseyin YÜRÜK

48

FARABÎ MÜZE EVi

“EBU NASR EL-FARABÎ MÜZE EVİ”

Salih DOĞAN

34 TOKAT´TAN SİNOP´A DOĞRU / Mustafa UÇURUM 36 KARABÜK: SAFRANBOLU’NUN GÖLGESİNDEKİ DEMİR ÇELİK ŞEHRİ / Fahri TUNA 38 DEFTER-İ HAKANİ’DE BİR KALEMİYE SERVER DEDE / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 44 SON KALE: AİLE VE ŞEHİR / Cem ERİŞ 47 YOLA VE YOLLARA DAİR / Mehmet BAŞ

60

MEHMET ŞEVKET EYGi

AĞABEYiM.. Dr. Naif ÖZKUL

ŞEHİR SOHBETLERİ 21

52 SU TULUMBALARI / Prof.Dr.Âdem EFE 56 TARİHE KAYIT DÜŞEN HİKÂYECİ: ŞEVKET BULUT / Serdar YAKAR 59 DİN MEDENİYETTİR! / Muhsin İlyas SUBAŞI 63 İSTANBUL DEYİNCE.. / Veli DALBUDAK 64 GÖNLÜNÜZDE AŞK VARSA.. / Erbay KÜCET

72

SOKAĞA BAKIŞ

Ahmet NARİNOĞLU

66 İSTANBUL’UN TADIMLIK EFSANELERİ / Sabri GÜLTEKİN 70 KUDÜS’TE YAPILAN KAZI ÇALIŞMALARI / Dr. Şakir DİCLEHAN 76 MÜZİK MÜZESİ VE… / Recep ARSLAN 74 KOMŞULUK, GÜVEN VE İLK SEVDA / Recep GARİP 78 YÜRÜK DEĞİRMENİ GİBİ / Muhsin Duran 80 PRENS ADALARI / Münir BALICA

94

84 DENİZE AÇILAN KAPI / Recep GARİP

HALUK DURSUN

86 VECDİ BÜRÜN’DEN PEYAMİ SAFA / İsmail BİNGÖL

Mehmet Nuri YARDIM

88 BİR SABAH VAKTİ MALAZGİRT'TE UYANMAK... / Ekrem KAFTAN

DÜNYADAKi SEYAHATiNi TAMAMLADI

92 NAKKAŞ / İbrahim BAŞER

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay.

Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

Kapak Fotoğrafı: Konya Karatay Medresesi

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com


argin, Hazar Denizi’nin Bakü açıklarında bulunan küçük bir adanın adıdır. “Cehennem Adası”, “Yılanlı Ada” gibi ürpertici namları da olan adanın bizim tarihimiz bakımından önemi, Birinci Dünya Savaşı’nda esir düşen askerlerimizin tutulduğu kamplardan biri olmasıdır.

ESARET ADASI

Nargin’e götürülen Türklerin esaret hayatı, Sarıkamış sonrası başlar. Esir düşen -Rus kaynaklarına göre 3.500, bizim kaynaklarımıza göre 7.000- Türk askerinin bir bölümü burada inşa edilen esir kampına yerleştirilir. Türklerin yanı sıra Avusturyalı askerlerin de tutulduğu Nargin, o tarihlerde, tüm Azerbaycan gibi Çarlık Rusyası’nın işgali altındadır.

Kafkas İslâm Ordusu’nun Bakü’yü kurtarmasının 101. yılına ithâfen

Ancak, Nargin’e getirilenler yalnızca askerlerden ibaret değildir. Doğu Anadolu’nun Rus işgaline maruz kalmış Kars, Erzurum, Ardahan gibi bölgelerinde yaşayan sivil insanlar da bu kampa konulurlar. Sivillerin içinde yaşı 80’i geçmiş ihtiyarların yanı sıra 2 yaşından 15 yaşına kadar çocuklar da vardır. Kısa zamanda sayıları binlere ulaşan asker-sivil insanlar, bu adada yıllarca esir hayatı yaşamaya mahkûm edilirler.

NARGİN

“Keşke bu adaya (Nargin Adası’na) gitmez olaydım. Keşke bir deri bir kemik bedenleri, fersiz gözleri, âh-u zâr eden bu insanları görmez olaydım. Keşke, “efendim, su!”, “efendim, yemek!”, “efendim, giyecek!’” sözlerini işitmez olaydım. Keşke; (vücutları) çıplak, dudakları soğuktan titreyen, yüzleri morarmış anasız babasız çocuklarla konuşmamış olaydım. Keşke hastanede, başları kerpiç üstünde can veren yiğitlere rast gelmemiş olaydım.” Neriman Nerimanov Abdulhamit AVŞAR*

Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşen Türklerin hayatları üzerinde çok fazla araştırma yapılmamıştır, maalesef. Özellikle 1950’li yıllara kadar yayınlanan hatıratlar da tarihin tozlu sayfaları arasına gömülmüş, unutulmuşlardır. Oysa Rusya’daki esirler konusu hem Osmanlı Devleti’nin dağılmasına yol açan savaşın farklı bir cephesine ışık tutması hem de o gün Rusya içinde yaşayan Türklerin gösterdiği kardeşlik dayanışmasının anlaşılması bakımından son derece önemlidir. Anadolu’daki işgal bölgelerinden tutsak edilen insanlar öncelikle Tiflis’teki geçici kampa götürülüyor, ardından Rus Çarlığı içinde inşa edilen daimî kamplara dağıtılıyorlardı. Seçilen yerlerden biri de Nargin Adası’ydı. Nargin, Bakü açıklarında bulunan takımadaların en büyüğüdür. Büyük denildiğine bakmayın, yüzölçümü yalnızca 3,5 kilometrekaredir. 3.1 km uzunluğunda, 0.9 km genişliğiyle bitki örtüsü ve içecek suyu olmayan, asgarî hayat şartlarından mahrum bir adadır.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//62// eylül

4

Ruslar, Azerbaycan’ı ele geçirdikten sonra, 19.yüzyıl ortalarından itibaren bu özelliğinden


dolayı Nargin’i bir tutsak kampı haline getirmişlerdir. Buraya, en ağır cezalara mahkûm edilmiş olanlar konuluyor, adadan kaçışın zor olması, tabiî hayat şartlarının zorluğundan dolayı da “cehennem adası” olarak anılıyordu. Nitekim adada tutulan Türk esirlerinin de birçoğu açlık ve susuzluktan, esir kampını saran bulaşıcı hastalıklardan ve yılan sokmasından hayatlarını kaybedeceklerdir. Doğu cephesinde esir düşen Türk askerleri, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hemen sonra, daha 1915 yılı başlarında Nargin’deki, insan yaşantısına hiç müsait olmayan barakalara yerleştirilmeye başlamışlardı. Sayıları hakkında kesin bir bilgi olmamasına rağmen 10.000 ila 15.000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Öyle ki, her bir barakaya 100’den fazla insan konulmuştur. Böylesine zor şartlarda tutulan esirler; bakımsızlık, tıbbî malzeme yokluğu, uygun olmayan giyim kuşam neticesinde hastalanıp ölüyorlar, sağ kalanlar ise hâlsiz ve zayıf vaziyette hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Esirler, kendilerine verilen içleri otla doldurulmuş döşekler çoktan parçalandığından, kuru tahta üzerinde uyumak zorundaydılar. Bunun yanı sıra en çok da bir içim suya muhtaçtılar. Öyle zamanlar oluyordu ki, esirlere altı gün hiç su verilmediği bile oluyordu. Şehirden kayık ve gemilerle gönderilen suyu

ise, öncelikle esir kampından sorumlu Ruslar kendileri kullanıyorlar, ancak onlardan arta kalırsa esirlere dağıtılıyordu. Yiyecek durumu da tam bir vehamet arz ediyordu. Günde, yalnızca, içerisinde yağ ve et olmayan kaynar sudan ibaret çorba ve 100 gram kara ekmek istihkakları vardı. Çok geçmeden, verilen ekmek miktarı da yarı yarıya azaltılacaktı. Bunlara ek olarak, yıkama ve ilaçlama bahanesiyle esirlerin sağlam olan elbiseleri de alınıyor, yerlerine ketenden dikilmiş eski ve yırtık giyecekler veriliyordu. Yıkanma imkânından mahrum olan esirleri bit basıyor; kolera, tifo gibi bulaşıcı hastalıklar da baş gösteriyordu. Kış aylarında ise esirlerin hayatı başka bir azaba çevriliyordu. Barakalar ısıtılmadığından, -45 derecelere ulaşan soğuktan yüzlerce esir donarak ölüyordu. Esir kampının çevresine korkunç bir koku hâkimdi. Bu, ölümün kokusu idi. Hayatlarını kaybedenler, deniz kenarında esirler tarafından kazılan kuyulara üst üste atılıyorlardı. Cenazelerin İslâmî usullerle kaldırılmasına da imkân verilmiyordu. Savaş meydanlarında esir düşenlerin çektikleri eziyetler, her zaman ölümle burun buruna yaşamaya mecbur bırakılmaları daha vagonlara doldurulmaları ile başlardı. Sağlam esirler, yaralı 5


ve hasta olanlarla birlikte aynı vagonda gitmeye mecbur tutulurlardı. 30-40 kişilik vagonlara 100-150 kişi doldurulur, hayatını kaybedenler olursa -kimi zaman günlerce süren bir yolculukla ulaşılan- bir sonraki istasyona kadar bulundukları vagonda tutulurlardı. Bu, esir askerlerin günlerce ölülerle birlikte yaşamaya mecbur bırakılması demekti. Esirlerin bu yolculuklarında, muhafızlar, genellikle Ermeni askerler olurdu. Bu ise daha fazla açlık ve susuzluk, daha fazla işkenceye maruz kalma demekti. Konuyla ilgili Fahrettin Erdoğan’ın “Türk Ellerinde Hatıralarım” adlı anılarında birçok misal bulmak mümkündür. Birinci Dünya Savaşı’nın günbegün kronolojisine yer veren “Kaspi” gazetesinin “Tiflis’ten” adlı tefrikasında yer verilen bilgilere göre, Türk esirlerin Nargin adasına sevk edilmelerine 1915 Ocak ayının ilk günlerinde başlanmış ve ilk merhalede 523 er ile 4 subay buraya konulmuştur. Esirlerin durumu 1915-1917 arası böyle devam etmiştir. Ancak Çar rejiminin devrilmesinden sonraki günler eskisini bile aratır bir hale gelecektir. Ortaya çıkan yönetim boşluğu Nargin’deki vaziyeti daha da ağırlaştıracak, yiyecek-içecek istihkakı gelmez olacak, kamp iyice bakımsız bir hâl alacaktır. Diğer taraftan Ruslar, esirleri kafileler hâlinde halkın arasında dolaştırdıktan sonra Nargin’e sayı//62// eylül

6

götürüyorlardı. İçlerinde yaşlıların, kadın ve çocukların bulunduğu bu esirlerin -gösteri yapılırcasına- şehir içinde dolaştırılmaları, aşağılayıcı davranışlara maruz bırakılmaları halkın yanı sıra aydınlar, din adamları, tüccarlar gibi toplumun önde gelen insanları arasında da çok ciddî tepkilere yol açıyordu. Böyle bir atmosferde, Nargin Esir Kampı’nda tutulanların vaziyetiyle ilgili bilgileri dünya kamuoyuna ilk duyuran ise, Azerbaycanlı aydın ve devlet adamı Neriman Nerimanov olacaktır. Nerimanov, adaya yaptığı ziyaretten sonra 1200 esir Türk’ün ölümle pençeleştiğini, 6.000 kişinin ölümün eşiğine yaklaştığını, esirler arasında tifo, veba gibi bulaşıcı hastalıkların yayıldığını açıkladı. Kendisinin, böylesine çetin, ağır vaziyet karşısında dayanma gücünü kaybettiğini, hâlet-i ruhiyesinin bozulduğunu dile getiren Nerimanov, bir kısmını yazının başına alıntıladığımız sözlerini şöyle tamamlıyordu: “Men ağladım… Men, hastalık ve marazlar içerisinde kıvranan, düçar oldukları türlü türlü hastalıkların pençesinde inleyen insanların ah-u zarlarını işitip, birçoğunun hayattaki son anlarına şahit olunca dayanamayıp gayrı ihtiyari ağladım.” Bu bağlamda, Rus-Ermeni ittifakının hedef tahtasına çevrilen, bir yudum su, bir dilim ekmeğe muhtaç hâle gelen Anadolu Türklerinin katledilmelerine sessiz kalamayan Azerbaycanlı Türkler, kan kardeşlerinin çektikleri acıları azaltabilmek için çareler, çıkış yolları aramaya


başlarlar. İlk olarak Azerbaycanlı aydınlar, Nargin’de tutulan çocukların eğitimleri için okul açılması hususunda teşebbüse geçerler ve bunda da başarılı olurlar. Bu arada Rusya’da gerçekleşen 1917 Şubat Devrimi’nden sonra, Azerbaycan’ın muhtelif bölgelerinde, merkezî şehirlerinde Müslüman Millî Komiteleri teşkil edilmişti. “Kardeş Kömeği”, “Türk Esirlerine Yardım Komitesi”, “Muhtaçlara Kömek” ve “Bakü Müslüman Hayriye Cemiyetleri”, “Müslüman Kadınlar Hayriye Teşkilatı” gibi kuruluşların esas amaçları esirlere yardım etmek, onların vatanlarına dönüşlerini temin, kimsesiz çocuklara, yaşlılara, hastalara yardım elini uzatmaktı. Mesela, Nargin’de esir tutulan ailelere, hastalara ve küçük yaştaki çocuklara daha çok özen gösterilmesini sağlamaya çalışan Muhtaçlara Kömek (Yardım) Cemiyeti, özellikle kimsesiz çocukların himaye altına alınması, onların Müslüman ailelerin yanına verilmesi gibi faaliyetlerini hayata geçiriyordu. Bununla ilgili bir haberi 7 Ocak 1918 tarihli “Açıq Söz” gazetesinde görmekteyiz. Habere göre, “Geçen gün Nargin’de esir sıfatı ile yaşamakta olan 130 küçük çocuk şehre getirilip Çemberekent’in önündeki eve yerleştirilmişlerdir. Bu (Türk) çocuklara bakmayı, tüm masraflarıyla birlikte ‘Muhtaçlara Kömek Cemiyeti’ üstlenmiştir. Bu yetimlere bakmak, cemiyete her ay 10 bin manata mal olacaktır.”

Aynı şekilde, Azerbaycanlı milliyetperver zenginler mali destekte bulunmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu bağlamda Hacı Zeynelabidin Tagiyev’in Murtuza Muhtarov’un, Ağababa Guliyev’in, İsmail Seferalibeyov’un, Ejder Aşurbeyov’un ve daha birçok varlıklı insanın katkıları unutulmazdır. Bütün bu faaliyetlerin Azerbaycan’ın Rus işgali altında ve Rusya’nın Osmanlı Devleti ile savaş halinde olduğu bir dönemde gerçekleştirildiğini de özellikle vurgulamak gerekir. Nargin’deki facia dolu hayatlar, 15 Eylül 1918’de, Bakü’nün Nuri Paşa komutasındaki Kafkas İslâm Ordusu tarafından kurtarılması ile son bulur. Burada tutulan asker ve sivil esirlerden sağ kalabilenler, yıllar sonra “cehennem adası”ndan kurtulma imkânı elde ederler. Esir askerlerden bir kısmı Kafkas İslâm Ordusu saflarına katılarak, Azerbaycan’ın bağımsız yaşaması için verilen mücadeleye katılırlar. İşte, aynı etnik kökene, millî-manevi değerlere sahip Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, devletlerarası bir nitelik kazanmadan önce de sağlam temellere dayanıyordu. Öyle ki, Nargin Adası’nda tutulan esirlere yardımın, tarihin birçok döneminde iki kardeş halk arasında hiç kaybolmayan dayanışma, işbirliği ve yardımlaşmanın en güzel örneklerinden biri olduğunu ifade etmek gerekir.

Bu komitelerin en güçlü ve önder nitelikli olanı ise “Bakü Müslüman Millî Komitesi” idi. Alimerdan Topçubaşov, Mehmet Emin Resulzade ve Mehmet Hasan Hacınski gibi öncü şahsiyetlerin yönetici olarak görev aldığı bu teşkilât, “umumî millî menfaatleri korumak” parolasıyla hareket ediyor, millî faaliyet programları ilân ediyordu.

Birinci Dünya Savaşı’nde esir düşen Türklerle ilgili pek fazla çalışma olmadığından söz etmiştik yazıya başlarken. Bunun istisnalarından biri, Türkiye Türkçesi’ne tarafımızdan aktarılan, değerli dostum, gazeteci-yazar ve akademisyen Akif Aşırlı’nın “Nargin: Sarıkamış-Kafkas Cephesi Esirlerinin Dramı” adlı çalışmadır. Bunun dışında, son zamanlardan çeşitli yazılar, araştırmalar ve belgesel çalışmaları yapılıyor olsa da, tarihin bu karanlık sayfasını aydınlatmak için gösterilmesi gereken daha pek çok gayret vardır.

Bakü Müslüman Cemiyet-i Hayriyesi’nin önde gelen amaçlarından biri de Nargin adasında tutulan Türk subay ve erlerinin kaçırılması ve muhtelif bölgelerde güven içinde yaşamalarının sağlanmasıydı. Bu hususta da çok önemli işler başaracaktır. Nitekim Azerbaycan arşivlerindeki konuyla ilgili Azerbaycan vatanseverleri hakkında açılan birçok soruşturma ve istihbarat raporuna ilişkin belgeler bunu açık olarak ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan esir tutulan asker ve sivil esirlerin, maruz kaldıkları zulüm ve işkencelerin iniltisi, hayatını kaybeden yüzlerce insanın dökülen gözyaşları ve feryatlarını bugün bile Nargin’in her yerinde duymak mümkündür. Dikkatli gözler ve kulaklar bütün bunları hâlâ görebilir ve duyabilir. Tabiî, kardeşlerini bu zulümden kurtarmak için kendi canlarını ve mallarını fedadan çekinmeyen Azerbaycanlı kardeşlerine de minnet duymayı unutmayarak. 7


İŞKODRA BUŞATLI MEHMED PAŞA

KURŞUNLU CAMİİ Evliya Çelebi, İşkodra’dan on beş mahallesi ve 1800 hanesi olan bir kasaba olarak bahseder. En önemlileri II. Bayezid Camii, Hüseyin Bey Camii ve Kara Hasan Camii olmak üzere on bir adet cami, yetmiş adet mescit, Mayaşlı ismi ile anılan bir adet han ve bir adet hamam vardır. Dr. M. Sinan GENİM

sayı//62// eylül

8

rnavutluk’un kuzeyinde, Karadağ sınırına yakın bir bölgede yer alan İşkodra, çeşitli dönemlerde Shkodër, İskenderiye, Skutari, Skadar isimleriyle de anılmıştır. Arnavutluk’un en eski yerleşim merkezlerinden biri olan İşkodra, aynı zamanda önemli bir sanayi ve kültür merkezidir. Milattan önceki tarihlerde İllirya Devleti’nin merkezi olan şehir, Romalı tarihçi Livius’un anlatısına göre; İllirya Kralı, Gentius’un başkenti olduğu sırada MÖ. 168 tarihinde Roma hakimiyetine geçer, XI. ve XII. Roma ile Sırp Prenslikleri arasındaki hakimiyet kavgalarına maruz kalan şehir, 1360-1393 tarihleri arasında Sırp hakimiyetine geçer. Osmanlı kumandanı Şahin Bey tarafından fethedilen şehir, üç yıl kadar Osmanlı hakimiyetinde kalır. 1396 yılında Sırp Balsa Ailesi tarafından Venediklilere satılır, alınan şehir kısa sürede tahkim edilerek, güçlü bir konuma getirilir. 1402, Ankara Savaşı sonrası iç mücadeleler sebebiyle, bir süre ara verilen Balkan fetihleri sonrası Sultan II. Murad döneminde sık sık kuşatma altına alınan İşkodra’nın fethi her seferinde başarısız olur. 1479 yılında bizzat Fatih Sultan Mehmed’in katıldığı bir sefer sonrası antlaşma yoluyla Osmanlı toprağına katılır.


H. 890/1485-1486 tarihli bir tahrir defterine göre kalede birkaç yüz kişilik bir askerî birlik ile şehirde yirmi yedisi müslüman olan doksan yedi hanelik bir nüfus bulunmakta olup, biri kiliseden çevrilme cami, diğer ikisi mescit olmak üzere toplam üç ibadethane bulunmaktadır. İki yüz yıla yakın bir süre sonra, Ağustos 1661 tarihinde şehri ziyaret eden Evliya Çelebi, İşkodra’dan on beş mahallesi ve 1800 hanesi olan bir kasaba olarak bahseder. En önemlileri II. Bayezid Camii, Hüseyin Bey Camii ve Kara Hasan Camii olmak üzere on bir adet cami, yetmiş adet mescit, Mayaşlı ismi ile anılan bir adet han ve bir adet hamam vardır. XVIII. yüzyıldan itibaren önem kazanmaya başlayan İşkodra’da bu dönem Buşatlı Ailesi’nin denetimi altındadır. Venedik kökenli bir aile olan Buşatlı-Boçatlı Hanedanı’ndan Mehmed Paşa, Osmanlı Devleti’ne yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak mîrimîran (beylerbeyi) rütbesi ile H. 1176/1762 tarihinde önce Üsküp ve daha sonra ek olarak İşkodra muhafızlığı ile görevlendirilerek vezirlik rütbesine terfi ettirilir. H. 1193/1779-1780 tarihinde vefat eden Mehmed Paşa’nın üç oğlu Ahmed, Mahmud ve Mustafa’da Paşa ünvanı ile Osmanlı Devleti’ne hizmet ederler. Kalenin güneydoğusunda, Drin Nehri’ne yakın bir düzlük arazide kendi adı ile anılan Buşatlı Mehmed Paşa-Kurşunlu Camii’yi yaptırır. 9


Bazı kaynaklarda caminin inşa tarihi 1478 yılı olarak verilmektedir ki, bu tarihin gerek 1479 yılında fethedilen bir şehir için, gerekse Buşatlı Mehmed Paşa’nın yaşadığı tarihler dikkate alındığında mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Kitabesi’ne göre yapının inşa tarihi H. 1187/1773-1774’dür. On dört küçük kubbe ile örtülü, bir sıra revakla çevrili avlunun, zeminden biraz yüksek tutulan üç bir yanı Son Cemaat yeri olarak düzenlenmiştir. Özellikle arazinin giriş bölümüne yakın kısmı zaman içinde yükseldiği için cami yapısı alçakta kalmış ve su baskınından korumak amacıyla çevresine bir hendek kazılmıştır. Yakın zamanda yapılan, metal konstrüksiyonlu bir ahşap köprü ile girilen avlu kapısının önünde yarım yuvarlak beş taş basamak bulunmaktadır. Giriş kapısının her iki yanında mermer söveler üzerinde sarmaşık dalı şeklinde bitkisel süslemeler olup, lale motifleri bulunmaktadır. Kapının üst başlığı da mermerdir, üzerinde bitkisel motifler yer almakta, tam ortada bir gül motifi ile onun üzerinde bir yarım ay görülmektedir. Tek girişi olan avlunun, aynı zamanda Son Cemaat yeri olarak da kullanıldığı anlaşılmaktadır. Basit kenger yapraklı başlıklara sahip on adet kolonun taşıdığı on dört adet kubbe ile örtülü avlunun ortası açıktır. Avludan girilen, cami esas mekânı, kare planlı olup üstü, her bir sayı//62// eylül

10


yüzünde birer pencere bulunan, yüksekçe bir sekizgen kasnağa oturan, kubbe ile örtülüdür. Cami mekânının, kıble yönünde, dışa doğru çıkıntı yapan, üzeri yarım kubbe ile örtülü, dikdörtgen planlı mihrap bölümü yer almaktadır. Mihrabın her iki yanındaki birer pencere, yan duvarlarındaki birer pencere ve hemen üstündeki tepe penceresi ile bu bölüm aydınlanmaktadır.

tromplarla ile yapılmıştır. Bu trompun içine biraz da süsleme amacıyla küçük bir ikinci tromp ile alt bitişlerine iki kademeli mukarnas taklidi dişler yerleştirilmiştir. Yarım yuvarlak bir niş halinde düzenlenen mihrabın üstünde de aynı mukarnas taklidi dişler yer almaktadır. Ahşap minber, birazda mihrap nişinin darlığı nedeniyle esas mekânın kıble duvarına yerleştirilmiş olup, üstü açıktır.

Yapının girişe göre sol yanında, revak sıralarını takip eden, üç kubbe ile örtülü, iki kolonla ile üç bölüme ayrılmış, önü açık bir mekân bulunmaktadır. Aynı düzen yapının sağ yanında da tekrarlanmış olup, burada Son Cemaat yerine yakın olan bölüm, minare kaidesi olarak düzenlenmiştir. Yapı konturunu aşan minare kaidesinin köşeleri pahlı olup, kaide bölümü kubbelerin oturduğu yüksekliğe kadar devam etmektedir. Çatı silmesinden itibaren yükselen minare, pabuç bölümünün üst kotundan itibaren yıkılmıştır. Eski bir fotoğrafta, minarenin yıkım öncesi hâli görülmektedir. Hemen hemen tüm Balkan ülkelerinde olduğu gibi minare gövdesi alışılmışın dışında yüksektir. Caminin sağ yanında dikdörtgen planlı üstü açık bir türbe bulunmaktadır.

Girişin üstünde yer alan Kadınlar Mahfili ise oldukça basit düzenlenmiştir. İkisi yapının beden duvarlarına bitişik olan dört adet ahşap kolona oturan mahfile, girişin solunda bulunan dik bir ahşap merdiven ile çıkılmaktadır. Mahfilin cami içine bakan yüzünde ahşap korkuluk bulunmaktadır. Kadınlar Mahfili’nin sağında, minareye çıkışı sağlayan bir kapı bulunmaktadır. Bir dönem lokanta olarak kullanıldığı söylenen cami günümüzde ibadete açık olup, mütevazi bir cemaati vardır. Kurşunlu Camii’nin çevresinin bir dönem hazire olarak kullanıldığı, çoğu tahribe uğramış olan mezar taşlarından anlaşılmaktadır.

Caminin esas mekânı çok sadedir. Kare plandan, sekizgen kasnaklara geçiş büyük

Bu vesile ile, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin, Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri, IV. Cildi’nin 433. sayfasında fotoğrafını sunduğu, Kurşunlu Camii iç mekân fotoğrafının bu camiye ait olmadığını da belirtmek isteriz. 11


AYAĞA KALK

SAKARYA

Dört bir yanında kökleri eskiçağlara uzanan yerleşimler olmasına rağmen Adapazarı’nın geçmişinin çok eskilere inmemesi ilginçtir. İstanbul gibi bir merkezi kuzey Anadolu’ya bağlayan önemli bir yol, buradan geçtiği halde, son zamanlara kadar burada bir şehrin teşekkül etmemesini, şehir tarihçileri coğrafi şartlarla izah ederler. Mimar Dr. Kâmil UĞURLU

vaya ilk gelip yerleşenler Osmanlı dönemi kırsalında yaşayanlardı. Burada, ormanlarla kaplı arazinin altında bereketli bir toprağın olduğunu ilk olarak onlar keşfettiler. Orman örtüyü yer yer açtılar ve ektiler. Toprağı işlediler. İyi sonuç aldılar. XVI. yy’da orada önce bir köy teşekkül etti. Kaynaklardaki bilgi böyle söylüyor. “Ada” adını verdiler bu köye ve itibar ettiler. Bir sonraki yy’da, pazarı canlı, üretimi dinamik ve verimli olan bu köy irisi yerleşime Ada Pazarı demeye başladılar. Böyle demekte haklıydılar. Çünkü bu renkli pazara ulaşabilmek için gelenler, doğu tarafından geliyor iseler, adı Sakarya olan bir nehri aşmak zorundaydılar. Batıdan gelenler ise Çark suyunu geçerek buraya vâsıl olabiliyorlardı yani çevresi sularla çevrilmişti, adadan farksızdı. Şehirlerin gelişmesini sağlayan birinci faktör ekonomidir. Ticari faaliyetlerin belirli bir düzende artması, şehrin büyümesini de yanı sıra sürükler. XIX. yy’da Ada Pazarı bir ticari merkeze dönüştü. Ova iyi işleniyordu ve buna uygun olarak nüfus artıyordu. 1852’de kaza merkezi haline geldi, 1869’da Belediye kuruldu. Böylece idarî bir fonksiyon haline de gelmiş oldu. XIX. yy’ın sonuna doğru HaydarpaşaAnkara demiryolunun 133 kilometresinde bulunan Arifiye’den ayrılan 9 km’lik bir hattın 1899’da Adapazarı’na ulaşması gelişmeyi hızlandırdı. Ayrıca İzmit, Geyve, Göynük üzerinden Ankara’ya giden karayolunun terk edilerek bu yolun Adapazarı’ndan geçirilmesi gelişmeye, ekonomiye, iskâna farklı bir ivme kazandırdı. Kırım ve Kafkasya’dan gelen göçmenlerin bu bölgede iskân edilmeleri ise başta nüfus olmak üzere, ekonominin diğer unsurlarını da normal gidişatın ötesinde hızlandırdı, dinamizm kazandırdı. Dört bir yanında kökleri eskiçağlara uzanan yerleşimler olmasına rağmen Adapazarı’nın geçmişinin çok eskilere inmemesi ilginçtir. İstanbul gibi bir merkezi kuzey Anadolu’ya bağlayan önemli bir yol, buradan geçtiği halde, son zamanlara kadar burada bir şehrin teşekkül etmemesini, şehir tarihçileri coğrafi şartlarla izah ederler. Bölgeyi güneyden kuzeye ikiye bölerek Karadeniz’i ulaşmak için deli-dolu akan Sakarya ve onun yaramaz çocukları, yani kolları, düzensiz bir akış temposu izlerler. Sık sık yatak ve güzergâh değiştirirler. Orada yerleşenleri

sayı//62// eylül

12


zaman zaman zor durumda bırakırlar. Bugün şehrin batısında bulunan ve halkın Beşköprü dediği Jüstinyen tarafından yaptırılmış bulunan köprünün altından önemli bir suyun geçmeyişi, ovada akarsu yataklarının sık sık yer değiştirdiğini gösterir bir delildir. Adapazarı Millî Mücadele yıllarında 25 Mart 1921’de Yunan işgaline uğradı ve aynı yılın 21 Haziranında geri alındı. Millî Mücadelenin başlarında bir isyana sahne oldu. Millî Mücadeleye karşı bir isyandı. Nisan 1920’de başladı ve üç ay sürdü. Sonunda Ali Fuat Paşa tarafından bastırıldı. (Kitabın ilerleyen bölümlerinde bu konularla ilgili bilgiler sunuldu.) 1954 yılında, Kocaeli vilâyetinin doğu kesimi bu vilâyetten ayrıldı ve yeni bir vilâyet kuruldu. Adına Sakarya denildi. Şehir, ortasından geçen ve kuzey-güney istikametinde iskân alanlarını çevresinde toplayan Sakarya caddesi etrafında örüldü. Belirli bölümleri farklı adlar aldılar. Konak Caddesi, Kömür Pazarı Caddesi, Kandıra Caddesi gibi. Orta kısma isabet eden kesimi merkez olarak değerlendirdiler. Kamu burada kendine yer buldu. Çarşı ve ticaret burada planlandı. Türk şehirlerinin nüvesinin mutlaka bir camiyle teşkil edilmesi ilkesi burada da uygulandı. Önce bir olan cami sayısı, merkezde çoğaldı, diğer artışlara uyum sağladı.

Kırgızistan’ın Oş vilâyetine bağlı tarihi Özgen şehrinin hemen kıyısında şirin bir köy var, adı Özgeriş’tir bu köyün.. Bir gün Türk heyetlerinden biri, Özgen ziyâreti sırasında, Meryem Hanım adında bir köy öğretmeniyle tanıştılar. Meryem Hanım, Türkiye Diyanet Vakfı’nın açtığı Oş İlâhiyat Fakültesi mezunu, Türkiye Türkçesini iyi konuşan bir öğretmen. Heyeti köyüne dâvet etti. Heyet, tam karar veremedi. “Program” dediler, “zaman” dediler, “yorgunluk” dediler ve ortaya birtakım sakıncalar serdiler. Meryem hoca sebeplerin hepsini dürdü, bir kıyıya koydu ve heyetin Özgeriş’i ziyâretini karara bağlattı. Ertesi gün oldu. Heyet Özgeriş’e vâsıl oldu. Okul, arabaların durduğu yoldan otuz-kırk metre içerdeydi. Günlerden pazardı. Çocuklar giydirilmiş, ellerine çiçek ve Türk-Kırgız bayrakları verilmiş, bu otuz metrelik yolun sağına ve soluna dizilmişlerdi. Heyet topluca, başlarında heyet başkanı olduğu halde bu pırıl pırıl yavruların arasından, onları selâmlayarak yürüdü. Ramazan olduğu için karşılama böyle düzenlenmişti. Aslında, Ramazan dışında bir gün olsa, millî kıyafetlerini giymiş genç öğrencilerden ikisi, birinin elinde tandırda pişirilmiş mis kokulu nân’lar (ekmekler), diğerinin elinde süslü bir tepsi, tepsinin üzerinde bal, yağ ve kaymak olan üç kâse ile 13


yolu keserlerdi. Bu ekmeklerden bir parça koparılıp alınacak, kuru yenmesin diye yağa veya bala veya kaymağa batırılıp ağza atılacak, bu şeklide “Tuz-ekmek” hakkı teşekkül etmiş olacaktı. Bu, ihmali mümkün olmayan geleneksel karşılama törenidir. Bu esnada bir koro size “hoş geldiniz aziz misafirler, gelişinizle bizi sevindirdiniz, bereketlendirdiniz, hoş geldiniz” şarkısını Kırgızca söylemektedir ve bir akerdeon, bazan birkaç komuz orkestraya güç vermektedir. Ramazan olduğu için bu karşılama böyle olmadı o gün. İftar vakti beklendi. Mütevâzi iftar sofrası misafirleri tam tatmin etti. Kök çaylar içildi ve misafirlere küçük bir “Hoş geldin” programı sunulacağı bildirildi. Mektep sıralarına oturdu gelenler. Önden konuşmalar yapıldı. Ev sahibi konuştu. Kırgız Türkçesi’yle yapılan konuşmanın yarısını anladılar, yarısını anlamadılar. Ama iyi şeylerden bahsedildiğini farkettiler. Heyet başkanı Türkiye Türkçesi’yle konuştu. Kırgızların yarısı, konuşmanın yarısın anlayamadılar. Ama iyi şeylerden bahsedildiğini anladılar. Çünkü konuşmanın tamamını anlayan heyet üyeleri, başkanlarını coşkuyla alkışlamaktaydılar. Sonra öğrencilerin marifetlerini sergileme vakti geldi. Lisenin ilk sınıflarında olduğunu daha sonra öğrendikleri bir kız çocuğ3u mikrofona yanaştı ve pürüzsüz bir Türkiye Türkçesi’yle şakımaya başladı: “İnsan bu, su misali Kıvrım kıvrım akar ya.. Bir yanda akan benim Öbür yanda Sakarya..” sayı//62// eylül

14

Heyettekilerden biri Akyazı’nın o zamanki belediye başkanıydı. Oturduğu yerden mırıldanarak bu kızla beraber okumaya başladı. Dinleyenler, Kırgız olsun, Türkiye’den gelenler olsun, tam bir heyecan dalgasına kapıldılar ve okuyucu kızın vurgularına eş sallanmaya başladılar. Şiirin sonuna gelince, okuyucu kız, dinleyenlerin hallerini de görüp, coştukça coştu, mısraların arasına gözyaşları karıştı ve bağıra bağıra; “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!..” deyince, sınıfı dolduran insanlar Sakarya’yla bile ayağa kalktılar. Heyecan ve gözyaşı tevatürdü. Oysa Kırgızların çoğu, şiirin belki yarısını, belki daha azını anlamışlardı. Ama onların gözü bizimkilerden fazla kanlıydı. Bu nasıl bir heyecan bu nasıl bir durumdu, hiçbiri anlayamadılar ve ağladılar. Özer Ravanoğlu’nun yaptığı tesbite göre Özgeriş bir Türk köyü. Şunun için diyor: Diğer köylerde herhangi birine sorsanız, “Ben Kırgızım veya ben Özbek’im veya ben Kazağım” der. Ama bu köyde sorduğumuz zaman “biz Türküz” derler. Ve bunu Kırgız Türkçesiyle söylerler… Bu hâdisenin yaşandığı tarih 1995’ten sonraki bir tarih olmalı. Yani Sakarya ile Oş’un kardeşliği 2019 yılında kurulmuş değil. onlar ezelden kardeş imişler… Ve bu kardeşliklerini yaşıyor, hissediyor iken bunu 2019’da resmi bir kayda bağlamışlar. Şimdi teşekkül eden durum bundan ibârettir.


Bu Şârda Beş Kapu Var Hz. Yunus’un Türkçesiyle

Bu şârda beş kapu var / beşi de sana bakar Çıkmaz sokaklar çıkar Besmelesiz basmaz isen Beş kapunın birisi / dün ü gün açıkdurur İçinde namaz kılunır Taş urup da kakmaz isen Kapunın biri ebrulî / mağribe çıkar diğeri Bednâmlar olur hûri Kem gözle bakmaz isen Neyi nerede ararsın / ko gözlerin orda kalsın Yüzün neden kararsın Karayere varmaz isen Çalabın rahmeti gâni / yüzdürsün, yusun seni Su neden boğsun seni Batağa dalmaz isen Âdemoğlu derincedir / akıl sır ermez nicedir İpek telinden incedir Onu hor tutmaz isen Kâmil sızlanır ancak / yârenler uğramaz deyû Seni nerde bulacak Kendüden çıkmaz isen Kâmil UĞURLU

Şâr: Memleket, şehir Kem: Fena, uğursuz, değersiz Mağrip: Batı, garp Bednâm: Çirkin, adı kötüye çıkmış

Çalap: Allah, Tanrı Hor tutmak: Kötü kullanmak, duyarsız davranmak Kendüden: Kendinden, nefsinden 15


“İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK” VE

“KAYME” -iki-

Osmanlı Bankası, 1863-1914 yılları arasında çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etti. Bu imtiyazın iki istisnası halk arasında ‘93 Harbi’ olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek amacıyla devletin ‘KAİME’ (ilk kez 1840’ta basılan bir çeşit hazine bonosu) ihraç etmesiydi. Mehmet Kâmil BERSE

OSMANLI DEVLETİNDEN TÜRKİYE CUMHURİYETİNE PARA POLİTİKALARIMIZ VE BANKNOTLARIMIZ:

Son zamanların yaygın şehir efsanelerinden birisi de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın (TCMB) hisselerinin çoğunun yabancılarda olduğu ve dolayısıyla Merkez Bankası’nın onların etkisinde karar aldığı fikridir. Bu şehir efsanesini çökertmek için incelemeye Osmanlı’dan başlamamız gerekiyor. Osmanlı Devleti 18 ve 19.yüzyıllarında,bütçe açık verdiğinde Avrupalı ya da Osmanlı tebaası Levanten, Ermeni, Rum ve Yahudi bankerlere (bunlara Galata Bankerleri veya Galata Sarrafları denirdi) başvururdu..

sayı//62// eylül

16

Osmanlı İmparatorluğu’nun bir ‘merkez bankası’ yoktu. Bu görevi ‘Bank-ı Osmanî-i Şahane’ (kısaca Osmanlı Bankası) yürütüyordu. Banka, 1853-1856 Kırım Savaşı dolayısıyla alınan kredileri izlemek üzere 24 Mayıs 1854’te, Alman Rothschild Ailesi, İngiliz Parlamentosu üyesi ve demiryolları yapımında öncü sermayedar Sir Joseph Paxton’un temsilcisi Atkinson Wilkin, Fransız Crédit Mobilier şirketinin sahipleri Péreire Kardeşler ve Galata Bankerleri’ni temsilen Théodore Baltazzi tarafından kurulan Londra merkezli Ottoman Bank’ın 27 Ocak 1863’te kendini feshederek İngiliz-Fransız ortaklığında ‘devlet’ bankasına çevrilmesiyle oluşmuştu. Osmanlı İmparatorluğu, kendisinin hiç bir biçimde kağıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak Osmanlı Bankası’na 30 yıl süre ile kağıt para ihracı imtiyazı vermişti. 29. yılda devlet, bankanın feshini talep etme hakkına sahip olacaktı. Eğer bu olursa, banka tedavüle soktuğu banknotların karşılığını altınla ödeyerek piyasadan çekecekti. Osmanlı Bankası’nın merkezi Galata’da idi. Ardından, İzmir, Selanik, Beyrut, Kalas ve Bükreş şubeleri açıldı. Osmanlı Bankası, 1863-1914 yılları arasında çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etti. Bu imtiyazın iki istisnası halk arasında ‘93 Harbi’ olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek amacıyla devletin ‘kaime’ (ilk kez 1840’ta basılan bir çeşit hazine bonosu) ihraç etmesiydi. Birinci Dünya Savaşı sırasında da benzer bir durum yaşandı ve Osmanlı Devleti, 1915 yılından itibaren dört yıl boyunca, altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkardı. İTİBAR-I MİLLİ BANKASI

Osmanlı Bankası’nın gücünü kırmak için İttihatçılar tarafından 1916’da başlatılan ‘iktisadi cihat’ kampanyasında toplanan fonlarla 1917’de Osmanlı İtibar-ı Milli Bankası (Crédit National Ottoman) kuruldu. Bankanın kuruluşunda İttihatçıların Maliye Nazırı Cavid Bey’in, gazeteci ve mebus Hüseyin Cahid (Yalçın) Bey’in, Bağdat Musevi tüccar Sason Efendi’nin İstanbul tüccarlarından Halepli Abud Efendi’nin ve Selanikli tüccar Tevfik Bey’in büyük katkıları olmuştu. Bankanın kuruluş sermayesi 4 milyon Osmanlı Lirası’ydı ve 400 bin hisseye bölünmüştü. Bu hisselerin sadece


Osmanlı tebaası kişiler tarafından alınması şart koşulmuştu. İlk hissedar 200 hisse alan Padişah V. Mehmet Reşat olmuştu. İttihatçıların Tanin gazetesi de bu olayı övgüyle okurlarına anlatmıştı. Ancak hisse senedi satışı beklendiği gibi gitmedi. Elde kalan 100 bin hissenin devlet tarafından alınması için kanun çıkarılmak zorunda kalındı..Nitekim savaşın da etkisiyle İtibar-ı Milli Bankası bir türlü ‘merkez bankası’ haline getirilemeyince, hem ‘evrak-ı nakdiye’ denilen son banknotlar, hem de Osmanlı Bankası’nın ‘devlet bankası’ niteliği, Türkiye Cumhuriyeti’ne aynen miras kaldı. CUMHURİYET’İN İLK BANKNOTLARI

1924’te Osmanlı Bankası’nın banknot basma imtiyazı 1935 yılına kadar uzatılmıştı ama 30 Aralık 1925’te 701 Sayılı ‘Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun’la Osmanlı Bankası’nın imtiyazı kaldırılarak geçmişin mirasından kurtulma yolunda ilk adım atıldı. Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığında, Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankalarının birer temsilcisinden oluşan bir komisyon dokuz aylık bir çalışmadan sonra, 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılmasına karar verdi. Ülkede henüz banknot matbaası olmadığı için, İngiltere’de, Thomas de la Rue matbaasında 88 bin İngiliz altınına bastırılan bu banknotların üzerindeki metinler Osmanlıca, kupür değerleri ise Latin harfleriyle Fransızca yazılmıştı. Osmanlı döneminden farklı olarak banknotların üzerinde çeşitli resimler vardı. Birinci Emisyon paraların görsel kalitesi gayet yüksekti çünkü Ali Sami (Boyar) gibi ünlü bir ressam tarafından yapılmıştı. 1, 5 ve 10 liralık banknotlarında Mustafa Kemal’in resmi filigrana gizlenmişti. Ali Sami Bey’e göre 1 liranın ön yüzünde, ‘eski Ankara’yı temsil eden bir dağ motifi’, onun önünde ‘yeni Ankara’yı temsil eden Meclis Binası’ ile ‘milletin efendisi’ köylüyü temsil eden çift süren köylü resmi vardı. Arka yüzde ise eski Maliye Bakanlığı binası bulunuyordu. 5 ve 10 liralıkların ön yüzündeki, Kuva-yı Milliye ordusunun şapkasında kullanılana benzer bir ay-yıldız motifinin içinden atlayan ‘bozkurt’, ‘genç Cumhuriyet’i temsil ediyordu. 5 liranın arka yüzündeki Ankara Bent Deresi Köprüsü’nün resminin niye seçildiği anlaşılmamakla birlikte, 10 liraların arka yüzündeki Ankara Kalesi ve pırıldayan güneş,

‘yeniden doğuşu’ simgeliyordu. Mustafa Kemal’in portresi 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotların ön yüzünde karşımıza çıkacaktı. 50 liralığın arka yüzünde Büyük Taarruz’un şerefine Afyon Kalesi, 100 liralığın arkasında, Debbağhane Köprüsü (Taş Köprü) tarafından bir Ankara manzarası bulunurken, 500 liralık banknotun ön yüzünde Mustafa Kemal’le birlikte Sivas’ın Çifte Minareli Medresesi ile arka yüzdeki Sivas görüntüsü, Sivas Kongresi’nin resmi tarih yazımındaki önemine işaret ediyordu. Ama daha manalısı, 1.000 liralık banknotun arka yüzündeki yalçın kayaları yararak geçen Sakarya demiryolu hattı resmi idi. Bilindiği gibi o yıllardaki en önemli modernleşme projesi ‘ülkeyi demirağlarla örmek’ti. Madeni para basmakta kısıt olmadığı için bu konuda daha önce adım atılabilmişti. Cumhuriyet döneminin ilk madeni paralarının üzerinde Darphane Müdürü Niyazi Asım Bey’in çizdiği sade ama güzel motifler vardı. İlk altın para (226 adet 5 liralık Cumhuriyet altınları) 5 Ekim 1925’de darbedildi. MERKEZ BANKASI KURULDU

1927’de İtibar-ı Milli Bankası’nı bünyesine katan İş Bankası’nın ‘merkez bankası’ rolünü oynaması konusunda, Celal Bayar’la İsmet İnönü arasındaki savaşı, İnönü kazandı ve dünyayı sarsan 1929 Büyük Buhranı’nın etkisiyle, ayrı bir ‘merkez bankası’ kurma çabalarına hız verildi. Alman, İtalyan ve Fransız uzmanlara hazırlatılan raporların ışığında, Cumhuriyetin kurulması sonrasında milli bir merkez bankası kurulması çalışmalarına başlandı. Bu çalışmaların sonucunda 1715 sayılı Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Kanunu 30 Haziran 1930 tarihinde yürürlüğe girdi. (Merkez Bankası’nın özel hissedarları olması yüzünden ‘Cumhuriyet’ terimi sonuna ‘i’ takısını alamamıştı.) Böylece Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, sermayesi yabancılara ait olan Osmanlı Bankası’nın yerine devletin merkez bankası olarak faaliyete başladı. Osmanlı Bankası ise Türkiye’de faaliyette bulunan bir ticari banka statüsüne geçmiş oldu. Bir anonim şirket statüsü taşıyan Merkez Bankası’nın sermayesi kuruluşunda 150.000 hisseden oluşuyordu. Bu hisselerin en çok 15.000 adedi yani yüzde 10’u milli bankalar dışında kalan diğer bankalarla imtiyazlı şirketlerin elinde bulunabiliyordu. 1930’da kurulan Merkez Bankası’nın ilk banknotları 1937’de tedavüle 17


çıkarılan İkinci Emisyon banknotlardı. 2. İkinci Emisyon (E2) Grubu Banknotlar-Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulduktan sonra, harf devriminden önce basılan eski yazılı banknotlar, latin alfabesi ile basılmış yeni banknotlarla değiştirilmiştir. Latin alfabesi ile hazırlanmış yeni banknotlar, 50 Kuruş, 1, 2 1/2, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk liralık olmak üzere 9 farklı değerde ve 11 tertipten oluşmaktadır. Söz konusu banknotlardan 50 Kuruşluk Almanya'da, diğerleri ise İngiltere'de bastırılmıştır. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından dolaşıma ilk çıkarılan banknot olan 5 Türk liralık banknotu da içeren İkinci Emisyon Grubu banknotlar, 1937-1944 yılları arasında tedavüle çıkarılmıştır.İkinci Emisyon Grubu içinde hem Atatürk, hem de İnönü portreli banknotlar yer almaktadır. İkinci Dünya Savaşı Sırasında Tedavüle Verilmeyen Banknotlar Bu emisyon grubu içinde İngiltere'de bastırılan ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında banknotları Türkiye getiren geminin Pire Limanında hücuma uğrayıp batması sonucunda denize dökülen İnönü resimli 50 Kuruşluk ve 100 Türk liralık banknotlar ile yine İngiltere'de bastırılan ancak, Londra'daki bir hava hücumu sırasında basıldığı matbaa zarar gören 50 Türk liralık banknotlar dolaşıma verilmemiştir.50 Kuruş ila 1.000 lira arasında değişen dokuz farklı değerdeki paralarda, 1 Kasım 1928’de yapılan ‘Harf Devrimi’nden dokuz yıl sonra ilk defa Latin alfabesi kullanılmıştı. Ön yüzlerinde Atatürk resmi bulunan banknotlardan sadece 50 kuruşluk Almanya’da, diğerleri ise İngiltere’de bastırılmıştı. Böylece, 74 yıllık zahmetli sürecin sonunda iktidara sıkı sıkıya bağlı da olsa, bir Merkez Bankası’na kavuşulmuştu ama ‘milli’ banknot matbaasının kuruluşu için 1958 yılı beklendi.. 1856 yılında İngiltere Kraliçesi Victoria’nın fermanıyla merkezi Londra’da bulunan İngiliz sermayeli Ottoman Bank (Osmanlı Bankası) kuruldu. Bir süre sonra Osmanlı devlet bankası işlevlerini görmeye başlayan Banka 1863 yılında ilk Osmanlı banknotlarını çıkarmaya başladı. Aynı yıl İngiliz-Fransız ortaklığı şeklinde yeniden örgütlendirildi ve Bank-ı Osmani-i Şahane (Osmanlı Bankası) adıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun merkez bankası konumuna geldi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu’nun parasını adı Osmanlı olan sayı//62// eylül

18

ama aslında İngiliz ve Fransız ortak sermayesine dayanan bir banka basar ve tedavüle sokar oldu. TCMB yasasında hiç kimseye, hiçbir hisse sahibine veya hisse grubuna yönetimde, karar mekanizmalarında, oy hakkında ya da başka herhangi bir konuda ayrıcalık tanıyan bir hüküm yer almıyor. Yasadaki düzenlemeye göre Merkez Bankası’nın yüzde 49’dan fazla hissesi hiçbir zaman Hazine dışında birisinin eline geçemiyor. Yabancıların 2016 yılsonu itibariyle sahip olduğu (C) grubu hisselerinin toplamdaki payı yüzde 0,02 oranında bulunuyor. Yabancıların sahip olabilecekleri en çok hisse de yine yasa maddesine göre 15.000 hisseyi yani toplam içinde yüzde 6'yı geçemiyor. Demek ki yabancıların Merkez Bankası hisselerine sahip olması ya da ileride ele geçirmesi gibi bir mesele söz konusu olmadığı gibi bu yasa maddeleri değiştirilmediği sürece de söz konusu olmayacaktır. 1930 yılında kurulup faaliyete geçmiş olan Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası milli sermayeli bir bankadır, sermayesinde söz sahibi olan da Türklerdir. 3. Üçüncü Emisyon (E3) Grubu Banknotlar -Tamamı İnönü portreli olarak bastırılan Üçüncü Emisyon Grubu banknotlar, 19421947 yılları arasında dolaşıma çıkarılmış olup, 2,50, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk liralık kupürlerden oluşan 6 farklı değerde, 7 tertip olarak İngiltere, Almanya ve Amerika'da bastırılmıştır. 4. Dördüncü Emisyon (E4) Grubu BanknotlarDokuz emisyon grubu içinde en az farklı değerde banknotu ve tertibi bulunan Dördüncü Emisyon Grubu banknotlar 10 ve 100 Türk liralık kupürlerden oluşan 2 farklı değerde, 3 tertip olarak Amerika Birleşik Devletleri'nde bastırılmıştır. 1947 ve 1948 yıllarında dolaşıma çıkarılan bu emisyon grubu banknotların tamamı İnönü portreli olarak bastırılmıştır. 5. Beşinci Emisyon (E5) Grubu BanknotlarBeşinci Emisyon Grubu banknotlar, 2,50, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk liralık kupürlerden oluşan 7 farklı değerde, 32 tertip olarak basılmış ve 1951-1971 yılları arasında dolaşıma çıkarılmıştır. Ülkemizde bir Banknot Matbaası kurulması çalışmalarına 1930'lu yılların sonlarına doğru başlanmış,. 1951 yılında yeniden başlatılan Banknot Matbaası kurma işi 1958 yılında tamamlanmış ve aynı yıl banknot basımına başlanmıştır. Beşinci Emisyon Grubu banknotların bir kısmı İngiltere'de, bir kısmı da ülkemizde basılmıştır. Halk arasında "Mor


Binlik" olarak adlandırılan 1.000 Türk liralık banknot da bu emisyon grubu içinde yer almaktadır. Dolaşıma verilen banknotlar 1958 yılında Banknot Matbaası kuruluncaya kadar Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere veya Almanya'da bastırılmış olup Türkiye'de basılan ilk banknot Beşinci Emisyon Grubu III. Tertip 100 Türk liralık banknottur. 6. Altıncı Emisyon (E6) Grubu BanknotlarAltıncı Emisyon Grubu banknotlar 5, 10, 20, 50, 100, 500 ve 1.000 Türk liralık olmak üzere 7 farklı değerde, 18 tertipten oluşmaktadır. 1966-1983 yılları arasında dolaşıma çıkarılan bu banknotlardan I. Tertip 20 Türk lirası İngiltere'de, diğerleri ise Türkiye'de basılmıştır. 7. Yedinci Emisyon (E7) Grubu Banknotlar-1979 yılından itibaren dolaşıma verilmeye başlanan Yedinci Emisyon Grubu banknotlar 2002 yılı itibariyle; 10, 100, 500, 1.000, 5.000, 10.000, 20.000, 50.000, 100.000, 250.000, 500.000, 1.000.000, 5.000.000, 10.000.000 ve 20.000.000 Türk liralık olmak üzere 15 farklı değerde, 36 tertipten oluşmaktadır. Banknotların tamamı Türkiye'de basılmıştır. E7 Emisyon Grubu banknotlar 01.01.2006 tarihinde tedavülden kaldırılmış olup 10 yıllık zaman aşımı süreleri sonunda da değerlerini yitirecektir. 8. Sekizinci Emisyon (E8) Grubu Banknotlar-28 Ocak 2004 tarih ve 5083 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun" gereğince, ülkemizde ilk kez gerçekleştirilen paramızdan 6 sıfır atılması operasyonu kapsamında 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren dolaşıma verilen Sekizinci Emisyon Grubu banknotlar 1, 5, 10, 20, 50 ve 100 Yeni Türk lirası olmak üzere 6 farklı değerden oluşmaktadır. Bu banknotların tamamı Türkiye'de basılmıştır. E8 Emisyon Grubu banknotlar 01.01.2010 tarihinde tedavülden kaldırılacak ve 10 yıllık zaman aşımı süreleri sonunda da değerlerini yitireceklerdir. 9. Dokuzuncu Emisyon (E9) Grubu Banknotlar- 5083 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında Kanun"un 1'inci maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu Yeni Türk Lirası ve Yeni Kuruş'ta yer alan "Yeni" ibarelerini kaldırmaya yetkili kılınmış olup "Yeni" ibarelerinin 1 Ocak 2009 tarihinde kaldırılmasına ilişkin söz konusu Bakanlar Kurulu Kararı 5 Mayıs 2007 tarihli Resmi

Gazete'de yayımlanmıştır. E9 emisyon grubu I. tertip Türk lirası banknotlar 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren, yenilenen tasarımları, değişen boyutları ve gelişmiş güvenlik özellikleriyle 5, 10, 20, 50, 100 ve 200 Türk lirası olarak dolaşıma çıkarılmıştır. E9 Emisyon Grubu II. tertip 10, 20 ve 100 Türk lirası banknotlar 24 Aralık 2012; 5, 50 ve 200 Türk lirası banknotlar ise 8 Nisan 2013 tarihinde tedavüle çıkarılmıştır. E9 Emisyon Grubu III. tertip 5,10 ve 200 Türk lirası banknotlar 27 Mart 2017 tarihinde tedavüle çıkarılmıştır. E9 Emisyon Grubu I., II. ve III. tertip banknotlar 6 farklı kupürden ve 3 tertipten oluşmaktadır. E9 Emisyon Grubu II. tertip ve III. tertip banknotlar, 1 Ocak 2009 tarihinde tedavüle çıkarılan I. tertip banknotlarla birlikte tedavül edecektir. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar 9 emisyon grubunda, 135 tertip banknot dolaşıma çıkarılmıştır. İlk altı emisyon grubundaki banknotların tamamı ile Yedinci Emisyon Grubundaki banknotların bir kısmı değişik tarihlerde dolaşımdan kaldırılmış ve 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin sonunda değerlerini yitirmiştir. Faaliyete geçtiği 1958 yılından beri banknotlarımızın basımını sürdüren Banknot Matbaası Genel Müdürlüğü, uzun bir deneyim süreci gerektiren banknot üretiminin orijinal kompozisyon ve kalıplarını da çağdaş standartlarda hazırlayarak dünya standartlarındaki E9 Emisyon Grubundaki 5, 10, 20, 50, 100 ve 200 Türk liralık banknotlarımızın her türlü tasarım, kalıp ve baskı işlemlerini tamamen kendi kadro ve donanım olanakları içinde başarıyla Kaynakça:

Akyıldız, A. (1996): Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası, / Kağıt Para ve Sosyo-Ekonomik Etkileri - Eren Yayıncılık /Köklü, A. (1947): Türkiye'de Para Meseleleri - Milli Eğitim Basımevi/ Tekeli, İ. - İlkin, S.(1997): Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama Türkiye/ Cumhuriyet Merkez Bankası - Banknot Matbaası Genel Müdürlüğü. Zafer Toprak, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik, 1914-1918, Homer Kitabevi, 2003; Kaya Bayraktar, “Osmanlı Bankasının Kuruluşu”, Cumhuriyet Üniversitesi,. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002; İlhan Tekeli, Selim İlkin, Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, T.C. Merkez Bankası Yayınları, 1997; Tanju Demir, “Cumhuriyet Dönemi Paralarında Siyaset ve İdeoloji”, 75 yılda Para’nın Serüveni, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s 11-28; 23-24 Nisan 2002 Uluslararası Türk-Ermeni İlişkileri Sempozyumu’na sunulan bildiri; Tevfik Çavdar, 19


KÖRFEZİN NAZLI ÇİÇEĞİ

AKYAKA

Günümüzde Akyaka merkezi İtalya’da bulunan Cittaslow (Sakin-yavaş şehir) üyesi bir belde. Ben burayı gidip gezdim inceledim yaşanılası güzel bir yer. Benim şanssızlığım Akyaka’yı temmuz ayında tatilcilerin akın ettiği bir zamanda gezmiş ve konaklamış olmam. Mehmet MAZAK*

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//62// eylül

20

akar Dağı’ndan baktığında önünde açılan ihtişam ve cazibesi ile Gökova Körfezini görürsün. Dağdan aşağıya kıyıya doğru kıvrılarak inen yolları takip ettiğinde körfezin nazlı çiçeği Akyaka karşılar sizi. Özdemir Erdoğan’ın Bana Ellerini Ver şarkısında söylediği “Ben bal arısı gibiydim senden önce / bak pervanelere döndüm seni görünce / yoluna adadım ömrümü ben sensiz olamam / sana gönlümü verdim ey nazlı güzel” ifadelerindeki gibi Akyaka bir anda gönlünüzü kaptıracağınız bir nazlı çiçektir. Akyaka, size ellerini uzatamayacak olsa da Bülent Ortaçgil’in Bozburun şarkısında söylediği gibi “Kokuların şarkısı başlar / ne çocuk sesi, ne kent uğultusu gelir / mişli geçmişte sorunlar saklanır / aya dokunmanın tam zamanıdır…” hissini verecektir sizlere. Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Karaağaçlı) ne demiş; “Roma’yı gör de öl, Gökova’yı gör de yaşa”. Halikarnas Balıkçısı’nın duygularının tercümanı olan bu söz bile Gökova’nın güzelliğini ve cazibesini anlamamızı sağlar diye düşünüyorum. Türkiye’nin doğal güzellikleri ile ön plana çıkmış olan Gökova Körfezi ve körfezin nazlı çiçeği Akyaka yaşanılası bir belde. Bir gezi rehberinin ifadesi ile “Safranbolu’yu alıp deniz kenarına getirmişler gibi bir his yaşatan mimarisi, çevresine göre daha serin olan havası, onu deniz kıyısına hapsedip, bina yığınına dönmesini kısmen engelleyen yeşil dağları ve insanın ömrünü uzatan Gökova Körfezi ile Akyaka farkını hemen ortaya koyan bir belde”. Denize yakın dağlar nedeniyle kıyılarında düz alan bulunmaması bölgeyi talandan bir ölçüde korumuş. Ama burayı asıl koruyan Nail Çakırhan’ın mimari başarısı olmuştur. Mimari eğitimi olmayan ancak projesini kendisi çizip Muğlalı ustalara yaptırdığı Ula Evi, 1983 yılında Uluslararası Ağa han Mimarlık Ödülü’nü kazanmıştır. 1988 yılında ‘’Çevre Koruma Bölgesi’’ ilan edilmiş Akyaka. Böylece 80’li yılların ikinci yarısında başlayıp 90’lı yıllarda ivme kazanan kıyı talanlarından da kurtulmayı başarmıştır Akyaka. Nail Çakırhan, kendi evinden başka, yerel ustalarla birlikte, birçok ev ve otel projesini hayata geçirerek bugünkü Akyaka’nın mimari ruhunun ortaya çıkmasını sağlamıştır. Günümüzde Akyaka evlerinin ‘’Çakırhan Mimarisi’’ ile tanınması ve birbirinden güzel evlerin olduğu bu belde kültürel kimliğini koruması başarmış bir yerdir. Akyaka’yı Akyaka yapan değerleri yerel halka


sorduğunuzda alacağınız cevap şöyledir. Yaşadığımız yöredeki doğal güzelliklerin bugüne kadar korunmasının ana kaynağı, Yörük kültürünün sosyal ve ekonomik yaşantısının doğayla uyum içerinde olmasındandır. Sosyal ve ekonomik yaşantısının ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yapılan binalar, Nail Çakırhan tarafından yörenin doğal kaynaklarından yararlanılarak Akyaka tarzı konut mimarisini geliştirilmiştir. 1980 sonrası mimari tarzı ve coğrafi konumu ile ön plana çıkmaya başlayan Akyaka’nın aslında tarihsel geçmişinin de önemli bir yer ettiğini biliyoruz. Şimdi burada Akyaka’nın tarihsel geçmişi ile bilgiler verelim.Piri Reis 16. yy.'da İdymos Deresi'nden (Çaydere) Gökova Suyu olarak bahseder. Ayrıca Keramos (Gökova Körfezinden) Kerme Körfezi olarak bahsederek kıyıların ayrıntılı bir haritasını verir. Piri Reis'in haritasında İdymos Deresinin kuzeyine "harap" notu düşülmüştür. Bundan İdyma kenti mi, yoksa Ortaçağ kalesi mi kast edilmekte haritadan tam anlaşılamamaktaysa da kale olması daha olasıdır. Osmanlı Tahrir defterlerinde "Gökâbâd", "Gökova", "Akâbâd ve Akova" şeklinde isimlendirilmiştir. Bu defterlerde küçük bir köy yerleşimi olarak görülmektedir. Defterlerde iki adet Gökova kaydı geçmektedir. Birinci kayıtta Gökova nam-ı diğer Çakır kaydı vardır. Gökova, II. Bâyezid döneminde yapılan ilk nüfus sayımında Baltaoğlu Yahşi Bey'in 25 haneli timar köyüdür. 1562 yılında kaydedilen 338 numaralı Menteşe Livası Evkâf defterinde 94.sayfada, Muğla'da bulunan Şemseddin

Zaviyesi Vakıfları arasında Gökova'da yeri bilinmeyen sekiz parça yerinin olduğu kaydedilmiştir. Yine aynı defterde 104.sayfada Hacı Muslihiddin Veled-i Şücâ' Vakfına gelir temin eden taşınmaz olarak yıllık 3000 akçe geliri olan bir çeltik argı vardır. 1582 yılında yapılmış olan 110 numaralı tahrir defterinin ise v.85-a'da Padişah hasları arasında görülen Gökova nam-ı diğer Çakır 3000 akçelik geliri vardır. Muğla'ya bağlı olan Gökova ise 11 hanenin olduğu ve ayrıca köyde 35 çiftlik yerin hariçten ekildiği bir köydür. 17. yy.'da yaşamış ünlü seyyahımız Evliya Çelebi burası ile ilgili bilgiler verir. Evliya Çelebi'de Gökâbâd, Ula kazasına bağlı bir köydür. Köyün ticarî amaçlı bir iskelesi ve 21


gerçekleştirmiştir.

kişi olarak nüfus kayıtlarına geçirilmiştir. Rumi 1307/Miladi 1891 tarihli Aydın Vilayeti Salnamesinde, Menteşe Sancağı kaza ve köylerine ait en ayrıntılı nüfus dökümleri verilmiştir. Buna göre Ula nahiyesine bağlı Gökâbâd köyü 765 nüfuslu ve 175 haneli bir yerleşim birimidir.

kalesi de mevcuttur. Evliya Çelebi, Gökova'nın kalesinin körfezin sonunda olduğunu ve harap bir halde olduğundan içerisinde insan barınmadığı yazmıştır. Evliya Çelebi'ye göre; Gökova iskelesi Muğla, Ula, Yerkesik, Bozöyük, Menteşe ve Milas ticaret iskelesidir. İskelenin korunması amacıyla Gökova kalesinin onarılması gerekir. Evliya Çelebi, Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferine giderken Gökâbâd'dan ordusu ile geçtiğini yazmaktadır. Sakar yolunun çok dik olduğundan bahsederek kendisinin bu yolu tercih etmeyip, vadi içinden Ula'ya gittiğini kaydetmiştir. Bu dönemde ovanın bataklık olduğu ve dolayısı ile Marmaris'e ulaşmak için Gökova iskelesi vasıtasıyla Çamlı’ya gidildiği kayıtlarda geçmektedir. 1831 yılında Osmanlı Devleti'nde yapılan ve sadece asker tespitine yönelik ilk nüfus sayımında Gökâbâd 472 sayı//62// eylül

22

Günümüzde Akyaka merkezi İtalya’da bulunan Cittaslow (Sakin-yavaş şehir) üyesi bir belde. Ben burayı gidip gezdim inceledim yaşanılası güzel bir yer. Benim şanssızlığım Akyaka’yı temmuz ayında tatilcilerin akın ettiği bir zamanda gezmiş ve konaklamış olmam. Yaz aylarında tam anlamıyla yavaş kent olmaktan çıkan Akyaka, turizmin etkisi altında kalmakta, oldukça yoğun bir nüfusa sahip olmaktadır. Buda Cittaslow (Sakin-yavaş şehir) olma özelliğini bana göre kaybettirmektedir. Belki de gelecekte Akyaka, bu Cittaslow ağında kalmaya devam edemeyecektir kim bilir. Bana göre Akyaka’nın Cittaslow (yavaş şehir) üyesi olup olmamasının hiç önemi bulunmuyor. Akyaka, çiçek isimleri verilmiş sokak tabelaları, denize doğru açılan sokakları, bogonvillerin boy verdiği, acemborularının sarmaladığı, zakkumun süslediği binaları ile yaşamaya değer bir yerdir. Beyaz badanalı, vernikli ve aşı boyalı ahşap pencereli ve kapılı evleri, kalipdos ve palmiye ağaçları dizili caddeleri ile örnek bir belde.


ŞEHİRDE YAŞAMAK

KÜRESEL BİR

TAKIM OYUNUDUR

Şehirler beslendikleri medeniyetlerin, yüzyılların içinde inşa edilen yapılar da şehirlerin, kimsenin anlamakta güçlük çekmediği küresel dilleridir. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

Yirmi birinci yüzyılın piramitleri olan gökdelenler şehirlerin, şehirler ülkelerin simgeleri haline gelmişlerdir. İnsanlar dünyanın büyük şehirlerinde, hayatlarının önemli bir kısmını, bütün gün aydınlatılan işyerlerinde, evlerle işyerleri arasında gidip gelmesi, bir işkenceye dönüşen yollarda tüketmektedirler. Büyük şehirlerde toprağa yakın, güneş altında geçen günlerin sayısı, yıldan yıla azalmaktadır. Omuz omuza yaşanan şehirlerde, insanlar hızla kendilerine yabancılaşmaktadırlar. Medeniyetlerin temellerini oluşturan değerler, toplumların ekonomik yapılarıyla birlikte, kültürel dokularına da yansırlar. Çarşılar, çeşmeler, mabetler, dergahlar, kamu yapıları ve konutlar, medeniyetlerin ruhlarının, şehirlerde bedenlere dönüşmeleridir. Şehirler sürekli okunmaları gereken, dünyanın en gizemli kitaplardır. Şehirler beslendikleri medeniyetlerin, yüzyılların içinde inşa edilen yapılar da şehirlerin, kimsenin anlamakta güçlük çekmediği küresel dilleridir. Dünya Bir Şehirdir

arihin her döneminde şehirlerin kurulması, gelişmesi ve yönetilmesi, bütün insanlığın ortak sorunu olmuştur. Sanayileşmeyle büyük bir hız ve yoğunluk kazanan yatırımlar, şehirlerin ekonomik yapısıyla birlikte, kültürel dokusunu da dönüştürmüştür. Şehirler toplumları, toplumlar şehirleri zenginleştirirler. Toplumları değiştirenler, şehirleri değiştirirler. Bütün dünyada şehirler, hayatı kolaylaştırmanın olduğu kadar, zorlaştırmanın da ana kaynağı olmuşlardır.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Türk ve İslam dünyasının, kurdukları şehirlerin ana örneği, Peygamber Şehiri Medine olmuştur. Medine’nin merkezinde camiler, çarşılar vazgeçilmez bir yer tutarlar. Şehirlerin merkezindeki kurumlardan biri aksarsa, ülkelerdeki hayat can damarlarını yitirir. Şehirleri çarşıları, çarşıları da kültürleri ayakta tutar. Kültürler çarşıları zenginleştirerek, yeni boyutlar kazandırır. Şehirlerde yaşamak ve ayakta kalmak, paylaşmaya dayananbir takım oyunudur. Büyük şehirler Yirminci yüzyılda bütün dünyada, toplumların ekonomik, siyasal ve kültürel hayatlarında, köklü dönüşümlere yol açmaktadırlar. Tarım toplumlarının sanayi toplumlarına dönüşmesiyle, dünya nüfusunun önemli bir kesimi şehirlerde yaşamaktadır. Bütün dünyada sanayi işletmeleri, büyük şehirlerin çevrelerinde yoğunlaşmıştır. Yeni Delhi Hindistan’nın, Tokyo Japonya’nın kalbidir. Büyük şehirler dünyada, dönüştürücü güçlerin başında yer alırlar. Toplumbilimciler hem üretim, hem de tüketim merkezi olan şehirleri, bütün dünya ekonomisinin can damarları olarak görürler. Yaz kış karlarla kaplı dağların, nehirleri besledikleri gibi, şehirler de toplumları beslerler. Dünyanın çatısı dağlar, nasıl nehirlerin su depolarıysa, şehirler de ülkelerin temel ihtiyaçlarını karşılandığı ürün depolarıdır. Şehirler üretimi özendirmeleriyle fırsat, tüketimi özendirmeleriyle tehdittirler. Erdemli şehir, tüketimi değil, üretimi özendiren şehirdir. 23


ANADOLU’NUN

BAŞKENTLERİ Bu şehirler de her zaman güzel ve özeldirler. Çünkü başkentlik yapmışlardır. Tanpınar’ın deyişiyle “başkent her zaman başkenttir, konuşur”. Güzellikleri ve özellikleriyle her zaman konuşurlar. Mehmet KURTOĞLU

sayı//62// eylül

24

nadolu’da başkentlik yapmış güzel ve özel şehirler vardır. Bu şehirler güzel olduğu için mi başkent olmuşlardır yoksa başkent oldukları için mi güzeldirler diye sorabilirsiniz. Bana kalırsa güzel oldukları için başkent, başkent oldukları için güzeldirler. Bu şehirler özel ve güzeldir. Geçmişleri, tarihi mekânları, sosyal hayatları, konumları özellikle içinden çıkmış büyük adamlarıyla özel ve güzeldirler. Bu şehirler hem taht hem baht sahibidir. Taht sahibidirler çünkü başkentlik yapmışlardır. Baht sahibidirler bütün güzellikler onlarda toplanmış, iktidar onları tercih etmiştir. Bu yüzden kendilerini anlatmaya, tanıtmaya ihtiyaçları yoktur. Tanpınar’ın deyişiyle her zaman başkenttirler ve konuşurlar. Bir de kör şehirler vardır. Bunlar varolmak için çırpınır, adlarını duyurmak için uğraşırlar. Bir yerden bir ipucu bulup da kendilerini ifade edecek tanım ve kavram ararlar. Mesela kendilerini yakıştıracak bir sıfat bulamazlar. Çünkü şehirlere has bir güzellik, bir özellik yoktur. Özel ve güzel şehirlerin birçok sıfat ve tanımlamalarına karşın kör şehirlerin kendilerine yakıştıracak bir ne bir sıfatları ne bir özellikleri vardır. Başkentlik yapmış şehirler her gün kendilerinin yeni bir sıfat, yeni bir tanımla ifade ederler. Bir gün “Arzulanan Şehir” olurlar, bir gün “Şehirlerin Kraliçesi”. Bir gün “Fırat’ın Kızı” olurlar bir başka gün “Persin Kızı”. Bir gün “Anadolu’nun İncisi” bir başka gün “Küçük Asya’nın”, bir gün “Mevlana Şehri” olurlar bir gün “Sultanlar Şehri”. Kimi “Ahiler Şehri” kimi de “Serhat Şehri”dir. Bu şehirlerden bazıları deniziyle okyanuslara açılır, bazıları içlerinden ırmaklar ve nehirlerle ülkeler geçer, denizlere dökülürler. Bazısı Karadeniz, Marmara, Ege’nin sahilidir. Bazısı Fırat, Dicle’nin… Bazen iki yakası olur bu şehirlerin; Avrupa ve Asya! Veya Fırat ve Dicle! Biri için Fırat’ın öte yanı denir bir diğeri için Suyun öte yanı. Bazen şairlere ilham verir bu deniz ve nehirler ve sormadan edeme şair: “Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu?” Bazısı peygamberlerin hicret yolu üzerinde bazısı kavşak noktasındadır; dünyaya açılırlar, dünya da onlara… Kimi sahil şehridir kimi serhat! Kimi iç şehirdir kimi dış şehir! Sonra kaleleri, surları, burçları, kapıları vardır. Kapısı olan şehir mahrem şehirdir, kalesi olan şehir hâkim şehir! Kalesi olup da tepeden bakmayan şehir var mıdır? Kiminin kalesi kartal yuvası, kiminin cehennem çukurudur. Bu şehirler hem mabet, hem kale hem çarşıdır! Hem kutsal, hem garnizon, hem ticarettir! Kör noktasındaki


şehirler bağırır, “ben buradayım” der ama kimse duymaz ama başkentlik yapmış şehirler sukut etse dahi insanlar onu duyar, hisseder; “bunda bir hikmet vardır” deyip etrafında pervane olurlar. Bu şehirler kavşak şehirlerdir. Her kervanın yolun bunlardan geçer, her yolcunun teri bu şehirlerde kurur. Her ordu bu şehirleri fethetmek ister ama surları önünde selam dururlar. Çünkü bu şehirlerin refleksleri vardır. Bu şehirler akınlar ve fetihler yapar. Bu yüzden büyük ve güçlüdürler. Zengindirler. Kör şehirler bağırır çünkü eziktir, başkentler susar çünkü büyüktür. İlkinin bağırışında hastalık, ikincisinin susuşunda ermişlik vardır. İlkine bakılsa da görülmez, ikincisi bakılmasa da hissedilir. İlki uyanıkken dahi görülmez, ikincisi rüyalara girer. Biri kabristandır “ölüevi” gibi ıssız ve sessiz, diğeri de toy vardır “düğünevi” gibi canlı ve eğlencelidir. İlki şöhret olmak için can atar, ikincisi zaten şöhretlidir. Başkentler ismiyle müsemma şehirlerdir! Anadolu şehirlerine bakınız bu iki farklı şehirleri görürsünüz. Kör şehirlerden bahsetmek istemiyorum zira hiçbir şehir kendini öyle görmez fakat şöhretli şehirlerden bahsedebilirim. Çünkü şöhretli şehirlerin kaprisi olmaz. Örneğin İstanbul, Bursa, İzmir, Edirne, Konya, Ankara, Urfa talihli ve şöhretli şehirlerdir. Anadolu’ya gelip de bu şehirlere uğramadan geçmek Anadolu’yu tanımamaktır, görmemektir. İstanbul, İzmir, Bursa, Edirne, Konya, Ankara, Urfasız bir Anadolu eksiktir. Bu şehirleri görmeyen Anadolu’yu görmemiş, tanımamıştır… Bu şehirlerin her birinin kendine has güzellikleri ve özellikleri vardır. Bunları tek bir cümlede ifade etmek mümkün değildir. Eflatun “güzellik hulasa edilemez/özetlenemez” dese de insan yine de bu şehirlerin güzelliklerini tek bir cümlede özetlemek istiyor. Çünkü güzel bir kadın nasıl ki bizi hayret ve hayranlığa düşürüyorsa bu şehirler de insanı hayret ve hayranlığa düşürmektedir. Her hayret bir ünlem doğurur, her hayranlık bir soru işareti! Mesela bizi hayran bırakan bir eser karşısında “harika!”, tanımlamakta aciz kaldığımız güzellik karşısında ise “muhteşem!” deriz. Güzel şehirler de böyledir; insanı hayrete düşürür, hayran bıraktırır. Şaşkınlık yaratır. Örneğin İstanbul! Bu şehrin güzelliği karşısında hayran mümkün mü? Bu şehri tanımlayan ne çok cümleler kurulmuş ne çok veciz sözler söylenmiştir. Ne çok şiirler yazılmış, ne çok filmler çekilmiştir. Ama yine de tanımlanma da aciz kalınmıştır. Ki bu yüzden İstanbul’un üzerine her gün yazılar yazılmakta, yüzlerce

kitap yayınlanmaktadır. Bu güzelim başkentler içinde; İstanbul arzuyu besleyen, insanı kendine hayran bırakan, güzel bir kadın ve coşkun bir şiirdir. Bursa yeşilin ağır bastığı, güzelim çeşmeleriyle renkli bir tablo! Edirne Sinan’ın sanatsal dehasının Selimiye’nin kubbesinde yankılandığı mimari! Konya Kubbe-i Hadra’nın sırlarını fısıldayan bir mesnevi! İzmir maviye çalan gözleriyle Avrupai bir roman! Ankara heybetli kalesi, mücadeleci duruşuyla bir Oğuz destanı! Urfa Binbir Gece Masalları’nda kalmış rehavi makamında mistik bir türkü! Başkentler vardır, güzeldir; rüyalarınıza girer, rüyalarınızı süsler. Bazen bir filmin karesinden bir fotoğraf kalmıştır zihninizde, bazen bir romanın uzun uzadıya tasvirinden bir veciz cümle! Bazen bir şiirin imgesinde saklanmıştır sizi peşine düşürür. Bazen bir efsanenin izini sürerek varmışsınız o şehre! Her ne olursa olsun küçük bir güzellik alıp götürüp bırakmıştır hayalinizi süsleyen o şehrin ortasına. O şehir masmavi denizi, lavantenleri, güzel kızlarıyla bir İzmir akşamı da olabilir, Boğaz’dan vapurla geçerken denizin mavi sularında martıların kanat çırpışları arasından gördüğünüz ince uzun minareleri, devasa kubbeleriyle bir İstanbul sabahı da… O şehir yemyeşil tabiatıyla Keşiş Dağı’nın eteklerine serilmiş evleri, çarşıları, Osmanlı türbeleri, ırmak ve çeşmeleriyle Bursa da olabilir, başkentlik edasını hiçbir zaman kaybetmeyen Selçukî duyarlılık ve Mevlana’dan ilhamla her zaman konuşan Konya da… O şehir bozkırın ortasında kendini kurarken insanı, insanı kurarken şehri inşa eden başkent Ankara da olabilir, zamanın dışına çıkmış, acıyı zevk bilmiş, İbrahim’den mülhem mistik Urfa da… O şehir Sinan’nın ustalığının şaheseri Selimeye’nin şehrin kalbinde oturduğu Edirne de olabilir... Bu şehirler de her zaman güzel ve özeldirler. Çünkü başkentlik yapmışlardır. Tanpınar’ın deyişiyle “başkent her zaman başkenttir, konuşur”. Güzellikleri ve özellikleriyle her zaman konuşurlar. Klas duruşlarıyla kendilerinden emin, kompleksiz, şahsiyet sahibi olarak buradayız derler. Başkentliliğin vermiş olduğu eda, içinde yaşayanları bir başkentli yapmıştır. Bu şehirler insanlarıyla bütünleşmiştir adeta. Hem kendilerinde hem de insanlarında bir asalet, bir soyluluk vardır. Asaletin kaybolmaz! Bu yüzden bu başkentlerin başkentliliği de kaybolmuyor. O edayla yaşıyor o edayla davranışlarını gösteriyorlar. Çünkü asil olan her zaman asil, güzel her zaman güzel, başkent her zaman başkenttir!

DİPNOT

1-İstanbul, Roma, Bizans ve Osmanlının başkentliğini, Konya Selçuklu’nun, Bursa ve Edirne Osmanlı’nın, İzmir Bizans’ın dışındaki şehirlerin başkenti, Urfa ise Asurluların, Abgar Krallığının ve Emevilerin başkentliğini, Ankara ise Cumhuriyet Türkiye’sinin başkentliğini yapmıştır.

25


Selanik başta olmak üzere bu ülkedeki yitik coğrafya şehirlerine geçmeden önce Yunanistan’daki Müslüman Türk varlığından bahsetmekte faydalar var.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

SELANİK -1-

Selânik körfezinin kuzey ucunda Vardar ırmağı ağzının 16 km. kadar doğusunda yer alır. Chortiats dağlarının eteklerinde muazzam zenginlikte bir tarım iç bölgesine hizmet veren güvenli ve geniş bir limana sahiptir. Hüseyin YÜRÜK

Türkiye ve Yunanistan’ın taraf olduğu anlaşmalar uyarınca Batı Trakya’daki Türk nüfus ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum Ortodoks nüfus, iki ülke arasındaki zorunlu mübadelenin dışında bırakılmıştır. Bu çerçevede, hali hazırda Batı Trakya'da sayıları 150.000 civarında Müslüman Türk Azınlık bulunmaktadır. Yunanistan’daki Türk varlığı Batı Trakya’yla sınırlı olmayıp, Rodos ve İstanköy ağırlıklı olmak üzere On İki Adalar’da yaşayan ve sayıları 6.000 civarında olan bir Türk nüfus da bulunmaktadır. Azınlığa yönelik baskı politikaları neticesinde, 1920’li yıllarda Batı Trakya nüfusunun % 65’ini oluşturan Müslümanların bölgedeki nüfus oranı % 30'lara gerilemiştir. Keza, Batı Trakya Türkleri’nin 1923’te % 84 civarında olan toprak sahipliği, % 25 düzeyine kadar inmiştir. Günümüzde Yunanistan topraklarında Türk şehri olarak bilinen Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe Kavala, Dimetoka ve Serez gibi şehirlere şehirlerde 150 bin civarında Müslüman Türk yaşamaktadır. COĞRAFYA VE TARİHÇE

Selânik körfezinin kuzey ucunda Vardar ırmağı ağzının 16 km. kadar doğusunda yer alır. Chortiats dağlarının eteklerinde muazzam zenginlikte bir tarım iç bölgesine hizmet veren güvenli ve geniş bir limana sahiptir. Makedon Kralı Kassander tarafından Makedonya Kralı II. Philip’in kızı olan karısı Thessalonike’nin adına milâttan önce 316’da kuruldu. 1387 baharında Çandarlı Hayreddin Paşa ve Gazi Evrenos kumandasındaki birlikler uzun süren bir abluka neticesinde Selânik’i ele geçirdi.Bugün Thessaloniki olarak anılmakta olup Osmanlı coğrafyacılarınca “İstanbul’un bir parçası”, yahudiler tarafından “şehirlerin anası” diye tanımlanır. 1912’ye kadar çeşitli ve çok kültürlü nüfusu ile kozmopolit bir özellik göstermiş, XIX. yüzyılda Tuna üzerindeki Rusçuk ile birlikte imparatorluğun en modern şehri olmuştur. Burası ayrıca Jön Türk hareketinin beşiği olan şehirdir. (Kiel,2009:352) 1478 tarihli bir Osmanlı tahririnde Selânik’te 864 Müslüman ve 994 Hıristiyan hânesi olduğu kayıtlıdır.Bu rakamlara göre Müslümanların sayı//62// eylül

26


toplam nüfusu 4000-4300, Hıristiyanların nüfusu 5000-6000 dolayındaydı. 1492’de İspanya’dan kovulan Müslüman ve yahudilerin çoğu Kuzey Afrika’ya, özellikle de Osmanlı topraklarına yerleştirildi. Bunlar, bazı Osmanlı şehirlerinde Gırnata’nın düşüşüne tepki olarak hıristiyanların kiliselerine el koydular. Selânik’te de erken hıristiyan döneminden kalma Aziz Demetrios Bazilikası camiye çevrildi ve Kasım ile Demetrios’u aynı kişi olarak gören İslâmî inanış uyarınca Kâsımiye adıyla anıldı.II. Bayezid bu yeni camiye bir gelir bağladı. XVI. yüzyıl başlarına ait bir icmalde II. Bayezid vakfına ait üç hamamdan (Kule Hamamı, Şengül Hamamı ve Hamâm-ı Cedîd), bir kervansaraydan ve birçok dükkândan bahsedilir. (Kiel,2009:353) XVI. yüzyılın ilk yıllarında daha önce mescid haline getirilen kiliselerden Aziz Katarini, Yâkub Paşa tarafından camiye dönüştürüldü. Cami vakfiyesi 1510 yılına dayanır. Selânik’in yerlisi olan Kadı İshak Çelebi eski Aziz Panteleimon Kilisesi’ni İshakıye Camii’ne çevirdi. 1521 az bir zaman sonra Vezir Cezerî Kasım Paşa, Selânik’e emekliliğe gönderilince buradaki 1314’ten kalma Oniki Havâri Kilisesi’ni camiye dönüştürdü, bu yapıya bir imaret ve büyük bir hamam ekletti. 1519-1530 arasında Selânik’te nüfus azalması oldu. Toplam 4587 hâneyle 23.000 kişiye düşen nüfusu oluşturan üç grup da küçüldü. Müslümanlar bütün nüfusun % 27’sini teşkil ediyordu. 1530 tarihli defterde Selânik’e yerleşen Mûsevîler’in İspanya, İtalya ve Portekiz’in bütün şehir ve kasabalarından, ayrıca Fransa ve Almanya’dan geldikleri kaydedilir. 1502’de şehirde otuz yedi müslüman mahallesi, dört cami ve otuz üç mescid adlarıyla kaydedilmiştir. 1530’da nüfusun azalmasına karşılık mahalle sayısı kırk sekize çıkmış, beş cami ve kırk üç mescidin varlığı tesbit edilmiştir. Bunların birçoğu büyükçe binalardır. Ayasofya Metropoliten Kilisesi 1523 Vezîriâzam İbrâhim Paşa tarafından camiye dönüştürüldü. Yapıya parlak mermerden hârikulâde bir minber, ondan daha güzel bir kürsü, sütunlu bir sayevan ve yüksek bir minare eklendi. Sahilleri korumak için Selânik’te deniz surlarının doğu ucunda bir burç inşa edildi. Silinmiş durumdaki kitâbesi inşaatın bitiriliş tarihini 1535-36 diye verir. Bina Beyaz Kule (Lefkas Pyrgos) olarak bilinmektedir ve XX. yüzyılda

şehrin sembolü haline gelmiştir. Evliya Çelebi, 1536 tarihli Kanûnî Sultan Süleyman’dan kalma büyük burcun girişinde yer alan kitâbe metnini doğru şekilde kaydetmiştir. 1912’de Yunan ordusu şehre girdiğinde yazıyı tamamen parçaladı. Yazının bir fotoğrafı Atina’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü’nde saklanmaktadır. (Kiel,2009:354) 1592’de Selânik surları Tophane’de kurulan yeni baruthane inşaatıyla kapsamlı bir onarım gördü.1619 Hamza Bey Camii (bu yapı Yunanistan’da Osmanlılar tarafından yapılmış en büyük camidir) son şeklini kazandı. Hamza Bey’in kızı Hafsa Hatun tarafından 1467 bir mescid olarak kurulan cami eski Selânik’in ana caddesi üzerindedir. 1592-1619 arasında yangın sebebiyle ağır hasara uğramış ve yeniden yapılmıştır. Kapıcı Mehmed Bey tarafından Balkanlar’da başka bir örneği bulunmayan sütunlu bir bölüm eklenerek genişletildi. Bu büyük cami günümüze kadar ayakta kalmış olup restore edilmeyi beklemektedir.1800 yılı civarında Fransız konsolosu Felix Beaujour, Selânik’in 27.000 yahudi sakini bulunduğunu, buna karşılık Rumlar’ın sayısının sadece 8000 olduğunu kaydeder. 35.000 kişiyle Türkler şehir halkının çoğunluğunu teşkil ediyordu. 1840’ta Fallmerayer, Selânik’in nüfusunu 70.000 olarak verir. Bunun içinde çoğunluğu yukarı şehirde yaşayan 30-36.000 yahudi ve 25.000’den fazla Türk bulunmaktadır. Rum sayısı 3000 dolayındadır. Frenkler ya da çingeneler gibi küçük gruplar da şehirde yaşamakta olup herkes Türkçe konuşmaktadır. 27


(Kiel,2009:355) Nurettin Birol akademik çalışmasında Selanik’in 1800’lü yıllardaki nüfus yapısını şöyle anlatıyor:1800-1912 yılları arasında Avrupalılar da dahil olmak üzere Hıristiyan cemaatin toplam şehir nüfusu içindeki oranı %20-30 civarındaydı. Dönmeler de dahil Müslümanlar ile Yahudilerin %25 ile 35 arasında değişen oranı tersine döndü. 1800'lerde nüfusun yarısını teşkil eden Müslümanların oranı 1840-1890 arasında %25 ile 35 arasında değişmekle birlikte, XX. Yüzyılın başında asla %30'u aşmadı. Aynı dönem içinde Yahudi nüfusta beş kat artış görüldü. XIX. yüzyılın başında sayıları 15.000'i, toplam nüfusa oranları %20'yi aşmazken, nüfusları 1880'lerin başında 45.000'e ulaştı. Bu Yahudilerin büyük bir kısmı, baskı ve katliamlar sebebiyle İspanya’dan kaçan topluluk olup bir kısmı hala İspanyolca konuşmaktaydı. (Birol,2009:84) Nurettin Birol, şehirdeki Müslümanların ekonomik faaliyetlerini şöyle anlatıyor:Müslüman cemaati, Selanik ekonomisiyle bütünleşen son unsurdu. Bazı Müslümanlar dükkân veya kahvehane işletiyorlar, ya arabacı ya da hamal olarak çalışıyorlardı. Pek azı zanaatkardı. (Birol,2009:87) İlber Ortaylı, 6 Mayıs 1876'da Selanik'de yaşanan büyük siyasi krizden şöyle bahsediyor: Selanik’teki bir olay büyüdü ve Fransa ve Almanya konsoloslarının öldürülmesiyle sonuçlandı. Suçluların dış baskılarla yargılanıp idam edilmesi bu sefer Müslüman halkı galeyana getirdi.10 Mayıs 1876'da Fatih, Beyazid, Süleymaniye medreselerinin talebesi Babıâli'ye yürüdüler. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa'nın ve Şeyhülislamın azlini istiyorlardı. Sonraları Sultan II. Abdülhamid bu isyanı Midhat Paşa'nın hazırladığını ileri sürmüşse de, ayaklanma herhangi bir yönetici veya politikacıdan bağımsız ve kendiliğinden oluşmuş görünmektedir. İki gün sonra Sadrazam ve Şeyhülislam azledildi. (Ortaylı,2004:265) Selanik şehri son yüzyılda sahip olduğu stratejik önemden dolayı yabancı konsoloslukların toplanma merkezi haline gelmişti: Selânik Şehri'nin sürekli gelişen önemli bir liman şehri olmasından dolayı burada çok sayıda devlet konsoloshâne açmıştı. Burada Konsolosu bulunan devletler şunlardı: İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Avusturya-Macaristan, Danimarka, Belçika ve Yunanistan. Selânik'ten başka Siroz'da: Avusturya, Yunanistan ve ayrıca sayı//62// eylül

28

Kavala'da da İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve İtalya devletlerinin konsoloshaneleri vardı. (Birol,2009:88) Selanik’teki konsolosların ne gibi faaliyetlere karıştığını son dönem valilerinden Tahsin Uzer, Hatıralarında şöyle anlatıyor: İki ay içinde belli başlı Bulgar köylerinden, türlü tipte 2000 silâh, 10.000 mermi ve 59'a yakın bomba ele geçti. Önceden tahmin ettiğim gibi, Bulgar komitesi, hem ayaklanmaya ve hem de bana suikast tertiplemeye karar verdi. 50 kadar Bulgar kadınını şikâyette bulunmak üzere "Serez ve Selanik’e göndererek, yabancı konsolosluklara, valiliğe ve umumî müfettişliğe dilekçeler verdirdiler. Ayrıca Avrupa'ya, Bâbıâlîye, İstanbul’daki elçiliklere şiddetli telgraflar çektirdiler. (Uzer,1999:128) Avrupa ülkeleri Selanik’le böylesine yakından ilgilenirken Osmanlı Devleti Selanik’i çok yetersiz ve iradesiz valilerle yönetmekte ısrar ediyordu. İşte bu iki atama, cidden affedilmez idarî bir hatadır. Gerçi Meşrutiyetin ilânından sonra hürriyetin verdiği hava içinde, halkın şımardığı bir zamanda, Bâbıâlîce eski devlet büyüklerinden birinin Selânik'e vali seçilmesi düşünmeye değer, başarıları şüpheli olabilecek ise de her halde Daniş ve İbrahim Bey'lere oranla, daha ileri görüşlü, atılgan, çalışkan ve idarecilik olanağına sahip kişiler bulunup atanabilirdi.Selânik tam dört sene, bu biçare insanların elinde kaldı. (Uzer,1999:232) (….) Selânik valisi Hüseyin Kâzım Bey İstanbul'a çağrılarak yerine, Umumhanelerde gününü gün eden müptezel, sarhoş topçu livası "Ferit Paşa” vali oldu. Artık durum parti anlaşmazlığı şeklinden çıkıyordu. Galip ve Kara Sait Paşalar muhalif şekilde hareket başladılar. Selanik’te önemli olayların cereyan edeceğini yansıtan hareketler görüldü. (Uzer,1999:310) Selânik’in o günlerdeki toplumsal ve kültürel profili basım faaliyetinden de görülebilir. Birçok kitap, dergi ve gazete Türkçe, İbrânîce, Rumca, Fransızca ve Bulgarca basılmıştır. 1324 (1906) tarihli Selânik vilâyeti salnâmesi otuz altı cami ve yirmi dört mescidden adlarıyla, ayrıca dokuz medrese ve diğer cemaatlere ait birkaç kilise ve sinagogdan bahseder. Osmanlı belgelerinde üç imaret, dokuz mektep ve on dokuzdan az olmayan tekke ve zâviyeden söz edilir. Bu tekke ve zâviyelerin bazısı zengin kütüphaneler barındırır. Şehrin Yunanistan’ın bir parçası


olmasından itibaren meydana gelen değişiklikler ve dönüşümler sonrasında bunlardan geriye pek bir şey kalmamıştır. Dündar’ın naklettiğine göre; Selanik şehri, imparatorluğun en zengin, en modern ve en eğitimli şehirlerinden biridir. Yahudilerin çoğunluk teşkil ettikleri tek vilayet olan Selanik, ayrıca Türk, Rum ve Bulgarları barındıran kozmopolit bir vilayet olma özelliği taşımaktadır. Üstelik Rum ve Bulgar milliyetçi hareketlerinin Selanik'teki politik etkisi oldukça güçlü ve yoğundur. (Dündar,2008:53-54) Osmanlı Rus harbiyle ortaya çıkan göçmen dalgasının Selanik’i nasıl etkilediğini Birol şöyle anlatıyor:1879 yılında, Selanik, Konya, Suriye, Kosova, Aydın, Adana, Ankara, Trabzon, Kastamonu Vilâyetleri ve İzmit, Canik ile Biga sancaklarında her Muhacirun Komisyonuna birer katip verilerek toplam 76.000 kuruş maaş ile iskanı muhacirin memurları ihdas edildi.Tuna boyları, Bosna ve Hersek'ten gelen Müslüman muhâcirler Makedonya'da toplanmışlardı. 1877-1878 kışında Selanik ve Kosova Vilayetlerinde tahminen 300.000 muhâcir toplanmış olup, Selanik tarafındaki muhâcirlerin bir kısmı Anadolu ve Suriye'ye sevk edilmiştir. Ancak daha sonra 1878-1879 kışına girilirken Selanik'te 250.000-300.000 muhâcir, Eylül 1879'da ise 200.000 muhâcir mevcuttu. (Birol,2009:89) 2.Meşrutiyet’in ilanı öncesi Selanik, İttihatçı komitacıların merkez konumundaydı.Sultan 2.Abdülhamit’in Başkatibi Tahsin Paşa o günlerde yaşananları şöyle anlatıyor:Bu ihbârât arasında Selanik'te Müfettişi Umûmî Hüseyin Hilmi Paşa'dan gelen şifreli telgrafnâme Abdülhamid'in bilhassa dikkatini celbetmişti. Hüseyin Hilmi Paşa'dan 1 Haziran 190) tarihinde gelen şifreli telgraf şu idi:Jön Türk, Ermeni, Makedonya fesat komitelerinin son umûmî içtimâlarında verdikleri karara tevkifan Selanik yahut Manastır dâhilinde bir mahall-i mahsûsta "Merkez İcraat Komitesi” nâmıyla bir heyet-i ihtilâliye teşkil edip pek yakın vakitte fiiliyâta başlayacakları malûm olan İtalyan menbaından istihbâr edildi. Bu bâbda tahkîkat-ı mahremâneye devam olunuyor, alınacak malûmâtı arzederim. (Tahsin Paşa,1990:339) Meşrutiyetin ilanından sonra Selanik’te yapılan kutlamalar dikkate şayandır:Yunan Başvekili Ralis”in başkanlığındaki bir Yunan heyeti, özel bir vapurla tebriklerini sunmak ve Meşrutiyeti

kutlamak üzere Selânik'e geldi. Sırp ve Bulgar heyetleri onları takip etti. Selanik şehri tam üç ay neşe ve şenlikler içinde çalkalandı durdu. (Uzer,1999:93) Meşrutiyetin ilanından sonra İttihatçı ileri gelenlerinden Hüseyin Kazım Kadri Bey de Selanik’e Vali olarak gönderilir: Talat Bey'in arzusu beni Selanik'e göndermekti. İttihat ve Terakki 'ye karşı muhalefete kıyam eden Selanik yâranını benim teskin edebileceğime inanıyor ve bana ısrardan geri durmuyordu. İntihabâtın neticesine kadar olsun Selanik'te kalabileceğimi söyledi. Bu şartla oraya gitmeye razı oldum. (Kadri,2000:112) Dündar’ın naklettiğine göre; 1914 Osmanlı nüfus verilerine göre, Yahudi nüfusu 187.073 (52.126’ü İstanbul ve çevresi, 21.259'u Kudüs); AIU kaynaklarına göre, Yahudi nüfusu 1908 için 362.400'tür; 90 bini Selanik ve 11 bini diğer Balkan illerindedir. Selanik Yahudileri ve dönmeleri Cemiyet’in kuruluş ve gelişiminde etkili olurlar. Özellikle Emmanuel Karasu'nun Talat Paşa ve Cemiyet üzerindeki etkisi büyüktür. (Dündar,2008:362-363) I. Balkan Savaşı esnasında Ekim 1912’de Yunan ordusu güneyden, Bulgar ordusu kuzeyden Selânik’e doğru hareket etti. Vali Hasan Tahsin Paşa şehri 26 Ekim 1912’de Yunanlılara bıraktı. Yanya ve İşkodra Balkan Savaşı'nda kahramanca direnmesine rağmen; Selânik, hiç savaşmadan teslim olmuştur. Yunan işgalinden sonraki ilk nüfus sayımı 28 Nisan 1913'te yapılmış, toplam nüfusa 157.889 çıkmıştır. En kalabalık zümre 61.439 ile Yahudiler olmuş, onu 45.867 İle Türkler, 39.956'yla da Rumlar takip etmişlerdir. Türk nüfusun içinde önemli sayıda dönme de vardı. (Dursun,2003:63) (Bir sonraki aya Selanik’i yazmaya devam edeceğiz) KAYNAKLAR

• Birol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi, Ankara: Cedit Neşriyat • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Dündar Fuat,(2008), Modern Türkiye’nin Şifresi,İstanbul:İletişim Yay, • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay • Kiel Machiel,(2009),Selanik , DİA, Cilt: 36, Sayfa: 352-357 29


alkanlar deyince uzak tarihin “93 Harbi”ni, daha sonra Balkan hezimetlerini ve acılarla dolu “mübadele”yıllarını, yakın tarihin ise Bosna katliamını kim hatırlamaz ve hüzünle, hatta gözyaşı dökerek yad etmez ki… Yaklaşık 150 yıl önceki her biri ayrı bir dram olan göçlerin yüreğimizdeki sızısı henüz dinmeden, nasıl bir hırs ve kin ki, 1990’ların başında bu acıların üstüne tuz biber ektiler. İnsanlık tarihinin sayfalarına yeni bir soykırım, yeni bir katliam, yeni bir zulüm eklediler.

TARİHİN ÇİLESİ İÇİNDE:

93 HARBİ, GÖÇLER VE

ZEKİ BABA HATIRALARI -evvel-

Biz, acılarla örülmüş talihsiz bir coğrafyanın çocuklarıyız. Kafkaslar ve Balkanlar’dan esen rüzgar hep serttir, bize hep ağıt yüklü kara bulutlar getirir. İbn-i Haldun yüzyıllar öncesinden boşuna dememiş; “Coğrafya kaderdir” diye…Kahramanımızın hikayesini ta 1877 yılından başlatmalıyız, ki iyi anlaşılabilsin. Alişan HAYIRLI

Ağaç bile yerinden sökülüp başka bir iklimin hüküm sürdüğü gurbet ellere dikildiğinde yerini yadırgamaz mı? Peki ya bu canlı, insansa? Vatanından, toprağından, evinden, anılarından ve çocukluğundan koparılıp başka diyarlara sürgün edilirse hiç ağlamaz ve içi sızlamaz mı? Bize; bitmeyen, sonsuza kadar süren hüzünlü hikayeleri yazdıran, döne döne okutan, yaşatmak zorunda bırakan çağın ruhuna tü… im! 2013 sonbaharında Bosna Hersek gezim sırasında, Sırpların bölgesinde, insanlık tarihinin halen hafızalardan silinmeyen en alçak ve şerefsiz katliamını yapan katillerin yüzüne tükürmüştüm. Ellerine fırsat geçse aynı katliamı bir kere daha yapmaktan çekinmeyecek insan kılıklı mahlukların suratına… Balkanlar, bizim kırmızıya boyanmış yaralı coğrafyamızın en koyu bölgesidir. En çok o yanımız ağlar bizim. Sancısı derindir. Tıpkı Kafkaslar gibi… Biz, acılarla örülmüş talihsiz bir coğrafyanın çocuklarıyız. Kafkaslar ve Balkanlar’dan esen rüzgar hep serttir, bize hep ağıt yüklü kara bulutlar getirir. İbn-i Haldun yüzyıllar öncesinden boşuna dememiş; “Coğrafya kaderdir” diye… Kahramanımızın hikayesini ta 1877 yılından başlatmalıyız, ki iyi anlaşılabilsin. “93 Harbi”… Bir rakam bir kelimeden oluşan bu iki kelimelik cümlede, bilir misiniz ne acılar ve dramlar yüklüdür. Diller “93 Harbi” der geçer, tarih kitapları iki sayfayla anlatır bitirir… Ama bilir misiniz ki 150 yıldır hiç dinmeyen hıçkırıklar, hatırlandıkça dökülen gözyaşları saklar içinde… Rumi 1293 yılında cereyan ettiği için bu adla anılan Osman Rus savaşı miladi

sayı//62// eylül

30


1877-1878 yıllarında yaşandı. Hem Doğu’da (Kafkaslar’da), hem de Batı’da (Balkanlar’da) yaklaşık 1 yıl süren ve Ayastefanos Anlaşması ile sona eren savaşın mağlubu olduk. İşte o zaman başladı sancısı hiç dinmeyen göçler… Doksan üç Harbi, kuvvetlerin geniş bir alana yayılması, kumandanlar arasındaki irtibatsızlık, harekâtın İstanbul’dan idaresi, malzeme ve mühimmat noksanlığı, Karadeniz’deki donanmanın hiçbir varlık gösteremeyişi gibi sebepler yüzünden Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanmış ve Osmanlı Devleti’ni siyasî, askerî, sosyal ve iktisadî bakımdan büyük ölçüde etkilemiştir. Zira bu savaşın sonunda özellikle Bulgaristan’daki ve Kırım dahil olmak üzere Kafkaslardaki müslüman Türk ahali gerek katledilmek gerekse göçe zorlanmak suretiyle, yüzyıllarca vatan olarak yaşadıkları topraklarından uzaklaştırılmışlardır. Ruslar ve Bulgarlar tarafından ortaklaşa uygulanmaya konulan ve tam bir müslüman Türk imhası olan bu hareket yüzünden İstanbul’daki muhacirlerin sayısı yüz binlerle ifade edilir olmuştur. Her türlü imkânsızlığa rağmen hayatta kalmaya çalışan bu muhacirler, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kurulup Sultan II. Abdülhamid’e izâfeten Hamidiye olarak adlandırılan köylere yerleştirilmişlerdir. İşte iki günlük Edirne gezimize eşlik eden değerli ağabeyim, sevgili dostum Zeki Baba’nın yanında “93 Harbi” dediğinizde gözlerinden yaşlar dökülür. Bir yanı Kafkas (Tatar) bir yanı Balkan (Muhacir) olan Zeki Baba iki defa yıkılır, iki defa hüzünlenir. İki kat daha göz yaşı döker. Zeki Baba’nın mazisi iki kıtası da yanık tüten bir türkü gibidir. Nice ağıtların döküldüğü, nice dramların yaşandığı iki ayrı kolun birleştiği noktadadır Zeki Baba… Kimbilir belki de bu yüzden yufka yüreklidir, belki de bu yüzden nerde bir tekme yiyen kedi ya da köpek bile görse gözleri yaşarır. Nerede yanan bir ağaç görse canı yanmış gibi olur. Bilemeyiz… Onun yüreğinin neden pamuk kadar yumuşak, kucağının bir anne kadar şefkatli, ellerinin güvenilir olduğunu… Bu seferki gezi yazımızda sizlere Zeki Kardaş’ı, nam-ı diğer Gönenli Zeki Baba’yı anlatmaya niyetlendim… Daha doğrusu Zeki Baba’nın ciltlere sığmaz hususiyetlerinden, merhamete hasret kalmış günümüz toplumuna şifa niyetine birkaç satır damlatmaya çalışacağım. Hikayemiz boyunca hep “Zeki Baba” diye

bahsedeceğiz. İsminin sonuna konulan “baba” sıfatı, Zeki Baba’nın şefkat ve merhamet sahibi, yardımsever, dava ve gönül adamı olduğunu vurgulamak amacıyla kullanılmıştır. Serhat şehri Edirne’ye seyahatimizin planları ta 1 yıl öncesinde yapıldı. Gönen’li Zeki Baba, Edirne gezime kendisinin de eşlik etmek istediğini söylediğinde bunun pek muhtemel olmadığını düşünüyordum. Çünkü Zeki Baba yoğun iş temposundan kafasını bile kaşıyacak vakit bulamıyor. Hatta bir keresinde kafasını kaşımaya kalkmış da işyerinde ciddi sorunlar çıkmıştı! Nihayet gezi zamanımız geldi. “Hazırlan Alişan kardeş Edirne’ye gidiyoruz” dediğinde sevinçten çocuklar gibi havalara uçtum. İstikamet: Edirne’nin Uzunköprü İlçesi’nin Balaban Köyü… Neden bu köy? İşte bu köyde başlıyor Zeki Baba’nın hazin öyküsü, tıpkı benzer 100 binlerce ailenin hikayesi gibi… Zeki Baba’nın hikayesi aynı zamanda 93 Harbi’ndeki mağlubiyetimizin de hikayesidir. Bir devrin sona erdiği yeni bir devrin başladığı, hep gözyaşları ile hatırlanacak ve anlatılacak “93 Harbi”nin hikayesi… Karanlık, göz gözün görmediği, toz duman içinde bir rüzgar gibi fakat geride derin yaralar bırakarak geçen bir göçün tarihi… Zeki Baba’nın üç kuşak önceki ataları da 93 Harbi sonunda yenilmiş Osmanlı’nın tebaları olarak katliamdan kurtulmak amacıyla artık bizim olmaktan çıkmış bugünkü Bulgaristan’ın Osmanpazar köyünden göçüp gelmiş… Savaşlar, yenilgiler, göçler, sürgünler, katliamlar ve acılarla dolu bir tarih dilimi… 100 binlerce insan gibi Zeki Baba’nın kaderi de işte bu 31


göçlerle ve katliamların acı sonuçlarında belirleniyor. Mağlup milletin çocukları artık ana yurtlarından kopmak zorunda kalıyor. Zeki Baba’nın dedesinin babası çocukları ile birlikte yanına alabildiği kadar eşya ile Anadolu’nun yolunu tutuyor. Bir yıkıntı, binlerce insanın hayata yeniden başlangıcı oluyor. Sanki 600 yıllık imparatorluk Balkan ve Kafkas neslinin üzerine çökmüş gibi… Sonra mı? Sonrası malum… Bildiğiniz o yürek acıtan hüzünlü göçler… Ve müslüman Türk milletinin kıyamete kadar İslam toprağı kalacak olan Anadolu toprağına ayak basıyor Zeki Baba’nın ataları… Bitkin, aç susuz, peşiran bir halde, sınırı geçer geçmez ilk yere yığılıp kaldılar. Zeki Baba’nın atalarının yeni vatanı Balaban Köyü olmuştur. Artık yeni bir hayat, yeni bir vatan, yeni bir yaşam bekliyor Zeki Baba’nın dedelerini… İşte Zeki Baba’nın babası Ali Rıza da burada, Edirne’nin İpsala ilçesine bağlı Balaban köyünde dünyaya geliyor. (Balaban Köyü sonradan Uzunköprü İlçesi’ne bağlandı) Fakat nedendir bilinmez Zeki Baba’nın dedesi Mustafa Ağa, (Gönen’de Uzunköprülü Mustafa Ağa olarak bilinir), sekiz çocuğundan o sırada altı yaşındaki Alirıza da dahil henüz bekar olan beş çocuğunu yanına alarak 1928 yılında Balaban Köyü’nden ayrılarak bugünkü Gönen topraklarına gelip yerleşiyor. Alirıza’nın evli olan iki büyük ablası ve bir ağabeyi Balaban köyünde kalır. (İşte Zeki baba bu gezimizde amca ve hala çocukları ile uzunca bir aradan sonra yüzyüze bir kez daha buluşacaktır.) Kadere bakın ki, aynı tarihte yani 93 Harbi sonunda, Osmanlı coğrafyasının diğer bir köşesinde, Kafkaslar’da Anadolu topraklarına bir göç daha olur. Bu sefer Zeki Baba’nın Kırım’dan Tatar ataları gelmiştir Gönen’e… Birbirlerinden habersiz… Balkanların Muhaciri Alirıza (baba) ile Kafkasların Tatar kızı Hasibe’nin (anne) yolları Gönen’de birleşir. 93 Harbi; Zeki Baba’nın annesi ile babasını Gönen’de buluşturur. Bir yanı Balkan bir yanı Kafkas’tır Zeki Baba’nın… İnsanların kaderi, kimin dünyaya geleceği milyarlarca ihtimallere dayalı tevafuklara bağlı değil mi? Yaratılış hikmetine akıl sır ermiyor. Balkanlar çökecek, Kafkaslar toz duman olacak, biri Batı’da ötekisi Doğu’da iki farklı coğrafyadaki aileler sayı//62// eylül

32

Anadolu toprağında buluşacak. Zeki Baba, işte böylesine akıl sır ermeyen, hüzünlü ve acılı göçlerin buluşan anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Sonrasında Zeki Baba anne ve babasından hep göç hikayeleri dinleyerek büyüyecektir. Hem anneden hem de babadan yaralı bir çocuk… İki taraftan yıkılmıştır. Zeki Baba’nın karakterinin oluşmasında şüphesiz bu hikayelerin büyük etkisi olmuştur. Bu karakter ki; hep iyilikle, hep güzelikle, hep merhamet ve vicdanla örülmüş, temeli sağlam atılmış… Hayat işte… 1960’lı yıllar… Türkiye için zor yıllar. Darlık ve kıtlık yılları… İnsanların sadece giyecek ve yiyecek için yaşadığı geçim yılları… Köyünden kımıldamanın, 40 kilometre ötedeki Bandırma’ya bile gitmenin bir çok insan için çok zor olduğu yokluk yılları… Ki Zeki Baba, denizi ilk defa 12 yaşında iken görebiliyor. Öylesine esir almış mahrumiyet ve fakirlik, ailelerin kucağına bağdaş kurmuş kalkmıyor. Edirne’nin Balaban köyünde bırakıp gelinen akrabalardan ne haber var ne mektup… Ne de Kırım’dan anne tarafından haber var. Kopuyor bu yıllarda bağlar. Unutturuyor çetin hayat şartları… Herkes kendi derdine düşmüş, öldürücü bir geçim telaşı… Kim nereye gitsin ki? Edirne nere Gönen nere? Şimdi bize Çin ne kadar uzaksa, o gün Gönen de Balaban’a o kadar uzak… Hatta daha uzak. Hele Kırım? Mars kadar uzakta Kardaş ailesine… Zeki Baba, daha küçük yaşta ne kadar zeki, çalışkan ve sağlam bir karaktere sahip olduğunu gösteriyor. İsmiyle müsemma… Gönen’de hem tarlada hem de ahırda çalışıyor. Hem hayvanlara bakıp tarlada ekinler biçiyor, hem de derslerine çalışıyor. O zaman belli oluyor Zeki’nin okuyup adam olacağı… Nitekim ailesini yanıltmıyor. Ta ilkokuldan başlayarak bütün okullardan en iyi derece ile mezun oluyor. Yatılı parasız okullar kazanıyor, Balıkesir’de okuyor, sonra da İstanbul’da iki üniversite bitiriyor. İlk, orta, lise ve üniversite’de bütün sınıfları başarıyla geçiyor. Hiçbir dönem hiçbir okulda ikinciliğe düşmüyor.İstanbul’da ilahiyat ve Hukuk Fakülteleri’nden mezun oluyor. Sonra iş hayatı… Avukatlık, Libya’da ve İstanbul’da çeşitli alanlarda başarılı çalışmalar… Yorulmak bilmeden koşturma… Sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Genel Müdürlük, siyasete girme teşebbüsleri, Gönen Belediye Başkanlığı için aday olması… Bugün


İstanbul’da yiyecek sektöründe ünlü bazı markaların bayiliklerini işleten, mütevazı bir iş hayatında görüyoruz Zeki Baba’yı… Zeki Baba, Edirne’de kimi akrabalarını hayatında ilk defa görecek. Sabah erkenden kalkıp Uzunköprü ve Balaban köyüne doğru hareket etti. 150 yıl önce Bulgaristan’ın Osmanpazar bölgesinden göçüp gelen atalarının çocukları (Amca ve hala çocukları ve onların torunları) ile tanışacak olmanın heyecanını gizlemeye çalışıyordu Zeki Baba… Kolay değil, babasının doğup büyüdüğü topraklara geliyor, Uzunköprü ve Balaban Köyüne yaklaştıkça heyecanı artıyor, kalp atışlarının hızıyla yüzündeki kırmızılık iyice koyulaşıyor, içinde Karadeniz fırtınaları kopuyordu. Duygu yoğunluğunu belli etmemeye çalışsa da ben hissediyorum. Seyahat boyunca Zeki Baba hep gözleri nemli göç hikayeleri, baba ve annesinin hayata tutunma mücadelesini anlatıyor. Zeki Baba, doğup büyüdüğü Gönen’deki küçüklük yıllarını ve anılarını anlatırken kendinden geçiyor, adeta ayakları yerden kesiliyor, geçmişe büyük bir özlem duyuyor. Nerede esen bir rüzgar bedenini okşasa, nerede bir çam kokusu hissetse, nerede yerlere yatan buğday başakları görse, Zeki Baba bulunduğu yerden kopar Gönen’e, babasının yanına taşınır, ruhuyla bedeniyle… Gözleri dolar, bakışları uzaklara kayar. Dünyanın en uzun köprüsü üzerinden geçip Uzunköprü merkezine vardığımızda bizi ilk olarak halasıoğlu emekli öğretmen Oktay dayımız karşıladı. İlk buluşma, ilk temas, ilk bakışma, ilk sohbet… Yıllar yıllar sonra… Kupkuru toprağın senelerin ardından suyla buluşması gibi… Halaoğlu, halakızı, onların çocukları ve torunları ile öyle bir kucaklaşma ki belki de Zeki Baba her birinin şahsında babasını görüyor, babasını kucaklıyor. Oktay abiyi de yanımıza alıp doğruca eski adı Harala olan Altınyazı köyüne gidiyoruz. Balaban köyünden önce bu köyde görmemiz gereken bir akraba daha var. Emine halasıoğlu Kazım dayı ve çocukları… Kapıda bizi Kazım dayının gelini Neclâ abla karşılıyor. Zeki Baba’yı ilk defa görüyor, fakat ismini çok duymuş… Kazım dayı ise artık 90’a merdiven dayamış, zayıflamış, hastalanmış, hafızasını büyük ölçüde kaybetmiş… Zeki Baba’yı hatırlaması mümkün değil… Evin oğlu Ziya abi de yok, İlçe merkezine gitmiş… Fakat çatkapı gittiğimiz için herkes hazırlıksız… Ya bahçede iş yaparken ya da hayvana yem verirken buluyoruz

akrabaları… Hemen telaşla ve heyecanla üst baş değişiliyor, Zeki Baba geldi diye heyecanla yiyecek bir şeyler hazırlanıyor. Kazım dayımızın evinde bir adet köy ekmeği, iki kaşık yağ, iki dilim peynir ve birkaç adet erik… Zeki Baba hayatının belki de en lezzetli yemeğini yedi. Ve asıl köye, Balaban’a gidiyoruz. Zeki Baba’nın babasının doğup büyüdüğü, şimdi eski evlerinde yellerin estiği köyüne… Halasıoğlu Halit dayı ve oğlu Nejat abinin evine… Köy muhtarına önceden telefon açıp geleceğimizi söyledik, Nejat’a haber verin dedik. Köy ahalisinde bir heyecan almış başını gidiyor. Kim gelecek? Zeki Baba… Nejat bizi, aynı zamanda kendisinin işlettiği köy kahvesinde bekliyor fakat biz doğruca evine gittik. Evin gelini Gülcan yenge karşıladı bizi... Bu evin ahalisinin tümü Zeki Baba’yı ilk defa görüyor. Sadece ismini duymuşlar, ancak hakkında hiçbir bilgiye sahip değiller… Onlar da biliyor ki, Gönen’de Alirıza dayıları, onların çocukları ve Zeki Baba var ama başka da bir bilgiye sahip değiller… Akrabalar Zeki Baba’yı görünce ve öğrenince heyecanlarını ve duygularını belli ederken, Zeki Baba hala sükunetini koruyor, heyecanını belli etmiyor ve duygularını açığa vermiyor. Ama ben biliyorum ki, içinde çok yoğun bir duygu değişimi yaşıyor. Gelecek sayıda Balaban köyünde hatıraları hasret gözyaşlarını, sevinç gözyaşlarını yaşayacağız… Balaban Köyü küçük ama zamanın en zengin köylerinden biriymiş… Şimdi nüfusu azalsa da evleri büyük ve güzel, bahçeli ve bahçelerde envaı türlü meyve ve çiçekler…. 33


okat’tan yola çıkıp Turhal, Amasya, Havza, Samsun çizgisinde denizin yarenliğinde yol alırken Sinop’a gidiyor olma fikri bile insanın içinin huzurla dolmasına yetiyor. Özellikle Samsun’da buluşulan denizin yol arkadaşı olduğu sahil şeridi yolculuk yapmanın en keyifli tarafı.

TOKAT´TAN

SİNOP´A DOĞRU Sinop’u gezmek o kadar da zor değil. Bir iki turda şehir merkezini dolaşmak mümkün. Geriye Sinop Kalesi’nin, Sinop Cezaevi’nin ruhunun derinliklerine sızarak gezmek kalıyor. Her iki yapı da tarihten günümüze kalan ve hâlâ dimdik ayakta duran iki eser. Mustafa UÇURUM

Son yılların en gözde şehirlerden biri Sinop. Bir avuç diyebileceğimiz alana sığan şehrin adı, ünü çok büyük. Eldeki imkânları en iyi şekilde değerlendirmenin adı olarak gördüm Sinop’u. Deniz birçok şehirde vardır ama onu cezbedici şekilde kullanmak da maharet ister. Sinop’u gezmek o kadar da zor değil. Bir iki turda şehir merkezini dolaşmak mümkün. Geriye Sinop Kalesi’nin, Sinop Cezaevi’nin ruhunun derinliklerine sızarak gezmek kalıyor. Her iki yapı da tarihten günümüze kalan ve hâlâ dimdik ayakta duran iki eser. Kaleyi gezmek belki çok klâsik bir kale gezisi gibi algılanacak olsa da kalenin burçlarına çıkıp da Karadeniz’in uçsuz bucaksız maviliğini görünce Sinop Kalesi’nin diğer kalelerden farkını hemen anlıyorsunuz. Sinop Cezaevi’nin kasvetli havası, cezaevi imgesinin insana verdiği huzursuz hava koğuşlar arasında gezdikçe yerini merak ve ilgiye bırakıyor. Elbette Sabahattin Ali’nin hakkını yememek gerek. Herkesin dilinde “Sabahattin Ali’nin yattığı cezaevi” olarak yer buluyor Sinop Cezaevi. Belki uzun yıllar yatmamış olsa da usta yazarın adının varlığı bile yetiyor. Zaten onun için özel bir düzenleme de yapılmış. Sabahattin Ali’nin yattığı bölüme gelince sizi “Aldırma Gönül, Göklerde Kartal Gibiyim, Leylim Ley” gibi tanıdık ezgiler karşılıyor. Deniz kıyısı rengarenk Sinop’ta. Deniz turları da keyifli seferlerle aralıksız devam ediyor. Karadeniz havasını sınırsız çay sloganı ile sürdürüyorsunuz denizde. Geçilen her kıyıda sizi bir huzur karşılıyor. Karadeniz nerede olursa olsun adına yakışan hırçınlığını terk etmiyor. Sinop’ta denize girmek için birçok uygun plaj var. Özellikle Hamsilos kıyıları daha sakin görünüyor. Hamsilos’ta Ahmet Muhip Dranas Uygulama Oteli konaklama için çok uygun bir mekân ama yer

sayı//62// eylül

34


bulabilirseniz. Elbette Sinop’un, hemşerileri olan şair Dranas’ın adını yaşatmaları da çok değerli. TÜRKELİ’YE DOĞRU

Sinop’tan Türkeli’ye doğru giderken tek şeritli yollar çıkıyor karşımıza. 15 Temmuz Programı için Türkeli’den davet alıp değerli dostum Ali Bal ile yola düşünce bizi bu türden güzelliklerin karşılayacağını tahmin ediyorduk. Çünkü Karadeniz’in her köşesinin ayrı bir güzellikte olduğu aşikâr. Gece yarısı geçtiğimiz dar ve kıvrımlı yollardan sonra ulaştığımız Türkeli’nin eşsiz güzelliğini ancak sabah fark ettik. Deniz, insanın için açan yemyeşil doğa ve sakinlik. İlk defa geldiğimiz Türkeli’ye aşinalığımız değerli abimiz Hüseyin Akın’dan kaynaklanmakta çünkü Türkeli, onun memleketi. “Türkeli Türkiye’dir.” sözü de Hüseyin Akın’a ait. Yaşadığı yerin sevdalısı bir belediye başkanı ile de tanıştık Türkeli’de. Veysel Şahin, sevilen bir başkan. Okulda öğrencilerle buluşup kısa bir program yaptık. Başkan Şahin salona girer girmez çocuklardaki coşku görülmeye değerdi. Çocukların gönlüne giren bir lider herkesin de sevgisini kazanır zamanla. Başkan Şahin bunu başarmış. Türkeli Kaymakamı Murat Zadeleroğlu da Türkeli’yi Türkiye’ye tanıtmak için önemli çalışmaları olduğunu öğreniyoruz. Ufku geniş, gençleri önemseyen, yaşadığı yeri benimsemiş bir yönetici. Kültür-sanat faaliyetlerine çok ilgili. İnsana huzur ve güven veren bir bakış açısı var kaymakam beyin. (Yazımı bitirdiğimde kendisiyle bayramlaşmak için telefonda konuşurken yeni görev yerinin Terme olduğunu öğreniyorum kaymakam beyin. Gitttiği her yere hareket getireceğinden hiç şüphem yok. Yeni görev yerinde de başarılar diliyorum Sayın Zadeleroğlu’na.) 15 Temmuz programlarına halkın gösterdiği büyük ilgi takdire şayan. Hem de yağan yağmura rağmen. Milletin devletine her şart ve durumda sahip çıkacağının mesajını tek yürek olarak verdi Türkeli. Programın organizesi Yasin Şahin’e aitti. İstanbul’da öğretmen olan Şahin aynı zamanda Belediye Başkanı Veysel Şahin’in kardeşi. Bu dayanışma önemli. Yasin Hoca’nın gayretleri ile Türkeli’de bir meşale yakılmış oldu. Devamının gelmesi de bizim temennimiz.

AYANCIK’IN VEFASI

Türkeli dönüşü Ayancık’a uğradık. Deniz kıyısında çok nezih bir park var. Adı Yaman Okay Parkı. Merak edip araştırdık. Sinoplu değil ama babası Ayancık’ta banka müdürü iken ilkokul ve ortaokulu Ayancık’ta okuyor Yaman Okay. Bu sebeple de bir parka adı veriliyor 42 yaşında kaybettiğimiz usta oyuncunun. Ayancık’ın vefası bu kadar değil. Bir de Ömer Seyfettin’i var Ayancık’ın. Ömer Seyfettin Meydanı ve Ömer Seyfettin Sokağı var Ayancık’ın. Peki bu nereden geliyor? Ömer Seyfettin’in babası Askerlik Şubesi Başkanı olarak bulunuyor Ayancık’ta. Ömer Seyfettin askeri idadide okurken gözlerinden rahatsızlanıyor ve hava değişimine gönderiliyor. Büyük hikâyecimiz orada bulunuyor bir süre. Falaka hikâyesinde de Ayancık’ı anlatıyor. Bir süreliğine bile olsa Ayancık’ta bulunmasını vesile kılarak şehrin caddesine, sokağına usta hikâyecinin adını vermeleri çok ince bir davranış. Emeği geçenleri, katkısı olanları kutlamak gerek. Geldiğimiz yoldan dönüyoruz Tokat’a. Karadeniz kıyısından Orta Karadeniz’e geçiş hemen kendini hissettiriyor. Deniz havası gidiyor, ormanlar değişiyor, renkler değişiyor. Deniz maviliği yerini Yeşilırmak’ın rengine bırakıyor. Her gidiş yeni yollar açıyor bize diyerek bir huzur şehrinden başka bir huzur şehrine varıyoruz. 35


er şehir bir renktir benim zihnimde. Karabük gridir. Beyaza çalan parlak gri. Parlak gri şehir. Çelik şehir. Çelikcity. Demir çelik gibi hem de. Fevzi Çakmak şehri. Bugün Karabük diye bir şehir varsa, ki var, bunu en çok Fevzi Çakmak’a borçlular Karabük ahalisi. Borçlular, borçlusunuz, borçluyuz.

KARABÜK SAFRANBOLU’NUN GÖLGESİNDEKİ DEMİR ÇELİK ŞEHRİ

“- Karabük üzerinde hava boşluğu var. Allah göstermesin bir savaş çıkarsa düşman uçakları Karabük üzerinden geçemez, kuracağımız fabrikayı da bombalayamazlar efendim!” Fahri TUNA

Nasıl mı? Anlatayım. Bu anlatayım önemli. Burada yazar Fahri Tuna değil, Endüstri mühendisi Fahri Tuna konuşuyor: (‘Fabrika organizasyonu’ dersi okumuş bir mühendis olarak hayatımda bir kerecik olsun konuşmama müsaade ediver, ey okur.) Kanuni döneminde 1530 yılında yapılan tarihimizin ilk nüfus sayımında on haneli bir köydür Karabük. 1845 senesi Osmanlı kayıtlarına göreyse, Soğanlı ve Araç nehirleri üzerine köprü kurmakla, tamirini yapmakla görevlendirilen ve bu görevleri nedeniyle vergiden muaf tutulan Karabük Köyü, 21 haneden oluşmaktadır artık. Cumhuriyet Hükümeti, bitişiğinde Çandaroğulları’nın en önemli yerleşimlerinden Taraklıborlu/ Safranbolu ilçesi bulunan Karabük’e 1926 yılında tren istasyonu da yapmış, hızla büyümekte olan Karabük’ün Ankaraİstanbul ulaşımını ayağına getirmiş. İstiklâl Harbi’ni kazanmıştık, devletimizi yeniden kurmuştuk, toparlanma aşamasındaydık artık. 1930’lu yıllar. Devlet eliyle sanayileşme dönemi. Atatürk Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan, Mareşal Fevzi Çakmak da genelkurmay başkanı. 1929 Dünya Büyük Ekonomi Krizi bir şeyi daha göstermişti: Kendi yağımızla kavrulmalı, dışa bağımlılıktan adım adım kurtulmalıydık. Devletimiz en muhtaç olduğumuz alanlarda fabrikalar kurmalıydı. Nitekim bu inanç gereği yerli kumaş üretecek Sümerbank’ı (1933), madenlerimizi çıkartacak Etibank’ı (1933), ülkemizin kâğıt ihtiyacını karşılayacak Seka’yı (1936) kurmuştuk. Yerli demir çelik sanayiini de kurmalıydık. Atatürk’ün öncülüğünde karar verildi kurulmasına. İngilizlerle anlaşıldı. Onlar kuracaklardı tesisi. Da nerede kurulacaktı bu çok önemli, çok özel fabrika? Endüstri mühendisliği bilimi (o zaman bizim bu meslek daha yoktu ama ölçütleri vardı) on beş parametre arıyordu, bir fabrikanın kuruluş yerini belirlerken: İşte hammaddeye

sayı//62// eylül

36


yakınlık, pazara yakınlık, ucuz işgücü, ucuz taşıma, büyük kentlere yakınlık vs. vs. tam on beş açıdan bakılıyordu olaya. Atatürk’ün huzurunda Başvekil (Başbakan) İsmet Paşa (İnönü), Ekonomi Vekili (Bakanı) Celal Bayar, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak yer seçimini konuşuyorlardı. Alternatif şehirler yerleşimler vardı masada. Uzmanların raporuna göre. Orası mı olsun burası mı? Karar verilemiyordu bir türlü. En iyi çözüm bulma peşindeydi ülkenin en üst yönetimi. Sözü Fevzi Paşa aldı. Ömrü bütün Heyet-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu toplantılarında) Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa, (ki o zamanlar Bakanlar Kurulu’nda Genelkurmay Başkanı da bulunurdu, Atatürk’ün her dediğine ‘âlâ paşam’ deyip onaylamasıyla ünlü olduğu için ‘onun adı Fevzi Paşa değil Kuzu Paşa’ diye (eski Türkçede Fevzi ve kuzu aynı yazılıyordu. Sadece ilk harfin üstüne tek nokta koyarsanız Fevzi, çift nokta koyarsanız kuzu okunuyordu diye de ünlenmişti muhalifler arasında)) söz aldı: “- Karabük’te kurulmalı Gazi Paşa Hazretleri!” “- Hangi gerekçe ile Fevzi Paşa’ diye sordu Atatürk. Bu soruyu bekliyordu zaten Fevzi Paşa. Hazırlıklıydı. En güçlü en geçerli en itiraz edilemez gerekçesini koyuverdi ortaya: “- Karabük üzerinde hava boşluğu var. Allah göstermesin bir savaş çıkarsa düşman uçakları Karabük üzerinden geçemez, kuracağımız fabrikayı da bombalayamazlar efendim!” 1930’ların dünyasında tayyare (o zamanlar uçağa tayyare denilirdi) pilotlarının korkulu rüyasıydı hava boşlukları. Uçaklar hava boşluklarında büyük bir tehlike atlatıyorlardı. Hele de bir tesise, bir hedefe isabetli bomba atmak imkân hâricindeydi. Bu kez Atatürk Fevzi Paşa’ya ‘Âlâ, Karabük’te kuralım o zaman’ diyordu. 3 Nisan 1937’de temeli atılacaktı Karabük Demirçelik Fabrikası’nın. Temel atma konuşmasını Başbakan İsmet Paşa’nın yaptığı törende onun yanı sıra Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Ekonomi Bakanı Celal Bayar, Gümrük İnhisarlar Bakanı Ali Rânâ Tarhan ve Orgeneral Fahrettin Altay ile İngiltere Büyükelçisi Sir Presi Loren ve Brassert Şirketi İdare Meclisi Başkanı B. Brassert’te hazır bulunacaktı. Fabrika iki sene içinde tamamlanacak, yerli demir çelik üretimine geçecekti ülkemiz. Yöneticisiydi, işçisiydi, bakkalı manifaturacısıydı derken… 21 haneli Karabük kısa zamanda kasabaya ilçeye hatta 1995 yılında vilayete dönüşecekti. Fabrikanın

bünyesinde Kardemir Karabükspor futbol takımı kurulacak, gün gelecek bu takım Süper Lig’de Galatasaray Fenerbahçe Beşiktaş’la beraber boy gösterecekti. 2019 itibarıyla yarısı 6 ilçesi ve köylerinde diğer yarısı il merkezinde olmak üzere 250 bin nüfuslu bir ildi artık Karabük. Uzun sözün kısası: Bugün Karabük diye bir vilayet varsa eğer, ki var elbette, şehirlerini en çok Fevzi Çakmak Paşa’ya borçludurlar. Hemen yakınında, bağırsan duyulacak mesafede bir Osmanlı, bir Çandaroğlu şehri var: Safranbolu. Kaderin cilvesi, kulak deveyi geçmiş; asırlarca Karabük Safranbolu’ya bağlı köy iken, 1995’ten bu yana Safranbolu Karabük’e bağlı bir ilçe olmuştu. O Safranbolu ki, has bir Yörük yerleşimidir. Kadim bir yerleşimdir. Mimarisi kültürü türküleri özgündür. Tarihî binalara sinmiş o kadim ve derin ruh, hâlâ terennüm hâlindedir işiten kulaklara. Hepimizin çok sevdiği bir türkü, buyurun bize, Safranbolu’dan: “Güvercin uçuverdi / Kanadın açıverdi / Eloğlu değil mi / Öptü de kaçıverdi…” Ya şu türkünün güzelliğine ne demeli: “ “Bir giderim beş ardıma bakarım (amman) / Gözlerimden kanlı yaşlar dökerim (Amman aman amani) (Amani) Sözüme sadığım dönmem pazardan (amman) / Hak saklasın yavrum seni nazardan (Amman aman amani)” Onlarca böyle güzel türküleri vardır. Türküleri ayrı güzeldir Safranbolu’nun yemekleri ayrı güzel. Hele de atasözleri: ‘Geç kalanın ümidi belindedir simidi’ der biri mesela. Anneleri Safranbolulu dört ünlü isim size: Türkü baba Sadi Yaver Ataman, modanın babası Cemil İpekçi, Yeşilçam’ın babası Türker İnanoğlu, doğal beslenme programlarının babası Prof. Dr. İbrahim Saraçoğlu. Karabük Ovacıklı bir önemli ve değerli isim daha: Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan’ın lise yıllarından arkadaşı adalet bakanı, başbakan yardımcısı, meclis başkanı Mehmet Ali Şahin. Safranbolu medenî bir şehirdir, bir medeniyet şehridir. İliklerine kadar. Lokum lokum, kebap kebap, türkü türkü, konak konak, beste beste. Safranbolu Osmanlıdır, Karabük Cumhuriyet. Safranbolu eskidir, Karabük yeni. İkisi de güzeldir, ikisi de bizimdir, ikisi de bizizdir. Karabük, estetik şehir Safranbolu’nun gölgesinde boy atan bir yeni şehrimizdir. Yeni, gelecek, umut vadeden. 37


DEFTER-İ HAKANİ’DE BİR KALEMİYE

SERVER DEDE

Bürokrasi Osmanlı Cihan Devleti’nde üç temel husus üzerinde duyarlıydı. Ülkenin yönetildiği ana birim Divan-ı Hümayun; devlet arazileri ve memur maaşlarının verildiği, tımarlı sipahilerin kaydının tutulduğu Deftardarlık veyahut Defter-i Hakani. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

iz doğum tarihi belli olmayan ancak 1748 yılında vefat eden Server Dede’yi tanıyor musunuz? Büyük ihtimalle tanımayacaksınız! Ben de henüz tanıdım. Çünkü her hafta bendeniz İstanbul’u yaşamak ihtiyacı hissediyorum, İstanbul’da yaşamak kafi gelmiyor. Dolayısıyla her hafta mantazaman gerçek İstanbul olan Sultanahmet, Beyazıt, Fatih, Eminönü, Karaköy, Beyoğlu, Kadıköy ve Üsküdar gibi semtlere sefere çıkarım.

sayı//62// eylül

38

Etrafımı içime sindire sindire izlerim. İşte bu tutku beni Server Dede’yi tanımama vesile oldu. Kim Server Dede? Şeyh, mürit, bilge kişi, eren, din adamı falan mı? Hiç biri değil, ama hepsi içinde müntemiç. Osmanlı Cihan Devleti’nin son dönemine kadar devlet işlerine yeni giren memurları yani kamu görevlileri İstanbul Sultanahmet Camii’nin tam karşısındaki, bugün Tabu ve Kadastro Müdürlüğü olarak kullanılan binanın ikinci katında meftun olan Server Dede’nin mezarını ziyaretle dua eder. Fatihalar gönderir ve ancak öyle göreve başlarmış. Neden mi, biraz açıklayayım. UHULETLE SORUN ÇÖZMEK

Sebebi Server Dede’nin” ser verip sır vermeyen bir devlet memuru olması imiş. Öyle ki “defter emini” ismiyle müsemma bir maruf zat. Yani devletin kayıtlı defterlerine sahip çıkan, koruyan, kılı kırk yararak ülkesi ve toplumu lehinde karar veren biri. Dolayısıyla hep devlet memurlarının bilge kişisi olarak tanınıyor. Devlet defterlerinin saklandığı ve korunduğu binanın ismi ise “Defter-i Hakani”. Böyle olunca hepimizin aklına hemen kıl kuyruk kamu görevlileri geliyor. Bu gibiler ne iş hallederler, ne “hayır yapamam, olmaz” derler” sürekli bürokratik engel bularak işi yokuşa sürerler. Server Dede öyle değil. Görevi sorun çözmek. Meseleleri uhulet ve suhuletle halletmek. Zaten Osmanlı’da bürokrasinin adı da “kalemiye” idi. Ancak kırtasyecilik falan yoktu. Zaten çok sayıda memur falan da çalışmazdı devlet kademelerinde. Bir ayrıcalığı; umur görmüş, devlet terbiyesi edinmiş kamu görevlilerinin çocukları devlet memurluğuna tercihan geçebiliyorlardı. Devlet memurluğu herkesin girebileceği bir iş değildi. Bu husus ayrıca tartışmaya açık bir konu. KAMU İDARESİ

Bürokrasi Osmanlı Cihan Devleti’nde üç temel husus üzerinde duyarlıydı. Ülkenin yönetildiği ana birim Divan-ı Hümayun; devlet arazileri ve memur maaşlarının verildiği, tımarlı sipahilerin kaydının tutulduğu Deftardarlık veyahut Defter-i Hakani. Defterdarlık mali işlerle görevliydi.19. Yüzyılda Osmanlıların en önemli kamu kuruluşu burası olarak biliniyordu. Osmanlı Cihan Devleti’nin topraktan alınan vergilerin ve ordusunun kayıtları tutulduğu için bu büroda yapılan işlemlere aşırı hassasiyet gösterilirdi. Uzun müddet Topkapı Sarayı’nda hizmet veren, sonra Sultanahmet Meydanı’ndaki bugünkü


yerine taşınan Defterhane-i Amire’nin başında bulunan kişiye “Defter Emini” deniyordu. Defter Emini Osmanlı Cihan Devleti’ndeki saygın ve en büyük bürokratlardan biriydi. Server Dede buna bir örnek. Geçenlerde Kilis’in önemli entelektüellerinden Mahmut Kaçarlar ile birlikte İstanbul Tapu Kadastro Müdürlüğü’nde görevli bir arkadaşımızı ziyaret ettik. Sade kahvelerimizi içtik, hangi yandan hangi tarafa bakarsanız bakınız bu binadan muhteşem bir manzara ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Ricamız üzerine bizi kırmadılar binanın ikinci katında, bir incir ağacının altında meftun Server Dede’nin mezarının başına gittik. Server Dede’yi anlatan kısa bir öz geçmişi vardı yanında asılı olarak bulunan. O dönemin hikayesi şöyle özetle; “Sultan Birinci Mahmut Dönemi(1730-1754) bürokratı Server Dede. Rusya, Avusturya ve İran ile savaştığımız bir zaman diliminde bulunuyor Osmanlı. Uzun süren savaşlardan yorgun ve bitkin çıkılmıştı. Bunun üzerine esnaftan da orduya yeniçeriler alınmaya karar veriliyor. Yeniçerilerin üç ayda bir ödenen ulufe almaları için mutlaka bir cihada iştirak etmeleri gerekiyordu. Ancak ulufe alım-satımına izin çıkınca(1740) merkez askeri teşkilatı büyük bir darbe yemiş. Ulufelerin çoğu, bunu bir nevi yatırım olarak gören esnaf ve işadamları tarafından satın alınmaya başlanmış.1768’te yeni bir barış sürecine girilince yeniçeri alımına ihtiyaç hissedilmiyor. Vefat eden yeniçerilerin ulufeleri hazineye kalıyordu. Ancak yeniçeri ağaları buna riayet etmedi, çöküşü hızlandırdılar. Böyle bir durumda ordu içinde disiplinsizlik baş gösterdi. Bunu düzeltmek için daha sonra Müslüman olarak Humbaracı Ahmet Paşa adını alan Claude Aleksandre Comte De Bonneval(1675-1747) Osmanlıya katıldı. Böylece Bosna’dan gelen yeni takviyelerle kısmı düzelmeler görüldü. Böyle bir zaman diliminde bile devlet çarkı aksamadan devam etti. İDAM EDİLEN BİR DEVLET MEMURU!

Servet Dede’ye gelince; işine çok bağlı ciddi bir devlet memuru. Defterhane-i Amire’nin muhafızı ve tek yetkilisi. Devlet defterlerinin muhafazası ve her hangi bir suiistimale karşı da tedbirli. Günün birinde Anadolu’daki iki kasaba arasında bir meranın paylaşılması yüzünden ihtilaf çıkıyor. Çatışma ihtimali beliriyor. Padişah Birinci Mahmut haberi alır

almaz karanlık basıp akşam olmasına rağmen arazilerle alakalı defterleri Server Dede’den istiyor. Oysa Fatih Sultan Mehmet zamanında Karamani Nişancı Mehmet Paşa’nın hazırladığı “ Kanunname-i Devlet-i Osmaniye”ye göre Server Dede “Hakanım beni af buyursun. Defterlerin geceleyin dışarı çıkartılmasına müsaade edemem” diyor. Sultan Mahmut Gazaba geliyor, Şeyhülislam Halet Efendi’nin fetvasıyla Server Dede’nin kellesi uçurtuluyor. Gerçek sonra anlaşılıyor. Sultan Mahmut üzülüyor ama iş işten geçmiştir ve artık çok geçtir. Sultanın emri üzerine Server Dede’nin mezarı çalıştığı kurumun içindeki bir yere yapılıyor. Mekanı cennet olsun. Bundan sonra Server Dede’nin kabri göreve yeni başlayanların bir saygı ifadesi olarak ilk ziyaret edilen mekan muamelesi görüyor. Efsane veya öykü Osmanlı arşivlerine de yansıyor. Padişah usulsüz iş yapıp rüşvet alan memurlara hitaben bir emirname yayınlıyor. Emirnamede şöyle deniyor; “Defterhane memurlarından bazılarının önemli miktarda gelirleri olduğu halde “ser vermek olur sır vermek olmaz” diye ölümü göze alan ve binalarının bahçesinde gömülü bulunan Server Dede’nin koyduğu kuralların aksine rüşvet aldıkları öğrenilmiştir. Dedelerinin görev sadakatinden utanmaları gereken bu memurlar, yakalandıkları takdirde cezalandırılacaktır” 700 YILLIK TAPU KADASTRO ARŞİVİ SERGİLENECEK

Tapu Kadastronun 700 yıllık muhteşem bir arşivi var. Çalışanların hepsi fedakar. Arşivi, bilgi ve belgeleri gün yüzüne çıkarmak için can hıraş çalışıyorlar. Bu işi yapanların hem tarih, hem arşiv kıymeti, hem Osmanlı Türkçesi bilmesi gerekiyor. Bu işin üstesinden gelmek öyle kolay değil. Kir, toz ve mikropla mücadele ediyor, yüzlerine maske takarak dosyalardan yıpranmışları kurtarmaya çalışıyor ve tamir ediyorlar. Bu hizmet için gerekli araç ve gereçlerin bir bölümü de maalesef ithal edilerek ta Japonya’da getiriliyor. Ankara bütün arşiv çalışanlarının imkan şart ve kadrolarını iyileştirmeli, cazip hale getirmeli. Server Dede gibi kamu görevlisi çalışanların sayısı artmalı. İstanbul Tapu Kadastro Müdürlüğüne yeniden uğradım. Sevindim ki sormayın. Çünkü önümüzdeki günlerde Sultanahmet Meydanı’ndaki binanın giriş katına bir sanat galerisi açılarak 700 yıllık arşivlerimiz sergilenecek. 39


MALAZGİRT Muş’un şirin ilçesi Malazgirt, Türk ve Dünya tarihinin seyrini değiştiren bir meydan savaşına ve Selçuklu ordusunun kesin zaferine sahne olmuş bir yurt köşemizdir. 18 Ağustos 2019 Pazar günü ilk defa göreceğimiz Malazgirt’e sözünü ettiğim güzergâhı takip ederek ulaştık. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*

*TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//62// eylül

40

uş, doğu vilayetlerinin en büyüğü olan Erzurum’un güney komşularından biridir. Yahut Muş’un tam kuzeyinde Erzurum bulunmaktadır. Erzurum’dan Malazgirt’e Pasinler üzerinden geçilip Hınıs yoluna dönülüyor ve bir süre sonra Erzurum’un Karaçoban ilçesine sapılıyor, buraya girmeksizin Karayazı ilçesine doğru yol aldıktan sonra Karayazı’nın hemen girişinden Malazgirt yoluna giriliyor ve iki buçuk üç saatlik bir yolculuğun akabinde Malazgirt’e ulaşılmış oluyor. Muş’un şirin ilçesi Malazgirt, Türk ve Dünya tarihinin seyrini değiştiren bir meydan savaşına ve Selçuklu ordusunun kesin zaferine sahne olmuş bir yurt köşemizdir. 18 Ağustos 2019 Pazar günü ilk defa göreceğimiz Malazgirt’e sözünü ettiğim güzergâhı takip ederek ulaştık. Malazgirt’te bulunuşumuzun nedeni, Malazgirt zaferimizin 948. Yılı münasebetiyle Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) ve Malazgirt Belediyesi’nin ortaklaşa tertiplediği Tarihî Roman ve Romanda Tarih Bilgi Şöleni’nin dördüncüsüne, bildiri sunmak üzere katılımcı olmamızdı. 35 akademisyen ve yazarın katıldığı bilgi şöleni, iki gün devam etti. Açılış konuşmaları, Malazgirt Belediye Başkanı Cengiz Altın, TYB şeref başkanı D. Mehmet Doğan, Muş Alpaslan Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fethi Ahmet Polat, Malazgirt Kaymakamı Emre Yalçın ve Kültür Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Haluk Dursun tarafından yapıldı. Konuşmacılar, Malazgirt zaferinin önemine dikkat çeken önemli konuşmalar yaptılar. Bakan Yardımcısı Haluk Dursun, çok güzel bir konuşma yaptı ve bu bölgenin kültürel bakımdan taşıdığı öneme dikkat çekti. Tuna nehri Balkanlarda ne kadar önemli ise Dicle nehrinin de Güney Doğu Anadolu’da aynı öneme sahip olduğuna vurgu yaparak “Dicle’nin kuzularını çakallara kaptırmama”nın yolunun kültürel gelişmişlik olduğunu belirtti. Bu önemli konuşmanın ardından Ahlat’ta incelemelerde bulunmak üzere ayrılan Bakan Yardımcısı’ndan bilgi şöleninin devam ettiği öğlenden sonraki oturumlar sırasında çok üzücü bir haber ulaştı. Sabah tanışma fırsatı bulduğumuz Haluk Bey’in Ahlat’tan Van’a giderken geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybettiği haberi, salondaki katılımcı ve dinleyiciler üzerinde anlatmamın mümkün olmadığı bir hüzne yol açtı. Haber, herkesi adeta altüst etti. Bilgi şöleninin tadı tuzu kaçtı.


Değerli bürokratımıza Allah’tan rahmet diliyor, yakınlarına sabırlar diliyorum. İkinci günün toplantıları başlamadan önce Haluk Dursun’un ruhu için Kur’an-ı Kerim okunarak başlandı. Birinci ve ikinci gün dört oturum halinde yapılan bilgi şöleninde sunulan bildirilerde tarih ve edebiyatın bir araya geldiği tarihî romanlar üzerine bildiriler sunulduğu gibi, Malazgirt zaferinin sebep ve sonuçlarının irdelendiği bildiriler de vardı. İki gün boyunca bir bildiri bombardımanı yaşadık ve çok istifade ettik. Bildiri kitabı yayınlandığında tüm metinleri okuma fırsatı bulacağımızı umuyorum. Ben de ilk günün ilk oturumunda “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Romanlarında Malazgirt ve Alpaslan” konulu bildirimi sunduğum gibi, son oturumunda da oturum başkanlığı yaparak görevimi yerine getirdim. Malazgirt’te bulunuşumuzun ana sebebi hakkında bilgi verdikten sonra gelelim Malazgit’le ilgili izlenimlerimize. Malazgirt’e 18 Ağustos 2019 Pazar günü ikindi vakti ulaştık. Önce kalacağımız oteldeki personelin, ardından tanımak için çıktığımız caddedeki esnafın gösterdiği ilgi, bizi fevkalade mutlu ve memnun etti. Neredeyse önünden geçtiğimiz her esnaf, “hoşgediniz, buyurun çay ikram edelim” diyerek davette bulundular. Otelde tanıştığımız emekli sınıf öğretmeni Vezir Gökdemir ile birlikte Malazgirt kalesine gittik. Kale içerisinde bir nişan töreni vardı. Nişan sahipleri de bize bir şeyler ikram etmek teklifinde bulundular. Kaleyi gezdik. Yer yer restore edilmiş olan kalede bir lokanta ve çay evi var. Vezir Bey ve nişan sahiplerinden Zeki Bey kale hakkında bilgiler verdiler. Kale, Bizans dönemine ait. Her iki mihmandarımızın anlattıklarına göre kalenin altında bir hamam, büyük bir konak ve yerleşim alanı bulunmaktaymış. Ancak zamanla bu alanların mevcut zeminin altında kaldığını bu bakımdan burada mutlaka bir kazı çalışması yapılması gerektiğini söylediler. Sohbet sırasında bir yandan çaylarımızı içerken, bir yandan da ev sahiplerimiz son yıllarda Malazgirt zaferine Ahlatlıların sahip çıkmak istediklerini halbuki savaşın burada yapıldığını biraz da dertlenerek aktardılar. Ertesi günkü oturumlarda bu konu, bilimsel ortamda da dile geldi ve bilgi şölenine katılan Malazgirtliler, biz Malazgirt zaferimizi hiç kimseye kaptırmayız diyerek düşüncelerini dile getirdiler. Kalenin duvarlarından bir kısmının yıkıldığını, ancak onarımın maalesef aslına uygun yapılamamış olduğunu gözlemledik.

Duvarlardan biri de yoldan dolayı yıkılmış ve devamı yolun diğer tarafında kalmış. Tarih bilincine sahip Malazgirtliler, kalenin içi ve dışında yapılan evlerin ve dolguların, kaleye zarar verdiğini, böyle giderse zamanla kalenin kaybolacağından endişe ettiklerini belirterek yetkililerden bu konuda daha duyarlı olmalarını beklediklerini ifade ettiler. Kaleden biraz uzak mesafede bulunan mezarlık da bir Selçuklu Mezarlığı hakkında Malazgirtliler, buradaki mezarların taşlarının birçoğunun da toprağa gömülü olduğunu ve burada da bir kazı çalışması yapılması gerektiğini belirttiler. Bu kazı sayesinde belki Ahlat mezarları gibi bir mezarlığın ortaya çıkabileceğine vurgu yaptılar. Bilgi Şöleni’nin ilk günü olan pazartesi gününün akşam yemeğini de kaledeki çadır biçiminde tasarlanmış olan otantik lokantada yedik. Yemek sonrasında Kaymakam Bey’in çay ikramı için yürüyerek gittiğimiz cadde üzerindeki esnaf, bizi kavun yemeğe davet etti. Malazgirt’e geldiğimizin ilk gününün akşamında da bir dükkânın önünde genç öğretmenlerin davetlerine iştirak edip güzel bir edebi sohbet eşliğinde çaylarımızı içmiştik. Yine ilk günün akşamının geç saatlerinde caddede yürümüş ve sık sık rastladığımız kavunculardan bir kavun almak istemiş, genç kavun satıcısı bir kavun fiyatına iki kavun vererek birini ikram etmişti. Malazgirt halkı son derece cömert ve ikram etmeyi seven bir yapıya sahip; bunu bu şirin ilçeye adım attığımız ilk andan dönüşümüze kadar sürekli müşahede ettik. Söz kavundan açılmışken bu gezimizde Malazgirt’te tarım ve hayvancılığın ileri düzeyde olduğuna tanık olduğumuzu belirtmeden geçemeyeceğim. Erzurum’dan yaklaşık 350400 metre daha aşağıda bulunan Malazgirt ve Muş, çok geniş tarım arazilerine sahip. Bu geniş arazide tahıl yetiştiriciliğinin yanında özellikle fevkalade lezzetli kavun ve karpuz yetiştiriliyor. Burada kaldığımız üç gün boyunca bolca kavun ve karpuz yedik. Bu mevsimin kavunu aşırı tatlı değilmiş ve bunu tadarak anladık; şekeri yüksek olanların tercih edebileceği tatta kavunlar bunlar. Eylülde istihsal edilen kavunlar ise çok tatlı oluyormuş. Cadde boyunca çok sayıda traktörde kavun satıldığını gördüğümüz gibi, birçok dükkânda da en çok sergilenen meyvenin kavun olduğunu görüyoruz. Malazgirt’te aynı zamanda tarım aletleri üreten üç fabrika olduğunu öğreniyor ve bir gün sonraki seyahatimizde bu fabrikalardan 41


birinin yanından geçiyoruz. Üretilen makinalar, özellikle Rusya’ya ihraç ediliyormuş. Ekonomisi çok iyi düzeyde olmasına, ihracat yapabilecek seviyede bir ilçe olmasına ve tarihi bir misyonu olmasına rağmen Malazgirt maalesef fazla gelişmemiş. Bunun en önemli nedeni de maalesef geçmiş yıllarda yaşanan terör olayları ve belediyecilik hizmetlerinin kasıtlı olarak ihmal edilmiş olmasına dayalı. Ancak şu an itibariyle Malazgirt’te muazzam bir faaliyet söz konusu. Belediye Başkanı Cengiz Bey, gece gündüz demeksizin çalıştıklarını, son on beş yıldır ihmal edilen Malazgirt’i hak ettiği gelişmişlik seviyesine getireceğine olan inancını her fırsatta dile getiriyor. Bu bağlamda demir tozu ile plastiğin bir araya getirilmesiyle yapılması planlanan hediyelik eşya üretimine yönelik bir yatırım başlatılmış ve yakında ilk ürünlerin elde edileceğini de yine Belediye Başkanı’ndan öğreniyoruz. Bilgi şöleninin bilimsel etkinlik kısmının sona ermesinden sonra önce çok geniş bir arazide bulunan ve yapımı devam eden milli park alanını ve hemen yanı başında yapılmakta olan millet bahçesini gezdik. 26 Ağustos’ta yapılacak olan Malazgirt Zaferi’nin 948. Yıl dönümü münasebetiyle Malazgirt’teki resmi tören bu alanda yapılacak ve Cumhurbaşkanımız da bu töreni teşrif edecek. Malazgirt’te Selçuklu döneminde inşa edilen ve Murat nehrine katılan bir çay üzerindeki tek kemerli Hatun Köprüsü’nün hemen altında toplanan geniş su birikintisi bana Mostar Köprüsü’nü hatırlattı. Ancak Mostar Köprüsü’nün yüksekliği daha fazla. Tek kemerli köprünün ayak kısmının suyla temas ettiği bölüm dışında oldukça sağlam kaldığı sayı//62// eylül

42

görülüyor. Ancak köprünün temelinde bir küp altın olduğuna ilişkin bir efsane yüzünden defineciler, köprünün ayaklarındaki bazı taşları çıkarıp gömü aradıkları için köprünün ömrünü kısaltmışlar. Bu bakımdan o taşların yeniden yerlerine yerleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Diğer taraftan bu köprünün bulunduğu çayın üzerinde on beşten fazla su değirmeni olduğunu öğreniyoruz. Değirmenlerden biri de bulunduğumuz yerin hemen karşısında, ancak bu değirmenlerin bir çoğu artık yok; gördüğümüz değirmenin ise sadece olukları ve kaideleri duruyor. Bu değirmenin, Malazgirt’teki programın hazırlanmasında çok büyük emekleri bulunan Vefa Yıldız kardeşimizin dedesine ait olduğunu öğreniyoruz. Bu değirmenler dizisi de bana Erzurum’daki Boğaz mevkiinden şehrin en alt bölümüne kadar uzanan yaklaşık sekiz-on km. uzunluğundaki derenin özerindeki kırk değirmenleri hatırlattı. Ancak maalesef Erzurum’da ne bu dereden bir eser kalmış, ne de kırk değirmenlerden. Hatun Köprü’sünden sonraki durağımız, Bizans dönemi eseri olan Kız Köprüsü’ydü. Kız Köprüsü, Bizans dönemi eseri olmasına rağmen, kaledeki hata buradaki tanıtım yazısında da yapılmış ve köprü, Urartulara mal edilmiş. Oysaki Malazgirt tarihiyle ilgilenen dostlarımız eserin Bizans dönemine ait olduğunda şüphe olmadığını belirterek bu köprünün bir de öyküsü olduğunu aktardılar. Hikâyeye göre, Malazgirt henüz ecdadımız Sultan Alpaslan tarafından fethedilmeden çok önce yörenin yöneticisinin güzel bir kızı varmış. Sarışın ve çok uzun saçları olan bu güzel kız, çobana aşık olmuş. Zengin kız, fakir oğlan hikâyesi gereği


babası kızı fakir oğlana vermemiş. Gençler gizlice anlaşıp kaçmaya karar vermişler. Bu köprünün üzerinde bulunduğu dere, bahar ve güz mevsiminde yağan yağmurlardan dolayı çok gür ve deli akarmış. İşte böyle bir zamanda kaçmaya karar veren âşıklar, suya girmişler, ama karşıya geçemeden su, onları sürüklemeye başlamış. Bir süre akıntıda giden kız, o sırada gördüğü bir kayaya uzun ve gür saçlarını dolayarak önce kendisini ve elinden tuttuğu sevgilisini kurtarıp kıyıya çıkmış ve uzaklaşmışlar. Gençlerin kurtuldukları yere bir köprü yapılarak nehrin sevenleri birbirlerinden ayırmasına mani olunmuş. Hikâyesini anlattığımız köprü, her biri beş metre civarında yan yana iki devasa taştan oluşuyor. Yıkılmaya yüz tutmuş olan köprü geçtiğimiz günlerde onarılarak yeniden canlandırılmış. Malazgirt savaşı da bu köprünün beş-altı km. uzağında gerçekleşmiş. O günün akşam yemeğini, temeli Malazgirt Zaferimizin 900. yıldönümü olan 1971 yılında atılarak yapılan Malazgirt anıtının bahçesinde Malazgirt Kaymakamı Emre Yalçın ve Belediye Başkanı Cengiz Altın’ın misafiri olarak yedik. Her iki yönetici de güler yüzleri ve enerjik tavırlarıyla Malazgitlilerin gönüllerine girmeyi başarmışlar. Malazgirt anıtı, Anadolu’ya giriş kapısını hatırlatacak ve uzaklardan da görülecek şekilde tasarlanmış. Malazgirt’e kadar gelmişken Ahlat’ı görmeden dönmek olmazdı. Bu nedenle TYB üyeleri olarak Ahlat’a gittik. Ahlat, tam bir açık hava müzesi. Malazgirt, zaferin kazanıldığı alan, Ahlat ise medeniyetin yükseldiği yer olarak tanzim edilmiş. Muazzam mezarlardan oluşmuş alanda yüzlerce, belki binden fazla işlenmiş taş bulunuyor. Bu taşlardan her biri, Anadolu’nun mühürleri. Gittiğimizde alanda genç kızlar çimlendirme çalışması yapıyorlardı. Çok geniş bir alana yayılmış olan mezarların tamamı gün yüzüne çıkarılmış değil. Kanaatimce bölgede kazı çalışmaları ilerleyen yıllarda da devam edecek gibi görünüyor. İlginç mezar taşları ve mezarlar var. İşlenmiş taşlardan başka oda gibi mezarlar ve kemervari tarzda mezarlar da göze çarpmakta. Kazıların devam ettirilmesi durumunda yeni mezarların da tespit edileceğinde kuşkum yok. Mezarlıkta bir düzenleme de yapılarak kalın kerestelerden yürüme yolları inşa edilmiş ve ziyaretçiler bu yolları takip ederek mezarlığı geziyorlar. Bazı taşlardaki yazılar okunmuş ve mezarın ön kısmında sarı pirinç plaka üzerine bugünkü alfabemizle yazılarak sergilenmiş. Mezarlığın

en uç kısmında Emir Bayındır kümbeti ve mescidi bulunuyor. Yaklaşık altı yüz metre ters istikamette başka bir kümbet ve mezarlığın giriş bölümünde ise bir müze yar alıyor. Gerek arkaik dönemlere, gerek Roma ve Selçuklu dönemlerine ait pek çok eserin sergilendiği müze de görülmeye değer. Müzeden sonra çok yakın bir bölgede bulunan Nemrut krater gölünü görmek üzere yola koyuluyoruz, ancak rampayı tırmanırken minibüslerimizin hararet göstergeleri yükseldiği için çıkamadık ve geri dönüp Bitlis’in Tatvan ilçesini gezdik. Tatvan’ın gelişmişliği karşısında özlerimize inanamadık. Van Gölü, çevresindeki il ve ilçelerin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş. Ankara’ya gidecek olan arkadaşlarımızı Van havalimanına bırakıp Malazgirt’e döndük. Böylece Van Gölü’nün etrafını dolaşmış olduk. Biz de ertesi sabah Malazgirt’ten ayrılmak üzere otelimizden ayrıldık. Otelin hemen yanında dükkanlarının önünde kahvaltı eden birkaç esnaf bizi hemen kahvaltıya davet ettiler. Aracımız hareket edeceği için icabet edemedik, ancak Malazgirt’e geldiğimizde nasıl ikram ve izzet gördüysek, dönerken de aynı şekilde uğurlandık; burada yeni dostlar kazandık. Üç gün boyunca bizlerle ilgilenen başta Malazgirt Kaymakamı Sayın Emre Yalçın’a, Belediye Başkanı Sayın Cengiz Altın’a, program koordinatörü Sayın Vefa Yıldız’a, emekli sınıf öğretmeni Sayın Vezir Gökdemir’e, Sosyal Hizmet Merkezi Müdürlüğü personeli Mehmet Derici, Üveys Gökçe, Emre Turan, Haluk Akkuş, ulaştırma görevlileri Süleyman Çakar, Murat Eren ve TRT-Anadolu Ajansı muhabiri Veysel Eşin’e ve Malazgirt Kültür Merkezi Müdiresi Sayın Sevil Acaroğlu’na ve bizi sempatiyle karşılayan tüm ilçe halkına teşekkürü bir borç biliyoruz. 43


ATININ EVRENSELİ BİZİM EVRENSELİMİZ DEĞİLDİR!

SON KALE:

AİLE VE ŞEHİR Toplumla ve şehirle ilgili sorunların görünen yüzü ile uğraşmak yerine kaynağına yönelip mücadele etmedikçe netice alamayacağımız aşikardır. Cem ERİŞ*

*(y.mimar-restorasyon uzmanı) Milli Saraylar İdaresi Başkanlığı Restorasyon Daire Başkanı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//62// eylül

44

Dergimizin 60. sayısındaki yazımızın giriş cümlesinde "batı menşeli , kaynaklı olan sosyoloji öğretisinin Türkiye toplumu açısından bugünkü temel meselesi : bu disiplinin referansları , kaynakları , kriterleri , değerleri, hedefleri ile nerede durup nereye baktığı ve gerçekten kendi toplumumuzun değerleri üzerinden meseleler üzerine kafa yorup yormadığıdır" diyerek çok hayati meseleye dikkatlerinizi çekmeye çalışmıştım. Sonuçta "sosyal bilimlerin son yıllarda karşılaştığı eleştiriler arasında belki de en hayati olanı tüm sosyal bilimlerin özünde özgün bir mekansal ontoloji yattığı yönündeki eleştiri olmuştur. Batı’nın kendi yerelliğini evrenselleştirmesi ve farklı kültürlere dayatmasından başka bir anlama gelmeyen bu Avrupa merkezli evrim şemasının tüm toplumlar için geçerli olduğu görüşü şu ya da bu şekilde tüm sosyal bilimlere sızmıştır( İ.Ü. "Türk Sosyoloji Tarihi" ders notları ünite 14). Sosyolojinin önde gelen isimleri Emile Durkheim, Karl Marx ve Max Weber gibi teorisyenler batı toplumlarının sanayi -kent aşamasına değin geçirdiği evreleri sistemleştirerek modern toplumun, endüstriyel kapitalizmin, evrensel ve mutlak bir modelini oluşturma paydasında birleşirler. Aynı anlayışla kent merkezli düşünen batılı sosyologlar teorilerini kurarken tüm insanlığın ve uygarlığın tarihini fütursuzca , edebsizce ve kibirli bir tavırla yok sayarak kendi uygarlık ve toplumlarını merkeze alarak batı toplumları üzerine inşaa etmişler, bu anlayışı ve dayatmayı ihraç etmişlerdir. Burada sorunlu olan en başından itibaren üniversitelerimizin sosyoloji bölümlerinin temel olarak bu anlayışı evrensel bir model olarak kabullenmiş olmalarıdır. Münferit olarak buna itiraz eden sosyologlarımızın öneri ve teorileri ise maalesef bu zeminde fazla gelişme imkanı bulamamıştır. Batılı sosyologların bakış açısı doğrultusunda anlaşılan sosyoloji, dönüşümün merkezi olarak görülen şehirlerimiz üzerinden, evrensel olduğu kabul edilen pozitivist bir anlayışla batılı sosyolojik kuramlar ve kent modelleri dikkate alınarak kurumsallaştırılmak istenmiştir. Bunun en önemli fiziki araçlarından biri olarak da şehirlerde, imar planları görülmüş ve zihinlerdeki dönüşümün fiziki aracı olarak batılı planlamacıların elinde şehirlerimiz başta İstanbul olmak üzere yaklaşık 150 yıllık


bir süreçte ithal bir mimarlık ve planlama anlayışıyla tarumar edilmiştir. Sistematik hale getirilen ve bugün de planlama adıyla kurumlarımıza, eğitimimize, müfredatımıza ve mevzuatımıza girmiş ne varsa hepsi batı kaynaklıdır. Yurdumuzda bugün şehir üzerine düşünen uzman ve araştırmacıların kullandıkları kavramların neredeyse tamamı batıdan ithal kavramlardır. Şehir planlama mevzuatımızın tamamı bu ithal sosyoloji teorilerine dayanan pozitivist kavram ve tanımlar dikkate alınarak oluşturulmuştur. Peki burada şu soruyu kendimize sormayacak mıyız? Bu tanımlar ve kavramların kaynağı olan batılı şehir, bu şehrin üretim, tüketim ve yaşam tarzı nasıl oluyor da bizim şehirlerimiz için de geçerli kriterler haline geliyor, mevzuat üzerinde hakimiyet kurup şehri ve insanı dönüştüren bir sistem haline gelebiliyor? Eğer bu soruyu sormuyorsak, bu meseleyi görmezden gelerek ya bu duruma razıyızdır; ya da millet olarak tüm medeniyet iddialarımızdan vazgeçmişiz demektir. Bu durumda batının ülkemiz, milletimiz ve coğrafyamız için yazdığı senaryoyu kabullenip biçtiği rolü oynamaktan başka bir alternatif yok demektir . Bu hayati soruyu soruyorsak gereğini yapmaya, üstlenmeye ve bedelini de ödemeye hazır olmalıyız. Toplumla ve şehirle ilgili sorunların görünen yüzü ile uğraşmak yerine kaynağına yönelip mücadele etmedikçe netice alamayacağımız aşikardır. Sorunun doğru bir şekilde tespiti için sosyolojinin uygun analiz metotlarından yararlanmak ve elde edilen verileri kendi değerlerimiz zaviyesinden çözümlere dayanak kılmak elimizde. İlk olarak yapılması gereken ise önceki yazımda da belirttiğim gibi " zihinlerdeki ve sinelerdeki prangaları kırmak için toplum bilimin, sosyolojinin batı menşeli kaynak kodlarını kendi medeniyet ve kadim değerlerimiz üzerinden yeniden yazmalıyız. Bunun için de hedeflerimizi kendi zeminimize basarak belirlemekten başka bir çaremiz bulunmamaktadır.

yani Müslüman Anadolu insanının itirazının belirginleştiği görülecektir. Bu tartışmalara son vermek üzere Müslüman Anadolu şehri için ailenin ne demek olduğunun ve tanımının devletin kurumlarına, bürokrata ve bunları toplum adına şekillendiren siyasilere hatırlatılması bir seçenek değil tamamen hayati bir zarurettir. Müslüman Anadolu için 1400 yıllık bir iman ve itikat hakikatı olarak Kuran ve Sünnet'in himayesinde son derece açık ve şaibesiz olan bu tanım ve duruş 1000 yıldır bu coğrafyayı bize vatan yapan duruştur. Hatırlanmasını istediğimiz bu tanım , bu coğrafyayı bölmek, parçalamak, maddi ve manevi olarak darmadağın etmek isteyen birilerinin hiç işine gelmeyecektir şüphesiz. Bu tanımın topluma ve özellikle kurumlarına tekrar hatırlatılması, milletimizin nereden geldiğinin ve nereye gideceğinin açıkça ortaya konması açısından artık hayati bir önem arz etmektedir. Ailenin görünenden ve sanılandan çok daha stratejik bir hüviyet taşıdığı anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Aile nedir ? Toplum ve devletin bu soru karşısında yapacağı tanım istikbale bakışımızı şekillendirecek, bir bütün olarak medeniyetimizin devam edip edemeyeceğini, şehirlerimizin ise medeniyetimizi taşıyıcı bir sosyal- kültürel zemin olarak kalıp kalamayacağını ortaya koyacaktır. Bu tanımın toplumumuz tarafından, İstanbul Sözleşmesi'nde yer alan ve müfredat ile mevzuatımıza da sesiz sedasız sokulmuş bulunan "toplumsal cinsiyet eşitliği" temelli aile, ev, partnerlik, cinsel yönelim tercihleri vb. tanımlar üzerinden anlaşılmadığını görmemiz gerekiyor. Aksi davranış sadece düşmanlarımıza yarayacaktır şüphesiz. Ailenin tanımını kendi milli manevi değerlerimiz üzerinden yapmakla, batılı pozitivist , seküler, değerler ve safsatalar üzerinden yapmak arasında devletimizin artık bir karar vermesi ve toplumu bu tanım etrafında yeniden örgütlemeyi yani asli varlık kodlarına rücu ettirici bir desteklemeyi tercih etmesi zarurettir.

SON KALE: AİLE

Buradan hareketle şehrin de tanımını yeniden yapmak ve şehri ilahi rızaya uygun olarak ihya ve imar etmek mümkün olacaktır. Her zaman belirttiğim gibi şehir, dünyevi ya da uhrevi değerler zaviyesinden seçtiğiniz yaşam tarzınızın müsbet veya menfi bir neticesidir sadece.

İçinden geçtiğimiz şu günlerde şehir ve toplum üzerine yapılan tartışmaların bir bölümünün ailenin varlığı ve istikameti üzerinde yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Tartışmanın tarafları olarak yukarıdan beri anlatmaya gayret ettiğimiz ve son 200 yıldır batılı değerler üzerinden kadim toplumu dönüştürücü bir sosyolojiyi benimseyip kurumsallaştırmaya çalışan anlayışla, bu coğrafyayı bize vatan kılan duruşun ve inancın, vahye iman edenlerin

TOPLUMSAL CEHALET

Bu milleti tarih sahnesinden silecek en büyük tehlike insanların bireysel cehaletinin yaygınlaşarak toplumun ve kurumların 45


cehaletine dönüşmesi, sonunda da bu cehaletin mevzuata girerek kurumsallaşmasıdır. Cehaletin düşmanı olan meşru bilgi ve ilmin hangi kaynaktan beslendiği ise en önemli meseledir. 1400 yıldır Kuran ve Sünnet'ten beslenen, hayatını , kurumlarını , nizamını Kuran ve Sünnet'e göre ihya ve inşa eden ümmet ve milletimizin tarih boyunca yaşadığı iniş ve çıkışlar dikkate alındığında bugün içine düştüğü bunalımlar, sıkıntılar, ister bireysel, ister ailevi, toplumsal ve kurumsal olsun bunların hepsi tek tek analiz edildiğinde sorunların temelinde ana kaynaktan uzaklaşmanın, onu hayatımızın dışına çıkarmaktan kaynaklanan sorunlar olduğu görülecektir. “Modern” bilgiyi ortaya koyup ihraç eden batı aklı, kaynak olarak merkeze insan aklını alarak yaptığı bir hayati tercih üzerinden inşaa ettiği pozitivist kurumsal bir sistem ile yoluna devam ederken tüm dünyayı kapitalist bir dönüşüm içine sokarak düzenini, refahını, garanti altına almak istemektedir. Batı dışı toplumlar ise bu oyunun figüranlarıdır adeta. Bilginin kaynağı olarak sadece kendi aklını esas alarak evrensellik iddiasıyla pazarlayan ve vahye savaş açan pozitivist bir sistem ile aklı kullanarak vahyin ve peygamberinin rehberliğinde hareket eden bir sistem arasında çekişme kaçınılmazdır. Ve dünya tarihi , özellikle coğrafyamızın tarihi bunun üzerinden yeniden ve yeniden oluşmakta, tekerrür etmektedir. Bize çok yabancı bir dünyanın içinden, o dünyanın sorunlarından hareketle sorunları çözmeyle ilgili geliştirdikleri metotlardan ve bilgi kaynaklarından hareketle kendi toplumumuzun sorunlarını anlama, analiz etme çareler üretme, çözüm bulma gibi eylemleri gerçekleştirmek mümkün müdür ? Başka bir dünyanın insanı üzerinden kendi dünyamızı ve insanımızı nasıl analiz edebilir, sorunlarına çareler geliştirebiliriz? Bu müslüman toplumlar için sadece ve sadece bir yıkımdır. Batı ile mutlak bir işbirliği ve teslimiyet içinde olup da müreffeh, zengin bir müslüman nizam, toplum ve devlet gösterebilir misiniz? Bu eşyanın tabiatına aykırı bir haldir. Sadece kendi toplumunun değerlerine yabancılaşarak düşmanlaşmış, halkını adeta bir sürü olarak gören işbirlikçi mutlu bir azınlıkla karşılaşabiliriz ancak. Tarih ve günümüz bunun nice misalleriyle dolu. Peki bu hakikatten hareketle asıl konumuz olan aile ve şehre döndüğümüzde neyle karşılaşıyoruz? Neyi doğru neyi yanlış yapıyoruz? Bugün bizler tercihlerimizden, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızda dolayı mesul olduğumuza sayı//62// eylül

46

inanıyorsak eğer bir umudumuz olabilir. Şehri, her şeye rağmen ayakta tutacak olan bu yürektir. Toplumun en temel taşı olan aileye, sokağa, mahalleye ve nihayette şehre rengini verecek olan , birlik olmanın gücünü hissettirecek olan bu yürektir. Bu yürek karşılık beklemeden ben de varım diyebilecek insanın yüreğidir. Kim nerede ne yapabilirse. Bir işçi, bir esnaf ,bir tüccar, bir çiftçi, bir memur, bir öğretmen, bir mimar/mühendis, bir müteahhit, bir yönetici olarak ne yapabilirim? Bu soruya herkesin verecek bir cevabı olmalı. Ve bu cevap ahlaklı, edepli, vicdanlı, diğergam, fedakarane bir cevap olabilmeli. O zaman bir umudumuz olabilir. Şüphesiz Baki olan yüce Rabbimizdir. Sonuçta her şey aşağıdaki Hadis-i Şerif'te olduğu gibi zeval bulacaktır.Enes b. Malik anlatıyor: “Rasûlullah (sav)’ın Adba isminde (seferde, yarışta) geçilemeyen dişi bir binek devesi vardı. Bir ara genç yük devesi üstünde bir bedevi geldi ve (yapılan koşuda bedevinin devesi) Adba’yı geçti. Bu durum Müslümanlara ağır geldi. ‘Adba yenildi!’ dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle dedi: ‘Dünyada yükselttiği her şeyi geri indirmek Allah’ın bir kanunudur!’” (Buhari, Rikak, 38) SONUÇ

İnsanlar ve toplumlar, üzerinde ittifak ettikleri maddi ve manevi değerler üzerinden belirledikleri arz ve talepler ile hayatlarını , şehirlerini ve geleceklerini inşaa edebilirler. Toplumsal duruş ve talepler karşısında meşru arzı belirleyip gerektiğinde sınırlarken “arz”ı biçimlendirme tarzınız ortaya çıkar ve bu sonuç sizin medeniyetinizi teşkil eder. Kapitalizm ise her zaman meşru yöntemleri kullanmayı sevmez ve tüketim için sürekli arz ile talebi kışkırtarak sistemini her şekilde ayakta tutmak ister. Bunun için gerekirse savaş çıkarır ya da toplumları satın aldığı medya, siyasetçi, işadamı, bürokrat ve yöneticiler üzerinden yönlendirmek ister. Bu batı, köleliği en insafsız haliyle vahşice tatbik eden ve uygarlığını, şehirlerini bu kan ve göz yaşı üzerine inşaa eden batıdır. Onun için diyebiliriz ki batı, Batı’dan bir önce kurtarılmalıdır. Aile üzerinden önereceğimiz örnek bir şehir, toplum ve medeniyet tecrübemiz ve modelimiz varken, batının çıkmaz sokağında aileyi ve şehri kaybetmek en büyük felaketimiz olacaktır. Aileyi kendi toplumumuzda güçlendirirken onu aynı zamanda örnek bir model olarak bunalımlı toplumlara bir umut olarak sunmak bizim kadim vazifemizdir.


YOLA VE YOLLARA DAİR Siz hiç akşam saatlerinde Niğde’den Bor’a doğru giden yoldan geçtiniz mi? Güneş bin bir türlü cilveyle batarken sanki ateşten bir denizin içine doğru düşmüş gibi olursunuz. Dünya bir tarladır ve güneş ekininde alevden başaklar derilir. Mehmet BAŞ

ağ yüzlü bir akşamın koynundayım. İçimde firari gülüşüyle yoluma çıkan zambakların hüznü. Ruhum kıblesini arayan bir sükûtun içinde kanat çırpıyor. Gece nemli bir mendile gözyaşını silmekte. Hüznümün tetiğine basan yalnızlık geceye bir mermi gibi öylece düşüyor. Topraktan gelip yine toprağa düşerken dünya patikalarında dolaştığım vakitler dökülüyor satırlarıma. Henüz asfalt atılmamış bir köy yolunda 68 model bir bmc ile giderken kamyonun arkasından yükselen toz bulutları gibi dağılıyorum. Etrafımda iğde ağaçları saçları dağılmış kadınlar gibi duruyor. Sonra bir çeşme başına düşüyor hayal bulutları. Orada bir kız saçlarını tarıyor. Sonra uyanıyorum gece yarılarında. Şimdi gözlerim uyurgezer bir çocuğun anılarında. Kederin bir ip gibi eğrildiği kirmenler gibi dönüyor dünya. Kalbimin çıkrığında ip eğiriyor yazmalı kadınlar. Akşam çan sesleri arasından kuzusunu seçmeye çalışan koyunlar gibi meliyorum. Elimde ferhatın kazması. Bir rüyanın uğruna dağları deliyorum. Siz hiç akşam saatlerinde Niğde’den Bor’a doğru giden yoldan geçtiniz mi? Güneş bin bir türlü cilveyle batarken sanki ateşten bir denizin içine doğru düşmüş gibi olursunuz. Dünya bir tarladır ve güneş ekininde alevden başaklar derilir. Artık gurbete giden bir otobüsün içinde içe doğru akan iki damla gözyaşıdır dünya.

Urfa’dan Harran’a giden eski bir minibüsdeyim. Minibüsün içinde hareketli Arapça bir türkünün sesi yükseliyor. Sonra “yaba yaba” diye başlayan bir uzun hava “işlon işlon” diye hızlanıyor. Kadınların yüzünde ve ellerinde değişik figürlerde dövmeler göze çarpıyor. Uzakta Tek Tek dağlarının üstünde açan peygamber çiçeklerini düşünüyorum. Urfa dağlarında yavrusunu arayan ceylanların kederiyle. Erzurum’da Dumlu'nun üstünde esen rüzgârları şahit göstererek başlıyorum konuşmaya. O gün Yolgeçti Köyü'nün üstünde dolaşan bulutlar gibi kıpır kıpırdı yüreğim. Fırat'ın doğduğu bu yerde bir nehir içimde kıvrıla kıvrıla akıyordu. Sonra Erzurum'a düştü yolum. "Hani yaylam hani senin ezelin.Yaz gelende döktü mü ola bağlar gazelin." Antep'ten Nizip'e doğru akıyor yolum. Dağlar tepeler kıpkırmızı. Fıstık bahçelerinden zeytinliklere her taraf ağaçlarla dolu. Fırat’ın çocukları suyun ilmeğiyle bağlamışlar toprağı birbirine. Güneş bir anne gibi örmüş hafifçe yükselen çiçeklerin saçlarını. Halfeti'de açan siyah güllere selam edip öylece geçerken... Şimdi Urfa çarşılarında dolaşıyorum. Önümde sayısız yıldızlarla. Biber ve salça satan dükkanların önünden geçerken düşünüyorum. Buranın insanı acı ile gülüyor. Acının en tatlı olduğu yer burası olsa gerek. Aklıma ateşe atılan Hz. İbrahim geliyor. Ateşi gül bahçelerine çeviren Allah'a hamd ediyorum. Diyarbakır'dayım. Ali Paşa Mahallesi'nde Mimar Sinan’ın yaptığı bir caminin önünde Bingöllü amcalarla çay içiyoruz. Dicle nehrinin nazlı nazlı akışına karışıyor akşam güneşi. Surların etrafında tarihin görgemli izi düşüyor şehrin üstüne. Diyarbakır siyah taşların şehri. Ulu Cami avlusunda binlerce yılın izdüşümleri. Şimdi güneş bu avludaki güneş saatinde yavaşça siliniyor. Mustafakemalpaşa eski adıyla Kırmasti'deyim. İçimde köpüren bir deniz var. Hastaneye doğru çıkan yokuşun hemen sağında elim bir ateşe değiyor. Kilitli bir kapının önündeyim ve elimde yanlış kilitlerle bekliyorum . Günlerin sepetine atılan yaşanmışlıklar hesap gününü çağırıyor. Kapılar açıldığındaysa bekleyenler çoktan gitmiş olacak. Sahi siz Okçu tepesinin üstünde sere serpe uzanan kız siluetini hiç gördünüz mü? Dağın ufuk çizgisiyle birleştiği yerde öylece uzanmış bir kız. Saçlarını geriye atmış ve yüzyıllardır orda öylece duruyor. Kim bilir kaç hayal bulutu yağmur olup yağmış üstüne. Yollar ve yola dair sözler seyirlik dünyanın teraslarında akıp gidiyor. Geriye söylenmemiş sözlerin darası kalıyor. Adana'nın yağmurları gibi yağıyor üstüme hüzün. İpince ve sırılsıklam.. İnsan en çok susarken konuşuyor ve konuşurken susuyor. Kırılmış bir kalbin ayak izlerine karışıyor akşamın seli. Hüzün bir Bursa bıçağı gibi değiyor gecenin kalbine. Ve sen ince bir depresyona tutulmuş kararsız caddelerde sessizce yürürken sana ait olmayan bir anlamı sana yükleyen bir kalp, güneşin altında eriyip gidiyor. Geçmez denilen saatler çoktan tükenirken kum saati tersine dönüyor. Yitik bir güneşin altında, bulutsuz günlerin ve yağmursuz şafakların terazisinde öylece tartılırken. 47


FARABÎ MÜZE EVİ

“EBU NASR EL-FARABÎ MÜZE EVİ”

*"İnsanlığın ikinci öğretmeni" ve "Doğu'nun Aristo'su" olarak tanınan Farabi adına İstanbul'da açılan müzede Farabi’nin kaynaklarda bilinen resimlerinden yola çıkılarak üç boyutlu slikon heykelleri yapıldı . Farabi’nin “Erdemli Şehir” fikrini oluşturan esasların anlatıldığı görsel duvar panoları hazırlandı. Salih DOĞAN*

ürk Dünyası Belgesel Film Festivali kapsamında, Kazakistan Almatı’da bulunan festival paydaşımız Al Farabi Kazak Milli Üniversitesini ziyaretimizde üniversitenin 7 müzesinden en önemlisi olan Farabi Müzesini gezerken ortaya çıkan bir fikrimi bize ziyarette refakat eden Rektör Yardımcısı Mehmet Arslan beye ilettim. İstanbul’da Topkapı Türk Dünyasında bir “Farabi Müze Ev” oluşturalım, tıpkı büyük mutasavvuf Hoca Ahmet Yesevi için Türkistan’da bulunan Ahmet Yesevi Üniversityesi ile ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz Hoca Ahmet Yesevi Otağ Müzesi gibi deyince konuyu rektör Galimkair Mutanov’a iletmiş ertesi gün bizi toplantıya davet edip konuyu benden dinlemek istediğini söylemiş; bir araya geldik Yesevi Otağından bahsettim ve buradaki müzelerin obje ve envanter desteği ile Topkapı Türk Dünyasında Farabi Üniversitesi ile birlikte bir Farabi müze evi yapabileceğimiz anlattım. Rektör bey heyecanlandı adeta gözleri parladı, hemen başlayalım bize ne düşüyorsa biz hazırız dedi… İBB Kültür A.Ş’de Rıdvan beyle başlayan süreç Kemal Kaptaner ile devam etti birlikte Farabi Üniversitesinin davetlisi olarak Almatı’ya Üniversiteye ve müzelere bir inceleme gezisi gerçekleştirdik. Sonra Türkistan eyaletinde Farabi’nin doğduğu tarihi Otrar şehrine, Farab köyüne gidip oradaki Farabi Müzesini gezip incelemelerde bulunduk. Yaklaşık iki yılda 3 Genel Müdür gören projeyi Kemal beyle birlikte tamamladık. Lakin Ünlü filozof, bilim insanı ve düşünür Ebu Nasr Muhammed ibn Muhammed İbn Tarhan İbn Uzluğ El Farabi et Turki'nin (870) doğumunun 1150. yıldönümüne ithafen tamamlanan Türk Dünyası Kültür Mahallesi'ndeki müze evin açılışı Ağustos ayı başında Serdal Beye nasip oldu. Açılış töreni İBB Genel Sekreter Yardımcısı Şengül Altan Arslan, El Farabi Kazak Milli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Galim Mutanov, İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mahmut Ak ,TÜRKSOY Genel Sekreteri Düsen Kaseinov, Türk Dünyası Kardeş Cumhuriyetlerin diplomatik temsilcileri ve STK yöneticilerinin katılımı ile gerçekleşti.

*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü

sayı//62// eylül

48

Ebu Nasr El-Farabinin antik şehir Otaradan başlayıp Şam’da sona eren ilim ve felsefi yaklaşımlar konusunda sınırları aşan bilgelik


yolculuğunun anlatıldığı müzede onun insanlık tarihine yapmış olduğu çalışmalar ,kitaplar, keşifleri katkıları anlatmak gelecek kuşaklara aktarmak konusunda katkı koymak amacını taşıdık. "İnsanlığın ikinci öğretmeni" ve "Doğu'nun Aristo'su" olarak tanınan Farabi adına İstanbul'da açılan müzede Farabi’nin kaynaklarda bilinen resimlerinden yola çıkılarak üç boyutlu slikon heykelleri yapıldı . Farabi’nin “Erdemli Şehir” fikrini oluşturan esasların anlatıldığı görsel duvar panoları hazırlandı. Liderlerde bulunması gereken özellikler, musiki çalışmaları keşifleri, Kitabı Musika El Kebir, Kahire ve Süleymaniye kütüphanelerden alınmış el yazmalarının kopya kitap maketleri vitrin içi sergilemelerle ziyaretçiye sunulmaktadır. Çok yönlü bir aydın olan Farabi'nin Müslümanların kültürel birikiminin yanı sıra, Batı’daki aydınlanma sürecinin de mimarlarından biri olarak, Avrupa Rönesans düşüncesine de büyük katkılar yaptığı bilinmektedir. Bugun burada Ebu Nasr El-Farabi Evi içerisinde bulundurduğu El Farabi'nin yaşam ve çalışmalarından oluşan resim, minyatür, heykel, el yazısı, kitapların yanı sıra, düşünürün doğduğu ve şimdiki Kazakistan'ın sınırları içerisinde bulunan tarihi Otrar bölgesinin o dönemdeki yaşantısından örneklerle gelecek nesillere büyük Türk bilim insanı Ebu Nasr El Farabi'yi tanıtmaya ve örnek almak noktasında katkı sağlayacağından hiç şüphemiz yoktur.

Müze evin koleksiyonlarını oluşturacak Kazakistan’daki müzelerden seçilen objelerin yasal prosedürlerinin tamamlanıp İstanbul’a getirilmesiyle “Ebu Nasr El Farabi Müze Evi” gerçek kimliğine kavuşacaktır. Koleksiyonların bir an önce getirilmesi için proje ortağımız Al Farabi Kazak Milli Üniversitesi ile görüşmeleri sürdürüyoruz. Çok yönlü çalışmalarıyla modern bilime ışık tutan Farabi'nin ortaya koyduğu bilimsel zenginliğin yaşatılması tanıtılması ve gelecek kuşaklara kültürel miras aktarımı açısından İstanbul’da, Topkapı Türk Dünyası Kültür Mahallesi’nde açılan bu müze evinin çok önemli iki kardeş ülke arasında daimi bir kültür ve tarih köprüsü niteliğinde sürekli gelişerek varlığını sürdürecektir. Türk Dünyası olarak kültürel ve bilimsel tarihi birikimin korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması konusunda önemli bir misyonu yerine getireceği kanaatindeyim… Türk Dünyası ortak kültürel mirasının bilinmesi tanınması yaşatılması ve korunması konusunda bu çeşit işbirlikleri daha da çok geliştirilir ve uzak olmayan bir zamanda inşallah suni sınırlar ortadan kalkar düşüncesiyle çalışmaya devam etmeliyiz.. Gerek Kazak Al Farabi Üniversitesi yönetimi gerekse İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına yöneticilerimiz başta olmak üzere katkısı olan herkese teşekkürlerimi ve minnetlerimi arz ediyorum. FARABİ KİMDİR?

Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzluğ el-Fârâbî et-Türkî (Doğumu 49


Otrar 870- Ölümü Şam 950) İslâm felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk filozofu. Doğumunun 1150 yılı, UNESCO tarafından 2020 yılında dünya genelinde kutlanacak Farabi, şimdiki Kazakistan'ın Otrar kenti sınırlarında olan eski Farab kentinde 870 yılında Farab’a bağlı Vesiç köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Muhammed olup, Otrar kalesinin komutanıydı. İlk eğitimini burada alan ve gençlik yıllarında, Moğol istilasıyla yok olan ve İskenderiye kütüphanesinden sonra dünyanın en fazla kitap ve elyazmalarının bulunduğu Otrar kütüphanesindeki kaynaklardan yararlanan, eğitimini Buhara ve Semerkant'ta devam ettirdikten sonra Bağdat, Kahire, Halep ve Şam'da yaşayan El Farabi, bilimin birçok alanında; matematik, astronomi, dil bilimi, kimya, biyoloji, felsefe, tıp, mantık, sosyoloji, siyaset, hukuk, ahlak ve diğer bilim dallarında insanlığa ışık tutan teoriler ortaya koydu. Farabi'nin bilimin sistemleştirilme ve sınıflandırılma çalışmaları bilim dünyasının gelişimine ve geleceğine yön verdi. Aristo'dan sonra "İnsanlığın ikinci öğretmeni" olarak dünyada üne kavuşmuş Türk bilim insanı Farabi, 20 yıl kaldığı Bağdat’ta dönemin ünlü bilginleri Ebu Bişr Matta bin Yunus’tan Mantık ve Ebu Bekr İbn Sarrac’tan dilbilgisi derslerine katılmış ve eserlerinin büyük bir kısmını burada kaleme almıştır. Daha sonra Harran’a giderek Yuhanna bin Haylan’dan Mantık dersleri almış tekrar Bağdat’a dönmüş ise de burada çıkan kargaşa ve anarşi ortamından rahatsızlık duyarak o zamanki sayı//62// eylül

50

Hamdani emiri Seyfü’d-Devle’nin daveti üzerine Halep’e gitmiştir. Bilim ve sanat düşkünü bu emirin, Şam’ı fethetmesi üzerine onunla birlikte Şam’a gelmiş ve burada rahat bir hayat yaşamaya başlamıştır. Daha sonra kısa bir süreliğine Kahire’ye giden düşünür tekrar Şam’a dönerek 950 yılında, 80 yaşında Şam’da vefat etmiş ve Babüssagir mezarlığına defnedilmiştir. Farabi, Türk İslam düşünürü İslam disiplini içinde yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür. Aristoteles mantığına dayanan usçu bir metafizik oluşturmuştur. Amacı, Aristoteles’i biraz da Plotinosun yardımıyla, İslam diniyle uzlaştırmaktı... Bununla da yetinmemiş, İslam dinini de bilimle uzlaştırmaya çalışmıştır. Önceleri Türkistan’da kadılık yapmış sonra kendini büsbütün felsefeye vermiştir. Anadili olan Türkçe kadar Arapça, Farsça, Süryanice ve Yunanca bilmektedir. Aynı zamanda hekim ve müzisyendir. Yüzden çok kitap yazmış; Aristoteles, Platon, Zenon, Plotinos gibi Yunan düşünürlerini yorumlamış, bunların görüşlerine kendi görüşlerini katmıştır.” (Orhan Hançerlioğlu) Arapça, Farsça, Grekçe ve Latinceyi çok iyi öğrenerek, Aristo ve Eflatun’un eserlerini çevirmiş ve Antik filozofların fikirlerini geliştirerek kendi düşüncelerini üretmiştir. Efsaneye göre 73 dil bildiği söylenen Farabi’nin ana dili olan Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça ,Grekçe ve Latince başta olmak üzere birçok dil bildiği anlaşılmaktadır. “Farabi’nin felsefesi özetle şudur: İslam felsefesine zihinciliği getirmekle kalmamış, bu


felsefenin ilk kez kapılarını açan da kendisi olmuştur. O, metafiziğe mantık yoluyla ulaşmış, İslam diniyle felsefe arasında sıkı bir ilişki kurmuştur.” (Cemil Sena) Aristo’nun fiziği, meteorolojisi, mantığı, vb. üzerine bazı zengin açıklamalar yazmıştır. İslam felsefe geleneğinde, ‘ilk öğretmen’ olarak bilinen Aristoteles’ten sonra ‘İkinci Öğretmen’ (elmuallimü’s-sani) olarak anılır. FARABİ’NİN KİŞİLİĞİ

Ortaçağ Latin Dünyasında Magister Secundus yani Aristo’dan sonra ikinci ve en büyük felsefe öğretmeni olarak bilinen Farabi, şüphesiz ki Türk dünyasının sembol şahsiyeti, İslâm dünyasında felsefi düşüncenin kurucu önderi ve Batı düşüncesinde derin izler bırakan önemli filozoflardan birisidir. Bu büyük Türk bilge ve filozofu İslâm medeniyetinin altın çağının başlarında, İlahiyattan metafiziğe, varlık felsefesinden (Ontoloji) mantığa, ahlâk felsefesinden siyaset felsefesine, fizikten astronomiye, psikolojiden musikiye kadar birçok alanda eserler vermekle kalmamış derin felsefi bilgisiyle antik düşünceyi ortaçağlara ve günümüze taşımıştır. Özellikle Erdemli Kent (el-Medinetü’l-Fâdıla), Medeni Siyaset, (es-Siyasetü’l-Medeniyye) ve Medeniyet Bahisleri, (el-Fusulü’l-Medeni) isimli eserleriyle medeniyet felsefesinin öncü ismi olduğu kadar, modern siyaset biliminin de kurucu figürlerinden birisi olan bu büyük İslam filozofu, Emir Seyfü’d-Devle’nin büyük bir itibar göstererek geniş imkanlar sağlamasına karşılık sade ve mütevazı bir hayat sürmeyi tercih etmiştir. FARABİ’NİN ESERLERİ

Farabinin eserlerinin bibliyografyasını hazırlamış olan Ahmet Ateş 160 civarında eserinin ismini verirken; Müjgan Cumbur, İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu’nun birlikte hazırladıkları Fârâbî Bibliyografyası isimli eserde 180 adet eserinin adı yer almaktadır. Biz, Fârâbî’nin çok bilinen ve kaynaklarda çokça zikri geçen eserlerini buraya kaydediyoruz: .İhsâu'l-Ulûm: Fârâbî • Arâu Ehli’l-Medîneti'l-Fâdıla • Risâle fi'l-Akl veya Makâle fi Maânî'l-Akl • Kitâbü'l-Mille • Tahsilü's-Saâde • Risâle fi't-Tenbîhi ala Sebîli's-Saâde

• Es-Siyâsetu'l-Medeniyye • Kitâbu'l-Mebâdî • Uyûnu'l-Mesâil • Marâtibu'l-Ulûm • Risâle fi ma Yenbağî en Yukaddeme Kable Teallumi'l-Felsefe • Fusûlun Muntezea • Cevâbun li Mesâile Süile Anha • El-Mesâ'ilü'l-Felsefiyye: veya el- Mesailü’lMüteferrika • Felsefetu Eflâtûn • Telhîsu Nevâmîsu Eflâtun • Felsefetü Aristotâlîs • El-Cemu Beyne Re'yeyi'l-Hakîmeyn • Kitâbü’i-l-Hurûf • Es-Simâü't-Tabîî li Aristotâlîs • Risâle fi Mâhiyyeti'n-Nefsi • Et-Tavtie fi'l-Mantık • El-Elfâzü'l-Müsta'mele fi'l-Mantık • Fusûlün Yuhtâcu ileyha fi Sınâati'l-Mantık • Kitâbu'l-Muhtasarı's-Sağîr fî'l-Mantık • İsâğûcî: • Et-Ta'lîk ala İsâğûcî • Risâle fi Tefsîri Kitabi'l-Medhali fi Sınâati'l-Mantık • Kitâbu Katigoryas • Şerhü Kitâbu'l-Makûlât • Kitâbu'l-İbâre • Şerhün li-Kitabi Aristotâlis fi l-İbâre • Kitâbu'l-Kıyâs • Kitâbu'l-Kıyâsi's-Sağîr • Kitâbu'l-Burhân • Kitâbu'l-Cedel • Kitâbu's-Safsata • Muhtasaru'l-Muğâlata • Şerâitu'l-Yakîn • Kitâbu'l-Hitâbe fi'l-Mantık • Risâle fi Kavânîni'ş-Şi'r • Şerhu'l-Müstağlak min Musâdarâti'lMakâleti'l-ûlâ ve'l-Hâ¬mise min Uklîdes • En-Nüket fima Yasıhhu ve ma la Yasıhhu min Ahkâmi'n-Nücûm . • Et-Ta’lîkât • Ed-Deâvi'l-Kalbiyye • Risâletü Zînûn’el-Kebîr • Risâle fi İsbâti'l-Müfârakât • Risâle fi'l-Hala • Risâle fi’l-Vâhidi ve'l-Vahdeti • Kitabü’l-l-Mûsîka'l-Kebîr KAYNAKÇA:

Ahmed Ateş, İlimlerin Sayımı Tercümesi, 23. Müjgan Cumbur, İsmet Binark ve Nejat Sefercioğlu, Farabi Biblioğrafyası, I, 52. Prof.Dr.Bekir Karlığa. Dr.Abdullah Kızılcık

51


olu kırılmış, ağzı dili kurumuş, boynu bükük, aharına/yalağına/ delikli taş teknesine taş, toprak, çer çöp vs. dolmuş, mahzun bir su tulumbası. Hala ayakta ama çoktan ölmüşe benziyor. Vaktiyle beyazlar içinde bir gelin gibiymiş. Şimdi kendisini alacak bir hurdacıyı bekliyor, çaresiz. Ondan başka taliplisi olmaz bundan sonra.

SU TULUMBALARI Her yerde sokak çeşmeleri olmadığından ve dahi şimdiki gibi pet su şişeleri olmadığından tulumbalar biz çocukların imdadına yetişirdi. Oyun oynamaktan dönerken tek başına iken bir elimizle çakkıdık çakkıdık onu kolundan çeker önce elimizi yüzümüzü yıkar diğer elimizle içer “Elhamdulillah” der; demeyi unutanlara hatırlatır, ıslanmış dudaklarımızdan akan suyu kolumuzdan başlar elimizle silerdik. Prof.Dr.Âdem EFE*

*T.C. SDÜniversitesi

sayı//62// eylül

52

Akhisar'da Soğuk Tulumba’dan Efendi Camii’ne doğru giderken yolun solunda yıkılmış bir kerpiç evin önünde gördüm onu dikkatimi çekmişti, biraz gittikten sonra geri dönüp fotoğrafladım. Bu su tulumbasını bu halde görünce doğal olarak hüzünlendim. "Buradan kimler su içmiş, kimler hamd etmiş, kimler kimlere dua etmiştir", dedim. Gelen geçen buradan su içsin, elini yüzünü yıkasın, başını ıslatsın, civarındakiler evine su taşısın, yemek yapsın, çay, kahve pişirsin (sadaka-yı cariye) diye tulumbayı buraya çaktırana Allah gani gani rahmet eylesin. Su tulumbaları çeşme, sebil gibi büyük bir yapı arzetmediğinden olmalı ki kimin çaktırdığı belli değildir. Kimin çaktırdığını elbette bilenler vardır da ben bilmiyorum(dur). Ama tulumba çakmanın zorluğunu az buçuk biliyor hatırlıyorum. Eski sistem tulumba çakarken elde büyük ağırlıklarla borulara “hıhh hıhh” diyerek vura vura çakılırdı. “Hınk deyici” deyimi en çok tulumba çakarken seyreden insanlara uyan bir kullanım olmalıdır, diyorum. Beldede çok sayıda tulumba olduğundan buna mukabil çok sayıda çakıcısı, ustası da olacaktır. Çok usta olmasına karşın ben bunların çoğunun isim ve lakaplarını şimdi unuttum. Ama Nuri Osmaniye Camii'nin karşısında Tulumbacı Amat namı diğer Hocanın Ahmet denilen, pamuk gibi bembeyaz sakalları olan bir amca vardı onu unutmuyorum. Ondan başka Toti Mehmet lakaplı bir usta ile merhum Tulumbacı Kadir (Baran), Salih, Ferhan ve Hüseyin ustalar; Görenezli Mehmet usta ve Dağdereli Mehmet usta gibi birkaç tulumba çakıcıları/ustalar sayılabilir. Şu anda ise bu işi el ve kol gücüyle yapan kişilerden belki de tek ve son temsilci 1950 doğumlu Mehmet Topaç ustadır. 1983 yılından beri bu işi yapmakta olan Topaç ustanın mesleğinde hayli kıdemli ve deneyimli olduğunu söylemek mümkündür. Kol gücüyle arazinin toprak yapısına göre 40 metreye kadar inebiliyormuş Mehmet usta. Ona göre el ile tulumba deliği delmenin en zor kısmı yer altında "germe" denilen sert tabakaya rastlamakmış. Eğer yer altında yüzeye yakın


1-Soğuk tulumba mıntıkasından bir başka su tulumbası. 2- Akhisarda Soğuk tulumbadan Efendi Camiine giderken yolun solunda garip! Tulumba. 1

2

su varsa oranın toprağı yumuşak olup delmesi kolay olurmuş. Çünkü yer altındaki su, yüzeye 30 metre kadar buharını ulaştırıyormuş. Soğuk Tulumba dediğimiz mıntıkadaki ilk tulumbayı 1920'li yılların sonlarında çaktıran Lozan mübadillerinden soy isimleri Kent olan ailenin dedeleri imiş. Allah onlardan razı olsun. Yine yaptığımız araştırmalara göre Akhisar'daki ilk tulumbalardan biri de eski itfaiye binasının olduğu yerde imiş.

kösele contalar kururdu. Tulumbanın köselesi esnekliğini kaybettiğinden emme basma işlevini tam olarak yerine getiremezdi. Bu duruma tulumba suyunu kaçırmış veyahut kurumuş denirdi. Böyle olduğu durumlarda içerisine birkaç sürahi su dökülür derinin yumuşaması sağlanarak tulumbaya su aldırılır ve yeniden su akmaya başlatılırdı. Tam burada kollu tulumbaların nasıl çalıştığını açıklamaya çalışalım. Tulumbanın topunun hareket ettiği bölmeye su dökülerek kol aşağı yukarı hareket ettirilerek kolun bağlı olduğu top (piston) borunun içinde bulunan hava basıncını azaltır. Borunun içinde azalan hava basıncının yerine su dolmaya başlar bu işlem toprak altında bulunan suyun tulumbanın ağzına gelinceye kadar devam eder. Tulumbanın ağzına kadar gelen suyun geri kaçmaması için pistonun altında klepe vardır. Klepenin alt kısımlarında hava kaçağı olmaması için varsa macun yoksa kil çamur sürülür. Tulumbanın pistonunu (topunu) kolu marifeti ile yukarı aşağı hareket ettirdikçe açık ağızlı tulumbadan su akışı olur. Emme basma tulumbada ise piston tulumbanın ağzına bağlı olan hortuma su basma görevi de yaparak suyun daha uzaklara gitmesini sağlar. Bu sistemin çalışabilmesi için soğurma işlemini yapan camış derisinden mamul parçanın hava kaçırmaması lazımdır.

SOĞUK TULUMBA'YA İSMİNİ VEREN SU TULUMBASI

Suyun kültürümüzde çok saygın olmasının en önemli sebeplerinden biri dinimizde insanlara su sağlamanın büyük önem arz etmesidir. Hz. Peygamber’in, “Sadaka’nın en faziletlisi su teminidir.” (Ebû Davûd, “Zekât”, 41: İbn Mâce, “Edeb”,8) hadisi halkın varlıklılarının sarnıçlar, kuyular, çeşmeler, sebiller ve tulumbalar yaptırıp vakfetmesini sağlamıştır. Akhisar'da bu denli çok su tulumbası olmasının hikmeti budur belki de. Akhisar'da çocukluğumda daha ziyade periferideki her evde, müsait olan bağ ve bahçede, taban tarlada ve tapanda ve her sokak başında kısaca insanın olduğu çoğu yerde bu kollu tulumbalardan vardı desem mübalağa yapmış olmam. Mesela bizim Balcıoymağı denen mevkide olan tarlamızda bir adedinden vardı. Suyunu içmekten başka akağına domates, biber, acur, darı ekerdik. Tabii bu tulumba tarlada olup her vakit kullanılmadığından topundaki soğurma işlemini yapmak üzere camış (manda/dombey) derisinden yapılmış

Akhisar'da bildiğim başlıca tulumba markaları Yücel, Çağlayan, Ekler, Pınar ve Özsu’dur. Döküm veya demir olan tulumbaların çoğu kırmızı mavi başlı olurdu. Bunların büyüklüğü 1.5, 2 ve 3 numara olarak belirlenirdi. İlçedekilerin çoğunluğu 2 numara iken 53


suyun bol olduğu yerlerde 3 numaralı olanı kullanılırdı. Tulumbalar daha çok suyu bol ve yüzeye yakın yerlerde olduğundan bizim köy Durasıl'da ve buna benzer dağ köylerinde bu aletler pek görülmezdi. Çınar Mahallesi dediğimiz köyde ise Fatma teyzemlerin evinin içinde bulunan kuyudan su çıkarmaya yarayan bir başka tulumba türü de vardır. Her yerde sokak çeşmeleri olmadığından ve dahi şimdiki gibi pet su şişeleri olmadığından tulumbalar biz çocukların imdadına yetişirdi. Oyun oynamaktan dönerken tek başına iken bir elimizle çakkıdık çakkıdık onu kolundan çeker önce elimizi yüzümüzü yıkar diğer elimizle içer “Elhamdulillah” der; demeyi unutanlara hatırlatır, ıslanmış dudaklarımızdan akan suyu kolumuzdan başlar elimizle silerdik. Bir iki kişi olduğumuzda ise birimiz tulumbayı çeker diğeri suyu kana kana içtikten sonra soğuk köpüklü suyu yüzüne çarça çarpa yıkar çok sıcaklarda da kafasını suyun altına tutup iyice ıslattıktan sonra arkadaşına yer verirdi. Veli dedemlerin yani dayımların evinde büyücek bir erik ve incir ağacı yanı başında bir havuz ve onun önünde üç numara bir tulumba vardı. Dayımın oğulları Yahya ve İlyas Bilgiç ile birlikte koca kapıdan içeri girer koşa koşa tulumbaya su içmeye gelirdik. Böyle durumlarda buraya ilk ulaşan çoğu kez da ilkin “Allah Bir"” diyen tulumbadan suyu ilk içme hakkına sahip olurdu. “Peygamber İki” diyen ikinciliği kapar, arkada kalanlar hiçbir mızıkçılık yapmadan sırasını beklerdi. Su içene "yılan dahi dokunmaz" denir içmekte olana bir şey yapılmazdı. Rahmetli Hüseyin amcamın çok çocuğu var(dı). Bunlardan Ahmet ve Mustafa isminde benden sayı//62// eylül

54

bir yaş aşağı iki yaş yukarı yaşıtlarım ve yürüme engelli rahmetli Veli ağabey vardı. Veli ağabey yürüyemediğinden kardeşlerini yönetirdi. Ben de evlerimiz yan yana olduğundan çoğu zaman onlarla oynar, eğlenirdim. Onlarla bir araya geldiğimizde tulumbadan bir kova su doldurur her birimiz kafamızı suya daldırır kim daha uzun süre kalacak diye sayarak yarış yapardık. Çoğu zaman “ben daha uzun süre kaldım”, “yok sen değil ben daha çok kaldım” misüllü tartışmalar yaşansa da yarışmadan hemen sonra sofraya bol zeytinyağlı, acı biberli domates geldi mi sulh olurduk. Merhum Fethiye halamın çok güzel ekmekleri olurdu. Bizim evde buğday ekildiğinden değirmene götürülür öğütülürdü dolayısıyla kepekli olduğundan olsa gerek annemin yaptığı ekmekler biraz esmer olurken amcam haliyle fakirce olduğundan has un denilen beyaz un kullanılır o yüzden ekmekleri de daha beyaz ve daha kabargın olurdu. Ayrıca kalabalık olduklarından onların sofrasındaki her şey bana çok tatlı gelirdi. Tulumbaların önünde taştan oyma veya mozaikli betondan mamul nispeten küçük, ahar da denilen delikli yalaklar olurdu. Dibindeki delik bir çam kozalağı, kurumuş mısır koçanı veyahut bir ağaç parçasıyla tıkanır burada biriken sudan kumrular ve serçeler su içerler ve yıkanırlar; sokağın kedi ve köpekleri, arılar su içerler. Saman ya da odun yüklü eşekler, tütün tarlası veya zeytin bahçesi yolundaki atlar ise daha ziyade çeşmelerden içerlerdi. Bizim Çamaltı ya da Karahöyük Dağı altındaki tarlaya gidip gelirken at suladığımız iki çeşme vardı. Biri Ragıpbey Mezarlığı’nın önündeki diğeri de Sanayi’den aşağı inerken toz boya işletmesinin önündeki çeşme. Konumuz tulumbalar olduğu için burada çeşmelere girmeyeceğiz.


İçinde domates, biber, patlıcan, fasulye, bamya, darı/mısır dolu bahçeyi; damdaki hayvanları, tütün fide ocaklarını tulumbadan çektiğimiz sularla sulardık. Tütün fide ocaklarını sulamak büyük bir seramoniydi. Bir kişi üstü açılarak sap takılmış 18 kg'lık bir tenekeyi, tulumbayı hızlı hızlı çekerek doldurur, başka bir kişi dolu tenekeyi alır seyirterek ocakların arasında fışkırık denen aletle fideleri sulayan diğer bir kişiye ulaştırırdı. Böylece evin önündeki beş altı sıra olan fide ocakları nispeten çabucak sulanabilirdi. Sabah erkenden fideleri sulama esnasında mahallede tulumba sesleri birbirine karışırdı. Bu sulamanın sonucunda ocakların önündeki soğan, sarımsak ve marulların şımarmış keyfine doyum olmazdı. Yemesi ise daha bir güzel olurdu. Dayıoğlum Yahya ile birlikte bu marul ve soğanları bir marul iki üç soğan olmak üzere üçer dörder adedini bir ipe dizerek bunların sekiz on adedini bir kargıya takmak suretiyle mahalle aralarında satmışlığımız çok olmuştur. Sıcak yaz günlerinde tütün dizme işi bittiyse ikindi çayları ve akşam yemekleri hep birlikte evin önündeki asma çardağının altındaki betonun üzerinde içilir ve yenirdi. Bu çaylara karşı komşumuz Ömer Çavuş, Veli dedem ve Sarı Hacı dayı zaman iştirak ederdi. Annemin ikindi çayları mahallede meşhurdu. Bunu bilenler o vakitte gelir, çayımızdan içerlerdi. Bu çaylar da elbette akşama kadar güneşin altında kızmış verandaya benzer betonun üzerinde içildiğinden burasını, tulumbadan kovaya doldurduğumuz sularla ıslatır, ortalığı bir güzel serinletirdik. Teknolojik gelişmeler sonucu elektrikli su pompaları çıkmış bizim tulumbalara bağlanır olmuştu. Halk dilinde bunlara dinamo deniyordu bu sayede sulama işleri çok kolaylaşmıştı. 7, 8 metre derinlikten su çıkaran tulumba boruları sular çekilmeye başladıkça daha da derinlere indirildi. Buna paralel olarak başlangıçta yüzeyde olan su dinamoları da 6, 7 metre kadar kazılan kuyulara indirildi. Bunlar arızalandığında bu derin ve çökme tehlikesi olan kuyulara inilir, sökülür, takılır, onarılırdı. Kuyu kazma işini mahalleden Emetli Yılı veya Bılıbılı diye anılan İbrahim abi yapardı. Aynı sokaktan Hacı Halil İbrahim Çakar isimli bir komşumuz su dinamosu arızalanınca beline ip bağlayıp aşağıya inerken ipin kopması sonucu rahmetli olmuş(tu). Belli bir müddet sonra dinamolar da daha derinlere inen suları

Soğuk Tulumba'ya ismini veren su tulumbası..

çekip çıkaramaz olduğundan ve buna ilaveten şebeke suyu (kimileri buna terkos suyu diyor) yaygınlaştığından tulumbalar bir bir ölmeye başladı. Doğduğum evdeki tulumba da çoktan ölmüş, yerinden sökülmüş, dinamo çukuru doldurularak üzerine beton dökülmüş. Onun yaptığı işleri uzun zamandan beri ağabeyimin vurdurduğu dalgıç pompa ile asma ağacının altındaki çeşme görüyor. Her şey değişiyor. Herakleitos'un dediği gibi “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir”. Ya da “Her şey akış içindedir.” Bu değişimin sebebi sadece teknolojik gelişmeler değil elbette. İnsanoğlu suyu hor kullanıp, israf ettikçe, ağaçları kesip doğanın dengesini bozdukça yağmurlar azalıyor dolayısıyla sular daha derinlere çekiliyor bu yüzden bildiğimiz tulumbalar çalış(a)maz hale geliyor. Zaman karşı direnemiyor, sonra birer birer yerlerinden sökülüyor, bir kenara atılıyor, hurdacılara satılıyor. Vesselam. Her ne kadar yukarıda su tulumbaların öldüğünü söyledimse de Akhisar'da sokak aralarında, ev ve bahçelerde az sayıda da olsa tulumbaların hâlâ fonksiyonelliğini korumaktan mutlu mesut bir şekilde yerin altından üstüne su çıkarıp canlılara serinlik vermeye, onların hararetini dindirmeye çalıştıklarına şahit oluyorum. Bu da beni sevindiriyor. Teşekkür: Soğuk Tulumba'daki tulumbaların fotoğraflarını çekip bana gönderme lütfunda bulunan ve bazı bilgileri benimle paylaşan Mustafa Kuzucuk arkadaşıma ilk olarak çok teşekkür ederim. İkinci olarak Yahya Bilgiç ile İsmail Kobak hocalara katkılarından ötürü müteşekkirim Soğuk Tulumba Mıntıkasından Bir Başka Su Tulumbası. 55


abam, dört yıl süren uzun askerlik hizmetinden yeni dönmüştü... Güneydoğu’nun bir sınır köyünde oturuyorduk. O günün şartlarına göre, babam köyün en varlıklı adamı sayılırdı.” diye anlatır ailesini Şevket Bulut, “Kefensiz Ölüler” adlı öyküsünde.

TARİHE KAYIT DÜŞEN HİKÂYECİ:

ŞEVKET BULUT Uzun askerlik hayatı Anadolu insanının o yıllarda yaşadığı bir olgudur. Uzun süren savaşlar bitmek bilmez, yıllar yılı... Savaş sonrası yaşanan yokluk ve kıtlık ise Anadolu insanının acı kaderi...

Serdar YAKAR

Uzun askerlik hayatı Anadolu insanının o yıllarda yaşadığı bir olgudur. Uzun süren savaşlar bitmek bilmez, yıllar yılı... Savaş sonrası yaşanan yokluk ve kıtlık ise Anadolu insanının acı kaderi... Yaşanmış olaylardan yola çıkarak yüzü aşkın hikâyesi ile tarihe kayıt düşen Şevket Bulut 31.07.1936’da Kilis’te dünyaya gelir. Baba yurdu Kilis’in Musabeyli bucağı Gülgüman köyü olup çocukluk yılları bu köyde geçer. Babasının ölüm tarihi olan 1946’dan sonra ise vasiyet gereği Kilis’e yerleşirler. “Kefensiz Ölüler”de babanın son sözleridir şunlar: “Köyde durma avrat! Ben çektim, bari çocuklarım çekmesin! Nemiz varsa, sat; şehre göç! Şehrin hamalı, köyün ağasından hatırlıdır. Şehirde olsaydık, başımıza bu işler gelmezdi.” olur... Başa gelenler sadece Bulut ailesinin değil bu ülke insanının acı kaderidir... İdarecilerin zulme varan uygulamaları... Halkın korku ve endişesi ve yok sayılan örf ve ananeler... “Kefensiz Ölüler”de babanın ölüm döşeğinde söylediği sözler bu gerçeğin ilanıdır. “Var, sağlıcakla kal koca dünya! Sana doyamadan gidiyorum... Beni, düşman bu hale getirseydi, bunca zoruma gitmezdi... Ama beni, kendi Devletimin, kendi hükümetimin adamı bu hale soktu... Eyvah ki, buna yanarım...” Onca zulmün tek sebebi bir top bezdir sonuçta. Köylü o bezi ölüsüne kefen yapmak istemekte, Bucak müdürü ise; “Bu bez, bir diriyi donatır... Ölü çıplak olur amma; siperde düşman bekleyen Mehmetçik olmaz...” demektedir. Tıpkı aynı yıllardaki Maraş Belediye başkanı Hasan Sukuti Tükel’in Şeyhadil mezarlığındaki mezartaşlarını kırdırıp kanalizasyon çukurlarını kapattırdığı, bu uygulamaya karşı çıkan Millî Mücadelemizin manevi mimarı Ali Sezai Efendiyi zindana attırdığı gibi... İşte böyle böyle oluşmuş halk ile yönetici arasındaki büyük uçurum... Yıllar yılı onarılmaya çalışılan derin yara... Babanın ölümünden kısa bir süre sonra anne de genç yaşta vefat edince Şevket Bulut iki kardeşi ile birlikte anneanneye sığınır. Daha ilkokul sıralarında çorapçı çıraklığı, gazete

sayı//62// eylül

56


dağıtıcılığı gibi işlerde çalışarak okul harçlığını kazanır. İlkokuldan sonra ise Devlet Yatılı Sınavını kazanarak Adana Yapı Enstitüsünde ve Erzurum Tekniker Okulunda tahsiline devam eder. Daha küçük yaşta hem babasını hem annesini kaybeden Şevket Bulut çok erken bir yaşta, daha ilkokul öğrencisi iken şiir yazmaya başlar. İlk şiiri 1954’de “Genç Kilis” gazetesinde yayınlanır. “Dağların karını erittin Tanrım. Can verip cansızı yürüttün Tanrım. Gökleri kaplayan siyah bulutu; Denizler suyunda arıttın Tanrım.” Dörtlüğüyle başlayan “Gönül Defterim” yazılan bu ilk şiirlerden oluşur ve 1960 yılı Aralık ayında Maraş İş Basımevinde kitaplaşır. Karacaoğlan, Emrah taklidi güzelleme şeklinde yazılan bu şiirler ilk gençlik yıllarının ürünüdür. “Deli gönül nehir olmuş; Taşar gider, taşar gider. Sevdiğinin ardı sıra, Koşar gider, koşar gider... Dumanlanır dağlar başı, Unutur dostu, kardeşi, Geçer Antebi, Maraşı, Yaşar gider, yaşar gider... Gurbette bulur yazını, Sılada arar kızını, Eline alır sazını, Coşar gider, coşar gider...” Bir başka şiirinde ise ustaca kullandığı halk diliyle köyü anlatır: “Sadık dostum sen askere gidince, Ahbaplarla ava gitmek zor oldu. Köyün sürüsünü eller güdünce; Davarları azgın kurtlar yer oldu. Kaçakçılar ağaç kesti ormanda Köy ağası hile etti harmanda. Sıhhiyeci hata yaptı dermanda: Eminenin iki gözü kör oldu. Kırklara karıştı Omarın adı. Dul Hatice yırtığını yamadı Köy hocası Hac’hasan’ın damadı: Kazancının dört başını yer oldu. Dul Döne kendine bir gişi arar. Kör Mahmut işinden ediyor zarar, Bire beşyüz ürün veren tarlalar: Ekilmeyip birer birer bor oldu.

Jandarma İsmail kendini vurmuş. Yavuklun geçen ay birine varmış Emmini öldüren eşkıya Durmuş; “Çabuk gelsin, barışayım” der oldu. “Gönül Defterim”in yayınlandığı tarihin bir yıl öncesinde Erzurum Tekniker Okulundan mezun olmuş olan Şevket Bulut, Maraş Milli Eğitim Müdürlüğünde inşaat teknikeri olarak göreve başlamıştır. “Benim böyle diyar diyar dolanmam / Şu dünyada bir namuslu eş için...” diyen Şevket Bulut, bu tarihten itibaren artık Maraşlıdır. Aradığı eşi Maraş’ta bulmuştur. Kilis bir ferdini kaybetmiştir ama 1974’de kayınbiraderi Basri Özkömeç’i Kilis’ten evlendirecek olan Şevket Bulut geç de olsa eşitliği sağlar. Şevket Bulut’un ilkokul sıralarında başlayan şiir macerası 1970’e kadar devam eder. 1960’da yayınlanan “Gönül Defterim”in arka kapağında üç kitabın daha müjdesi vardır. “Dumanlı Dağlar” adını taşıyacak bir antoloji, “Küçük İtiraf” adıyla “şairin Necip Fazıl tarzında heceyle yazdığı şiirler” ve “Aşka Elveda” adlı bir roman... “Gönül Defterim”de ilanı yapılan bu eserlerin akibeti belirsizdir. Görevi gereği Maraş’ı köy köy gezen Bulut, bu gezileri sırasında Abdurrahim Karakoç, Ahmet Çıtak, Hayati Vasfi Taşyürek, Mustafa Zülkadiroğlu, Hafız Rahmi, Ahmet Cansızgülü, Durdu Yoksul, Mahsuni Şerif, Ulvi Eren, Osman Dağlı gibi meşhur aşıklarla tanışır ve atışmalara eşlik eder. Bulut’un şiirleri artık mahallilikten çıkıp Hareket dergisinde yayınlanacak seviyeye geldiği tarih 1969’lardır. Kitaplaşmak üzere Hareket dergisine gönderdiği şiir dosyası Prof Mehmet Kaplan’dan döner ve bu dönüş Şevket Bulut’u farklı bir yöne kanalize eder. “Şevket Bulut’un Hikâyeleri Üzerine Bir İnceleme” başlığı ile Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde okul bitirme tezi hazırlayan Ahmet Türk, Bulut’un bu konuda kendisine söylediklerini şu şekilde aktarır: “Hareket dergisine basılmak üzere bir kitap taslağı göndermiştim. Prof Mehmet Kaplan Bey’e göndermişler. O da beğenmemiş. Eğer beğenilip de şiir kitabım basılsaydı, belki de o yolda devam ederdim. Kitaptan ses seda çıkmayınca, daha önceleri deneyip de dosyalar arasında sakladığım “Odacı Mehmet Efendi” adlı hikâyemi Hareket dergisine gönderdim. İlgi gördü ve yayınlandı. (1970)” Fikir yönünden 57


en çok Nurettin Topçu ve Necip Fazıl’dan etkilenen Şevket Bulut’un Kilis ve Maraş’ın köy hayatını ve halkını anlatan ilk hikâyeleri “Al Karısı” adı ile 1971’de Hareket Yayınları arasında yayınlanır. Daha sonra diğer kitapları ile birlikte Dergah Yayınları tarafından yeniden yayınlanacak ve Mustafa Kutlu’nun desenleriyle süslenecektir. Bulut, halkın sağduyusuna, aklıselimine ve irfanına güvenerek onu sürekli olarak aydın tipinin karşısına çıkartmaktadır. “Bizim aydınımız armut ağacıyla pelit ağacını karıştıragelmiştir” derken kendisi ile ilgili olarak da şunları söyler: “Biri çıkıp sorabilir: ‘Peki sen aydın değil misin?’ Değilim. Çünkü aydın standartlarına pek uymam. Köy yolundaki pınara eğilir, su içebilirim. Yer sofrasına oturup bulgur aşını yufka ekmekle dürüm yapabilirim. En orjinali iki dakikada halkla diyalog kurar ve onu konuşturabilirim.” İşte bu konuşturmalar Şevket Bulut’ta hikâye olur ve ölümsüzleşir. Basri Özkömeç de tam bu konuyu vurgulayarak “ona bir tek kelime söylemeniz onun bir hikâye yazmasına yeter” demektedir. “Al Karısı”nın ardından “Sarı Arabalar”, “Dilek Çınarı” ve “Kefensiz Ölüler” kitaplaşır. “Oynaş” ile “Kuyruğu Kesilen At” hikâyeleri senaryolaştırılarak sinemaya aktarılır. “Eğitmen Bal Hasan” hikâyesi ise Ahmet Yüzeroğlu tarafından oyunlaştırılarak defalarca sahnelenir. Sonra uzun bir ara.... Yazmaya ve de yayınlamaya verilmiş bir aradır bu. Belki arada bazı kırgınlıklar da etkin rol üstlenmiştir bu ara verişte. Mustafa Kutlu bir yazısında küçük ipuçlarını verir bu kırgınlığın. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde hakkında bir yüksek lisans tezi hazırlamakta olan İbrahim Erşahin’e de açmıştır bu kırgınlıklarını bir nebze de olsa... “12 Eylül 1980 ihtilali, bende büyük etkiler yaptı. Kendi benliğimi, kendi kişiliğimi yeniden değerlendirme imkanı buldum. 19851995 arasında on yıl gibi uzun bir dönem, daktilonun başına oturmadım. Bu durum, bir çeşit geçmişi değerlendiriş ve tefekkür devresi sayı//62// eylül

58

oldu. Şu son birkaç aydır yeniden çalışmaya başladım. Yeni hikâyeler yazıyorum.” “Yeni hikâyeler yazıyorum” dediği zaman 1995’in son günleridir ve bu “yeniden” başlangıçta İbrahim Erşahin’in de katkısı vardır. Her biri onbeş hikâyeden oluşan üç kitap Dolunay Yayınları arasında ard arda gelir. İlki “Sınırdaki Tarla”, ardından “Yıkık Minare” ve “Baharı Göremeyen Çocuklar”. Yaşasaydı hemen ardından “Derin Kuyu” vitrinlerde yer alacaktı. İbrahim Erşahin’in yüksek lisans tezinde yer alan Bulut’un şu sözleri aslında onun vasiyetidir bir bakıma: “Her şeyin başı sevgidir. Çok şükür gönlümün derinliklerindeki insan sevgisi henüz ölmedi. Kendi halimde bir insanım. Topluluk karşısına çıkmaktan hoşlanmam. Politika ve politikacıdan uzak durmağa çalışırım. Nurettin Topçu’nun tabiriyle ‘sessiz ve nümayişsiz olarak’ kendi kozamın içinde, kendi çapımda ipeğimi dokumağa çalışıyorum. Şu ölümlü dünyada vatana, millete yararlı olduysam ne mutlu bana. Malda, servette gözüm yok. ‘Rahmetli iyi insandı, Allah razı olsun!’ temennisi, benim için en büyük servettir.” Onun üslubunu Dede Korkut’a benzeten Şaban Sözbilici’nin de belirttiği gibi; “Şevket Bulut, bilhassa son hikâyeleriyle Türk edebiyatında millî hikâyeciliğin zirvesine ulaşmış bir yazarımızdır. Anadolu insanını yakından tanıması ona güven vermiş ve o da bu güvenden aldığı ilhamla kalemine uzun bir suskunluktan sonra sarılmış; başarısından bir şey kaybetmediğini gösterircesine son hikâyelerini yazmıştır.” Bulut’un 1959’da Maraş Milli Eğitim Müdürlüğünde başlayan memuriyet hayatı 1970’de Maraş Bayındırlık Müdürlüğüne aktarılmış ve 1982’ye kadar, yirmi yılı aşkın süre Maraş köy köy gezilmiş, dolaşılmış, hemen her köyden dostlar kazanılmıştır. 1982’de tayini Sivas’a çıkar. Dört yıllık Sivas macerasının ardından 1986’da emekli olarak Kahramanmaraş’a yerleşir. 17 Eylül 1996’da evli, üç çocuk sahibi, “mutlu bir aile reisi” olarak vefat ettiğinde ardında tamamlanmamış arzu ve istekler bırakmıştı. Edebiyat dünyamız için büyük bir kayıp olan Şevket Bulut’u vefatının 22. yılında bir kez daha rahmetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun.


DİN MEDENİYETTİR! Bu, fıtratın gereğidir. Şansı olanlar İlahi dinlerin şemsiyesi altında hayatlarını sürdürenlerdir. Bu imkanı yakalayamayanlar, kendilerine bir din oluşturmadan edememişlerdir. Muhsin İlyas SUBAŞI

Kuran’da bu şöyle anlatılır: “Şüp-hesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed) Mekke’deki (Kabe)dir. (Ali İmran 3/96) “Biz beyti insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrâhim’in makamını namaz yeri edinin. Biz İbrâhim ve İsmâil’e, ‘Tavaf eden, ibadete kapanan, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik. İbrâhim, ‘Rabbim, burayı emin bir şehir yap! Halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır’ dediğinde -Allah-, ‘Kim inkâr ederse onu kısa bir süre -dünyada- faydalandırır, sonra da cehennem azabına sürüklerim. O ne kötü bir âkıbettir!’ demişti. Bir zamanlar İbrâhim İsmâil ile beraber evin temellerini yükseltirken, ‘Ey rabbimiz, bizden kabul buyur! Şüphesiz sen işitensin, bilensin, de-mişlerdi” (el-Bakara 2/125-127); “Bir zamanlar İbrâhim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiş-tik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut” (el-Hac 22/26); Bakınız, Hıristiyanlığın bir nevi sembolü halindeki Fransa’daki Notre/Dame Katedrali’nin 1163 yılında başlayıp inşaatı 170 yıl sürmüş ve 1334 yılında tamamlanmıştır. Gotik mimarinin en önemli özelliklerini yansıtan bu Katedrali inşa eden irade’nin izleri görüyorsunuz 856 yıl öncesi-ne kadar uzanıyor. Buradan şu sonuca varmak istiyoruz:

lk insan, ilk Peygamber ve ilk Din! İnsanoğlunun var olduğundan buyana hayatın şekillenmesi ve sosyalleşmesinde din belir-leyici olmuştur. Sosyloloji, bunu insanın hayata başlarken yalnızlık duygusunu yenmek için bağ-lanma duygusuna bağlar. Bir anlamda doğrudur, ancak, Yüce Yaratıcımız bunun formatını çok iyi düzenleyip insanoğlunu buna göre yönlendirmiştir. Bizim kaynaklarımızda bu, ‘Kabe’ ile şekil-lenmektedir. Kabe’nin inşa tarihini net olarak bilemiyoruz. Hz. Adem’in yaptığı, arkasından Hz. İbrahim’in ye-niden düzenleyip tamir ettiği bir eser olarak karşımıza çıkıyor.

İnsan varsa, yaratıcısına ulaşma arzusu da vardır. Günümüzün sapkın arayışlarının aksine ilk insan doğal haliyle, İlahi Kuşatma altında varlığını sürdürmüştür. Bunhlar içerisinde Semavi din-lerle şereflenenleri ve kendine inanç oluşturanlarıyla ayırım yapmadan şunu görüyoruz, gerçek medeniyet dinle ortaya çıkmaktadır. İlk kavimlere bakınız, hemen her şeylerini bir inanç etrafında bütünleştirmişlerdir. Bunlar içerisinde Peygamber görmeden yaşayanların bize bıraktıkları mirasları, bunun özetidir. Şanlıur-fa’nın Göbeklitepe’sinde, Gaziantep’in Zaugma’sında, Kayseri’nin Kaniş-Karum’unda, Çorum’un Hattuşaş’ında, Konya’nın Çatalhöyük’ünde ve diğerlerinde merkezi mekan mutlaka bir ibadet yeridir. Bu, fıtratın gereğidir. Şansı olanlar İlahi dinlerin şemsiyesi altında hayatlarını sürdüren-lerdir. Bu imkanı yakalayamayanlar, kendilerine bir din oluşturmadan edememişlerdir. İnsan hayatının sosyalleşmesi ve gelişmesi sonrasında inşa edilen mabetlerin tamamında, hak olsun batıl olsun; dini hüviyeti şekillendiren manevi kurallar geçerlidir. Bu, bize medeniyetin dinden beslendiğinin en belirgin ve kalıcı örneği değil midir? 59


Temmuz 2019 günü, Mehmet Şevket EYGİ Ağabey vefat etti. Allah rahmet eylesin.

MEHMET ŞEVKET EYGİ

AĞABEYİM.. Yeni İstiklal gazetesi 1960-1966 yılları arasında yayına devam etti. Şevket Ağabey, 1967'den itibaren de Bugün gazetesini matbuat alemine çıkardı. Dr. Naif ÖZKUL

Kendisiyle, elli yılı aşkın bir dostluğumuz vardı. Renkli şahsiyetine, İslam davasına ve matbuatına ettiği hizmetlere bire bir şahitlik etme imkanım oldu. Önce kısa bir hayat hikayesini arz etmek isterim: 7 Şubat 1933 tarihinde Zonguldak Ereğlisinde dünyaya geldi. 1940 yılında başladığı Galatasaray Lisesini ilkokul ve lise kısmını tamamladı. 1952,de girdiği kendi ifadesiyle Mülkiye,nin Hariciye (Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi) kısmından 1956'da mezun oldu. Dışişleri Bakanlığında çalışmak üzere girdiği imtihanı kazanmasına rağmen tayini yapılmadı. Salih ÖZCAN'ın bulunduğu, 10 kişilik ekiple İslam Mecmuası'nı çıkardı. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanı muhterem Ömer Nasuhi BİLMEN'in hususi kalem müdürlüğünü yaptı. 1960'te memuriyetten istifa ederek, İstanbul'a geldi. Mahir İZ Hocadan bir mektup alarak Yeni İstiklal gazetesi idaresinin başına getirildi. Bu haftalık mevkute, muhafazakar dindar kesimin tek haftalık gazetesi oldu. Yeni istiklal dışında Babıali'de sadece Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su çıkıyordu. Yeni İstiklal gazetesi 19601966 yılları arasında yayına devam etti. Şevket Ağabey, 1967'den itibaren de Bugün gazetesini matbuat alemine çıkardı. Şevket Ağabeyle münasebetimiz, lise tahsilim yıllarında başladı. 1964-1966 yılları arasında, Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filojisi Bölümünde öğrenci iken, gazetede sekreterlik ve müsahhihlik vazifesi bendenize verildi. Gazetenin hazırlanması ve matbaacılık işlerinde iki yıla yakın bir süre, kendisiyle beraberliğimiz ve ona hizmetimiz nasip oldu. Daha sonra Tıp Fakültesini kazandım ve ayrılmak zorunda kaldım. O yıllarda teknik imkanlar çok mahdut idi. Gazete hazırlığı çok bir zor bir meseleydi. Kurşundan dökülmüş kabartma harfler tek tek dizilir, tashih çıkar tekrar dizilirdi. Klişeler, fotoğrafların banyosu, montaj her biri farklı farklı yerlerde yapılır, Şevket Ağabey oradan oraya koştururdu. Bütün bu işleri, Şevket Ağabey bizzat yürütürdü. Allah yolunda hizmetin verdiği enerjiyle, hiç yorulmadan gayret ederdi. Dizgi makinesinin başında çalışanlara tatlı espriler, latifeler yaparak işleri yetiştirmeye gayret ederdi. O devirde de daha ileri makineler vardı fakat imkanlar elvermiyordu. Zaman zaman şu temennisini duyardım:

sayı//62// eylül

60


"-Keşke elimizde bir renkli ofset olsa, bir rotatif olsa hizmetimiz çok daha ileri giderdi!" Gazete tek başına, bin bir güçlükle hazırlanırdı. Bilgisayar kolaylığı yoktu. Yazıların tashihini bizzat kendisi yapar, bir kısmını da fakire verirdi. Hususi semaverinde; çeşitli memleketlerden Çok özel çaylarla demlediği çayları içer, gece geç saatlere kadar gazeteyi hazırlardık. Birlikte Bursa yolculuğumuz oldu. Emniyetçe hep takip edilirdi. Mükemmel Fransızca bilir ve tercümeler yapardı. Diğer dillerde İslam kültür ve medeniyetiyle alakalı yazıları; parasıyla tercüme ettirir, halkın istifadesine sunardı. Osmanlıcası da mükemmel idi. Çok zarif konuşurdu. Herkese de Osmanlıca öğrenmeyi ve güzel konuşmayı telkin ederdi. Doğu ve batı kültür ve medeniyetini çok iyi tahsil etmiş ve özümsemişti. Fevkalade bilgi ve belgeye sahipti. Sahafları çok dolaşır, eline geçeni kitaplara sarf ederdi. Vefatından bir süre önce kıymetli kitap koleksiyonunu, Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesine bağışladı. Osmanlı dönemi ve tasavvufi hayatı çok iyi bilir, müslümanların geri kalmışlık sebepleri üzerine eğilir, çareler teklif ederdi. Sabataycılık, mezhepsizlik, bid'at hareketleri, dinde reform ve dinler arası diyalog gibi projelere yönelik tenkitleri çok sertti. Haksızlığa ve adaletsizliğe karşı direnmesi ve fikirleri sebebiyle defalarca hapis ve sürgünle karşı karşıya kaldı. Üç ayrı yazıdan dolayı 19841985 yıllarında Şile ve Sağmalcılar cezaevlerinde hapsedildi. Bendeniz ve arkadaşım Dr. Ahmet ALPAY kendisini hapishanede ziyaret etmiştik. Yeni İstiklal gazetesinin yazı kadrosu çok mühim isimleri ihtiva ediyordu. Hatırladığım

kadarıyla; Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL, Nurettin TOPÇU, Eşref Edip, Sezai KARAKOÇ, M. Hamidullah, Nizameddin Nazif TEPEDELENLİOĞLU, Cevat Rifat ATİLHAN gibi güçlü kalemler destek veriyordu. Şair tabip Abdullah Öztemiz HACITAHİROĞLU, Zümrüdüanka mahlasıyla hiciv şiirleri yazardı. Gazetenin tirajı yüksekti. Çok geniş bir kesime ulaşır, okuyuculardan çok sayıda mektup gelirdi. Bu mektutuplardaki; Sayenizde hidayet buldum ve benzeri ifadeler bizleri çok duygıulandırırdı.Müslümanlara hitap eden günlük bir gazete yoktu. Matbuat; maalesef sabatayist, solcu vb. millete yabancı kesimlerin elindeydi. O yıllarda, Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'su ve Şevket Ağabeyin çıkardığı gazeteler millete şuur aşıladı. Devrimizde, belli bir yaşın üzerindeki İslamı şuura sahip siyaset ve dava adamı herkesin üzerinde bu gazetelerin tesiri vardır. Efendim; o devir, İslam karşıtlığını, Marksizm'in esir aldığı sol üniversite gençliğinin sokaklarda anarşi estirdiği bir dönemdi. Sovyetler Birliği; nice Türki cumhuriyetlerin yanında, Macaristan, Çekoslovakya ve Polonya gibi nice memleketi de işgal etmişti. Macaristan'da halk, tankların altında çiğnenmişti. Rusların memleketimiz üzerindeki tarihi emelleri zaten malum idi. Türkiye'de milliyetçi ve muhafazakar halk, bunun endişesi içindeydi. Batı riske karşı bir şeyler yapılmalıydı. Bu tehlikeye karşı; M. Şevket Ağabey; gazete imkanlarıyla halkı büyük camilerimizde, sabah namazlarına davet etti. Bu vesileyle binlerce insana cemaatle namaz aşılandığı gibi, Türkiye'yi işgal etmeyi hayallerinden geçirenlere de sessiz bir güç gösterisi yapılmış oluyordu. 61


Süleymaniye Camii'ndeki buluşma gerçekten muhteşemdi. Bu batılılaşmalarda hiçbir taşkınlık olmuyor, tam bir mü'min vakarı sergileniyordu. Onun kurduğu Bedir Yayınevi, birçok değerli İslam klasiğini neşretti. Özellikle İmam-ı Gazali'nin dört ciltlik İhya-u Ulumiddin adlı eserini yayınlaması çok mühim bir hizmet oldu. Onun idaresindeki Bedir ve Sönmez Neşriyat'ın; devrin en iyi imkanlarıyla ofset baskılı dini neşriyatı piyasaya kazandırılmasının, apayrı bir ehemmiyeti vardır. Çünkü, O zaman çok az dini eser vardı. Mevcutlar da çok kalitesiz baskılara sahipti. Piyasadaki saman kağıdına tab edilmiş Kur,an-ı Kerim mushafını, bir musevinin neşrettiğini söyler, çok üzülürdü. Yine tarihe hizmet bakımından, N.Nazif TEPEDELENLİOĞLU,nun Sultan II. Abdülhamid adlı kitabı gibi eserleri neşretmesi de pek mühimdir. Hadis-i şerifin emrince; gördüğü yanlışlar karşısında, emr-i bi,l-marufıı, hiç çekinmeden güzelce gerçekleştirirdi. Ben o yıllarda bekardım. Bizim eve davet ederdik, gelirdi. Babam onu çok sever o da babama hürmet ederdi. Bizim eve gelmesi ve tavsiyeleriyle, kardeşlerim namaza başladılar. Gençlerle ilgilenir,onlara yumuşak mesajlarla tesir ederdi. Yakın senelerde, Dr. Mustafa SALMASTI ve Dr. Ahmet ÖZDEMİR'in daveti üzere Hayat Vakfı adına bir seminer için davet edildi. Rahatsızlığına rağmen kabul etti. Birlikte gittik. Mekan eski bir tekke idi. Restore edilip vakfın hizmetine verilmişti. Oraya varınca, hiç çekinmeden; Burası bir tekkedir. Buraya ayakkabıyla girilmez. Vakfın şartına uymak gerekir. Burada hiç olmazsa belli aralıklarla diyerek tenbihatta bulundu. sayı//62// eylül

62

Vefatına kadar sürdürdüğü köşe yazılarında da daima İslami hassasiyetle ikazlarına devam etmişti. M. Şevket Ağabey, ehl-i sünnetin kalesi ve savunucusuydu. Derin bir İslami kültüre sahipti. Bunu da sanıyorum, Bedir yayınlarındaki meşguliyeti sayesinde kazanmıştı. Orada neşredilen İmam-ı Gazali, Abdülkadir-i Geylani vb. zatların eserlerinin tertibi, tashihi ve neşri onda ciddi bir birikim meydana getirmişti. Ehl-i sünnet istikametini şiddetle müdafaa ederdi. Mısır,da zuhur eden M. Abduh, Reşid Rıza ve benzerlerinin yaydığı mezhepsizlik ve dinde reformculuk hareketlerine şiddetle karşı çıktı. Mehmed Zahid KOTKU, Mahmud Sami RAMAZANOĞLU ve Musa Efendi Hazretleri'nin görüşlerinden istifade ederdi. Rahmetli Musa Efendi, Sultantepe'deki ahşap konağı bir müddet kendisine tahsis etmişti. Latif bir tabiatı vardı. Bitki ve hayvanları çok severdi. Hatta vefatından önce kedisi hakkında yazdığı vasiyetine hemen herkes muttali olmuştur. Güzel ve sade giyinir, bakımsızlıktan da israftan da hazzetmezdi. Müslümanların güçlü, vasıflı, karakterli ve kaliteli olması için neler yapması gerektiği ile alakalı çözümleri tavsiye ederdi. Her kesimden insanlarla muaşereti oldukça seviyeliydi. muhatapları kendisine saygı duyardı. Tam bir İstanbul beyefendisi idi. Hasılı; Kendisinden çok şey öğrendiğim Mehmet Şevket EYGİ Ağabeyimiz; yeri doldurulmaz bir dava, kültür ve medeniyet insanıydı. Cenab-ı Hak, gayret ve faaliyetlerini sadaka-i cariye namına kesintisiz bir ecirle makbul eylesin. Mekanını cennet eylesin. Amin...


İSTANBUL DEYİNCE.. Gölge birden duruyor. Ben de duruyorum, arkadaşımı bırakmak olmaz. Kaldırıyorum kafamı, kapının üzerinde "Galata Mevlevi hanesi" yazıyor Veli DALBUDAK

uazzam bir sihrin içinde yüzüyorum her sabah ve her akşam. Kutlu bir yolculuk bu. Dava, ekmek davası çünkü. Metropolün trafik yoğunluğu had safhada. En yoğun saatlerde en kalabalık yerlerde olmak zorundayım. Başka yol yok, başka iş yok. Allahtan şair ruhum yetişiyor imdadıma. Güzel bakmayı deniyorum. Güzeli görmeyi deniyorum. Burası İstanbul burada her şey mevcut diyorum. İyilik arayana iyilik, kötülük arayana kötülük. Kalabalığa ve karanlığa küfretmek te mümkün, tarihin derinliklerinden sızan kör kandil ışığını görüp şükretmek te mümkün. Beni tarihin derinliklerine doğru götüren, stres ve trafikten arındığım feribotum, iskeleden yıldızların eşliğinde yavaş yavaş ayrılıyor yine bu akşam...

Yüzyıllardır büyüsü bozulmayan, sırtında Anadolu heybesi, başında Frenk foteri, metropol karmaşasının tam göbeği, ticaretin merkezi Sirkeci'den demir alıyor bu kısa yolculuk için bu büyük gemi. Büyülü bir manzara eşliğinde terkediyorum tarihi yarımadayı. Feribotun arka güvertesinde oturuyorum. Haliç'in, bıçak gibi tam orta yerine saplandığı, ışıklarla süslü bir hilalin karnından çıkıp ilerliyorum ağır ağır. Kartpostallık bir manzara var karşımda. İlerledikçe görüş açım genişliyor. En sağda, uzaktan sadece kubbesi ve üst kısmı göründüğü için mütevazı bir duruşu olan, ama yanına vardığınızda hem genişliği hemde boyu posu ile ihtişamlı bir görüntüye sahip olan Galata Kulesi... Cenevizli'lerin taş üstüne taş koyarak yaptıkları "İsa Kulesi"... Çatısından Hezarfen Ahmet Çelebi kanatlanıyor birden, yarışa giriyor martılarla... Gözüm seyre devam ediyor mutlu mesut, bu eski İstanbul'u. Ediyor etmesine de bir taraftan da hatıralar gözümde canlanıyor. Kuleden yukarıya genellikle müzik aleti satıcılarının sıralandığı dar sokaktan yürüyorum. Bu ihtişamlı kulenin sevimli gölgesi de eşlik ediyor bana. Yürüyoruz birlikte ağır ağır. Gölge birden duruyor. Ben de duruyorum, arkadaşımı bırakmak olmaz. Kaldırıyorum kafamı, kapının üzerinde "Galata Mevlevi hanesi" yazıyor. Dalıyoruz içeriye. Sükûnet bayrak olmuş dalgalanıyor avluda, dışarıdaki hay huya inat. Allahtan ben de sessiz sakin bir adamım. Sabırlı bir sükunet dökülür üzerimden genellikle. Ya gölge, işte ondan pek emin değilim. Mevsim sonbahardı zira. Yere dökülmüş kocaman çınar yapraklarına basmamaya özen gösteriyordum. Ama buna rağmen arada bir çıtırtı duyuluyordu. Siz söyleyin şimdi, haksız mıydım gölgeden şüphelenmekte? Gölgenin çıtırtılarına rağmen kimseyi rahatsız etmeden dış avluyu geçip davetkar gülücükler gönderen gül bahçesine yöneliyoruz. Kırmızı güller ateş gibi yakıyor bizi, sarı güllerle sakinleşiyoruz, beyaz güller soğutuyor yüreğimizi. Gölge, benim ulaşamadığım bahçenin en ücra köşelerindeki en güzel gülleri bile koklamadan geçmiyor. Kıskanmamak elde değil. Uzaktan, neyin insanın içini yakan sesi yükseliyor. Bu defa gölgeden önce ben yöneliyorum o tarafa. O hala güzel güllerle sevişedursun, ben ilacımı buldum. Şeyh Galip'in nefesi konuşturuyor adeta neyi. Anlatıyor aşkı, anlatıyor ateşi, anlatıyor gülü, anlatıyor bülbülü. Galip, gaipten sesleniyor. Ağlıyor ney, ağlıyor şiir, ağlıyor şair ve ağlıyor gölge. Feribot, bir yakadan diğerine, bir şehirden öbürüne, bir ülkeden başka bir ülkeye, bir tarihten bir tarihe, masal kahramanı Zümrüd-ü Anka kuşu gibi ilerlerken, Boğaz'ın dalgalarında alev alev yanan ışıkların renkli gösterisi eşliğinde tamamlıyorum yolculuğumu. İster içe doğru, ister dışa doğru olsun, tüm yolculuklarımın merkezinde bu kutlu şehir, bu güzel şehir... 63


aşadığımız günlerde birçok değerimizin değişimine tanıklık ediyoruz. Öyle ki, evleneceği zamana kadar eşini görmeyen bir nesilden, sokak ortasında, otobüste, metroda, çarşı-pazarda, okulda, parkta nerede olursa olsun fark etmez birbirine "aşkım" hitabı ile yüksek perdeden seslenenleri görmekteyiz. Sevgilim, bir tanem, prensesim, canım, tatlım gibileri de arada bir duyulsa da en çok ‘aşkım’ kelimesi ile aşk kavramının sıradan bir seviyeye düşürülmesi söz konusu.

GÖNLÜNÜZDE

AŞK VARSA..

Birbirleriyle ‘sevgi’ anlamında bir ilişkilerinin kalmadığına inandığım bu insanların çoğunun ‘aşkım’ kelimesini sokaktaki kedi, köpek yavrusuna da söylediğini duyunca bu kanaate vardım diyebilirim.” Erbay KÜCET

Birbirleriyle ‘sevgi’ anlamında bir ilişkilerinin kalmadığına inandığım bu insanların çoğunun ‘aşkım’ kelimesini sokaktaki kedi, köpek yavrusuna da söylediğini duyunca bu kanaate vardım diyebilirim. Bir keresinde arabasının arka koltuğunda gezdirdiği köpeğine ‘aşkım’ diye seslenen bir bayanın ön koltukta oturan kocasına da aynı hitap ile seslendiğine şahitlik etmiştim. İnşallah buradan ‘hayvanları sevmeyelim’ anlamını çıkartmazsınız. Aşk kavramının sadece sevmek veya sevilmek anlamına gelmediğini bilenler bu tür ifadeleri çok ucuz şekilde harcamaz. Dilimiz döndüğünce samimi ortamlarda sohbetlerimizde bu davranışlarla yani ‘aşkım’ diyerek aşk kelimesini basitleştirmiş oluyorsunuz diye tatlı ve nazik uyarılarda bulunuyoruz ama toplumun ekseriyetinde yerli yersiz bu ifade ile hitap edenlerin arttığını da görüyoruz. İnsanoğlunun yaratılışından itibaren en yoğun yaşadığı duygu, edebiyatın da vazgeçilmez temalarından biri olan aşktır. "Yüzü güzel olana kırk günde doyarsın da, gönlü güzel olana kırk yıl doyamazsın" demiş Âşık Veysel. İslâmî literatürde ilahî aşk karşılığı olarak “hakikî aşk”; beşerî olanı için “mecazî aşk” ifadeleri kullanılmıştır. Mutasavvıflar kulun Allah’a duyduğu sevgi ne kadar güçlü olursa olsun yine de O’nu yeterince ve layık olduğu ölçüde sevemeyeceğinden kulun Allah sevgisi de aşk diye adlandırılamaz.” diyerek aşkın sınırlarını çizmişler. Temel olarak kâinatın yaratılışına sebep olarak aşkı/muhabbeti ileri sürmüş, kulun Allah’ı aşk derecesinde sevmesinin gereği üzerinde duran mutasavvıflar, her sevgiye aşk denip denilmeyeceği konusunu tartışarak gayenin

sayı//62// eylül

64


kalp merdiveniyle Allah’a ulaşmak olduğunu ifade etmişler. Allah aşkı ve beşeri aşk birbirini tamamlayıcı iki unsurdur. Aşkın yeterince farkında mıyız? Aşk kelimesini tabirimiz caiz ise ayaklar altına düşürenlerin çürüttüğü kesin. Sadece aşk mı? Sevgi, merhamet, hizmet, vefa gibi çoğu kelimeleri de kullanılamaz hale getirdik. Aşkın kavuşma arzusuyla sürekli yanmak olduğu şuurundaki nesilden bugüne gelince ‘aşk’ kelepir duruma düşmüş gibi. Hz. Mevlana'ya, 'aşk nedir' diye soruyorlar, 'ben ol da bil' diyor. Geçenlerde İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Şahin’le yapılan bir söyleşide çocuklarını ‘Aşkım’, ‘Sevgilim’ diyerek seven ebeveynleri uyararak, “Yeterince sevilmemiş veya ilgi görmemiş olabilirsiniz ama siz gene de çocuklarınıza ‘aşkım’ demeyin, terapiye gidin” dediğini okuyunca kelime ve kavramları yerli yerinde kullanmanın ne kadar önemli olduğunu bir kere daha düşündüm. Toplum dönüştükçe hitaplar da güncellendi. Gerçekten anne ve babalar artık çocuklarına isimleriyle veya ‘kızım, oğlum, yavrum’ gibi ilişkilerini ifade eden sözcükler yerine ‘aşkım, sevgilim’ gibi iki sevgili veya eş arasında geçebilecek sakıncalı davranışlarda bulunuyorlar. Aynı tavanın balıkları misali olduğumuz halde Fethi Gemuhluoğlu ile yolumuz kesişmedi. O’nu tanımadığım, böylesi güzel bir insanın sohbetlerinde bulunamadığım için tanış olanlara gıpta etmişimdir. Fethi ağabeyi tanıyanların yazdıkları ve anlattıkları ve sohbetlerinden anlamaya çalıştım. O, kendisiyle tanışmak

için gelen gençlere “Hiç âşık oldun mu?” diye sorunca kimisi kızarır bozarır, kimisi “ne demek aşk, asla” dermiş, kimi de mahcup bir eda ile “evet” dermiş. Soruya ‘asla’ diyen hatta kızgınlık gösteren gençlere ise “Ben hayatta sevmemiş, gönül adamı olmamış insanı ne yapayım? Bu adam aşka düşman” diyerek sohbetine devam edermiş. Söz buraya gelmişken bir başka aşk adamından hatırlatmazsak olmaz. Muzaffer Özak’ın bir şiirinden ufuk açacak mısralar: Ezelde aşk ile yandım kül oldum Nâr içre nûrlara bandım gül oldum Şevk ile adını andım dil oldum Meydân-ı aşka âşık yanmağa geldim Hû deyip Allah’ım dönmeğe geldim İfade etmeye çalıştığımız gibi ‘aşkım, aşkitom, canım, hayatım, tatlım’ gibi klişe kelimelerle hitap edenler acaba ‘aşk’ın ne olduğundan haberdarlar mı? Sözlüklerde “Bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı sevgi ve bağlılık duyan, vurgun, tutkun kimse” diye tarif edilen aşkın insanın hayatı boyunca tadabileceği en tarifsiz duygu olduğunda hemfikiriz. Bu duygu ne kadar eşsiz ise tarifi de bir o kadar zor oluyor. Söylenen sözler çoğu zaman kifayetsiz kalıyor. Aşkı anlatacak kelime bulamazken, bazen çok sevdiğimiz bir kitabın ya da bir şiirin içinde rastladığımız bir cümlenin hislerimize tercüman olduğunu da biliyoruz. Sözün en fazla sarf edildiği alan olan aşk üzerine söylenmemiş söz yoktur. Söze en güzel manayı aşk verir. Bir cümleyi aşkla yazdığınızda cümlenin ne kadar güzelleştiğini görürsünüz. Gönlünüzde aşk varsa, gözünüzün gördüğü de güzeldir. 65


ğustos ayının gelmesiyle birlikte havalar iyice ısındı. Nem ise zirvede. Hararet habire yükselişte. İnsanların kimyasını bozan bu bunalım haline çözüm üretmenin bir yolu olmalı. Evraka, evraka!.. Buldum, buldum!.. Dondurma!..

İSTANBUL’UN TADIMLIK

EFSANELERİ

Günümüzde dondurmalar; tozlardan oluşan maddelerin makinelerde karıştırılma, kazanda döndürülme ve süte salep katılarak dövülme yöntemiyle üretiliyor. Sabri GÜLTEKİN

Haydi o zaman, önce ferahlatan bu lezzetin yol hikâyesine, sonra da tadına bakalım. NERON’UN BİLMEDEN BULDUĞU ŞEY…

Rivayet odur ki, Roma İmparatorluğu’nun başında Neron (M.S. 54-68) isimli biri varmış. Üvey kardeşini, öz kız kardeşini, annesini, hamile karısını öldüren bu. Aç gözlü, bencil, şehvet düşkünü bu. Roma’yı yaktırıp, sarayın en yüksek balkonundan keman çalarak seyreden yine bu. İşte bu kadar kötülüğün müsebbibi zalim, bilmeden güzel bir şeye de sebep olmuş. Boğazına düşkünlüğüyle de namlı Neron, gladyatör dövüşlerini seyrederken kendisine lezzetli yiyecekler sunan çeşnicibaşlarını ödüllendirirmiş. Çeşnicibaşlarından birisi, bir gün dağın zirvesinden topladığı karları kaba doldurmuş, üzerine bal ve çeşitli meyve parçaları dökerek Neron’a sunmuş. İmparator, o güne kadar hiç tatmadığı bu yiyeceği çok sevmiş. Ertesi gün de köle ordusunu kar toplamaya göndermiş. Karın üzerine bal ve ezilmiş meyve döktürerek, tarihin ilk dondurmasını hazırlatmış. Sözün özü; dondurma ilk olarak Romalılar tarafından keşfedilmiş. DONDURMAYI SÜT İLE İLK DEFA ÇİNLİLER YAPMIŞ

Dondurmayı süt ile yapma fikrini ise Çinliler geliştirmiş. Marco Polo 13. yüzyılda, Çinlilerin buz ve süt karışımını öğrenerek bu metodu Avrupa’ya götürmüş. Herkes tarafından rağbet gören buzlu dondurmalar Fransız ve İtalyan restoranlarının vazgeçilmezleri arasına girmiş.1900’lü yıllarda külahlı dondurmalar sayı//62// eylül

66


piyasaya sürülmeye başlanmış. Başlarda sert yufka şeklinde olan dondurma külahları, zamanla yerini çıtır çıtır külahlara bırakmış ve dondurmalar da bugünkü halini almış. GELENEKÇİLER KAPİTALİSTLERE DİRENİYOR

Günümüzde dondurmalar; tozlardan oluşan maddelerin makinelerde karıştırılma, kazanda döndürülme ve süte salep katılarak dövülme yöntemiyle üretiliyor.

Janjanlı ambalajlarla üretilen fabrikasyon dondurmalar piyasayı kontrol altında tutarken, geleneksel yöntemlerle üretilen dondurmalar kapitalist sermayenin acımasız çarkına direnmeye devam ediyor. Unutmayalım; bakkalı marketlerin, marketleri ise AVM’lerin “ham yaptığı” bir dünyada sürekli evriliyoruz. ALASKA FRİGO İLE FİLM SEYRETMENİN KEYFİ BAŞKAYDI

Neyse biraz nostalji için filmi geriye saralım!.. Bugün sinemalarda film izleme keyfinin olmazsa olmazı; patlamış mısır.

Oysa 1990’lardan önce sinemalarda film izleme keyfinin olmaz olmazı “Alaska Frigo”ydu. Sinemanın ışıklarının sönmesiyle birlikte perdeye dökülen heyecanlı sahnelere, dondurma satıcısının tahta kutusundan çıkararak sunduğu alüminyum folyaya sarılı Alaska Frigo’lar da enfes lezzetiyle eşlik ederdi.

Bu satıcılar daha yakın zamanlara kadar sokak aralarında gezer, dondurmalarını muhafaza ettikleri tahta kutularına bir davulcu edasıyla vurup; “Alaska Frigo, dondurmaaaa” diyerek hane halklarını pencere önlerine dökerlerdi. Tarih oldu gitti be ya!.. FATİH BALTEPE 1956’DAN BERİ LEZZET DURAĞI

Dondurma meselesine girince, Yavuz Selim Caddesi, Müstakimzade Sokak’taki Baltepe’yi es geçmek haksızlık olur. 1956’dan beri lezzetin adresi olan bu geleneksel lezzet durağında 3. kuşaktan Osman beyle hasbihâl ederek biraz nefeslenelim. Sonra da yolumuzu asıl durağımız olan Roma’ya düşürelim. Osman Bekiroğlu, 1930 yılında Çekoslovakya Cumhuriyeti’nin Bratislava şehrinde aile köklerinden gelen geleneksel lezzetleri kardeşi Abdülvahap’la birlikte üretmeye başlar. Mekânlarına isim olarak da, Makedonya’nın Tetova şehrindeki bölgenin ismi olan Baltepe’yi seçerler. Kendilerine has tatlı kültürü ve geleneksel aile lezzetleriyle öne çıkan müesseseleri yoğun talep görür. Balkanlar’da 25 yıl süren başarılı bir işletmeciliğin ardından, Osman Bekiroğlu ve ailesi Türkiye’ye göç eder ve bugünkü Baltepe Pastanesi’ni kurar. 1956’da Kıztaşı’nda başlayan ve sonrasında 67


Fatih Nişanca'da faaliyetlerine devam eden Baltepe Pastanesi, Türk insanının geleneksel Balkan lezzetlerine olan düşkünlüğü sayesinde “İstanbul’un Gizli Efsaneleri”nden biri olur. MÜZELİK GÖRÜNTÜSÜYLE DİKKAT ÇEKEN DONDURMA MAKİNESİ

3. Kuşak torunlar Osman, Talha, Hâlim ve Abdülvahap atalarından kalan geleneksel tarif ve tutkuları müşterilerine hiç bozmadan sunmaya devam ediyor. Katkı maddesinin kullanılmadığı dondurma, Baltepe special (trileçe), tulumba, muhallebi, revani, ekler, profiterol, supengles, keşkül, fırın sütlaç, zerde, tavuk göğsü, kazan dibi gibi tatlar müşterilerin hem gözünü hem de midesini şenlendiriyor. Son zamanlarda revaçta olan trileçe tatlısının isim hakkı ise hâlâ Baltepe’de bulunuyor. Müzelik görüntüsüyle dikkat çeken İtalyan malı 1964 model dondurma makinesi hâlâ tıkır tıkır çalışıyor. Lezzetlerinin gelenekselliği gibi, ticarette de gelenekselliğini devam ettiren müessesede kredi kartı geçmiyor. Dondurmanın kilosu 45 -porsiyonu 10, topu 2.5, profiterolun kilosu 35, Baltepe Special (trileçe) 7, eklerin kilosu 35, tulumba tatlısının kilosu 18 Türk Lirası’ndan satılıyor. Baltepe’den sonra Roma’ya doğru yola çıkıyoruz. ROMA DONDURMACISI’NIN ÖNÜ ARI KOVANI GİBİ!..

Yavuz Selim Yokuşu’nu bir çırpıda inip Fevzi Paşa Caddesi’ndeki ışıkları geçerek Kubbealtı sayı//62// eylül

68

Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın (vakfın kurucusu Türk Dil Bilimci İlhan Ayverdi ve eşi Mimarlık Tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yaşadığı ev) önünden ilerleyerek Hırka-i Şerif Mahallesi, Fevzi Paşa Caddesi, No:189’da bulunan Roma Dondurmacısı’na ulaşıyoruz. Altay Camii ve köşebaşından semaya yükselen ulu çınar buraya manevi bir atmosfer katıyor. Sıcaktan çınarın gölgesine sığınanlar; oturdukları taburelerde ya dondurmalarını iştahla yiyorlar, ya da dondurma sırasında bekleyen ebeveynlerine yer kapma telaşı ile etrafı kesiyorlar. Vakit ikindi. Sıcaklık 35 dereceyi gösteriyor!.. Roma Dondurmacısı’nın önü arı kovanı gibi!.. Tam dondurmayla serinleme havası!.. ROMA VE MARAŞ DONDURMALARININ TADI BAŞKA

Dondurma deyince hemen akla Roma ve Maraş geliyor. Yine rivayet odur ki, Osmanlı saraylarına orkidenin kökünden elde edilen salep satan Maraşlı Osman Ağa bir gün salebi, şeker ve keçi süt karışımı ile kara gömer. Ertesi gün baktığında salebin kıvamındaki sakızımsı oluşumu fark edip, bu eşsiz lezzeti “karsambaç” olarak üretmeye başlar. Bu leziz ürün, üç kuşak sonra “Maraş Dondurması” ismini alarak dünyanın en güzel tatları arasına girer. Salep, keçi sütü ve şeker karışımından oluşan Kahramanmaraş


Dondurması; tahta bir spatula ile saatlerce karıştırılarak, dondurma kıvam aldıktan sonra da sert demir çubuk ile dövülerek, dondurma sakız kıvamına getirilerek elde ediliyor. Bir çengele takılarak döner bıçağıyla kesilerek servis yapılıyor. ESKİDEN HER KÖŞE BAŞINDA BİR ROMA DONDURMACISI VARDI

Roma dondurmasında ise krema kullanılıyor ve makinede karıştırılarak üretiliyor. Maraş dondurması adını Mado’yla sürdürürken, Roma dondurması da hâlâ en iyi lezzetler arasındaki yerini korumaya devam ediyor. Eskiden İstanbul’un her köşe başında bir Roma dondurmacısı vardı. Ayakta kalmayı başarabilen çok azı günümüze ulaşmayı başarabildi. İşte bunlardan birisi de Fatih’teki Roma Dondurmacısı. Tabelası yeni olsa da, bu geleneksel lezzet durağının hikâyesi uzun. Kısaca bahsedelim. Aslen Makedonya göçmeni olan mekân sahipleri yıllar önce Türkiye’ye göç etmiş. Türkiye’deki göçmenlerin çoğu gibi tüm aile bireyleri meslek olarak dondurmacılığı seçmiş. Baba mesleği dondurmacılığa küçük yaşta merak salan Âkif Köklü, okulu bitirir bitirmez mesleği devralmış. Roma, 1977’den beri hem semtin sakinlerine, hem de yakın uzak demeden ziyaretine gelen misafirlere lezzetlerini sunmaya devam ediyor. BURADAKİ LEZZETİN SIRRI USTASINDA GİZLİ…

Cadde üzerinde adım başı bir dondurmacı

olmasına rağmen alışkanlık haline getiren müdavimler buradaki tadı başka yere değişmiyor. Doğup büyüdüğü yerde insanlara hizmet vermenin mutluluğunu yaşayan mekân sahibinin mahdumu Turan ve Ayhan Yoldaş, insanların burayı tercih etmelerine müşteri memnuniyeti ve kaliteden ödün vermemeye bağlıyor. Tabi değişmeyen bu lezzetlerin bir püf noktası daha var; Âkif Köklü’nün elinde yetişen Ayhan ustanın öğrendiği lezzet sırlarını hiç değiştirmeden müşteriye sunması. Roma Dondurmacısı, üzerinden 42 yıl geçmesine rağmen hâlâ küçücük mekânında yaz kış demeden tiryakilerine hizmet vermeye devam ediyor. 7’DEN 70’E HERKESİN UĞRAK NOKTASI Sadesinden tutun sakızlısına, çikolatalısına, karamellisine, çileklisine, limonlusuna, böğürtlenlisine, kavunlusuna, vişnelisine, muzlusuna kadar enva-i çeşit dondurma çeşitleriyle 7’den 70’e herkesin içini serinletiyor.

Tulumba tatlısı farklı lezzetiyle vazgeçilmezler arasındaki yerini korurken; trileçe ve ekleriyle damakları çatlatmaya devam ediyor. Dondurmanın kilogramı 46, porsiyonu 10, 1 topu 2.5, 2 topu 5, kornet 10 Türk Lirası. Tulumba tatlısının kilogramı 18, şekerparenin 25, eklerin 35, profiterolun 35, peynir tatlısının 30, mutluluk topunun 35, trileçenin dilimi 7, sütlü tatlıların tanesi 6, magnolianın tanesi 12, tek pastaların tanesi 12, böğürtlen suyu 2.5 Türk Lirası’ndan satılıyor. 69


udüs, kutlu bir şehirdir… Dinin, gelişme döneminde ikinci büyük merkez görevini görmüştür. Hazret-i İbrahim, Mekke’de Hacer-i Esved’i dikerek etrafına Kâbe’yi örer. Böylece Mekke, kesin olarak Dinin birinci merkezi olur.

KUDÜS’TE YAPILAN KAZI ÇALIŞMALARI Kudüs, Müslümanların elindeyken, günümüzde adım adım İsrail’e terk edilmekte ve bin üç yüz yıldan beri Müslümanların elinde bulunan Kudüs şehri, şimdi esir duruma düşmüş bulunmaktadır. Dr. Şakir DİCLEHAN

Din gelişmesinin ikinci döneminde merkez Kudüs’tür. Hazret-i Musa’dan Hazret-i İsa’ya kadar… Sonra Dinin üçüncü ve sonuncu büyük gelişme döneminde, yani büyük İslam Peygamberi zamanında Mekke, tekrar merkez olur. Böylece dinin gelişme ve tamamlanma döneminde, Mekke’nin merkez olmasıyla başlayan ilerleme, Kudüs’ün merkez oluşuyla sürmüş, sonra yine Mekke’nin merkez olmasıyla son bulmuş, yani gelişme ve bütünlenme dairesi, son uç, uca bitişmek suretiyle kemal haline kavuşmuştur. Mekke, Müslümanların kıblesidir. Kâbe putlarla dolu olduğu bir dönemde kıble ödevini Kudüs görmüştür. Bundan ötürü, Kudüs’ün kutlu oluşu asla inkâr edilemez. Peygamberimiz, Miraç’ta Mekke’den Kudüs’e gitmiş ve yücelikler âlemine oradan yükselmiştir. Bu önemli ve iz bırakan olayın ve hatıranın âbidesi Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s-Sahra’dır. Manevi âlemde orada bütün peygamberlere imamlık ederek namaz kılmış ve kıldırmıştır Peygamberimiz. Kudüs, Müslümanların elindeyken, günümüzde adım adım İsrail’e terk edilmekte ve bin üç yüz yıldan beri Müslümanların elinde bulunan Kudüs şehri, şimdi esir duruma düşmüş bulunmaktadır. Evet, peygamberler şehri, İkinci Kıble şehri, Mescid-i Aksa ve Kubbettü’s-Sahra şehri, Mirac’ın ikinci durağı kutlu Kudüs şehri tutsaktır bugün. Kentin önemi, yalnız dini ve manevi alanda değildir. Aynı zamanda jeopolitik bakımdan da Ortadoğu’nun hâkim tepelerinden biridir Kudüs… Ona hâkim olan Ortadoğu’nun kalbine oturmuş ve en nazik yerden içine doğru girmeye başlamış demektir. ÖCALAN’IN YAKALANMASI VE KAZI ÇALIŞMALARI

Bebek katili Abdullah Öcalan (Apo), 15 Şubat 1999'da Kenya'da yakalanır ve ardından Türk güvenlik birimlerine teslim edilerek Türkiye'ye getirilir. Daha önce Avrupa ülkelerinde dolaştırılan, ancak son anda alınan karara göre sayı//62// eylül

70


Öcalan önce Kenya'ya, buradan da Güney Afrika Cumhuriyeti'ne gönderilecekti. Kenya'da Yunanistan elçilik evinde kalmaya başlaması üzerine gürültü koparak ortalık karışır. Ortalığın daha da gerilmesi ve Yunanistan üst düzey politikacılarının, büyükelçiye Öcalan'ı konuttan çıkarması için kesin emir vermeleri üzerine ikna çabasındaki büyükelçi, bunu uygulamak zorunda kalır. Bu işin perde arkasında Mossad vardır. CİA yetkilisi, dönemin Baş Bakanı Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı, Mit Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı'na, ABD'nin Öcalan'ı Türkiye'ye vereceğini söyler. Ancak bazı şartları vardır. Buna göre operasyon ortak yürütülecek, ülkeye canlı getirilecek, adil olarak yargılanacak ve idam cezası almayacaktır. Bu öneri kabul edilir ve operasyon gerçekleştirilir.

duymaktadır ve hareket noktası da öçtür. Birinci Dünya Savaşı sonundaki Osmanlı yenilgisi, Batılılara Ortadoğu’da tekrar eski çağlardaki yabancı imparatorluklar kurma hayalini uyandırmış ve bunu gerçekleştirmek için, bir yandan dünyanın dört bucağından Yahudi adı altında bir insanları toplamış, Avrupa’nın ve Amerika’nın gücüyle Ortadoğu’nun başına Demokles’in Kılıcı gibi konulmuş ve bu önemli coğrafyanın kalbine oturtulmuştur İsrail Devleti.

Şartlar içinde en önemlisi İsrail, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’ndan bu teslim karşılığında Osmanlı Arşivlerinin kendilerine açılmasını şartını ileri sürmüştür. Daha sonraki zamanlarda Bülent Ecevit: “Bize neden teslim ettiler, bunu pek anlayamadım” şeklinde bir itirafta bulunacaktır.

Hatta Mescid-i Aksa’nın altında bir takım kazılar yapılarak delik deşik edildiğini görmek, hüzün ve elem verici bir durum olduğu gibi Türkiye’nin, geçmişte yapılan antlaşmalar sonucu, kendi mirasına sahip çıkamayışı da, o derece düşündürücü bir politik yalnızlığı yansıtmaktadır.

Çağlar boyunca Osmanlı Devleti egemenliği altında bulunan Kudüs için tarihi kara günler başlamıştır artık. Çok hızlı bir şekilde işe başlayan İsrail bilim adamlarının amacı, Osmanlı arşivlerini tarayarak bu tarihi kentin yer üstü ve yer altındaki değerlerini, arkeolojik çalışmalarla ortaya çıkarmaktır. Avrupa ülkeleri, daha önce Kudüs’ün Müslümanların elinden çıkmasından oldukça memnundular. Onu zapt edenleri, bir nevi kendi akıncıları gibi görmekteydiler. Büyük Ortadoğu Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, dağıldıktan ve battıktan elli yıl sonra emperyalist Avrupa Devletleri, bu bölgeden çekilmeleri üzerine, birden bire ortaya çıkan tablo, yeni hülyalar ve rüyaların konusu olur.

Üstat Sezai Karakoç’un Kudüs’le ilgili çok güzel, anlamlı ve düşündürücü bir şiiri vardır. Burada Ortadoğu’nun tam bir hazin tablosu çizmekte ve şiirin sonunda Müslümanların duygularına tercüman olacak tarzda önemli bazı gerçekleri dillendirmektedir. İşte şiirin son dizelerei…

Günümüzde her devletin, büyük mirasa konmaya ve Osmanlı Devleti’nin yerini almaya çalışması, şaşılacak türden bir düşünce olmasa gerek. Ama asıl bu düşünce ve eylemler içinde İsrail, eski İsrail Devleti’ni diriltmeye çalışmış olma hayali ve olgusunun peşinde koşmasıdır. Bugün İsrail, kalbinde doymaz bir iştihayla kaynayan ideallerini adım adım gerçekleştirme peşinde, fakat kendi ırkının dışındakilere insan muamelesi yapmayacağı kuşkusuzdur. Çünkü İsrail, Müslümanlara büyük bir kin

KAZI ÇALIŞMALARININ SONUÇLARI İki sene önce, bir dernek adına gittiğimiz Kudüs’te çok geniş araştırmalar yapmış ve bu kazılara, gözlerimizle tanıklık etmiştik. Resimlerdeki kazı çalışmaları, internet üzerinden değil, bizzat tarafımızdan çekilmiştir.

Ve Kudüs şehri… İçiyle ve ruhuyla suskun Göklere kaçmış hayaliyle Bir pervane gibi ışığa uçmuş gönlüyle Bir başka âleme göçmüş hakikati Tanrı katına varmış İki elini kavuşturup divana durmuş Hüküm istemiş Yeryüzüne yeryüzü kadısına Hüküm ki: Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir Ve haksız yere insan öldürenin cezası ölüm Ve fitne, arzı fesada verme, daha büyük suç adam öldürmekten Fitne bastırılıncaya kadar savaşın! Yeryüzünden fesat kalkıncaya kadar… 71


ŞEHİR SOHBETLERİ 21

SOKAĞA BAKIŞ Toplumun ürettikleri sokağınkine göre daha küçüktür. Bunun en açık örneği toplumun yargılarını eleştirenlerin bile, kendi yargılarına dayanak olarak sokağı seçmeleridir. Örneklerini sokaktan verirler; sokağı gösterirler; düşüncelerini sokakta üretirler. Sokak ya umacı, ya kurtarıcıdır. Ahmet NARİNOĞLU

öy, Şehir ayrımı toplumu meşgul edegelmiştir. Köy ve şehir arasındaki en bariz fark da sokaktır. Sokak, kasaba, şehirle var oldu. Şehirleri, kasabaları sokak var etti diyebiliriz. Köyde sokak yoktur. Yol var, yol boyu var. Eve ulaşan yol var. Ona da sokak denmez. Köyde sokak olmaz, şehirde olur. O zaman köyün sokak derdi yok, lakin şehirlerin var. Şehirde ev neyse sokakta öyle. İşte şehir sohbetlerine derin bir mevzu açıldı. Sokaklar. Biliriz sokağın imajı bozuk. Sokağı pek sevmeyiz. Menfi şeyleri sokağa yıkarız. Herkesin gözünde sokak kötü. Sokak niye kötü olsun ki ! Sokağa bakışımız sakat. Sokak bizim şehir kültürümüzde “vurun abalıya” gibidir. Hepimizin kabulü şu ki; sokak bir mekteptir. Sokak öğretir, eğitir. Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” öğretisi tam sokağı anlatır/işaret eder. Esasen sokak öylesine zengin ki hepsi dilimizde: Sokak kültürü, sokak hayatı, sokak ekonomisi, sokak dili, sokak adamı, sokak çocuğu, sokak raconu… gibi. Camilere sokaktan varılır. Meydanlara sokaktan ulaşılır. Evler sokağa bakar. Güneş sokaklardan vurur. Rüzgar sokaktan eser evlere konuk olur. Sokak yürümeden meydana varılmaz. Sokak geçilerek gazete, dergi alınır. Sokaktan geçmeden fırına varılmaz, bakkaldan ekmek alınmaz. Sokağın muhatapları var, toplumdan insana değin. Her birinin bakışı, tespitleri var. Temel soru şuna dayanıyor. Sokak mı biz mi başatız? Bunu anlayabilmek için aykırı düşünmelere ihtiyaç var. Biz de aykırı bir sokak tahlili yapalım dedik. SOKAK VE ÇOCUK

Çocuklar sokağı seviyorsa, sakağın suçu ne? Evet, çocuklar sokakta oynarlar. Buna en çok yetişkinler karşı çıkarlar. Belki çocuklar yetişkinleri çocukluk anılarına götürdükleri için karşı çıkıyorlar. Ve de ‘’sokağın bin bir türlü hali var’’ derler. Çocukların sokak diretmeleri deli eder onları. Yaşlılara çocuk gibi demezler mi? Derler. Davranışları, çevreye bakışları, münasebetleri çocuksudur artık. Çocuklar gibi basit ve her şeyin üstesinden gelir özlemektedirler ama onlar kadar önce cıvıl cıvıl değildirler. Yaşlılar çocuk olsalar, en çok yaşlılığı eleştirirlerdi. ‘’Dünyanın sonu geldi, şimdi deve yavrusunun arkasında gidiyor’’ dedikleri zamanı sayı//62// eylül

72


tersine çevirmeyi gayet ustalıkla becerirlerdi. Elinde bir oyuncak olsa çocuk belki sokağa çıkmayacaktır. Evet, evet elinde bir oyuncak yoktur. Ağlamıştır. Annesi canı sıkılgan olduğundan (oda kocasına kızmaktadır, çünkü bu sokağı beğenmemektedir, buradan gitmelerini istemektedir) çocuğun ne dediğini anlamamış veya anlamazlıktan gelmiştir. Oysa çocuk sokakta komşu çocuklarda güzel güzel oyuncaklar görmüştür. Onlardan kendinin de olsun istemektedir. Asıl meramı, bu olduğu halde ağlamaktadır. Oyuncak için ağladığını ifade edememektedir. Ama sürekli ağlamaktadır. İşte çocuk ana ve babasına ağlayışını anlatmadığına üzülerek avazının çıktığı kadar açık pencereden başını sarkıtarak bağırmaktadır. Dayanamayan anne çocuğu evden dışarı yani sokağa atmaktadır. Sevgi, öfke, korku, özlem, umut, dolu bu bağırtı hem isyan, hem de sokağa meydan okuyuştur. Buna cevabı, yalnız betonlar daha da donuklaşarak, ağaçlar bir garip hışırtı çıkararak vermektedirler. Çocuk narası sokağı doldurduktan sonra şimdi sokak sinmiştir. Sokak her insanın göz bebeklerine sinmiştir. Bağıran çocuk belki de sokaktaki gezenlere özlemini duyurarak anne ve babasının kendini anlamadığını, insanların kendini anlamasını istemekte, onlardan kendine bebekler, arabalar, atlar, evler, hayvanlar, uçurtmalar (ama oyuncak) beklemektedir. Böylece çocuk bunlara kavuşarak hayata hazırlanacağını, ilerde doğacak bir boşluğu dolduracağını ilan etmektedir. Ama herkes kendi seyrinde. Çocuk zamanın akışında hiçbir şeyin değişmediğini anlamış ve sokağın tüm insanlarının (tüm sokağın her şeyini demek daha doğru olur) göz bebeklerini sorguya çekmekte ve onlarda anlamsız gözlerle çocuğa bakmaktadır. Demek ki, sokak gelip geçen insanların paylaşamadıkları bir yer. Sokağın önemi nerden geliyor? Sokağa değer biçmek kimin işine yarıyor? Yağmurlar yağıp evlerden ve çevrelerden dolup dökülen artıkları, çamurlaştırarak geçilmez kılan bu yerlerde oynayacak yerleri çocukların elinden almak isteyenler kim? Çocukların yerine onlardan daha değerli kıldıkları araba mezarlıkları yapan, hayat hakkı tanımlayan kim? Anlaşılan sokak toplumun çekişme alanıdır. Toplumlara ve insanların kavgaları daha da sokaklarda

verilecek. Çünkü sokak çocuğun elinden alındıkça kavga gelecek zamana uzayacak. Çocuk hıncını ileride alacak. SOKAK VE TOPLUM

Aslında eleştirel gözle bakıldığında sokağın hali hiçte iç açıcı değil. Acı olanı da çeşitli yaş, düşünce ve anlayışta olan insanı başında taşıması. Sokaktan gelip geçenler, ister çilelerini doldursunlar, ister büyük bir hesaplamayı adımlarıyla yapsınlar, ister neşelerinden dolup taşsınlar ve bunu dışarı vursunlar ne olursa olsun, sokaktan geçenler ayrı dünyaların adamı. Ayrı ev bark, ortam sahipleri de olsalar, kalın ve kaba taşlar veya kirli betonların üzerinde yürürken ortak bir noktayı adeta bağırıyor gibidirler. Sokak kötü. Bunu biraz daha açalım. ‘’Sokağın malı’’ olmak deyimi bunu en iyi şekilde açıklar. Sokağın malı deyimi bence toplumun malı( yani ortak kültürün ve ortak ögelerin) kavramından daha geniştir. Nasıl olur demeyin! Toplumun ürettikleri sokağınkine göre daha küçüktür. Bunun en açık örneği toplumun yargılarını eleştirenlerin bile, kendi yargılarına dayanak olarak sokağı seçmeleridir. Örneklerini sokaktan verirler; sokağı gösterirler; düşüncelerini sokakta üretirler. Sokak ya umacı, ya kurtarıcıdır. Böylece sokak toplumu kucaklamış olmaktadır. Sokakta, yürüyen her insan bir dünya işi hesaplaması yaptığına göre sokak, bir anda, pek çok dünyayı içine almaktadır. Dünyaları, hayalleri, umutları, sokaktan gidip gelmektedir. 73


Adeta mektep olmuştur burası. İnsanla birlikte biraz yargılar edinerek, uzun zaman geçirmiş ve tarihin malı olmuştur. Evet, evet, sokak toplumun malı yerine ‘’tarihin malıdır’’ derse yeridir. SOKAK VE İNSAN

Sokakta yaşanan hatıralar insanları birbirine, hatta geçmişine bağlar. Böylelikle sokak ortak bağ olur. Çocukların o tozpembe dünyasında, umutlarını durmadan büyüttükleri, çocukça hareketleriyle bir anda gömülü olan sokak her hayatın bir devresinde gizli kalmış olmaktadır. Mazisine sığınanlar ya da kaçanlar için sokaklar kurtarıcıdır. Gurbet ellerde ya da uzak yerlerde, ya da dışarılarda hemşerileri biraz daha ısındıran, onları yaklaştıran sokaktır. Tanışmanın yolu sokakta ortak hatıraları olmalarıdır. Onun için sokaklar her an herkesin gönlünde yanıp tutuşan, ısıtan ocağa benzer. Sokaklar yürüyen insana duygu verirler. Sokaktan kimler geçmez ki! İyileri, kötüler. Evler var sokağın etrafında sıra sıra. Düzensizde olabilirler. Bir çocuk pencereden dışarı sarkmış avazının çıktığı kadar bağırıyor olabilir. Arkadaşına bakıyor olabilir. Güneşe özlem duymuşta onu arıyor olabilir. İnsanları kaygısız tasanız dolaşıyor sanarak kendisi de öyle olmak özlemiyle insanları süzüyor olabilir. Sokakta niceleri, her günkü gibi, bir önceki geçtiğini unutarak geçerler. Geçen birinin hali sanki diğerinden farklı mıydı? Farklı olan neydi sokakta? Sokakta farklı olanlar bile seviliyordu. Ayırt edilenler, edilmeyenler hep mozaiğinin renkleri gibi, kumaşın desenleri gibi bütün halinde sokağı tamamlıyor. sayı//62// eylül

74

Tuhaf doğrusu. Sokakta şapşal yürüyenler, hızlı yürüyenler, koşanlar, sağa sola bakanlar, yürürken sürtünenlere “sokağın telaşıdır” derler. Bugünlerde hoş önüne bakan (cep telefonuna bakıyor da ondan) kalmadı ya. Oylardan insanların kötü yürüyüşlerinden birde dar kaldırımlardan, kaldırımlardaki direklerden, eşyalardan, malzemeden, çukurlardan şikayetçiler. Başkalarına suçu atarak buna çok ama çok sinirlenir, dedikodu ederek yinede yürür. SOKAK VE KAHVE

Ha aklıma geldi. Kahvelerde de sokaktan söz edilir. Kahvelerde sokaktan neler söz edilmezdi ki? Kahveler o yüzden sokağa bakar. Sokaklardan yüründükten sonra kahvelere girilir. Bir bakıma kahveler kapalı birer sokaktır. Sokakta olup bitenler küçülmüş yani biçimler kazanmış ve dört duvar arasında varlığını sürdürüyor olmuştur. Kahveler böylece küçük sokaktır. Sokağa tutulmuş bir aynadır. Sokağı adımlayan insan kahveler hakkında pekâlâ söz edebilir. Kahvelerde oturanlar ise, sokağı tanır ve eleştirebilirler. Sokak ve kahve iç içedir. Ev ve sokak arasında böyle kuvvetli bağ (kahveye göre) yoktur. Ev sokağa tamamen açık olsaydı aile, sır, ev özelliği kalmazdı. (Daha doğrusu insan kendi değerlerinden, kendi değerlerinin tahribinden kurtulamazdı.) Ev ve kahve bazen kaynaşmış görünüyor. Buna ailenin sosyal dönüşümü diyebiliriz. Ev ve kahve ortak unsurlar taşısalar bile, ev ile kahve arasında (aralarında) hudut var. Masumluk, gizlilik, haz, insanı olgunlaştıran sevgi birikimi kahvede yoktur. Hoş nazarlar ancak evde çocuğun üzerine çekilir. Ev yapıcıdır.yıkıcıdır.


Sokak kahveye daha yakın olsa da daha acımasız, daha korumasızdır. Evin masum ortamı karşısında kahve insanı sürekli tahrip eder, yozlaştırır. Sokakta insanı yozlaştırır. Tahrip eder bunun yanında sokak ibret aynası gibidir de. O yüzden sokaklar ne kadar tahripkâr olursa olsunlar yozlaşmış, bozulmuş hali ibret sahnesi gibidir. Ama ilerde sokak kahveyi adam edecek. Kahvede baştan sona sokağı işgal edecek.Ev ise kaderini bekleyecek. SOKAK VE GÜRÜLTÜ

Adam sokakta adım adım ilerlerken sokağın sesini duyar. Bir çocuğun avazı, birbirini bastıran ve giderek hiçbiri anlaşılmayan müzik sesleri bunların yanında pek çok insan sesi, araba gürültüleri, eşyalardan çıkartılan sesler, hayvan sesleri. Evler. Evlerden gelen müzik sesleri, ne olduğu anlaşılamayan sesler, başka sesler, sese benzeyen sesler, tabi olmaktan çıkmış, istenen nüansa göre ayarlanan sesler. Bu sesler bir arada sokağın ortasında kopuk orkestradan da öte sesler cümbüşü oluşturuyor. Sokağın kendisi oluyordu. Sokak madem her şeyi kucaklamaya hazırdır. Madem sokak damgasını vuracaktır. Müziğinden tutun her şeyine vurmalıdır. SOKAK VE İMAR

Eskiden şehirlerimiz de kıvrım kıvrım sokaklar olurdu. Coğrafya yani tabiat bozulmadan insan ve hayvan yürüyüşüne uygun kıvrılan taş döşeli, (Arnavut kaldırımları da denirdi) kenarlarından yağmur akan sokaklar. Şimdi sokakları birbirini kesiyor ve dümdüz diye övünüyoruz. Birde rant denilen şehir virüsünün eseri sokaklar var. On metre ileri görünmüyor. Zikzak çiziyorlar. Yokuşlu, inişli, eğri, büğrülü. Tamamen

arabalara teslim edilmiş sokaklar. Kalan ağaçlarda kesildi. Çocuklara oynayacak alanda kalmadı. Boş verin bunları yürüyenlere helal olsun. Sokağa yazık ettik. Yani kültürümüze yani kendimize.Sokağı çiçekler ile süslemeli. Ev pencerelerinden bakonlardan çiçekler sarkmalı. Sokağı bol bol temizlemeli.Sokak sevimlileşmeli. SOKAK VE GENÇLİK

Gençlik sokağa yabancılaşıyor. Genç sokakta vakit geçirmiyor. Sokakta yaşayıp hatıralar bırakmıyor. Hatırasında sokağın izlerine yer etmiyor. Sokakta bakışmıyor, dertleşmiyor, eyleşmiyor, selamlaşmıyor. Eskiden evden okula sokaktan yürüyerek varılırdı. Şimdi servis arabaları bindiriyor, indiriyor. Adımsız sokaktan geçmeler. Samsunda bir şehir aydını anlatmıştı. Çocuklar sokakta yetişmesin diye siteye göç eder. Çocuklar yalnızlaşır, dili, kültürü yozlaşır ve körelir. Gerisin geri eski mahallesine döner. Çocukları sokağa salar. Kimlik kişilik kazandılar, kültürden kopmadılar der. Sokak böyle bir şey. SOKAK VE ANNELER

Anneler sokağı sevmezler, evlatlarımızı bozar diye. Ne çare hayat sokakta. Hayatı sokak öğretiyor çocuklara. Öyle ise anneler sokağa yeniden bakmalı. Şöyle düşünsek nasıl olur? Anne olmazsa ev olmaz. Sokak olmaz ise şehir olmaz. Ev olmadan da şehir olmadığına göre anne ve sokak şehrin vazgeçilmezleri yani temelleri oluyor. Ne yapıp edip anne ile sokağı barıştırmalıyız. Anne sokağı sevmeli. Öte yandan anne sokağa alışırsa ev küser. Annesiz ev yetimhane olur. Çocuk ağlar, baba hüzünlenir. Evin de sokağın da işi zor. Annenin işi daha da zor. Ne çare! Çare annede. 75


iyasetçiler, yönetenler, seçilmişler ve atanmışlar, parlamenterler ve bürokratlar, mevzuatçılar ve icracılar. Çok büyük işler yapmak isterler bazen. Yıllardır süregelen, sıradanlaşmış, tedaviye cevap veremez hale gelmiş hastalıkları tedavi etmeye, çürüyen organı kesip atmaya, yerine yeni bir organ nakletmeye veya en azından yapma organ takmaya karar verirler.

MÜZİK MÜZESİ VE…

Bir Müzik Müzesi var ama yeri yok. Müdürler atanıyor maaşlarını alıyorlar sonra tayinleri çıkıyor ve başka müzelere gidiyorlar. Son müdür bir şeyler yapmakta kararlı. Recep ARSLAN

Herkesin, her üst düzey memurun, amirin, genel müdürün, müsteşarın kişisel hayatlarında değer verdikleri, hassas oldukları alanlar ve konular vardır. Eline fırsat geçtiğinde bu özlemini duyduğu şeyin var olması için çaba harcar. Mustafa İsen Kültür Bakanlığı Müsteşarı iken bir karar vermiş ve uygulatmış. Bir Müzik Müzesi kurulmasını gerçekleştirmiş. Gerekli yasayı, kararı ve uygulamayı resmi olarak gerçekleştirmiş. Enis Batur ile yapılan bir görüşmenin metinlerini okurken aklıma geldi bütün bunlar. Enis Batur anne tarafından sıradan Müslüman ama dini vecibeleri yaşamakla ilgisi olmayan bir aileden geliyormuş. Babası da İstanbullu Kemalist bir ailedenmiş. Ben Yahya Kemali sevmiyorum ki, Türk Sanat Musikisini seveyim diyor. Ben alaturka değilim. Türk insanı değilim demek olduğunu düşünmemiş olmalı. Alaturka, Türk usulü demek. İnsan Türk usulü olmaz. İnsanın hayat tarzı alaturka olur. O adama da Türk denilemez. Alaturka, Türk usulü yaşamayan adam Türk değildir. Batılılaşmaya bir de bu pencereden bakılmalı. Enis Batur o görüşmesinde YKB Yayınlarını yönettiği yıllarda 2000 kitap yayınlandığını, kendisinin ise 80 kadar kitap yazdığını anlatıyor. Bu kadar kitapla haşır-neşir olmuş bir adamın istikamet bulması gerekirdi diye düşünülür. İnsan hala inanmak-inanmamak arasında mütereddit ise kitapların ne işe yaradığını merak etmek gerek. Kitaplar insana istikameti, doğruyu, hakikati veremiyorsa, o kitaplar için kullanılmş ağaçlara yazık olmuş demektir. Enis Batur’un görüşme metinlerinde Türk Musikisi gündeme gelince Mehmet Kamil Berse’nin Şehir ve Kültür Dergisinde Nisan ve Mayıs sayılarında yazdığı, şifahi olarak da

sayı//62// eylül

76


kendisinden dinlediğim macerayı anımsadım. Mustafa İsen’in kurduğu Müzik Müzesinin beşinci müdürü İstanbul’a gelmiş. Dergileri okuduğundan Berse’ye ulaşmış. Hikayeyi anlatmış. Bir Müzik Müzesi var ama yeri yok. Müdürler atanıyor maaşlarını alıyorlar sonra tayinleri çıkıyor ve başka müzelere gidiyorlar. Son müdür bir şeyler yapmakta kararlı. Tayin yazısıyla İstanbul İl Kültür Müdürlüğü’ne geliyor. Yazıyı gösteriyor. Onu Arkeoloji Müzesine gönderiyorlar. Adam oraya gelip müdürle görüşüyor, o da ‘Hoş geldin, aşağıya in, orada bir koli dolusu malzeme var o senin, Şu kişiyi de al o da senin müstahdemin’ diyor. Yeni Müzik Müzesi Müdürü , müzik müzesi olan koliyi ve görevli adamı alıyor almasına da mekan neresi. Mekan yok. Arkeoloji Müzesinin müdürü ile eskiden tanışıyor, ona durumu anlatıyor. Arkeoloji müzesi müdürü halden anlayan adam. Şurada bir masa var. Öğleden sonraları boş oluyor, orayı kullan diyor. Masada bir de telefon ve internet var. Adam büyük lütufa erişmiş olmanın bahtiyarlığıyla sağa sola resmi yazılar yazıp taleplerde bulunmaya başlıyor… Durumla ilgili konuyu baştan beri takip eden Mehmet Kamil Berse’ye soruyorum; Sorumluluğu görev bilen bir bilinçle cevaplıyor,

“Şehir ve Kültür de Aziz Nesin hikayesine benzer bu durum yazılınca..Ülkemin ilgili ve yetkili kişileri konuyu takip ediyorlar, görevlendirme yapılıyor.. Müdürümüzle temasa geçiliyor, ve Gülhane parkında Fuat Sezgin kütüphanesi bitişiğindeki bir alanda Müzik müzesi olarak bir inşaata başlanıyor.. Bugünlerde bitmek üzere… Şehir ve Kültür olarak sorumluluğumuzu yerine getirmenin huzuru içindeyiz, ancak konunun sonuna kadar takipçisi olacağız.. Zira benzer durumlarda yaşananları biliyoruz.. Hani gelin ata binmiş, ya nasip dermiş ya! Ne olur ne olmaz…Netice alınana kadar konuyu irade sahiplerine duyurmakla sorumluluk hissederiz her zaman… “ 3.Kültür Şu’rası yapıldı. Orada da bir Müzik Üniversitesi kurulması fikri kabul edildi. Şimdi ister misiniz o üniversiteye de bir rektör atasınlar. Bina, derslik, hoca, öğrenci nasıl olsa sonradan da olabilir. Müzik diye kullanılan kelimenin aslı Arapça’dır. Musiki şeklinde yazılıyor. Batılılar kelimeyi alıp Music şeklinde yazmışlar. Biz de Batıdan almış onu müzik şeklinde yazıp kullanmışız. Doğrudan Arapçadan alanlar elan musiki diyorlar. Ama onlar tarihin eski sayfalarında kalmış, müzik diyenler ise tarihin güncel sayfalarına geçmişler. 77


YÜRÜK DEĞİRMENİ GİBİ *Yürük değirmenler gibi dönerler Aşkın muhabbbeti dokunur cana Gönül Kâbe’sini tavaf ederler Muhammed’in kösü çalınır bunda Derviş Yunus ider gör noldu bana Elele vermişler Hakk’a giderler Aklını başına devşir divane Muhammed’in kösü çalınır bunda.. Muhsin Duran

unus Emre’nin yukarıdaki ilâhisini Dede Efendinin şehnaz bestesinden, bir de bestekârını bulamadığım hüseynî makamında Ahmet Özhan’ın o buğulu sesinden dinledim. Osmanlının zevki selimini yansıtan her iki beste de eskiden yaya olarak Hac’ca giden hacıları gözümün önünde canlandırdı. Hac mevsimi geldiğinde dünyanın her tarafından hacılar akın akın Kâbe’ye yürüdüklerinde yolculuk macerasıyla gidilen yerin heyecanı doruk noktasına ulaşır. Her hac mevsimi gidemeyenlerse hasret ve hüzünlerini kervanların katarına, kafilelere bir selamla iliştirirler, gönderirler.

sayı//62// eylül

78

Efendimize olan muhabbetlerini ise kısmetse bir sonraki seneye diye zaman zaman rüyalarının yorumlarını da katarak tatlı bir buruklukla gönüllerinde damıtmaya bırakırlar. Kendilerine yol nasip olanlar tevazua bürünerek, cümle ahalinin, cümle mahlukatın selamlarını yüklenirler yola revan olurlar. Hasretlerinin bir kısmı Medine-i Münevvere’de, Ravza-i Mutahhara da sebil olur boşanır. Bir süre gül-i rânâ’nın, bûy-i Muhammedî’nin kokusuyla mest olurlar. Kısa zamanda göz yaşları kurur. Efendimizin yurduna ve hatıralarına daha doyamadan, hasretleri soğumadan, Mekke’ye hareket başlar. Telaşlı koşturmaca biraz tedirgin eder. Ama Kâbe’yi ilk defa görecek olmanın hayal ve heyecanı onları lâhûti ‘alemlerde gezdirir. Yol ve kalabalık zahmetine takılanlar bu hazzı fazla alamazlar. Ama hedefe yani Kâbe’ye, Beytullah’a kilitlenmiş olanlar tekrar selsebil olurlar ancak “lebbeyk lebbeyk….” telbiyeleri onları serinletir. Mikat mahallinden bu yana zaten manevi manyetik alan onları kuşatmıştır. Fakat Kâbe’ye yanaştıkça incizap-cazibe daha da artar. Nihayet heyecan ve merakın doruk noktasında iken Kâbe görünür. Mü’min kul biraz da şaşkındır. Ne yapacağını bilemez. Sözün en keskinini, hürmetin en zirvesini Rabb’ine göstermek ister. İçini yoklar. Bir daha yoklar ve bir daha… Ama Rabb’ine sunmak için istediği hasarsız hürmeti, kulluğu kendisinde bulamaz. O zamana kadar kendisini hazırlıklı zannederdi, heyhat içi bomboş tamtakırdır. Rabb’isinin evinde küçüldükçe küçülür. Bu küçüklük ona artık yetmiştir. Pişmanlığını, perişanlığını, kulluğunu konuşturmanın sırasıdır. Zaten o lâhûti, ilâhi cazibe başlamıştır. Boyunu, posunu, makamını, mevkiini her şeyini, çevresindeki insan selini de unutarak gözyaşları sel olur. Akar, akar, akar. Gerçek bir arınmayla yıkanır. Kendine geldiğinde teselliye ihtiyacını olduğunu hisseder. Hissettiklerini hacı arkadaşlarıyla paylaşmaya çalışır. Heyhât, onların da aynı boyutlarda olduklarını fark eder, teselli bulur. Kâbe, Hz. Adem’in Cennetteki kıblesi olan nurdan sütunun, dünyada duası sonucu tekrar tecelli ettiği bir nokta. Kâbe, kâinat kitabını yazan kalemin mürekkebi Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin Kudret kaleminden düştüğü mürekkep, ilk nokta… Hüsn-ü hattın noktası. İlk hareket o noktayla konuldu. Sonra harfler, kelimeler, cümleler yazıldı, onun mürekkebiyle kitab-ı kebir-i kâinat boyandı.


Onun mürekkebiyle yazılmış bir kitap ortaya çıktı. Büyük kâinat kitabı…

garaz duygularımızı yerle bir eder taşlarız. İsmail gibi canlarımızın yerine kurbanlarımızı keseriz.

Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in Adem’in attığı temelleri bulması ve duvarlarını yükseltmesiyle tekrar hayat bulmuş. Kâbe; Efendimizin ümmetiyle tavafları neticesinde tecelligâh olduğu mananın doruğuna ulaşmış bir mekân. İnsanlığın başlangıç yeri Adem’le Havva’nın buluştukları yer Arafat, Rahmet Tepesi. Bu iki insanın Cennetten Dünyanın ayrı ayrı yerlerine indirilmesiyle başlayan, hasretlerinin yıllar sonra sona erdiği yer. Hayır hayır sona ermediği, insanlık serüveni olarak yeni başladığı bir yer. Sona erse her yıl onca gözyaşı dökülür mü? Sona erse bunca yıldır devam eden ve etmekte olan; şiir, ağıt, türkü, gazel, kaside, hasret sözleri, sohbetleri, insanların âhu eninleri devam eder mi? Kadim kültürümüzün ifadesine göre hepsi de o iki kişinin hasretine telmihan, zımnen söylenegelmektedir. Her yıl hacılar beyaz ihramlarıyla Arafat’a çıktıklarında vakfe zamanı geldiğinde mahşerin provası yapılır. O iki insanın buluşması tecelli eder. İki insanın acizlik, fakirlik, korku, kaygı, kuşkusu; biz nereden geldik, niçin geldik, bu yolculuk nereye, ne olacağım türünden sonsuz sorularının cevabını bugün milyonlarca insan çadırlarında bulmaya çalışıyor. Bu hareketlilik başlamıştır bile. Ama ne hareketlilik? Oğul veren arı kovanı gibi bir vızıltı, bir uğultu, bir hüngürtü arşı inletir. Bu sesler duyulmaz mı, bunlara Rabbim cevap vermez mi? Kur’an-ı Kerim nidaları, kutsal sözler tam da biraz ötede Cebel-i Nur dağında nâzil olduğu gibi dağı taşı inletir.

Hac’cın tavafına sıra gelmiştir. Yüzme bilmeyen birisi gibi okyanusun tam da orta yerinde dönen girdabın içine direriz. İşte Yunus’un; “yürük değirmeni”nin dönen taşı buradadır. Her duanın kabul olduğu yerdir burası. Döner döner döneriz. Un ufak olur, her şeyi unuturuz burada. Burası Mikat sınırından başlayarak oluşan manyetik alanın, dünyayı boşlukta tutan câzibenin tam da merkezidir burası.. Bakar, coşar anlatım gücü en yalın en samimi dilinizi, kullanır ağlamaya doyamazsınız burada. İşte Rabbimiz damlalardan oluşan okyanus misali insanların her sözünü, her düşüncesini duyan ve cevap verecek olan birisidir. Onun için davet etmiştir oralara kadar insanları. Şimdi sıra; Safa-Merve arasında tevekkülün, teslimiyetin zirvesinde bir çocuğuyla çölün ortasına bırakılınca: “İbrahim! Beni buraya kendi isteğin için mi bıraktın?” sorusuna İbrahim’in: “Öyle olur mu Hacer? Rabbim böyle istedi” cevabı karşısında: “Öyleyse ben Rabbimin dediğine razıyım” diyen ihtişamlı bir Hanımefendinin bir güzelin hatıralarını yâd etmeye gelmiştir. Ve Sa’y edilir, tıraş olunarak ihramdan çıkılır.

O gün vahyi taşıyan Efendimiz bugün şu milyonlarca ümmetini görseydi neler hissederdi acaba? Bu seslerle anlatılmak istenen belki de bizin normal zamanlarda söylediğimiz edibane sözlerden daha etkili bir anlatımdır Hak katında. Öğlen ve ikindi namazı birlikte kılınır. Sonra başka bir yolculuk başlar. Efendimiz; “dünya bir yolculuktur” buyurmamış mıdır? Müzdelife’ye gitmek üzere akşamdan çıkılan yolculuk karınca katarını andırı. Çok kısa olan mesafe ancak sabaha kadar tamamlanır. Adete sabır teşbihi çekilir gece boyunca. Müzdelife’de akşam ve sabah namazları birleştirilerek kılınır. Şeytan taşlamak için taşlar toplanır. Mina’da istirahat etmeden cemerâta geçilir ve üç şeytan taşlanır. Bir nev’i kötü huylarımızı, kötü duygularımızı, düşmanlıklarımızı, kin, nefret,

Hacı için Kâbe’ye daha sonra da Efendimize veda anı gelmiştir. Artık ikinci bir hasretin başlangıcıdır. Evinden çıktığında gittiği yerler gurbetti. Şimdi olay tersine dönmüştür. Bir ay boyunca ziyaret ettiği yerlerden ayrılınca artık memleketi öz vatanı gurbet olur ona. Çocukları, eşi, malı, mülkü hepsi gurbettir. Hacının bundan sonraki hayatı gurbette geçecektir. Hacı o kadar yüklü olarak memleketine döner ki; insanlık, merhamet, kadirbilirlilik, şefkat, doğruluk, dürüstlük bundan sonra paylaşacağı değerlerdir artık. Dedem 60 lı yılların sonunda Hac’dan gelince köydeki evimizin ahşap olan kapı ve pencerelerini yeşil boya ile boyatmıştı. Ne demek olduğunu sonradan öğrendim: “Oğlum! Köyümüze bir garip, gureba, aç, susuz, uykusuz bir yolcu gelecek olurda, kalacak yeri olmazsa, bizim yeşil boyalı evimizi gördüğünde “burası bir Hacı evidir. Benim ihtiyaçlarımı bu hane karşılar” diyerek kapımızı çalsın diye boyattım, demişti. Bu irfandaki dedem üstelik okur-yazar bile değildi. Not: bu vesileyle ilahiyi bir daha dinleyin. 79


üt beyazı martıların barınağı, balık kokulu, kurşun kubbeler şehri İstanbul’un güzelliğine gizem katan Prens adalarında efsanevi yaşamların zevk ve sefa ile olması ile birlikte dışı süslü içerisi ise tüm yaşadıkların acısını dindiren sürgün ve işkencelerle dolu yaşamlarda genelde çaresizlikten gözlerin ferlerinin söndüğü adalar olmuştur….!

PRENS

ADALARI Reşat Nuri Güntekin, ve “Ada vapuru yandan çarklı “dizelerinin sahibi Melih Cevdet Anday, ömrünün büyük bir kısmını Büyükada’ da geçirmiş , ebedi istirahatgahı buradadır… Münir BALICA

Akşamları krallığın altın tacını uzun bukleleri üzerine geçiren kişi, ertesi gün, kafası traşlı, bir manastır hücresinin gönülsüz sakini mecburen oluyordu… İsmi günümüze kadar çeşitli isimlerle anılarak gelmiş olan bu takım adalarının tümüne verilen Prens Adaları ismi ilk başta kulağımıza çok hoş gelmektedir..! Bu adalarda insanların huzur içerisinde yaşadıkları büyülü bir yer olarak akıllara gelmektedir… Aksine, bu adalar Roma İmparatorluğu döneminde, imparatorlar ve imparatoriçelerin, rakipleri tarafından ilk önce sürgün ve sonrasında feci işkencelerin uygulanmasıyla, kara ölümlerin uygulandığı , ölümlerin kol gezdiği gözlerden uzak bir işkence ve ölüm durağıydı… Nedense Bizanslılar bu takım adaların tümüne Prens adaları ismini uygun gördükleri şaşırtıcıdır… Bu ismin dışında bu takım adalar çeşitli isimlerle tarihteki yerini almıştır.. Bu isimler sırasıyla “ Papaz Adaları” / “ Kızıl Adalar” / “ Evliya Adaları” / Keşiş Adaları “ / “ Cin Adaları” / “Kadıköy Adaları “ / “ Ruh Adaları” /“ Bahtiyar Adaları “ / “ Devler Adaları “ ve Antik dönemlerdeki ismini Demonisos’u toprak ve metal ustası Demonisos’tan almıştır… Günümüzde ise her ada kendi isimleriyle anılmaktadır…! 500’lü yıllardan sonra Manastırların yapıldığı ve keşişlerin esrarengiz bir şekilde yaşam sürdükleri takım adalar olarak bilinmeye başlanıyordu. Bizanslı tarihçi Kedrenos’a göre 569’ da İmparator 11. Justin Adaların en büyüğü olan Büyükada’da kendisine görkemli bir saray ve Manastır inşa ettirtirdi... Daha önceleri Megale “ büyük “ olarak bilinen bu Ada’ya imparatorun zuraya yerleşmesiyle “ Prinkipo “adaları olarak anılmaya başlandı… Bu takım adaları 9 tanedir…! Büyükada, (Prinkipo ) Heybeliada, ( Halk ) Burgazada, (Antigoni) Kınalıada, (Proti) Sedefada,

sayı//62// eylül

80


(Terevintos ) Yassıada, (Plat ) Sivriada, (Oksia) Kaşıkadası (Pita) ve en küçükleri Tavşanadası (Neandros) tur…! BÜYÜKADA - PRİNKİPO

Büyükada, Prens adalarının en büyüğü ve tarih olarak en zenginidir.. Burada bulunan en eski saray, II. Justin tarafından 569' da yaptırılan saraydır… Tarihçi; Kedrenos'a göre, Justin'in ada üzerine sarayını ve muhtemelen birde yanına rahibe manastırı yaptırdığı bu ada da büyük tarım arazisi vardı… Pek çok Bizans imparatoriçesinin veya en az bir imparatorun sürgün dönemlerinde hapsedildikleri yerlerin rahibe manastırları olduğu sanılmaktadır… Bu Manastırların önemlilerinden olan ve “Maden” ismini alan bu manastırın 19. yy. bu bölgede yapılan arkeolojik kazılarda demir madeni işletmesi bulgularına rastlandığından ileri gelmektedir…! Bu yöndeki arkeolojik bulgular arasında, II. Justin'in eşi prenses Sofia'nın adının baş harfleriyle yapılmış bir desen taşıyan sütun başı yer alır. Büyükada'da bugün Aziz Dimitrios adıyla anılan bir kilisede de İmparatorun kendi adının baş harflerinin yazılı olduğu deseni taşıyan diğer bir sütun başı daha bulunmuştur… Rahibe okulu, Bizans'a tek başına hükümdarlık yapmış az sayıdaki kadından biri olan imparatoriçe Eirene tarafından yeniden yaptırılmış ve genişletilmiştir. Eirene, IV. Leon'un (775-80) karısı ve Leon'un oğlu ve halefi VI. Konstantinos'un (780-97) annesiydi… Konstantinos , tahta çıktığında daha on yaşındaydı… Bu nedenle annesi Eirene, kral naibesi oldu ve derhal, son kocasının İkonoklazm politikaları doğrultusunda yasaklanan ikonaları kiliselere geri getirmeye koyuldu… 790' da iktidarı alan Konstantinos, annesini saraya kapattırdı.. Ülkeyi yönetme de başarı gösteremeyince iki yıl sonra Eirene'yi serbest bırakarak imparator yardımcılığına getirdi. Daha sonra 797'de Eirene ve destekçileri Konstantinos'u tahttan indirdiler.. Konstantinos annesi tarafından işkencelerle kör edildi ve imparatoriçenin Büyükada'da kurduğu rahibe manastırına sürgün edildi… Konstantinos, birkaç gün sonra korkunç bir şekilde öldürülmesi sonucu olduğu yere gömüldü… Bu ada’ da bilinen resmi ilk sürgün Ermeni Piskoposu 1.Nersas oldu… Meşrutiyet sonrasında 1908’ de, II. Abdülhamid’in yakın çevresinin bu adalarda sürgün ve benzeri bir uygulamaya mecburi

olarak tabii tutuldukları bilinmektedir… Sovyet devrimin ünlü ismi Troçki ve ailesi 1929 Mayıs’ında Büyükada iskelesine oldukça yakın olan Arap İzzet paşa yalısında bir süre göz hapsinde kalmak zorunda bırakıldı… Cumhuriyet dönemiyle ülkemizin bir çok yazarıda, gönüllü sürgün hayatlarına, çalışmalarına buralarda devam etmişlerdir… Reşat Nuri Güntekin, ve “Ada vapuru yandan çarklı” dizelerinin sahibi Melih Cevdet Anday, ömrünün büyük bir kısmını Büyükada’ da geçirmiş, ebedi istirahatgahı buradadır… Büyükada’nın gizemli ve trajik olayları hiçbir şekilde bitmemiştir. Araştırmacılar ve arkeologların çalışmaları neticesinde bulgu ve bilgiler zamanla gün ışığına çıkacaktır… 1930’da Karacabey mevkiindeki Rum Ortodoks mezarlığı yakınında bulanan Büyük İskender’in babası Makedonya kralı Filip’e ait olduğu sanılan sikkeler, Büyükada’nın tarihine ışık tutan en eski bulgulardır…. HEYBELİADA – HALKİ Büyüklük olarak ikinci büyük adadır. 19. Yüzyılda bu adada bulunan bakır madenlerinin adı Yunanca’ da “Halki” bakır anlamına geldiğinden bu ada uzun bir zaman bu isimle anılmıştır. Türkçe isminin kaynağı ise uzaktan bakıldığında bir heybeye benzemesinden almıştır… Heybeliada’da manastır ve Kliselerin sayıları oldukça fazladır… Deniz lisesi, Ruhban okulu, Sanatoryum bünyesinde bulunan Hemşire okulu eğitim kurumlarıyla Heybeliada’yı öne çıkarmaktadır…

1971’ de eğitime son verilen Ruhban okulu, adanın en yüksek yeri olan Papaz dağına kurulmuş, son derece ihtişamlı bir yapıdır..! İzin alınarak ziyaret edilen bu yapının içerisinde, bir Kilise ve el yazmaların çoğunlukta olduğu bir kütüphane bulunmaktadır… Heybeliada’daki iki müze-ev yakın tarihimizin siyaset ve edebiyatçılarımıza aittir.. 1930’dan itibaren İsmet İnönü ve ailesine ev sahipliği yapan müzeler bulunmaktadır….! Yakın tarihimizin yazarlarından Aziz Nesin’de on yaşına kadar Heybeliada’nın güzelliği içerisinde büyümüştür… Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık” isimli muhteşem bestenin sahibi Yesari Asım Arsoy’un 81


mezarı ile anısına yapılan bu bestekarımızı gönüllerde yaşatan heykeli Heybeli parkında bulunmaktadır… BURGAZADA-ANTİGONİ

İlk çağlarda ada Panormos olarak bilinirken, Bizans döneminde Antigoni ismini aldı… Bu isim halen günümüzde Rumlar tarafından kullanılmaktadır. Yunanca bir kelime olan ve "kule" anlamına gelen isim "pyrgos", Evliya Çelebi ve 19. yüzyıl öncesinde yaşamış diğer gezginler tarafından bahsedilen ve adanın zirvesinde yer alan bir gözetleme kulesinden gelmektedir. Türkler tarafından kullanılan Burgaz ismi ise "pyrgos"un zamanla şekil değiştirmesiyle oluşmuştur. 179 senesinde Cosimo Comidas, tarafından yapılan gravürde de bu gözetleme kulesi adanın zirvesinde yer alır. Bu gravürde ada, bir meyve bahçesi ve tepenin yamacında yer alan iki ya da üç ekili araziden ibaret görünmektedir. Bizans döneminde, adada en az iki manastır vardı. Bunlardan biri Yahya Peygamber'e ait (Hagios Ioannis Prodromos), diğeri ise "Hz. İsa” nın Başkalaşımı"na adanmıştır… Yahya Peygamber Kilisesi'nden tarihte ilk defa Rev. John Covel'in günlüğünde bahsedilmektedir: 2 Mayıs 1675 tarihli yazısında: “Antigono” üzerinde bir manastır vardı. Ama şu anda harabeye dönmüş ve Yahya Peygamber'e adanan küçük bir kilise haline getirilmiştir... Adayı 2 Nisan 1677 senesinde tekrar ziyaret eden Covel, günlüğüne bu kez şunları yazdı: "O akşam saat 5 civarında Pera'dan yelken açtık ve Antigona'ya vardığımızda kötü bir hana yerleştik. Kasabanın kayda değer hiç bir özelliği yoktu... Şarap gayet sıradan.. Suyu çok kötü, ekmek pahalı olmasına rağmen çok da iyi değildi... "Bizanslılar zamanında Burgazada’ya sürgüne gönderilen tek ünlü kişi Konstantinopolis'in Patrikliği'ni yapmış Aziz Methodios'dur… Burgazadayı, ada ve balıkçıları ile özdeşleşen ünlü hikayecimiz Sait Faik Abasıyanık ile (1906-1954 ) düşünmemiz gerekmektedir.. Ömrünün son on yılı, daha sonraları müzeye dönüştürülen köşkte ve balıkçılar arasında geçirmiştir… Türk edebiyatının ve kurtuluş savaşının en önemli isimlerinden, gül bahçelerindeki mor salkımlı Zafiriadis şeklinde evinde yaşamının bazen güzelliğini, bazen hüznünü yaşayan, Halide Edip Adıvar ( 1884- 1964 ) ülkemizin en güzel bağımsızlık Türküsü olarak Burgazada’ da nefes almıştır… sayı//62// eylül

82

KINALIADA- PROTİ

Adını doğusunda bulunan denize dik duran kumtaşı uçurumlarının kına renginden almaktadır… Proti ismi ise, şehre birinci veya ilk anlamından geldiğinden bu isim Rumlar tarafından kullanılmaktadır. Bu ada dört büyük ada sayılan adaların en küçüğüdür.. John Covel, günlüğünde adalara yaptığı ikinci yolculukta, Kınalıada’ da köyün yıkıldığını ve terk edildiğini gördüğünde, nedeninin bir felaket olduğu bile, belli olmadığını 26 Şubat 1677’de Haghios Sotir’e adanmış bir manastır olduğunu, ada da her tarafın kurak ve kayalık olduğundan üzüm bağlarının varlığının olmadığını, Athos dağında bulunan virane bir şekildeki manastırda az bir sayıdaki rahiplerden bahsetmektedir.. Daha sonraları bu manastırlar çok sayıda insanın sürgüne gönderildiği sürgün adası olmuştur… 1071’ de Malazgirt savaşında bozguna uğradıktan sonra 1V. Romanus Diyojen azledilmesiyle varisi V11. Mikhail Doucan tarafından gözleri insafsızca oyduruldu.. Kınalıada’daki “ Başkalışım” Manastırına sürgüne yollandı.. Büyük acılar içerisinde yaşamaya mecbur bırakılan IV. Romanus Diyojen günlerce işkenceler sonrasında 4 Ağustos 1072 tarihinde Kınalıada’da öldü. SEDEFADASI- ANTİROVİTHOS

Adanın ismi söylentilere göre sedef taşından ya da burada çokça bulunan bir bitki olan sedef otundan gelmektedir. 9. Yüzyıl ortalarında Aziz Ignatius, Adalar’da erkeklere özel tesis ettiği ve I. Manuel Comnenus’in 1158 senesinde düzenlediği listede de yer alan üç manastırdan bir tanesini bu adada kurdu. Sedefadası’nda bulunan manastır, 1180 yılında Patrik Theodosius Boradiotis tarafında restore edildi.. Bu manastırdan bugün geriye kalan her şey adanın kuzeybatı kısmındaki burun üzerinde parçalar halinde bulunan bir harabedir. Sultan II. Mahmut, hükümdarlığı sırasında (1808-1839), buraya 2000 adet zeytin ağacı ve 5000 adet enginar bitkisi ektiren damadı, Rodosizade Damat Fethi Ahmet Paşa’ya adayı devretti. Günümüzde ise lavanta ve muhteşem deniz kokusuyla özel mülk konumundadır… SİVRİAADA-OXİA

İmparator Manuel 1. Comnenus tarafından ve 1158 yılında imarı elden geçen bu ufak adanın manastırının içerisinde iki adet kilise yer almaktaydı. Baş melek Mikhail’e ait bir katholiken ve inançları uğruna ıztırap


çeken azizlere adanmış bir manastır olduğu bilinmektedir. Günümüzde ayakta kalabilen harabeler şeklindeki kalıntıları rıhtımım yanında bulunan yamaçtadır… Bu adada yakın tarihte insanlıktan nasibin almamış kişilerin İstanbul’daki bütün sokaklarında toplanan köpekler burada aç bir şekilde bırakılmaları sonucu birbirlerini yemeleri insanlığın bir yüz karası olarak tarihe geçmiştir.. YASSIADA- PLATİ

Aziz Ignatius tarafından 9. Yüz yıllarında ortalarında inşa ettirilmiş olan kendi manastırına ev sahipliği yapmıştır. I. Manuel Comnenus’un 1158 yılında hazırladığı listede adı geçen bu manastırdır.. 40 Şehit’e adanmış bir katholikon ve bir Hz. Meryem mabedine ev sahipliği yapmıştır. Ernest Mamboury 1943 tarihli rehberinde, bu kiliselerden birine ait kalıntılara rastlandığı belirtilse de Bugün, bu yapılardan geriye kalmış herhangi bir kalıntıya rastlanmamaktadır.. Osmanlının İngiliz Büyükelçi olan Sir Henry Bulwer, 1857 yılında, bostan olarak değerlendirmek amacıyla Yassıada’yı sevgilisi Sisam adası Prensesi, Eurydice Aristarchi için satın aldı.. Prenses Eurydice ve Bulwer ve arkadaşlarının müptelası haline geldikleri "tarifi olanaksız sefahat alemleri" nin düzenlendiği ve Mamboury’nin bir ortaçağ şatosu olarak nitelendirdiği bir yapı inşa ettirmiştir. Yakın tarihimizde 27 Mayıs 1960 ihtilali sonrasında Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılandığı bir yer olarak tarihteki yerini almıştır. Günümüzde ise Türk tarihine kara leke olarak geçen ihtilalin izlerinin silinmesi için turizm için restorasyonu yapıldı ve Demokrasi adası olarak adı değiştirildi… TAVŞANADASI – NEANDROS

Küçük olmasına karşın İmparator I. Mikhail’in oğlu olan ve aynı zamanda 2 defa İstanbul’un Ortodoks patrikliği görevini yerine getirmiş Aziz Ignatius tarafından 8. Yüzyılda yapılan bir manastıra ev sahipliği yapmıştır… 877’de vefat ettiğinde buraya defnedilmiştir… Bu manastırın adı da I. Manuel Comnenus’un 1158 senesinde düzenlediği listede almıştır… İmparator Theophilus (829-842)’de karısı İmparatoriçe Theodora, tahta geçme yaşı gelinceye kadar vekilliğini üstlendiği oğlu III. Mikhail (842867) tarafından 856 yılında Tavşanadası’nda bulunan bu manastıra hapsedilmiştir. VII. Mikhail Doucas (1071-1078) ise, 1078

senesinde tahttan indirilip kör edildikten sonra bu manastıra kapatılmış ve 1090 yılındaki ölümüne kadar burada tutulmuştur. Bugün tamamen terkedilmiş olan adadaki manastırdan geriye kalan bir kısım harabe ve kalıntılar bulunmaktadır… Adanın küçüklüğü ve çorak olması sebebiyle günümüzde yerleşim alanı yoktur.. Zamanında bu adada tavşan çok olduğundan günümüzde bu isim takılmıştır.. Bizans zamanında taş ocaklarının varlığı belli olmaktadır. Ege denizindeki Yunan adası Andros’tan Heybeliada’ ya göç edenler bu minik kara parçasına geldikleri adayı anmak için yeni Andros anlamına gelen Neandros ismimi takmış ve uzun zaman bu ismi kullanmışlardır… KAŞIKADASI – PİTA

Kaşığa benzeyen bu ada 1950 yıllarında Danon ismindeki Rum ailesinin mülkiyetindeydi. Günümüzde bir turizm şirketine satılmıştır… Bu küçük ada’da 2 küçük ev ve basit bir şekilde iskele bulunmaktadır… VORDONOS ADASI – VORDONOSİ Kınalıada ve Asya kıyısının ortasında bulunan bu ufak adacık, takım adalarının en ufak bir parçası olarak ta gösterilmektedir…! Bu kadar küçük olmasına rağmen Photis tarafından 9. Yüzyılda yapılan Bizans manastırına ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde manastıra ait kalıntılar ile tek ayakta kalmış deniz feneridir… Prens Adaları, İstanbul’un 2 bin yıllık tarihinde her devirde önemli bir konumda olmuşlardır..Bugün İstanbul halkının ,fayton sefası yapmak ve adanın tarihi güzelliklerini yaşamak için aralıklı olarak gittikleri bir sayfiye yerleşkeleridir… 83


DENİZE AÇILAN KAPI Sır, varlık demekti. Kudret demekti. İçindeki dünyanın anahtarıydı sır. Adamın ayaklarının altından zıplayan börtü böcek, bir kurtuluş şarkısı söylüyordu. Bunu yalnızca ben duyuyordum. Recep GARİP

damın içinden şiir ırmakları akıyor. Gazeller hareleniyor. Dudaklarına hiç bilmediği bir melodinin ağır hüznü yerleşiyor. Denize akan gözlerinde aşkı topladı adam. Dalgalarda sarsılan ruhunu dindirmek için bin bir gece armağanlarının peşinden koştu. Bu koşunun yolunda Mercan adalıklarından Yemen çöllerine yollar gözüktü. Düşler kurdu, içinde yağmurların, şimşeklerin, aslanların, geyiklerin, bin bir renkte ve dilde kuşların bulunduğu. Bir ceylan sekişiyle irkildi ela bakışlı kız. İçinden yürüttüğü kervanlara bir baş gerekliydi. Bu adam çoban olabilir miydi? Bir otağ kurdu zengin mi zengin, ulu çınarların, derelerin, şırıltılarını izleyebildiği bir yaylalıkta. Sürüleri, develeri, geyikleri bile vardı ela gözlü kızın. Sürülerime bir de çoban gerekli belki çobanlıkta yaptırabilirim diye içlendi. Az önce gördün mü uçan kelebeği, şu minicik ayaklarıyla sayısız karınca ailesini izlediğin oldu mu? Ya şu taşın üzerinde ki kertenkelenin güzelliği dikkatini çekti mi? Aşağıda salınıp duran ceviz ağacının hışırtılarıyla mı beslenir zıplayıp duran sincap? Çekirgeler her sıçrayışta da öter mi? Ağustos Böceğinin bir ağacın dallarında durmaksızın ötüyor olması sana neler söylüyor? Adamın parmakları kerpeten gibi, paslı bir çiviyi o tarafa bu tarafa çevirdikçe dudaklarım uçuklayacak neredeyse. Durmaksızın çalışan insandan daha kıymetli kim olabilir ki? Alnında biriken teri cebindeki mendile silen adam, uzun bakışlarından sonra gidip Denizin anasından istedi kızı. Denizin kızı bir endamlıydı, bir endamlıydı, bir alımlıydı. Ne sizi sorun işin orasını ne de ben söyleyeyim. Yüzüne düşen-dokunan bir bakış onu renkten renge dönüştürmesine neden olabilirdi. Hilale benzeyen kaşlarından sanırdınız ki yüzüne ay şavkıması vurmuş, bakmaya kıymazdınız. Güle dönüşen yanaklarındaki pembelik ayrı bir derinlik kazandırıyordu. Az ilerideyse kımıldayıp duran yaşlı adamın yüzü, yılların azabı, kahrı, zorluğu, kavgası bir haritaya dönüşmüş gibiydi. Yüzüne baktıkça bir gizli haritanın varlığından kuşku duymuyordum. Bir bilgenin sıcaklığı çarpıyordu iri ve yumuşak, fulü ve etkili gözlerinden. Bakışlarındaki bu letafeti karşı koyulmaz iç yönlendirmemle kaçamaklardan kavrayabiliyordum. Çaresizdim bakmaktan alı

sayı//62// eylül

84


koyamıyordum kendimi? Her bakışımda beni yakalıyordu bu yaşlı adam. Denizin suyuyla yıkanan balıklar gibi adamın gözleri her bakışımda yıkıyordu içimi. İçimde dolaşan bir atlı, bir gül ve bir şiir deniziydi, denizin kızıydı. Hafif bir rüzgâr yalayıp geçti sırtımdan. O an anladım bütün sırlarımı alıp götürmüştü. Az önce denize bırakmıştım bir kısmını da. Sır, varlık demekti. Kudret demekti. İçindeki dünyanın anahtarıydı sır. Adamın ayaklarının altından zıplayan börtü böcek, bir kurtuluş şarkısı söylüyordu. Bunu yalnızca ben duyuyordum. Biliyordum sadece denizkızının da duyduğunu. Denizkızları içli, dokunaklı, latif, bir tülü andıran zarafetle şarkılar söylüyorlardı. Anlayabildiğim kadarıyla şarkılarının sözü şöyleydi; Kurtuluştur bizim andımız, andımız Özgürlüktür bizim adımız, adımız , Kimseler duymuyor yazık yâdımız Düşün bir kerecik, düşün ey insan Yüreğimizi serdik biz yere, biz yere Dikkat etmelisin ey insan bastığın yere İlk kez böyle bir şarkının dudaklarımdan döküldüğünü duydum. İrkildi adam, irkildi denizkızı. Tebessümle bakıp gidiyordu, alıp götürüyordu beni. Kadının içindense şehirler geçiyor; kayıp, uzak, yolsuz, viran, metruk şehirlerdi bunlar. Erişilemeyen mesafelere, gözlerimizin görmediği uzaklıklara, denizlerin ötesine, bebek ruhlu, pamuk yürekli, şiir dilli, okyanus gözlü denizin kızı uçup gidiyordu. Kâh

dönüyor bir yayla barınağındaki kırk atlının, kırk bakracın ve kırk hizmetkârın, kırk urganın, kırkların, erlerin, ermişlerin, dervişlerin otağına. Denizin kızı, çeşmeden testisine su doldurmayı, kuşluk kahvaltısı hazırlamayı öğrenir. Sıcacık bir sofra başında, bazlamaların, tulum peyniriyle tereyağlı sıkmaların, saç üzerinde çevrilişleriyle yayılan koku aşkın kokusudur. Ellerine baktıkça geçmişin izlerini görür. Parmaklarından sökün eden duyarlılık kimi zaman bağ bozumunu, ekin vakti keklik ötüşlerini, kimi zaman kışın amansızca bastırmasıyla oluşan kar tepeciklerini ve hatta kartopu oynarken nasılda her şeyi unutabildiklerini düşünür. Az ileride beliren bir atlı değil miydi? Yağız atlı süvari yorgun bir hal ile otağın önüne gelir. Perişanlığı, yorgunluğu her halinden belli olmaktadır. Dağlar, vadiler ve uçsuz bucaksız sisler arasından gelen bu yabancı bir Tanrı misafiri olarak kabul edilerek otağa alınır. Hizmetleri görülür. Bir müddet dinlenen yabancı, üstünü başını düzletmiş, karnını doyurmuş, eli yüzü anlaşılır bir hal ile divanda oturmaktadır. Denizin kızının hazırlattığı kahve ikramıyla sohbet koyulaşır. Kahvenin dili çözdüğü, güven telkin ettiği öteden beri bilinmektedir. Kahve ikram etmek, güven vermektir. Rahatlatmaktır. Burası senin demektir. Bize güvenebilir, burada istediğin kadar kalabilirsin demektir. Böylesine akıp gider ömür, böylesine çağıldar ırmaklar, şelaleler. Aşk insandan insana dokunur. Ses insandan insana ulaşır. Her bakış bir işaret bırakır. Her kırılma bir yara açar. Her damla bir cana ulaşır. Her selam bir insanı yeniler. 85


VECDİ BÜRÜN’DEN

PEYAMİ SAFA

Gerekirse seni de silerim. Hiç kimseyi milletimden daha fazla sevmedim” diyebilen bu Türk Düşüncesi Dergisi’nin kurucusu olan büyük edebiyatçımızı tanımamız gerektiğinin önemini evvela kavramamız gerekir sonra tanımamız gerekir. Seyfullah ERKMEN

eyami Safa .. Yaşadığı devirlere bakıyoruz. Oturmamış bir düzen hem millet açısından hem devlet düzeni açısından yani badireli bir devirde muhteşem bir fikir insanı belki de verebileceğinin ancak üçte birini verip ayrılmıştır aramızdan. Öyle düşünüyorum. Yahut öyle düşünmek gerekiyor. Çünkü mesela en basitinden kaleme dökülmüş olan bir hadiseden bahsediyor Vecdi Bürün. Mesela bu onun şahitlik ettiği basit bir olay. Kim bilir daha nice ve buna üstüne Peyami Safa’nın kendi tereddütlerini de eklersek üzerinde düşünülecek bir konudur. Yalnız sadece Peyami Safa için değil nerdeyse bütün devirdaşları için bu böyledir. Vecdi Bürün’ün aktardıklarından birinin hülasası şu. Körü körüne bağlanmışlarımızın haricinde herkesin bildiği bir şeydir ki İsmet İnönü’nün eleştirilmeye zerrece tahammülü yoktu. Kendisini zora sokan eleştiricilerin de sonunun nerede bittiği malum. İnönü devrinde Tasvir Gazetesi’nde Plan ve Teşkilat isminde bir yazı dizisi kaleme alan Peyami Safa birkaç yazı sonra bam teline basar ve şu başlıkta bir yazı kaleme alır. “Türkiye ve Habeşistan gibi geri ziraat ülkelerinde…” Bürün’ün deyimiyle Peyami Safa “Türkiye’nin plan ve teşkilat şuurundan yoksun idareciler elinde geri kaldığı geçeği üzerinde ısrar ediyordu.” Ardından birkaç gün sonra Burhan Belge’nin de bulunduğu bir sırada Peyami Safa’nın evinde geç saatlere doğru Peyami Safa’nın telefonu çalar. Telefon açılır ve daha sonra dışişleri bakanı olan ve o sırada Basın Yayın Genel Müdürü olan Selim Sarper Peyami Safa’ya, bu fikir insanımıza bu yazı dizisine son vermesini bu yazıya İsmet İnönü’nün çok sinirlendiğini aktarır. Bürün bunu yapmadığı takdirde işin gazeteyi kapatmaya kadar gideceğinin işten bile olmadığını aktardıktan sonra şunları söyler “Bir keresinde İnönü’nün eşinin İstanbul’a geldiği yazılmadığı için bu yola gitmekte tereddüt etmemişlerdi… Peyami Safa kendi yazıları yüzünden gazetenin kapatılmasına ve birçok insanın açıkta kalmasına razı olamazdı.”(Peyami Safa İle 25 Yıl, Vecdi Bürün, s.73-75, Yağmur Yay. 1978) Bu vesileyle aktaralım ki Peyami Safa’yı en güzel anlatan kişi herhalde Vecdi Bürün olmalı. Kendisiyle geçen yıllarda belki hiç kimsenin vakıf olmadığı ve hatta çoğu kimse tarafından bilinmeyen o yoğun duygu

sayı//62// eylül

86


Vecdi Bürün

Peyami Safa

dünyasına şahitlik etmiş olan Vecdi Bürün bu hatıralarını “Peyami Safa İle 25 Yıl” isimli eserinde anlatmaktadır. Bürün, öyle güzel ve çarpıcı anlara şahitlik ediyor ki anlatırken sürekli Cengiz Aytmatov’un masaya yumruk gibi inen o cümlesinin verdiği bir sarsıntı gibi sarsıntı veriyor insana. Hani diyor ya Cengiz Aytmatov Gün Olur Asra Bedel’de “Dünya kurulalı Aral vardı. Şimdi o bile kuruduğuna göre insan ömrünün lafı mı olur?!” işte öyle bir çarpıntı. Ülkesinin ve milletinin ideali için en yakın ve samimi dostlarını da “Gerekirse seni de silerim. Hiç kimseyi milletimden daha fazla sevmedim” diyebilen bu Türk Düşüncesi Dergisi’nin kurucusu olan büyük edebiyatçımızı tanımamız gerektiğinin önemini evvela kavramamız gerekir sonra tanımamız gerekir. O kişiyi ve kişileri zararı nispetinde eleştiriyor. Şairse yaptıklarını kötülerken şiirleri güzeldir diyebiliyor. Mesela Nazım Hikmet için. Nazım’ı Komünist tutumundan dolayı tehlikeli bulmasına rağmen onu eleştirdiği o kadar sözünden sonra şunları söyleye biliyordu “Bence şiir de, ideoloji de Nazım için bir sığınak, saklanacak yer olmuştur. Daha önce söylediğim sözlerden hiç şair olmadığı kanaatinde olduğum manasını çıkarmayın. Dediğim gibi, Nazım’ın sanat jenleri kuvvetlidir. Ama jenler o meşhur Moskova gecesinden sonra ters istikamette gelişmiştir. Sanatkâr Nazım, o gecenin Moskova meydanında kalakalmıştır.” (Vecdi Bürün, a.g.e, s.42) Peyami Safa’nın Nazım Hikmet’in kaderinin dönüm noktasını anlattığı yer bu bahsettiğimiz

eserin 34-35. sayfalarında geçmektedir. Peyami Safa Şevket Süreyya’dan naklen Nazım’ın fikir dünyasındaki büyük değişikliğin Rusya’ya gittiği vakitlerde Moskova’nın Kızıl Meydan’ında kendilerine izlettirilen bir filmdensonra olduğunu anlatmaktadır. Hadise şöyledir; Nazım, Şevket Süreyya ve arkadaşları Kızıl Meydan’da iken seyyar bir sinema gibi bir kamyonet gelir ve o meydana hızlıca kurularak bir film izletmeye başlanır. Tabi sıralar indirilmiş izleyiciler yerlerini almıştır. Perdeye bir film sunulur. Filmde toprağın devletleştirilmesine karşı gelen Ukraynalıların daha sonra açlık, fakirlik ve sefalet içinde kıvrandıkları acı bir tablo sergilenir. Film biter ve bir başka arkadaş toplantısında herkesten daha çok içlenmiş ve bu filmin yön vermesine kapılan Nazım cebinden bir kağıt çıkarır ve o büsbütün yöneliş noktasını tespit açısından önem arz eden şiirini okur arkadaşlarına; “Değil beşyüz, değil bin/Kadın, erkek, kız…/ Hepsi cılız” (Vecdi Bürün, a.g.e, s.37) Şevket Süreyya’nın bahsettiği şiir herhalde Acının Gözbebekleri şiiri olsa gerektir. Herhalde siz de anlatılan bu Kızıl Meydan hadisesini okuduktan sonra dönüp tekrar Peyami Safa’nın “Sanatkâr Nazım, o gecenin Moskova meydanında kalakalmıştır.” Sözünü okuduktan sonra hissettiğiniz sarsıntıyla Peyami Safa’nın fikir dünyasının hangi pencereden bakılarak imar edildiğini bir nebze anlıyorsunuzdur. Anlıyoruzdur. 87


BİR SABAH VAKTİ

MALAZGİRT'TE UYANMAK... Malazgirt Zaferi, bu topraklarda yaşayan; dağında, taşında, ovasında, şehrinde, kasabasında izi bulunan herkes için ufuktur. Hem öylesine bir ufuktur ki, aradan asırlar geçse bile, öneminden, değerinden hiçbir şey kaybetmez, yüreklerimizdeki ve gönüllerimizdeki yeri hiçbir vakit küçülmez ve eksilmez. İsmail BİNGÖL*

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//62// eylül

88

ocukluğumuzda ve gençliğimizde olduğu gibi, her zaman ve her yerde bir ufuktur 1071 Malazgirt Zaferi bizim için… Öğretmenimiz anlatmaya hep oradan başlar, Anadolu'nun kapılarını nasıl açtığımızı uzun uzun hikâye ederdi. Sultan Alparslan'ın ordusunu, meydandaki savaş düzenini, hilal taktiği ya da bilinen diğer adıyla Turan taktiğini ve mağrur Bizans imparatoru Romen Diyojen komutasındaki Bizans'ın yenilgisini ve daha birçok konuyu çocuk ruhumuza adeta nakış nakış işlerdi.O anlatırken, biz hepimiz Sultan Alparslan'ın ordusunun birer neferiymişçesine, dimdik olmuş saçlarımız, hırstan kızarmış gözlerimiz, kalkık göğüslerimiz, ateşten bir parça gibi yanan bakışlarımızla, birer şimşek gibi meydana atılacakmışçasına dikkatli ve bir an önce Bizans ordusunun altını üstüne getirmeye hazır hale gelirdik. Malazgirt Zaferi, bu topraklarda yaşayan; dağında, taşında, ovasında, şehrinde, kasabasında izi bulunan herkes için ufuktur. Hem öylesine bir ufuktur ki, aradan asırlar geçse bile, öneminden, değerinden hiçbir şey kaybetmez, yüreklerimizdeki ve gönüllerimizdeki yeri hiçbir vakit küçülmez ve eksilmez. Zira tarihle ilgilenmeye başladığımızdan beri aklımızda en çok kalan bölüm, Anadolu'nun kapılarını bizlere açan bu büyük, bu kutlu zaferin anlatıldığı yerdir. Bu zaferle birlikte, Anadolu artık bize kesin ve net bir şekilde boyun eğmiş, bu büyük zafer sonucunda yâr olmuş, ezeli ve ebedi yurdumuz haline gelmiştir. Hani Sultan Alparslan da bu konuya işaret ederek diyordu ya: “Size öyle bir vatan aldım ki; ebediyen sizin olacaktır.” Çağın en büyük düşmanına karşı elde edilen bu büyük başarı sonrasındadır ki, koca sultan, asırlardır akından akına koşup, coğrafyadan coğrafyaya dolaşan evlatlarına, ayaklarını sıkı sıkıya basıp, dünyayı fethe çıkacakları bir yurt kurduğunu ta o gün ilan etmişti. O gün anlamıştı; kiminle savaşırlarsa savaşsınlar, torunlarının, her ne pahasına olursa olsun bu yurdu bırakmayacaklarını… Ve yine anlamıştı; bütün dünya birleşip üzerlerine gelse de, bu yurttan çıkmayacaklarını, kanlarının son damlasına kadar, sultanlarının kendileri için ezelî ve ebedi yurt olarak gördüğü bu kutlu coğrafyayı, güzel Anadolu'yu terk etmeyeceklerini ve bunu, ruhlarının en gizli noktalarına bir daha silinmemek üzere yazmış olduklarını… Çünkü ebedi olan ruhtu ve bu


ruhun işaretlediği topraklar, hep var olacaktı ve inşallah hep bizim olacaktı. Tarihte geçirdiğimiz badireler, günümüze gelinceye kadar bunun böyle olduğunun en kuvvetli delili olarak önümüzde duruyor. Bu durumun en son ve akıllarda kalan en önemli örneği ise, hiç şüphesiz Kurtuluş Savaşıdır ki, nerdeyse cihanın en büyük ordularının karşımıza dikildiği ve bizi tarih sahnesinden silmeye çalıştığı bir zamanda, Türk’ün inanç ve iradesi yeniden düşmana galip gelerek, onlara bu fırsatı vermedi. “Amcası Tuğrul Bey, 4 Eylül 1063’te öldüğü zaman, vasiyeti üzerine, Selçuklu tahtına Alparslan'ın ağabeyi Süleyman getirildi, fakat Türk beyleri buna itirazda bulundular ve Alparslan'ı hükümdar tanıdılar.” Yukarıdaki cümlelerde anlatılmak istendiği gibi, kaderin ve nasibin yardımıyla tahta oturan ve binlerce kilometre uzaktan gelerek Bizans’ı mağlup eden büyük komutan, kendisine bu galibiyeti armağan eden Yüce Yaratıcı’nın önünde diz çöküyor ve az sonra şehit ve gazi olacak askerlerinin huzurunda, samimiyetin en yüksek derecesiyle ruhları titretecek bir biçimde söz veriyordu: “Yâ Rabb! Seni kendime vekil yapıyorum. Azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım! Niyetim halistir; bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret!” Sultan Alparslan’ın savaştan önce bu sözleri söylediği mekân, zamanın kayıt düştüğü bir anda bizi kendisine çekti ve 19-21 Ağustos tarihleri arasında Türkiye Yazarlar Birliği öncülüğünde, kaymakamlık, belediye, Türk Tarih Kurumu ve Muş Alparslan Üniversitesi desteğiyle gerçekleştirilen “IV.Tarihî Roman ve Romanda Tarih” adlı bilgi şöleninde Malazgirt’le ve Malazgirtlilerle buluşturdu. Yıllardır kitabî bilgisini aklımızda tuttuğumuz, ancak bir türlü gidip görmeyi, fiziki anlamda da bilgi edinmeyi, gezip görmeyi düşünemediğimiz ve hemen yakınımızda diyebileceğimiz bir mesafedeki Malazgirt, orada kaldığımız günler içerisinde, bizleri gönül telimizden de kendisine bağlamasını bildi. Tanıdık, tanımadık birçok kişinin, değişik ikramıyla karşılaştık ve bu durum, şehirlerin ruhu olduğu iddiasından hareketle, geçmişte buranın taşına toprağına sinen o ruhun bu coğrafyada hala yaşadığı, insanındaki farklılığının bundan kaynaklandığı sonucuna götürdü. Üstad Sezai Karakoç’un cümleleriyle; “Zamanı çok gerilere kaydırsak bile değişmeyen öğeleri vardır şehirlerin. Zamanın ölümsüz nefesi,

bu öğeleri bağrında kuşattığı şehirlere üflerde üfler. Takvimler parmak sayılarını yenilerin parmaklarında sürdürse ve gözler yeni filmlere teşne mekânlarını kuşatarak yeni gözbebekleri arasa da, bu öğeler değişmiyor.”(”Yeni Şehirler”, Sütun I, Diriliş Yayınları, İstanbul 1975, S. 251253) Yerleşim yerlerine (sokak, mahalle.v.s) Sultan Alparslan’ın komutanlarının adlarının verildiği şehirde dolaştığınızda karşınıza çıkan tarihi mekânların (Ki bunların başında Malazgirt Kalesi geliyor ve bu kale konusunda, şehrin ileri gelenleri oldukça dertliler. Bunlardan biri olan ve şehre vasıl olduğumuz ilk gün bizi gezdiren emekli öğretmen Vezir Gökdemir, kale ile ilgili çalışmaların pek tatmin edici olmadığını, tarihi çok eskilere uzanan eserle ilgili çalışma yapılırken, orijinalliğine pek dikkat edilmediğini ve bugüne kadar henüz hiçbir kazı yapılmadığını dile getirdi.), şehrin adına yakışır bir görünümde olmadığını ve ayrıca yıllar içerisinde şehre de gerektiği gibi bakılmadığını yakından görünce, tarihimize adıyla damgasını vurmuş böyle bir yerin bu şekilde olması, gerçekten üzüntü vericiydi. Neyse ki; bundan sonra daha güzel çalışmalar yapılacağına olan inancımızı kuvvetlendiren bazı gelişmeler olduğunu öğrendik ve kaldığımız süre içerisinde bunun işaretlerini başta Malazgirt Kaymakamı Emre Yalçın ve Belediye Başkanı Cengiz Altın olmak üzere, birçok kişide müşahede ettik. Bunun, hem yöre insanı ve hem de o bölge için sevindirici bir gelişme olduğunu söylemekte yarar olduğunu ifade edelim. Dedik ki Malazgirt milletimiz için bir ufuktur. O ufka doğru, hiçbir engel karşısında yılmadan, hep birlikte yürümek, o ufkun gösterdiklerini kendimize mehaz ittihaz etmek, hiç şüphesiz geleceğimiz açısından çok önemlidir. Ebediyete kadar yaşaması ve yaşatılması gereken Türkiye Cumhuriyeti devletinin evlatları olarak, binlerce yıldır belli değerler etrafında kenetlenmiş olmakla sağlayabiliriz ancak bu geleceği. Bilgi Şöleni’ne katılanlarca sunulan güzel bildirilerden ayrı olarak, şölenin başlangıcında yapılan konuşmalarda söz alanların verdikleri mesajların her biri de birbirinden değerliydi ve bu konuyla yakından ilgiliydi. Bilgi Şöleni’nin açılış gününde(19.08.2019)yaptığı konuşmayla gönüllerimizi fetheden, ardından kısa bir süre sonra yeni toplantılara doğru giderken geçirdiği talihsiz bir kaza neticesinde vefat eden ve hepimizi derin bir acıya gark eden Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Haluk Dursun’la, ayaküstü yaptığımız ve 89


kitaplarından, yazılarından bahisle, çoğunu okuduğumuzu belirttiğimiz kısa sohbetin ardından çekildiğimiz fotoğraf, ondan bize yadigâr kaldı. His dünyamıza vurgu yapan ve alıp bizi ta Balkanlara, Rumeli’ne, eski coğrafyalarımıza kadar götüren, içli ve derin bir konuşma yapan Dursun, sözlerinin bir yerinde şu cümlelerle adeta Malazgirt ruhunu özetliyordu: "Bizim temelimiz Anadolu'dur, Malazgirt'tir, Sakarya'dır, Sarıkamış'tır, Ahlat'tır. Kudüs bizim için mukaddes, hep söylüyorum ama Kudüs kadar Müküs'ü (Bahçesaray) tanıyacağız. Çok güzel bir çaydır. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu'nun dediği gibi, biz bu coğrafyaya, tarihe, edebiyata, şiire ve gazavatnamelere dost olacağız. Bu kültürel gelişimimizi akademik çalışmalarla da tamamlayacağız, tekemmül ettireceğiz, mükemmelleştireceğiz ve inşallah geleceği o zaman çok daha emin bir şekilde karşılamış olacağız." Bu son konuşmasını bir vasiyet kabul ederek, arzusunu yerine getirmek yolunda gösterilecek çabaların, onun ruhunda bir inşirah meydana getireceğini düşündüğümüzden, muhataplarının bu konuda yapacakları kıymetli çalışmalarla, rahmetli Haluk Dursun hocanın vasiyetine bigâne kalmayacaklarını umut ediyoruz. Daha sonraki günlerde güzel bir gelişme oldu ve Malazgirt Kaymakamı ve Belediye başkanı, hocanın ismini, Bilgi Şöleni’nin yapıldığı kültür merkezine vereceklerini söylediler. Böylece, Haluk Dursun adı, Malazgirt’te ebediyen yaşayacak. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Nil’in Tuna’nın Dicle’nin, okurlarının, ailesinin ve milletimizin başı sağ olsun. Bilgi şöleninde konuşan Malazgirt Belediye Başkanı Cengiz Altın, ilçenin tarihinden gelen önemini bilen ve bunun ağırlığını taşıyan bir halk olduklarını, Malazgirt'te kazanılan zaferin Avrupa'nın ortalarına kadar giden yolu açtığını ifade ederek, "O yüzden Malazgirt; Mekke, Medine, Bursa, Edirne, İstanbul ve tüm Balkanlar demektir. Malazgirt ruhunu unutursak ne öncemiz ne de sonramız kalır. Malazgirt'te sadece bir zafer kazanmadık, millet olduğumuzu tüm dünyaya ilan ettik. Malazgirt ruhunu yaşatmayı başaramazsak geçmişimizle birlikte geleceğimizi de kaybederiz. Bu sadece bir millet zaferi değil, ümmet zaferidir. Cuma namazından sonra savaşmak üzere ordusunun önüne geçen ve “Yenilirsem bu beyaz elbisem kefenim olsun” diyen Sultan Alparslan’a ve aziz milletimizin ilelebet Anadolu’yu vatan edinmesine sebep olan kahraman askerlerine sayı//62// eylül

90

selâm olsun. 1071’de Allahuekber nidalarıyla buluşan bu topraklar, bin yıldır dünyaya hakkı ve hakikati haykırmıştır." "Tarihi Roman ve Romanda Tarih” başlıklı bilgi şöleninin ilkini Topkapı Sarayı'nda düzenlediklerini dile getiren Türkiye Yazarlar Birliği Şeref Başkanı D. Mehmet Doğan ise konuşmasının bir yerinde edebiyata ve edebiyatçılara da atıfta bulunarak, Malazgirt Zaferinin tarihin dönüm noktalarından biri olduğunu kaydedip, konuyu şu cümlelerle özetledi: "Sadece tarihimizin ve İslâm tarihinin değil, dünya tarihinin nadir sonuç veren harplerinden biri. Geleceğe yönelik büyük değişikliklere yol açan meydan muharebelerinden biri burada cereyan etti. Gerçekten de o muharebe tarihin kendisiydi. Tarihçiler ve bilim adamları anlatıyor. Onların emekleri ve zahmetlerinin boşa gitmemesi lazım. Tarih sadece kuru metin olarak okunmamalı, onun üstüne edebiyat ve sanatla, herkese temas ve hitap eden yönlerinin olması gerekiyor." Bilgi Şölenine katılan, Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Caner Arabacı’nın da dediği gibi, "Malazgirt Zaferi milletin evlatlarını bütünleştirdi ve zafer; kökeninde eski Türklerden bu yana devam eden "Alplik" ile İslam medeniyetindeki "Erenlik" ruhuyla kazanıldı. Onun içindir ki, bu coğrafya insanının Malazgirt ruhuyla yetişmesi lazım. Malazgirt Zaferi'nin, kuru bir tarihi vaka olarak anlatılmaktan çıkarılarak, anlam dünyasına ve ruh iklimine girilmesi gerekir. Çünkü ruh köklerinizi kaybettiğinizde birilerinin maşası ve kullandığı alet olmanız kolaylaşıyor.” Tarihimizde Ağustos ayının önemi büyüktür. Çünkü Anadolu coğrafyasına silinmez mührünü vuran bir millet için; AĞUSTOS ZAFERLER AYI’dır. Ebedi yurdumuz Anadolu'nun kapıları, bu ayda kazanılan zaferle açılmıştır bizlere... Sayısız cana mal olan bu güzel toprakları elimizden almak isteyenlere; en son ve en büyük tokadı ise, yine bu ayda atmışız. Onun için de bu ay bizim tarihimizde, “Zaferler Ayı” olarak bilinmekte ve onun içindir ki; 26-30 Ağustos tarihleri arası “Zafer Haftası ve Malûl Gaziler Haftası” olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle, bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, satırlarımızı Malazgirt’le beraber diğer bütün kapılarımızı da mısraın


güzelliği içinde sembolleştirmeye çalıştığımız “Kapılar… Kapılar…” adlı şiirimizle sonlandıralım: Gelirken Ora Asya’dan Biz nice kapılardan geçtik İlk kapımız Malazgirt… Yürüdükçe Hüma’nın gölgesi üstümüzde Düştükçe hicran yarası gibi Gecenin bağrını delen sözler yüreğimize Zalimler eliyle hayatı sükût ettirilenlerin Bin türlü kederiyle Biz nice kapılardan geçtik Gelirken Orta Asya’dan İlk kapımız Malazgirt… Nice hücumlar söndü göğüs kafesimizde Nice haksızlıklar eridi ateşten nefesimizde Nice kavgalardan galip çıktık Doğruluğun büyüttüğü nefsimizle Nice hüsranlar devşiren mazlumların Eli ayağı kılıcı sesi olduk geçtiğimiz her yerde Aştıkça mesafeleri adaletin ipine sarılmış Bir büyük milletle Aşkın ve inancın tembihiyle gül bıraktık sinelere Kapılar… Kapılar… Bazen sonsuzluğa bazen hayata Bazen sevince bazen hüzünlere Bazen Leyla’ya bazen Mecnun’a Bazen çirkinliğe açılan kapılar… Biz nice kapılardan geçtik

Gelirken Orta Asya’dan En son kapımız Anadolu Bu kutlu yurt Bu zamanın incisi topraklar Yiğitler otağı, dertliler yumağı, şehitler yatağı Şairler yurdu, ozanlar diyarı Türküler onun bağrından çıkar Onda bulur rengini ahengini şarkılar Sinesinde hep özlemin yankısı duyulur Garip kalmış sevdaların izlerini taşır asırlar Onun için yıllar yılı köz koymuş yarasına Onun için bedeli ağır olmuştur sevdalılarına Kapılar… Kapılar… Bazen hürriyete bazen esarete Bazen yokluğa bazen çokluğa Bazen dirliğe bazen birliğe Bazen güzelliğe açılan kapılar… Biz nice kapılardan geçtik Gelirken Orta Asya’dan En son kapımız Anadolu Sırtlanların geçiş yeri burası Yoğrulmuş hasretle yanmış çileyle Sel olup geçmiş yağmur olup dökülmüş tarihe Çöktükçe yüreğimize ince ağrılar Gözyaşına döndürür kıblemizi Bir başka âleme çevirir seccademizi Kapanır üstümüze Uzun ve derin seferlerden arta kalmış Geceyi şaşkınlığa uğratan kapılar 91


ir güvercin oldu altın tozuna bulanmış ışık ve nihayet kanadına sabah meltemini üfledi. Kalbi sızladı evvelâ... O sızıyla karanlık geceye açtı gözlerini... Kocaman açtı! Karanlık, daha da karardı.

NAKKAŞ

“FIRÇASIYLA HAYATI NAKŞEDEN İSMİ MAHFUZLARA”

Nakkaş; fırçasının ışığa bulalı ucunu bir temrencesine gönderip sabahın meltemini de yakalayıverdi... İbrahim BAŞER

Geceyi kokladı sonra. Siyah kokan geceye kalp ağrısını fısıldadı. Sesi, sızısına çarpıp yankılandı. Karanlığa yumdu gözlerini bu defa, kalp sızısına kulak verdi. "-Kırmızı!", dedi sızısı ötelerden... "-Kırmızıya söylet söyleyeceğini.” Fakat kırmızı sevda da söylerdi, kırgınlık da... Hatta bazen öfke de haykırırdı. "-Hangisi?" diye sorayazdı, baktı ki soranla sorulan aynıdır, aldı eline fırçasını... ...fırçasını eline aldı ve geceye bir kırmızı nokta koydu. Bu kırmızı nokta siyaha yakıştı! Fırçasına aldığında bir iç kırıklığıyken, karanlıkta öfke söyler gibi oldu ve fırçadan ayrılırken dedi ki kırmızı: "-Öfke de sevdaya dair." Ve affetti öfkesini Nakkaş… …kırmızıyı karanlığa nispetleyiverdi. Kırmızı, kara gecede açan karanfil oldu. Karanlığa dokunan bir kandil ziyası oldu akabinde Ve geceye bir buse verdi kırmızı... ...gece ısındı, tanyeri kızardı hicabından. “ Dem bu dem ”deki an içre sonsuzu nakşetme sancısı vurunca, kızıllaşan ufka varma sevdasına düştü kırmızı karanfil... Bu sevda, karanfile paha biçilmezi verdi, sapına altın tozu değdi. Gecenin mutlak sessizliği, hafiften esen sabah meltemiyle kıpırdadı.

sayı//62// eylül

92


Kalp ağrısı, kara geceye meydan okuyan bir hikâye anlatmaya kararlıydı... Karanfilleşen kırmızıya verilecek kıymet, menzil aşırıp ufuklara taşımadıkça neye yarardı ki? Ve Nakkaş fırçasını, altına kesen dalın ışığına buladı karanfilin... ...say ki, bir tılsımın sırrına buladı! Öyle ki bu sır; ezelden ebede ham ervaha sır olarak kalırken, ehline de menzil aşıp baki olmanın sırdaşlığını fısıldamalıydı. Nakkaş; fırçasının ışığa bulalı ucunu bir temrencesine gönderip sabahın meltemini de yakalayıverdi... Bir güvercin oldu altın tozuna bulanmış ışık ve nihayet kanadına sabah meltemini üfledi. Kalp sızısı anlatan kırmızının en yakıcısı yapraklarında aşikâr al karanfil, güvercinin ağzına pek de yakışmıştı ama...

Öyle ya, gecenin en zifiri kaderindi gözün olmadıkça. İstediğin kadar tanyeri boya ne fayda, seher yelinden kanat resmet ne çare! Nakkaş lâl oldu, fırça elinde kalakaldı. Çaresizlik kalbini ağrıttı tekrar. Üzüntüsü göze geldi... ...ve gözünden süzülen incimercan, geceye düştü. Nakkaş'ın incimercanı, geceye çizdiği güvercine değdi. 0 gecenin sabahında nakkaşhaneye gelen çömezleri; kanadı sabah meltemli incimercan bakışlı güvercini... ...ağzında kırmızının kalp sızısına boyanmış karanfil, ardında altın tozundan bir iz bırakarak sarayın surlarını aşıp Üsküdar’a doğru kanat çırparken gördüler.

“-Aaah!” etti ürkek güvercin.

Nakkaş'ın gözleri görmedi bir daha, namı Kör Nakkaş'a çıktı...

“-Aaah, bir gören göze neler vermezdim... Geceden sabaha menzil aşmadıktan, aşamadıktan sonra neyleyim güvercinliği?"

Ve çömezleri, güvercinlerine göz yerine hep bir incimercan çizdiler.

Bilemedi neyleyeceğini Nakkaş... Dile gelen güvercinin acaba pırpır eden kendi kalbi mi olduğundan kuşkulandı akabinde.

*Bu yazı, yazarın POST yayınlarından çıkan”Yâr Elinden Şehir Olsa İçilir” isimli kitabında yer almaktadır. 93


HALUK DURSUN

DÜNYADAKİ SEYAHATİNİ TAMAMLADI Sultanahmet Camii’ndeki kalabalık cenaze namazına katıldım. Vefalı insan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, merhumun bayrağa sarılı tabutu başında yaptığı konuşmada, “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” hadisini hatırlattıktan sonra şunları söyledi: “Haluk Hocamız bizim önemli bir rol arkadaşımız oldu. Kültürde, sanatta, edebiyatta, tarihçi olarak tarihte bizimle yol yürüdü. Mehmet Nuri YARDIM

ürkiye’nin en iyi bürokratlarından, ilim adamı, tarihçi, seyyah, Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun’un müessif bir trafik kazasında ani vefatı, özellikle kültür sanat çevrelerini çok sarstı. Kutlama hazırlıkları için Malazgirt’e gitmiş, dönüşte Ahlat üzerinden gelirken Erciş’te kaza geçirmişti. Sevenlerinin arasından süzülüp onu en çok sevenin, Rabb’inin yanına gitti. 1957’de doğup büyüdüğü Hereke’de toprağa verildi. Ahlat’ta yaptığı son konuşmasını dinledim. Malazgirt Zaferi’ne de Çanakkale ve Milli Mücadele gibi sahip çıkacaklarını, çocuklarımızın ve gençlerimizin millî tarih ve ecdat şuuruyla yetiştirileceğini söylüyordu. Yazılarını okumuştum lkin. Sonra İstanbul’a gelince tanıştık. Kültür mahfillerinin aranan ve gözlenen simasıydı. Yıllar önce Üsküdar Belediyesi’nin düzenlediği “Boğaz Gezisi”nin mihmandarıydı. Sahile yakın seyreden gemideki bütün tarihseverler gibi kendisini merak ve heyecanla dinlemiştim. Önünden geçtiğimiz yalıları tanıtıyor, tarihlerinden bahsediyor, sahiplerinden ve geçirdikleri merhalelerden söz ediyordu. Canlı tarih gibiydi ve müktesebatı çoktu. Bu kadar bilgi, derin araştırmaların, yorucu çalışmaların sonunda elde edilebiliyordu. Kendisini çok iyi yetiştirmiş, genç yaşta bir kültür tarihçisi olarak mühim eserler vermiş, Topkapı Sarayı ve Ayasofya kendisine teslim edilmişti. EMİN IŞIK’IN ÜZÜNTÜSÜ GEÇMEDEN

Bir ara sosyal medya sayfasında, 3 Ağustos’ta kaybettiğimiz merhum Emin Işık’ın, rahmetli Selçuk Eraydın’a, gönderdiği hüzünlü mektubu paylaştı. Sayfasındaki bir diğer yazısı ise yeni kayıplarımıza dairdi. Şöyle diyordu: “Son zamanlarda katıldığım bazı cenazelerde çok üzüldüm ve kendime çok kızdım... Ben niye adam kıymetini bilmiyor, tanıdığım adamların hakkını vermiyorum diye düşünüyorum. Daha da büyük hatam, bunu bilmeme ve her seferinde artık bu hataya düşmemek için uğraşacağım dememe rağmen bir arpa boyu yol alamamamdır... Kısaca söylemem gerekirse adam olan kişi adam kıymetini bilen kişidir. Peki nasıl adam? Sıradan ve sürüden olmayan adam. Geçmiş dönemde yetişmiş ve artık korkarım arkası gelmeyecek insanlar... Şevket Ağabeyin kaybına üzüntümüz bitmeden, bugün Emin Işık ağabeyimizi defnettik... Kur’an okuyuşuna bayılırdım. Dinî musikiye hâkim, sayısız talebe yetiştiren bir hayır ve hasenat sayı//62// eylül

94


sahibi ‘er kişi’ idi... Ehl-i hâl , sahibüsseyf vel kalem bir er kişi... Vatan, millet, ümmet ve devlet konularında hassas bir ağabey...” Kendisi tevazu gösterip adam kıymetini bilmediğini söylüyordu ama bir cenazeden diğer cenazeye de koşuyordu. Merhum Mehmed Şevket Eygi ağabeyimizin Merkezefendi Mezarlığı’ndaki defni sırasında karşılaşmıştık. Çok üzüntülüydü, taziyeleştik. Gençlik yıllarında tarihçi olmaya karar verdiği zaman Fethi Gemuhluoğlu’nun bir sözü üzerine seyyah olmayı seçmiş, çok gezmişti. Seyahatlerinden oluşan eserleri çok kıymetlidir: İstanbul’da Yaşama Sanatı, Osmanlı Coğrafyasına Yolculuk, Tuna Güzellemesi, Nil’dan Tuna’ya. TUNA’DAN DİCLE’YE COĞRAFYAMIZ

Sultanahmet Camii’ndeki kalabalık cenaze namazına katıldım. Vefalı insan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, merhumun bayrağa sarılı tabutu başında yaptığı konuşmada, “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” hadisini hatırlattıktan sonra şunları söyledi: “Haluk Hocamız bizim önemli bir rol arkadaşımız oldu. Kültürde, sanatta, edebiyatta, tarihçi olarak tarihte bizimle yol yürüdü. Bu yol yürüyüşü esnasında da gerçekten onun dürüstlüğü, duruşu, vakarı örnekti. Hele hele gurbetteki o öğrencilerimize her ay tarih dersleri vermek üzere oraya gidiş, gelişleri... Özellikle bir Tuna âşığı olması hasebiyle, Tuna dersleri çok çok anlamlıydı, faklıydı. Son zamanlar da özellikle Dicle’nin kuzularına da aşkı vardı. ‘Dicle’nin kuzularını çakallara yedirtmeyeceğiz.’ diye bir yaklaşımı vardı. Haluk Hoca hiç endişe etme Dicle’nin kuzularını Allah’ın izniyle biz de çakallara yedirtmeyeceğiz. Bu vaadini biz aynen devam ettireceğiz. Onların karşısındaki o dik duruşumuz aynen devam edecek.” Prof. Dr. Mustafa Sabri Küçükaşçı da konuşmasında şu ilginç hatırasını paylaştı: “Kısa bir süre önce ebediyete uğurladığımız merhum Emin Işık’ın cenazesinde ona ‘Bak cenazede her meşrepten insan var. Artık böyle vefatında herkesi bir araya getiren zatların nesli de bitti.’ deyince Haluk Dursun ‘Öyle düşünme. Biz imparatorluk bakiyesiyiz. Böyle birleştirici daha çok zatlar çıkar.’ demişti. Bugün görüyorum ki aynı şekilde onun da cenazesinde her meşrepten, her kesimden insan var. Şükürler olsun ki haklı çıktı.” “GÖÇER OLDUM...”

Sosyal medya hesabında kaleme aldığı yazıları severek okurdum. Derdi olanların hisleriyle

doluydu metinler. Mesela “Göçer Oldum” başlıklı şu yazısı: “Millet yaz gelince sahillere koşar, ısınan tuzlu deniz sularına kendisini atar, bende ise tam tersi olur. Soğuk kaynaklardan çıkan tatlı akarsuların peşine düşerim... Köpük köpük çağlayarak akan ak sulara (Kanispi) bayılırım. Mümkün olduğunca yükseklere, dağlara çıkmak , yaylaklarda dolaşmak isterim. Koyun sürülerinin meralara yayılmasını seyretmek ve kekliklerin seke seke, pır pır ederek kaçışmasını izlemek beni çok mutlu eder... Bazen ırmaklara takılır, akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat diyerek ben de hayatım gibi akar giderim. İspir’de Çoruh, Yedisu’da Peri Suyu, Edremit’de Şamran, Köprüköy’de Aras, Bahçesaray’da Müküs beni peşinden sürükler... Bir süredir Şırnak, Siirt, Batman, Bingöl,Van, Erzurum taraflarındayım. Çobanların arasına karıştım... Hep beraber bir yayladan diğerine göçüyoruz... ‘Göçtü kervan kaldık dağlar başında’ diyecek hâlimiz yok... Zamanı gelince bu dünyadan biz de göçeriz... ‘Gele bir devr, bu Haluk’u yad eyleyeler, / Ahbap fırsatı sohbeti ganimet bilsin...’ Prof. Dr. Mustafa Kara, merhum için şu tarih’i düştü: “Kültürümüz için sebat etti / Âbidâtımızı âbâd etti / Çıktı sekiz er haberin verdi: / ‘Ahmed Halûk Dursun vefat etdi’ 2019” Bir fotoğrafı evinin önünde, kırmızı güller arasında çekilmişti. Peygamber Efendimizin remzi olan gül’ü çok seviyordu. Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirini hatırladım: “Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış; / Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. / Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış. / Eski Şîrâz’ı hayâl ettiren âhengiyle. / Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.” Yaptığı hizmetlerle takdir edilen Ahmet Haluk Dursun’a Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad, kabri nur, mekânı cennet, menzili mübarek, makamı âli olsun. Ailesinin, Kültür ve Turizm Bakanlığı camiasının, ilim, kültür ve sanat çevrelerinin, Türkiye’nin başı sağ olsun. Yazıma son verirken sizi onun ‘kumru sevgisi’ni dile getiren anlamlı hatırasıyla başbaşa bırakıyorum: HALUK DURSUN’UN KUMRU SEVGİSİ

“Aslında bu olayı emekli olup, köşeme çekildikten sonra yazmayı düşünüyordum. 95


Baktım olmayacak, makam odamı onlara bırakıp hemen karşıda bulunan küçük bir odaya geçtim. Bir gün televizyon çekimi için Topkapı Sarayı’na gelen gazeteci dostum rahmetli Savaş Ay, ‘Hocam niye bu küçücük odada oturuyorsun,’ diye sordu. Ben hâlden anlarım, bir kumru arkadaşım sevgilisine, ‘Ben seni saraylarda yaşatacağım’, diye söz vermiş, insan yuva kurana yardımcı olmaz mı?’ dedim. Hocam ne olur göster dedi ve kapıdan odadaki yuvanın resmini çekti. Ertesi gün beni Ankara’dan arayan arayana... ‘Derhal oda açılsın, yuva dağıtılsın, saray bakımsızlıktan perişan olmuş görüntüsü verilmesin.’ dediler.

Çünkü biliyordum ki, ben yine çenemi (kalemimi) tutamayarak zülfü yare dokunacağım... Ama, o dönemde yaşananları anlattığım bir dostum çok ısrar etti, bunu mutlaka yazman lazım dedi. Ben de hikâyenin içinde hem bürokratik bir zihniyet hem de gerçek bir aşk hikâyesi bulunduğu için saray tarihine bir kayıt düşürmeye karar verdim... Kimse ısrar etmesin isim vermeyeceğim. Topkapı Sarayı’nda müdürlük yaptığım dönemde, makam odamda otururken bir kumrunun açık pencereden girerek avizenin etrafında uçtuğunu gördüm. Hiç kımıldamadan seyretmeye başladım. Kumru sanki tavaf eder gibi odanın her tarafında dolaştı, avizenin üzerine kondu, bir süre oturdu. Sonra geldiği gibi uçup gitti. Biraz sonra yanında başka bir kumru ile tekrar geldi. Bu sefer sanki bir ev (saray) sahibi edasıyla onu gezdirdi. Yeni geleni elinden, (kanadından) tutar gibi aldı ve avizenin içine oturttu. Bir süre koklaştılar.... Sonra uçup gittiler. Ertesi gün ikisi birlikte ağızlarında dal parçacıkları ile geri geldi ve avizenin içine bir yuva kurmaya başladılar. Yuva bir kaç gün içinde kuruldu. Ben olup biteni hiç ses çıkarmadan izliyordum. Dişi kuş yumurtlama hazırlığı yapıyordu. Galiba onlar da beni izliyordu ki, hiç tedirgin olmuş gibi görünmüyorlardı. Buna karşılık dışarıdan odaya başka birisi girince, hemen ürküp pencereden kaçıyorlardı. sayı//62// eylül

96

Meğer Savaş Ay haber yapmış bizim kumru hikâyesini... Hemen aradım, ‘üstad sen ne yaptın?’ dedim. ‘Hocam bu kadar güzel malzeme, (haber) buldum yazılmaz mı Allah aşkına.’ dedi. ‘Gazetede sabah toplantısında anlattım, herkes ayağa kalktı ve seni alkışladı’ diye ilave etti. ‘Sadece gazete değil, Ankara da ayağa kalktı sayende.’ diye cevap verdim. Ne yapacaktım? Çifte kumrulara kol kanat gerip onların saadetlerini mi korumaya çalışacaktım, yoksa odayı kullanmaya açarak bir yuvanın dağıtılmasına mı neden olacaktım. Bir şekilde ya ben makamı, ya da onlar makam odamdaki yuvalarını kaybedeceklerdi. Akşama kadar Bakanlıktan beni aramayan kalmadı... En azından yumurtadan yavru kuşlar çıksın, uçup gidene kadar bekleyelim diye düşündüm. ‘Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın isterseniz.’ dedim. Ertesi gün yuvaya bakmaya gittim ki ne göreyim yuva duruyordu, ama kumrular yoktu. Yuva olmasa birisi kuşları ürküttü, kovaladı diyecektim... Hâlbuki yuva yerli yerinde duruyordu. Kumrular sanki durumu hissetmiş ve sessizce çekip gitmişlerdi. Bir daha da hiç gelmediler... Ben daha sonra Topkapı Sarayı’ndan Müsteşar ve Bakan Yardımcısı olarak Ankara’ya gittim. Kuşların yuvası dağıtılsın, makama sahip çıkılsın diyenlerin ise hiç birisi Bakanlıkta makamında kalamamıştı. Muhakkak ki, biz de bir gün bu makamdan uçup gideceğiz... Kuşlar ise hep uçmaya ve yuva kurmaya devam edecek... Haluk Dursun”




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.