ŞEHİR ve KÜLTÜR - 59. Sayı

Page 1



Biz’den… DOSTLUKTAN SES, VE İNSANLIKTAN BİR NEFES Beni candan usandırdı cefadan yar usanmaz mı, Felekler yandı âhımdan, muradım şem’i yanmazmı.. / Fuzulî Dostluktan ses , ve insanlıktan bir nefes duymak ,az bulunur oldu zamanımızda.. Doğunun bilge mütefekkiri Halil Cibran’ın söylemleri ,gerçek dokunuşlardır dostluk ve insanlık adına.. “Dostluk, tatmin edilmesi şiddetle duyulan bir ihtiyaç demektir. O, sizin sevgi ektiğiniz ve şükran biçtiğiniz bir tarla olmak demektir. O, sizin nimetle dolu ruh sofranızdır. O, sizin harareti iliklerinize kadar işleyen ocak başınızdır. Dost hasretlisi dosta aç olarak gelir, huzura kavuşmuş ve tok olarak döner. Dosttan evet’i ve hayır’ı dosdoğru olarak esirgememek vazifeniz, dosttan ikiyüzlülük görmemek hakkınızdır. Onunla giriştiğiniz herhangi bir sohbette o susunca kalbiniz onun kalbini dinlemeye devam etsin..” “Dostluktan, ruhların derinleşmesinden ve o derinlikte bağdaşmasından başka bir şey beklenmez. Bu sebeple sizde en iyi ne varsa onu veriniz.. Dost, hayatınızın yalnız cezrini tanıyorsa, ona bir de ömrünüzün meddini tanıtınız.. Dostluğun tatlılığından huzur fışkırır ve bahtiyarlıklar paylaşılır. Kalbin küçük şeyler üzerindeki şebnemlerle sabahı bulduğunu ve taze can kazandığını unutmayınız..” Çocuklardaki ruh ve mana dostluklarını nasıl oluşturabiliriz dendiğinde Cibran, müthiş bir metafor sunar; Ve Ebeveyne ve özellikle Anneye hitap eder, “Aziz Anne, Çocuklar bizim parçalarımızdır, fakat aslında onları özleyen hayatın oğulları ve kızlarıdırlar. Biz onların dünyaya gelmelerine vasıta oluruz. Bilmeliyiz ki onlar bizden ziyade yarının ögeleridirler.. Onlara sevgimizi verebiliriz, düşüncelerimizi asla.. Zira onların bizden farklı kendilerine has düşünceleri vardır. Biz onların gövdelerini barındırabiliriz, ruhlarına melce olamayız. Çünkü ruhları geleceğin sarayında kanat çırpar, biz ise orasını rüyamızda bile göremeyiz.. Biz onlara benzemek için uğraşabiliriz. Nidelim ki onları kendimize benzetmeye çalışmamız nafiledir. Çünkü hayat geriye adım atmaz. Hep ileri ile meşguldür, biz o yaylarız ki çocuklarımızı birer canlı ok gibi fırlatırız. Bize düşen iş; Bu canlı okları sonsuzluk içinde en iyi hedefe atabilmektir.. Bunun için de yaylarımızın sağlam olmasına dikkat edelim..” Dostluğu, geçmiş asırların insanları ile ve özellikle onların sanatları ile kurabilir miyiz ? “Servetleri insan korur, insanı ise ilim ve sanat korur” İlmin ve sanatın bu koruması öylesine bir korumadır ki , bu dostluklar devirleri aşar, asırları atlar, beşeri zaafları ortadan kaldırır, setleri yıkar ve böylece açtığı nurlu ve itibarlı yoldan yolcusunu geçirerek nesilden nesile intikal ettirir. Bu öylesine bir korumadır ki emanetini tezyin eder, tezhib eder, gözler ve gözetler.

Bu öylesine bir korumadır ki, adsız mezarlara hüviyet verir, boşlukları ruh ve mana ile doldurur, fanilere hayat bahşeder, ve onları beşeriyetin şükran ve minnetiyle besler, vefa ve sadakatiyle süsler. Hele bu koruyucu ilim ve sanat; onun sahibi, hamili ve âmili olan insanoğlunda bir deha mertebesine vasıl olursa.. İşte bu yüzdendir ki 463 sene sonra bugün Fuzulinin huzurundayız.. Asırların kucaklayıp başlar üstünde ve eller üstünde ihtimam ve itina ile tuttuğu, andığı, takdir ve tebcil eylediği, nisyandan kurtararak bugüne kadar getirip bize devir ve teslim ettiği dâhi Türk şairini, cihanşümul sanat adamını bugün burada bu satırlarda hatırlatmamız , koruyan ilmin sayesindedir. 463 yıldır Fuzuliden ve onun eserlerinden o kadar konular açılır ki ..Bunların burada müzakeresini yapmak bile haddime düşmez.. Fuzulî, dosttan ve felekten müşteki, kalben Allaha mülakîdir.. İşte feryadı; “Dost bîperva, felek bîrahm, devran bîsükûn Dert çok, hem dert yok, düşman kavî, tali zebun.” “Dost vefasız, dünya acımasız, dönem huzursuz, dert çok, dert paylaşan yok, düşman güçlü, talih esir/ güçsüz”. Fuzulî, aşıktır. Fuzulînin aşkı farklıdır, Beşer olarak güzeli ve güzelliği sevmiş, onlardan bahsetmiş, gazelleri onların tasvirleriyle ziynet bulmuş ve güzellik kazanmıştır.. İçinin bütün rikkatini döken ,gönlünün hasret ve iştiyakını terennüm eden, elem ve ızdıraplarını dile getiren, aşkını ve hicranını yayan bir çok gazel, rubai ve mesneviye rağmen o mecnun üstü bir âşık-ı nalân olduğunda tereddüt gösterilmesine razı değildir.. Bende mecnundan füzûn âşıklık istidadı var Âşık-ı sâdık menem mecnunun ancak adı var. Fuzulî menfaat değil hürmet görmediğinden, akçe değil selam almadığından dolayı dünden müştekidir. Ancak biz onunla dostuz, hem de her an konuştuğumuz ve inandığımız bir dost… Dostluklarımızın her dem taze olması için ve dostlarla dolu şehirlerin ve yaşatılan kültürlerin varlığı daim olsun diye ilmek ilmek dokuduğumuz yeni bir sayı ile, saçımızı taradık kravatımızı taktık, huzurunuzdayız efendim.. Hz.Mevlâna der ki; “Allah katında değerli olmak ve yükselmek, ancak hiçlik ve tevâzu ile olur.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 7

SU ÜZERiNDE YÜKSELEN ŞAHESER:

YÜZEN CAMi

Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR

ŞEHiRLER ŞEHiRLERE

BAKARAK GÜZELLEŞiRLER.. Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN

8 12

AKÇAHiSAR TOPTANi EVi Dr. M. Sinan GENİM

GARiP YATAN

SULTANLAR

Dr.Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni asistanı: Seyfullah Erkmen İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak

16

DERSAADET’TEN ViLAYET’E

KADILIK VE ŞEHREMiNLiK Mehmet Kâmil BERSE

24 26 32

KANUNi DÖNEMiNDE KÂĞITHANE

KUYUMCULAR MESiRESi Öğr.Gör.Nuri DURUCU

UYANAN ANADOLU'DAN,

ANLAMLI BiR SES;

ADIM GAZETESi Serdar YAKAR

iSTANBUL DENiZ MÜZESi Gazanfer KIRIMLI

Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan,


20 YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ: PODGORİCA / Hüseyin YÜRÜK 23 ÜÇ SERBEST KIT’A -şiir-/ Kâmil UĞURLU 28 KIRŞEHİR, KİMSEYE MİNNET ETMEYEN HAS İNSANLAR DİYARI / Fahri TUNA

40

37 HZ. FÂTİH’İN HOCASI ŞEMSÛDDİN’E SİTAMİ BEYÂNINDADIR -şiir-/ Kâmil UĞURLU

iSTANBULUN KUŞ PAZARLARI

DR.Şimşek DENiZ

31 BULGARİSTAN- MESTANLI İLYAS HOCA KÜTÜPHANESİ / Necmi YILDIRIM 38 SİLİFKE BENİM GÖNLÜMDE MEHMET’TİR / Mehmet MAZAK 42 YAŞAYAN ESKİ KONYA EVİ / Salih DOĞAN 45 BANA SENSIN AHIRET -şiir-/ İskender TÜRE 46 RAMAZAN VE YARDIMLAŞMA / Prof. Dr. Ömer ÖZDEN

50

HER ŞEY SANA

DÖNÜYOR Mehmet BAŞ

49 DAR, NATIONAL MUSEUM 8 MART 2017 SENİN KÖKLERİN GİBİ BAĞLANDIM AFRİKA'YA / Veli DALBUDAK 52 GÖNÜL COĞRAFYAMDA BİR ŞEHİR: SİVAS /İsmail BİNGÖL 58 BÜLBÜLÜN GIDASI YAPRAK KEBABIDIR -III- / Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN 60 BULGARİSTAN’DA TÜRK ŞEHRİ “HACIOĞLU PAZARCIĞI” / Mehmet SANCAK 62 YEŞİLYURT (DOLAN) –II / Seyfullah ERKMEN 65 ACELEM VAR / Muhsin DURAN 66 ŞAİR, ŞİİR VE ŞEHİR / Ali BAL

71

68 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -9- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

SANATKÂRLARIYLA

72 TEFEKKÜR ESTETİĞİ / Recep GARİP

Dr. Şakir DİCLEHAN

74 MEDENİYETLER KAVŞAĞINDA KADİM BİR ŞEHİR: GAZİANTEP / Nidayi SEVİM

GÜZELLEŞEN KENTLER

78 BAYRAMLAR ŞEHİRLERDEN GÖÇÜYOR MU? / Mehmet SANCAK 81 YÂR ELİNDEN ŞEHİR OLSA İÇİLİR -şehir kitap- / Kitap Tanıtım: Fatma DERİN 82 NAM-I DİĞER, ‘DELİ MEHMET’ / İbrahim BAŞER 84 KESKİNLİ BAHRİ İLHAN / Erbay KÜCET

90

KAHVEHANELER Ahmet NARiNOĞLU

86 MEKKE-İ MÜKERREME’DE GÜZEL BİR TEŞEBBÜS / Musa CARULLAH Yayına hazırlayan: Prof.Dr.Âdem EFE 89 ÖNCE DİNLEMESİNİ BİLELİM! / DURDU ŞAHİN 94 BÂBIÂLI’NİN MİHVER KİTAPÇISI ABDULLAH IŞIKLAR / Mehmet Nuri YARDIM

Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal, Prof.Dr.Ümit Doğay Arınç, Prof.Dr.Süleyman Kızıltoprak, Prof.Dr.Muhammet Kuralay.

Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatihİstanbul Tel: 0212 534 15 11 GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479

Kapak Fotoğrafı:

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com


SU ÜZERİNDE YÜKSELEN ŞAHESER:

YÜZEN CAMİ

Şehrin her biri kendine mahsus mimarileriyle Müslüman ruhuna yansıtan camileri arasında, özellikle, “Tengku Tengah Zaharah Mosque” yani “Yüzen Cami”nin ise ayrı bir yeri bulunmaktadır. Klasik İslam cami mimarisi ve parlak beyaz rengiyle göz alıcı bir görünüme sahip kısa adı “Terapung” olan Yüzen Cami, Ibai Irmağı yakınında yer alan yapay bir göl üzerine inşa edilmiş. Prof. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

u üzerine inşa edilen bir cami. Malezya’nın Terengganu eyaletinde bulunan Terapung Camii, yanı başında ırmak akan yapay bir göl üzerinde yükseliyor. Bu sebeple de “Yüzen Cami” adı verilmiş. Güneydoğu Asya’nın iki büyük Müslüman ülkesinden biri olan Malezya, 13 eyaletten müteşekkil bir devlet. Bunlardan biri de ülkenin batısında, Güney Çin Denizi kıyısında uzanan Terengganu eyaleti. Eyaletin başkenti ise Kuala Terengganu ve tabii güzelliklerinin yanında dikkat çekici bir mimariye sahip camileriyle de tanınıyor. Eyaletin adının, ilk kez 1365 yılında tarih sahnesine çıktığı görülüyor. Eyalet, 18.yüzyıl başına kadar Java’daki Majapahit Krallığı’nın vesayetinde bulunuyordu. 1701 yılından itibaren ise Terengganu Sultanlığı’nın idaresi altına girdi. Yaklaşık 200 yıl bağımsız bir devlet olarak varlığını sürdüren Sultanlık, 1909 yılında İngilizler tarafından işgal edildi. Kısa bir dönem Japon idaresi altında da kalan eyalet, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1948’de Malezya Federasyonu’na katıldı. Göz alıcı sahilleri ve her taraftan fışkırıp akan ırmakları, ormanlarla kaplı yemyeşil dağları ile insana huzur veren bir tabiata sahip eyaletin en kalabalık şehri Kuala Terengganu’dur. Ada görünümlü şehir, oldukça fazla sayıdaki gemi ve kayıkların yanı sıra arasında inşa edilen bir köprü vasıtasıyla ana karaya bağlanır. Eyalet başkenti de olan Kuala Terengganu’nun da nüfusu ekseriyetle Müslümanlardan müteşekkildir. Bunun dışında özellikle 19.yüzyıldan itibaren buraya gelerek yerleşen Çinliler, Müslümanlardan sonraki en büyük nüfusu oluştururlar. Çinliler, çoğunluk itibariyle Budist’tirler. Halk, genel olarak geçimini, balıkçılık ve çeltik tarımı ile sağlamaktadır. Geniş bir arazi üzerine kurulmuş palmiye yağı üretim fabrikası da önemli istihdam merkezlerinden biridir. Şehrin başlıca ihraç ürünleri ise demir, kauçuk ve kurutulmuş balıktır.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//58// mayıs 4

Kuala Terengganu’da yaşayan Çinli nüfus, dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi bir getto oluşturmuş ve diğer topluluklardan kendini tecrit etmiştir. Çinlilerin yaşadığı bölge Çin Mahallesi olarak adlandırılmaktadır. Zaten mahalle, geleneksel Çin mimarisi ile hemen dikkatleri çekmekte. Bölgeye gelen turistlerin de uğrak yerlerinden biri haline gelmiş.


Şehrin ilginç köşelerinden biri de “Bukit Puteri” olarak adlandırılan 200 metre yüksekliğindeki tepedir. Tepeye çıkmak için yapılan merdivenin ilk basamağından itibaren her yükselişte, şehir, başka bir yönüyle kendini gösterir ve son basamağa gelindiğinde tüm güzelliklerini gözler önüne serer. Burada 19.yüzyıldan kalma bir tarihi eser kalıntısı da bulunur. Şehirde görülmesi tavsiye edilebilecek yerlerden bir diğeri de “Muziah Sarayı”dır. Eski bir sultan sarayı olan ve yerel dilde “Istana Muziah” olarak adlandırılan yapı, şehre gelenlerin en çok görmek istedikleri yerlerden biri olma özelliğine sahiptir. “Muzium Negeri Terengganu” yani Terengganu Devlet Müzesi ise Malezya’nın en büyük müzelerinden biri. Zengin bir deniz müzesini de bünyesinde bulunduran Muzium Negeri Terengganu’da göz alıcı renkte inşa edilen geleneksel Malay evlerine ayrı bir bölüm ayrılmış. Müzede, Kraliyet Galerisi, İslami Eserler Galerisi, Halı ve Kilim Galerisi ile Tabiat Galerisi adıyla dört büyük salon daha yer almaktadır. Böylece, müzeye yapılacak gezi, Terengganu’nun tarihi, sosyal hayatı ve kültürü ile ilgili birçok şey öğrenilmiş olarak tamamlanıyor. Terengganu eyaletinin halk arasındaki lakabı “Daru’l İman”dır. Bu ismi nasıl hak ettiğini, başkent Kuala Terengganu’da yapılacak kısa bir gezinti ile hemen anlamak mümkün. Şehrin dört bir yanına Müslüman kimliğini sergilemek üzere pek çok yapı inşa edilmiş. “Taman Tamadun İslam” yani İslâm Medeniyeti Parkı adlı tematik park bunlardan biri. Park, İslamiyet’in evrenselliğini tebarüz için, dünyanın dört bir köşesindeki abidevî camilerin taklitleri ile bezenmiş. Parkı gezenler,

İslâm medeniyetinin şaheserlerini bir arada görme ve fikir edinme imkânı buluyorlar. Bir anlamda tüm İslâm âleminde bir seyahate çıkarıyor ziyaretçilerini. Benzerleri bulunan camiler arasında hangileri yok ki! Mescid-il Haram ile Beytullah’ın kokusu taşınırken, Orta Asya’nın turkuaz renkli abide camilerinin örnekleriyle Semerkant, Buhara ya da Kaşgar’a uzanırken, burgulu ve kızıla çalan toprak rengiyle karşımıza çıkan minare ise Karahanlılar dönemine götürüyor. Ya da benzer minarelerin yükseldiği Türkistan’dan Mısır’a, İran’dan Anadolu’ya uzanan bir coğrafyayı hatırlatıyor. Parkta, Süleymaniye Camii’nin benzeri de yapılmış. Osmanlı mimarisinin bu şaheserinin tüm ihtişamının yansıtıldığını görmek oldukça şaşırtıcı. Bir başka dikkat çeken taklit cami de Mescid-i Aksa. Kuala Terengganu’da, şehrin siluetinde de camilerin çok büyük yeri var. Bölge Müslümanları, her bir camiyi son derece özenerek ve kültürel miraslarını da yansıtacak bir biçimde inşa etmişler. Bilindiği gibi, İslâm medeniyet anlayışında şehir, yalnızca insanın dünyaya gelip hayatını idame ettirdiği bir yer değildir. İçinde barındırdığı insanın hususiyetlerini dışarıya yansıtan bir ayna görevi de görür. Bu sebeple hayatı kuşatır ve zamanın ötesine uzanan bir mekân anlayışıyla inşa edilir. İşte Kuala Terengganu camileri de, şehre gelenlere, bu mekân duygusunu iliklerine kadar hissettiriyor. Şehrin cami-i kebiri, ulu camisi, Zeynel Abidin Camii. Terengganu insanının gurur abidelerinden biri olan cami, güneş altına parlayan dokuz kubbesi ve motiflerle bezeli pencereleriyle muhteşem bir görünüme sahip. 5


Bir başka ihtişamlı abide eser de Kristal Cami. Adını, içindeki devasa kristal avizelerden alıyor. Dış görünüşü de oldukça farklı bir mimariyle inşa edilmiş olan cami, cam kaplı kubbe ve minareleri ile dikkat çekiyor. Mabedin içinde ücretsiz kablosuz internet hizmeti de veriliyor. Böylece arzu edenlere, Kur’an-ı Kerim’i elektronik ortamda okuyabilme imkânı da sağlanıyor. Kristal Cami’nin güzelliği geceleri ise bir başka boyutuyla karşımıza çıkıyor. Pembe, sarı, mavi ve yeşil renkli aydınlatma, mabede farklı bir uhrevîlik verirken, gecenin karanlığında bir inci gibi parlayarak da etrafa ışık saçıyor. Şehrin her biri kendine mahsus mimarileriyle Müslüman ruhuna yansıtan camileri arasında, özellikle, “Tengku Tengah Zaharah Mosque” yani “Yüzen Cami”nin ise ayrı bir yeri bulunmaktadır. Klasik İslam cami mimarisi ve parlak beyaz rengiyle göz alıcı bir görünüme sahip kısa adı “Terapung” olan Yüzen Cami, Ibai Irmağı yakınında yer alan yapay bir göl üzerine inşa edilmiş. Sanki hayalle gerçek arasında kalıyormuşçasına şiirsel bir atmosferi var. Mabedin etrafı da yeşilliklerle kaplı. Bu haliyle, adeta masallardan bir sahneymiş intibaı uyandırıyor. Yüzen Cami’nin temeli 1991 yılında atılmış. Dört yıl süren bir çalışmadan sonra 1995 yılının Temmuz ayında tamamlanarak ibadete açılmış. Yüzen Cami, Terengganu Sultanı tarafından annesi adına yaptırılmış ve onun adını taşıyor. Cami, gölün ırmakla buluştuğu bir alanda kurulan bir platform üzerinde yer alıyor. Kara ile bağlantısı yapılan ince, uzun bir köprü ile sağlanıyor. Camiye giderken, bir an için suyun sayı//58// mayıs 6

üzerinde yürüyormuş, namaz kılarken de hareketli bir zeminin üstünde duruyormuş izlenimine kapılmamak mümkün değil. Caminin bembeyaz renkli dış görünümü de adeta su üzerine düşmüş bir nur gibi göz alıcı bir hususiyete sahip. Klasik görünümle uyum içinde meczedilmiş modern çizgiler, Kuzey Afrika etkisiyle birleştirilmiş Malay mimari üslubu, yapıyı, geleneksel ve modernliğin bir sentezi haline getirmiş. Gündüzleri, üzerinde yükseldiği su ve etrafındaki yeşilliklerle gönüllere ferahlık veren bir görünüme sahip olan cami, akşamüzeri ise bir başka büyüleyici güzelliğe bürünüyor. Güneşin altın sarısı ışıklarının caminin beyaz duvarlarına yansımasıyla sanki duvarın rengi değişiyor ve bambaşka bir yapı ortaya çıkıyor. Bu arada, suya yansıyan aksi de ayrı bir seyir zevki veriyor. Yüzen Cami’nin günün her saatinde büründüğü bu birbirinden farklı görünümü ve suyun ortasından yükseliyormuş izlenimi veren karşı konulamaz cazibesi, onu kentin tanınan yapılarından biri haline getirmiş. Ünü, tüm ülkede olduğu kadar ülke sınırları dışında da her geçen gün artıyor. Buraya yolu düşen herkesin muhakkak ziyaret etmek istediği yerlerin başında geliyor. Cami, bir anlamda, şehrin alamet-i farikası olmuş durumda. Bu yönüyle Yüzen Cami için, camilerin şehir hayatıyla özdeşleşmesinin çarpıcı bir örneğidir demek yanlış olmaz. Kısacası, coğrafî mesafe olarak bize çok uzak gözüken Malezya, gönül coğrafyası olarak iki adım uzaklıkta. Bunu da ancak, görünce anlayabiliyoruz.


ŞEHİRLER ŞEHİRLERE BAKARAK GÜZELLEŞİRLER.. İslam dünyasındaki yönetimleri, Batı dünyasının demokrasi dışı yöntemlerle değiştirmeye çalışması, ülkelerdeki yönetim savaşlarını, her gün yüzlerce insanın hayatını kaybettiği, düzensiz savaşlara dönüştürmüştür. Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

Onların en büyük silahları, şehirleri ateşe vermek, şehirlerin kalabalık yerlerinde terör rüzgarı estirmek, insanları tedirgin etmek, bütün dünyaya korku salmaktır. İslam dünyasındaki yönetimleri, Batı dünyasının demokrasi dışı yöntemlerle değiştirmeye çalışması, ülkelerdeki yönetim savaşlarını, her gün yüzlerce insanın hayatını kaybettiği, düzensiz savaşlara dönüştürmüştür. Kazanan ve kaybeden tarafların belli olmadığı, düzensiz savaşların önlenmesi, bütün dünya için büyük önem taşımaktadır. İslam dünyasında demokratikleşme sancılarının yaşandığı bir dönemde, şehirler arasındaki dayanışma, barışa giden yolda atılacak ilk adımdır. Şehirler arasında yeni ulaşım yolları açıldıkça, savaşa göre yapılanan ordular, barışa göre yeniden yapılanmak zorunda kalacaklardır. Sakarya’dan Şeki’ye kadar, kıyıya ve birbirine paralel uzanan sıra dağları, doğal güzellikleri, bitki örtüsü, mavi ile yeşilin el ele verdiği nefes kesici sahilleri, göllerle kaplı, birbirinden güzel yaylalarıyla, Karadeniz Türk ve Slav dünyasının barış havzası olacaktır. Trabzon’dan Samsun’a Soçi’ye uğramadan gidilmeyecektir. Dünya Bir Şehirdir.. Karadeniz Anadolu’nun Kafkaslar ve Balkanlar üzerinden, Rusya Federasyonu içinde yer alan, yüze yakın Özerk Cumhuriyete açılan kapısıdır. Kafkas ülkeleriyle, ekonomik ve kültürel ilişkilerin geliştirilmesi, Konya’ya Kazan’nın yolunu açacaktır.

ünya tarihinde ülkelerin, geçmişten geleceğe çıktıkları büyük yolculuklarında, ordular önemli görevler yüklenmiştir. Yüzyıllarca ülkeler güçlerini ordularından almışlardır. Yirminci yüzyılın sonunda Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla, sıcak savaşların dönemi kapanmıştır. Ancak Yirmi birinci yüzyılın başında, Amerika’nın Irak’ı, Rusya’nın Suriye’yi ordularla işgal etmeye kalkışmasıyla, dünya yeniden sıcak savaş yıllarına dönmüştür. Yirmi birinci yüzyılın savaşları, Yirminci yüzyılın savaşları gibi, düzenli orduların savaşları değildir. Düzenli ordular şehirlerde değil, cephelerde savaşırlar. Şehirlerde orduların karşısında, ne zaman, nerede, nasıl vuracağı belli olmayan, intihar saldırıları yapan, düzensiz küçük silahlı güçler vardır.

*TC.Maltepe Üniversitesi

Kuzey Türklerinin, Türkiye’nin Avrupa’daki varlığını perçinlenmesinde çok önemli yerleri vardır. Karadenizden Akdenize, yeni bir dönemin tohumları yeşermektedir. Kaçkar dağları, Türkiye’de barışın güvencesi, Yeni Alp dağlarıdır. Dünyanın her yerinde Richard Florida’nın “Who’s Your City”, kitabında ortaya koyduğu gibi, şehirler oluşturdukları çekim alanlarıyla, dünyadan ne kadar çok entelektüel sermaye çekerlerse, o kadar güçlü ve kadar çok etkili olurlar. Edebiyat, eğitim, sağlık, iş ve ekonomi dünyasının öncüleri, şehirlerin entelektüel sermayelerini oluştururlar. Karadeniz çevresinde yer alan şehirler, Singapur, Kuala Lumpur, Seul gibi, dünyanın yeni şehirleri olmaya adaydırlar. Düz kare dünyada şehirler ülkeleri, ülkeler de orduları, savaş alanlarından barış alanlarına taşıyacaklardır. Düzensiz savaşların üstesinden, ordular değil şehirler gelir. Nobel ödüllü barış eylemcisi, Bertha von Suttner’ın “Silahları Bırakın” çağrısına, uyanların başında, entelektüel sermaye zengini olan şehirler yer alacaktır. Şehirler güçlendikçe, bir yandan devletin yükü hafiflerken, bir yandan da kültüre ve ekonomiye dönük, barış çalışmaları hız ve yoğunluk kazanacaktır. 7


AKÇAHİSAR TOPTANİ EVİ Toptani Evi, dış duvarları ile zemin kat ara duvarları yöresel taş, üst katı ise büyük oranda ahşap olan geleneksel bir Türk Evi’dir. Arnavutluk’ta görme imkânına sahip olduğumuz Ergiri (Jirokastra), Berat gibi şehirlerde aşağı yukarı benzerlerini gördüğümüz bu ev gerek planlama ilkeleri, gerekse dekorasyonu ile ülkemizde çok az sayıda örneği kalan yapılardan biridir Dr. M. Sinan GENİM

iran’a 20 kilometre mesafedeki, bir dağın yamacına yapılan kale ve çevresinde gelişen iskân günümüzde Kruja/Kroya adıyla anılmaktadır. Ancak biz bu yerleşmeyi Akçahisar adıyla tanımaktayız. Tursun Bey, Târîh-i Ebü’lfeth isimli eserinde Akçahisarı aynı zamanda Kal’a-i İskenderriyye olarak belirtir. Sultan II. Murad’ın (1421-1444/1446-1451) bu kaleyi altı ay boyunca kuşattığını ancak alamadığını anlatır. Akçahisar’ın ilk muhasarası 1447 yılında gerçekleştirilir, ancak fethedilemez, ikinci muhasara ise 1450 yılında yapılır. Fatih Sultan Mehmed (1444-1446/1451-1481) tarafından 1466 ve 1467 yıllarında yapılan muhasaralarda başarılı olmaz. 1443 yılından itibaren Osmanlılar ile savaş halinde olan İskender Bey’in 17 Ocak 1468’de ölümü üzerine hakimiyeti altındaki topraklar veraset yolu ile Venedik Cumhuriyeti’ne intikal eder. Osmanlıların, Arnavutluk üzerindeki egemenlik çabaları, nihayet 15 Mayıs 1477 tarihinde sonuç verir ve Akçahisar, on üç ay süren bir kuşatma sonrası fethedilir. 1312/1894-1895 tarihli İşkodra Salnamesi’ne göre Akçahisar’da 16 cami, 24 tekke ve kale bulunmaktadır. Günümüzde kalenin içinde İskender Bey’in anısına yapılmış ve Arnavutluk tarihi için önemli sayılan belgelerin bulunduğu bir müze yapısı ile bir türbe ve bir dizi konut bulunmaktadır. Bu evlerden biri olan Toptani Evi müze olarak ziyaret edilebilmektedir. Toptani Ailesi Arnavutluk tarihi içinde önemli bir aile olarak tanınmaktadır. Bu aileye mensup olan, Süleyman Paşazade Ali Toptani’nin oğlu, asker ve siyaset adamı Esat Toptani Paşa (1865-1920), Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde mirimiran rütbesi ile Yanya Jandarma Komutanlığı yapar. Yunan Harbi’ndeki başarısı üzerine Paşa rütbesine terfi eder. Daha sonra Jöntürk Harekati’ne katılarak, İttihat ve Terakki liderlerine yardım eder. İkinci Meşrutiyet’ten sonra Arnavutluk Mebusu seçilerek Osmanlı Parlamentosu’na katılır. Sultan II. Abdülhamid’in azli heyetindeki dört kişiden biri olur. Bu dönemden itibaren Arnavutluk’un bağımsızlığı için çalışmaya başlar. Balkan Harbi sırasında İşkodra Kalesi kumandanı Hasan Rıza Paşa’nın katli olayını düzenler ve kalenin Karadağ kuvvetleri

sayı//58// mayıs 8


tarafından ele geçirilmesine yardımcı olur. Arnavutluk’un imparatorluk topraklarından ayrılması sonrası bir dönem savaş ve iç işleri bakanlığı görevini üstlenir. 1919 yılında yapılan Barış Konferansı sırasında, Arnavutluk’un İtalya’ya katılması çabalarına karşı çıkar ve yapılan suikast neticesinde Paris’te vurularak öldürülür. Toptani Evi, dış duvarları ile zemin kat ara duvarları yöresel taş, üst katı ise büyük oranda ahşap olan geleneksel bir Türk Evi’dir. Arnavutluk’ta görme imkânına sahip olduğumuz Ergiri (Jirokastra), Berat gibi şehirlerde aşağı yukarı benzerlerini gördüğümüz bu ev gerek planlama ilkeleri, gerekse dekorasyonu ile ülkemizde çok az sayıda örneği kalan yapılardan biridir. Toptani Ailesi tarafından muhtemelen 18. yüzyıl sonlarına (?) doğru yapılan evin tümüyle taş olan zemin katının işlik, kiler ve depo olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Ne yazık ki gezi sırasında, zaman yokluğu nedeniyle kroki olarak da olsa plan şemasını çizemediğimiz bu evin tüm araştırmalarımıza rağmen planına ulaşmak da mümkün olmamıştır. Balkan coğrafyasının bu bölümünde “kule tipi” olarak sınıflandırılan bu tür evler, genellikle açık arazide, ani baskınlara karşı korunmak amacıyla, dışa tümü ile kapalı ve yaşam katları zeminden yüksek olarak yapılmaktadır. Ancak, Toptani Evi bir kale içinde yer aldığı için, daha dışa açık tarzda, örneğin üst kata çıkan ahşap merdivenleri, dışa açık olarak inşa edilmiştir. Günümüzde Etnoğrafya Müzesi olarak geziye

açık olan evin zemin katında; tahıl üretimi, ekmek yapımıyla ilgili malzemeler ile deri işleme makine ve aletleri, ayakkabı yapımına ait alet ve edavat teşhir edilmektedir. Ahşap bir merdivenle inilen bu bölümlerin tavanı yüksek olup, bazı hacimlerde tepe pencereleri bulunmaktadır. Yapının ön cephesinde yer alan ahşap bir merdiven ile çıkılan üst kat ise evin yaşam katıdır. Eğimli bir arazide yapılması nedeniyle, üst katın arka tarafında, muhtemelen servis veya kaçış için ikinci bir giriş bulunmaktadır. Evin vadiye bakan cephesinde, çok güzel ve döneminin tüm özelliklerini yansıtan kalemişi süslemelerle bezenmiş bir baş oda ile giriş sofası ve onun diğer yanında gelin odası denilen ve iç köşesinde, her iki duvarda köşelemesine devam eden, surlarla çevrili bir şehir manzarası bulunmaktadır. Ön cephedeki her iki odada 9


da renkli camlarla bezeli, alçı içlikli tepe pencereleri yer almaktadır. Baş Oda’nın iki girişi bulunmaktadır, biri sofadan girişi sağlamakta, diğeri ise arka bölümde yer alan ikinci bir odayla bağlantı kurulmasına olanak vermektedir. Her iki odanın dört bir yanında telek adı verilen bir ahşap raf dolaşmaktadır. Seki altında bu rafın alt bölümünde iki kapaklı bir dolap ile, dolabın iki yanında çok itinalı ahşap işleri olan üç sıra halinde, gözler bulunmaktadır. Ahşaptan yapılan bu bölümün gerek dolap kapakları gerekse ara bölmeleri ile raf gözleri dönemin bitkisel motifli kalemişleri ile bezenmiştir. Baş Oda’da seki altının üst bölümü odaya doğru büyütülmüş olup, arka odadan musandra olarak kullanılmaktadır. Bu bölümün kalemişi ile süslü duvarında, hem arka bölümde yer alan musandrayı aydınlatmak, hem de odada olup biteni seyretmek veya denetlemek için elips formunda camlar bulunmaktadır. Baş Oda’nın tavanına sekizgen formunda, çevre çıtaları ile orta göbeği kalemişi süslemeli bir tavan göbeği yerleştirilmiştir. Tavanın kare çıtalı olan tabanı, kırmızı boyalıdır. Kareye yakın bir planı olan tavanın, sekizgen tavan göbeğinden arta kalan üçgen formundaki bölümleri, kendi içlerinde katlar oluşturan ahşap çıtalarla teşkil edilmiş olup, bir bölümü zaman içinde yok olmakla birlikte, tümünün kalemişi süslemelerle bezendiği anlaşılmaktadır. sayı//58// mayıs 10

Gelin Odası olarak tanıtılan ve üst girişinin sağında bulunan odanın da tüm duvarları telek denilen raf ile ikiye ayrılmıştır. Ahşap olan teleğin alt bölümünde pencereler ile dolaplar yer almakta olup, tüm duvarlar beyaz badana ile kaplanmıştır. Teleğin üst bölümünde, cepheye isabet eden duvarda, dört adet renksiz camlı tepe penceresi ile iki duvarda, açık gri bir ton üzerine yapılmış sarı ve yeşil renklerin egemen olduğu, ahşap parmaklık benzeri kalemişi çizimlerle ayrılmış beşer pano bulunmaktadır. Üst bölümleri, ortadan asılmış ve kenarlara doğru toplanmış perdelerle bezenmiş olan panoların içinde vazolara konulmuş, çiçek açmış bitkiler görülmektedir. Bu panoların birinde yer alan her iki yanından arka ayakları üzerine kalkmış birer aslanın destek verdiği vazo görüntüsü enteresandır. İki duvarın kesiştiği köşede ise her iki duvardaki birer pano içinde yer alan, surlarla çevrili şehir görüntüsünün hangi şehre ait olduğunu tespit edemedik. Sol bölümdeki resimde, surların üstünde sarı renkli topların dizildiği görüntünün sur dışında geniş bir toprak alan ve ağaçlar seçilmektedir. Sağ bölümde ise surların önünün deniz olduğu ve çeşitli boyutlarda yelkenli teknelerin hareket halinde bulunduğu seçilmektedir. Burada ilgimizi çeken ve yapının tarihlendirilmesine yardımcı olacak olan bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim. Denizde görülen teknelerin biri yandan çarklı olup, her


iki bacasından duman çıkmaktadır. Eğer bu resim daha sonraki bir tarihte yapılmış değil ise, Toptani Evi’nin en erken XIX. yüzyılın ilk çeyreğinden sonraki bir tarihte yapılmış olması gerekir. Gelin Odası resimlerinin bir diğer ilginç yanı da aynı odanın girişe göre solda kalan duvarında bulunan duvar panolarının orta bölümünde yer alan insan figürleridir. Dönemin dini anlayışı gereğince pek rastlanmayan bir özellik olan bu insan figürleri, güreşe tutuşmuş iki pehlivandan figüründen oluşmaktadır. Kısbet giymiş pehlivanlardan, sağdakinin üst bölümü çıplak, soldakinin üstünde ise çekme sonucu omuzlarına doğru sıyrılmış bir üstlük görülmektedir. Güreşe tutuşanların birbirlerini el ense çekme gayreti içinde oldukları yüz ifadelerinde de anlatılmaya çalışılmış. Güreşin, arka planında iki ağacın bulunduğu bir çayırda yapıldığı anlaşılmaktadır. Akçapınar’da yer alan Toptani Evi gerek mimarisi gerekse kalemişi süslemeleri ve iki adet duvar resmiyle geçmişten günümüze bazı mesajlar iletmeye çalışmaktadır. Ne yazık ki, günümüzde egemenliğimiz altındaki topraklarda çok az örneği kalan bu ve benzeri yapıların, ülkemizden oldukça uzak olan, ancak beş yüz yılı aşkın aynı yönetim altında birleşen bir coğrafya da bulunması Türk Kültürü açısından büyük bir zenginliği ifade etmektedir. Zamanın tahribi ve ekonomik kaynakların

yetersizliği nedeniyle korumakta zorluk çekilen bu gibi yapılara sahip çıkılmasını ve bazı anıtsal yapılarda olduğu gibi TİKA vasıtasıyla onarımlarının yapılmasını dilerim. 13 Mayıs 2019, İstanbul 11


Pir Mevlânâ Celâleddin, Konya’yı öylesine himmet ve himâyesine almıştır ki, bu iltifata layık olabilmek gerçekten marifet ister. Hz. Pir buyurur ki: “Konya Şehrine ‘Medinet-ül Evliya (Evliyalar Şehri) lakabını veriniz. Çünkü, her kim bu şehirde dünyaya gelirse velî olur. Nihayet bütün dünyadan manevî erler bu tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeye heves edecekler..”

GARİP YATAN

SULTANLAR

Alâeddin Tepesi’nden kuzeye, Ankara yoluna giderken, tepeye yakın, birkaç yüz metre mesafede, yan yana iki kümbet var. Birinde Ulaş Baba adında bir din ulusu yatar Mimar Dr. Kâmil Uğurlu

*

sayı//58// mayıs 12

Mevlânâ Müzesi ihtisas Kütüphanesinde (Nu: 2176’da kayıtlı) bir yazma eser var. (Hazâ Mecmua-ı Enbiyâ-ı İzâm ve Evliyâ-ı Kirâm Rahimetullah) Hz. Mevlânâ’dan başlayarak, bu asrın başına kadar gelen zaman içinde, Konya’da medfun olan din ulularının, Allah sevgililerinin adlarını veriyor bu eser. Kitabın yazdıkları içinde on yedi peygamber var. Ayrıca adları “Çelebi Baba, Baba Sultan, Dede Sultan, Şeyh Halife” sıfatlarıyla birlikte söylenen (Üç yüz onyedi) din ulusu yine şehir Konya’da yatmaktadırlar. Şehrin ilçeleri bu hesabın dışındadır. Bu derecede bereketli ve mübârek belde çok değildir. Bütün bu yatanlar, bu toprağın bizim olduğuna, ezelden-ebede bizim olduğuna dair tapu senetleridir. Alâeddin Tepesi’nden kuzeye, Ankara yoluna giderken, tepeye yakın, birkaç yüz metre mesafede, yan yana iki kümbet var. Birinde Ulaş Baba adında bir din ulusu yatar. Ta Selçuklular zamanında uzanmış oraya. Tepesindeki türbe de bugüne kadar gelmiş, Ulaş Baba’nın vakıflarıyla. Zamanında “Vâdi-î Merâm”da otururmuş. Meram’a bir kalenderhâne, bir zâviye yaptırmış. Değirmenini ve diğer emlâklerini bunlara vakfetmiş. Türbe, Selçuklu türbe mimarisinin temiz örneklerinden biri. İçindeki sanduka veya sandukalar çoktan yağma edilmiş, iki katlı yolun hemen kıyısında kalmış şimdi. Mimarî kişiliği öylesine güçlü ki, etrafındaki çağdaş mimarların çağdışı eserleriyle hafiften dalga geçer gibi dimdik duruyor. Asırların kahrına, ihmaline göğüs gere gere gelmiş bugüne. Türbenin bağlı olduğu bahçenin sahipleri ile görüştük. Mamure, çok eskiden beri bu ailenin tapusu içinde görülüyormuş. Aile, ilgililerle görüşmüş. Türbe ve civarındaki arsayı bağışlamayı teklif etmişler “Burasını düzenleyin, çevreyi tanzim edin, bağışlayalım” demişler. Aile, zaman zaman türbeyi talan etmeye gelen define arayıcılarının bu tatsız ve kanunsuz ziyâretlerinden bıkıp, usanmış. İçindeki Sultan


şu anda uyuyor ve dipdiri, ayakta bekliyor. Aynı türbenin hemen elli metre ötesinde “Kalenderbaba”nın türbesi var. Bu türbe de yine bir ailenin bahçesinde. Yanına yığılan odun-kömür, el arabası, tahta-taraba ile tezat bir biçimde duruyordu, kısa bir süre öncesine kadar.

süre mescid olarak kullanılmış. Vakıf kayıtları bu devre ait. Mescidlerin kapatıldığı devirlerde kütüphaneye çevrilmiş. Sonra ondan da vazgeçilmiş. Evi, türbeye bitişik olan aile bir süre depo olarak kullandı. Türbe yan beline kadar toprağa gömülmüş durumda idi, kurtarıldı. Restorasyonu başarılı değil.

Bu türbenin de tertemiz bir mimarisi var. Sekiz cepheli ve mahruti kubbeli. Tuğla ve taş malzemeyle inşa edilmiş. Diğer birçok türbe gibi iki katlı. Kabir ve sanduka çoktan çalınmış, yağma edilmiş.

Türbenin vakfiyesinde, buranın mescid olarak kullanılması durumunda, “çarşamba ve perşembe günleri imamın Kur’an okuması ve imametliği karşılığında” hamam önündeki dükkânın geliri vaat edilmiş.

Bu mâmureyi bahçe tapusu içinde muhafaza eden aile, zaman zaman Türbeyi evin bir bölümü gibi kullanmış.

Eflâki’nin “Ariflerin Menkıbeleri” adlı eserinde bu türbenin adından bahsedilir. Halka Beğuş, “kulağı küpeli” manâsına Farsça bir tâbirdir. Eskiden mertebe sahibi erkeklerin kulağına küpe takması geleneği vardı. “Kulağı küpeli” Türk devletlisi bu kümbetin alt katında yatmaktadır. Kemiklerini kaldırıp, Musalla’da herhangi bir yere gömmüş olsalar bile Halka Beğuş Sultan mânâ âleminde burada yatmaktadır.

“Burada bizim ceddimiz yatıyor” diye saygıyla koruyor idiler. Halk buraya kimi zaman “Kalender Baba” kimi zaman “Kesikbaş Türbesi” diyor. Aslında türbe, Şeyh Ebubekir Niksarî adında bir allâme için yapılmış. Aynı mahallede, aynı yolun üzerinde, az daha ileride bir başka güzel kümbet, iki kerpiç evin arasına sıkışmış, gizlenmiş, gelenden geçenden yüzünü saklar durumda, bekliyor. Vakıf kayıtlarında mescid olarak geçiyor. Adı Halka Beğuş. Mimarisi Selçuklu türbe mimarisinin çizgilerini taşıyor. Türbe, sandukası kaybolduktan, kabri açılıp taşındıktan sonra bir

Eser, mimari özelliği olan çok güzel bir yapı. Yine bu eserin çevresi de açılmaya uygun durumda. Çevre tanziminin kapsamlı yapılması gerekiyor. Devlet Hastanesi’nin bahçesine muttasıl bir başka türbe “Kesikbaş Türbesi” adıyla biliniyor. (Bazıları yanlışlıkla bu Türbeye Ulaş Baba, 13


gerçek Ulaş Baba Türbesine de Kesikbaş Türbesi derler. İ. H. Konyalı) Çok değerli bir eser olan Türbe, bugüne gelen ecdâd yadigârlarından biri. Konya halkı idam edilenlere “Kesikbaş” der. Vakfiyelerde bu “Kesikbaş’ın kim olduğu tespit edilememiş. Fakat türbenin mimari görkemi, içinde yatanın önemli bir kişi olduğunu anlatıyor. Esasen herkesin türbe yapamadığı, hâttâ türbe yaptıracak varlığa sahip olanların bile istediklerinde türbe yaptıramadığı düşünülürse, içinde yatan zâtın dini bir önemi olduğu ve gadre uğradığı anlaşılıyor. BU TÜRBE DE İLGİ BEKLİYOR.

Bu iddia aynen şöyledir: “...Anadolu’yu Müslüman yapan Selçukluların bütün türbeleri de abdesthane haline getirilmişti. Seyfettin Karasungur’un türbesini ahırken gördüm. Birisi elinde kürekle hayvanların pisliğini cenazelik deliğinden cenazelerin bulunduğu yere atıyordu. Hayvanların sidikleri de buraya akıyordu. Kendileri de içlerini buraya boşaltıyorlardı. Burası hayvanlarla bu kişilerin helâsı halinde idi.

Şu anda İnce Minareli Medrese’nin tam arkasındaki Levanten tipi evde oturan Fahrettin Paşa (Fahrettin Altay), evinden Alaaddin Tepesini iyi göremiyor diye, İnce Minare’nin yan oda kubbelerinden ikisini yıktırmıştır. Bu müthiş olayı resimleyen ve dehşet içinde kalarak durumu Ankara’ya bildiren İngiliz Prof. R.M.

Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Muhammed Veled’in oğullarına medrese yaptıran büyük Selçuklu Veziri Gühertaş’ın Karaarslan tarafındaki türbesinin üst kısmı tamamen yıkılmış, abdesthane haline gelmişti. İşte bu şeâmetli devirde sultan İkinci Kılıçarslan’ın ve altı hükümdarın içinde bulunduğu ve birçok prens ve prensesin sandukaları bulunan türbesine de kara kilit asılmıştı. Türbe kedi, köpek, yarasa yuvası haline gelmişti. Müzeler ve Kütüphaneler Umum Müdürü rahmetli hocam Ahmed Tevhid Beyefendi’den dinlediğim tüyler ürperten, yürekler parçalayan bir davranışı burada aynen nakledeceğim. Bunu yaşlı birçok Konyalılar da biliyorlardı. Onlardan da dinledim.

Bu dört güzel eser de, Musalla civarında ve bir mahallenin bir bölümünde. Konya’da her mahallede, bir tane değil, birkaç tane, ta Selçukludan bu yana ayakta kalan ata yadigârı bulunuyor. Cami, mescid, şadırvan, imarethâne, tekke, zâviye, medrese ve hanegâhlar dışında sadece türbe ve yatır olarak Konya’da semt başına nerdeyse on mamure düşmektedir. Bu bereket başka yerde yoktur.

sayı//58// mayıs 14

Riefstahl’ın belgeleri mevcut olduğuna göre, Kadir Mısıroğlu’nun aynı Paşa’ya ait benzer iddiasına inanmak o kadar zor gelmiyor insana. Üstelik Mısıroğlu bâzı tanınmış kişileri de şahit gösteriyor.


O vakit Konya’da bulunan Fahrettin Paşa’da bir antika iştihası uyanmış. O’na demişler ki: “Selçuklu Hükümdarının parmaklarında yazılı hatem yüzük bulunurmuş. Bunlar değerlendirilmeyecek kadar kıymetli olurmuş. Paşa emrindekileri türbeye göndermiş. Onlar cenazeleri çuvallara koyarak sırtlamışlar ve çıkarmışlar. Tahnitli cesetlerin parmaklarında Hatem yüzük var mıydı, yok muydu bilmiyoruz ama, Paşa bu fiil-i mekruhu işledikten sonra cenâzeleri yerlerine götürüp koydurtmamış. Dedebahçesi’nin arkasındaki Tacülvezir Türbesi’nin içine attırıvermiş. Üstadım bana şöylece anlatmaya devam etti: Paşa bunları çıkartmış, Hatem aratmış. Sonra bunları buraya attırmışlar. Nâş’lar diri denecek kadar taze idi. Etrafında köpekler toplanmıştı. Mumyalardan birisinin böğründeki süngü yarası bile belli idi. Kafası da teninden kopmamıştı. Bu (607 H/ 1211 M.) yılında Alaşehir önünde Bizanslılarla savaşırken süngü ile şehid edilen altıncı Selçuklu Hükümdarı birinci Keyhüsrev’in cesedi idi. Bâzı tarihçiler onun başının gövdesinden koparıldığını yazarlar. Nâş’ı bu haberi yalanlıyordu. Ben bu tüyler ürperten manzarayı görünce Konya Valisi izzet Beye koştum, bu durumu anlattım. “Pekiyi kaldıralım” dedi. İkinci gün türbeye yine gittim, cenazeler köpeklerin önünde idi. Valiye üçüncü defa gittiğimde “kaldırdık beyefendi” dedi. Sordum; “Nereye kaldırıldı?” “istasyondaki Feridiye Karakolu Komiseri

kaldırtmıştır.” dedi. Karakola gittim. Komiseri buldum ve şu cevabı aldım: “Çöpçüler arabaya doldurmuşlar, bir yere götürüp gömmüşlerdir”. Cenazelerin gömüldüğü yer bile bilinmiyordu. Altı hükümdarın Nâş’ları böylece yok olup gitmiştir.” (Şekil mecmuası. Sayı: 36 3 Eylül 1976, Kadir Mısıroğlu ) Dipnot:

1. Fahrettin Paşa o tarihte Konya’daki ikinci Ordu Komutanı Fahrettin Altay’dır. 2. Fuar yapılmak için Dede Bahçesi civarı İstimlâklarla genişletilirken evvelce bir çıkmaz sokağın sonunda olan Tâcül-vezir Türbesi şimdi fuarın kuzey kapısı yanında olan türbedir. 3. Mısıroğlu’nun bahsettiği kemiklerin bir kısmı, bugün türbe hazirelerine tekrar konulmuştur.

15


DERSAADET’TEN

VİLAYET’E

KADILIK VE ŞEHREMİNLİK İstanbul'da 1453 ten bu güne 475'i Osmanlı ve 32 si Cumhuriyet döneminde olmak üzere 507 belediye başkanı görev yaptı. Mehmet Kâmil BERSE

etihten bu yıla tam 566 yıl geçti..İstanbul, Osmanlı Devleti döneminde devletin payitahtı idi.. Türkiye Cumhuriyeti döneminde 1923 ten itibaren devletimizin iş, finans ekonomi merkezi konumunu sürdürürken memleket nüfusunun beşte birini barındırmaktadır.. Bu şehirde Merhametin başladığı 1453 ten bugüne, yerel yöneticiler son döneme kadar atama ile görev yaptılar..1963 ten bugüne belediye başkanları seçimlerle belirlendi..31 Mart 2019 tarihli yerel seçimlerde İstanbul’un seçimleri sadece Ülkemizin değil hem Müslüman ülkelerin hem Dünya ülkelerinin nazarlarını İstanbul’a odaklamalarına sebep olmuştur.. Fetihten bu güne İstanbul’un ellerinden gitmesini hazmedemeyen ehli salip devletler, her durumda İstanbul’u güçlerinin altına almak istediler..1918-1923 arasındaki işgal yıllarında Bu mübarek şehre ve insanlarına çok zulmettiler..Şehrin kurtuluşu ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan sonrada emelleri için çok uğraş verdiler…Bu nedenle İstanbul’a hizmet etmenin manevi sorumluluğu çoktur, seçimleri kazanmak için taraflar çok çaba sarfetmektedirler..23 Haziranda yenilenecek İBB seçimleri de bu nedenle çok önem arzetmektedir.. Bu yazımızda, İstanbul’u 566 yıldır kimler idare ettiler ve hangi sistemlerle yönettiler, biraz bilgilendirmek için araştırmalar yaptım ve takdim ediyorum..566 yılda bu şehre hizmet eden Belediye başkan sayısı 507 kişi..seçilecek başkan 508 inci olacak..Hayırlısı için dua edelim… Fâtih Sultan Mehmed, fetih gününe birkaç gün kala fetihle ilgili son bilgileri alıp gerekli emir ve fermanları verdikten sonra, Hızır Çelebi'ye dönerek; "İstanbul kâdısına hüküm odur ki..." dedi. Bu fermanla Fâtih, Hızır Beyi, İmparatorluğun en önemli vazîfelerinden birine tâyin ediyor ve ona olan güvenini en üst derecede gösteriyordu. Fatih Sultan Mehmet 30 Mayıs tarihinde Hızır Bey'i (Çelebi) İstanbul'a ilk belediye başkanı olarak atadı. Osmanlı evliyâ ve âlimlerinin büyüklerindendi Hızır çelebi.. İsmi, Hızır Çelebi bin Celâleddîn'dir. Nasreddîn Hoca'nın torunlarındandır. 1407 (H.810) senesi Rebî'ul-evvel ayının birinde Eskişehir'e bağlı Sivrihisar kasabasında doğdu. 1458 (H.863) senesinde İstanbul'da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Bugünkü Unkapanı'na giden cadde kenarında defnedildi. Hızır Bey,

sayı//58// mayıs 16


zekâsının kuvveti ve çalışmasının çokluğu sebebiyle, birçok dînî ve fennî ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar'da kâdılık ve müderrislik yaptı. Çok ince bilgilere vâkıf olup, Fenârî'den sonra eşi yoktu. 1458 yılına kadar İstanbul kadılığı yapan, bir çok talebe yetiştiren, adaleti en güzel şekilde icra ettiren Hızır Bey bu tarihte vefat etti. Güzel ahlâkı, takva sahibi örnek bir insan olarak hayatını tamamladı. Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinde önemli bir birikime sahipti. Aynı zamanda şairdi. Ünlü eseri Kaside-i Nuniyye'yi manzum olarak ele aldı. Bunun dışında da bazı eserleri kaleme aldı. Ancak, yazdıklarından sadece bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Memuriyeti sırasında bugünkü Kadıköy bölgesi kendisine geçimi için tahsis edilmiştir. Bu yüzden buranın adı Kadı Köyü ve zamanla Kadıköy olmuştur.. O zamanda kâdılar, bugünkü belediye reislerinin yaptıkları işleri de yaparlardı. Çünkü o zamanlar, nüfus ne kadar kalabalık olursa olsun, insanların mahkeme ile işleri az olurdu. Kimse kimseye kötülük düşünmez, komşu komşusunun hakkına riâyet ederdi. Nitekim Fâtih'in, İstanbul'un fethinden önce tebdîl-i kıyâfetle Edirne bedesteninde dolaşırken başından geçen hâdise meşhûrdur. Fâtih Sultan Mehmed Han, bir sabah vakti, tebdîl-i kıyâfetle alış-verişe çıktı. Yanında halk kıyâfetindeki vezirinden başka kimse yoktu. Girdiği dükkandan iki okka yağ istedi. Onu aldıktan sonra, beş okka da bal vermesini söyledi. Dükkan sâhibi; "Efendim, ben siftahımı yaptım, balı da komşudan alın, o da siftah etsin." dedi. Öbür dükkana gittiler. Oradan da ikinci bir şey alamadılar. Böyle kaç dükkânı dolaştılar, hiçbirinden ikinci bir şey alamadılar. Hızır Bey, komşunun değil hakkına, komşuya karşı ihsâna bu kadar riâyetkâr olan böyle bir milletin kâdısı idi. İstanbul'da 1453 ten bu güne 475'i Osmanlı ve 32 si Cumhuriyet döneminde olmak üzere 507 belediye başkanı görev yaptı. Devletlerin ve milletlerin yücelmesi, sadece iktisadî gelişmeyle ve modernleşmeyle olmaz… Bilim ön planda olmayla, Öz benliğini yaşatan kültürüne sahip çıkmayla, sanat’ını ve sanatçısını korumayla olur…Bu hususta Belediye başkanlarına büyük sorumluluk düşmektedir.. İstanbul, kuruluşundan bu yana üç medeniyete ev sahipliği yapmış. Bu önemli konumu ile şehircilik hizmetleri; kralları, imparatorları ve padişahları ilgilendiren bir konuydu. Osmanlı döneminde İstanbul'un

yerel yönetimi İstanbul'un fethinden Tanzimat Fermanına kadar geçen zaman içinde kadıların sorumluluğundaydı. Kadılara bu görevlerinde subaşı, böcekbaşı, çöpçülük subaşısı, mimarbaşı gibi yeniçeri ocağına bağlı askerler yardım ediyordu. Hızırbey Çelebi'den başlamak üzere kent yönetiminde 422 kadı görev aldı. Osmanlı döneminde modern anlamda ilk belediye anlayışı; Tanzimat fermanından sonra Kırım Harbi sırasında müttefiklerden esinlenerek oluşturuldu. 1855'te şehremaneti kuruldu. İlk şehremini unvanını Pepe Salih Paşa aldı. 13 Temmuz 1855'ten 4 Kasım 1855'e kadar görev yaptı. I. Meşrutiyet'e kadar uzanan Tanzimat döneminde İstanbul yerel yönetimi 2'si ihtisap ağası, 18'i şehremini olmak üzere toplam 20 yönetici gördü. 1877 yılında belediyelerle ilgili çıkarılan kanun vasıtasıyla İstanbul belediye anlamında 20 ayrı bölgeye ayrıldı I. Meşrutiyet'ten (1876) II. Meşrutiyet'e (1908) kadar bu makamda 10 şehremini bulundu. II. Meşrutiyet'ten Cumhuriyetin ilanı'na kadar da 23 şehremini başa geçti. Şehremini’ye bağlı olarak çalışan kuruma Şehremini ve Şehremaneti Meclisi denilmekteydi. Bu meclis padişah tarafından atanan 6 üye ve şehremini ile birlikte toplam 7 üyeden oluşmaktaydı. 1913 yılında çıkarılan Dersaadet Teşkilat-ı Belediyesi Hakkında Kanun-ı Muvakkat kanunu ile belediyecilik yeniden düzenlendi. Şehremini Meclisi yerine Encümen-i Emanet kuruldu. İstanbul tek bir belediye ve 9 şube olarak tasarlandı. Cumhuriyet dönemi ile birlikte belediye işleri valilerin görev alanlarına dahil edildi.3 Nisan 1930 yılında çıkarılan 1580 sayılı kanun ile belediye 10 şubeye ayrıldı, eski unvanlar kaldırıldı. Meclis-i Umumi yerine seçilerek görev başına gelen İstanbul Umumi Meclisi getirildi. İstanbul'da 1927-1957 yılları arasında yerel yönetim valiliğe bağlı olarak yürütüldü. 1 Mart 1957 tarihinde belediyeler özel idarelerden ayrıldı. 22 Temmuz 2004 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan 5216 sayılı kanun ile büyükşehir sınırları, İzmit ve İstanbul büyükşehir belediyeleri için, il mülki sınırları olarak değiştirildi. İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLARI LİSTESİ

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanları, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde, İstanbul şehrinin yönetiminden en üst düzeyde sorumlu görevde bulunmuşların

17


ayrılması ve ayrı kanunla düzenlenmesi prensibine devam etmiştir.Ankara Şehremaneti bir daireden ibarettir. Şehremini İçişleri Bakanı tarafından atanıp, İstanbul Şehremini’ni yetki ve görevlerine sahiptir. Şehreminin başkanlığında, fenni işler, sağlık, hesap, sözleşme hukuk müdürlerinden oluşan bir Emanet Encümeni (Genel Kurulu) bulunur. Bu kurul vilayet belediye meclislerinin görev ve yetkilerine sahiptir

listesi. 1453 ten 1855 tarihine kadar Hızır Bey ile başlayan İstanbul’u yöneten yerel yöneticilerin sayısı toplamda 422 kişi idi. Kadılardan sonra Şehreminliği ile başlayan yeni yöneticiler; (1855–1923) Pepe Salih Paşa 13.7.1855-4.11.1855 / Hacı Hüsam Efendi Osman Raşid Paşa Hüseyin Hasib Bey Ahmed Şükrü Bey Hacı Ahmed Efendi Hüseyin Hasib Bey Server Paşa İbrahim Haydar Efendi Ali Rıza Bey Besim Bey Ali Paşa Hekim İsmail Paşa Fevzi Bey Hekim İsmail Paşa Ahmed Şevket Bey Ali Kabuli Paşa Cenanizade Mehmed Kadri Paşa Mehmed Halet Paşa Cenanizade Mehmed Kadri Paşa Refik Ali Rıza Bey Galib Paşa Ahmet Rasim Paşa Mehmed Reşid Paşa Rıza Paşa Mehmed Arif Paşa Rıza Paşa Ahmed Mazhar Paşa Rıdvan İsmail Paşa Reşid Mümtaz Paşa Şerif Mehmed Rauf Paşa Ziver Bey Hâzım Bey Halil Ethem Bey Mehmed Tevfik Bey Ali Subhi Bey Hüseyin Kazım Bey Tevfik Bey Cemil Topuzlu İsmet Bey İsmail Canbulat Osman Bedri Bey Sezai Bey Cemil Topuzlu Yusuf Ziya Bey Cemil Topuzlu Hayreddin Nedim Bey Salim Paşa Yusuf Razi Bey Mehmed Ali Bey Mehmed Celal Bey Mehmed Ziya Bey CUMHURİYET DÖNEMİ BELEDİYE REİSLERİ

1919 yılında başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisinin kurulmasıyla yeni bir devletin temeli atılmış oldu. 24 Nisan 1921’de Teşkilatı Esasiye Kanununda mahalli idarelerden bahsedilmektedir. (Mad. 11, 12, 13,14) Ancak lafzı olarak belediyeden bahsedilmemektedir.Bu dönemde Ankara, Türkiye’nin başkenti olmuş, 1924 tarihli ve 417 sayılı kanunla da şehrin adı ‘’Ankara Şehremanetine’’ çevrilmiştir. Bu düzenleme ile Cumhuriyet yönetimi de, başkent belediye yönetiminin diğer belediyelerden sayı//58// mayıs 18

Cumhuriyet ilan edildiğinde İstanbul’da yerel yönetici olarak Haydar Bey (Yuluğ) görev yapıyordu. Valilikle İstanbul kent hizmetlerini birleştiren 1930 tarihli Belediye Kanunu ile şehremaneti son buldu ve şehremini tabiri de tarihe karıştı. 14 Ekim 1930’da yerel seçimler yapıldı. İstanbul Umumi Meclisi, Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ tarafından 6 Kasım 1930’da açıldı. 1 Mart 1956’de valilik ile belediye ayrıldı. Bu arada imar çalışmaları nedeniyle Belediye Meclisi tarafından 1 Haziran 1957 tarihinde Adnan Menderes’e ‘’İstanbul Fahri Belediye Reisi’’ unvanı verildi. 11 Temmuz 1958 tarihinde İstanbul Belediye Meclisi'nde yapılan oylamada Kemal Aygün İstanbul belediye başkanlığına seçildi. 27 Mayıs 1960 sonrası şehrin yönetiminde bir süre istikrar sağlanamadı. 10 Haziran 1960 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile yeni seçimlere kadar belediye başkanlarının görevlerine son verilerek Belediye Kanununun 94. maddesi gereğince atama yoluyla başkanlar getirilmesi kararlaştırıldı. İstanbul’da üç yılda 7 kez belediye başkanı değişti. 1961 Anayasasına göre 27 Temmuz 1963 tarihinde çıkartılan yasa ile belediye başkanlarının seçiminde tek dereceli çoğunluk usulü getirildi. 17 Kasım 1963’te yerel seçimler yapıldı ve İstanbul’un seçimle belirlenen ilk belediye başkanı Haşim İşcan oldu. 3030 Sayılı Yasa ile başlayan Büyükşehir Belediyesi döneminin 26 Mart 1984 tarihinde yapılan ilk seçiminde Bedrettin Dalan Büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçildi. VALİ-BELEDİYE BAŞKANLARI (1923-1958)

Ali Haydar Yuluğ, Emin Erkul, Muhittin Üstündağ, Lütfi Kırdar, Fahrettin Kerim Gökay, Kemal Hadımlı ,Mehmet Mümtaz Tarhan, Ethem Yetkiner. Belediye başkanları Kemal Aygün (1958– 1960) Belediye başkanları (atamayla) (1960–1963) (Darbe dönemi)


Refik Tulga, Şefik Erensü, Refik Tulga ,Turan Ertuğ ,Kamuran Görgün ,Kadri İlkay ,Niyazi Akı, Mustafa Necdet Uğur

kendi vakfiyesinde şunlar yazılıdır: “Hüner bir şehr bünyad etmektir Reâya kalbin âbâd etmektir.”

SEÇİMLE GELEN BELEDİYE BAŞKANLARI (1963–1980)

Şehirdeki askeri imar hareketleri dışındaki ilk imar faaliyetlerinden birisi de Ayasofya’nın camiye çevirtilmesi oldu. Ayasofya camiye çevirtilirken içerisine minber ilave edilip resimlerin üzeri sıva ile kaplatılmış ve dışına da bir minare ilave edilmiştir. Böylece Ayasofya’nın mimarisi bozulmadan kiliseden cami haline getirilmiştir. Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya Cami’ni tamir ve içindeki hizmet sahiplerinin masrafını karşılamak üzere 1350 dükkân, 51 hamam, 957 ev, 32 bozahane, 22 aşhane tahsis ve vakıf etmiştir. Bunların yıllık geliri 13.000 Venedik dukası idi.

Haşim İşcan, Faruk Ilgaz, Fahri Atabey, Ahmet İsvan, Aytekin Kotil 12 EYLÜL DARBE DÖNEMİ (1980–1984) İsmail Hakkı Akansel, Ecmel Kutay ,Abdullah Tırtıl BÜYÜKŞEHİR KANUNU İLE YAPILAN SEÇİMLERLE BAŞKANLAR

• Bedrettin Dalan: 26 Mart 1984- 28 Mart 1989 (ANAP) • Nurettin Sözen: 28 Mart 1989- 27 Mart 1994 (SHP) • Recep Tayyip Erdoğan: 27 Mart 19946 Kasım 1998 (RP) • Ali Müfit Gürtuna: 12 Kasım 1998 1 Haziran 2001 (FP) • Ali Müfit Gürtuna: 1 Haziran 2001Nisan 2004( BAĞ.SIZ) • Kadir Topbaş: 1 Nisan 2004- 23 EYLÜL 2017 (AK PARTİ) • Mevlüt Uysal: 28.EYLÜL 2017 17 NİSAN 2019 (AK PARTİ) • Ekrem İmamoğlu:17 NİSAN 2019 7 MAYIS 2019 (CHP) • ALİ YERLİKAYA 7 MAYIS 2019 …. (İstanbul Valisi Atama İle) FETİHTEN SONRA ŞEHİR PLANLAMASI VE YÖNETİMİ

Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fethettikten sonraki ilk amacı, bu şehri imparatorluğunun başkenti haline getirmekti. Şehri imar etmek ve Türk-İslam şehri görüntüsüne kavuşturmak için fethin hemen sonraki günü imar hareketleri başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed’in imar hareketlerinin temel gayesi İstanbul’u dünyanın siyasi ve iktisadi merkezlerinden biri haline getirmek ve şehri nüfuslandırarak güçlü bir metropol oluşturmaktı. Fatih Sultan Mehmed bir devlet başkanı olduğu kadar, aynı zamanda bir şehir planlamacısı idi. Sultan Fatih’in başkenti yapmak istediği şehir yalnızca yeniden imar ve iskân edilmiş değil, bir plan üzerine kurulmalı, yanlara doğu değil “merkezler” etrafında kümeler şeklinde gelişmeliydi. İlk büyük cami Ayasofya oldu; Müslüman mahalleri, bu cami ve bedesten (Kapalı Çarşı) çevresinde belirmeye başladı. . Reayanın refahı bir din vazifesi olarak benimsenmiştir. Fatih’in

İstanbul’da girişilen mimari projeler, bünyesinde Doğu Roma İmparatorluğu’nun bin yıllık kültürünü barındıran bu çok katmanlı şehirde, yeni bir başkent; görsel, mekânsal ve kurumsal düzenin oluşturulması amaçlanıyordu. Saltanat yapıları, saraylar, cami külliyeleri, askeri ve ticari binalar bu yıllarda şehrin büyük kısmına yayıldı. 1477’de İstanbul ve Galata’da yapılan nüfus sayımı sonuçları şu şekildedir:Cemaat / hane –ev sayıları: • Müslüman 9.486- Rum Ortodoks 3.743Yahudi 1647- Ermeni 434 • Karamanlı Rumlar 384- Avrupalılar (Hepsi Galata’da) 332- Kefeli Gayrimüslimler 267 • Çingeneler 31- Toplam: 16.324 hane Bu toplam, askeri sınıfı içermiyordu. Dolayısıyla kentin nüfusunun 80.000-100.000 arasında olduğu söylenebilir. İstanbul’un nüfusunun 1530 yılına doğru Ömer Lütfi Barkan tarafından 400.000 – 500.000; F. Braudel tarafından ise 16. Yüzyıl sonunda 700.000 olduğunu tahmin etmektedirler. Fatih’ten bir yüzyıl sonra İstanbul, onun tasarladığı gibi gerçekten bir dünya metropolü haline gelmiştir. KAYNAKÇA:

• Osmanlı D. Ve Medeniyet Tarihi Cild II – Ekmeleddin İhsanoğlu • Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve Yükseliş Tarihi – Feridun M. Emecen • Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı – Franz Babinger • Mufassal Osmanlı Tarihi Cild I – Mustafa Cezar 19


YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

PODGORİCA XVII ve XVIII. yüzyıllarda Podgorica, İslâmî bir merkez olarak gelişme göstermeye başladı. 1662 yılında Evliya Çelebi, Podgorica hakkında kısa bilgi vererek kasabanın savaşçı halkından ve Fâtih Kalesi’nden söz eder. Ona göre kale içinde 300 kadar küçük ev, Fâtih Sultan Mehmed Camii, ambarlar, cebehâneler ve toplar vardı. Burada 700 muhafız görev yapıyordu Hüseyin YÜRÜK

Fotoğraflar: http://zekeriyaipek.blogspot.com

sayı//58// mayıs 20

oğrafya ve Tarihçe / Sırbistan’dan ayrılan Karadağ Cumhuriyeti’nin başkenti ve dörtte biri müslüman olan toplam 136.000 nüfusuyla (2005 yılı) ülkenin en büyük şehridir. 1948-1992 yılları arasında Titograd adıyla anılmıştır. Şehir, Ribnica İşkodra gölüne dökülen Moraca nehriyle Ribnica (Zeta) suyunun birbirine kavuştuğu yerin yakınında düz bir ova ortasında deniz seviyesinden 50 m. yüksekte kurulmuştur. Şehir, 1457’de Osmanlı topraklarına katıldı. 1474-1478 yılları arasında Fâtih Sultan Mehmed, Ribnica ve Moraca nehirlerinin birbirine kavuştuğu, dik sarp kayalıklar tarafından korunmuş olan bölgeye bir kale ve cami inşa ettirdi. 1479’da önemli bir yer olan İşkodra’nın fethinden sonra Podgorica bölgesi yeni oluşturulan İşkodra sancağına dahil edildi. 1485 tarihli İskenderiye Tahrir Defteri’nde Podgorica’dan halkı hıristiyan olan kırk hânelik (200 kişi) bir kasaba olarak söz edilir. Defterde ayrıca, daha sonraki asırlarda bölgedeki İslâmî cemaatin çekirdeğini oluşturacak olan İskender Çavuş Zâviyesi’nin adı geçer. 935-936 (15291530) tarihli tahrir kaydında burası yirmi bir müslüman ve 143 hıristiyan hânesinden ibaret toplam 800 kişilik nüfusa sahip bir kasaba şeklinde zikredilir (BA, TD, nr. 367). Ayrıca burada kale içerisinde bir dizdarın emrinde otuz iki kişilik askerî garnizon bulunmaktadır. (Kiel,2007:306). XVII ve XVIII. yüzyıllarda Podgorica, İslâmî bir merkez olarak gelişme göstermeye başladı. 1662 yılında Evliya Çelebi, Podgorica hakkında kısa bilgi vererek kasabanın savaşçı halkından ve Fâtih Kalesi’nden söz eder. Ona göre kale içinde 300 kadar küçük ev, Fâtih Sultan Mehmed Camii, ambarlar, cebehâneler ve toplar vardı. Burada 700 muhafız görev yapıyordu. 1861 yılında bölgedeki isyanı bastırmak üzere Karadağ’a giden Gazi Ahmet Muhtar Paşa yaşadıklarını şöyle anlatıyor:15 Eylül 1861 günü Derviş Paşa kumandasında Karadağlı isyancıları yola getirmek üzere harekat başlattık. Aslında isyanın sönmesinin, Karadağ’ın terbiye edilmesine bağlı olduğu herkesçe malum ise de, devlet, Karadağ’ın terbiyesine kalkışmazdı. Çünkü Karadağ, Avrupa devletleri ve özellikle Rusya tarafından şiddetle himaye edilirdi. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:13) (……..) Çatışmalar sırasında üç gün boyunca Nikşik ovasında çok susuz kaldık. Hava gayet


sıcak ve harekât pek şiddetliydi. Dudaklarımız çatladı. Türlü otlarla hararetimizi söndürmeye çalıştıksa da, suyun yerini hiçbir şey tutmuyordu. Hizmetçi neferim, bir gün elinde bir matara ile koşup beni arıyor; onu görünce ne memnun oldum; diğer taraftan da matarayı kimseye göstermemek teşebbüsündeydi. Zira birinin elinde su dolu bir matara gören, derhal onun üzerine hücum ediyor. Rabbim Öyle günleri kimseye göstermesin. Meğer mataranın içinde su değil, garip bir mayi varmış. Sonraları hatırıma geldikçe İçim bulanırdı. Şöyle ki: Hizmetçi su olduğu sanılan yerlerde gezip su ararken ne baksın, yirmi-otuz nefer bir çukura girmiş, avuçlarıyla mataralarını doldurmakla meşgul. Meğer orası bir köyün hayvanat yatağı imiş ve kim bilir ne vakitte bir yağmur yağmış da birkaç yüz duka kadar su toplanmış. Akıntısı olmadığından göl gibi kalmış. Lâkin görenler birden hücum edince, hayvanların gübre ve idrarından ibaret olan dip tortusu harekete gelip suyu bulamaç gibi bir şey etmiş. İşte askerler bu şeyi mataralarına doldururken, benim nefer de girip kavga döğüş, ancak matarayı doldurabilmiş. Mataranın içindeki pislik sonra yarı yerine kadar tortu halinde oturmuş, ama matara kımıldadıkça bittabi ayaklanıyor; lâkin onun ayaklanmasına kim bakar, dişlerimi süzgeç ederek, bir haylisini içtim. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:14) 1868 yılında Gazi Ahmet Muhtar Paşa bölgede yeniden baş gösteren isyanı bastırmak üzere Karadağ’a gider.29 ay şehzade hocalığı görevinde bulunduktan sonra 1868 yılında Karadağ hududunda arazi mübadelesi komiserliğine tayin olundum. Podgoriçe’deki alayın miralayı bir suikastle vurularak öldürülmüştü. Bu hadisenin ardından askerin kumandasını ben devr aldım. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:39) Gazi Ahmet Muhtar Paşa, çatışmalar sırasında yaşadığı bir olayı Hatıralarında şöyle anlatıyor: İndependence Blej Gazetesinin bir muhabiri bu muharebede Karadağlılarla bulunarak yazdığı yazıda diyor ki:“Karadağlılarla karışık olarak bulunan Hersek asilerin ordugâhı yüksek ve ormanlı bir dağın arka eteğinde pusu gibi bir yerdeydi. Ben de onlarla beraber bulunduğum halde ortalıkta bir telaş kopup tüfeğine sarılan dağın yukarısına doğru koşmaya başladı. Sebebini sorduğumda 'Türkler geliyor!’ dediler. Ben de onlarla beraber dağa çıkmaya başladım.Tam zirveye yaklaştığım zaman ne göreyim? Uzun boylu, başı sarıklı bir herifle yakışıklı bir zabit bizden evvel zirveye

yetişti. Yanlarına toplanan askerler bize ateşe başladı. Ben hemen koca taş yarıklarından birine girdim. Ve aman Türk! demeğe başladım. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:123) Ahmet Cevdet Paşa, ‘Cevdet Tarihi’nde bölgede yaşanan isyan olaylarından şöyle bahseder: Sırplar ve Karadağlılar Osmanlı devletinin bu halsizliğini ve perişanlığını fırsat bilerek başkaldırmışlar, bağımsız birer devlet olmak iddiasına girişmişler ve Rusların kışkırtması ile büsbütün cesaretlenip isyanlarını tamamı ile açığa vurmuşlar ve şimdiden devlet olmuş gibi Osmanlılarla anlaşmak için şartlar ileri sürmeye başlamışlardı. Bunları, bastırmak şöyle dursun, sindirmek için bile üzerlerine kuvvet göndermeye kudretimiz yoktu. (Ahmet Cevdet Paşa,1973:53) 1873 tarihli Manastır Vilâyeti Salnâmesi’nde Podgorica kazasının nüfusu 4551 müslüman ve 7074 hıristiyan olarak verilir. 473 Katolik ve Ortodoks bunun dışındadır. Podgorica’nın bu dönemdeki nüfusunun % 39’u müslümandı. Kamûsü’l-a‘lâm Osmanlı döneminin sonlarındaki Podgorica’yı çoğunlukla müslüman olan ve el sanatlarıyla ticaret alanlarında gittikçe gelişen bir merkez olarak tanımlar. (Kiel,2007:307) Balkan devletlerine karşı takip edilen siyasetin esası bunlar arasındaki rekabet, zıddiyet ve münâfereti körüklemek bu devletlerin anlaşmalarına imkân bırakmayacak meseleler çıkarmak idi. Bu hususta Sultan Hamid, en ziyade Karadağ Prensi Nikola'dan istifade etmişti. Sultan 2.Abdülhamit’in Başkatibi Tahsin Paşa, Padişahın izlediği politikayı Hatıralarında şöyle anlatıyor: Prens Nikola İstanbul'a geldiği zaman kendisine fevkalâde ikram edilmişti.Zât-ı şâhâne Prens'e Boyacıköyü'nde güzel bir yalı vermişti. Sultan Hamid prensin müzâyaka zamanlarında da muâvenete şitab ederek kendisine iki defa 20 bin altın hediye etmişti. Karadağ Prensliği'nin İstanbul'da Mösyö Bakiç isminde bir maslahatgüzârı vardı. Prens'in adamlarından olan bu zat iki hükümdar arasındaki münasebâtın takviyesine çok çalışmıştı. Karadağ'a karşı takip edilen siyaset Sırbistan ve Karadağ hükûmetleri arasındaki rekabeti arttırmaktan hâlî kalmıyordu. Esâsen Karadağ Prensi Nikola'nın gaye-i emeli Sırbistan'la Karadağ'ı birleştirip Sırbistan Kralı olmaktı. Bu emelini İstanbul'u ziyaretinde Hünkâr'a da açmıştı. Sultan Hamid Prens Nikola'yı meyûs edip elden kaçırmamak için Prens'in bu emelini idare eder dururdu. (Tahsin Paşa,1990:87)

21


benimseniyor.Bir şeyin üzerinde durmak lâzım. Karadağ Sırbistan’dan bilhassa son olaylarda koptu diye bilinir. Aslında Balkanları Avrupa Birliği yönetiyor. Bunu Brüksel istese de istemese de, bilincinde olsa da olmasa da önlemek mümkün değil. Karadağlılar kendi istekleriyle Euro banknotlarını taşıdılar ve Karadağ daha Sırbistan’dan ayrılmadan sınırları içinde bu para dolaşıma girdi, Yugoslav Dinarı ortadan kalktı.(Ortaylı, 2013:144)

Ne var ki, 1878’de Berlin Anlaşması neticesinde Podgorica Hıristiyan Karadağ Devleti’ne verildi. Pek çok Müslüman Osmanlı Devleti içinde kalan İşkodra’ya göç etti. 1890’da Podgorica’nın 6000 nüfusu vardı; bununla birlikte Karadağ’ın geri kalmış şehirleri içinde hâlâ ön plandaydı. 1943 yılında II. Dünya Savaşı esnasında Almanya’nın Podgorica’yı işgal etmesi üzerine şehir müttefik güçlerince çok şiddetli biçimde bombalandı. Büyük Vezir Köprüsü ve dört tarihî cami yıkıldı, diğer iki cami de oldukça hasar gördü.1967’de harabe durumunda olan (İskender Çavuş Camii) 1979’da tekrar onarıldı. Günümüzde bu yapı Karadağ Müslümanlar Birliği’nin bulunduğu yer ve şehirdeki İslâm kültürünün merkezi konumundadır. Osmanagiç Camii 1997-1998 yıllarında restore edildi. Her iki bina ve büyük saat kulesi devlet tarafından tarihî eser kabul edilerek korumaya alındı. Fâtih Sultan Mehmed Camii’nin harabeleri, iki cami ve saat kulesi hâlâ bu şehirle İslâmî geçmiş arasında bir köprü konumundadır. Günümüzde ise önemli bir ticaret ve sanayi merkezi (tütün, gıda, makine-maden, dokuma, deri işleme ve mobilya sanayileri) olarak gelişmektedir. (Kiel,2007:307) Yugoslavya’nın 1991 yılında dağılmasından sonra bölgeye giden İlber Ortaylı gözlemlerini şöyle anlatıyor:Bugün Karadağ’ın nüfusu 600 bin kadar, başkenti Podgoriçe… Başkentin nüfusu 150 bin kadar, sanayi Allah’a şükür gelişmediği için başkentin ortasından bile berrak bir nehir akıyor. Dağlar ve derin kanyonlar yemyeşil, deniz kıyıları tertemiz. Türk turistlerin Karadağ’a bile ulaştığı görülüyor. Türkler son 20 yılda dünyanın her yerine iş ve tatil için gittiler. Kitapların öğretemediği tarihleri, gezi rehberleri öğretiyor ve Osmanlı’nın Balkanları geze geze sayı//58// mayıs 22

Karadağ’da Fatih Sultan Mehmed’in Balkan fetihleri sırasında yaptırdığı bir caminin yeniden tamir edilmesi olayı hüzünlü bir belgesele de konu oldu. ‘Cevabı Yüz Yıl Sonra Verilen Mektup’ konulu olayın hikayesi şöyle: “Fatih Sultan Mehmet Balkan fetihleri sırasında, Karadağ’ın Podgorica şehri Tuzi Kasabasında bir cami inşa ettirir. Caminin hemen yanına da savaşlarda şehit düşen Osmanlı askerlerinin defnedildiği bir şehitlik yaptırır. Yüzyıllarca bölge halkı tarafından kullanılan Nizam Camii ile halkın gözü gibi koruduğu şehitlik, zaman içinde yıpranır. Savaşlar sırasında tahribata uğrar, depremlerden zarar görür ve 1911’den başlayarak yıkılmaya yüz tutar. Caminin onarımı için, Karadağ’ın Tuzi kasabasından İstanbul’a bir mektup yazılır. Bölge halkı, Osmanlı Sultanından caminin onarımı için yardım ister. Mektup İstanbul’a henüz ulaşmışken Balkan Savaşları başlar, Karadağ Osmanlı’dan ayrılır; mektup da unutulur gider. Ta ki yüz yıl sonrasına kadar...” Nizam Camii ile şehitlik, 2012’da Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) tarafından aslına uygun olarak restore edildi ve tekrar kullanıma açıldı. Koordinatörlük ile TİKA işbirliğinde, Balkanlardan gelen bir mektubun, bir asır sonra Türkiye Cumhuriyeti tarafından cevaplanışının hikâyesini anlatan bir de belgesel hazırlandı.

KAYNAKLAR

• Ahmet Cevdet Paşa,(1973),Cevdet Paşa Tarihi, Cilt:1,İstanbul: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yay, • Ahmet Muhtar Paşa,(1996), Anılar, Tarih Vakfı Yayınları: İstanbul • Kiel Machiel,(2007),Podgorica, DİA, Cilt: 34; Sayfa: 306-307 • Ortaylı İlber,(2013),İlber Ortaylı Seyahatnamesi, İstanbul: Timaş Yayınları • Tahsin Paşa,(1990),Yıldız Hatıraları, İstanbul: Boğaziçi Yayınları


Üç Serbest Kıt’a I. Ey güzün güzel günleri Gitmeye taraf yükünü saran Sararan solan nûr yüzlü sevgililer Geçmiş günlerin geçit resminde / hazırolda durup Ve parmaklarını tesbih kılıp Ölüme gün sayan benim gibiler

II. Şu evlerin ilerisi bir dağa çıkar Günde üç kez güneş batar üstünde Biri sabah, biri akşam, bir de ben Dağlar tutuşur yanar Alaca boyanır damlar ve dal uçları, dalların ucunda kısmetsiz gece kuşları III. Akyokuşun dumanı her daim tüter, Ey alıp gidenler onu bir akşama bindirip gençliğimden kalan ve ödünç aldığım birkaç günü ve renkleri ve benim olmayan emanetleri gökyüzü limanından sonsuza doğru, Oysa bu saatler uykuya gidilmez daha kuşlar bile tünemeden hele gariplerin yüzü gülmeden Böyle eli boş varılır mı Allah’a Kâmil UĞURLU

23


KANUNİ DÖNEMİNDE

KÂĞITHANE KUYUMCULAR

MESİRESİ Kâğıthane kuyumcular bayramında kalabalığın çokluğunu anlatmak için Kuyumcular Kârhanesinde muhafaza edilenleri bilmek yeter. Burada on bin sahan, beş yüz kazan ve mühim miktarda başka evâni vardır.

Öğr.Gör.Nuri DURUCU

esireleriyle ünlü Kâğıthane için tarih boyunca nice şarkılar bestelenmiş, pek çok eğlenceler ve faaliyetler de düzenlenmiştir. Bu şarkılardan birinin sözleri şöyledir; Suy-i Kağıthane'de mecnun misal Bekledim rahın efendim bi mecal Anladım teşrifine yok ihtimal Çağlayanlarla beraber çağladım Tali-i nasaze küstüm ağlarım... Geçmişte yapılan organizasyonlara ek olarak modern çağda artık pazarlama stratejisinin bir parçası olarak, bütün ürünlere yönelik fuarlar düzenleniyor. Bu hem her ürünün detaylı tanıtımını sağlıyor, hem de potansiyel alıcılarla birebir diyalog ve ticari ilişkiye ilk adım olarak kabul ediliyor. Günümüzde yaşanan bu çağdaş uygulamanın ilk örneklerini yüzlerce yıl önce de görmek mümkün. Üretimin tamamen el emeğine dayandığı ve el becerisinin ön planda olduğu o dönemde düzenlenen panayırlarla, ustaların yeteneklerini sergilemesi, ustalar arasında bilgi alışverişi ve ürünlerin tanıtımı sağlanıyordu. 16. Yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminde İstanbul Kâğıthane’de yapılan Kuyumcular Mesiresi de bunlardan. Eğlenceleri ve mesireleriyle ünlü Kâğıthane, aynı zamanda tarihteki ilk kuyumculuk fuarına da mekân oldu. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1461 yılında inşa ettirilen Kapalıçarşı pek çok mesleğin olduğu gibi mücevher sanatının da merkezi olmuştu ve İstanbul’un dünya ticaret ve imalatında rol oynamasına vesile olmuştu. Buna ilaveten 2. Bayezid döneminde Topkapı Sarayı bünyesinde temelleri atılan Ehl-i Hıref teşkilatı da pek çok sanatkâr yetiştirmişti. Yavuz Sultan Selim döneminde İran ve Mısır’dan pek çok getirtilen kuyumcu ustaları da Osmanlı mücevher sanatına katkı sağlamışlardır. Babası Yavuz gibi kendisi de kuyumcu olan Kanuni Sultan Süleyman İstanbul’da kuyumcular için Mimar Sinan’a (Kuyumcular Kârhanesi) adlı muhteşem ve çok büyük bir yer yaptırmıştır. Her vilayetin kuyumcubaşısı padişahlarına muhteşem ve murassa kitabeli kılıçlar hediye ederdi. Her vilayetin kuyumcubaşısı padişahlarına muhteşem ve murassa kitabeli kılıçlar hediye ederdi. Dünyada en çok kılıca sahip olan hükümdar ve sultan, Kanuni Sultan Süleyman’dır. Dünya

sayı//58// mayıs 24


müzelerinde ve Türk müzelerinde, hususi koleksiyonlarda Kanuni adına yapılmış pek çok kılıç vardır. Kâğıthane kuyumcular bayramında kalabalığın çokluğunu anlatmak için Kuyumcular Kârhanesinde muhafaza edilenleri bilmek yeter. Burada on bin sahan, beş yüz kazan ve mühim miktarda başka evâni vardır. Kârhanenin Camii içinde ayrıca mescidi ve yüzlerce kuyumcu dükkânı ve sanathânesi vardır. Kanuni hamsiyi çok sevdiği için onun Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki kılıcını (2/1136) yapan kılıç ustaları kılıcın kabza kısmının her iki yanına bu balığın figürünü işlemişlerdir. Evliya Çelebi'nin babası Saray-ı Âmire’nin kuyumcubaşısı Derviş Mehmed Zıllî Efendi’dir. Bu yönüyle Evliya Çelebi’nin kuyumculukla ilgili izlenimleri de oldukça detaylıdır. Evliya Çelebi dünyaca ünlü seyahatnamesinin birinci cildinde, Kâğıthane civarında düzenlenen kuyumcular mesiresini kendine has üslubuyla şöyle kaleme alır: “1500'lü yılların başından itibaren uzunca bir süre her on senede bir, Kâğıthane’de 5-6 bin çadır kurularak 20 gün sürecek şenlikler yapılırdı. Şenliklerde kuyumcu çavuşları diğer illere gönderilir, birçok kuyumcu Kâğıthane şenliklerine davet edilirdi. Bunlar arasında imparatorluk tebaası olan Ermeni, Rum, Süryani, Acem ve diğer milletlere ait ustalar da yer alırdı. Osmanlı Devleti dâhilindeki bütün kuyumcular bu mesireye yardımda bulunurlar. Üç yüz kese altın kadar masrafı olur. On iki bin kadar çeşitli mezhebin halife ve postnişinleri büyük bir topluluk meydana getirirler. Bu Kâğıthane çayırında kuyumcu esnafı, Süleyman Han kanunu gereğince toplanarak sohbet ederler. Hakani kösler çaldırarak bayram ve şenlik ederlerdi. Osmanlı padişahı dahi gelerek çadırını kurar, en çok beğenilen eserin ustası "Baş Kuyumcu" olarak adlandırılır ve bizzat mesireye gelen Kanuni Sultan Süleyman tarafından 12 keselik altınla ödüllendirilirdi, bu Süleyman Han kanunu gereğidir. Zira Süleyman Han şehzadeliği sırasında, Trabzon şehrinde Rum (Konstantin) yanında çalışarak kuyumculuk öğrenmiştir. Onun için halifeliği sırasında Sakaçeşmesi yakınında kuyumcu dükkânlarını yaptırmıştır. Kuyumcu halifelerinden on iki maharetli usta, önce Padişahın, sonra şeyhülislamın, sonra diğer büyük vezirlerin ellerini öperler. Sonra sırası ile kuyumcubaşının, şeyhinin, nakibinin ve daha bazı pirlerin ellerini öperler. Sonra

kuyumcubaşı cevahirle işlenmiş küçük bir okuma masası, divit, eğer, kılıç ve hançer gibi hediyeleri padişaha sunar. Velhasıl bu Kâğıthane vadisinde beş altı bin çadır kurulur. Vadi bu yirmi gün içinde insan denizi kesilir." Bu mesire bugün uluslararası hale gelen mücevher fuarlarının temelinin Kanuni Sultan Süleyman döneminde atıldığının bir belirtisi sayılabilir. Sultan Süleyman 26 yaşında tahta geçti ve saltanat döneminin (1520-1566) özellikle erken dönemlerinde kuyumculuğa olan ilgisinden dolayı kuyumcuları himaye etmesi ise olağan bir durum olarak karşımıza çıkar. Evliya Çelebi 17. yüzyıla gelindiğinde İstanbul'da 3000 kuyumcu dükkânı ve 5000 kuyumcu esnafının bulunduğunu belirterek ilerleyen zaman içinde bu mesleğin ne kadar geliştiğini detaylı şekilde izah eder. Günümüzde Türkiye mücevher ihracatı bakımından dünyada İtalya’dan sonra ikinci sıradadır fakat bu çok az bilinen bir gerçektir. İlk defa Yıldız Sarayı “Silahhane de 1986 yılında yapılan fuardan sonra bugün 49. İstanbul Uluslararası Mücevherat, Saat & Malzemeleri Fuarı 10-13 Ekim 2019 tarihlerinde CNR Expo, İstanbul Fuar Merkezi’nde yapılacaktır. Tarihten gelen bu gelenek Türk mücevher sanatının dünyada hak ettiği yere gelmesine vesile olacaktır. KAYNAKÇA:

• Evliya Çelebi. (2003). Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi. c. 1. yay.haz. Yücel Dağlı - Seyit Ali Kahraman. Yapı Kredi: İstanbul. • http://www.ttk.gov.tr/tarihveegitim/evliya-celebi-1611-1685/ • Özdamar, M. (1997). İbrahim Hakkı Konyalı ve Konyalı kütüphanesi yazmalar kataloğu. Kırk Kandil: İstanbul.

25


aşta “Büyük Doğu”nun mimarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek olan serdengeçtilerin hayalidir Anadolu’nun uyanması. Bu uğurda hapislere atılsalar da vazgeçmezler davalarından. İşte bu çağrıya ses veren illerin başında yer alır Maraş. “Din, fikir, ahlâk, ictimaiyat” için “Adım” gazetesi ile çıkılır yola.

UYANAN ANADOLU'DAN, ANLAMLI BİR SES;

ADIM GAZETESİ Adım gazetesinin öncü ismi Samet Sürûri’nin asıl ismi Abdullah Emin Berse olup Mehmet Kamil Berse beyin rahmeti Rahman’a kavuşan ağabeyidir. Serdar YAKAR

Din, fikir, ahlâk, ictimaiyat gayesi ile yayın hayatına başlayan “Adım”ın ilk sayısı 6 Haziran 1962’de yayınlanır. Haftalık gazete olan Adım, Maraş İmam-Hatip Okulu Mezunlar Cemiyeti adına Cuma günleri yayınlanır. Gazetenin sahibi ve yazı işleri müdürü cemiyet adına Ulu Camii İmam Hatibi İsmet Karaokur’dur. Adım’ın teknik sekreterliğini Samet Sürûrî üstlenir. Maraş İmam Hatip Okulunun ilk mezunlarından olan İsmet Karaokur Adım ile başlayan fikir mücadelesini vefatına kadar sürdürür. Çeşitli illerde müftülük yaparak gönüllere girmeyi başaran İsmet Karaokur hocaefendi emeklilik yıllarını Kahramanmaraş’ta geçirerek kendisini vakıf hizmetlerine adar. Adım’ın teknik sekreterliğini üstlenen ve ayrıca yazıları ile ilk sayıdan itibaren katkı sağlayan Samet Sürûri ise müstear bir isim olup Maraş İmam Hatip Okulunun misafir bir öğrencisidir. Doğma büyüme İstanbullu olup Fatih semtinin manevi ortamında yetişmiştir. Maraş’a nasıl geldiği, ne kadar kaldığı, neler yazdığı başka bir yazının konusu olsun diyerek burada asıl adını vermekle yetinelim. Adım gazetesinin öncü ismi Samet Sürûri’nin asıl ismi Abdullah Emin Berse olup Mehmet Kamil Berse beyin rahmeti Rahman’a kavuşan ağabeyidir. Adım’ın ilk sayısı için kaleme alınan “Niçin Çıkıyoruz” başlıklı yazıda bugünün din adamlarının irşad vazifesini her yerde ve her kese karşı aklî ve ilmî çerçeve içerisinde yapmasının lüzumu dile getirilir. İkinci sayıda ise “Yarım Hekim Candan, Yarım Hoca Dinden Eder” denilerek yapılan yanlışlıklara dikkat çekilir. Eğitimin kanayan yarasına 56 yıl öncesinden şu cümlelerle parmak basılır: “Eğer yarının din adamları olacak bugünün mezunlarına tahsil ve iş imkanları sağlanmadığı takdirde, millet ve hükümet olarak büyük bir problemle karşı karşıya kalınacaktır. Bunun vebal ve mes’uliyeti de derece derece çocuk babasından devlet babaya kadar uzanır.”

sayı//58// mayıs 26


Adım’da İsmet Karaokur’un yanı sıra Samet Sürûrî, Hasan Parmaksız, Temel Ertan, Remzi Arabacı, Fevzi Çardak gibi isimler de ilk sayılarda yazıları ile yer alırlar. Şevket Bulut, Abdurrahim Karakoç, Mustafa Zülkadiroğlu gibi şairler ise şiirleri ile Adım’da yer almışlardır. Haftada bir yayınlanan bu dört sayfalık gazete kısa sürede ülke genelinde ses getirir. Necip Fazıl Kısakürek İstanbul’da yayınlanan Büyük Doğu mecmuasında Adım’dan sitayişle bahsederken yine İstanbul’da yayınlanmakta olan Dünya gazetesi ise Adım’ı jurnal ederek savcıları göreve davet eder. Günün siyasi şartlarının bir tezahürü olarak Maraş’ta yayınlanan Adım gazetesi, yazar ve sorumluları için dava açılır. Maraş 2. Sulh Ceza Mahkemesinde üç yıl süren yargılama sonucunda Hakim Abdülmecid Belli sanıklar hakkında beraat kararı verir. Bu beraat kararı küçük bir kitapçık olarak İslam Mecmuası tarafından “Türkiye’de Hakimler Var” adıyla yayınlanır. Mahkeme sürecinde üç yıl boyunca yayınını devam ettiremeyen Adım 16 Temmuz 1965 tarihinden itibaren yeniden yayınlanmaya başlar. Başlık kılişesi değişmemiş olmakla birlikte yeni dönemde “Edebi Fikri Siyasi Gazete” şekline dönüşen Adım’ın sahibliğini H. Vakkasoğlu, mesul müdürlüğünü ise Doğan İzmirli üstlenir. Üçüncü sayıdan itibaren jenerikten Doğan İzmirli’nin ismi çıkartılarak Ali Yanar ismi yazı işlerini fiilen idare eden sorumlu müdür olarak yer alır. İkinci dönemin ilk sayısında yer alan “Tekrar Çıkarken” başlıklı yazıda; “Sevgili okuyucular, Üç yıl sonra tekrar çıkıyoruz. Baskın, tertip, muhakeme, beraat ve düşünme devremizin sonsuz elemlerini şimdiden unutmuş bulunuyoruz. Hakkın ve sizlerin şahsında duyduğumuz cesaret sonsuzdur. Kutlu bildiğimiz mücadelemize daha sert adımlarla devam edeceğimize emin olabilirsiniz. Ebedi ve parlak sabahların müjdecisi; Büyük Türk Milletinin sarsılmaz vicdanı, iradesi ve salim sezgisidir. Biz bu müjdenin gösterdiği yolda yürürken, ilmi ve millî davranışımızın, kutsal davamızın karşısına dikilecek her yaygaraya “it ürür kervan yürür” diyeceğiz.” Denilirken yeni dönemde Adım’ın yayın ilkeleri de şu dört maddede dile getirilir:

“1-Anayasa ve kanunlarımızın tanıdığı hakları kullanırken gözlerimizi hiçbir budaktan esirgemeyeceğiz. 2-İslâm Türk Milletciliğinin ana prensiplerine ve hedeflerine sadık kalacağız. 3-Millî bünyemize musallat olan her görünüşün ve ideolocyanın nerden gelirse gelsin karşısına dikileceğiz. 4-Okuyucularımızın dilek, ikaz ve tenkitlerinin göz önüne alınarak, her hafta daha iyi çıkmaya çalışacağız.” Kenan Seyithanoğlu’nun rubaileri ile katkı sağladığı Adım’ın yeni dönemindeki yazarları; A. Edip Güvenen, Salim Kılaç, Ahmet Vehbi, Hasan Seyithanoğlu, Faruk Sevinçler, A. Vehbi Vakkasoğlu vs olur. Hayati Vasfi Taşyürek ve Ahmet Cansız Güllü’nün de şiirleri ile katkı sağladığı Adım’da Hacı Bekir Karlığa’nın da Arapçadan çevirileri yer alır. Haftalık olarak yayınlanan Adım 1965 ve 1966 yıllarında yayınına devam ederek fikir dünyamıza çok sayıda isim kazandırır. 27


Har içinde biten gonca güle minnet eylemem Arabi Farisi bilmem, dile minnet eylemem Sırat-ı Müstakim üzre gözetirim rahimi Zalimin talim ettiği yola minnet eylemem

KIRŞEHİR, KİMSEYE MİNNET ETMEYEN

HAS İNSANLAR DİYARI Kırşehir Hz. Muhammed ve Hz. Ali sevgisinin harman olup bir ömür yudumlandığı, şerbet olup bir ömür içildiği yerin adıdır, şahidiz. En çok da bundan severiz Kırşehir’i. Fahri TUNA

ylemem. Eylemen. Eylemez. Eylemezler. Kırşehirliler eylemiyorlar. Ben şahidim. Tanıdığım bütün Kırşehirliler eylemediler, eylemiyorlar, eylemeyecekler. Sen gönlünü ferah tut Nesimi Kardeş. Kırşehir ilimdir, Kırşehir irfandır, Kırşehir edeptir. Gittim gördüm. Aynıyla vakidir. ‘Ortalık karıştı düzen bozuldu / Yetiş ya Muhammed yetiş ya Ali’ diyor ya bir türkümüz. Kırşehir’dir, Kırşehir’dendir, Kırşehircedir bu türkü. Zira ‘Bizim erkânımız; ahlâkı Muhammedî ve edebi Ali’dir.’ Diyen Hacı Bektaş-ı Veli tam da bunu, en çok da bunu, en fazla da bunu işaret etmektedir. Kırşehir Hz. Muhammed ve Hz. Ali sevgisinin harman olup bir ömür yudumlandığı, şerbet olup bir ömür içildiği yerin adıdır, şahidiz. En çok da bundan severiz Kırşehir’i. Minik bir soru ey okur: Şekspir’i İngiltere’den, Balzac’ı Fransa’dan, Geothe’yi Almanya’dan, Cervantes’i İspanya’dan, Dostoyevski’yi Rusya’dan, Tagor’u Hindistan’dan çekip alsanız, ne kalır geriye?’ ‘Pek bir şey kalmaz, o ülkelerin en az yüzde ellisi gider’ dediğinizi duyar gibiyim. Elhak haklısınız. Bunu en az yirmi söyleşimde sordum, hep benzer cevap aldım. Hatta ‘o ülkeden geriye bir şey kalmaz’ diyenleri bile gördüm. O kadar değil tabii ki. İşin aslı şu: Bir ülkeyi, bir milleti, bir medeniyeti yoğuran büyük şairler, yazarlar, sanatçılar vardır. Hükümdarlardan on kat yüz kat bin kat daha büyük daha etkili daha kalıcıdırlar bunlar. Bin yıllık tarihte o ülke için bir iki bilemediniz üç isimdir böyleleri. Ya Anadolu’da, ya Türkiye’de, ya bizim tarihimizde kimdirler bu büyük ‘medeniyet kurucularımız?’ Yesevi’dir, Seyyid Battal Gazi’dir, Niyazi-i Mısrî’dir, Muhyiddini Arabî’dir, Âhi Evran’dır, Taptuk Emre’dir, Yunus’tur, Hacı Bayram’dır, Hacı Bektaş’tır, Somuncu Baba’dır, Sarı Saltuk’tur, Nasreddin Hoca’mızdır. Fuzulî’yi, Bâki’yi, Nef’î’yi, Gülşenî’yi saymadım daha. Âkif’e, Necip Fazıl’a, Yahya Kemal’e gelmedim daha. Türkçeyi de Türklüğü de

sayı//58// mayıs 28


Anadolu ve Rumeli’yi de ilmek ilmek, şehir şehir, coğrafya coğrafya dokumuş; birlemiş bütünlemiş büyütmüş ‘büyükler’dir bunlar. Bugün Türkçe varsa en çok bu isimlere borçluyuz, bugün İslâm yaşıyor/yaşanıyorsa en çok bu isimler sayesindedir, eğer bugün ay yıldız dalgalanıyorsa gönderde, en çok ‘rüzgârı üfleyen’ onlardır. Dilimizi de onlara borçluyuz dinimizi de. Sözümüzü de onlara borçluyuz gönlümüzü de. ‘Dünya medeniyet arenası’na birbirinden büyük, birbirinden etkili, birbirinden güzel en az on iki büyük adam yetiştirmiş bir milletiz biz. Övünebiliriz! Ve dünyada bu zenginlikte -birkaç ülke istisnabaşka bir millet/medeniyet daha bulamazsınız, diyeyim size. Ve bu ‘on ikinin ikisi’ Kırşehir’indir. Kırşehirlidir. Kırşehir’dendir: Âhi Evran ve Hacı Bektaş-ı Veli. Bu gurur bu onur bu cömertlik Kırşehir’indir. ‘Kırşehir bozkırdır, çoraktır, taş topraktır’ diyorsunuz. Tamam tamam, biliyorum. Bereket bolluk demek değil ki. Cömertlik çok demek değil ki. Müsaade ediniz, anlatayım efendim: Âhi Evran ve eseri esnaf teşkilatı, asırlarca Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türkmenleri hem zenaat hem kalp olarak kuyumcu tezgâhında işlemiş, onları ‘iş eş aş’ sahibi yapmış, tüketimi değil üretimi, miktarı değil kaliteyi ‘üstte tutmuş’tur. İman ahlâk edeple üretimi kaynaştırıp bereketlendirmiştir. Hacı Bektaş ise ‘çalışmadan geçinenler bizden değildir’ ilkesiyle üretimi, ‘eline diline beline sahip ol’ ilkesiyle de insan olmayı / insan kalmayı ‘üstte tutmuş’tur.

Bu iki büyüğün yolu izi teşviki ‘bozkırı yeşertme çoğaltma bereketlendirme’ eylemidir. Direnişidir. Savaşımıdır bizce. Bir acayip derde düştüm herkes gider kârına Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına Rızkımı veren Hüda’dır kula minnet eylemem Eylemediler. Eylemiyorlar. Eylemezler. Yoklukta çokluğu, çokta azı, binde biri gören insanlardır Kırşehirliler. Minnet edenlerini hiç görmedim. ‘Dünya varına tamahları yoktur’ onların. Kırşehir benim zihnimde ilkin Millet Partisi Genel Başkanı ‘Osman Bölükbaşı figürü’dür. Kendisine yetişemedik ama hakkındaki rivayetleri çok dinledik. Tebessüm nükte mizah (hatta en çok kara mizah) ustası vatanperver bir politikacı tipi. Bir gün TBMM Kürsüsü’nde konuşurken kendisine milletvekili sıralarından sürekli laf atan Balık soyadlı bir milletvekiline dönüp ‘Sussana balık, gelirsem yerim seni’ diyerek meclisi kahkahaya boğuşu hâlâ hafızalardadır. En eski tanıdığım Kırşehirli Neşet Ağbi’mdir. Yani Neşet Ertaş. Yani türkü baba. Yani türkülerin babası. Bayram Bile Tokel Ağbinin deyişiyle ‘bozkırın tezenesi.’ Neşet Baba ‘yanında çalışan kalfasına düğününde (dünyadaki tek varlığı olan) dükkânını hediye eden’ adamdır, Çukurova’dan bir konser dönüşü, konser parasının içinden üç günlü ekmek parasını ayırıp gerisini pamuk toplayan ırgatlara dağıtan adamdır, kırmızı ışıkta bekleyen yetmiş beş yaşındaki dilenci kadını görünce ‘Allah rezzaktır Bayram Gardaş, ama bu insanlar Allah’tan alacaklarını çok zor alıyorlar, bunlara yardımcı 29


Kırşehir Valisi Özdemir Çakacak’ın bana hazırlattığı ‘Bozkırın Tezenesi Neşet Ertaş’ kitabını yayımlarken tanıdım sevdim Osman Demir’i ben. O da her Kırşehirli gibi edep çalışkanlık ve samimiyet adamıdır, hilafsız.

olmamız lâzım’ deyip cüzdanındaki son yüz lirasını o hanıma uzatan adamdır. Portesini yazmam üzerine de ‘Ayağığın turabı göğnüğün hızmatkârı oliyim Fahri Gardaş’ diyerek teşekkür eden gerçek bir tevazu samimiyet ve gönül adamıdır o. Dönemin valisi ‘adını ilde yeni açılacak olan müzik lisesine vermek için’ izin istediğinde ‘hayır izin veremem; o okulu ben yaptırtmadım ki. Fakir milletin parasıyla yapılan okula benim adım niye veriyorsunuz’ diye karşı çıkan, bize mahviyet masumiyet ve marufiyet dersi veren adamdır o. Heykeli yapılmaya kalkıldığında ise ‘benimkini değil babam Muharrem Usta’nın heykelini yapın, hak eden odur, ben değilim’ tepkisi gösteren tevazu edep vefa adamıdır o. Kırşehirli budur, böyledir, buncadır. İkinci tanıdığım Kırşehirli Hüseyin Su Ağbimdir. Hiç istisnasız söylüyorum: Onca birikim, güç, bilgi, makam, şöhrete rağmen, ömrümde tanıdığım en rakik en naif en mütevazı en dost birkaç adamdan birisidir Hüseyin Su. Gerçek yazar, gerçek entelektüel, gerçek ağabeydir o. O da Neşet Ertaş gibi Kırşehir’in Çiçekdağı’ndandır. Gırşehirli gara gurudur, ‘gara beğizli’dir. Öyle değil mi Osman Demir? Neşet Ertaş’ın telefonda ‘buyur gara beğizli hemşerim’ dediği adamdır Kırşehirli Osman kardeşim. Övünmek gibi olsun; öte dünyaya bu taraftan götüreceğim on şeref vesikamdan birisi saydığım, yazdığım ve on yedi şair yazar sanatçıya da yazdırttığım, ölümünün ikinci yıldönümünde dönemin sayı//58// mayıs 30

‘Peki ya Kırşehir’in bayanları nasıldır?’ dediğinizi duyar gibiyim; anlatayım efendim: Benim için Kırşehirli en zarif naif nadide hanımefendi, Hüseyin Su’nun ‘Gülşefdeli Yemeni’ Kitabındaki Halakız karakteridir. Halakız tam bir Kırşehir Hanımefendisidir benim gözümde: ‘Müşfik ve gergin, ağlamaklı ve güleç, zayıf ve dik, sevecen ve sessiz, yaşlı ve diri’ bir hanımdır mesela. ‘Manevi bir mahremiyete sahip’tir hayatı. ‘Evin içinde canlı bir bereket gibi’ dolaşmaktadır Halakız. ‘Odası evin en huzurlu köşesi’dir. Halakız ‘İbadet delisi bir ermiş, sabır abidesi, sevgi örneğidir. Kanaatkâr, mürebbi, işçimen, yardımsever bir insandır.’ Evet; ben de itiraf ediyorum: Benim ilk tanıdığım Kırşehirli bayan, bu öykü kahramanıdır işte. Dayanamamış sormuştum Hüseyin Su Ağabeye: ‘Halakız gerçek biri mi? Senin gerçek halan mı?’ ‘Evet’ demesini çok isterdim amma o ‘Hayır’ cevabını vermişti. Çok üzülmüştüm amma hepimizi teselli edecek bir cümle de duymuştum ondan: ‘Kurgu da olsa Kırşehirli birçok halanın ortalamasıdır o. Her Kırşehirlinin halası sayılmalıdır.’ Sonra düzenlediğim onlarca yurt dışı gezisinden ikisine katılan iki Kırşehirli bayan daha tanıdım: Emekli öğretmen Rabia Ersayar ve mali müşavir Üftade Kurnaz. İkisinde de adeta Halakız’ı gördüm ben: Esmer, ota boylu, zayıfça, sakin, mütevekkil, uyumlu, vatanperver, inançlı, samimi, kanaatkâr ve yardımsever. Bu üç bayan (Halakız, Rabia ve Üftade hanımlar) bende şu kanaati uyandırdı: Bütün Kırşehir hanımları böyle iyi kalpli has insanlardır. Ey Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken Yarın şefaatcim Ahmed-i Muhtar iken Cümlenin rızkını veren ol Gani Settar iken Yeryüzünün halifesi Hünkar’a minnet eylemem Kırşehir has insanlar diyarıdır. Has güllerin diyarıdır. Has gönüllerin diyarıdır. Rızkı verenin Ulu Yaradan olduğunu iyi bilirler onlar. Ondan olmalı, kimseye minnet eylemeyen has insanlar diyarıdır Kırşehir. Gülü de bundan güzel bunda özel bundan meşhurdur ya işte.


ulgaristan'da kapsamlı Türkçe yayınların bulunduğu Balkan Kütüphanesi, Türklerin yoğun olarak yaşadığı Mestanlı'da açıldı.

BULGARİSTAN- MESTANLI

İLYAS HOCA KÜTÜPHANESİ

Türkçe kitapların büyük kısmı Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından gönderilirken, bir kısmı da Balkan Kültür Vakfı, Türkiye'deki yayın evlerinden sağladı. Necmi YILDIRIM

Bulgaristan'da Türkiye'nin de destek verdiği ilk Balkan Kütüphanesi, ülkede Türklerin yoğun olarak yaşadığı Mestanlı kentinde açıldı. İş insanı Fuat Güven'in maddi desteğiyle Yeni Hayat Kültür Merkezi'nde açılan kütüphane Güven'in dedesi İlyas Hoca'nın adına kuruldu. Türkçe, Bulgarca, Yunanca olmak üzere 30 bin kitabın bulunduğu kütüphane, roman, şiir ve edebiyat kitaplarından felsefe ve bilim kitaplarına kadar geniş bir yelpazede seçenek sunuyor. Türkçe kitapların büyük kısmı Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından gönderilirken, bir kısmı da Balkan Kültür Vakfı, Türkiye'deki yayın evlerinden sağladı. Modern okuma salonu, bilgisayar ve kafesi bulunan kütüphanenin açılışını Mestanlı Belediye Başkanı Sunay Hasan, Türkiye'nin Sofya Kültür ve Tanıtma Müşaviri Cemal Tekkanat ile Balkan Kültür Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Ahmet Kot yaptı. 300'den fazla konuğun katıldığı açılışta, çocuklar gösteriler yaptı. Sofya Kültür ve Tanıtma Müşaviri Cemal Tekkanat, Türkiye olarak bu projeyi desteklediklerini belirterek, "Burası Bulgaristan'da açılan en kapsamlı Türkçe yayınlar sunan kütüphane oldu. Şehirde bulunan İmam Hatip Lisesi'nde 1500'e yakın öğrenci okuyor. Onların Türkçe edebiyat ve eğitim kitapları eksikliğini bu kütüphane giderecek. Bu kütüphanenin tam burada açılmasına biz de Türkiye Kültür ve Turizm Müşavirliği olarak destek verdik. Kültür Bakanlığı'nın son üç yılda Bulgaristan'da Kitap Fuarları için bize sağladığı kitapları biz kütüphaneye bağışladık. İmam Hatip Lisesi'nde bazı Müslüman çocuklar Türkçe bilmiyor, bazı çocuklar ise Türk soydaş olmasına rağmen, Türkçeyi çok iyi derecede konuşamıyor. O açıdan modern bir ortamda çağdaş ve klasik yazarlardan Türkçe kitaplar onlara yardımcı olacaktır" dedi. 31


İSTANBUL DENİZ MÜZESİ Deniz Müzesi'ni tanıyanlar genelde Beşiktaş Meydanına cephe vermiş Tescilli Binayı ve içinde sergilenen objeleri bilir; bahçenin derinlerine gizlenmiş Depo binasındaki eşsiz kayık koleksiyonundan habersizdirler. Gazanfer KIRIMLI

ünyanın kültür başkenti diyebileceğimiz İstanbul’umuzun en güzel noktasında Beşiktaş’ta, İstanbul boğazına nazır bir çok saray müze ve gezi mekanı bulursunuz.. Deniz tarafından gemilerle ulaşırsınız Barbaros Hayreddin iskelesine, karadan Metroyla Taksim den inersiniz Beşiktaşa, sahilden tramvayla otobüsle her türlü araçla çok çabuk ulaşırsınız bölgeye.. İster Dolmabahçe Sarayına, ister Çırağan Sarayına, ister Yıldız sarayına, ister yıldız parkına ve köşklerine, ister maça gelirsiniz vodafon park stadına ,İstanbul’un en eski 2. Stadına.. Bir Cuma veya vakit namazını Dolmabahçe’de Bezmialem camiinde kılabilirsiniz dalgaların sesini duyarak, aynı hissiyatı Ortaköy Büyük mecidiye camiinde hissedebilirsiniz, yada Yıldız parkı girişinde küçük mecidiyede bulursunuz kendinizi Sultan 2.Abdülhamid hanın marangozluk eserleri arasında… Ama en önemlilerden birisini burada anlatacağız sizlere.. İstanbul Deniz Müzesi’ndeyiz…Dünya Denizcilik literatüründe önemli bir yere sahip olan müze, Türkiye`nin denizcilik alanında en büyük ve içerdiği koleksiyon çeşitliliği açısından dünyanın sayılı müzelerinden biri olarak varlığını sürdürmektedir. Proje, son şekli ile; 2005 yılında açılmış İstanbul Deniz Müzesi Ulusal Mimari Proje Yarışması'nda 1.'lik ödülünü almıştır. Teğet Mimarlık tarafından tasarlanan, İstanbul'da tarihi bir koleksiyon için tasarlanmış ilk çağdaş müze örneği olmasının yanı sıra, belki de Boğaz köprülerinden bu yana boğaz kıyısında üretilmiş ilk kamusal yapı hüviyetindedir.. İstanbul'da müze olarak ısmarlanmış ve inşa edilmiş ilk bina Müze-i Humayundur. (Bugünkü ismiyle Arkeoloji Müzesi.) 1991'de, kuruluşunun 100. yılı münasebetiyle müzeye bir ek tasarlanırken, ne şaşırtıcıdır ki aynı 100 yıl zarfında şehirde hiç yeni müze binası inşa edilmemişti. Bugün, Alexandre Vallaury'nin tasarladığı Müze-i Humayun'un ziyarete açıldığı tarihten 117 yıl sonra, hala İstanbul müzeleri yeniden işlevlendirilmiş, düzenlenmiş, restore edilmiş tarihi yapıları, sarayları, evleri mekan olarak kullanır. Bir koleksiyon için tasarlanmış veya birçok farklı sergiyi taşıyacak esneklikte çağdaş bir müze binası, birkaç örnek dışında, yoktur.

sayı//58// mayıs 32


Deniz Müzesi, 31 Ağustos 1897 tarihinde Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa`nın emirleri ve Tersane Komutanı Amiral Arif Hikmet Paşa`nın destekleri ile Binbaşı Süleyman Nutki tarafından Tersane-i Amire bünyesindeki Mayın Müfreze Komutanlığı`na ait binada dünyanın nadir örneklerinden biri olarak "Müze ve Kütüphane İdaresi" adıyla kurulmuştur. Önceleri tasnifi yapılmamış, müze deposu olarak sergiye açılmıştır. 1914 yılında Bahriye Naziri olan Cemal Paşa, denizciliğin tüm kollarında olduğu gibi müzede de reform yapmış ve müdürlüğe Deniz Yüzbaşı Ressam Ali Sami Boyar`ı getirerek, bilimsel anlamda müzenin yeniden düzenlenmesine olanak sağlamıştır. Ali Sami Boyar 1917 yılında müzenin ilk kataloğunu yayınlamış, Türk gemilerinin tam ve yarım modellerinin yapılması için "gemi model atölyesi" ve mankenlerin yapıldığı "mulaj (döküm)-manken atölyesi"ni kurarak, müzenin geliştirilmesine ve bugünkü halini almasına temel oluşturmuştur. 1933 yılında Kasımpaşa`daki Nakkaşhane binasına taşınan müze, bu kez "Bahriye Müzesi Müdürlüğü" adıyla açılmış, II. Dünya Savaşı`nda ise olası tahribattan korumak üzere Ankara, İzmit ve Niğde`ye aktarılmıştır. 1946 yılında müzenin tekrar İstanbul`da kurulmasına karar verilerek önce bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı binasına depolanmış, sonra da Dolmabahçe Camii Hünkar Mahfeli`ne taşınmıştır. Yeni müze müdürü Haluk Şehsuvaroğlu idaresinde, 1948 sonbaharında Preveze Deniz Zaferi`nin 410.

yıldönümü sırasında "Deniz Müzesi ve Arşivi Müdürlüğü" adı ile ziyarete açılmıştır. 1956 yılında Dolmabahçe yolunun genişletilmesi sırasında müzenin müştemilatından olan garaj ve kayıkhane binası istimlak edilmiş, burada bulunan arşiv ve belgeler Dolmabahçe Sarayı`nın kuzey kısmında bulunan (bugünkü Deniz Tarih Arşivi binası) Arabacılar Dairesi`ne taşınmıştır. Son olarak 27 Eylül 1961 yılında, Beşiktaş semtinin İskele Meydanı`nda Türk Amirali Kaptan-ı Derya Barbaros Hayrettin Paşa`nın anıtı ve türbesi yanında, bugünkü bulunduğu yere taşınmıştır.4 Ekim 2013 de yeni Binasında hizmete açılmıştır. DENİZ İLE ŞEHİR ARASINDA MÜZE

30 km'lik uzunluğu boyunca İstanbul Boğazı'nın iki kıyısı çoğunlukla tarihi yapılarla doludur. En eskisi 1699'a tarihlenen bu yapılar arasında çağdaş örnekler çok azdır. Bunların 33


çoğu apartmanlar, evler, restoranlar ve otel ek binaları gibi özel mülkiyetli yapılardır. Son 20-30 yılda İstanbul Boğazı kıyısına yapılmış çağdaş bir kamu binası örneği yoktur. Türkiye'de müzeler, eserlerin korunması için devletin tahsis ettiği muhafazalardır. Aktif ve çekici bir sosyal merkez haline gelememişlerdir. Müzeler ülkemizde bir zarf olmaktan topluma açık bir eğitim, paylaşım ve gösterim mekanı olmaya doğru evrimleşememiştir. Deniz Müzesi de, ülkemizdeki pek çok müze gibi, çağdaş dönüşümünü gerçekleştirememişti. Müze-i Humayun'dan 6 yıl sonra hayata geçen kurum, 110 yıllık maceralı tarihi boyunca bina bina gezdi. 1961'de tüm koleksiyonlar Beşiktaş'ta bugünkü yerine taşındı. Kayıklar galerisi de eserlerin toplanıp müze bahçesindeki depoya taşınmasıyla zaman içinde oluştu. Deniz Müzesi'ni tanıyanlar genelde Beşiktaş Meydanına cephe vermiş Tescilli Binayı ve içinde sergilenen objeleri bilir; bahçenin derinlerine gizlenmiş Depo binasındaki eşsiz kayık koleksiyonundan habersizdirler. Deniz Müzesi'nin mevcut parçalı hali bugün 15.000 m2'yi aşan alanıyla bir müze kompleksidir. Deniz Müzesi yapısıyla gerçekleşen durum, merkezin boğucu atmosferinde bir sakinleşmedir. Dolmabahçe tarafında, arsa hattından geri çekilerek yaratılan meydan ,kaldırımlara sıkışmış insanlar için yeni bir duraklama, buluşma mekanıdır. Şehir mekanına bir jestle dahil edilen bu alan müzenin, toplumsal rolü konusunda alacağı duruşu gösterir. Adayı saran ve tüm cepheleri sayı//58// mayıs 34

dolaşarak tescilli binada kapanan cephe yüzey ve çizgileri, küçük küçük parsellerde bin bir cepheye parçalanmış kentsel dokuya nefes aldırır. Kentte yorulan algı, geniş yüzeylerde dinlenir. Müze yapıları, iklim kontrolü ve sergileme yüzeyleri açısından içinde bulundukları çevreyle çok kontrollü bir ilişki talep ederken , İstanbul Deniz Müzesi'nin fuayeleri, dolaşım alanları ve sergileme mekanlarını Beşiktaş Meydanı, Dolmabahçe Caddesi, İskele Caddesi ve İstanbul Boğazı ile görsel ve fiziksel ilişkiler sağlayacak şekilde kurgulanmış bir mimarlık harkasıdır.. Böylece müzenin içinde bulunduğu sıkışık doku hem müze hem de kentli için bir avantaja dönüştürülmüştür.. Deniz Müzesi bahçesinin ucunda saklı depolarda sıkışık düzende tutulan kayık koleksiyonu konunun uzmanlarınca dünyada –kazılardan çıkarılıp bir araya getirilerek değil de- oldukları gibi muhafaza edilmiş en önemli koleksiyon olarak nitelendirilmektedir. Sergilenen 34 kayıktan 20'sinin boyu 10 metreden, 8'inin boyu 20 metreden fazladır. En değerli parça 16.yüzyıla tarihlenen 40 metre boyundaki kadırgadır. Bu 34 kayık ,sergileme düzeninde, birbirlerine paralel olarak ve burunlarını İstanbul Boğazı'na doğrultmuş bir şekilde dizilirler. Boğaz'dan yapıya bakan, gözlerinden dışarı kızakların uzandığı büyük bir kayıkhane görür. Müzeden Boğaza bakanın gördüğüyse bir rıhtımdır: Açılmayı bekleyen bir filonun son tedariği yapılmaktadır!..


KOLEKSİYONA GÖRE MÜZE

Kayıkhane, barındırdığı kayıklara göre şekillenmiştir. Müze bir eldiven gibi kayıkların üzerine geçer. Kayıklar en eskiden en yeniye, en uzundan en kısaya bu eldivenin parmaklarına dizilirler. Boyları 25 metreden 45 metreye kadar değişen 6 çelik makas, taban alanı 3000 metrekareye ulaşan kayıkhanenin 14 metrelik yüksekliğini bölen asmakatı oluşturur. Cadde tarafındaki giriş meydanının devamı olarak kurgulanan fuayeden Boğaza uzanan doğrusal aks, kayıkhaneye inilen geniş bir seyir rampası ile kadırgayı birleştirir. Teatral bir deneyim sunan bu merdivenli fuaye aynı zamanda müzenin en önemli mekanı olan kayıkhanenin girişidir. Boğaza açılan bir rıhtım-çekek binasını anımsatan kayıkhane, iki farklı tipte mekan yapısını aynı bünyede barındıracak şekilde tasarlanmıştır. Burası hem bütün kayıkların bir arada algılanabildiği tek bir mekan, hem de her kayık için ayrı nişlerin bulunduğu yan yana gelmiş mekanlar silsilesidir. Boğaz cephesi bu hibrid tipolojinin ürünüdür. Tek bir hol için fraktal bir cephe sunar. Parmaklar ardışık olarak kapalı açık sekansları ile sıralanırken boğaz ile görsel bağlantıyı kurmak ile ideal müzecilik standartları adına iç mekanı yalıtmak arasında mimarın durabileceği bir noktada cephe tasarımı oluşmuştur. MEVCUT MÜZEYE EKLEMLENEN YENİ MÜZE

Deniz Müzesinin kayıklar dışında, zengin bir resim ve obje koleksiyonu vardır. Bunlar bugün tescilli binada sergilenir. Tasarladığımız yeni bina, mevcut koleksiyonu ve sergileme düzeni korunacak olan mevcut binayla birlikte çalışacaktır. Yeni binaya girecek ziyaretçi, kadırgayla başladığı kronolojik kayıkhane turunu asma katta tamamladıktan sonra köprüyle tescilli binanın 1.katına geçecek ve daha sonra turunu başladığı noktada, yeni binanın giriş fuayesinde noktalayacaktır. Yeni binayı, mevcut binaya bağlarken dikkat ettiğimiz nokta, bu işi mevcut olanın kütle algısını bozmayacak şekilde yapmak oldu. Beşiktaş meydanı tarafında 1. kata bağlanan köprü, köşeden uzaklaşır ve taşıyıcılarını kendi altına alan bir körük gibi davranır. Cadde tarafında tur başlangıç ve bitiş noktalarını barındıran fuaye ise mevcut bina cephe hattından geri çekilip giriş meydanını oluştururken, binaya merdiven kovasının olduğu avlusundan tek katta bağlanır. Böylece 2 bağlantı noktası da, dolaşımı tamamlama görevlerini yerine getirirken daha fazlasına

yeltenmez ve tescilli binanın kütlesini öne sürerler. Tescilli Bina restorasyonu 2015 yılında tamamlanacaktır. ÇOK PROGRAMLI MÜZE

İstanbul Deniz Müzesi kompleksi 17.600 metrekare inşaat alanına sahiptir. Bunun 9.000 metrekareye yakını sergileme ve dolaşım, 1000 metrekaresi askeri birimler, 1500 metrekaresi ofis alanıdır. 3500 metrekareye yakın depo ve teknik servis alanı vardır. Geri kalan tüm alanlar sosyal işlevlerle donatılmıştır. Kütüphane, çocuk eğitim salonu, sinevizyon odası, konferans salonu ve geçici sergileme alanları, kafeterya ve satış birimleri kent merkezindeki müzeye sergi ziyaretçisi dışında da insanları çekecektir. Bu dar parselde sergileme alanları, ofis alanları, sosyal alanlar ve atölyeler arasındaki ilişkiler ancak, olası tüm durumlara dair senaryoların titizlikle canlandırılmasıyla kurulabilmiştir. BİR TESİSAT AĞI OLARAK MÜZE

İstanbul Deniz Müzesi, Boğaz öngörünümüne dahildir. Saçak kotu tescilli binayla, zemin kotuysa altından geçen Ihlamurdere tonozuyla sınırlandırılmıştır. İleriye dönük öngörülerle oluşturulan tesisat planlaması çok büyük hacimlere gereksinim doğurmuştur. Müzede yangın kontrolü, güvenlik, kullanıcı kimliği ve iklimlendirme açısından birbiriyle her zaman çakışmayan zonlar belirlenmiştir. Aynı işlem tescilli bina için de yapılmış, tüm tesisat merkezleri etaplama planı uyarınca yeni binanın kayıkhane kısmında toplanmıştır. Devlet tarafından himaye edilmeyen, özerk 35


bir kurum olması gereken "çağdaş müze" toplumun her bireyini müşterisi olarak görür. Sabit bir koleksiyonu çeşitlendirmenin, onu farklı şekillerde, farklı yaş gruplarına sunmanın yollarını arar, bulur ve uygular. Bu noktada müzenin kentle kurduğu ilişki büyük önem taşımaktadır. Deniz Müzesi kompleksi şehrin ortasında bir yapı adasında yer alır. Tasarım her noktasında müzenin şehre bir jestle yaklaşması üzerine kuruludur. Cadde tarafında yapı, sınırlarından içeri çekilip şehre bir meydancık hediye eder. Beşiktaş Meydanı tarafında avluyu görsel olarak Barbaros Anıtı'na açarken kompleksteki 2 yapıyı birbirine bağlayan cam köprü ziyaretçlier bir an için şehre bağlar. Boğaz tarafındaysa yine sınırlarından içeri çekilen yapı şehirle ilişkisini şeffaf bir sınır, bir yansıma havuzuyla kurar. (Proje mimarlarının sunumundan alıntılar olduğu için, proje sahibi olarak anlatımlar önemlidir) Biz projelendirme sürecinde işverenin de desteğiyle özel güvenlik görevlilerinin çalışacağı bir geleceği kurguladık. Sergileme alanlarının olduğu açık avlu dışında hiçbir noktada müzeyi kentten duvarla ayırmadık. Sosyal alanların çeşitlendirilmesi konusuna önem verdik. Bundan sonrasında da yüz yıldır bu koleksiyonları korumayı ve sergilemeyi görev edinmiş Deniz Kuvvetleri'nin müzenin daha özerk, aktif ve halkla bütünleşik hale getirilmesi konusunda duyarlı olacağını düşünüyoruz. Birçok obje, özellikle kadırga ve saltanat kayıkları müzenin 110 yıllık tarihi boyunca taşınmalardan yorgun düşmüşlerdir. Kadırga yeni bina inşa edilirken arsadan sayı//58// mayıs 36

uzaklaştırılamayacak denli yaşlıdır. Bu sebepten, yarışma şartnamesinde de hassasiyetle belirtildiği üzere mekansal kurgu ve inşaat etaplaması kadırganın asgari hareketini sağlayacak şekilde yapılmış ve 2 etap arasında kadırga ve diğer kayıkların doğru iklim şartlarında korunacağı bir geçici bina tasarlanmıştır. Umudumuz inşaat esnasında kadırganın 1 günde halatlar ve makaralar yardımıyla katettiği 75 metrenin onun ömründeki son hareketi olması ve İstanbul Deniz Müzesi'nin yeni kayıkhanesinde burnunu İstanbul Boğazı'na vermiş bir şekilde sonsuza dek ziyaretçilerini ağırlamasıdır. 1. Tarihi veya mevcut yapılarda kurulmuş veya buralara taşınmış olmaları şüphesiz ki müzelerin değerini azaltmaz. Ancak ülkemizde müzelerin tarihi mekanlarda kurulması neredeyse bir kural olagelmiş; hatta mekan objelerin, objeler de mekanın korunmasına vesile olarak müze dışa kapalı bir koruma alanına dönüşmüştür. Benim tespit edebildiğim "müze" olarak inşa edilmiş yeni binalar Sakıp Sabancı Müzesi Ek Galerisi, Santral İstanbul Çağdaş Sanatlar Müzesi ve Yeşilköy Havacılık Müzesi'dir. Bunlardan Santral İstanbul'daki örnek 2013 yılında dersliğe dönüştürülmüştür. 2. İstanbul Boğazı kıyısındaki (Haliç'i ve Hisarları hariç tutmak kaydıyla) en eski yapı Amcazade Hüseyin Paşa Yalısıdır. Bunun yanında Boğaz'da gezinen göz, konut dışında fazla programa rastlamaz. Son 40 yılda Boğaz kıyısına inşa edilen yapılardan çoğu oteldir: Tarabya Oteli(1966), Swiss Otel(1988), Çırağan Otel Kempinski Ek Binası(1990),


Four Seasons Otel Ek Binası(2008). Öte yandan Boğaz kıyısındaki askeri alanlarda ve kamu kurumlarının sahibi olduğu arsalarda birçok dinlenme tesisi ve personel evi bulunmaktadır, ki bu binaların çoğu da gerekli yasal mekanizmaların kontrolünden geçip ruhsatlandırılmamıştır.. 3. "Müzehane" ismiyle 1897'de açılan Deniz Müzesi, Kasımpaşa'da eski kadırga gözleri ile yol arasındaki Mayın Müfreze Komutanlığı binasındaydı. 1933 yılında mayın deposuna duyulan ihtiyaç neticesinde tüm objeler, kadırga gözlerindeki büyük kayıklar hariç Kasımpaşa'daki Nakkaşhane'ye taşındı. 1934'te "Deniz Müzesi" adını aldı. 1939'da savaşın başlamasıyla koleksiyonun Anadolu'ya aktarılması kararlaştırıldı. Çok değerli eşyalar Ankara'da Sarıkışla Binası'na, ikinci derece değerli olanlar Niğde'de bir bazilikaya, üçüncü derece değerli olanlar Seymen'deki Amerikan Okulu'na, arşiv defterleri Bozüyük'e nakledilmiş, toplar tersane içinde toprağa gömülmüş, saltanat kayıkları ve kadırga, tersanedeki gözlerine geri koyulmuşlardı. 1946 yılında savaş sona erince tüm koleksiyon Anadolu'dan geri getirildi ve bu kez Kasımpaşa'daki Divanhane binasına depolandı. 1948 tarihinde Dolmabahçe Cami, güney kısmındaki saray garajı, kayıkhanesi ve havuz "Deniz Müzesi"nin yeni mekanı olarak belirlendi. Tüm koleksiyon bu kez buraya taşındı. 1956 yılında Dolmabahçe Caddesi genişletilirken Saray garajı ve kayıkhanenin yıkılması gerektiğinden, buradaki kayık ve eşyalar Dolmabahçe Sarayı'nın kuzeyinde kalan eski Sahilsaray'ın Arabacılar Dairesine geçirildi.

1960 yılına dek, Deniz Müzesi koleksiyonları Dolmabahçe Cami ve Arabacılar Dairesi'nde teşhire açık kaldı. 1961 yılında Beşiktaş Vergi Dairesi'nin mülkiyeti Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na devredildi ve koleksiyonlar buraya taşındı. 4. Gezi kurgusu şöyledir: Ziyaretçi ilk olarak kendisi için hazırlanmış bir yaklaşımla en etkileyici kayığı, kadırgayı görecektir. Bu aynı zamanda tarihsel açıdan da en önemli eserdir. Halen sergilenmeye hazırlanma aşamasında kimyasallarda bekletilen 10 metrelik kütük kayığı saymazsak koleksiyondaki en eski kayıktır. Ondan sonra kayıkhane turunu atarken izleyici kayıkların boyları küçülürken takvimin de ilerlediğini görür. Turunu Atatürk'ün kullanmış olduğu sandalla bitirir. Deniz Müzesini gezerken büyük keyif aldım.. Proje sahibi mimarlık bürosundan sn.Mimar Doğa Gülhan’ın tanıtım makalesinden alıntıları alarak gerçek pozisyonunu aktarmak istedim.. Keyifle gezeceğiniz muhteşem bir müzemiz var İstanbul’da…çocuklarınızıda alıp denizcilik tarihimizde bir yolculuk yapabilirsiniz…

KAYNAKÇA:

1-Doğa Gülhan-20.01.2014 –İstanbul Deniz MüzesiARKİTERA 2-DENİZ MÜZESİ KOMUTANLIĞI arşivinden makaleler. 3-İSTANBUL İl kültür turizm müdürküğü-İst. Deniz Müzesi

37


oros Dağları’nın eteğinde, Göksu Irmağı’nın iki yakasında kurulmuş kuzeyinde derin bir vadi, güneyinde mümbit ovası bulunan Silifke, bana “Yayla Yollarında Göç Kater Kater Eşinden Ayrılmış Bir Palaz Öter Ötme Palaz Ötme Seni Tutarlar Tutarlar Da Dar Kafese Katarlar” türküsünü hatırlatan bir şehirdir. Annemin dayısı Doklu Dedemiz vardı çocukluğumda birlikte inek otlatmaya gittiğimiz, bu “Yayla Yollarında Göç Kater Kater” türküsünü çok sever ve bizlere söylerdi.

SİLİFKE BENİM GÖNLÜMDE

MEHMET’TİR

Silifke denince aklıma ismim gelir hemencecik. Babamın ismi Mehmet 1940 Silifke doğumludur. Mehmet MAZAK

Silifke denince aklıma ismim gelir hemencecik. Babamın ismi Mehmet 1940 Silifke doğumludur. Silifke’de Sayağzı Mahallesinden yukarıya yaylarara doğru çıkan yola Akyokuş denir. Akyokuş yolu çok sarp, uçurumları olan ve meşakkatli bir yoldur yolcular için. İşte bu Akyokuş’ta benim doğumuma birkaç ay kala uçuruma yuvarlanan bir araçta babamların akrabalarından “Benli Mehmet” diye bir zat vefat ettiği için benim ismimi Mehmet koymuşlar. Bizim ailede Mehmet ismi çok ama çok önemlidir. Baba Mehmet, Oğul Mehmet, oğul Mermet’in oğluda Mehmet oluvermiştir. Hatta dedenin diğer torunları arasında da Mehmet vardır. Hatta küçük kardeşimin ikiz oğlu olmuştur ve her ikisinin isminide Mehmet olarak koymuşuzdur. Mehmet bizim ailede Uğur Arslan’ın ifadesi ile “Mehmet... Bir halkın hikâyesi yani, Yeni günün solduğu beldeye, asırlar öncesinin bir yolculuk efsanesi. Bir halkın ismi yani” Mehmet bizim ailenin ismidir vesselam. Silifke şehri, ben doğmadan önce kaderin cilvesi olarak bana anlatılmaya başlanmış bir hikâyedir. Silifke bana, yaz aylarını yayları hatırlatır her daim. Çocukluğumda Akdeniz sahilinin sıcağından kaçarken ilk uğrak yerimiz olurdu daima. Silifke denince “Sarı yaylam da seni yaylayamadım kar iken, yavru palazımı da avlayamadım tor iken” türküsü geliverir aklıma… Silifke denince çocukluğumdan aklımda kalan abdalları gelir, Göksu gelir, Silifke Kalesi,Taşköprü gelir, Selçuklu yadiğarı Alaaldin Camii, Atatürk heykeli ve Hapishanesi gelir nedense… Daha sonraki 1990’lı yıllardan itibaren İstanbul’daki gurber hayatımda ise

sayı//58// mayıs 38


Silifke denince aklıma halk oyunları gelir öncelikle. Silifke’nin Yoğurdu, Ham Çökelek, Keklik, Türkmen Kızı türküleri ve oyun havaları ile gurbette sıla özlemini yâd ettiğimi hatırlarım. Mustafa Özke’nin ifadesi ile Silifke’yi kendimle şöyle özdeşleştirmişimdir; “Ben kınalı kekliğim, sen düz ovamsın, Çıkrığımda sarkıttığım bakır kovamsın, Çökeleğimi sıkma yaptığım yuvamsın, Ben yörüğüm, sen ağamsın Silifke “ Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1977 yılında Şair Nafiz Nayır’ın kaleme aldığı şiirdeki ifadesi ile “Torosların burcunda, Bitmeyen mesafeler, Gözlerimin ucunda, Silifke duman duman...” diyor ya, şimdi sizleri burada Silifke’nin tarihi seyrine bir yolculuk yaptırmak istiyorum. İ.Ö. VII. yy’da şimdiki Taşucu’nun olduğu yerde İonlar Holmi adıyla bir koloni kurmuşlardır. Korsanların devamlı baskın ve talanlarından dolayı gelişme ortamı bulamayan Holmi İ.Ö. IV. yy’ dan itibaren zayıflamaya başlamıştır. Büyük İskender’in komutanlarından ve Suriye Krallığı’nın kurucusu Selefkos Nikator (İ.Ö. 312 - 281) Holmi şehrinin bu zayıf durumunu fırsat bilerek kolayca ele geçirmiş; halkını da kıyıdaki Holmi’den 12 km içeriye, bugünkü Silifke’nin bulunduğu yere nakledip yerleştirerek “Selefkos’un Şehri” anlamına gelen Seleukia kentini (İ.Ö. 300) kurmuştur. Bu, Selefkos’un kendi adına kurduğu 9 şehirden biri olup, varlığını ve yaşamını günümüze kadar sürdürebilmiş tek Seleukia şehridir. Seleukia, Helenistik dönemde Selefkoslar ve Ptolomeos (Mısır) Krallıkları arasında sıkça el değiştirmiştir. İ.Ö. I. yy’da Romalıların yönetimine giren kent bu dönemde kale eteklerinden ovaya doğru yayılmış; İmparator Diocletianus (İ.S. 284 - 305) zamanında oluşturulan ve 39 kenti sınırları içine alan İsauria eyaletinin başkenti olmuştur. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye bölünmesinden sonra Bizans yönetimine giren Seleukia, Aya Tekla’nın varlığından dolayı Hıristiyanlığın önemli bir hac merkezi durumuna gelmiştir. Bizanslıların elinde iken 13. yy’da Selçuklular’ın; 14. yy’da Karamanoğulları’nın yönetimine girmiş; 1471 yılında Gedik Ahmet Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katılmıştır. Başlangıçta Seleukia olan adı zamanla değişerek Silifke’ye dönüşmüştür.

Osmanlılar döneminde bazen sancak, bazen vilayet merkezi olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İçel ili merkezi (1924 - 1933) olan Silifke, 1933’ten sonra İçel ilinin bir ilçesi durumuna getirilmiştir. Günümüzde ise Mersin ilinin bir ilçesi konumundadır. Silifke deninde akla yoğurt gelir Naim Yılmaz’ın “Çocukluk Yıllarıma Özlem” şiiri eşliğinde Silifke’ye özlemimi sizlerle paylaşmak istiyorum: “Aaah; çocukluk yıllarıma bir daha dönebilsem! Tekrar yaşasam eski anıları, Eski Silifke'yi, eski insanları, eski dostları... Pazartesi, cuma sabahları, Gitsem eski kasaplar çarşısına Elimde çingille yoğurt almaya; Seyretsem zevkle, bir uçtan bir uca sıralı, kadınlı-erkekli Önlerinde; tulukla, çömlekle, çingille yoğurt satan köylüleri. Çömelsem birisinin önüne, Tuluğundan bocut bocut Yoğurt ölçtürsem çingilime... Eve döndüğümde, Doldursam birazını sahana Ya, anamın ''attığı'' sıcak bazlamayla küreklesem, Ya da fırından aldığım sıcacık somunu bandıra bandıra O çocukluk iştahımla Bir yiyebilsem, bir yiyebilsem; Aaah; çocukluk yıllarıma bir daha dönebilsem! ..” Çocukluk yıllarıma dönmem mümkün olmayacak bunu biliyorum. Silifke isminin bende Mehmet’i çağrıştırmasınıda yaşadığım sürece asla engelleyemeyeceğimi de biliyorum. Silifke benim gönlümde Mehmet olarak var olacak… 39


atan caddesinin Sofular caddesiyle birleştiği yerde Fatih Sultan Mehmet in Hamalbaşısı Hammal Dedenin mezarı vardır. Çocuklumuzda ve gençliğimizde burada cumartesi günleri sabah vakti kuş pazarı kurulur,ikindiye kadar devam ederdi.

İSTANBULUN

KUŞ PAZARLARI

Kuşbazlığın bir raconu vardır. Havadan çektiğin güvercin senin olur. Benimde çok sayıda güvercinim çekildi.Kuş havada başka bir kümese ait güvercinler tarafından çekilirse hak iddia edemezsin.Tabi bu iş için dişi güvercinleri kullanırlardı. Ama ben başka kümesten hiç kuş çekemedim. DR.Şimşek DENİZ

Her cumartesi kuş pazarına mutlaka giderdim .Kelebekler,Bangolar,Mardinler,Paçalılar.. Güvercinler ayağındaki ince uzun iple gökyüzüne salınırdı .Paçalı ve Dönek cinsi güvercinler havada çeşitli taklalar atarak aşağıya inerdi. Sonrasında Güvercinin takla sayısı ve çeşitliliğine göre kuşun sahibi alıcıyla sıkı bir pazarlığa girişirdi. Güvercinlerin yanında Saka,İspinoz,Florya ve İskete gibi küçük kuşlar da satılırdı pazarda.. Yanında aksesuar olarak gök mavisi paça boncukları verilirdi. Horhor a giderken Ragıp Bey Sokağında Kanarya(Serinofil) Sevenler Derneği vardı. Pazar günleri kıran kırana mezatta kanarya satışları olurdu.Bütün sokak Kanarya cıvıltısıyla dolardı.Kanaryacılar yakın zamana kadar Ragıp Bey Sokakta varlıklarını sürdürdüler.Şimdi yoklar,ne oldu bilmiyorum. Arap denilen siyah parlak güvercinler vardı. Boyunlarında hareket ettikçe ortaya çıkan ,çok güzel yeşil ve mavi parlatan haleleri olurdu. Bangoların gagaları küt olurdu. Kahverengi beyaz renkli olanları makbuldü. Şekeri Mardinler çok gösterişliydi. Açık krem renkleriyle gayet cazip bir görüntüye sahipti. Yavru güvercinler ayrı bir kafeste sergilenir ve satılırdı. Sallabaş güvercinler vardı.Hasta olan olan güvercinlerdi bunlar.Uyanık satıcılar pazara getirir bilmeyenlere satarlardı. Güvercin tutmanın bir raconu vardı. Önce işaret ve orta parmakla güvercinin ayakları tutulur,sonra kanatları açılır ve teleklerine bakılarak tüyleri sayılırdı. Güvercin tutmasını bilmeyen pazarın yeni müdavimlerine, yüksek fiyatlar çekilirdi.

*T.C. Sabahaddin Zaim Ünv. Öğr.Üyesi / *T.C.Mimar Sinan Ünv.Öğr. Üyesi

sayı//58// mayıs 40

Okul harçlıklarımdan biriktirerek güvercin alırdım. Pazar sandığına koyar bir müddet beslerdim. Ama sonra evdekiler razı olmadı.


Rahmetli ninem kuş besleyenlere Kuşbaz derdi ve iyi gözle bakmazdı. Ona göre kuşbazlar kuşları çatılarda takip eder ve evlerin mahremiyetlerine halel getirirlerdi. Gaziantep de kuşbazları onun için sevmezlermiş. Kuşbazlığın bir raconu vardır. Havadan çektiğin güvercin senin olur. Benimde çok sayıda güvercinim çekildi.Kuş havada başka bir kümese ait güvercinler tarafından çekilirse hak iddia edemezsin.Tabi bu iş için dişi güvercinleri kullanırlardı. Ama ben başka kümesten hiç kuş çekemedim. Güvercinin dişi mi erkek mi olduğunu anlamak için gagasını çekerdik .Erkek güvercin direnir gagasını bırakmaz dişisi ise kendisini bırakır. Hammal Dede den başka,Azapkapı da Sokollu Mehmet Paşa Cami yanındaki boş alanda ve Topkapı da geçit altında da kuş pazarları kurulurdu.Günümüzde Edirnekapı da surların altında bu gelenek cumartesi günleri devam ediyor. Antakya ,Adana,Maraş ve Urfa da güvercin merakı yaygındır. Bu şehirlerin semalarından evcil kuş eksik olmaz .Bilhassa Urfa da kahverengi veya sarı renkli Angut Güvercini çok beslenir. Bu güvercinin evdeki hüznü ve üzüntüyü aldığına inanılır. İstanbul kuşçuluğunun esas merkezi Yenibahçe idi.Günümüzde Vatan Caddesinden Topkapı ya doğru giderken İstanbul Emniyet Müdürlüğünün ilerisi tarihte Yenibahçe ismiyle anılırdı.Bu mevki kuşları ile meşhurdur. Ökse otu ile kuş avlanırmış Yenibahçe de. Saka,Florya,İspinoz,İskete ve diğerleri.Ben 8 sene burada İBB Lojmanlarında kaldım.Geceleri hala çok güzel kuş sesleri vardı Yenibahçe de .Kimbilir belki de son kuşlardı onlar.

Florya kuşunun erkeğinde göğüs ve kafa sarı,dişisinde ise yeşil olur. Floryanın taklit yeteneği vardır.Mesela kurbağa gibi ötebilir,kanarya gibi şakıyabilir.Floryanın birbiriyle olan seslenmelerine kuşçuluk dilinde” Vıj” denilirdi. Florya nağmeleri Lülü,Dağ Canaryası ve Kurbağa diye isimlendirilir ,”Birleşik Makara “ve” Sayı Ötme” terimleri kullanılırdı.İsketenin erkeğinde kafa ve göğüs kısmında siyah ve sarı noktalar bulunur.siyah noktalar zeytin diye isimlendirilir. İspinoz ise daha çok Rumlar ve Ermeniler tarafından beslenirdi. Saka kuşunun en kıymetlisi gagasının altında beyaz renklerin bulunduğu” Zincirli Akgerdan” türüdür. İstanbul da daha önce ökse otu ile yakalanan küçük kuşlar sonraları Süpürge Dikeninin olduğu Dokuz Kazık Ağlarla yakalanmıştır. Artık İstanbul un semalarında uçurtmalar ve rengarenk kümes güvercinleri yok.Yada çok azaldı.Uçutmalar çocukların gökyüzüyle kurduğu en güzel ve güçlü birliktelikti. Sonbahardan kışa geçerken sığırcık kuşlarının gökyüzündeki danslarını görmek mümkün.Çok şükür baharın müjdecisi kırlangıçlarımız da var .Ancak sesleri artık daha az duyulur oldu. Yazıya benim Fenerbahçeli olmama vesile olan bestesi Nafiz Irmak a ait ve Nesrin Sipahi nin çok güzel söylediği bir şarkı ile son verelim. “Kanaryam güzel kuşum. Ben sana vurulmuşum Seni çok sevdiğimi Anlatıyor duruşum Hüzünlü bakma öyle Benim şarkımı söyle. 41


YAŞAYAN ESKİ

KONYA EVİ

A. R. İzzet Koyunoğlu'nun İki katlı, mabeynli, cumbalı evi.; biri altta, ikisi üst katta olmak üzere üç odalı kargir bir yapıdır. Avlusunda mutfak, ocakbaşı, tandır, fırın ve hariciyesi mevcut olan bu konak XIX. yüzyıl sivil mimari örneğidir. Koyunoğlu'nun vasiyeti üzerine aslına uygun olarak bakım ve onarımı yapılarak koruma altına alınmıştır. Bir " Konya Evi " olarak döşenmiş ve ziyarete açılmıştır.. Salih DOĞAN*

Fotograflar,Maniler : Arife AÇIKGÖZ

*İBB Panorama 1453 Müdürü

sayı//58// mayıs 42

elçuk Üniversitesinin organize ettiği ve Konya Büyükşehir Belediyesinin destek verdiği XII.Uluslararası Türk Sanatı Tarihi ve Folkloru Kongresi/Sanat Etkinlikleri vesilesiyle geçtiğimiz ay Konya’da bulundum. Bu vesile ile sempozyum oturumlarının yapıldığı Konya Büyükşehir Belediyesi İzzet Koyunoğlu Etnografya Müzesini ve Konya Evini detaylı bir şekilde gezmek nasip oldu. Müze Müdürü kıymetli dostum Hasan Yaşar Bey gerçekten her yıl bu önemli sempozyuma ev sahipliği yapıyor neredeyse bütün misafirlerle bizzat ilgileniyor. Kıymetli hocam Ahmet Aytaç’ı ise anlatmaya gerek yok; katılımcıların Konya Mevlana Şekeri nerden alınır, İstanbul’a etli ekmek gider mi gibi sıra dışı sorularına kadar o cevap verir. Müzenin batı avlusunda bulunan A. R. İzzet Koyunoğlu'nun İki katlı, mabeynli, cumbalı evi.; biri altta, ikisi üst katta olmak üzere üç odalı kargir bir yapıdır. Avlusunda mutfak, ocakbaşı, tandır, fırın ve hariciyesi mevcut olan bu konak XIX. yüzyıl sivil mimari örneğidir. Koyunoğlu'nun vasiyeti üzerine aslına uygun olarak bakım ve onarımı yapılarak koruma altına alınmıştır. Bir " Konya Evi " olarak döşenmiş ve ziyarete açılmıştır.. Müze Müdürü Hasan beyin yönlendirmesi üzerine Konya Koyunoğlu müzesi kompleksi içerisinde yer alan Eski Konya Evini müze uzmanı Arife hanım ile birlikte gezmeye karar veriyoruz. Zarif mesleğine aşık bir genç müzeci hanımefendi sağ olsun kapının eşiğinden adım atmaya başladığımdan itibaren detaylı bir şekilde Konya Evini bana anlatıyor, iki müzeci birlikte Konya Evini başlıyoruz gezmeye.. Burada özgün bir anlatım yapılıyor Arife hanım “Konya Ağzı” ile kendine özgü Konya lehçesi ile müzedeki objeleri kullanım biçimlerini aktarıyor. Her odada ayrı bir sürprizle karşılaşılan ziyaretçi; çeşitli drama teknikleriyle yüz yıl öncenin Konya’sına götürülüyor. İzzet Koyunoğlu konağında yaşanan gelenekleri, hane halkının davranışına yön veren kültürel atmosferi teneffüs etme imkânı buluyor. Bu müze evde iki türlü tanıtım hizmeti veriliyor. 15 yaş ve üstü için Konya yaşamı anlatılıyor Kaneviçe, 5 mil Örgü, Kirmanda Yün Eğirme, Değirmende Bulgur Yapma gibi etkinliklerle eskiye yolculuk yapabiliyorsunuz. Daha küçük yaş grubu müze ziyaretçileri için özellikle de küçük çocuklar için ise Gölge


Oyunları, Kukla Gösterileri, Topaç, Bilye, Mangala, Cak cuk, İğne İplik Oyunu gibi yöresel oyunlarla eski oyunlar öğretiliyor çocukların bunları deneyimlenmesi sağlanıyor. Bu bağlamda müzenin eğitici eğlendirici ve öğretici bir misyonu olduğunu gözlemliyoruz. “Konya evinin kapısını çalındığında (Tiyatrocu Arife Açıkgöz) evin hanımı buyurun buyurun ana maşşallah ana maşşallah kimler gelmiş kimler buyurun gapı agzında galdıgız gusura bakman diyerek içeri alır.” İçeride kısa bir bilgi verdikten sonra tek tek odaları gezdirmeye başlar. ÖRTME (MUTFAK)

“Konya da bir adet vardır zabahdan galkarsa kişi datlıya değerse dişi rast gider onu işi sabahdan galkacan bala, bekmeze diligi deyirecen gatlı yiyip datlı gonuşacan Bizim gonyada düğünde dernekte gırk çeşit filan yemek yaparlar ekmek salması, ekmek umması, agız bulaması…” KADINLARIN OTURDUĞU ODA

Gadınlar toplaşıp bu odada otururuz bur da kirmanda yün eğiririz, genç gızlar ganevçe işlerler ganevçede dillerine gelipde söyleyemediklerini renk ile motifile ağnadırlar mesela derki; Entarisi gutlu yar muhabbeti datlı yar Geçti selam etmedi selamı gıymatlı yar Başkası da derki: Su akar daşa değer kirpiği gaşa deger

Merak etme sevdiğim gün gelir baş başa değer SOFA (ERKEKLERİN OTURDUĞU ODA)

Sofada evin erkekleri oturur gelen misafirlerini burada ağırlarlar Benim herif bi köşede oturur patlak teker gibi Öbür köşede gaynanam oturur köşe daşı gibi Bu evde biz gaynanamla birlikte yaşarız bur da gelinler derki: Gaynananam kümese varsa bülbüller gözünü oysa Top yumurta bana galsa ben yesemde oğlu bakma Gaynanam hamama varsa iki aya birde gaysa Parlak babıcı bana galsa ben gisemde oğlu baksa Duvarımızda mutlaka üzerlik otu olur üzerlik otunun adı nerden gelir size ağnadıyın ; Bi gün peygamber efendimiz (sav) çölde giderkene pek yorulmuşlar accık diğnenenlim 43


Yetmiş iki gadalar savasın demezsen nazar filan geçmez GELİN ODASI

Gonyada bi adet vardır meram da bağı türbe önünde evi olmayana gız vermezler birde bedestende dükkanı varısa çikin mikin deme var get (Eski Konya adetlerinden birisi gelin almak için erkeğin ev ve dükkanı olması gerekirmiş) Son olarak ta bütün odalar gezilir misafirler ayagınıza saglık gine buyrun gelin denir.

demiş efendimiz sonra devesini almış getmiş bu üzerlik otuna bağlamış. Yanındaki sahabede efendimize sormuşlar “efendimiz neden bu otab bağladığız deyi” efendimiz de demiş ki bu ot yüz er guvvetinde devemi salıvermez o zamandan beri yüz erlik bizde çocuğa, hayvana nazar oldumu gapının önünün tozu süprülür bu üzerlik otundanda birkaç tane yakılır sonra manisi denir. Üzerlik nazarlık abarlık boz dumanlık Girsin yağırlık çıksın ağırlık Üzerliğimsin fermansın binbir derde dermansın sayı//58// mayıs 44

Müze uzmanı Arife Açıkgöz hanımın güzel “Gonya ağzı“ anlatımı ile yüz yıl öncesinin otantik yaşamına giderek farklı bir nostalji yaşıyoruz.. Unutulmaya yüz tutmuş bir çok deyim bir çok alet edevat ev haline dair bir çok kullanım ziyaretçiyi o konaktaki yaşamın içine çekmeyi başarıyorlar .. Bu güzel Müze Ev ve buradaki Müzecilik uygulamaları konusunda Konya Büyükşehir Belediyesini, Müze Müdür Hasan Beyi ve Uzman arkadaşımız Arife hanımı tebrik ediyorum. Yolu bir şekilde Konya’ya düşen herkesin mutlaka bu Müze evi gezmelerini ve yüz yıl öncesinin Konya evindeki yaşama tanık olmalarını tavsiye ediyorum..


“Kıymetli dostumuz İskender Türe, dergimizde yayınlanmak üzere bu şiiri gönderdikten bir ay sonra hakka yürüdü..O ihlaslı bir insandı, imanı dağ gibiydi.. Rahmetle ve dualarımızla hatırasını unutmayacağız.”

Bana Sensin Ahiret

Neresi dünya için bu hayatın; Neresi âhiret? Ah bilebilsek!

Kimimiz Türbe ziyaret ettik Sabahı Eyüb Sultan’da Akşamı Süleymaniye’de istedik Kılmak Dua kitapları arasında Cenneti bulmak Okunan Mevlidlerde Bir küçük nağmenin Kolay da Bizi ağlatması Islatmaz yanağımızı Yarı çıplak bir yetimin Buz gibi havada Mendil satması Ne Kabe’de insan kalbini Tavaf ettiğimizi Bildik Ne de Susamış bir yavruyu Sulayan her suyun Zemzem olduğunu Üf bile diyemeyeceğimiz Annelerimiz Babalarımız En çok üzdüklerimiz Kur’an’da Allah’tan sonra gelirken, Ne anladık biz bundan; İçince mushaf yaprağının Suyundan

Kardeşimiz Çocuklarımız

Eşimiz, dostumuz Yakınlarımızın onlarcası... Üzsek de farketmez onları “Bu dünya bir oyundan ibaret” ya Onlar da bu oyunun parçası Yaşam bu dünya için Olmuş bize, İbâdetler âhiret Kulluk dediğin şey Namaz ve Oruç’tan İbaret Oysa; Sana sensin bu dünya Sana benim âhiret Bana benim bu dünya Bana sensin âhiret Mâdem ki; Her şey O’nun tecellisi Her şey O’ndan işaret O’na “kulluk için” yaratılmışız En büyük görev O’nu bilmek O’nun tecellisini sevmek Öyleyse İnsanlığın hizmetkârı Allah’ın kulu demek

İskender TÜRE

45


RAMAZAN VE YARDIMLAŞMA

Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da ekonomik bakımdan üst seviyede olanlar, orta halliler ve ekonomik durumu çok iyi olmayanlar hep bir arada yaşıyoruz. Fakat bizim toplumumuz, diğer toplumlardan farklıdır. Çünkü biz, bencil değil özgeci bir toplum yapısına sahibiz. Prof. Dr. Ömer ÖZDEN*

*TC.Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi

sayı//58// mayıs 46

slam inancında bazı zamanlar, diğer vakitlere göre daha değerli ve kutsal sayılmıştır. Bu kutsal zamanlardan bir kısmı, Kadir gecesi, Miraç, Berat gibi kutsal geceler olarak karşımıza çıkarken bir kısmı da Recep, Şaban ve Ramazan isimleriyle birbirini takip eden üç aylar şeklinde tezahür eder. Bu üç ay içerisinde de en kıymetlisi, on bir ayın sultanı olarak nitelendirdiğimiz Ramazan ayıdır. Kültürümüzde Ramazan için “evveli, rahmet, ortası mağfiret, sonu ise günahlardan kurtuluş” tasviri yapılmaktadır. Üç ayların sonuncusu olan bu müstesna ay, içinde rahmetin, bereketin ve mağfiretin en yoğun bulunduğu kutlu bir zaman dilimidir. Bir yıl boyunca Türk milleti olarak en küçüğümüzden en büyüğümüze hepimiz Ramazan’ı adeta iple çekeriz. Diğer Müslüman milletlerde de bizdeki heyecan vardır diye tahmin ediyorum. Ama kendi milletimizin Ramazan coşkusunun çok üst düzeyde olduğunu her yıl yakinen tecrübe etmekteyiz. Bu coşku, daha o yılın Ramazan ayının bitiminden itibaren gelecek yılın Ramazan’ını beklemekle başlar. Toplumumuzun her kesiminde “ne mübarek aydı, keşke gitmeseydi”, “mübarek Ramazan’a on bir ay kaldı” tarzında muhabbetlerin yapıldığına çoğumuz tanık olmuşuzdur. Her geçen ay, “Ramazan’a şu kadar ay kaldı” diye bu kutlu ayı adeta iple çekerken, üç aylara girdiğimizde sık sık takvimlere bakar ve Ramazan’a kaç gün kaldığını söyler dururuz. Hatta türkülerimize bile bu beklentiyi yansıtmış ve “geldi çattı Ramazan” diye ezgilere dökmüşüzdür. Nihayet bu yıl da Ramazan geldi ve hatta artık son günlerine yaklaşmış bulunuyoruz. Hatta bu yazı yayınlandığında muhtemelen Ramazan ayı bitmiş olacaktır. Bu yılki Ramazan geçti gitti. Bir dahakine on bir ay var. On bir ay sonra Ramazan yine gelecek; bu hep böyle devam edip gidecek. Ama acaba ramazanlar neden her on bir ayda bir gelir, diye hiç düşünür müyüz? Ramazan’ın tekrar kapımızı çalışı sadece gökteki ayın her otuz günde bir yaptığı döngüsel seyahatin bir sonucu mudur? Yoksa her yıl yeniden gelip çatmasının bize anlatmak istediği başka anlamlar mı saklıdır bu gidip gelişlerde? Elbette ki dünya tersine dönmedikçe, astronominin doğal bir sonucu olan oruç ayı Ramazan, her yıl olduğu gibi bir yıl sonra yine Müslüman ülkelerin kapısını çalacak; yine


bir ay boyu oruç tutulacak. Ama bir yıl sonra gelecek olan yeni Ramazan ayında da yoksullar oruçlarını yine yokluklar içinde mi tutacaklar, yoksa bir önceki Ramazan ayına göre daha iyi şartlarda mı oruç tutacaklar? Benim kanaatim odur ki Ramazan ayında her yıl düzenli olarak oruç tutulmasının altında yatan ilahi hikmet, ihtiyaç sahiplerinin belirlenip ertesi Ramazan ayına bir öncekine nispetle yoksulluktan arınmış olarak gelmelerini temin etmek içindir. Çünkü Ramazan, birçok iyilik ve güzelliklere kapılar aralayan mübarek bir aydır. Bu ay, bir ibadet zamanıdır, bolca ibadet yapılır. Gecesi de gündüzü de ibadetle doludur. Tuttuğumuz oruç, bir ay boyunca bizim gün ve gece boyu doğal bir ibadet yapmamızı sağlar. Yani oruç, başlı başına bedenin ibadetidir. Oruç tutanlar, imsaktan iftara, iftardan sahura her an ibadet halindedir. Diğer ibadetler arasında da en fazla oruca değer verir ve dinimizin yapılmasını emrettiği öbür ibadetlerde fazla titiz davranılmasa bile, ağır hastalıklar dışında oruç asla aksatılmaz. Sağlığı elvermediğinden dolayı dinimizin oruç tutmasına cevaz vermediği hastalarımız bile mümkün mertebe oruç tutmaya çalışırlar. Hasta olanlar, artık tamamen dermansız bir hale gelince oruçlarını bırakırlar, hem de üzülerek, ağlayarak. Üstelik oruç tutamamanın verdiği üzüntüyü içlerinde yaşar dururlar bir ay boyu. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir; neden oruca bu kadar değer veririz? Birçok neden sıralanabilir ama kanaatimce bunlardan en önemlisi, orucun topluca ve aynı anda yapılan bir ibadet olmasıdır. Bütün dünyada bir ay boyunca Müslüman ülkelerde ve Müslümanların bulunduğu her yerde birbirine yakın zamanlarda hep birlikte aç kalıp, hep birlikte sofraya oturmamızdır. Orucun bu mahiyeti, yani gün boyu aç kalma durumu, tokun açın halini anlamasına vesile olmasına yöneliktir. Tokun, açın halinden anlamaya başlamasıyla da orucun sosyal boyutu ortaya çıkar ki orucun emredilişinin altında yatan asıl hikmet de budur.İnsanlığın başlangıcından bu yana toplumlarda ekonomik açıdan iyi olanlar da olmayanlar da bulunmaktadır. Bu durum bugün de böyledir, gelecekte de böyle olmaya devam edecek gibi anlaşılıyor. Bu, bir anlamda toplumsal dengelerin de gereği gibidir. Yani zengin olmazsa zengin olmayana el atacak kimse bulunamayacağı gibi, yoksulun olmadığı yerde de zenginliğin

bir anlamı kalmaz. Kanaatimce varlıklılarla yoksulların bir arada bulunduğu toplum yapısı, iyilik ve yardım etme duygularının devamlılığı bakımından da önem arz eder. Üstelik bugün ekonomik durumu iyi olan birinin bir zaman sonra kötü durumda olmayacağı garantisi de yok. Meşhur deyimimizle “düşmez kalkmaz bir Allah”tır. O bakımdan maddi durumu iyi olanların, durumları iyi olmayanlara, onurlarını ve gururlarını incitmeden yardımcı olmaları gerektiğini bilerek hareket etmeleri gerekmektedir. Her toplumda olduğu gibi toplumumuzda da ekonomik bakımdan üst seviyede olanlar, orta halliler ve ekonomik durumu çok iyi olmayanlar hep bir arada yaşıyoruz. Fakat bizim toplumumuz, diğer toplumlardan farklıdır. Çünkü biz, bencil değil özgeci bir toplum yapısına sahibiz. Ekonomik durumu iyi olanlar, iyi durumda olmayanları arayıp bulur ve onları gözetirler. Onların ihtiyaçları doğrultusunda yardımcı olmaya çalışırlar. Ancak son zamanlarda bu durum biraz farklı seyreder oldu. Eskiden ihtiyaç sahipleri kendilerini fazla belli etmez, sanki hiç ihtiyaç sahibi değillermiş, ekonomik bakımdan iyi durumdaymışlar gibi davranırlardı. Ekonomik durumları iyi olanlar da onların durumunu bilir ve onların onurlarını zedelemeyecek bir şekilde hareket ederek, amiyane tabirle başkalarına çaktırmadan onların maddi sıkıntılarına çareler arar ve giderirlerdi. Şimdi bu konuyla ilgili geçmişte kalan güzel bir uygulamadan söz etmek istiyorum: Bundan yaklaşık yüz, yüz elli sene öncesine kadar mahallelerde belli yerlere konan taşlar olurmuş. Sadaka taşı denen bu taşların üzerine, ekonomik durumu iyi olanlar para bırakır ve üzerine de bir başka taş veya kap gibi bir şey koyarlarmış. İhtiyaç sahibi olanlar da kimsenin olmadığı bir zamanda gidip taşı kaldırır, ihtiyacı kadar parayı alıp harcarmış. İhtiyacından fazlasını da almazmış ki başkaları da yararlanabilsin. Ne kadar incelikli bir düşünce ve davranış biçimi. Kimse kimsenin durumunu bilmiyor ama kimse de parasızlıktan dert yakınmıyor. Sonraları ekonomik durum çok bozulunca buralara para yetirilemez olmuş ve o adet de kalkmış. Geçenlerde bir dostumdan, Tokat dolaylarında bu adetin hala devam ettiğini duydum ve bu eski adetin devam etmesinden dolayı oldukça mütehassis oldum. Oysa günümüzde yardımlar aleni olarak yapılmaya başlandı ve ihtiyaç sahiplerinin o 47


onurlu duruşları da zedelenir oldu. Hatta gerçek ihtiyaç sahiplerinin büyük bölümü yine sessiz sedasız vaziyeti idare etmek için gayret ederken, ihtiyaç sahibi olmadıkları halde, öyleymiş gibi görünmeye çalışanlar bile türedi. Eskiden ‘fakir olduğumu kimse bilmesin’ diyenlerin yerini şimdi, ‘ben de fakirim’ diyenler aldı. Eskiden yüce Peygamberimizin bir hadislerinde buyurdukları “sağ elin verdiğini sol elin duymaması” inceliği de yerini, ‘birine yardım ediyorsam bunu herkes bilmeli’ anlayışına bıraktı. Zekât veya sadaka verenlerden bir kısmı, bu durumu sosyal medya hesaplarından ilan ederek bir reklama dönüştürmekteler. Yani iki taraftaki onurlu duruş da maalesef neredeyse yok olmak üzere. Aslında Ramazan, bu onurlu duruşun tekrar kazanılabileceği bir zaman olarak görülmeli ve yeniden o eski alışkanlıklarımıza dönülmelidir. Toplumumuzda kimseye muhtaç olmadan yaşayabilecek orta halli insanların yanında, zenginler ve yoksullar da bulunmaktadır. Maddi durumu iyi olmayanların iyi olanlarca tespit edilip onlara yardım edilmesi ve bu yardımın kimin tarafından yapıldığının bilinmemesini sağlamak, hem iki tarafın hem de toplumumuzun huzurunun sağlanması açısından fevkalade önemlidir. Artık günümüzde taşlar vasıtasıyla yardımcı olmak devri geçmiş olduğuna ve herkes kendi bulunduğu semtte az çok kimin ihtiyaç sahibi olduğunu bildiğine göre, bir şekilde o ihtiyaç sahibine ulaşıp gönlünü kırmadan, onu rencide etmeden ve kendi reklamını da yapmadan Ramazan ayını rahat geçirmesini sağlamak gerekmektedir. Bu bizim insanlık ve vatandaşlık borcumuz olduğu gibi aynı zamanda da dini bir görevimizdir. Çünkü sevgili Peygamberimiz, “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir!” buyurmaktadır. Aslında ihtiyaç sahibi olanları görüp gözetmek ve kollayıp yardımcı olmak, yılın her diliminde yapılması gereken bir iyiliktir. Ramazan ise bu tür yardımları hatırlamamız için bir vesiledir. Yıl boyunca açlığın nasıl bir sıkıntı olduğunu hatırlatan Ramazan ayı, bunu anlayıp hatırdan çıkarmamak için önemli bir süreç olup hali vakti yerinde olanların, sadece Ramazan ayında değil, her zaman yoksullara yardımcı olmaları gerekir. İhtiyaç sahibine ihtiyacı olanı hazır halde vermek, geçici bir tedbir olup alanı da rahatlığa sevk ederek çalışma ortamını ortadan kaldırma riskini getirmektedir. Bu bakımdan sayı//58// mayıs 48

yoksul olanların çalışamayacak durumda olanların ihtiyaçlarını her zaman temin etmek, varlıklı olanların üzerine düşen bir görevdir. Ancak çalışabilecek durumu olduğu halde çalışmaksızın yoksulluğu bir geçinme aracına çevirenleri, bu huylarından vaz geçirip onlara istihdam imkânları sağlamak da zenginlerin görevidir. Onlara, ihtiyacını kendisi temin edecek yolları hazırlamak, gıda ve giyim yardımı yapmaktan daha hayırlıdır. Bir Çin atasözünde “ihtiyaç sahibine balık vermektense, balık tutmayı öğretmelisin” denilmektedir. Demek istediğim, ihtiyaç sahiplerini Ramazan’da standartların altına düşürmeyip gönüllerince bir oruç tutmalarını temin ettikten sonra onlara iş imkânları hazırlayıp daimi bir gelirlerinin olmasını sağlamak, çok daha önemlidir. Yoksulu devamlı yardımlarla yoksulluğa alıştırmak, toplumsal dengeyi bozar. Böyle bir ortamda yoksullar da ‘nasıl olsa yardım yapılıyor’ diyerek, iyice tembelleşmektedir. Bu durumun alışkanlık haline gelmesi de yavaş yavaş onur ve gururun ortadan kalkması anlamını ifade etmektedir. Hatta daha fazla ileri gidince de yeni yoksullar üretmek demektir ki bu da bizim milletimizin tarihsel geçmişine hiç yakışmayan bir durumdur. Yoksulluk, her toplumda bulunabilen bir olgudur. Keşke hiç yoksul bulunmasa diyeceğim ama bu da dünyanın kuruluşuna ters bir durum. Yoksul olmasa varlıklı olana iyilik yapma fırsatı olmaz. Toplum, yoksuluyla, zenginiyle birlikte yaşamak durumundadır. İkisi de birbirine ihtiyaç duymaktadır. Toplum büyüdükçe yeni yoksullar da ortaya çıkmaktadır. Öyleyse dikkat edilmesi gereken husus, yoksul sayısını azaltmaya, az da olsa kendi emeğiyle geçimlerini sağlamaya çalışmaktır. Dinimizdeki zekât kurumunun amacı da budur. İş imkânları üreterek, kendi işlerinde emekleriyle az da olsa kazanç temin edenlere daha rahat yaşamaları için yardım etmek, hiç geliri olmayana yardım etmekten daha kolaydır. Üstelik birinci durum, onur zedeleyici de değildir. Bu Ramazan’ın yoksullarımıza iş imkanlarının ortaya çıkmasına vesile olması dileklerimle bütün bütün Türk-İslam aleminin Ramazan’ını tebrik ediyorum.


DAR, NATIONAL MUSEUM 8 MART 2017

SENİN KÖKLERİN GİBİ

BAĞLANDIM AFRİKA'YA Ağacın kulağına fısıldıyorum kimseler duymadan. Veli DALBUDAK

enin köklerin gibi bağlandım Afrika'ya"... Şehrin en göbeğindeki Kariakoo Market'in kaosundan kurtulmak için ilk bulduğum taksiye atlıyorum pazarlık mazarlık etmeden. "National Museum please" diyorum nazikçe ve birkaç swahilice kelime sıkıştırıyorum araya. Asık suratlı sürücü gevşiyor adeta. Nerelisin diye soruyor bana."Uturuki" deyince ben, iyice aydınlanıyor yüzü. Ve koyu bir muhabbete giriyoruz. Futbol hastası belli... Hemen 'Galatasaray' diyor. Ardından 'Fenerbahçe'... Biraz duruyor... Bir takım daha söylemeye çalışıyor ama zorlanıyor. Ben tamamlıyorum 'Beşiktaş' diye. Memnun oluyor ve tekrar ediyor birkaç kere, bir daha unutmamak için ismini.Galatasaray ve Fenerbahçe büyük takımlar ama bu sene ve geçen sene en iyisi Beşiktaş diyorum. Bu sırada bahçeli bir binanın önünde duruyor.Tatlı muhabbetin hatırına fazla kazık bir ücret istemiyor. Ben de hiç itirazsız ödüyorum söylediği parayı. Önünde seyyar satıcılar olan binanın bahçesine girmeden adımı soyadımı yazmamı istiyorlar ziyaretçi defterine. Bina girişinde ise 6500 Şilin giriş ücreti ödüyorum. Sıradan bir bina burası... Müze binalarının ihtişam ve sıradışılığından eser yok. Pek fazla müşterisi de yok zaten. Bizden gayrı bir okul grubu var o kadar. O grupla samimi oluyorum biraz.

Başlarındaki öğretmen müzedeki herşeyi tek tek detaylı anlatıyor High School öğrencilerine. Aslında ben biraz dikkati dağıtıyorum ama sıkıntı yok. Onlar için de bu sıkıcı sayılabilecek müze gezisi eğlenceli bir hale dönüşmüş durumda. Birlikte geziyoruz ve benimle göz göze geldiklerinde gülümsüyorlar mutlaka. Müze 3 bölümden oluşuyor diyebiliriz. Birincisi kabile dönemlerine ait bir takım bulguların sergilendiği kısım. İkincisi kabilelerin doğal yaşam ortamlarının gösterilmeye çalışıldığı ve bizim TİKA tarafından restorasyonu gerçekleştirlen kısım. Üçüncüsü ise sömürge ve koloniyal dönemde burada görev yapmış İngiliz ve Alman komutanların, orduların, araştırmacıların, kaşiflerin fotoğrafları. Sömürgecileri milli müzelerinde sergiledikleri gibi bir yandan da onların ardından hala müteşekkir konuşmalar yapıyorlar. Bu arada bol, bol ülkenin kurucusu Julius Nyerere'ye ait büyük tablolar da sergiileniyor etrafta. Çok geçmeden bitiyor eğlenceli National Museum gezimiz. Ya da ben bittiğini sanıyorum. Fakat öğretmen beni avluda yapacakları etkinliğe de davet ediyor. Merakla katılıyorum hemen. Koyu gölgesi olan büyük ağaçların altında bir yere geliyoruz. Burada ne olduğunu anlayamadığım içi oyulmuş kayalar duruyor. Öğrenciler birer birer kayaların başına geçiyorlar. Öğretmen elindeki torbadan tek tek tüm kayaların içine avuç avuç birşey bırakıyor.Ve öğrenciler kayanın içinde bulunan taşı sürterek koyu bej renkli bir un elde ediyorlar. Öğretmenin torbadan kayalara boşalttığı ise küçük, siyah barry tohumu. Büyükşehirde yaşayan çocuklara atalarının eski dönemlerde unu nasıl elde ettiklerine dair uygulamalı bir eğitim vermiş oluyorlar böylece.Tabii ben de kusur kalmadım, bir kayanın başına da ben geçtim. Kendi ekmeğimin ununu Afrikalı bir yerli gibi kendim öğüttüm iki taşı birbirine sürterek. Üstelik beyaz adamın bunu nasıl yaptığına şaşıran öğrencilerin meraklı bakışları altında. Bu cıvıl cıvıl genç gruptan ayrılıyorum vedalaşarak. Avlunun orta yerimdeki dev ağacın toprağın üzerine taşmış köklerinin üzerine oturuyorum. Bu çok farklı kıtayı, farklı kültürünü, farklı coğrafyasını, farklı tarihini ve farklı insanlarını düşünüyorum. Siyahlar ve beyazları anlamaya çalışıyorum. Ak ile kara gibi herşey...Gündüz ile gece misali. Birbirinin zıttı onlar. Fıtratları, yetenekleri, beyinleri, fiziksel özellikleri, yaşam biçimleri, kültürleri, yeme içmeleri, hayata bakışları da farklı. En üzgün, en fakir, en mutsuz görünenlerine soruyorum özellikle "mutlumusun" diye... İstisnasız Hepsi mutluyum diyor içimi aydınlatan kapkara bir gülücükle. Altında oturduğum dev ağacın kökleri şefkatle sarıyor beni... Ağacın kulağına fısıldıyorum kimseler duymadan. "Senin köklerin gibi bağlandım Afrika'ya"... 49


y yokluğun siyahından varlığın beyazını çıkaran, ey ezelden ebede kadar varlığı baki olan. Bir yokuşun başında ellerimi sana açıyorum ve sadece senden yardım istiyorum. Adına hayat dedikleri şu dünya masalında bizi yarattıklarının şerrinden, yarattıklarını da bizim şerrimizden emin eyle. Kalp kırmadan kimseyi üzmeden ve kırılıp dökülmeden buralardan gelip geçmeyi nasip eyle.

HER ŞEY SANA

DÖNÜYOR

Bir baharın içinde kır çiçeklerinin rengini dokur ışığın. Dağların koynunda eriyen karlar bir pınar olup kaynar yaylaların bağrından. Suların sesinde isminin neşesi duyulur. Taşlar senin adınla yuvarlanır.

Mehmet BAŞ

Ey yüceler yücesi olan Rabbim; yaşam nöbetim esnasında herhangi bir vukuat yoktur ve kalbim senin diriltici rüzgârlarının önünde titreyen başak gibidir. Her saniye atan nabzımda senin merhametinin ayak izleri durur. Korku bir çöl tilkisi gibi kanar gömleğimin sol cebinde. Sen ikindi rüzgârları ile serinlediğim şehirlerde yalnızlığımın adressiz sancılarını avutursun. Günler bir kavis çizerek sessizce başladığı yere döner. Yokluktan gelenler yine yokluğun kalbine sığınırlar. Bir baharın içinde kır çiçeklerinin rengini dokur ışığın. Dağların koynunda eriyen karlar bir pınar olup kaynar yaylaların bağrından. Suların sesinde isminin neşesi duyulur. Taşlar senin adınla yuvarlanır. Buğday daneleri senin adınla filiz verir. Yağmur bulutların rahminden senin adına yağar. Kuşlar kanatlarını senin adınla çırparlar. Dünya masmavi bir bilye gibi senin adına döner. Görünmez olduğu halde her şeyde her yerde aşikâr olan sensin. Bir hastane kapısında veya mahpus damında keskin bir bıçak gibi sokulursun kalplere. Kabristanların yeni kazılmış toprağında bir sızıyı giderir gibi çağlar suların. Sen ıssız gezegenlerin içinde sürgün edilmiş kullar var edersin kendine. Işığının çokluğu yüzünden kamaşan gözler seni göremez olur. Sen gece karanlığında kimsenin görmediği bir aslan gibi durursun ve kimse orda bir aslan olduğunu görmez. Eğer görselerdi korkudan kalpleri dururdu. Sen yılan yutmuş adamları bela kamçısı ile varlık sahrasında koşturursun. Onlar yılanı kusana kadar senden razı olmazlar. Sen güneşin altında kar satan satıcılara erimeyen sermaye verirsin. Çamurdan saraylarda misafir ettiğin ruhlar meleklerin omzunda taşınır sonsuza. Bir papatya gibi gülümseyen sevgililer yaratırsın ümitsiz aşkların çıkmaz sokaklarında. Mermerden köprülerin üstüne tahtadan binekler kondurursun. Pamuk tarlalarında yeni dokunacak kefenleri büyütür kozalar.

sayı//58// mayıs 50


Sen yandığım yerlerde bir bulut gibi yağarsın üstüme. Bir anne olur nehirler tahtadan beşiğimi sallayan. Dudaklarımda eski bir şarkı. Yürürüm yolların tükendiği yerlere. Sıyrılır bütün perdeler ve her şey kaybolur yalnızca sen kalırsın geriye. Bilmiyorum Allah’ım bilmiyorum. Ben ne kadar yanıldığımı bilmiyorum. Bildiğim şeyler ise kalbimi avutmaya yetmiyor. Bu dünyada radyoda ki bir istek şarkı gibi çalınıp gideceğim belki de. Beşikten çıkıp tabuta doğru uçmak için bir kanadımın çıkmasını beklemiyorum. Biliyorum ki uçmak için bir kanada ihtiyacım yok. Nasıl ki sürünmek için bir yılan olmama gerek kalmadığı gibi..Yine de ben küçük bir şehzade olsaydım ve ilerde tahta geçme şansım olsaydı beni kendi kardeşlerimin boğmasından senden başka kim kurtarabilirdi..ya da beni kardeşlerimi boğmaktan... Bilmiyorum fakat hissedebiliyorum..Kalbimin frekansları ile aklımın frekansları başka yerlerden yayın yapıyor. Her ne kadar geceleri sadece rüyalarım çevrimdışı olsa da ben hep senin yüzüme güleceğin o günün heyecanı içindeyim. Keşke günahlarla dolu defterimi sağ tarafımdan versen de beni ateşinde yanmaktan muaf tutsan. Biliyorum ki sen aslında kimseyi yakmazsın fakat biz buradan gelirken kendi ateşimizi kendimiz getirmekteyiz. Senin de bildiğin üzere bir vakitler çocuktum ve o vakitler duvarları toprakla sıvanmış bir evin içinde yaşıyordum. Annem henüz ölmemişti

ve yemeklerden önce kuru yufka sulardı. Suyu ise bakır helkelerle uzaktaki çeşmeden getirirdi. Annemin mavi kadifeden bir şalvarı vardı. Durmadan halı dokur sonra hep öksürürdü. Şimdi o yok, şimdi toprağın altında sessizce uyuyor. Ve ben onu çok özlüyorum. Ne olur merhametini esirgeme ondan. Bütün erken gitmişlerimize merhamet et. Yüzümüzü kara eyleme, ne olur yüzümüzü ağart. Aklım bir saatli bomba gibi patlayacağı saati bekliyor şimdi. Aklım kesilmiş bir ağacın yeniden sürgün veren kökünde topraktan elbiseler giymiş ellerime bakıyor. Ellerim çöl türküleri söyleyen kızların omuzlarına dökülen saçları okşuyor. Henüz kurulmamış bir cümlenin yükleminde dolaşıyorum. Yaşadığım günlerin gizli öznesi yüreğim. Seninle benim aramda dualar birer bağlaç gibi duruyor. Senin olduğun yerde bütün zamirler anlamını yitiriyor. Ne sen kalıyor geriye ne ben ne onlar ne de bunlar. Her şey yüzünü sana dönüyor. Şimdi buz tutmuş gözyaşlarımla sana dönüyorum. Hangi rüyanın tabiriyim bilmesem de. İlerde ölecek ve yavaşça çürümeye terk edilecek olan ve birbirinin aynısı olan günleri mecburen yaşayacak olan ve her nöbette vukuat yoktur diyecek olan ben, sana dönüyorum... Şimdi geçmişi ve geleceği bırakarak kendimi bile kendimden çıkararak sana dönüyorum. Kalbim bir kuş gibi çırpınıyor göğüs kafesimde ve ben şimdi bütün kafesleri kırarak sana dönüyorum. 51


Nuşrevani Adil nerede tahtı Süleyman mührünü kime bıraktı Resulü Ekrem'in kanunu haktı Her ömrün sonunda bir feryat gördüm Âşık Veysel

GÖNÜL COĞRAFYAMDA BİR ŞEHİR:

SİVAS

Sivas’ı ilk önce, sitemin, nazın, efkârın ve sevdanın iç içe geçmiş olduğu türküleriyle tanıdım. Çocukluğumda yattığım yer yatağında her gün, akşamdan kucağıma alıp, türkü, arkası yarın ya da radyo tiyatrosu dinlerken uyuduğum radyodan yükselen güzel seslerle uyanırdım. İsmail BİNGÖL*

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//58// mayıs 52

ir şehirden söz etmek için, illa ki o şehirde uzun müddet kalınmış ve sokaklarının, mahallelerinin, caddelerinin hatıralarınızın izini taşıyor olması gerekmez herhalde… İnsanın, gördüklerinden, tanıdıklarından, dinlediklerinden, okuduklarından dolayı sevdiği, gönül coğrafyasında yer verdiği şehirler de olabilir ve bunun altında, mutlaka geçmişe dayalı, çağrışımları olan bir yön, bir sebep vardır. Ta çocukluğunuzda dinlediğiniz türkülerde ya da büyüklerin muhabbet sırasında anlattığı hatıralarında o şehirle ilgili kısımlar bulunabilir. Sonraki zamanlarda ise, hafızanızın bir köşesine yerleşen bu anlatılar, okuduklarınızın ve zaman içinde gördüklerinizin de yardımıyla biraz daha şekillenerek, günbegün çoğalır, herhangi bir vesileyle o şehrin adı geçtiğinde, kendinizce bazı şeyler anlatabileceğiniz bir müktesebata erişir. Ne var ki çağımızda, çocukluğumuzun ya da gençliğimizin şehirleri giderek değişik tehlikelerin etkisi altına girmekte ve yıllar önce zihnimize yerleştirdiğimiz o güzel, o anlamlı ve şehre hayat veren o munis görüntüler bozulmaktadır. Bu tehlikeli durumlardan biri; şehir kavramına ve şehir kimliğine aşina kişilerin azalması ve hatta neslinin kesilmesidir. Bu ise, şehirlerin geleceği açısından büyük tehlike oluşturmakta, şehirlerin kendine has kimliğini, onu tarif edecek değerlerini her geçen gün biraz daha aşındırmaktadır. Zira; "İç göçün insan malzemesini kırk elli yıldır harmanladığı, yerlilik kavramının anlamının âdeta unutulmuş olduğu şehirlerde, bu gibilerin nesli ya tükenmiştir ya tükenmek üzeredir.” Oysa, “Şehirlerin, tarihi ve kültürel kimliklerinden dolayı, dönüştürme özellikleri vardır.” yargısına göre, şehre gelen insanlar, süreç içersinde, o şehrin bir parçası olmalıdırlar. Ancak, yukarıda bahsettiğimiz durum, göç edenlerin referans alacak ve davranışlarını özdeşleştirecek ‘şehirli’ bulamamalarına sebep olmuştur ve şehri tanımaktan kaynaklanan sevmek ve sahiplenmek duygusu, göç dalgasının getirdiği bu insanlarda yer edememiştir. Bu mesele,


sadece büyük şehirlerin değil, günümüzde artık Anadolu’nun giderek büyüyen şehirlerinin de önemli bir problemidir. Bu problem; şehirli kimliğini edinip, öncekilerle birlikte huzur içinde yaşamayı ve benimsemeyi öğrendiğinde, onun ardından da kendini o şehre ait hissetme ve koruma süreçlerini aştığında ortadan kalkacaktır. Ne var ki göç ile gelenler için ‘ideal modeller’, kendilerinden birkaç yıl önce gelen, ekonomik anlamda imkân sahibi olmuş kişilerdir. Bunların çoğu için, medeniyetin ortaya koyduğu şehir kültürü ve sanat eserlerinden bahsedilemez. Şehirler, buraları yıkarak para kazananların yaşadığı bir yer haline dönüştükçe, düşünce ve sanat kaygısı altında taşa şekil veren ustaların ortaya koyduğu el emeği, göz nuru şaheserlerinde bir önemi kalmayacaktır. Bilgisiz, bilinçsiz, idraksiz ve kültürsüz zihniyetler nezdinde, sadece tarihi eserler değil, mezar taşları bile, bu düşüncenin ortaya koyduğu yıkıcı eylemden gerekli payı almıştır. Anadolu şehirlerindeki birçok nadide eser, bu kötü ve zalim anlayışın kurbanı olmuş, evler, kümbetler, resmi binalar bir bir ortadan kaldırılmışlardır. Yerlerine konulanlar ise, hiçbir estetik kaygı gözetilmeden inşa edilen, betonarme yapılardır.

Yüzyıllar boyunca gelenekler, manevi değerler, alışkanlıklar ve daha başka davranışlar çerçevesinde oluşturduğumuz kültürel hayat, büyük bir hızla hafızalarımızdan siliniyor. Oysa ki, şehrin kültürel dokusunu; o güzelim, o iç ferahlatan, huzur veren görüntüsüyle canlı tutan eski eserler ve onlara yakışan bir nizam, bir düstur, bir estetik içerisinde buralarda oturan insanlar oluşturur. Sivas’tan bahsettiğimiz için, misalleri de oradan verelim: İşte bir Gök Medrese’nin, Buruciye Medresesi’nin, Şifahiye Medresesi’nin görkemli lezzetini ya da Akaylar Konağı’nın, Susamışlar Konağı’nın ve diğerlerinin insana bahşettikleri huzuru, saadeti, hayatın içindeki yerlerini bugünün insanları da çocuklarına taşıma arzusunu duyabilmeliler ki, şehrin dokusu canlı kalabilsin.

Bugün çocukluğumuza dair hatıralarımızın geçtiği mekânların ne kadarını çocuklarımıza gösterme imkânına sahibiz? Ya da; herhangi bir şehirle ilgili yazıda geçen bir evi, bir hanı, bir hamamı ve hatta camii, medreseyi, bugün oraya gittiğimizde eğer yerinde göremiyorsak, yaşatılmaya değil de, yok edilmeye çalışılan ve zamanın insafına terk edilmiş bir şehirden söz edebiliriz.

Ne var ki, şehirde adım attığınız birçok noktada, eskiden burada şöyle güzel bir ev vardı, şurada serin gölgeleri altında oturulan ağaçlarla süslü, iki katlı bir kahve, şurada falan, şurada filan diyorsanız, şairin deyimiyle, “o şehirden öç almanın vakti ” gelmiş de geçiyordur bile…

Onun içindir ki; şehirlerin eski sakinleri yaşadıkları yeri tanıyamamakta ve aşinası, dostu, seveni oldukları şehrin giderek samimiyetten uzak, iç karartan ve yalnızca göğün göründüğü bir şekle dönüşmesine acı içinde tanık olmaktadırlar. Yeni nesiller, imparatorluklar kurmuş bir milletin ahfadı olduklarını ancak kuru ders kitaplarındaki renksiz ifadelerden öğrenmekte, günlük hayatlarında ise, bu onuru hissettirecek fiziksel yapıların giderek ortadan kaldırılmaları ya da gereken öneme haiz olarak değerlendirilmemeleri, bunun yanında kişiliksiz, kimliksiz yapılarla etraflarının sarılmaları neticesinde, sahip olduğumuz tarihi miras ve sorumluluğa giderek daha az ilgi duymaktadırlar.

Çünkü “Her zevk ve yaşama biçimi, hayatı algılama, toplumun beslediği değerlerin terkibiyle şekillenir. Bu gün gravür, minyatür ve fotoğraflarda görülen, şehrengiz ve surname tipi Osmanlı kaynaklarında ifade edilen bu güzellikleri yeniden eski ihtişamıyla diriltmek mümkün değildir. Fakat günümüzün yıkıcı ve de değiştirici vandalizminden şehri bilinçli bir şekilde korumamız gerekmektedir.” (www. kulturtarihi.org)

Hem zaten “Nice zamandır çarşılarımız kenevir, kandil gecelerimiz buhur kokmuyor. Çünkü şehirlerimiz, modern zamanların kasırga misali güçlü rüzgârı karşısında birbirini andıran apartmanları, vitrinleri, dükkânları, parkları, meydanları, sokak ve caddeleriyle sıkıcı ve sıradan bir ortak zevksizliğin bayağılaştırdığı tekdüzelik örneğine dönüşmeye başladı. Şehirleri birbirinden farklı kılan, ayıran, bu ayrılıklardan güzellikler çıkaran ayrıntılar birer birer yok oluyor. Oysa eskiden şehirlere "tılsım" yapılırmış. Zira şehirlerin de bir ruhu olduğuna inanılırmış. O şehrin âlimi ya da bir başka ulu kişisi yaparmış tılsımı... Şehrin "şahsiyetinin" çok önemi varmış tılsımın yapılmasında. Eğer söz konusu şehir ziraat şehriyse tılsım toprağa yapılırmış; su şehriyse suya, kuraksa rüzgâra... Tılsım bozuluncaya kadar şehirlerin yaşayacağı düşünülürmüş. 53


Oysa şehirlerimiz değil (…), ruhları bazı kitaplarda yaşamaya devam ediyor.” (Ethem Baran,"Şehirlerin 'Şehir' Üzerine Düşündürdükleri", Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Temmuz 2003, Sayı 41) Sivas’ı ilk önce, sitemin, nazın, efkârın ve sevdanın iç içe geçmiş olduğu türküleriyle tanıdım. Çocukluğumda yattığım yer yatağında her gün, akşamdan kucağıma alıp, türkü, arkası yarın ya da radyo tiyatrosu dinlerken uyuduğum radyodan yükselen güzel seslerle uyanırdım. Sözleri ve nağmeleriyle ruhumda ilk ateşleri yakan ve henüz çok gençken yaşadığım hayal kırıklıklarıma tercüman olan türküler boy verdiğinde evin büyük odasında; sesimi radyodan yükselen sese eş ederek, çeker giderdim dağlara, engin ovalara, çayların başına, ırak memleketlere, gurbetlere doğru… En evvel türkülerini dinleyerek bildiğim şehirleri çok merak ederdim hep. Camilerini, hanlarını, hamamlarını, çarşılarını, insanlarını… Anadolu şehirlerini bir başka severim zaten… Hele de, Selçuklunun elinin özel olarak değdiği, eğleştiği, devrinde kendince önem verip, tarihi eserlerle bir dantela gibi süslediği şehirleri… Erzurum, Sivas, Kayseri, Konya gibi şehirler, bu türden şehirlerdir. Buralardaki sanat eserleri, Selçuklu dönemi Türk mimarisinin şaheserlerindendir. Gezerken; çinilerdeki renk ve desenin sihrine kapılmamak, güzelliğine dalmamak, taşa verdiklere şekillere bakıp hayran olmamak mümkün mü? Bunları yapan ustaları rahmetle anarken, ortaya koydukları bu büyük sanat karşısında adeta diliniz tutulur, hayretler içerisinde kalırsınız. Sivas da işte böylesine kıskanılası eserlere sayı//58// mayıs 54

sahiptir ve her şeyden önce bir Selçuklu şehridir. Zamana direnen camileri, medreseleri, hanları, hamamlarıyla tarih maceramızın saltanatlı bir bölümünün tanığı ve Anadolu’nun fetih nişanesidir. Uzun yıllar ülkemizde yaşayan ve yeri doldurulamaz pek çok çalışmaya imza atan, İslâm arkeolojisi hakkındaki uzmanlığıyla bilinen ressam, mimar, arkeolog, gezgin Albert Gabriel (1883-1972); "Anadolu Türk Anıtlarının en dikkate değer olanı, en hayret ve hayranlık uyandıranı Divriği Ulu Camii’dir.” demektedir. Âşıklar yurdu, şairler otağıdır. Vatanın birliğine ve milletin kurtuluşuna verdiği destek ise kelimelerle anlatılmaz. Âşıklar yurdu dedik de! Halk edebiyatımızda Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Kemteri, Âşık Ruhsati, Mesleki, Minhaci, Serdari, Âşık Ali İzzet Özkan, Âşık Talibi Coşkun, Sefil Selimi (Ki rahmetliyi; şiirlerinin yanında, 1991 yılında Konya Âşıklar Bayramı’nda şahsen de tanımak nasip oldu. Âşık edebiyatımızın ebediyete intikal etmiş büyük ustası Reyhani’nin de bulunduğu otel odasında saatlerce onların geçmişe dair anlattıkları bugün dahi hatırımdadır.), Âşık Veysel ve daha başkaları… Bu alanda her biri birer köşe taşıdır. Hem zaten; Kars, Erzurum, Erzincan, Sivas güzergâhı, âşık edebiyatının ana damarının geçtiği ve bütün Anadolu’ya uzandığı yerlerdir. Bu açıdan edindikleri konum ise, diğer şehirlere göre farklıdır. Mekânın insana çağrıştırdıkları, hissettirdikleri ve düşündürdükleri her vakitte önemini korumuştur. “Dünyada mekân, ahrette iman” diyen atalarımız da bunu bildikleri için, hayatlarının büyük bölümünü geçirdikleri, sohbetin, muhabbetin tadına vardıkları, çoluk çocuğa karıştıkları, kısacası; doğdukları, yaşadıkları ve göçtükleri yerleri inşa ederken, işin ruhla ilgili yanını da her zaman hesaba katmışlar, hiçbir hâl ve şartta bunu ihmal etmemişler, geleneksel hayat tarzının yaşandığı, rahatın ve huzurun misafir edildiği, “o sımsıcak yapıları” meydana getirmişlerdir. Ne yazık ki bu gün şehirlerimizin çoğunda, onlardan pek azı elimizde kaldı ve bunlara da gerekli ihtimamı, ilgiyi, dikkati gösterdiğimiz söylenemez. Belki yeni yeni bazı çalışmalar yapılıyor bu konuda ancak yeterli olduğu söylenemez tabii. Onun içindir ki, sahip çıkmadığımız, çıkamadığımız zamanlarda belki koca bir tarihi, bu evlerle birlikte yok ettik. Hâlbuki büyük bir millet o evlerde yaşadı ve sohbet etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler o evlerde dile getirildi. O mekânları öyle hesapsız ve kitapsız bir hızla


yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, işin bu yönünü, yani onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik. Sivas’ın bu açıdan, dışarıdan bakan biri olarak, benim yaşadığım yere kıyasla, daha iyi durumda olduğunu söyleyebilirim. En azından birkaç konağın olsun (İnönü Konağı, Akaylar Konağı, Osman Ağa Konağı, vs.), restorasyonu yapılmış ve bazı hizmetler için tahsis edilmiş. Böylece, hem onlar kurtarılmış ve hem de, geçmişten devralınan miras gelip görenlere tanıtılarak tarihe büyük bir hizmette bulunulmuştur. Sadece evler mi… Ya dostlarla bir araya gelinip sohbetin deminin tutulduğu oturma mekânları… Azıcık da onlardan söz etmeden geçmek olur mu? Erzurum’daki Hemşin’e devam ederken, bir yandan da bu tür yerleri anlatan yazılara, şiirlere merak salmıştım. Sivas’taki “Çerkezin Kahvesi” işte böyle bir zamanda çıktı karşımıza bir kitapta ve bir şiirde… Sonrasında ayağımız düştüğünde hemen sorduk soruşturduk ve nihayetinde mekâna ayak bastık. Gerçi Sivaslı dostlardan kahvehanenin otantik yapısının bozulduğunu işitmiş olsak da, yine de ortam çok güzeldi ve lezzetliyle, tadıyla bol köpüklü kahvesine diyecek yoktu. Müdavimlerinin neredeyse her gün uğradıkları kahve, kendine has bir tarzda döşenmiş ve muhabbeti celbeden bir havanın solunmasına imkân tanınan bir görüntüsü var. Havanın sıcaklık bakımından elverdiği günlerde dışarıda da oturulabilen mekân, Sivas denince, meraklılarının aklına ilk gelen yerlerden biri.

Zamanın koynunda sakladığımız acılarımızın, sevdalarımızın, unutulmuşluklarımızın, terkedilmişliklerimizin, yarım kalmış muratlarımızın, gidip de gelmeyenlerin, gelip de bulamayanların hazin ve yakıcı hikâyesini anlatan türkülerimiz, yüreğimizin adeta dile gelmiş mücessem misali gibidirler ki; bir Sivas türküsünü ne zaman dinlesem, bir vefasız güzel için karlı dağların ardına düşen âşıkla beraber ben de yanar ağlarım bu ayrılık sebebine… Derdi çeken; “aşan bilir karlı dağın ardını/çeken çeken bilir ayrılığın derdini” dedikçe, sararıp solarım bir ahu gözlü, bir nazik tenli için… Yüreğim acıdan çalkalanır ve bırakır giderim bir aşrı gurbete doğru… Aylar geçer ve bastıramam yüreğimdeki sesi, gelene geçene sorarım: “Açtım’ola şu Sivas’ın gülü yaprağı” Ya camekânda gördüğüm, ürüyamda görüp bana verdiler diye sevindiğim saçı sırmayınan örülü kız… O beni terk etse de, narına hicranına yakıp sonra da koyverip gitse de, ben yine de ondan umudumu kesmeye dayanamam. Umudumu kesmek, bu ayrılıktan daha zor gelir de ondan… Umut bitince, her şey biter de ondan… “Ağgül Seni Camekanda Görmüşler / Siyah Saçın Sırmayınan Örmüşler” Her biri ayrı güzel türkülerin… Acısı, hüznü, vurgunluğu, derinliği… Âşığın, dertlinin yüreğinde dönüp durması, içten içe bir yara gibi sızlaması… Yıllar geçse de, adına türkü yakılanlar gözden nihan olsalar da, o hep söylenir durur, hep hatırlatır olanı biteni, sevda uğruna çekilenleri… Yüzünü döndüren de kurtulamaz sevdayı resmeden bu nağmelerden, hilal kaşını yere indiren de…

Ya türküler… O türküler ki; Anadolu insanının mertliğini ve insanlığını sembolize etmektedirler ve onların; kötülüğü, kini tavsiye edenine rastlayamazsınız. Onlar; kederin, ıstırabın, aşkın, güzelliğin, çilenin, başka söyleyişlerle ifadelendirilemeyecek olan sevdaların ve halka ait daha birçok değerin ölmez temsilcileri olarak yaşayacaklardır aramızda daima... Sivas’ın, cetlerimizin nakış nakış işleyip, bölük bölük süslediği bu Anadolu şehrinin büyük ozanı Âşık Veysel'e bir gün tanınmış bir sanatçıdan armonize edilmiş bir halk türküsü dinletir ve fikrini almak isterler. Veysel'in biraz düşündükten sonra söyledikleri çok çarpıcıdır: "Dağlarda gösterişsiz, fakat hoş rayihalı çiçekler olur. Şehirliler bunları görür, bahçelerinde yetiştirmeye heveslenirler. Yetiştirirler de. Hatta onların ki daha güzel, daha gösterişli olur. Gelin görün ki, rayiha, artık o rayiha değildir."

Hele de “bir bulut kaynadı mı” Sivas elinden… "İşte Halil Emminin türküsü!" diye söz düşülür, arkasından ucu telli mektupla yârdan haber gelir. Ancak, yaralarının iyileşmesinin ancak asker ağasının teskeresini alıp dönmesiyle mümkün olacağını yazmıştır nazlı yâr… Hey gidi hey!.. Şimdilerde yine türküler yakıldığı, “Allah şu askere ömürler vere” dileğinin göklere uzandığı vakittir. Her ne kadar seferberlik yıllarından, kurtuluş günlerinden uzak da olsak, kimseyle savaş halimiz yoksa da, günde birkaç civanımızı kalleşlerin tuzaklarında kurban verdiğimiz bir acı gerçek olarak aha şurada durmakta ve içimizi burgu burgu oymaktadır. Nereden geldiği, neye ve kime hizmet ettiği karışık bu iş, yüreğimizin ortasına her gün bir ateş düşürmektedir. Bu yaraya merhem edilmedikçe, bu iş çözülmedikçe, bu acı dinmedikçe, “Gül alıp satmanın zamanı 55


değil” türküsü bundan böyle de söylenmeye devam edecektir. Tıpkı, aradan şu kadar yıl geçmesine rağmen unutulmayan, unutulamayan ve de unutulmayacak olan, uzak bir iklimde, ıssız çöllerde, bilinmez vadilerde, yaban ellerde, yani Yemen’de kaybettiğimiz civanlara yaktığımız türkülerin hâlâ söyleniyor olması gibi:“Ben Gidiyom Rüştü Beyim Ağlama” Kemal Keskin’den alınan bu Sivas türküsünde adı geçen Rüştü Bey, Doğu Anadolu coğrafyasında bir efsane gibi anlatılan Mihrali Bey’in oğlu… Bir vezirin düşmanlığına, kinine yenilip, çok sevdiği Sultan Abdülhamit tarafından kararında serbest bırakılmasına rağmen, gururuna yediremeyip Yemene giden ve orada ölen Mihrali Bey’e yakılan bir türkü… Mihrali Bey veya yöre halkının ağzı ile Möhür Ali, Terekeme (diğer adı Karapapak) Türklerinden olup, cesareti ve gözü pekliği ile Türk-Rus savaşında önemli kahramanlıklar sergilemiştir. Fakat adına ağıtlar yakılan bu kahramanımız maalesef tam olarak tanınmamaktadır. Tıpkı tarihte kayıtlı nice kahramanlarımız gibi, onun da kıymeti bilinmemiştir. Acaba Batı’da yaşasaydı şimdiye kadar kaç filmi yapılır, kaç romana konu olurdu kimbilir? Türkünün içinde geçen, “Hiç iflah m'olur da Yemen’e düşen” mısrasıyla, Yemen’e gönderdiğimiz sayısız yiğidin akıbetinden haber veren bu uzun havayı dinleyen kişinin eğer yüreği kavrulmuyor, geçmişin kara günleri hatırına gelmiyorsa, böyle bir yürek nemize gerektir. Böyle bir yürek ve buna benzer yürek sahipleri olmaz olsun. Sivas türküleri denince akla gelen Zaralı Halil Söyler (namı diğer İnce Halil), Feyzullah Çınar, Nuri Üstünses, Muhlis Akarsu, Ali Kızıltuğ ve daha nicelerinin, kaynaklık ettikleri türküler çalınırken, epeydir isimleri anılmıyor. Öyle ki; kültürümüze hizmeti sadece sevgi ve bağlılık karşılığında yapan bu kişilere, “Nuri Üstünses’ten alınma bir Sivas türküsü” şeklindeki anons bile çok görülüyor. Sivas’la ilgili hatıraların anlatıldığı kitapları okurken, sayfalar arasında adeta çocukluğumun Ramazanlarını, karda yuvarlanıp ellerimin, ayaklarımın kırmızıya kesilişini, misafirlikten dönerken büyüklerin kollarında uyuyup gördüğüm tatlı rüyaları, yaramazlık yapıp oramı buramı kanatışımı, yaşayışları ve sayı//58// mayıs 56

davranışlarıyla hepsi birer nümune-i imtisal olan büyüklerimi ve tozpembe günlere dair nice hatıramı nerdeyse aynıyla buldum. Sivas’ta değil de, Erzurum’da eski bir evin damında ya da sofalarında, odalarında koşup oynamakta, merdivenlerden inmeyip, tırabzandan yuvarlanmaktaydım. Kitapta, yeri geldikçe “Sivas'ın artık kaybedilmiş olan çehresinden küçük ayrıntıların, şehrin nasıl değişmekte olduğunun, hatta tanınamayacak kadar başkalaştığının” da altını çizen yazarın bu anlattıkları, ne yazık ki bugün artık, birçok Anadolu şehrinin kaderi olmuştur. Asıl kaybettiğimiz; “Bütünüyle insan ilişkileri, eski doku, insanî boyutlar ve bütün yaşanmış zamanlardır. Kendi ellerimiz, paramız ve gönül rızamızla inşa ettiğimiz keşmekeşin, bir bedelin adıdır şehir. Bu bedeli öderken birileri bizi fena hâlde aldattı galiba; zaman zaman kendimi eski ama nefis bir saray tombağını, uyduruk, zevksiz ve ucuz bir alüminyum ibrikle değiştirmeye razı olan biri gibi hissediyorum. Bu alışverişten kârlı çıkmadık, aldatıldığımız kesin! " Yazar; insanın içine oturan, geçmişe özlemi büyüttükçe büyüten bu cümlelerdeki tespitlerinde ne kadar da haklıdır! Tanpınar'a göre şehirler,“hayatımızın tesadüfleridir." Hiç kimse doğarken kendi şehrini seçme iradesine sahip değildir ve şehirlerimizde, “…..kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevî çehresi olan kültürümüzü görmek “ mümkündür. Ne var ki, Sivaslı olmasına rağmen, bir on yıl kaldığı, ama çok sevdiği Amasya’yı yazan Özkan Yalçın’ın konuya bakışı değişiktir: “İnsanlar, ebeveynleri ile dünyayı görecekleri mekânları seçme şansına sahip değildiler ama en azından gömülecekleri yeri beğenebilme hakları vardı. Ve bence, bir sokağında doğup daha buluğa bile ermeden terk ettiğimiz şehirlerden ziyade, kemiklerimizi kıyamete kadar muhafaza edecek topraklar önemliydi." 1970’li yılların başı… Ortaokuldayım. Sebzelerin ve meyvelerin tadının bozulmadığı; dostlukların, sevgilerin bir avuç menfaate kurban edilmediği bir zamandı. Bize öyle geliyordu demeyi çok isterdim; ama değil. Yaşayanlar bilir. Benden iki sınıf öndeki ağabeyim, müsamere için (O zamanlar böyle derdik. Kulağa ne de hoş gelirdi.) ezberlediği bir şiiri tekrarlayıp duruyor: “Ben Doğuluyum.” Benim de ezberimde şiirler var ve okumayı


da çok seviyorum. Ama bu şiir bir başka dokunuyor çocuk yüreğime… Hele de içinde Doğunun şehirlerinin sayıp döküldüğü ve de övüldüğü, Erzurum adının geçtiği yer yok mu? Heyecanım son haddine varıyor buralara gelince… Dinleye dinleye ben de ezber ediyorum şiiri… Birkaç yıl geçmeden öğreniyorum; “burcu burcu vatan kokan, toprak kokan, Palandöken dağlarından bir selam gönderilip, cevabı Altay dağlarından alınan” şiirin Yavuz Bülent Bakiler’e ait olduğunu… Yıllar sonra (Sanırım 1989 yılıydı.) Atatürk Üniversitesinin düzenlediği bir şiir şöleni için Erzurum’a geldiklerinde, Zeki Ömer Defne ve Mehmet Çınarlı’yla-Her ikisi de rahmete gittiler.- birlikte TRT Erzurum Radyosunda canlı yayına aldığımızda, aynı heyecanı ve coşkuyu bir kere daha hissettim. Hele canlı yayın esnasında seksenini aşmış Zeki Ömer Defne ile aralarında geçen tatlı gerginliği hatırladıkça, bugün bile gülümseme yayılır yüzüme… Sivas’ın internet sitesine bakarken, “Yapmadan Dönme” köşesindeki başlıklardan birinde “madımağını” yemeden dönmemek gerektiği yazılı. Bunu görünce, bizim buralarda “kuş ekmeği” dediğimiz, Sivas yöresinde ise adına türkü yakılmış olan madımakla ilgili, ilk okuduğumda da çok etkilendiğim, Anadolu insanının yoksulluğunun ve bulduğu çarenin yardımıyla buna tahammül edişinin anlatıldığı bir hatıra geldi aklıma… Doğan Hızlan; “Dağlarca Madımak'a Neden Ağladı ” başlıklı yazısında anlatıyor: Fazıl Hüsnü Dağlarca Madımak'ı dinlerken, seyrederken ağlamış. 'Neden,' diye sormuş Konur Ertop, o da, yoksulluğun türküsüdür, Anadolu'nun yoksulluğuna ağlıyorum, demiş. 'Çünkü,' diye sürdürmüş konuşmasını Dağlarca; 'bahar

gelecek, etraf yeşerecek, madımaktan yemek yapacaklar.' Türküler, hayatın içinden gelirler başka bir hayatta yolculuklarını sürdürürler. İnsanın, Anadolu'nun bütün öyküsü, acısı, mutluluğu, şehveti onların içindedir.” (Doğan HIZLAN, 5 Şubat 2001, Hürriyet) Gönül coğrafyadaki bir şehri, içine biraz geçmiş, biraz özlem, biraz hüzün, biraz türkü katarak yazmaya çalıştım. Onu mu yazdım, bir başka yeri mi, yoksa kendi şehrimi mi? Ya da kaybettiklerimden dolayı acısını duyduklarımı mı? Ama ne olursa olsun, nasıl olursa olsun; “Şehirlerimiz biz onları yazdıkça ve onları içimizde yaşattıkça ruhlarından ayrılmayacaktır. Herkesin bir şehri vardır; dönüp dolaşıp geldiği, gerçekte değilse bile düşlerinde yaşadığı ve yaşattığı... En acısı, peşinizi bir türlü bırakmayan şehrinizi eskisi gibi bulamamak, her geçen gün biraz daha yitirmektir, Gülten Akın'ın dediği gibi: "Doğduğum kente gittimdi, bazı pasları silmeye. Yerinde görmeye bazı taşları, bazı oyukları. Saçlarımı yine uzun tuttumdu bir ağırlık olsun diye. Dışarlıklı bir pabuç giydimdi. Yitmesin gelişim diye tozda toprakta. Gülten'i Yozgatlı demesinler bundan böyle, nerde ölürsem oralı olayım. Doğularda, yolsuz dağların, soğuk suların başında öleyim." (Ethem Baran, a.g.y,) Biraz şundan biraz bundan diyerek bitiremediğim, belki de bitirmeye kıyamadığım ve oldukça uzattığım yazımı bir soruyla, birde tavsiyeyle bitireyim: Bugün; dağıyla, ovasıyla, sokağıyla, çarşısıyla türkülerde yaşayan şehirlerimiz, kendine özgü renklerini niçin bu kadar çabuk kaybetti? Fakat bu kadar kaybedişe rağmen yine de; "Şehirlerin hafızası yeniden okunmak için bizi bekliyor." 57


KLASİK EDEBİYATIMIZA

DAİR BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ YAZISI

BÜLBÜLÜN GIDASI

YAPRAK KEBABIDIR -IIIEy Galip, dirayet sahipleri münakaşa yolu ile aşkı inkâr edenleri (işte böyle) sustururlar… O hâlden anlayanlar (ancak) aklını terk etmiş çılgınlardır. (Bu hâle) bigâne olanlar ise (sadece) dedikodusunu yaparlar… Ya Rab, Şems-i Tebrizî hakkı için, sözlerim coşkunluk safası ile şekerler saçıcı olsun!

Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN*

ülbülün Gıdası Yaprak kebabıdır” başlıklı makalemizin üçüncü ve son bölümünde bazı kaynaklarıda belirteceğim.. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Türk Halk Edebiyatı Anabilim Dalı Başkanı değerli öğrencim ve meslektaşım Prof. Dr. Abdülkadir Emeksiz’in Millî Folklor Dergisi 2018, Yıl 30, Sayı 117, s.26-27’da yayınladığı BÜLBÜL ÖTÜŞÜNÜN ANONİM BİYOGRAFİYE GÖRE ANLAMLANDIRILMASI ÜZERİNE On the Meaning of the Singing of the Nightingale According to the Anonymous Biography unvanlı makaleden yaptığımız aşağıdaki alıntıda Reşat Ekrem Koçu’dan bir hatıra nakledilmekte ve bu ilginç anekdottan, bülbüllerin kafa bulmak için gül yaprağını yemekten başka marifetlerinin de bulunduğu anlaşılmaktadır: “Bülbülle ilgili cinaslı mâni örnekleri ve değerlendirmeler Şeydâ idi bülbüller, öterlerdi, şakır, çiler, dem çekerlerdi tulumbacıların dilinde. Cinaslı mâni söyleyenlerin hayatlarında olduğu gibi edebî metinlerinde de dem, meze, sâkî, mest olmak ve dünyevî aşk bariz biçimde görünmektedir. Bülbül sedân beğendim var yuvanda demi çek Benim mezem şeftali öpmeden bâdemi çek (Bayrı 1955a:1084) Deminden Devranından deminden Âşıkını mest eyle doldur sâki deminden Bu şeydâ bülbüllerin kimler anlar deminden (Bayrı 1955b:1103) Güle dem Bak şu garip bülbüle, çeker dâim güle dem Konca için akıtır gözlerinden güle dem (Alangu 1943:124) Bülbül demi Görünce gonca veşi çekmez mi bülbül demi Kimse bilmez kabahat gülde mi bülbülde mi (Bayrı 1950:183)

*AREL Üniversitesi

sayı//58// mayıs 58

Acem İsmail Dem çekmek hem kuşların ötüşünü ifade eder hem de işret etmek, içki içmek anlamına gelir. Ayaklı mânilerde kimi zaman çok zengin yakın anlamının ya da uzak anlamının kastedildiği çağrışımları olan söyleyişler görülür. Cinaslı mânilerde gördüğümüz dem çekmek, yani içki içmek ile bülbül nasıl bir arada düşünülebilir


diye akla gelebilir, şaşmamak gerek. Asıl şaşılacak olan bülbülün kendi içkisini yapıyor olmasıdır. Reşad Ekrem Koçu’nun annesi Fatma Hanım’ın gözlemlerinden: “Bir bülbül sabahleyin erkenden meselâ bir vişne ağacına gelir, yirmi- otuz kadar olgun vişneyi gagası ile deşerek gider; akşama kadar meyvanın kuş gagası ile deşilmiş yerinde tahammür eden usâre bir tabiî vişne likörü, şarabı olur; kuş akşamın “sâmı gariban” denilen son saatinde ağaca döner, bir iki vişneden kendisi tarafından hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinip birkaç külhânî ıslığı öttürür; kadehleri beşi, altıyı buldu mu, nağmeleri uzar, ortalık iyice karardığı için küçük esmer kuş görülemez, fakat sesi ağaçtadır, belki de bâdeye devam etmektedir; gamlı mıdır, neş’eli midir, dilini bilmediğimiz için anlayamayız, artık şafak vaktine kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryadlar…” (Koçu 1961:3164) Kendi içkisini hazırladığı bilgisi, dem çekmek kullanımını, bülbül ötüşüne yüklenen anlamı bir metafor ve edebî sanatı kişileştirme oluştan uzaklaştırır mı ayrıca üzerinde düşünülebilir. Ayyaş bülbüller içkiyi fazla kaçırır veya vişne yerine döngel (yabani muşmula) ile içki hazırlamaya kalkarlarsa ayıldıklarında kendilerini kafeste bulurlarmış. Bülbül dinlemek için Alemdağ yollarını tutan Kâmil Bey’in kuru temizlemeci dükkânında, Üsküdar Sultantepe’de bir sohbette Fatma Hanım’ın gözlemlerinden bahsettiğimizde Kâmil Bey anlatmıştı: “Bülbüller içkiyi eğer vişne yerine döngel ile yaparlarsa, içimi çok sert olduğundan kendilerini ağacın dibinde bulurlar. Meraklıları da döngel ağaçlarının altından bülbül toplarlar (K.K. 2).” Bundan böyle bülbüllerin repertuarına acı bir nağme eklenir artık: “İlle de vatanım”. Eski İstanbul sayfiyelerinin çoğu, çağlayan hâlinde şakıyan bülbülleri ile meşhurdu (Koçu 1961:3164). Sayfiye yerlerini ve bülbüllerin ne zaman nerede olacaklarını bilen İstanbulluların bülbül yakalama metotlarının ötesinde âdeta bülbül toplama yollarını da bildiklerini sözlü kültür vasıtasıyla öğrenmekteyiz…” SONUÇ

Metin şerhi faaliyeti çerçevesinde mecaz bilgisinden realitenin keşfine; realite bilgisinden mecazın tespitine doğru yürüttüğümüz bu kültür ve metin arkeolojisi yolculuğunun nihayetinde ulaştığımız sonuç, klasik edebiyatımızın gerek mensur, gerekse manzum verimleri milli kültürümüz, medeniyet birikimimiz ve evrensel cihan

devleti misyonunu yansıtan dünya görüşümüz bakımından kozmik oda değerindedir. Doğal hayatın teferruat sayılabilecek bir tezahürü ile ilgili gerçekleştirdiğimiz bu kültür arkeolojisi yaklaşımını geçmiş tarihimizin sosyal, siyasal, dinî, tasavvufî maddî ve manevî bütün alanlarına teşmil etmenin, küllerinden yeniden dirilen milletimizin varlık ve beka mücadelesi bakımından büyük önemini hatırlatmak ve bu vesile ile bu işin milletimizin göz ışığı olan aydınlarımızın üzerine düşen hayatî bir görev olduğu hususunu önemle ifade etmek isteriz. KAYNAKÇA

• AKSOYAK, İsmail Hakkı (1999). Gelibolulu Âlî ve Dîvânlarının Tenkitli Metni, Dr. Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi. • AKSOYLU, Dilek (2007). Kıyâsî’nin Mihr ü Mâh Mesnevisi, Y.L. Tezi, Kocaeli Üniversitesi. •AVŞAR, Ziya (2014). Revânî Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. • İSEN, Mustafa (1990). Usûlî Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları • KALKIŞIM, Muhsin (1994). Şeyh Galib Divânı, Ankara: Akçağ Yayınları. • KARLITEPE, Mustafa (2007). Kelâmî Dîvânı, YL Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi. • KAYA, Bilge (2003). Hisâlî; Hayatı, Sanatı, Eserleri ve Metâli’ü’n-Nezâir Adlı Eserinin Birinci Cildi: İnceleme-Metin, Dr. Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi. • KAZAN NAS, Şevkiye (2012). Celîlî’nin Husrev ü Şîrîn’i: İnceleme-Metin, Isparta: Fakülte Kitabevi. • KILIÇ, Atabey (2001). Bî-nokta Tecellî Dîvânı: Metin-Sözlük-Tıpkıbasım. Kayseri: Laçin Yayınevi. • KÜÇÜK, Sabahattin (1994). Bâkî Dîvânı Tenkitli Metin, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. • SARAÇ, Yekta (2002). Emrî Dîvânı, İstanbul: Eren Yayınları • SELVİ, Muhammed (2008). Ümîdî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Dîvânı, Y.L. Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi. • TATÇI, Mustafa (2014). Yûnus Emre Dîvân-ı İlâhiyât, İstanbul: H Yayınları. • YAVUZ, Kemal ve YAVUZ Orhan (2016). Muhibbî Dîvânı, İstanbul: Türkiye Yazma Eserler Kurumu Yayınları. • YAZAR, İlyas (1999). Ömer Fuâdî- Kitâb-ı Bülbüliyye Y.L. Tezi, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi. 59


BULGARİSTAN’DA TÜRK ŞEHRİ

“HACIOĞLU PAZARCIĞI” Şehrin adının Yüzyıllar boyunca Hacıoğlu Pazarcığı olarak adlandırılmasının sebebi ise Yıldırım Beyazıt’in oğlu Musa Çelebi komutanlarından Hacıoğlu tarafından kurulduğu için Hacıoğlu Pazarcığı adıyla tanımlandı. Mehmet SANCAK

aynaklarda adı Hacıoğlu Pazarcık, Hacıoğlu Pazarı, Pazarcık şeklinde de geçer. Bugün Dobriç adıyla bilinmekte olup XVI. yüzyılda Dobruca’nın iç kesiminde bir Osmanlı kasabası olarak denizden 260 m. yükseklikte kurulmuş, camileri, medreseleri ve tekkeleriyle neredeyse tamamen bir Türkİslâm merkezi halinde gelişme göstermiştir. Hacıoğlu Pazarcığı silistre sancağına bağlı bir kazaydı.Osmanlı egemenliğine girdiği 1389 yılından,Bulgar yönetimine geçtiği 1878 yılına kadar yaklaşık olarak 489 yıl Osmanlı kenti olmuştur. Şehrin adı Osmanlı devrinden sonra 1949-1990 yılları arasında Tolbuhin’di ancak 1991’den sonra tekrar Dobriç adını almıştır. Şehrin adının Yüzyıllar boyunca Hacıoğlu Pazarcığı olarak adlandırılmasının sebebi ise Yıldırım Beyazıt’in oğlu Musa Çelebi komutanlarından Hacıoğlu tarafından kurulduğu için Hacıoğlu Pazarcığı adıyla tanımlandı. Hacıoğlu Pazarcık Kazası’nda 1290 (1873/74) Tuna Vilayeti Salnamesi’ne göre Pazarcık merkezin dışında toplam 108 köy bulunmaktadır. Kazanın orta-iç kesiminde bulunan Hacıoğlu-Pazarcık karyesini merkez alacak olursak, kazanın doğusundaki köy sayısı 58, batısında 7, kuzeyinde 11 ve kuzeybatısında 3, kuzeydoğusunda 3, güneyinde 8, güneybatısında 5 ve güneydoğusunda gene 11 köy kuruludur11. Bu rakamlardan da görüldüğü üzere, kazada köyler daha çok doğu kesimlerinde yoğunlaşmıştır. Aslında kazanın batısında Silistre gibi çok önemli, hatta Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir ara tüm bir Dobruca Kazası’nın yönetim merkezi olan bir şehir ve Deli Ormanlar gibi ormanlık arazilerin bulunmasına rağmen, yerleşimde güneyde Rumeli bölgesinin başat limanı olan Varna ve bu dolayımla doğuda Balçık limanıyla iktisadi bağlantıların etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hacıoğlupazarcığı’nın ortaya çıkışıyla ilgili Felix Kanitz tarafından 1879’da derlenen yerel efsanelere göre burası ilk evi inşa eden seyyar tâcir Hacıoğlu Bakkal tarafından 300 yıl önce kurulmuştu. Ancak Osmanlı tahrir kayıtları buranın kuruluş tarihiyle ilgili sağlam veriler sunar. Silistre sancağına ait günümüze ulaşan en eski kayıtlar, 924’te (1518) yapılan tahrire dayalı olarak 1530’da düzenlenen muhasebe defterinde olup kasaba hakkındaki ilk bilgileri ihtiva eder

sayı//58// mayıs 60


Silistre sancağı kanunnâmesinde Pazarcık köyünün pazar vergilerine ve yine Pazarcık’ın pazar vergilerini düzenleyen bir önceki kayıtlara atıflar bulunur. Burada zikredilen ve bugüne ulaşmayan bir önceki tahrir defteri (defter-i atîk) muhtemelen yirmi ile otuz yıl önceye, 947’lerde (1540) gerçekleştirilen tahrirlere dayanmaktadır. Bu durum kasabanın XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinde bir köy olmaktan çıktığına işaret eder. 977 (1569-70) tarihli tahririn vakıflarla ilgili kısmı, burada Câmi-i Atîk ile Hacı İbrâhim Camii adlı iki cuma camiinin ve kurucularının isimlerini taşıyan dokuz mescidin bulunduğunu gösterir. Hacı Nasuh Mescidi’nin bir de mektebi vardır. 996 (1588) tarihli Hacı Hamza vakfiyesi ise bu zatın Hacıoğlupazarcığı’nda inşa ettirdiği mescidin durumunu belirler. Aynı yıl Pazarcık’ın Hacı Hamza mahallesinin su şebekesi ve köprüsünün bakımı için özel bir vakıf kuruldu. XVI. yüzyılın ikinci yarısında kasaba gelişme kaydederken merkezi olduğu bölgeye (nahiye) 1569’da Türkçe ad taşıyan, tamamı Türkler’den ibaret toplam 2876 hâneli (14.000 kişi) yetmiş altı köy bağlıydı. Hacıoğlu Pazarcığı aynı zamanda 23.Osmanlı Padişahı olan Sultan III.Ahmed’in doğum yeridir. Babası Sultan IV.Mehmed yoğun ve çetin geçen Lehistan seferinin ardından o senenin kışını Hacıoğlu Pazarcığında geçirmiştir.IV.Mehmetten sonra tahta geçecek olan III.Ahmet 1673 tarihinde burada dünyaya gözlerini açacaktır.

1877-1878 savaşından sonra Hacıoğlu ve bölgesi yeni kurulan Bulgaristan’ın bir parçası oldu. 1882’de ismi Ortaçağ Hükümdarı (Türk-hıristiyan) Dobrotic’in anısına Dobriç şeklinde değiştirildi. Kasabanın nüfusu müslüman halkın Türkiye’ye göç etmesinden ötürü azaldı, onların yerini Doğu Balkan dağlarının fakir bölgelerinden gelen Bulgar hıristiyan yerleşimcileri doldurdu. II. Balkan Savaşı’nın ardından mağlûp Bulgaristan, Güney Dobruca’yı terketmek zorunda kaldı. 61


YEŞİLYURT (DOLAN) –II Şimdi demirbaşları toprak olmuş bir meydandan söz ediyor olmalıyım. Bir Hacı Bekir geliyor aklıma, bir hacı Karaosman, bir Karahasan, daha nice nice zikrine aciz olduğum kimseler hatta bunları yazarken bile aklıma bir Köse Ahmet gelir dağ gibi adamdı nasıl gitti anlamadım. Sonra yakılınca Şam Kâğıdıyla tütün sigaralar. Seyfullah ERKMEN

adıköy, Sen insan değilsin!".. Bunu vapurdan iner inmez 360 derecelik bir açıyla etrafına bakındıktan sonra söylüyor. Bu tabir öyle hoşuma gidiyor ki... Bunu bir Cemal Süreya, Zarifoğlu veya bir Sezai Karakoç söylemiş olsaydı, herhalde hepimiz duymuş olurduk. Ama bunu Bekir Sürücü söylüyor. Çoğu söyleyeni tanımayız. Nedendir bilmem. Bu tabirde hem kinaye hem mecaz birbiriyle sarmaş dolaştır. Yani bir şehrin bir uzvuna "Sen insan olamazsın" demek önce onu insan gibi muhteşem görmek sonra da onu bir insandan da mükemmel gördüğünü ima etmek herhalde ancak bu kadar mümkün olurdu. Bekir Sürücü demişken; sanatına aşkla bağlı bir öğretmen, iyi bir edebiyatçıdır kendisi. Kuvvetli bir zekası, enteresan bir muhakemesi vardır. Hani Cemal Süreya Seyfettin Başçıllar hakkında "Şiir var ya, şiir yazıyor Seyfettin Başçıllar" dediği gibi biz de Bekir için "Edebiyat var ya, edebiyat yapıyor Bekir Sürücü" diyebiliriz. Merak etmeyin sözü doğduğum yere, dolana dolana Dolan’a getireceğim sözü. Takdir edersiniz ki insanın sözü bir yere getirebilmesi için başka bir yerden başlaması gerek. Ben de İstanbul diye başladım. İstanbul hakkında tek bir aksi söz söylemeye cüret edemez edebim. Zira "Bu şehr-i İstanbul ki bi misli bahadır" (Paha biçilmez) demiş ona büyük şair Nedim. Burası Nâbi'leri, Yahya Kemal'leri, Ahmet Hamdi'leri, Necip Fazıl’ları yetiştirmiş bir şehirdir. Biz ise bu şehre 21. Yüzyılın ilk yarısında yetişmişiz. Bir eski İstanbul’lu olan değerli büyüğüm Mehmet Kamil Bey'e “ İstanbul'da yaşanmıyor” dediğim vakit bana kadim bir Fatihli İstanbul'u nasıl savunabilirse öyle ağzıma tıkıştırdı sözleri. Elimde “İstanbul yaşanır yaşanır ama biz yaşayamıyoruz” demekten başka bir çare kalmadı. Benim gönlüm memleketimde de ben bahaneler arıyormuşum gibi geldi bana. Ama öyle değil, değil. Çünkü ben şehri karşıma aldığımda size anlattığım Yeşilyurt köyümde kâselerde yediğim melengiçler gelir aklıma, yerli malı haftalarında okul sıralarına dökülen üzüm şerbetlerimiz, ismi bile tükendi tükenecek azıklarımız gelir. TANDIR KOKAN ÇANTALAR HALA YÜRÜR OKUL SINIFLARINA,

Lastik ayakkabı giyen toprak yüzlü çocuklar, sayı//58// mayıs 62


Dolan’da Kürtçe “Seri Gayne” denilen pınar başımız gelir aklıma. Benim doğduğum köy denince aklıma evlere yıkamaya götürdüğümüz masa örtülerimiz, kâğıttan uçaklarımız, muşambadan uçurtmalarımız gelir aklıma. Ağaçtan sapanlarımız, vurmaya kıyamadığımız masum serçelerimiz gelir aklıma. Bir köy meydanımız vardı. Hala da var. Eksiğiyle, gediğiyle. Bir yılların dut ağacı vardı tam meydanda. Üzeri kırmızı duttan nasiplenmeyen çocukluk yoktur orada. Misketlerimizin içinde kaybolduğu yıkık duvarlarımız ve evsiz olmakla herkesin sahiplendiği sokak köpeklerimiz vardı orada. Şimdi demirbaşları toprak olmuş bir meydandan söz ediyor olmalıyım. Bir Hacı Bekir geliyor aklıma, bir hacı Karaosman, bir Karahasan, daha nice nice zikrine aciz olduğum kimseler hatta bunları yazarken bile aklıma bir Köse Ahmet gelir dağ gibi adamdı nasıl gitti anlamadım. Sonra yakılınca Şam Kâğıdıyla tütün sigaralar. Dumanlar tüterken sesleri bahçelere kadar yayılan dinamo sesleri duyulurdu. Başlardı sağdırmaya kendini Pınar Başımız. Her evin önünde kundaklamış sebzeler bebeği, bahçeler kundaklarıydı pınarın ananın. Çünkü Koçi Dağının etiğinden çıkan pınarımız bir nefes borusu gibi gırtlağından ciğerine iner gibi köyün bir ucundan başlar bir ucundan çıkardı. Herkes bahçesini böyle sulardı. Bunun böyle düzenli ve aksamlı işleyen kaç emsali vardır bilmem ama bir başkaydı bizim Seri Gayne (Pınarbaşı) kanalı. Şimdi nedir, nicedir bilmem. Gaziantep’in İslahiye ilçesine bağlı Yeşilyurt (Dolan) köyü yahut mahallesi yahut beldesi her ne dersek diyelim her birimiz için bir başka hikayedir orası. Bir başkasının memleketi denince aklına ne gelir bilmem ama benim çocukluğum gelir saf ve temiz. Karlar üstünde kürkü içinde bir serçe gelsin gözlerinizin önüne. İhtişamlı, asaletli ve vakur. İşte eskimez Dolan’ım. Ordadır telli arabalarımız, hortumdan çemberimiz, siyah ve mavi önlüklü çocukluğumuz, içine çakıl taşları giren lastikten ayakkabılarımız. Bayramlık çizmelerimiz, kışa denk gelen bayramlarımız, sıla-i rahimler, sabada delinmiş kocuklarımız, mütevazi kurdele takan ilokul ablalarımız. Köyün içindedir mezarlığımız ve

onun içindedir ölmemişlerimiz. Dedelerimiz, Arif Dayım, Mehmet Amcam ve Ahmet arkadaşım, yaşıtım, dalyan yürekli. Aklımıza geliyor işte kuşkonmaz leçe obamız, tek katlı okulumuz, ağaçlı bahçesi, sobalı sınıflarımız, teneke kesmesi çöpümüz, Ayşe öğretmenimiz, idare edemeyen müdürümüz, erkenci Mesut Hocamız, toplu fotoğraf karesinden sakladığım yamalı pantolonum, dike dike bitiremediğimiz önlük yakalarımız daha nice nice retrolar, buğulu anılar. Memleket denince aklımıza çocukluğumuz gelir. Bazen memleket çocukluğun ta kendisidir. Hani benzetme öyledir ya Ahmet Haşim leyleklerden bahsederken; “Leylekler temmuzun ta kendisidir” der. İşte çocukluk da memleketin ta kendisidir. Ondan hangisinden bahsetsem diğerinden bahsetmiş oluyorum. Mısır, erik, badem bahçeleri, içinde yarım gün yok yazılmış öğrenciliğimiz. Köyün Hatay’dan tarafa olan yolun kenarında bizim ancak harabesine yetiştiğimiz kumdan örülme 63


jandarma karakolumuz, traktör geçirmeyen hırçın çayımız (şimdi kurudu kuruyacak), elli kuruş tapa tabancalarımız… Evin yanından yol geçecekken dedemin kestirmem diye direttiği palamut ağacımız, kuruyan yenidünya ağacımız, daha nice eskimez anılar… Yama şalvarlar, tozlu kasketler, ilaç kutularıyla yaptığımız kum arabaları, tahtadan silahlar, size kadar yağan kar ve artık hiçbir manası kalmayan kar kürekleri... Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla şiirinde söylediği gibi “Hâtırada kalan şeyler değişmez zamanla”. Şehrin, taşla döşeli sokaklarında sağım solum sobe çağında olan çocukluğunu aramaktayız. Bir bisiklete binme hevesiyle geçen ilkokul yıllarımızı ve misket seslerini. İlle de misket seslerini. Misket mayısın ta kendisiydi. Ama biz sobelendik bir defa, büyüdük. Ve şehirlendik, şehirleştik. Yine şehrin karşısında şehri kanıksamayan bir kimse olarak uzunca bir şiir yazmıştım. Artık onu bir başka yazıya bırakarak küçük bir şehir ve köy mukayesesi yaptığım şu satırları da buraya bırakarak yavaş yavaş yazıma son vereyim; Kalabalıklaşan ve birbirinin sırtına bine bine yükselen ilk yerleşkeye insanoğlu kalktı ve şöyle tepki gösterdi; "Senden ne köy olur, ne kasaba!" Sonra insanlar ne köy ne de kasaba diyemedikleri yere "Şehir" diyelim demişler. Herhalde hikâye böyle olsa gerek. Sonrasında hiçbir işe yaramayan, başına buyruk ve serseri insanlara denilir oldu; "Senden ne köy olur ne kasaba". "Şehir kılıklı herif" de denilebilir aslında. "Bir şehirlik var ama sende, hadi hayırlısı." "Her şehr de bir hayır vardır." Bu sonuncusu tebessüm ettirdi sizi biliyorum ama öyle bir bunaltı. Tepkim yaşanamadığından falan değil aslında, şöyle bir düşünüyorum da ölünemiyor da. Öyle bir cinnet hali. Şehrin insana cinnet getiren bir bunaltısı vardır. Hele o çatık kaşlı yapılar, soğuk yüzlü insanlar, göğe başkaldıran binalar, gözlere yular gibi geçiveren dar sokaklar, muhteşem camilerin üzerine kara çadır gibi geçirilmiş beton yığınları. İstanbul Yahya Kemal'den sonra çok değişti. Bunu inkara kimsenin gücü yetmez. İstanbul’u Yahya Kemal’in şiirlerinde yaşamak, öyle bilmek gibisi yoktur. Sadece İstanbul için değil, her şehir için. Tevfik Fikret’in Sis Şiir’inde geçtiği gibi yerden yere vurmak da değil ama yine de bir şeyleri özlemek, onun sayı//58// mayıs 64

yeni halini beğenmemekten geçiyor sanırım. Yine de bi mislü bahadır. Bekir'e "Kadıköy, sen insan olamazsın" dedirtmişse en yorgun haliyle İstanbul yine bir şair yetiştirir. Ötesi yok. Yazıma Bekir'den satırlara son vermek istiyorum, hem şiiri "Yeşilyurt Dağlarından" hemde son söz olarak... -YEŞİLYURT DAĞLARINDAN-

Küçükken dağlarda keçi otlatırdım. Okuldan arda kalan zamanlarda. Dağlar bildiğin ya da bilmediğin Kayadan taştan ottan hayvandan bir kaç çobandan ibaret değildir elbette. Sıkılırdım bazen ıslık çalardım, Bazen de türkü çığırırdım. Bazen bir şeylerin yerini değiştirirdim. Mesela bir taşı alıp Başka bir taşın üstüne koyardım. Burdan bir daha geçersem “Bunu ben yaptım.” derim diye. Ya da burdan biri geçerse “Burdan bir insan geçmiş, Acaba bunu kim yapmış.” der Merak eder belki. Çünkü ben merak ederdim çoğu şeyi, O da merak etsin. “Niye bu taşları üst üstü koymuşlar.” desin Çünkü “Bu dünyadan bir ben geçtim. Bir şeyler değiştirdim.” demek için Taşları üstü üste koymakla başladım. Muhammed (a.s) âlemin kaderini bir dağın mağarasında değiştirdi. Allah Musa’ya bir dağda nur olarak tecelli etti. ÇÜNKÜ

Dağlar bildiğin ya da bilmediğin Kayadan, taştan, ottan, hayvandan bir kaç çobandan ibaret değildir elbette. Yakup Kadri “Erenlerin bağından” adlı mensur şiirinde “ Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan yok olma havası esiyor. Söyle, gençliğini ne yaptın? Söyle, gençliğimi ne yaptım?" sorusuna “Yeşilyurt Dağlarından” cevap veriyorum. Gençliğimi taşradaki alın yazımızı değiştirmekle harcadım.


ACELEM VAR

Yeter ki bu güzellik tohumlarının özü sağlam olsun. Çürük hastalıklı olmasın. Yaptığımız iş bir tebessüm olsa bile onun sahicisini yapalım. Yeter ki bu güzellikler çok basit, çok ucuz, çok bayağı, adi menfaatler hesabına kurban edilmesin

Muhsin DURAN Zaman dolabı hızla dönüyor tıpkı Yunus’un su taşıyan dolabı gibi: Benim adım dertli dolap Suyum akar yalap yalap Böyle emreylemiş Çalap Derdim vardır inilerim … Suyum alçaktan çekerim Dönüp yükseğe dökerim Görün ben neler çekerim Derdim vardır inilerim rmağın üzerine kurulmuş, ağaçtan, tahtadan yapılmış kovalarını ırmaktan dolduran, yüksekteki arka boşaltan bir su dolabı. Gacır gucur seslerle gece demeyip, gündüz demeyip dönüyor... Suyunu ırmaktan alıyor, biraz yüksekte; bağların bahçelerin içine kadar ulaşan arkın, kanalın başlangıç noktasına yalap yalap boşaltıyor. Şu dolap, ne harikulade bir iş yaptığının, nice canlılara hayat olduğunun farkında bile değil. Çatlamış topraklar suyu içine alırken genleşe genleşe harekete geçiyor, hemen canlanıyor, hayat buluyor. Susamış solmuş sebzeler, meyveler, çiçek ve çimenler, onun akıttığı suyu fark eden arazideki yaban hayvanları, onu içer içmez bükülmüş boyunlarını kaldırıyor, kıyama duruyorlar. Köylü, çiftçi, bahçıvan bol mahsul aldıkça seviniyor; çarşıda pazarda, tezgâhta o sebzeleri, meyveleri görenler, ona kavuşunca, yiyince, beli doğrulunca şükrediyorlar. Oh! Elhamdülillah tam da bana göre diyorlar… Yeryüzü sofrası mevsim be mevsim, rengârenk, tat be tat meyvelerle, sebzelerle, üzüm, incir, hurma gibi şekerleme tulumbacıkları tatlılarla dolup dolup boşalıyor. Bu sofranın etrafını çepeçevre kuşatmış insanlar ve onların yardımcıları hayvanlar yiyor, içiyor, bayram ediyorlar. İnsan aç kalınca, hele bir de sevdiği yiyecek varsa, ona aç bir kurt gibi nasıl da saldırıyor. İşte bütün canlılar yiyeceklerine öyle bir iştahla saldırıyorlar. Bütün bu yiyeceklerin yetişmesi, gelişmesi, büyümesi su ile olmuyor mu? Meğer Derviş Yunus’un inleyen dolabı ne büyük bir iş yapıyormuş. Onun içindir ki, hikâyesi şiirlere, dizelere, hoş sohbet ve nasihatlere konu olmuş. Yüzyılların ötesinden varlığı bilinmiş, sesi duyulur olmuş. Bana göre bütün varlıklara ve de insanlığa faydalı işler yapan herkes Yunus’un su dolabına benziyor.

Onlara iyilik melekleri diyoruz. Hayat durmadığı sürece güzelliklere su taşıyan, güzellikleri büyüten, besleyen, dünyaya yayan su dolapları hiç durmamalı, dinlenmemeli, gece gündüz çalışmalı. Yeryüzündeki hayatların yardımına koşarak onlara can suyu olan güzel insanlar vadideki ırmağın üzerine kurulmuş su dolabına benziyorlar. Onlara dinlenme yok, mola yok, istirahat yok. Onların görevi kendilerini görünmez yaparak, yok sayarak, güzellikleri var etmek. Onların görevi bunca ihtiyacı olanların imdadına koşmak, herkesin kapısına ulaşmak. Onlar inanıyorlar ki bir gün ödüllerini bütün güzelliklerin sahibinden alacaklar. Onların bir ay, bir hafta, bir gün, hatta bir saniye görevlerini tehir etmesi çok geç olabilir, birçok hayat sönebilir. Bu güzellikler dolabı hep dönmeli. Okumalı, yazmalı, gidilmeli, görülmeli, konuşulmalı, el uzatılmalı, o dertlinin çaresine derman bulunmalı, derman olunmalı. Güzellikler manzumesi olan İslâm dinini iki kelimede özetlemek mümkün: helaller ve haramlar. Bu iki kelimeyi de şöyle tercüme edebiliriz. Helal; güzel, iyi, yararlı, hoş, estetik, bedii zevki içinde, fıtratın ihtiyacı, bütün insanların paydası, ortak noktası, ifrat ve tefritten uzak, vasat, orta yol olarak kabul edilen, yenilen, içilen, söylenen, seyredilen, yapılan fiiller, işlerdir. Haram; çirkin, kötü, hoş olmayan, zararlı, insanların çoğunluğu tarafından onaylanmayan, kamunun, nesillerin zararına, fıtrata aykırı olarak, yenilen, içilen, söylenen, yapılan söz ve davranışlardır. Heeeey! Güzelliklere âşık olanlar, iyilikten yana tavır koyan insanlar! Şu Rahman suretinde yaratılışlı insanlara söyleyecek sözü, bakabilecek yüzü, ulaştıracak mesajı olanlar! Bir ordu misali hep birlikte yapmakta olduğumuz güzel davranışları asla tehir etmeyelim. Yaz, kış, gece, gündüz, evde, işte her yer ve zamanda, kalplere, beyinlere, gönüllere gıda olacak lütufları asla ertelemeyelim. Garip Yunus’un ‘dertli dolap’ı misali... Gönüllerdeki yangınları söndürmek için, paslanmış yürekleri yıkamak için su taşıyalım, sebil olalım. Sıcak yaz günlerinde, soğuk kış günlerinde bir insana, bir canlıya umut olacak yolları ayaklarının altına serelim. Onları serinletecek sebilleri avuçlarının içine akıtalım. Saçtığımız, suladığımız tohumlar, iyilikler tıpkı uçurumların, kayalıkların, surların, ıssız dağların tepelerinde yıllardır rüzgârların başını okşadığı ağaçlar gibi boy atsın, meyveye dursun. Onlar da başka canlara hayat versin. Böylece hayatın bir parçası olduğumuzun, canlılığımızın farkına varalım, hayatın doruklarına tırmanalım, hayatın henüz birçok insan tarafından keşfedilmemiş zevkini tadalım. Yeter ki bu güzellik tohumlarının özü sağlam olsun. Çürük hastalıklı olmasın. Yaptığımız iş bir tebessüm olsa bile onun sahicisini yapalım. Yeter ki bu güzellikler çok basit, çok ucuz, çok bayağı, adi menfaatler hesabına kurban edilmesin. O’nun rızası için olanını yapalım. Yeter ki bir günün defterini “Oh be bugün güzel bir iş yaptım” diyerek kapatalım. Hatta onu da demeyelim, görmeyelim, bilmeyelim. Tıpkı nehrin üzerine kurulmuş Miskin Yunus’un dertli dolabı gibi. O zaman, zamanların en güzeli olacaktır. Ömrümüz, ömürlerin en güzeli olacaktır. O halde haydi su taşıyalım! 65


nsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Hayal, gördüklerimizin ve yaşadıklarımızın tesiriyle mümkündür aslında. Nerede yaşıyorsak ve nasıl bir dünya ve çevrede yaşıyorsak hayallerimiz de bunlarla sınırlı olacaktır. Şiir de insanın imge ve hayal şehridir; biri dışta biri içte iki dünyası vardır insanoğlunun.

ŞAİR, ŞİİR VE ŞEHİR Yaşadığı şehrin karakteri ve ruhu bir insana sirayet etmemişse, o insan o şehre ait ne hayal kurabilir ne de o şehri sevebilir. Ali BAL

İnsanlar ne kadar hayal ederse şehirler de o kadar yaşayacaktır. Bugünün şehirleri dünkü insanların hayalleridir, yıkılan ve yok olan şehirler varsa bilinmelidir ki şehirleri kuranların hayalleridir yıkılanlar. Yaşadığı şehrin karakteri ve ruhu bir insana sirayet etmemişse, o insan o şehre ait ne hayal kurabilir ne de o şehri sevebilir. Dış dünyayla bağları zayıf olan insanın iç âlemi de sanırım sıkıntılı olur. Bir şair şehrin ruhunu taşımalı bedeninde, şehrin ruhunu hissetmeyen ve nefesini solumayan biri ne şair olabilir ne de şiirden anlayabilir. Şiir, şairin hayal ikliminin en büyüleyici ve esrarlı sesidir. Şehir ise, şairin ilham kaynağı ve güzellik ufkunun belirleyici unsurudur. Şehirsiz şiir, cansız bedendir; şiiri olmayan şehirse sessiz bir yığındır, harabedir belki de. Evet, şiir ve şehir, her iki kelimeyi telaffuz ederken dahi bir ahenk ve bütünlük oluşuyor insanda. Şairler vardır, şehrin aynasıdır; şehirler vardır şairin rüyasıdır. Şiir deryamıza baktığımızda İstanbul’suz bir şair var mıdır? Nedim’i anarken İstanbul’u unutabilir miyiz? Nitekim Nedim’in şu dizeleri unutulabilinir mi? “Bu şehri Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır.” (Bu İstanbul şehri eşsiz değerdedir, baha biçilmez/ Bir taşına bütün bir Acem mülkü feda olsun.) Şehirlerin de şairler gibi dili var. Ahmet Hamdi TANPINAR o dili çözebilmiş ve Bursa’yı nasıl anlatmış bakalım Bursa’da eski bir cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdayan su; Orhan zamanından kalma bir duvar… Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü

sayı//58// mayıs 66


İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi. …….. Tanpınar, rüya ve zamanı hem içinde hem dışında yaşayan bir şair. Şehrin ruhunu keşfetmiştir bu dizelerde. Onun için eşya nesneden öte bir şey; zaman ve rüya ise hayatın hakikatidir. Şehir kendisine ruh ve ilham veren bir menbadır. Öyle olmasa “Beş Şehir” adlı eserinde adeta kendini anlatır gibi şehirleri anlatmazdı. Aslında Beş Şehir’de anlatılanlar Tanpınar’dır, Tanpınar hayatı da Beş Şehir’dir. Ya Orhan Veli’nin, İstanbul’u sokaklarıyla ve tüm canlılığıyla şiirine konu etmesini nasıl unuturuz? Şehrin dilini çözen bir başka şairdir Orhan Veli. Onun şiiri şehrin kendisidir. Bakın şu dizelere hak vereceksiniz: ………… İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular Çekiç sesleri geliyor doklardan Güzelim bahar rüzgarında ter kokuları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. ………. Hayat akıp giden bir nehir gibidir ve hayatın tüm çağıltılarını bu şiirde bulabilirsiniz. Şiiri, gözünüzü kapatın ve dinleyin, her mısrada hayat ve hayatın seslerini bulacaksınız. İstanbul’dan ve şiirden bahsedip Üstat Necip Fazıl’dan bahsetmemek mümkün mü?

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar. İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim; O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur. Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale, Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale. İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul... İstanbul şairin sevgilisi, ruhu ve canıdır; hemen her şeyin vatanıdır, hemen her şeyin buluştuğu noktadır. Şunu söyleyebilirim ki insanda iki kalp vardır: Biri bedenindeki nefes alıp vermesini sağlayan organıdır, diğeri ise âleminde yaşadığı şehirdir. İnsan her iki kalbini buluşturduğu anda sanatı, şiiri ve estetiği yakalayacaktır. Keşfe çıkan insanoğlu bu iki visali gerçekleştirmediği müddetçe hayatın kenarında kalacaktır sürekli. Plansızca yükselen binalar, tarumar edilen bağlar, yalnız bedenimizi değil ruhumuz dahi sarsan tozlu ve bozuk yollar bize ilham olabilir mi? Hangi şair böyle iklimde, nasıl şiirler yazar ki? Şiiri de içine alan edebiyat, hayatın ve hakikatin kendisidir. Edebiyat hayatın yani şehrin kalbidir, onun merkezindedir. Edebiyat yaşar, yaşadığını hikâye, roman ve şiir gibi evlatlarından anlarız. Yaşadığımız şehrin romanı, hikâyesi ve şiiri yoksa o şehir de yoktur; o şehirde yaşanlar da … 67


KKTC’YE TÜRKİYE’DEN DENİZ ÜSSÜ MÜ?

KKTC GÜNLÜĞÜ

BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -9Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Ankara’nın önüne hep Kıbrıs Sorunu çıkarılıyor. Bu şöyle bir iki yüzlülük. AB Mevzuatına göre; bölünmüş ülke ve başkentler aralarında anlaşma sağlanmazsa Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilemezler. Ama Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesi yapıldı. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Çünkü Mısır ve İsrail’in de Kuzey Kıbrıs ile flört ederek Akdeniz’deki uluslararası sularda petrol ve doğalgaz aramaları dolayısıyla; dalaşma ihtimali artıyor. Türkiye’nin bu nedenle KKTC’de bir deniz üssü kurma çalışmalarına başladığı bildirildi. Türkiye’de aynı bölgede karşılık vererek doğalgaz ve petrol aramalarını sürdürüyor. Haberi Kıbrıs Rum basını da abartarak yayınladı. Nereden bakarsanız bakınız bu haliyle Kıbrıs Sorunu Rumların aleyhine işliyor. Çünkü AB üyeliği onları rahatlatmış gibi görünse de AB ülkelerinde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Zaten Rum Dışişleri Bakanı Nikos Hristodulidis “Kıbrıs sorunu unutulmuş gibi görünse de, ön plana geri dönecek.. çünkü mevcut durum durağan değil” diyor. Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Ankara’nın önüne hep Kıbrıs Sorunu çıkarılıyor. Bu şöyle bir iki yüzlülük. AB Mevzuatına göre; bölünmüş ülke ve başkentler aralarında anlaşma sağlanmazsa Avrupa Birliği üyeliğine kabul edilemezler. Ama Kıbrıs Rum Kesimi AB üyesi yapıldı. Tam bir hukuk tanımazlık. Dünyada artık Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi, Berlin’in yeniden başkent olmasıyla tek bölünmüş ülke ve başkent Kıbrıs kaldı. Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Atina’nın darbeye kalkışan FETO’cu subaylara kanat germesini eleştirdi Yunan Medyasına demeç verirken. Petrol ve doğalgaz gerilimi için de “Kıbrıslı Rumlarla iş yapan şirketler kar zarar analizini iyi değerlendirmeli. Yakında Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye kendi hidrokarbon çıkarma faaliyetlerine başlayacak” dedi. Ankara ve Türk halkı Avrupa Birliği üyeliği ve standardından vazgeçmedi. Girişimini artırarak sürdürüyor. HÜR BASIN ÖZGÜR KALEMLER

9 Günlük Kurban Bayramı Tatili dolayısıyla Türk Hava Yolları 40 bin uçuş gerçekleştirmiş ve 6.5 milyon yolcu taşımış. KKTC elbette Türkiye’deki gelişmelerden etkileniyor. Mesela dövizin zapt edilemeyen yükselişi üzerine Lefkoşe’de Kuzey Kıbrıs Hükumeti dövizi sabitledi. Ama pahalılığa karşı henüz bir tedbiri yok, dolayısıyla çok da tartışmalar olabiliyor. Eğitim ise henüz nasibini almamış, kalitesini sürdürüyor. Değerli dostum Işılay Arkan’ın bir zamanlar müdürlüğünü üslendiği Türk Maarif Koleji kalitesinden taviz vermiyor. Yeni Bakış gazetesi ise aynı fikirde değil krizin eğitimi de vurduğunu manşetine sayı//58// mayıs 68


taşıyor. KKTC’de yayınlanan gazetelerde tartışma ve analizler dikkat çekici boyutta. Gazete yazarları KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın bayram süresince sesi soluğu çıkmadığını ileri sürerek nere olduklarını sorabiliyorlar! Çok ciddi eleştiriler medyada yer alabiliyor. Meslektaşlarımı kutluyorum. MÜZİK ÖNDE, SANATÇILAR EN ÖNDE

KKTC Din İşleri Başkanı Prof. Dr. Talip Atalay, Kurban Bayramı vesilesiyle Rum kesiminde kalan Hala Sultan Tekkesi’ni Lefkoşa, Gazimagusa, Girne, Güzelyurt, Lefke ve İskele’den gelen ziyaretçiler için otobüslerle Metehan Sınır Kapısından Güney’e geçirerek ziyaret ve dua etmelerini sağladı. Öte yandan KKTC’de Eylül ayı festivaller ile geçiyor. 16. Uluslararası KKTC Müzik Festivali bu ay içinde. Gazimagusa’da birbiri ardından değişik etkinlikler sıralanıyor. Işık Kitapevi’nin kitap fuarı ise imza günleriyle 15 gün devam edecek. Her bir bölgede ayrı ayrı etkinlikler. Ama tümünde de müzik ilk sıralarda. Çünkü Beşparmak Dağların tepesinde bile gece kulübü var, lokantalar var, diskolar vs var. SON GÜN

Artık Girne’ye, Çatalköy’e veda zamanı. Furkan-İsmail Tirali arabalarıyla beni ve eşimi Ercan’a bırakmak üzere dağlardan yola çıktık. KKTC’de bazı yollar yenileniyor, bazıları tamir ediliyor, bazıları duble yapılıyor. Ama yolların tümünde reklamlar, ilanlar var. Bazıları ışıklı. Mısırlı sanatçı Kadim El Sahir de bu dev reklam panolarından birinde size tebessüm ediyor. Daha çok reklamlar turizme yönelik ve casino ilanları. Dikkatli bir sürücü çünkü trafik soldan; hem reklamları izleyebilir, hem de yolu şaşırmaz, kaza yapmaz.

HAVAALANINDA GREV

Trafik rahattı, yolun iki yanında inşaatlar devam ediyordu. Taş ocağı ve çimento fabrikası çevreyi kirletiyordu. Ağaçlar toz içindeydi. Üzüldüm. Askeri bölgeden geçerken herkes hızını düşürüyor. Biz de öyle yaptık. Zaten trafik levha ve işaretleri var yol boyunca. Çatalköy’den Ercan Havaalanına 20 dakikada geldik. Daha iki saatten fazla zamanımız var. Vedalaştık. Sonra işkenceler başladı her hava alanında olduğu gibi. Pantolon kemerine, kol saatine kadar çıkartıyorsunuz. Polis isterse ayakkabılarınızı da çıkartarak galoş ile bırakabiliyor. Her ne ise geçtik bu uzun kuyruktan. Biletimizi çocuklar çek ettirmiş, koltuk numaramıza kadar almışlardı. Fakat yine ikinci bu kuyruğa da girmek zorundayız valizlerinizi veriyor, bilet koçanınızı alıyorsunuz. Zaman geçmek bilmiyor. Allah’tan güya bayram tatili çoktan bitmişti, fakat yine kuyruklar uzayıp gidiyor. Tek sevindiğim Ercan Havaalanı Hava Kontrolörlerinin grevinin sona ermesi. Bizde bir önceki akşam uçağının yolcuları grev yüzünden uçamamış ve otellerine geri dönmüşler. Düşünebilir misiniz ne büyük işkence?!. Yıllar önce Endonezya’dan dönerken Roma’dan İstanbul uçağına bineceğimiz sırada böyle bir grev yaşamıştım, nasıl yapıldığını çok iyi biliyordum. Şükür bu defa öyle olmadı, grev yaşamadık. Ama emekçilerin hakkı varsa da verilmeli, kul hakkına tenezzül etmemeli özellikle de önce devlet, sonra işverenler. SİZ NASIL GİRDİNİZ KKTC’YE?

İkinci defa polis kontrolünden önce hanım geçti, ben kaldım. Genç polis yüzüme bakıyor, şaşırmış vaziyette, evraklarımı inceledi ve sonra dayanamadı sordu “Siz KKTC’ye nasıl girdiniz?” Şimdi şaşırma sırası bende. KKTC’ye nasıl 69


girmişim acaba? elbette 15 gün kadar önce uçakla geldim, öyle girdim içeri. Kimlik kartı ile seyahat edenler için hudut kapılarında verilen giriş-çıkış formunu imzaladım, mühürlettim ve girdim. Hep böylesi yaramazlıklar beni bulur zaman zaman. Kazakistan Almatı’da da öyle olmuştu. Girdiğimiz pasaportla çıkmama polis müsaade etmiyordu. Ailem geçti, ben orada kala kaldım. Koşarak THY yetkililerini gitmiştim. Görevli tebessüm etti, bir sorun olmadığını anlayınca da “Polis sizden en az 50 $ istiyor, bunun manası bu.” Hayatımda hiç rüşvet vermedim ve almadım. İlk defa orada yaşadım. Pasaportun içine 50 $ koyduk ve geçtik. Bunlar olurken polis kameranın yönünü de değiştirmişti. İçeri geçtim, bu defa bir başka polis beni odaya aldı. Üzerimiz yeniden teknik araçlarla arandı. Sonra serbest bırakıldım ve İstanbul’a uçtum. -Mehmet Bey bilgisayarda girişinizi bulamadım, üzgünüm! Bunu KKTC Pasaport Polisi söylüyordu. Öylesine de soğukkanlıydı. Ercan’da da yeni bir skandal mı yaşayacağım diye düşünürken polis evraklarımı imzaladı, mühürledi ve geçişime izin vererek “İyi yolculuklar” diledi. Oh be! Hanım da bana kıkır kır gülüyor, “Böylesi şeyler hep sana rastlıyor” diye Almatı olayını hatırlayıp gülüştük. KONUKLARI BİLGİLENDİRME GEREĞİ

Ercan Havaalanındaki freshop çok büyük. Alışverişler Euro üzerinden TL olarak yapılabiliyor. En fazla reyonlarda alkollü içecekler, tütün mamulleri ve çikolata sergilenmiş. Buradan alış verişleriniz gümrükten muaf ve uçağa rahatlıkla alabiliyorsunuz. Fakat öyle hızlı bir alış veriş yoktu. Çünkü fiyatlar şehirde daha ucuzdu. Sadece valizlere yerleştirme riski vardı.Genelde bütün uçaklarda ve hava limanlarında giden ve gelen yolcuların bilgilenmesi için bedava dergiler verilir, dağıtılır, belli yerlere konularak yolcuların almaları sağlanır. KKTC’de hem müzelerde ve hem de sayı//58// mayıs 70

havalimanında bu eksik. Havaalanında yatırım partnerlerinin, bankaların, bazı otellerin birkaç sahifelik broşürleri vardı. Müzelerde, şehitlikte olduğu gibi havalimanında da böyle bir kitapçık, risale, dergi yoktu. Bir yatırım bankası 15.000$’a kadar ödül vaat ettiği broşüründe forex anlatıyor, ücretsiz denenmesini istiyor, neden klas fx sorusunu cevaplıyor, kripto para piyasalarına(Bitcoin, Litecoin ve Ethereum) nasıl girileceğini anlatıyordu. Teknolojik gelişmeler, robotlar yeni bir insan tipi ve ticaret şekli ortaya çıkarıyor ki, yeni neslin bunları çok iyi bilmesi gerekiyor. YALANCILIK TEHLİKELİ BOYUTTA

Uçağımız tam zamanında hareket edecek diye içeri girip oturduk. Beklemeye başladık. 3, derken 5 dakika geçti kalkmadı. 10 dakika sonra da değişen bir şey olmadı. 15. Dakikada yolcular tepki göstermeye başladı. Ancak yarım saat sonra uçabildik. Nedeni de geç kalan bir hanım yolcu koşarak uçağa girmiş, yerine oturmuş, uçak hareket edecekken Anadolu Jet Pilotuna “Çocuklarım gelmedi, onları almadan uçamazsınız” demiş. Oysa herkesin en az iki saat önceden havalimanında olması gerekiyor. Peki çocuklar nerede? Yalan söylemiş, kuyruk uzun olduğu için pasaport sırasında bekliyorlar falan demiş. Oysa otellerinden çıkmamışlar bile. Bunun üzerine telsiz konuşmaları başlamış, genel müdürlük haberdar edilmiş. Bir de baktık ki yarım saat kadar rötar yapmışız. Başka ülkelerde olsa mevzuata uymayan yolcular(akıllı telefonunu kapatmayan, başkalarını rahatsız eden, sarhoş olan, sarkıntılık yapan, tacizde bulunan, sürekli tartışarak huzuru bozan vs) belli süreler içinde söz konusu firmanın ve anlaşma yaptığı diğer şirket uçaklarıyla kesinlikle seyahat edemez. Bunu bir İstanbulBakü seyahatimde yaşadım. Bir işadamı bir sene kadar uçakla seyahat edemedi cep telefonunun uçak kalktıktan sonra kullandığı için. MERHABA İSTANBUL

Kalkıştan hemen sonra gecikme için özür dilenmedi, ancak hosteslerden sandviç ve içecek dağıtımı sırasında durumu öğrendik. 75 dakika sonra dakika sonra Sabiha Gökçen’de idik. Pasaport polislerinin kontrol yaptıkları stantlarda sayısı artırınca birden bire biriken yolcu trafiğine rağmen fazla zaman kaybetmedik. “Mehmet Abi hoş geldin” dedi pasaport polisi. Yazar olmanın, gazetecilik yapmanın böyle avantajları var işte. Merhaba İstanbul.


SANATKÂRLARIYLA

GÜZELLEŞEN KENTLER

Büyük ve tarihi şehirler, sanatkâr, mimar, düşünce adamı ve şairleriyle güzeldirler. Dr. Şakir DİCLEHAN

eryüzünde bazı kentler vardır ki büyük sanatkâr ve şairleriyle daha da güzelleşmiş, gelişmiş, serpilmiş ve gün geçtikçe yeni değerlerin katkısıyla, daha bir anlam kazanmış ve daha bayındır bir hale gelmişlerdir. Fizikî ve maddi imarlarını bir yana bırakacak olursak, manevi açıdan bu şehirlerin gelişmesiyle ilgili geleceğin ruh ve mana mimarları, atılan temeller üzerine diriliş kemer ve kubbelerini oturtmak suretiyle yeni oluşumlara zemin hazırlamış ve bu amaçla kutsal bir görev ve sorumluluk üstlenmişlerdir. Böylece çiçeklerin en güzeli ve meyvelerin en yararlısı, bir İlâhî armağan gibi dalların ucundan uzanmıştır göğe açılmış ellerine doğru… Bir çeşit gök bağışı kabul edilen manevi nimetler yanında, köprüler, geçitler, bulvarlar, park ve bahçelerin somutlaştırdığı maddi yapıların da önemli bir yeri vardır insanoğlunun hayatında. Bu, aynı zamanda uyumlu yayların birliğinden ve kesişmesinden doğan bir tarz ve üslubu da yansıtmaktadır… Büyük ve tarihi şehirler, sanatkâr, mimar, düşünce adamı ve şairleriyle güzeldirler. Bu gerçekten hareketle, aslında Batı dünyasında belediyeler, büyük ustalara ve sanatçılara sahip çıkmakla kalmamış, sanatlarını icra için her türlü imkânı seferber etmiş, sanatın ve sanatkârın destekleyicisi olurmuşlardır daima. Geçmişte, İstanbul tarihinde, bunun bazı güzel örnekleri vardır. NeyzenTevfik, geçim sıkıntısı içinde bulunduğundan İstanbul Belediye Konservatuarı kadrosunda gösterilerek o dönemde kendisine 40 lira gibi bir aylık bağlanır. Serazat ve özgür bir yaradılışa sahip olan Neyzen, Konservatuara gitse de gitmese de bu aylığı alır. Vali ve aynı zamanda belediye başkanı olan Muhittin Üstündağ’ın, on yıllık bir hizmetten sonra, bu görevden ayrılması üzerine

(1928-1938) Dr.Lütfü Kırdar, İstanbul valiliğine ve belediye başkanlığına atanır. Bu görevi, 12 yıl sürdüren Kırdar, daha sonra,1949'da İstanbul valiliği ve belediye başkanlığından alınarak başka bir göreve atanır. Fakat İstanbul'a damgasını vuran vali - belediye başkanlarındandır Dr. Lütfü Kırdar... Harbiye Açık Hava Tiyatrosu, Dolmabahçe Stadı, Kongre ve Sergi Sarayı, Mısır Çarşısı’nın restorasyonu, Zincirlikuyu Mezarlığı, Taksim Meydanı ve Gezi Parkı gibi eserler, Lütfi Kırdar’ın hizmetleri arasındadır. Her dönemin hem övgüleri ve hem yergileri var olagelmiştir zaman zaman. Hüseyin Rifat, yaşadığı dönemde, İstanbul Valisi olan Lütfi Kırdar'a kızar ve: “İstanbul'a vali olan her gelenin Kimi dağdan kimi kırdan geldi.” Beytini kaleme alır. Ancak Dr. Lütfü Kırdar’a yaranmak isteyenler, Neyzen Tevfik’i jurnal ederek Kırdar’ın aleyhinde bu şiiri yazdığını söylerler. Aslında Hüseyin Rif’at Işıl’a ait olduğu bilinen ve o dönemde dilden dile dolaşan bu dizelerin, Neyzen’e ait olduğunu yaymaya çalışarak onu jurnal etmeğe çalışırlar. İstanbul’a Vali olarak atanan Dr. Lütfü Kırdar, bu dizelerin, Neyzen Tevfik'in yazdığını düşünüp, İstanbul’un havasına yeni intibak ettiği ve Neyzen’in yergilerinin hoşgörüyle karşılanması gerektiğini de bilmediği için, ünlü şairin o dönemde belediye tarafından kendisine bağlanmış olan 40 Lira aylığını kesme cihetine gider. Tarihte, yergilerle ve övgülerle idarecilere yön vermeğe çalışanlar olmuştur hep. Zayıf karakterler de yavaş yavaş bunun etkisinde kalmış ve kendi normal hayat çizgisinden çıkmağa başlamışlardır zaman zaman. Kendini kontrol edemeyen, kendi sınırlarını göremeyen, övgülerin ve yergilerin mağlubu bu idareciler, toplum hayatını omuzlamakta zorlanmışlardır. Gurura düşen insan, olayları bizzat kendi şartları içinde ve bağımsız şekilde pek düşünemez. Böyle durumlarda, farkına varmadan, sadece ve daha çok kendisiyle ilişkili olarak düşünür ve idarecilikte tökezlemeye başlar. Maaşının kesildiği haberini alan Neyzen Tevfik, vilayet özel kalemine giderek Vali’yle görüşmek istediğini bildirir görevlilere. Fakat bürokrasi çarkı, kendi düzeni içinde dönmektedir ve onun valiyle yüz yüze görüşmesine pek imkân vermezler ve görüştürmezler kendisini. Neyzen de sigara paketinin arkasına şu dizeleri yazarak bürodaki görevlilere bırakır ve özel kalemden ayrılır. “Bağrıma bir tekme savurdu vali Acısından avlu, dere, kır dar geldi. Koşacaktım doğru mahkemeye fakat Bu teşebbüs, yüce milliyetime ar geldi ………………………………………….. Tanrı’nın lütfu sanırken olağan işlerini Öksüz İstanbul’u katletmeğe barbar geldi” Maddi zaferlerin ve makamların ötesinde ve üstünde ruhun zaferi vardır insan hayatında. Söz, sadece bir dil bilim kavramı değildir. Özellikle şiir, aynı zamanda, görüş, düşünce, öğreti anlamında ve hizmetinde de kullanılmıştır hep. Kişiliğin en belli başlı ve toplu bir belirtisidir aynı zamanda. İnsanın kendini ortaya koyuşu, meydana dikişi ve gözler önüne serişidir… 71


TEFEKKÜR

ESTETİĞİ Asaf Halet Çelebi’nin “Her şeyden evvel kendisinde tefekkürle hissin yüksek bir imtizacı fark ediliyordu” cümlesinde estetik, tefekkürle mecz olunmuş gözüküyor.

Recep GARİP nsan yaratılıştan sırlarla doludur. Aklı, fikri, gözü, kulağı dahası her bir uzvuyla sırların keşfindedir. “Ahsen-i takvimen güzel biçimde yaratılmış” olmanın bir yandan övüncü diğer yandan tefekkür kapılarını açması sırlanmıştır. Varlıkların en şereflisi ve bütün yaratılmışların emrine verilmesiyle keşfe çıkarılmıştır bir bakıma. “Düşünen bir varlık” olarak ifade ediyor filozoflar. Aslında bu bize biraz da şu hükmü hatırlatıyor; “Men arefe nefsehu, fe gad arefe rabbeh - Kendini bilen, Rabbini bilir” sırrının keşfi insana düşüyor. İnsan evladı böyle bir uğraşın, bilincin, bilmenin yollarında ömrünü geçiriyor. Bu kutlu bir yolculuktur ebed kapısı için. Okumak, fikir sahibi olmamızı sağlarken, tefekkürse, düşünmenin yollarını açar. “Çileye talip olmaktır” diye ifade eder Üstat Necip Fazıl. Ateş ve cımbız teşbihini kullanır burada. Tefekkür kelimesi Türk Dil Kurumuna göre; “Düşünme, düşünüş” anlamı verilmiş. Genel anlamıyla; düşünme, fikretme, akıl erdirme; bir konuda kişinin kendi kendine değerlendirmede bulunması. Fikirden yola çıkıldığında tefekküre ulaşıyorsunuz. Akletme, idrak etme, düşünme, bulma, anlama, kavrama, hissetme, duyma üzerinde derinlemesine bir yolculuktan bahsediliyor bu kelimede. Odaya girildiğinde göze çarpan yalnızca kitaplar değil, asıl etkileyici olan tam da köşede metruk bir hali yansıtsa da kitaplar arasında tefekkürün abideleştiğini uzamış saç ve sakallarından, bir de yüz hatlarından okuyabilirdiniz adamın. Adam yaşı ilerledikçe bir çınara dönüşüyor hissi uyandırıyor nedense. Buna zaman içinde aksakla tanımlaması yapılıyor. Hayatın bütününde var olan tefekkürün, düşüncede, sanatta, edebiyatta, musikide, resimde dahası görebildiğimiz her yerde mevcuttur. Her bir maddede görebileceğimiz hissin, duygunun, seçkinliğin, yaratılışın, mevcudiyetin, tezahürlerindeki, estetik unsurla temas etmek, tefekkürün demlenebileceği en soylu gerçekliktir.

sayı//58// mayıs 72

Yaratılmış olan eşyalarda, doğada, denizde, gökyüzünde, yağmurda, bulutta, insanda, çiçekte, böcekte, arıda, kelebekte görebilmek, yakalayabilmektir estetik. Gönlün hoşnut olduğu, ruhun, aklın, gözün ve kulağın mesrur oluşudur estetik. Bunun idraki kişiyi yaşadığı çevrede, bulunduğu konumda farklı biri yapar. Asaf Halet Çelebi’nin “Her şeyden evvel kendisinde tefekkürle hissin yüksek bir imtizacı fark ediliyordu” cümlesinde estetik, tefekkürle mecz olunmuş gözüküyor. İnsanın yaratılış sırrı, âlemlerin var edilişi ve yaratılmışların insanın emrine verilmesi kuşkusuz tefekkürün sırlarını taşıyor. Yaratma, yaratılış, hikmeti arayıp bulma, hikmetin verilmesi gibi hususlarla tefekkürün sürekli teşvik edildiğini, düşünmenin gerekliliğini onlarca ayeti kerimede görmekokumak-idrak etmek mümkündür. İşte bu ayeti kerimelerden bir kaçını birlikte tefekkür edelim; Bakara suresi 269. ayeti kerimede şöyle ifade ediliyor; “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” Enam suresi 50. ayet celilede ise; “De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana gönderilen vahye uyuyorum.” De ki: “Görmeyenle gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?” Yine Enam suresi 80. ayetin son kısmı dikkatlerimizi çekiyor; “… Rabbim’in ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” Yunus suresinin 3. ayeti bizlere bakıp durduğumuz, yaşayıp ömrümüzü tükettiğimiz, gezip tozduğumuz yer ve gökyüzünün yaratılışına dair şöyle ifade ediliyor; “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O’nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte o, Rabbiniz Allah’tır. O halde O’na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” Peygamber (as) buyurdular ki “Hud suresi beni ihtiyarlattı”. Hud suresi 112.ayeti celile eğer düşünüp, idrak edebilirsek, tezekkür ve tefekkür edebilirsek şöyledir; “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” Yukarıda aktarmaya gayret ettiğim ayeti kerimelerin benzerleri devam edip gidiyor.


Biz bu kadarıyla yetinerek naklettiğim ayetler üzerinde tefekkürün sağladığı estetiği duymaya, hissetmeye, yaşamaya çaba harcayalım. Ömrümüzü feda edeceğimiz bir kaygının, endişenin, çabanın, gayenin, idealin yalnızca emredilenlerle uyum içerisinde “dosdoğru olmak” kalıyor her birimize. Ne pahasına olursa olsun, her şeyimizi kaybedecek olsak bile, canımıza sebep olacağını bilsek bile “emredildiği üzere dosdoğru olmak” düşüyor. Büyük İmam İbni Arabi’nin “İnsan tekâmülünün, güzellik ve sevgiden ibaret olduğunu, fazlasının olmadığını” ifade ettiğini görüyoruz. Böylesine bir emanetle emrolunmuş olan iman sahiplerinin; –bizlerin- hayatı güzelleştirmekten, Allah’ın arza bıraktığı estetiği bulmaktan, tefekkür ile yoğrulmaktan, hakkı tutmaktan, haktan ayrılmamaktan, adil olmaktan, güzel ahlak sahibi olmaktan, dili düzgün kullanmaktan, emanete ihanet etmemekten ibaret olduğunu söylemeliyiz. Yaratılmışlara merhamet etmekten, selamı yaymaktan, şefkatli olmaktan, ibadet haliyle ömrü tamamlamaktan, emirlere harfiyyen uyarak nehiylerden kaçınmak olduğu bilinmelidir. Müminler yeryüzünde kan dökücü değildir. Huzurun salikleridir. Şefkat ve merhametin, kardeşlikle uyanışın, dirilişin mensuplarıdır. Düşünmenin insanı kıymetlendirdiği muhakkaktır. Düşünme kendi içerisinde bir estetik disipline, duruşa, bakışa, oluşa sahiptir. Yapıp ettiğimiz her ne varsa, tefekkür penceresinden estetiğin içimizi yumuşattığını, olgunlaştırdığını görebiliriz. Her bakış, her yakalayış, her akıl, her gönül kuşkusuz farklılıklarla zenginleştirir toplumu. Her akıl sahibinin yeryüzünü tasviri, kavrayışı, kullanışı, estetik buluş ve uygulayışı farklı farklıdır. Bu da bir zenginliktir. Buna sebeptir ki her toplumun kendine özgü gelenekleri, anlayışları, insana, şehre, dağlara, çevreye, yaratılmışlara bakışı vardır. Kültürlerin birbirlerinden beslenmeleri, sanatın, musikinin, edebiyat ve şiirin evrensel dili de buradadır. Kültürler kendi içlerinde sanatı, estetiği geleceğe taşır. Her ustanın, her sanatkârın elindeki maharet, yüreğinde hissettikleriyle şekillenir. El, göz, his ve duygu burada birleşerek sanatın doğuşunu-varoluşunu sanatkârına ikram eder ki toplum bireyleri bunlardan kendi paylarına düşeni alsınlar. İşte tam da buradadır tefekkürün derinliği gözümüze çarpar. Gözümüzün gördüğü, ruhumuzun hissettiği, yüreğimizin duyduğu, dilimizin söylediği, kalemimizin yazdığı ne varsa bir sanatkâr

edasıyla gözlemlemeliyiz. Yaratılmışların en kıymetlisi “ahseni takvim” olan insan, kendisine bahşedilen bakış, kavrayış, duyuş ve idrak ediş gibi hasletlerle yeryüzü mescidinde ibadet halinde olduğunu bilir. Bütün eylemlerinin temel dayanağı budur. Her ne yapıyorsa, ibadet anlayışıyla yapar ki keşfinin tezahürlerinden insanlık faydalansın. Çünkü insanoğlu “başıboş yaratılmamış-bırakılmamıştır”. “Bir saatlik tefekkürün, yetmiş yıllık nafile ibadetten üstün-kıymetli-değerli” olduğu ifade ediliyor. Bu hadisi şerifin zayıf olduğu kayıtlarda bulunmuş olsa da insan; yaratılış sırlarını idrak etmek için gösterdiği gayretlerin, gökyüzünü, yeryüzünü, dünyanın dönüşünü, ay ve yıldızların, güneşin deveran içinde oluşlarını tefekkür etmesiyle, hem eylemlerine çeki düzen verir, hem imanı artar ve hem de amellerine, ahiret gününe bağlılığı güçlenmiş olur. Demek oluyor ki tefekkürde yakalayabileceğimiz estetik kazanım, yalnızca zahiri bir kazanım değildir. Kişinin ilmine, idrakine, takvasına, aklına ve marifetine göre bir kazanım söz konusudur. Tefekkürde aslolan tevhidi yakalamaktır. Tevhit, Allah’ın sonsuz güç ve kudretini keşfederek, iman ederek, her baktığın, gördüğün, dokunduğun, hissettiğin ne varsa hepsinde estetikle yoğrulmaktır. Buna sebeptir ki Tevhide yönelişimizde üç önemli estetik bize eşlik eder; İlki; tekten, azdan çoğula, vahdetten kesrete bütün yaratılmışlarda onun varlığını tezekkür etmektir. Çünkü her eşya kendi dilince onu zikreder. İkincisi ise; ferdin yaratılışında var olan kavrayışla, yaratılmışların en küçüğünden büyüğüne, insanı şaşırtan ahenklerin, dokuların, ince, latif planların varlığını görünce, büyük sanatkârın sanatkârlığı içinde kaybolarak secdeye kapanmaktır. Her yaratılıştaki-varlıklardaki esrarlar çözüldükçe, kudretin yüceliğinde eriyip tefekkür ikliminde bütün uzuvlarımızla zikre koyulmaktır. Ve Üçüncüsü; gözle gördüğümüz inkişafların mucidi olan Rabbil âleminin delillileri ortadayken delil aramak gaflette olmaktır. Kemal sıfatlarıyla mücehhez olan Cemal sıfatlarından ikramlarda bulunarak bizlere estetiğin kapılarını açmıştır. Her fert kendi aklınca, ruhunca ve gönlünce bu estetiği yakalar. Sanatkârlıkta mahir olanların yakalayışları ise, büyük sanatkârın ikramlarından ibarettir. Bütün bunlar bize insan olduğumuzu, keşfin sürdüğünü ve inkişafa açık bir hayat üzere bulunduğumuzu söylüyor. 73


MEDENİYETLER KAVŞAĞINDA

KADİM BİR ŞEHİR:

GAZİANTEP

Kahvehane, kültür-sanat atölyesi, dernek, vakıf, otel, kadayıfçı, yemenici, konsolosluk ve müze bu sokaklarda karşılaştığımız mekânlardan bazıları. Beyaz kesme taştan inşa edilmiş yapılar görenleri hayretler içerisinde bırakıyor. Nidayi SEVİM

eşru olmak kaydıyla, konusu ne olursa olsun fuarlar önemli mecralardır. Lakin kitap ve kültür fuarları daha da önemlidir. Bilgi, kültür ve insanî değerler toplamını belli bir düzeye çıkaramayan toplumlar, önce başka toplumların, devletlerin hegemonyası altına girer daha sonra diğer bütün değer düzeylerini kaybeder ve yok olup giderler. Tarih bunun yüzlerce belki binlerce örneğine şahittir. Bu sebeple bilgiye, erdeme giden bütün yollar, mecralar, bu yolda atılan bütün adımlar önemli ve değerlidir. İmkânlar elverdiği ölçüde fuarlara katılırım. Bilirim ki her fuar yeni insanlar, yeni dostluklar, farklı pencereler ve geniş ufuklar demektir. 5. Kitap ve Kültür Günleri vesileyle 18-20 Mayıs 2019 tarihlerinde Gaziantep'teydim. 2018 yılında da buradaki kitap fuarına katılmıştım, lakin vakit darlığından şehrin tarihi ve kültürel dokusuyla ilgili olarak pek malûmat sahibi olamamıştım. Bu sefer hazırlıklı ve planlı gitmiştim. Bir günümüzü okuyucularımıza ayırıp sohbet ederek görüş alışverişinde bulunduk. İkinci gün yaklaşık altı saat boyunca kadim Gaziantep şehrinin sokaklarını arşınladık. Gaziantep'e ulaştığımız Cumartesi akşam saatlerinde Kahramanmaraş'tan Hatay istikametine doğru seyahat etmekte olan Sedat Alpsoy kardeşimiz burada olduğumuzu öğrenince yanımıza uğradı ve tekrar hareket saatine kadar bize yarenlik etti. Akşam iftarımızı belediyenin vatandaşlar için fuar alanının ortalarında kurduğu masalarda yaptık. İftara bir dakika kalmıştı. Şair Şakir Kurtulmuş üstadımız ellerinde patlıcan kebabı ve dolma çeşitleriyle dolu yöresel yemek tabaklarıyla çıka geldi. Yemekler Şakir Kurtulmuş ağabeyin bir okurunun ikramı imiş. Dedim ki: abi işte bunlar hep şiir değil mi? Dedi ki: Şiirden de öte!.. Akşam Fuar kapandıktan sonra Sedat Alpsoy kardeşimizle birlikte Tarihi Kale civarına gittik. Daha önceki ziyaretimden biliyordum. Kalenin çevresi sabaha kadar çıvıl cıvıl oluyordu. Burası birbirinden ilginç, farklı özellikleri bulunan hanları ile meşhur bir bölgedir. Hanların içerisinde muhtelif gıda ürünleri, tatlı ve hediyelik eşya satan dükkânlar vardır. Bazıları kahvehane olarak kullanılıyor. Burada iftardan sahura kadar duman hiç eksilmez. Öyle ki etrafı kaplayan duman sebebiyle zaman zaman göz gözü görmez olur. Bilmeyen birisi şehirde yangın çıktığını zanneder. Her köşe başında bir kebapçı gözünüze çarpar. Hiç

sayı//58// mayıs 74


yemek yeme ihtiyacı olmayan birisi bile bu sokaklardan geçerken bir şeyler atıştırmak ister. Kebapçılardan etrafa yayılan kokular insanın aklını başından alır. Sahura epey vakit vardı. Lakin biz de cazibeye kapılıp dürümlerimizi söyledik. Gece olduğu için daha fazla dolaşmadık. Ziyaretimizi ertesi güne ayırdık. Tarihi Gaziantep Kalesi manzaralı bir kahvehaneyi gözümüze kestirip oturduk. Çay, muhabbet derken zamanımız doldu. Saat bir buçuk gibi Sedat kardeşimizi yolcu edip otelimize döndük. Ertesi gün Altan Özer kardeşimiz ziyaretimize refakat etmek üzere İstanbul'dan çıkıp yanımıza geldi. Geçtiğimiz yıl Kahramanmaraş ziyaretimizi Sedat Alpsoy ve Altan Özer kardeşimizle birlikte yapmıştık. Burada üçümüz bir araya gelemedik. Nasip olmadı. Saat onbir gibi fuar alanının bulunduğu 15 Temmuz Meydanından ayrılıp köprüyü geçerek Çınarlı Camiye vardık. Kitap fuarına en yakın mesafede bulunan cami burasıdır. Vakit namazlarımızı burada eda ediyoruz. Gaziantep'te pek çok örneği bulunan köşk tipi minberlerle ilk defa burada karşılaştık. Cami'nin ilk yapımı 17. Yüzyılın ikinci yarısına tarihlendiriliyor. Mabed, vaktiyle etrafında var olan çınar ağaçları sebebiyle Çınarlı Cami olarak adlandırılmış. Kurtuluş Savaşı sırasında önemli anlara ve kahramanlıklara sahne olan cami civarında şehitler kabristanı bulunmaktadır. Cami, 1950 yılında yeniden inşa edilmiş. Çınarlı Cami'nin arka kısmında bulunan Atatürk bulvarını geçip tarihi, daracık sokakların arasından şehrin iç kesimlerine doğru yürüyoruz. Burası Bey Mahallesinde yer alan ve

Ermeni evleri olarak bilinen bölgedir. Vaktiyle kilise olup günümüzde cami ve sivil toplum kuruluşu olarak varlığını sürdüren yapılar bu bilgiyi teyit eder mahiyettedir. Bununla birlikte mahallede Ermenilerin yanı sıra Yahudilerin, Arap ve Türklerin de yaşadığı kimi kaynaklarda dile getiriliyor. Labirenti hatırlatan sokaklarda adım başı bir sürprizle karşılaşmak mümkün. Kahvehane, kültür-sanat atölyesi, dernek, vakıf, otel, kadayıfçı, yemenici, konsolosluk ve müze bu sokaklarda karşılaştığımız mekânlardan bazıları. Beyaz kesme taştan inşa edilmiş yapılar görenleri hayretler içerisinde bırakıyor. Gayet sade ve mütevazı ölçekte inşa edilen bu yapıların işlevsellik ve mimari açıdan estetik bir şehircilik anlayışını yansıttığı söylenebilir. Elli metrekarelik bir alana sığdırılan evde bile bir konakta bulunması gereken pek çok özelliği bulabiliyoruz. 3-4 metre yüksekliğinde bahçe duvarı, bacası, kapı tokmağı, cumbası, yumuşatılmış köşesi gibi daha nice detaylar. Tarihî Gaziantep evleri bu haliyle bir medeniyetin minyatür mimari müzesi gibidir. Buraya ayrıca müze yapmaya gerek yok. Bu sebeple şehirlerin mimari tarihi dokusu mutlaka muhafaza edilmelidir diye düşünüyoruz. Buralar aynı zamanda bizim kültürel ve sosyal hafızamız, medeniyet kodlarımızın saklandığı hazinelerinizdir. Daracık sokakların arasından çıkıp Adil Özbek Caddesi'nden karşıya geçerek Kurtuluş Cami'ne varıyoruz. Kurtuluş Camii, 1892 yılında Valide Meryem Kilisesi (St. Mary) olarak yaptırılmıştır. Önceleri kilise ve hapishane olarak kullanılan bu yapı, sonradan camiye dönüştürülmüştür. Gaziantep son yıllarda üretimde, sanayi de adından sıkça söz ettiren önemli bir şehrimiz. 75


Mutfak zenginliği ve tatlı çeşitleri ile de ünlüdür. Bu minvalde pek çok marka oluşturulmuş. Bir kaç baklavacıya uğrayıp fiyatlara şöyle göz ucuyla bakmıştım. İnsanın "burası tatlıcı dükkanı mı yoksa kuyumcu dükkanı mı?!" diyesi geliyor. İyi bir baklavanın kilosu 80140 lira arasında değişiyor. Ben herhangi bir markayı tercih etmedim. Markası olmayan ama güzel tatlı yapan yer var mı diyerek selamlaştığım bir kaç kişiye sordum. Kurtuluş Cami civarında aradığım özelliklere sahip bir tatlıcının olduğunu öğrenmiştim. İsmi Kılıç Kadayıf idi. Aradım ve tatlıcıyı buldum. Hediyelik kabilinden yarım kiloluk bir kaç paket yaptırdım ve tekrar Çınarlı Cami civarına döndük. sayı//58// mayıs 76

Eyüboğlu Mahallesi'nde yer alan ilk inşa tarihi 14. Yüzyıla tarihlenen Eyüboğlu Camii'ni de ziyaret ederek İsmet Paşa Mahallesi yönüne doğru yürüdük. Sağ tarafımızda Hacı Veli cami vardır. 20. Yüzyıla tarihlenen caminin minaresi ve mihrabı köşk tipindedir. Köşk tipi minare formuyla burada olduğu gibi Kahramanmaraş'ta da sık sık karşılaşıyoruz. Cadde boyunca yürüyerek Boyacı Mahallesinde bulunan Bakırcılar Çarşısına ulaştık. Bakırcılar Çarşısında bakırdan mamul her türlü mutfak ve hediyelik eşyasını bulmak mümkün. Kahve-çay takımları, şekerlikler, tepsiler, tablolar, avizeler, maşrapalar, kâseler ve daha neler neler. İplere asılmış rengârenk yemeniler, gümüş başlıklı tespihler, sedef kakmalı ahşap hediyelik eşyalar da çarşıya ayrı bir hava veriyor. Elimizde ne bir rehber ne de yanınızda mihmandar bulunuyordu. Zuhurata tâbi olarak geziyorduk. Sağ olsun şehir halkı her konuda bize yardımcı oluyordu. Hele adres tariflerine bayıldım. Hiç üşenmeden on dakika boyunca adres tarif edip "isterseniz gideceğiniz yere kadar götürelim" diyenler oldu. Hatta arabasını durdurup tarife ortak olanlar bile vardı. Allah cümlesinden razı olsun. Çarşıdan çıkıp Tarihi Gaziantep Kalesine doğru yürüyoruz. 16. Yüzyıla tarihlenen Tahtani Cami ve halk arasında Ali Dola denilen Alaüddevle Camii'de bu civardadır. Alaüddevle, Maraş'ta hâkimiyet sürdüren Dulkadiroğlu Beyliği'nin son beyidir. Camiyi yaptıran Alaüddevle 1515


yılında vefat ettiğine göre cami bu tarihten önce yapılmış olmalıdır. Kaleyi sağımıza alıp, tarihi hanların önünden geçip, şehir merkezine doğru ilerliyoruz. Hemen solumuzda, yolun alt kısmında 1681 tarihli Şirvani Cami bizi selamlar. Cami'nin raylı sistemlere sahip minberi meşhurdur. Görünürde minber olması gereken yerde ahşap bir kapı vardır. Vakit geldiğinde bu kapı açılıyor ve minber raylar üzerinden yürütülerek meydana çıkarılıyor. Namaz sonrası minber tekrar yerine sürülüyor. Yer tasarrufu maksadıyla böyle bir düzeneğe, sisteme ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. Boyacı Camii ve Ömeriye Camii’nde de aynı sistem mevcuttur. Gaziantep'te ziyaret edebildiğimiz camilerin dışında daha pek çok tarihî hüviyeti haiz cami ve benzeri tarihi eser vardır. Bunlar dönemleri itibariyle bölgenin mimari tercihleri, mekân tasavvurları ve tezyinat anlayışları hakkında önemli bilgiler vermektedir. Biz Sadece gezip gördüğümüz, dokunabildiğimiz eserlerden söz ettik. Yazının hacmini genişletmemek için diğerlerini burada zikretmiyoruz.

sorunlarına dair gece geç saatlere kadar sohbet ettik. Zaman ne çabuk geçti anlayamadık. Oysa konuşacak dertleşerek daha ne kadar meselemiz vardı. Hocamızın “Şey ve Tan” “Karekök Hayat” ve “Dünya Bir Gelindir” isimli yayımlanmış üç eseri bulunuyor. Hepsi birbirinden kıymetli çalışmalardır. “Dünya Bir Gelindir” isimli eseri geçtiğimiz yıl Türkiye Yazarlar Birliği Büyük Ödülüne layık görüldü. Mehmet Sabri Genç hocamız, ufku geniş, dinamik ve hayalleri olan bir akademisyendir. Gaziantep Üniversitesinde çok güzel işler yapıyor. Sadece üniversitede mi? Elbette ki hayır! O kendini şehrine, ülkesine adamış bir münevverimiz. Bütün mesaisini şehri daha iyi nasıl yaşanabilir yapabiliriz diye düşünerek geçirir. Böyle ideal sahibi, milletine düşkün, vatansever münevverlere ne kadar çok ihtiyacımız var. Rabbim sayılarını ziyadeleştirsin inşaallah. Gaziantep ziyaretimiz, fuar programımız kendi adımıza gayet verimli geçti diyebilirim. Okuyucularımızla, dostlarımızla yüz yüze görüşüp hasbihal ederek görüş alışverişinde bulunduk. Fuarlar bu sebeple önemlidir ve her geçen gün şartlarının daha da iyileştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bu vesileyle misafirperver Gaziantep halkına ve buluşmanın gerçekleşmesine vesile olan Akıl Fikir Yayınevimize teşekkür ediyorum.

Saat akşam yedi civarında tekrar fuar alanına vardık. Altan kardeşimizi yakınımızda bulunan otobüs durağından İstanbul'a uğurlayıp tekrar geri döndük. Bir değişiklik olsun diye akşam iftarımızı bir kaç yayınevi sahibi ve yazar arkadaşımızla bir lahmacun salonunda yaptık. İftardan sonra Mehmet Sabri Genç hocamız ziyaretimize geldi. Kültüre, sanata, şehrin 77


on yılların gündeme taşıdığı en önemli sosyal olaylardan birisi, bayramların turizm sektörüne destek verir hali getirilmesidir. Meseleye ekonomik girdiler açısından bakanlar için bayram tatil-lerinin önünden arkasından uzatılarak inanlara tatil imkanı sağlanması, olumlu bir tasarruf gibi gözüküyor.

BAYRAMLAR ŞEHİRLERDEN

GÖÇÜYOR MU? Ben daha önce ramazan geleneği hakkında çok şey biliyordum. Müslümanlığın beş şartından biri olan oruçta, inananlar, ölçülü olmayı öğrenmek ve kendi kendini disipline etmek için güneş bata-na kadar bir şey yiyip içmekten kaçınıyorlar. Ben, hem Amerika’da hem Türkiye’de, güneşin bat-masıyla birlikte hızla yenilen kalabalıkların iştirak ettiği sayısız iftar yemeğine katıldım. Muhsin İlyas SUBAŞI

Ancak, bu hadisenin Bayram dediğimiz sosyal olguyu kendi ruhaniyetinden koparması da, turizme sağlanan destekten daha olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Bayram yakınlaşma ise, biz neden yurdumuzdan yuvamızdan uzaklaşıyoruz? Neden ramazan gibi uhreviyeti yüksek bir ibadet ayının hemen arkasından tatil keyfine sürükleniyoruz? Böyle bir bayram algısının yanında farklı ve güzel şeyler de olmuyor değil. Bun-dan birkaç yıl önce, sadece Bayram geleneklerimizi gözlemlemek üzere evime misafir olan Amerikalı Yazar Katharine Branning, yaşadıklarını bakın nasıl görüyor: Bizim kaybettiğimizi dışımız-daki bir misafirimizin Amerika’dan sırf bunun için gelerek görmesi şaşırtıcı değil mi? Böyle bir şansı “Kraliçe Elizabeth ve Bill Gates böyle bir zenginliği asla bilmeyecekler.” Derken herhalde haksız değildi. Buyurun onun tecrübelerini birlikte okuyalım şimdi: “30 yıldır Türkiye’ye seyahat etmeme rağmen hala bu cezp edici ülkede keşfedilecek çok şey buluyorum. Geleneklerden biri, şimdiye kadar asla tecrübe etmediğim bir aylık uzun bir zaman dilimi olan Ramazan’ın sonunu takip eden üç günlük bayram kutlaması. Bu nedenle bu yıl, adına ‘bayram’ denilen tatili, Türk ailemle, yazar Muhsin İlyas Subaşı’nın Kayseri’deki evinde keşfetmeye karar verdim. Onun yazlık evi dağ eteklerine konumlanmış etkileyici Erciyes Dağına On Km. uzaklıkta ve her zaman şehir manzarasına hâkim durumdadır. Ev, cennetten bir parça gibidir. Bahçesi ta-mamen çiçeklerle doludur. Ve o evde üç kuşağın üyeleri birlikte yaşarlar. Onlar daima neşeli tartışmalar ve samimi yemekler için hazırdırlar. Bugün ben böyle bir ede bayram ziyaretini göz-lemliyorum. Bu bayram kutlamaları aklımda daima “18 yeğenin bayramı” olarak kalacak.

sayı//58// mayıs 78


Bayram kutlamalarının ilk gününün öğleden sonrasının sonlarına doğru, bir araba kapısı-nın çarpma sesini duydum. Hemen sonra bahçe kapısı kapandı ve yetişkin bir erkek ordusu, önce biri ve arkasından diğerleri olmak üzere sırayla içeri girmeye başladılar. 18’i de içerdeydi. Bahçedeki köşkün içini doldurdular ve kanepelerin minderlerine, divanlara oturdular. Bir araya gelen bu 18 adam ev sahibi Muhsin İlyas Subaşı’nın 4 erkek kardeşinin çocuklarıydı. Hepsi de ahenk içinde tanınmış bir insan olan amcalarına olan saygı borçlarını ödemek için oradaydılar. 6 araba ile 2 saatlik bir mesafeden, baba ocağı olan Sivas’tan gelmişlerdi. Muhsin İlyas Bey, yer aldı ve daha sonra bir hikâye anlatmaya başladı: (Tamamen bir şiir ile kutsal kitaptan parçalar ve ahlaki değerlere dair bir bitiş). Onun gürleyen sesi ve ikna edici tavrıyla söylediklerini bütün er-kekler (yaş aralığı 12-60) kendilerinden geçmiş bir dikkatle dinliyorlardı. Bunlardan biri cep tele-fonu için dışarı çıktı ve tüm olan biteni kaydetti. Bu 18 adam olağan sohbetler yapmak yerine bilgelikle ve müthiş bir saygıyla amcalarını dinlediler. Böyle bir organizasyonu, birçok insanın ziyaretini düzenlemeyi hayal edebilir miyim? Bu kadar çok insanın bir arada bulunmasını ve bir bütünlük içinde şerefle, ailenin en yaşlı üyesine saygılarını sunmasını hayal edebilir miyim? Arkadaşım Muhsin İlyas Bey eve doluşmuş bütün yeğenlerini seyrederken ve sırayla onlara elini öptürürken ne hissetmiş olacağını hayal edebilir miyim? Kraliçe Elizabeth ve Bill Gates böyle bir zenginliği asla bilmeyecekler. Ben daha önce ramazan geleneği hakkında çok şey biliyordum. Müslümanlığın beş şartından biri olan oruçta, inananlar, ölçülü olmayı öğrenmek ve kendi kendini disipline etmek için güneş batana kadar bir şey yiyip içmekten kaçınıyorlar. Ben, hem Amerika’da hem Türkiye’de, güneşin batmasıyla birlikte hızla yenilen kalabalıkların iştirak ettiği sayısız iftar yemeğine katıl-dım. Özellikle uzun ve sıcak yaz günlerine rastlayan bir aylık imtihanın nasıl son bulduğunu ancak keşfedebildim. Ailemin Noel’i nasıl kutladıkları hakkında düşündüm ve bütün Amerikalı-ların 4 Temmuzdaki şükran gününü nasıl kutladığını. Aileden önemli kişiler, arkadaşlar, yemek yemek ve eğlenmek bayramın ana temaları. Durum Türkiye’de de farklı değil. Üç günlük kutla-manın, net bir şekilde tanımlanmış bir seremoninin etrafında döndüğünü kısa sürede öğrendim. Tatil, tüm ülkede bir duraklama olan ciddi

bir organizasyondan oluşmuş dost ve akraba ziyareti. Neredeyse herkes davet edilen yere 19. yüzyıl Victorian modası gibi arkadaşlarının ve akrabalarının evlerine gidiyor. Geleneklere uygun olarak bu ziyaretler en yaşlı olandan başlıyor. Böylece, eğer siz elli yaşını geçmişseniz, üç gün boyunca bir yere gitmeyeceksiniz, fakat ziyaretçileriniz sakin bir akarsu gibi kapınızı çalıp size hürmetlerini sunacaklar. Bu ziyaret ritüeli her zaman aynıdır; misafirler gelir, herkes birbiriyle öpüşür ve bayramı-nı kutlar, otururlar. Daha sonra hizmet edenler, özenli tabaklarda, çeşitli hafif yiyecekler getirirler ve her misafire ayrı ayrı ikram ederler. Geleneksel favori ikramlar baklava, taze meyve suyu, el yapımı pastalar, çay, karpuz ve meyvedir. Misafirler kendileri için hazırlanan yiyecekleri yerken iyi dilekler değişir, daha sonra oldukça çabuk bir şekilde çatallar havada değişir. Misafirler kalkar ve gitmek için izin ister. Ziyaretler asla yedi dakikadan fazla sürmez. Giriş ve çıkış, kısa ve tatlı, neredeyse hızlı tanışmanın Türk versiyonudur. Bu kısalığı bir parça şaşırtıcı buldum. Fakat bir nevi sayım yapmak gibi gördüğüm bu geleneği anlayabildim. Gün boyunca başarıyla tamamlan-mış bir sayım. Eğer bir grup misafir otururken başka bir grup misafir gelirse, oturan grup çabu-cak oradan uzaklaşıverir. Kutlama protokolü, bir yandan gelir bir yandan ayrılır ve net bir şekilde şöyle tanımlana-bilir: kadınlar el sıkışır ve birbirlerini yanaklarından öperler. Erkekler el sıkışır ve başlarını eğe-rek alınlarının kenarını birbirine değdirirler. ( sanırım kafa tokuşturma bu. Gelenek olduğunu sanıyorum) Çocuklar ve gençler bir saygı göstergesi olarak yaşlıların ellerini öperler. Bu yıl önce-likle kabul ettim ki ve ne yazık ki el öpmek, çağın böldüğü diğer taraflarda kesin bir işaret. Ayrılırken, ellerinize kolonya dökülür ve evin en genç çocuğu bir kase içerisinde şeker (genellikle çikolata) tutar. Her bir misafir kapıya kadar uğurlanır. Bu karışık coğrafyada ziyaretlerin nasıl organize edildiği benim için hala az da olsa gize-mini korumaktadır. Kime ve ne zaman gidileceğine karar verilir. Eğer arabayla uzak bir yere gideceksen ve birinin kapısını çalacaksan ya o kimse de başkasına ziyarete gittiyse ne olacak? Buna rağmen, tipik bir Türk tarzı içinde her şey çok 79


Noel kartlarını düşündürür. Her yıl insanlara çok sayıda Noel kartı gönderirim. Onlardan kimilerini nadiren görürüm. Fakat sık sık görüşmek, konuşmak isterim. Burada tatil ziyaretleri çoğu zaman aynıdır. Alışılagelmiş konular, sağlığın korunması ( kolesterol seviyesi herkesin ak-lındayken bile hala baklava tıkıştırırlar), yemek tarifleri, mahalle haberleri. Bunlar ağır konular değildir. Üzücü haberler ya da politik tartışmalar olmaz. Bu nedenle kimse kırılmaz. Ve elbette Türk usulü olarak herhangi bir dedikodu da olmaz. Muhabbetlerin tümü, pozitif ve olumlu, ta-mamen sevgi ve saygı doludur. Buna rağmen, herkes hiç beklemeden çok yüksek sesle konuşur, bu nedenle birbirlerine coşkulu ve heyecan verici görünürler.

güzel işler. Gerçekten de bir plan yapılmıştır. Bay-ram tatilinin ilk günü sadece akrabalar ziyaret edilir. İkinci gün komşular ve arkadaşlar ziyaret edilir. Üçüncü gün eğer sen daha yaşlıysan kendi yaşlılarını ziyaret etmek için yola koyulursun. Ev sahibi buzdolabına ve kilerine bayramdan önce gerekli olan lezzetli ikramları zamanı geldiğinde misafir ordusuna sunmak için stok eder. Kocaman baklava ve su böreği tepsileri, mut-fak tezgâhının üzerinde, çaydanlıklar kaynamak üzere, soda şişeleri asker gibi sıra sıra ayakta durur. Giriş ve çıkıştaki daimi akış, bir hava alanındaki hareketliliğe benzer. Ev sahibi daha sonra gelecek misafirlerin kullanması için hızlı bir şekilde kirlenen tabakları ve çay bardaklarını yıkar. Herkes en güzel elbiselerini giyinir. Özellikle kadınlar en güzel, en ışıltılı çantalarını, eşarp-larını, mücevherlerini teşhir ederler. Yüksek topuklu ayakkabılarını giyerler, saçlarını yaparlar, makyaj yaparlar ve başörtülerini özel bir kabiliyetle bağlarlar. Erkek terzileri her zamankinden daha çok çalışır. Fakat çoğu giysi şıktır, iyi ütülenmiştir, özellikle bu yılın modası gömlekler giyilir. Bu ziyaretler çok kısa bile olsa herkesi görmeye imkân sağlar. Yapılan bu tür uygulamalar bana sayı//58// mayıs 80

Böylece bu çılgın ziyaret turlarında, kutlamalar, hızlı selamlaşmalar, vedalar. Bütün bunların içinde ben neredeydim? Ziyaret ettiğim insanların % 95 ini tanımıyor olmama rağmen kendimi bu toprakların ve bu camianın bir parçası gibi hissettim. Birçoğu beni tanıyordu ve kitabımı okumuştu. Bayram benim için gerçekten eğlenceli miydi? Kesinlikle evet. Böylece nihayetinde, bu ayin haline gelmiş bayram tatili, Türkler hakkında bana ne öğretti daha önce bilmiyor muydum? Gerçekten de bu, ateşli bir şekilde, Türkler hakkında daha önce bildiğim bir çok şeyi doğruladı: Onlar ailelerini her şeyin üstünde seven insanlar. Onlar global bir topluluk olarak, birbirine bağlanmış güçlü bir yapıya sahipler. Onlar, arkadaş canlısı, eğlenmeyi seven ve elbette (doyurucu, sağlıklı, bol) yiyiciler. Bu seri ziyaretler bana hayatın kıymetini, bize verilen nimetlerin güzelliğini, sorumluluklarımızı, hayatın değerini ve anı yaşamamız gerektiğini hatırlattı. Onların bizden önce gelenlerle, bizden sonra gelecekler arasında kurmaya çalıştıkları bağı gördüm. Onlar, gizli gücün gerçeğindeki gelişimsel süreci yeniden onaylarlar, gelenekleri yad etmenin ve kuvvetli bağların gerçeğini. Fakat bunların hepsinin üstünde bu bayram tatili şunu anlamamı sağladı. Bu insanlar, dinsel ve sosyal inançları ile onlara miras kalan bu özellikleriyle bir kabile gibi güçlü bağlarla birbirlerine bağlılar. Bu geleneksel ziyaretler bana paha biçilmez bir ders verdi. Sizi destekleyen ve size yardım edenleri tanıma ve hatırlama fırsatı: aile, arkadaşlar, komşular, öğretmenler, şifacılar. Sonunda en büyük kavram, dünyadaki tüm varlıklar. Tüm iç-tenliğimle bayramınız kutlu olsun.”


Yağmurlu bir günde Eyüp’te içilecek bir dostluk kahvesi, tasavvufi metaforlarla ilerlerken (Telve);

Şehir ve Kültür yazarından ilk kitap

serin bir kış akşamında Veznecilerdeki öğrenci kahvesinde satırlar arasından ses veren meddaha gülümsemenin keyfini çıkarabiliyor okuyucu (Meddah)…

ŞEHİR OLSA İÇİLİR Neşre Hazırlayan: Kemâl Edib KÜRKÇÜOĞLU Yazar:İbrahim BAŞER Post Yayınları Kitap Tanıtım: Fatma DERİN

Kapalıçarşı civarında kulağa çalınan çekiç sesleriyle asırlar evveline uzanıp demir tezgâhında çekiç, savaş meydanında kılıç sallamak da mümkün sayfalar arasında (Çekiç Sesleri); sıkışan trafikte araba sileceklerinden şehrin panoraması ve hayata dair derin sorgulama sekansları yaşamak da (Yâr Elinden Şehir Olsa İçilir)… Futbol fanatizmine fıkra tadında dokunup (Fener, Karakartal ve Murtaza); sevdasını güvercin kanadına fısıldayan, kara geceye resmeden bir nakkaşın kalp sızısına şahitlik de mümkün pekâlâ (Nakkaş)…

“Şehir… Sahip olması imkânsız, ayrılması mümkün olmayan umutsuz bir sevdalanış hâli. Oldurduğuyla öldürdüğü anların iç içe geçtiği bir efsun. Yâr elinden sunulan bir amansız bâde… …ve gene de düşmesin istenen ağyâre” ifadesiyle okuyucuya sunulan bir ilk kitap, “Yâr Elinden Şehir Olsa İçilir”. Hikâyelerini şehrin semtleriyle ilişkilendirerek kurgulayan kitap, şehri anlatmak yerine şehirli durumları anlatmayı ve bunu yaparken fondaki şehre selâm göndermeyi tercih ediyor.

Reklâm yazarlığından edebiyatın sınırsız coğrafyasına geçen kitabın yazarı, kelimeleri ekonomik kullanma tercihiyle kendine has bir üslûbun ipuçlarını verirken, okuyucuyu da hikâyelerin kahramanı, paydaşı olmaya davet ediyor. “şehri, varlıklarıyla var eden ismi mahfuzlara” ithaf edilen kitap, İbrâhim Başer imzası taşıyor. 14 hikâyeden oluşan 111 sayfalık çalışma; yayın dünyasına yaptığı hızlı giriş, 3 yılda 110’u geçen kitap çeşidi, kültür dünyamıza kazandırdığı yeni isimler ve eserlerle takdir gören bir yerde duran Post Yayın listesinde yer alıyor.

ŞEHİR K İ TAP

YÂR ELİNDEN

81


akkaldı mahallede... ...ama sadece bakkal değildi. Renkli hayallere boğulduğumuz çocukluk yıllarının en kahkahalı, en hatıralı portresiydi hatta. Sevgi lafları etmeyi sevmez ama tam tadında gösterirdi muhabbetini. Ciddi tezatları ‘ti’ye almakta birebirdi.

NAM-I DİĞER,

‘DELİ MEHMET’ Çocuklara ve çocukluk yıllarına selâm niyetine…

Varıp yanına da ben oturdum. O çizdi, ben bekledim… O çizdi, ben seyrettim… O çizdi, ben sırtımı ağaca yaslayıp kuzuya daldım… O çizdi... İbrahim BAŞER

Resmi bayram günlerinde, emanet bando kıyafetleriyle trampet vurup boru üfleyerek kafa ütülediğimiz bir merasim sonrası, dükkânının önünden geçerken bir arkadaşımızın trampetini kaptığı gibi uygun adım yürümeye başlayınca hepimiz arkasına dizilip doğal bir bandomızıka takımı oluvermiş ve mahalleyi çınlatan kahkahalarımızla nasıl da turlamıştık... En neşeli bayramımızdı belki de. Hem arkadaşımız, hem sırdaşımız, hem büyüğümüz olmayı nasıl becerdi, anlatması güç. 0 varsa neşeliydik, o varsa güvendeydik, o varsa ağzımızın tadı yerindeydi... ...paramız gazoza yetmese bile o şişe mutlaka açılır, yanında iki bisküvi arası lokum da olurdu hatta. O bakkalın önündeki kaldırım, çocuk sohbetlerimizin en keyifli kafeteryasıydı. Şimdiki çocuklar çeşidi bol, ışıl ışıl market rafları arasında labirent fareleri gibi dolaşırken aradıkları mutluluk, satın alınabilen nesnelerin çokluğunda mı, Mehmet amcaların yokluğunda mı bilmiyorum! MEHMET AMCAYLA HASBIHAL

Canım sıkkındı o gün. Masada onca kâğıt arasında boğulup, nefesimin daraldığı bir an soluğu sokakta aldım. Öğlen güneşinin dik başlı sıcağı, tenime yüzlerce iğne gibi battı bir anda. Gölgelik saçak altlarından yürümeye çalışarak; yüksek katlı evlerden, alçak katlı evler muhitine ve tek katlı ve bahçeli gecekondular muhitine indim, indiğim yokuşla birlikte ağır ağır… Bisikletli çocuklardan, bisikletsiz çocuklardan, misket oynayan çocuklardan; çamur oynayan, kum oynayan çocuklara doğru bir yürüyüş oldu bu. Süslü hanımlardan, süssüz hanımlara, çarşaflı hanımlara doğru bir yürüyüş... Kulağıma dolan 'rock and roll' müzikten, arabeske doğru bir yürüyüş... Kendiliğinden karşıma çıktı desem yalan olur, araya taraya küçük kavak korusuna vardım. sayı//58// mayıs 82


Süre süre sürdüm, vara vara vardım, kuzusunu otlatıp, topladığı taze yaprakları yedirme derdindeki Deli Mehmet, ya da aramızdaki adıyla Mehmet amcayı bir tatlı uğraş içinde yakaladım. "-Selamün..." diyecekken lafımı ağzıma tıktı: "- Selamına selâm evlat" dedi, sırtı bana dönük. Elindeki taze yaprakları kuzusuna bir sevgi aşı yedirircesine sunuşunu seyre daldım, ağır ağır yanaşırken... Son yaprağı verdikten sonra; o beyaz, sevimli, muhtaç ve muhtaçlığından olsa gerek itirazsız ve itirazsızlığından olsa gerek sevgili kuzuya, ‘Deli Mehmet’in kuzusuna, avuç içlerindeki gizli muhabbeti sürdü sanki… …kuzu mırıl mırıl mırıldadı, eğilip otlamaya devam etti. Mehmet amcanın karşıdaki ağacın dibine oturduğunu neden sonra fark ettim... …elinde bir dal parçası ile bir şeyler karalıyordu önündeki toprağa. Varıp yanına da ben oturdum. O çizdi, ben bekledim… O çizdi, ben seyrettim… O çizdi, ben sırtımı ağaca yaslayıp kuzuya daldım… O çizdi... "-Sevmek ne demek?" İrkildim! Mehmet amca, önündeki toprak parçasında çizilmedik yer bırakmayacaktı, azmetmişti… …çiziyordu boyuna. "-Bilmem, sahip olmak demek belki." Güldü bu cevabıma. "- Yani en zenginler...", diyecekken hemen kestim lafını; "-Tamam tamam, yanlış laf ettim. Peki, şöyle olsun; sevmek karşılıklı yaşanan bir ılıklıktır. Alıştır ve veriştir. " O vakit gülüşünün yerini düşünce aldı, gözlerini kuzuya dikti. "-Yani bir taraf verecek, öte taraf alacak; adı da sevgi olacak he? " "-…!" Bu ticari benzetmeden pek hoşlanmasam da, söylenene itiraz edemedim. "-Veren mi seven, alan mı? Söyle bakalım!" "-İkisi de…", deyişime gevrek bir kahkaha koyuverdi. "-Yahu, Ali manav sabah bana çürük

domatesleri doldurmuş. Ben de eve varıp bu ezik şeyleri görünce bastım kalayı… Aramızda oldukça yoğun bir sevgi var senin lafına göre, öyle mi?" Bu sefer de ben güldüm: "- Eh, eğer bu sevgi ise Allah muhabbetinizi arttırsın diyemiyorum çünkü bu sevginin ahirinden kan kokusu geliyor... Yani seninki de iş mi Mehmet amca? Sevmek sadece vermektir" Mehmet amca tek bir daire üzerinden geçmeye başladı tekrar tekrar… "-Sadece vermek yetmez; iyisini vermek, daima vermek, beklemeden vermek, hep vermek... Veren olmak...", diyecekken bu sefer de ben kestim lafını: "-Veren olmak, hakiki manada alan olmak aslında, öyle mi?" "- Yanlış! Bak benzetmende bile esas almak! Hâlbuki veren olmak, veren olmaktır… Alan olmak ise veren olamamaktır maalesef… Vermek temizlenmek, vermek arınmak, vermek büyümek, vermek vermektir ki tariflenmesi imkânsız..." Coşmuştu. Çizdiği daire derinleşiyordu gitgide. Kendi kendine konuşuyordu artık. Mırıltılarını anlayamaz oldum bir vakit sonra. Deli Mehmet'i kuzusuyla bırakıp yürüdüm... ...küçük bahçeli evlerden yüksek binalara, …misket oynayan çocuklardan bisikletli çocuklara, …az alan insanlardan çok alan insanlara doğru… …yürüdüm. Almak değil; bazen de olsa, biraz da olsa karşılığını vermenin içinde bulan, ‘verenler diyarı’ndaki beyaz insanları görme ümidiyle, yokuş yukarıya… …yürüdüm. ‘Veren İnsanlar Diyarı'nın Kaf Dağı ardında olduğunu bilmenin burukluğu ile… …yürüdüm. Ciğerim üzre büyüyen, ciğerim üzre yürüyen hüzünle birlikte adımlamaya devam ediyorum... …çünkü Kaf Dağı ardından ‘beyaz’ sesler geliyor hâlâ, Zümrüd-ü Anka kanatlarında. 83


KESKİNLİ

BAHRİ İLHAN

İç Anadolu insanı köyünden çıktığı an kendisini gurbette sayar. Bu böyledir. Bahri İlhan’da çalışmak için gittiği İstanbul’da gurbeti iliklerine kadar yaşadığı günlerde Karacaoğlan’la teselli arayınca beste gelir. Bir yiğit gurbete gitse/ Gör başına neler gelir. Erbay KÜCET

ir yiğit gurbete gitse’ türküsünü farklı mekân ve zeminlerde dinlemişsinizdir. Ancak sözleriyle sizin içinizi harekete geçirip, duygularınızla dama taşı gibi oynaması gurbet ellerinde olmuştur. Türkülerin yakıldığı zamanlar ve olayları burada sıralayacak değiliz. Ancak bu türküyü bizlere ulaştıran usta sanatçıdan söz etmek isterim. Kendisiyle seksenli yılların başında tanışmıştım. O günden beri dostluğumuz, arkadaşlığımız maile devam etti. Keskinli Bahri İlhan’dan söz ediyorum. Geçtiğimiz günlerde hayatının anlatıldığı bir kitabın tanıtımı vesilesi ile Kırşehir Ahi Evran Üniversitesi öğrencilerle birlikte oldu. Türkü denilince ilk aklımıza gelen usta Neşet Ertaş’ın adının verildiği kültür ve sanat merkezinde gerçekleştirilen "Türk Halk Müziği'nde Bir Kaynak Kişi: Bahri İlhan Söyleşi ve Dinletisi “ne katılanlar bestekârının yorumuyla "Bir yiğit gurbete gitse", "Entarisi mor umuş", "Sunayı da deli gönül sunayı" gibi türküleri dinlemişler. İç Anadolu insanı köyünden çıktığı an kendisini gurbette sayar. Bu böyledir. Bahri İlhan’da çalışmak için gittiği İstanbul’da gurbeti iliklerine kadar yaşadığı günlerde Karacaoğlan’la teselli arayınca beste gelir. Bir yiğit gurbete gitse Gör başına neler gelir Garip sılayı andıkça Yaş gözüne dolar gelir Evlerinin önü söğüt Atalardan almış öğüt Yârinden ayrılan yiğit Sılasına döner gelir Bağrıma basarım taşlar Akıttım gözümden yaşlar Yavrusun yitiren kuşlar Sılasına döner gelir Sözlükler yiğidi “delikanlı, genç erkek, güçlü ve yürekli, kahraman, alp” olarak tanımlarken ‘Gözü pek, düşüncelerini açıkça söylemekten çekinmeyen kimse’ olarak mecazî anlamları da var. Demiştim ya Anadolu insanı evinden birkaç adım uzağa düştüğünde gurbeti yaşar diye sözlüklerimiz beni doğruluyor “Doğup yaşanılmış olan yerden uzak yer” veya “doğup büyüdüğü, aile ocağının bulunduğu yerden ayrı olma” ..Burada Kemalettin Kamu’nun "Ben gurbette değilim /Gurbet benim içimde"

sayı//58// mayıs 84


mısraları dökülüyor düşüncemden. Türküler üzerine yapılan çalışmalarda türkülerin biçim bakımından farklı türleri olduğu gibi, konuları bakımından da çok farklı türleri olduğu belirtilmektedir. Konumuz türkü ama biri olduğu için Keskinli Bahri İlhan’ın hayatına dönüş yapsak daha iyi olacak. 1943 de o zaman Ankara’nın ilçesi olan Keskin’in Efendi Köyü’nde dünyaya gelmiş. Beş yaşındayken annesi vefat ettiği için anneannesinin bakması için Ankara’ya götürülmüş. Askerlik günlerinde kadar çeşitli meslek ustalarının yanında çırak olarak çalıştırılan İlhan’ın bir meslek sahibi olması için verilen çabaları askerliği döneminde musiki ile buluşmasıyla başlatır. 1959 yılında askeri bando takımında klarneti eline alında nota ve usul hakkında bilgilenmiş. Çobanlık yaptığı kaval ile aşina bir müzik aleti olan klarneti ile bandoda marşlarla başlayan musiki dünyası sivil hayatta ona iş imkânı sağlamış. O günlerin ünlüleri olan Nurettin Çamlıdağ, Yıldıray Çınar, Bedia Akartürk, Yıldız Tezcan, Nezahat Bayram, Osman Türen, Selahattin Erorhan, Gönül Yazar, Ahmet Sezgin gibi isimlerin orkestra veya saz heyetlerinde kavalı ile yer alan Bahri İlhan bir konuşmasında Avrupa turnesinin birinde mide kanaması geçirmesiyle hayat tarzında değişim başladığını ifade ediyor. Hastalığını Allah’ın bir lütfu olarak gördüğünü ifade eden sanatçı ‘ruhun rahat bulamadığı bir bedende sıhhatten bahsetmek insanın kendisini kandırmaktan başka bir şey değildir’ diyerek ifade ediyor.

Beste çalışmalarında Orta Anadolu şivesini terke etmediği ve bağlamayı da sevdiğinden yöre ağzı ile söyleyen Bahri İlhan içinde yaşadığı musiki grubunun fıtratlarına uygun yaşam tarzını terke ettiklerini müşahede ettiğinden musiki ile uğraş vermeyi bırakmış. O günlerde çok farklı meslekleri icra ederek ailesinin maişetini çıkardığı günlerde tanışmıştım onunla. Mekke ve Medine’ye rabbimizin bir ihsanı olarak işçi olarak gidip geldikten sonra Prof. Dr. Mehmet Görmez ile tanışır. Görmez o yıllarda Ankara İlahiyat Fakültesi öğrencisidir ve komşuluk hukuku vardır aralarında. Yıllar geçer sohbetler, ilmi derin konular, yurtiçi ve yurtdışı görevler derken Bahri İlhan’ın elleri kaşınır, beyni zonklamaya başlar. Sazı tekrar eline almak için desteği eski dosttan alır. Buna fetva mı dersiniz, tavsiye mi fark etmez. Önemli olan Bahri İlhan’ın sazı evin duvarına tekrar asmasıdır. İşte o günlerde tekrar beste çalışır. Eski türkülerinin formatından farklı sözleri bulur ve derler. Gündeme diğer meşhurlar kadar olmasa da bir yerden tekrar küçük adımlarla girer. TRT deki kayıtlı olanlar dışında bugüne kadar yaptıkları bestelerin telif haklarını almak için mücadele etmeye başlar. 1977 yılında Nuri Sesigüzel’in oynadığı ‘Bir Yiğit Gurbete Gitse’ sinema filmi dâhil gecikmiş haklarını savunacak meslek kuruluşları ile mücadelesi devam eden Bahri İlhan Ankara Sincan’da mütevazı ikametgâhında sazıyla, sözüyle ilgi beklerken TRT ‘Ömür Dediğin’ ile vefasını bir kere daha gösterir. Bir yiğidi anlatmak kolay olmasa gerek. 85


MEKKE-İ MÜKERREME’DE

GÜZEL BİR TEŞEBBÜS “Fizan’da çıkan ed-Din ve’l-Edeb Mecellesi’inde Mekke-i Mükerreme’den Murad Remzi Efendi tarafından aşağıdaki mektubu ehemmiyetine binâen aynen naklediyoruz:” Musa CARULLAH Yayına hazırlayan: Prof.Dr.Âdem EFE*

mir-i Mekke-i Mükerreme Şerif Hüseyin Paşa Hazretleri’nin maksadı Harem-i Şerif-i Mekke-i Mükerreme’yi ulûm ve maârif talîm ve neşriyle ihyâ edeceği mine’l-kadîm söylenmekte iken, kesretu’lişgalinden dolayı bu âna kadar bu babda bir türlü teşebbüsâtta bulunamamış idi. Ve bundan onbeş yirmi gün evvelisi gerek defterde mukayyed yerli müderrisleri ve gerek defterde gayr-ı mukayyed âfâki ve ve mücâvir müderrsileri huzuruna davet edip şu yolda ifadede bulundu: “Fuzelâ ve ulemâ ve meşâyihimiz? Mekke-i Mükerreme, Beledullahı’l-Haram’ın menbaı kâffe-i ulûm ve maârif ve maden-i cemi’-i fün’un ve medeniyet idüğü her birinizin malûmudur. Hal böyle iken devr-i sâbıkın idare-i seyyiesinin eser-i mucîb-i esef ve kederi olarak hâlâ görüyorsunuz. Ki Harem-i Şerif’te envâr-ı ilim sönmüş, eski halka-yı tedris ve ta’lîmden onda biri kalmamış. Kalan da matlûb derecede talebelere ilm-i hakîkî ve ma’lûmât-ı sahîha îrâs eder derecede değil.

*TC Süleyman Demirel Üniversitesi Öğretim Üyesi

sayı//58// mayıs 86

Ben evvel günü birinin halka-yı tedrisi yanından geçtim: dünya ve âhirette zerre kadar fâidesi olmayan isrâiliyyât takrir ediyor. Bundan ne anladık; işte bundan dolayı olmalıdır ki talebeler azalmış, talebelerin tahsile rağbetleri kalmamış. Hakları da vardır. İnsan-ı âkil fâidesiz şeyi tahsili için vaktin zâyi’ ve ihtiyâr-ı taab ü zahmet etmez. Bundan yirmi, yirmi beş sene evvelisi Harem-i Şerif dolusunca ulemâ-yı kiram ulûm-ı hakîkiyye ve maârif tedrisiyle Harem-i Şerif’i inâre etmede idiler. Sizler şu zevât-ı kiramın evlâd u ahfâd u telâmizisiniz, onların mesleklerini ihyâ etmek size lazımdır. Ben bu hususta sizlere çoktan tenbihât ve telkînâtta bulunacaktım. Fakat beni bu âna kadar umûr-ı idariyye ile iştigâlim bundan men’ eyledi. Ve te’hire sebep oldu. Bakıyorum ki vakit geçiyor. Umûr-ı talîm ve tedrisiye gittikçe tedenni ve inhitâta doğru gidiyor. Binaenaleyh sizi buraya davet eyledim. Bazılarınız gelmemişler ise bu mesâilledir. Lakin “innemel a’mâlü bi’n-niyât” . Hâzır olanlara teşekkür ederim. Şimdi size diyeceğim şudur ki sizin her biriniz iktidârı dairesinde bildiği talîm ile iştigâl eylesin. Gerek ulûm-ı diniyye, gerek ulûm-ı âliyye gerek ulûm-ı riyâziyye, coğrafya, hesap, hendese, hey’et, cebir ve mukâbele gibi. Siz bir yere toplanınız. İçinizden münâsip olan bir miktarınız sarf ve mebâdi-i nahiv talîmine ve bir miktarınızı elfiyye ve onun şerh ve haşiyeleri ve o mertebede olan kitapların talîmine ve bir miktarınızı maânî, beyân, bedii, aruz, inşâ’ ve fesâhat ve belâğat talîmine ve bir miktarınızı her mezhepten fıkıh, hadis ve tefsir ve ahlâk talîmine ve bir miktarınızı ulûm-ı riyâziyye, coğrafya, hesap, hendese, hey’et, cebir ve mukabele bu gibi fenler talîmine tayin ederek, mehmâ emken tedris ve talîm yanında mesâile etmemekle tavsiye ve te’kid ediniz. Ben cins ve şahıs tanımam. İlim ve fazldan efdal bir şey yoktur. Ben onu biliyorum ve sizin de şu mesleğe sülük ederek bu filandır, bu öyledir, bu böyledir demeyerek herkesin ilim ve fazlına göre muâmele edeceğinizden eminim. Ha işte ben zimmemi tefriğ eyledim. Artık iş sizde kaldı. “Göreyim ne yapacaksınız?” diye bunu iki üç kere tekrar eyledi. Ve şimdi devletin muzayakasını görüyorsunuz, biliyorsunuz. Binaen aleyh talîm ve tedrisiniz mukabilinde medâr-ı ta’yîş olacak bir muhassasât tayin edemiyorum. Bu hususta mazurum. Ve maa zalik bunun da bir çaresini aramadan geri duramam. Devletin başına çökmüş şu facia ber-taraf olursa müstakbelde bi’t-tedric bunu da yaparız. Siz sâbıkı misüllü mevcudîne kanaat


edip hasbeten lillah talim ediniz. Bu güne kadar terbiye eden Allah bundan sonra da terbiye eder Allah kerimdir, diye ifadesini itmam eyledi. Bunun üzerine herkes teşekkür ederek dağıldılar. Bu fakir arkaya kalıp ayrıca teşekkür eyledim. “Nazar-ı siyadetinizde ilim ve fazlın her şeye rüçhaniyetini bildikten sonra herkes vüs’ ve takatinin dairesinde sarf-ı mesâi edeceğinde şüphe yoktur.” dedim. İzhâr-ı memnuniyet eyledi. “İlim ve fazilet benim indimde nasıl her şeyden üstün olmaz? Tabii ki öyledir.” dedi. Bundan beş altı gün geçtikten sonra Harem-i Şerif’in ittisalinde Şerif Hazretlerine mahsus medreseye, ilimler cemiyetine Şeyhu’l-ulema tarafından resmen davet olundum. Vardım kırk kadar ulema var idi. Şeyhu’l-ulema Müfti’lHanefiye Şeyh Abdullah Serrâc cebinden bir kâime çıkardı. Emin fetvasını ulemalara okudu. Filan filan kimseler filan filan fenleri ve filan filan kimseler filan filan fenleri okuturlar ilh. diye yazılmış, hazirunun bazıları Şerif’e ve Şeyhu’l-ulemaya teşekkür ettiler, “Çok güzel yapmışsınız baş üstüne elimizden geldiği kadar çalışırız.” dediler. Ve bazıları da talebenin kılletinden belki fıkdanından şikâyet eyledi. Onun üzerine Şeyhu’l-ulema ve ileri gelenler “Size, yok talebeyi tahsil ediniz demiyoruz, belki mevcut talebeye talim ediniz diyoruz” dediler. O esnada Mevlânâ Seyyid Abdullah Zevavî fakire bakıp bir manidâr gülüş ile güldü. Bunun üzerine cemiyet dağıldı. Ben yine sonraya kalıp Şeyhu’l-ulema ve ileri gelenlere “Mademki bu silsile-i evlâdiye (babasının vazifesi ehliyeti olmasa da oğluna kalmak) mevcut iken talebe icât edip bihakkın neşr-i ilim etmek muhaldir. Ve sâniyen sizler herkesin kendine müracaat edip ona göre ders tayin etmemişsiniz. Ve sâlisen dersleri taksim ve vakitleri tayin etmemişsiniz ve râbian ne yolda ders takrir edeceklerini söylemediniz. Müderrisler hall-i ibâre-i kitap ile iktifâ ediyorlar. Bunun içindir ki tâlib-i hakikat olan bizim Fizan talebe-i müstaideleri bu âcizin halka-yı tedrisiyyesine gelmeye mecbur olurlar. Siz zannetmeyiniz ki ben onları yerli ulemadan tenfir edip kendime çekiyorum. Belki bilakis “filan ve filanların derslerine oturunuz diyorum. Onlar oturup bakıyorlar da kanâat etmeyip bu fakire tekrar müracaat ediyorlar” dedim. Bunun üzerine bazıları tarafından fakire şiddetli hücumlar olup az kaldı ki zavallı Aliyyu’l-Kâri’nin başına geldiği felaket benim de başıma gelsin artık ben de Herakl ile Rumlar ve bir kassas-ı kâzibenin “İnnallahe halaka sureyn …” ilh. dedikte bunu

tekzip eden Şa’bî kıssalarını der-hatır eyledim de sustum. O vakit Seyyid Abdullah yok idi. Bunu işittikte hane-i fakire gelip fakiri tevbih eyledi. Ve (Em tahsebu ekserehum yesmeâne ev yakilûn” ayetini okudu. Neyse behemehâl büyük derslerden değilse de küçük ders veren halka-yı tedrisiyle Harem-i Şerif’in her cihetinde gözükmeye başladı. Binaenaleyh Şerif Hazretleri dün tekrar ulemayı huzuruna davet edip izhar-ı teşekkür ve sa’y u gayret etmeye teşvik ve tergîb eyledi. Ve maaşlar için de bir tarikını buldum. Fakat sene-i âtiye ibtidâsı gelmeden olmaz. Evvela az olur. Fakat git gide inşaallah tezâyüd eder diye bu cihetle de ziyade teşvik ve tergîb eyledi. Bu kadarcık ile bir şey olmayacağı bedihidir. Islah-ı hakîkî hâriçten mütehassıs ve pedagog âlimler celbetmekle ancak olabilir. Fakat böyle işin başlanmasına biz sevinmiyoruz. Şerif Hazretleri bunun peşini bırakmazsa birazdan imtihanlarda olursa lâ-bud tedricen bir nev’ ıslaha yüz tutar, zaten imtihan olacağını rüesâ ifade ettikleri gibi Şerif Hazretleri de evvelki ifadesinde “Eğer siz ihzâr-ı acz ederseniz o vakit hâriçten muktedir zevat celbine mecbur olurum. O vakit bana gücenmeyiniz” demişti. İşte benim unvan-ı makalede güzel bir teşebbüs dediğim de müstakbel itibarıyladır. Zaten bu dört sene zarfında rüştiye yanında bir numune-i ibtidâiye açılıp rüştiye, ibtidâiyede mecmuu 300 kadar Mekteb-i Felah’ta (Hintliler tarafından aslı Cidde’de ve bir şubesi Mekke’de açılmıştır) 500’e karîb, Medrese-i Hayriye’de 200 kadar, Burhan-ı Terakki-i İbtidâiyyesin’de 100’e karîb, Hindî Medresesi’nde 250 kadar talebe mevcut olduğu gibi Cidde ve Taif’te de birkaç mektep açılmıştır. Ve Taif’te bir İnâs Mektebi de küşâd olunduğu gibi inşaallahu teâlâ yakında Mekke’de de küşad olunmak üzeredir. Mânia ancak muallimenin fıkdanıdır. Bu tadât ettiğimiz mektepler fi’l-cümle ıslah olunmuş 87


zühdü Memduh değildir. Zühd, tevekkül meselelerini ben el’Lüzûmiyyat’ta gayet tafsilli surette yazmıştım. Ebu’l-âla Maarrî gibi büyük zâhidin Lüzûmiyyât’ını hıfz ve tercüme etmiş, el-Muvâfakât gibi büyük bir usûl kitabını şerh ve tab’ etmiş, İfâdâtu’l-Kiram fi Şerhi Bülûğu’lMerâm gibi gayet büyük kitabı kendi kalemimle telif etmiş Musa Carullah zühd manalarından elbette gaflet etmez. İbaremde zühdü mukayyed zikrettim: Rahatı, saadeti yoklukta arar zâhid, dedim. Zengin olup da zâhid olursa vücudunu bütün dakikalarını vatan yolunda vakfedip de zâhid olursa öyle zâhidler yüzü suyu hürmetine devlet de, vatan da, millet de aziz olur.” Petesburg mekteplerdir. Eski mektepler bunlardan hâriç ve bunlardan başka hariku’l-beldede bir mekteb-i ibtidâî küşâd olunmak üzere yerler, planlar tayin edilmiştir. An karîb inşallah irade vücuda çıkar. Bu tadât ettiklerimiz Mekke-i Mükerreme gibi menba’ı envâr-ı ulûm ve maârif bir yere nisbeten lâ şey mesâbesinde ise de fakat bundan dört sene evvelki haline tedricen ise de terakki etmesine nazaran yine şâyân-ı şükrandır. Üstad-ı Muhterem Musa Carullah Efendi Hazretleri’nin sermuharririmiz Abdurreşid Efendi’ye irsâl buyurdukları mektubun umuma müteallik fıkralarıdır: “Hazret-i Üstad! Devlet-i aliyyenin şu günkü siyasi hallerine dâir en dürüst olabilecek haberleri zinhar yazınız! Hârici düşmanların şu kadar şiddetli hücumları vaktinde dâhilen o kadar hâinâne rezâletlerin bir nihâyeti olmuyor mu? Niçin dâhilî fitnelere nihayet vermek çârelerini aramıyorlar? Kendi nazarlarınızı Bab-ı Meşîhat kapısından çıkarıp Meşîhat-ı İslâmiye namına meydana kendi fikirlerinizi koysanız olmaz mı? Nerde bizim Kur’an, Kur’an-ı Kerim’e itikadımız, ihtiramlarımız nerede? İslâm Dünyası sahifelerine eserlerimin dercinden gayet memnunum, tenezzülen bana o kadar ihtiramlarınıza da teşekkür ederim. 7. adette zühd meselesinden dolayı serdolunan itirâz bana müteveccih olmasa gerek. Zira ben zühdü (yoklukta saadeti, rahatı aramak)la tefsir etmedim. (Yoklukta saadeti, rahatı arar zâhidler) dedim. Asıl zühd güzel şeydir. Lakin yoklukta saadeti arayan kalenderlerin, dervişlerin sayı//58// mayıs 88

SÖZLÜK

ahfâd: torunlar. bâlâ: aşağı, alt. bedihi: açık. inâre: nurlandırmak. fıkdan: yokluk. hall-i ibâre: ibare çözmek. hasbeten lillah: Allah rızası için. ibtidâ: başlangıç. iktifâ: yetinme. inhitât: çökme, gerileme. karîb: yakın. kassas-ı kâzibe: yalancı anlatıcı. kıllet: azlık. küşâd: açma. la-bud: mutlaka. maa zalik: bununla beraber. mehmâ emken: imkân ölçüsünde. mine’l-kadîm: eskiden beri. misüllü: benzeri. muhal: boşuna. muzâyaka: sıkıntı. müteallik: ilişkin. rüçhan: üstünlük, öncelikli. siyâdet: efendilik. tadât: sayma. talebe-i müstaide: yetenekli öğrenci. tarik: yol. tedenni: gerileme. tefriğ: boşaltma, kusma. tevbih: paylama. tezâyüd: artma. vüs’: takat. zimme: ? zinhar: kesinlikle.

DİPNOT

1- “Ameller niyetlere göredir.” HŞ., (Yhn). 2-“Muhakkak Allah iki sur yarattı.”, (Yhn.). 3- “Sen onların çoğunun işittiğini veya aklettiğini mi sanırsın?”, 25/Furkan: 44, (Yhn).


im olursa olsun, ne konuşursa konuşsun, ne söylerse söylesin; önce dinlemesini bilmek, sonra da dinlediğimizle ilgili olarak güzel güzel konuşmak gerekir. Konuşmak bilgi, kültür, maharet, bilgi sunabilme becerisi; dinlemek, dinlemesini bilmek, saygı, hoşgörü, fedakârlık gerektirir.

ÖNCE DİNLEMESİNİ

BİLELİM!

Günümüz insanı dünün insanına göre daha çok konuşuyor fakat daha çok dinlemiyor. DURDU ŞAHİN

Dinlemek, dinleyebilmek, hele de karşıt fikirdekileri dinlemek, ilk bakışta aleyhimize gibi görünen konuşmaları dinleyebilmek erdemli olmanın belirtileridir. Erdemli olmak yani er kişinin özelliklerini bünyesinde bulundurmak, kendinden, kendi fikirlerinden, kendi haklılığından, kendi sözünden, kendi özünden haberdar olmak... Günümüz insanı dünün insanına göre daha çok konuşuyor fakat daha çok dinlemiyor. Dinliyor zannettiklerimizin birçoğunun da dinliyor görünenler olduğunu da düşünürsek dinleme, dinleyebilme erdemi bakımından alacağımız not pek sevindirici olmaz. Zamane insanı sadece kendi işine geleni, kendini onaylayanı, kendini destekleyeni dinliyor, kendi kusurlarını dürüstçe söyleyeni, doğru fakat insanı üzücü gerçekleri ne duymak ne dinlemek istemiyor. Sadece kendini, sadece kendiyle ilgili olanı, sadece kendini haklı ve doğru bulan, onaylayan sözleri dinlemek aslında bir hastalık belirtisidir. Bu hastalığın tek tedavisi vardır o da ilme, gerçeğe, kendine saygılı olmak denen esaslı erdemle donanmaktır. Bu erdemden yoksun olmak, aslında birçok güzel hasletten yoksun olmak, yavan kalmak, fasit ve kısır bir döngü içerisinde kendini ve kıymeti zamanı tüketmek demektir. İlmî, tarihî, insanî özellikleri olan, temelleri bulunan, gerçeği dillendiren, geleceğimize yönelik güzellikler sunan, barışı, başarıyı çiçeklendireceği hususunda şüphe barındırmayan sözleri, konuşmaları dinlemek; bizim bilgi hazinemizi daha da kuvvetlendirecek, kültür dağarcığımızı zenginleştirecek, zihin dünyamızın daha bir aydınlık olmasını sağlayacak, fikir ve görüşlerimizin anlam kazanmasına katkıda bulunacaktır. Önce dinlemesini bilelim. Önce dinlenilecek sözleri dillendirmeyi bilelim. Dinleyerek düşüncelerimizi daha dingin daha zengin eyleyelim. Dilimizle güzel konuşmaya, kulağımızla güzel sözleri dinlemeye, aklımızla, yüreğimizle hak ve hakikatlere, erdeme, faziletlere yürümeye alışalım vakit varken. 89


ŞEHİR SOHBETLERİ 19

1.GİRİŞ

Sohbet geldi şehrin aynası olan kahvehanelere dayandı. Kahve üzerine herkesin sözü var. Erkeklerin kahve alışkanlığı var. Olmayanlarda bir bahane ile uğrarlar. Düne baktığımızda şehrin aynası mekânlar. Yenilerde modern dediğimiz hayatın değişim dönüşümüne uğruyor. Kimileri yerinde sayıyor, klasik kalıyor, kimileri “kafe” denen hala tanımlayamadığımız mekânlara dönüyor, kimileri de şehirden çekiliyor. Bize de eğilmek düşüyor. 2. SOSYOLOJİDEN BAKMAK

KAHVEHANELER

Eski adamlar buralara bahane yerleri diye anlatırlar. Güzelde bir atasözü söylerler. “Kahve bahane, sohbet şahane”. Ahmet NARİNOĞLU

Kahveler nasıl çoğalıyor? Bu kadar kahveye insanlar nasıl doluyor? Şehrin bütün işyerleri kahve olsa hepsini dolar mı? Hayat burada mı başlıyor? Burdamı bitiyor? Efsunu nedir ki, insanlar koşuyor, içeriler tıklım tıklım. Orda neler oluyor? Neler bitiyor? Kahvelerde üç mesele var: sigara, dedikodu, oyun . Üçü de insanı gerileten küçülten, aslından uzaklaştıran bahaneler. (Bir de cep telefonu eklendi iyi mi?) Eski adamlar buralara bahane yerleri diye anlatırlar. Güzelde bir atasözü söylerler. “Kahve bahane, sohbet şahane”. Kahvelerde ne kazanır ne kaybedilir? Kahve müdavimleri üzerine toplumun algısı şöyle. Kahveye gidenler tembeldir, karamsardır, başıboştur, sorumsuzdur, miras yedicidir, argocudur. Kahve sosyal hayatın bir parçasıdır. Kurumdur, görevleri var. Henüz yerine müessese bulunamıyor? Yenilerde topluma yabancı.Belki çayhaneler bu vazifeyi üstlenebilirdi? Ekonomik zihniyet çayla neler işletmeliğini bir kenara atıyor. Kahve insanlara malayani şeyler sunuyor. İnsanlar keselerini açıyor çay içiliyor. Çay bahane ikisi de memnun. Kahveler inadına kirli. Temizlik ama kimin için? Adam ona gelmiyor ki. Hedef ruhu öldürmek. Koşarak geliyorlar zehirlenmeye ve efsunlanmaya. Zamanında caka satanlar bu mekânlarda yetişmiş. Zamanla uyumuş nesillerin durağı olmuş. Düşünemeyen, konuşamayan ortam. Burada kim kimi anlıyor? Kim kime dost? Kim kimle sohbet eder? Kâğıtlar, oyunlar arasında. (Birde cep telefonu varken hem bir arada hem değil.

sayı//58// mayıs 90


Ayaküstü uğramayla başlayan kahve alışkanlığı giderek hastalığa dönüşür. Bir uğrağı olur. O kâşane siz meczup. Kahveye gidenler sınıflara ayrılabilirdi? Yaş grupları, köylü- kenti, zenginfakir, işli- işsiz gibi. Kahvehanelere sosyolojiden bakılmalı. Bilim adamları yurdumuzda kahve sosyolojisi üzerine çalışmalılar. Sohbettekiler literatürde kahve araştırmaları görmediklerini söylediler. 3. KAHVEHANE HİKÂYEMİZ

Kahvehaneler şehirlerde doğdu. Şehirli. Sonra kasaba ve köylere yayıldı. Yayıldı ama iyi tuttu. Şehirde her sosyal tabakanın kahveye bakışı var. Var ama kahveler nedense sevilmez. Ama kahvehanesiz de olmaz. Bahane ile kahvehane yalnıza kafiye benzeşmesi olmazlar. Mana yakınlığı taşırlar. Kahvehaneye hep bir bahane ile girilir. Arkadaş görmek, birine bakmak, vakit geçirmek, çay içmek. Acaba çay olmazsa kahvehane olur mu? Veya tadı olur mu? Çay ocağında gelen şakırtılı sesler homurtulu konuşma yığınları, kirlenmiş eşyaları, sigara dumanları,(bir zamanlar) yerlere dökülmüş atıklar, oyun aletleriyle telaşla çalışan- uğraşan didişen meşgul insanlar, donuk yüz ifadesi, geçen zamanlar, zamanlar… Bu sosyal mekânlar bize göre mi? Biz mi hazırlıyoruz? Buralarda tutunmamamızın sırrı ne? Bedava bulduğumuz ama çay parasıyla kirli havayla tükettiğimiz ömür için ne diyeceğiz? Kahvelerde kitap okunsun dediler, sigara içilmez dediler, sohbetler edilsin dediler, tertip düzenli olsun dediler, tutmadı. Suç kahvehanenin mi? Müdavimlerin mi? Kahveler toplumun birer aynası diyorlar bizi anlatıyormuş. Mesela seni temsil ediyor mu? Ben’i temsil etmiyor Kahveler, sosyal yara değil mi sosyal analizlere muhtaç. Hak yemeyelim. Mesela Anadolu’nun bazı köy ve kasabalarında iş zamanları kahveleri kapatırlar. İş dışı zamanlarda toplanma, dinlenme yeri olarak kullanırlar. Ama çok olmalı. Küçükken bir hikâye hatırlıyorum. Annesinin zoruyla kahvede kumar oynayan babasından ekmek parası almak için içeri giren çocuğu önce babası sonra kahvecinin tekme-tokat dışarı atışını, çocuğun öfkeyle camlarını taşla kırdığını,

karakolluk oluşlarını. Toplumunda bunu ballandıra ballandıra anlatışını. Kimilerinin çocuğu, kimilerinin kahveciyi, kimilerin babayı tutuşları. Bizde kahvenin başka adları da var. Kahvehane, tembelhane, laf hane, laklak hane. Anlaşılan kahveyi içimize sindirememişiz. Ama onsuz da edemiyoruz. Şair haklı, Ne seninle oluyor /Ne sensiz diyor. 4.KAHVEHANELERDE DURUM

Kahveler başlangıçta kentte doğdu. Sonra kentleşen yerleşim yerlerine yayıldı. Sosyolojiden bakıldığında kahve için insan, insanında boş zamanı olması gerekir. Başta böyle kurulan kahveler giderek konumu değişir. Yeni biçimle alır. • Boş vakit geçirme mekânı • Eğlenme eğlence mekânı • Sosyalleşme mekânı • İletişim mekânı • Yönetim mekânı • Kültür, sanat, …mekânı • Görüşme buluşma mekânı Gibi fonksiyonlar icra eder. Artık kahve toplumdan çekip alınamaz. Boş zamanı olan, başka gidecek yeri olmayanların uğradığı yerler kahvehaneye gide gele alışkanlık doğar. Alıştığımız kahve ne halde? Orda neler oluyor? Kahveye (ortamına) alışır, bol bol sigara içilir (şimdilerde az), sohbet edilir, arkadaşlık kurulur, dedikodu yapılır, gazete okunur, haber dinlenir/verilir, buluşmalar yapılır, adres niyetine kullanılır, siyaset yapılır, istekler/ 91


dilekler/ihtiyaçlar konuşulur, toplantı yapılır, oyunlar oynanır, eğlenilir, dinlemeler, okunur, kamuoyunu oluşur, görgü mekânı olur. Dünün kahvesi başka alternatifler olmadığı için sosyal kültürel hayatın vazgeçilmezi olur. Alışkanlık, sohbet, ihtiyaç, tutunma mekânları olur. Kahvelerin çoğalması ve başrol oynar. Hem şehri dernekleri hem kahveleri geliştirir yayar, hem de onlar sayesinde tutunurlar. Şehir kahveleri hemşeri hikâyeleri ile doludur. Bir tespit; Alt gelir gruplarının oyun oynanan, çay, meşrubat içilen sigara dumanı ile dolu (şimdi iyice) kapalı mekânlar diyebiliriz. Peki kahveye kimler gelir. Girenler iki gruba ayrılır. Geçici, tesadüfi gelenler. Müdavinler. Geçiciler ya biriyle buluşmak veya zaman geçirmek için girerler. Fazla kalmazlar. Oturanlarla kaynaşmazlar. Kahvenin gerçek sahibi yani kahvehane kimliğini temsil eden müdavimlerdir. Buradan da yöreye göre değişir. Günün saatlerine göre farklı olurlar. Bunlar kahvenin doya doya tadını çıkarırlar kahvede uzun kalırlar. Tanış oldukları için samimi davranırlar. Bu yüzden kahveler toplumun doğal, samimi, güven yönünü yansıtır.

çarşı kahveleri şehirli (yerli) ile yabancı (geçici) olanı kaynaştıran ortamlar.

Kahveler; şehirlere, şehirlerden kasaba yayılınca oralı oldular. Yani şehirli oldular. Kasabalı oldular. Sonra köylüleştiler. Şehirde kahveler toplumun iki yönünü temsil eder.

Yeni zamanda kahveler toplumun değişimine ayak uydurarak değişirler. Kahvelere toplumun aynası dediğimize göre değişimi kabul etmeliyiz ve görmeliyiz. Toplumla at başı koşan kahvenin yolculuğun seyredelim. Tanık olalım. Osmanlıya giren ilk kahvehaneler herhalde çayhane idiler. Sohbetler, dert dökmeler, iç çekmeler, hoş vakit geçirişler. Şakalar. Şakacıklar…idi.

Çarşı kahveleri. Şehrin dışa açık yüzüdür. Şehir hayatını dışa yansıyan yönlerini sergiler. Buralar hizmet sunma yanında şehri tanıtma, şehir hayatına katılma yerleri. Sosyalleşme mekânları sayı//58// mayıs 92

Mahalle kahveleri. Çarşıdakilere göre yerli, daha içine kapanık. Buraya mahallede oturanlar gelir. Yabancılar az düşer. Önceleri çarşıda boy gösteren kahveler mahalleye nasıl girerler? Kahveler; mahallede sivil mekan (ev, konak) ile dini mekanların (cami, mescit vb) ortasında geleneksel hayat tarzını yansıtan mekanlar olarak yer alır. Geçmişi de çok eskilere dayanır. Mahalle kahveleri, mahallelilerin düşüp kalktığı yerler. Mahalle kültürünü, sokak kültürünü tanıtır, yaşatırlar. Mahalle kahveleri, mahallenin eli ayağı gibidir. • Yabancılarla mahalleliyi tanıştırır • Mahalleliler arasında ilişkin sağlar • Mahallelilerin eğlendiği dillendiği yer olur • Mahallenin günübirlik hayatını izler • İhtiyaçları karşılar • Problemlerini çözer • Dayanışma ve yardımlaşmayı sağlar • İnsanları ve olayları izler •Bilgi alışveriş ortamı oluşturur 5.YENİ KAHVEHANELER


Köyden şehre güçle beraber, yığılan hemşerilerin toplandığı “hemşehri kahveleri” devri başlar. Reşat Nuri Güntekin hikayelerinde bunu işler. Bu kahveler; tutunma, iş bulma, çalışma, yerleşme, tanışma, gruplaşma alt kültürlerini yaşama mekânları olur. Kent ile kaynaşmaya engel oluyor, hatta çatışıyor eleştirileri yapılmaktadır. Kahveler ayrı çayhaneler ayrı. Birde daracık yerlerde çay ocakları açılır. Çayhaneler esnafa çalışır. Bunlara “esnaf çayhaneleri” de denir. Çayhaneler tabure ve masalardan ayrılır. Mekanları dar, sıkışıktır. Kahveler hem toplumun değişimine ayak uydururlar, hem de kentin gelişimine göre değişirler. Toplumun yaşam biçimlerine uyarlar. Artık kahveleri daha açık ferah alanda tercih ediyorlar. Kapalı, açık alan kahveciliği yaygınlaşıyor. Kahvelere rakipler geliyor. Düşmanlarda desek doğru olur. Kahraman bakkalını katil AVM rakibi gibi. Baş rakipleri kafeler. Toplumun tam aynası kafeler. Aile, kadın, erkek, çocuk, yaşlı-genç, yerli-yabancı orda. Yeniliyor, içiliyor, eğleniliyor, konuşuluyor, vakit geçiriliyor. Kahvenin acımasız rakibi. Kamu tesisleri, dernek lokalleri kahvenin yeni rakipleri. Ucuz, konforlu, havalı, cazip Girişçıkışta kolay. Şehir Kulüpleri, meslek kulüpleri kahvelerden müşteri çekiyorlar. Oralar daha seçkin, dar guruplara hitap ediyor. Gireni-çıkanı az. Rahatlığı, sadeliği tercih ediliyor. Eğlence mekânları, açıkları-kapalılar ile kahveyi zorluyor. Eskiden eğlendiren, güldüren kahveler devrini tamamladırlar. Artık her çeşit eğlenceye hitap eden ayrı ayrı yerler var. Açık-kapalı konforlu. İstenenin üzerinde hizmet sunuyor. Meyhaneden tutun, müzik mekânlarına kadar.

6.BAKIŞ

Kahveler bu coğrafyaya girdiğinde kahve içmek, keyif almak mekânlarıydı. Zaman geçti, toplum değişti, kahveler yeni biçimler aldı. Bu gün çeşit kahveler var. İsimleri, konumları mekânları, durumları, değişir. Yeni kahveler yeni fonksiyon üstlendiler. • Kahveler kültür merkezi haline gelmiştir TV, gazete her kültürden, görgüden insanlar bir araya geliyor tanışıyor, konuşuyor, tartışıyorlar. • Kahveler iletişim merkezi haline geliyor. Her türlü yazılı-görsel- sanal iletişim araçları kahvelerde kullanılıyor. İletişim ağı gelişiyor. • Kahveler komu oyu oluşan mekânlar. Toplumun her kesimi kahvede olduğu için toplum nabzı burada atıyor. Hadiseler, olaylara tepkiler takınılan tutumlar burada belli oluyor. • Kahve toplumun ortak buluşma mekânları olduğuna göre mesaj kolay alınıyor veriliyor. Kamuoyunda bilgilendirmeler yapılıyor. • Kahvelerde yaşam tarzlarını temsil ediyor. Kadınlı erkekli yaşam kahveler yansıyor. Kafeler buna örnek. Hayatta gece gündüz iç içe geçmiş durumda Kahvelerde bundan nasibini alıyor.

Parklar, bahçeler kahve gibi çalışıyor. Kahvede ne varsa fazlası orada. Üstelik ortamı çok rahat, ferah, çekici. Hatta buralara çay bahçeleri deniyor.

• Kahveler siyasal katılımın, siyaset alanının tartışıldığı yerler oluyor. Bu anlamda dedikodu, politika duyumlar, haberleşmelerin de mekânı oluyor.

Gizli, açık rakiplerini gören kahveler savunmaya geçiyorlar, değişime dönüşüme ayak uydurmaya çalışıyorlar. Müzik kahveleri, kitap okuma kahveleri, Nargile kahveleri, maç/TV kahveleri ve diğerleri gibi. Kahveler bir yandan ev hizmeti, bir yandan toplumsal hizmet veriyorlar.

Diyebiliriz ki; Yarının kahveleri evle sokağı birleştirecek. Mahremiyetin kalktığı toplum da kahve tek mekâna dönüşecek. Ev, hane, kamusal alan, çarşı-pazar, sokak kalkacak, yerini kahveler alacak. Her şey ortada olacak. Her şey orada olacak. Ama adı kahvehane, kendi başka olacak. 93


eğerli kültür adamı, aziz büyüğüm, gazeteci Abdullah Işıklar, Bâbıâli’nin unutulmaz kitapçısıdır. 1950’li yıllarda yayımladığı Fetih, Türkiye’nin ilk İslami yayın organlarından biri. Babıâli’de bazı mahfiller vardır. Dükkân gibi görünür, bodrum kattadır, küçüktür. Ama orada ilim ve fikir hayatı hep dinamiktir, canlıdır. Bütün edipler, sanatkârlar, gazeteciler, yayıncılar oraya gider. İşte Abdullah Işıklar’ın Çatalçeşme Sokaktaki ‘Işıklar Kitabevi’ de böyle bir misyona sahipti.

BÂBIÂLI’NİN MİHVER KİTAPÇISI

ABDULLAH IŞIKLAR Abdullah Işıklar 1933 Malatya Arapkir doğumlu. 1952 yılında gazeteciliğe başladı. İlk çalıştığı gazete, üstat Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı Büyük Doğu gazetesiydi. Büyük Doğu bir dönem günlük gazete olarak çıkarken Işıklar, gazetede polisadliye muhabirliği yaptı. Mehmet Nuri YARDIM

Tabii biz son dönemine yetiştik, ama ilk dönemlerinde oraya devam edenler arasında Necip Fazıl, Eşref Edip ve başka büyük zatlar var. Necip Fazıl namazlarını bu dükkânda kılarmış. Âdeta mescit olan bir dükkân… Abdullah ağabeyimizin hizmeti çok. Neşriyat yapmış, dostları buluşturmuştur. AKADEMİYE DÖNÜŞEN KİTABEVİ

Abdullah Işıklar 1933 Malatya Arapkir doğumlu. 1952 yılında gazeteciliğe başladı. İlk çalıştığı gazete, üstat Necip Fazıl Kısakürek’in çıkardığı Büyük Doğu gazetesiydi. Büyük Doğu bir dönem günlük gazete olarak çıkarken Işıklar, gazetede polis-adliye muhabirliği yaptı. Daha sonra Yeni Sabah’ta çalıştı. 1950’li yılların sonlarında 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ne kadar Sultanahmet Cankurtaran’da Fetih gazetesini çıkardı. O yıllarda Türkiye’nin mümtaz ilim, fikir, sanat ve tasavvuf büyüklerini yakından tanıdı. 60’lı yıllarda Cağaloğlu’nda bir edebî mahfile dönüşen meşhur dükkânını açtı. Fetih gazetesinde yazıları yayımlananlar arasında meşhur müfessir Hasan Basri Çantay, büyük âlim Ömer Nasûhî Bilmen, ilim adamı H. Fikri Aksoy, hukuk hocası Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, edebiyat hocası Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan, tarihçiler İsmail Hâmi Danişmend ve Ziya Nur Aksun da bulunuyor. Akademiye dönüşen dükkânın müdavimleri arasında Sırat-ı Müstakîm ve Sebilü’r-Reşad’ın yayımcısı gazeteci yazar Eşref Edip Fergan, İstanbul Müftüsü Bekir Hâki Yener, Kadıköy Müftüsü Ali Fikri Yavuz, Sönmez Neşriyat’ın kurucusu Ali İhsan Yurt, hadis külliyatından Tâcü’l-Usûl mütercimi Bekir Sadak, Sultanu’ş Şuara Necip Fazıl Kısakürek, büyük dava adamı Osman Yüksel Serdengeçti, mütefekkir, şair ve yazar Sezai Karakoç da bulunuyor. 2008’de Büyük Dua Kitabı ile İmam Hatip Okulu Mezunları

sayı//58// mayıs 94


Cemiyeti’nin Kapatılışı üzerine kaleme aldığı Vicdan Hürriyetinin Muhakemesi ve İlmi Hüküm yayınlandı. HATIRALARINI ANLATMIŞTI

ESKADER olarak beş yıl önce düzenlediğimiz Bâbıâli Sohbetleri’nde “Maziden Hatıralar”ını anlatmıştı. Uğur Canbolat’ın yönettiği o toplantı, 14 Ağustos 2014 tarihinde gerçekleşmişti. Birbirinden ilgi çekici hatıralarını dinlerken kimi zaman hüzünlenmiş, bazen de neşelenip gülmüştük. Ama çok istifadeli ve mükemmel bir gece yaşamıştık. Dinleyiciler arasında Osman Akkuşak, Mustafa Akkoca, Muhittin Nalbantoğlu, Fırat Kızıltuğ, merhum Veli Avcı da vardı. Canbolat, o gün Abdullah Işıklar ve mekânını şu cümlelerle dile getirmişti: “O kendi başına içinde pek çok ana bilim dalı bulunduran bir akademi. Çok derin ve renkli simaları barındıran kapsayıcı bir gönül. Çayla beraber muhabbeti de kaynatabilen bir kişi. İnsanı içine çeken enfüsi bir havası var. Protokol yok, resmiyetten uzak. Meselesi, davası, ağrısı, sancısı olanların mekânı. Bu kültürün, bu örfün insanlarının sancılarının açığa çıktığı bir huzur beldesi. Büyük bir kültür nehrinin coşkun aktığı bir yatak. Meşhurlar ile meçhullerin cem olduğu bir ortam. Bir nevi kültür dünyamızın harman yeri. Gariplerin yurdu, meczupların mekanı, âşıkların durağı.” HAKKINDA BEŞ AYRI DAVA AÇILDI

O gün anlattıkları arasında şu sözleri unutmak mümkün değil: “Fetih gazetesi her hafta muntazaman çıkardı, hakkımda beş ayrı

dava açıldı 75 yılla yargılandım, eskiden selam vermek dahi 163’e girerdi, beş davanın sonucunu beklerken bir anda basın affı çıktı bunlar da düştü. Açılan bir dava, ‘500 caminin kapatılması veya kiraya verilmesi’ ile ilgiliydi. Bunun için yazılan raporda, “Her ne kadar 500 caminin satılması veya kiraya verilmesi haberi Meclis tutanaklarına girmiş ise de bunlar laiklik icabı zaruri işlerdendir.” deniliyor ve Abdullah Işıklar’ın cezalandırılması yönünde rapor yazılıyor. Bu raporun altına imza atanlar arasında, sağcı bilinen Sulhi Dönmezer ve Naci Şensoy da var. TÜRKİYE’NİN MANZARASI

Abdullah Işıklar’ın hatıraları çok değerli. Necip Fazıl’la muhabbeti fazla. Şu cümleleri unutmak mümkün değil: “Üstat dükkâna devamlı gelirdi, çok defasında muz getirirdi, eli boş gelmezdi. Bir gün ona dedim ki, ‘Üstadım 50. Yılında Türkiye’nin Manzarası diye bir kitap yazar mısın?’' Elimi tuttu ve ‘Yazarsam yayınlayacak mısın?’ diye sordu. ‘Yayınlarım.’ dedim. 15 gün sonra yazıp getirdi, yayınladım. Zaman zaman namazını benim dükkânımda kılardı.” Bediüzzaman’la olan hatıralarını anlatırken şunları söylemişti: “Beni tanıştırdılar. Fetih gazetesini çıkardığım için bana teveccüh etti, ‘Sizi çok seviyorum siz amme hizmeti yapıyorsunuz.’ dedi.” Bu toplantıdan önce 27 Ekim 2011 tarihinde ise rahmetli gazeteci Ali Gürbüz’ü anmıştık. O toplantıya da iştirak etmiş ve dostunu anlatmıştı. 95


ayaklı kütüphaneleri hep hatırlamalı. Yakın dostu Mustafa Akkoca, bu efsanevî dükkâna her meslek ve meşrepten insanların geldiğini söyler. Keşke mühim bir geleneğin yaşatıldığı bu dükkân, mümkün olsa da bir müzeye dönüştürülebilse. En azından duvarına bir plâket çakılsa. Dükkânında cuma günleri dostlarıyla buluşan Işıklar şimdi yakınlarıyla evinde görüşebiliyor. Abdullah Işıklar’ın dükkânı “Işıklar Kitabevi”, hakikaten müstesna bir mekândı. Zaman zaman benim de ziyaret ettiğim dükkâna bakın kimler gelip gitmiş: Ahmet Sadık Yivlik, Ali Gürbüz, Ömer Nasuhi Bilmen, Celalettin Ökten, Hasan Basri Çantay, Bekir Haki Efendi, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, H. Fikri Aksoy, Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan, İsmail Hâmi Danişmend, Ziya Nur Aksun, Eşref Edip Fergan, Bekir Hâki Yener, Ali Fikri Yavuz, Ali İhsan Yurt, Bekir Sadak, Osman Yüksel Serdengeçti, İsmail Müftüoğlu, Cavid Marnacı, Musa Çakır, Zeki Hacıibrahimoğlu, Bekir Berk, Said Çekmegil, Ahmet Kabaklı, Ergun Göze, Vehbi Sınmaz, Mümin Çevik, Enver Baytan, Ahmet Tekin, Ahmet Selâmet. ESKADER’den sonra TYB de bir saygı toplantısı düzenlemişti. Aslında diğer kuruluşlar da

DÜNYAYI DÜKKÂNA SIĞDIRABİLDİ

Abdullah Işıklar küçük dükkânına koca bir dünyayı sığdırmıştı. Bediüzzaman Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan ve diğer İslâm âlimleriyle de görüşmüş, onların duasını almış bir münevverimiz. Ömrü bereketli ve feyizli. O, Bâbıâli’nin aşina simalarından, tanıdık çehrelerindendir. Işıklar Kitabevi, uzun yıllar semtin Çatalçeşme Sokağı’nda bir kültür ocağı gibi hizmet verdi. Mekân, yazarların, şairlerin, gazetecilerin, yayıncıların ve gönül insanlarının uğrak yeri oldu. Nasibi olan sık uğrar, ama benim gibi zaman fakirleri doğrusu az oturur, kısmen istifade ederdi. Abdullah Işıklar’ın bütün hatıraları iyi bir şekilde kayda alınmalı ve yayınlanmalı. Bu konuda Bilim ve Sanat Vakfı’nın yaptığı sözlü tarih çalışması da bir an önce kitap olarak neşredilmelidir. Kıymetli büyüğümüz Abdullah Işıklar’a sağlıklı ve bereketli bir ömür diliyorum.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.