ŞEHİR ve KÜLTÜR - 61. Sayı

Page 1



Biz’den… Barış Dolu Dünyada Huzur İçinde Yaşamaktır Hedefimiz Maziye sor,ecdadımı söyler sana kimdi: Bir bitmez ufuktum, küre vaktiyle benimdi. Tûfanlar, alevler beni bir kal’a sanırdı: Taclar uçuşur, dalgalanır,parçalanırdı. Kahhâr atımın kanlı kıvılcımlı izinde: Bir başka denizdim ebediyet denizinde. Çarpardı göğün kalbi hilalin avucunda: Titrerdi yerin talihi merminin ucunda. Günler, elimin çizdiği yerlerden akardı: Üç kıt’ada korkunç atımın izleri vardı. Dünya bilir iclalimi ben böyle değildim: Ben, altı asırdan beri bir kere eğildim.. MİTHAT CEMAL KUNTAY

,

Türkün tarihinde Ağustos ayı zaferlerle dolu bir ay, bu zaferlerin kazanılmasında güç kuvvet ve iman var elbette.. Girişte yazdığımız şiir bizim bu efsane tarihimizin geçmişten bugüne gelişinde son hüsranıda hatırlatır..Bu yazımda Rahmi Serin’den bir hatırayı anlatmalıyım. “Abdullah Mahir İz bey bir gün bir gurup talebesini yanına alarak, kaplıcalarda dinlenmek üzere Gönen’e vasıl olmuştu. Can dostu Mahir İz bey’i ve arkadaşlarını karşılamak için Tatlıcı Ali Efendi Bandırma’dan Gönen’e gelmişlerdi. Gönen’in din görevlileri kültür insanları ile beraber Gönen parkında Mahir bey ve arkadaşlarını karşıladık.. Mevsim yaz, Gönen halkı ve kaplıca misafirleri ile park lebalep insan doluydu. Abdullah Mahir İz bey ile Ali efendi yani iki can dostu birbirlerini görünce koşarak biraraya gelip kucaklaşıp sarmaş dolaş oldular ki..Her ikiside uzun boyları ve gösterişli vücutlarıyla adeta sımsıkı birbirlerine yapıştılar, çocuklar gibiydiler.. Her ikisi de hüngür hüngür ağlıyordu, gözlerinden sağnak yaş akıyordu.. Orada bulunanlar , onları tanıyanlar ve tanımayanlar bu manzarayı görünce ağızları açık seyrediyorlardı..Bu muhabbet bu vuslat bir süre devam ettikten sonra ,Parkın orta yerinde havuzun kenarında kendilerine gösterilen yere oturdular. Çevrede bulunanlar bu iki zat’ın samimiyetlerini ve çevrelerindeki yeni gelen misafirleri dikkatlice seyrediyorlardı.Etrafa müthiş bir coşku ve huzur yayılmıştı..Bu hatırayı anlatan Rahmi Serin; İstanbulda Mahir İz beyin bir konferansı sırasında Mithat Cemal Kuntay’ın “KİMDİM” şiirini okurken hayran kaldığını, salonundakilerinde bu şiir ve okumadan coşarak ayağa kalktığını unutulmaz bir hatıra olarak anlatır..O günkü tablonun Gönen parkında yaşandığını hissettim diyor, ve devam ediyor..Ali efendi den izin alarak Mahir İz bey’e –Hocam! Falan tarihte ve yerde İstanbul’da okuduğunuz ” Kimdim” şiirini burada lütfedermisiniz? Sanki ortam buna çok uygun gözüküyor dedim.. Hocanın

yanındakiler, hocamız yorgundur, kendisini üzmeyelim.. diyerek müdahelede bulunduklarında Mahir Hoca o latif cümleleriyle: Böyle bir günde ve böyle bir yerde yorgunluk ve yorulma söz konusu olamaz, yorgun falan değilim, elbette okurum hocam! Diyerek hemen ayağa fırladı ve Gür sesi ile Mithat Cemal’in KİMDİM şiirini coşkuyla okumuştu..Her yaştan ve meşrepten insanla dolu olan Gönen parkındakiler , gördüklerinden ve duyduklarından şaşkına dönmüşlerdi.. Birbirlerini sırf Allah rızası için seven ve sayan bu iki can dostu, ortaya sevgi ve muhabbet rüzgârı estirmiş, orada bulunanlarda o esen rüzgardan gönül rahatlığı duyarak kendinden geçmişlerdi..” Bu hatırada anlatılanlar, aslında bizim muhteşem kültürümüzün kırıntılarıdır.. Bu kültürün muhteviyatında ilim var, şiir var , edebiyat var, sanat var, nezaket var, insanlık var , dostluk var, sevgi var, saygı var, samimiyet var, kültüre sıdk-ı sadakatla bağlı olanların varlığı var… Binlerce yıllık tarihimizden ve İslamla şereflendiğimiz yıllarla daha da gelişen kültür birikimimizden bahsederken medeniyet havzamızın münbit ortamını dikkate almalıyız.. Anadolu topraklarında Malazgirt’e ayak bastığımızda bir ağustos ayı idi, Otlukbelini 11 Ağustosta kazandık, Çaldıranda 23 ağustosta zafer kösü vurduk, Mercidabık 24 Ağustos tarihini yakaladı, Belgrad’ı 29 ağustosta fethettik, Mohaç meydan muharebesini 29 ağustosta kazandık, Kıbrıs’ı 1 ağustosta fethetmiştik, 15 ağustosta barış harekatını tamamladık, 5 ağustosta kurtuluş mücadelemize Erzurum kongresi damgasını vurduk,23 ağustosta Sakarya meydan savaşını kazandık, 26-30 ağustos ayağa kalkışımızın simgesi büyük taarruz meydan savaşını kazandık… Şükürler olsun bu vatanda hür ve bağımsız yaşadığımız için.. Tarihten gelen bu olaylar bizim heybemizde olduğu için hamdolsun.. Üstad Mithat Cemal Kuntay’ın mısralarında yazdığı gibi, sevr sonrası işgal hareketi üzerine; “Ben, altı asırdan beri bir kere eğildim..” mottosunu kazımalıyız belleğimize…Bir daha bu topraklara göz dikenin mezarınımı kazarız, selam vermeden geçen kuşun yuvasınımı bozarız, gözünümü oyarız.. Bu dünyadaki düşmanlarımıza ve içimizdeki hainlere mesajımız olsun.. Bu zaferler ayında; Vatanımıza, devletimize, Milletimize, bayrağımıza selam olsun.. Altmış birinci sayımızla huzurunuzdayız…Barış dolu bir dünyada huzur içinde yaşamaktır hedefimiz.. Hz.Mevlana der ki; “Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak ver, kendini hiç önemseme” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 HUCEND

24

8

28

SEYHUN KIYISINDA BiR iNCi

Abdulhamit AVŞAR

AKÇAHiSAR - KRUJË HACI MUSTAFA PAŞA TÜRBESi Dr. M. Sinan GENİM

12 16

TiRAN ENVER HOCA’DAN KALMA

TURUNCU RENKLi ŞEHiR

Fahri TUNA

TAŞIN AHŞAP iLE RAKS ETTiĞi KÖY

DOĞANBEY

Dr.Mehmet MAZAK

HiKÂYESi OLAN KONAKLAR

TARAKLI (ADAPAZARI)

ÇAKIRLAR KONAĞI

Dr.Kâmil UĞURLU

“iKi DiRHEM BiR ÇEKiRDEK” VE

“KAYME” Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak

30 46

“PARILDAYAN SARAY” TEKFUR SARAYI MÜZESi Salih DOĞAN

FUAT SEZGiN’i ANMA VE

MÜSLÜMANLARIN BiLiME

KATKILARINI ANLAMA Prof. Dr. Fevzi YILMAZ

Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


20 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ ŞUMNU VE VARNA / Hüseyin YÜRÜK 27 KARTALLAR ÜLKESİNİN GÜVERCİNLERİ / Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN 34 YAVUZ SELİM’İ VE MERCİDABIK’I BELLEMEK: YAVUZLU BELDESİNE HİÇ GİTTİNİZ Mİ? / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

49

iSLAMIN iLK DEViRLERiNDE

37 VARA ONA DEYİN Kİ / Kâmil UĞURLU

Mehmet SANCAK

38 UZUNDERE, SAKİN ŞEHİR / Dr.ALİ KURT

SAĞLIK HiZMETLERi

41 HALVETÎ AZİZLERİNİN ETVÂR-I SEB’A RİSALELERİ -şehir kitap- / Kitap Tanıtım: Gazanfer KIRIMLI 42 BİLECİK GÖLPAZARI, ESKİ TOPRAKLAR, HUZUR VE TARİH / Dr.Şimşek DENİZ 45 ÇOK KATLI BİNALAR / Recep ARSLAN

58

ERZURUM'DA BiR ŞAHESER:

ÇiFTE MiNARELER İsmail BiNGÖL

50 ERZURUM KONGRESİ’NİN 100. YILI / Prof. Dr. Ömer ÖZDEN 54 KIRIM'IN SALGIR SUYU / Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA 61 VEFÂ VEYA VESÂİRE… / İbrahim BAŞER 62 ADIM GAZETESİ YARGILANIYOR: TÜRKİYE’DE HÂKİMLER DE VAR / Serdar YAKAR 64 NİŞANCI MUSTAFA PAŞA CAMİİ : YÜKSEK TEPENİN AYDINLIK CAMİSİ / Nidayi SEVİM 67 MANGO KOKULU / Veli DALBUDAK

82

HAC, BÜTÜN iNSANLIĞIN

ARINMA VASITASIDIR! Muhsin İlyas SUBAŞI

68 AHMED CEVDET’İN İSTANBUL BELEDİYESİ VE GÖREVLERİ İLE İLGİLİ BİR YAZISI ÜZERİNE / Prof. Dr. Âdem EFE 72 NECİP FAZIL’IN GÖZÜNDE İŞGAL İSTANBULU VE ERZURUM / Dr. Şakir DİCLEHAN 74 KOMŞULUK, GÜVEN VE İLK SEVDA / Recep GARİP 76 BANA MÜSTEARINI SÖYLE… / Erbay KÜCET 78 ENSAR-MUHACİR HAKKI BÂKİ / Sabri GÜLTEKİN 81 40 ŞEHİR PORTRESİ / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 86 POSTMODERN LUTİLİK, EVRENSEL SATANİZM / Mehmet BAŞ

84

HERSEKLi ARiF HİKMET

RIDVANBEGOViC

Ahmet NARiNOĞLU

88 EMEKLİ GAZETECİ’NİN GÖZÜNDEN KÜLTÜR, SANAT VE İNSAN / Ekrem KAFTAN 90 EDEBİYATIMIZA ADANMIŞ ÖMÜR SAİM SAKAOĞLU / Mehmet Nuri YARDIM 92 ŞEHİRDE YAŞAMAK TARİHE MÜHÜR VURMAKTIR / İmdat AKKOYUN 96 ŞEHİR VE KAHVALTI / Ahmet NARİNOĞLU

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay.

Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : kamilberse@gmail.com • www.dersaadethaber.com

Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

Kapak Fotoğrafı:

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com


SEYHUN KIYISINDA BİR İNCİ

HUCEND

Tacikistan’ın en eski şehirlerinden olan Hucend, Seyhun (Sirderya) Irmağı kıyısında kurulmuştur. Tarihî kayıtlardan ilk sakinlerinin Saka (İskit) Türkleri olduğunu görüyoruz. Pers Devleti’nin kurucusu Büyük Kiros, milattan önce 530 yılında burayı ele geçirerek kendi adına bir şehir kurmuştur. İki asır sonra da bu kez Büyük İskender’i Hucand’a görüyoruz. O da şehre kendi adını vermiş. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//61// ağustos 4

acikler, Tacikistan Sovyet döneminde ayrı bir cumhuriyet olarak inşa edilene kadar Orta Asya’nın yani Türkistan’ın diğer Türk halklarıyla bir arada yaşıyor, aynı coğrafya ve tarihi paylaşıyorlardı. 1929 yılında, etnik bir devlet olarak inşa edildi. Oysaki bölgeye gelen Arap Müslümanlar, Tacikleri, “Farsça konuşan Türkler” olarak tanımlamışlardı. Orta Asya’da şehir hayatı çok eski zamanlardan itibaren başlamış olmasına rağmen İslamiyet’in bölgede yayılmasından sonra yeni bir merhale katetmiştir. Burada kurulan şehirler, İslâm medeniyetinin en parlak merkezleri arasına girmeyi başarmış ve uzun yüzyıllar bu hususiyetlerini muhafaza etmişlerdir. Geçmiş medeniyetimizin iftiharlarından biri de Hucend şehridir. “Hocend” olarak da bilinen, günümüzde ülkenin ikinci büyük şehri konumundaki Hucand, Orta Asya’nın en verimli toprakları olan Fergana Vadisi’nin Tacikistan bölümünde yer alır. Etnik ad taşıyan cumhuriyetlerde, başka “etnik” toplulukların kalabalık nüfuslar halinde yaşıyor olması, Orta Asya yani Türkistan için olağan bir görüntü. Çünkü Bolşevikler “Türklerin yurdu” anlamına gelen bu büyük coğrafyayı, alt etnik kimlikler şeklinde bölene kadar, bütün Türkistan ortak vatandı. Ne var ki, Stalin’in haritacıları, inşa ettikleri ulus-devletlerin sınırlarını çizerken, bu ortak vatanı, aynı atanın evlatlarının aile adlarını ulus adı haline getirerek bölmüş ve böylece yeni devletler içerisinde aynı millete mensup “azınlıklar” oluşturmayı başarmıştır. Bugünkü Tacikistan da, Orta Asya’nın hâkim milletiyle böylesine tarih, kültür ve sosyal bünye benzerliğine sahipti. Hatta Bolşeviklere karşı, milli bir direniş hareketi olan “Basmacılık” içerisinde Tacikler de yer alıyordu ve Tacikistan önemli merkezlerden biriydi. Hatta Türkistan Genel Valiliği’ndeki ilk Basmacı isyanı, 4 Temmuz 1916’da, Hucend’te başlayacak, isyana kadın ve çocukların da bulunduğu binlerce kişi katılacaktır. Tabii, Enver Paşa’nın bugünkü Tacikistan sınırları içerisinde şehit düştüğü de bilinmektedir. Tacikistan’ın en eski şehirlerinden olan Hucend, Seyhun (Sirderya) Irmağı kıyısında kurulmuştur. Tarihî kayıtlardan ilk sakinlerinin Saka (İskit) Türkleri olduğunu görüyoruz. Pers Devleti’nin kurucusu Büyük Kiros, milattan önce 530 yılında burayı ele geçirerek kendi adına bir


şehir kurmuştur. İki asır sonra da bu kez Büyük İskender’i Hucand’a görüyoruz. O da şehre kendi adını vermiş bu burası, onun Türkistan içerisinde uzanabildiği en uzak nokta olmuştur. Ancak, Hucend’in asıl kimliğinin oluşması Müslümanların fethinden sonradır. Şehir, hem Orta Asya’nın en büyük nehirlerinden biri olan Seyhun kıyısında kurulmuş olması hem de İpek Yolu’nun önemli kavşaklarının biri üzerinde bulunması sebebiyle orta asırların en büyük şehirlerinden biri haline gelmişti. İç ve dış şehirden oluşan Hucend’in nüfusu da çok kalabalıktı. Bu sebeple, zengin tarım arazilerine sahip olmasına karşın çevre şehirlerden hububat almak durumunda kalıyordu. Ancak, şehrin asıl büyüme ve gelişmesi Karahanlı Devleti döneminde olacaktır. Karahanlı yönetimine geçmesinden sonra hızla gelişerek İpek Yolu’nun kültür ve ticaret ve kültür merkezlerinden biri oldu. Bu dönemle birlikte, 10.yüzyılın önemli gökbilimci ve matematikçilerinden Ebu Mahmud Hamid bin el-Hıdr el-Hucendî, filozof ve edip Ebu İmran Musa b. Abdullah el-Hucendî, Hanefi fıkhının önemli alimlerinden el-Habbâzî künyesiyle maruf Ebû Muhammed Celâleddîn Ömer b. Muhammed el-Hucendî ve sekiz bin beyitlik bir divanı bulunan mutasavvıf-şair Baba Kemal-i Hucendî gibi pek çok mütefekkir ve münevver insanın yetiştiğini ve İslâm bilim ve medeniyetine önemli katkılar sunduğunu görüyoruz. Hucend, tüm ihtişamlı Türkistan şehirleri gibi Cengiz istilasından büyük zarar görmüştür. Ardından Timur ve Babür devrinde yeniden ihya edilmeye çalışılmış, ancak Karahanlılar dönemindeki şaşaalı günleri bir daha geri gelmemiştir. Şehrin, uzun süren bir unutulmuşluktan sonra, 18.yüzyılda Hokand Hanlığı’nın kurulmasıyla yeniden tarih sahnesine çıktığını görüyoruz. Ne var ki, tüm Türkistan’a yayılan Rus istilası 1866’da Hucend’e de ulaşacaktır. Ardından, Ruslar tarafından kurulan Türkistan Genel Valiliği döneminde Semerkand’a bağlanacak, ancak 2 Ekim 1929’da Bolşevikler tarafından Tacikistan Sovyet Cumhuriyeti kurulduğunda da bu ülkenin sınırları içine alınacaktır. 1936’da adı “Leninabad” olarak değiştirilecek ve Orta Asya’nın en büyük Lenin heykeli buraya dikilecektir. Tacikistan’ın 1991’de bağımsızlık elde edene kadar şehir Leninabad olarak adlandırılmaya devam edecektir. İlginçtir, Orta Asya’da halen ayakta kalan nadir Lenin

heykellerinden biri Leninabad döneminde dikilen bu heykeldir. Hucend, eski ve yeni şehir olarak iki bölümden oluşmaktadır. Kadim mirası devam ettiren bölüm eski şehirdir. Şehirde 20. yüzyılın başlarında 800 cami ve doksan civarında medrese olduğu kaydedilmektedir. Ne var ki, Sovyet yıllarında bunların önemli bir kısmı yok edilmiş. Buna rağmen bazıları günümüze gelmeyi başarabilmiş durumda. Hucend’in en karakteristik yeri Perşembe Pazarı Meydanı demek yanlış olmaz sanırım. Bu meydanın çevresi şehrin en önemli tarihi binalarıyla çevrelenmiş durumda. Meydana ayak basıldığında ilk dikkat çeken yapılardan biri, 13.yüzyılda inşa edilen Şeyh Muslihiddin Camii ve Türbesi’dir. Şeyh Muslihiddin (1133-1223), Hucend’in önemli mutasavvıflarından biriydi. Hucend’de halen hakkında birçok rivayetten, dindarlığından ve takvasından söz edilmektedir. Türbesi de yüzyıllardan beri bölge insanları tarafından saygı görmekte ve ziyaret edilmektedir. Anadolu’daki gibi Orta Asya’da da kendilerine saygı duyulan insanların mezarlarını ziyaret ederek Kur’an okuma yaygın olduğu gibi bir gelenek ve türbede gün boyu Kur’an tilaveti duymak mümkün. Şeyh’in hanımı ve çocuklarının sandukalarının da bulunduğu türbenin iki kubbesi bulunmakta. Kubbelerin içleri altın işlemelerle süslenmiş. Türbenin inşa edildiği zamanki şehrin zenginliğini de yansıtan bu durum, aynı zamanda Şeyh Muslihiddin’e verilen önemi de gösteriyor. Türbe, Çarlık ve Bolşevik Rusların uzun işgal dönemlerinin ardından ilk olarak 1990 yılında onarım görmüş, ardından 2002’de 5


yapılan restorasyonla bugünkü görünümüne kavuşmuş. Perşembe Pazarı Meydanı’nda Şeyh Muslihiddin adına bir de cami bulunmaktadır. Daha sonraki zamanlarda yapıldığı sanılan cami, şehirdeki en büyük mabet olma özelliği taşıyor. Tipik bir Türkistan mimarisi ile inşa edilmiş. İhtişamın yanı sıra büyük bir sadeliğe sahip. Camiyi seyrederken, Osmanlı’nın Topkapı Sarayı’nı inşa ederken içinde bulunduğu tevazunun mimariye yansıyan menşeini görür gibi oluyoruz. Alanda, camiye bitişik bir medrese olduğu da görülüyor. Belli ki, cami ve türbe bir külliyenin uzuvları olarak inşa edilmiş. Cami, Selçuklularda olduğu gibi, dikdörtgen formlu bir mimariyle yapılmış. Minaresi de, ucu toparlak bir yapıda ve yüksekliği 21 metre. Kubbeden daha kısa olan minarenin özgün olmadığı ve 19.yüzyılda yapıldığı söylenmektedir. Caminin dış görünüşünde en dikkat çeken ise turkuaz kubbesi. Hive, Buhara ve Semerkant’takileri çağrıştıran kubbe, şehrin kimliğinin ve tarihinin simgesi olarak durmakta. Caminin bir başka özelliği de, İstanbul camilerinin önlerinde görmeye alıştığımız güvercinler. Buradaki güvercinler de insanlara alışmış. İnsanlar da bu sevimli kuşlara zarar vermemeye ayrı bir itina gösteriyor ve onları beslemeyi ihmal etmiyor. Yine aynı bölgedeki ahşap cami ise türünün göz alıcı sanat örneklerinden biri. Ahşap sütunlar ve duvarlar, daha ilk bakışta insanı kendine hayran bırakıyor. Belli ki geçmiş yüzyılların büyük ustaları tarafından büyük bir özenle yapılmış. Caminin iç tavanı ise kelimenin tam anlamıyla büyüleyici bir manzaraya sahip. Renkgarenk görünüm içeriye girenleri manevi bir atmosfere alıp götürüyor. Onlarca renk birbiriyle büyük bir uyum içerinde ahşaba nakşedilmiş. Hâkim renk ise yeşil. sayı//61// ağustos 6

Hucend, uzun tarihî geçmişine uygun olarak, bünyesinde, birçok önemli miras ve kültürel hatıra barındırıyor. Kentin en görkemli binalarından birinde kurulmuş olan “Soğd Tarih Müzesi”nde bunu açık olarak görmek mümkün. Müze, ihtişamlı bir taç kapıdan girilen şehrin.13.yüzyılda inşa edilmiş iç kalesinin bir bölümüne yapılmış. Müzeye adını veren ve modern Tacik kimliğini oluşumunda önemli bir yeri olan Soğdlar, Taciklerin ataları olarak bilinmektedir. Milattan önceki dönemlerden itibaren özellikle Pamir bölgesinde yaşamışlardır. Soğdlar, yerleşik bir topluluktu ve çoğunlukla sanatla meşgul oluyorlardı. Müzede, Samaniler Devleti dönemine ait de çeşitli eserler sergileniyor. Devletin kurucusu İsmail Samani’nin büyük bir heykeli ise Seyhun Irmağı kenarında bulunuyor. Müzeye girenleri büyük bir yerküre karşılıyor. Küre, Tacikistan’ın önemli bilim adamlarından Hacı Yusuf Mirfeyyazov’un 1895 yılında yaptığı çizim örnek alarak yapılmış. Etrafına, geleneksel Türk kültüründekine benzer çeşitli hayvan figürleriyle simgelenen bir takvim çizilmiş. Yerkürenin hemen karşısında ise, Taciklerin millâ kahraman ilân ettikleri Timur Malik’in devasa bir heykeli yer almakta. Harzemşahlar Devleti zamanında Hucand Valisi olan Timur Malik, Moğol istilasına karşı gösterdiği kahramanlık ile ün yapmıştı. Timur Malik, Sovyet döneminin ortak kahramanları, yeni oluşturulan uluslara paylaştırma politikası sırasında Taciklerin payına düşmüş ve bugün Tacik millî kimliğinin önemli şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir. Müzede, İslâm dönemi eserlerinin yanı sıra, bölgenin önceki dönemlerine ait eserler de sergileniyor. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı Büyük


İskender dönemine ait olanlar. Milattan önce 4. yüzyılda Afganistan üzerinden bölgeyi işgal eden İskender, kuzeye hareket ederek buraya gelmişti. Bu nedenle kente, uzun zaman “En Uzak İskenderiye” adı verilmiştir. İskender, buradan sonra Semerkant’ı ele geçirmiş ve Soğdlara karşı tarihinin en büyük meydan savaşlarından birini kazanmıştır. İskender bölgeden ayrıldıktan sonra, onun geride bıraktıkları insanlar Baktariya Krallığı’nı kurmuşlardır. Bölgede halen İskender adını taşıyan yer isimleri adını bulunmaktadır. Elbette, bunda, Büyük İskender’i “Zülkarneyn” olarak tavsif eden kadim anlayışın da etkisi olduğu muhakkak. Fergana Vadisi’nde yer alan şehir, Hucand, Tacikistan’ın en canlı yerlerinden biridir. Yukarıda belirtildiği gibi, şehirde nüfusun çoğunluğunu Özbekler oluşturmaktadır. Yüzyıllarca Taciklerle Özbekler, ortak anavatanları olan Türkistan’da birlikte yaşamışlardı. Her iki etnik grup da birbirlerinin dillerini konuşuyorlar, ortak bir tarih ve kültürü paylaşıyorlardı. Ne var ki, Stalin’in haritacılarının bilinçli olarak çizdikleri sınırlar dolayısıyla, iki ayrı devlet haline getirilmişler ve ayrı bir Tacik milliyeti inşa edilmiştir. Ancak, birçok insan diğer cumhuriyet içinde kalmış ve ikincil etnik grup haline gelmiştir. Ancak, uygulanan her türlü ayrıştırma politikalarına rağmen, Tacikistan, halen tipik bir Orta Asya ülkesi olma özelliği taşımakta ve yüzyıllardır süregelen kültürel ve sosyal miras varlığını devam ettirmektedir. Hucand bölgesi Tacikistan’da sınaî gelişmenin ilk ortaya çıktığı bölgedir, aynı zamanda. Burada ilk sanayi tesisleri, birçok zengin yer altı kaynakları barındırdığından dolayı daha Çarlık Rusya’sı döneminde inşa edilmiştir. Bölge, eski zamanlardan beri ticarî açıdan da oldukça zengindi. Bu, şehrin hem önemli ticaret yollarının üzerinde bulunması hem de Orta Asya’nın en verimli bölgesi olan Fergana Vadisi’nde yer almasından kaynaklanıyordu. Bugün Hucand’daki ticari hareketliliğin merkezi, yerel adıyla Perşembe Pazarı’dır. Perşembe Pazarı Meydanı’nın, Şeyh Muslihiddin Külliyesi’nin karşısında kurulu bu kapalı pazara, geleneksel Orta Asya mimarisini yansıtan iki kapıdan giriliyor. İki katlı pazar, oldukça canlı. Çoğu geleneksel kostümleriyle satıcılar, gündelik ihtiyaca yönelik her türlü ürünün satışını yapıyorlar. Örneğin bir sokakta Orta

Asya’nın meşhur tandır ekmekleri satılırken pazarın bir başka köşesinde de, enva-i çeşit kuruyemişler satılıyor. Bunlar, halk tababeti denilen tedavi metodu için çok önemli. Orta Asya bölgesinde bitkilerle tedavi yüzyıllardır uygulanan bir yöntem. Halk birçok derdine bu yolla derman buluyor. Pazarın bir başka köşesinde de bölgede üretilen ballar alıcı bekliyor. Tacikistan’ın yüksek dağları zengin çiçek çeşitleriyle kaplı. Bu durum, ülkede arıcılığın gelişmesini sağlamış. Nitekim yüksek tepelerin dört bir tarafı arı kovanları ile dolu. Ancak, Türkistan’ın bu en eski pazarı, bölgenin diğer kadim pazarlarında olduğu gibi Çin malı istilasına uğramış durumda. Bilge Kağan’ın Çin ile ekonomik ilişki kurarken dikkatli olunması yolundaki tarihî uyarısı, taşa kazıyarak bırakmış olmasına rağmen, maalesef artık her yerde unutulmuş gibi. Hucend’de de, Çin, Tacikistan’ın bu kadim pazarını da işgal etmiş durumda. Tacikistan, Orta Asya cumhuriyetlerinin en fakiri. İç savaşlar ve etnik gerginliklerdene bir türlü yakasını kurtaramayan ülkenin ekonomisi büyük oranda, geleneksel usullerle yapılan tarıma dayanmaktadır. Halkın büyük bölümü, ancak günlük hayatını devam ettirebilmek kaygısındadır. Ülke, dağlık olması dolayısıyla ulaşım bakımından da çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalmakta. Öyle ki, yolların geçmek zorunda olduğu birçok yerde, yaz-kış kar eksik olmuyor. Bağımsızlıktan sonra, ulaşım sorununu çözmek için çeşitli girişimler başlatılmış. Ne yazık ki, burada da Çinliler karşımıza çıkıyor. Çin, böylece, Afrika’daki birçok ülke ve Pakistan’da yaptığı gibi önce ekonomik yardımlarda(!) bulunmakta, ardından ülke üzerinde siyasî nüfuz tesis etmektedir. Bu nüfuzu en çok Uygurlar konusunda görmekteyiz. Çin, bu ülkede yaşayan veya bir şekilde ülkede bulunan Uygur Türklerini istediği gibi göz altına almakta ve Çin’e götürebilmektedir. Bu konuda Tacikistan, adeta Çin’in vassalı bir devlet vaziyeti göstermektedir. Ancak, Tacikistan’da yaşayanlar, bütün zorluklara, henüz tam olarak sona ermeyen iç çatışmalara rağmen genellikle güler yüzlü ve gelecekten umutlu. Hucend de, yeniden tarih sahnesine çıkmanın heyecanı ile güzel günleri beklemekte… Son bir not. Türk Hava Yolları, 2015 yılından beri Hucend’e doğrudan seferler düzenliyor. 7


AKÇAHİSAR - KRUJË HACI MUSTAFA PAŞA TÜRBESİ Osmanlıların, Arnavutluk üzerinde hakimiyet kurmalarını takiben önemli bir Arnavut asilzadesi olan Ghion Kastriot ve Kastriyot, Sultan I. Mehmed’e bağlılığını bildirerek, Akçahisar’ın bir Osmanlı garnizonu olarak kullanılmasını kabul eder. Dr. M. Sinan GENİM

smanlıların Arnavutluk üzerinde hakimiyet kurması 1415 tarihinden itibaren başlar. Akçahisar (Kruya / Krujë) sarp bir alanda kaldığı için uzun süre hakimiyet dışı kalır. Deniz seviyesinden yaklaşık 600 metre yükseklikte bulunan Akçahisar 40.000.- metrekarelik bir alana sahiptir. Kasabanın isminin, kalenin altından çıkan su kaynağına (Arnavutça; Krujë) dayandığı söylenmektedir. Kale alanının 1500-2000 kişiyi barındırabileceği göz önüne alındığında Orta Çağ dönemi için orta büyüklükte bir şehir olduğu ileri sürülebilir. Osmanlıların, Arnavutluk üzerinde hakimiyet kurmalarını takiben önemli bir Arnavut asilzadesi olan Ghion Kastriot ve Kastriyot, Sultan I. Mehmed’e bağlılığını bildirerek, Akçahisar’ın bir Osmanlı garnizonu olarak kullanılmasını kabul eder. Daha sonra Enderun’da yetişen oğlu İskender Bey’in Osmanlılara baş kaldırmasını takiben bağımsızlığını ilan ederek Venediklilerle iş birliği yapar. Akçahisarı ilk olarak Sultan II. Murad (1421-1444/1446-1451) 1447 yıllında muhasara eder, ikinci kere 1450 yıllında yeni bir deneme yapılır. Daha sonra oğlu Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) döneminde, 1466 ve 1467 senelerinde iki kez daha kuşatılırsa da fethedilemez. 1443 yılından beri Osmanlılarla savaşan İskender Bey’in 17 Ocak 1468’de ölümü üzerine sahip olduğu topraklar bir vesileyle Venediklilere intikal eder. 15 Mayıs 1477 günü başlayan ve on üç ay süren kuşatma sonucu16 Haziran 1478 günü, bizzat Fatih Sultan Mehmed’in kaleye girmesiyle fethedilir. Muhtemelen ilk olarak bir cami inşa edilir. H. 1312/1894-1895 tarihli İşkodra Salnamesi’nde Akçahisar’da 16 cami olduğu kayıtlıdır. Ancak ilk yapılan caminin hangisi olduğuna dair bir bilgiye ulaşmak mümkün olmadı. Günümüzde Akçahisar Kalesi’nin girişinin hemen sağında, temel seviyesine kadar tahrip edilmiş bir cami ve yarı yıkık minaresi varlığını sürdürmektedir. Minarenin üzerinde yer alan Ayyıldız, bunca sene geçmesine rağmen bu topraklara armağan ettiğimiz geçmişin izlerini günümüze taşımaktadır. On altı caminin yanı sıra Akçahisar’da yirmi altı tekke ve türbe ile bir adet hamamın bulunduğu da kayıtlıdır. 2015 yılı, Ocak ayında yaptığımız bir ziyaret sırasında, kalenin ovaya hakim bir

sayı//61// ağustos 8


burcu çevresindeki kubbeli bir yapı dikkatimizi çekmişti, ancak o gün çok acele uçağa yetişmek zorunda olduğumuz için ziyaret edememiş ve ne olduğu konusunda bilgi edinememiştik. 2019 yılı, Nisan ayı içinde Akçahisar’a ikinci kere gelme imkânı bulduk, bu defa doğruca o bölgeye yöneldik. Dar sokaklardan geçerek ilerlerken salnamede sözü edilen küçük hamam karşımıza çıktı, restore edilmişti, ancak kapısı kilitli olduğundan ziyaret edemedik. Biraz ilerleyince, yavaşça yükselen taş rampa, bizi küçük bir kapıdan girilen avluya ulaştırdı. Avlu girişinin sağına doğru türbe olarak yapılan yeni yapı ile karşılaştık. Onun arkasında ise kubbeli bir yapı duruyordu. Giriş kapısının üzerinde Hacı Mustafa Baba yazan bu yapı da bir türbeydi ve içine girince sağlı sollu iki sanduka ile karşılaştık. Kıble duvarının ortasında büyük, onun sağında ve solunda küçük birer mihrap bulunan bu türbenin tavan dahil hemen her tarafı kalemişi süslemelerle kaplıydı. Tam o sırada bardaktan boşanırcasına yağmur başladı, kapıdan içeri sular zemini kapladı ve ıslanmaya başladık. Ancak içinde bulunduğumuz yapı o kadar ihtişamlıydı ki ıslanmayı boş verip, fotoğraf çekmeye devam ettik. Hava karanlık olduğu için yeterli kalitede olmadığına inandığımız bu kareler yine de bize ışık tutacaktır. Tüm isteğimize rağmen yapıyı 9


ölçme ve kroki çıkartma fırsatımız olmadı. Ancak daha sonra 7,20 x 7,20 metre ebadında olduğu bilgisine ulaştık. Bektaşilik, Balkanların İslam dinini kabulünde son derece önemli yere sahip, tasavvufi harekettir. Bektaşi zaviye şeyhlerinin ortaya koyduğu hoşgörülü tutum ve davranışlar, Hıristiyan olan toplumun Müslümanlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu yolun kurucusu kabul edilen, Hacı Bektaşi Veli, Horasan’dan gelip Anadolu’ya yerleşmiş, İslam’ı Türklere sevdirmiş büyük bir mutasavvıftır. Bektaşilik Balkanlara iki şekilde yerleşmiştir. Birincisi, XIII. yüzyılın erken tarihlerinde, bölge henüz fethedilmeden, gezginci dervişlerin bölgeye yerleşmeye başlaması ile olmuştur. Bu ilk adımda boş veya tenha bölgeler tercih edilmiş, buralarda tekke ve zaviyeler kurulmuştur. Bir görüşe göre bu akımın gerçek kahramanı Sarı Saltuk’tur. 1261 yılında Anadolu’dan on bin aileyi kapsayan kırk Türkmen kabilesi ile Dobruca’yı iskân eder. Bu tarihlerden kısa süre sonra Dobruca havalisi tamamen bir müslüman yerleşmesi haline gelir. Sarı Saltuk gerçek bir şahsiyet midir? Yoksa iki yüz yıl boyunca bölgede faaliyet göstermiş bütün sûfileri temsil eden bir simgesel kahraman mıdır? Tartışılan bir konu olarak güncelliğini korumaktadır. Akçahisar’ın arkasında yer alan bir tepede Sarı Saltuk Dergâhı bulunmaktadır. Bu dergâh yalnız müslüman halkın değil aynı zamanda sayı//61// ağustos 10

bölgedeki hıristiyanların da hürmetini kazanmıştır. H. 1312/1894-1895 tarihli İşkodra Salnâmesi’nde, Akçahisar’da tepedeki Sarı Saltuk Türbesi’nin yanı sıra yirmi dört adet tekke ve türbe olduğundan söz edilmektedir. Arnavutluk, bektaşi tarihinde çok önemli bir yer işgal etmektedir. Balkanların tamamında en çok Bektaşi Tekkesi’nin bulunduğu ülkedir. Arnavut Bektaşiliğinin tartışılmaz merkezi Akçahisar kasabası olup, yanı efsanevi Sarı Saltuk Dede’nin mezarı da buradadır. Arnavutluk Kültür Devrimi’nin hışmına ve Enver Hoca rejiminin yıkımına dayanan bu türbe, eski Mustafa Baba Dolma Tekkesi’nin bahçesinde yer almaktadır. Yapının cepheleri sarı renkli, düzgün derzli taşlardan yapılmış olup, Osmanlı Baroğu tarzında pencereleri bulunmaktadır. Muhtemelen XVIII. yüzyıl sonlarına doğru yapılan kare planlı türbenin duvarları barok süslemeler ile bezenmiştir. Bir bölümü yok olan veya büyük oranda tahrip olan bu süslemeler Lale Devri süslemelerinin, barok esintili birer örneği gibidir. Mihrabın gerek içindeki, gerekse her iki yanındaki kalemişleri rutubet nedeniyle bozulmuştur. Buna karşın batıya bakan duvarda bulunan beş satır halindeki yazının, ilk üç satırı net bir şekilde okunabilmektedir. Sol alt köşede ise H. 1222/1807-1808 tarihi, diğer bir yazıda ise H. 1193/1780-1781 tarihi okunmaktadır. Yapının pencere üstü seviyesinin tamamı kalemişi ile kaplıdır. Kare kaideden kubbeye geçişi sağlayan dört adet trompun içi sarmaşık dallarına benzeyen bezemeler ile


kaplanmıştır, köşenin devamında ki orta aksta, içine çiçek demetleri yerleştirilmiş, çift kulplu bir vazo bulunmaktadır. Sandukaların baş tarafına gelen duvarda da kalemişi ile perdeli iki niş oluşturulmuş ve bunların çevreleri bitkisel motiflerle süslenmiştir. Buradaki vazo betimlemelerinin içindeki meyve ve özellikle de nar figürleri dikkat çekicidir. Kubbe kasnağıda, benzer şekilde koyu kırmızı ve koyu mavi renklerin hâkim olduğu bitkisel motiflerle donatılmış, simetrik olarak oluşturulan madalyonların içine isimler yazılmıştır. Kubbe içini ise tarif etmek mümkün değil, gerçekten görmek gerekir. Burada sanatçı tüm coşkusunu kullanarak ortasından kandil sallanan, gök kubbe yaratmış gibi… Muhtemelen orijinal halini muhafaza eden, camları boyama içlik ise türbenin geçmişteki görkemini yansıtmaktadır. Türbenin arkasındaki hazirede, bazılarının tepesinde on iki dilimli Hüseyin Tacı, bazılarının tepesinde ise piskopos tacı şeklinde çok ender rastlanan Elifi Taç bulunan birkaç mezar taşı da ziyaret edilmeye değer kültür mirasımız olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Hacı Mustafa Dede Türbesi günümüzde çok bakımsız olup, çatısından ve pencerelerinden su almaktadır. Çevrenin çok yağışlı olması ve duvar yüzeylerinin geçirgenliği gerek türbenin ana yapısına gerekse kalemişi süslemelerine zarar vermektedir. Dilerim en kısa süre içinde TİKA bu türbeyi onarım programına alır ve başarılı çalışmalarına devam eder. 11


ski Bağdat Ticaret yolu Taraklı’dan geçerken burada bir durak verir, eksiklerini buradan tamamlar, hangi cihete gidiliyorsa buna uygun ikmaller buradan yapılırdı. Bu sebeple, Taraklı, “yol üstü” olmanın hem ekonomi hem de kültür alış-verişi olarak bereketini yaşadı. Zamanla şartların değişmesi bu faydaları ortadan kaldırmış olsa da, geçmişiyle bağını kesmeyen ilçe, bugün korunmuş kültürüyle ciddiye alınan bir yerleşim bölgesidir.

HİKÂYESİ OLAN KONAKLAR

TARAKLI (ADAPAZARI)

ÇAKIRLAR KONAĞI

Münevver Hanım, İstanbul’lu meşhur Hâfız Hüseyin Efendi’nin kızı, telli duvaklı bir gelin olarak ve Adapazarı’ndan Taraklı’ya kadar çifte atlı bir paytonun içinde, arkasında çeyizini taşıyan, o dönemin vasıtalarıyla kasabaya geldi ve buranın en görkemli, üç katlı konağına yerleşti. Mimar Dr. Kâmil Uğurlu

Milli Kurtuluş Savaşı’nda önemli karar ve hareketlerin zemini olan Geyve, genç Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, belki Adapazarı-İstanbul-Ankara yol hattına yakınlığı sebebiyle ekonomik gelişimini daha tez zamanda yaptı, Taraklı’nın önüne geçti. Fakat Taraklı, gerek kültür mirası, sosyolojisi, gerekse özellikle sivil mimarlık eserleri olarak seçkin yerini korudu. Konut düzeni, fonksiyon dağılımı dahili kompozisyon ve ev içi trafiğini halletmekte Taraklı’lı konaklar kadar başarılı örnekler azdır. Benzer dokuya benzeyen Safranbolu, Beypazarı, Birgi, Cumalı Kızık, Kastamonu gibi bize sıcak ve sevimli gelen durumlar, Taraklı’da daha yoğun hissedilmektedir. Bazan programı küçük tutulsa da burada evler umumiyetle konak şeklinde inşa edilmişler. Merkezin ekonomik göstergesi olarak bu durum hemen fark edilmektedir. Aileler kalabalıktır ve eklenen gelişmeler, ilk inşaatın çevresinde yoğunlaşmaktadır. Evler büyük, yani konak olunca, her konağın bir hikâye anlatması da normaldir. Şehrin merkezinde yer alan Çakırlar Konağının da anlatacak ilginç bir hikâyesi mevcut. Ailenin başlangıçta reisi olan zatın gözleri çakır olmalı ki, onlara Çakırlar demişler. Bu bölgede her ailenin, hatta her şahsın, bazan aileden bağımsız lâkapları vardır ve onlarla çağrılmadıkça kişi dönüp bakmaz. Taraklılı Çakır Mehmet Efendi, ilçenin ve Adapazarı’nın tanınmış, saygı duyulan, düzgün ve varlıklı bir tüccarıydı. Taraklı’da tesis ettiği iki büyük dükkânı aynı zamanda çevreden topladığı malzemeyi depoladığı ve

sayı//61// ağustos 12


İstanbul’a sevke hazırladığı merkezdi. Bir ayağı İstanbul’daydı. Oraya gittiğinde otelde kalmaz, Üsküdar’da oturan Esma halasında kalırdı. Esma hala Açık Türbe’ye yakındı. Ve ünlü zengin, eşraf, Sabuncuzâdelere komşuydu. Bu gidip gelmeler sırasında Mehmet Bey, Sabuncuzâdelerin konağına girip çıkan ceylan gibi bir genç kız fark etti. Mehmet Efendi hanımını yakın geçmişte kaybetmişti, duldu ve iki de küçük çocuğu vardı. Halaya, utana-sıkıla meseleyi anlattı. Hala: – Hiç umutlanma, sana o kızı vermezler, dedi. Onun, İstanbul’a yerleşmek üzere gelemeyeceğini de bildiği için: – Hele Taraklı’da oturmak üzere? Bu olmayacak bir iş dedi. Mehmet Efendi’nin kendine güveni tamdı. Yakışıklı bir adam değildi ama, şimdilerin tabiriyle karizması yerindeydi. Zengin ve itibarlıydı. Ayrıca, onun gözünde Taraklı’nın İstanbul’dan bir farkı yoktu. Orası da seçkin bir nüfusa sahipti ve çok güzel bir yerdi. Sabuncuzâdelerin babası Hâfız Hüseyin Efendi’nin, Esma hanımlarla iyi komşuluk münâsebeti vardı. Çakır Mehmet Efendi, halasının da içinde bulunduğu hatırlı bir heyeti konağa dünürcü yolladı. Hayret, durum hiç de korkulduğu gibi değildi Hâfız Hüseyin: – Düşünelim, Taraklı iyi bir beldedir. Atatürk ile bir Ankara’ya gidişimizde orada kaldık ve beğendim. İnsanları da bana munis göründü. Mehmet Bey’i bir soralım da inşallah, kısmetse bir defa daha bu konuyu düşünelim, Münevver’in fikrini de alalım.. dedi.

Hâdiseler hızla ve müsbet gelişti. Münevver Hanım, babasının olumlu yaklaşımının etkisinde kaldı. Kızların büyüğüydü ve yaşı da pek küçüktü. On yedi veya onsekiz. Hâfız Hüseyin Efendi, Atatürk’ün sevdiği ve yanında sık sık yer verdiği, dönemin iyi hâfızlarından biriydi. Çevresinden gördüğü ilginin bir sebebi de buydu.

Taraklı, inişli-yokuşlu bir topoğrafyaya sahiptir. Bu sebeple yerleşmeye uygun bir yapıdadır. Münevver Hanım’ın indiği Çakırların konağı merkezde ve meyilli bir arsaya inşa edilmiştir.

Münevver Hanım, İstanbul’lu meşhur Hâfız Hüseyin Efendi’nin kızı, telli duvaklı bir gelin olarak ve Adapazarı’ndan Taraklı’ya kadar çifte atlı bir paytonun içinde, arkasında çeyizini taşıyan, o dönemin vasıtalarıyla kasabaya geldi ve buranın en görkemli, üç katlı konağına yerleşti. Taraklı, inişli-yokuşlu bir topoğrafyaya sahiptir. Bu sebeple yerleşmeye uygun bir yapıdadır. Münevver Hanım’ın indiği Çakırların konağı merkezde ve meyilli bir arsaya inşa edilmiştir. Taraklı’da konutlar, birbirine benzeyen mimari kompozisyonlara sahiptir. Kuruluş şemaları nerdeyse aynı, fakat ölçüler ve yönlendirmeler farklıdır. Çakırlar konağının, arazinin durumuna uygunluk gösteren, ilginç bir plânı vardır. Nerdeyse her kata farklı kotlardan giriş sağlanmıştır. Katlar arasında içerde sağlanan bağlantıda iyi çözümler bulunmuştur. Merdiven rahat ve kullanışlıdır. En önemli nokta şudur: Evde ölü alan nerdeyse hiç yoktur. Her bölgenin ve bölümün bir işi, bir görevi vardır. Merdiven altı, merdiven üstü ahşap malzemeyle yapılmış 13


Taraklı’da konutlar, birbirine benzeyen mimari kompozisyonlara sahiptir. Kuruluş şemaları nerdeyse aynı, fakat ölçüler ve yönlendirmeler farklıdır.

ve belirli bir âhenkle belirli fonksiyonlara tahsis edilmiştir. Birinci kata, yine arazi meylinin uygun olduğu kottan giriliyor. Çift kanatlı kapı açılınca, kata ulaşmak için dört basamaklı bir merdiven kullanılmış. Bu alanda, daha önceki hayat tarzının gerektirdiği sunumlar ve depolamalar yapılıyormuş. Meselâ aile için önemli olan “pekmez” burada depolanırmış. Kapı kuzey yönüne açıldığı için burası yaz-kış serin bir mekân olarak hizmet vermiş. Pekmez kuyusunun etrafı taş ile kaplanmış. Orta sofa, bu yörede sık rastlanan haçvari sofa tarzında uzanıyor. Köşelerinde oda kapıları var. Giriş eyvanının karşısında dışa açılan bir kapı var iken, daha sonra burası kapatılmış ve bir pencere konulmuş onun yerine. Üst kata çıkan merdiven de bu eyvanda. Girişlerin üstü şeffaf tutulduğu için sofa karanlık değil. ayrıca iki odanın da sofayı aydınlatan pencereleri var. Batı yöndeki eyvanın sofa ile bağlantısı kontrol edilmiş, sonradan yapılmış bir ekleme ile bir kapıyla buraya banyo yapılmış. Doğu eyvanı, burada adına “gezenek” denilen kullanışlı bir balkona açılıyor. Taraklı’da kendisine iş emanet edilen yapı kalfasının kompleksi olmadığı için, imkânlara göre gelişen bir plânlamayı rahatlıkla uygulayabilmiş. Meselâ kuzey batıda yer alan odanın pencereleri diğer odalardan daha küçük tutulmuş. Kalfa, “bütün pencerelerin aynı ebatta olması gerekir” diye düşünmemiş ve bu odanın pencerelerini daha küçük plânlamış. Onu bu şekle götüren sebep son derece tabii.

sayı//61// ağustos 14

Arazinin meyli bunu gerektirmiş. O da tabiatın düzenini değiştirmeye çalışmadan ona uymuş ve pencerenin ölçülerini araziye uydurmuş. Olması gereken budur. Kalfa, bu cephede toprağı düzelterek oraya diğer pencereler büyüklüğünde bir pencere koyabilecekken buna gerek görmemiş ve toprakla kavga etmemiş. Bir üstteki kat, plân düzeni olarak giriş katına benzer şeklide düzenlenmiş. Burada da oturma ve yatmaya tahsis edilmiş dört mekân mevcut. Sofalar, mekânı aydınlatacak ve dış hayatı görebilecek insan ölçüsünde pencereler ile, onların önündeki, yükseklik ve genişlikleri iyi ayarlanmış sedirlerle düzenlenmiş. Misafir kabulüne uygun bir şekle getirilmiş. Pencerelerin tamamı giyotin tarzında. Dışarıdan iç mekânların görülmesini engelleyecek elemanlar kullanılmış. Odalarda, şimdi artık dekoratif olarak kullanılan ocaklar var. Odanın içinde plânlanan ocak, bir plân tipini belirler. Soğuk iklimine rağmen bazı bölgelerde, meselâ Konya’nın birçok bölgesinde, meselâ Karaman’da oda içinde ocak inşa edilmez. Burada ocak var. Münevver Hanım, Sabuncuzâdelerin güzel kızı, Hafız Hüseyin’in gözbebeği işte bu konağa gelin olarak geldi. Aile kalabalıktı, Çakırlar büyük aileydi. Kısa zamanda konağa ve çevreye uyum sağladı. Onun bu yeni hayatına alışması, çevreyle ve yeni hayatıyla daha rahat uyuşmasını sağlamak için baba Hâfız Hüseyin Efendi Taraklı’da, kızına çok da yakın olmayan bir ev kiraladı ve ailesinin bir bölümüyle buraya yerleşti. Uyum sürecini gözlemledi. Altı aydan sonra bir


problemin olmadığını ve olmayacağını gördüğü için İstanbul’a geri döndü. Münevver Hanım, İstanbullu, Üsküdarlı gelin iki çocuklu kocasına mükemmel eşlik etti. Ona iki evlât, iki oğlan çocuğu verdi. Geldiği evde bulduğu iki küçük çocuğu da kendi evlâdı bildi ve ilgilendi. Fakat kendi doğurduğu iki çocuk iki-üç yaşlarında vefat ettiler. Çocuklar o kadar güzel ve şirindiler ki, kına gecelerinde gelin namzetleri bu çocukları kucaklarına alabilmek için Münevver Hanım’a yalvarırlardı. Yöredeki inanışa göre böyle yaparlarsa doğacak çocukları da böyle güzel olurdu. Onların arkası arkasına vefatı ailenin huzurunu bozdu. Tedirgin oldular. Üçüncü çocuğa hâmile olduğunu anlayan Münevver gelin, kocasından, Çakır Mehmet Bey’den (artık efendilikten beyliğe geçiş yapmıştı) bir süreliğine, hiç olmazsa doğuruncaya kadar baba evine dönmek istediğini söyledi. Arzusu derhal yerine getirildi. Gitti ve kucağında sağlıklı, güzel bir bebekle tekrar Taraklı’ya döndü. Mehmet Efendi, karısını ve bebeklerini beklerken heyecandan yerinde duramadı ve bebeğin gelişmesi süresince, hanımına müthiş bir sürpriz hazırladı. Eski Konağın hemen yanına o konaktan daha görkemli, daha gösterişli bir konak yaptırdı ve hanımı Taraklı’ya gelinceye kadar bunu gizli tuttu. İstanbul’dan ustalar getirtti. Evdeki ahşap bezemeleri özenle yaptırttı. Ortadaki sofaya açılan köşelerdeki dört odanın da giriş alınlarına İstanbul manzaralı resimler yaptırttı. Dayadı, döşedi ve kucağında kırk günlük bebeği Halide’yle gelen sevgili eşini buraya buyur

etti. Çakır Mehmet Bey’in vefat eden önceki hanımından olma çocuklar, Halide’yle birlikte büyüdüler ve Münevver Hanım’dan gerçek bir anne şefkati ve ilgisi gördüler. Zamanın gözde mesleği hafızlığa çalıştı bu gençlerden birisi. 1948 yılında İstanbul’a geldi, büyük camilerden birinin imamı oldu. İstanbul’a nam saldı. Çakırlar Konakları, her iki ev, Taraklı’nın ev mimarisinde sık tekrar edilen orta sofalı, sofanın kolları cepheye uzayan Türk evi plân tiplerine uygun ve bu şemalara yenilikler getiren meskenlerdir. Yapılan onarımlarla orijinal yapısından kısmen uzaklaşmış olsa da, yine genel çizgileri itibariyle Taraklı’yı temsil ederler. Bölgede yapılan ve bütün katları bir aileye tahsis edilen, bu tip meskenler Taraklı’da ailenin bütün fertlerine hem müşterek, hem de özel imkânlar sunan, son derece kullanışlı, gösterişsiz, mahalli malzemeyi değerlendiren, toprağı zorlamadan ona uyum gösteren, bahçesiyle, orada yaşayanlara hem gölge, hem domates, maydanoz yetiştirmeye imkân sunan yani tabiatı sunan hârika yapılardır. Ve işin daha da güzel tarafı her evin, her konağın bir hikâyesi vardır. Bazan acıklı, bazan eğlenceli. Fakat gerçek.. DİPNOT

1-Aileyle ilgili araştırmayı Alaeddin Yılmaz yaptı. A. Yılmaz, Taraklı’nın önde gelen isimlerindendir ve bölgenin hem ayaklı kütüphanesi, hâfızası, hem de Marko Paşa’sıdır. Derdi olan herkes onu bulur ve o herkesin meselesine koşturur. O, bu bilgileri ailenin fertlerinden derledi.

15


lk gençlik yıllarımdan bugüne giyimime dikkat ederim, bir çok yakıştırmalar ve övgüler alırım bu nedenle; Giyinmek sanattır, Damat gibi, yada İki dirhem bir çekirdek olmuşsun…En çok dikkatimi çeken bu söz hakkında, lise birde iken araştırma yaptım ve gerçeğini öğrenmiştim.. İki Dirhem Bir Çekirdek deyimdir aslında ama, Para birimlerimizin yerli yerinde karşılığını ifade eder, bu nedenle, Giyimine çok özen gösterenler için kullanılan bir deyimdir…

“İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK” VE

“KAYME” -bir-

Eskiden güzel ve süslü giyinenleri altına benzetmek için “altın gibi” yerine onlara “iki dirhem bir çekirdek” denilmiştir.. Mehmet Kâmil BERSE

Giyinmek bir sanattır yakıştırmak gerekir.. İki Dirhem Bir Çekirdek deyiminin hikâyesi: İnsanın içi gibi dışı da temiz ve uyumlu olursa ne ala! Toplum içinde şık bir giyim, kişinin aynası gibidir. Bir insanın dışı, içinin aynasıdır. İşte, toplantıda veya toplu olarak yaşanılan yerlerde insanın dış görünüşü önem arz eder. İki Dirhem Bir Çekirdek deyiminin anlamını şöyle ifade edelim.. Dirhem, eski ağırlık ölçüsü olan okkanın dört yüzde biridir. Bir okka 1283 gramdan geliyordu. Çekirdek de 5 santigram karşılığında kullanılan bir ağırlık ölçüsüydü. Eskiden kullanılan Osmanlı altını, toplam 2 dirhem bir çekirdek ağırlığına yani yaklaşık 6,43 grama sahipti. Belki biliyorsunuz bir okka bugünkü ölçülerle 1283 gram tutar. Okkanın dört yüzde birine dirhem adı verilir (Şimdiki gram ile aynı birim olduğunu sanarak gram diyecek yerde dirhem denilmesi hatalıdır.). Dirhem daha ziyade hassas teraziler için kullanılan bir ölçüdür. Ancak sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için bir ağırlık birimi daha kullanırlar. Buna çekirdek denir ki toplam 5 santigram karşılığıdır. Eski devirlerin en kıymetli parası olan bir Osmanlı altını toplam iki dirhem bir çekirdek ağırlığa sahiptir. İyi Giyimli insanlara “Altın gibi” yakıştırmasıdır bu söz.. Eskiden güzel ve süslü giyinenleri altına benzetmek için “altın gibi” yerine onlara “iki dirhem bir çekirdek” denilmiştir.. Bu ifade aslında Edebiyatımızda çokça kullanılırdı, halk arasındada çok kullanıldı hala kullanılır… : İki dirhem bir çekirdek kadınların başlarında şemsiye, ellerinde de yelpaze. -S. Birsel. / Keçiboynuzu çekirdeği doğada bitkiler içinde çekirdeği bozulmayan ağırlığı değişmeyen türlerden biri. Osmanlı ve Arap dünyasında bu keçiboynuzu çekirdekleri ölçü birimi olarak kullanılıyordu. Elmas ölçümündeki karat ifadesi bir kayısı çekirdeğine karşılık geliyor.

sayı//61// ağustos 16


“İki dirhem bir çekirdek” deyimindeki çekirdek de keçiboynuzu çekirdeği. 16 keçiboynuzu çekirdeği bir dirhem olarak adlandırılıyordu. Keçiboynuzunun Yunancada adı “keration” İngilizcede “carob’: Arapçada “kırrıt”tır. Keçiboynuzunun tohumu yıllarca, elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar, keçiboynuzu tohumları ile tartılıp satılırmış. Bu nedenle keçiboynuzu, kırat veya karat dediğimiz ölçü birimine isim babalığı yapmış. Prof. Dr. Aydın Akkaya’nın açıklamasına göre; keçiboynuzu çekirdeği, doğada ağırlığı değişmeyen bir tohumdur. Tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu, uzun süre suda bekletildikten sonra fıliz verebilir. Bu hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için hem de içine su alma ihtimali çok az ve çok uzun süreye bağlı olduğu içindir. Bu sebeple Araplar, Selçuklular, Osmanlılar dönemlerinde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder; dirhem üç gram ağırlığa eş kabul edilirdi. Satıcı, iki dirhemlik bir şey satarken «sekiz çekirdek,, deyip, bu da benim ikramım olsun derse, müşterinin saygın ve itibarlı olduğunu gösterirmiş. Çok şık ve gösterişli giyinen kişilere, “iki dirhem bir çekirdek” denmesinin kökü buymuş. İstanbul için bir dirhem 3, 207 gram olarak tespit edilmiştir. Çekirdek ise, kuyumculukta kullanılan ve beş santigrama eşit olan ağırlık ölçüsüdür. Bir altın sikke ise, iki dirhem bir çekirdek ağırlığında gelmektedir. Yani,

bir altın lira, iki dirhem bir çekirdek olarak basılmaktadır. Güzel giyinmiş kişilere de beğeni olarak denilmeye başlanmıştır. Altın kıymetinde ve pırıl pırıl giyim anlamına, " Baksana, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş " denmektedir. Para ile İman kimdedir bilinmez derler, başka neler demiş eskiler para için bir tarih turu yapalım… Para, herkese gösterilen şeylerden değildir. İmanda esasen kalp işi olduğundan kişinin içindedir. Bundan dolayı kimin ne kadar parası bulunduğunu, kimin ne denli Allah’a yakın olduğunu kimse bilmez.. Bini bir paraya.. pek çok ve ucuz..pek çok yapılan, pek çok olan: “Ali Çavuş’un hiddeti daha ziyadeleşti. Küfrün bini bir paraya.” -N. Nâzım. / Cebi para görmek..Parası yokken para kazanmaya başlamak. 17


Ciğeri beş (on) para etmemek.. değersiz, aşağılık bir kimse olmak: “Önüme hiç kimse duramaz bunun için, ciğeri on para etmez adam onlar.” -K. Korcan. Çuvalla para kazanmak.. Aşırı kazanç sağlamak bilemez…Para için ciltlerle kitap dolduracak söylenmiş sözler,deyimler,atasözleri çıkar karşımıza...Para deyince birazda Paranın tarihi seyrini hatırlayalım… KAĞIT PARANIN TARİHÇESİ

Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kâğıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin'de ortaya çıkmıştır. Batıda kâğıt paraların basılması ve kullanılması 17. yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kâğıt paranın 1690'lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri'nde Massachusetts Hükümeti, İngiltere'de ise kuyumcular tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Kâğıt Para: 1. KAİME

Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk banknotlar idari, sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği Tanzimat Döneminde tedavüle çıkarılmıştır. Banknotlar bu dönemde esas olarak reformların finanse edilmesi amacıyla basılmıştır. İlk sayı//61// ağustos 18

Osmanlı banknotları Abdülmecit tarafından 1840 yılında 160 bin Osmanlı Altını karşılığı " Kaime-ı Nakdiye-ı Mutebere " adıyla çıkarıldı.. En büyüğü 500 en küçüğü 10 kuruş idi.. Aynı sene 400 bin Osmanlı altını karşılığında 50,100,500 kuruşluk küçükboy paralar basıldı..Üzerinde Tuğra, altlarında Maliye nazırı mührü arkalarında Nezaret-i Celile-i Maliye yazardı.. bugünkü dille "Para Yerine Geçen Kâğıt", bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde olmak üzere çıkarılmıştır. Bu paralar matbaa baskısı olmayıp, elle yapılmış ve her birine de resmi mühür basılmıştır. Kaimelerin zaman içerisinde taklidinin kolayca yapılması ve kâğıt paraya olan güvenin azalması nedeniyle 1842 yılından itibaren matbaadabastırılmasına başlanarak, el yapımı olanlarla değişimi sağlanmıştır. Çok sayıda bu paraların Amerika başta olmak üzere çeşitli ülkelerde sahteleri basıldı.. Başa çıkılamadı ve 1852 de kağıt paralar imha edildi..Osmanlı İmparatorluğu'nda 1860 yılında sahte paraya karşı para yerine posta pulu basıldı , bugün dahi halk arasında kullanılan o cümle o yıllardan kalmadır..”Paramız Pul oldu” bu ifade aslında değer düşüklüğü için değil..bir realiteyi ifade etmek için söylenmişti..1862 yılına kadar çeşitli şekil ve miktarlarda kaime ihraç edilmiştir… Osmanlı İmparatorluğu'nda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası "Bank-ı Osmani", 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında "Bank-ı Osmanii Şahane" adıyla bir devlet bankası niteliğini kazanmıştır.


Osmanlı İmparatorluğu'nun sık sık Avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı Bankasına hükümetin hiç bir biçimde kâğıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak, 30 yıl süre ile kâğıt para ihracı imtiyazını vermiştir. Osmanlı Bankası ilk olarak 1863 yılında, istendiğinde altına çevrilmek üzere, Maliye Nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkarmış, 1863-1914 yılları arasında da çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etmiştir. Yukarıda belirtilen taahhüt verilmekle birlikte, Osmanlı yönetimi Osmanlı Bankası ile anlaşarak, halk arasında "93 Harbi" olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek amacıyla kaime ihraç etmiştir. 2. Evrak-ı Nakdiye- Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Bankası hükümetin avans ve banknot ihraç isteğini geri çevirmiştir. Bu anlaşmazlık, Banka'nın savaş döneminde banknot ihraç ayrıcalığını kullanmayacağını açıklaması üzerine giderilmiş ve Osmanlı yönetimi, 1915 yılından itibaren altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek dört yıl boyunca, yedi tertipte toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkarmıştır. Bu banknotlar "evrak-ı nakdiye" adı altında Türkiye Cumhuriyeti'ne intikal etmiştir. 3.Cumhuriyet Dönemi Banknotları Osmanlı İmparatorluğu'ndan intikal eden evrak-ı nakdiyeler, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılamadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır. Bir devletin egemenlik ve bağımsızlık sembolü olması nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı "Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun" kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Bu kanun ile mevcut evrak-ı nakdiyenin aynı nitelik ve miktarda kâğıt para ile değiştirilmesi esas alınıp paranın şekli ve basılıp değiştirilmesi gibi konuları düzenlemek üzere, Maliye Vekâletinden bir temsilcinin başkanlığında Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankaları ile Türkiye'de faaliyet gösteren diğer başlıca bankaların birer temsilcisinden oluşan bir komisyonun görevlendirilmesihükme bağlanmıştır.

1. Birinci Emisyon (E1) Grubu BanknotlarDönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon 9 aylık bir çalışma sonunda 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılması kararını almış ve basım işi, bir İngiliz firması olan Thomas De La Rue'ya verilmiştir. Bu banknotlar, filigranlı kâğıtlara kabartma olarak basılmıştır. Bu emisyon grubundaki banknotlar 1 Kasım 1928 Harf Devrimi'nden önce bastırıldığı için ana metinleri eski yazı Türkçe, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır. İlk Türkiye Cumhuriyeti banknotları olan Birinci Emisyon Grubu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir.Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının Kuruluşu Cumhuriyet Yönetiminin, banknot ihracı imtiyazının, kurulacak bir milli bankaya verilmesi konusundaki kararlılığı çerçevesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisince 11 Haziran 1930 tarih ve 1715 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasının kurulması kabul edilmiştir. Banka, gerekli hazırlıklar tamamlanarak 3 Ekim 1931 tarihinde faaliyete geçirilmiş ve banknot ihracı imtiyazı münhasıran Merkez Bankasına verilmiştir. Kıyamete kadar, Paranın seyri artarak devam edecektir… Bizde anlatmaya devam edeceğiz.. 19


ŞUMNU

Coğrafya ve Tarihçe Kuzey Bulgaristan’da tarihî bir şehir olan Şumnu, Bulgaristan’ın en eski şehirlerinden biridir. Osmanlı dönemi öncesindeki şehrin, mahalleleriyle birlikte Ortaçağ’daki sıradan bir Bulgar şehri olarak 800-1200 nüfusa sahip bulunduğu tahmin edilebilir.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

ŞUMNU VE VARNA

Varna, Yıldırım Bayezid’in Bulgaristan seferinde 1393’de Osmanlı hâkimiyetine alındı. Hüseyin YÜRÜK

Şehir Osmanlı idaresine 1388-1389 kış seferi sırasında geçti. Vezîriâzam Çandarlı Ali Paşa çatışma olmadan müstahkem şehri ele geçirdi.1516’da Şumnu’da hıristiyanların 107 hâneye ulaştığı bir dönemde müslümanların hâne sayısı doksan dörttü. 1525’te denge müslümanlar lehine %53 olarak değişti. 962 (1555) yılına kadar aradan geçen otuz yıllık süre zarfında Şumnu tam anlamıyla büyüdü ve şehir özelliği kazandı. 252 müslüman ve 152 hıristiyan hânesiyle birlikte %62’si müslüman yaklaşık 2000 kişilik bir nüfusa sahip oldu. (Kiel,2010:227) Yeni Şumnu şehrinin en eski bölümü batı ucunda Eskipazar mahallesi adıyla ortaya çıktı. Hemen doğusundaki yer ise daha sonra Eskicami mahallesi diye bilinen Mahalle-i Câmi-i Şerîf adını taşıyordu.Eskicami kesme taşlardan özenle yaptırılmış olup ahşap bir çatı ile kaplanmıştı. 905 (1500) yılından biraz önce Rumeli Beylerbeyi Yahyâ Paşa tarafından inşa edilen cami 1992 yılına kadar varlığını sürdürdü. 1651’de Şumnu’ya gelen Evliya Çelebi burada on cami, birçok mescid, yedi mektep, bir han, bir hamam, 300 dükkân ve on mahallenin bulunduğunu yazar, 700 evden söz eder. Evliya Çelebi ayrıca ahalinin ticaretle uğraştığını bildirir. Türkler’in sayısı 4500 olarak hesaplanır, bunların yedi camisi vardır. XVIII. yüzyılla birlikte Şumnu büyük bir müslüman merkezi haline geldi. 1729-30 Hacı Ahmed el-Acem aynı adla kurulan mahallenin çekirdeğini oluşturan Kilek Camii’ni yaptırdı; bunun yanında 1751 büyük bir çifte hamam inşa edildi.1740 bir saat kulesi yapıldı. Şumnulu olan vezîriâzam kethüdâsı Şerif Halil Paşa barok tarzında ve Lâle Devri geleneğinde büyük kubbeli bir cami, bir medrese, bir mektep ve zengin bir kütüphane yaptırdı. Burada bir hat mektebi de oluştu. Bunun ürünleri Kuzey Bulgaristan’da pek çok yapının kitâbesinde kendini gösterdi. Caminin oldukça uzun

sayı//61// ağustos 20


olan inşa kitâbesi Rumeli Kazaskeri Elhac Ni‘metullah’ın çalışmasıdır. XVIII. yüzyılın ikinci yarısına ait binalar Reis Paşa Camii (1773-1774), Kurşunlu Çeşme (1774-1775) ve (1806-1807) tarihli tamir kitâbesi günümüze ulaşan bedestendir. Kurşunlu Cami geniş yeniçeri kışlasının karşısında yer alıyordu ve Silistre Valisi Yeğen Mehmed Paşa tarafından inşa ettirilmişti. XVII. yüzyıldan itibaren ve özellikle XVIII-XIX. yüzyıllarda Şumnu sûfî İslâm’ın hareketli bir merkeziydi. Celvetiyye tarikatı XVII. yüzyılın ortalarında, Cerrâhiyye ise 1771 yıllarında Muhsinzâde Mehmed Paşa tarafından yayıldı. Bektaşîler ise 1790’da Cezayirli Gazi Hasan Paşa ile birlikte burada ortaya çıktı. 1820’li yıllarda Rifâiyye tarikatının kontrolü altına bırakılan bu tekkede 1790’da Şumnu’da ölen Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın türbesi bulunmaktaydı. 1838’de Mehmed Said Paşa,eski Karabaş-Çukur Tekkesi’ni restore ederek burayı Nakşibendiyye tarikatı için bir merkez haline dönüştürdü. (Kiel,2010:228) Şumnu 1878’deki Osmanlı-Rus savaşı sırasında Osmanlı orduları tarafından boşaltıldı; fakat yine de önemli sayıda Türk nüfusu şehirde kaldı. Bu yıllarda Şumnu’da 8520 Türk nüfus bulunuyordu. Bu rakam tedrîcî şekilde 1934’te 6500’e kadar indi. Şumnu’daki cami sayısı aynı zamanda bu şehirdeki İslâm dininin kaderini göstermektedir. 1889’da kullanılmakta olan veya boş bırakılan kırk yedi cami vardı. 1920’de yirmi beş, 1959’da on beş, 1972’de dokuz, bugün ise halk arasında Tombul Cami adıyla da bilinen Şerif Halil Paşa Camii ile Kilek ve Tatar camileri kalmıştır. Şehir günümüzde, Karadeniz kıyılarını başşehire bağlayan önemli Varna-Sofya demiryolu üzerinde kara ve demiryolu kavşağı durumundadır. Tütün işleme, konserve, bira, mobilya sanayii gelişmiştir. 1984-1985 yıllarında komünist rejimin Türk ve İslâm karşıtı siyaseti XVI ve XVIII. yüzyıllardan kalma Eski Cami, Çarşı Camii, Saat Camii ve diğerleri gibi bir dizi tarihî önemi ve sanat değeri olan caminin yıkımını beraberinde getirdi. 2004’te Tombul Cami restorasyona tâbi tutuldu, özellikle medrese itina ile onarıldı. Kilek Camii ise kullanılmakla birlikte yeniden tamir edildi ve temizlendi. 1869 tarihli Tatar Camii açık olup iyi muhafaza edilmiştir. Ayrıca

1849’da Habsburglar’a baş kaldıran ve buraya sürgün edilen Macar ihtilâlinin liderlerinden Layoş Koşut’un kaldığı eski Osmanlı evi müze haline getirildi. Şehir günümüzde de bir kilisesi ve cemaat evi bulunan Bulgaristan’ın en eski Metodist cemaatine ev sahipliği yapmaktadır. Ermeni cemaati 1834 yılında tekrar inşa edilen kendi kiliselerine ve bir okula sahiptir. Ortodoks Bulgarlar’ın iki büyük kilisesi vardır. Dört kilise de Osmanlı zamanından kalmadır. Şumnu’daki tarihî işlemeli Osmanlı evleri, XIX. yüzyıl istihkâmları, kışlaları ve ambarlarıyla camileri şehrin uzun Osmanlı geçmişiyle olan güçlü bağlarını ortaya koymaktadır. (Kiel,2010:230)

VARNA

Coğrafya ve Tarihçe Bulgaristan’da Karadeniz kıyısında tarihî bir liman şehri Varna, Bulgaristan’ın kuzeydoğusunda aynı adı taşıyan körfezde bir kıyı düzlüğü üzerinde yer alır. Güneyden Provadya nehrinin bataklığıyla çevrilidir. Osmanlı tarihçisi Neşrî, Dobrucaoğlu’nun 21


Varna’yı merkez edindiğini, 1388-1389 kışında Timurtaşoğlu Yahşi Bey’in kalenin kendilerine teslim edileceği haberi üzerine buraya yöneldiğini, ancak bunun doğru olmadığı anlaşılınca geri döndüğünü belirtir. Varna, Yıldırım Bayezid’in Bulgaristan seferinde 1393’de Osmanlı hâkimiyetine alındı. (Kiel 2012:524) II. Murad kumandasındaki Osmanlı ordusu ile büyük bir Haçlı ordusu arasındaki savaş şehir yakınlarında cereyan etti. Varna zaferi Osmanlılar’ın Bulgaristan’daki geleceğini garanti altına aldı. Varna civarında yıkılan ve nüfustan arındırılan köyler yörük gruplarınca iskân edildi. XVI. yüzyılın ikinci yarısına ait bazı yörük defterleri Varna nahiyesinde seksen bir yörük ocağının, toplamda 2430 neferin ya da 8500 kişi civarında bir nüfusun mevcudiyetini gösterir. Varna hakkında günümüze ulaşan en eski Osmanlı kayıtları 151) yılına kadar gider. Ancak bu rakamlar 1530 tarihli Muhasebe Defteri’ne özet halinde işlenmiştir. Buna göre Varna otuz iki hânelik müslüman bir cemaate sahipti. Bunların yanında kalede müsellem kayıtlı elli beş hânelik müslüman topluluğu vardı 1522’de Varna kasabası ve yakınlardaki bazı büyük köyler Yavuz Sultan Selim’in vakıflarına eklenmiştir. sayı//61// ağustos 22

1656’da Evliya Çelebi, Şehrin yedi müslüman ve beş gayri müslim (Rum, Ermeni ve yahudi) mahallesinin bulunduğunu, 4000 evin mevcut olduğunu yazar. İsimleriyle birlikte beş büyük caminin varlığından söz eder ve şehirde otuz altı mescidin yer aldığını bildirir. 1828-1829 savaşı süresince Varna, Çar I. Nikola kumandasındaki Rus ordusu tarafından üç aylık bir kuşatma sonunda ele geçirildi. Edirne Antlaşması’nın imzalanması neticesinde Osmanlılara bırakıldı. Savaşın ardından 1830-1834 yılları arasında, yıkılan askerî istihkâmlar ve surlar II. Mahmud’un fermanıyla tekrar yapıldı. Varna’nın merkezî meydanında II. Mahmud büyük bir çeşme yaptırdı; bu çeşmenin kırk altı mısralık kitâbesinin şiiri Hilmî’ye, hattı Yesârîzâde Mustafa İzzet’e aittir.XIX. yüzyılda Osmanlı Varnası önemli bir İslâmî öğretim merkezi olma yoluna girdi. Burada Hacı Şâban Camii, Ali Efendi (1102/1691, cami, medrese ve zâviye), Alaca Hasan b. Mustafa (XIX. yüzyıl) ve Seyyid Ahmed Efendi (XIX. yüzyıl) medreseleri vardı. Varna’daki küçük müslüman cemaatinin dört de mektebi bulunuyordu: Pîrî Paşa (15171532), Defterdar Nazlı Mehmed Çelebi (15461547), Seyyid Mehmed Çelebi (1566-1569) ve Şeyh Müstecab (1066/1656) mektepleri. (Kiel,2012:526)


1868 tarihli Tuna Salnâmesi'ne göre Varna Kazası (Sancak merkezi), Pazarcık, Balçık, Pravadi ve Menkaliye Kazaları ve Kozluca Nahiyesi'nden ibarettir. Bu tarihlerde Varna'da onbir Müslüman mahallesinde (Alaaddin, Abdurrahman Efendi, Hacı Hasan, Hayriye, Tombay, Kalender Hoca, Akbayır, Çavuşzade, Babazade, Şaban Efendi ve Derün-i Kale mahalleleri)'nde 811 hane; beş gayr-i Müslim mahallesinde (Ermeni mahallesi, Kalçoğlu, Varoğlu, Matiu ve Metropolit mahalleleri)'nde 1.011 hane kaydedilmiş olmasına rağmen 60.171 kişi olan nüfusunun 43.386'sı Müslüman, 16.785 gayr-i Müslim olarak Müslümanlar çoğunluktaydılar. Gayr-i Müslimlerin tamamına yakınını Bulgarlar oluşturuyordu. Rus yazarı Teplow'un araştırmaları ve resmi raporlarına göre ise Varna Sancağı'ndaki 110.100 kişilik nüfusun, 36.000'i Bulgar, 74.100'ü ise gayr-i Bulgar idi. 74.100 kişilik Bulgar olmayan nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman Türk olduğu muhakkaktır. Rakamlara sadece erkek nüfus dahildir. (Birol,2009:41) Doksanüç Harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında şehir olayların cereyan ettiği ana sahaların dışında kaldı. Ancak savunma düzeni artık çağın gerisindeydi. Bu sebeple şehir Ruslar tarafından savaşsız ele geçirildi. Ayastefanos Antlaşması neticesinde Varna yeni Bulgar Devleti sınırları içerisinde kaldı. Bulgarlar’ın şehri ele geçirmesinin ardından müslümanların üçte ikisi şehri terketti. Boş bıraktıkları yerler 1888’de Doğu Trakya’dan ve Kotel bölgesindeki dağlardan gelen fakir Bulgar göçmenleri tarafından hemen dolduruldu. Varna’nın güçlü istihkâmları arkasından hiçbir iz bırakılmadan yerle bir edildi. 1834 yılından kalma Osmanlı kitâbelerinin pek çoğu Varna Tarih Müzesi’ne konuldu. Bugün mevcut birkaç camiden biri Kırım’dan gelen Tatar göçmenler için 1856 yılında yapılan, Varna’daki küçük müslüman cemaatin namaz kılmaya devam ettiği camidir. 1860’lı yılların neogotik tarzında inşa edilmiş bir diğer cami Ortaçağ’dan kalma surla çevrili şehrin köşesinde yer almakta, fakat cami olarak kullanılmamaktadır. Yine 1860’ta, Bulgarlar’ın büyük eski Bizans hisarını bir Osmanlı yapımı olarak düşündükleri ve değerli görmedikleri için

yıktıkları belirtilmektedir. Geriye sadece bazı eski fotoğrafları ve planları kalmıştır. 1934’te Varna’nın 69.944 nüfusu bulunmaktaydı. Bunların 43.873’ü Bulgar, % 85’lik kısmı Türk olan 6332 müslüman, 4905 Ermeni, 916 yahudi ve 480 Yunan’la diğerleriydi. II. Dünya Savaşı esnasında Varna geriledi. 1946’da 80.000 kişilik nüfusu vardı. 1976’ya kadar bu rakam özellikle civardaki köylerden gelenlerle 262.423’e kadar yükseldi. 2001 yılı kayıtları Varna’nın 320.668 nüfusa ulaştığını gösterir. (Kiel,2012:527) Bulgaristan bahsini kapatmadan Osmanlı-Rus Savaşında Gazi Osman Paşa’nın destan yazdığı Plenvne şehrinde yapılan büyük mücadeleden de bahsetmek gerekir Hüseyin Raci Efendi’den dinleyelim:30 Temmuz 1876 günü 23 bin asker ve 58 toptan ibaret kuvveti ile Osman Paşa, 50 bin asker ve 184 topluk Rus kuvvetini püskürttü. Ruslar 7 bin ölü bıraktılar. Rus ileri harekatı durdu. Çar, Romanya'dan yardım istedi. “İmdadımıza gel! Türkler bizi mahvediyor! Hristiyanlık davası kaybedilmiştir!” Plevne'deki 30 bin mevcutlu Türk kuvvetine Ruslar 100 bin asker ve 432 top ile 7 Eylül sabahı hücum ettiler. Dört günlük topçu ateşinden sonra, 11 Eylül günü sabahtan akşama kadar devam eden taarruz, Rusların bozgunuyla sona erdi. 3 General, 350 zabit ve 15 bin nefer kaybettiler. (Hüseyin Raci Efendi,1975:26)

KAYNAKLAR

Birol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi, Ankara: Cedit Neşriyat Hüseyin Raci Efendi,(1975), Zağra Müftüsünün Hatıraları İstanbul: 1001 Temel Eser Kiel Machiel,(2010),Şumnu, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 39, Sayfa: 228-230 Kiel Machiel,(2012),Varna, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 42, Sayfa: 524-527 23


er şehir bir renktir benim zihnimde. Tiran turuncudur, yani kiremit rengidir nedense.

TİRAN ENVER HOCA’DAN KALMA

TURUNCU RENKLİ ŞEHİR Dört buçuk asırlık Osmanlı asırlarından geriye ne mi bırakılmış Tiran’da? Diyeyim size: İskender Bey Meydanı bitişiğindeki boynu bükük bir Gazi Ethem Bey Camii ile bitişiğindeki Sultan II. Abdülhamit eseri saat kulesi, meydana iki yüz metre mesafedeki parkın içerisinde bir de Halveti tekkesi. Galiba bir de on beş metrelik bir Osmanlı köprüsü kalmış. Fahri TUNA

Yeşil olabilirdi mesela ama değildir. Neden değildir bilmem, bilemem. Sarp dağların, yalçın kayalıkların bitiminden ta Adriyatik’e kadar yemyeşil verimli bereketli ovalar şehridir Tiran, aslına bakarsanız. Belki Enver Hoca yönetiminin soldurduğu, sararttığı bir bordodur da ondan. Canı cini çekilmiş bir bordo. Asilliğini, asaletini yitirmiş bir bordo. Turuncu dedik ya… Onda anlaşalım! Tiran meydandır en çok. Agoradır. İskender Bey Meydanıdır. Ve tabii her devletin ve milletin bir kahramana ihtiyacı vardır: Arnavutluk’un hazırdır: İskender Bey. Onların dilince İskender Beg. Ve tabii ki Tiran, İskender Bey Heykeli’dir. Bu İskender Bey’e döneceğiz ileride. İşimiz var onunla. Daha doğrusu onun bizimle işi var. Göreceğiz işini. Hesabını. Gördük de zaten. Yeri gelince anlatırım. Bir harita hayal edin. Bir şehir haritası. Bir caninin eline de makası verin. Yahut kırmızı boyayı. ‘Bu haritada dilediğini kes biç yak yık yok et’ deyin. ‘Kalmasın bu haritada bir kutsal!’ Ne yapar sizce o cani? Tarih adına, medeniyet adına, insanlık adına ne varsa yok eder değil mi? Cami dergâh tekke, han hamam arasta, çeşme sebil şadırvan… yok etmiştir. Bu ayniyle vakidir. Doğrudur. Gerçektir. Hakikattir. Tiran’da yaşanmıştır: Tarih biraz da tezatlar komedyasıdır zaten. Adamın adı Enver. Nur’un çoğulu enver. Çok nurlu adam manasına. Soyadı da Hoca. Bildiğiniz Hoca. Âlim, fazıl, bilgili, bilgin manasına. Öğreten, öğretecek bir şeyi olan, öğretmen manasına. İşte Arnavutluk’un bu inançsız - ateist Enver Hocası, kırk yıl içinde Tiran’da Osmanlı adına, tarih adına, insanlık adına, din iman İslâm adına ne varsa yerle yeksan, yerle bir etmiştir. Haritanın başındaki asi, cani, vahşi odur işte. Meydana da Osmanlı’nın başına uzun süre bela olan asinin, İskender Bey’in adını vermiştir. Bir köşesine de büyük bir heykelini dikerek elbette. Kim midir İskender Bey? O Büyük İskender değil elbette. Küçüğü bu. Arnavut olan. Arnavutluk doğumlu olan. Tiran ile İşkodra arasında, sırtını sarp ve çetin kayalıklara vermiş Kruya’da doğmuş büyümüş olan. Sonra devşirilip İstanbul’da başkentte/payitahtta

sayı//61// ağustos 24


askeri eğitim görmüş olan. Osmanlı ordusunda başarılı karizmatik bir asker olarak yükselmiş olan. Osmanlı yönetimince Debre’ye vali atanmış olan. Sonra Hıristiyanlığa dönüp Arnavutluk bölgesinden asker toplayan, İtalyanlarla işbirliği yaparak Osmanlı’ya isyan bayrağı açmış olan. Sonra payitahtı çeyrek asır uğraştırmış olan. Sultan İkinci Murad’a 1448’de Debre Kocacık’taki büyük çenkte yenilmiş olan. Ki bu olaydan sonra savaşın geçtiği alana Kocacenk - Kocacık denilecek, buraya Konya Karaman’dan beş yüz kadar hane yörük yerleştirilecektir. Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi, dedesi Kırmızı Sakallı Ahmet Hafızla kardeşi Kırmızı Sakallı Mehmet Hafız bu köyün Taşlı Mahallesindendirler. Osmanlı’nın defalarca kovaladığı yendiği ama usta savaşçılığı ve dağlık arazi yapısı nedeniyle 1468’de zatürreden ölümüne kadar bir türlü kellesini alamadığı İskender Bey. Şimdi adına futbol takımı bile olan İskender Bey. Şimdi bu İskender, Enver Hoca Komünizmi / Tito Sosyalizmi sonrası Arnavutluk, Makedonya ve Kosova’da Arnavut millî birliğinin uyanışının - direnişinin sembolü yapılmış. O nedenle Üsküp’ün Müslüman bölgesinde, o nedenle Arnavutluk’un her bir şehrinde köşe başlarını tutmuş bu İskender’in heykelleri. Bize ne, kıskandığımız yokta; bu zatın bize isyan eden, baş belası olan, sonra da Sultan İkinci Murat ve ordusunca sık sık tepelediğimiz mürtet asi eşkiya İskender olduğunu bilin yeter istedik. Fatih özellikle II. Beyazıd döneminde cami cami medrese medrese tekke tekke han han hamam

hamam bayındır bir bölge hâline getirilen dört buçuk asırlık Osmanlı asırlarından geriye ne mi bırakılmış Tiran’da? Diyeyim size: İskender Bey Meydanı bitişiğindeki boynu bükük bir Gazi Ethem Bey Camii ile bitişiğindeki Sultan II. Abdülhamit eseri saat kulesi, meydana iki yüz metre mesafedeki parkın içerisinde bir de Halveti tekkesi. Galiba bir de on beş metrelik bir Osmanlı köprüsü kalmış. Uzaktan hayal meyal görebildik. İzlerimizi söküp atmaları, yakıp yıkmaları hınzırlıktan elbette. Planlı programlı ideolojik. Nasılsa Gazi Ethem Bey Camii yakasını kurtarabilmiş bu yıkımdan. Gidip görülmeli mutlaka. Kalkandelen’deki Alaca Camii’nin amcaoğlu adeta; öylesine rengârenk, öylesine süslü, öylesine resimli içi dışı. Ama buradaki daha incelikli ve estetik. Huzur huşu ve asalet armağan ediyor uğrayanlarına. Girişindeki namaz saatleri de Arnavutçaymış güya: Ezan-ı sabah, ezan-ı öğle, ezan-ı ikindi, ezan-ı akşam, ezan-ı yatsı. Sevsinler… Tiran meydanında şahit olduğum bir diyaloğu nakletmek isterim sizlere: Gazi Ethem Bey Camii’ne çölde bir vaha bulmuşçasına yaklaşmaktadır kafilemiz. Sağda bir ahşap duvarın önünde, beş altı yaşlarındaki kızıyla beraber otuz beşlerinde bir hanım oturmakta, bakışlarıyla hâlini gelip geçenlere arz etmektedir. Belli ki yiyeceği içeceği yoktur akşama. Kafiledeki yazarlardan birisinin, çıkarıp birkaç kuruş verdiği görülür bayana. Görenlerin gözünde bir kat daha büyümüştür yazar amca. Orta yaşlı yazar yanındaki genç şairle konuşmaktadır: “- Bu hanımefendiye ben para verdim, değil mi az önce? Gördün değil mi?” “25


sayı//61// ağustos 26

Gördüm ağbi görmem mi, hem de kaç gündür aynı sahnelere şahidim ben. Sen ne harika adamsın öyle güzel ağbim.” “- Hayır Atilla hayır. Sen hep yanlış görmüşsün. Yanılsama senin gördüğün. Ben hiç kimseye bir şey vermedim.” “- Nasıl yani?” der genç şair. Şaşkındır şimdi. Devam eder “Gözümle gördüklerim yalan mıydı?” “- İşin aslı başka Atilla’cığım. Anlatayım izninle: Cömertler cömerti Yüce Calap bu hanımefendiye dedi ki bu sabah, ‘güzel kızım, sen çocuğunu da al, Ethem Bey Camii’nin karşısına git otur, ben oraya göndereceğim rızkını, alırsın.” O bayan oydu işte. Bana da dedi ki “Evlâdım senin aracılığınla Adapazarı’ndan Tiran Meydanı’nda bir bayana bir şey gönderiyorum. Gittiğinde emaneti o bayana iletmeyi ihmal etme sakın.” İşte sizin gördüğünüz işin tiyatro kısmıydı. Ben kimseye bir şey bahşetmedim, vermedim. Cebimde bayanın hakkı olarak duran ‘emaneti’ sahibine ilettim o kadar. O para benim değildi ki ben vereyim. Bayan alacağını aldı Yüce Mevla’dan, ben aracısıydım sadece. Kimim ben ki ‘vereyim’; ‘veren O, alan O.’ Verdiren O, aldıran O. İyiliklerin sahibi de O. Sakın ha biz ‘iyilikler yapıyoruz” vehmiyle gurura kibre hatta hatta şirke kulaç atmayalım!” “- Eyvallah mirim” diyebildi genç şair sadece.” Evet evet, şahidim, geçti bu konuşma aynıyla o gün. Kulaklarıyla duyan gözleriyle görenlerden biri de benim. O orta yaşlı yazar benim zira.

üstüne. Gittim gördüm. Zengin, süslü püslü bir müze. Mescidi de var içinde. Pir Sultan Abdal’dan Fuzuli’ye Hacı Bayram’dan Yunus Emre’ye herkesi Bektaşi yapıp asmışlar duvarlara. Helal hoş olsun…

“Birr” iyilik demek, “Bir” ise O. Birr, Bir’dendir, Bir’ledir, Bir’edir aslında. Tiran birr şehriydi işte eskiden. Bir’in şehriydi. Her şey aslına dönecektir bir gün. Göreceksiniz. Unutmadan; Tiran Rumeli Bektaşiliğinin başkentidir de. Balkanlardaki Bektaşi tekkeleri asırlardır buradan yönetilmiştir. Halen de öyledir. Muhteşem de bir Bektaşi müzesi / merkezi yapılmış şehir merkezinde, ufakça bir tepenin

Ti, tir, tira, tiran. Viran, giryan, yan, an. Turuncu renkli şehir.

Yeni bir cami inşaatı yükseliyor Tiran’da. Kubbesi koyulmuş, gördük. Anadolu camilerini andırıyor. Tiran şehir efsanesine göre Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan cebinden kendi parasıyla yaptırıyormuş. Bilemeyiz aslını, ancak Allah bilir. Ama hoş bir söylenti. Türkiye’nin desteğiyle yapıldığı, Türkiye’nin mimarisi kesin de detaylarını bilemiyoruz. Hoş ve güzel bir sürpriz Tiran için de bizim için de. Tiran sokaklarından geriye üç şey kaldı zihnimde benim: Leylek heykelleri, rengârenk duvarlar ve Arnavut asiliğden mülhem, devletçe meydandaki tiyatro binasının duvarına yapılmış eli silahlı dağlı adamları ve kadınları resmeden dev kabartmalar, gravürler. Bir de bol bol İskender heykelleri. İskender, eli silahlı insanlar, leylekler, rengârenk sokaklar. Bir de şehrin yüzünde yapıştırma bıyık gibi duran Bektaşi Müzesi. Sarp dağların eteklerindeki bir İskender şehri Tiran.

İskender’in turuncu şehri. Yok, daha çok Enver Hoca’nın. Nursuz şehir. Bordodan turuncuya dönmesi bundanmış demek.


KARTALLAR

ÜLKESİNİN

GÜVERCİNLERİ Malazgirt’de Doğu Roma’ya karşı, Alpaslan’ın saflarına geçen Peçenekler ve Kumanlar gibi, Oğuzlar ve Vardar Türkleri Osmanlılardan önce, Kuzeyden Balkanlara yerleşmişlerdir. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

lkelerin tarihi coğrafyalarından bağımsız olarak ele alınmaz. İbn Haldun’a göre, coğrafik yapı ve iklim, toplumlara değişmez özellikler kazandırır. Dağlık ülkelerde yaşayanlar, uzlaşmadan daha çok, çatışmaya yatkın bir yapıya sahiptirler. Onlar barış içinde bir arada yaşamaya değil, farklı kesimler arasında savaşmaya eğilimlidirler. Bunun için dünyadaki çatışma alanları, Balkanlar, Kafkaslar ve Kuzey Irak ve Güney Doğu Anadolu gibi, dağlık bölgelerdir. Dünyadaki savaş bölgelerinin başında Balkanlar gelir. Balkanların tarihi dağlık ve güç iklim şartlarının doğal bir sonucudur. “Ülkelerin tarihini coğrafyası belirler” yargısı sanki Balkanlar için söylenmiştir. Balkan sık ormanlarla kaplı sıradağ, Balkanlaşma da küçük parçalara ayrılarak, dağılma anlamına gelir. Her biri savaşla birini yok etme peşinde koşan, Balkan ülkelerinin savaşlarla dolu tarihleri, dağlık coğrafyalarıyla çok yakından ilgilidir.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Malazgirt’de Doğu Roma’ya karşı, Alpaslan’ın saflarına geçen Peçenekler ve Kumanlar gibi, Oğuzlar ve Vardar Türkleri Osmanlılardan önce, Kuzeyden Balkanlara yerleşmişlerdir. Osmanlılar Balkanların içlerine doğru ilerlemeye başlayınca, Kuzeyden gelen Türk boylarıyla karşılaşmışlar. Yahya Kemal’in “Aziz İstanbul”da vurguladığı gibi, Türklerin Balkanlardaki başarıları, daha önce Balkanlara yerleşen soydaşlarından kaynaklanmaktadır. Balkanlar yüzyıllardan beri Türklerin yurdu olmuştur. Osmanlıların Balkanlar’daki varlığı, İkinci Murat ve Fatih ile süreklilik kazanmıştır. Fatih’in gözü İstanbul’dan sonra Roma’dır. “Osmanlı Barışı” alanını Balkanlar’dan İtalya ile birlikte Akdeniz ve Kuzey Afrika’ya doğru genişletmek istemiştir. Bunun için de 1478’de Arnavutluk seferini düzenlemiştir. Adriyatik kıyısındaki Venediklilerin kalelerini ele geçirerek, İşkodra’yı kuşatmıştır. Ancak Fatih kenti düşüremeden İstanbul’a dönmüştür. İşkodra 1479’da Osmanlılara geçmiştir.Fatih’in 1480’de Arnavutluk’tan gönderdiği donanmayla, Osmanlılar İtalya topraklarına ayak basmışlar. Ancak onun ömrü Roma’ya gitmeye yetmemiştir. Fatih’in Anadolu’ya kazandırdığı, “Kartallar Ülkesi” anlamına gelen Arnavutluk, BalkanlarınAnadolu ile, Anadolu’nun da Balkanlarla kucaklaşmasında, ana merkezlerden biri olmuştur. Rumeli kaynaklarında, Arnavut kökenli elli iki paşa ve otuz üç sadrazamın, Osmanlı Devleti’nin yönetiminde, görev aldığı vurgulanır.Balkanlar Anadolu için “Bizim Rumeli”, Türkiye de Balkanlar için “Bizim Anadolu”dur. Osmanlı yönetici eliti içinde yeniliklere açık, Avrupa ülkeleriyle iç içe yaşayan, Balkan kökenlilerin bürokrasiyle birlikte, ekonomi ve kültürde de önemli bir yerleri vardır. Osmanlıların Rumeli barışı, yöneticilerinin din, ırk ve dil ayrımı gözetmeyen, yönetim anlayışlarından kaynaklanır. Onlar gittikleri her coğrafyaya, ekonomik, siyasal ve kültürel alanda hizmet bekleyen, bir yurt parçası gözüyle bakmışlardır. Sırtını Dayti dağlarına dayayan, son on yılda büyük bir gelişme gösteren Arnavutluk’un başşehiri Tiran’da, baştan sona çevredeki insanlarla, Türkçe konuşa konuşa dolaşılır. Tiran’ın ana meydanın simgesi, eski devlet binalarının arasında, bir biblo gibi duran Etem Bey camisiyle birlikte, meydanı Osmanlı asırlarına ayarlayan saat kulesidir. Adriyatik’ten Çin Seddine kadar uzanan, “Osmanlı Diasporası”nın ana merkezlerinin, başında Balkanlar gelir. Anadolu’yu dünyaya, Balkan Cumhuriyetleri taşıyacaktır. Balkanlarda barışın güvercinleri, savaşın kartallarından çok daha dönüştürücü olacaklardır. Yeni yüzyıl cephelerin alplerinin değil, pazarların erenlerinin yüzyılı olacaktır.. Şehirlerin yeni dönüştürücüleri, derviş olmasını bilen yeni uç beyleridir… 27


TAŞIN AHŞAP İLE RAKS ETTİĞİ KÖY

DOĞANBEY Eğer dünyada hayatın durduğu, zamanın akmadığı, her şeyin ağır çekimde yaşandığı, asude ve dingin bir liman arıyorsanız size Eski Doğanbey Köyü bu tarife uyan bir yerdir diyebilirim. Dr.Mehmet MAZAK*

*TC.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//61// ağustos 28

ehirde yaşamak güzeldir, şehirli olmakta güzeldir. Şehirli olmanın ve şehirde yaşamanın insanda oluşturduğu sadelik ve arayış hissini yaşamak için bazen yolculuklar yapmak gerekir. Hele benim gibi çocukluk hayatı Toros Dağlarının zirvesinde sakin bir köyde geçen biri olarak sessizliğe ve sadeliğe giden yol arayışı ayrı bir heyecan oluşturmaktadır. Şehrin kalabalığından, gürültüsünden ve iş ortamının yoğun temposundan bilinmezlere hissedilen merak duygusu ile çıkılan yolculuklar ayrı bir heyecan taşır. İşte bu heyecanı yaşamak için Temmuz 2019 yaz tatilimde gitmediğim görmediğim, merak ettiğim ve heyecan duyarak planladığım şehir gezilerim ve bu şehirlerdeki ruhumu arındıracak köy gezilerimiz oldu. Bu gezilerde adımlar umuda atıldıkça yol alır insan. Bir de yolun sonunda sizin hayalleriniz ile örtüşen mekanlar ve yerler olursa değmeyin keyfime…! İşte sizlere bu yazımda hayallerim ile örtüşen güzel bir köyü anlatacağım. Aydın ilinin Söke ilçesine bağlı olan Eski Doğanbey Köyü hayallerime tercüman olan bir mekân olarak karşıma çıktı. Büyük Menderes Deltası’na tepen bakan bu güzel köy, Milet ve Priene gibi eski uygarlıkların tam olarak kalbinde kurulmuş bir yerleşim yeri. Kurulduğu yamaç Büyük Menderes’in Ege Denizi ile kavuştuğu ana şahitlik ediyor ve ortaya nefes kesici bir manzara çıkartıyor. Köy bu konumu sayesinde Dilek Yarımadası’nın Milli Park sit alanı içerisine girmiş bulunuyor. Eski Doğanbey Köyü sırtını Mykale Dağlarına (Dilek Dağları) yaslamış olan, Kurtuluş Savaşı sonrası mübadele sonucunda Yunanistan’a göç eden Rumlardan kalma bir köydür. Rumca odalar anlamına gelen "Domatia" ismiyle kurulan köy zaman içinde "Doğanbey" ismini almıştır. 1980’li yıllarda ise yerleşik nüfus verimsiz ve rüzgârlı yamaç topraklarında tarım yapamadıklarından deniz kıyısına inmeye karar vermişler ve kendilerine oluşturdukları bu yeni yerleşim yerine Yeni Doğanbey ismini koymuşlar. Terk edilen köyde bundan sonra Eski Doğanbey Köyü olarak anılmaya başlanmış. Zaman içinde Eski Doğanbey’de olan taş evlerin bazıları tamamen yıkılmış olsa da, doğal ve kültürel güzelliklerle çevrili köyü keşfedip bu köye el atan varlıklı ve kültürlü şehir insanları sayesinde Rum ve Osmanlı evlerinin mimari dokusunu bozmadan restore etmişler ve bu sayede Eski Doğanbey gerçekten değil Ege’nin


ülkemizin en karakteristik ve en kendine has köylerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Eski Doğanbey, bir dönem kaderine terk edilen bu köy, bugün Rum ve Türk mimarisinin eşsiz örneklerinin sergilendiği bir açıkhava müzesi gibi. Zamanın bir yerinde durmuş hissini yaşayacağınız bu köyde eski bir taş evin sesini dinleyerek derin uykuya dalmıştım. İşte bu Doğanbey köyünde geçirdiğim zaman diliminde gördüğüm ve kalemime dökülen kelimeleri sizler ile paylaşmak bile bana heyecan veriyor. Sessizliğin sesini dinleyebileceğiniz bir mekan burası. Bu köyde taşın sanata dönüştüğünü, adeta ben insanoğlunu bağrımda yaşatmak istiyorum diyerek ahşap ile raks ettiği gördüm. Biz bu güzel raksı seyrederken, her birinin ayrı figürler ve ritimler sergilediği onlarca taş ve ahşap konutun sıcacık bir gülümseme ile bizleri karşıladığına şahit oldum. Bu köyde Arnavut kaldırımlı araba girmeyen sokaklarını, birbirinden güzel Ege’li kızlar gibi süslü taş evlerini, eski çeşmelerini, şapel-kilisesini, adeta göğe doru uçuşa geçen beyaz minareli camisini, asırlık çınarlarını gördüm. Eğer dünyada hayatın durduğu, zamanın akmadığı, her şeyin ağır çekimde yaşandığı, asude ve dingin bir liman arıyorsanız size Eski Doğanbey Köyü bu tarife uyan bir yerdir diyebilirim. Dilek Yarımadası’nın güney ucunda yer alan ve Milli Park sınırlarındaki tek yerleşim olma özelliğine sahip bu köy, bugün Rum ve Türk mimarisinin eşsiz örneklerinin sergilendiği çok özel bir köy. Köyde bulunan her bir konut taş işçiliğinin ve sadeliğinin en güzel örneklerini teşkil ediyor. Taşın konuta dönüştüğü bu yerde ahşabın taş ile uyumuna şahit olmak ve bunu taşın ahşapla raksına

benzetmek zorunda kalmak. Bütün bu güzellikler bu köy için az bile söylenmiştir. Bu köyde rengârenk çiçekler, bitkiler ve yemyeşil ağaçların doğal dekorasyonu ile süslü dar sokaklarında yürürken, eski zamanlara dair tüm ayrıntılar birer birer karşınıza çıkıyor. Begonvil ve zakkum çiçeklerinin bu kadar uyum içerisinde olduğu, sokakları ve taş evleri gelin duvağı gibi taçlandırdığı bir yer daha var mıdır acaba? Burası zamanın durduğu, sessizliği, sakinliği, sadeliği yaşamak, ruhlarını dinlendirmek ve inzivaya çekilmek için kurulmuş bir köy hissi veriyor insana. Türkiye ve Dünyada mekânları, mahalleleri, beldeleri, kentleri ve şehirleri, önce popülerleştirip sonra yıpratıp çarçur edilen değersiz bir eşya gibi kenara atan kapitalist anlayışın uğramadığı yer olduğu için değerlidir Doğanbey. Bu köy farklı bir yer, sokaktaki elektrik direklerinde ve evlerin duvarlarında “lütfen sessizliğimize saygı gösterin” “tur rehberleri lütfen ziyaretçilerimize köyümüz hakkında yanlış bilgiler aktarmayın” “ticari fotoğrafçılar özel mülklerimizin haklarına saygı gösterin ve fotoğraflarını çekmeyin” gibi levhaların olduğu sessizliğin ve dinginliğin hâkim olduğu bir yerdir. Cumbalı taş evler arasında yükselen çınar ağaçlarında rüzgârın hiç eksik olmadığı, ağustos ve cırcır böceklerinin bir orkestra titizliğinde konser verdiği yerdir Eski Doğanbey. Havanın ve toprağın henüz kirlenmediği ve şehir kalabalığından uzak, masal gibi bir yerde taş ve ahşabın mükemmel uyumunu göreceğiniz ve adeta “Taşın ahşap ile raks ettiği yer DOĞANBEY” diyeceğiniz bir köyü anlatmaya çalıştım sizlere… 29


‟PARILDAYAN SARAY”

TEKFUR

SARAYI MÜZESİ Tarih boyunca bir çok farklı amaçlarla kullanılan yapı; saray, dinlenme ikametgahı, yabancılar tarafından Osmanlı padişahlarına hediye getirilen egzotik hayvanların barınağı, en önemlisi de çini ve cam atölyesi, mumhane, çömlekhane bir dönem de Musevi çocuklar için yetimhane gibi amaçlarla kullanılmış olmasıdır. Salih DOĞAN*

Tarihi yarımadada Edirnekapı ile eğri kapı arasında yer alan Tekfur Sarayı, İstanbul’daki Bizans saray mimarisinden günümüze ulaşmış tek örnek anıt yapıdır. Haziran ayı içerinde Carft Week (Zanaat Haftası) etkinliği kapsamında Tekfur Sarayı müzesi olarak kapılarını açtı. İmparator Theodosius Kara Surlarına bitişik olarak inşa edilen Bleherna saray kompleksinin ayakta kalan tek yapısı olan saray, bundan sonra TEKFUR SARAYI MÜZESİ olarak ziyaretçilerini ağırlayacak. Edirnekapı Mihrimah Sultan camisi karşısından surları solunuza alıp, Hoca Çakır Caddesi üzerinden beş dakikalık bir mesafeden yürüyerek parıldayan Tekfur Sarayı Müzesi’ne, dönemindeki adıyla Parıldayan Saray’a ulaşabilirsiniz. Parıldayan Saray denmesinin ilginç bir hikayesi var: Döneminde İmparatorların dinlenmek için kullandıkları Tekfur Sarayı, pencere kemerlerinin üzerindeki süs çömleklerine güneş ışınlarının çarpışmasıyla yayılan ışıktan dolayı “parıldayan saray” olarak da bilinmektedir. Tarih boyunca bir çok farklı amaçlarla kullanılan yapı; saray, dinlenme ikametgahı, yabancılar tarafından Osmanlı padişahlarına hediye getirilen egzotik hayvanların barınağı, en önemlisi de çini ve cam atölyesi, mumhane, çömlekhane bir dönem de Musevi çocuklar için yetimhane gibi amaçlarla kullanılmış olmasıdır. Müzenin ortaya çıkartılmasında çok büyük emekleri bulunan Arkeolog Prof. Dr. Sümer Atasoy Hocamıza göre; Tekfur Sarayı’nın tam olarak tarihi ve kim tarafından yaptırıldığı bilinmese de araştırmacıların ortak görüşü yapının 11. ve 13. yüzyıllar arasına tarihlendiğidir. Uzun yıllar kaderine terkedilmiş bu süreçte yapının önemli bölümleri yok olmuş bu muhteşem yapıdan geriye sadece bugün müze olarak açılan kısım ulaşabilmiştir. Tekfur Sarayı İstanbul Büyükşehir Belediyesinin 15 yıllık çalışmaları sonucunda restorasyon tamamlanıp bu muhteşem yapı müze olarak aktif edildi.

*İBB Panorama 1453 Müze Müdürü

sayı//61// ağustos 30

İlk girişte sizi sur duvarları arasında etkileyici geniş bir avlu karşılıyor. 2000 metre açık 1000 metre kapalı alana sahip olan Saray yapısı zemin katında sağdan başlayan gezi rotasında ilk olarak Sarayı’nın tarihçesi görsellerle desteklenmiş interaktif uygulamalarla İngilizce Türkçe detaylı olarak anlatılıyor.


Sonrasında Prof. Dr. Filiz Yenişehirli Hocamız tarafından yürütülen kazılarda ortaya çıkartılan iki adet çini fırınından birisi hologram ile canlandırma yapılmış fırın yapısı ve çini yapım aşamaları son derece anlaşılır şekilde dönemsel özellikleriyle birlikte ziyaretçiye gösteriliyor. Zemin katın son bölümde ise yine çağdaş müzecilik teknolojilerinin kullanıldığı aktarım teknikleriyle kazılar. Çini Fırınları Kazıları, Tekfur Sarayı Restorasyon Aşamaları, Mozaik ve sütun kalıntıları hakkında verilen bilgiler size yapıyı ve 15 yıllık sürecin bütün yönlerini tüm detaylarıyla anlatıyor. Saray yapısı müze birinci kat Tekfur Sarayı Cam Atölyesinde üretilmiş kazılardan çıkan örneklerin vitrin sergilemeleri ve interaktif dijital ekranlarda dönemsel üretim fırınlarının simülasyonlarını izleyebiliyorsunuz. Tekfur Sarayı Fırınlarında Üretilen Çömlek ve pota üretim örneklerinin sergilendiği vitrinler, yine ekran uygulamaları ile desteklenmiş.. Ziyaretçilerin ilgi odağı sergi katının sonunda normal duvar boyutlarında tasarlanmış Bizans Döneminde Tekfur Sarayında Günlük Yaşamı Anlatan Dijital büyük ekranlar ziyaretçilerin ilgi odağı durumunda ..Osmanlı Döneminde Tekfur Sarayında Günlük Yaşamı Anlatan Objeler.. Yine ziyaretçinin yoğun ilgisini çeken kiosk uygulaması Tekfur Sarayı ve çevresindeki 165 tarihi ve dini yapının drone ile çekilmiş görüntülerinin yanı sıra yakın plan görüntüleri de dokunmatik ekranla ziyaretçiye ulaştırılıyor. Kariye, Anemas Zindanları, İvazağa Camii, Mihrimah Sultan Camii gibi yapılar.. Saray Yapısı Birinci katta ayrıca; Ziyaretçilerin keyifli zaman geçirdiği bir odak nokta oluşturulmuş. Kazılarda ortaya çıkarılan

buluntuların bir kısmının sergilendiği cam yürüme yolundan girilen bu kısımda Tekfur Sarayı’na bitişik olan Sur Kulesi içinde, konuşlandırılan dokunmatik ekranla, Müze ziyaretçileri interaktif bir şekilde, Tekfur Sarayı’nda üretilen çinilere ait desenlerden istediğini seçerek bir küp üzerine projeksiyon tekniği ile yansıtabiliyor. Bu da ziyaretçiye ayrı bir görsel şölen yaşatıyor.. Müzenin bu kısmı ziyaretçilerin kendilerini özellikle sosyal medyada ifade ettikleri yeni özel bir alan olma yolunda görünüyor.. Tekfur Sarayında bir kattan diğerine mekana uygun zarif ahşap merdivenlerden çıkarak ulaşıyorsunuz. Saray Yapısı Müze 2. Katında Tekfur Sarayı Fırınlarında Üretilen Eyüp Çömlekleri, Kütahya Çanakkale Seramikleri, İthal Porselenler, Eser-i İstanbul ve Yıldız Porselenlerinin anlatıldığı vitrinler modern sergileme teknikleriyle dizayn edilmiş… Tekfur Sarayında Çini Yapımı, Çini Fırınları ve Atölye Malzemeleri, Tekfur Çinileri üzerinde Kullanılan Motifler sergilenmekte olup ayrıca Tekfur Çinilerinin Türkiye ve yurtdışında bulunan örneklerinin Tekfur Sarayı Atölyelerinde üretilmiş çinilerin Türkiye ve yurtdışındaki tarihi eserlerdeki örnekliklerinin replikaları sergilenmekle birlikte kiosk ve duvar dijital ekran uygulamaları mevcuttur. Türkiye/Tekfur Sarayı üretimi çinilerin yeraldığı bazı tarihi yapılar Ağalar Camii; Topkapı Sarayının üçüncü avlusunda yer alan, Ağalar Caminin yanında yer alan mekan duvarları ,Mehmed Ağa Camii; 16.yüzyılda yaptırılan caminin içi, 16.yüzyıl İznik ve Kütahya ve 18.yüzyıl Tekfur Sarayı 31


çinileriyle kaplıdır. Topkapı Sarayı Harem Camii; Sultan III. Ahmed tarafından yaptırılan caminin tüm duvarlarında mevcuttur. Cezerî Kasım Paşa Camii; Eyüp’te,1515 yılında Cezerî Kasım Paşa tarafından yaptırılan yapının içi, 18. yüzyıl Tekfur Sarayı çini atölyesinde üretilmiş çinilerle kaplıdır. İç mekanın güney cephesinde, pencere üstünde sivri kemerli bir çini panoda Kâbe betimlenmiştir. Hekimoğlu Ali Paşa Camii; 1734-35 yılında yaptırılan ve Osmanlı mimarisindeki Barok mimari eğilimlerin öncülerinden biri olan caminin içi, Tekfur Sarayı çini atölyelerinde üretilen kaliteli çinilerle kaplanmıştır. Çini bezemenin en önemli ögesi, Kâbe’yi gösteren panodur. İznik’ten gelen bir çini ustası tarafından yapıldığı kabul edilmektedir. Osmanlı resim sanatında 18. Yüzyıl’da görülmeye başlayan üç boyutlu resimsel anlayış ve perspektif tasarım panoda yer almaktadır. Kâbe tasvirli pano, 1 m x 1 m boyutunda 16 çini karodan oluşur. Bu çini pano, Tekfur Saray üretiminin son Kâbe tasvirlerindendir. Kandilli Camii;1632’de yapılan caminin mihrap kısmında yer alan çiniler Tekfur üretimidir. Sultan III. Ahmed Çeşmesi; 1728 yılında yaptırılan ve Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı ile Ayasofya arasında Türk Rokoko tarzının en güzel örneklerinden olan Sultanahmet’teki çeşmede Tekfur üretimi çiniler yer almaktadır. Ayasofya Müzesi: Sultan I. Mahmud Kütüphanesi'nde kullanılan çiniler, Tekfur atölyelerinde üretilmiş en güzel örneklerdendir. sayı//61// ağustos 32

Yurt Dışı /Tekfur Sarayı üretimi çinilerin yeraldığı bazı tarihi yapılar Louvre Müzesi’nde Tekfur Sarayı üretimi çini pano, Victoria & Albert Museum’da Fuat Paşa Yalısı’ndan sökülen Çini Şömine/Ocak,( Bu eserlerin tekrar ülkemize getirilmesi konusunda Dışişleri Bakanlığımız ve Kültür Bakanlığımızın çalışmalar yaptığı biliniyor) Mısır’da Fakahani Camii (Mosque of Al-Fakahani, Kahire, Mısır) ,Sabil Kuttab Ali Bey Al Dumyati - Kahire, Kırım Bahçesaray Sarayı Han Mahfili, Sabil Kuttab Mahmud I - Sultan 1. Mahmud Küttabı, Kahire, Tekfur üretimi çinilerin süslediği yapıları ve mevcut durumlarını görmeniz mümkün.. Bunun yanında Tekfur Çinilerinin Özellikleri ve Örnekleri replikalar sergilenmekte olup sergileme katı sonunda duvar üstüne Tekfur çinileriyle yazılmış ayetler Projeksiyonlarla yansıtılıp farklı bir çalışma ile ziyaretçiye sıra dışı bir atmosfer oluşturulmuş… Tekfurun üst katında çok özel küçük bir şapel mevcut efsaneye göre Meryem Ana’nın peçesinin burada bulunduğu söylencesi mevcutmuş.. bir diğer Tekfurla birlikte anılan söylence ise Kaşıkçı Elmasının burada bulunmuş olması efsanesi her iki söylencenin de bilimsel olarak bir karşılığı olmadığını Sümer Atasoy hocamızdan dinlemiştik. Lakin günümüz müzeciliğinde hikayesi olan yapılar objeler mekanlar ziyaretçinin ilgisini daha çok çekiyor bundan da istifade etmek gerekir diye düşünüyorum. Müze vitrinlerdeki ekranlarda içerik anlatımlarında 2D-3D animasyon teknikleri de


ziyaretçilerin detaylı bilgilere ulaşmasına imkan tanıyor. Müzede çocuklar için hazırlanan iki ayrı oyunda, çinilerin boyanması ve parçaların birleştirmesi (puzzle) sağlanıyor, bu müzenin bir anlamda tematik olarak eğitici ve öğretici misyonunu da ortaya koymaktadır. Uygulamalarının mobil telefonlarla eş zamanlı kullanımı imkanının yanı sıra engelli dostu uygulamaları da bulunan müze, çağdaş müzecilik teknolojilerinin tarih anlatımında kullanılması konusunda sıra dışı başarılı tasarımlar ortaya koymuş. Her türlü ziyaretçi profiline uygun olarak tasarlanan müzede engelli ve yaşlı ziyaretçiler içinde bina dışından yapıya zarar vermeden inşa edilmiş bir asansör mevcut. Müzenin eşsiz bir terası var kara surları üzerinden baktığınızda sol tarafınızda haliç bölgesi, sağ tarafınızda boğaza kadar uzanan tarihi yarımada ve İstanbul manzarası gerçekten muhteşem … Açıldığı günden beri giderek ziyaretçilerini artıran müze; yeni oluşturulacak kara surları, Kariye müzesi, Tekfur Sarayı, Anemas Zindanı destinasyonunda çok daha önemli bir konuma gelerek İstanbul’un kültürel mirası içerisinde eşsiz bir yere sahip olacaktır kanaatindeyim. Tekfur Saray Müzesi’nde dijital bir dünyadan 8.500 yıllık İstanbul tarihinin önemli bir dönemine tanık olmayı istemez misiniz ? Yerli ve yabancı tüm tarih ve kültür dostlarına, bu insanlık mirası mekanı görmesini tavsiye

ederim.. Müze ziyaret ruhunu tamamlayan ziyaretçiler, müzenin avlusundaki müze mağazasından tematik kitaplar ve hediyelik eşyalar alıp keyifli alışveriş yapabildikleri gibi müze kafesinde demli bir çay ile tarihin içinde yorgunluk atabilirler… Fatih ilçesi Edirnekapı semtinde bulunan her yerden kolayca ulaşabileceğiniz Parıldayan Saray “Tekfur Sarayı Müzesi” resmi açılış tarihine kadar ücretsiz haftanın her günü 09.00-18.00 açık ve sizleri bekliyor … Keyifli geziler .. 33


YAVUZ SELİM’İ VE

MERCİDABIK’I BELLEMEK

YAVUZLU BELDESİNE HİÇ GİTTİNİZ Mİ?

Kilis yeri ve stratejik konumu itibariyle bir Mercidabık Panoramasını hak ediyor. Halbuki dünyada bazı devletler galibiyeti (Belçika-Water Loo) veya mağlup oluşlarını(Rusya Sivastopol) bile propaganda haline getirerek Panorama Müzesi yapıyorlar. Oysa Kilis’in ve Mercidabık’ın bir müzesi bile yok. Üstelik Kilis Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü kadrosu da yıllardır boş bekliyor, doldurulmuyor. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

sayı//61// ağustos 34

yle Yavuzlu Beldesi deyip de geçmeyin. Burası Yavuz Sultan Selim Han’ın Mercidabık Zaferini kazandığı yer. Kilis’e üç beş kilometre uzaklıkta, aynı isimle bilinen bazılarına göre Dabık veya Halep ovası, bana göre; üzüm bağları ve zeytin denizi gibi göz bebeklerinize oturan Kilis Ovası üzerinde kurulmuş yerleşim birimi. Halep ve Azez’i geçip Kilis’ten Gaziantep yoluna çıktığınızda önce Oylum, sonra Enez köylerini geçer geçmez hemen sağa giden Elbeyli yoluna saptığınızda karşınıza Yavuzlu eski adıyla Tılhabeş beldesi işaret levhaları çıkar. Tılhabeş’ten yeni adıyla Yavuzlu’dan çok maruf isimler bu ülkeye hizmet etmiştir. Hemen aklıma gelen entelektüel politikacı Bahri Zengin, Avukat ve yazar, Büyükdoğu Yazıişleri Müdürü Hüseyin Rahmi Yananlı, Şair Mehmet Nacar, amcazadesi aynı isimle Avukat milletvekili Mehmet Nacar hemen aklıma gelen isimler. Büyük köy görünümündeki bütün belde zaten birbirine akrabadır. Yavuzlu ayrıca Necip Fazıl Kısakürek ve Büyükdoğu’ya sahip çıkan, okuyan ve okutan bir belde. YAPMACIK KUTLAMALAR

Yıllar sonra nihayet bu milletlerarası ve şehirlerarası yol üzerinde Mercidabık’ı hatırlatan ve Yavuzlu Beldesini gösteren bir işaret levhası asıldı. Asıldı diyorum çok eski falan değil. Sanırım Hasan Celal Güzel politikaya atılıp Devlet Bakanı olunca “Yavuzlu bir cazibe merkezi olsun” istendi ama arkası beklendiği gibi gelmedi. Önce bir büst, sonra bir Yavuz Anıtı yapıldı o kadar. Yavuzlu’dan bir milletvekili de sadece oğlunu sünnet ettirirken belediyenin imkanlarıyla toprak yere taş döşeterek bir kutlama yaptırdı, 10 bin kişi davet edildi, üç bin takıyla milletvekilini umutlandırdılar!. Yavuzlu’ya son yıllarda yapılan tek yatırım bu! 1960’lı yıllarda Mercidabık Zaferi’ni kutlama törenleri yapılırdı. O gün Tılhabeş köyünün meydanı toz toprak kalkmasın diye belediyenin arazöz aracıyla sulanır, protokol sıraları konur, bir de konuşma yapmak için mikrofon yerleştirilirdi. Gelebilirse Gaziantep Valisi, teşrif ederlerse milletvekilleri ve belediye başkanlarıyla siyasiler, sonra Kilis Kaymakamı, ardından Kilis Lisesi öğretmenlerinden genelde Reşit Koltuk bir konuşma yapar, Yavuz Sultan Selim’in kahramanlıklarından bahsedilir, şiirlerinden okunur, Kilis Kız Yetiştirime Yurdu’nun mehteran takımı gösteri yapar, Tılhabeş’in


geleneksel yemeği ve Şaşı Ali’nin Sofdağ Gazozu ikramı ile tören son bulurdu. Bir defasında Mercidabık Zaferi kutlaması nedeniyle Kilis kız Enstitüsü’nde bir defile düzenlenmiş, kokteyl tertip edilmişti de gençler ikiye bölünmüştü. “Neden mevlit okutulmadı?” diye. DEVLET VE ALİMİYLE MERCİDABIK SONRASI

Ben Yavuz Sultan Selim Han’ın şiirleri kadar anekdotlarını da sevmişimdir. Bir defasında Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’nin atının nalından sıçrayan çamurlar hemen yanında bulunan Padişahın kaftanına gelir. Şeyhülislamın beti benzi atar, sararır. Korku içindedir. Yavuz Sultan Selim başı öne eğilmiş, özür için dudaklarını açmakta olan Zembilli Efendi’ye döner “Hocamızın atının nalından sıçrayan çamur kaftanımız süsüdür” der ki hala konuşulur, alime verdiği önemi anlatması açısından. Devlet genelde bu kutlama için tahsisat ayırır ama, amacı doğrultusunda kullanılmaz. Dr. Mehmet Münip Münipoğlu bu işin karasevdalısı ve lisede de biyoloji öğretmeniydi. Bu kaynağın amacı doğrultusunda kullanılması için Mercidabık Zaferini Kutlama ve Yaşatma Derneği’ni kurduk, ben de genel sekreter oldum. Mercidabık adında özel bir sayı yayınladık derneğimiz adına. Huduteli Gazetesi’nde ayrıca Pırıltı Sahifesini yönetiyorum. Özel sahife yaptık, yine benim gibi lise talebesi olan Ahmet Çetkin göne, kulağı küpeli bir Yavuz resmi çizdi.. Klişe gibi oldu ve gazeteye bastık(1963). Alaka gördü. İlk defa özel bir dergi yayını yapılıyordu Kilis’te Mercidabık Zeferi için. Bu nesil daha sonra üniversite için büyük şehirlere gitti, mezun olup ülke yönetiminde sorumluluk aldı, Mercidabık ile bağı devam edenler oldu, donduranlar oldu. Ama törenler klasik ve hamaset ile hep sürdü ve hala da devam ediyor. WATER LOO VE SİVASTOPOL PANORAMA ÖRNEKLERİ

Mercidabık’ın önemini Belçika’da Water Loo ve Kırım Sivastopol’da Panorama Müzelerini görünce ufkum açıldı ve heyecanını yaşadım. Water Loo Meydan Muharebesi(1815) bir mihenk taşıdır Avrupa Tarihi için. Haritalar yeniden çizildi. Napolyon Bonapart’ın ilk defa mağlup olduğu 45 bin askerin hayatını kaybettiği savaş Water Loo’da yapılıyor, adını da buradan alıyor. Bu Panorama Müzesini görmek için Water Loo adlı bu köye gittim.

Spiral şeklindeki üç beş kattan oluşan müzede bu savaşı adeta yeniden yaşadım. Sizi öyle bir etkiliyor ki bir müddet sonra harbin bir ögesi olarak kendinizi kabul ediyor ve emeği geçenleri alkışlıyorsunuz. Siz bir tepeden bakarak adeta savaşı izliyorsunuz. Tur otobüsleri içinde bekleyenler sabırla burayı görmek için sıra bekliyor. İyi ki gitmişim Water Loo’ya. Ayrıca bir de yer altı müzesi kurulmuş ve Avrupa’da ilk 10 müze arasında yerini almış. İkinci muhteşem müze ise Kırım Sivastopol’da Panorama. Kırım Savaşı (1854-1855) anlatılıyor burada da. Bu savaş biliyorsunuz Rusya’nın sıcak denizlere inmemesi için Osmanlı Cihan Devleti’ne arka çıkan İngiltere, Fransa ve İtalya gibi batılı devletlerin tepyekun iştirak ettiği ve Rusların büyük bir yenilgiye uğradığı bir harpti Kırım Savaşı. Ruslar söz konusu mağlubiyeti zafere çeviren görüntülerle propagandaya yöneltmişler Kırım’daki bu Panorama Müzesiyle. 360 derece dönen bir müze inşa etmişler. Savaşın 100. Yıldönümüne yetiştirmek için 17 ressam sürekli çalışmış. Her görüntüye bir derinlik kazandırılmış, maket, manken, görsel zengin materyaller kullanılmış. Rus kumandan Amiral Nahimov’un askerlerine, Dr. Nikolay Pirakin’in ilk defa kullandığı narkozun kokusunu müzeyi gezerken hissedebiliyorsunuz. Askerlerin karavanasını, hastaneyi ve yaralı askerleri, kiliseyi ve dua edenleri, ateşlenen topları ve 35


tahribatını, yakılan mumları burada aynısıyla yaşıyorsunuz sanki. Efekt ve müzik de öyle. Ama Ruslar bu Panorama Müzesinde Osmanlıya hiç yer vermemiş, sanki savaş Batıyla oluyormuş gibi bir hava vermişler! Buna rağmen genelde tarafsız bir gözle bakılmış. Kırım Balakva bölgesi, özellikle Akyar başta olmak üzere her taraf tarih. Kırım’a belki 10 defa gittim ve her defasında da bu müzeyi mutlaka dolaştım. Türkiye’ye dönüşümde de yetkililere raporlar verdim, böylesi çalışmaların bizde de yapılması konusunda. Hatta bir defasında Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü ile birlikte dolaştık Sivastopol Panorama Müzesi’ni. O da hayran kaldı. Türkiye’ye dönüşünde Atatürk’ü anlatan böyle bir müze yapacağını söyledi, onu da gerçekleştiremedi. MÜMTAZ BİR TARİH; HALK KÜLTÜRÜNE SAHİP ÇIKMALI

Allah’tan Topkapı Panorama 1453 Müzemiz var da teselli oluyoruz. Bu müzeyi de herkesin görmesi ve dolaşması gerekiyor. Bunu sanırım Çanakkale Savaşı takip ediyor. Arkası gelmeli İnebahtı, Malazgirt, Sakarya, Dumlupınar vs. İnsanlarımız doğup büyüdüğü, ekmeğini yediği kentlerine sahip çıkmalı, şehrin tarihini ve kültürü yansıtmalılar. Ben de Mercidabık Müzesi için girişimlerde bulundum. Önceleri kaymakamlara, sonra valilere ve milletvekillerine, ardından rektörlere ama yaprak kıpırdamadı. Hala da öyle. Mercidabık ve Yavuz Sultan Selim neden önemli? Çünkü Yavuz dini, idari, ekonomik ve sosyal bir nizam kurarak İslam Alemini tek elde toplamak gayesini güdüyordu. Başardı. O yıllarda Memluklu Sultanı Kansu Gavri Sunni ulemanın karşı çıkmasına rağmen Şah İsmail ile müttefiklik arayışında idi. Korsanlık yapan Portekizliler Hacc’a giden gemileri taciz ediyor ve bölgeyi hakimiyeti altında bulunduran ve Sahibi Haremeyn unvanı taşıyan Memluklular (Kölemenler) onlarla baş edemiyordu. 23 Ağustos/ 25 Recep Pazar Dabık Çayırı denilen Mercidabık’ta iki ordu karşılaştı. Memluk Ordusu Osmanlıya göre bir hayli fazla olmasına rağmen 9 saat devam eden muharebe sonucunda ikindi üzeri Sultan Yavuz galip geldi. Bir İddiaya göre Davut Peygamberin mezarı, Bilal-i Habeşi’nin makamı da burada bulunuyor. Bölgede çok sayıda sahabe kabir ve makamı da mevcut.(İsmail Hami Danişmentİzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi Cilt 2 shf 27). Bölgede Türk ve İslam Birliğini Yavuz sayı//61// ağustos 36

Sultan Selim Mercidabık Savaşını kazanarak hayata geçirdi. Diğer Türk Hakan Sunni Kansu Gavru öldü. Yerine oğlu 2. Tumanbay geçse de Bahri Memluk Sultanlarının Şeceresine böyle bir son not düşüldü(Yılmaz ÖztunaDevletler ve Hanedanlar Cilt 1). Yavuz’un kumandanları zorlu çöle doğru devam eden bu savaşta büyük kahramanlıklar gösterdi ve ikiyüz kantar gümüş ile yüz kantar altınlık bir hazine Osmanlı Bütçesine kayıt edildi. Bunun yaklaşık bir milyon lira olduğu yazıldı(Ahmet Rasim Osmanlı Tarihi Cilt 1 shf 108). Yavuz Selim zafer sonrası güneye doğru ilerlemesini sürdürdü; Biladu’ş Şam Suriye ve Filistin Osmanlı topraklarına katıldı. Mısır’a varıldı ve Kahire’ye girdi. (Osmanlı Tarihi Prof. Dr. Mehmet Maksutoğlu shf 234) Halifelik Osmanlıya geçti. Sultan Yavuz da kendisine “Hadimü’l Harameyni’ş Şerifen-Harameyn’in hizmetkarı” denmesini istedi(Osmanlı Devleti Tarihi-Ziya Kazıcı Shf 159). Yavuz’un kulağına küpe takması tartışıla dursun; pala bıyık bırakması Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin ”Ol dahi gazilerden gayrıyadır. Gazilere uzatmak mendubdur. Adüvve (düşmana) heybetli görünmek içindir” fetvasıyla yerine getirilmiştir. Yavuz Sultan Selim ile halifeliğin Osmanlılara geçmesi sonrasında, halife ve imam’ül müslimin unvanını son halife Abdülmecit Efendi’ye kadar kullanılmışdır (Prof. Dr. Ahmet Akgündüz/ Doç Dr. Sait Öztürk Bilinmeyen Osmanlı shf 141-148). DİNİ VE İLMİ BİR MERKEZ

Kilis yeri ve stratejik konumu itibariyle bir Mercidabık Panoramasını hak ediyor. Halbuki dünyada bazı devletler galibiyeti (BelçikaWater Loo) veya mağlup oluşlarını(Rusya Sivastopol) bile propaganda haline getirerek Panorama Müzesi yapıyorlar. Oysa Kilis’in ve Mercidabık’ın bir müzesi bile yok. Üstelik Kilis Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü kadrosu da yıllardır boş bekliyor, doldurulmuyor. Tarih defterine bakıldığında Kilis’te İslam Peygamberi’nin(SAV) vahiy katibi Şorhabil Hazretleri, sahabelerden Talha ve Zübeyr, Holywood’ta Samsun Dalila adıyla filmi yapılan Şe’mun Nebi gibi onlarca önemli isim meftun. Döneminin bölgedeki tek Mantık Fakültesi Kilis’te Şıh Efendi Tekkesinde bulunuyor. Tarihimiz ve kentlerimiz gururumuzdur. Yeni nesillere bunun aktarılmasının yollarından birisi de görsel zenginlikleri ve ögesi bulunan, sanat harikaları içindeki panorama müzeleridir.


Vara Ona Deyin ki Hz. Yunus’un Türkçesiyle

Kâmil gönlün tımar eyle / azlıklara alışsın Kibir dağını aşsın / deryalara karışsın Hayır okumayan diller / dosta varacak değil Bize taân iden iller / evvel özüyle barışsın Ben yiğidim diyenler / özün yavuz bilenler Nefsini yere sersin / kendisiyle vuruşsun Döğünecek zaman kısa / o da nasîb olursa Murad bilinmek ise / Allah ile bilişsin Efkâr dağılıp gitmez / sabredenler kaybetmez Külâh değişmek yetmez / üreğiyle değişsin Ben emânetçiyim âhi / Azrâil kim ola ki Canım ona gerek ise / sâhibiyle görüşsün Ölümün yüzü soğuk / ölmek istemez kimse Kim ölmek istemezse / ölmelere alışsın Kâmil UĞURLU

37


rzurum Teknik Üniversitesi tarafından düzenlenen “100. Yılında Erzurum Kongresi Uluslararası Sempozyumu” kapsamında Uzundere bölgesine gerçekleştirilen geziye katıldık. Erzurum Kongresine katılanlar arasında Tortum ve Yusufeli delegeleri de vardı.

UZUNDERE,

SAKİN ŞEHİR Bölge Bakanlar Kurulu tarafından turizm bölgesi ilan edildi ve bazı yatırımlar gelmeye başladı. Seracılık, iklimi uygun olduğundan meyve fidanı ve çiçek yetiştiriciliği, biblo imalatı da yapılıyor. Dr.ALİ KURT

1980 baharında doktor olduğumda ilk görev yerim, Erzurum’dan 90 kilometre kuzeyde yer alan Uzundere Sağlık Ocağı idi. O zaman idari yönden Tortum’a bağlı, belediyesi olan bir nahiye merkezi iken (nahiye müdürü ve memurları yoktu) Lise kuruldu, 1987’de ilçe statüsüne alındı, yeni bir hastane yapıldı ve ocak binası ile ekleri şimdi Atatürk Üniversitesine bağlı Tortum Yüksek Okulunun bahçecilik program tesisi olarak kullanılıyor. Lojmanın hemen arkasındaki tarla ise çay bahçesi ve etnoğrafik malzeme sergi yeri olarak düzenlenmiş. Uzundere önceki belediye başkanı Halis Özsoy’un gayretleriyle 2016 yılında “Sakin Şehir” (Cittaslow) seçildi. Bu nedenle sadece yurtiçi değil, yurtdışından da çok sayıda turist gelmeye başladı. 40 yıl önce 3.000 olan merkez nüfus şimdi 4.000’e ulaştı, bağlı 11 köyle beraber toplam 800 kilometrekare sahada 11.000 kişi yaşıyor. Bu haliyle de sessiz ve sakin bir şehir. Mahkeme yok. Halis Bey, ilçesinde kurulmak istenilen HES projesine karşı çıkmasıyla da biliniyor. Halis Beyin dedesi, 1955 yılında Uzundere belediyesinin kurucu başkanı ve o da Halis Özsoy adında olup 1980’de oraya tayin edildiğimde ana cadde kendi adını taşımaktaydı. Burada sadece doğal meyve sebze (özellikle dut, kiraz, ceviz) değil, yumurta ve tereyağı da bulunabilir. Dağlarda Halis Beyin gayretleriyle rotaları oluşturulan yürüyüş parkurları mevcut. Gölde kano, yelken, yüzme gösteri ve yarışları düzenlenmişti. 300 yıllık suskunluğu düzeltmek kolay değil, zaman istiyor. Belediye başkanlığı döneminde Uzundere hakkında kitaplar yazdı, yazdırdı, yayınladı. Bölge Bakanlar Kurulu tarafından turizm bölgesi ilan edildi ve bazı yatırımlar gelmeye başladı. Seracılık, iklimi uygun olduğundan meyve fidanı ve çiçek yetiştiriciliği, biblo imalatı da yapılıyor. Kırk yıl önce yoldan günde 50 civarında genellikle tomruk yüklü kamyonlar ve bazen

sayı//61// ağustos 38


yolcu minibüsleri geçerdi. Şimdi geçen araba sayısı çok artmış, fakat orman emvali taşıyan araçlar yok denecek kadar azalmış. Tortum Gölü; yukarıdan kopan dağ kütlesinin Tev vadisini tıkaması ile 250 yıl önceleri oluşan bir heyelan set gölü. İçinde yarımada, karşıda karadan ulaşımı olmayan yeşil bir arazi ve birkaç adet peri bacası bulunuyor. Tortum Çayının Tev dağından gelen heyelanla tıkanması jeolojik bir gerçek, etnografik olarak anlatılanlar ise birbirinden kısmen farklı olsa da temelde aynı. Dağda sürüsünü otlatan bir çoban, dağdaki çatlağı görüyor, gelip Hasköy halkına haber veriyor, fakat inanmıyorlar. Bir gün Kemerlidağ’dan heyelan gelip köyün üzerini örtüyor. Altmış yıl kadar önce anneannem bunu anlatırken, çobanın sürüsüyle olay yerinden ayrıldığını, tek kurtulanın o olduğunu söylerdi. Bir de taşların altında kalan köyden sesler gelmeye devam etmiş, en son 40 gün sonra horozun sesi de kesilmiş. Birçok efsane gibi bunun da anlatana göre varyasyonları oluyor. Mesela; Dere kenarında koyunlarını otlatan çoban kıza karşıdaki Kemerlidağ aşık olmuş. Onu önemsemeyen kız küçümseyip alay edince dayanamayan dağ kendini kaybederek yıkılmış. Suyun önü kapanıp göl oluşurken kaçan kız sürüklenerek şelaleden aşağı düşmüş. Bir başka anlatım ise dağın çobana 3 kere “geliyorum” dediği, bunu anlatan çobana köylülerin inanmadığı ve dağın altında kaldıkları şeklindedir. Tortum Gölünün uzunluğu 11 km, genişliği 1 km., yüzeyi 6.5 kilometrekare, en derin yeri 140 metredir. Göl yüzeyinin rakımı 1027 metre bulunmuştur. Uzun kenarları, batı tarafı Erzurum Artvin yolu olmak üzere, dik tepe

yamaçlarından oluşurken doğuda herhangi bir yapı bulunmuyor. Güneyde Tortum suyunun oluşturduğu delta var, buraya yerliler “Denizbaşı” derler. Kuzeyde ise şelale yer alıyor. Göl kıyısında eskiden yol yokmuş. 1945 yılında Doğu Anadolu’ya bitki tohumu toplamak için gelen bir Amerikalı, yol olmadığından Tortum’dan yukarı gidememiş. Bu kişinin makalesini 1967’de babam Prof Dr. Ahmet Kurt Türkçeye çevirerek yayınlamıştı. Buna göre, Amerikalı gittiği bütün şehir ve kasabalarda bostancının Yusufelili olduğunu görünce oraya gitmek istiyor. Ancak yol Tortum’da bitiyor. Anlatılanlara göre, özellikle Pirin Kayaları adı verilen mıntıkada, yukarıdan işçi beli iple bağlı olarak sarkıtılır, elinde balyoz ve keski ile kayaları kırmaya çalışırmış. 1950 civarında yapılan bu yol zamanla genişletilerek kullanıldı. 50 yıl önceleri birçok bölgede 2 araç karşılaştığında biri geri giderek geniş bir saha bulduğunda diğerine yol verirdi. Şimdi bu sıkıntı yok, daha kolaylaşsın diye bölgede tünel inşaatı başlatılmış, ancak ara verilmiş görünüyor. Kıyıda bir tepede kurulan seyir terasından göl kısmen seyredilebiliyor. Bu tesisler Anadolu’ya yeni yeni yayılıyor. Biz ilk tecrübemizi Artvin’deki terasta geçirdiğimizden korkup çekinmeden adım attık ve burada istediğimiz gibi resimler çektik. Yol üzerinde dut, kiraz, elma, kızılcık gibi yörede yetişen meyveleri satan kişileri görebiliriz. Bisiklet binenler, ellerinde dürbünle kuş gözlemciliği yapanlar da şaşırtmaz bizleri. Şelale 48 metre yüksekliği ile ülkemizin ve Dünyanın sayılı coğrafi güzelliklerinden. Halk arasında “su dökülen” deniliyor. Eskiden seyre gelenler azdı, koruma 39


Gürcistan’la yapılan tarihi eserlerin korunması ve restorasyonu anlaşmasına rağmen Gürcüler ilgilenmemelerine rağmen kilise yıkılmasın diye Türkiye bir onarım ve destekleme çabasına girmiş durumda. Şu anda kilisenin çevresi kapatılmış ve acil onarım başlatılmış durumda.

tedbirleri de pek yoktu. 40 yıl önce, cebri borunun altındaki santrale, yani elektrik üretim yerine de inmiştim. Yüksekten inerek türbünlere çarpan suyun oluşturduğu gürültü pek fazlaydı. Bu halin şu anda da değiştiğini sanmıyorum. Bu santral 1960’lardan beri elektrik üretiyor. Sağ yandan aşağı inerken yaklaşık 10 metrelik bölümde merdivenlerin tahrip ve yok olduğunu gördük. İniş zor oldu, ancak zahmete değdi. Şelale en güzel suların bol olduğu Nisan ve Mayıs aylarında akar. Şelaleden aşağıda yer alan, Ulubağ Köyü Yıkıklar Mahallesinde yer alan Yedigöller, denizden yüksekliği 800 metre, Tortum Gölünden sızan sularla besleniyor. Burada göl kenarında yemek yeme yerleri bulunuyor. Çamlıyamaç, Prof Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun doğduğu köy. Çamlıyamaç Kilisesi eskiden cami olarak kullanılmış. Yeni cami yapılıp terk edildikten sonra bakımsız kalmış ve yıkılmaya başlamış. Buradaki hayat ağacı, çarkıfelek motifi ve diğer izler, 10. Yüzyılda Hazar Denizini kuzeyden geçerek Gürcü kralının hizmetine giren ve Hıristiyan olan Kıpçak Türklerini hatırlatıyor. Oltu yolunda İşhan, Yusufeli’nde Üçkilise ve Barhal, Tortum’da Bağbaşı kiliseleri de buraya benzer özelliklere sahip. Kilise çevresinde evler var. Buraya en az 20 kere gelmişizdir, fakat arkadaki manastır, kütüphane ve diğer müştemilat harabelerini ilk defa görerek şaşırdık. Manastır sandığımız yerin penceresinden içeri giren dallardan dut yedik. Buralarda hemen her türlü sebze ve meyve yetişebiliyor, tabii ki şimdilik ekonomik önemi pek yok. Çünkü onları işleyip satışa hazırlayacak tesisler noksan. Kütüphane binasını Gürcistan’ın Ankara büyükelçisinin, sanat tarihçisi olan eşi belirlemiş. Burada kutsal kitapları elle yazarak çoğaltırlarmış. sayı//61// ağustos 40

Dikyar Köyü Uzundere’ye 3 kilometre kala yol üzerindeki çay ve yemek tesisi ile dikkat çekiyor. Yukarıdaki Ağcakale (Üngüzek/ Dikyar kalesi) gerçekte bir kule. Cenevizliler tarafından Batum’dan Bayburt’a kadar Çoruh Nehri boyunca ticaret yolunun emniyeti tarafından yapılan, birbirini görerek emniyeti sağlayan 23 kuleden biri. Çetin Beyin kullandığı araçla çıkmak istedik. Mevcut karayolu, kaya parçası düştüğünden tıkanmıştı, geçemedik. Daha önce çıktığımdan biliyorum, burası küçük bir gözetleme merkezi. Arka tarafında sığır sürülerinin otladığı geniş bir düzlük ver. Sapaca, Kirazlı, Cevizli köylerinde de benzer kuleler bulunmaktadır. Ana yola inerek aksi taraftaki (batı yönündeki) Dikyar köyü yoluna saptık, sağ tarafta dik bir kaya vardı. Burada dağ ve kaya tırmanışı, buz tırmanışı, yürüyüş, yamaç paraşütü, kano ve rafting gibi muhtelif sportif faaliyetler yapılabiliyormuş. Köye gitmeye zamanımız yoktu. Orada da, daha önceden gittiğim için, ahşap evlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Harita üzerinde Doğu Anadolu Bölgesi olsa da gerçekte Karadeniz tip yerleşimler başlamış oluyor. İlçenin değişik yerlerinde mağaralar, ziyaret yerleri, Akkoyuncu döneminden kalma koç ve koyun şeklinde mezar taşları bulunuyor. Bazı köylerde alabalık üretim havuzları, bahçede veya kapalı alanda alabalık, döner vs yemek için tesisler açılmaya başladı. Çağ kebap Çoruh boylarında kesilir. Burası da o coğrafyaya dahil. Yerel lezzetler arasında dağlardan toplanılan ve çeşitli vitaminleri içeren yalancı iğde marmelatı da var. Yaylalar, ormanlar, göller, köprüler, şifalı sular, mesire ve piknik alanları, yabani hayvanlar, … Kısaca bir tatil, tarih ve tabiat cümbüşünün içindeydik. Bu güzellikler içinde sakin şehir. Nedeni, yöre halkının halim selim ve iyi tabiatlı insanlar olmalarıdır diye düşünüyoruz. Eskiden bulunmayan pansiyonlar da son yıllarda oluşmaya başladı. Bölge turizme açıldı, diyebiliriz.


ETVÂR-I SEB’A RİSALELERİ Pîr Muhammed Erzincânî • Yiğitbaşı Ahmed Semşeddin Marmaravî • Cemâleddin İshak Karamânî • Yusuf Sünbül Sinan • İbrahim Gülşenî • Sofyalı Bâlî Efendi • Kurt Mehmed Efendi • Halîlî-i Mar'aşî • İbrahim Kırîmî • Seyyid Nizamoğlu Seyfullah • Şah Veli Ayıntâbî • Ümmi Sinanzâde Ced Hasan Efendi • Niyâzî-i Mısrî •La'lî Mehmed Fenâî Gülşenî • Hasan Ünsî • Hasan Sezâî-yi Gülşenî • Cemâleddin Uşşâkî • Mehmed Şâkir el-Halvetî • Abdurrahman Sâmî Uşşâkî Hazırlayan: Fatih Yıldız Kitap Tanıtım: Gazanfer KIRIMLI Büyüyenay Yayınları

Bütün bunlardan murat, söz konusu mertebeler yoluyla varlığın İlâhî yönü olan fiilleri, esmâyı, sıfatları tecrübe ederek Allah’ı tanımaktır. Bu tanımanın en önemli mertebesi ise hiyerarşinin en üstünde bulunan, bütün nispetlerden münezzeh Zât-ı Baht’a vuslattır. Bu vuslatın gereği olarak bütün ârızȋ niteliklerden, bilgi, düşünce ve zanlardan kurtulmaktır. İrfan yolculuğunun sâliki olan nefis, varlık düzleminde hareket halindedir. Bu hareket insanın kemali açısından gerilemeyi ifade ediyorsa kişinin durumu olumsuz, ilerlemeyi ifade ediyorsa olumlu kabul edilmektedir. İnsan bu hareketlere göre vasıflar kazanmakta ve bu vasıflar İlâhî kanunlarda ahlâk olarak ifade edilmektedir. Tasavvufî bir ıstılah olarak etvâr, nefsin sıfatlarına dair safhaları ifade eder. Bunlar olgunlaşma sürecinin ana basamakları göz önünde bulundurularak yedi mertebe olarak belirlenmiş ve “etvâr-ı seb’a” ismini almıştır. Kur’an’da da geçen nefsin bu özellikleri; emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râzıyye, merzıyye ve kâmile/ sâfiyye olmak üzere adlandırılmıştır. Etvâr-ı Seb’a müelliflerinin de söylediği gibi bu durum nefsin hallerinin kısaca anlatılmasıdır ayrıntıya girilecek olursa “etvâr nihayetsizdir” denilebilir.

arlık nisbî bir hiyerarşiyi içerisinde barındırır. Âlemin göz bebeği olan insan da, İlâhî irade tarafından etvâr/tavırlar denilen iç katmanlara sahip olarak takdir edilmiştir. Zübde-i âlem olan insanın bu mertebeleri, bir yönüyle insanın manevî derinliklerini, diğer yönüyle de âlemin hiyerarşisini ifade eder. Yani âlemin bütün katmanları insan varlığının etvârında yani tavırlarında da varolmaktadır. Bu hakikate vâkıf olan ariflerimiz, insanın kendini bilme sürecinin aynı zamanda âlemi bilme süreci olduğunu dile getirmişlerdir.

Halvetȋ Azizlerinin Etvâr-ı Seb’a Risâleleri adını verdiğimiz çalışmamız, bu nefis mertebeleri ve onunla ilgili muamelelerin incelendiği, yazılı tasavvuf birikiminin, on dokuz risalesini içine almaktadır. Halvetî azizlerinin risaleleriyle sınırladığımız kitapta her bir risâlenin çeviriyazı metni ve akabinde de sadeleştirilmiş metni yer almaktadır. Ayrıca Arapça kaleme alınmış risalelerin ise tercümeleri verilmiştir. Eserler müelliflerinin yaşadıkları tarih sırasına göre tertip edilmiştir. Böylelikle 15. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyıla kadar, bu konuyla alakalı geliştirilen dil ve literatürün devamlılığı ile metinlerin birbirleriyle olan münasebetini görme fırsatı sunulmuştur.

ŞEHİR K İ TAP

HALVETÎ AZİZLERİNİN

41


Temmuz 2019 tarihinde Gölpazarı Belediyesinin daveti üzerine kendiside Gölpazarlı olan arkadaşım Atıf Bilir le ilçeye gittim. İstanbul dan yolculuğumuz yaklaşık 3 saat sürdü.

BİLECİK GÖLPAZARI, ESKİ TOPRAKLAR, HUZUR VE TARİH Şehrin merkezindeki Üçgen ada ve tarihi Taşhan geleneksel Gölpazarı Çarşısının çekirdeğini oluşturmaktadır ve kesinlikle mevcut dokunun iyileştirmesi yapılarak korunmalıdır.Burada bulunan tek katlı ahşap dükkanlar onarılarak korunmalı yöresel ürünler ve turizme yönelik tarihi çarşı olarak işlevini sürdürmelidir Dr.Şimşek DENİZ*

Aslında Gölpazarı sanıldığı gibi göl kıyısında bir yerleşim değil.Kurucusu Edirne de vefat eden ve mezarı Edirne de ki Gazi Mihal Cami Haziresinde bulunan Gazi Mihal Bey.İsmi eski hamamın çevresine su ihtiyacını karşılamak için kurulan kuyularadan almış.Önce Nefs-i Göl , Göl,Akçaova diye anılmış daha sonra ticretin gelişmesi ve pazarların kurulmasıyla Gölpazarı diye anılır olmuş. TARİH BOYUNCA GÖLPAZARI

Hititlere,Lidyalılara,Doğu Roma ya ev sahipliği yapmış.Çevre yerleşimlerinde çok sayıda höyük bulunuyor.Acilen bu höyüklerde gerekli Arkeolojik kazılar yapılarak tarihi katmanlar gün yüzüne çıkarılmalıdır.Buradan Kültür ve Turizm Bakanlığına çağrımız olsun. Türklerin Anadolu ya yerleşmesinden sonra Bayat ve Beğdili boylarına yurt olmuş Gölpazarı. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanımız Fatih Dönmez de Gölpazarlı.ve toprağına çok bağlı. İlçenin güleryüzlü ve dinamik Bel .Başkanı Hayri Süer le birlikte Gölpazarını ,eski evleri ve anıt eserleri dolaştık. Taşhan ın önünde yaptığımız muhabbet benim için unutulmazdı.O sırada komşu ilçe Yenipazar Bel.Başk İlhan Özden, ve meclis üyesi Levent Bilir ve Vezirhan Bel.Başk. Hüseyin Ocak oradaydı. meydanda çay içtik. Farklı siyasi partilerden olsa bile o kadar güzel birbirleriyle atışmalar.takılmalar çok hoşuma gitti ..Aslında Anadolunun mayası bu. Gölpazarında ki başlıca anıt eserler Taşhan, Gazi Mihal Camisi ve Eski Hamamdır

*MSGÜ-S.zaim Mimarlık Fak. Öğr.Gör.

sayı//61// ağustos 42

Gölpazarı son yıllarda organik tarım ve bilhassa kiraz meyvesi ile anılır olmuştur. Buna bağlı olarak İstanbul ve Ankara gibi metropollerden ziyaretler artmış ve gayrimenkul alımları çoğalmıştır.İstanbul ve Ankara gibi iki metropolün arasında olması Gölpazarı için geleceğe dönük fırsatları beraberinde getirmiştir. Kültürel Mirasa ve Geleneksel Mimariye sahip çıkılması Turizm potansiyelini artıracak ve


ilçe için önemli bir farkındalık oluşturacaktır. Gölpazarında çok sayıda çimento ile sıvanmış ve özgün cephe düzenleri bozulmuş geleneksel tarihi ev bulunmaktadır.Sıva raspası ve doğrama değişimleri ile ile sözkonusu evleri özgün hale getirmek mümkündür. Evlerin büyük çoğunluğunun Koruma kurulu tarafından tescil edilmemesi uygulama açısından önemli kolaylıklar sağlamaktadır.Beypazarı örneğinde olduğu gibi.Ancak uygulamaların restorasyon tekniği ve metodolojisine uygun olması şarttır.Bu evler daha sonra tescil altına alınabilir. Şehrin merkezindeki Üçgen ada ve tarihi Taşhan geleneksel Gölpazarı Çarşısının çekirdeğini oluşturmaktadır ve kesinlikle mevcut dokunun iyileştirmesi yapılarak korunmalıdır.Burada bulunan tek katlı ahşap dükkanlar onarılarak korunmalı yöresel ürünler ve turizme yönelik tarihi çarşı olarak işlevini sürdürmelidir.Alanda bulunan ve muhdes ek olarak tanımlayabileceğimiz üç adet tek katlı yapı kaldırılmalı ve uluçınarlar altında Taşhan ile bütünleşen küçük bir meydan oluşturulmalıdır. Tescilli evler kapsamında az sayıdaki konut hariç olmak üzere Belediyelerin Kudeb birimlerince verilecek Basit Bakım Onarım İzni ile onarılabilecek durumdadır. Onarım Metodu olarak önce çatı saçak tamirleri ve bina cephelerindeki çimento sıvaların ve dökülen yüzeylerin raspaları yapılacaktır. Daha sonra yapıdaki çürüyen taşıyıcı ahşap

aksam ve Bağdadi çıtalardan çürüyenler varsa değiştirilecektir. Pvc esaslı olarak takılan pencereler ve demir kapıların yeniden ahşap olarak imalatları yapılmalıdır. Kerpiç duvarların üstü Horasan harcıyla kapatılıp üzerine aşı boyası çekilmelidir. Yaşam olan evlerin içine girilmemeli iskele kurularak sadece görünen yüzleri yapılmalıdır. İç kısımlarda ancak çok elzem durumlarda taşıyıcıya dönük sınırlı uygulamalar yapılabilir. Evlerin çatıları genellikle iyi durumdadır.Bazı saçak altı kaplama ve alın tahtalarının tamir ve tümlemesi yapılacak gereken yerlerde kiremit aktarmaları gerçekleştirilir. Son yıllarda İç Anadolu ve Marmara daki tarihi yerleşimlerde yapılan onarım ve restorasyonlardaki benzeşme oranları çok yüksektir. Bu ise istenilen ve doğru olan bir durum değildir. Gölpazarında asfalt serimlerinde önceki asfalt katmanı alınmadığı için yol kotu sürekli yükselmiş ve bu durrum birçok binanın yol kotu altında kalmasına sebebiyet vermiştir. Safranbolu,Beypazarı,Mudurnu,Göynük,Taraklı ve Eskişehir Odunpazarındaki yapılar birbirinin aynısı evler haline gelmiştir.İnşa teknikleri(kerpiç-ahşap) aynı olsada yöresel bazı farklılıklar ve detayların ortaya çıkarılması ve sıva altında kalmaması çok önemlidir.Bu düşünceden hareketle ahşap strüktürün yapı cephesinde görünür olması ve aşı boyalarının kullanılması Gölpazarı evlerine bir farkındalık kazandıracaktır. 43


Maliyetin düşmesi açısından binalar parsel bazında ihale edilmemelidir.,İskele kiralanarak iş süresince belediyede ahşap ve sıva ustası istihdam edilmelidir.Sarf malzemeleri piyasadan alınarak belediyenin göstereceği bir yerde Geleneksel Ahşap Atölyesi kurulabilir ve malzeme depo edilebilir.Bir diğer alternatif ise sadece tek Hizmet ihalesiyle işi gerçekleştirmek olabilir.

GÖLPAZARI EVLERİ BAKIM ONARIM ETAPLARI

• PARSEL –YAPI SAHİBİ İLE GÖRÜŞME • İSKELE KURULUMU • ÇATI VE SAÇAK ALTI TAMİRLERİ • GEREKLİ RASPALARIN YAPILMASI • MUHDES EKLERİN YAPIDAN UZAKLAŞTIRILMASI • PENCERE VE KAPI DOĞRAMALARININ İMALATI/TAMİRİ • TARİHİ DUVAR ÖRGÜSÜYLE UYUMLU • YENİ SIVALARIN YAPILMASI • AŞI BOYASI • EVLERE TAKILACAK ONARIM KİTABESİ/ ROZET Gölpazarında ilk etapda 100 adet evin restorasyonunun yapılması ve cephelerde aşı boyası uygulaması hedeflenebilir. sayı//61// ağustos 44

Gölpazarında esaslı restorasyon ve proje süreci gerektiren sivil mimarlık örnekleri de mevcuttur.Bu yapılar Rölöve-Restitüsyon ve Restorasyon Projesi sonrası ilgili koruma kurulu onayına sunulacaktır.Sözkonusu yapılardaki maliyet proje sonrası hesaplanmalıdır. Gölpazarı Tarihsel Çevre ve Kültür Yolunun oluşturulması için iki farklı yöntem takip edilebilir. 1/KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI

Gölpazarındaki evlerin çok büyük bir kısmı tescil dışıdır.Ayrıca Bakanlık kaynak ayrımı ve uygulama için tüm yapıların parsel bazındaki projelerinin yapılmasını ön şart olarak getirmiştir. 2/ÖZEL SEKTÖR VE ŞİRKETLER

Kültürel Mirasın korunmasına ilişkin yapılan harcamalar vergiden düşülmektedir.Sosyal Sorumluluk kapsamında özel sektörün çalışmayı üstlenmesi zaman ve maliyet açısından avantajlı ve pratiktir. Ben inanıyorum ki Gölpazarı hakettiği ilgi ve değeri bulacak.Üstündeki küllenen tarih ortaya çıkacak ve ışıl ışıl parlayacak…


ÇOK KATLI

BİNALAR Meğer eski devirlerde, halkın genel çoğunluğunun Müslüman olduğu devirlerde, cumbalı, rumbalı, kafesli evler yapıldığında yapı loncaları varmış .

Recep ARSLAN

O günlerden hatırımda kalan ilkokul öğretmenlerim var. Hemen hemen her birini anımsıyorum. İki konu çok fazla önemsenerek öğrencilere anlatılıyordu. Birisi doğum kontrolü, diğeri de çok katlı binalar. ‘Bakabileceğin kadar çocuk yap’ o günlerin sıloganıydı. Sanki hayat hiç değişmeden bir çizgide, inip-çıkmadan yaşanan bir şeymiş gibi. Bu afiş her yerde, her zihinde yerleştirildi. Şehirliler, batıda yer alan aileler, memur ve asker aileler ‘Bakabileceği kadar çocuk yaptı.’ Yani onların arzu ve istekleri o yönde merkezileşince Allah da onların o arzularını kabul ederek, onlara bir iki, ya da en çok üç çocuk verdi. Bunun böyle olacağı zaten mukadder olmalı. Bu sıloganda o tarihlerde Devlet Pilanlama Teşkilatı’nın kurulmuş olması ve 5 yıllık kalkınma pilanları hazırlanmasının da rolü olmalı. Ülkenin nüfus artışı dizginlenirse, ihtiyaçlar daha kolay karşılanır sanılıyordu. İkinci önemli konu da çok katlı binalardı. Öğretmenlerimiz sık sık sohbet ederek bu konuyu dile getiriyordu. Özetle faydalı tarafları anlatılıyor ve teşvik ediliyordu. Sanki binaları biz öğrenciler yapacakmışız gibi. Bir aile 200 metrekare alanı işgal ediyor. Halbuki çok katlı binada 200 metrekareye bir bina yapıldığında ikişer daireden beş katta 10 aile oturacak, Çocuk zihnimiz öğretmenlerimizin ne kadar akıllı ve bilgili olduğunu düşünüyor ve kabul ediyordu. O zamanlar henüz üç veya beş katlı binalar biliniyordu. Daha fazlasına kimsenin aklı ermiyordu. Üst kattaki gürültünün alt kattakini rahatsız edeceği, halı ve sergilerin tozunun çırpılması sırasında çıkacak kavgaların, köpek ve başka hayvanlar besleyenlerin kokusu ve vereceği rahatsızlık, bu yüzden çıkacak tartışmalar ve kavgalar akla gelmiyor, getirilmiyordu. Hele bina yöneticisi, aidat, kapıcı maaşı ve gideri hiç gündemde yoktu.

iraz hatırat sergileyelim de kaç yaşımda olduğum anlaşılsın. Efendim çocuktum. İlkokulda okuyordum. 1960 tarihinde ilkokul öğrencisiydim. Türkiye’de darbe, devrim, ihtilal, inkılap olmuştu. Hadi bakalım kim bilecek. 27 Mayıs 1960’da ne olmuştu? İnkılap olmuştu. O zamanlar devrim, darbe, ihtilal yoktu. İnkılap vardı. İnkılap kelimesiyle dalga geçen yeniciler köpekleşme diye anlam veriyorlardı.

*Meğer eski devirlerde, halkın genel çoğunluğunun Müslüman olduğu devirlerde, cumbalı, rumbalı, kafesli evler yapıldığında yapı loncaları varmış. O ocakta pişen ustalar, kalfalar ve çıraklar hep bildikleri, öğrendikleri tarzda evler yapıyorlarmış. Öyle olunca da aile mahremiyeti denilen konu çok önemliymiş. Daha Tanzimat Fermanı ilan edildiğinde çok katlı bina yapımı, kagir bina yapımı, kesme taş bina yapımı ve son olarak da betonarme ve hazır beton binalar yapımı teşvik edilmiş. Bu işin hızlı olabilmesi için de yapı loncaları kapatılmış. Kalfalar ve çıraklar işsiz kalmış. Çünki onların bilgileri bu çok katlı binaları yapmaya yeterli değilmiş. Hatta bakış açıları çok katlı bina yapmaya uygun değilmiş. *Yapı loncaları kapatıldıktan sonra Batı tipi binalar, çok katlı binalar yapıla durmuş. Adını da koymuşlar; Apartman. Oldukça havalı bir isim. Hatırlarım, apartmanda oturmak medeni olmaktı. Bahçeli, eski tek katlı evlerde oturmak eziklikti. Az gelişmişlikti. Hey gidi günler! Meğer ülkemiz ve insanımız nereden nereye taşınmış. Ama biz haala aziz Türk milletiyiz. Ona şüphe yok da bir eski değerlerimize dönebilsek… 45


FUAT SEZGİN’İ ANMA VE MÜSLÜMANLARIN BİLİME KATKILARINI ANLAMA

Biruni gibi öncülerin sayısını rol model için, gençlerimize özgüven vermek ve aşkın birey olmalarını sağlamak için çoğaltmalıyız. Prof. Dr. Fevzi YILMAZ *

* Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi

sayı//61// ağustos 46

ilindiği gibi 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı tarafından Prof. Dr. Fuat Sezgin Yılı olarak ilan edildi. Bu yılın ilk 6 ayında sempozyum, panel, sergi ve konferans şeklinde çok sayıda etkinlik gerçekleştirildi. Bu etkinliklerden en taçlanmış olanı, 13-15 Haziran 2019’da İstanbul Üniversitesi Rektörlüğünde “I. ULUSLARARASI FUAT SEZGİN İSLAM BİLİM TARİHİ SEMPOZYUMU” teması ile gerçekleştirilenidir. Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi ortaklığı ile gerçekleştirilen bu Sempozyum, herkesin görmesini önerdiğim büyüleyici ambiansa sahip iki salonda paralel oturumlar şeklinde icra edildi. Dünyanın her tarafından bilim tarihi çalışanı 200’e yakın uzman 100’e yakın tebliğ sunarak rahmetli Fuat Sezgin’i ve yaşadıkları döneme mühürlerini basan müslüman bilim insanlarını andılar ve yaptıklarını anlattılar. 1924 tarihinde Bitlis’te dünyaya gelen Fuat Sezgin İslam Medeniyetinin nice bilinmeyenini gün yüzüne çıkaran dünyaca ünlü bilim tarihçimizdir. Fuat Sezgin Hocamız geçen yıl (30 Haziran 2018) hakka yürümüş Gülhane Parkında adını taşıyan vakıf ve müze bahçesinde toprağa verilmiştir. Ülkemizde ve ülkemiz dışında (Almanya) çalışan, hem de çok çalışan ve hiç durmayan bu büyük insanı saygı ve rahmetle anıyoruz. 11. yüzyılda yaşamış Biruni ve çağdaşı İbni Sina sunulan tebliğlerde en çok anılan ve yaptıkları anlatılan iki büyük dehamızdır. Biruni’nin Türk Tarih Kurumu tarafından Arapça Orijinalinden tercüme edilerek yayınlanan ‘’Kıymetli Taşlar ve Metaller (el-Cemahir fi Ma’rifeti’l-Cevahir)’’ isimli 380 sahifelik kitabı adeta bir klasik! Günümüzde de bilinen ve geçerli olan bilgilerin kökenini okumak hem heyecan verici hem de düşündürücüdür, bir o kadar da eğlendiricidir. Biruni kitabında bir Yunanlıdan alıntıladığı “Kim ki akrabalarına dayanır ve ölmüş atalarıyla övünür, o kişi ölü, ataları ise diridir.” ifadesini kullanmıştır. Onunla övündüğümüze göre Biruni hala diridir. Bize verilen mesaj ise, yaşarken ölü olmayın, çağı ve gelişmeleri yakalayın ve atalarınızın yaptıklarını ötelere taşıyındır. Biruni gibi öncülerin sayısını rol model için, gençlerimize özgüven vermek ve aşkın birey olmalarını sağlamak için çoğaltmalıyız. Biruni’yi, yaptıklarını ve günümüze yansımalarını 1000 yıl sonra bugün gelin birlikte gözden geçirelim:


a)Birûni çeşitli alanlarda ve konularda yaptığı çalışmalar ve verdiği yaklaşık yüz seksen adet eserle, uygarlığımızın inşasına büyük katkı sağlamıştır. b)Birûni matematik ve fizikten eczacılığa, jeoloji ve mineralojiden coğrafyaya, sosyal antropoloji ve dinden tarihe kadar pek çok alanda eserler vermiştir. Birûni, bir o kadar da tevazu sahibi olup, eğilmesini bilmiş ve eserlerinde sıkça başarı Allah’tandır vurgusu yapmıştır. c)Birûni’nin günümüzden bin yıl önce yapılan el yazması kitap çalışmasında görülen, kaynak gösterme, deneysel yöntemi açıklama ve sonuçları irdelemedeki hassasiyeti çok etkileyicidir. d)Birûni’nin kendisinden yedi yaş küçük olan meşhur âlim İbni Sînâ ile fizik ve astronomi konularını içeren mektuplaşmaları dikkat çekicidir. 973 tarihinde Harezm/ÖzbekistanTürkmenistan’da doğmuş olan Biruni, Gazne Türk devleti hükümdarlarından Mahmut ve Mesud zamanında saraya danışmanlık yapmıştır. e) Birûni öğrenmeyi her durumda çok önemsemiştir. Dilbilimci Yâkût el-Hamevi’nin Ebu’r-Reyhân el-Biruni’nin vefatıyla ilgili aktardığı olay bunu gözler önüne sermektedir: ‘’Ebu’r-Reyhân’ın yanına girdim. Tek başınaydı. Canı boğazına gelmiş, göğsü iyice daralmıştı. O hâldeyken bana sordu: ‘’Bana o gün Ceddatü’l-Fâside (Miras Hukuku konusu) hesaplamasını nasıl anlatmıştın?’’ Durumundan

çekinerek dedim ki: ‘’Şu hâldeyken mi anlatmamı istiyorsun?’’ Bana şöyle cevap verdi: ‘’Behey adam! Dünyaya veda ediyorum. Bu meseleyi biliyordum. Onu (tekrar) öğrenmem bilmememden daha hayırlı değil mi? Câhil mi gideyim istiyorsun? Bunun üzerine kuralı söyledim o da ezberleyip bana tekrar etti. Sonra yanından ayrıldım. Henüz yoldayken feryatları işittim.’’ f) Birûni “İnsanın nihaî hedefi, şahit olunup hissedilenlerden, görünmeyip akledilenlere ilerlemektir.” demektedir. Akıl için verilen “Duyma ve görme, hissedilenlerle akledilenler arasında merdiven yapılmıştır.” ifadesi çok anlamlıdır. g)Birûni, kitabında elmas ve yakuttan amatiste; malakit ve mıknatıstan cama kadar 31 ayrı taşı, bugün de geçerli olan mineraloji bilimi ilkeleri ile açıklamıştır. Mineraller bahsinden sonra cıva, altın, gümüş, bakır, demir ve pirinç gibi birçok metal ve alaşımlar da verilmiştir. h) Birûni, mineralleri renk ve sertlik gibi fiziksel özellikleri, bulundukları yerleri, işlenmeleri ve faydaları ile açıklamıştır. Birûni’nin sertlik skalası kendisinden 9 asır sonra yaşamış Friedrich Mohs tarafından sistematik hale getirilmiştir. ı) Birûni’nin bazı mineral ve metallerin özgül ağırlıklarını günümüzdeki ölçümlerle neredeyse üst üste düşen değerlerde bulması herkesi şaşırtmaktadır. Bunu geliştirdiği deney (deneme-sınama) yolu ile başarmıştır. Biruni’nin ölçümleri altın için 18.18-19.33, bakır için 8.30-8.93 gram/santimetreküp arasındadır. 47


Onun yoğunluk ölçüm çalışmaları evrensel bilime yapılan en büyük katkıdır. i) Birûni çalışmalarında önce tarihsel gelişim ve terminoloji bilgisi vermektedir. Altınla ilgili olarak konunun başında verilen paragraf dikkat çekicidir: “Altının Rûmcası harsûn, Sûryanicesi zeheb, Hintçesi savrun, Türkçesi altun, Farçası zer ve Arapçası önceleri en-nizar ve sonra ezzeheb’dir.” Birûni kitabında altın madenciliği ile ilgili bölümde örneklemelere fazlasıyla yer vermiştir. Aşağıdaki alıntı günümüzde de rahatça anlaşılabilecek bir tarz içermektedir. “Kaşmir’deki Şamil Putu yöresi hizasında Bilûr adı verilen nahiyeye ulaştığı yere Sind Nehri denir. Nehrin kaynağındaki mevzilerde suyun dibinde çukurlar kazılır–ki su üzerinden geçer. Bunların içi civa ile doldurulur. Üstünden bir yıl geçince civa altına dönüşür. Bunun sebebi, suyun kaynağından yüksek bir şiddetle akıp, kumla beraber altın taşımasıdır. Sivrisineğin kanatları gibi ince ve küçük olan bu parçalar çukurlar üzerinden geçerken civaya yapışır, kumlar geçer gider.” j)Birûni’nin çalışma ve değerlendirmelerinde tebessüm ettiren örnekler ve benzetmeler çoktur. “Demir mâdeninin iki türü vardır: Birisi yumuşak olup adı en-narmâhen’dir. Kırılganlığı sebebiyle “dişi’’ denir. Diğeri ise sert olup adı eş-şâbirkân’dır. Dayanıklılığı sebebiyle ‘’erkek’’ denir.” Birûni döneminde elementler ve bileşik oluşturma kimya bilgisi olmadığından ifadenin neyi kastettiği tam açık değildir. Kırmızı demir oksit minerali Hematit en-narmâhen, kahverengi demir oksit minerali Manyetitin sayı//61// ağustos 48

eş-şâbirkân’a karşılık olduğu düşünülmüştür. Birûni’nin eserinde koyu kahverengi demir hidroksit minerali Götit’e de atıf yapılmıştır. “Diğeri ise eritildiğinde içinden su akan ve içindeki taşları temizleyen bir türdür. Buna devs denir.” Bu, mineral içi moleküler suya atıf yapılan çok önemli bilgidir. Sonuç olarak, 1.Uluslararası Fuat Sezgin Sempozyumuna geniş açıdan bakarak, tüm eğitim-öğretim faaliyetleri ile ilişkilendirebiliriz. Sempozyumunun yapıldığı tarihlerde 18 milyona yakın ilköğretim ve lise düzeyinde eğitim gören öğrenciler tatile çıktı. Üniversitelerimizde öğretim almak isteyen 2,5 milyon öğrenci de YKS sınavında ter döktü. Okul öncesi çağdan lisansüstü öğrenim çağına kadar müfredat içi ve müfredat dışı ders ve uygulamalarla öğrencilere gerçek hayattaki problemleri çözme kabiliyetleri kazandırıyoruz. Bunu yaparken çoğu zaman moral değerleri ihmal ediyor ve kişisel kabiliyetleri desteksiz bırakıyoruz. Halbuki, bilim tarihi, güzel sanatlar ve çevre-ekoloji gibi etkinlikler/bilgilendirmeler ile bu boşluklar kapatılabilir. Bilim tarihi ve uygarlık tarihi kültürü öğrencilerimize, değerlerimizi, Biruni gibi değerlilerimizi tanıma önemseme ve sahip çıkma anlayışı verecektir. Güzel sanatlar bireye dinginlik ve ruh zenginliği verirken hayal gücünü de besleyecektir. Ekoloji ve çevre bilinci kişiye sorumluluk, sevgi ve doğaya dost olma anlayışı kazandıracaktır. Uluslararası Fuat Sezgin Sempozyumu ve benzeri etkinlikler bu yönüyle de ele alınmalı ve genç kuşaklara dönük senaryolar içermelidir.


İSLAMIN İLK DEVİRLERİNDE

SAĞLIK

HİZMETLERİ İslam dünyasında ilk sağlık hizmetleri veren yerler çadırlar olmuştur. Özellikle savaşlarda seyyar hastane görevi üstlenen Çadırların yanı sıra sabit çadırlarda şehir içlerinde yer almaktaydı. Mehmet SANCAK

Mısır’da M.Ö 2950 tarihinde ilk hekimlerin ortaya çıktığı ve şifa tapınaklarının kurulduğu bilinmektedir. Eski Mısır’da hastalık tedavileri de sınıflara ayrılarak yapılmaktaydı. Kuranı Kerimde Allah ‘’Sizden önce de nice nice yaşam tarzları / medeniyetler / usuller gelip geçmiştir. O halde, yeryüzünde gezip dolaşın da, (hakikati) yalan sayanların akıbeti nasıl olmuş, bir bakın.” (Âl-i İmrân.137). diye buyurmuştur. Ayeti kerimede eski medeniyetler gezilerek ibret alınması gerektiğini ifade eder. Hiç Şüphesiz İslam toplumu bu medeniyetleri gezerek görerek Yeni oluşacak olan İslam medeniyetini Tevhid ve Ahlak üzerine oluşturma gayesi içerisindeydi. İslam tarihinin ilk yıllarında sağlıkla alakalı çalışmalar yapılırken eski medeniyetlerin yaptıkları göz ününe alınarak çalışmalarda bulunulmuştu. Ancak İsra suresi 82.ayet Müslümanlar için sağlık ve tıp konusunda birinci el kaynak olmuştur. ‘’ Biz Kur’andan müminler için bir şifa ve rahmet indiririz’’ İslam dünyasında ilk sağlık hizmetleri veren yerler çadırlar olmuştur. Özellikle savaşlarda seyyar hastane görevi üstlenen Çadırların yanı sıra sabit çadırlarda şehir içlerinde yer almaktaydı. Hz. Peygamber döneminde Hendek savaşı sırasında yaralanan sahabilerin bakımını gerçekleştirmek üzere kurulduğu belirtilen Rüfeyde’nin çadırı olduğu ifade edilmektedir. Rüfeyde el-ensari adlı bir hanımın yaralıları tedavi etmesinden dolayı çadır bu ismi almıştı. Seyyar çadırlar özellikle savaşlarda peygamber efendimizin isteğiydi. Bazı araştırmacılar Rüfeydenin çadırının islam tarihinde ilk Hastane olduğunu ifade etmektedir.

nsanlık yeryüzünde var olduğu ilk günlerden itibaren bazı şeylere ihtiyaç duymaktadır. Bunlardan beslenme ve barınma il aklımıza gelenlerdir. Ancak İnsan yaşamı boyunca ihtiyaç duyduğu en önemli şeylerden birtaneside Tedavi olmaktır. Prehistorik dönemlerde dahi mağara resimlerinde ve kazılarda Tıpla alakalı bulgulara rastlanmaktadır. Tıpla alakalı ilk yazılı kaynaklara Mezopotomya bölgesinde ulaşmaktayız. M.Ö 3000 yıllarında Sümerlerle başlayan daha sonra Babilliler ve Asurlularla alakalı Kil tabletlerde Tıpla alakalı bilgiler yer almaktadır. Tarihte Tıpla alakalı en önemli gelişmeleri ortaya koyan medeniyette hiç şüphesiz Mısır olmuştur.

İslam dünyasında sağlık hizmeti sunan mekanlardan bazıları ise manastırlar olmuştur. Manastırlar yapı itibariyle şehir dışına yapılan yaşam merkezleridir. Bu yerlerde ibadet kısmının yanısıra tedavi uygulamaları da yapılmaktaydı. Mısır ve Suriye çevresinde bulunan Mabedler Müslümanların eline geçince Din ve yaşama özgürlüğü tanındıktan sonra bu mabedlerde sağlık hizmetleri Müslümanlara da verilmekteydi. Ancak her Manastır farklı noktalarda sağlık hizmeti vermekteydi. Dicle nehri yakınlarında said Manastırı akrep sokmalarına karşı yapılan tedaviler ile meşhurdu. Dımaşk ta havran kasabasında bulunan Eyyüb Manastırı, Eyyüp peygamberin kabrinin ve hastalığı esnasında ayağıyla toprağa vurarak ortaya çıkardığı şifalı pınarın bulunduğuna inanılan yerdi. 49


ERZURUM

KONGRESİ’NİN

100. YILI

Erzurum bir yandan vatanın kurtuluşu için çareler ararken, bir yandan da Erzurum’a gelen bazı yabancı heyetleri, diplomatları, Ermenilerin kendi yaptıkları katliamı ters çevirip Türklerin üzerine attıkları iftiralara karşı bilgilendirmeye uğraşıyordu. Prof. Dr. Ömer ÖZDEN*

*TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//61// ağustos 50

019 yılındayız. Vatanımızın mukadderatının belirlendiği tarihî Erzurum Kongresi’nin üzerinden tam 100 yıl geçti. Bu kongre niçin önemlidir ve nasıl yapılmıştır? Çünkü yüz yıl önce 23 Temmuz 1919 yılında yapılan bu çok önemli kongrede alınan kararlar, Cumhuriyet’e giden yolu açan ve belirleyen en önemli kararlardır. Bu kongrenin niçin bu kadar önemli olduğunu anlatabilmek için yüz yıl öncesinde neler yaşandığına kısaca bakmamız gerekmektedir. Kongre hakkında genel bir bilgi verdikten sonra bugün bu kongrenin nasıl hatırlandığı ve ne tür etkinlikler yapıldığı konusuna temas etmeyi düşünmekteyim. 1918 yılında imzalanan Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti, bir anlamda İtilaf Devletlerine teslim olmuştu; çünkü bir devletin silahlarını bırakması, bu anlama geliyordu. Bu keyfiyet, Milletimizin kaderini artık kendi devletinin değil, başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri adı altında bir araya gelmiş olan Avrupa devletlerinin belirlemesi demekti. Oysaki Türk Milleti, hürriyetine ve istiklâlini her şeyden üstün tutan bir yapıya sahipti ve doğal olarak bu mütareke antlaşmasına uyması beklenemezdi. Nitekim öyle de oldu. İstanbul’da Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurularak, Türk Milleti’nin genetik kodlarına aykırı olan bu antlaşmaya ilk tepki verilmiş oldu. O sırada Almanya’daki tahsilini tamamlayarak yurda dönmüş bir Dadaş olan Dursunbeyzade Cevat Bey hemen bu cemiyete üye olmuş ve bir şubesini de Erzurum’da açmak için izin belgesini alarak çeşitli sıkıntılar içerisinde Erzurum’a ulaşmıştır. Mondros Mütarekesi, Türk halkı nezdinde asla kabul görmemiş olduğundan, vatanın her köşesinde buna karşı faaliyetler başlatılmıştı. Cevat Bey de hemşehrilerinin nabzını yoklamış ve vakit geçirmeksizin cemiyetin Erzurum şubesini açmayı başarmıştır. Bu cemiyet resmi izinle açıldığı için daha önce Erzurum’da illegal olarak işgalci güçlere karşı faaliyet gösteren İstihlas-ı Vatan (Vatanın Kurtuluşu) teşkilatı da kendisini lağvederek Müdafaa-i Hukuk çatısı altına girmiştir. Gerek bölge illeriyle, gerek İstanbul’daki cemiyet merkeziyle yazışmalar yapılarak bir kongre planlanmıştı. Ancak bir kara leke olan mütarekeye karşı kurulan ve milli bir cemiyet konumuna yükselen bu cemiyetin tek noksanı, ordu desteğiydi. Bu desteğe de Kâzım Karabekir Paşa’nın Erzurum’a tayin edilmesiyle


kavuşuldu. Paşa’nın mütarekeye karşı kurulan milli hareketlere sempati duyduğunu öğrenen cemiyet mensupları, Kâzım Karabekir Paşa’ya hoş geldin ziyaretine giderek, ilk önce Erzurum nezdinde, sonra da bölge halkının temsilcilerini davet ederek daha kapsamlı bir kongre toplamak istediklerini iletmişler ve Paşa da onlara doğru bir yolda olduklarını ve onları desteklediğini bildirmiştir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalini müteakiben Mustafa Kemal Paşa ‘Ordu Müfettişliği’ göreviyle 19 Mayıs günü Samsun’a çıkınca, Erzurum’daki cemiyet mensupları derhal Paşa ile iletişim kurmuş ve Erzurum’a özgü kongreyi hızlandırarak 17 Haziran’da yapıp gerekli kararları almışlardır. Hemen arkasından da bölge delegelerinin katılacağı toplantının hazırlığına girişmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a ulaşmış ve Erzurum halkı kendisini şehrin on dokuz km. batısında bulunan Ilıca’da karşılamıştır. Yorgunluk kahvelerinin içilmesinden sonra Ilıca’ya yaklaşan bir göç kafilesinin önünde bulunan iri yapılı kafile lideriyle Mustafa Kemal Paşa arasında ilginç bir sohbet yaşanmıştır. Bu konuşmayı, Cevat Dursunoğlu’nun ‘Milli Mücadele’de Erzurum’ isimli kitabından, olduğu gibi aktarıyorum: “Paşa ile bu ihtiyar arasında kısa bir hoş beşten sonra Paşa, ihtiyar adama ‘Ağa böyle nereden geliyorsun?’ İhtiyar, ‘Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum’ diye cevap verdi. Paşa zamanın nezaketini, halin emniyetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da ‘Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?’ dedi. Ağa derhal mukabele etti. ‘Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin, bize tarla da verdiler, çayır da. Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz padişahta bile yoktu, çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki İstanbul’daki ırzı kırıklar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim bu namertler kimin malını kime veriyorlar!’ Tunç çehreli, aksakallı, güngörmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet

adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve ‘Bu milletle neler yapılmaz!’ dedikten sonra ihtiyarla vedalaştı. Bu ihtiyar, Erzurum’un tanınmış simalarından Mezararkalı Mevlüt Ağa idi.” Erzurum bir yandan vatanın kurtuluşu için çareler ararken, bir yandan da Erzurum’a gelen bazı yabancı heyetleri, diplomatları, Ermenilerin kendi yaptıkları katliamı ters çevirip Türklerin üzerine attıkları iftiralara karşı bilgilendirmeye uğraşıyordu. Bunlardan biri de Ermenilerin asılsız iddialarını araştırmak için beraberindeki on beş kişilik heyetle gelen Amerikalı General Harbord’dur. General ve beraberindekilere şehri, Kâzım Karabekir Paşa gezdirip malumat verecektir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri de şehrin coğrafi ve demografik yapısını anlatarak buraların Ermeni değil Türk toprağı olduğunu anlatacaktır. Buradan sonrasını yine aynı kitaptan olduğu gibi aktarıyorum: “Müdafaa-i Hukuka da bu heyetle görüşerek buraların coğrafyası ve tarihi hakkında izahat vermek ve Ermeni durumunu anlatmak vazifesi düşmüştü. Müdafaa-i Hukuk da bu heyetle temasa, Süleyman Necati ile beni memur etti. Biz de heyetle temas ederek kendilerini şehirde gezdirdik. Ermenilerin yaptıkları katliam yerlerinden Türkleri diri diri yaktıkları Mürsel Paşa ve İzmirli Osman Ağa konaklarıyla istasyon barakalarını gezdirdik. General ve yanındakiler çok müteessir görünüyorlardı. Hele General’in, Mürsel Paşa’nın evinin altında yarı yanmış cesetleri görünce büyük bir teessürle ‘Yeter! Yeter!’ diyerek oradan ayrılması herkesin dikkatini çekmişti. Bu gezintiden sonra Harbord, Belediye Reisi Zakir Bey’le Necati’yi ve beni ertesi günü Müdafaa-i Hukuk’ta toplanarak kendisine Erzurum’un tarihi ve 1914’ten önceki Türk ve Ermeni nispetleri hakkında malumat vermeye davet etti. General yanında bir tercüman ve daha birkaç Amerikalı ile Müdafaa-i Hukuk merkezine geldi. Müdafaa-i Hukuk merkezi o zaman Esatpaşa Camii yanındaki Şeyhoğlu Tevfikbey Konağı’nda idi. İlk önce Necati bu bölgenin tarihini anlatarak burada Romalılar zamanından beri bağımsız bir Ermeni devletinin görülmediğini ve eski tarihlerde bir asır kadar bile sürmemiş olan kısa bir bağımsızlık devrinden de müsbet vesikalar kalmadığını izah ederek 1914’ten önce Erzurum’da Ermenilerin, Türklerin ancak 51


onda biri kadar olduğunu ve buralarda on asırdan beri toprağın ve gayrimenkul şerbetin de Türkler elimde olduğunu ne gördülerse hepsinin Türkiye eseri bulunduğunu anlattı. İzahat oldukça uzun sürmüştü bu sırada Belediye Reisi Zakir Bey birden bire söze karışarak tercümana ‘Dilmaç sen beyleri bırak da bana bak. Onlar âlim kişilerdir. Sen benim söylediklerimi General’e anlat’ dedi. Tercüman ovaya bakan pencerenin önüne götürdüğü General Harbord’da ne olduğunu anlamadan pencerenin önüne geldi. Zakir Bey eliyle şehrin kuzeyindeki Gez mahallesi ve Kavak mezarlıklarını göstererek ‘şu geniş taşlıkları görüyor musun? İşte bunlar Türk mezarlıklarıdır; şehrin öbür yanlarında daha bunun on misli mezarlıklarımız var. Şimdi iyice bak şurada da etrafı duvarla çevrilmiş küçük bir mezarlık var, o da Ermeni mezarlığıdır. Şimdi Ermenilerin mi Türklerin mi daha çok olduğunu anladın mı? dedi. Bu keratalar ölülerini yemediler ya?’ sözünü de katarak ‘şimdi bunları muhterem General’e anlat!’ deyip pencerenin önünden çekildi. Tercüman hem gülüyor hem de konuşmayı General’e anlatıyordu. Sözün sonunda General gülerek bize döndü ve ‘izahlarınıza çok teşekkür ederim, fakat bu zatın sözleri beni daha çok aydınlattı’ dedi. Realist Amerikalı halk adamının madde göstererek ve halk mizahı karıştırarak verdiği izahattan daha çok memnun olmuştu; bununla beraber bizim verdiğimiz malumattan da çok faydalanmıştı. Ayrılırken yarı şaka yarı ciddi şu sözleri söyledi. ‘Amerika’dan çıkarken memleketiniz hakkındaki bilgim bir ilkokul öğrencisinin cebir hakkındaki bilgisinden pek de fazla değildi, şimdi aşağı yukarı lisenin son sınıfındayım, zahmetlerinize çok teşekkür ederim.” Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’a gelişinin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra, gelişmeler üzerine askerlik mesleğinden ve bütün görevlerinden ayrılarak ‘sine-i millete’ dönmüş ve sivil bir vatandaş olarak çalışmalarına devam etmiştir. Kongre’nin 23 Temmuz 1919 tarihinde toplanacağı kararı bölgedeki tüm şehirlere duyurularak delegeler davet edilmiştir. Bu arada Mustafa Kemal Paşa kongreye Erzurum delegesi olarak katılmak istediği için Cevat Bey Erzurum delegeliğinden istifa edip Tortum’dan delege olmayı kabul ederek Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum delegesi olmasına fırsat tanımıştır. Küçük sayı//61// ağustos 52

Kâzım da Rauf Bey’e yer açmak için istifa etmiş ve Hasankale’den delege seçilmiştir. Sonraki günlerde, büyük bir köy görünümündeki Erzurum’a gelecek olan delegelerin nerelerde kalacakları ayarlanmış ve nihayet kongre günü gelip çatmıştır. Kongrenin yapılacağı binada heyecan üst düzeydedir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rauf Efendi, kongreyi açmış ve Mustafa Kemal Paşa oybirliği ile başkan seçilmiştir. Çalışmalar günlerce sürmüş ve çok önemli kararlar alınmıştır. Vatanın bölünmez bütünlüğünün müdafaası ve korunması, manda ve himayenin asla kabul edilemeyeceği, kuva-yı milliyenin âmil ve irade-i milliyenin hâkim kılınması, hangi duruma düşülürse düşülsün göç edilmemesi gibi önemli kararlar alınmış ve nihayet Sivas Kongresi’ni gerçekleştirmek üzere toplantı sona erdirilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da kurulmasını planladığı Millet Meclisi’nde Erzurum’dan milletvekili seçilmek arzusunda olduğu için ve asıl doğum yeri olan Selanik’in artık Vatan toprağı olmamasından dolayı Erzurumluların hemşehrisi olma teklifini kabul ederek Ağustos ayının sonlarında Erzurumlu olmuş ve ilk meclise de Erzurum milletvekili olarak seçilmiştir. Kongre boyunca çok kıt imkânlara sahip Erzurumlular, misafirlerini ağırlamış ve elde avuçta ne varsa harcamış oldukları için, Mustafa Kemal Paşa ve maiyetindekilerin Sivas’a gidebilmeleri için gereken bin lira bulunamamaktadır. Para bulunamadığı takdirde bu çok önemli toplantıya gidilemeyecektir. İşte tam bu sıkışıklık ortasında Süleyman Bey (Hatunoğlu) isminin açıklanmaması ve iadesi olmaması şartı ve kaydıyla ömrü boyunca biriktirdiği dokuz yüz lirayı bağışlamış, kalan yüz lira da şehir halkından temin edilerek Mustafa Kemal Paşa Sivas’a uğurlanmıştır. Erzurum Kongresi’nde alınan kararlar, hiçbir değişime uğramadan Sivas’ta da olduğu gibi kabul edilmiştir. Dolayısıyla Erzurum Kongresi’nin mahalli değil, milli bir kongre olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte bu çok önemli kararlar sayesinde önce 23 Nisan 1920’de TBMM kurulmuş, Milli Mücadele başlatılmış ve yapılan savaşlar neticesinde Vatanımız düşman işgalinden kurtulmuştur. 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonrasında Yahya Kemal ‘1918’ başlıklı bir şiir yazarak şunları ifade etmişti.


Ölenler öldü, kalanlarla muztarip kaldık. Vatanda hor görülen bir cemâatiz artık. Ölenler en sonu kurtuldular bu dağdağadan Ve göz kapaklarının arkasında eski Vatan Bizim diyar olarak kaldı ta kıyamete dek. Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek Harâb olup yaşıyor tâli’in azâbıyle; Vatanda düşmanı seyretmek ıztırâbıyle. Vatanda korkulu rü’ya içindeyiz, gerçek. Fakat bu çok süremez mutlaka şafak sökecek. Ateş ve kanla siler, bir gün ordumuz lekeyi, Bu, insanoğluna bir şeyn olan, Mütâreke’yi. 1922 yılı Ağustos ayının otuzuncu gününde Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazanan ordumuz, dört yıl evvel Mondros Mütarekesi ile elimizden alınmak istenen Vatanımızı yeniden kazanmış ve ilelebet Türk Milletine armağan etmiştir. Böylece Yahya Kemal’in şiirindeki arzusu da gerçeğe dönüşmüştür. Atatürk’ün Erzurum’a geliş tarihi olan 3 Temmuz ve Erzurum Kongresi’nin başladığı tarih olan 23 Temmuz günlerinde yıllardan beri çok güzel törenler düzenlenir. Bu yıl da bu Cennet Vatan’ın kuruluşunda önemli adımlardan biri olan Erzurum Kongresi’nin 100. Yıldönümü vesilesiyle Temmuz ayı boyunca Erzurum’da Cumhurbaşkanımızın himayelerinde çeşitli kutlamalar ve etkinlikler gerçekleştirildi. İşte onlardan biri de 2010 yılında kurulan ve şehrimizin ikinci üniversitesi konumunda olan Erzurum Teknik Üniversitesi tarafından düzenlenen “100. Yılında Erzurum Kongresi Uluslararası Sempozyumu” oldu. Toplam 67 bildirinin sunulduğu bilgi şöleninde Erzurum Kongresi’nin çeşitli yönlerine temas edildi. Bu uluslararası bilgi şölenini tertip eden ETÜ Rektörü Prof. Dr. Bülent Çakmak ve yardımcısı Prof. Dr. Murat Küçükuğurlu ve ekibine Erzurum adına teşekkürü bir borç biliyorum. Özellikle Rektör Yardımcısı Murat Küçükuğurlu, çok fedakârane işlere imza attı. Başından sonuna kadar eksiksiz ve kusursuz bir organizasyon oldu. Sempozyumun önemli konuklarından biri, Kâzım Karabekir Paşa’nın kızı Timsal Karabekir’di ve ilk gün sunduğu bildiriden sonra son gününde yapılan değerlendirme toplantısında da bir değerlendirme konuşması yaptı. Her sempozyumda olduğu gibi tertip komitesi, katılımcılar için gezi programı da hazırlamıştı.

İkinci gün öğlenden sonra Tortum Şelalesi’ne gidildi. Dünyanın en yüksekten akan üçüncü şelalesi olan Tortum Şelalesi, Uzundere ilçesi sınırları içinde ve Erzurum şehir merkezine 110 km. mesafede yer alıyor. 48 metreden dökülen şelalenin aşağıya vuran suyu, aynı mesafeye kadar da yansıyor ve yürüyüş yolunda bulunanlara tatlı bir serinlik veriyor. Etrafında güzel tesislerin de bulunduğu şelale yolunda Pirinkayalar Geçidi bulunuyor ve bu yüksek geçitten Tortum Gölü’nün Türkuaz rengini ve doyumsuz güzelliğini seyrederek yol alıyorsunuz. Bu yol üzerinde bir de seyir terası var ve gölün tam üzerine uzatılmış bir terastan aşağıyı ve çevreyi seyrederek fotoğraflarla o anı ebedileştirebiliyorsunuz. Gölü çevreleyen dağların kayaları, hem ürkütüyor hem hayret ettiriyor. Binlerce yıllık oluşumlar, çok değişik tabiat şekilleri meydana getirmiş. Peri bacası tarzı şekiller en göze çarpanları. Tortum Şelalesi’ne birkaç km. mesafede Yedi Göller mevkii var ve burası da görülmeye değer yerlerden biri. Yine Erzurum ile Uzundere arasında bir de önemli kilise var. Bin yıl önce inşa edilmiş olan Öşvank kilisesi, Gürcülerin çok önem verdikleri bir mabet. Şu an Kültür Bakanlığı tarafından restorasyon çalışması kapsamında bakım, onarım ve güçlendirme yapılıyor. Sempozyuma katılanların çok büyük kısmı, bu güzellikleri ilk defa görmenin şaşkınlığı ve sevincini yaşama fırsatı buldular. Bilgi Şöleni’nin son günündeki değerlendirme toplantısından sonra da Erzurum ve çevresinde bulunan tabyalara gezi düzenlendi ve katılımcılara, Erzurum’daki 21 tabyanın yaklaşık on tanesi gezdirildi. Erzurum Kongresi’nin 100. Yılı dolayısıyla şehrimizde çeşitli sanat faaliyetleri, konserler, resim sergileri, 3 Temmuz ve 23 Temmuz gecelerinde fener alayları, Kongre’yi anlatan şiir, resim, kompozisyon yarışmaları, geleneksel Türk sporları müsabakaları da yapıldı ve etkinlikler yapılmaya devam edilmekte. Tüm bu etkinlikleri düzenleyen Devletimizin ilgili kurumlarına teşekkür ediyor, Erzurumluların, Cumhuriyet fikrinin ortaya çıktığı Erzurum’a daha fazla ilginin gösterilmesi arzularını da dile getirerek yazıma son veriyorum. 53


KIRIM'IN

SALGIR SUYU Kırım, güneşi ve güney sahillerinin masmavi denizi, kıyılarının görkemli doğası, ince selvi ağaçları ve palmiye ağaçları ile bambaşka bir dünyayı anımsatan ılıman bir iklime sahip, dağlarından esen soğuk kuzey rüzgarlarından koruyan meşe ve kayın ağaçlarıyla kaplı harika bir yarımadadır. Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA*

*Kırım Pedogoji ve Mühendislik Üniversitesi

sayı//61// ağustos 54

ağlarından gelen küçük suların bahar çalkantıları ile akışı, yaz gelince neredeyse tamamen kurur. Bu sebeple yarımadanın ana zorluklarından biri de tatlı su eksikliğidir. Kırım'da irili-ufaklı 257 tane akarsuyu mevcut olup: En önemlileri Salgır, Kaça, Alma, Belbek, İndol, Biyük-karasu, Çornaya ve Burulça dir. Ve en uzun nehir Salgir suyudir. 204 kilometre uzunluğunda ve havza alanı 3,750 kilometre karedir. Büyük ve küçük tüm kolları ile birlikte Salgir, Kırım Dağları'nın Ana Sırtlarının, eteklerinin ve Kırım'ın düzlüğünün kuzey yamaçlarını kapsamaktadir. Havzanın üst kısmında dağ sıraları vardır - Catır-Dag, Demerdci, KarabiYayla. Simferopol Salgir yakınında bir rezervuar oluşturur. En önemli su yolu olan nehir, Kırım'ın başkentine içme suyu sağlayan ve termik santrallerin ve yerel tarım işletmelerinin ihtiyaçlarını karşılayan Salgir sulama sistemine dahil edilmiştir. Böylece, Aralık 1933'te Salgirin 118m2/s'de rekor bir su akışı kaydedilmisdir. Salgır, eski zamanlarda balıklar ve diğer su içinde yaşayan canlılar için tam bir yaşam ve üreme kaynağı idi. Yüzyıllar boyunca ,suyu,kalın meşe ağaçları ile geniş kıyılarına yerleşmiş insanların susuzluğunu gidermiş, onlara hayat kaynağı olmuştur. Ama zaman geçtikçe bu güzelliğini ve verimini kaybetmiş, eski saflığını ve temizliğini yitirmiş, canlılara vermiş olduğu cömertliğini azaltmıştır. Salgır'ın şimdiki bitkin ve yorgun hali ile, doğanın armağanlarını takdir etmeyen ve onlara gerekli özeni göstermeyen yeni nesile olan kızgınlığından, eski dönemlerdeki coşkusunu kaybetmiştir. Salgır toplumun ruhsal görüntüsünü yansıtan bir ayna gibi olmuştur. Ve Salgır yıllardır bize şu soruyu sormaktadır: ''Artık kırıntılardan ve döküntülerden kurtulmanın zamanı gelmedi mi?''. Bu açık soru karşısında yapılacak tek şey vardır: ''Salgır'ı gene eskiden olduğu gibi, saf, berrak, temiz ve cömert görmek''. Bunu için hiç vakit kaybetmeden onunla ilgilenmek, yaralarını sarmalamak, bize verdiği hayatı ona tekrar geri vermek, canlandırmak ve onun vereceği her güzelliğini gönül dolusu seyretmek. Salgır ismi Çerkez dilinden gelmektedir. Sal, ''Kol'' anlamına gelir ve ''Gir ''ise bir su kaynağı anlamındadır. Eski Kırım'da Salgır, yağan bol yağmurlar sonrası su ile dolup taşıyordu. kendine uygun bir yatak arayışı


içindeydi. O dönemlerin başlarında Salgır suyla doluydu. İçinde suyla yaşayan her türlü canlıyı barındırıyordu. Nehir o zamanlar farklı bir yöne akıyordu. Sımferopol'dan biraz daha düşük seviyelerdeki arazilerde akıyordu. Daha ileriki zamanlarda eski dört akarsu ile birleşti. Bunlardan biri Chatyrlyk gölü boyunca Karkinisky körfezine dökülür. Diğer üçü de Evpatoria'nın yakınından karadenize dökülür. Tarkhankut yarımadasının kademeli olarak yükselmesini gözlemlersek ,bundan sonra Salgır ,sularını Azak denizine boşaltmaya başladı. 20. yüzyılın 50 li yıllarına kadar, Salgır Büyük-Karasu nehrinin bir kolu olarak kabul ediliyordu. Bazı araştırmacılar Salgır suyunu Ayansk kaynağının başlangıcını, diğer araştırmacılar ise, Angar geçidinden çıkan Angar suyunun kaynağını düşündü. Modern haritalarda, Salgır ismi, Angara ve Kızıl-Koba nehirlerinin kesiştiği noktada Perevalnoe köyü yakınlarda görür. Salgır nehri, Carlo Bossi tarafından resim yapılarak , ''Dünyada bir cennet varsa o da buradadır, Salgır'ın kenarlarındadır, demiştir. Antik Salgır, daha yükseklerde, suları daha bol ve hızlı, Sımferopol'un alt tarafından başka bir yöne akıyordu. Dört antik Salgır. Bunlar çok sayıda ve tonlarca çakıl, kum gibi alüviyonları geride bıraktılar. Ve Salgır suları Sıvas'a doğru aktı. XX yüzyılın 50'li yıllarına kadar Salgır, Büyük-Karasu nehrinin bir kolu olarak kabul edildi. Çünkü Salgır her zaman sularını birleştikleri noktaya kadar getiremedi. Gururla taşıdığı Cengaver adıyla anılan çocuk parkındaki 750 yıllık meşe ağacı, doğal bir anıt statüsündedir. Onu yanında, erkek kardeşi meşe ağacı hayatlarını yaşarlarken, onların yanın da da A.S.Puşkin şiirlerinde bahsettiği peri masallarını andıran bir alan mevcut. Puşkin 'Ruslan ve Ludmila'' oradalar gibi. Burada Alexsandr Sergeevic Pushkin, buraları gezerken, bozkırlardan değil güney sahiller,i gibi Salgır'dan bahseder. Kırım'da ayni adı taşıyan iki nehir bulunduğunu çok az kişi biyordu. Bir Simferepol'dan, diğeri ise Gurzuf ve Ayuv Dağ arasından denize doğru akar. 1820 'de büyük şaire Kırım manzaraları ilham kaynağı olmuştur. Puşkin'in şiirlerinde bahsettiği güney sahillerinin Salgır nehri olduğunu varsaymak mantıklı olacaktır. Fakat bozkırların da tarihinde kahramanlıklar vardır. 1793 ve 1794 yıllarında akademisyen Peter Pallas'ın ''Kırım'a yolculuk'' adlı makalesinde efsanevi ''Suvorov mekanı''ndan

bahsedilmiştir... Salgır kıyısında çukurlar içinde korunan bir askeri bataryanın olduğu söylenir. Burada, Salgır suyunun sol kıyısında, 1777 baharında, Alexander Suvorov tarafından komuta edilen, rus ordusunun ileri bölükleri takviye amaçlı bir kamp kurdu. Oralarda salgır suyunun yüksek kenarları mükemmel bir savunma hattı görevi gördü. 1776 ikinci yarısında Kırım hanlığının durumu kötüleşti. Bu, Türkiye'nin devam etmekte olan Kırım'ın kontrolünü yeniden kazanma girişimlerinden kaynaklanıyordu. Bu konu ile ilgili Surovov 1776 yılının kasım ayında Kırım'a atandı. Komutanın asıl görevi, Türk işgalini önlemekti. Suvorov, 1778'in ortasında Ahtiar körfezindeki bir birliğin gelişini engelledi. Bu da, Türkiye'nin Rusya'ya elverişsiz bir uluslararası durumda yeni bir savaş çıkarma olasılığını engelledi. Kırım'ın rusya ya katılması 1784 tarihinde Taurida ilinin kurulmasının ardından burasını idare merkezi yaptı. Kentin kurulmasının ardından idare merkezi inşaası başladı. Başkent için yer, kentin ilk valisi Vasily Kokhovsky tarafından seçildi. ''AkCamii'nin ve 1798 deki ilçenin ekonomik coğrafi tanımını, şöyle okuyabiliriz: ''Yaz mevsimindeki Salgır nehri derinlikte arşın'ın iki ila üç çeyreği arasında dır. Ve genişliği de üç ila beş sazhen arasındadır. Gemi trafiği yoktur, olamaz'' (yazarın yorumu: arshin-71,12 cm. Sazhen-2.13 m) Görülebileceği gibi, o zamandan bu zamana kadar nehrin kıyıları gözle görülür biçimde küçülmüştür. 1870'lere kadar yerleşim yalnızca nehrin sol yakasında gerçekleşti. P.S.Pallas şunları söylemiştir. ''Kentin doğu tarafından hızla akan bir Salgır suyu var. Alçak kıyıları bahçelerle, çayırlarla kaplı ve pitoresk bir manzara sunuyor''. Yaz aylarında, Sımferopol şehrinin üst kısımlarında yani daha yukarılarda Salgır suyu bazen üç ay kadar bir süre kurur. Salgır tamamiyle kurumasa da bazı kesimlerde suları akmaz . Bu da yılda üç ay kadar sürer. Ama maksimum doluluk oranı ilk baharda dağlardaki karların erimesiyle oluşur. Sonbahar ve kış aylarında yağışların bol olması nedeniyle suları en fazla, doluluk oranının en çok olduğu mevsimlerdir. Kış aylarında soğukların artmasıyla birlikte Salgır bazen buz tutar, donar. Bu her kış olmaz. Salgır yağışların çok olduğu zamanlarda fırtınalı gençleri hatırlatır. O zamanlarda maksimum doluluk oranı meydana geldiğinden taşkınlar 55


olur. Salgır suyunun bir çok kolları vardır. Nehrin akış istikametinin sol tarafından: Angara, Ayan, Kharab-Tavel, Aratuk, Juma, Kurtsy. Salgır'ın akış yukarısına akarlar. Simferopol sınırları içinde ise: Küçük Salgır ve Slavyanka suları nehre katılır. Sımferopol şehrinin çıkışından sonra dağlık tarafın sağında Salgır suyu, Galtchik-Kaya (Küçük), Zuya, Burulka, Büyük-Karasu ile birleşir. Küçük Salgır ise, Kırım dağlarının ana sırt sisteminin bir parçası olan Kol-Bair dağının güney yamacında, 700 metre yükseklikteki yaylalardan kaynaklanmaktadır. Nehir Sımferopol şehrinin toprakları boyunca akar ve Yuri Gagarin'in adının verildiği parkta büyük Salgır ile birleşir. XIX yüzyılın sonlarında Küçük Salgır'ın adı Çokurca yani Fırtınalı olur. Ama Sımferepol'a gelince adı Salgır nehri olur. Yarımadanın sakinlerinden birkaçı, Kırım'da iki nehir olduğunu, bunlardan birinin Sımferopol'dan aktığını, diğerinin ise Puşkin'in 1820 de yazdığı şiirlerden Ayu-Dağ ile Gurzuf arasında aktığını biliyorlar. Rus'ların büyük şairi A.S. Puşkin Kırım ile yakından ilgilidir. 1820 yılı ağustoseylül aylarında Kırım topraklarında gezmiş, birçok yerlerde konaklamış ve bir düzineden fazla şiirler yazmıştır. Bunların arasında en önemlileri: ''Bahçesaray çeşmesi'' ve ''Eugene Onegin''şiirleri de mevcuttur. Yazılarında Puşkın, Ayu-Dağ ve Bahçesaray'ı, Gurzuf'u ve Kara-Dağ'ın görkemli kayalıklarını, Karadeniz'i, ve Salgır'ın neşeli kıyılarını sever. Bunların hepsi ayrı güzellikte olan ve saflığından şüphe duyulmayan gerçeklerdir. Puşkın'in çalışmalarında aslolan gerçek, Sımferopol'dan geçen Kırım'ın ana ırmağının yüceltilmesidir. Şair, Gurzuf yakınlarında akan bu nehirden esinlenerek birçok şiirinin olduğunu saymak mümkündür. Şair, Gurzuf'tan Ayu-Dağ ve Artek'e giderken üzerinden geçmekte olduğu Salgır suyunun, hızlı ve gürültülü bir şekilde aktığını gördüğünde, Sımferopol'daki sakin, sessiz ve yavaşça yoluna devam eden Salgır suyunu hayal ediyordu. Bunu da, Kırım nehrinin gösterdiği değişimi bir şiirinde anlatmıştır. Örneğin, Arzu şiirinde bunu belirtir. Dünyanın güzelliklerine hayranım, buraya tekrar geleceğim. Neşeli Salgır kıyılarında, hayatın acelesini, boş sözleri unutmak için. Neşeli Salgır kıyılarında hayallerimin ruhlarını hatırlıyor musun? sayı//61// ağustos 56

Bu sözler, Puşkın'ın Gurzuf yakınlarındaki Salgır kıyılarına sık sık gelerek hayallerinin ve rüyalarının yansımaları olduğunu ifade eder. Gurzuf'taki nehrin adı eskiden Salgır, şimdiki adı ise Avunda olmuştur. Dahası da var, şair açık bir şekilde Salgır ile hiçbir ilişkisi olmayan ancak Gurzuf yakınlarındaki bu nehrin de resmini çiziyor: Ve mersin sessiz bir urn üzerinde eziliyor, Tekrar kara ormanlar görüyorum. Ve uçurumların tonozlarında denizler masmavi parlıyor, Ve seviniyorum, cennet te bu kadar güzel mi? Şair, ''Bahçesaray Çeşmesi''şiirinin sonunda ayni sahillerin ve dağların resmini çiziyor: İlham perisi açılmış, dünyanın hayranıyım. Şerefli sevgiyi unutmak mı? Ah! yakında tekrar görüşürüz, sevgili Salgır. Gizli anılarla dolu, sahil dağlarının eteklerine geleceğim. Aç gözlü bakışlarımı yine sevin, Tavricheskie dalgaları. Bu yazılar, şairin iyi bildiği ve büyük bir sevgiyle hatırladığı, deniz kenarında olsa bile aklının Salgır suyunda olduğunu açıkça hatırlatıyor. Bu nedenle Puşkın'ın eserlerinde bahsettiği Salgır'ın, Gurzuf yakınlarında bir nehir olması ve Sımferopol'e yakın akan bir akıntı olmadığı, Kırım izlenimlerine dayanılarak şair tarafından söylenen nesnelerden bir olarak ta düşünülebilir. Sımferopol sakinleri, yaklaşık 10 km. boyunca uzanan, iyi döşenmiş Salgır dolguları boyunca yürüyüş yapmayı çok seviyorlar. Dar bir nehrin somut kıyılarında ağaçlarla örtülü olan yerleri uzun zamandır vatandaşlara aşina hale gelmiştir. Pek çoğu, son zamanlarda jeolojik standartlara göre kirletilmiş, artık gri renk almış kirli sularının akışını bile önemsemiyor. jeologlar Sımferopol'un antik resmini çizerlerken, birkaç bin yıl önce mevcut Kırov bulvarındaki Salgır suyunun genişliğinin, bir tarafı Sovetskaya meydanı, diğer tarafının da Kuibyshev meydanı, yaklaşık 700 metre olduğunu tesbit etmişlerdir. Kırım'da Salgır suyu hakkında halk arasında çeşitli dizeler, türküler, efsaneler yazılmıştır. Bu yazılan eserler hepsi de Salgır'ın Kırım için ne kadar önemli ve tarihi değere sahip olduğunu işaret eder. Kırım'a olan hasretliklerini böyle dizelerle dile getirirler. Her şeylerini Salgır suyuna bağlamış ve onula bir bütün oluşturmuşlardır. İşte o muhteşem


anlatımla bir Salgır hasretlik türküsü: SALĞIR BOYU (qırımtatar halq yırı) Yavrum da Salğırnıñ boyu, Öz tuvganımnıñ da toyu. Kefeden, Keriçten, Canköyden kelir, Özüniñ aruv da soyu. Altmış baş, yetmiş baş tuvar, Ayda ket, Salğırğa suvar. Uzaq yerden qız alsañ, Anası, babası cılar. Yavrum da Salğırnıñ boyu, Özümniñ dostumnıñ toyu. Atqa minse yaraşır, Özüniñ selbi de boyu. Qaydadır menim atlarım, At oynatqan zamanlarım. Atlarıma iç yanmaz edim, Keçti yaşlıq devranlarım. Salğır Baba XVII. “Aziz”. Salgır Baba’yı, en önemli Kırımtatar kökenli azizlerden biri olarak adlandırıyorlar. Bazı bilgilere göre Salgır Baba, eski çağlarda Kırım’a gelen sufi tarikatı şeyhi ailesinden geliyor. Genç yaşta dini öğrenerek ve tasavvuflarının yolunu izleyerek mutasavvıf olarak yaşamını sürdürdü. İnziva ve dua etme yeri olarak Salgır nehrinin sahilinde bulunan meşeliği seçti. Akmescit’i 17. yüzyılda ziyaret eden Evliya Çelebi bu yerden aziz bir yer olarak bahsetti. Çok sayıda hasta insan tedavi için yanına gelir, onun dua ettiği yerde sonradan ortaya çıkan ve şifalı su verdiği idda edilen pınardan su alırdı. Bazı tanıkların ifadelerine göre Salgır Baba, Rus generaller Peter Lacy (1678-1751) ve Burkhard Christoph von Münnich’in (1683-1767) 1736-1737 yıllarında Kırım’a yaptıkları saldırılar sırasında öldürüldü. Salgır Baba’nın ölümünden sonra hasta insanlar onun mezarını ziyaret etmeye devam ettiler. Tanıkların ifadelerine göre Salgır Baba’nın mezarı 9,5x11,5 metre büyüklüğünde. Bu arsada mezar, şifalı pınar, baş taşı, kulübe ve ağaç bulunuyordu. Türk Dünyası fikri önderi İsmail Bey Gaspıralı, 20. yüzyılda Salgır Baba mezarını şöyle anlattı: “Mezarlık çok iyi saklandı ve onun bekçiliğini bir derviş yapıyor”... Salgir Baba hakkinda seçildiği bir varsayım var. Saygıdeğer Aziz, nehir kıyısında ikamet ettiği yerde saygın bir ismi olan “Salgir Baba” hakkinda halk arasinda efsaneler vardi: SALGIR BABA ''Bu aziz Azizlerin en

büyüğüdür, mezarı çeşitli kumaş parçalarını asan, onların hemen ayrıldığında inanan bir hacı tarafından ziyaret edilmektedir.''- Kırım tarihçisi Fyodor Lashkov'un 20. yüzyılın başlarında hürmetle ve ilgi ile yazdığı gibi, Kırımtatarları arasında 8. yüzyılın ilk yarısında Ak-Camii'de yaşamış kutsal yaşlı Salgır Baba'nın mezarıdır. Bazı kaynaklara göre Salgır Baba güçlü bir Şeyh idi. Sufizm'in fikirlerinden etkilenerek, gençliğinde çileciliğe yaklaştı. Yalnız yaşamak için ,dua yeri olarak bir meşe korusunu seçti. Salgır nehrinin yüksek kıyılarında gezinirdi. Burada Salgır Baba dualarla ve çeşitli otlar toplayarak tıbbi çalışmalara öncülük etti. Ve bu yetenekleri kısa süre içinde oradaki yaşayan halk arasında yayıldı. Hastalar, Sufi ibadethanesinden gelen duaların ,iksirlerin ve elde edilen şifalı suların yardımı ile hastalıklarından kurtulmak istiyorlardı. Din bilginleri arasında genellikle aristokrasinin temsilcileriyle bir araya geldi. Kırım hanları, kendisine,bir halk şifacısına büyük armağanlar verdiler. Salgır Baba bu verilen armağanları, nehrin kıyısında yaşayan fakir insanlara hepsini verdi. Ve bunun sonunda kendisine halk SALGIR BABA adını taktı. Salgır'ın babası dinin koruyucu temsilcisiydi. Onun çok çeşitli isimleri olmasına rağmen bizlere kadar ulaşan sadece Salgır ismi olmuştur. Kutsal yaşlı Salgır baba 1736 da Mareşal Minikh komutasındaki Rus birliklerinin Kırım hanlığını işgal ettiği zaman öldü. Efsane şöyle yazıyor: ''Gayaurıy, Ak-Camii'ye saldırdığında, Salgır baba hiç hareket etmeden caminin içinde Allah'a dua ediyordu. İşgalcilerden biri tarafından öldürüldü.'' Salgır baba, yaşadığı evinin yanına defnedildi.Nehrin kenarında ve onunla ayni adı taşıyan korulukta. Daha sonra, onun sevenleri ve mütevazi torunları mezarının üzerini düzenlediler. Bir yatır haline getirdiler. Her tarafını yüksek taş duvarlarla çevirdiler, üzerini de yeşil bir ahşap çatıyla kapladılar. Bu mezarda her zaman bir hafız vardı. Kendisini İslam ilmine ve müslümanlığa adamış bir adamdı. Mezarına yaşam kaynağı olmak için, Kırım hanlığı sakinleri ve zaman zaman diğer ülkelerden inanç sahipleri, (Dini inançları ne olursa olsun) orayı ziyaret ederler, kendisine dualar okurlar. Şimdi temizlenmiş bir hâlde ziyaretçilerini beklemektedir… 57


ERZURUM'DA BİR ŞAHESER:

ÇİFTE MİNARELER Çünkü bu gibi yapılar şehrin tarihine binalar tanıklık eder. 'Tarihi şehir' denilen yer de, tarihi yaşayan binalarına saygı gösteren şehirdir ve bu bilinç bizde Avrupa şehirlerini gördükten sonra uyanmıştır. İsmail BİNGÖL*

ngiliz şair William Morris; (1834-1896) estetik kaygıları, günlük hayatta da önemli yer tutan biridir. Öyle ki bu durum; kurduğu atölyesinde arkadaşları ile birlikte tasarladığı günlük yaşama ait araç-gereç ve mobilyalar ile halkın günlük ihtiyaçlarına ait eşyalarda da estetik kaygılara yönelmesine sebep olmuştur. Gerçi; sanatla uğraşıp ta, bu tür kaygılar taşımamak ve gördüğü çirkinliklerden huzursuz olmamak elde değildir. Zira güzelliktir sanatçının sanatını besleyen… Ve dünyayı yaşanabilir, rahat ve ferah, bakınca gözü rahatsız etmeyecek bir şekilde imar etmek ise; insanın başta gelen görevlerindendir. Okuduğum bir kitapta, Eyfel Kulesi’yle ilgili, William Morris’e ait olduğu söylenen bir olay anlatılıyordu: “Paris’e yaptığı son gezisinde Morris, vaktinin büyük bir kısmını Eyfel kulesindeki lokantada geçirmiş. Yemeklerini orada yemiş, yazılarını orada yazmış. Fakat bir dostu kendisine: “Kule galiba sizi herkesten çok cezbediyor.” deyince, Morris şu cevabı vermiş: “Ne münasebet! Koca Paris’te o çirkin demir yığınını görmediğim tek yer burası da, onun için burada oturuyorum.” Şimdi; başkalarıyla, her daim güzelliğin peşinde olan ve onu anlatmaya çalışan şair arasındaki bakış farkı üzerinde düşünelim. Herkesin Paris’e gittiğinde ilk önce görmek istediği ve döndüğünde de yine ilk olarak gezip gezmediğinin sorulacağı bir yer için; bir estetin, eşyaya ve insana sadece ve sadece, güzelliğin penceresinden yaklaşan birinin söylediği ne kadar manidar…

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//61// ağustos 58

Çünkü neyin güzel olduğu hakkında ve güzellik kavramı üzerinde kafa yormamış, bu konuda herhangi bir düşünce üretmemiş birinin gördüğü şeylerde araması gereken noktalarla, bunu yapmaya çalışan ve hatta bunu hayatının gayesi haline getiren birinin dikkat ettiği noktalar arasında ne derece büyük bir fark olduğunu varın hesap edin! Her ne kadar okusak da, aldığımız öğretimin ardından, önemli görevler üstlenmiş olsak da; eğer yaşadığımız yere, az da olsa bu çerçeveden bakabilme yetisi kazanamamış isek; bu hem bizim ve hem de o şehir için olumsuzluktur. Hele bir de; takdiri ilahî bizi o şehri yönetecek noktaya taşırsa; o zaman bizdeki bu eksikliğin, orada yaşayanlar ve o şehirdeki eserler için ne vahim sonuçlar doğurabileceğini tahmin edebilirsiniz. Asırlara meydan okuyan ve yıllar


geçtikçe kıymetlenen, her görenin hayranlıkla seyrettiği, kültürün ve tarihin iç içe geçerek, geçmişin en mühim sembollerinden biri haline getirdiği, kimliğimizin adeta mührü olan bu eserler; hak ettikleri ilgi gösterilmeyip kaderlerine terk edildikleri için, gün geçtikçe yıkılışa doğru giderler. Bunlardan biri de; Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese’dir. Son yıllarda gösterilen çabalar sonucunda yüzyıllara meydan okuyan bu görkemli yapının etrafının açılarak, nefes almasının sağlanması ve yapının yeniden restorasyonu, şehir ve bu şehirde yaşayanlar, hatta kilometrelerce öteden bu istisna yapıyı görmek için dışarıdan gelenler adına memnuniyet verici bir durumdur. Buna benzer bir çalışmayı daha kapsamlı şekliyle en son Sivas seyahatimde gördüğümde müthiş sevinmiş, etrafı tarihi eserlerle çevrili meydana bir tarafından bakınca, adeta içimin açıldığını, yüreğimin ferahladığını hissetmiştim. Ve tabii ki bu çalışmayı yapıp, Anadolu’nu bu güzide şehrine böyle bir meydan kazandıranlara içten içe teşekkürlerimi yollamıştım. Söz buraya kadar gelmişken; hekimliği ve sosyal bilimlere ilgisi sebebiyle; hem sağlığımıza ve hem de kültürümüze büyük hizmetleri geçen, değerli hemşerimiz rahmetli Prof.Dr.Zeki Başar’ın, bu eserle ilgili bir hatırasını nakledelim: “1966'da bir kaç günlüğüne Ankara'ya gitmiştim. O tarihte DDY merkez teşkilatında görevde bulunan Dr. Lütfi Yalım'la buluşmayı yakınlığımızın gereği saymıştım. Birlikte Sayın

(Cevat) DURSUNOĞLU'nu ziyaret ettik. Evinin kendine özgü havası içinde sıcak karşılanmıştık. Geçmişten verdiği anılarıyla ziyaretimizi daha da renklendirmişlerdi... (…) Rahmetli Lütfü YALIM'la (29 Eylül Perşembe 1966) birlikte yaptığımız o günkü ziyaretimizde değindikleri bir konu da, yapıldığı günlerde benim ve bazı hemşerilerin karşı oldukları Çifte Minareler önündeki genel tuvaletler olmuştu. İş başında bulunan Belediye Başkanı Hilmi Nalbantoğlu'na selamlarıyla, se-lefi (ondan önceki) (Dr. Edip SOMUNOGLU)nin hatasını düzeltmesi için dikkatlerinin çekilmesi¬ni isteyerek şunları söylemişlerdi: ‘1948 senesinde meşhur Mimar Paul BONATZ (*) Erzurum'a uğradıklarında yanların¬da bulunuyordum. Çifte Minareli Medrese’yi ziyaret etti. Eserin değerini belirtmek yolunda dedi ki; Allah Türk milletine imkân versin de, bu sanat eserini kristal bir fanusa geçirsin.’ Konuyla ilgili olması sebebiyle yıllar önce yazdığım ve daha sonra Dergâh yayınları Erzurum Kitaplığından “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum” adıyla yayımlanan kitabımda “Tarihi mekân edinmek...” başlığıyla yer alan yazıdan kısa bir bölümü buraya alıyorum: “Çünkü bu gibi yapılar şehrin tarihine binalar tanıklık eder. 'Tarihi şehir' denilen yer de, tarihi yaşayan binalarına saygı gösteren şehirdir ve bu bilinç bizde Avrupa şehirlerini gördükten sonra uyanmıştır. -Acaba? - Venedik, Amsterdam, Berlin, Prag ya da Dubrovnik'in şehir dokusunda yaşayan, soluk alıp veren 59


tarih gözümüzü açmıştır." Yukarıda kesin bir ifadeyle “gözümüzün açıldığını” söylesek de, tarih ve kültür mirası açısından çok büyük zenginliklere sahip ülkemizde bu konuda hâla bir bilinç ve sahiplenme duygusu tam anlamıyla gelişmemiştir. Birileri bu tür yerleri gezerken bile, etrafı kirletmekten ve ellerindeki çöpü sağa sola fırlatmaktan geri durmamaktadırlar. Bu ise utanılacak bir durumdur ve ne yazık ki alınan tedbirler de bu durumu ortadan kaldırmaya kâfi gelmemektedir. Vatandaş olarak ikaz etme gibi bir sorumluluğu üstlendiğinizde ise, neyle ve nasıl bir davranışla karşılaşacağınız meçhuldür ve bu riski göze almak hiçte kolay değildir. Elde bulunan az sayıdaki tarihi kayıtlara göre şehir merkezinde Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Alaeddin Keykubad'ın kızı Hüdavent Hatun tarafından 1253 yılında yaptırılan Çifte Minareli Medrese, yılın her döneminde yerli ve yabancı turistlerin akınına uğruyor. Vakıflar Genel Müdürlüğünce 2012 yılında başlatılan restorasyon çalışmaları, medresenin dışında yapılan çevre düzenlemesiyle devam etmektedir. Ancak eser şu anda ziyarete kapalı değildir ve günün belli saatlerinde rahatlıkla gezilebilir. Bu nadide mekânı dolaşırken, atalarımızdaki sanat zevkine ve bunu yapan ustaların marifetlerine hayran olmamak elde değil. Onları rahmetle, hürmetle anmanın ve bizlere bıraktıkları dünya çapındaki bu eserleri elimizden geldiğinde koruyup kollayarak, gelecek nesillere aktarmanın her zaman boynumuzda borç olarak durduğunu unutmayalım. Selçuklu Devleti’nin Anadolu’daki seçkin eserlerinden olan ve UNESCO’nun Dünya sayı//61// ağustos 60

Miras Geçici Listesi’ne alınan Çifte Minareli Medrese, Türkiye’nin farklı illerinden gelen turistlerin yanı sıra, yurt dışından şehre gelen turistlerin de en önde gelen uğrak noktalarının başında yer almaktadır. Barındırdığı çift başlı kartal, hayat ağacı, ejder ve çeşitli bitkisel süslemeleriyle kente gelenlerin ilgisini çeken medrese, şiirlere, yazılara, efsanelere, romanlara konu olmuştur. İlk olarak 1965 yılında ciddi bir şekilde elden geçirilen eser, şu an yapılmakta olan restorasyon tam olarak bittiğinde yeni düzenlemelerle birlikte, geçmişte bir dönem olduğu gibi, yeniden müze olarak hizmet vermeye başlayacak ve böylece ziyaretçilerinin hem şehir ve hem de kendi tarihi hakkında bilgiye sahip olmasını sağlayacaktır. Ayrıca konu hakkında basına yansıyan haberlerden öğrendiğimize göre, eserin müze olarak düzenlenmesinin ardından, el yazması kitaplar, Kur’an-ı Kerim'ler, şamdanlar, sancaklar ve birçok vakıf taşınırlarımızı da bünyesinde barındıracak ve sergilenmesine fırsat tanıyacaktır. (*) (6 Aralık 1877 - 20 Aralık 1956) Türkiye'de bulunduğu 1940'larda II. Ulusal Mimarlık Akımının destekleyici ve yönlendiricilerinden Alman mimar. Millî kültüre sahip çıkma anlayışı içinde, mimarlıkta yerel öğelerin kullanılması ve yapıların bulundukları bölgeyle uyum içinde olması ilkelerine yönelmiştir. Ankara'daki Saraçoğlu Memur Evleri Mahallesi gibi yapılarının tasarımında, geleneksel Türk konut mimarlığının belirgin öğelerini bu doğrultuda kullanmıştır.


Kuşların ötüşünden, sarı yaprakların dökülmesine…

VEFÂ VEYA

VESÂİRE…

Kalplere gölge düştü mü, lâflar çaresizdir, bilesin!

İbrahim BAŞER

…son kuruşa kadar ‘ortak’ edilen cüzdandan; sevdalandığına açamadığın, diyemediğin, dillendiremediğin, gelip boğazına oturan o yumruya kadar paylaşılan, paylaşılamayan her şeydir! Hatta lâfa dökülenden çok, kaçırılan bakışlarda gizlenendir… Sıkıntılı bir iç çekişin gevezeliğinde cümle sırlarınla kendini ele verişindir. Tadından yenmeyen, lezzetine doyulmayan, hiç geçmeyecek zannedilen ‘o dem’dir… …yaşanır… Acele de etsen, ayak da sürüsen ‘o dem’ ki, ‘gelir-geçer’… Sonrası…, …devran döner. O kalp kavuran muhabbet yangınından elde kalan, avuçtaki bir tutam küldür. Artık yak-a-mayan o külden ne bir katre sıcaklık yayılır… …ne de hamken pişen, pişmişken yanandan yayılan mis gibi ‘oldum’ kokusundan bir rayiha kalmıştır.

nceleri mayhoş bir iç çekilişidir… Dostânedir. Sebebini bil-e-meden gözünün önünde ister insan… …nefesini yanında ister. Adına ister karşı cinsle sevdâlanma turları de, ister hemcinsinle derin arkadaşlığın ayak sesleri… Herkesin geçtiği kapı bu kapıdır.. Ve emin ol, ortaktır. Olmamasındansa olmasının yeğlendiği eşikten adımını atmayagör… Varlığını yokluğuna tercih hele bir başlasın da bak! Sonrası?.. Sonrası, tatlanan bir muhabbet talebidir günden güne… Issız yollarda ıslık çalmak o kadar da ‘cool’ değildir artık… Yağmur altında şemsiyesiz adımlanan uzun menziller de eski tadında olmazlar. Devamında, yakıcı bir ihtiyaçtır bekleyenin Görmediğin günün kayıp, sesini duymadığın anın eksiktir sanki.

Sadece…, …sadece, isli-puslu bir yangının hatıralarıdır burna dolanan; soğuk ve üşüten. Kalplere gölge düştü mü, lâflar çaresizdir, bilesin! Kalplere gölge düştü mü, vücutlar replik unutan acemi tiyatro soytarısıdır gayrı! “-Özledim!”, lâfları, “-Nereden çıktı şimdi bu?”, tonunda; “-Ben de çok özledim!”, cevapları, “-Açık vermeden cümleyi bağlayayım”, tedbirindedir. Temmuz güneşinde içi üşür insanın… …diz boyu ocak karında, ‘kar ıslağı’ ayakları ısıtana inat! Eski bir dost ya da unutulmuş bir sevgili… …farklı değildir, cinsiyetsizdir. Ve cibilliyetsizdir! İçinden küfrederken ağzından çıkan onca sentetik dostluk kelâmını, plâstik mermi kıvamında tüküren, ‘alçak’ tarafındır, tarafıdır, tarafınızdır… Hatta o iki rezil taraf arasında, tarafsızlık ararken ‘bertaraf’ olmaktır muhtemel sonun. Vefâ mı?.. Boşveer… O; ‘vesâire’nin peşine takılan üç nokta arkasına saklanmaktadır artık. Ve… …kalpte saklanmayan ‘vefâ’nın cehennemin dibine kadar yolu var! 61


ADIM GAZETESİ YARGILANIYOR: TÜRKİYE’DE HÂKİMLER DE VAR

Serdar YAKAR im var?” diye sorulduğunda sağına ve soluna bakmadan “Ben varım” şuuruna sahip Maraşlı gençlerin 1962 yılında yayın hayatına kazandırdıkları gazetenin adı idi Adım. Sahibi ve yazı işleri müdürlüğünü Maraş İmam Hatip Okulu Mezunlar Cemiyeti adına İsmet Karaokur üstlenmişti. Teknik sekreter İstanbul’dan bir vesile transfer edilen Samet Sürûri (Abdullah Emin Berse) olup istihbarat sorumluluğu ise Mehmet Bilgiç’in sırtına yüklenmişti. Cuma günleri yayınlanan haftalık Adım gazetesinin baskı yeri ise Veziroğlu Matbaası idi. İsmet Karaokur Samet Sürûri(Abdullah Emin Berse), Hasan Parmaksız, Remzi Arabacı, Temel Ertan, Fevzi Çardak, Vehbi Vakkasoğlu, Hasan Bahar, Naci Kahraman gazetenin yazarları; Şevket Bulut, Kenan Seyithanoğlu ve Abdurrahim Karakoç ise şairleri idi… Adım gazetesinde belli bir idrak şuuru içerisinde kaleme alınan makale, şiir ve yorum yazılarında bir davanın savunuculuğu üstlenilmişti. Samet Sürûri ( A.Emin Berse) “Dikkat Uçurum!” diye başlık attığı yazısına şu cümlelerle başlıyordu: “Yıllardır din, mukaddesat, ahlâk gibi insani değerlerden ayrı yetişen bugünün bir kısım gençleri, yaşamayı, hayatı bambaşka görüyorlar” diyor ve tehlikenin nereden geldiğine dikkat çekiyordu. Samet Sürûri’nin yazısı şu çağrı ile devam etmekteydi: “Hey Hakkın akıl, şuur gibi değerleriyle mücehhez insanlık alemi: Aklını kullan, şuurunu işlet, gafletten uyan, seni uykuya yatıran, seni senden, seni mazinden ayıran, sana her şeyi medeniyet diye yutturan dinsiz, imansız, namussuz zümrenin afyonudur.” Bu çağrının ardından şu cümlelerle sonlandırmıştı yazısını Samet Sürûri: “Gözünü aç.. Bu gidişin sonu uçurumdur. Bu uçurumdan kurtulmak için millet ve hükümet el ele olmalıyız. Yoksa, baştan ayağa topluca sürüklendiğimiz uçurumdan bizi ancak ALLAH kurtarır.”

sayı//61// ağustos 62

Samet Sürûri teknik sekreter olarak şüphesiz gazetenin şekil ve dizaynına da katkı sağlar. Ama ne var ki Maraş’ta misafirdir ve günü geldiğinde veda ederek ayrılır Maraş’tan. 29.06.1962 tarihli Adım gazetesinin üçüncü sayfasından “Hoşça Kalın” diyerek Maraş’a ve Adım gazetesine veda eder. Kalemi kılıç gibi kuşanan bir genç adamdır İsmet Karaokur. Asri Ebu Cehillere karşı açmış olduğu savaşı daha bir kızıştırarak “uğursuz ağız”lara haddini bildirmek ister. Muhatabı “memleketimizin mukaddes havasını yıllardan beri kirleten” nasipsizlerdir. “Yüzlerini kirletsen “yağmur yağıyor” diyecek kadar hayâ ve hicaptan, Kur’an’a tecavüz edecek kadar mukaddesattan” uzaklaşanlara “Ey Allahım! Onlar bilmiyorlar, sen onlara anlayış ver” diyen Hz. Peygamber’in bir ümmeti olarak bizler de “Ey Allah’ım içimizdeki şaşkınları sen ıslah et” deriz. Bu mümkün olmazsa onların anlayacağı dili kullanmak lâzım olacaktır” der. Sonra genel bir çağrıda bulunur: “Hangi partiye mensup olursanız olunuz, unutmayınız ki her şeyden önce Müslüman Türklersiniz. Gerek bağlı bulunduğunuz partinin adamları, gerek partinizin reklamını yapan gazeteler, mukaddesatımıza karşı saygısızlıkta bulundu mu sizlere düşen, onu ikaz etmek, olmazsa tenkit etmek, daha olmazsa terk edip ona karşı koymaktır.” İsmet Karaokur Adım gazetesinin 15.06.1962 tarihli 10. sayısında yine bir tartışma konusunun içerisinde bulur kendini. Bu kez muhatabı Dünya gazetesi köşe yazarı Hayri Alpar’dır. Alpar’ın bir yazısına göndermede bulunan Karaokur; “Burası Moskova değil” diyerek başladığı ağır tenkitlerine şu cümlelerle devam eder: “Unutma ki bay yazar bulunduğun yer Moskova’nın Kremlin’i değil, İstanbul’un Babıalisidir. Senin ya aklında, yahut da inancında bir hastalık olsa gerektir. Eğer sıkıntın aklından ise mesele yok, hemen Bakırköy akıl hastanesine… Yok derdin inancında ise mesele mühim.” der. Dünya gazetesi taşradan gelen bu tenkit karşısında sessiz kalmaz. 28.06.1962 tarihli nüshasında “Başıboş köyde mi yaşıyoruz?” başlığı altında şu mülahazalara yer verir: “Bazı okurlarımız Maraş’ta çıkan bir gazetenin bazı sayılarını gönderdiler bize. Adı (Adım) olan bu paçavra kara zehir saçıyor ortalığa. Kimler çıkarıyorlar bu paçavraları biliyor


musunuz? (İmam Hatip Okulları Mezunları Derneği.) Gazi Maraş’ta, millî mücadelenin kahramanı şehirde çıkıyor bu paçavra.” dedikten sonra hırsını alamaz ve devam eder kinini kusmağa: “Ne din, ne millet, ne devrim, ne insan haysiyet ve şerefi bildikleri, ne de kanun tanıdıkları vardır bu paçavrayı çıkaran kara ellerin. Ama bu kutsal varlık ve değerleri bilen C. Savcıları bulunmalıdırlar değil midir acaba? Bize acı gelen, sayısı hayli yüksek olan bu bozguncu ellerin çıkardıkları kara bozguncu organın rahat rahat yayınlandığı o gazi bölgede hiç Devlet otoritesinin bulunmayışıdır.” Maraş 2. Sulh Ceza mahkemesinde 1962/309 Esas No’lu dava böylece başlamış olur. Adım gazetesi söz konusu yayını ile; cemiyetler kanununa muhalefet, siyasi yönden neşriyat, maksatlı çalışmak, laiklik prensibine muhalefet, inkılaplara karşı olmak ve şer’i ahkama göre idare edilme temennisi gibi suçları işlemiş sayılır ve bu suçlamalardan yargılanması istenilir. Suçlananlar ise başta İsmet Karaokur olmak üzere Naci Kahraman ve Mehmet Bilgiç’tir. Davada hakim olarak görev yapan Abdülmecit Belli aydın bir insan olup “Türkiye’de Hakimler de Var” dedirtecek denli görev ehlidir. Davayı din ve vicdan hürriyeti açısından ele alır ve üç dinin esaslarını kaynak göstererek uzun bir gerekçe ile Adım gazetesi davasını sonuçlandırır. Doğu ve Batı kültürü ile birlikte kutsal metinleri harmanladığı gerekçeli kararda “maznunların gayeleri kanunlara muhalefet değildir” diyen hakim Abdülmecit Belli “Bilakis kanunlara, örfe ve teamüle muhalif yazılara kanun dairesinde cevap vermektir.” diyerek de bu görüşünü pekiştirir. Olaylara at gözlüğü ile bakan hukukçulardan olmayan Abdülmecit Belli şu cümleleri ile de Doğuyu ve Batıyı özümsediğini ortaya koyar: “”Dünya gazetesi muharriri (İnşallah, Maşallah, Bismillahirrahmanirrahim…” kelimelerinin yazılmasında irtica görmüştür. Bunda irticaı ifade eden ne vardır? Müslümanlara (böyle yaparım, şöyle yaparım demeyin; inşallah -yani Allah isterse- deyin) emrini veren bizzat Cenab-ı Allah’tır. 18 inci surenin 23 ve 24 üncü âyetleri iddiamızın edillesini teşkil eder.” Maznunların asıl sabrını taşıran, sert cümleler kullanmalarının önünü açan sebebin ise Dünya gazetesinin “Bismillahirrahmanirrahim” kelimesine getirdiği yorumdan kaynaklandığını belirten hakim Abdülmecit Belli evrensel bir

yorum yaparak şu cümleleri kurar: (Bismillahirrahmanirrahim) kelimesine gelince, (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla) mânasına gelen bu kelime müellifin dediği gibi Arapça değil Allahçadır… Yani Kelâmullahtır… O halde müellif Allah’ın emrine ittiba edenlere ve bir âyeti, yahut âyette geçen bir kelimeyi levha halinde yazanlara mürteci diyor, demektir.” Bir kitapçık hacmindeki gerekçeler şu cümlelerle son bulur: “Herhangi bir gazetede yer alan birkaç dinî yazının lâiklik prensiplerine ve Cemiyetler Kanununa muhalefeti iddiasıyla maznunlar hakkında dâva açılıp tecziyelerine gidildiği takdirde o memlekette din hürriyeti yoktur, demektir. Din hürriyeti; bütün hürriyetleri içerisine alan vâsi bir hürriyettir. Şayet bir memlekette din hürriyeti yoksa o memlekette hiçbir hürriyet yoktur. Bu husus, Avrupa medeniyetine ulaşmak gayesiyle yapılan bütün inkılâplara ve Avrupa’daki laiklik tatbikatına açık bir muhalefet teşkil ettiği gibi bizzat Kur’anı Kerim’in Müslümanlara tanıdığı din hürriyetine de açık bir müdahale teşkil eder.” Tevrat, İncil, Kur’an ve Buhari’yi hıfzetmiş olan Abdülmecit Belli’nin 21.09.1962 tarihli kararı Adım gazetesi ve yazarlarını beraat ettirir ama bu kez kendisi hakkında bir tahkikatın başlatılmasının yolunu açar. Adana 2. Ağır Ceza mahkemesinde yargılanan hakim Abdülmecit Belli 06.09.1963 tarihli karar ile laikliğe aykırı davranmaktan dolayı suçlu bulunur. Sürgün niteliğindeki tayinlerle usandırılan Abdülmecit Belli 1967’de emekliye ayrılmak zorunda kalır. Maraş’ta 1962 yılında yayın hayatına giren ve devam eden mahkeme sürecinde kapanmış olan Adım gazetesi 16.07.1965’de yeniden yayın hayatına başlar. Adım gazetesi “Tekrar Çıkarken” geride kalan acılarla dolu üç yılın değerlendirmesini yapar ve okuyucuya şu cümlelerle seslenir: “Sevgili okuyucular, şunu da söyleyelim ki Türkiye bir oluşum içindedir. Bu oluşum bir gün bir doğumla sonuçlanacaktır. Biz o kanıdayız ki; bu doğum, hak ve hürriyetlerimiz çerçevesinde yapacağımız mücadelenin getireceği manevi bir inkılâpla “İslam Türk Milliyetçiliğinin” doğumu olacaktır.” Adım gazetesi, “Edebiyatın Başkenti” diye anılan şairler ve yazarlar kenti Kahramanmaraş’ın bu günlere gelişinde yol açıcı bir fenerdir. 63


NİŞANCI MUSTAFA PAŞA CAMİİ YÜKSEK TEPENİN AYDINLIK CAMİSİ Bugün kendi halinde, mütevazı bir ibadetgâh görünümündedir. Aslında mesafe pek uzakta sayılmaz. Yürüyerek 10-15 dakikalık mesafededir. Kartal yuvası gibi eğimli ve dik bir arazinin tepesinde konumlandığından göze ırak gibi görünür. Güzellikleri keşfetmek için biraz gayret ve emek sarf etmek gerekmez mi?! Nidayi SEVİM

yaşında vefat eden Mimar Sinan'ın 49 yıllık mesleki hayatı boyunca doğrudan veya dolaylı olarak mimari ve sanat tarihi açısından mükemmelliğin zirvesinde olan yaklaşık 400 civarında esere imza attığı muhtelif kaynaklarda yer alır. O'nun İstanbul başta olmak üzere, Osmanlı cihan devletinin ulaştığı çok geniş bir coğrafyada cami, türbe, han, hamam, imaret, darüşşifa, kervansaray, bedesten, suyolu, kemer, köprü gibi birbirinden kıymetli mimarî eserlerini gözlemlemek mümkündür. Bugün dünyanın farklı ülke ve şehirlerinde iftihar vesilemiz olarak boy gösteren bu eserlerin 200 civarı İstanbul'da, 30’a yakını da Eyüp Sultan ilçesi sınırları içerisinde kalır. Osmanlı'nın 16.yüzyılda hükmettiği coğrafya göz önünde bulundurulduğunda bu rakamın ne kadar önemli olduğu görülür. Fatih Sultan Mehmed Han tarafından başlatılan, Eyüp Sultan'ın özgün bir Osmanlı semti/şehri olmasına yönelik imar faaliyetleri, Kanunî devrinde ete kemiğe bürünmüş olarak karşımıza çıkar. 15. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren camii kebir çevresinde oluşturulan külliyeyi saymazsak semtin gerçek silueti bu dönemde meydana çıkmıştır. Feshane'nin karşısında yer alan ve semte ismini de veren Defterdar Nazlı Mahmud Çelebi Cami, az ötesindeki görkemli Zal Mahmud Paşa Külliyesi, Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi, Şah Sultan camii, Ayas Paşa Türbesi ve Siyavuş Paşa Türbesi bu döneme ait, göz önündeki eserlerden bazılarıdır. Bunların her biri millî mimarimizin adeta semte vurulan damgaları gibidir. Eyüp Sultan'da yer alan Mimar Sinan'a ait eserlerden birisi de yine semte ismini veren Nişancı Mustafa Paşa Camii'dir. Ziyaretgâh merkezine biraz uzak kaldığı düşünüldüğünden geniş halk tabakaları tarafından pek fazla bilinmez. Bugün kendi halinde, mütevazı bir ibadetgâh görünümündedir. Aslında mesafe pek uzakta sayılmaz. Yürüyerek 10-15 dakikalık mesafededir. Kartal yuvası gibi eğimli ve dik bir arazinin tepesinde konumlandığından göze ırak gibi görünür. Güzellikleri keşfetmek için biraz gayret ve emek sarf etmek gerekmez mi?! Mehmet Nermi Haskan'ın Eyüp Sultan Tarihi isimli eserinde verdiği bilgilere göre Yapı, Tuhfetü'l-Mimarin isimli eserde kayıtlıdır. Ayvansarayî Hüseyin Efendi'nin

*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü

sayı//61// ağustos 64

Hadîkatü'l-Cevâmi isimli eserinde ise hakkında bazı bilgiler bulunmaktadır. (Cilt, 1. s.115-117.


İst. 2009) Ayrıca Ahmet Refik, Saî Mustafa Çelebi’nin Tezkiretü'l Ebniye isimli eserinde de yapının zikredildiğini belirtir. (Mimar Sinan, s.64, Akıl Fikir, İst, 2012.) Ancak ne yazık ki aşağıda dile getireceğimiz sebeplerden dolayı eser pek çok örneği gibi günümüze orijinal haliyle ulaşamamıştır. Mabed, Düğmeciler Mahallesi, Nişanca Caddesi ile Nimet Sokağının kesiştiği köşede ve altı yolun birleştiği bir meydanın yanı başındadır. Kıble tarafında meşhur Şeyh Murad-ı Buharî Efendi tekke külliyesi, kuzeydoğusunda Şeyhülislam Mustafa Efendi Tekkesi, kuzeybatısında, Şeyh Abdülmecid Sivâsi Efendi Türbesi, güneybatısında Süleyman Subaşı, (Münzevî) Camii ile Sertarik Zade Tekkesi bulunur. Şehrin kargaşasından gürültüsünden, telaşından uzak, zengin tarihi geçmişi, muhteşem bezemeli mezar taşlarıyla dolu haziresi, civarındaki ahşap evleri ile mahalle kültürünün günümüzde de hâlâ yaşatılan/yaşatılması gereken nadir semtlerimizden birisidir burası. Nişanca Mustafa Paşa Camii, Nişancılar Camii olarak da bilinir. Camiinin yapım yılı kesin olarak bilinmiyor. Tülay Artan, “Eyüp” başlıklı makalesinde eser için 1543 tarihini verir. (TDVİA, c.12., s.4. İst., 1995) Mabed mevcut haliyle dahi Mimar Sinan’ın genel yapım tarzını yansıtmaktadır. Zira şehrin çeşitli semtlerinde yapının benzer pek çok örneği bulunmaktadır. Çukurcuma, Muhyiddin Molla Fenari Camii ile Cihangir, Defterdar Camii bu cümleden sayılabilir. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde mekânı şöyle tanımlar: “Surun batı tarafında bir havadar ve yüksek dağ üzerinde yapılmış bağlı bahçeli (...) bir yerdir. Camilerin içinde Nişancı Paşa Camii, en mamur ve en güzel olanıdır. Cemaati çoktur. Bir yüksek tepe üzerinde aydınlık güzel bir camidir. Nişancı Paşa’nın ferah, gönül açan bir de hamamı vardır. Cami Mimar Sinan yapısıdır. Camiye çok yakın bir yerde Topçular Mevkiinde Defterdar Nişancı Paşa diye bilinen bir sarayı vardı…” Caminin mimari planı dikdörtgen şekline yakındır. Kâgir malzemelerle yapılmış olup dört cepheli çatısı ahşaptır. Caminin mihrap ve minberi aslına uymayan bir biçimde yenilenmiştir. (İstanbul Ansiklopedisi, c.6. s.88) Suphi Saatçi, Eyüp Sultan Sempozyumları çerçevesinde sunduğu “Sinan'ın Eyüp’teki Cami ve Mescitleri Üzerine Gözlemler” başlıklı bildirisinde, yapının 1780 yılında geçirdiği yangından sonra yenilendiğini, bu yenileme

sonrası eski plan ve mimari özellikleri ile ilgisinin kalmadığını zikreder. (Cilt, 4. s.181.) 1975 yılında Caminin son cemaat yeri ikinci bir bina ile genişletilmiştir. Yapılan bu ilaveler ve herhangi bir özelliği bulunmayan çini uygulamaları, eserin özgünlüğünü yitirmesinden sonra tarihi hüviyetine de gölge düşürmüştür. Cemaat yoğunluğu bulunan tarihi camilerde sık sık karşılaşılan bir durum bu. Maalesef pek çok örneği vardır. Daha fazla yer temini için eserin özgünlüğünden feragat etmek! Böyle bir tasarrufta bulunulsa bile bu, konunun uzmanları tarafından çok iyi bir şekilde değerlendirilmeye tabi tutulmalıdır diye düşünüyoruz. Kesme taştan, tek şerefeli minaresi mabedin batı kısmındadır. Şerefeye kadar olan bölümü orijinaldir. Yapının kitabesi günümüze ulaşmamıştır. Cami binasına bitişik ve caddeye cepheli iki katlı bir sıbyan mektebi bulunur. Sonradan ilave edilen bu sıbyan mektebi Rami Mehmed Paşa tarafından 18.yüzyılın ilk yarısında yaptırılmıştır. Üst kata yandan kâgir merdivenle çıkılır. Alt katı günümüzde dükkân olarak kullanılmaktadır. Mektebin altında, batıya bakan cephesinde yer alan barok üsluptaki çeşme ise Sultan II. Mahmud Han tarafından, kızı Mihrimah Sultan adına 1838 yılında yaptırılmıştır. Mermer çeşmenin dört satırlık kitabesi üzerinde Sultan II. Mahmud Han’ın tuğrası bulunur. Çeşme işlevsiz haldedir. Her zaman dile getirdiğimiz gibi buradaki çeşmenin de suyunun akmasını diliyoruz. Aralarda derelerde kalanlardan vazgeçtik. En azından 65


haziresi bulunur. Cami banisi Nişancı Mustafa Paşa (975/1567) ile kardeşi Salih Efendi'nin (973/1565.) mezarları da buradadır. Mustafa Paşa'nın kabri mihrap duvarının hemen önünde, Salih Efendinin kabri ise bu kabrin sağ tarafında ve yola daha yakın bir konumdadır. Şahideleri sütun tarzındadır. Mustafa Paşa'nın mezar taşı kitabesi: Baştaşı: “Lailahe illallah / Celaloğlu Nişâni ki cihanın / Fenasın gördü azm itdi bekaya / Ten-i haki olub aslına râci/ Karışdı rûh-ı pâki asfiyâya.” Ayaktaşı: “ Muhammed Resulullah / Yeri cennet ola deyû melekler / Feleklerden el açdılar du'âya / işidub rûh-ı kudsî didi târih / ilâhi rahmet eyle Mustafa'ya” Salih Efendi'nin baş şahidesi muhteşemdir. Üzerinde celi sülüs hat ile şu yazı vardır: "La İlahe İllallah Muhammedun Resulullah. Rabbî Allah ve Nebiyyi Muhammed ve Dini'l-islam..." Bir örnek olması bakımından hazirede medfun olan 1271/1855 tarihli Saliha Hanım'ın şahidesindeki yazılara burada yer vermek istiyoruz: “Bu mezar olsun mübarek nurefşan / Cennet olsun sahibine her zaman / Rahmetiyle her gören kılsın dua / Mağfiret itsün Hudâvend-i cihân…”

meydanlarda, tarihi mekanların çevresinde bulunan çeşmelerin akması, hatıratının yaşatılması gerekmez mi?! Nişancı Celalzade Mustafa Paşa, aslen Kastamonu, Tosyalı'dır. Kanunî Sultan Süleyman ve II. Selim Han dönemlerinde uzun yıllar nişancılık yapmıştır. Kanunî ile beraber Zigetvar seferinde bulunduğu ve vefatında onun yanında yer aldığı muhtelif kaynaklarda yer alır. Rivayetlere göre kanun koyma ve benzeri pek çok önemli konuda padişahlara müsteşarlık yapmış, parlak fikirleriyle uzun yıllar divanın temel direği olmuştur. Mehmet Nermi Haskan, adı geçen eserinde Paşa'nın, Tabakat'ül-memâlik fî derecat'ül-mesâlik adlı tarihi, Enis'üs-salatin ve celis'ül-havâkin adlı ahlak kitaplarının bulunduğunu zikreder. Caminin kıble yönünde, yapının sağ ve sol cephelerini kapsayan, genişçe sayılabilecek bir sayı//61// ağustos 66

Nişancı Mustafa Paşa Camii Haziresindeki mezar taşları, hemen karşısında yer alan Murad-ı Buhari Tekkesi haziresi ile Şeyh Abdülmecid Sivâsi Efendi Türbesi haziresindeki mezar taşları gibi yağlı boya ile yeşile boyanmış. Kimler tarafından ve ne zaman böyle bir girişimde bulunuldu? Bilemiyoruz. Elbette bu kabul edilebilecek bir durum değildir. Mezar taşları ne gelişi güzel boyansın ne de tazyikli su ve kum ile ağartılsın, tarihten arındırılsın. Ne olur bu ecdat yadigârlarına hiç bir şey yapılmasın. Bırakalım olduğu gibi yerlerinde kalsın! Kanaatimizce bu, kesinlikle en iyisidir. İstanbul'un gözbebeği, Eyüp Sultan'ın nezih bir semtinde, tarihte önemli yararlılıklar göstermiş, kıymetli bir devlet adamının hayratı ve büyük usta Mimar Sinan'ın âziz hatırası ile karşı karşıyayız. Mekânın ruhuna uygun hale getirilmesi en büyük dileğimizdir. En azından bundan sonraki müdahalelerde bu hususiyetlerin özenle dikkate alınarak uygulamaların buna göre yapılması gerektiğine inanıyoruz...


MANGO KOKULU

Türkiye'den getirdiğim peynir, zeytin, bal, sucuk benzeri nevalelerle güzel bir Türk kahvaltısı yapıyoruz Veli DALBUDAK

ıradan, sıcak bir sabaha uyanıyorum. Yine kilisenin çanları çalıyor. Hemen kalkıyorum ve güneş şiddetini arttırmadan yürüyüşe çıkıyorum. Sakin, keyifli bir gün. Kuşlar coşkulu, kelebekler mutlu. Aynı coşku ve mutluluk bana da sirayet ediyor anında. Galiba güzel bir gün olacak bugün. Dev ağaçların altından yürüyorum. Heryer yemyeşil... Sakin ve huzurlu bir semt burası. Ama insanları tanımıyorum. Kimin ne olduğunu bilmem imkansız. Yabancılara has, Sürekli bir tedirginlik var üzerimde. Karşıdan gelen birkaç yerli gördüğümde arkadaşlarımın bana sürekli yaptıkları uyarıları hatırlıyorum. Cep telefonumu göstermemeye çalışıyorum. Üzerimde para bulundurmuyorum. Gerçi burası nezih bir semt ama, nolur nolmaz dikkatli olmak lazım Afrika'da. Gelir seviyesinin düşüklüğü adi suçları arttırıyor. Kulağınızda konuşurken telefonunuzu alıp kaçtıkları söyleniyor. Kuytu ve karanlık bölgelerde denk getirip paranızı pulunuzu gaspediyorlar. Yürüyüşü kazasız belasız tamamladıktan sonra biraz da havuz keyfi yapıyorum. Sonra duş ve ardından Africafe. Dedim ya keyif günü bugün. Kahvemi içerken WhatsApp'tan Nuri arıyor. Kahvaltıya çağırıyorum onu. Yarım saat sonra geliyor. Türkiye'den getirdiğim peynir, zeytin, bal, sucuk benzeri nevalelerle güzel bir Türk kahvaltısı yapıyoruz. O sırada telefonuna bir mesaj geliyor. 'Akşam bir parti var, gidermiyiz beraber' diyor. Ben dünden razıyım. Hemen rezervasyon yaptırıyor.

Gün içinde işlerle ilgileniyoruz. Birkaç esnaf ziyareti yapıyoruz. Herkes krizden şikayetçi. Yeni Başkan'a bağlıyorlar bu durumu. Yeni dediysem geleli 1,5 yıl olmuş. Gelir gelmez tüm yatırımları durdurmuş. Eski yönetimin yaptığı ihaleleri iptal etmiş. Devam eden işleri bile durdurmuş. Bu durumdan bir Türk şirketi istifade ederken, bir Türk şirketi de mağdur olmuş. Eski yönetimin Çinlilere verdiği DarüsselamMorogoro demiryolu hattı yapım işi, yeni yönetim tarafından Çinlilerden alınıp Türklere verildi. Ama Türkiye'de otomobil sektöründe meşhur bir firmanın, buranın Toplu Konut İdaresine yaptığı 1500 konutluk iş te, üstelik devam ederken yarım bıraktırıldı. Yeni Başkan rüşvet ve yolsuzlukla amansız bir mücadeleye girmiş durumda. Buranın genlerine işlemiş bir hastalık bu. Söküp atmak gerçekten çok zor. Ama Başkan yaman adam... Birçok üst düzey bürokratı rüşvetten tutuklatmış. Mesela Liman Müdürü... Liman'da işler pek yolunda gidiyormuş. Konteynerler kısa sürede çıkıyormuş. Tabii bedelini ödersen. Liman Müdürü'nün Masaki denilen lüx bölgede 70 tane villasının olduğu söyleniyor. Tabii şu anda hepsine devlet el koymuş durumda...Bugünlerde cereyan eden bir hadiseyi de paylaşmak istiyorum buradan. Başkan birkaç gün önce aniden yerinden kalktı. Maiyetiyle beraber hızlıca Limana yöneldi. Gemilere yüklenmekte olan bakır cevheri konteynerlerinin olduğu yere bir polis müdürü edasıyla yaklaştı. Görevlilere Yüklemeyi durdurun talimatı verdi. Herkes şaşkındı. Bu arada televizyon kanalları da olay yerine doluştular. İşin içinde bir çapanoğlu vardı ama neydi. Konteyneri açtırdı Başkan... Fakat gerçekten toprak vardı içinde. Başkan pes etmedi. Konteynerin tamamının boşaltılmasını istedi. Aman Allahım o da ne! Çil çil altınlar parlıyordu, dökülen toprağın arasından. Başkan zabıtları tutturdu, tüm sorumluları tutuklattı. Hatta kameralar önünden kendi Gümrük Bakanı'na da sert ifadelerle seslendi: 'Görüyorum ki tüm iyiniyetli gayretlerimize rağmen limandaki pisliği temizleyememişiz. Bundan önceki yetkililerin başına gelenler de maalesef caydırıcı olmamış. Demek ki daha sert tedbirler almamız gerekiyor. Bunu yapması gereken de benim Gümrük Bakanım. Eğer benim bakanımın bu yapılan yolsuzluktan bilgisi varsa, herhangi bir menfaat temini söz konusuysa vay haline. Hatta ve hatta bırakın menfaat teminini bu konuda en küçük bir ihmali bile varsa gözünün yaşına bakmam. Devletimizden rüşvet illetini temizleyene kadar mücadelemiz en sert şekilde sürdürülecektir." Dedim ya rüşvet genlerine işlemiş buradakilerin. Başkanın işi gerçekten çok zor ama çok kararlı görünüyor. 67


AHMED CEVDET’İN İSTANBUL

BELEDİYESİ VE GÖREVLERİ İLE İLGİLİ BİR YAZISI ÜZERİNE

Ahmed Cevdet, İstanbul’da doğdu. Babası, İstanbul’un tanınmış tütün tüccarlarından Hacı Ahmed Efendi’dir. Kaptanpaşa Rüşdiyesi’nden sonra Mülkiye’den ve Hukuk Mektebi’nden mezun oldu. Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı; kendi gayretiyle Almanca ve Rumca öğrendi. Bildiği diller sayesinde daha yirmi bir yaşında iken Tercümân-ı Hakîkat gazetesine mütercim olarak girdi ve ilk yazılarını bu gazetede yayımlamaya başladı. Prof. Dr. Âdem EFE*

azıdan anlaşıldığı üzere İkdamcı Cevdet diye bilinen gazeteci Ahmed Cevdet, İstanbul Belediyesi hakkında birkaç yazı yazmıştır. Yazısı etkili olmuş demek ki bir okuyucu kendisine gönderdiği bir mektupla “belediye ile valiliğin birleşmesi” hakkında ne düşündüğü konusunda bir soru yöneltmiştir. Aşağıda yayına hazırladığımız 15 Eylül 1928 tarihli, İctihad dergisindeki, “Belediye ve Vilâyet” başlıklı cevabi yazısında, A. Cevdet, İstanbul’daki eksiklikleri, İstanbul Şehremini’nin bunları gidermek için neler yapması gerektiğini, bazı Avrupa ülkelerinden örnekler vererek, ayrıntılı olarak açıklamıştır. Doksan bir yıl önce kaleme alınan söz konusu yazının Türkiye’de belediyecilik ve belediyeler üzerine çalışanlara ve çalışacak olanlara faydalı olacağını düşünüyor ve daha fazla uzatmadan sizleri makale ile baş başa bırakıyoruz. BELEDİYE VE VİLÂYET / AHMED CEVDET

Belediye işlerine dâir neler düşündüğümü birkaç kere söylemiş olduğum için olmalı ki kârilerden bir zât ahîren bana gönderdiği bir mektupta vilâyetle şehremânetinin birleşmesi hakkında ne fikirde bulunduğumu soruyor. Peki söyleyeyim: Eğer İstanbul şehrini lâyık ve müstahak olduğu bir şekilde yani garbın muntazam ve bakımlı şehirlerini andıracak bir tarzda belediyeye sâhip etmeyi istiyor isek bir şehremini hem vilâyetin hem de emânetin işlerini görmekle değil, düşünmeğe bile yetişemez. İstanbul Belediyesi’nin sayıp dökmekle bitmeyecek olan ihtiyaçlarını gözümüzün önüne getirelim. Bu belediyeye müessir âmiller kazandırmak için hem fikren hem de amelen çok meşgul olmak gerekir. Memleketimizde en ibtidâî ihtiyaçlar bile tesviye edilmemiş olduğundan hemen şimdiden tezyinâtı hatırıma getirmiyorum. Bu acze kim şâhit istemeğe cesâret edebilir? Bir şehir için sudan daha azîz ve elzem bir şey olur mu? Şuracıkta yanı başımızda tükenmek bilmeyen bir göl var iken bile İstanbul susuzluk yüzünden milyonlara ve milyarlara bâliğ olan hasarlara uğruyor ve uğramaktadır.

*TC.SDÜ Öğ.Üyesi

sayı//61// ağustos 68

Servet-i milliyeti bu azîm hasardan kurtarmak için lâzım olan paranın da azlığını (topu topu bir iki milyon) düşünür isek belediyemizin aczi tezâhür eder.


Kezâlik bu beldenin umrânına çok hizmet edecek tramvayların da teşkilâtı acınacak bir haldedir. Siz Avrupa beldelerinden hiçbirinin ahâlisi içinde arabalara sardalya gibi hem de gâlî bir ücretle tıkılmaya râzı olacak bir halka tesâdüf edemezsiniz. Bizim zihniyetimizde kişilerin, Avrupa’da yeri yoktur. Bu nakîsa tramvay kumpanyasından çok ziyâde belediyeye râci’dir. İki büyük belde-İstanbul Galata Beyoğluarasında yedi sekiz yüz bin kişiyi bir hatla nakletmek bu zamanda kimin aklından geçer? Belediyemiz bunun çaresinin bulamıyor. Çünkü parası yokmuş. Ama zannetmeyiniz ki bu iş için milyarlar lâzımdır. Amma belediye o kadarcık parayı da bulamıyor. İşte onun avâmil-i fıkdânından doğan aczi burada ya. Belediyelerimizin hali darb-ı mesel hükmüne girecek gibidir. İstanbul, deniz içinde bir memlekettir. Böyle bir memleket yazın, sâhillerinde ezcümle deniz hamamlarından mahrum. Buna ne kadar hayret edilse yine azdır. Bir (Kilyos Plajı) vardır ki nâdir bir kumsaldır. Gidin bakın zavallı bir kahveden başka ne bulunur? Bir kere oraya gitmek ne müşkildir? Bazı ecnebiler oranın böyle bomboş kalmasını bir türlü anlayamıyorlar. Yani böyle bir metrûkiyete bir türlü akıl erdiremiyorlar. Bulgaristan’ın Karadeniz sâhilinde bir küçük kasabası olan Varna’nın sâhilinde birkaç sene içinde ne mükemmel deniz banyoları vücuda getirildi. Acaba belediyelerimizin bundan haberi var mı? Resimlerini getirip tedkîk ederlerse kendi kendilerini muaheze edeceklerine şüphe etmiyorum. Bu müessese içinde sıcak deniz suyu bile vardır. Bunları yapan elli senelik Bulgaristan’dır. İstanbul’da asırlardan beri oturuyoruz, bütün teşkilât masârifiyle ahaliden olan a’zasına da senede otuz bin lira hakk-ı huzur veren cemiyetle belediyemizin geri kalması tefsir edilemeyecek kadar muazzal bir meseledir. Çok isterdim ki belediyeye mensup olan zevât Avrupa’nın ortalık yerlerinde, denizlerden uzak muhitlerde hafriyât ve inşaât ile ne cesîm yüzme havuzları, daha doğrusu gölleri vücuda getirilmiş olduğunu görsünler ve ibret alsınlar. Bunlar hep halkın sıhhati, istirahatı için yapılıyor. Zaten mektep programlarında çocukların yüzme öğrenmeleri de mecburidir ya.

Medeni hayatımızın fetretine başlıca sebep ale’lumum belediyelerimizin öteden beri tekevvün edemediğidir. Bu noksanımız memleketlerimiz üzerinde çok müellim tahrîbât ve tesirâtı mucib olmuştur. Bir memlekette medeniyetin, iktisâdi hayatın vücut bulmasına belediyelerin çok fâidesi olur. İrşâdın müessiri, fiiliyâttır ki bunu da yapacak belediyedir. Mesela belediyenin temin edeceği umumi temizlik hususi temizlikleri de mûcip olur. Kezâlik sokakları muntazam ve temiz olan şehirlerde halkın ayakkabıları, esvapları, otomobillerin kauçukları bizdeki çabuk yıpranıp eskimez. Bizim memlekette ne kundura dayanır, ne de ayaklar şekl-i tabiisini muhâfaza edebilir. Sokakların bugünkü ahvâli iktisâdiyâtımızı, ithâlât yapan memleketler menfaatine ihlâl eder bir sebeptir. Belediye bir uzviyet-i mülkiye ve siyasiyedir ki politique municipale onun efâl ve harekâtını tayin eder. Acaba bizim belediyelerimizin gayesi nedir? Doğrusu ben bunu bilmiyorum. Belediye halkın terbiye-i bediiyesini itmâm eder. Belediye ruhu yükselten bir müessesedir ve bunun için her yerde şehremanetleri binaları ve onların dâhilindeki intizâm ve nezâfet göze çarpar. Ben bu yaşa geldim memleketimizde güzel bir dairede oturan şehremaneti görmedim. Husûsi bir konaktan çıkar, öbürüne girer. Belediye ahâli evi olduğu halde bizde belediyenin evi yoktur. Avrupa’da şehremanetleri hep kıymet-dâr veya tarihi binaları işgal eder. Bilhâssa o binaları görmek maksadıyla ne kadar seyyâhların geldiğini gözlerimizle gördük. Bizde ise belediye ne kadar mensîdir. Belediyelerimizin vâridâtı da bir şey değildir. Çünkü memlekette müessesât-ı ticâriyye ve sınâiyye yoktur. Bu müesseseler ne kadar muazzam ve müteaddit olursa belediyelerin vâridâtı da o nispette tezâyüt eder. İstanbul gibi her şeyden mahrum olan bir yerden ne alınabilir? Sokakların hepsi harâp u yebâb, bu sokakların ikişer tarafında kulübelerden başka ne var ki? Bu fukarahanelerinden ne gibi vergiler tahsil olunabilir? Belediye, memleketi zengin etmenin çârelerini düşünmekle kendini mükellef bilmelidir. Yirmi otuz senelik yangın yerlerine bir bina yapılamıyor. Bir yandan işitiyoruz ve okuyoruz ki filan şirketin amelesi gündeliklerinin veya 69


maaşlarının tezyîdini istiyorlar. Amelenin asıl menâfii (Asurans Sosyal) denilen içtimâî sigortaya onları tâbi kılmaktır. Amele eline geçen parayı yer ise ondan ne fâide hâsıl olur? Binâenaleyh İstanbul’da sanâyi inkişâf bulmak ve vâridât-ı belediye artmak için bu gibi teşkilât elzemdir. Umûm amele için Asurans Sosyal Teşkilâtı (Sosyal Sigorta) vücûda getirmek sanâyi-i iktisâdiyemizin menâfiinedir. Şirketler amelenin eline bütün parayı vermeğe mecbur tutulmamalıdır. Gündeliklerinin bir kısmı içtimâi sigortaya verilmelidir. Amelemizden biri hastalanırsa, işsiz kalırsa, bir kazaya uğrayıp sukût olursa, ihtiyarlarsa veya ameleden bir kadın bir çocuk doğurur ise kendini zaruretten ne vech ile vikâye edebilir? Herkes bizde memuriyete koşuyor. Çünkü memurlar için az çok bir tekâüd maaşı vardır. Sanâyide bulunanlar için ise hiçbir şey yoktur. Binâenaleyh o müstehlik memuriyet tercih olunur. Bizim devlet öteden beri bir memur ruhu halini aldığı için yalnız memurlar ile meşgul olmuş ve fakat memurları da ikdâr edecek servet menâbii lazım olduğu hatıra gelmemiştir. Kendi ihtiyâcâtını tesviye edecek iştigâlâta mâlik olmayan memleket daima bedbaht kalır ve onu hiçbir şey sıyânet edemez. İşte Türkiye’nin bütün felaketlerinin, halktaki fakr u zaruretin, vâridât azlığının, maârifsizliğinin, terakkiyât-ı medeniyedeki geriliğinin sebeb-i hakikisi budur. Kendimizi bir zirâat memleketi addetmek cesâretinde bulunuyoruz. Ahîren bir gazetede okudum. Fransa, İngiltere’ye senede 33 bin, Almanya’ya 20 bin, İsviçre’ye 37 bin tonilato (bir tonilato 1000 kilogramdır) miktarında yaş üzüm ihraç ediyormuş. Bu hesapta diğer yerlere gönderdiği üzümler dâhil değil. Bunun beher kilosuna otuz kuruş koysak milyonlar kümesine vâsıl olmuş oluruz. İşte millet böyle istihsâlindeki kuvvetle zengin olur. ahîren: son olarak. avâmil: faktörler. bâliğ: vasıl olan, ulaşan. cesîm büyük. darb-ı mesel: atasözü. fıkdân: yokluk. gâlî: pahalı. hafriyat: toprağı kazma, kazı. ibtidâî: ilkel, basit. ihzâr: hazırlama. sayı//61// ağustos 70

ikdâr: geçimini sağlama. istihlâk: tüketim. istihsâl: üretim kâri: okuyucu. kezâlik: bu, bunun gibi. menâbi: kaynaklar. menâfi: faydalar. mensî: unutulmuş. metrûkiyet: terkedilmişlik. muâheze: ayıplama. muazzal: ayıplanmış. muhit: çevre. müellim: elemli. DİPNOT

1- Ahmed Cevdet, İstanbul’da doğdu. Babası, İstanbul’un tanınmış tütün tüccarlarından Hacı Ahmed Efendi’dir. Kaptanpaşa Rüşdiyesi’nden sonra Mülkiye’den ve Hukuk Mektebi’nden mezun oldu. Arapça, Farsça ve Fransızca dersleri aldı; kendi gayretiyle Almanca ve Rumca öğrendi. Bildiği diller sayesinde daha yirmi bir yaşında iken Tercümân-ı Hakîkat gazetesine mütercim olarak girdi ve ilk yazılarını bu gazetede yayımlamaya başladı. Bu arada Takvîm-i Vekâyi‘de de yazılar yazdı ve bir süre bu gazetenin yazı kurulunda görev aldı. Daha sonra Tömbeki Rejisi’nde ve Osmanlı Bankası’nda memur olarak çalıştı. Sabah, Tarîk, Saâdet gazetelerinde başmuharrirlik yaptı. 5 Temmuz 1894’te İkdam gazetesini yayımlamaya başladı. Uzun süre bu gazeteyi yayımladığı için İkdamcı Cevdet diye ünlendi. II. Meşrutiyet’in ilânından (1908) sonra idareyi eline geçiren İttihat ve Terakkî Fırkası’na muhalefette bulunan Ahmed Cevdet, 31 Mart Vakası’nın ardından Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı (1909). Gazeteye oradan yazılar göndermeye devam etti. 26 Şubat 1912’den itibaren gazetenin adı İktiham olduysa da birkaç ay sonra yeniden İkdam olarak yayınına devam etti. Millî Mücadele yıllarında gazetesindeki yazı kadrosuyla birlikte Millî Mücadele’yi destekledi. Cumhuriyet ilân edilince Türkiye’ye döndü. Gazetede yayımlanan bir haberden dolayı İstiklâl Mahkemesi’ne verildiyse de suçsuz olduğu anlaşılarak beraat etti ve hayatının sonuna kadar siyasetten tamamen uzak kaldı. İkdam 31 Aralık 1928’e kadar 11.384 sayı yayımlandı. 1935’te Ankara’da yapılan I. Matbuat Kongresi’ne katıldığı gün çok heyecanlanarak kalp krizi geçirdi ve ertesi gün, 27 Mayıs 1935’te öldü. Gazetecilik faaliyeti yanında yayıncılıkla da meşgul olan Ahmed Cevdet, İkdam Kütüphanesi adı altında pek çok faydalı kitap yayımlamıştır. Sâlim ve Latîfî Tezkireleri, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin ilk altı cildi, Şemseddin Sâmi’nin Kâmûs-ı Türkî’si, Bursalı Mehmed Tâhir’in Türklerin Ulûm ve Fünûn’a Hizmetleri, Kemalpaşazâde’nin Divan’ı, Ali Şîr Nevâî’nin Muhâkemetü’l-lugateyn’i, Necip Âsım’ın Orhun Âbideleri, En Eski Türk Yazısı ve Büyük Türk Tarihi bu seride çıkan önemli kitaplardandır. Yazılarında sade bir dil kullanan Ahmed Cevdet’in Türkçülüğü ve Türkçeciliği, hem dilinde hem fikir hayatında değişmeyen hareket çizgisini teşkil etmiştir.


İkdam kısa sürede aynı fikri paylaşan pek çok yazarın toplandığı bir merkez ve yayın organı olmuş, Ahmed Cevdet daha ilk yıllardan itibaren Ahmed Midhat Efendi, Recâizâde Ekrem, Hüseyin Rahmi, Ahmed Râsim, Cenab Şahabeddin, Halit Ziya, Sâmipaşazâde Sezâi, Hüseyin Dâniş, Fatma Aliye, Sâmih Rıfat, Hüseyin Kâzım, Veled Çelebi, Ahmed Refik, Ahmed Hikmet, Hamdullah Suphi, Ahmed Naim, Necip Âsım ve daha birçok yazarın roman, hikâye ve yazılarına yer vermiş ve bu şekilde devrin en seçkin yazar kadrosunu oluşturmuştur. Zengin iç ve dış haberleri, ciddi, seviyeli, ilgi çekici tefrika ve makaleleriyle kısa sürede gazeteyi okuyuculara sevdiren Ahmed Cevdet, böylece İkdam’ı devrin en çok satılan gazetesi haline getirmiştir. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra gazetesinde bazı yenilikler yapan Ahmed Cevdet, ilk defa rotatif baskı makinesini Türkiye’ye getirmiş, İkdam’ın sayfalarını çoğaltmış ve böylece Türk gazeteciliğinde yeni ve olumlu bazı adımlar atmıştır. Geniş bilgi için bkz. Nuri Yüce, “Ahmet Cevdet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. II, İstanbul 1989, s. 55-56; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul 1979, s. 211; Müzeyyen Buttanrı, “İkdam Gazetesinin Kültür Hayatımızdaki Yeri, Şekil ve İçerik Özellikleri (1894-1900)”, Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 4 Sayı: 1 Haziran 2003, s. 77-97, (Yhn). 2- İctihad dergisi, Eylül 1904-Aralık 1932 tarihleri arasında toplam olarak 358 sayı çıkmıştır (nr. 1-9, Cenevre 1904-1905 Fransızca-Türkçe; nr. 10-23, Kahire 1906-1908; nr. 24-358, İstanbul 1911-1932). Başlangıçta aylık olan dergi 24. sayıdan itibaren on beş günlük, 50. sayıdan sonra haftalık olarak çıkmıştır. 101-139. sayılar arasında da genellikle haftada bir, 140-175. sayılar arasında ayda bir, 176-265. sayılar arasında on beş günde bir, daha sonra da haftalık ve on beşer günlük şeklinde değişik aralıklarla yayımlanmıştır. Abdullah Cevdet tarafından yayınlanan dergi, otuz yıl kadar süren yayın hayatında genel çizgisiyle Batılılaşma’yı, bunun için de Türk toplumunun buna uymayan inanç, düşünce, davranış ve örflerini mutlaka terk etmesi gerektiğini savunan İctihad basında hemen hiç eksilmeyen, bazen oldukça sert polemiklere sebep olmuştur. İctihad’ın asıl büyük tartışmalar doğuran tarafı ilk sayılarından itibaren genel olarak dinler, özel olarak da İslâmiyet konusunda aldığı tavır olmuştur. Batıcılık ve onunla beraber hümanist bir dünya görüşü, önce dinlerdeki bâtıl inanç ve davranışların tenkidi şeklinde görünürken giderek deist, hatta ateist fikirlere doğru gelişir. Kılıçzâde Hakkı’nın kaleminden çıktığı anlaşılan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı yazı (nr. 55, 57) o günkü Batıcılığın tam bir programı niteliğindedir. Yayın organında 200’den fazla yazar bulunmaktadır. Bunlar arasında ismi en çok görülen yazarlardan bazıları şunlardır: Abdülhak Hâmid (Tarhan), Ağaoğlu Ahmed, Ahmed Cevdet (Oran), Ahmed Hâşim, Ahmed Refik (Altınay), Ali Canib (Yöntem), Alişanzâde İsmail Hakkı (Eldem), Celâl Sahir (Erozan), Cemil Sena (Ongun), Cenab Şahabeddin, Enis Behiç (Koryürek), Faik Âli (Ozansoy), Faruk Nafiz (Çamlıbel), Halid Fahri (Ozansoy), Halide Edib (Adıvar), Halide Nusret (Zorlutuna), Hıfzı Tevfik (Gönensay), Hüseyin Cavid, Hüseyin Dâniş (Pedram), Fazıl Ahmed (Aykaç), İbrahim Alâeddin

(Gövsa), İbrahim Edhem Temo, Gaspıralı İsmail, İsmail Fennî (Ertuğrul), Mazhar Osman (Usman), Mehmed Fuad (Köprülü), Mehmed Zeki (Pakalın), Midhat Cemal (Kuntay), Mûsâ Cârullah Bigiyef, Müftüoğlu Ahmed Hikmet, Necip Âsım (Yazıksız), Orhan Seyfi (Orhon), Ömer Seyfeddin, Peyami Safa, Reşad Nuri (Güntekin), Ruşen Eşref (Ünaydın), Suud Kemal (Yetkin), Selim Sırrı (Tarcan), Süleyman Nazif, Tevfik Fikret, Vasfi Raşid (Sevig), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu). Nazım H. Polat, “İctihad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 21, İstanbul 2000, s. 446-448, (Yhn). 3- Osmanlı Türkçesi’nden yayına hazırladığımız bu çeviri-yazı Ahmed Cevdet’in İctihad, Numara 260, 15 Eylül 1928/15 Septembre 1928 tarihli nüshasının 50155017 sayfaları arasında Umrani Sütun üstbaşlığı altında “Belediye ve Vilâyet” başlıklı yazısından hazırlanmıştır. Yazıda sadeleştirme yapılmamış, aynıyla günümüz harflerine aktarılmış, metnin sonuna küçük bir sözlük eklenmiştir. Ayrıca yazar, Ahmed Cevdet ve yazının yayınlandığı İctihad dergisi hakkında, yayına hazırlayanın notu (Yhn) kısaltmasıyla dipnotlar tarafımızdan eklenmiştir. 4- Geçen sene seyrisefâin vapurlarından birinde, Büyükada ile Kartal arasında bir genç tayfa, sefine hal-i harekette iken kova ile su almak acemiliğinde bulunmuş, denize düşmüş kat’iyyen yüzmek bilmediği için kurşun gibi gark ve nâbûd olmuş ve zavallı babayiğiti kurtarmak için Kadri Kaptan’ın gayreti neticesiz kalmıştı. Bunun üzerine tayfalara içinizde yüzmek bilmeyen nasıl oluyor da bulunuyor? Dediğim vakit “hiçbirimiz yüzmek bilmiyor” cevabını almış mahzûn ve mütehayyir olmuştum. 5- Umûr-ı sıhhiyenin başında bulunduğum sırada esnafın hastalık sandıkları teessüsüne mecbur tutulmaları hakkında mufassal bir lâyiha ve talimâtnâme ihzâr ve tatbik edilmek üzere 17 Nisan 1338 tarihinde şehremanetine tevdi’ olunmuştur. 256 ve 258 Numaralı İctihad’larda “Verem ve Sanatoryum” makalemize bkz. 71


NECİP FAZIL’IN GÖZÜNDE İŞGAL İSTANBULU VE ERZURUM

O günlerde Erzurum’a Trabzon üzerinden gidilmekte ve yayla arabasıyla ancak 7 günde varılabilmektedir. İlk konak Hamsiköy’de taş devri insanlarına göre bir han… Dr. Şakir DİCLEHAN

İşte bu nükteler ve nüktedanlarıyla ünlü Erzurum’a Necip fazıl gitmek zorunda kalır. Der ki: “ 12 ile 17 yaş arası, hayatımın en nazik 5 senesini Bahriye Mektebi’nde (Heybeliada’daki Deniz okulu) geçirdikten sonra, birdenbire kendimi işgal altındaki İstanbul sokaklarında buldum. Artık ne konak, ne yalı, ne bir şey… Babam Kadıköy’ünde hâkim ve yeniden evlenmiş… Cici annem de (babasının annesi) konakta (Çemberlitaş’ta büyük babasından kalma) ve tek başına… Âlâyış düşkünü zafer Hanımefendi’nin, ne bir hizmetçisi ve bakıcısı, ne de konaktan başka mal ve mülkü… Hepsi oğluyla arasında yenmiş, yutulmuş, tükenmiştir. Bana baba tarafından kapalı, yalnız anne tarafım açık… Kasımpaşa’da, Okmeydanı’nda yol veren bir tepe üzerinde boynu bükük bir ev… Karşısındaki çeşme önünde, takunyalı, basma entarili, uzun saçları örgülü, ağızlarında sakız ve ellerinde su göğümü, ham ve toy kızlar…

üçük çay bardaklarıyla ve kırtlama çay içimiyle ünlü Erzurum’da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öve öve bitiremediği konuşma ustalarından birini, bol bol dinlediği hikâyeleriyle, birini de şahsen karşılaştığını anlatır ve tanıdığını söyler, yazdığı Beş Şehir isimli eserinde. Bunlardan biri, Kalelli Burhan Bey’dir, 1923’ten önce ölmesine karşılık keskin hicvi, alaycı tavrı ve hazır cevaplı bir kişi oluşuyla canlı hatıra olarak halk arasında hikâyeleriyle yaşamaya devam eder. Öbürü ise, eski kültürün yeniden bir ruh dirilticisi (incarnation) olan Edip Hoca’dır. Edip Hoca, günlerden bir gün, dostlarından birine uğrayarak çay bardağı istemiş. Çok güzel bir takım beğenmiş. “-Hakkı, bunları ayır, ben birini alıyorum, bu akşam birini tecrübe edeceğim” demiş. Fakat ertesi gün, çay bardağını geri getirmiş. “- Hoca, ne diye beğenmedin, bu güzel bardakları? Diye soran dostuna o dik sesiyle: “-Hakkı, demiş, bardaklar güzel ama bana uymuyor. Sabahleyin çayla doldurdum, şöyle bir önüme koydum, bir kendimi düşündüm, bir ona baktım, nispetsiz… Hele Hakkı can, sen bana biraz daha büyüğünü bul.”

Necip Fazıl’ın iki dayısı vardır. İttihatçı polis büyük dayısı, ünlü Bekir Ağa Bölüğü’nde tutuklu.( Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar Harbiye Nezareti olan bina bahçesi içinde, bugün İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi olarak kullanılan binaya verilen addır. Bu bina Osmanlı Devleti'nde askeri cezaevi olarak kullanılmıştır. Meşrutiyet'ten önce (1908) cezaevi memurluğu yapan Bekir Ağa'nın adına nispetle bu adı almıştır. Meşrutiyet döneminde, iktidara karşı olan siyasi mahkûmlar burada hapsedilmişlerdir. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918)'nden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ve eski nazırlar Bekir Ağa Bölüğü'nde hapsedilmişler ve oradan Malta'ya sürülmüşlerdir.) Tersane’de bir İngiliz atölyesinde küçük dayım eve bakmakla mükellef… Anadolu harekatı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girmiştir. Tutukluluktan kurtulan büyük dayım Anadolu’da Erzurum’da polis müdürü. ERZURUM SEYAHATİ BAŞLIYOR

Dayılarının yanında kalan Necip Fazıl, bu defa sıra büyük dayıya geliyor ve üç kişilik bir gurup sayı//61// ağustos 72


olarak, yani anneannesi, annesi ve kendisi… İstanbul’dan yabancı bir kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon’a hareket ederler. O günlerde Erzurum’a Trabzon üzerinden gidilmekte ve yayla arabasıyla ancak 7 günde varılabilmektedir. İlk konak Hamsiköy’de taş devri insanlarına göre bir han… Gece battaniyelerinin altına sığınmış uyumaya çalışırken dışardan üst üste pat pat silah sesleri… Bu konuyu Necip Fazıl’a bırakalım. --Ne oluyoruz?.. Fırlayıp alt kata iniyor ve bizim arabacı Tevfik’e soruyorum. --İnönü zaferi diyor, ordumuz kazanmış… Haberi geldi. Şenlik yapıyorlar… Arabacı Tevfik, mühim adam… Hem Erzurum Trabzon arası araba işletir, hem de civarın eşkıyasını idare eder, onlara söz geçirir, belki de yol gösteririr. Güzel bir atı vardır ve arabamızın önünde gitmektedir. Zafer ve şenlik haberi alınca anneannem doğruldu: --Bir gazete alalım bari!... Hamsiköy’de gazete?... Gülüştük… Arabacı Tevfik bazen atını bana veriyor, kendisi sürücünün yanına zıplayıp arabayı kullanıyor, ben de at sırtında ileriye geriye gidip geliyor, neşemden uçuyorum, hayvanın sırtından inmek istemiyorum. bazı sarp yerlerde ve uçurum başlarında anneannem yeşil başörtüsü sımsıkı sarılı, boyuna şehadet getirmekte, her an ruhunu teslime davet edilmenin telaşı içinde… Cici anne dediğim babaannemin zıdddı, bu ismet ve şefkat timsali kadın… Birindeki nefsani ölüm korkusu, öbüründe İlahî haşyete istihale etmiş (ölüm korkusuna dönüşmüş), ikisi de müthiş bir evham ve hayal gücünde, tohumda tam benzerlik ve ağaçta hiç benzemezlik karakterinin tablosu… Ve işte ben, bunlardan birinin kızıyla, öbürünün oğlundan meydana gelme, hayal kanatları kan içinde çocuk… VE ERZURUM

Necip fazıl, şairane bir edayla Erzurum’u tasvir ederken, o şehrin insan karakterine de ayna tutar yaşadığı olaylar nedeniyle… Hemen herkesin yalnız kendisinin anlatabileceği bir hikâyesi vardır mutlaka… Defterdar Mehmed Paşa ile Erzurum’a gelen ve orada gümrük kâtipliği yapan Evliya Çelebi de şehrin kapılarından bahsederken, bunların 4 kapı olduğunu ve yabancı tüccarların Gürcü

Kapısı’nda oturduklarını söyler. “Hakirin kâtibe bulunduğum gümrük bundadır. Dört çevresinde Arap, Acem, Hint, Sint, Hatay, Hoten bezirgânlarının haneleri de vardır. İstanbul ve İzmir gümrüğünden sonra, en işlek gümrük bu Erzurum gümrüğüdür.. Zira tüccarına adalet ederler.” Gerçekten de bu ifadeler ve dört satır, eski hayatımızda Erzurum’un çehresini çizmeye kifayet eder. O, şarkın büyük ticaret ve transit şehirlerindendir. Necip Fazıl’ın kaldığı ev ise, kalın taş duvarlı bir evdir. “Erzurum’da kalın taş duvarlı, çift pencereli, kale gibi bir evdeyiz. Bitişiğimizde “Cennet Pınarı” adında bir çeşme… Suyu kışın buz olukları içinden geliyor. Bahçede bir ahır ve içinde bir at… Ata ben bakıyorum ve eve pek zayıf gelen hayvanı semirtmeye çalışıyorum.” Her şehrin bir hikâyesi olduğu gibi, insanlarının da farklı farklı karakter yapıları ve hikâyeleri vardır daima. Erzurum’la ilgili olarak Tanpınar ilginç bir kişiden bahseder: Bu zat, Ahmet Muhtar Bey’dir. Beğenmediği bir valiyi övdüğü için öfkelendiği “Envar-i Şarkiye Gazetesi”ni, her hafta uşağı Ömer Ağa’ya “O maşayı al, o kâğıt parçasını o maşa ile tut, o sobayı aç, şimdi içine at, sen de git elini yıka” diyerek sobaya attıran bu adamın yapmacığı, fazla hiddetleri, göreneğin güçlükle hapsettiği bütün bir mizacı gösterir. Hikâyenin asıl ilgincini Üstat Necip Fazıl anlatır: “Bir kış günü, iki, tarafı kar tepecikleriyle sınırlı daracık bir yoldan geçerken, önümde bir kadın gördüm. Atım haşarı haşarı ilerliyor. Ayy kadına çarpacağım.! Seslendim, duymadı. Çarptım. Kadın sendeledi, kaydı ve yere düştü. O anda, kar tepeciğinin üstünden bir Erzurum delikanlısı atladı, dizginlere yapıştı, atı olduğu yere çaktı ve dedi: --Ata binmeyi bilmezsin, zenne (kadın) kişiye de çarparsın, utanma yok mu sende? Ona şımarık bir çocuğu gururuyla, polis müdür dayımı, kastederek cevap verdim: --Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Delikanlı şahane bir karşılık verdi: --İster vali paşanın oğlu ol! Haydi bas, git! Ve atımın karnına bir tekme indirdi. Kendi küçüklüğüm ve delikanlının büyüklüğü karşısında eridim ve o gün bugün Erzurum seciyesini sever oldum 73


KOMŞULUK, GÜVEN

VE İLK SEVDA

Biz eskiden çok utanırdık. Utanmanın, kızarmanın, mahcubiyetin anlamı büyüktü… Peki, şimdiler de ne olmuş, neler olmuştu da utanma, arlanma, kızarma gibi hususiyetler yüreğimizden çekip gitmişti? Recep GARİP enüz çocuktuk, neyin farkında olup olmadığımızı da bilmiyorduk. Komşuluklar öylesine yakındı, öylesine içten, güvenilir ve birbirine yardım edilen günlerdi. Hiçbir karşılık beklemeksizin işler derlenip toparlanırdı. Ülkemizde kol gezen fakirliğin, yoksulluğun, alış veriş karnelerinin yaşandığı günlerden gelinmiş, toplumun iki yakası bir araya gelmiyordu. Sahipsiz kalan milletin evlatları Çanakkale’den, Yemen’den ve Kore’den döneceklerine dair umutların bitip tükendiği vakitlerdi. Acıydı her taraf. Her yanda yoksulluğun, kimsesizliğin kemiğe dayanmış bıçağa benzer acısı yürekleri dağlıyordu.. Böyle günlerde çocuk olmak , büyüklerin yaptığı birçok işi üstlenmek demekti. Yaşlıların, kadınların ve yaşı benim gibi 13 - 15 yaşlarında olan çocuklardan müteşekkildik. Köyleri, kasabaları, şehirleri koruyacak ancak bunlardı. Kalanlar bizdik. Güç yetmez yaşlılarla, çelik çomak oynayan, fırıldak çeviren bir avuç çocuklardan ibarettik. Her türlü iş bizim üzerimizde kalmıştı. Kıtlık zamanlarıydı. Aş yoktu, ekmek yoktu, katık yoktu. O zamanlar bir tek radyo köyün kahvesindeydi yalnızca ajans vakitlerinde açılır onu da yaşlılar dinlerlerdi. Ne elektrik vardı, ne telefon bilirdik… Aynı yaşlarda komşumuzun bir kızı vardı. İnsanın yaşı ilerledikçe vücut değişimi, duygu değişim ve gelişimini de belirginleştiriyor. Ne zaman merdiven başına çıksam, örtmede, sofada, gezinti alanında gözüksem, o da sanki aynı anda benim hissettiğim duyguları hissediyordu ki göz göze geliyor, birbirimize kaçamak bakışlar atıp utanıyorduk. An geliyor, evin arka tarafına doğru yürüsem o da bir yolunu bulup evlerinin önüne iniyordu. Günler, geceler böylesine heyecan içinde gelip geçiyor, ne kimselere anlatma şansım vardı, ne de komşu kızı Nuriye’ye bunu söyleyecek cesaretim. Özellikle, hafta sonları daha rahat olduğumuzu söyleyecek olsam da, iş-güç benim omzumda olduğundan mutlaka anamla birlikte yapılması gerekenleri yapmak için yollara düşüyordum. Biz eskiden çok utanırdık. Utanmanın, kızarmanın, mahcubiyetin anlamı büyüktü… Peki, şimdiler de ne olmuş, neler olmuştu da utanma, arlanma, kızarma gibi hususiyetler yüreğimizden çekip gitmişti?

sayı//61// ağustos 74

azen, çeşme başında, kimi zaman da bağa giderken, komşu ziyaretlerinde, bir ihtiyacı görme, ya da bir şeyler isteme anında birbirimizi görme şansımız vardı. Okulların açık olduğu zamanlarda aynı sınıftaydık. Çaresiz başka sınıfımız yoktu zaten. Tek sınıfta, beş sınıfın öğrencileri bir tek öğretmenden ders alır, yıl böyle tamamlanırdı. Lakin o vakitler biz çok çalışırdık, öğretmenimizin verdiği dersleri asla ihmal etmezdik. Beş sınıf bir aradayken, tek bir öğretmenden hayatın bütününe dair, ne kadar bilgi, görgü gerekiyorsa hepsini öğrenirdik. Öğretmenin temin ettiği, babamın getirdiği kitapları döner döner okurduk. Ne güzel şeydi kitap okumak. Okudukça daha çok büyüyeceğimi düşünürdüm o vakitler. Kitaplardan daha güzel dost, sırları saklayan arkadaş bulunabilir miydi? Okul zamanında pek farkında değildim bu durumun. Belki de yaşımızın henüz yaprağı kıpırdatmadığı zamanlara denk gelmişti. Ondan ilgisizdim. Dahası karşılıklı olarak ilgisizdik. Ama şimdi öyle değildi; öylesine içten ve baygın, öylesine yüreğimi yakıp kavuran bakışlarla bana bakıyor, çaresizlikle kuşkusuz ben de ona bakıyordum.. Ablama anlatamazdım, anama söyleyemezdim, bir ağabeyim, amcaoğulları yoktu anlatabileceğim. Her birisi vatan için cephedeydiler. Bizler henüz, çocuk çağımızda olduğumuzdan kalmıştık köyde. Bir defasında çeşmede yan yana gelmiştik ki, elim, ayağım titremişti. Yüzüme ateş düşmüş, avuçlarım terlemiş, bir tek söz bulamamıştım söyleyecek… Sanırım O’da benden farksızdı. O’da benim gibi hallerde, mahcubiyette, mahbubiyette olduğunu biliyor ve hissediyordum. Nasıl suları doldurup, sessiz sedasız, yan yana olsa da evlerimiz, iki yabancı gibi bir tek söz söyleyemeden, o önde ben arkada, eve dönüyorduk her defasında. Ne o kafasını çevirip bana bakabiliyor, ne de ben farklı bir şey yapabiliyordum. Utanmak ne güzel şeydi. Yüzümün al al olması, sırtımın terlemesi, kulaklarımın kıpkırmızı olması beni mutlu ederdi. “Hayâutanmak imandandır” evladım derdi de Babaannem yani nenem o vakitler bunu pek idrak edemezdim. Bu neydi Allah’ım, bu hal neyin nesiydi? Bir bilen olsa da sorabilseydim? Eskiden bizim oralarda bu tür haller gizliden gizliye yaşanır, kimseler bilmeden hayatın içinde kaybolup gidermiş meğerse. Ateş bacayı sarmıştı sarmasına da, bizim yaşımız, başımız


kaçtı ki? Duysalar bizimle alay ederler, Hepten rezil olmak vardı işin sonunda. Kimselere söylemeye dilimiz, yüreğimiz varmazdı. Artık gecem, gündüzüm, düşlerim, hep komşu kızı Nuriye’deydi. Nuriye, melek desem melekti, ay parçası desem aydı. Yıldız desem yıldız, gül desem güldü. Benim için Nuriye bir ömürdü. O benim aşkımdı, iki gözüm, can özümdü. Bütün vakitlerim ona ayarlıydı sanki. Rüyalarımda o vardı, zamanlarım ona ayarlıydı. Ne ki, her yanım yara bere gibiydi. Acıların acısı, yüreğimin yangınıydı. Artık türküler bile yakmaya başlamıştım Nuriye’me. Türküleri değiştiriyor, Nuriye türküye gelip yerleşiyordu. Hemen hemen her gece, düşüme geliyor uzun uzadıya birbirimizle sohbet ediyor, aşkımızı anlatıyorduk. Bir defa olsun ona bir cesaret edip söyleyebilseydim bu acı, bu kadar yakıcı olmazdı. Günler günleri kovalıyor, fazla ekin tarlaları ekip biçemesek de elimizden geldiğince ekiyor, onları güç bela biçip harmanda öğütüp, yiyecek buğday, un, ekmek, bulgur elde etmeye çalışıyorduk. Evin önündeki tarlalarda mecburen konu komşu birbirine yardım ederdi her zaman.. Dayanışmanın en güzellerini yaşamıştım çocukluk ya da ilk gençlik yıllarımda. Hayatımın hep öyle olmasını arzulamışımdır. Ne güzel günlerdi o günler. Anlatacak ne çok hayat öyküsü birikmişti ömrümüze meğerse Konu komşusuz hayat olur muydu? Selamsız sabahsız geçip gidilir miydi? Biribirinin kapısını çalmadan, hal hatır sormadan yatılır mıydı? Bir tas su ikram etmeden, komşuya bir tabak yemek vermeden nasıl güzelleşebilirdi ki dünya? O sabah da erkenden kalkmıştık. Bizim oralarda gün üzerine doğmazdı insanın. Güneş doğmuşsa er kişinin üstüne, rızkını başkaları toplamış demekti. Annemler, komşu kadınlar, gelinler, orakları, kalıçları, ellikleri parmaklarına geçirip gelmişlerdi bile. Hep birlikte ekini biçmeye bizim tarladan başlamıştık. İlk kez o ekin biçerken Nuriye’mle, ay yüzlüm, ceylan gözlümle yan yana gelmiş, utana sıkıla, sıcağın altında ekin biçmeye çabalıyorduk. Sabahın erken saatinde tarlaya gidilir kuşluk vaktine kadar kahvaltı yapılmadan çalışılır, tam kuşluk vakti ki saat sabahın dokuz sularıdır. Bu vakitte istirahat edilir ve bu arada “kuşluk sofrası” kurulurdu. O vakitler bunun adı “kuşluktu”. Bu günlere gelindiğinde bizim kuşluk kaybolup gitmiş yerini “Bıranç” diye bir kelimemi almıştı? Oysa her gelen kelime bedavaya mı geliyordu? Bizden hangi kelimeleri alıp götürüyordu? Evde ne varsa, ne

hazırlayabilmişse anacığım, onları sofraya getirip hep birlikte oturduk, bir yandan konuşuluyor diğer yandan da “kuşluk kahvaltısı” yapılıyordu. Biz, karşılıklı oturduğumuzda daha çok göz göze gelebiliyor olsak da utancımızdan yerin dibine geçiyorduk. Arada su dolduruyor, çay bardaklarını, sofranın kurulması ve kaldırılmasında anama yardım da ediyordu Nuriye. Böyle halleri beni daha çok meftun bırakıyordu. Farkında olmadan ara sıra konuşuyorduk bile. Ama sıradan şeylerdi bunlar. Birlikte ekin biçiyorduk sevdiğimle. Sevdiğim kızın yürek atışı, yüreğime vuruyordu sanki. Bu, düşlerle başımı sağa doğru çevirip şöyle bir bakmak istediğimde kalıç parmağımı kesiverdi. Küçük bir ah sesimle elindekileri bırakıp ne oldu, elini mi kestin? Hemen gelip parmaklarımı tuttu. Bir bez parçası bulup – dahası cebindeki mendilini çıkartıp- kanayan parmağımı sarıverdi. Canın çok acıyor mu diye sordu? Ben bu arada ellerimi tutuverdi ya, kendimden geçmiştim, parmağımın kesilmesini, acısını unutup Nuriye’nin bana olan ilgisinde kaybolmuştum. Parmağımı sarmıştı ki göz göze geldik ve tam bu esnada parmağını tuttum, elini ellerimin içine alıp “seni seviyorum” mu diyebilmiştim? Sen benim ay yüzlüm, ceylan gözlümsün Nuriye dediğimde, gözlerini benden hiç kaçırmadan “ben de bende seni seviyorum” mu demişti? Bunların pek ayrımında-farkında değildim. O an oldu olanlar. Ne olduysa o an oldu. Birden bire bırakıp ekin biçmeyi sürdürdü. Bende ona eşlik ederek anamın çağırmasına değin devam ettik. Neyse sözü uzatmayayım, anacım gördü parmağımın kesildiğini; bire oğlum dikkatli olsaydın ya? Çok bir şey yoktur umarım? Yok, yok dedimse de ana yüreği dağlamış gibi bana baktı bu fırsatı kaçırmadı Nuriye bir şey yok teyzeciğim, azıcık kesilmiş bende bez bağladım… Öyle mi kızım dedi… Çocukluk işte, tutunduğumuz bütün dallara benziyor aşk. Neye tutunacağını, nerde kalacağını, nasıl yol alacağını nasıl bilebilirsin ki? Günler geçer, yıllar geçer, köyden şehre doğru giden yol, köyle şehir arasına dağlar, duvarlar, engeller örer. .Güç yetiremez çocuğun rüyası. Çocukluk aşkı, öylesine içten ve yürekten bir aşktır ki bir ömür heybesinde onu bekler. Her nereye baksa, her nerede olsa bir gün çıkıp geleceğini düşünür. Günler, yıllar ve ömür bu bekleyişle gelir ve geçer. Yürek acısı, başka acılara benzemezmiş, hayat insana öğretiyor işte. 75


BANA MÜSTEARINI SÖYLE…

Takma adlar zamanla öyle yaygınlaşmıştır ki yazarların, şairlerin gerçek adları zamanla unutulmuş, mahlasları ön plana çıkmıştır Erbay KÜCET

akma isim, müstear, iğreti ad, mahlas, şimdilerde ise nick… Yazarlar, şairler farklı nedenlerle isimlerini gizleme ve/ veya saklamak istediklerinden olsa müstear isimle yazıp, kitap yayınlayanların sayısı da fazladır.Esasında 'müstear isim' ile 'mahlas' sözcükleri her türden 'takılmış ad' için rasgele kullanılmakta, ancak aralarında fark bulunmaktadır. Arapçadaki 'eğreti ya da ödünç olma hali' anlamına gelen 'ariyet' kökünden türeyen müstear isim kategorisine her türden 'takma ad' girerken mahlas ise, esas olarak Divan Edebiyatı geleneğimiz içinde 'yazılı eser üreten yazar ve şairlerin eserleri üzerindeki imzaları için kullanılagelmiştir. Halk edebiyatı geleneğimizde kullanılan takma adlara da ‘tapşırma’ denildiğini işin uzmanları ifade etmektedirler. Yani mahlaslar, müstear olan isimlerdir, ancak tüm müstear isimler mahlas değildir önermesini çıkarabiliriz. Takma adlar zamanla öyle yaygınlaşmıştır ki yazarların, şairlerin gerçek adları zamanla unutulmuş, mahlasları ön plana çıkmıştır. Edebiyat tarihi üzerine araştırmalar yapan akademisyenlerimiz ile konuya merak sarıp hafiyelikle yola çıkanlarımızın da yazar ve şairlerimizin gerçek isimlerini ortaya çıkardıklarını biliyoruz. Haliyle meraktan çok araştırmaya yönelik çalışmalar yapılınca kitap hacmine dönüştüğünden ‘Edebiyatımızda Müstear İsimler’ adıyla yayınlanmış eserleri meraklıları okumaya devam etmektedir. Araştırmacılarımız: takma isim/müstear kullanmanın sebeplerini divan şairi ve halk ozanları mahlas isimle şiir yazma ya da söyleme geleneğinden dolayı zorunluluk olarak gördüklerini, böylesi durumlara daha çok baskıcı yönetimlerin olduğu dönemlerde başvurulduğunu, genç yazarlar ya da ortaya koyduğu eserleri kendi ismine yakıştıramayan kalem erbaplarının yanı sıra toplumsal ve ekonomik sebepleri sıralamışlardır. Peyami Safa’nın para için yazdığı söylenilen polisiye/macera türü romanlarında ‘Server Bedii’ müstearını, Kemal Tahir’in de ‘Mike Hammer’ ismiyle yazdığını; Mehmet Akif’in bazı yazılarında ‘Bedayül Adem’ ve ‘Muammer Ferdi’ takma isimlerini kullandığını buralardan öğrendik. Kaçımız ‘Gaffar Taşkın’ ve ‘Mahmut Çukuroba’ müstearlarını Rasim Özdenören kullanmıştır deriz. Köşe yazılarında ‘Asım

sayı//61// ağustos 76


Yenihaber’ imzası D.Mehmet Doğan’ın başını derde sokarken mizah yazılarında ‘Halil Kaleli’yi tercih ettiğini bilenlerdeniz. Yedi güzel adamdan A. Erdem Beyazıt ise Adil olan ilk ismine Erbay soyadını ilave etmiş, Cahit Zarifoğlu ise Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can, Adem Yaşar, Ahmet Soyer, Hasan Işık gibi isimlerle farklı konularda yazıya imza atmıştır. Sait Faik Abasıyanık, Sait Faik Adalı, Sait Adalı, Adalı, Nakleden takma isimleriyle yazarken Nabi Avcı, Molla Kasım, Abdullah Karaca ve Enes Harman müstearlarıyla güncelliğini koruyan yazarlarımızdandır. Ünlü şairimiz İlhan Berk'in gerçek adının Emrullah İlhan Birsen olduğunu da bu vesile ile öğreniyoruz. Yavuz Bülent Bakiler ’in Cezmi Bülent, Bülent Cezmi müstearlarını, Arif Ay’ın Musa Deniz, Eyüp Önder, Halil Emre’si Sırrı Er’in Selim Er’iyle Rıfkı Kaymaz’ın Abdullah Çınar, Refik Selimoğlu ve Fatih Emre’sini de zikretmek gerekir. Mehmet Leventoğlu, Yasin Işık, Mehmet Yasin, Mehmet Yasinoğlu, Yeni İstiklal, Sait Yeni, Mehmet C. Güneş müstearlarıyla neredeyse rekor kıran şairimiz Sezai Karakoç’u unutmadan Cemal Süreya Adil Fırat, Ahmet Gürsu, Ali Fakir, Birsen Sağanak, Cemasef, Charles Suarez, Dr. Ali Hakir, Dr. Suat Hüseyin, Hasan Basri, Hüseyin Karayazı, Genco Gümrah, Osman Mazlum, Suna Gün, Yürüyen Adam müstearlarıyla yazdığını notlarımızdan aktaralım. Asıl adı Mehmet Nazım Ran olan Nazım Hikmet’i Orhan Selim, Ahmet Oğuz Saruhan, Mümtaz Osman, Ercüment Er, Adsız Yazıcı, Ahmet Cevat, Ben, Bendeniz, Fıkracı, İbrahim Sabri, İhsan Koza, İmzasız Adam, Kartal. İhsan, Mazhar Lütfi, Osman Cemal, Sarı Murat, Süleyman Sabur Ran’ı kullanarak rekora imza attığına şahitlik ediyoruz. Yazılarında Hüseyin Su ismini kullanan İbrahim Çelik’i yakından tanıyanların dışında bileni azdır. Emine Işınsu’nun Mehlika Arda, Nur İleri, Zeynep Tan, Emine Abla, Gönül Erdem lakapları ön plana çıkmazken Asıl adı Ahmet Agâh olan Yahya Kemal Beyatlı, Esrar Süleyman Sadi, Çamlar Altında Muhasebe ’sini de unutmadık. Ziya Gökalp, Tevfik Sedat, Demirtaş, Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Babası, Bimar, Büyük Baba diye yazarken Nurullah Ataç Sabiha Yağızlar, Alkan, Ahfeş, Süha Kavafoğlu, Ali Gümrükçü gibi takma adlarıyla

yazmıştır. Orhan Veli Kanık ise Mehmet Ali Sel ve Adil Han’ı kendisine isim yaparken asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, Bacaksız Orhan, Hayrullah Güçlü, Raşit Kemali ve Yıldız Okur’u tercih etmiştir. Peyami Safa’nın Server Bedi, Serazad, Safiye, Peyman ve Çömez darken Reşat Nuri Güntekin, Ateş Böceği, Ağustos Böceği, Yıldız Böceği, Cemil Nimet, Hayreddin Rüştü, Mehmet Ferit, Sermet Feri gibi birçok ismi uhdesine alırken Halide Edip Adıvar Halide Salih demiştir. Mizah yazarımız Rıfat Ilgaz, Mehmet Rıfat, Stepne, Remzi Işık’la idare ederken Haldun Taner Haldun Yağcıoğlu diyenlerden. Hamdullah Suphi Tanrıöver ise İstanbul Dürbün, Âmâ, Hasat, Hordebin, Keçiboynuzu, Münekkit, Sermuharrir, Sivri Sinek, Toplu İğne, Yatmazla müstearını çoğaltanlardan. Yasar Kemal'in Azmi Kütüvar müstear ismi ile yazdığını bilen pek az kişi vardır. Kemal Tahir Cemalettin Mahir, Körduman, Bedri Eser, Samim Aşkın, F. M. İkinci, Nurettin Demir, Ali Gıcırlı’yı kullanmış Melih Cevdet Anday ise Yaşar Tellidede, Niyaz Niyazoğlu, A. Mecdi Velet, M. C. A. H. Mecdi Velet, Yaşar Tellidere, Gani Girgin, Zater, Yaşar Tellioğlu ile idare etmiş. Deli Ozan ve Çamdeviren müstearını Faruk Nafiz Çamlıbel kapmış. Attila İlhan ise Abbas Yolcu, Beteroğlu, Ali Kaptanoğlu, Nevin Yıldız’ı kullanmıştır. Hemen bütün eserleri ve yazılarıyla mahkemeleri meşgul eden gerçek adının Mehmet Nusret olduğunu bildiğimiz Aziz Nesin’in Bahri Filefil, Berdi Birdirbir, Fettane Şatifil, Kerami Pestenkerani, Kerim Kihkih, Ord. Prof. Paf-Puf, Dr. Daim Değer, Oya Ateş, Vedia Nesin gibi müstearlarla idare ettiğini bilenlerdeniz. Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek, Adı Değmez, Ahmet Abdülbaki, Bankacı, Be-De, dedektif X Bir, Ha-A-Ka, Neslihan Kısakürek, Tanrı Kulu, Ozan’ı tercih ederken Halikarnas Balıkçısı ismi, Cevat Şakir Kabaağaçlı edebiyatımızda özel bir yere sahiptir. Yazdıklarını farklı bir adla yayımlamayı tercih eden Melih Cevdet Anday, Nurullah Ataç, Gürbüz Azak, İlhan Bardakçı, Tahir Fakir Baykurt, Dilaver Cebeci, Süleyman Tarık Buğra, Hasan Basri Çantay, Refik Halit Karay, Yaşar Kaplan, Bahattin Karakoç, Mustafa Kutlu, Nurettin Topçu, Mahmut Cahit Külebi, Adalet Ağaoğlu, Çetin Altan, Ataol Behramoğlu gibi isimlerin müstearlarını için biraz gayret etmenizi Erkam Aktaşlı istiyor. 77


ENSAR-MUHACİR

HAKKI BÂKİ

Suriyeli mültecilere şu ana kadar 37 milyar dolardan fazla para harcandı. Her şeyden önemlisi bu büyük göç dalgalarıyla birlikte Türkiye’nin demografik yapısı büyük değişime uğradı. Özellikle de İstanbul’un. Sabri GÜLTEKİN

unus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakmasıyla tetiklenen daha sonra Yemen, Libya, Bahreyn, Mısır ve Suriye’yi ölüm tarlasına çeviren “Arap Baharı”nın başlamasının üzerinden 9 yıl 7 ay geçti. Halkların demokrasi, özgürlük ve insan hakları taleplerinden ortaya çıktığı iddia edilen bu toplumsal, siyasal ve silahlı hareketten gayri meşru bir dünya peydah oldu. Afrika’dan Ortadoğu’ya uzanan kirli bir el özgürlük yerine, insanları yerinden yurdundan malından, canından, evladından, sevdiklerinden etti. Ölüm, kan ve gözyaşı Müslüman coğrafyasının her zerresine yayıldı. “Küresel Firavun”lar diktatör diyerek Saddam’ı, Kaddafi’yi katledip, Mursi’yi alaşağı edip yavaş yavaş canına kıyarken, eli kanlı Esed’in ipini uzattıkça uzattı. TÜRKİYE ÇOK TEHLİKELİ BADİRELER ATLATTI

Bütün bunlar olurken “Son Kale Türkiye” büyük badireler atlattı.

29 Nisan 2011’de Suriye’den ilk göç dalgası, 11 Mayıs 2013’de Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde başlayan canlı bomba saldırıları, 28 Mayıs 2013’destartı verilen Taksim Gezi olayları, 2016’da tam 17 kez patlatılan seri “canlı bomba” cinayetleri, 15 Temmuz 2016’da darbe girişimi, 24 Haziran 2018’de başkanlık sistemine geçiş sürecinde Türkiye patates ve soğanla başlayan ve dövizle devam eden ekonomik operasyonları vs. ülkemizin beka mücadelesinde atlattığı badirelerden sadece bir kısmı. GÖÇ DALGASI TSUNAMİYE DÖNÜŞTÜ

Beşşar Esed’in Suriye’deki zulmü arttıkça Türkiye göç akınlarına maruz kaldı. Türkiye dünyanın en cömert ülkesiydi, bunu bir kez daha dosta düşmana gösterdi. Bu göç dalgalarını Avrupa ülkeleri gibi dikenli tellerle önlemek yerine, “ensar-muhacir” şiarıyla hem hane, hem de gönül kapısını sonuna kadar açtı. “Araplar bizi arkadan hançerledi” yaygarasına inat Anadolu irfanının bir gereği olarak insanlar sadece ekmeğini değil, işini, aşını kendinden medet umanlarla bölüştü. Fakat bu göç dalgası öyle bir büyüdü ki, âdeta tsunamiye dönüştü. Göç dalgası Gaziantep’ten Şanlıurfa’ya, Hatay’dan Adana’ya, Mersin’den Kilis’e, Bursa’dan İzmir’e, Kahramanmaraş’tan Mardin’e öyle bir büyüdü ki, sayıları 3 milyon 657 bine ulaştı. sayı//61// ağustos 78


DEMOGRAFİK YAPIDA BÜYÜK DEĞİŞİM YAŞANDI

Memleketlerindeki iç savaş sebebiyle travma yaşayan ve “geçici koruma statüsünde” misafir edilen mültecilerin bu süre içerisinde, 276 bin 158 bebeği dünyaya geldi.(Gayriresmî rakamlar bu sayının daha fazla olduğunu ifade ediyor.) Suriyeli mültecilere şu ana kadar 37 milyar dolardan fazla para harcandı. Her şeyden önemlisi bu büyük göç dalgalarıyla birlikte Türkiye’nin demografik yapısı büyük değişime uğradı. Özellikle de İstanbul’un. Tâbi yoğunluklu olarak başı Suriyeliler çektiği için hep onlar gündeme geldi. Nijeryalılar, Senegalliler, Faslılar, Ganalılar, Gambiyalılar, Kamerunlular, Etiyopyalılar, Somalililer, Ugandalılar, Afganistanlılar, Türkmenistanlılar, Gürcistanlılar, Özbekistanlılar, Iraklılar, İranlılar ise mülteci dalgasının gündeme gelmeyen diğer yüzü. MEMLEKETİNDEN KAÇANLAR MİTİLİ İSTANBUL’A ATIYOR

Savaş, iç çatışma ve yoksulluk nedeniyle ülkelerinden kaçıp başka bir ülkeye gitmek isteyen göçmenlerin çoğu mitili İstanbul’a attı. Nijerya, Senegal, Afganistan, Irak, Suriye, Somali ve Filistin’den gelen göçmenler Avrupa yerine İstanbul’da kalmayı tercih etti. Fatih, Taksim ve Şişli’de yaşayan insanlar apartmanında, işyerinde, sokağında, caddesinde artık kendilerini yabancı hissediyor. Öyle ki, Aksaray başta olmak üzere bazı semtlerde gezinen yurdum insanı Arap, Afrika veya Türkî Cumhuriyetleri’nde bulunduğu vehmine kapılıyor. İstanbul bu anlamda mültecilerin kuşatması altında. Türkiye’yi Avrupa’ya geçiş noktası olarak görerek İstanbul’u mesken tutan ve burada kendilerine bir yaşam kuran mülteciler, Avrupa’ya gitme hayalinden vazgeçti. Başta Fatih, Taksim ve Şişli olmak üzere İstanbul’u milyonlarca Nijeryalı, Senegalli, Afganistanlı, Iraklı, Suriyeli, Gürcistanlı, Somalili ve Filistinli göçmen mesken tuttu. Özellikle Aksaray, Laleli, Yenikapı ve çevresinde yerleşenler burada ayrı bir dünya oluşturdu. BÜYÜK BİR MANEVİ ÇÖKÜNTÜ YAŞANIYOR

1470 yılında Fatih Sultan Mehmed’in emriyle İshak Paşa, Aksaray vilayeti halkının bir bölümünü İstanbul’a nakletmişti. İstanbul’un Türkleşip İslâmlaşma sürecinde iskânda değerlendirilmiş olan Aksaray halkı, Fatih ilçesi sınırları içinde kalan Aksaray, Cağaloğlu, Laleli,

Sofular mahallelerine yerleştirilmişti. Mahalle kültürünü yerle yeksan eden demografik değişim bu semti de yıktı geçti. Fazla parayı ve kirayı görenler mahallelerini terk edip kaçtı. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte İstanbul, “bavul ticareti” için “Laleli Piyasası”nı mesken tutan “nataşa”ların istilasına uğramıştı. Ticarette milyar dolarların döndüğü semt bir taraftan parasal zenginliğin zirvesine çıkmış, diğer taraftan ise ahlâkî çöküntüde dip yapmıştı. Aksaray’da Rus ve Rumen kadınlarla başlayan ahlâksızlık, farklı ülke ve renklerdeki iffetsizlerle devam ediyor. Bir avuç kalmış bölge esnafı ve insanı her geçen gün artan yasa dışı işlerden yaka silkiyor. Şimdi genelde İstanbul’un özelde Fatih’in hemen hemen bütün bölgelerine nüfuz eden Suriyeliler hayata tutunabilmek için kendi ticaret hanelerini, kendi gettolarını, daha doğrusu “Küçük Suriye”lerini inşa etmeye başladı. Millet Caddesi’nde ortaya çıkan ve Vatan’da devam eden ticari faaliyetler artarak sürdü. Tarihî Malta Çarşısı neredeyse Suriyeli esnafların egemenliğine geçti. Basit ifadeyle İstanbul’un dili de, rengi de değişti. TÜRKİYE ZORDA KALANLARA HEP KUCAK AÇTI Aslına bakarsanız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana da göç akımları hiç hız kesmedi. 1922 ve 1938 yılları arası Yunanistan’dan 384 bin kişi, 1923 ve 1945 yılları arası Balkanlar’dan 800 bin kişi, 1933 ve 1945 yılları arası İkinci Dünya Savaşı sebebiyle Almanya’dan 800 kişi, 1988’de Irak’tan 51 bin 542 kişi, 1989’da Bulgaristan’dan 345 bin kişi, 1991 yılında Körfez Savaşı sonrası Irak’tan 467 bin 489 kişi, 1992 ve 1998 yılları arası Bosna’dan 20 bin kişi, 1999’da Kosova’dan 17 bin 746 kişi, 2001’de Makedonya’dan 10 bin 500 kişi ve Nisan 2011 ve Temmuz 2019 dönemi arası Suriye’deki iç savaş sebebiyle 3 milyon 657 bin kişi topraklarımıza göç etti. Topraklarımızda yaşayan yabancıların toplam sayısı 5 milyona yaklaştı.

Son yıllarda “ikamet izni” ile Türkiye’de yaşayan yabancı sayısında adeta patlama yaşandı. İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2019 yılında Türkiye’de ikamet izni bulunan yabancı sayısının 938 bin 482’ye çıktı. Bu rakam 2018 yılında 856 bin 470 iken 2017 yılında da 593 bin 151 olarak kayıtlara geçti. “İkamet izni” ile Türkiye’de bulunan yabancılardan da ilk sırayı 104 bin 444 kişiyle Irak’ın aldığı görüldü. Irak’tan sonra ise 99 79


bin 643 yabancı ile Suriye’nin ikinci sırada yer aldı. İlk 10’un içinde yer alan diğer ülkeler ise Türkmenistan, Azerbaycan, İran, Afganistan, Rusya, Özbekistan, Mısır ve Kırgızistan oldu. Türkiye’deki ikamet eden yabancı sayısı 2019 yılında 938 bin 482’ye çıktığı çıktı. Bu göç dalgalarının her zaman en ağır yükünü çeken İstanbul’da resmi rakamlara göre kayıtlı 546 bin 296 Suriyeli yaşıyor.

entegre olamayan masum görünümlü “canlı bomba”lar... Fahiş fiyata kiralamak zorunda kaldıkları meskenlerinin kirasını denkleştirmek için canhıraş çalışanlar... İşsizlik karşısında çözümü evini başkalarıyla paylaşarak apartman hayatını kaosa sürükleyenler... Kısacası kaotik bir sürecin travması yeni yeni açığa çıkmaya başladı.

“KÜRESEL FİRAVUNLAR”IN KİRLİ OYUNU DEVAM EDİYOR

Süpermarketler bakkalı, siteler ve gökdelenler komşuluğu, mülteciler ise mahalle kültürünü bitirdi. Hülasa vize ile girilmesi teklif edilen İstanbul’dan “yol geçen hanı”na evrilen İstanbul’a gelindi. Her gün biraz daha yozlaşan ve kimliksizleşen İstanbul risk altında!.. İnsanlar tedirgin. 155 çağrılarından artık emniyet güçleri bunalmış vaziyette. Derdini milletvekiline, şehreminine, muhtarına anlatamayan vatandaş huzursuz.

“Ensarlık” ve “muhacirlik” olgusu bu topraklarda her daim bâki bir hak. Fakat durum bu defa çok yönlü ve izaha muhtaç… “Küresel Firavunlar”ın kirli oyununun piyonu olarak savaş, iç çatışma ve yoksulluğun pençesine düşürülen milyonlarca insanlar üzerimize salındı. Fatih Sultan Mehmed’in müjdeli askerlerle, kadırgalarla, Şahî toplarla, kılıçlarla fethettiği İstanbul, en büyük mülteci dalgasıyla âdeta istilaya uğradı. Arkası kesilmeyen kamikaze saldırılarıyla ekonomimiz çökertilmeye çalışıldı. Ekonominin sarsılmasıyla 2017’de “Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun Uygulanmasına İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapan” yönetmelikle Türkiye’ye 2 milyon dolar yatırım yapan veya 1 milyon dolarlık ev alana, başka bir şart aranmaksızın vatandaşlık verilmesinin yolu açıldı. Arkasından 2018’de yine aynı yönetmelikte yapılan değişiklikle bu rakam1 milyon dolardan 250 bin dolara indirildi. MÜLTECİLERİN REHABİLİTE EDİLMESİ ŞART

Esed’in zulmünden kaçarak Türkiye’nin bütün bölgelerine dağılan Suriyeli mültecilerin rehabilite edilmesi birinci ve hayati öncelik arz etmektedir. Bize sığınan bu insanlar hem maddi, hem de manevi olarak yaralı. Vatanını, toprağını, malını, canını, namusunu kaybetmiş. Atlatılması kolay bir durum değil. Hem devlet, hem de milletimiz “Şarkta bir Müslümanın ayağına diken batsa garptaki bunu yüreğinde hissetmiyorsa gerçek iman etmiş sayılmaz” düsturu gereği bütün mazlumlara olduğu gibi Suriyelilere de “ensar”lık kapılarını sonunu kadar açtı. İnsanlığın ve İslâmlığın gereği olarak ekmeğini bölüştü. Fakat süreç uzadıkça problemler çıkmaya başladı. MASUM GÖRÜNÜMLÜ “CANLI BOMBA”LAR...

Bütün zorluklara rağmen “muhacir ruhlu” kalmaya çalışanlar... Yaşadığı topluma sayı//61// ağustos 80

YOZLAŞAN İSTANBUL RİSK ALTINDA!..

“Toplum ve Siyaset Mühendisliği”ne soyunarak ülkemizi dizayn etmek isteyenler fırsat kolluyor. Bunun için mülteci manipülasyonu, sosyal medya dezenformasyonu ve terör tetikte bekliyor. Geçtiğimiz Cuma günü Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde patlayan bombalı aracı iyi tahlil etmek gerekiyor. ERGÜN TURAN HEM MASADA HEM SAHADA ÇALIŞIYOR

Bu yazının yayınlanmasından sonra çiçeği burnundaki Fatih Belediye Başkanı sayın Mehmet Ergün Turan beyefendi ile sohbet etme fırsatım oldu. 31 Mart seçim günü başkanlığını ilk tebrik edenlerden olmanın rahatlığıyla eleştirilerimi birer birer sıraladım. Söze, “Sayın başkanım her ne kadar 25 yıldır yerel yönetimler olarak AK Parti İstanbul’da iktidar olsa da, Fatih Belediye Başkanı olarak bir “işiniz zor” diyerek başladım. Arkasından, “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Toplu Konut İdaresi (TOKİ) eski Başkanı olarak sizin binaları inşa etmedeki maharetlerinizi biliyoruz. Ancak Fatih’te çığ gibi büyüyen demografik ve kültürel erozyona biran önce çözüm üretmenizi bekliyoruz. Binalar yıkılır-yapılır, fakat nesil bozulursa onun çaresi yok” diyerek sözlerime devam ettim. Bu sıkıntıyı kimsenin görmemesi, üzerini örtmesi mümkün değil. Başkan hak verdi. Söylediklerimi önemsediklerini, bununla ilgili acil çözüm üretmek için hem masada, hem de sahada büyük bir gayret sarf ettiklerini ifade etti.


Şehir Hafızamızı Tutan Bir Kitap Yazar: Fahri TUNA Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

ŞEHİR VE KÜLTÜR dergimizin Şehir Portreleri yazarı ve Editörlerinden Fahri Tuna, Şehir ve Kültür dergisinde yayınlanmış 40 Şehir Portresini bir kitapta topladı.. Anadolu’dan Rumeli’ye; Mardin’den Mostar’a, Adapazarı’ndan Adana’ya, Üsküp’te Ankara’ya, Gaziantep’ten Gümülcine’ye, Diyarbakır’dan Gagauz Yeri’ne, Trabzon’dan Prizren’e, ruhuna nüfuz ettiği 40 ayrı şehrin hikâyesini anlatıyor. Hayy Kitap’tan yayımlanan eseri hakkında konuşan Tuna, “Türkçe bin yıldır Anadolu topraklarında, altı yüz elli senedir de Balkanlar'da yaşıyor. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun, Osmanlı nice kadim şehri aynen korumuş, ihtiyaç gördüğü her yere camiler, medreseler, hanlar, köprüler serpiştirerek… Yakmamış yıkmamış, aksine; yaşamış, yaşatmış! Osmanlı şehirlerinde her şehir “kendisi” olmuş, herkesin “kendisi” olduğu gibi. Herkes kendisi kalmış, “bir bütünün özgün bir parçası” olarak. Her şehir Osmanlı kanaviçesinin özgün bir rengi kalmış. Zira Osmanlı medeniyeti ilmek ilmek, eser

eser, vakıf vakıf dokumuş tezgâhında bu şehirleri. Fahri Tuna der ki; “Ben bu kırk şehre gittim, gördüm, yaşadım. Kulak kesildim sırlarına. Tanıştık, ahbap olduk onlarla. Neler anlattılar, neler: Osmanlı şehirleri ne besteler terennüm ediyor, onlara kalbini açana. Kalbim onlarda kaldı, yalnız. Okuyunca sizin de kalabilir, diyeyim baştan. Kitabımdaki bu kırk şehir portesi, daha önce Şehir ve Kültür Dergisinde yayımlanmış yazılarımdan oluşuyor. bu vesile ile Şehir ve Kültür Ailesi'ne ve hassaten Mehmet Kâmil Berse'ye çok teşekkür ediyorum. Bu kitabımda, Osmanlı medeniyetinin izlerini sürecek, bu kırk şehrin portresini okuyacak, nabzını tutacaksınız. Anadolu’dan Balkanlar’a; Mardin’den Mostar’a, Konya’dan Kırcaali’ye, Urfa’dan Üsküp’e. Kuru bir nostalji kitabı değil elbette bu eser. Okura sorumluluk da yükleyecek; bu şehirleri yaşamak ve yaşatmak gibi. Osmanlı şehirlerinin ayak izlerini takip etme zamanıdır şimdi.” . Bilindiği gibi daha önce Fahri Tuna’nın ‘Akşamın Aydınlığında Portreler’ (2010), ‘Yaşa’yan Portreler’ (2015), ‘Kırk Güzel İnsan’ (2017) adlı portre kitapları yayımlanmıştı. Fahri Tuna halen Türk portre edebiyatında yaşayan on portre yazarı arasında yerini almış bulunmaktadır. Fahri Tuna kimdir?: 1959’da Sakarya’da doğdu. İTÜ SMF’den Endüstri mühendisi olarak mezun oldu. 25 yıl kamuda çalıştıktan sonra daire başkanı olarak kültür sanat yöneticiliğinden emekli oldu. GAP’ta ve Balkanlar’da vali kültür sanat danışmanı, İzlenim, Yedi İklim, Türk Edebiyatı, Dergâh, Ay Vakti, Hece, Hece-Öykü, Irmak, Ihlamur, Çalı, Balkan Türküsü, Şehir ve Kültür, Kültür Ajanda, Edebiyat Ortamı ve Mahalle Mektebi dergilerinde, portre ve denemeleriyle göründü. Irmak (132 sayı), Abbara (4 sayı) ve Balkan Türküsü (8 sayı) kültür sanat dergilerinin genel yayın yönetmenliklerini yürüttü. TÜGED 2010 “Yılın Kültür Adamı”, TYB 2011 “Yılın Şehir Kitabı Yazarı” ödüllerine değer bulundu. Tuna’nın 6’sı biyografi, 4’ü portre olmak üzere yayımlanmış on kitabı bulunmaktadır.

ŞEHİR K İ TAP

40 ŞEHİR PORTRESİ

81


HAC, BÜTÜN İNSANLIĞIN

ARINMA VASITASIDIR!

İlkel kavimlerde, Hac anlayışını besleyen ana faktör ulûhiyet duygusunun tecellisine herhangi bir yerde ulaşma arzusudur. Kabileci, milli ve evrensel dinlerin hepsinde Hac ibadeti vardır. Muhsin İlyas SUBAŞI

ac” kelimesi: /yönelmek, toplanmak ve ziyaret etmek/ anlamına gelmektedir. İslami tanımı ise, imkânı olan her Müslümanın belirlenmiş bir zaman içerisinde, ömründe bir defa, Kabe’yi tavaf etme, Arafat’ı, Mina’yı, Müzdelife’yi ziyaret etmesi, kurban kesmesi ve belli ibadetleri yeri-ne getirmesidir. Hac, sosyal bir olgu olarak insanoğlunun toplu yaşama içgüdüsünü besleyen zaruretlerden birisi olarak görülmüştür. İnsanın var olduğu günden buyana Hac ibadeti,hemen her toplumun kendi dini değerleri anlayışına göre yaşatılmıştır. İlkel kavimlerdeki uygulamalar bize gösteriyor ki, insanlar bu vesileyle bir araya gelebili-yor, bir ortak düşünce etrafında toplanabiliyorlardı ve medenileşmeye doğru olumlu adımlar atabiliyorlardı. İlkel kavimlerde, Hac anlayışını besleyen ana faktör ulûhiyet duygusunun tecellisine herhangi bir yerde ulaşma arzusudur. Kabileci, milli ve evrensel dinlerin hepsinde Hac ibadeti vardır.

sayı//61// ağustos 82

Kaynaklar, M.Ö. 2. Bin yıldan itibaren insanların topluca yaşadıkları vahalarda ve şehirler-de hac olgusuna rastlanmaktadır: Babilonya’da Nippur, Asur’da Ninova, Mazisi 12 bin yıl önceye dayanan Göbeklitepe tapınakları da böyle bir anlayıştan kaynaklanarak oluşturulmuş ibadet yerle-ri olmalıdır. Hititlerde de Başraahip sıfatıyla Kral kış aylarında hac yerlerini ziyaret ederdi. Çin’de Hem Taya bağlı olanların, hem de Budistlerin beş ayrı dağın tepesindeki kutsal mekânları da ziyaret yerleriydi. Kuzeydoğu Çin’de bulunan ve beş tepeyi kapsayan Wut’ai-bhan mabedi asırlardır sadece Çin’den değil, Japonya’dan, Moğolistan’dan, Mançurya, Orta Asya ve Hindistan’dan hacılar ziyarete gelmekteydiler. Hindistan’da hac mekanları ise, güneyde Comorin< doğuda Orissa, batıda Kathiavar ve Himalaya dağları azizlerin inzivaya çekildikleri hac mekânlarıydı. Buralarda yıkandıktan sonra hac alanlarının etrafında dönmek (tavaf etmek) haccın esaslarından birisiydi. Hinduizm’de Benares’i ziyaret ve Ganj nehrinde yıkanmakta bir hac ibadeti olarak görülür. Buda’nın aydınlanmak için gittiği Bodh Gaya’de Hindistan’da Budistlerin en önemli hacca gittikleri yerlerden birisidir. Ayrıca Budistler, Buda’nın doğduğu, yaşadığı ve öldüğü yerleri birer hac alanı olarak görürler vi ziyaret ederler. Japonlar ise Budist inancının yüksek dağ tepelerini ziyaret yeri olarak görmeleri de bir hac ibadeti tarzıdır. Helenistik-Roma döneminde, özellikle Nil deltasında hac ibadeti vardı. Osiris’in evi hac edilen yerlerden birisiydi. Heredot, Bubadiste gelen hacıların sayısının700 bin olduğunu söyler. Suriye’de ise Hierepolis önemli haç merkezlerinden birisiydi. Yahudilikte Tevrat, erkeklerin yılda üç defa Kudüs’teki Yahve’yi ziyaret etmeleri mecburi-yetini getirmiştir. Hz. Süleyman’ın mabedinden kalan ağlama duvarı Yahudiler içi önemli bir ziya-ret yeridir. Mişna’da yer alan Hac esaslarına göre, Yahudilikte hac sadece erkeklere mecburidir, kadınlar, yaşlılar, hastalar, köleler, çocuklar ve diğerleri bundan sorumlu değildir. Hıristiyanlığın ilk asırlarında Yahudiler gibi Kudüsü ziyaret etmişlerdir. Bizans İmparatoru Kostantinos, burada kiliseler inşa ederek hac ibadetini geliştirmek istemiştir. Daha sonra Filistin ön plana çıkmış ve Beytülphm’daki Hz. İsa(nın doğduğu ev ile çarmıha gerildiğine inanılan Golgo-ta ziyaret yerine dönüştürülmüştür. Hıristiyanlar haç ibadeti için


herhangi bir zaman kaydı yok-tur. Günümüzde ise kutsallaştırılan hemen heryerde mahallin örfüne göre hac ziyaretleri yapıl-maktadır. İslam’da ise hac farizasına hemen bütün Müslümanlar manevi arınma olarak bakmışlardır. İslam’da tek hac mekânı Kâbe’dir. Kuran- Kerim’de birçok ayette Kâbe’nin önemine vurgu yapıl-maktadır. Kâbe’nin inşa tarihini net olarak bilemiyoruz. Hz. Âdem’in yaptığı, Şit Aleyhisselam’ın ile İdris Aleyhisselam’ın kendi dönemlerinde tamir ettiği, arkasından Hz. İbrahim’in yeniden düzen-leyip b.ugünkü şekline kavuşturduğu bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Kuran-ı Kerim’in birçok ayetinde Kabe ve Hacca vurgu yapılarak şöyle denilmektedir:: “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabed) Mekke’deki (Kabe)dir. (Ali İmran 3/96) “Ona yol bulabilenlerin Beytullah’ı haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Al-i İmran; 3/97) “Biz beyti insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamını namaz yeri edinin. Biz İbrahim ve İsmail’e, ‘Tavaf eden, ibadete kapanan, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik. İbrahim, ‘Rabbim, burayı emin bir şehir yap! Halkından Allah’a ve ahiret gününe iman edenleri çeşitli meyvelerle rızıklandır’ dediğinde -Allah-, ‘Kim inkâr ederse onu kısa bir süre -dünyada- faydalandırır, sonra da cehennem azabına sürüklerim. O ne kötü bir akıbettir!’ demişti. Bir zamanlar İbrahim İsmâil ile beraber evin temellerini yükseltir-ken, ‘Ey rabbimiz, bizden kabul buyur! Şüphesiz sen işitensin, bilensin, demişlerdi” (el-Bakara 2/125127);

tamamen İslam dışı unsurlardan arındırılmış ve Müslümanlara has bir ibadet şeklini almıştır. Dinî bir sorumluluk kadar, sosyal bir olgu olarak da bakan İslam’ın bu vecibesi, bugün dünyada mevcut İslam ülkeleri için önemli bir ortak değer olarak görülmektedir. BİR TEMENNİ:

İslam öncesinde Araplar burayı ‘panayır’ dediğimiz açık pazaryeri olarak kullanmışlardır. Bu panayırlarda sadece ticaret yapılan yer değil, kültürel etkinliklerin olduğu da görülmektedir. Günümüzde de, bu uygulama daha düzenli dini atmosferi doğurmuştur. Bunun yanında, Hac ibadeti için gelen Müslüman ülkelerin insanları, manevi ve kültürel etkinlikler için burada arzu edilen seviyede bir organizasyon yapmamaktadır. Sanırız, Haccı sadece İbadete doğru yön-lendiren yanlış anlayış buradan doğmaktadır Hâlbuki dünyanın birçok ülkesinden gelen 5 milyona yakın insanın, ortak değerler etrafında fikir alış-verişi yapacağı toplantıların bu ibadet döneminde de icra edilmesi gerekir. Hac ibadetinin icrası nihayetinde Kurban bayramından önceki birkaç gün içerisinde başlıyor ve Kurban kesimiyle sona eriyor. Genelde orada Hacı Adayları, 35-40 gün tutulmaktadır. Bu süre içerisinde bu insanların yaptığı tek şey, Kâbe’yi tavaf etmek, umre ziyaretinde bulunmak ve alış-verişle vakit geçirmektir. Böyle bir ortamda bütün İslam ülkelerinden, din adamlarının, aydınların, kültür adamlarının, sanatçıların, bilgi şöleni, tebliğlerle ve konferanslarla hem ülkelerini temsil hem de ülkele-rarası İslam’ın sosyal ve kültürel boyutuna yeni değerler ve zenginlikler aktamalı çok daha verimli olmaz mı?

“Bir zamanlar İbrahim’e beytin yerini göstermiş -ve şöyle demiştik-: Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf eden, kıyamda bulunan, rükû ve secde edenlere evimi temiz tut” (el-Hac 22/26)

Haccın Ruhaniyeti’nin duygularıma yansıyan diliyle aşağıdaki şiir oluştu:

Hac ibadeti, varlıklı olan Müslümanlar için ömürlerinde bir defa yapmakla mükellef oldukları bir ibadettir. Hac, Arapların İslam’dan önce de yaptıkları bir panayır görüntüsü şeklindey-di. Kaide ve kuralları İslam’la belirlendi ve Hicretin 9. Yılından itibaren, Hz. Muhammed’in “Bu yıldan sonra, hiçbir müşrik hac yapmayacak, kimse Beytullah’ı çıplak tavaf etmeyecektir” (Buharı ‘Hac’ 67) hadisiyle,

Bir gönül mevsimi kapına geldim, Sevgilim, Sultânım, Efendim benim. Seninle üzüldüm, seninle güldüm, Sevgilim, Sultânım, Efendim benim…

NÂT-I ŞERİF

Zamanın dilinden gönlüme aktın, Kaç hamı pişirdin, erittin, yaktın, Beni benden aldın, bana bıraktın, Sevgilim, Sultânım, Efendim benim… 83


HERSEKLİ ARİF HİKMET

RIDVANBEGOVİC

İstanbul’da iyi bir eğitim gören Arif Hikmet, ana dilleri BoşnakçaTürkçe yanında Fransızca’yı da hem konuşuyor hem de yazıyordu. Her Osmanlı aydının bildiği Arapça ve Farsça dillerine de hakim idi. Oldukça güçlü bir hafızaya sahip olan ARİF Hikmet, Hafız’ın şiirlerinin bir kısmını ezbere biliyordu. Davut NURİLER

smanlı divan edebiyatının, önemli son temsilcilerinden biridir. Şairliğinin yanında mecelle gibi çok önemli bir hukuki metnin hazırlanmasında yer almış olması onun güçlü hukukçu kişiliği hakkında ip ucu vermektedir. Şinasi ve Leskofçalı Galib’in etkisi altında yetişen Arif Hikmet, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi önemli şahsiyetleri etkilemiş, edebiyatımız 19. Asır edebiyatnda, hem şiir hem nesir alanında derin izler bırakmıştır. Mehmed Akif, İbn-ül-emin Mahmud Kemal İnal, Eşref Edip gibi fikir dünyamızın tarihi şahsiyetlerine, ilham kaynağı olduğunu biliyoruz. Her alanda batı etkisinin altına giren Osmanlı toplumunun modernleşme sürecinde Arif Hikmet’in dönemin getirdiği değişimle ilgili yorumları incelenmeye değer niteliktedir. Arif Hikmet, Tanzimat fermanının ilan edildiği 1839 yılında Mostar’da doğdu. Dedesi Ali Paşa Rıdvanbegoviç Hersek Sancak beyi idi. Yeniçeri ocağının lağv edilmesi ile Osmanlı’da baş gösteren sıkıntılı yıllarda önce dedesini kısa bir süre sonra da babasını kaybetti. Tüm toprakları ellerinden alınan aile, önce Saraybosna’ya sonra İstanbul’a bir daha geri dönmemek üzere sürgüne gönderildi. Tahsiline Mostar’da başlayan Arif Hikmet 13-14 yaşlarında iken yaşadığı zoraki yer değiştirme sebebiyle tahsiline İstanbul’da devam etti. Arif Hikmet beyle ilgili bilgi ve eserlerin günümüze ulaşmasını sağlayan kişi İBNÜL-EMİN MAHMUD KEMAL İNAL’dır. Eğer Mahmut Kemal İnal Bey hatırasına sahip çıkmasaydı bu değerli şahsiyet hakkında belki de hiçbir şey bilmeyecektik. Arkasında evlat bırakmayan Arif Hikmet’in tüm terekesine sahip çıkan Mahmud Kemal İnal, onunla arkadaşlık yapmış, vefatından sonra yazdığı KEMAL-ÜLHİKME adlı eserle, bu kıymetli münevveri tanımamıza vesile olmuştur. Arkasında bıraktığı divanı ve diğer eserleri şimdiye kadar çok az araştırmaya konu olmuştur. 1986 yılında Metin Kayahan Özgül’ün yazdığı ve Kültür bakanlığının yayınladığı biyografi dışında Arif Hikmeti konu alan başka kitabın yayınlanmadığını söyleyelim. Arif Hikmet beyi Bosna edebiyat dünyasına tanıtan kişi ise Saffet Beg Başagiçtir. Hatta divanından bazı bölümler Boşnakçaya tercüme dilerek zamanın edebiyat dergisi BOŞNJAK’da yayınlanmıştır.

sayı//61// ağustos 84


İstanbul’da iyi bir eğitim gören Arif Hikmet, ana dilleri Boşnakça-Türkçe yanında Fransızca’yı da hem konuşuyor hem de yazıyordu. Her Osmanlı aydının bildiği Arapça ve Farsça dillerine de hakim idi. Oldukça güçlü bir hafızaya sahip olan ARİF Hikmet, Hafız’ın şiirlerinin bir kısmını ezbere biliyordu. Sadaret (Başbakanlık) mektubi kaleminde memuriyete başlayan genç Arif Hikmet, 22 yaşında encümen-i şuara’ya ( şairler meclisi) dahil oldu. Hatta bir ara bu meclis onun evinde toplanıyordu. Bu şairler meclisinde, Osman Nevres Efendi, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi dönemin meşhur şairleri, her hafta düzenli buluşuyor yazdıkları eserleri birbirlerine sunma imkanı ve o zamanının gündemini de tartışma imkanı buluyordu. Batıda boy gösteren yeni fikir akımları bu gençleri de cezp ediyor dolayısıyla şaierler meclisi, muhalif fikirlerin boy gösterdiği bir ortama dönüşüyordu. Bu şairler meclisi ortamı aynı zamanda bir rekabet alanı idi. İstanbul edebiyat camiası bu buluşmalardan sonra Arif Hikmeti ve eserlerini tanıma imkanı bulmuştu. Bir yıl kadar düzenli bir şekilde devam eden bu toplantılar her nedense sona erer. Bu arada Arif Hikmet de sadaretteki memuriyetten ayrılmak zorunda kalır. Kısa bir süreliğine memleketi Bosna’ya giden Arif Hikmet dönüşünde Ahmed Cevdet Paşa’nın desteği ile adliye vekaletinde müşavir olarak işe başlar. Müşavirlik işinin bitimi ile, Manastır, Yanya, Kastamonu Cezayir ve Adana gibi vilayetlerde 20 yıl süreyle hakimlik yapar. Osmanlı’nın farklı vilayetlerindeki bu hakimlik görevi ona geniş bir hukuki bakış açısı kazandırmış olacak ki, Adliye vekaleti bünyasinde kurulan Divan-ı Ahkamı Adliye MECELLE’yi hazırlamak gibi önemli bir göreve getirilmesini sağlar. Başkanlığını Ahmed Cevdet Paşa’nın yaptığı bu divanda, Arif Hikmet de görevlendirilir ve önemli katkılar sağlar. Mecellenin te’lif ve neşredilmesinden sonra yazdığı bir risalede, mecellenin yorum ve tenkidlerini yapar. 1902 Yılının ramazan ayında hastalanır. Gırtlak kanseri olduğu tahmin edilen hastalığa dayanamayarak mayıs 1903 yılında mayıs ayında vefat eder. Mehmed Akif, cenazesine çok az kişinin katılması sebebiyle toplumun bu vefasızlığına sitem eden bir de şiir yazmıştır.

Topkapı’da annesinin de medfun olduğu yerde toprağa verilmiştir. ARİF HİKMET’İN ESERLERİ

İki dilde şiir yazacak kadar güçlü bir yeteneğe sahip olan şairimiz ana dili Boşnakça dilinde şiirler yazmış ancak İstanbul’da bu şiirleri okuyup anlayacak bir okuyucu kitle olmadığı için yayınlama imkanı bulamamıştır. Onun en önemli eseri klasik divan şairlerinin formuna sadık kalarak yazdığı divanıdır. Bu divanda Hz. Peygamberi öven na’t, iki münacaaat, bir tehlil bir tazarru’ vardır. Devamında Hz.Ali ve Oğlu Hz Hüseyni öven şiirler bulunur. Ömrünün son yıllarında sık sık tekkelere gitmeye başlayan Arif Hikmet’in eserlerinde derin tasavvufi izlere rastlıyoruz. Mevlana Celaleddin Rumi ve Mesnevi, Üsküdar’daki Bedevi tekkesi, Arif Hikmetin şiirlerinin konuları arasındadır. Arif Hikmet şiir yanında nesir eserler de yazmıştır. Bunlar arasında en önemlisi hemen ölümünden sonra Saraybosna’da yayınlanan GAYRET dergisinde yayınlanan CİVİLACİJA (Medeniyet) adlı uzun bir makaledir. Makalenin yayın tarihi 1906 yılına tesadüf eder. Sultan II. ABDÜLHAMİD’in yönetimi bırakmak zorunda kalması ile Osmanlı Dünyası her yönü ile karanlık bir döneme girdi. Balkan harpleri ve akabinde başlayan I. Cihan harbi ile devletimiz dağıldı. İstiklal Harbi ile Anadolu coğrafyasında kurtarabildiğimiz bir vatan parçası ile bağımsız bir devlet ile varlığımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Ancak alfabe değişimi sebebi ile Osmanlı geçmişimiz ile bağlarımız kopmuş vaziyettedir. Arif Hikmet ve benzeri çok sayıda aydınımızı yeni nesillerle buluşturmak ihtiyacı var, bu kısa makale ile bu amaca hizmet edebildi isem kendimi mutlu sayacağım. 85


eytan bir koro şefi gibi çalışıyor. Ekibinde eli kanlı teröristler, hırsızlar gaspçılar yalancılar iftiracılar, münafıklar, tefeciler uyum içinde çalışıyorlar. Şeytan; kumarla, fuhuşla ve nemelazımcılıkla küfür korosuna bir girizgâh yapıp ardından savaş, yıkım ve kaosun enstrümanlarını devreye sokarak konserini icra etmeye devam ediyor.

POSTMODERN LUTİLİK,

EVRENSEL SATANİZM

Çoğulculuk, demokrasi, insan hakları, eşitlik, özel hayat ve benzeri kavramları kullanarak yaptıkları yıkımı meşru göstermeye çalışan bir ekip durmadan bu şer odaklarını cilalamakla meşgul. Mehmet BAŞ

Şeytanın çok sesli konserini ayakta ve alkışlarla seyreden illuminati teşkilatı, evangelistler ve siyonizmin baronları artık şeytanla bütünleşerek yekvücut bir şeytan oluyorlar. Televizyon ekranlarından bir kanalizasyon gibi akan yarışma programları futbol maçları ve diziler aracılığıyla sosyal medya araçlarıyla insanların ömür sermayelerini çalıp birer köleye çevirmek artık bu şeytan teşkilatları için birer çocuk oyuncağı hükmünde. Hangi limana demir atacağını bilmeyen bir gemi gibi yüzüp duruyor insanlık. Kadınları erkek gibi erkekleri kadın gibi davranışlara sürükleyen gizil ve karanlık bir öğrenme süreciyle karşı karşıyayız. Mahremiyet perdeleri hayâsızlığın rüzgârında yırtılıp durmakta. Kalplere ekilen günah tohumları küfür başaklarında boy vermekte. Fabrika ayarlarıyla oynanmış bir dünya ile karşı karşıyayız. Günümüzde şeytanın korosunda başköşeyi lutiler alıyor. Şeytandan aldıkları komutlarla yaratılış ahengine bıçak sokan bu fıtratı bozulmuş iblisler ile güneydoğunun bir kasabasında Mehmetçiğe kurşun sıkan mahlûklar aslında aynı koronun birer elamanıdırlar. Şeytan bir işaret veriyor dağda ki teröristle, Taksim’deki luti aynı hizada uygun adım marş pozisyonuna geçiyorlar. Bunlar isyandan yıkımdan ve tuğyandan beslenen birer yılan gibi toplumu zehirlemeye kalplere nifak tohumları saçmaya devam ediyorlar. Allaha karşı savaş açarak yine Allahın mülkünde ve yine Allahın verdiği nimetlerle büyük bir nankörlük içine giriyorlar. Şeytanın kendini kamufle etme araçları günümüzde aşırı derecede gelişmiş durumda. Kendisi perde arkasında görülmezken elemanları her yeri işgal etmiş konumda. Çoğulculuk, demokrasi, insan hakları, eşitlik, özel hayat ve benzeri kavramları kullanarak yaptıkları yıkımı meşru göstermeye çalışan bir ekip durmadan bu şer odaklarını cilalamakla

sayı//61// ağustos 86


meşgul. Bir taraftan her türlü değerimize maddi ve manevi saldırılar gerçekleştirirken diğer taraftan da mazlumluk edebiyatı yapmak bu kesimin ikiyüzlülüğünün bir yansıması olarak duruyor. Aynı kesim sadece bu cepheden değil Müslüman bir görüntünün içine saklanıp suret-i haktan görünerek de saldırılarına devam ediyor. Fakat bunlar pirincin içindeki beyaz taşlara benzediği için bunları ayırt etmek gerçekten çok zor.

Her kuş kendi cinsiyle uçar. Kartal kartalla, karga kargayla uçar. Kültürel olarak biz kendi kalelerimizi kurup büyük milletimizin ve kutlu dinimizin değerlerini gençlerimize aktaramadığımız müddetçe birileri televizyon, moda, müzik, sinema, futbol üzerinden temel değerlerimizi bir bir çalarak yerine köksüz ve sahte değerler inşa edeceklerdir. Asıl olan inşa faaliyeti yoldan köprüden binadan ötede insanı ve medeniyetimizi yeniden inşa edebilmektir.

Bakışlarımızı medyaya çevirdiğimizde satanizme hizmetkâr olan bazı medya mensuplarının dini bir vecd içinde lezbiyenleri, homoseksüelleri, transseksüelleri savunduklarını görebiliriz. Moda sinema ve müzik sektörüne kurdukları kolonilerle toplum ağacını kökünden kurutmaya çalışan ve çoğunluğu madde bağımlısı olan bu yapının mensupları satanizmin büyük ağa babaları tarafından kollanmakta ve korunmaktadır. Bundan dolayı bu sektörlere yeteneklide olsa çoğu insan dâhil olamamaktadır. Bu sektörlerin insana direk ulaşabilecek kanallar olmasından dolayı şeytan tarafından daima kontrol altında tutulması gerekmektedir.

Üç kıtada at koşturup Viyana önlerinde atını sulayan bir milletin geçinmek için Almanya’ya giden ve birkaç nesil sonra dejenere olup dönüşerek mankurtlaşan nesillerini gördükçe üzülmememiz elde değildir. Kendi milletini sırtından hançerleyenlerin bu milletin kanını taşıdıklarına inanmamız mümkün değildir. Ermeni’den daha çok ermeni, lutiden daha çok luti olanların nasıl bir savruluş içinde olduklarını anlamamız mümkün değildir.

İnsanın yaratılıştan gelen onurunu ayaklar altına alıp varoluşun şifreleriyle oynayıp her türlü edep sınırını çiğnedikten sonra onur kavramını ağızlarına almaları bunların nasıl bir kirli oyun içinde olduklarının işaretidir. İnsanı tamamen yanlış veya aşırı yorumlayan bu güruh aslında ipleri büyük şeytanların elinde olan birer kukladan başka bir şey değildirler. Bedenleri üzerinde tasarruf etme yetkisini kendi kendilerine verenlerin daha sonra aynı bedenleri kapitalist kültürün birer tüketim nesnesi olarak piyasaya sunmaları ilginçtir. Burada sosyalist dünya görüşüne sahip olan insanların burjuvaların birer fantezisi durumuna düşen bu yapıyı savunmaları aslında ideolojik bir intihardan başka bir şey değildir. Buradan yola çıktığımızda aslında kapitalizmin yaşaması için bu tür aykırı yapıların olması ve kurgulanması gerektiğini anlayabiliriz. Birde bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim düsturuyla meseleye baktığımızda bu lutileri destekleyen kişilerin çoğunun içinde açığa çıkmamış veya deşifre olmamış bir durumun yattığını düşünebiliriz. Çünkü insanları dostluk bağıyla bir araya getiren çoğu zaman aynı duygular aynı bakış açılarıdır.

Yıkıcı ve bölücü terör örgütleri ile bunların meşru uzantısı konumunda olan sivil toplum kuruluşları ve lutilerin eylemlerde aynı fotoğraf karesine girdiklerini görünce şeytan yoluna dâhil olanlardaki birlik ve beraberliğin neden mili ve manevi değerleri savunan insanlarda olmadığını sormadan edemiyoruz. Asıl birlik olması gerekenler birleşemezken hayatta bir araya gelmemesi gereken yapılar bir araya geliyorsa bu işte bir terslik olduğunu söyleyebiliriz. Taşların bağlandığı köpeklerin ise salındığı bir modern dünya haritasında; yerde sarhoş kusmukları, havada bomba atan demirden kuşlar, evlerde sırıtan modacı gaylar, filmlerde lezbiyen oyuncular, sokak başlarında torbacılar , yüksek katlı evlerde sıfırlanmış komşuluklar ve futbol tribünlerinde birbirlerinin annelerine söven mahlûkatları seyrederken batmış bir mülteci teknesinde kucağındaki oyuncak bebeği ile ölüme kulaç atan bir küçük çocuğun gözlerini hangi şair hangi şiir anlatabilir. Silah tüccarlarıyla uyuşturucu baronlarıyla fuhuş ve kumar mafyalarıyla anarşizmin kol gezdiği post-modern dünyanın sokaklarını gökkuşağının yedi rengiyle değil isterlerse güneşle boyasınlar bunların kalplerindeki siyahlık hiçbir zaman kapanmayacak etraflarına yaydıkları siyahlık gün geçtikçe büyüyecektir. Allahın laneti bu sapkınların üzerinde olsun bunlara kalben dahi buğz etmeyen Müslüman görünümlü şarlatanlar ise bizden uzak dursun. 87


EMEKLİ GAZETECİ’NİN GÖZÜNDEN

KÜLTÜR, SANAT VE İNSAN Diyebiliriz ki bizi biz yapan, şiirimizi, romanımızı, haber üslubumuzu inşa eden, İstanbul ve bu aziz şehirdeki büyük sanatkârlarla sohbetlerimizdir. Elbette, yaklaşık 40 yıldan beri okuduğum kitapların da hayatımda derin tesirleri vardır. Ekrem KAFTAN

evdiğin işi yap, ömür boyu çalışma” anlamınca, 30 yılı aşkın gazetecilik hayatının ardından, emekli maaşı almak üzere, aktif meslek hayatına ara verdim. 28 Şubat günü emekli olduğum için dostlara arada, “28 Şubat mağduruyum” diyerek latife yapıyorum. Meslek hayatım boyunca yaşadıklarımı, tanıdıklarımı, kendileriyle gazeteler için veya radyo programlarında mülakat yaptıklarımı, hatırımda kaldığı kadarıyla yazmaya devam edeceğim. Bendeniz, meslek hayatını ekseriyetle kültür sanat muhabiri olarak sürdürdüğüm için, çok şükür ülkemizin mümtaz kültür ve sanat adamlarıyla tanışma ve bol bol sohbet etme imkânı buldum. Şunu iftiharla söylemek isterim ki, meslek hayatımı para kazanmaktan daha çok adam kazanmak, bilgi, kültür ve görgümüzü arttırmak için kültür sanat sahasında sürdürdüm. Kültür ve sanatın devlet ve millet nezdinde itibar görmesi için, hakiki sanat adamlarını arayıp bulmak, onları ve sanatlarını tanıtmak için çok fazla mücadele verdim. Benim meslek hayatımın merkezinde daima kültür ve sanat olduğu için elbette çok güzel insanlar tanıdım. Farklı sanat alanlarında en azından teorik bilgilere ve estetik bir bakış açısına sahip oldum. Kendilerine talebe gibi yaklaştığım kıymetli hocalarımız, ilimlerini ve fikirlerini, sanata bakış açılarını anlatmaktan kaçınmadılar. Bu fakiri talebeleri gibi görmek lütfunda bulundular. Ben de her vesileyle onların ülkemiz çapında daha çok tanınması, eserlerinin alıcı bulması ve sanatlarının gelecek nesiller tarafından da öğrenilmesi için elimden geleni yaptım… Çalıştığım son kurum olan AA’da daha çok yönetici mevkiinde bulunduğum için, maiyetimizdeki genç muhabirleri daha çok kültür sanat sahasında haberler, araştırmalar, mülakatlar yapmaları için teşvik ettim. Velhasıl, ne kadar neyi başardım bilemem ama birçok sanatkâr büyüğümüz, benim haberlerim sayesinde Türkiye’de daha çok insana ulaştıklarını, onlardan uzak kalmaya mecbur hale geldiğimizde kendilerinin unutulduğunu söylemek lütfunda bulundular. Emekli olduğumu öğrenen hemen bütün dost, ahbab ve tanıdıklarım, İstanbul’dan ayrılamayacağımı, boş oturamayacağımı ve üretmeye devam edeceğimi söyleyerek, hüsn-i zanlarını ifade ettiler. Diyebiliriz ki bizi biz yapan, şiirimizi, romanımızı, haber üslubumuzu inşa eden, İstanbul ve bu aziz

sayı//61// ağustos 88


şehirdeki büyük sanatkârlarla sohbetlerimizdir. Elbette, yaklaşık 40 yıldan beri okuduğum kitapların da hayatımda derin tesirleri vardır. Zaman zaman insanlarımızın zaaflarını görmek, sanat camiasının birbirlerine bakış açılarına şahit olmak, keyfimizi kaçırsa da bütün bunların insânî olduğunu düşünerek teselli buluyoruz. Hazin ki okuduğum kitaplarda gördüğüm eski insan tipimiz artık bugün çok fazla yok. Kâmil insan, kâmil sanatkâr bulmak o kadar zor hale geldi ki… İnsanlarımız, akıl, mantık, vicdan, gönül, iman, irfan, ahlak gibi insanlığı tamamlayan evsaftan maalesef epeyce mahrum. Tabii bu mahrumiyet en başta bizim için olmalı ki muhataplarımızı öyle görüyoruz… Sanat ehli ekseriyetle icra ettiği sanatın menbaına inip, bir kitap medeniyetinin icablarını kendi öz nefsinde yaşamak hususunda arzu ettiğimiz gayretten uzak yaşıyor… Kıskançlıklar, birbirini ardından çekiştirmeler, ben daha iyiyim, anlayışı, sanat camiasına karşı muhabbetimizi arada sarsıyor olsa da başka bir dünya olmadığı hakikatini düşünerek, her insanımızın güzel taraflarını görüp öylece sevmeyi kabul ettik. Ashab-ı Kiram arasında dahi zaman zaman tatsız hadiselerin yaşandığı hakikatini unutmamak gerek. Peygamber çocuklarının birbirini öldürdüğü, kardeşlerini kuyuya attığı, peygamber olan babasına iman etmediği bir dünyada, mükemmel insan aramak safdillik olur. Sanatkârlarımızın verdikleri eserin kıymeti çok mühimdir. Her sanatkâr, kendi ruh ve bilgi dünyasını eserine aksettirdiği ölçüde kıymetli eser veriyor. Biz de eserlerinden hareketle, sanatkârlarımızı daha çok tanıtmaya gayret ettik… Artık bir emekli olarak bunları yazarken, bilhassa sanatın ve kültürün merkezi olan İstanbul’da, hakikaten çok kıymetli çok az büyük sanatkâr kaldı. Bazıları maalesef ömürlerini tamamlayıp terk-i dünya ederken, geride kalanlar bize teselli oluyor. Yeni yetişen genç sanatkârlar arasında tanıma imkânı bulduklarımız maalesef çok az. Elbette onların arasından da çok iyi sanatkârlar çıkacaktır, çıkıyordur… Asıl mesele, devletimizin kültür ve sanata bakış açısındaki yetersizliktir. Devlet ricali arasında, sanat ve estetikten nasibi olan az insanımız var. Hayata bakışları siyasetle sınırlı olduğu için, savunucusu oldukları Osmanlı Cihan Devleti’nin büyük bir medeniyet devleti olmasının sebeplerini araştırmaktan

mahrum bulunuyorlar. Hâlbuki bugün turizm adına para kazandıkları en güzel eserlerin kâhir ekseriyeti yine Selçuklu ve Osmanlı medeniyetinin eserleridir. Ruhen ve fikren tekâmül: Bilgi ve kültürün derûnîleştirilmesi ile mümkündür. Siyasete atılarak mevki ve makamları işgal edenlerin, bu başarılarındaki sır bilgileri, kültürleri, sanata ve hayata bizim medeniyetimizin bakış açısıyla bakmaları değil, daha çok politikaya yakınlıktaki maharetleridir. Haliyle devlet ricalinin, Zirve dönemi Osmanlı Devlet ricali gibi olmasını beklemek çok fazla iyimserlik olur. Zira, padişahından sadrazamına kadar şair ve sanatkâr olan bir devletin kurduğu medeniyet ve ortaya koyduğu eserler ile bu günün anlayışı aynı seviyede olmayacaktır. Ben emekli oldum diye elbette köyümüzde tavuk yetiştirerek ömrümü tamamlamak niyetinde değilim. Tavuğu bile eski usullerle yetiştirmenin çok elzem hale geldiği günümüzde, insan yetiştirmenin ehemmiyetini idrak ettiren Rabbimize şükürler olsun. Rabbimiz ömür verirse yine okumaya, yazmaya, bildiklerimizi muhataplarımıza anlatmaya gayret edeceğim inşallah. İstanbul’da yaşayıp yaşamamak bu saatten sonra çok da mühim değil. İnternet çağında bilgiye ulaşmanın kolaylığı, kültür ve sanat eseri vermek için çok iyi imkânlar sunuyor. Bir de İstanbul’un son 15 yılda tarihi kimliğinden tecrîd edilmeye çalışıldığını görmek, beni bu aziz şehirden uzak durma hususunda maalesef zorluyor… Sevgili dostlar… Doğru bildiğim yolda şaşmadan, ümitsizliğe düşmeden, her gün yeni bir heyecanla yürümeye çalışmaktan başka çarem yok. O halde nerede yaşadığımızın ne ehemmiyeti var. Nâbî Halep’de uzun yıllar yaşamış. Fuzûlî Bağdat’ın küçük bir beldesinde ömrünü tamamlamış… Yunus, Anadolu’nun küçük bir köyünde yatıyor. Karacaoğlan, İstanbul’u herhalde hiç görmemiş… Gönülde ummân var ise her yer ilhâm verir… İnsan, yeter ki kendi iç âleminin sonsuzluğunu keşfedebilsin… İstanbul Dersaadettir… Elbette asırlarca İstanbul’dan idare edilen bütün beldeler de Dersaadetin bir parçasıdır. Nasıl Üsküdar’da bir Harem varsa, Denizli’de de bir İstanbul vardır… Çünkü bir İstanbul şairi bu şehirde yaşıyor vesselam…Bu şehirden Dersaadet’e ,yani Şehir ve Kültür’e yazı yazmaya devam edecek bir Dersaadet şairiniz var.. 89


KIYMETLİ MAKALELER, SEÇKİN ESERLER

EDEBİYATIMIZA ADANMIŞ ÖMÜR

SAİM SAKAOĞLU

Saim Hoca’nın bütün kitapları gibi Kömen Yayınları’ndan çıkan Benim İstanbul’um’da, 1959-1965 yılları arasında yaşadığı Dersaadet’i anlatıyor. Mehmet Nuri YARDIM

Onun biyografisi, kitaplık bir çalışmadır ki, buradaki yerimiz almaz. 28 Şubat 1939 tarihinde Konya’da doğdu. Hâkimiyeti Milliye İlkokulunu (1946-1951), Konya Lisesi’nin orta kısmını (1951-1955) ve lise kısmını (19551959) bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden diploma aldı (1961-1965). Ayrıca Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu da bitirdi. İlk görev yeri Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’dir (1965-1967). Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, önce asistan (1967-1971), sonra sırasıyla asistan doktor (1971-1977), doçent doktor (1977-1988) unvanlarını aldı. 1988 yılında Konya Selçuk Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne profesör olarak atandı. İki dönem Eğitim Fakültesi Dekanlığı’nda bulundu (19881994). 1994’ten sonra bölümüne döndü, emekli oluncaya kadar bölüm başkanlığını da yürüten Sakaoğlu, 20 Mart 2006 tarihinde yaş haddinden emekli oldu ama mektuplarıyla, konuşmalarıyla, makaleleri ve eserleriyle talebe yetiştirmeye devam ediyor. Saim Sakaoğlu’nun eserleri, makaleleri ve bildirileri İngilizce, Almanca, Fransızca, Makedonca ve Japonca dillerinde de yayımlandı. 60’dan fazla basılmış eseri bulunuyor.

rof. Dr. Saim Sakaoğlu’nu tanımak, sohbetinde bulunmak, onunla seyahat etmek, dostluğunu kazanmak bir lütuftur. Cenab-ı Allah o bahtiyarlığı fakire de nasip etti, şükürler olsun. 2000’li yıllardı. Akşehir’de Nasreddin Hoca Sempozyumu’na davetliydim. Bir çok Türkolog gelmişti toplantıya. Hepsi tebliğlerini sundu. Nasreddin Hoca’nın ne büyük bir kültür hazinesi olduğunu o gün daha iyi idrak ettim. Şairliği, düşünürlüğü, kalenderliği, dervişliği… Kısacası bir ufuk turuna çıkmıştık o üç günde. Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Hoca’nın tebliğini o gün salonu dolduran bütün dinleyicilerle birlikte pürdikkat dinlemiştik. Hocanın nükteleri, hatıraları, sohbetleri o kadar faydalı, o kadar yürek sarıcı idi ki… Sempozyum sona ersin istememiştim doğrusu. Ama çabucak bitti ve İstanbul’a döndüm. Saim Hocamla o gün kurduğumuz sağlam dostluk bağı, elân devam ediyor. Konya-İstanbul hattı ve irtibatı aralıksız sürüyor. Bir kültür, sanat, medeniyet ve edebiyat sakasıdır Saim Hoca… Konya’da yaşayan, Mevlâna’nın hemşehrisi aziz hocamızı buradan saygıyla selamlıyorum.

sayı//61// ağustos 90

Hakkında dergi özel sayıları ve kitaplar hazırlandı. Türk Fıkraları ve Nasreddin Hoca, Nasreddin Hoca Fıkralarından Seçmeler, Nasreddin Hoca (Ali Berat Alptekin ile beraber) Saim Sakaoğlu’nun Nasreddin Hoca ile ilgili olan eserleridir. İlim adamımızın, bu kitapların dışında Gümüşhane Masalları, 101 Anadolu Efsanesi, Türk Çocuklarına Masallar, Kıbrıs Türk Masalları, Azerbaycan Âşıkları ve El Şairleri I-II, Dadaloğlu, Ercişli Emrah, Bayburtlu Zihnî, Dadaloğlu Bibliyografyası gibi eserleri bulunuyor. AKŞEHİR’DEN BÂBIÂLİ’YE NASREDDİN HOCA

Bu mümtaz ilim adamını, İstanbul’daki dostlarımla da tanıştırmak istedim. Davetimizi kırmadı ve 18 Nisan 2013 tarihinde Bâbâli Sohbetleri’nde bize Nasreddin Hoca’yı anlattı. Salondaki kalabalık dinleyici kitlesinin ağzı açık kaldı. Nasreddin Hoca’yı hiç böyle bilmiyorlardı. Konuşmasına başlarken kendisini şöyle takdim etmişti: “Bana Nasreddin Hoca’nın avukatı diyorlar.” Saim Hoca, Nasreddin Hoca


ismi altında nasıl terbiyesizce, anlatılamayacak fıkralar uydurulduğunu ve bundaki kastın hem ‘hoca’ imajını hem de ‘din adamlığı’ kavramını yıkmak olduğunu teferruatıyla dile getirmiş, “Hocaya atfedilen fıkraların zekâtı bile ona ait değildir.” demişti. O toplantıda kendisine, “Aziz Hocam, siz Nasreddin Hoca’nın dünya çapındaki uzmanısınız. Her yerde Hoca’ya yakıştırılan fıkralar anlatılıyor, yazılıp çiziliyor. Bir fıkranın Nasreddin Hoca’ya ait olup olmadığını nasıl bileceğiz?” diye sormuştum. Saim Hoca bu suale şu cevabı vermişti: “Bunun testini yapmak çok kolay. Ben de bu şekilde hareket ediyorum. Nasreddin Hoca adı üstünde, bir âlim, hoca, İslam büyüğü... Dolayısıyla ondan kötü söz, müstehcen laf sadır olmaz. İslamî âdâba aykırı bir şey söylemez, anlatmaz. Edeb sınırını aşıyorsa bilin ki o fıkra Nasreddin Hoca’ya ait değildir, rahatlıkla reddedebilirsiniz.” DOSTLARINA, MESLEKTAŞLARINA YILIK MEKTUPLAR

Saim Hoca kıymetli bir ilim adamıdır. Aşılamayan makaleleri, geçilemeyen eserleri ortada. Ama o aynı zamanda beşerî münasebetleri de son derece mükemmel bir kültür adamıdır. Meselâ her yıl yakın dostlarına, talebelerine, meslektaşlarına elektronik posta üzerinden ‘yıllık mektup’lar yollar. Bunlar muhtasar kısa metinler değil, teferruatlı malumattır. Hakikaten yıllık gibi olan bu mektupların bir kısmı, şükürler olsun ki, bana da ulaşmıştı. Hocanın dost halkasına dahil olanlar, onun birikiminden, müktesabatından mutlaka istifade ederler. Ne de olsa merhum Mehmet Kaplan’ın talebesi! Onun gibi geniş ufuklu, müşterek çalışmalara sıcak bakan bir organizatördür aynı zamanda. Bu ‘yıllık mektup’ların dışında irtibat hâlinde olduğu özge dostları vardır. Onları da modern mektuplardan (e-posta) mahrum etmez. Benim “Saim Sakaoğlu Dosyası”nda böyle 20-30 mektup vardır ki, ileride küçük bir kitaba bile dönüşebilir, inşallah diyelim. KONYA BEREKETİ

Konya, Selçuklu Medeniyetinin başkenti, merkezi ve odağı. Bereketli topraklarıyla biliniyor ama sadece arazisi değil ilim adamları da öyledir. Geçen yıl Konya TYB beni bir konuşma için davet etmişti. İyi ki gitmişim. O gün Saim Sakaoğlu Hocamızla bir arada olmak benim için unutulmaz bir armağan ve saadet

vesilesi oldu. Toplantıdan sonra yeni neşredilen eserlerini lütfedip imzalayınca dünyalar benim olmuştu.. Ad Bilimi Yazıları, Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar, Fahrünnisa Mahallesi Çaybaşı Caddesi, Efsane Araştırmaları, Ansiklopedi Maddelerim:1 Konya Üzerine Maddeler, Ansiklopedi Maddelerim: II İstanbul Üzerine Maddeler, Sâim-nâme ve Benim İstanbul’um. Bu seçkin eserlerden hatırattan bir kaç kelâm ile bahsedeyim: Saim Hoca’nın bütün kitapları gibi Kömen Yayınları’ndan çıkan Benim İstanbul’um’da, 1959-1965 yılları arasında yaşadığı Dersaadet’i anlatıyor. Nehir gibi akıyor kaleme aldığı her yazı. Meselâ Ad Bilimi Yazıları kitabının 13. Bölümü “Meyve, Bitki Çiçek ve Ağaç” başlığıyla başlıyor. Teberrüken bir parça okuyalım: “Çocukluk ve gençlik çağları, arkasında kocaman bir bahçenin ve üzüm bağlarının bulunduğu iki katlı geleneksel bir evde geçen biri olarak Konya’nın bitki, bahçe ve çiçek kültüründen söz etmemek doğru olmayacaktı. Dağıtmakla bitmeyecek bir zenginliğe sahip olan şeker armudunun, kayısı ve erik türlerinin, nerdeyse bir mahalleye yetecek dutların yetiştiği o bağ ve bahçelerin yerinde yükselen on iki katlı yapıları gördükçe zamanın mı insanın mı daha hoyrat davrandığını anlayamıyorum. Bu bölüm biraz bizim bahçe, biraz komşularımızın bahçelidir. Biz, göz açıp o bağları ve o bahçeleri gördüğümüz için başka illerimizin bağ ve bahçelerine sırayı denk getiremedik. Kütahya fişnesini, tavşanbaşı elmasını, büzgülü üzümünü bir daha yiyemeyeceğim korkusu, damağımda hâlâ izlerini taşıyan o günlerin hatıralarına sarılmaktadır. Hüsnüyusuf olarak adlandırdığım yıldız çiçeklerimizi, gündüzleri uyanık, geceleri kapanık olan uyku çiçeklerimizi, cânım sarmaşıklarımızı acaba bizlerden sonra kimler bir daha gündeme taşıyacaktır? Şu satırları okurken belki de bu çiçekleri gözlerinizin önüne getirecek, belki de kokusunu hissedeceksiniz. Bizim kuşak böyle bir kerpiç evli, çelenli duvarlı, meris duvarlı ortamlarda ömür sürdülerdi. Şimdiki gibi jiletli koruma tellerini hiç düşünmemiştik ki...” Aziz hocam, Allah’tan sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum. Siz yazın biz okuyalım. Değerlerimizi ve medeniyetimizi sayenizde daha çok sevelim. 91


ŞEHİRDE YAŞAMAK TARİHE MÜHÜR VURMAKTIR

Taş kimliktir bazen. Sizden önce o topraklarda var olan insanı, insanlığı, medeniyeti ve o medeniyetin iz düşünlerinin kimliğini taşırlar üzerlerinde. Görmeyi bilenler bu taşın izleklerinin peşine düşerler. İmdat AKKOYUN

nsan ki büyük bir medeniyettir. Bu kendiliğinden oluvermez. Bunun için gezer, tozar, koşar, yürür, çalışır, çabalar. Durağanlığı yenmek için değişiklik ister. Gittiği yerlerden yeni edinimlerle yolculuğuna renk katar. “Tebdil-i mekanda ferahlık var” diye özdeşleştirmiştir eskiler bunu. İnsan gezerek farklı mekân, farklı şehir, farklı düş ve düşüncelerin peşine takılarak kendini anlamlandırmak ister. Bu yüzden gittiği yerlere sadece bakmaz, görmek de ister. Görmek sadece gözün gördüğü değildir elbette. Gönle dokunan, kalbe dokunan derinlikli bir bakıştır görmek. Tarihin derinliklerinde yatan izler bunlardandır görenlere. Böylesi gözlere takılan mermerler, tuğlalar, granitler sıradan taş parçalarından biri değildir. O taş kaç bin yıllık tarihi seyri olan derin bir izlektir iz sürmesini bilenlere.

sayı//61// ağustos 92

Taş salt bir taş değildir bazen. Bazen büyük bir hikâyedir taş. Haceru’l- Esved mesela. Bakanlar için siyah bir taştır. Fakat tarihi derindir. İnsanın cennetten gelen seyrini imleyen koca bir tarihtir o. Taş kimliktir bazen. Sizden önce o topraklarda var olan insanı, insanlığı, medeniyeti ve o medeniyetin iz düşünlerinin kimliğini taşırlar üzerlerinde. Görmeyi bilenler bu taşın izleklerinin peşine düşerler. Bir hülyaya dalmaktan korkmayanlar için gizemli bir yolculukta başlamış olur böylece. Bazen taş taş üstünedir. Her taşın kendi başına bir hikâyesi vardır. O taşlar üst üste gelerek kendi medeniyetlerini oluşturmuşlardır. Her taş farklı biçimi, rengi, şekliyle, sitiliyle kendi medeniyetinin izleklerini taşırlar. Selçuk’tayız. İzmir Selçuk’ta. İzmir’e yaklaşık 70 km. Tarihi bir kalenin eteklerine konaklayan bu ilçenin ilk dikkat çeken yerindeyiz: Selçuk kalesinde. Kale aynı zamanda ilçenin tarihi seyri ile ilgili de ilk ipucunu veriyor bize. M.Ö 20003000 yıllarına dayanıyor tarihi. Fakat bizim için Milatla başlayan kısmı daha bir önem arzediyor şimdilik. O da bugün daha çok Hristiyanlar için öne çıkmış olan St. John Yani Aziz Yahya yani Yuhanna.. İncil’İn dördüncüsünü yazan Hz. İsa’nın aziz havarilerinden en azizi. Zira Hz. İsa hayatta iken kendisine inanan on iki havariden en küçüğü, en sevgilisi, en azizi, en sevimlisi diye anılandır o. Şimdi insanın aklına ilk başta ne alaka diye gelebilir. Zira Hz. İsa Filistin’de dünyaya gelmiş, ona inanan bu on iki havari de burada idi. Hz. İsa gayr-i Müslimlere göre öldürülmüş İslam’a göre ise Allah katına yükseltilmiştir. İşte o havariler Hz İsa’nın göğe yükselmesinden sonra her biri tebliğ için dünyanın fakrlı yerlerine dağılmışlardır. Bunlardan St. John diğer havari öz kardeşi Yacop (Yakup) ile beraber Hz. İsa’nın kendisine emanet ettiği Meryem ile birlikte Roma imparatoru ve halkını tebliğ etmek için bugünkü Anadolu, o zaman ki Asya’ya doğru gelmişlerdir. Kardeşi Yakup dönemin Roma kralı Herod Agrippa tarafından M.S. sonra 42-44 yıllarında öldürülür. Sonrasında St. John yani Yahya’yı yol buralara kadar getirmiştir. Aziz Yahya yani Yuhanna’nın ömrünün bundan sonraki yıllarını 90-95 yaşına kadar burada yaşadığı ve “Yuhanna İncil”ini de burada yazdığı tahmin edilir. Roma ve halkı tarafından tecrit edilen bu mü’minler daha sonra Roma devletinin Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etmesinden sonra buralar daha bir önem kazanır. Dünün tecridi St. John bugün tarihi değeri ve efsanesidir artık. 4. yy.da St. John’un


mezarının üstüne tarihi bir bazilika inşa edilir haç şeklinde. Bazilika bir nevi bizdeki külliye tarzındadır. Bu bazilika tarihin farklı seyirlerinde 5. ve 6. yy.larda Roma dönemi ve Hristiyanlık âleminin kralları, komutanları tarafından her defasında genişletilerek, düzeltilerek farklı çehrelerle yenilenerek devam eden süreç Anadolu’nun İslam’la tanışmasına kadar devam eder. İslam kaynaklarına göre Hz. Meryem, oğlu İsa’dan 6 yıl sonra bu topraklarda vefat etmiştir. Mezarı da ihtimal buralardadır. Fakat bugün Meryem Ana kilisesi olarak adlandırılan mabedin daha çok bir efsaneye dayandığı kesin. Bir Alman rahibin rüyasıyla yola çıkılan bu efsanenin tarihi 19. yy. sonları ve 20. yy. ortalarına dayanmaktadır daha çok. Onu da bir başka yazıda yazarız inşallah. Kalenin hemen biraz aşağısında bugün tarihi kalıntılarıyla tarihe tanıklık eden Efes’in yerleşim olması ise bütün bunlardan daha sonradır. Yaşamak tarihe mühür vurmaktır. Kale ve etrafı 13. yy.dan itibaren yeniden İslam’la tanışmıştır. Zira arada fetret devrini çıkarırsak İslam Hz. Âdem(as)’dan bu yana tektir. Bütün Peygamberler Allah’ın aziz dinini yeryüzünde baki kılmak için gönderilmişlerdir. Selçuklular bu bilinçle buraya “AYASULU” kutsal ilahiyatçı diyerek hem Hz. İsa’nın bu havarisine saygı hem de o tarihi izi yaşatmışlardır. 14. yy. da Aydınoğulları beyliğinin başkentliğini yapan şehir hassaten kalede de kendini gösterir. Aydınoğulları o güne kadar daha çok Roma ve Hristiyan merkeziliği yapan kaleye ve şehre kendi mühürlerini vurmaya başlarlar. Beylik kalenin en üst tarafında olan bazilikanın yerine bir sarnıç inşa eder. İhtimal o günlerde nef, narteks ve apsisin olan kısımları tonozla örtülmüştür. Beylik döneminin İslami izlekleri bununla da sınırlı kalmaz. Beylik kaleyi alır almaz buraya hemen sarnıcın alt kısmına şehre bir mühür gibi bir camii inşa ediyor. Şunu unutmayalım ki o dönemde şehrin yaşamı eski Roma döneminden itibaren güvenliğinden dolayı daha çok kale içinde devam ediyor. 2009 yılında yapılan kazılarda caminin çevresindeki evler daha çok Selçuklu dönemine ait olduğu görülmüştür. Evliya Çelebi’nin 1670 yılında ziyaret ettiği ve Seyahatnamesinde bahsettiği evlerde ihtimal bu evler. Tarihin çeşitli zamanlarında yapılan tamiratlarla Osmanlının son dönemine kadar gelmiş, yüzyılımızda ise kaderine terk edilmiştir. Oysa bakanlıkça bu taş duvarlar ve minaresinin yarısı yıkılmış cami restora edilerek hem tarihi mühürlüğünü, hem de işlevselliğini devam ettirebilirdi.

Gerek kaleden kuş bakışı baktığınızda, gerekse kaleden çıkar çıkmaz çevrenize baktığınızda sizi selamlayan daha başka Aydınoğulları’ın vurduğu İslam mühürleri olacaktır etrafta. Hemen önünüzde küçük bir mescid hüviyetinde Alparslan Camii mesela. Sırtınızı kaleye verip sağa doğru ilerlediğinizde ise sizi İslam dünyasının büyük bir mimari özelliklerinden olan Ulu Camii modellerinden İsa Bey Camii karşılar. 1348- 1390 gibi kısa sayılabilecek bir tarihine bu kadar muhteşem eserler bırakan ve yaşadığı coğrafyaya İslam mührü vuran beyliğe ve kurucularına gerçekten hayırla yad etmemek mümkün değil. Bunların en başında da İsa Bey Cami geliyor. Aydınoğlu İsa Bey Camii 1375 yılında inşa ettiriyor. Camii şehrin başkent olması hasebiyle de dev bir yapı olarak tasarlanıp inşa ettirilmiş. Mimari Ali ibn Dımışki yani bugün artık Suriye içerisinde kalan Şam’lı bir mimardır. Zira girişteki kitabede de “Mehmetoğlu İsa Bey ve Dımışıklı oğlu Ali” yazmaktadır. Malum o vakit Şam İslam beldesinin derin bir menbaı, ilmin beşiklerindendir. Camii Şam Emeviye, Harran ve Diyarbekir Ulu camii planlarının daha küçük ölçekte planlanmasından oluşmuş. Selçuklu ve Osmanlı mimarisinden farklı olarak kareye yakın bir plan üzerine inşa edilmiş ve kıble yönünde uzayan iki sahanlı kapalı kısmın üzeri ortada iki kubbe ve yanlarda ahşap kırma çatılarla örtülmüştür. Kuzeyde ise ortasında şadırvan olan revaklı avlu yer alır. Yazık ki bugün doğu ve batı kapıları üzerinde yükselen minarelerden biri yıkılmıştır. Hâsılı İzmir’in bu küçük, şirin ama bir o kadar da tarihi ilçesi Selçuk bugün daha çok Hristiyan dünyasının ilgisi merkezi gibi reklam edilse de aslında bizim için yani İslam dünyası içinde hatrı sayılır tarihi izleklere sahiptir. Bugün çoğu gezenin birer taş yığını, mermer parçası olarak görülen o yerler derinlikli düşünenler, görmesini bilenler için büyük bir tarihin izdüşümleri olarak durur önümüzde. Hassaten İslam dünyası için yapılan mimariler ülkemizin birçok yerinde olduğu gibi malesef burada da yetim ve öksüz gibi elinden tutulup kaldırılmayı bekliyorlar hazin bir şekilde. Umut edilir ki tez zamanda ayağa kaldırılır ve böylece bu coğrafyanın İslam beldesi olduğu hissedilir ve hak eden ilgiyi de görür. Ne demiştik; yaşamak tarihe mühür vurmaktır. 93


ŞEHİR SOHBETLERİ 20

ŞEHİR VE KAHVALTI Kahvaltı önce şehirlerde, kasabalarda başladı, yayıldı. Köylere girişi daha sonralara rastlar. Şehir veya kasabalarda kahvaltı eylem ister. Çorbalıkları biriktiren yaşam tarzı henüz kahvaltılıkları evde tutmaz. Onun yerine bakkaldan alınır. Önce sabah kalkılacak çocuk çarşıya gönderilecek bakkaldan gram ile peynir, siyah zeytin alınacak, kese kâğıdına konacak, borç defterine yazılacak, fırından sıcak ekmek veya pide yanına katılacak,…. Ahmet NARİNOĞLU

orba hikâyemiz Şehir sohbetlerinde bir teklif ortaya atıldı. Sohbetleri kahvaltılı yapalım diye. Kahvaltı mekanların da hoş ortamlarda yene içile sohbetin tadına varalım dediler. Bize de önceden şu kahvaltı vakasını tanımak düştü. Kahvaltılı sohbette kahvaltı üzerine sürdü. Bizim kuşak kahvaltıyı nerden bilsin? Biz çorba kuşağıyız. Çorba kültüründen geliyoruz. Bizim kültürümüzde önce çorbalar vardı. Kahvaltı yoktu. Sabah çorbaları olurdu. Anadolu’da kahvaltı mı vardı? Çorba içilirdi. Çeşit çeşit. Odun ateşinde kalaylı kazanda kaynatılan, ortada kapta birlikte kaşıkla içilen, ekmekle yenen sabah öğünü. Gerçi çorba diğer vakitlerde de sofrada bulunsa da esası sabah öğünüdür. Sabah yemeğidir. Çorba geçmişten gelen, nesillere ulaşan, orada yaşayan damak tadımıza uyan kendi yerli malımız. Malzemesi tarifi kendisi, yerli. Ondan dolayı çorba usta –çırak yoluyla öğrenilir. Neneden toruna aktarılan öğrenme yolu. Yörede, mevsimde ne varsa çorbaya döner. Bizde çorba öğlesine zengin, öğlesine bereketli ki tarifi zor yapılır. Evvela hangi malzeme varsa ondan çorba olur. Hangi mevsimse mevsime uygun çorba yapılır. Çorba, içenleri doyurur, sofraya bereket, ağza tad katar. Bakın Anadolu da güzel bir tekerleme var. Halkın temel yiyeceği ekmektir. Ona da “kuru ekmek” derler. Çorbanın marifetine bakın. Çorbaya ekmek doğranırsa:Sıcağı soğutur,azı çoğaltır,cıvığı koyulaştırır,yiyeni doyurur. Çorba tam bir dost. Mide dostu. Mideyi korur, kollar. Gönül dostu. En kolay ikram eskiden tekke ve zaviyelerde, imaretlerde, hanlarda sofranın baş ikramı. Dua dostu.İftarlar çorba ile başlar dua ile biter.Garip dostu. Misafirlikte fakir fukaraya yapılan en güzel en kolay ikram. Orta ve ileri kuşak olarak aile ocağında sofra etrafında çorba tadına topluca kaşık çalışları hiç unutamayız. Paylaşmanın tanımını içmek üzerinden verirler. Çorba sosyal statüsü ne olursa olsun insanları aynı softada bir arada oturtur. Paylaştırıp insanı bir nevi hizaya getirirdi. Çorba dedik ya. Bereketle dolu mevsimine göre çorbalar, yerine göre çorbalar, rakımına göre çorbalar, malzemesine göre

sayı//61// ağustos 94


çorbalar Bulabildiğimiz çorba çeşitlerine bakalım. Bunlar içinden geldiğimiz kültürün bize öğrettikleri. Tattıklarımız sizinde nice bildikleriniz var. İşte Çorba çeşitleri:Tarhana çorbası,Bulgur çorbası,Dövme/yarma çorbası,Ayran çorbası,Toyga çorbası,Mısır çorbası,Un çorbası,Mercimek çorbası,Çılbır çorbası,Sebze çorbası,Yoğurtlu çorba,Katıklı çorba,Tirşik çorbası,Pirinç çorbası,Süt çorbası,Şehriye çorbası,Nohutlu çorba,Başka bir ayrıma bakalım,Sıcak çorbalar,Soğuk çorbalar,Katıklı çorbalar,Karışık çorbalar,Sade çorbalar,Kışlık çorbalar,Yazlık çorbalar,Taneli çorbalar,Unlu çorbalar,… Çorbanın velinimet olduğunu tadanlar bilir. Soğuk günlerde, hastalıklarda, bir kâse tabak ılık, Sıçak çorba nasıl tarif edilir. Çorba yapmakta marifet ister. Her kes çorba yapamaz. Nedense her kes annesinin çorbasını beğenir. Geride kalanlara duyulan özlemden olmalı. Olsun. Bakın sizde hayatınızı, kültürünüzü biraz yoklayın çorba üzerine bilgiler dolar doğarcasına. Ve çorba yapmakta bize hep geçmişi yaşatır. Çorbalar mutfağımızdan kültürümüzden kopuyor. Kültür dediğimiz yaşanan yaşanana gelenler. Kaç mutfakta yaşanıyor? Kaç çeşit kaç çeşnili, Kaç karışımlı, Kaç tat da? Anadolu da çorba üzerine zengin bir kültüre sahibiz. Hala insanlara çorba lakabı takılır. Çorbacı Veli, Çorbacı Duran.. gibi. Çorba üzerine atasözleri, deyimler, tekerlemeler var. Çorba hikayeleri, çorba fıkraları anlatılır. Çorba edebiyatımızda işlenir. “ Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” atasözü ha dilimizde yaşar durur. Çanakkale harbide askerin çorba öğünü bugün gurur vesilemiz olarak anarız. KAHVALTI HİKAYEMİZ

Kahvaltı hikâyesi ta kıtlık yıllarına dayanır. Anadolu da çoban azığı derler. Ekmek(çörek, kömbe, v.b.) ve peynir /çökelek. Yani ekmek ve yanında katık. Anadolu da fakirin bulduğu öğüne denirdi. O günden sonra ekmek yanına katık, olanda peynir, zeytin eklendi. Çay ise geç dönemlerde (1960/1970) yayıldı. Kolay pratik, ucuz, doyurucu bu menü sevildi. Önceleri bekârlar, gençler, fakirler derken her eve girmeye başladı. Kahvaltı önce şehirlerde, kasabalarda başladı, yayıldı. Köylere girişi daha sonralara rastlar. Şehir veya kasabalarda kahvaltı

eylem ister. Çorbalıkları biriktiren yaşam tarzı henüz kahvaltılıkları evde tutmaz. Onun yerine bakkaldan alınır. Önce sabah kalkılacak çocuk çarşıya gönderilecek bakkaldan gram ile peynir, siyah zeytin alınacak, kese kâğıdına konacak, borç defterine yazılacak, fırından sıcak ekmek veya pide yanına katılacak, fileye konacak evin yolu tutulacak, yere serili sofra veya engin tahta sofra etrafında ailecek oturulacak, sıcak çaylar bol şerbetli karıştırıla karıştırıla içilecek. Bu sofradan vazgeçilirimi? Geçilmedi de. Kahvaltıyı her ev benimsedi. Kahvaltı evlerden lokantalara, kahvelere girdi. Çorba oralarda tutunamadı. Kentlerde vazgeçilmez doyumluk haline geldi. Kahvaltı evlerin vazgeçilmezi olunca, çorba yapılamaz oldu. Giderek mutfağa veda eyledi. Bir ilçede geleneksel yemek yarışmasında orta yaşlı biri, tattığı eski bir çorba için “kırk yıldır içmemiştim bu ninemin çorbasını” demişti. Şemali, çeşnisi tadına doyumsuz çorbalar kalmadı. Evler kahvaltıyı öğlesine severler ki; çeşitler, malzemeler, süslemeler artırıyor da artırıyor. Başta karın doyuran kahvaltılar şimdi çeşit çeşit, israf yarışına dönüyor. Nerdeyse kuş sütü eksik demeye getiriliyor. Yemek olmaktan çıkıyor, yarış, gösteriş, varlık zenginlik simgelerine dönüyor. Maalesef gerçek bu. KAHVALTI KÜLTÜRÜMÜZ Kahvaltıyı sevdik. Kahvaltı yeni kültürümüz oldu. Kentsel değişim çorbalardan kahvaltıya, sulu yemeklerden ızgaraya, ızgaradan ayaküstü hazır yiyeceklere evriliyor.

Kahvaltı şehirlerin yeni kültürü. Anadolu kelime hazinesi. Her bölge, her yöre kendi kelimesini bulmuş. Ağız, lehçe den çok çok öte bir zenginlik. Mesela sabahleyin ilk işimizle başlayalım. Kahvaltı saati,Kahvaltı vakti tasarlamak,Kahvaltı yapmak,Kahvaltı etmek,Kahvaltı görmek,Kahvaltı sunmak,Kahvaltıya başlamak,Kahvaltıyı bitirmek,Kahvaltı başında,Kahvaltıya oturmak,Kahvaltıdan kalkmak,Sabah kahvaltısı,Köy kahvaltısı,Kahvaltı sofrası,Mükellef kahvaltı,Kahvaltıda kuş sütü eksik olmak,Kahvaltı malzemesi,Kahvaltılık,Kahvaltı sonrası,Kahvaltı buluşması,Kahvaltılı 95


sohbet,Kahvaltılı toplantı,Kahvaltı teklifi,Kahvaltı daveti,Kahvaltı toplantısı,Kahvaltılı görüşme,Kahvaltı buluşması,Kahvaltı randevusu,Kahvaltı mekanı,Kahvaltı salonu,Kahvaltı yeri,Kahvaltılık,Kahvaltı ürünleri,Kahvaltı satış yeri,Kahvaltı dükkanı,Nişan kahvaltısı,Düğün kahvaltısı,Beş kahvaltısı (çayı)… Kahvaltıyı nede sevmişiz. Hâlbuki sonradan girmişti soframıza, evimize, kültürümüze. Zaten en köklü ve kalıcı kültür değişimleri yeme içme ile başlar. Yani mutfakta başlar. Kahvaltı; kültür değişimini açık, net bir güzelce anlatır. Kaşıktan çatala, çorba kaplarından kahvaltı tabağına geçiş, hayat biçimimizdeki değişimin özetidir. Kültür değişimini damak tadından başlayınca geriye dönüşte zorlaşır. Şehirlerde artık kahvaltı davetleri,kahvaltı ziyaretleri yapılıyor. Kahvaltı günleri düzenleniyor. Bunlar Bunlar evlerden ziyade dış mekanlarda yerlerde oluyor. Kahvaltı giderek hanelerin önemini ve değerini azaltıyor. Kentlerde misafirperverlik evlerden dış mekanlara kayıyor. Yeni ev/kafe karışımı kültür geliyor. Yeni kentlilik bu… Şehirlerde resmi, sivil, siyasi, ticari, iş görüşmeleri, tanışmalar, yöresel tanıtım, turizm amaçlı buluşmalar kahvaltı ile başlıyor. Günlük zamanın bir kısmını kahvaltılar alıyor. Medeni yaşamda kahvaltılarda öğreniliyor. Yemek adabı kahvaltı adabına dönüyor. KAHVALTI GELECEĞİMİZ

Şehir deyince mekan akla gelir ya! Kahvaltı mekanları da yerini alır şehirde. Eskiden bahçeli evlerde, konaklarda “beş çayı” diye bilinen çay ve yanında yiyeceklerle donatılı ikramlar vardı. sayı//61// ağustos 96

Apartmanlaşma ile beraber gelenek balkonlara taşındı. Balkonlarda kahvaltı ikramları ve keyifleri başladı. Evin varsa yemek salonunda kahvaltı mekanları oldu. Kahvaltının esas yani yemek gibi hemen kalkılan değil uzun süre oturulan, zaman geçilen sofralar oldu. Böylece şehirlerde aileden tutup topluluklara kadar herkesin faydalandığı kahvaltı mekanları çeşitlendi. Kahvaltı mekanları hanelerden çıkarak şehre yayıldı Artık kentlerde, kasabalarda, köylerde hafta sonları kahvaltısız geçmiyor. Kahvaltı sunan iş yerleri açılıyor. Kasabalarda, köylerde kahvaltılık satan yerler revaç görüyor. Kahvaltı sunan iş yerleri açılıyor. İnsanlar uzaklardan gelerek rağbet gösteriyor. Hatta bazı turizm yerleri, doğal yerler, kıyılar kahvaltı sunumları ile tanınıyorlar, yarışıyorlar. Kahvaltı bu gün tanıtım aracı haline geliyor. Yöresel ürünler ve tadlar(gıdalar) eklenince, sunum ve reklam yapılınca kahvaltı turizmi doğuyor. Uzaklara seyahat ediliyor. Kahvaltı hafta içlerinden, sonlarına yayılıyor. Ve günün her saatine sunuluyor. Vazgeçilmemiz oluyor. Kahvaltılar övünme /zenginlik ve öne çıkma haline geliyor. Köy kahvaltısı, yöresel kahvaltılar, memleket isimlerine yansıyan kahvaltılar cazip hale geliyor. İstanbul’a bakın illerin kahvaltı reklamları, mekanları var, tanıtmaya, tatmaya davet ediyor. İller tanıtım fuarı açıyor. Çoğu yöresel ürünler kahvaltılık üzerine. Her geçen zaman tanıtım yoğunlaşıyor. Yetmiyor bölgeler yöreler kentlerden bunalan kaçan insanlara doğada büyülü kahvaltı davetleri yapıyor. Kentliler hatta sonraları çevrede, doğada kahvaltı mekanlarına kaçıyor. Günü orada geçirip ayrılıyor. Hal bu gidilen yerin coğrafyası, tabiatı, yerleşimi, tarihi, kültürü, insanları, çarşısı, pazarı, köyü, kasabası, görülmeye değmez mi? Esasen kahvaltı kahve gibi bahane olmalı. Ama gaye oluyor. Maalesef zaman tuzağı oluyor. Fotoğraf çekmekten çevreyi tanımamaya benziyor. Kahvaltı bir yandan kendi vazgeçilmemiz oluyor,bir yandan zenginlik ve gösteriş aracı haline geliyor, bir yandan da misafir perverliğimizi yaşatıyor. Artık her keseye, herkese, her yerde, yöresel, geleneksel, modern kahvaltı var. Herkes sosyal yaşamına göre kahvaltı yapıyor. Herkes memnun. Madem öyle, kahvaltı ile özümüzü, değerlerimizi, geleneklerimizi evlendirelim. Bizim olsun, bizden olsun. Şimdi kahvaltıya diyoruz ki, ne seninle oluyor, ne sensiz.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.