ŞEHİR ve KÜLTÜR - 57. Sayı

Page 1



Biz’den… Sevgi Merhameti, Merhamet Adaleti Getirir.. İnsanlarda tek güzel kanun, Suyu ışık yapmaları, Düşü gerçek yapmaları, Düşmanı kardeş yapmalarıdır. (Paul Eluard)

parlak müdafaaya rağmen halk tarafından benimsenmez. Avrupa’dan gelen her mefhum gibi şüphe ile karşılanır. Mâşerî vicdanı dile getiren şairler için “Garaz-ı nefsanîdir Medeniyet”(Yenişehirli Avni)..”Tek dişi kalmış canavardır” Mehmet Âkif’e göre…”

Tarihin tozlu sayfalarında ve sisli geçmişinde hatırladıklarımız ve okuduklarımız yaşanmış şanlı bir mazî değildir sadece, son yüzyılında ve hatta biraz daha öncesi ile ,yaşadığımız bu kutsal topraklarda dedelerimizin , ve onların büyüklerinin neler çektiklerini yaşadıklarını anlatılanlardan yazılanlardan anlamaya çalışıyoruz. Gençlerimizin mutlaka okumaları gereken Çağlayanlar kitabında, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ne güzel dile getirir bir asır önceki yurdumun halini, aslında bugünden de farksızdır anlattıkları, “Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmaya hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya kimsenin!. Dünyanın her tarafındaki taşsız mezarların ,azametinin malikâneleridir..

“Gerçek Kültür bir tutkudur, bütün varlığımızı ilgilendiren bir davranış, insan’a inanış, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Kısaca bir sevgidir Kültür… Ama her iklimde boy atmaz Kültür, gelişeceği kadar gelişmez. İktisad, irfân’ın hizmetine girmez, ona gereken ortamı hazırlamazsa boğulur gider…”

Ey yurttaşım, Senin boynuna geçirilmek istenen esaret halkası ne bir gem,nede bir tasmadır. Boyunduruk altında olduğun halde, sen üşürken düşman ocakları için sana odunlar,sen açken düşman sofraları için sana buğdaylar taşıtacaklar. Gençleri kanda ,tazeleri gözyaşlarında boğmak istiyorlar.. Asırlardır, dinin milletin aşkına başına yağan ,sonu gelmez bir belâdır…Yurdun nihayetsiz bir kerbelâ dır…Memleketin ,içinde cenaze namazı kılınan cenaze duası okunan bir mabed halini aldı.. Ne yoncan ne yongan kaldı. Bir Allah’ın bir Muhammed’in kaldı.. Çile çekmeyen varlığını duyamaz.. Bundan sonra duy ve anla ki medeniyet denilen büyük gürültünün anlamı makinedir ve makineyi Avrupa’nın elinden aldığın vakit, senin ruhun onunkinden daha asil, senin kalbinin onunkinden daha temiz olduğunu meydana koyacaksın.. Sen de dükkanını ,emeğini, öküz gücünü buhar gücüyle değiştirdiğin zaman alnının onunkinden daha yüksek olduğunu göstereceksin.. Bunu göstermek için çalışmalısın..” Hedefimiz, kendi benliğimizle kültürlerimizi yaşamayı ve yaşatmayı bilmeliyiz.. Yerli ve Millî ne gerekiyorsa En iyisini yapmak üzere ölünceye kadar beklemek yerine, elden gelen en iyiyi yaparak işe başlamayı, kapımızı gelişmeye açık tutmayı tercih ederek tekâmül etmeliyiz… Medeniyet deyince, Üstad Cemil Meriç’in “ Ümrân’dan Uygarlığa” eserinden birkaç paragrafı paylaşmalıyım.. “Medeniyeti millileştirmek isteyen bir anlayış. Tekâmül, Mukaddeslerimizden feragatle olmaz. Batının abeslerini değil , insanlığın keşiflerini iktibas edeceğiz. Maziyi muhafaza, fakat ayıklayarak. Yeniyi kabul, ama seçerek. Daha sonra Ziya Gökalp’te şahidi olacağımız medeniyet ve kültür ayrımının ilk taslağı.. Medeniyet kelimesi, bu

Devletlerin ve milletlerin yücelmesi, sadece iktisadî gelişmeyle ve modernleşmeyle olmaz… Bilim ön planda olmayla, Öz benliğini yaşatan kültürüne sahip çıkmayla, sanat’ını ve sanatçısını korumayla olur… Bu kültür, halkta sevgi yumağı oluşturur, sevgi merhameti, merhamet adaleti getirir.. Adaletin ve merhametin olduğu toplumda gelişme olur, terakkî olur.. İdareciler bu toplumda, liyakatlidirler gelişmeye açıktırlar.. Şehirler , kültürlerini yaşatan insanlarla doludur.. Komşu hakkı gözeten, hayvan hakkı gözeten, yeşili koruyan, tarihî dokuyu muhafaza eden insanlardır şehrin sakinleri.. Şairleri haykırmaktadır bu şehirlerin, Fırıncıları ile doktorları, Esnafı ile mimarları , Berberi ile Avukatı arasında sınıf farkı yoktur..Herkes birbirine selam verir bu şehirlerde…Yolda, otobüste, Vapurda, metroda, Bekleme salonunda herkes kitap okur.. Güneş doğmadan uyanır toplum bu şehirde, ve çalışma başlar erkenden önce sessiz.. Sonra trik trak makine sesleri ezan seslerine karışır beş vakit..Huzur bu şehrin göbek adıdır.. Bu Şehir; Yöneticileri liyakatli, adaletli merhametlidir.. Halkı sevgi yüklü ve çalışkandır,kültürlüdür.. Tarih ve Kültür bu şehirde yaşamaktadır..Bu şehir özlediğimiz şehirdir…Niye olmasın? Özlediğimiz şehirlere kavuşmak birlikte olursak elimizde olur…İyiye, doğruya , güzele sahip çıkmalıyız.. Şehir ve Kültür dergimiz, yaz, kış bahar demeden şehirleri ve kültürleri ve sanatı sizlere takdim etmeye çalışıyor 57 aydır…Yeni bir sayı için gene çok çalıştık, güzele ulaşmak için..Önce kendimizi sınadık, üstümüzü düzelttik , size güzel görünmeliydik..Ve Huzurunuza geldik.. Her ay bizlerle buluştuğunuz için çok mutluyuz… Hz.Mevlânâ der ki;”Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur. Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın. Öldüm der durur, yine de yaşarsın” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zâtınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

TÜRKiYE VE AZERBAYCAN TÜRKÇELERi ARASINDAKi FARKLILIKLARA “FARKLI” BiR BAKIŞ

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

MiLAS BAHADDiN AĞA KONAĞI

Dr. M. Sinan GENİM

12 16

20

ÇAYA VE ÇAYYAŞLARA DAiR Prof.Dr.İsmail GÜLEÇ

22iŞKODRA YiTiK COĞRAFYANIN ŞEHiRLERi

Hüseyin YÜRÜK

HÂMiL-i KART YAKÎNiMDiR Dr.Kâmil UĞURLU

EMiN ÜSTÜN’LE ŞEHiR VE KÜLTÜR SOHBETLERi..

“ELBİRLİĞİ SİSTEMi iLE EV, ARABA ALMANIN YOLU..” -3-

Mehmet Kâmil BERSE

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

29 30

DEMOKRASiDE MEDiNE, ATiNA’DAN ÜSTÜNDÜR Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

KLASiK EDEBiYATIMIZA DAiR BiR ŞEHiR KÜLTÜRÜ YAZISI

BÜLBÜLÜN GIDASI

YAPRAK KEBABIDIR -I-

Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu

Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


11 ŞEHRİ SEVMEK / Prof.Dr. Bilal KEMİKLİ 25 DERVİŞ KUMRULAR GİBİ -şiir- / Kâmil UĞURLU

48 AKBABA SiYASETTE

Ahmet NARiNOĞLU

26 BELEDİYE BAŞKANLARINA ÇAĞRI ŞEHRİ/KENTİ STRATEJİK YÖNETİM / Ahmet NARİNOĞLU 34 YAŞLI GÜZEL BİBLOS / Mehmet MAZAK 36 KARA FATMA YURDU ÇAĞLAYAN CERİDİ / Serdar YAKAR 38 İKTİSADİ ADAM’LARIN GÜZEL ŞEHRİ KAYSERİ / Fahri TUNA 40 TÜRKİYE DE TARİHSEL ÇEVRENİN KORUNMASINA DAİR GENEL BİR DEĞERLENDİRME / DR. Şimşek DENİZ

50

44 ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ SORUNLARIMIZA DAİR DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -3- / Cem ERİŞ TOPKAPI TÜRK DÜNYASINDA

“NEVRUZ”

53 İRFAN KAYNAKLARI / Recep ARSLAN

Salih DOĞAN

56 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -7- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

ATEŞi YÜKSELDi

54 ŞİİRİN BÜYÜTTÜĞÜ HAYAT / Recep GARİP 58 GÜZELLİKLER MEŞHERİ BİR SİNAN ESERİ: PİYALE PAŞA CAMİİ /Nidayi SEVİM 61 SAVAŞLARIN KURBANLARI ŞEHİRLERDİR! / Muhsin İlyas SUBAŞI 62 HALK MÜZİĞİMİZDE BİR USTA: RACİ ALKIR / İsmail BİNGÖL

78

67 DAR, KARIAKOO 8 MART 2017 HAKUNA MATATA / Veli DALBUDAK OSMANLININ MiLLET BAHÇESi:

KAĞITHANE Mehmet SANCAK

68 İSMAİL BİNGÖL VE SANATI -I- / Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN 70 İLKBAHAR VE KUTLU DOĞUM / Muhsin DURAN 75 ALAYCILIK HASTALIĞI / Durdu ŞAHİN 76 BALKON, İNSAN VE ŞEHİR / Ali BAL 80 ŞEHİRLER VE ÇİÇEKLER / Mehmet BAŞ 82 BİR AKŞAM GEZMESİ / İbrahim BAŞER 86 ÇOCUKLUĞUMUZUN TOKAT’INDAKİ KÜLTÜRÜMÜZ / Şeyma Y.

94

PETER SANDERS

BARIŞA MANEVi BiR YOLCULUK PMehmet Lütfi ŞEN

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 20 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 30 TL. Abone Yıllık: İstanbul 210 TL. İstanbul Dışı 220 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

88 VADİM O KADAR YEŞİLDİ Kİ.. DARENDE GÜNPINAR ŞELALESİ-1- / Alişan HAYIRLI 90 BÂBIÂLİ’NİN MÜMTAZ FİKİR ADAMI: EZEL ERVERDİ / Mehmet Nuri YARDIM 93 TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ GERMİYANLI ŞEYHÎ VE HARNÂME’Sİ -Hazırlayan: Eren YAVUZ- / Tanıtım: Fatma DERİN GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv •

Baskı: Seçil Ofset Adres: 100. yıl Mah. Matbaacılar Sitesi 4. Cadde No: 77 Bağcılar İSTANBUL Tel: 0212 629 06 15 • www.secilofset.com Kapak Fotoğrafı: Kültür ve Turizm Bakınlığı Arşivi http://catab.kulturturizm.gov.tr/TR-176908/fotograflarla-canakkalesavaslari.html


TÜRKİYE VE AZERBAYCAN TÜRKÇELERİ

ARASINDAKİ FARKLILIKLARA

“FARKLI” BİR BAKIŞ

Bir gün çocuklarımla hayvanat bahçesi içerisinde bulunan trene binmiştik. 65-70 yaşlarında bir kişi de torunuyla birlikte trendeydi. Tren doluydu. Bu sırada, yanındaki küçük çocuk ona “baba” demeye başladı, benim kızım da bana. Baktım bu tablo, durumu anlayan etraftaki bazı insanları gülümsetiyor. Çünkü o yaşlı kişinin torunu ona Türkiye Türkçesindeki “dede” anlamında “baba” diyor. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

zerbaycan’da TRT Temsilcisi olarak görev yaparken, ülkenin en önemli gazetelerinden 525ci Gazet’in muhabirlerinden İlhame Kasımlı, Azerbaycan Dili Günü münasebetiyle bir yazı yazma teklifinde bulunmuştu. Bunun üzerine, oradaki ilk intibalarımla bu yazıyı yazmıştım. Türk ülkeleri arasındaki münasebet geliştikçe sıklıkla karşımıza çıkan bir duruma örnek olması maksadıyla, gazetede Azerbaycan Türkçesi’yle yayınladığım makaleyi Şehir ve Kültür dergimizin bu sayısında arz ediyorum. Çünkü dil, kültürden ve “medine”den ayrı düşünülemez. Özellikle, aynı dildeki kelimelerin farklılaşmasının sebepleri üzerinde etimolojik bir çalışma da kültür değişmeleri sürece ve sebepleri için ışık tutucu olabilir.” Bana teklif edilen Azerbaycan Dil Günü hakkındaki yazıya başlarken, Bakü’ye ilk geliş günlerimi hatırladım. Büyük bir heyecanla gittiğim bu güzel şehirde beni karşılayan arkadaşlar, ilk olarak, “kullanırken dikkat etmem gereken kelimeler” listesi sıraladılar. Her iki dilde var olan bu kelimelerin bir kısmının Azerbaycan Türkçesi’nde, bir kısmının da Türkiye Türkçesi’nde diğerinden çok farklı mana ifade ettikleri ve bazılarının oldukça yanlış anlamalara yol açabilecek nitelikte oldukları dikkat çekiyordu. Ama ben burada, bizzat şahitlik ettiğim ve birincil kaynaklardan duyduğum bazı kelimelerden söz edeceğim. Göreve başladıktan sonra, tüm Azerbaycan’ı dolaşmak ve her bölgesinde çekimler yaparak buraların tanınmasına katkıda bulunmayı temel hedeflerimizden biri olarak tespit etmiştik. Bu amaçla çeşitli projeler başlattık. Bunlardan birisi de “Adım Adım Kafkaslar” adlı programdı. Çekimleri gerçekleştirirken kuzeyden güneye birçok şehir ve bölgede bulunduk. Buralarda söylenişleri aynı ama kullanım ve anlamları farklı ifadeler ve anlatımlarla karşılaştıkça hem şaşırdık hem güldük.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//57// nisan 4

Mesela, bir gün Gence’ye gitmiştik. Çekimleri tamamlayarak şehirden ayrılırken bir kasap dükkânının tabelası dikkatimi çekti. Bu, bir Türkiye Türk’ü için o kadar ilginçti ki, Bakü’ye dönüş için oldukça da geç kalmış olmamıza rağmen, durup çekim yapmaya karar verdik. Tabelada, “Taze dana ve erkek eti bulunur” yazılıydı. Bu vesileyle, “erkek” sözünün Türkiye Türkçesinde “insan” için kullanılmasına karşılık


Azerbaycan Türkçesi’nde “koç” anlamına gelmekte olduğunu öğrenmiş oldum. Bir gazeteci arkadaşım yaşlı teyzesine ait bir hikâyecik anlatmıştı. Azerbaycan’da seyredilebilen Türkiye kanallarındaki haberleri takip ederken, sık sık, “trafik kazalarında 3 kişi, 4 kişi öldü, yaralandı” vb. ifadeleri duyan bu nine, sonunda dayanamadan çocuklarına sormuş: “Yahu demiş, bu Türkiye’de kadınlar hiç mi arabalara binmiyor? Baksanıza, ölenlerin hepsi kişi!” Azerbaycan’da “kişi” kelimesi Türkiye Türkçesi’nde “erkek” demektir.

da bana. Baktım bu tablo, durumu anlayan etraftaki bazı insanları gülümsetiyor. Çünkü o yaşlı kişinin torunu ona Türkiye Türkçesindeki “dede” anlamında “baba” diyor; benim çocuk ise, Azerbaycan Türkçesindeki “ata” anlamında “baba” diyordu. (O zamanlar 40’lı yaşların başındaydık!)

Yaşadığım bir başka ilginç hâdise de şöyle oldu: Bir gün Bakü’de taksiyle bir yere gidiyordum. Yanımda Türkiye’den gelmiş bir arkadaş vardı. Bir ara ona, “Bak, dedim. Bakü ne kadar Anadolu ‘kent’lerine benziyor.” Bunu duyan taksi sürücüsü arabayı aniden yavaşlattı ve geriye dönerek öfkeli bir ifadeyle dik dik bana baktı. Ben durumu hemen anladım. Dedim, “yok, yok yanlış anlama. Biz de “kent” sözü “şehir” manasında kullanılır.” Bunun üzerine, taksi sürücüsü hafifçe gülümseyerek önüne döndü ve yeniden yola koyulduk. Çünkü Azerbaycan Türkçesi’nde “kent” kelimesi “köy” anlamına gelmektedir.

Söz hatıralar ve anekdotlardan açılmışken, ünlü sinema yönetmeni Yılmaz Duru’yla ilgili olarak anlatılan bir olayı da nakletmek isterim. Sovyetler döneminde Azerbaycan’a sıklıkla ziyarette bulunan Duru, bir gün de hanımıyla Bakü’ye gelir ve bir otelde konaklarlar. Yanlarında henüz küçük olan çocukları da vardır. Bir gün çocuk, onlardan önce odadan çıkar. Ardından dışarı çıkan Yılmaz Duru’nun eşi çocuğunu göremeyince, otel görevlisini nereye gittiğini sorar. O da “aşağıya düştü” der. Durular’ın kaldığı oda otelin 7. katındadır ve o sırada penceresi açıktır. Bayan Duru bunu görünce büyük bir telaş içerisinde haykırmaya başlar ve bir taraftan da eşine seslenir: “Yılmaz koş! Kızımız aşağıya düşmüş!” Bu sırada, bu feryad-ı figanı gören otel görevlisi şaşkınlıkla olanları seyretmektedir. Mesele sonra anlaşılır. Çocukları aşağıya “düşmemiş”, “inmiş”tir.

Yine şahit olduğum ve hatırladıkça beni gülümseten bir hadise de şudur. Bir gün çocuklarımla hayvanat bahçesi içerisinde bulunan trene binmiştik. 65-70 yaşlarında bir kişi de torunuyla birlikte trendeydi. Tren doluydu. Bu sırada, yanındaki küçük çocuk ona “baba” demeye başladı, benim kızım

Bu tür örnekleri daha da çoğaltmak, benzer birçok hatıra daha anlatmak mümkündür. Ancak, yazıyı fazla uzatmamak için iki dilde ortak olan ama farklı anlamlar taşıyan bazı kelimeleri kısaca nakletmek istiyorum. Örneğin Türkiye’de “cüce” dediğinizde boyu kısa kalmış, uzamamış insan anlaşılırken 5


Gerçi, Türkiye’de “para pul oldu” diye bir deyim de vardır ama “pul”, artık alış verişlerde değil, mektup göndermede zarfın üzerine yapıştırmak için kullanılmaktadır. “Kızıl” kelimesinin de ilginç bir durumu vardır Türkiye’de. “Kızıl” “kırmızı” rengini ifade etmesine rağmen, daha çok “komünist” anlamıyla meşhurdur. Bunun için de olumsuz bir çağrışıma sahiptir. Hatta bir dönem, “kızıl” kelimesi halkın çoğunluğunca en nefret duyulan kelimelerden birisiydi. Bu sebeple, kimse “kızıl” sahibi olmak istemezdi. Azerbaycan Türkçesi’nde ise “altın” anlamına gelmektedir ve herkes kızıl sahibi olmak ister, doğal olarak. Azerbaycan’da tavuğun yavrusu, civciv anlaşılır. Türkiye’de birini “uğurladığınızda” o bir yere gitmek için bulunduğu yerden ayrılmıştır; Azerbaycan’daki anlamıyla malı “çalınmamıştıroğurlanmamıştır.” Türkiye Türkçesinde bir şey “başa düştüğünde” ya “kafanız yarılır” ya da güvendikleriniz yerine getirmediklerinden dolayı bir işi kendiniz yapmak durumunda kalmışsınızdır. Azerbaycan Türkçesi’nde ise “başa düşmek”, “anlamak” manasına gelir. Yine Türkiye’de “sakladığınızda”, Azerbaycan’daki kullanımıyla birini veya bir şeyi “beklemiyor”, görmesini istemediklerinizden bir şeyi “gizliyorsunuzdur”; “okşadığınızda” ise, birine “benzemiyor”, birini yüzünü ya da sırtını sevgi ile “sıvazlıyorsunuzdur”. Azerbaycan Türkçesi’nde “saklamak”, “gizlemek”; “okşamak”, “benzemek” anlamına gelirken, mesela “götürmek” kelimesi de “almak” anlamında kullanılmaktadır. Dolayısıyla bir şey “alıp götürülmez“, “götürüp aparılır.” Azerbaycan’da bir randevu için “sabah” dendi ise, günün “seheri” değil, “yarın” kastedilir. “Sümük” burundan çıkan salgıdır; Anadolu’da bir kasap dükkânında “etiniz sümüklü” denirse muhtemelen ciddî bir tepki ile karşılaşma söz konusu iken, Azerbaycan’da et “sümüklü” olur. Azerbaycan’da “don” almak istenildiğinde “iç çamaşır” satıcısına değil “elbise” dükkânına gidilmelidir. “Şalvar”, Türkiye’de daha çok köylerde giyilen ağı geniş ve ütüsüz bir giyecekken Azerbaycan’da “pantolon” anlamında kullanılır. Dolayısıyla, Türkiye’de şehir hayatında “şalvar” yadırgatıcı karşılanırken Azerbaycan’da günlük hayatta sıklıkla kullanılır. Azerbaycan Türkçesi’nde “erik” “kayısı” için kullanılır; manava gidildiğinde bunun karşılığında da “para” değil, “pul” istenecektir. sayı//57// nisan 6

Türkiye Türkçesi’nde bir işyeri ya da kuruluş “istismara açıldığında”, oradan herkes kendi menfaati doğrultusunda fayda elde etmek çabasına girişmiştir ve Türkiye’de bir şeyi “istismar” etmek, kötü ve gayrı ahlaki bir davranıştır, bilindiği gibi. Azerbaycan’da ise “kullanıma, yararlanmaya açıldı” demektir. Azerbaycan’da birisine “işgüzar” demek iltifattır, çünkü “çok çalışkan, her işin üstesinden gelen” demektir. Halbuki Türkiye’de birisine “işgüzar” dediğinizde size küsecek, darılacaktır. Çünkü Türkiye Türkçesi’nde “kendine ait olmayan işlere burnunu sokan, gereksiz işler yapan, lüzumsuz” birisi şeklinde tarif etmiş olursunuz. Hele Türkiye’de birisi “cinayet”le itham edilirse çok ağır suçlamayla karşı karşıya kalmıştır. Çünkü “cinayet” sözü yalnızca “adam öldürenler” için sarf edilir. Azerbaycan Türkçesi’nde ise “cinayet”, “suç” anlamına gelmektedir ve her tür suç için “cinayet” kelimesi kullanılır. Azerbaycan Türkçesi’nde birisine “subay mısınız?” diye sormak yadırgatıcıdır, çünkü “subay” “bekâr” anlamına gelir. Türkiye’de ise “subay”lık son derece şerefli bir meslektir. Her gencin rüyalarını ve hayallerini süsler ve “subay” olmak toplumda önemli bir statü sahibi olmak demektir. Bu sebeple, birçok genç kız, “subaylar”la evlenmenin rüyasını görür. Azerbaycan’da ise Türkiye Türkçesi’ndeki “subay”ın karşılığı “zabit”tir. Diğer taraftan Azerbaycan Türkçesi’ndeki anlamıyla “subaylık”tan kurtulanlar “uşak” değil, “çocuk” sahibi olmak isterler. Çünkü Azerbaycan’da “uşak”, “çocuk” anlamına gelirken, bizde “hizmetçi, bende” demektir, malumlarınız. Yine, birine “kulluk” etmek ona “köle olmak”, onun “emri altında bulunmak” değil ona “hizmet etmek” anlamındadır ve


günlük hayatta çok sık kullanılır. Azerbaycan Türkçesi’nde “hala” babanın değil, annenin bacısı yani “teyze”dir; babanın bacısı ise “bibi”dir. Diğer taraftan, bizde sigara “içilirken”, Azerbaycan’da “çekilir”. Biz de birisi “dal”da oturuyorsa, ağaç üstünde oturuyordur, “arka”da değil. Azerbaycan’da “kıç” ise “bacak” manasına gelir. Dolayısıyla, bir insan çok yorulduğunda “kıç”ı ağırır. “Kabak” ise, tatlısı da yapılan bir tür sebze değil, “ön”, “ileri” manasınadır. Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Hatta bu konuda yapılacak özel bir araştırma, daha nice ilginç farklılıklar ortaya çıkartacaktır. Bütün bunlar ise bir ayrılığı değil, bir dönem irtibatları kopan kardeş coğrafyalardaki etimolojik gelişimi farklılıkları gösterir. Ve bir anlamda, dilin yanında, sosyal değişimi de daha iyi anlayabilmek açısından çok önemli veriler ortaya koyar. Diğer taraftan ben bir dilci olmadığım için, meseleye gazeteci gözlüğüyle bakmaya çalıştım. Bu sebeple, daha çok, ilgi çekici benzerlikler üzerinde durmaya gayret gösterdim. Ancak, şu kanaatimi de açıklamak isterim ki, bana göre, kelimelerin otantik anlamı Azerbaycan’da daha çok muhafaza edilmiş; buradaki kullanımlar kökenini daha çok korumuş durumda. Bunu diğer Türk dillerini de göz önüne aldığımızda daha iyi anlamak mümkün. Diğer taraftan birçok kelime de Türkiye’de anlam kaymasına uğramış ya da yöre ağızlarında kalmış. Mesela, Anadolu’nun kimi yörelerinde “kızıl” kelimesi bugün de “altın” yerine kullanılmaktadır. Yine, örneğin bilinen meşhur bir türküde yer alan “geçme namert köprüsünden ko ‘aparsın’ su seni” dizesinde, “aparmak” kelimesi “götürmek” anlamında kullanılmaktadır.Son olarak, Azerbaycan’a geldikten sonra kafamda çözümlenen bir

konudan da bahsetmek istiyorum. O zamana kadar Osmanlı döneminde yapılan bir isyanın öncüsünün, –Kabakçı Mustafa-, lakabı olan “kabakçı” kelimesini kabak ticaretiyle meşgul olan bir adamın öncülüğündeki bir isyan gibi anlıyordum. Doğrusu tarih kitaplarında bununla ilgili bir açıklama da yoktu. Şimdi ise bu lakabın bunun kabak tüccarını ifade için değil, harekete “liderlik, öncülük” ettiği için verildiğini düşünmekteyim. Görüldüğü gibi, aslında Türkiye’de bu kullanım zamanla sadece bir sebzeyi ifade eder bir hale gelirken, Azerbaycan’da her iki varlığını sürdürmüş. Doğrusu, Türk dilli coğrafyayla, Türkiye arasındaki münasebetler inkişaf ettikçe, buna benzer daha pek çok ilginç kelimeyle daha sık karşılaşılacaktır. Bunun genel Türkçe’ye zenginlik katacağını, önemli katkı sağlayacağını düşünüyorum. Bu arada her bir Türk ağzında asli anlamlarıyla kullanılan ancak diğerinde argo haline gelmiş kimi kelimeler, bu özellikleri anlaşıldıkça ya kullanımdan düşmekte ya da tashih edilmektedir. Nitekim Azerbaycan’la münasebetleri olan Türkiye Türklerinin kendi aralarında konuşurken bile, Türkiye’de olumlu bir anlamı olmasına rağmen, burada menfi manaya gelen kelimeleri kullanmaktan kaçınmakta oldukları dikkat çekmektedir. Mesela, Azerbaycan’da köpek yavrusu demek olan “küçük” yerine “kiçik” kelimesini kullanan birçok insan biliyorum. Tersi de vaki. Azerbaycanlılar da, Türkiye’de galiz anlam taşıyan kelimeleri kullanmamaya dikkat gösteriyorlar. Diğer yandan, argo bir anlama sahip olmadıktan sonra, bazı ifadelerin yaşamaya devam etmesi, iki kardeş dil arasında hoş bir atmosfer meydana getirmez mi? 7


MİLAS

BAHADDİN AĞA KONAĞI

1960’lı yılların sonlarına doğru bir Muğla gezisi sırasında Milas’tan geçerken, Atik Milas’ın Zeus Tapınağı’nın kuşatma duvarı üstünden manzaraya hâkim bir konumda ovaya doğru görkemli bir görünüşü olan Bahaddin Ağa Konağı gözümüze çarptı. Muhteşem bir yapı ile karşı karşıyaydık, Dr. M. Sinan GENİM

nadolu’nun güney batı bölgesinde yer alan Muğla ilinin, Milas ilçesinin tarihi çok eski dönemlere kadar uzanmaktadır. Eski ismi “Mylasa” olan bu şehir, erken dönemlerde “Karlar” ve “Lelegler” tarafından iskân edilmiştir. Şehrin kuruluş tarihi belirsizdir, şehrin “Aiolos”un neslinden “Mylassos” tarafından kurulduğuna dair bir efsane vardır. Bir dönem İran’ın Karya satraplığına başkentlik eden şehir, daha sonra “Selefkosların” hakimiyetine girmiş, milat yıllarında “Roma” hakimiyetini tanımıştır. Bu döneme ait çok sayıda yapı kalıntısı ile Hekatomnos’un Anıt Mezarı günümüze ulaşan önemli değerlerdir. Daha sonra kısa bir dönem piskoposluk merkezi olan şehir, 1071 Malazgirt Savaşı’nı takiben göçebe Türk kabilelerinin çevreye yerleşmeleri ile önce Selçuklu hakimiyetine girmiş, daha sonra ise Menteşe Beyliği’nin merkezi olmuştur. 1333 tarihinde Milas’ı ziyaret eden İbn Batuta ahîlere misafir olur ve Anadolu’nun en güzel, en büyük şehirlerinden biri olarak niteler. Milas ve çevresi Sultan Yıldırım Bayezıd döneminde 1390 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’na katılır. Bu döneme ait Firuz Bey Camii önemli bir yapıdır. XVIII. yüzyılda Milas üzerindeki merkezi hakimiyet azalmış ve yönetim büyük oranda mahalli ağaların eline geçmiştir. Bu döneme ait mazgallı duvarları ile şatoyu andıran ikamet yapılarının bir kısmı 1960’lı yıllara kadar mevcudiyetlerini devam ettirmişlerdir. XX. yüzyılın başlarında yapılan bir nüfus sayımına göre şehirde ikamet edenlerin sayısı 12.000 civarında olup, 9.737’si Müslüman, 1.930’u Rum ve 300 kadarı Musevi’dir. Mübadele sonrası büyük oranda azalan Rum nüfusu, takiben 1950’li yıllarda Musevi nüfusta İzmir ve İsrail’e göç eder. Bir dönem kozmopolit bir nüfus yapısına sahip olan Milas bu özelliğini kaybettikçe içine kapanmış ve büyük oranda yapılan ticaret giderek küçülmüş ve içe dönük bir faaliyet olarak sürdürülmeye başlanmıştır. XVIII. yüzyıl sonralarından başlayarak, özellikle XIX. yüzyıl boyunca Milas’ta çok sayıda anıtsal nitelikli konut yapıldığını bilmekteyiz. Ayhan İlter tarafından yazılan ve Milas Belediyesi’nce 2005 yıllında basılan “Milas Evleri” isimli kitap, Milas merkezini oluşturan sekiz mahallede bulunan çok sayıda ahşap ve kâgir ev örneklerini içermektedir. Çoğu dış cephe fotoğrafı olan bu evlerin bazılarının dış cephelerinde kalemişi süslemelerde

sayı//57// nisan 8


bulunmaktadır. Bazıların iç bölümlerinde de kalemişi süslemeler olduğu düşünülebilir. Ancak bu kitapta bizce Milas’ın en ünlü evi olması gereken Bahattin Ağa Konağı’na ait bir bilgi bulunmamaktadır. 1960’lı yılların sonlarına doğru bir Muğla gezisi sırasında Milas’tan geçerken, Atik Milas’ın Zeus Tapınağı’nın kuşatma duvarı üstünden manzaraya hâkim bir konumda ovaya doğru görkemli bir görünüşü olan Bahaddin Ağa Konağı gözümüze çarptı. Muhteşem bir yapı ile karşı karşıyaydık, cephesi kalemişleri ile süslenmişti, hele orta cumbasında yer alan simetrik iki aslan resmi, evin görkemini artırıyordu. O güne kadar cephesi kalemişleri ile süslü çok sayıda ev görmüştük ama, bunların hemen hepsi geometrik ve natüralist süslemelerdi. İlk defa üzerinde bir canlı tasviri olan ev ile karşılaşıyorduk. Daha sonraki araştırmalarımızda bu yapı hakkında çok az sayıda araştırma yapıldığının ve yayın olduğunun farkına vardık. Bahaddin Ağa Konağı’nı yakından görmek için içine girmeye çalıştık ancak başarılı olamadık. Yazılı kaynaklardan; geniş bir avlusunun bulunduğunu, bu avluda çoğu harap mutfak, kiler, çeşme gibi müştemilat yapıları bulunduğunu öğrendik. İki katlı olan evin zemin katında depo ve hizmet odaları ile taşlık bulunmakta, üst katta ise doğu-batı doğrultusunda uzunca bir sofanın iki yanında

odalar bulunmaktaymış. Evin iç odalarındaki süslemelerinde çok nitelikle olduğundan bahsedilmektedir. Üst Kat odaları ve eyvanının iki yanındaki duvarda yer alan vazolar içindeki çiçekler ve bir Bodrum manzarası dikkat çekiciymiş. Odaların tavanları ahşap bir silme ile duvardan ayrılmakta ve çoğu geometrik düzenlenmiş çıtalar ile oluşmaktaymış Bahaddin Ağa Konağı Milas’ın hemen hemen en zengin ailesine ait olmasına rağmen uzun bir süredir boş bırakılmış olup, sanki yok olması beklenir gibiydi. Yüzyıllardır bölgede yaşayan bu ailenin niçin kendilerine ait olan ve bu topraklarla bağlarını pekiştiren, iftihar edilmesi gereken bir evi çökmeye bıraktığını anlamakta zorluk çektik. Bir süre sonra 9


kendilerine ulaşıp, bu yapıya gerek mimari, gerekse sanat tarihi açısından sahip çıkılması gerektiğini anlatmaya çalıştık, eğer kendileri bu işle ilgilenmek istemiyorlarsa, Kültür Bakanlığı eliyle kamulaştırılmasına yardımcı olmalarını rica ettik. Olmadı, olamadı... Birkaç yıl sonra aynı bölgede seyahat ederken, acaba bizim aramızda adı Aslanlı Ev olan Bahaddin Ağa Konağı ne durumda diye merak ettik ve ziyaret etmek istedik. Bahaddin Ağa Konağı’nın bir bölümü çökmüştü, çöken bölümün içinden iç duvarda yer alan kalemişi süslemelerin bir bölümü görülüyordu. Cephesinin bir bölümü hâlâ varlığını korusa da önemli olan cumba artık yoktu. Çok üzüldük, yüzyıllardır bölgede sözü geçen bir ailye ait önemli bir yapı hızla yok oluşa doğru gidiyordu. Kısa süre sonra Aslanlı Ev’den geriye, o güzelim anıtsal bacası dahil hemen hiçbir şey kalmadı. Yaşam sürem içinde hemen her şehrimizde bu yapıya benzer çok sayıda anıtsal konut örneklerinin hızla yok oluşuna şahit oldum, pek çoğunun fotoğraflarını çekmişim ve krokilerini yapmışım. Bu kadar kısa süre içinde yüzyıllardır oluşan bir yaşam kültürünün yok oluşunu seyretmek gerçekten çok üzücü, şimdi XX. yüzyılın başlarında, imparatorluğun yokluk döneminde yapılan, halk arasında bakla sofa, nohut oda olarak tarif edilen, hiçbir sanat tarihi ve mimari özelliği olmayan yapılara korumak için yapılan bürokratik zulmü seyrederken, hayretler içinde kalıyorum. Bir dönemin en önemli sivil mimarlık örneklerinde olan Bahaddin Ağa Konağı-Aslanlı Ev’e gerçekten yazık oldu. sayı//57// nisan 10


ŞEHRİ SEVMEK Benim gönlüm mesnevilerde portresi çizilen şehirlerden yana. Beni ben yapan tarihin izini takip ederek, alperenlerin uğradıkları şehirleri, çarşısında hak ve adaletin hâkim olduğu, mektep ve medresesinde ilim tahsil edilen, tekkelerinde insan yetiştirilen, törenin hüküm sürdüğü, sözün ve sohbetin muteber olduğu şehirleri… Prof.Dr. Bilal KEMİKLİ* ir şehri sevmek için, mutlaka o şehirde doğup büyümeniz gerekmez. Hatta sevdalandığınız şehirde kısa bir süre yaşamanız da elzem değildir. Bizim doğup büyümediğimiz, seyahat amaçlı da olsa bir müddet yaşamadığımız, sularını içip sokaklarında dolaşamadığımız şehirleri sevmemizin saikı ne olabilir? Bu soru muvacehesinde düşündüğümde, klasik aşk mesnevilerimizde dile getirildiği haliyle, “önce kulak âşık olur” hükmünü hatırlarım. Nitekim Hüsrev, Şirin’in namını duymuş; görmeden, konuşup dinlemeden ona âşık olmuştur. Bu aşkıyla yola uzun ve çileli bir yola çıkmıştır. Evet, sevgi önce kulaktan başlar... Duyarız, severiz. Gidip göremediğimiz şehirlere meftun olmamız da bundan kaynaklanır. Mesela bendeniz hiç göremediğim Kudüs’ü seviyorum. Sadece Kudüs’ü mü? Hayır. Sevdalısı olduğum şehirleri şuraya yazsam, bir liste yapsam, liste uzar gider… Henüz göremediğim, ama sevdalandığım şehirlerden bir kaçını zikredeyim: Öncelikle Buhara, Semerkant, Kaşgar, Kazan, Nişabur, Bağdat, Kerbela, Kahire, Kabil, Belh… Gönlüme danıştım, mesela değer verdiği Venedik, Floransa ve Viyana gibi şehirlere de ilgim var; ama oralara sevdalı değilim. Benim gönlüm mesnevilerde portresi çizilen şehirlerden yana. Beni ben yapan tarihin izini takip ederek, alperenlerin uğradıkları şehirleri, çarşısında hak ve adaletin hâkim olduğu, mektep ve medresesinde ilim tahsil edilen, tekkelerinde insan yetiştirilen, törenin hüküm sürdüğü, sözün ve sohbetin muteber olduğu şehirleri… Evet, bu şehirleri akıncı beylerinin atlarının nal seslerine kulak vererek gezmek, tanımak isterim. İmkânlar dâhilinde Rumeli’yi Dubrovnik’e değin Yahya Kemal’in rehberliğinde, hep muhayyel bir akıncının atından kopup *TC.Uludağ Üniversitesi

gelen nal seslerinin izinde gezdim. Kervansaraylarda dura dura, sükûnet ve huzurla seyahat etmenin zevkine erdim. Asya’da Pirimiz Türkistan, Kafkasya’da Şeyh Şamil’in izinde dolaşmaya çalıştım. Afrika’da ise rehberim daima Hz. Ömer olmuştur. Lakin sevdiğim şehirler içerisinde gidemediklerim, gittiklerimden haylice fazla. Ekonomik sebeplerden mi? Zaman fukaralığından mı? Neden gidemedim? Elbette bütün bunlar önemli sebepler fakat insan gitmeye karar verdiğinde para da zaman da kendiliğinden gelir. Mühim olan niyet etmektir. Peki, niyet etmedim mi? Niyet ettim; ne var ki, niyetim tam kemale eren bir niyet olmadı. Neden mi bunu söylüyorum? Çünkü bir şehre varmanın evvelemirde, o şehrin sizi çağırmasıyla mümkün olacağına kaniyim. Siz buna batıl inanç diyebilirsiniz. Fakat ben böyle inanıyorum: Şehir sizi çağırmadan siz o şehre gidemezsiniz… Buhara, henüz çağırmadı. Bağdat da öyle. Ama Kudüs gibi medeniyetleri buluşturan, miracın şehrine varmam için başka bir şartım daha var: Burada zalimlerin zulmü dursun… Benim bu değerlendirmem yanlış bir anlayış olabilir, bilemem. Ama huzursuz bir şehirde, gözyaşlarının dinmediği bir muhitte keyfi maslahatları öne çıkartan bir seyahat yapamam. Bir yaraya merhem olamıyorsam, orada ne işim olabilir? Bir dost sofrasında güvenle oturup halleşemeyeceksem, kardeşlerimin lokmasını tadıp, sohbetle demlenen çayının rayihasını duyamayacaksam, orada ne yapayım? Kudüs içimdeki yara. Kaşgar da öyle… Belki bir hal olur, bu kanaatimden vazgeçerim; bilemiyorum. Ama şunu biliyorum: Sevmek başka şey, kavuşmak başka… Biz kavuşulamayan sevdaların çocuklarıyız. Hep sıla türküler söylememiz bundandır. Sözümüz de sazımız da hüznümüzden beslenir. Fakat şu var ki, bazı şehirlerin sakinleri, yaşadıkları şehirden bigânedir. Onlar fiziken orada meskûn, lakin mânen çok uzaklardadır. Sevgilinin sokağında, ama sevgiliden uzak… Bu bir trajedidir. Çıkın şu şehrin en işlek caddesine, Bursa’da yaşayıp da Bursa’yı yaşamayanların gezindiğine tanık olacaksınız. Medine’de meskûn olup, bir türlü Medineli olamayanları hatırlayalım. Şehirlerin anası olan Mekke’de, Harem-i Şerif’i Zemzem Tower ile kuşatan zihniyeti nasıl Mekkeli kabul edeceğiz. Evet, onlar hukuken Mekkelidir; ama ruhen… Sahi ruhen nereliler? Bu İstanbul için de geçerli bir soru. Nişantaşı’nda oturup Süleymaniye’ye yabancı olanların sıla türkülerinden hazzetmesini beklemek nafiledir. Demem o ki, bir şehri sevmek, o şehirde doğup büyümekle doğrudan doğruya alakalı bir duygu değildir. Şehri sevmek, şehrin kültürel tarihini, söz varlığını, töresini, mana ve mazmunu ile intikal eden mirasını müdrik olmak demektir. Sokaklarında kaybolmak, soğuk sularını içmek, ozanlarına kulak vermek, destanlarını dinlemek, şadırvanlarında abdest almak, mabetlerinde huzura durmak, sofralarında ikram edilen nimetleri tatmak… Şehri sevmek, şehri yaşamaktır. 11


apalı Çarşı’nın içinde, birkaç han vardır. Çukur Han onlardan biridir ve diğerlerinden daha ünlüdür. Bu ününü içinde bulunan bir kahvehaneden, bir çay ocağından almıştır. Çünkü burası rahmetli Neyzen Tevfik’in arkadaşlarıyla buluşup sohbet ettiği, çay içtiği, zaman zaman ney üflediği bir mekândır. Onun bu coşkulu ve nitelikli meclislerine ilgi her zaman fazla olmuştur.

HÂMİL-İ KART

YAKÎNİMDİR

Kartvizit, batı dillerine Lâtinceden geçmiş bir kelimedir. Biz Fransızların kullandığı şekliyle almışız: “Carte de visite”. Ziyaret, ziyaretçi kartı anlamında bir tamlama. 1850’lerde Avrupa’da kullanılmaya başlanmış ve Osmanlı’ya gelmesi uzun sürmemiş. Dr.Kâmil UĞURLU

Bir gün, rahmetli Neyzen bu kahvehanede, sağ dirseğinin üzerine yana uzanmış ve dostlarına o benzersiz sohbetlerinden birini yaparken, içeriye genç bir adam girdi. Her halinden taşralı olduğu belli, yoksul bir delikanlıydı. Üstü-başı yoksulluğunun ve şehre yabancılığının belirgin işaretiydi. Çaycıya yaklaştı ve ona “Neyzen Tevfik beyin orada olup olmadığını” sordu. Çaycı parmağıyla ve sessizce, köşede konuşan sakallı zâtı işaret etti. Neyzen sohbete bir aralık verdi ve delikanlıyı yanına çağırdı. Sık olan bir hâdise olmadığı için etraftakiler merakla gelişmeyi beklediler. Genç, iki elini göbeğinin üstünde birleştirip, saygıyla konuştu: – Efendim, adım falan. Falan yerden geldim ve okumak istiyorum. Bana senin yardımcı olabileceğini ve seni de burada bulabileceğimi söylediler.. dedi ve sustu. Neyzen onu yanına oturttu ve kısa, rahatsız edici olmayan birkaç sorudan sonra ona çay söyledi. Çayı getiren çaycıdan, ocakta bulunan kağıtlardan bir parçasını getirmesini istedi. Bir paket kağıdını getirdiler. Onu birkaç defa katladı ve katlanmış yerlerinden yırttı. Ortaya, kartvizit ebadına yakın birçok kağıt parçası çıktı. Onların, teker teker üstlerine bir şeyler yazdı ve kahvecinin çırağını çağırdı. Bu kağıtları onun eline tutuşturdu ve delikanlıyla birlikte onları önce çamaşır, elbise, ayakkabı vb. satan esnaflara yolladı. Arkasından, bir hamama, bir berbere, lokantaya uğramalarını tembih etti ve onlara da ellerindeki yazılı kağıtlardan birer tane vermelerini söyledi. Çırağa: – Bütün buralara uğradıktan sonra tekrar buraya getir bu delikanlıyı, dedi. Kağıtların üzerine Neyzen’in yazdığı yazı fevkalâde ilginç bir ifâdeydi: “Hâmil-i kart Leylâ’nın dostudur. N. Tevfik” Birkaç saat sonra bu taşralı delikanlıyla çırak kahvehaneye döndüler. Genç adam giyinmiş kuşanmış, yıkanmış, traş olmuş, ayaklarına düzgün bir pabuç geçirmiş olarak Neyzen’in

sayı//57// nisan 12


huzurunda durdular. Neyzen memnun oldu, Allah’a şükretti ve delikanlıyı akşamüzeri kendi kaldığı otele götürüp orda misafir etti. Bütün dostları nezdinde daima itibarlı olduğu için, delikanlıya bir okul ve geçimini sağlayacak bir iş bulmakta da zorlanmadı. Neyzen merhumun bu kağıtlara yazdığı cümle gerçekten ilginçtir. “Hâmil-i kart Leylâ’nın dostudur.” Buradaki Leylâ, Leylâ ile Mecnun hikâyesinden geliştirilmiş bir ilâhide (çoğu zaman Hz. Yunus Emre’ye mâledilir ki, yanlıştır). “Leylâ’yı ararken buldu Mevlâ’yı” mısraına telmihen yazıldığı düşünülebilir. Ve aynı zamanda, o dönemde yayılmaya başlayan “Hâmil-i kart yakinimdir” ibâresine gönderme yapılmış da olabilir. Mâlûm, bir zamanlar (hatta yakın zamanlara kadar) geçerli bir “referans” kabul edilen, kartvizitlerin arkasına yazılan bu cümle, “Bir iltimas talebi” olarak kabul edilmişti ve sıkça mizaha konu olmuştu. Aslında meselenin çıkış noktası herhalde şöyleydi: “Bu zâtı ben tanıyorum ve onun kefiliyim. Lütfen yardımcı ol..” Bu aslında, bir kişiye yapılabilecek yardımın son noktasıdır. Aynı zamanda bu kart, kartı yazan kişinin, kartı yazdığı kişi nezdinde itibârı olup olmadığının bir yoklamasıdır ve önemlidir. Neyzen merhum, sıkça istismar edilen bu konuyla dalga geçer mahiyette de yazmış olabilir. Kartvizit, batı dillerine Lâtinceden geçmiş bir kelimedir. Biz Fransızların kullandığı şekliyle almışız: “Carte de visite”. Ziyaret, ziyaretçi kartı anlamında bir tamlama. 1850’lerde Avrupa’da kullanılmaya başlanmış ve Osmanlı’ya gelmesi

uzun sürmemiş. Osmanlı, bünyesine kattığı her unsuru, her yeniliği kendi potası içinde yoğurmuş ve ona kendi özünü katmış, giderek millileştirmiştir. Bu konu da öyle olmuş. Geçen zaman içinde kartvizit, hatt sanatının ayrı ve güzel bir kolu olarak gelişmiştir. İnsanlar, kartvizitlerini bir “referans mektubu” bir “sosyal statü bildirisi” olarak değerlendirmişlerdir. Prof. Dr. M. Zeki Kuşoğlu hoca, geçenlerde, “Osmanlı kartvizitleri” adıyla, kapsamlı ve fevkalâde önemli bir albüm yayınladı. Klâsik Türk Sanatları Vakfı’nın yayını olarak ortaya çıkarılan eser, bizdeki kartvizit gelişmesini düzgün bir sunumla ortaya koymaktadır. Merhum Ziyâd Ebuzziyâ Bey, Osmanlı’nın son dönemlerinde, 1850’lerden sonra, kartvizitin bizde kazandığı seviyeyi ve önemi, onun hatt sanatı içinde oluşturduğu ayrı ve ilginç şubeyi sohbetlerinde anlatmıştır. Bayram ziyaretleri eskiden belli bir sisteme göre yapılırdı. Şehirlerde büyükler ilk gün dışarıya çıkmazlar, kendilerinden yaşça ve mevkice daha küçük olan yakınlarının ziyaretlerini beklerlerdi, onları kabul ederlerdi. Bayramın son günü de bu büyükler, kendilerini ziyâret etmiş olanlara bir “iâde ziyâreti” yaparlardı. Bayramın ilk günü büyükler namazdan ve bayram kahvaltısından sonra, her tarafı temizlenmiş evin selâmlık kısmına bir masa koyarlardı. Masanın üstünde iki çeşit tatlı, bu tatlıyı yemek için bir kaşık kâsesi, kullanılmış kaşıkları koymak için ayrı bir kâse ve antika, sedef kakmalı ahşap bir kutu, bir boş kutu bulundurulurdu. Daire müdürleri için özellikle, bu durum nerdeyse resmi bir formattı. Gelen ziyâretçi, bayram tebriğinden sonra yerine oturmadan, bu sedef kakmalı kutuya kartvizitini 13


koyar, orada hazır bulundurulan tatlılardan istediğini tabağına alır, kaşık kâsesinden aldığı kaşıkla tatlısını yer ve tabağı-kaşığı tekrar masaya bırakırdı. Daha sonra ev sahibi ile bir kahve içilir ve ziyâret sonlandırılırdı. (Kartviziti olmayanlar küçük bir kağıda adlarını yazıp bırakırlardı). Bayramın son günü, ziyâret edilen bu büyük zât, bir arabayla –belki bir faytonla- ve yanında bir yardımcıyla iâde ziyâretine çıkar, gelen ziyâretçi kartlarının adreslerine teker teker uğrar, arabadan inmez, yardımcısı onun kartını o aileye ulaştırırdı. Böylece “iade-i ziyâret” yapılmış kabul edilirdi. Kartvizit, sosyal hayatın hemen her aşamasında önemliydi. Üzerindeki yazı, bilhassa o kişi için özel olarak istif edilmiş “hüsn-i hatt” onun seviyesini gösterirdi. Makamını bildiren bir ibâre, adres, adresteki yer… önemliydi ve kartvizitler bir “tavsiye mektubu, bir bonservis, bir tanıtma aracı” olarak hizmet görürdü. Hanımlar için ayrı ve zarif, hanımca, süslü, havalı istifler yapılırdı. İstifi yapan çoğu kez imzasını atar, bunlar “ketebeli kartlar” olarak daha makbul kabul edilirdi. Öylesine ustaca istif edilmiş, düzenlenmiş kartlar olurdu ki, bunun meraklıları oluşmaya başladı. Değer verilen bir kişinin veya istifi beğenilen bir kart, önemli bir hâtıra olarak saklanırdı ve zaman zaman dost sohbetlerine konu olurdu, çıkarılır gösterilirdi, bir zenginlik olarak bundan gurur duyulurdu. Türkiye’de rahmetli Özal’ın ülke ekonomisini düzeltmeye çalıştığı ve bankerlerin, Kastelli’lerin piyasayı allak-bullak ettikleri o zor dönemlerde, Türkiye’de işleri zora giren firmalar, özellikle Ortadoğu’ya iş imkânı aramak için gittiler. Gidenlerin çoğu hayal kırıklığı yaşadılar. Dış piyasa ile, oraların ticarî alışkanlıkları ile ilgili sayı//57// nisan 14

bilgileri olmadığı için bir kısmı zor günler yaşadılar, perişan oldular. Bu gidenlerden biri bir gün, saraya mensup bir prensesin elinde önemli bir iş olduğunu ve yüklenici aradığını duydu. Aracılık eden kişiler bir görüşme günü belirlediler ve müteahhit o gün sarayın kapısına vardı. Görüşme saati epey gecikti, fakat nihâyetinde talepçiyi içeri aldılar. Kabul salonu bembeyazdı. Her şey beyazdı. Tavan, duvarlar, mobilyalar, her şey. Naneli çay ikrâm ettiler. Müteahhitin yanında, prensesin “şiir hocası” olan ve aynı zamanda İngilizce de konuşan, Mısırlı bir zat vardı ve aracı oydu. Aynı zamanda tercümandı. Yine uzunca bir bekleyiş oldu. Sonra hizmetçiler onları başka bir odaya, bir salona aldılar. Bu salon da pembeydi. Abartılı şeklide, her şey pembeydi. Perdeler, halı, kapıpencere, hatta mobilyalar, hatta mobilyaların ayakları ve diğer teferruat. Burada da kahve ikram edildi, “hel’li” bir kahve. (Hel, oralarda çok kullanılan ve makbul sayılan kakule’dir.) Burada da bir süre beklendi ve yemeğini bitiren prenses hazretleri yabancı misafiri çalışma odasına –tercümanla birlikte- çağırdı, kabulü orda yaptı. 25-30 yaş arası genç bir hanımdı. Makyajı biraz abartılıydı, fakat tırnakları çok abartılıydı. Uzun, yasemin bir ağızlığın ucunda ince, zarif bir sigara vardı. Televizyon açıktı ve Mısır menşeli bir dizi oynuyordu. Sesi yüksek değildi ama açıktı. Masasında, ayaklarını bir yere dayayıp, gözü televizyonda, sigarasını tüttürürken Arapça “buyurun, sizi dinliyorum” dedi. Müteahhit bu işe hem biraz şaştı, hem de hafifçe bozuldu. Onun elinde bir iş olduğundan, bu işe uygun bir firma aradığından haberi olduğunu anlattı


bu Türk, “işte o aranılan ben olabilirim, şartlarınız nedir?” diye sordu. Kadın, “kendinizi ve imkânlarınızı anlatın” dedi. Gözü TV’de, sigarası elindeydi. Mısırlı hocası utana-sıkıla müteahhide, prensesin söylediklerini tercüme etti. Müteahhit kalktı ve üzerinde, kendi firması için istif edilmiş, altın yaldızlı, sanatlı, tuğralı kartvizitini prensesin masasına bıraktı. Kadın, göz ucuyla şöyle bir baktı, uzun tırnaklı parmaklarıyla karta uzandı, baktı, baktı… Ve misafirlerine döndü. İlgiyle, kartın üzerindeki istifi çözmeye çalıştı. Televizyona arkasını döndü, sigarasını masaya koydu ve: – Bu kart sizin mi? diye sordu. Sonra bu hattın istifini siz mi yaptınız? diye sordu. Hayret, o ilgisiz, şımarık tavırlı hanım, hemen ilgili bir ev sahibesine dönüştü ve sohbet bu noktadan sonra başladı. İşi-gücü bir kenara bıraktı, – Onu (yani iş konusunu) nasıl olsa hallederiz, anlamında bir şeyler söyledi ve bu hattın kim tarafından çekildiğini, kendisi için de aynı hattatın bir kart hazırlamasının mümkün olup olmadığını, ne istenirse mürekkep bedeli olarak ödemeye hazır olduğunu… anlattı. Hep hatt ve kart konuşuldu, iş unutuldu ve görüşme sona erdi. Kartvizit bu defa vazifesini, “işi unutturarak” yerine getirdi, fakat, sanatı takdir edişiyle Türk müteahhidin kanaatini negatiften müsbete çevirmek gibi de bir güzelliği oldu. Bir Uzakdoğulu, meselâ bir Japon veya Çinli veya bir Koreli size kartını sunarken, behemehal ayağa kalkar, önünü ilikler ve iki eliyle tuttuğu kartı size uzatır. İki eliyle olması önemlidir. Tek eliyle uzatılan kartı sizin almama hakkınız vardır. Bu onların anlayışında normaldir. Sebebini şöyle açıklarlar: Bu kart benim kişiliğimin yazıya dökülmüş hâlidir. Bütün geçmişim, iyisiyle kötüsüyle bu kartta toplanmıştır. Dolayısıyla ben bu kartı size sunmakla kişiliğimi, haysiyetimi, geçmişimi, ortaya koyuyorum, çünkü size itimat ediyorum, demektir ve bu sebeple saygıyla, dikkatle, ihtiramla sunulması gerekir, mecburiyettir. Devrin İmar ve iskân Bakanı o makama yeni atanmıştı. Müsteşarı telefon etti ve ülkenin konut envanteriyle ilgili, şu fakirden bir rapor talep etti. O dönem, bu raporu hazırlayacak bir masada oturuyorduk. Memnun olduk, bu ilgiden heyecan duyduk. Meseleyi ciddiye aldık

ve güncel rakamlarla, net, dürüst bir rapor hazırladık. Âdettendir, böyle bir rapor talebinde dosyaya iki rapor konulur. Biri tek veya en çok iki sayfalık, özetin özeti bir rapor, ikincisi ise konuya açıklık getirebilecek, 25-30 sayfalık, orta boy bir rapor. Birinci rapor bakan beye sunulur ve gerek görürse, daha çok bilgi talep ederse ikincisi arzedilir. Öyle yaptık ve bu rapor dosyalarını sunmak üzere Bakan Bey’in makamına ulaştık. Yeni atandığı için tebrik ziyaretleri olanca hızıyla devam ediyordu. Onbeş kişilik bir tebrik heyetiyle birlikte bizi de içeri aldı. Halk ile içlidışlı, samimî sözlerle hasbihâli uzun sürdü. Sıra bize gelince, meslekten bir kişi olmasının da verdiği bir güvenle kendimizi tanıttık, kartımızı sunduk ve rapor ile ilgili birkaç açıklayıcı lâf etmek istedik. – Ben okurum, sen merak etme, dedi, dosyayı masasına şöyle bir attı, belli ki yemeğini yeni yemişti, diliyle dudaklarını temizledi ve bizim sunduğumuz kartviziti, kürdan gibi kullanıp dişlerini kurcalamaya başladı. – Ne var bu dosyalarda, bir-iki cümleyle özetle bakalım, dedi. – Efendim talimatınızla hazırlanmış bir dosyadır. Okuyunca anlayacaksınız… dedik ve ayağa kalktık, makamdan uzaklaştık. Bu, resmi bir protesto idi. Uzakdoğulu kartvizite öyle bakarken, Ortadoğulu, yani memleketimin bir bakanı böyle bakıyor ve değerlendiriyordu. Demek istediğimiz şudur ki, kartvizit her iklimde aynı etkiyi göstermiyor, yâni son zamanlarda böyle. Eskiden böyle değildi. M. Zeki Kuşhan hocanın ciddi emekle hazırladığı albüm böyle söylüyor. Bu açıdan “Osmanlı Kartvizitleri” albümü, kaybolan bir değerimizi günümüze taşıdığı için daha da önem kazanıyor. Not: Yazıda kullanılan kartvizit örnekleri, sözü edilen albümden, Prof. Dr. M. Zeki Kuşoğlu hocanın “Osmanlı Kartvizitleri” adlı eserinden alınmıştır. Kendilerine teşekkür ederiz. 15


EMİN ÜSTÜN’LE

ŞEHİR VE KÜLTÜR SOHBETLERİ..

“ELBİRLİĞİ SİSTEMİ İLE

EV, ARABA ALMANIN YOLU..” -3Batı Avrupa yapmış bunu. Bu organize edilebilir. Gidiyorsun 100 hane var bir köyde 100 tane traktör var. Alman yapmış bunu bir tane büyük traktörle o yüz traktörün yaptığı işi yapıyor. Araziyi birleştirmiş. Ha nasıl birleştireceksin ortak olabilir köylüler. Köylülerden yüksek kira ile kiralanabilir bu tarlalar. Kardeş tarlan bir iş yapmıyor gel bizim şirkete kiraya ver. Söyleşi: Mehmet Kâmil BERSE

K.B: Tabi şimdi siz sektörlerinden bahsederken ben çok iyi biliyorum ki siz girişimci bir insansınız ve ülkenin temel ihtiyaçları konusunda girişimcilerin bu konuda neler yapması gerektiğini çok iyi biliyorsunuz. Birçok konuda da insanların önünde onlara yardım etmek için girişimcilik yapıyorsunuz. Enerji konusundaki yatırımlarınız, hayvancılık, tarım, bunları biraz açarsanız bu ülkenin aslında sizin gibi bir yüz tane Emin Üstün’e ihtiyaç var. E.Ü: Şimdi ben uçak yapacağım desem biraz hayal olur. Ama bunlar belki belli bir sermaye, büyük bir sermaye bulduğumuz zaman yapacağımız şeyler. Ama bugün Türkiye hayvancılığı yapabilir. Türkiye bir köyde bir hane var. Şehit Halisdemir’in olduğu köy. Gittim gezdim. Bin hane var. Her hane 15 tane inekle uğraşıyor. Hâlbuki bunlara öncülük yapılsa bunlar tek elden yönetilse, bin tane traktöre ihtiyaç yok, bin tane çalışana ihtiyaç yok, bin tane veterinere işçiye ihtiyaç yok, tarlaya ihtiyaç yok. Bu tek elden yapılabilir. Batı Avrupa yapmış bunu. Bu organize edilebilir. Gidiyorsun 100 hane var bir köyde 100 tane traktör var. Alman yapmış bunu bir tane büyük traktörle o yüz traktörün yaptığı işi yapıyor. Araziyi birleştirmiş. Ha nasıl birleştireceksin ortak olabilir köylüler. Köylülerden yüksek kira ile kiralanabilir bu tarlalar. Kardeş tarlan bir iş yapmıyor gel bizim şirkete kiraya ver. K.B: Emin Bey o konuda geçenlerde bir haber dinledim. Belki siz de dinlemişsinizdir. Anadolu’da bir kasabada kaymakam bütün tarlaları birleştirmiş sadece diyor yollardan masrafları karşıladık. Yolları da üretime kattık. E.Ü: Bu çok zor bir model değil. Ama yukardaki kişiler bunu bürokrasiyle engel olmayacaklar bunu kolaylaştıracaklar. Bugün tarımı çözsek Türkiye’de çok ciddi ovalar var. Ovalar boş. Bu elbirliğiyle çözülebilir nasıl çözülebilir. Ufak sermaye birikimleri oluşması lazım. Bu kooperatiflerle olabilir, şirketlerle olabilir. Bir araya getirmek suretiyle insanları bu boş araziler işlenmiş olur. Bunlar mümkün. Hayvancılık da böyle. Bugün hayvancılık Türkiye’de neden yapılamıyor? Arazimiz çok parçalı. Mevzuatı öyle konulmuş ki zamanında Almanya’da en küçük arazi bir vatandaşa 47 dönüm düşüyorsa bizde 5 dönüm. 5 dönüm orda 3 dönüm orda 2 dönüm orda. K.B: Tarih geçtikçe bu 5 dönüm daha da küçülüyor nesillerle. E.Ü: Bu sefer de adamlar para kazanamıyor

sayı//57// nisan 16


çekeyim gideyim diyor İstanbul’a. Ben diyor o kadar parça parça yerlerle bir iş yapamam. Onları cazip hale getirebilirsiniz. O köylünün arazisini bir şirket gelse kiralasa tamamını. Tek elden yönetse. Bunda muhtarın, kaymakamın üç kişilik bir heyetle karar verilse. Gayet basit. Boş duruyor arazi. Biz bir yerde ismini vermeyeceğim koyun aldık. 2000 adet. Koyun yapacağız fakat biz şirket olarak yaptığımız için mera kanununda şirketlerde koyun kullanamazsın. Ve kullanamadık. Niğde’nin bir köyünde. 2000 koyunu sattık. Dediler ki bu mera kanununda burada anca köylülere verilir. E boştu bu mera. Köylüler de kullanmıyor. Bize de vermediler. 2.000 tane koyun bu 5.000 olacak 10.000 olacak. Bir de bir model değiştirelim dedik daha modelin başında ölü doğdu. 50.000 dönüm mera boş duruyor yani. Bu iki taraflı çözülecek. Hem siyasi ayağı var bu işin hem iş adamı hem de bürokrat ayağı var bu işin. İkisi bir araya gelecek hızlı çözüme gidilecek. Şimdi yurtdışından hayvan getiriliyor. Nerden getiriliyor? Uruguay’dan, Arjantin’den, Brezilya’dan. Orda hayvanı alıyorsun burada üreticiye satıyorsun. Bu bir yerden sonra ne olacak Türkiye’de üretim duracak yani. Bunun iki türlü çözümü var. Ya buradaki üretici gidip bunu Uruguay’da, Brezilyada, Arjantin’de üretecek. Maliyeti %50 daha ucuz. Gene para bizim cebimizde kalacak. Orada bütün hayvanı merada besle hiçbir masrafı yok, maliyeti yok. Onlarda girişimci yok, adam yok. Bizde adam çok. Bizim adamlarımız gidecek Uruguay’a, Arjantin’e orda 50 bin 100 bin hayvanı yetiştirecek. Zaten devlet diyor ki 300 kilonun altında hayvanı ithal edebilirsin. 300 kiloya geldiği zaman hayvanları gönderecek.

Gönderen kim? Yine biziz. Zor bir şey değil. Ondan sonra Malezya’ya gönderecek. Oradan başka ülkelere gönderecek. Bunun hemen formülünü yurtdışında yapmak isteyenin hayvanını satın alma garantisi verecek. Kredi verecek başta. Git orda 10.000 hayvan ne yapar sana şu kadar kredi avans. Ver bana teminatı ver bana ipoteğini. Ama ne oluyor şimdi oradan 2 dolara adam alıyor, 1 dolara naklediyor, 1 doları da kendi kazanıyor bize 4 dolara satıyor hayvanın kilosunu. Biz 4 dolardan alıyoruz besliyoruz. Biz de kasaba veya et toptancısına hayvanı veriyoruz. Bu çok zor bir çözüm değil ki efendim. E Türkiye’de ot pahalıysa, maliyetler pahalıysa bunu Ukrayna’da yaparsın yani. Ukrayna’da arazinin %50’si 5 tane büyük şirketinmiş. Çok zor değil Ukrayna’ya gitsin iş adamımız. Brezilyaya gitsin. Ama adama devlet olarak bir yol parası ver. Ben 50 tane çiftçiyi toplayayım gideyim Arjantin’e. Bir sistem oluşturayım. Onların içerisinde bir on tanesi başarılı olsa yeterli geliyor. Bunu neden anlatıyorum. Hızlı kararlar vermek zor şeyler değil. Beyin üzerine tahsis edemiyoruz. Düşünemiyoruz. Düşünemeyince ne oluyor? Etimiz bu sene sıkıntı, ziraat sıkıntı, tarım. Her şeyi biz devletten hükümetten bekleyemeyiz. Hükümetin bunda yapacağı önümüzdeki engelleri kaldırmak. Yolu açacak yani. Onlardan yol açmalarını isteyeceğiz. Enerjiyle uğraşıyoruz Kâmil Bey. Güneş enerjisinde başarılı olduk 30 megavat. Bugün megavat 30 bin kilovatlık bir enerji üretiyoruz. K.B: Kaç noktada var? E.Ü: Türkiye’nin 6-7 noktasında üretiyoruz. Bunu her tarafa yaymak istiyoruz inşallah. Bunu 17


K.B: Bir de o yer sahipleri veya köylüler önlerinde güzel örnekler gördükleri zaman o modele itibar ederler ki ettiklerini görüyoruz. E.Ü: Yani mesela Türkiye’nin diyelim 1 megavatın maliyeti 1 milyon dolara mal oldu. Takriben 5 milyon TL ediyor. 50 kişiye 100’er bin liradan 5 milyon topladığı zaman 50 kişi aşağı yukarı ayda 15 bin dolar geliri oluyor. Demek ki 100 bin lira yatıran her ay 300 dolar geliri olmuş olacak aylık. Bu 100 bin de devlet krediyle buna sağlayacak. Köylü diyecek ki %10 peşin ile verecek. 100 bin liraya ortak olacak o santrala. %10 peşinatla her ay 1200 lira devlet verecek. Köyde yaşayacak. Köyün elektriği üretilmiş olacak.

elbirliğiyle yapmak istiyoruz. Eğer mevzuatta bir değişiklik yapılır da köyleri birleştirmek suretiyle, nahiyeleri birleştirmek suretiyle elbirliğiyle bu işi çözebilirsek boş köylerde yerler var. Boş yerlerde enerji üretmek suretiyle onu köyle ortak etmek istiyoruz. Ama mevzuat müsait değil. Köylünün oradan bir geliri olsun. Enerjiden ayda bin lira alsın bizden 1500 lira alsın. Ufak bir ortaklık var. 1500-2000 lira da ahırında beslediği hayvanlardan kazansın. Köylümüzü köyde tutabiliriz. Mevzu gayet kolay. Bu da devletin ilgili resmi kişilerine sesimizi duyurmamız lazım. İşte bu medyalar bu bakımdan faydalı bir şey. Enerji ciddi bir problem onu çözmek için biz numune, model oluşturmak istiyoruz. Nasıl Emin Otomotiv model oldu 200 firma çıktı. Şimdi Eminevim model oldu 10 tane firma çıktı. Bu modelde enerjide bunu başarabilirsek arkadan tarım ortaklığı. K.B: Şimdi aslında geçmiş kültürümüzden gelen birtakım bağları, birlik beraberlik bağlarını kullanıyorsunuz. Onu uyguluyorsunuz. E.Ü: Mutlaka, omuz omuza veriyoruz. Burada bir tane imame, başa ihtiyaç var bu baş kendi çıkmasın toplum çıkarsın onu. Kendi çıkınca memleketin en beğenmediğimiz adamı çıkıyor. Ama toplum çıkarırsa gel kardeş sana o 50 bin dönüm araziyi bu köylüye çiftçiye dağıt. Efendim Tokat’ta ovamı var gel burayı millete dağıt ilgilen, burayı yönet. Birine diyecek ki sen Çukurova’yı yönet birine diyecek ki sen burayı yönet. On kişiye görev ver bu çözülür. Hazır bekleyen köylümüz var. Burada bir çözüm üretmen lazım. sayı//57// nisan 18

K.B: Şehirlere baskı ortadan kalkacak. E.Ü: Ana noktada çözüm. Yani köyde çözüm. Köyden sonra kasabada çözüm. Kasabada çözüm. Kasabada daha büyük projeler gelişecek. Şehirlerde daha büyük projeler geliştirilecek. K.B: Şehirlerde bile yeşil ev projeleri var biliyorsunuz. Çatılara kurulan güneş sistemleri. Bu uygulamalar yapılsa İstanbul gibi büyük şehirlerde. E.Ü: Ben dört yıl evvel 20 kilovat yaptım ama devlete satamadım. Sistem bir ara çözülmedi. Ben onu da yapsam bütün müşterilerime onu yayacaktım. Çünkü Almanya’da bunu gördük herkes evine bütün enerjisini sıfır maliyetle yapıyor. Bunu güneşten elde ediyor, topraktan elde ediyor, sudan elde ediyor hiç elektrik gideri yok binanın. Almanya ona odaklanmış. Bu evde diyor eğer enerji gideri olmazsa sana 50 bin Euro kredi veririm diyor. Geliyor evi inceliyor 50 bin Euro kredi veriyor vatandaşa. Vatandaş da onu çözüyor yani. Çok bir şey değil bizim adamlar gidip Almanya’ya bakacak. Enerji problemi çözülmüş oluyor. Türkiye cennet. Ben Türkiye’de devletten bir şey istemiyorum. Ya vatandaş cebindeki parayı kullanmak istiyor bunu yapamıyoruz yani. Bugün 40 bin köyümüz var 40 bin köy her köy 1 megavat enerji üretse 40 bin megavat. Türkiye’nin enerjisi kökten çözülmüş oluyor yani. Daha nasıl duyuracağız sesimizi yukarıya Kamil Bey? Size ihtiyaç var, medyaya ihtiyaç var. Yani devletten bir şey de istenmiyor. Sadece istenen ne? Halkın önünü açmak. Millet yapmış mı başarmış mı devam et kardeşim. Başaramadı mı dur bakalım. Nereyi yaptın şunu yaptım bunu yaptım devam et. Bu kadar. Çözmezsek ne olur? İşte böyle dolar 4,5’a çıkar. Allah muhafaza daha yükselir.


K.B: Her seferinde istedikleri gibi oynamaya çalışıyorlar bizlerle. E.Ü: Bunu aşmamız lazım. Milletin aşması lazım yani. Millet de siyasilere anlatarak derdini. Şimdi muz üretimi yapıyoruz Anamur’da. Ben anlatıyorum ki başkaları da yapsın. Bugün 100 bin lira yatıran ayda 1 yılda 15 bin lira kazanıyor takriben en asgari. 100 bine 20 bin %20. Niye gitsin bu parayı faize %10 yatırsın?

bütün dünyayı görsünler önce kendi ülkelerini görsünler tabi. E.Ü: Efendim Malezya’da 500 tane Türk varmış. Üzüldüm ya. Malezya’ya gittik 500 Türk. Niye 5 bin, niye 50 bin, niye 100 bin değil? Endonezya’yı sordum nüfusu 200 milyon 400 Türk varmış. niye 400 bin yok. 20 bin tane ada. Demek ki bizim modele ihtiyacımız var. Halkın işini kolaylaştırmalı. Halk gidiyor.

K.B: Hatırlıyorum rahmetli Özal zamanında muz ithali başlayınca bizim yerli üreticiler pes etti. Değil mi? Oysa rekabet edebilirlerdi. Şimdi öğrendiler. Aradan 30 yıl geçtikten sonra öğrendiler. E.Ü: Dehşet mesela Anamur, Gazipaşa, Silifke’ye kadar dolaştım geçen hafta. Anamur tamamen bir sera şehri, muz şehri olmuş. Gazipaşa öyle olmuş. Para akıyor böyle. Niye doğudaki vatandaş, batıdaki adam boş duracağına oraya gelsin çalışmaya başlasın. Silifke var, Yumurtalık var. Hep bu bölgeler muz yapmaya müsait yerler. E şimdi bu vatandaş niye gitsin %8’le parasını bankaya yatırsın? 10 kişi bir araya gelsin ortak 10 dönüm bir yer alsın. Muz bahçesi bir adam çalışıp yetiyor yani. Ben biraz fazla mı dağıttım?

K.B: Devlet sadece kontrol edecek. Bir kontrol mekanizmasıyla kontrol edecek. E.Ü: O kadar. Adam ölesiye kadar, şirket batasıya kadar beklemeyecek.

K.B: Yok, yok. Çok sağ olun çok teşekkür ederiz. Ama bu da bizim kültürümüz yani girişimcilik de bizim kültürümüz. E.Ü: Muhtaç olmamak bizim kültürümüz. K.B: Bunları yapmak zorundayız ve bu şekilde devam etmek zorundayız. Bizar önce de bahsettim bu ülkenin belki bin tane Emin Üstün’e ihtiyacı var. Allah razı olsun çok güzel işler yapıyorsunuz ve de her seferinde bunu arttırarak devam ediyorsunuz. Memleketin ihtiyaçları çerçevesinde ne gerekiyorsa o konuda girişimde bulunuyorsunuz. Bir de ben sizin en beğendiğim taraflarınızdan biri de siz sürekli dolaşan insansınız. Dolaşıp etrafı ve dünyayı gören bir in sansınız. İş adamlarını da sizin gibi davranmaya davet ediyorum. Bütün girişimciler

K.B: Beklemeyecek, devamlı eli üstünde olacak. Kontrol altında tutacak. Emin Bey bugün sizinle çok güzel bir sohbet yaptık. Çok sağ olun. Çok teşekkür ederiz. Yani izleyicilerimize de çok güzel örnekler verdiniz. Ben özellikle herkesin sizin bu çalışmalarınızı takip etmesini istiyorum. Örnek alması açısından insanların. Ve bu konuda da başarılı olacağımıza inanıyoruz. E.Ü: Çok ufak bir şey söyleyeyim. Çat’tan bir hoca efendi geldi. Para yardımı için dedim ki hocam sen para toplama biz sana 100 tane hayvan parası vereyim ne kadar hayvan fiyatı dedim. 250 dolar dedi. Kaça satabilirsin bunu kurbanda dedim. 500 dolara satarım dedi. Al dedim sana 28.500 dolar. 100 tane hayvan al hocam. Aldı. Şimdi baktım Çat’ta çalışıyor. 2-3 tane insan çalışıyor orda. Bir tanesinin düğününü yapmak için 200 dolar lazımmış. 200 dolara düğün yaptırıyor. 100 tane hayvan şimdi kurbanda bunları 500 dolara satar. Hocam dedim en yapabileceğin şey ne dedim hayvancılık dedi. Tamam, bunu yapalım dedim. Bu neyi anlatıyor çok zor değil. Bir adım atmamız icap ediyor. K.B: Konuğumuz Emin Şirketler Gurubu Başkanı Emin Üstün Beyefendi idi. Şehir ve Kültür sohbetlerinde bir programı geride bıraktık. Hoşça bakın zatınıza. 19


Sohbet-i erbâb-ı dil bir lahza sensiz olmasın Hürmetin inkar eden, dünyada hürmet bulmasın...

ÇAYA VE ÇAYYAŞLARA DAİR Çay şarabu’l-ârifîndir, derler. Elhak doğrudur. Çayı sevmeyen derviş olmadığı gibi çay içilmeyen tekke de olmaz. Çünkü Allah’ın nimeti çoktur lakin seveni için çay gibisi yoktur. Hatta ehl-i dilden bir zatın “Peygamber efendimiz zamanında çay olsaydı, çay içmek sünnet olurdu. Çünkü çay sohbete sebeptir." dediği yazılı kitaplarda. Prof.Dr.İsmail GÜLEÇ

alumunuz, kahve üzerine bir yazı yazdım. Yazı üzerine ehibba ve yârân arasında çayı sevenler hal dilleriyle bana, günde beş öğün beşer bardak çay içen adamsın, nasıl böyle bir ihanet içerisinde olursun, der gibi bakınca dayanamadım ve bu satırları kaleme aldım. Efendim, her ne kadar Refik Halit Karay kadar tiryaki olup onun kadar çayı anlatamasam da hissiyatımı tercümeye çalışacağım. Çay şarabu’l-ârifîndir, derler. Elhak doğrudur. Çayı sevmeyen derviş olmadığı gibi çay içilmeyen tekke de olmaz. Çünkü Allah’ın nimeti çoktur lakin seveni için çay gibisi yoktur. Hatta ehl-i dilden bir zatın “Peygamber efendimiz zamanında çay olsaydı, çay içmek sünnet olurdu. Çünkü çay sohbete sebeptir." dediği yazılı kitaplarda. Dervişler arasında yaygın olmasının bir nedeni de Ahmed Yesevî’dir. Hz. Pir, bir gün Hıtay’a gider. Hava sıcak olduğu için yol kenarında oturup dinlenir. Bir köylü, Ahmed Yesevî’den hamile karısı için dua etmesini ister. Yesevî hazretleri de köylüyü kırmaz ve kadın kolayca doğurur. Köylü de bu iyiliğe karşı çay ikram eder. Hoca Yesevi, o zamana kadar hiç görmediği çayı içince bir rahatlar, bir rahatlar yorgunluğu unutur ve ellerini açıp şöyle dua eder; "Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faidelensinler." O günden beri çay Ahmet Yesevi yolundan gidenler arasında yaygındır, her ne kadar Türkiye’ye geç gelmiş olsa da. Hatta dervişleri uyanık ve zinde tuttuğu için "Evliya Çorbası" da denir. "Çay içelim, çay içelim Nefsü hevadan geçelim" diye ilahiler bile söylenmiş. Bendeniz de çay içerim. Çünkü çay içenin konuşma ve yazma becerisi artar, neşesi gözlerinden taşar, muhabbetine doyum olmaz, çevresine iltifat eder, latife eder ve hayata iyimser bir gözle bakar. Yaşamaktan zevk alır. Hele bir de tavandan şıpırtılar geliyorsa, rüzgar içeri girmek için camı tıklatıyorsa, alınan zevki büsbütün artırır.

sayı//57// nisan 20


Çay benim gibi sıradan insanların mutluluk kaynağıdır. Öğrenciler sever, işçiler sever, öğretmenler sever, memurlar sever, bekçiler sever, gece çalışanlar sever, inşaatta çalışanlar sever, hamallar sever, şoförler sever, dilenciler sever, evi olmayanlar sever, yolda kalanlar sever, karnı doyanlar sever, canı sıkılanlar sever, uykusu kaçanlar sever, hastalar sever, fakirler sever, ezilmişler sever, tüm garibanlar ve kimsesizler sever. Çay içmenin vakti zamanı olmaz. Bulduğun zaman, gördüğün zaman, düşündüğün zaman, yapacak işin olmadığı zaman, yapacak işin olduğu zaman, tembel tembel otururken, çalışırken, uyurken, uyanıkken, ayakta iken, oturur iken. O yüzden vücudumuzun yüzde yetmiş beşi çaydır bizim. Çayımız kan renginde olduğu gibi kanımız da çay rengindedir. Sıradan insanların hayatı mücadele ile geçer. Simit ve peyniri çayla yiyebilmenin mücadelesidir bu. İnsanın kendi kendine çay demlemesi sonra bekleyip onu içmesi başlı başına bir mücadele değil midir? Çünkü insan ancak çay içerek bir şeyleri düzeltebilir. Bir insanın içinde çay yoksa, o insan kemali ve cemali anlamaktan acizdir. Bir kere çayı seven ve içen, içtikten sonra da çay içtiği için mutlu olan adamdan zarar gelmez. Çay gariptir ama yalnızlığı sevmez. Çay yarla içilir, yaranla içilir. Şairin dediği gibi; Geleydin bir çay içimi, Sen çay dökerdin, ben de içimi Çünkü aşık çayı sevdiğiyle içmek ister. Sevgili gitmesin diye de yudum yudum içer. Masada sadece çay bardaklarını ve sevdiğinin ellerini

görmek ister. Bir güzel gördüğünde de çay içtiği birisinin olup olmadığını merak eder. Çayın, Oğuz Atay’ın deyişiyle, yalnızlığa iyi gelen bir tarafı da vardır. O gariplerin hemdemi ve hemderdidir. Çünkü o da dertlidir. Karalığı dertli olmasındandır. Bu yüzden yeşili ile, bitkilisi ile yârenlik olmaz. Çay demlemek de özen ister. Refik Halit anlatsın bize çayın nasıl demlendiğini: Çay ihtimamla pişmezse, ağır ağır, rahat rahat içilmezse hiçbir kıymeti kalmaz. Çay, bol elbiseler içinde, rahat minderlerde, gayet lâubali bir tarzda içilmek şartile dünyanın en lezzetli içkisidir, fakat suyu berrak, rengi âteşîn, fincanı billûr, şekeri az, râyihası hafif olmalıdır. Çay pişirmeyi basit görenler aldanırlar ve aldandıkları içindir ki iyi çay içmeğe muvaffak olamazlar. Suyu ılık bir âdi porselen ibriğe haşlanıvermiş olan çay, yani alelumum içtiğimiz çay ne taamsız, ne fena bir çaydır; bunu çay namına yutanlara acımalı ve çay gibi nefis bir nesneyi o hâle sokanlara da kızmalıdır. İyi çay derviş gibidir, yavaş yavaş demlenir. O yüzden sallaması makbul değildir. Dervişin içtiği sadece çay değil, aynı zamanda hikmettir. Bekleyen her şeyin soğuduğunu ve acıdığını dervişe öğreten çaydır. Acıyacak kadar bir yerde beklemez, çul çürütmez. Dervişe düşen dua etmek, şükr etmek, hamd etmek ve çay içmek. Madem öyle, ne duruyoruz! Birde kalma, dörde kanma, altı say Ârif isen içmelisin demli çay Vir salâti Mustafâ’ya Kanberî Demli çây hâzır içen gelsin beri. 21


ünümüzde nüfusu 90.000 civarında olan İşkodra, 1392'de yapılan akınlar sonucu bölgeye hakim prensin Yıldırım Bayezid'e ve Osmanlı İmparatorluğu'na bağlılığını bildirmesiyle Rumeli Beylerbeyliği'ne bağlı bir sancak haline getirilmiş. 1876 yılında Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na milletvekili gönderen 29 seçim bölgesinden biri olmuş.

YİTİK COĞRAFYANIN ŞEHİRLERİ

İŞKODRA Dört yüz elli yıl kadar Türk egemenliğinde kalan İşkodra şehri Hasan Rıza Paşa tarafından kahramanca savunulmuş ve paşanın şahâdeti sonucunda 26 Nisan 1913’te şehre veda edilmiştir. Hüseyin YÜRÜK

Bu kuzey şehri Geg (Gegaların) merkezi. Bilindiği gibi Arnavutluk'ta kuzeyde oturanla “gega”, güneydekilere "Tosk (Toska)” denir. Ülkenin çoğunluğu Müslüman olmasına rağmen (yüzde 70 civarı) kuzeyde Katolik, güneyde Ortodokslar birer azınlık grubu olarak yaşar. Kuzeydeki Katoliklerin "malesor" denilen feodal sisteme hâlâ sadık Katolik aşiretler şeklinde yaşadıkları bir gerçektir. Osmanlıların son yüzyılda çok uğraştığı bu dağlılar zaman zaman İtalya ve Avusturya tarafından desteklenmiş ve Osmanlı'ya karşı kışkırtılarak isyan ettirilmiştir. 26 Mayıs 1892 tarihinde İşkodra Valisi'nin Dâhiliye Nâzırı Halil Rıfat Paşa'ya gönderdiği telgrafta bölgede yaşanan dini ve sosyolojik gelişmelerle ilgili önemli ipuçları yer alıyor: İşkodra Vilâyeti'nin merkez ve kazalarında yaşayan Müslümanların, dinleri hakkında pek az bilgiye sahip oldukları, İşkodra Valisi'nin dikkatini çekmişti, yaptığı araştırmalarda iki binin üzerinde genç ve yaşlının sünnet dahi olmadıklarını tespit etti ve durumu Dâhiliye Nâzırı Halil Rıfat Paşa'ya iletti. Bunun üzerine, durumun düzeltilmesi yolunda tedbirler alındı. 26 Mayıs 1892 tarihinde İşkodra Valisi'nin Dâhiliye Nâzırı Halil Rıfat Paşa'ya gönderdiği telgrafta halkın dinlerinin gereğini öğretmek üzere yüz civarında okulun açılması için çalışmaların başlandığı bildirilmişti. Ayrıca iki bin civarında genç ye yaşlının sünnet ettirilmesi için para bulunamadığı, ancak bu paranın bizzat Padişah II. Abdülhamid tarafından karşılanarak bunların sünnetlerin yapıldığı bildirilmişti. Böylece buradaki Müslümanların cehâletten kurtarılması için ilk çalışmalar başlatılmıştı. (Birol,2009:333) Ahmet Cevdet Paşa, İşkodra ile ilgili şu tarihi şahitliği yapar: Devlet-i Aliyye asâkir-i nizâmiyye tertîb eyledi ise de, İşkodra, Hersek ve Bosna gibi bazı memalikden asker alınamadı (Ahmet Cevdet Paşa,1980:80)

sayı//57// nisan 22


1909 yılına gelindiğinde sorunun çehresinin nasıl değiştiğini Hüseyin Kazım Kadri şöyle anlatıyor: Bedri Paşa o zaman İşkodra valisi idi. Arnavut Malisörlerin isyanı zihinlerı işgal ediyor ve Avusturyalıların teşvikleriyle meydana çıkan bu ihtilalin günün birinde pek fena hadiseler doğurmasından korkuluyordu. Biz Selanik'le, İşkodra hükümetinin pek gafilâne bir tarz-ı hareket ihtiyar ettiğini görüyorduk. İşkodra Valisi Bedri Paşa yaşananları Babıali’ye bildirmişti. "Görüyorsunuz ya! Başka ne yapabilirdim? Nihayet kimseye dert anlatamamak yüzünden hastalanıp buraya geldim. Bütün raporlarıma bir kere olsun cevap alamadım diyordu. Ertesi günü Dahiliye Nezareti'ne gidip İşkodra vilayetiyle hangi şubenin muhabere ettiğini sordum. Üçüncü şube olduğunu anlayınca, müdürü Nazmi Bey'i görüp; "Nasıl oluyor ki Bedri Paşa gibi bir zat, İşkodra ahvalinden Nezaret'i haberdar ediyor, siz de buna karşı süküt ediyorsunuz?” dedim. Nazmi Bey; “Aman efendim, ne söylüyorsunuz? İşte Bedri Paşa'nın yazıp gönderdiği layihalar. Ben bunları kucaklayıp her sabah nazır beyin nezdine gidiyorum. Beni görünce garip bir tarzda gülerek; 'Akşama bakarız!' diyor. Akşam yanına gittiğim zaman yine gülerek; 'Artık yarın sabah okuruz!' cevabını veriyor. Bu kâğıtlar benim yanımda yığılıp kaldı. Bedri Paşa “Hadisât tevali ediyor ve ahval günden güne daha vahim şekiller alıyor. Ben de ne yapacağımı şaşırdım. Kime dert anlatmalı, ne yapmalı'?” Diyordu. (Kadri,2000:122-123) Dört yüz elli yıl kadar Türk egemenliğinde

kalan İşkodra şehri Hasan Rıza Paşa tarafından kahramanca savunulmuş ve paşanın şahâdeti sonucunda 26 Nisan 1913’te şehre veda edilmiştir. Bundan sonra İşkodra'ya Karadağlılar girmiş, ama daha sonra büyük devletlerin baskısıyla onlar da ayrılmışlardı. 1990’lı yıllarda bu topraklara bir seyahat düzenleyen Haluk Dursun gözlemlerini şöyle anlatıyor: İşkodra ve Berat başta olmak üzere birçok şehirde mimarîmizin örneklerini görmek hâlâ mümkün. Tiran'da Gazi Ethem Bey Camii, Akçahisar'daki Bektaşi dergâhı, Berat'daki Halvetî tekkesi ve Kurt Ahmet Paşa köprüsü (1775) duruyor. İşkodra'da İtalyanlar başta olmak üzere Katolik ülkelerin misyonerlik faaliyetleri son derece yoğundur. İskodra şehir merkezinde yalnız Müslümanların Büyük Ebubekir Camii olmasına karşılık; iki büyük kilise, üç İtalyan Katolik okul, on civarında misyoner eğitim merkezi bulunur. Nobel ödülü de alan meşhur Rahibe Teresa'nın Arnavut asıllı olması Vatikan'ın Arnavutlar üzerinde özel çalışmalar yapmasına,Kuzeyin İtalyan nüfuz ve hakimiyet sahasına girmesi dolayısıyla İşkodra, Arnavutluk'ta İtalya ve Vatikan'ın bir ileri karakolu durumuna dönüşmesine yol açmış. İşkodra şehir merkezinde ise sadece yüzde kırk Katolik olmasına rağmen, Belediye Başkanı Katoliktir. Son yıllarda Koplik'ten ve Büyük Malesi'den İşkodra'ya çok sayıda Katolik gelip yerleşmektedir. Bu durum tarihî şehrin demografik dengesini bozmakta, sıkıntılar ortaya çıkarmaktadır.(Dursun,2003:150-151) Arnavutluk bugün kuzeyde İtalya'nın -daha doğrusu Vatikan'ın, Kosova üzerinde Sırbistan'ın, Epir'de Yunanistan'ın baskısı 23


Hemen fetvayı bastılar: Çimenin üzerinde namaz mı kılınır? Git otel odanda kıl! Kimsenin aklına da “Bu tesiste her şey var ama mescit niye yok? diye sormak gelmedi. Ağır çekim gibi süren bir kontrol ve muayeneden sonra Arnavutluk sınırından geçiş yaparak İşkodra şehrine doğru yola çıktık. Artık akşam olmuş hava kararmıştı. Ancak yol güzergahımızdaki evler, binalar ve şehir rahatça görülüyordu.

altında. Bir taraftan varlığını devam ettirme kaygısı içinde, diğer taraftan da Üsküp ve Kalkandelen'deki Arnavutlar, Piriştine ve Prizren'deki Arnavutlarla beraber "Büyük Arnavutluk'tu kurma peşinde.” Şimdi de bizim 2015 yılı İşkodra gözlemlerimizden devam edelim: Karadağ’dan Arnavutluk’a giden bu dağlarda bol miktarda ve çok güzel Arnavut köyleri var. Köylerin Müslümanlara ait olduğu camilerinden ve mezarlıklarından anlaşılıyor. Yolculuk sırasında yine dikkatimi çeken bazı ayrıntıları paylaşayım: Bazı köylerin camileri köyün dışında bir yerde bulunuyor. Bu camilere ancak Cuma namazları için gidilebilir. Yoksa vakit namazı için gidilebilecek yakınlıkta gözükmüyorlar. Dikkatimi çeken bir başka nokta da şu oldu: Çok yoğun otlaklar olmasına rağmen bu ülkelerde büyükbaş hayvancılığın izlerine pek rastlanmıyor. Zaman zaman bazı koyun sürülerine rastladık o kadar. Arnavutluk’un sınır şehri İşkodra’ya yakın dağlık bölgede bir tesiste mola verdik.Burada bir Arnavut’a tesisin her yeri maalesef sergilenen içki şişeleriyle doluydu. O sırada bizim gruptan emekli öğretmen olan bir bayanın kırmızı renk görmüş gibi öfkeyle bağırıp çağırdığına şahit oldum. Neyin nesi diye araştırınca; ‘Tuvalette abdest alan Endonezyalı bayan turistlerden rahatsız olduğu’ anlaşıldı. Tesise bizden önce bir Endonezyalı turist kafilesi inmiş, ikindi namazı için hazırlık yapıyorlardı. Bu turistlerin uzakta bir yerde çimlerin üzerinde namaz kılmaları da bizimkileri rahatsız etti. sayı//57// nisan 24

İşkodra, bizim Anadolu’daki geri kalmış, vahşi şehirleşmeye uğramış bir şehir manzarası arz ediyordu. Yolculuğumuz boyunca gördüğümüz en çirkin şehirdi. Batıda köyler bile güzelken bizde şehirler bile çirkin maalesef. Biz kainata hikmetli bakışımızı yitirince şehirlerimiz kayboldu, kentlerimiz ise çoğaldı. Artık modern modern ve bol miktarda kentlerimiz var. Burada otele yerleşip biraz dinlendikten sonra otelin hemen yakınındaki camiye yatsı namazı için gittim. Yaklaşık 100 kişi ile kıldığımız yatsı namazında gençlerin sünneti kılmayarak köşede oturarak beklemeleri dikkatimi çekti. Cami çıkışında yaklaşık 30 civarında kimi sakallı gencin bisiklet ile camiye namaz kılmak için geldiğine şahit oldum. Otele giderken cadde ve yolda hem de yaşlı denecek bayanların da bisiklet kullandıklarını görünce şaşırdım doğrusu. Demek ki bu bölgede böyle bir yaygın alışkanlık mevcut. Ertesi sabah kahvaltının ardından otelin yanındaki caddeyi ve caddenin sonundaki Ebu Bekir Camiini ziyaret ettik. Cami kapalı olduğundan içine giremedik. Hristiyan Arnavutlar bu caminin karşısına büyük bir kilise yaptırmışlar. Bu cadde üzerinde bizim Anadolu’daki gibi tesettüre bürünmüş beyaz başörtülü teyzelere rastladık.

KAYNAKLAR

• Ahmet Cevdet Paşa,(1980),Maruzat,İstanbul: Çağrı Yay, • Birol Nurettin,(2009),Sadrazam Halil Rıfat Paşa Dönemi ve İcraatları, Ankara:Cedit Neşriyat • Dursun A.Haluk,(2003),Nil’den Tuna’ya Osmanlı Yazıları, İstanbul: Ötüken Yayınları • Kadri Hüseyin Kazım, (2000),Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Hatıralarım, İstanbul: Dergah Yay


Derviş Kumrular Gibi Bana geliyor, bana – Onu bir öğreten var – belli Yolları dürmüş, sırtına vurmuş / gözleri şimşek devşirir Yine kimlere kandı / kime inandı, kimbilir Ey gönlümü yıkıp geçen Bu feryâdın sâhibi var Üstüne bir taş çekip yatanları Ölü mü sandı, kimbilir Sultanımın yüzü sarmaşık gülü Gönül haddini bilmez kuş Uçmuş, havalanmış, kaybolmuş Arşa tırmandı kimbilir Nice ilâçlar ettiler dünyanın hekimleri Derdine derman diyerek Derviş kumrular gibi Nice kıvrandı, kimbilir Leylekler yuvalarından oldu Mahşere döndü dünya Dellâllar nidâ etmedi nedense Gizli fermandı, kimbilir Kâmil UĞURLU

25


ŞEHİR SOHBETLERİ 17

BELEDİYE BAŞKANLARINA ÇAĞRI

ŞEHRİ/KENTİ STRATEJİK YÖNETİM

Geçmişte seçimi kaybeden bir belediye başkanı hakkında araştırma yapan gazeteciye esnafın cevabı açık ve net. “Evet altyapımızı üst yapımızı yaptı, her hizmeti getirdi ama, önümüzden geçerken selam vermedi”. Ahmet NARİNOĞLU

1. GİRİŞ

Seçim dönemi bitti. Şehir ile yüzleşme dönemi başladı. Gerçek olan şehir. Şairin “eteklerinde bir yığın yaprak” misali gibi geride yığınlar dolusu projeler, vaatler, sözler, söylemler, talepler, beklentiler, umutlar biriktirerek mesuliyet aldık. Artık yola revan olma vaktidir. 2009 yılında Adana’da siyaset mücadelesi verirken insanlar sarılıyor “gönlümüzün başkanı”sın diyorlardı. Bir teselli sözüydü elbette. Ama kesin olan bir şey vardı. Millet gönül vererek başkan seçmek istiyordu. Gönlü rahat olmak istiyordu. Aradan 10 yıl sonra “gönül belediyeciliği”ne gelmek şaşırtmamalı. İster kamuda, ister belediyede hala insanı merkeze almak ihtiyacı var. Gönül ” dedikleri de bu. Geçmişte seçimi kaybeden bir belediye başkanı hakkında araştırma yapan gazeteciye esnafın cevabı açık ve net. “Evet altyapımızı üst yapımızı yaptı, her hizmeti getirdi ama, önümüzden geçerken selam vermedi”. Şehirler; abad etme yerine insana hizmeti esas alma meselesi. Başkan, eteklerindeki bu birikimleri ayıklayarak, süzgecinden geçirerek, şehrin imkan ve kabiliyetleri ile birleştirerek programa dönüştürecek ve halkına beyan edecek. Bunun adı “stratejik plan”dır. Gelişmiş ülke şehirlerinin belediye başkanları stratejik plan çağrısında “beyanımdır” diye başlarlar. Biz de tarihimizde öyle değilmiydik. Beyan ederdik, yapardık. 2. STRATEJİK YÖNETİM Stratejik yönetim nedir, normal yönetimden nasıl ayıracağız? Aklımıza gelenler, bize ulaşanlar, talepler ile uğraşıyorsak normal yönetimdir. Ama önceden görür, araştırır, planlanır ve uyguluyorsak stratejik yönetimdir. Yani normal yönetim bugünle uğraşır, önüne bakar. Stratejik yönetim bugünden yarını yönetir, ileriye bakar.O zaman stratejik yönetim şehre ne kazandırır? Bilimle, tecrübeyle sahiptir ki katkısı vardır. • Sistem kurar/ Planlama yapar • Liderlik eder / Katılım sağlar • Yönetişim uygular / Denetim yapar • Açıklık sağlar / Hesap verir • Ölçme-Değerlendirme yapar/ Geri besleme yapar • Yönetim araçları uygular / Yönetim teknikleri uygular

sayı//57// nisan 26


Stratejik yönetim şehir/kent yöneticisine neler sağlar. • Bugünden geleceği görür/Kaynakları etkin-verimli kullanır • Keyfiliği ortadan kaldırır/Planlı yönetir • Proje tabanlı yönetir/Halkı yönetime katar • Başarı/başarısızlık ölçer/ Vaat ve sözlerini yerine getirir • Ekip kurar, yönetir Belediyeler yerel hizmetler dediğimiz imar, yatırım, kent hizmetleri ile uğraşırken, şimdi yeni yerel yönetim anlayışıyla kentsel alana hizmet sunar oldular. İmar sınırlarından alan yönetimine geçtiler. Böylece devletin yürüttüğü işleri üstlendiler. Ve yeni hizmetler alanları doğdu. Bunlar, eğitim, sağlık, sosyal hizmet, kültür-turizm, ekonomi, tarım, yerel kalkınma/ üretim, çevre/doğal yapı, kentsel gelişim, kentsel altyapı, ulaşım, enerji, bilişim. Her alanın altında alt bölümler/alanlar sayılırsa çok kapsamlı yeni hizmetler doğuyor. Büyük Şehirlerde hizmetlerin gereği olarak belediye alanları il alanlarına, ilçe alanlarına dönüşüyor. Yerel hizmetlerin sınırı ve tanımı genişliyor. Yönetim, kaynak yaratma, planlama, karar ve uygulama yerele bırakılıyor. Yerel her yönden inisiyatif sahibi oluyor. Yerel demokrasi gelişiyor. Ülke bütünlüğü içinde kendi kendini yöneten alanlara dönüşüyor.Bir yandan yerel alan yönetimine geçilirken, öte yandan kentler gelişiyor, büyüyor, daha geniş bir alana yayılıyor. Bu sistemde kent ve etrafındaki yerel alan birlikte yönetiliyor, gelişiyor. Buna kent merkezli alan yönetimi diyoruz. Büyükşehir, İl ve İlçe belediyeleri, idarenin pek çok usul, teknik ve yöntemlerini kullanmak zorundadır. Aksi halde yerelde hizmet sunan kamu, yerel, sivil, özel kesimler ile işbirliği ve koordinasyon sağlamak, yerelin istek ve beklentilerine cevap vermek, sorunlarını çözmek alışılan yönetim anlayışı ile mümkün görünmemektedir. Bu nedenle çağın yeni yönetim şekli olan “Stratejik Yönetime” ve onun uygulaması olan “ Stratejik Plana” geçmek durumundayız. Yönetimdeki gelişmeler bunu dayatmaktadır. Stratejik yönetim; şehirlerin hizmet alanlarını yönetir. Bu alanları önceliklendirir. Kritik alanları belirler, üzerinde durur. Bunlar olmazsa

düz/normal yönetim olur. Normal akışına bırakırsak yönetenede, şehre de yazık olur. Atasözü “at binicisine göre kişner” der. Aynı kaynak, aynı imkan, aynı yetki olduğu halde biri başarısız, öbürü başarılı şehir yönetiminde, sebebi, yönetende aramak icabeder. Rahatlıkla diyebiliriz, biri planlı, projeli, programlı çalışmış, öteki bildiğince yönetmiştir. Yani biri normal, öteki stratejik yönetmiştir deriz. 3. STRATEJİK PLANLAMA

Şehirlerde stratejik yönetim uygulama aracı stratejik planlamadır. Planımızı yapar, eylem planı hazırlarız, eyleme göre performans proğramı yaparız. Uygulamayı denetler, ölçer ve değerlendiririz. Bunun için uzmanlardan oluşan daire/birim kurarız. Yönetici olarak sonuçları şehirle paylaşırız. Ne güzel. Belediyelerin yüzlerce hizmet konusu var. Bunların içinde yöreye özgü öncelik isteyenler, kritik olanlar, normal olanlar var, yasaların verdiği görevler var, halkın istek ve beklentileri var. Başkanın sözleri var. Hepsini bir sepette toplayınca; altında kalmamak için plan yapmalıyız. Stratejik plandan korkmamalıyız. Zira bize pek çok katkısı olur. • Önümüzü görmeyi sağlar/ Geleceğimize ışık tutar • Hareket alanı verir/İşimizi kolaylaştırır • Katılımı sağlar/Yerele eğilmemizi kolaylaştırır • Kaynak -potansiyelleri harekete geçirir/ • Sahiplenmeyi artırır / İşbirliği koordinasyon sağlar Kesinlikle söyleyelim.VİZYON geleceği gösterir,AMAÇ geleceğe hazırlar,HEDEF geleceğe adım adım yaklaştırır,STRATEJİ 27


geleceğe ulaşmanın yol ve yöntemlerini belirler,EYLEM PLANI geleceği inşa eder Bundan güzeli var mı? Ancak stratejik plan yapmakta, uygulamakta zordur. Planı mutlaka belediye idaresi yapmalı, danışman desteği almalı. Maalesef plan yapımın içerden dışarıdan zorlukları var. Zorlukları aşmanın yolu kabullenmeden geçer. Kabul edelim bizde hala stratejik plan algılaması yanlış. Yaptığımız planlar; statik, kurumsal, lider desteksiz, günlük, kaynak belirsiz, katılımsız iken; gelişmiş ülkelerde, gelişmeci, alan planlamacı, liderlik eden, yönetişimci, bugünden geleceği yöneten, kaynak yaratan, katılımcı yapılıyor. Şimdiye kadar yaptığımız planları analiz ettiğimizde yanlışlar yaptığımızı görüyoruz. Kurum eliyle yapmıyor ısmarlıyoruz, tartışmadan onaylıyoruz, kapalı kapılar ardında yapıyoruz. Eleştirenlerin elinede malzeme veriyoruz. 4. STRATEJİK TAVSİYELER/YAKLAŞIM

Şehirleri stratejik yönetmek, stratejik plan uygulamak kesinlikle liderlik ister. Seçilmiş belediye başkanı liderlik etmezse bunların hiçbiri olmaz. Evet belediyenin bir planı, eylem planı, performans proğramı olur, birimi, çalışanları bulunur, bürokratik işlemler yapılır ama kağıt üzerinde kalır. Yöneticilerin en ciddi yanılgısı, plana değil de projeye / önem vermeleridir. Bu klavuz olmadan yol almaya benzer. İşin özü, iş geliyor liderliğe dayanır. Sadece emir vermekle, buyurmakla da liderlik olmuyor. Liderliğin kritik faktörleri var. Bunları aşmadan liderlik yapamayız. Vizyon, katılım, samimiyet, ekip bunlardan bazıları Şehri yöneten her başkan başarılı olmak ister. Başarıda tesadüfi değildir. Emek ister, çaba ister. Belediyeler de başkanlığının liderliğe dönüşmesi için yönetim usulleri, teknikleri uygulaması gerekiyor. Kabul Edelim. Yerel İdarelerde dönüşüm yaşanıyor. Ağır bürokrasiden basitleştirilmiş yönetime, merkeziyetçilikten yerel yönetime, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye, hiyerarşik örgütten proje örgütüne, kurumsal yapılaşmadan sanal kurumlara, klasik yönetimden yönetişime, resmilikten sivilleşmeye, vatandaşlıktan hemşehrilik’e kayıyor. Hatta son yerel seçimde adaylar dünya kenti dedikleri İstanbulda seçmenlere hemşehrilerim diye hitap ettiler. Avrupa kentlerinde öyle oluyor. sayı//57// nisan 28

Eskiden şehirlerin gücüne, kapasitesine güvenilirdi. Şimdi markası, imajı, algısı uzmanlığına güveniliyor. Kenti görmeden kente kıymet biçilen bir dünyada yaşıyoruz. Kentler uluslararası ölçütlere göre ölçülüyor. İnsanlar ilgisini ona göre kuruyor. Mesela turizm, finans, yatırım, pazarlama gibi. Kentlerde yoğun bir değişim talebi var. Görmeliyiz. • Kentli yaşama geliyor • Yönetim mantığı değişiyor • Yöneten/yönetilen ayrımı kalkıyor • Planlama anlayışı gelişiyor, değişiyor • Bilgi/sanal toplum doğuyor ve bağı • Demokrasi/özgürlük talepleri artıyor • Tüketici kitleleri oluşuyor. Hemşehrilerin kentlerine dair yeni dönemde beklentiler var. Huzur, istikrar, büyüme, adalet, insani yaşam, adil bölüşüm, üretim. Kentler ilkeler ile yönetiliyor. Artık yeni/şehir/ kent ilkeleri geliyor. Koruma/kollanma,birlikte yaşama,mücadele etme,birlikte çözüm,birlikte paylaşım,fırsat yaratma, birlikte yönetim/ yönetişim Şehirler/kentlere yeni fonksiyonlar geliyor. Tüketim.entegre, üretim, erişim, ulaşım, yerleşim, kullanım, yaşanabilirlik Şehirlerde bunlar olurken hizmet anlayışı ve şekli de değişiyor. Kamu hizmet alanı daralıyor, yerini yerel hizmetler alıyor. Yerel hizmetlerde türüne göre bedelli, maliyetine, bedelsiz oluyor. Sivil hizmetlerle yerel hizmetler bütünleşiyor. Özel sektör sosyal faydacılığı yerel işbirliğine kayıyor. Neticede yerelin aktörlüğü, bir başka açıyla liderliği geliyor. Güzel bir sözümüz var. “Başlamak bitirmenin yarısıdır”. Ama başka güzel bir sözümüz daha var. “Baştaki düğmeyi yanlış iliklersen bütün düğmeler yanlış iliklenir”. Kastımız şu. Doğru başlayacağız. Şehrimizi stratejik yöneteceğiz.Hani atalar der ya! “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla”. Buna temsil esasen çağrımız şehrin insanlarına. Şehir insanlarının şehrine sahip çıkması belediye başkanına sahip çıkması ile, belediye başkanının şehre sahip çıkması da, şehri stratejik yönetmesi ile olur..


DEMOKRASİDE MEDİNE,

ATİNA’DAN ÜSTÜNDÜR Dünyada kutsal kültürün beslendiği erdemli şehirlerin başında, bir arada yaşamanın şah örneği, çok kültürlüğün merkezi, Hicret şehri Medine gelir.

Dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun, şehirlerin erdemi, erdemli şehirlerin anası Medine'yi, kendilerine örnek almalarına dayanır. Medine İslam Peygamberi'nin Mekke'den Medine'ye hicret etmesiyle Medine olmuştur. Ancak onun erdemi, dayandığı değerlerin ilk insanla yaşıt olmasından kaynaklanır. Şehirlerin barış şehirleri olabilmeleri için, Medine'nin solmaz rengine boyanmasını bilmeleri gerekir. Onun toprağından toprak taşıyan şehirlerde, erdemli olmanın binbir renkli çiçekleri açar. Erdemli insan, erdemli şehirde, hayatın bütün boyutlarında mutluluğu, yalnızca kültürel ya da yalnızca ekonomik alana odaklanarak uçlarda değil, her ikisini altın bir oranda birleştiren orta alanlarda arar. Seküler kültürde iddia edildiği gibi, insanlık erdemi yalnızca ekonomik alan içinde ararsa, şehirler savaş alanına dönüşerek, toplumun bütün kesimleri için yaşanılmaz hale gelirler.

Prof.Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN* ehirler yüzyılların içinde oluşan kutsal ve seküler kültürlerin, ekonomik ve siyasal boyutlarıyla topluma yansıyan yüzleridir. Şehirler kültürlerin, kültürler inançların tarihidir. Medine'siz kutsal demokratik yönetim kültürü Atina'sız seküler demokratik yönetim kültürü düşünülemez. Erdemde Medine demokrasisi Atina demokrasisinden üstündür. Demokrasiler şehirlerde zenginleşerek, yeni boyutlar kazanır. Şehirler değişik amaçlarla inşa edilmiş yapıları, kurumları ve kuruluşlarıyla yönetim ve üretim kültürlerinin, görünen somut yanlarını oluştururlar. Görünen ve görünmeyen yanlarıyla, her seküler ve kutsal kültürün, rengine boyandığı erdemli şehirleri vardır. Dünyada kutsal kültürün beslendiği erdemli şehirlerin başında, bir arada yaşamanın şah örneği, çok kültürlüğün merkezi, Hicret şehri Medine gelir. Ölümlü ve ölümsüz, bütün boyutlarıyla hayatı yaşanılır kılmanın ölçüsü, Medine'de yönetimde ve üretimde erdemli olmaktır. Erdemli insanlar erdemli toplumu, erdemli toplumlar erdemli şehirleri oluştururlar. Kültürden kültüre insanlar nasıl değişirse, şehirler de öyle değişir. Şehirler kültürlerin hem varolma hem de yaşama kaynaklarıdır. *TC.Maltepe Üniversitesi

Erdemli şehir Medine'yi örnek alanlar, kültürün ilkeleri ile ekonominin kuralları arasındaki uyum ve düzeni korumada, büyük bir ustalık kazanırlar. Onlar hiçbir zaman, yalnızca kültür ya da yalnızca ekonomi diyenlerin tuzağına düşmezler. Medine'de hem mescit, hem de çarşı vardır. Erdemli insan, mescidi çarşıdan, çarşıyı da mescitten soyutlamaya kalkışmaz. O mescidin erdeme çağıran ezan, çarşının da görünmeyen dünyanın görünen eylem alanı olduğunu bilir. Erdemli şehirde, erdemli insanın değeri, şehire verdiklerinin, şehirden aldıklarını aşıp aşmamasıyla ölçülür. İnsanın şehire verdiklerinin büyüklüğüyle, erdemliliğin doruklarına ulaşırken, aldıklarının büyüklüğüyle de erdemsizliğin doruklarına ulaşır. Tokgözlü erdemli insanlar üretimin, açgözlü erdemsiz insanlar da tüketimin peşinden koşarlar. Erdemli şehirler savaşın değil, barışın öncüleridir. Barışmak savaşmaktan üstündür. Dünyada hiçbir savaşın kazancı, hiçbir barışın kazancından daha büyük değildir. Savaşta toprağa kanlar,barışta terler dökülür.Kan gölünde balık yaşamaz. Barışta çocuklar babalarını, savaşta babalar çocuklarını toprağa verir. Savaş toprakları çoraklaştırırken,barış toprakları bereketlendirir. 29


KLASİK EDEBİYATIMIZA

DAİR BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ YAZISI

BÜLBÜLÜN GIDASI

YAPRAK KEBABIDIR -IKlasik edebî metinlerinde bülbül âşığın; gül ise sevgilinin sembolüdür. Hercai ve avare âşığın timsali olan bülbül her seher güzelliği, rengi ve baş döndürücü kokusuna vurgun olduğu gülün dalına konar, ona yanık aşk şarkıları söyler. Hatta şairler gül dallarında üçgen şeklindeki küçük, kırmızı dikenlere bakarak, onları bülbüllerin sevgili (gül) uğruna dallarda terk ettikleri yüreklerine benzetmişlerdir. Prof.Dr. Muhammet Nur DOĞAN*

afız ve mana unsurlarının bedenruh özdeşliğine benzer şekilde bir araya getirilmesi (söz/sühan) yolu ile gerçekleştirilen edebiyat sanatının anlam, düşünce, duygu, kültür, medeniyet değerleri ve felsefe gibi bilgi ile yüklü treni hakikat ve mecaz rayları üzerinde yürümektedir. Edebi metinlerin anlam dünyasının zemininde döşeli bu hakikat ve mecaz raylarının paralelliğini sağlayan şey, kelimelerin etrafında oluşmuş bulunan farklı anlam daireleri (nuanslar), kelimeler arasında teşbih, istiare, leff ü neşr, telmih, tenasüp, tezat, mübalağa gibi lafız ve mana sanatları yardımı ile kurulmuş bulunan estetik ilişkilerdir. Edebî metinlerin arka planında bulunan hakikat ve mecaz katmanlarının paralelliğini dinamik ve fonksiyonel hâlde tutan bu estetik ilişkiler dünyanın en zengin ve köklü edebiyat geleneklerinden biri olan klasik Türk edebiyatı metinlerini bir metin ve kültür arkeolojisi alanına dönüştürmüştür. Tanzimat Reformunun ilanından sonra Batının kültür değerlerini benimseyişimizin zorunlu bir neticesi olmak üzere yaşadığımız kültür ve dil inkılabı düşünce, bilim, kültür ve sanat dünyamıza evrensel planda çok önemli kazanımlar sağlamış olmakla birlikte, bizi toplumsal hayatımızın dinamik işleyişinin bilgisinden ve söz varlığımızın kayda geçirilmemiş mecazlar ve nüanslar dünyasından trajik bir kopuşa sürüklemiş; bunun neticesi olarak düşünen insanlarımızı sosyal ve siyasal hayatımızın orijinal tezahürleri ile duygu, düşünce, bilgi, kültür ve medeniyet değerlerimizin diline yabancılaştırmış bulunmaktadır. Artık 1000 yıllık, köklü kültür ve medeniyet değerlerinden beslenen, çok dinli, çok dilli, çok kültürlü imparatorluk yaşantısının ışıklı yansımaları ile kadim edebiyatımızın söz varlığının lügatlere geçmemiş çok yüksek değer taşıyan etimolojik ve semantik bilgisi taş toprak yığınları arasında saklı medeniyet eserleri gibi klasik edebiyat ürünlerimizin kelime ve cümle yığınları arasında bulunmakta ve kendisini tespit, teşhis ve keşf edecek metin şarihlerini (dil ve kültür arkeologlarını) beklemektedir.

*AREL Üniversitesi

sayı//57// nisan 30

1983 yılında başlayan akademik faaliyet alanımızın Divan edebiyatındaki şiir felsefesi (poetika) ve sanat ontolojisi özel yönelimleri doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz çalışmalar yanında Osmanlı hayatının bize gizli kalmış


tezahürlerinin keşfi (kültür arkeolojisi) ve edebî metinlerin kelime ve kavramlarının etraflarında teşekkül etmiş olup lügatlere intikal edememiş bulunan nüansların tespiti (dil ve anlam arkeolojisi) ile ilgili olarak da çeşitli dergilerde yazılar kaleme aldık ve bu konu çerçevesinde çeşitli akademik ortamlarda görsel malzeme ile destekli konferanslar verdik. Bu çalışmalar kapsamında olmak üzere bilim dünyasına sunduğumuz bu tespitler arasında bilhassa son zamanlara kadar sosyal hayatımızda tezahürüne şahit olduğumuz “hamamda sabun köpüğünden balon uçurma”, Osmanlı devlet düzeninde uygulanan bir teşrifat kuralı olarak “ilmiye sınıfı mensuplarının mavi çizme giymeleri”, bugün değişik enstrümanlarla farklı bir şekilde tezahürüne şahit olduğumuz “içkili mekânların kapılarına çember/halka asılması” bilgisi, “Osmanlılarda Roma kalkanı kullanıldığı bilgisi”, “meyhanelerde veya ayş ü nûş âlemlerinde içilen şarabın bedeli olmak üzere kadehe altın konulması uygulaması”; “güneşin klasik Hristiyan kaynaklarında ve buna paralel olarak klasik edebiyatımızın kültür dünyasında Hz. İsa’nın sembolü olarak kabul edildiği”; “kırk bir kere maşallah deyimindeki kırk bir rakamının eskiden beri kullanılan bir büyü/sihir kavramı olduğu” yolundaki tespitler akademik çevrelerde bir hayli dikkatleri çekmiş bulunuyor. Bunun yanında “gül” sözcüğünün tevriyeli olarak altın para (filori) anlamında kullanılması; “hicran” sözcüğünün “pahalı kumaşlardaki küçük yırtık veya kıymetli seramik eşyalardaki basit ama değer düşüren kırıklar (defo) anlamına gelişi; Yunanca asıllı olup zaman içerisinde Arapçalaşan “kânûn” sözcüğünün yine tevriye çerçevesinde olmak üzere ilaç, şurup (ve mecazen şarap) anlamına geldiği; Farsça “çeşm” sözcüğünün “göz” anlamı yanında “ağız” manasını da verdiği gibi tespitler de yine klasik Türk edebiyatı faaliyet alanı içerisinde gerçekleştirilen dil/kültür arkeolojisi örnekleri olarak kabul edilebilir. Bütün bu sosyal hayatın işleyişine dair ve söz varlığımızın lafız-mana dünyasına ait tespitler yazımızın girişinde temas ettiğimiz, kelimelerin hakikat ve mecaz anlamlarının paralelliği kuralından hareketle hayatımızın endam aynası olan klasik edebiyatın arka planına (bir anlamda aynanın içinden cinler âlemine) doğru yaptığımız keşif yolculuğu sonucu gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. Yani edebî metnin açık ve sarih realite (hakikat) anlamından hareketle edebî sanatlar yardımı

ile ustaca gizlenmiş mecazî anlam katmanına; bunun tam tersi olmak üzere de açık ve sarih mecazî anlam katmanından hareketle yine edebî sanatlar yardımı ile çok değerli hazineler misali söz yığınları arasına gizlenmiş hakikat (realite) anlam katmanına ulaşma faaliyeti… Bu yazı da okuyucuya edebiyatın değişmez kuralı hakikat-mecaz paralelliğine; mecazdan hareketle bilinmeyen gerçekler dünyasına, hayatın maddî işleyişi ile ilgili gizli kalmış hakikatlerin bilgisine ulaşma çabasına (yani kültür arkeolojisi faaliyetine) dair oldukça ilginç bir örnek sunmak amacı ile hazırlanmıştır. İran ve Türk klasik edebî metinlerinde bülbül âşığın; gül ise sevgilinin sembolüdür. Hercai ve avare âşığın timsali olan bülbül her seher güzelliği, rengi ve baş döndürücü kokusuna vurgun olduğu gülün dalına konar, ona yanık aşk şarkıları söyler. Hatta şairler gül dallarında üçgen şeklindeki küçük, kırmızı dikenlere bakarak, onları bülbüllerin sevgili (gül) uğruna dallarda terk ettikleri yüreklerine benzetmişlerdir. Müstakil mesnevilere de (Gül ü Bülbül) konu teşkil eden bu tabii ilişkiye dair gerek divanlarda ve gerekse mesnevilerde sayısız örnekler bulunmaktadır. Bütün bu kaside, gazel ve beyitlerde gül goncası genç ve körpe sevgiliyi; kat kat yaprakları ile açılmış gül tecrübeler 31


Dîde-i bülbülde yir itmiş hayâl-i rûy-ı gül Çevresinde görinen müjgân sanman hârdur (Emrî Dîvânı, G.100/5) Pa-bürehne bâga varmış şevk-ı ruhsârunla gül Hâr batmış pâyına bülbül ana nâlândur (Emrî Dîvânı, G.192/4) Bülbül-i şeydâ nice zâr olmasun gülzârda Yılda bir gül açılur ol da miyân-ı hârda (Emrî Dîvânı, G.431/1) Gül gam-ı haddünle düşmiş hançer-i hâr üstine Gelmiş efgân eyler anun bülbül-i zâr üstine (Emrî Dîvânı, G.438/5) Hak Te‘âlâ hüsnüni bir taze gülzâr eylemiş Ey nice bülbülleri ol gülşene zâr eylemiş (Usûlî Dîvânı, G.55/1)

edinmiş ve bu müstağni hâliyle âşığı kıskançlık krizlerine sürükleyen, âşıklarını birbirine düşüren sevgiliyi temsil etmekte; buna karşılık gül sevgilisine ilan-ı aşk etmek uğruna daldan dala konan ve bu uğurda dikenlere düşüp ölümcül yaralar alan bülbül ise biçare âşığın hâlini yansıtmaktadır. Bülbülün gülün dalında ötmesinin ona aşk neşideleri söylemesi amacına matuf olduğu düşüncesi elbette ki klasik edebiyatımızın kültür ve değerler dünyasına çok uygun bir mecaz harikasıdır. Anlaşılabileceği gibi bu, oldukça romantik, sanatı ve estetiği inanılmaz bir başarı öyküsüne taşıyan hüsn-i talil örneğidir… Muhatabını çılgına çevirecek ve onu şarap gibi sarhoş edecek kızıl rengi ve dimağda kara sevda etkisi yaratan dayanılmaz kokusu ile müstağni ve müstekbir gül sevgilisi; karşısında da dikenlere takılmak, kanının dökülmesi ve küçücük yüreğinin bu dikenlerin üzerinde kalması pahasına gülün dalına konan ve ona saatlerce hüzünlü ve umutsuzca aşk şarkıları söyleyen âşık bülbül… Divanlarda ve mesnevilerde bulunan binlerce beyit arasından seçtiğimiz şu birkaç örnek mecazî boyutlu gül sevgilisi ile âşık bülbül ilişkisini çok güzel anlatmaktadır: Bu gülşen dâimâ bülbülsüz olmaz Dahı bülbüllleri de gülsüz olmaz (Ömer Fuâdî, Kitâb-ı Bülbüliyye b.1115) sayı//57// nisan 32

Hâr-ı gamdan can veren bülbüllere ey lâle-ruh Yaraşur olsa kefen berg-i gül-i sîrâbdan (Usûlî Dîvânı, G.109/4) Her kimün bir lâle-ruh gonca-dehen dildârı yok Bir belâlu bülbül-i şûrîdedür gülzârı yok (Revânî Dîvânı G.193/1) Çün bülbül ‘âşıkdur güle nazar Hak'dan olur kula Bir keleci gelmez dile gönüllerde bitmeyince (Yunus Emre Dîvânı, 325/4) Her kimün kim gül gibi her-câyî bir dildârı var Gîceler bülbül-sıfat tâ subh olınca zârı var (Muhibbî Dîvânı, G.971/1) Yokmuş bir âha ey gül-i ra'nâ tahammülün Bagrın ne yakdun âteş-i hasretle bülbülün (Şeyh Gâlib Dîvânı G. 180/1) Gül yüzün vasfında bülbül kılsa elhânı dürüst Bâgda bir goncanun kalmaz girîbânı dürüst (Bâkî Dîvânı, G.22/1) Örneklerde de görüldüğü gibi “bülbülün gül dalına konup dertli dertli ötüşü”, tabii bir olayın hayalî ve güzel bir sebebe bağlı olarak (hüsn-i talil) izah edilmesidir. Yani bütünü ile maddî ilişkiler zemininde izahı (algılanması ve anlamlandırılması) gereken realitenin mecaz anlam boyutuna taşınması, hakikatin hayal kalıbına dökülmesi olayı… Peki, tabiatta maddi planda şahit olduğumuz,


ama şiir ve edebiyatta karşımıza tamamen hayali bir çerçevede ve mecaz boyutuna taşınmış bir şekilde çıkan, bülbülün gül ile bu sıkı fıkı birlikteliğinin, bu vazgeçilmez yakınlığının gerisinde hangi nesnel gerçek, hangi sebepsonuç ilişkisi bulunmaktadır? Klasik şiirimizin metinlerini hakikat-mecaz paralelliği çerçevesinden hareketle anlama çabası içine girdiğimizde Klasik edebiyatımızın estetik sahnesinde en belirleyici mecazlarından ve en renkli hüsn-i talillerinden biri olan bülbülgül aşk ilişkisi bizi çok sürprizli ve belki de hiç akla gelmeyecek bir tabiat olayının gerçeği ile tanıştıracaktır. Biz önce bülbüllerin güllere maddî anlamda yaklaşmasının ve bu yakınlaşma sonunda gül dalında kendinden geçercesine uzun uzun ötüşünün nesnel (objektif) nedenini ifade edecek ve daha sonra bu çok sürprizli bilgiyi bize mecaz-realite birlikteliği hâlinde sunan konu ile ilgili beyitlerin şerhini yapacağız. Çok sayıda divan tarayarak tespit ettiğimiz beyitler bize bülbüllerin güllere yaklaşmasının nedeninin gül yapraklarını yeme arzusu olduğunu gösteriyor. Yapraklarının dokusunda bulunan yağ ve keskin kokusu ile iştah çeken gül, bülbül için sadece besleyici bir gıda maddesi olmakla kalmamakta, ihtiva ettiği aromatik maddelerin etkisi ile onda keyif verici, kendinden geçirici bir etki de uyandırmaktadır. Taze, yağlı ve mis gibi kokan gül yapraklarını gagası ile çekip afiyetle yiyen bülbül gül yapraklarının baş döndürücü kokusu ve gül yağının etkisi ile çakır keyif hâle gelmekte ve daldan dala sıçrayarak keyifle şakımaktadır. Divan şiirinin klişeleşmiş istiareleri (mazmunlar) arasında bulunan “gül şarabı”, “gonca kadehi” benzetmesinin vech-i şebehleri arasındaki en belirleyici yön, şarap ile gülün -çok bilinenrenkdeşliği (kızıllık); gonca ile şarap kadehinin –artık harcıâlem malumat hâlini almış- şekilsel benzerliği bir kenara bırakılacak olursa, keyif verici, kendinden geçirici hatta sarhoş edici etkisi olmalıdır. Bugün gül bahçelerine ve bülbüllere yabancılaşmış insanlar olarak bu ilginç olayı doğrudan doğruya müşahede etme şansını kaybetmiş bulunuyoruz. Artık bize düşen şey kültür, düşünce ve medeniyetimizin kozmik odası değerindeki edebî metinlerimizin aslında bilimsel düşünüşün belki de en keyiflisi olan metinler şerhi alanında ciddi çabalar harcayan araştırıcılara cömertçe sunduğu

imkânları kullanmak, bu muhteşem hazinenin araladığı kapılardan girerek sosyal tarihin arka planına ve şairlerimizin düşünce, duygu ve hayal dünyasının kayıtlarına ulaşmaktır. İşte böyle bir zarurî hatırlatmadan sonra konumuz ile ilgili neticeyi şöyle noktalayabiliriz: Divan şairlerini gülü şaraba ve şarap kadehine; bülbülü de bu kadehten yudum yudum içip kendinden geçerek aşk şarkıları terennüm eden âşığa benzetirken onları yönlendiren estetik saiklerin belki de en güçlüsü o günkü toplumsal hafızada canlı bir şekilde yaşayan ve dönemin her biri entelektüel düşünüşün parlak yıldızı olan şairlerimizin zihin kodlarında saklı bulunan bu, bülbüllerin gül yapraklarını yemek için gül bahçelerine akın ettikleri bilgisidir. 33


YAŞLI GÜZEL

BİBLOS Bu şehir neresidir? ve nerededir? Biblos, Lübnan'ın başkenti Beyrut’un 35 km kuzeyinde yer alan antik bir Fenike liman şehridir.

Mehmet MAZAK

ehirler görmek, farklı iklimlerdeki şehirleri teneffüs etmek, coğrafyasını ve tarihini okumak bana büyük keyif verir. Daha dün diyebileceğimiz bir zaman diliminde bizim olan şehirlerimize yolculuk yapmak, o şehirlerin kokusunu, rengini ve lezzetini hissetmek ise hep heyecanlandırmıştır beni. Size bu yazımda “Denizin prensleri”ni yetiştiren, Akdeniz’in sallantılı sularına hükm eden eğimli gemiler “Trireme”yi üreten ve kullanan antik dünyanın en iyi gemicileri Fenikeliler’in kurduğu Biblos şehrini anlatacağım. Bugün kısırlaştırılan Anadolu coğrafi anlayışımız ile geçmişin geniş coğrafyasını tahayyül edemesek te bu toprakları asırlarca yönetmiş bir milletin torunları olarak bir asır sonra bu kaybolan hazineleri gördüğümüzde mutlu oluyoruz. İşte bu hazine değerindeki şehirlerden biri de Biblos’tur. Tarihi surları ve deniz kenarındaki kalesi, Osmanlı çarşısı, Mecidiye camii, Arnavut kaldırımlı sokakları, berrak denizi, lezzetli yemekleri ve güleryüzlü insanlarıyla Biblos hayata kucak açmış beklemektedir şuracıkta. Bu şehir neresidir? ve nerededir? Biblos, Lübnan'ın başkenti Beyrut’un 35 km kuzeyinde yer alan antik bir Fenike liman şehridir. Şu anki Arapça adı Jbail(Cübeyl) olan kentin tarihinin kesin olarak bilinmemekle birlikte 7000 yıl öncesine kadar uzanmakta olduğu bazı kaynaklarda belirtilmektedir. Ancak Bybloslular şehirlerini Byblos olarak adlandırmıyor aksine Gubla ve daha sonraları da Gebal diyorlardı ve şehirlerinin bulunduğu sahile de Canaan(Kenan) demekteydiler. MÖ 1200'lü yıllarda, bu sahillere Fenike (Phoenicia) adını verenler Yunanlar olmuştur. Ayrıca şehre Yunancada Papirus anlamına gelen Byblos adını da yine Yunanlar vermiştir. O dönemde büyük bir ticaret limanı olan Byblos zamanında papirus ticaretine hakim bir liman kenti olarak ün salmıştı. İngilizce Bible (Kutsal Kitap) sözcüğü, adını bu şehirden almıştır. Biblos (Byblos) İncil’e ismini veren yer olarak bilinir. Biblos, MÖ 3. ve 2. yüzyıllar arasında Mısır Firavunlarının kontrolü altında iken tüm Fenike sahilinin hem dini hem de ticari başkenti idi. Bugünkü modern latin alfebesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi de bulanlar Bibloslular olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Bibloslular,

sayı//57// nisan 34


MÖ 2000 yıllarında Mısır piramitleri'nin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır'a satarak ticarete başladılar. MÖ 11. yüzyılda Fenike'nin en önemli kenti oldu ve Akdeniz'de birçok ticaret kolonileri kurmuşlardır. Asırlar boyunca Asur, Mısır, Yunan, Roma, Arap ve Osmanlı uygarlıklarının üzerinde yaşadığı bu topraklar dünyanın en eski yerleşim yeri olarak bilinmektedir. Biz Anadolu insanının hafızasından silinmiş bu güzel şehre Yahya Kemal Beyatlı şiir bile yazmıştır. Yahya Kemal’in Fransa'dan Türkiye'ye döndüğü zaman, öz şiire ulaşmak arzusuyla Batı edebiyatlarından öğrendiği Eski Akdeniz uygarlığıyla ilgili olduğu için Havza Edebiyatı ya da Nev-Yunanilik adını verdiği bir akım oluşturmaya çalışmıştır. Bu akıma kapıldığı dönemde yazdığı “Biblos Kadınları” şiirinde mitolojik bir hadiseyi anlatan Yahya Kemal, Adonis'in ölümünün ardından ortaya çıkan manzaraları şiirinde görmekteyiz. Bu şehirde Adonis'in ardından tutulan yası, şiirde Biblos kadınlarının sergilediği üzücü sahneler etrafında anlatmıştır Yahya Kemal. "Mermerden nâ'şı hâreli bir tülle örtülü Biblos İlâhı genç Adonis bekliyor ölü, Mâtem şeridleriyle sarılmış alınları, Mevkible çıkdı lâhdine Biblos Kadınları. Afrodit Pîşinde ağlayan gölgeden işit İskenderiyye kızlarının âh u vâhını Ağlarken Ayda dağlarının nîm ilâhını Giryeyle biz vedâ ediyorken bu beldeye Kalsın yanında saçlarımız armağan diye, Ey şimdi genç ölen,kalacak dilde zikrimiz Biblos'da lâleler gibi soldukça bikrimiz." “Dünyada Lübnanlılar kadar bir kültürün, bir yaşam biçiminin etrafında toplanan ama birbirleriyle de din yüzünden bu kadar ayrı

düşen toplum az bulunur” der İlber Ortaylı Hoca. Biblos’ta, muazzam kumsallar, antik kale ve harabeler, Osmanlı çarşısı; Sultan Abdülmecid’in yaptırdığı Mecidiye câmii ve hemen karşısında da ayrıca Mescidü’n-Nisâ (Hanımlar Mescidi) bulunmaktadır. Bugüne kadar ilk defa şahid olduğum bir durum cami ve hemen küçük bir yol ve karşısında hanımlara yönelik bir mescit. İnsanın yaşadıkça ve gezdikçe göreceği ve öğreneceği çok şey var bu dünyada. Biblos, günümüzde Akdeniz kenarında küçük bir balıkçı kasabası görünümü ile zamana meydan okumaya devam ediyor. Bende bir Akdeniz insanı olarak çocukluğum ve gençliğimin geçtiği Mersin ile Biblos arasında bazı yaşantı benzerliklerini görünce daha bir sevdim bu şehri. Biblos’un çevresi sebze yetiştirilen küçük seralar ile kaplı. Mersin sahillerindeki köylülerimizin yaş sebze üretimi için kullandıkları seraların 1990 modelini buralarda görünce iklimlerin ve denizin insanı birbirine benzettiğine ve şekillendirdiğine de şahit olmuş oldum. Yahya Kemal’in şiirinden esinlenerek Biblos şehri ile ilgili yorumum şudur. Yaşı geçmiş olmasına rağmen hala alımlı olan, güzelliği zamana yenik düşmemiş kadınlar için söylenen şu söz Biblos’u çok güzel tarif etmekdir "cami yıkılmış ama mihrabı yerinde". Biblos hala şuh, hala güzel, hala çekici bir şehir. Lülnanlı şair ve düşünür Halil Cibran; “Bana kuIak ver ki, sana ses verebileyim. Güzellik bütün bir hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir” diye sesleniyordu geçmişte. “Dağılan ruhumun parçaları ile doludur şehrin sokakları” diyor ya H. Cibran işte Biblos’ta dağılan ruhumun parçalarını buldum ben, toparlamaya çalışıyorum. 35


KARA FATMA YURDU

ÇAĞLAYAN CERİDİ Elbistan - Pazarcık arasındaki sarp sıradağlarda yaşamlarını sürdüren Çağlayan Ceridi bu bölgeyi yüzyıllarca yaylak olarak kullanmıştır. Serdar YAKAR

Fırka-i Islahiye’nin kararlılığı karşısında iskâna mecbur olan Çağlayan Cerid’i Aksu’nun gözü olarak bilinen yaylak yerini kendisine iskân yeri olarak belirlemiştir. Anadolu-Suriye, Irak ticaret yoluna hâkim olan bu bölgede geçmiş yüzyıllarda Romalılar ve Ermeniler’de yaşamıştır. Bugün Küçükcerid köyünün bulunduğu Aksu’nun gözünde iskân olunan Çağlayan Cerid’in Deli Ahmetli oymağı bugünkü Çağlayan Cerid ilçe merkezine gelerek büyük bir kaynak suyunun başına evini kurar. Deli Ahmetli oymağının inşa etmiş olduğu ev halen aynı soydan gelen Topuzlar tarafından kullanılmaktadır. Bu su kaynağının başına bilahare Cerid’in Kızıllı ve Tabanlı oymakları da gelip yerleşir. Buraya inşa edilen ve Kezban Hatun adlı bir Cerid hatunu tarafından yaptırılan Ulu Cami Cuma namazı kılınabilen, fermanı olan bir camidir. Kahramanmaraş Müftülük kaynaklarına göre o dönemde şehir dışında Cuma namazı kılınabilmesi için fermanı olan üç camiden biri Kezban Hatun Camiidir. Çağlayan Cerid’de bugün Deli Ahmetli, Kızıllı ve Tabanlu adlı Cerid oymaklarının yanı sıra buraya sonradan gelip yerleşen ve “Aralık Evi” diye adlandırılan bir başka gurup daha vardır ki bunlar Cerid boyundan değildir. Çoğunluğu meslek sahibi olan Aralık evi mensupları değişik zamanlarda mesleklerini icra etmek için geldikleri Çağlayan Cerid’de kalmış, oradan evlenip ev bark edinmiş kişilerdir.

smanlı kaynakları Maraş sınırları içerisindeki Cerid oymaklarını Kuşçu Ceridi ve Çağlayan Ceridi diye ikiye ayırır. Kuşçu Ceridi Pazarcık havalisine yerleşirken Çağlayan Ceridi’nin ise toplu bir şekilde bugün hala bir ilçe merkezi, iki belde ve sekiz köyden oluşan idari bir bölünme içerisinde varlıklarını sürdürdüklerini bilmekteyiz. Elbistan - Pazarcık arasındaki sarp sıradağlarda yaşamlarını sürdüren Çağlayan Ceridi bu bölgeyi yüzyıllarca yaylak olarak kullanmıştır. Burası Faruk Sümer’in tespitiyle Anadolu’dan Suriye ve Irak’a giden en işlek yolun en bilinmeyen kısmıdır.

sayı//57// nisan 36

Yerleştikleri bölgelerde farklı isimlerle anılan Cerid Türkmenlerinden Çağlayan Cerid’in Deli Ahmetli, Kızıllı ve Tabanlu oymakları da zamanla kendi içerisinde farklı obalara ayrılmıştır. Bugün Çağlayan Cerid’inde Deli Ahmetli, Kızıllı ve Tabanlu yerine kullanılan ve onlardan çoğalan aile isimleri şöyledir: Topuzlar, Gözüböyükler, Camızlar, Gaziler, Delalılar, Havalar, Gara Bekirler, Abacılar, Pürçükler, Acaroğlanlar, Karaömerler, Küpeliler, Kelaliler, Honular, Çobanlar, Gözeler, Kırhacılar, Katırancılar, Babuçcular, Güssümler, Cırıklar, Mucuklar, Çakallar, Bozaliler, İbikler, Hıtlar, Teslimeler, Velalar, Fakılar, Goca İbişler, Nalbantlar, Hıltolar, Garipler, Misirler, Böklüler, Cohlomarlar vs. Çağlayancerit 1986 tarihine kadar köy olarak kalmış, bu tarihte belediye teşkilatı kurulmuş ve 1987 tarihinde de ilçe statüsüne kavuşmuştur. İlçe statüsüne kavuşmada dönemin iktidar partisi ANAP’ın ve ilk dönem belediye Başkanı Hasan Kekil’in gayretleri vardır.


Okuma yazma oranının çok düşük olduğu Çağlayan Cerid’de yeni kuşak okuyarak gelmektedir. İlçenin kuruluşunda lise mezunu bulamayan Ceridli bugün kendi içerisinde doktor, veteriner, hukukçu, ilahiyatçı, siyaset bilim uzmanı ve tarihçi çıkartabilmektedir. Çağlayancerit ilçesinin sosyal yapısını şu cümlelerle anlatmak mümkündür: “Çağlayan Cerid’de halk haneleri genelde kalabalık bir nüfus yapısına sahiptir. Bu durum nedeniyle ve geçim kaynaklarının yetersizliği sonucu mevsimlik göç yaygındır. İlçe genelinde sağlam ve sevgiye, saygıya dayalı bir aile yapısı göze çarpar. Aile fertleri birbirinden kopuk olmayıp yardımlaşma içindedirler. Ailede genel anlamda işleri planlayıp, iş düzeni sağlayan ailenin en büyüğüdür. Bu genelde büyükbabadır. Geçim sıkıntısının had safhada olduğu Çağlayan Cerit’te halkın büyük kısmı Mayıs-Aralık ayları arasında Adana, Diyarbakır, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta tarım işçisi olarak çalışmaktadır. Kıbrıs ve yurtdışına işçi olarak çalışmaya gidenlerin sayısı artmaktadır. Yurtdışında çalışan işçilerin bölgeye epeyce katkıları olmaktadır. Çukurova Ceritli için bir ekmek kapısıdır. Bunu böyle bilen Ceritliler Çukurova’nın üstüne türküler söylemişler ve bu cömert ovaya minnet duygularını dile getirmişlerdir. İşte Anadolu’nun verimli ve insanları doyuran ovasına türkü:

İlçe halkı gelenekleri ve yaşam tarzıyla Türk aile yapısını ve geleneklerini yansıtmaktadır. Her türlü yolla insafsızca darbe alan “aile” kurumu toplumun temel taşıdır. Çağlayancerit’te de aile yapısı hasar görmekle beraber her şeye rağmen Türk milletine mahsus özellikler ve güzellikler korunmaktadır. Çağlayancerit ilçe olduktan sonra, basın-yayın ve diğer iletişim vasıtalarıyla çağdaş yaşam tarzı ve dünya görüşü yaygınlaşmaktadır. Cerit halkı her türlü yeniliğe açık olup kültürel yaşamını canlı tutmaya çalışmaktadır. Çağlayancerit, Anadolu’nun boynu bükük ve bakımsız kalmış onca yerleşim yerlerinden biridir. Cerit halkı kendi gayret ve çabalarıyla, hızla gelişen çağı takip etmeye çalışmaktadır. Türküler Çağlayancerit’i en güzel biçimde anlatmak için başvuracağımız kaynaktır. Tükenmemiş kederleri gamları Çamur duvar ahşap yapı damları Yuka naylon penceresi, camları Gayet çoktur fukarası Cerid’in Fakir halkı giyinemez kundura Aşıkları çalar bağlama cura Yıl olur üç metre kar yağar bura Kışın kapanıyor yolu Cerid’in

Dua ediyorum Çukurova’ya Bu sene de mahsulleri bol olsun Gece gündüz yalvarırım mevlaya Çukurova mahsullerin bol olsun

Çağlayancerit halkı ilçenin gelişmesi ve kalkınmasının yolunun eğitim-öğretimden geçtiğini anlayarak son dönemlerde büyük özverilerle çocuklarını okutmak için mücadele etmektedir. Türkülere bile bu mesele konu olmuştur.

Gavurdağlarını aşar giderim Türküsün söyleyip coşar giderim Pamuğun çapalar tımar ederim Çukurova mahsullerin bol olsun

Sen bilirsin gonca gülün kokusun Genç kızların halı kilim dokusun Oğlunu kızını gönder okusun Ancak böyle artar dermanın Cerit ( )

Mersinimiz Toroslara bitişir Yaylasında kumru bülbül ötüşür Pamukların hası sende yetişir Çukurova mahsullerin bol olsun

Halen sahibini bulamamış, yılların ihmaline uğramış Kahramanmaraş’ın bu sahipsiz ilçesi ilgi bekliyor, derdi ile dertlenen, sorunlarına çözümler getiren idarecileri bekliyor.

İşçilerin akıtır alın terleri Büyük sanayisi tüm işyerleri Pırıl pırıl aydınlansın köyleri Çukurova mahsullerin bol olsun

Tarihi birikimini unutmadan, geleceği yakalayan yöneticilerle Cerid hakettiği mevkiye yükselecektir. Önce eğitim ve ardından ekonomik bağımsızlık yeni kuşak yöneticilerin ilkesi olmalıdır. Eğitimden yoksun bırakılan ve ekonomik bağımsızlığını elde edemeyen toplumlar çağdaş köleliğe devam etmeye mahkûm

Aşık Alim uzak değil yakın ha! Nazar etmesinler boncuk takın da Pamuğuna kurt düşmesin sakın ha! Çukurova mahsullerin bol olsun Aşık Ali Ataş

(Sakallı, Ahmet; A.g.tez, sh. 28.) 37


İKTİSADİ ADAM’LARIN GÜZEL ŞEHRİ

KAYSERİ Ticari zekâ, başarı, sınıf atlama, ne tam ‘kendisi kalabilme’ ne tam ‘Batılı bir zengin’ olabilme arasında gidiş geliştir.

Fahri TUNA

dam askerden gelmiş. Evli iki çocuklu. Acilen işe ihtiyacı var. Bir fabrikaya işçi alınacağını duymuş. Gitmiş. Kuyruk. Ben diyeyim otuz, siz deyin kırk kişi. İşe girmek için mülakat kuyruğu. Patron tek tek konuşuyor. En nihayetinde sıra bizimkine geliyor: -Ne yevmiye istersin? Bizimki umutlu bir ses tonuyla: - Yüz lira ağam. - Yüz lira çok. Yap bir indirim. - Yevmiyem elli lira olsun bari. Olmaz o da çok. Yap bir indirim daha. - Bari yirmi beş lira olsun. - O da çokkk. Kolay mı koca fabrikayı ayakta tutmak. İndir biraz daha bakalım. Bizimki düşünür. Eve ekmek götüreyim hiç olmazsa diye. Cevap verir: -Ağam on lira alayım günde. - Oooo. Biz günde on lira yevmiye ödersek batar bu fabrika. İndir hadi biraz daha. Kısık bir sesle çaresiz cevap verir bizimki: - Beş lira olsun bari. - Beş lira olur mu. Bismillah diyorsun, göz açıp kapanıncaya kadar akşam oluyor. Sermayesini kurtarmıyor fabrika. Bir indirim daha yap da işe alayım seni hadi.- Hiç olmazsa boğaz tokluğuna çalışayım. Üç öğün yemek verin bari ağam. Patron vahşi bir aslan gibi avına dişlerini geçirmiştir adeta, devam eder: - Hadi bir güzellik daha yap da alayım işe seni. Bak çoluk çocuğun da varmış. Onların geleceği için yap bir indirim daha. Bizimki çaresiz bitkin umutsuz, patronun bitmek bilmeyen indirim isteklerine şu teklifle noktayı koyar: - Tamam ağam tamam, Pazartesi Perşembe oruç tutarım artık! Kayserili budur. Tam da budur. Eksiksiz budur. Pazarlık doçenti ticaret profesörüdür. Gesi Bağlarında üç top gülüm var Hey Allah'tan korkmaz sana bana ölüm var Ölüm varsa bu dünyada zulüm var Atma garip anam beni dağlar ardına Kimseler yanmasın anam yansın derdime Yanık bir türküdür Kayseri, Zara söyleyecek ama, yarı ağlamaklı yarı umutsuz yarı çilekeş bir sesle. İçinize koyulacak türkü. ‘Nöryon Bekir?’ / ‘Nörekkk işte. Sen nöryon?’ / ‘Hiçç. Nöriym’ Benim için Kayseri biraz da, kırk sene önce, sevdiğim iki sınıf arkadaşım Kayserili Rauf’un Sivaslı Bekir’e, şöyle gırtlaktan biraz ta derinden boğazdan sorduğu ‘Nöryon’dur. Sonra, Milletlerarası İktisadi Kuruluşlar dersi hocamız Kayserili Abdullah Gül’e - Rauf ile kağıt değiştirme- kopyamızda yakalanışımız

sayı//57// nisan 38


mahcubiyetimiz, bizden çok hocamızın yüzünün kızarmışlığıdır. TRT’de yayımlanan ‘Gaynanalar’ın Nöri Gantar’ıdır (Tekin Akmansoy), Nöriye Gantar’ıdır (Leman Çıdamlı), gevrek gevrek sesiyle ‘Dayı Dayııı’ diye diye fabrikatör Nöri Gantar’ın etrafında dolaşan muhasebeci Şerafettin’dir (Gültekin Gülkan). Ticari zekâ, başarı, sınıf atlama, ne tam ‘kendisi kalabilme’ ne tam ‘Batılı bir zengin’ olabilme arasında gidiş geliştir. Kâh Anadolu kâh İstanbul’dur. İstanbul özentiliği içerisindeki Anadolululuktur daha çok da. Sakıp Sabancı’dır en çok: Gerdanını gere gere, çenesini yarım metre öne çıkara çıkara, fıldır fıldır gözlerle ‘Gardaşımmm, biz Gayseri’deyken…’ diye başlayan sempatik düşündürücü yarı hikmetli sözlerdir. Zengin çok zengin çok çok zengin olup da cepte para taşımamaktır Gayserililik benim zihnimde en çok. Yarı fiyatına almak, tam fiyata satmaktır. Kazanmak kazanmak daha çok kazanmaktır. Ama, hizmet, hikmet, hayırda da yarışmaktır Gayserililik; herhalde Türkiye’de Kayseri kadar hayırseverin, fakülte, lise, ortaokul, ilkokul, hastane, cami yaptırıp halkın hizmetine sunduğu başka bir şehir yoktur; açık ara birincidirler yani. Bu da şehrin şeref vesikası, onur belgesidir; elhak, haklarıdır. Sonra Mustafa Tekelli Ağbi girdi hayatımıza. Sonra Mehmet Tekelioğlu ağbi. Aklı selim insanlar, vatanperver insanlar, Sonra Mahmut Bıyıklı’yı tanıdım Kayserili. TYB İstanbul Şube Başkanı; çalışkan üretken projeci. Yazar da. Daha sonra Mehtap Altan’ı tanıdım. O da Kayserili. Şair yazar Bekir Oğuzbaşaran’dir Kayseri, yazar Sergül Vural hanımdır Kayseri. Hatta sonradan Gayserili şair Nagaple Ayşe kardeşimdir. İncir Yayıncılık’tır, şair Emel Demirezen’dir. 75 sayıdır ulusal dergilerden hiç de geri kalmayan Ihlamur dergisidir Kayseri. Onu omuzlayıp götüren kalem ehli yürek ehli vefa ehli Hakan Sarı kardeşim ve arkadaşlarıdır. Adamın hası, senaristin hası, oyuncunun hası ‘Heredot Cevdet’imiz Hasan Kaçan dostumdur. En çok rahmetli yazar ağabeyimiz Mustafa Miyasoğlu’dur Gayseri bende. Daha da ilerisi, ilk gençlik yıllarımda üstad Necip Fazıl’dan okuduğum, ömür boyu zihnimde adeta çakılı

kalacak olan ‘Kayseri aksiyondur, aksiyonerdir’ hükmüdür. Cevvaldir, cevalandır, hevalandır Kayserili zira. Her evin giriş kapısında yazılı, her babanın gönül kapısına kazılı olan ‘İşe yaramayanları okuturuz biz’ sosyolojik kanunudur Kayseri benim için en çok da. Bunu başka okurum ben: ‘Her Gayserili agıllıdır da cevval olanları ticarete, sakin olanları mektep medreseye göndeririz biz’ diye anlarım bu kanunu. Yanılmadığımı da bilirim. Unutmadan: Gittim gördüm; Türkiye’nin birçok ilinin neredeyse 2000li yıllarda ancak tanışabildiği geniş caddelere, örnek şehir giriş çıkışlarına, rahat çevre yollarına Kayseri 1950’lerde kısmen, 1970’lerde bihakkın kavuşmuş. Nedeni mi? Osman Kavuncu (1950-57) ve Niyazi Bahçecioğlu (1973-80) adlı ufku açık vizyon sahibi elli yıl sonrayı görebilen mahalle baskısından etkilenmeyen örnek ve efsane belediye başkanlarının doğru uygulamaları sayesinde. Popülizmden uzak, ileri görüşlü örnek yöneticilere ne kadar da ihtiyacı var memleketimizin. Mantı denilince Kayseri gelir akla, Elhak doğrudur. Gidince mantısından da yedim. Kesme şehriye çorbasını andırıyor. Çok beğendiğimi söyleyemem. Bizim mantılara benzemiyor. Ama olsun; mantı Gsyerilidir, Gayserili de mantıcı; bu kadar basit. Batının İktisat biliminde ‘homo economicus’ diye bir kavram vardır: İktisadi insan. Batı medeniyetinin temel insan modeli budur; hesabını kitabını kâr/zararını iyi düşünebilen insan. Bazen düşünmeden edemem: Seksen bir ilimizin içinde ‘homo economicus’ların en çok yaşadığı şehir hangisidir? İlk aklıma Kayseri geliyor, yalanım yok. Bilenler bilir; ben Endüstri mühendisiyimdir. Endüstri mühendisliğinin felsefesi - buna misyonu da diyebiliriz- en az emekle en az malzeme ile en az maliyetle bir ürünü üretip en yüksek kârla satmaktır. Akımdan geçmiyor değil: Acaba bizim mesleği Kayserililer mi icat etti? Yoksa bizim meslek en çok, en önce, ilkin Kayserililer için mi keşfedildi, onlar üzerinde mi uygulandı. Zira her Kayserili birer Endüstri mühendisi maşallah. Birer ‘iktisadi adam’ olduğu kadar. Kayseri, iktisadi adamların şehri. İktisadi adamların güzel şehri. En güzeli hem de. 39


ültür varlıklarının korunmasında yasal alt yapısı güçlü ve iyi tanımlanmış bir örgütlenme yapısı ve ilişkiler ağı önemlidir. Korumanın sürdürülebilir olması için de bu iki temel esasın eğitim, mali yardım ve kamuyu desteğiyle beslenmesi gerekir.

TÜRKİYE DE TARİHSEL ÇEVRENİN

KORUNMASINA DAİR GENEL

BİR DEĞERLENDİRME Korumada, denetim faaliyetleri arasında ilgili kurumlar arasında eşgüdüm, koordinasyon, işbirliği aranmalıdır. Türkiye'de bölge koruma kurulları, Vakıflar İdaresi bölge müdürlükleri ve ilçe belediyesindeki Kudeb'ler ayrı denetim yapmaktadırlar.

DR. Şimşek DENİZ*

*MSGÜ / S.Zaim Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//57// nisan 40

Korumada, denetim faaliyetleri arasında ilgili kurumlar arasında eşgüdüm, koordinasyon, işbirliği aranmalıdır. Türkiye'de bölge koruma kurulları, Vakıflar İdaresi bölge müdürlükleri ve ilçe belediyesindeki Kudeb'ler ayrı denetim yapmaktadırlar. Vakıf idaresi ve koruma kurulları denetimde onaylı proje uygulamasına ağırlık verirken, Kudeb, koruma amaçlı imar planı kararları ve imar mevzuatı uyarınca onarım ön izin belgesi verdiği yapılarda denetim yapmaktadır. 5226 sayılı kanunla birlikte Kudeb bürolarına denetim konusunda geniş yetkiler tanınmıştır. Ancak söz konusu üç kurum arasında bir eşgüdüm ve koordinasyon ve sayısal ortamda bir otomasyon bağlantısı kurulamamıştır. Herhangi bir uygulama ya da hasar oluşumunun teknik izleme, inceleme ve takibini içeren bir denetim mekanizması ise yoktur. Korumada, denetim faaliyetleri arasında ilgili kurumlar arasında eşgüdüm, koordinasyon, işbirliği aranmalıdır. Türkiye'de bölge koruma kurulları, Vakıflar İdaresi bölge müdürlükleri ve ilçe belediyesindeki Kudeb'ler ayrı denetim yapmaktadırlar. Vakıf idaresi ve koruma kurulları denetimde onaylı proje uygulamasına ağırlık verirken, Kudeb, koruma amaçlı imar planı kararları ve imar mevzuatı uyarınca onarım ön izin belgesi verdiği yapılarda denetim yapmaktadır. 5226 sayılı kanunla birlikte Kudeb bürolarına denetim konusunda geniş yetkiler tanınmıştır. Ancak söz konusu üç kurum arasında bir eşgüdüm ve koordinasyon ve sayısal ortamda bir otomasyon bağlantısı kurulamamıştır. Herhangi bir uygulama ya da hasar oluşumunun teknik izleme, inceleme ve takibini içeren bir denetim mekanizması ise yoktur. Belgelemede en önemli çalışma olan analitik rölöve çalışmaları birçok tescilli yapıda mevcut değildir. Belgeleme kültür envanteri içinde önemli bir altlıktır. Türkiye'nin en önemli kültür merkezi ve en çok tarihi esere sahip İstanbul'un halen bütün olarak düzenlenmiş


bir kültür envanteri bulunmamaktadır. En önemli arşiv sayılabilecek, İstanbul Bölge Koruma Kurumları arşivi ancak 2010 yılında sayısallaştırılmıştır. Denetimin ne zaman hangi sıklıkla hangi kritere göre ve nasıl yapılacağı konusunda oluşmuş ve olgunlaşmış bir düşünce ve sistematik mevcut değildir. Ayrıca denetim yapan sanat tarihçileri, şehir plancıları, arkeologlar alanları gereği restorasyon konusunda yetersiz kalmaktadır. Restorasyon projesi, harita ve imar planı okumada hizmet içi eğitim yeterince sağlanamamaktadır. Yeterince ve planlı bir denetimin olmaması ve koordinasyonsuzluk beraberinde onaylı restorasyon projelerine ve onarım izinlerine uymayan, değişikliğe uğramış, istenilen nitelikte olmayan yanlış malzeme seçimi ve uygulamalarla tescilli eserin ömrünü kısaltan hatalı sonuçlara sebebiyet vermektedir. Yetki ve onay açısından taşınmaz kültür varlıklarının korunmasında başat rol üstlenen bölge koruma kurullarının yapısı ve kurul üyelikleri konusunda sağlıklı bir yapı ve seçilme kriterleri henüz oluşturulmuş değildir. Kurulların teşkilat yapısındaki uzman ve raportör sayısı oldukça yetersiz olup iş yükü ağırdır. Koruma Kurulları koruma konusundaki farklı uzmanlardan bir araya gelmiş çoklu disiplin yapısına sahip değildir. Büro içi yoğunluktan dolayı saha denetimleri ve restorasyon uygulamalarının yerinde görülmesi ve denetlenmesi, sağlıklı ve yeterli olarak

yapılamamaktadır. Kurul teşkilatlan donanım ve araç gereç açısından yetersizdir Koruma Kurulu üyeliği, üyelerin birincil görevi olması gerekirken yan görev ve sorumlulukları olarak görülmektedir. Bölge Koruma Kurulu toplantılarında çok az sayıda dosya görülebilmekte bu durum koruma konusunda kararların geç alınmasına ve çalışmaların aksamasına sebep olmaktadır. Bu arada ise tescilli kültür varlıklarındaki hasarlar hızlanarak devam etmektedir. Karar aşamasında da kurul üyeleri, raportörün getirdiği dosya incelemesi sonucu ve yapının proje sorumlusunu dinleyerek karar vermekte, çoğu zaman ise yapılması elzem olan yapıyı yerinde görmek ve yerinde tespit çalışması yapılamamaktadır. Ayrıca kurul raportörlerinin meslek içi eğitiminin noksanlığı da çözülmesi gereken sorunlardan biridir. Kurul üyelerinin atanmasında mesleki yetkinlikten ziyade politik faydacı ve konjonktürel yaklaşımlar rol oynamaktadır. Türkiye’de yerleşik ve tüm taşınmaz kültür varlıklarını kapsayan bir koruma bilinci olmadığı için; kültürel ve ideolojik farklılıklardan kaynaklanan görüşler, farklı tarih ve farklı yönetimlerde eski eserlere yaklaşımlarda sorun oluşturmaktadır. Restorasyon sürecinde ilgili Koruma Kurullarında alınan kararlar, günden güne, kamudan kamuya, müelifinden müelifine, kurul üyelerinden başka kurul üyelerine ve konunun 41


sahibine göre farklılıklar sergilemektedir. Restorasyon süreci; proje ve uygulama açısından bütünlük içinde değerlendirilememektedir. Proje aşamasında; çizim ve ifade tekniği ve istenilen belgeler açısından belli bir standartın olmayışı ve mevzuatla bağlayıcı tanım ve hükümlerin yer almaması sebebiyle, rölöve teknikleri; restitüsyon çalışmaları ve restorasyon kararlarında, koruma kurulları tarafından istenilen farklı projeler, belgeler ve talepler onay sürecini uzatmakta ve bu durumda koruma sürecini olumsuz etkilemektedir. Herhangi bir taşınmaz kültür varlığı ya da eski eser komşuluğundan dolayı koruma kurulunda işlem görmesi gereken parselin ilgili kurulda işlem görmesi için bağlayıcı bir süre tanımı bulunmamaktadır. Bu durum kamu kurumlarına ait eski eser yapıların proje sözleşmelerine de yansımıştır. Sözleşmelerde koruma kurullarında geçen onay süresi sözleşme süresine eklenir ibaresi bulunmaktadır. Koruma kurullarında uzun yıllardır bekleyen dosyaların varlığı bilinmektedir Koruma kurullarının idari ve mevzuat yapısı teknik imkanları raportör memurların genel yaklaşımı olması gereken ve olgunlaşmış bir düzeye sahip değildir. Türkiye'de UNESCO tarafından onaylanmış 14 kültürel, 2 karma karakterli Dünya mirası bulunmaktadır. Türkiye'nin geçici listede 70 öneri alanı mevcut olup büyük bir kısmının alan yönetim planı halen mevcut değildir. Alan sayı//57// nisan 42

yönetim planlarının hazırlanmasında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Kültür Ve Turizim Bakanlığı arasında yetki ve sınırlandırma açısından ihtilaflar yaşanabilmektedir Doğal Sit alanlarındaki yetkiler Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na bağlı olup, şehirlerde Çevre Şehircilik İl Müdürlükleri bünyesinde kurulan Tabiat Varlıkları Komisyonu'na aktarılmıştır. Dolayısıyla kültürel çevre ve doğal çevre sınırlarının güncel tanımlarının yapılması, ilgili bakanlıklar arası yetki alanlarının nerede başlayıp nerede bittiğine dair kararların alınması gerekmektedir. Bakanlık ve yerel yönetimler tarafından koruma amaçlı imar planları kapsamında tespit edilen ve tescillenen yapıların ancak 1/3 lük kısmı tescil edilebilmiştir. Bu durum özellikle kırsal yerleşmelerde daha yoğundur. Kırsal yerleşimlerde evi tescil edilen şahıslarda mevzuattan gelen kısıtlamalar ekonomik güçlükler ve koruma bilincinin olmaması gibi nedenlerle bazen yapılması gereken müdahaleleri yapılamamakta ve bu durumda kırsal yerleşimlerdeki hayatı dondurmakta ve göç olgusuna hızlandırmaktadır . 5216 sayılı Büyükşehir Yasası ile köyler mahalle statüsüne dönüşmüş ve yerleşik köy alanlarındaki sivil mimarlık örnekleri müteahhit ve rant baskısı ile karşı karşıya kalmışlardır. Devletin, ben evimi tescil ettim koruma altına aldım artık benden her durumda izin almalısın şeklindeki yaklaşımı kolaycı bir yaklaşım olarak önümüzde durmaktadır. Kırsal bölgelerde teknik ve mali desteğinin devlet eliyle sağlanması ve bir kültür mirası


koruma politikası olarak sistematize edilmesi zorunludur. 2016 yılında 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun da taşınmaz kültür varlıkları açısından riskler içeren düzenlemeler yapılmıştır. ‘’21.07.1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu kapsamında olan yapıların riskli yapı tespiti yapın maliklerinin talebine istinaden yapılır. Riskli yapi testinin kesinleşmesinden sonra durum İlgili Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na bildirilir ve bu kurulun alacak karara göre uygulama yapılır’’ şeklinde bir hüküm bulunmaktadır. Ancak 6306 sayılı yasaya eklenen dokuzuncu fıkraya göre kültür ve tabiat varlıkları kanunu kapsamına giren taşınmazlarda da kentsel dönüşüm uygulaması yapılabilecektir. Yapının maliki ya da maliklerinden birisinin talepte bulunması halinde riskli yapı tespiti sonrasında yapılacak uygulama kuruldan alınacak kararla yapılabilecektir. Türkiye'deki mevzuat 6306 sayılı yasayı insan hayatı olgusundan dolayı amir ve üst yasa olarak kabul etmektedir. Ancak tescilli yapıların riskli yapı ve kentsel dönüşüm kavramı kapsamında ele alınması tahribat ve olumsuzlukları da beraberinde getirebilecektir. Turizm olgusu kültürel mirasın korunmasına katkıda bulunduğu gibi plansız ve bilinçsiz yaklaşım zaman zaman olumsuz sonuçları da beraberinde getirmektedir. Bu olumsuzlukları,

kültürel mirasın aşırı turizm olgusu ve turistleşmesiyle beraber faydacı bir anlayışla ele alınması, özgün alanın ticarileşmesi ve kendisine yabancılaşma şeklinde ifade etmek mümkündür. Gece gündüz nüfus dengesi bozulan yerli nüfusun uzaklaştığı ve yatakhane bölge haline gelen İstanbul Sultanahmet bölgesinde bu duruma örnek göstermek mümkündür. Eski eser ve restorasyonu konusunda tecrübe bilgi ve görgüsü olmayan ancak mali güce sahip bazı firmalar bakanlık tarafınca verilen yeterlilik belgesi ve karnesine sahip olan şirketlerle ortaklıklar kurarak ihalelere girmekte ve ihaleyi kazanarak uygulamalar yapmaktadır. Bu durum koruma sürecini olumsuz etkilemektedir. Türkiye’de yapılan koruma amaçlı imar planları, koruma etaplarının, müdahale yöntemlerini ve sınıflamalarını detaylı olarak ortaya koymamaktadır. Örneğin Fransa’da yapılan Koruma Amaçlı İmar Planlarında detaydan uygulamaya esas yirmi bir lejant bulunmaktadır. Bölge Koruma Kurulu’nun aldığı sit kararından sonra belirlenen geçiş dönemi yapılanma şartları ile Koruma Amaçlı İmar Planı’nın arasındaki yasal iki yıllık süre, Beyoğlu Kentsel Sit ve İstanbul Tarihi Yarımada planlarında olduğu gibi uzun yıllar almaktadır. Plana itiraz durumunda yargı tarafından verilen yürütmeyi durdurma ya da iptal kararı koruma amaçlı imar planlarının tümünü geçersiz kılmakta ve bu durum korumayı olumsuz etkilemektedir. 43


ergimizin 54. ve 56. sayılarında yayımlanan ve ilk iki bölümünü dikkatlerinize arz ettiğimiz "şehirleşme ve şehirli sorunlarımıza dair düşünceler ve öneriler" başlıklı yazımızın bu son bölümünde "kendine yeten şehirler" üzerine düşüncelerimizi dikkatlerinize sunuyoruz.

ŞEHİRLEŞME VE ŞEHİRLİ

SORUNLARIMIZA DAİR

DÜŞÜNCELER VE ÖNERİLER -3"İnsanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemeleri misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi. Alev Alatlı" Cem ERİŞ*

3-3- ŞEHRİN SOSYOLOJİSİNİ PLANLAMAK VE YÖNETMEK KAPSAMINDA "HELAL ŞEHİR" KAVRAMI

Toplumun refahını hedefleyen bir kalkınmanın kadim ve milli değerlerle barışık bir düzenleme içinde gerçekleşmemesi, her şeye rağmen elde edilecek bir kalkınma ve refahı kullanacak ve tüketecek legal-illegal başka bir sınıfa , madde için manevi değerlerinden vazgeçebilecek bir topluma dönüşme riskini ve tehlikesini de her zaman içinde barındırdığını belirtmiştik. Toplum olarak hangi şart altında olursa olsun kendi medeniyetimizin değerlerinden beslenen biçimlendirme, dönüştürme, örnek olma, ihya etme kabiliyetimizi maalesef büyük oranda kaybettik. Batının bize de bulaştırdığı sosyal-ekonomik-ahlaki zafiyetlerinin ürünü olan meselelere bakış ve çözüm yöntemlerini, kendi yaratılış, fıtrat ve medeniyet değerlerimizi inkar eden kurumsal ve akademik bir körlük üzerinden kopya edip hastalıklı toplumsal üretim ve tüketim biçimlerinin gönüllügönülsüz tutsağı olduk. Batının ve coğrafyamızın bu buhranını Cumhurbaşkanlığı 2014 yılı "Büyük Edebiyat Ödülü" teşekkür konuşmasında Sayın Alev Alatlı şöyle tanımlıyordu: "İnsanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemeleri misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi."

*Yüksek Mimar-Restorasyon Uzmanı *Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul VI Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//57// nisan 44

En az son 200 yıllık ,belki de çok daha fazla bir zamandır maceramızı belirleyen bir buhran bu. Bu şartlar altında "Helal Şehri" tartışmak,tesis etmek ve sürdürmek mümkün gözükmüyor. Zira üzerinde durduğumuz üretim-tüketim zemini bize ait değil. Öncelikle bu konuda sosyal bir istikrar temin etmek amacıyla kendimizle, kendi medeniyet ve inanç değerlerimizle barışmak yani bir nevi


helalleşmek üzerine bir toplumsal mutabakatın tesisi, kurumsallaştırılması elzem gözüküyor. Sayın Alatlı, ödül törenindeki teşekkür konuşmasında bu hususu da içeren değerlendirmesiyle son noktayı koyuyordu : "Oysa, aslolan, hakkın helal edilmesi olmalıydı. Helalleşmek olmalıydı. Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıydı...Çünkü, her yasal hak, helâl değildir...İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur.Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alıp sümen altı eden bir petrol şirketi de yasal olarak suçsuzdur. Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin hamuruna kanserojen madde katan gıda üreticisi, formülü ambalajın üstünde yazdığı sürece suçsuzdur... Tarihin bize öğrettiği, ister en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti, ne Birleşmiş Milletler'in tüzüğü, ne Helsinki Beyannamesi, ne AİHM mevzuatı, ne de üstün silâhların kurtarabildiğidir." Şehre dair "helal şehir" ve "helalleşmek" kavramlarını, son zamanlarda sıkça gündeme gelen ve tartışılan, Sayın Alatlı'nın da verdiği bir örnekten hareketle şu soruyu da sorarak değerlendirmeli değil miyiz? Helalleşmenin tarafları kimlerdir? Helalleşmeye konu hukukun nesnesi yanında öznesi kimlerdir?

Mesela "imar ruhsatları" yönünden verilen örnekte yasal olan ile helal olan karşılaştırılırken elde ettiği şey yasal olsa da müteahhidin şehre ve topluma karşı mesuliyeti üzerinden bir değerlendirme yapılmaktadır. Muhakkak ki müteahhidin elde ettiği yasal hakkı kurumsallaştıran irade yani yasa ve imar planı yapıcı yanında yasal üretilmiş görünen yapının alıcısı ve kullanıcısı olan, aynı toplum içinden çıkan tüketiciyi de burada tartışmanın öznesi haline getirmek zorundayız. Yani şehrin ufkuna tesir eder nitelikteki bir imar planının yasallaşmasını temin eden merkezi ya da yerel idarenin yanında imar planlarına uygun ve yasal olsa da şehrin ufkuna tecavüz eden gökdelenlerdeki daireleri satın alan insanımızın burada hiç mi mesuliyeti yoktur? Bu arz ve talebin sosyal, ekonomik, yasal ne gerekçesi olursa olsun sonuçta şehrin ufkuna ve hukukuna tecavüz edilmiştir. Burada söz konusu arzda bulunan müteahhit, vakanın sadece bir tarafıdır. Oysa müteahhitin yaptığı mütecaviz yapıyı satın alan diğer "şehirli" nin konumu ve sorumluluğu en az müteahhit kadar dikkate alınmalıdır. Hatta belki müteahhitten bile daha çok dikkate alınmalıdır. “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” denilmiştir. "Marifet"e konu kabiliyet veya üretim her ne olursa olsun, devamlılığı, arzı, geliştirilmesi, niceliğinin ve niteliğinin arttırılması, her daim bu iltifata yani rağbete, takdire, değerli kılınmaya, ticarette alım satıma yani sürüme bağlıdır. Asıl mesele de toplumda neyin marifet, hüner olarak telakki edildiği 45


ve yasal olsa dahi bunun helal ve ahlaki olup olmadığıdır. Bu tamamen sizin, kişinin, ailenin, mahallenin, milletin,devletin nerede durduğu, sırtını hangi değerlere dayadığı ile alakalı bir durumdur. Bu millet kadim medeniyet değerlerini vitrinde tutup arkada başka işler çevirmiyorsa bu soruya bu coğrafyanın cevabı ve duruşu gayet açıktır: "Bu milleti temsil ve var eden hakiki duruşunun bu coğrafyada 1000 yıllık bir zemini ve 1400 yıllık bir derinliği vardır." Sayın Alatlı'nın konuşmasını desteklemek için verdiği örnekler hepimizin hayatımızda şahit olup yaşadığı, tepki verdiği örnekler değil mi? Çözüm için önerileni de dikkate almak gerekiyor: "21.yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek. Kadim değerlerle rabıtası zedelenen özgürlüklerin, şerden yana bükülmelerinin önüne geçmek, yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmeyeceği bir dünya yaratmak."(1) 3-4- ŞEHRİN FİZİKİ PLANLAMASI VE SINIRLANMASI KAPSAMINDA "KENDİNE YETEN ŞEHİR" KAVRAMI

Bugünün küresel dünyasında “kendine yeten şehirler”in mümkün olmadığını söyleyip işin içinden çıkabiliriz kolayca. Ancak “şehir nedir? hangi şehir? ya da kimin şehri? “gibi soruların ardından bir de “bir şehir ne kadar büyümeli,büyüklüğü ne olmalı?” gibi hayati bir soru sorup cevap aradığımızda ve “ölçü, ölçek, kıstas ne olmalı?” diye düşününce bence cevapların sayısı teke inecektir: sayı//57// nisan 46

“Şehir: yaşayanlarının hayati ve insani ihtiyaçlarını gerektiğinde ve olağanüstü şartlarda tek başına karşılayabilecek yapılanmaya ve büyüklüğe sahip olan, başka şehirlere de kimlik, kültür, ahlak, adalet yönünden misal ve ilham olabilen, yaşayanlarının kendini şehre ait gördüğü ,nimetin de külfetin de paylaşıldığı, ayrım gözetmeksizin yardımlaşan ve paylaşan şehirdir.” Şehir bu kabiliyetini sahip olduğu nüfus/mekan/imkan ve tabiat dengesini gözeterek ve koruyarak ancak mütemadi kılabilecektir. Böylece diğer şehirlerle de bir denge oluşacak , yatay ve dikey toplumsal hareketler karşısında ülke bütünlüğü temin edilebilecektir. Bütün mesele: şehrin ve insanın sahip olmadığı, olamadığı maddi dünyanın nimetlerine erişme çabasındaki ahlaki ve vicdani duruşu ve dengesidir. Bu dengeye dikkat edilmez ve önem verilmez ise o şehirlerde er veya geç gruplaşarak sosyalleşen ve şehri alt üst eden bir anarşi ortaya çıkıp her katmanda kendini göstermeye başlayacaktır. Bu anarşi karşınıza bir gün toplumsal gurup çatışması, bir gün aile içi şiddet, bir gün artan hırsızlık olayları, intihar ve cinayetler, bir gün oligarşik yapılar ve sermaye, bir gün şehir yönetimine ve devlete isyan vs. şeklinde çıkacaktır. Bu durumda, şehri öncelikle milli-manevi değerlerimiz zemininde kendi kendini kontrol edebilmeyi mümkün kılan fıtri ölçeğinde tutmadan sorunları çözmeye çalışmak, ancak yaygın polisiye ve adli tedbirlerle mümkün olabilecektir. Bu ise asıl güç olan meşru sivil toplumun karşısında kontrol edilmesi giderek güçleşen başkaca odakları besleyerek insanımızı yalnızlaştıracak, toplumu ve devleti zayıflatacak bir sürece hizmet edecektir. Tüm bu polisiye ve adli tedbirler uzun vadede sorunları çözemeyecek ve bir beka sorunu varlığımızı


tehdit edecektir .Uzak ve yakın tarihimiz bu tehdidin nice misalleriyle doludur. Kendi kendine yeten şehri: "mütevazi, kendisiyle ve çevresiyle barışık, nefsinin ölçüsüz ve hesapsız istek ve arzularını zaptedebilmiş, tüm bunları kendi iç dünyasında, aile ve sosyal çevresiyle beraber içselleştirmiş, hayatını ahlak, adalet , merhamet , kanaat ve yardımlaşmak üzere tanzim etme gayretinde olan insanın ve toplumun yaşadığı, olabildiğince beslenme, barınma, enerji vb. kaynaklarını yerelleştirdiği ve kurumlarını kurduğu şehir" olarak tanımlayabiliriz. Şehir; bu idrak, tevazu ve tevekkül insanının mekana akseden fiziki, hukuki, kurumsal tanzimi ve kaynakları planlamasının ürünüdür sadece. Artık bu şehirde bir medeniyetin sanat ve zanaat olarak tevarüs eden alametlerini konuşabiliriz. Aynı kadim İslam şehirlerinde olduğu gibi. Bize ait olmayan, emperyalist ve kapitalist dünyanın adeta birer afet gibi toplumumuzu ve medeniyetimizi silkeleyen reklam, rekabet, üretim ve tüketim araçları ile gidebileceğimiz çok fazla bir yer yok. Maalesef kadim şehirlerimiz bu afetin tam merkezinde kaldı. İnsanı ve toplumu koruyacak olan kadim şehir , kendini savunamaz hale geldi. Burada şu soru kesin olarak sorulacaktır: “Bizi kuşatan bu dünya ile hangi vasıtalarla rekabet ve mücadele edebiliriz?” Cevap: “Oyunun kurallarını kim koyuyorsa araçları da o belirler” Gerek kadim coğrafyamızdan ülkemize gelip sığınan mazlumlara ve gerekse uzak coğrafyalardaki acizlere uzanan merhamet elimiz bile tek başına bu milletin ortak aklının ve vicdanının sömürgeci emperyalistlerin kurduğu küresel masayı silkeleyen gücüdür. Bu, Batı tarafından içselleştirilmesi tabiatına, bugünkü materyalist ve pozitivist medeniyetinin kurucu ilkelerine tamamen aykırı bir tavırdır. Bu gücü stratejik ve operasyonel bir şekilde kullanabildiğimiz ve bu çerçevede ülkemizi ve şehirlerimizi yapılandırabildiğimiz ölçüde bağımsızlığımız ve oyun kurucu kabiliyetimiz güçlenecektir şüphesiz. 4- SONUÇ

Üretimin konusu, biçimi, kuralları, ahlakı, nimetin ve külfetin paylaşımı , sermayenin ve

devletin gücünün toplumun değerleri yanında konumlanıp dengelenmesi ve sonuçta ortaya çıkan her stratejik ürünün toplumsal paylaşımı ve ihracı ancak sosyal-kültürel yapısı güçlü , kendine yeten ve birbiriyle dayanışma ve iş bölümü yapmış şehirlerin ülke ölçeğinde planlanması ile olabilecektir. Ülkemiz ve coğrafyamız ölçeğinde her yönden son derece stratejik öneme sahip İstanbul özelinde, kentsel alt yapı ve dönüşüm noktasında kendisine has sorunları bulunan bu kadim şehrin, ulaştığı devasa büyüklük sebebiyle artık ihtiyacı karşılamakta zorlanan standart bir mevzuatla, her kurumun ayrı ayrı müdahil olduğu bürokratik bir anlayışla, sağlıklı ve istikrarlı bir şekilde yönetilmesi mümkün gözükmemektedir. Şimdilik sonuç olarak söyleyebileceğim : "bu yüzyıl kendi içimizi, yani şehirlerimizi, çevresini ve tabiatımızı kendi medeniyet değerlerimiz zaviyesinden düzenleyebilmek, aksi halde zeval bulmak olarak tanımlayabileceğimiz, insanımıza, şehirlerimize, ülkemize ve coğrafyamıza karşı en hayati, varoluşsal duruş ve tercihlerimizi yapmamız gereken bir yüzyıl olacaktır. Bu varoluşşal duruş: "Hz. Peygamber (S.A.V)'in evrensel bir ahlak haline getirdiği duruşudur." KAYNAKLAR

(1) ERİŞ,C.,2018, Toplumsal Helalleşme, Şehir ve Kültür Dergisi, sayı:42,s.24. 47


SİYASETTE

AKBABA

Mizahla söylediğimi ciddiyetle söyleseydim beni öldürürlerdi. - George Bernard ShawErbay KÜCET

izah, doğduğu ülke ve insanları hakkında pek çok şey anlatır bize. Fıkralar, karikatürler, eğlenceli hikâyeler üzerinden bir ülkeyi tanımak mümkün olabilir. Köklü ve zengin kültürümüzde mizahın önemli bir yeri vardır. Nesillerdir dilden dile anlatılan Nasreddin Hoca fıkralarında olduğu gibi halkımız ince ve kıvrak zekâsıyla nice mizah ürünü ortaya koymuştur. Şu bir gerçektir ki, mizahla iç içe bir toplumda gülümseyen yüzler ve hoşgörü vardır. Bir düşünceyi ifade ederken mizaha başvurmak hem anlatımı güçlendirir hem de söylenenlerin etkili ve akılda kalıcı olmasını sağlar. Siyasi tarihimize baktığımızda siyasetçilerin de konuşmalarında zaman zaman mizaha başvurduğunu görürüz. Bazen bir mitingde halka hitap ederken bazen Meclis kürsüsünde konuşma yaparken esprili cümleler kurup, gündemdeki konulara uygun düşecek fıkralarla anlatımını güçlendiren siyasetçilerimiz olmuştur. En sert tartışmaların yapıldığı zamanlarda dahi mizahî bir üslup kullanıldığı anda ortamdaki gerginliğin yumuşadığını görmüşüzdür. Mizah ve siyaset söz konusu olduğunda siyasi karikatürlerle de sıkça karşılaşırız. Köklü bir geçmişe sahip karikatür sanatı, kendine has anlatımıyla ilgi görmekte ve geniş kitlelere ulaşmaktadır. Karikatürcülerin ele aldığı başlıca konulardan biri siyasettir. Ülkemizde siyasi mizah üzerine çıkarılmış pek çok dergi bulunmaktadır. Bu yazımızda, bazen haftada bir, bazen de iki kez olmak üzere elli yıldan fazla bir süre yayımlanan, mizahî yönünün yanı sıra edebiyat tarihi açısından da son derece önemli dergilerden biri olan Akbaba’dan söz etmek istiyorum. Kurtuluş Savaşı yıllarında iki mizah mecmuası yayımlanmıştır: Güleryüz ve Aydede. Millî Mücadele kazanıldıktan sonra kapanan Aydede’nin yerine, bu mecmuanın hemen hemen aynı kadrosu, aynı biçim ve yapısı ile Akbaba yayımlanmaya başlamıştır. Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon tarafından çıkarılan mecmuanın ilk sayısı 7 Aralık 1922 tarihinde basılmıştır. Kısa bir süre sonra Orhan Seyfi Orhon, Akbaba’yı Yusuf Ziya Ortaç’a devretmiştir. Ortaç, vefat edinceye

sayı//57// nisan 48


dek mecmuayı tek başına çıkarmıştır. Bizim Yokuş adlı hatıratında Akbaba’nın ortaya çıkış hikayesi ile ilgili şunları anlatır Yusuf Ziya Ortaç: “Önce bir arkadaş lazımdı bana, bir iş ve kafa arkadaşı... Kim olabilir diye düşünmedim bile. Gece gündüz beraber olduğum tek adam Orhan Seyfi idi. (...) Orhan Seyfi bir mizah gazetesi çıkarmaya hiç hevesli görünmedi. Bir kere yüz lirayı nereden bulacaktık? Sonra, gazete imtiyazını, İstanbul’un sokaklara taştığı o başsız günlerde kimden alacaktık? Hele bir üçüncü mesele vardı ki hepsinden önemliydi: Bakalım, satılır mıydı, okunur muydu çıkaracağımız gazete? İsimler düşündük birçok: Çelebi, Tırpan, Horoz... Sonunda Akbaba en uygun geldi ikimize de. Kadromuzu hemen kurduk: Münif Fehim, Ramiz, Hakkı karikatürleri yapacaklar. Orhan Seyfi, Halil Nihat, Osman Cemal, Selâmi İzzet, Abdülbâkî Fevzi, ben yazılarını yazacaktık.” Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba’nın ilk sayısındaki makalesinde “İnsanların çok yaşlısına, saçı sakalı ağarmış olanına akbaba derler. Kuşların en çok yaşayanı da akbabadır. İnşallah bizim Akbabamız da gazetelerin en uzun ömürlüsü olur” temennisinde bulunur. Gerçekten de Akbaba edebiyatımızın yayın hayatını uzun süre devam ettiren önemli dergilerinden biri olur. İlk sayısı 1922 yılında çıkan Akbaba, 1967 yılına kadar Yusuf Ziya Ortaç tarafından yayımlanmıştır. Ortaç’ın vefatının ardından bayrağı oğlu Engin Ortaç devralmış ve mecmuayı 28 Aralık 1977 tarihine kadar okurlarıyla buluşturmuştur. “MİZAH DERGİCİLİĞİMİZDE ÇOK ÖNEMLİ BİR YERİ VAR”

Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Reşat Nuri Güntekin, Faruk Nafiz Çamlıbel, Peyami Safa, Ercüment Ekrem Talu, Mahmut Yesari, Osman Cemal Kaygılı, Halil Nihat Boztepe, Fazıl Ahmet Aykaç, Nahit Sırrı Örik, Edip Ayel, Fahri Celâleddin Göktulga, Nazım Hikmet Ran, Cevat Şakir Kabaağaçlı, Vâlâ Nurettin, Selâmi İzzet Sedes, Aziz Nesin, Muzaffer İzgü gibi dönemin en önemli şair ve yazarlarının imzaları Akbaba’da yer alırken, Cemal Nadir Güler, Ramiz Gökçe, Hulki Onaran, Orhan Önal, Zahir Güvemli, Sedat Nuri İleri, Münif Fehim Özarman, Necmi Rıza Ayça, Eflatun Nuri Erkoç, Erdoğan Bozok, Şevki Çankaya, Orhan Ural, Mustafa Uykusuz, Halit Şekerci, Turhan Selçuk, Semih Balcıoğlu gibi isimler de karikatürleriyle mecmuaya hayat vermişlerdir.

Akbaba’da yetişen karikatürcülerimizden Semih Balcıoğlu, Önce Çizdim, Sonra Yazdım adlı hatıra kitabında şöyle der: “Akbaba, mizah dergiciliğimizde çok önemli yeri olan bir dergidir. Benden önceki ve benim kuşağımdaki bütün çizerlerin çalıştığı, hem de uzun ömürlü bir dergi. Başka mizah dergileri de vardı, ancak ömürleri kısacık oldu. En önemli müşterisi doktor muayenehaneleri ve bilhassa berberlerdi. Akbaba mecmuasının bulunmadığı bir berber hatırlamıyorum. Bana, ‘Akbaba’da karikatürünü gördüm’ dediklerinde ‘Sıhhatler olsun!’ derdim. Buna bir de mizah meraklılarını ve politikacıları da eklerseniz ayakta durmaması için neden yoktu. Ayakta durması Ziya Bey’in kişiliğinden kaynaklanıyordu. Bu dergiyi yarım asır gibi çok uzun bir süre yayımlamak her babayiğidin harcı olmasa gerek. Devletle ve hükümetlerle arası hep iyiydi. İyi olması için de büyük çaba harcardı. Eleştirisi ağır olan yazı ve karikatürlere dergisinde yer vermedi. Tek partiden çok partiye geçtikten sonra Türkiye’de olup bitenleri hep görmezlikten geldi. Halbuki siyasi bir mizah dergisi için bu olayların bir tanesi bile çok önemliydi. Ayrıca bu, mizahın göreviydi de. Akbaba yumruk vurmak yerine pansuman yapmayı seçti.” Semih Balcıoğlu’nun belirttiği gibi Akbaba, dönemin diğer mecmualarına kıyasla daha ılımlı bir yayın politikası izlemiş olmakla birlikte belirli aralıklarla kapatılmaktan da kurtulamamıştır. Tarihçi ve yazar Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi adlı eserinde Akbaba’nın mizah ve hiciv anlayışını “İdeoloji kavgalarında, siyasi çarpışmalarda mizahın en kuvvetli silahı olan hiciv, Akbaba’da, sanatın icaplarından olan nezaheti hiçbir zaman kaybetmemiştir” cümlesiyle ifade eder. Zengin içeriğiyle de dikkat çeken Akbaba mecmuasında dönemin önemli yazar ve şairlerinin eserlerinin yer alması, mecmuaya bir siyasi mizah dergisi olmasının yanı sıra bir edebiyat dergisi niteliği de kazandırmıştır. 19221977 yılları arasında yayımlanan Akbaba, siyasi mizah dendiğinde akla ilk gelen mecmualardan biri olarak tarih sayfalarındaki yerini almıştır. Günümüz siyasetine de hayatın diğer alanlarına da mizah katabilmek gerektiğinin altını çizerken daha renkli, daha hoşgörülü bir dünya için Merhaba diyorum. 49


Türk Dünyası ortak Kültürel Mirası Farsça “nev”ve “ruz” kelimelerinin birleşiminden oluşan “NEVRUZ” “Yeni Gün” anlamında kullanılmaktadır. Baharın ilk günü olarak kutlanan Nevruz Bayramı, özellikle Türk Dünyası ülkeleri başta olmak üzere geçmiş tarihinde Türk kültürüne tanıklık etmiş coğrafyalarda genellikle Türkçe ve Farsça konuşulan bölgelerde kutlanılan bir somut olmayan kültürel miras etkinliğidir.

TOPKAPI TÜRK DÜNYASINDA

“NEVRUZ” ATEŞİ YÜKSELDİ Nevruz, 2009 yılında Azerbaycan, Hindistan, İran, Kırgızistan, Pakistan, Özbekistan ve Türkiye’nin ortak başvurusuyla İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesine kaydedilmiştir. Salih DOĞAN*

Yaşadığımız coğrafyada Anadolu’da bazı bölgelere göre farklılık arz etse de Mart Dokuzu, Yıl Sırtı, Navruz , Nevruz, Sultan Nevruz, Gün dönümü gibi isimlerle bilinmektedir. 21 Mart günü (miladi takvim) Baharın müjdecisi olarak kabul edilen bu “yeni gün” bazı toplumlarda yeni yılın ilk günü, yılbaşı olarak da kutlanmaktadır. Göçebe Türk boylarının toprakla ilk buluştukları gün olarak da bilinen bugün; tarım toprak ve doğa ile üretim kültürü bakımından kurdukları ilişkiler büyük önem arz etmektedir. Baharın ilk günü olarak kabul edilen bu bayramda sergilenen adetler, ritüeller “semeni” “meyve sinisi” “sumelek” gibi baharla birlikte bütün bir yıl bereketin bolluğun gelmesi temennisiyle törensel bir havada barış kardeşlik yardımlaşma ile millet olmak birlik ve beraber olmak geleneklerle kimliğe sahip çıkmak aidiyet duygusu ile bir nevi baharda Türk boylarının küskünlüklerden kurtulduğu bir kucaklaşma toyudur. Nevruz bayramı; toplumsal kaynaşmayı sağlayan, birleştiren gelenekleri taşıyan çocuklara öğreten ve gelecek kuşaklara taşıyan birer Etno-Kültür festivali önemli bir kültürel mirastır. Türkler için Ergenekon’dan çıkışı da temsil eden baharın başlangıcı olarak doğanın yeniden doğuşunu sembolize eden Nevruz, anlatı geleneğimizin toplum olarak gelenek ve ritüellerin festival havasında yeni nesillere aktarımının yapıldığı büyük kutlama büyük Toylardır. Yeni gün; gerek bireysel gerekse toplum olarak arınmayı yenilenmeyi ve geleceğe dair umudun tazelendiği dua ve temennilerde bulunulan kutlu bir bayramdır.

*İBB Panorama 1453 müzesi müdürü

sayı//57// nisan 50

Nevruz Bayramı Türk Dünyası başta olmak üzere kutlanan bütün coğrafyalarda tatil olarak kabul edilir. Aylar öncesinden hazırlıkların


NEVRUZ UNESCO SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS LİSTESİNDE

taraf Azerbaycan, İran, Kırgızistan, Özbekistan ve Pakistan’ın yanı sıra dosyaya taraf olmak isteyen Tacikistan ve Kazakistan’dan uzmanlar katılmıştır. Çalıştay süresince ülkeler başta Nevruz Kutlamaları olmak üzere 2009-2012 yılları arasında Nevruza yönelik gerçekleştirdikleri ve gerçekleştirmeyi planladıkları koruma çalışmaları hakkında sunumlar yapmışlardır. Projenin ilk aşaması kapsamında Genel Müdürlüğümüzce gerçekleştirilen alan araştırmaları ve görsel belgeleme çalışmalarından elde edilen veriler kısa bir belgesele dönüştürülerek çalıştayda ülkemiz tarafından sunulmuştur.

30 Mart 2012 tarihinde Nevruz Uluslararası Çalıştayı Gazi Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir. Çalıştaya UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’nde yer alan Nevruz dosyasına

Çok uluslu Nevruz dosyasına paydaş olan ülkeler arasında işbirliğinin arttırılması amacıyla Kültür ve Turizm Bakanlığı, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu ve Gazi Üniversitesi Türk Halk Bilimi Araştırma Merkezi’nin katkılarıyla Ankara’da 30-31 Mart 2012 tarihlerinde Nevruz Çalışmaları Uluslararası Semineri düzenlenmiştir. Bu toplantıda, dosya paydaşı ülkelerin 2009-2012 yılları arasında yaptıkları koruma çalışmaları ve Nevruz dosyasının yeni üyelerle genişlemesi konusu ele alınmıştır. Devam eden süreçte, dosyanın genişletilme çalışmalarında son olarak İran Nevruz Dosyasının moderatörlüğünü üstlenmiş, taraflar arası çeşitli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Afganistan İslam Cumhuriyeti, Azerbaycan, İran, Irak, Kazakistan, Kırgızistan, Pakistan İslam Cumhuriyeti, Tacikistan, Türkiye, Türkmenistan ve Özbekistan devletlerinin katılımıyla, 2-6 Mart 2015 tarihlerinde İran’ın başkenti Tahran’da bir dosya yazım toplantısı gerçekleştirilmiş ve dosyanın Afganistan, Irak, Kazakistan, Tacikistan ve Türkmenistan’ı da kapsayacak şekilde genişletilerek 12 ülkeyle

yapıldığı insanların bu bayrama özgü geleneksel giyim kuşamlarını yeniledikleri kültürün bütün renklerinin gözlemlendiği uygulandığı ritüeller, alanının rengârenk süslenmesi, canlı renklerden kostümlerin giyilmesi, yumurtaların boyanması, ateşlerin yakılması, ateşten atlama yapılması, salıncaklar kurulması, uçurtmaların uçurulması, sarı mavi yeşil kırmızı renklerdeki yumurtaların tokuşturulması, demir dövülmesi geleneksel Nevruz Toylarımızın vazgeçilmez özelliklerindendir.

Nevruz, 2009 yılında Azerbaycan, Hindistan, İran, Kırgızistan, Pakistan, Özbekistan ve Türkiye’nin ortak başvurusuyla İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesine kaydedilmiştir. Nevruz’un UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesine 2009 yılında ortak dosya olarak kaydettirilmesi farklı diller konuşan, farklı dinlere inanan ve farklı etnik kökenlerden gelen toplumlar arasında kültürel diyalog, saygı ve anlayış ortamının geliştirilmesi çalışmalarına son derece olumlu bir katkı sağlamıştır. 2010 yılında Uluslararası Türk Kültür Teşkilatı’nın (TÜRKSOY) koordinatörlüğünde Paris’te UNESCO Genel Merkezi’nde ve Strasburg Müzik ve Kongre Salonu’nda, 2011 yılında ise Birleşmiş Milletler (UN) Genel Kurulu Salonu’nda ve Washington’da Nevruz kutlamaları gerçekleştirilmiştir.

51


Nevruz’un gençlik, neşe ve coşku olduğunu ifade ederek “Sevgili gençler, milleti millet ve güçlü yapan, size bir geçmiş verdiği gibi bir gelecek vadeden temel değerler, milli varlığımız, milli kültürümüz ve geleneğimizdir. Eğer kültürünüz varsa varsınız çünkü kültür kimliğinizdir. Dünyada her şeyiniz olabilir, her şey de olabilirsiniz ama kültürünüz yoksa siz siz değilsiniz” dedi. birlikte 2015 yılında UNESCO’ya sunulması çalışmaları tamamlanmıştır. 2016 Kasım ayında Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da gerçekleştirilen UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Hükümetler arası Komite Toplantısı’nda alınan kararla Nevruz 12 ülkeli çokuluslu dosya olarak Temsili Liste’ye kaydettirilmiştir. Bu kararla, söz konusu listeye 2009 yılında gerçekleştirilen kayıt yenilenmiştir. NEVRUZ BAYRAMI TOPKAPI TÜRK DÜNYASINDA COŞKU İLE KUTLANDI.

İstanbul Valiliği koordinasyonunda; İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Zeytinburnu Belediyesi , TDBB ve İBB iştiraki Kültür AŞ işbirliği ile Topkapı Kültür Parkı'nda düzenlenen etkinliklerle, Nevruz Bayramı İstanbul’da coşku ile kutlandı. Baharın gelişini müjdeleyen Nevruz Bayramı, 21 Mart’ta İstanbul’da büyük coşku ile kutlandı. Kutlama programı İstanbul Vali Yardımcısı İsmail Gültekin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına Hüseyin Eren, İstanbul Merkez Komutanı Tuğgeneral Sadettin Alp Ergin, İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Coşkun Yılmaz, İBB Kültür A.Ş. Genel Müdürü Kemal Kaptaner ve Türk Cumhuriyetleri Başkonsolosları ve temsilciler ile birlikte çok sayıda vatandaşın katılımı ile Topkapı Kültür Parkı'nda gerçekleşti. Kutlama programında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mehter Takımı'nın gösterisi, sanatçı Tacigül Küntüz’ün Nevruz Özel Resim Sergisi, Türk Dünyası Araştırmalar Vakfı Kırgız Halk Oyunu "Ak kuu" ve Türkmenistan Halk Oyunu "Kuş Tepti" gösterisi, demir dövme, yumurta tokuşturma gibi geleneksel Nevruz ritüelleri, Türk halk müziği sanatçısı Esat Kabaklı Konseri ve Türk Dünyası Kültür Mahallesi Etnografik Müze Evleri ve Türk Cumhuriyetlerinin etkinlik stantlarının gezilmesi yer aldı. “NEVRUZ, GENÇLİK, NEŞE VE COŞKUDUR”

Programın açılışında konuşan İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Coşkun Yılmaz, sayı//57// nisan 52

Nevruz’un tarihin derinliklerinden kopup gelen, sadece İstanbul’da ya da Türkiye’de değil, Balkanlar'dan Türkistan coğrafyasına geniş bir coğrafyada, aynı anda, saatte, aynı duygu ve heyecanla kutlanan bir şölen olduğunu belirten Yılmaz, “Bunları yaşamak ve varlığını sürdürmek hepimizin temelidir. Nevruz bir örf, gelenek, adet, neşe, sevinç ve mutluluktur. Nevruz sizin yüreğinizde, gönlünüzde ve ikliminizde yanan aşk, sevda, gönül, duygu, millet ateşidir. Ateşiniz her daim gür, coşkun olsun hiç sönmesin" diye konuştu. Kutlamalarda her yıl olduğu gibi bu yıl da vatandaşlar, kötülükleri ve hastalıkları kovduğuna inanılan ateş üzerinden atlama ritüeline yoğun ilgi gösterdi. Tören katılımcılara pilav ve ayran ikramı ile son buldu. Birçok geleneklerimizin unutulduğu/ unutulmaya yüz tuttuğu bu yüzyılda Türk Dünyası ortak Kültürel Mirası “Nevruz “bayramı kutlama, geleneğin yaşatılması, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılıp, dünyaya tanıtılması bakımından gerek bireysel gerekse toplumsal ve yerel yönetimler, tüm kamu kurumları, STK kuruluşları anlamında büyük bir sorumluluk duygusu ve farkındalık oluşumuna ihtiyaç vardır. Nevruz kutlamalarını yaygınlaştırmak her yıl dünya çağında bir Etno-Kültür Festivali olarak dönüşümlü olarak kardeş Türk Cumhuriyetlerle birlik ve beraberliğimiz adına yerel, ulusal, uluslararası ölçekte büyük Nevruz Bayramları organize etmeli, kutlamalara kitlesel katılmaları STK’lar yoluyla organize etmeliyiz. Ancak bu şekliyle geçmiş ortak tarih ve kültürel bağlarımızı güçlendirebileceği kanaatindeyim. Toplumların sahiplenme duygusu aidiyet duygusu millet olma bilinci kültürel genetiğine dönmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir ve bu kutlamalar sayesinde Türk Dünyası kültürel mirasının sahip olduğu çeşitli geleneklerimizin ve ritüellerimizin yaşatılabilirliği mümkün olacaktır...


Dedenin cevabı binlerce hikmet doludur.

İRFAN KAYNAKLARI En az kendimizi düşündüğümüz kadar düşünmek zorundaydık. Recep ARSLAN

Evladım biz Cihan Harbinde o kadar çok şehit verdik ki, geride çok yetim ve dul kaldı. İşte bu yüzden o yetimlerin yanında ne evlatlarımızı sevebildik, ne de eşi şehit olmuş dul kadınların yanında hanımlarımızla yan yana yürüyebildik. Böylesine başkalarını hesaba katan bir milletin fertleriyiz. Örfümüzde başka güzellikler de vardı. Sonradan suyun bile sanayi ürünü haline getirilmesinden sonra o güzellikler milletimize veda etti. Çarşıya-pazara gidildiğinde alınan yiyecekler kese kağıtlarına konulurdu. İçindekini kimse görmesin, canı çekmesin diye. Çünki o canı çeken hamile kadın olabilir, fakir-fukara olabilir, canı çektiği halde alamayabilir düşüncesi ile böyle davranılırdı. Şimdilerde yeni Osmanlı heveslenmesiyle uygulamaya konulan, daha çok siyasete hizmet etmeye yönelik ‘askıda’ uygulaması vardı. Fakir-fukara kimseye görünmeden, gururu incinmeden, insanlık haysiyeti yaralanmadan ihtiyacını karşılasın diye sadaka taşlarına da nakit paralar bırakılırmış. Ama gelen kişi orada ne varsa silip-süpürmez en az derecede ihtiyacını karşılayacak kadarını alırmış. Belki de bir efsanedir ama güzel bir efsane.

arşıya-pazara gidildiğinde alınan yiyecekler kese kağıtlarına konulurdu. İçindekini kimse görmesin, canı çekmesin diye. Çünki o canı çeken hamile kadın olabilir, fakir-fukara olabilir, canı çektiği halde alamayabilir düşüncesi ile böyle davranılırdı. Kimi zaman irfan kaynağım diye kendisinden söz ettiğim Abdullah Işıklar ağabeyin yanına ikinci bir kişi daha ekliyorum. Şahin Ceylanlı’yı da irfan kaynağım olarak kabul ediyor ve onun sanal alemde paylaştığı güzellikleri dikkate alıyorum. Şahin Ceylanlı bugün bize, günümüz nesline çelişki gibi gelen bir durumu o kadar güzel izah etmiş ki, anmamak olmaz. Şahin Ceylanlı anlatıyor: Genç dedesine soruyor. Dede, Peygamber efendimiz çocuklarını çok severdi. Eşiyle yan yana dolaşırdı. Siz Anadolu'daki eski insanlar çok öpüp sevmezsiniz. Erkekler önde eşleriniz iki metre geriden yürür. Sebebi nedir? Diye sorar.

Biz bir millet iken milletin diğer fertlerini de en az kendimizi düşündüğümüz kadar düşünmek zorundaydık. Bize böyle bir ahlak öğretiliyordu. Başkalarına da başka ahlaklar öğretilmiş demek ki, gelinen noktada sokak çeşmeleri katakulli ile kapatıldı, evlerdeki, bahçelerdeki kuyular kapatıldı. Su sanayi ürünü olarak altın değerinde alınır-satılır oldu. Kimse, çoğu kimse başkalarını sadece soymak, yolmak, üstünden para kazanmak için düşünür oldu. Herkes kendi gemisini en iyi yüzdürmek için çaba harcarken, başka gemilerin birer birer batmasına aldırış etmiyor. Sadece herkesin özen gösterdiği bir konu var. Siyasetin, yönetimin hoşuna giderek, saadet zincirinden bir halka olmak. İnsanlar mutlu. Yönetimle ters düşen konulardan uzak durarak, sadece onların hoşuna gidecek şekilde., onların söylediklerinin ne kadar hikmetli olduğunu belirten konuşmalar yaparak saadet zincirinin bir halkası olmayı sürdüren arkadaşlarıma hayretler içinde bakakalmaktayım. Kazandıkları paranın helal mi-haram mı olduğu ile hiç ilgilenmeyen Müslüman, dini bütün arkadaşlarım var. Yaptıklarının adaleti mi yoksa karanlığı, zifiriyi mi beslediği ile ilgilenmeyen okumuş arkadaşlarım var. Birbirlerini ağırlayıp, saadet zincirinin halkası olarak evlerine bol paralar götürüyorlar. Ama toplantı halinde iken bile ‘Haydi namazımızı kılalım’ söylemini asla ihmal etmiyorlar. Namaz insanı değiştirmiyorsa bilinmeli ki kabul edilmiyor demektir. Kabul edilen namaz 53


ŞİİRİN BÜYÜTTÜĞÜ HAYAT “Kalbimize giden ince bir damarı doktorlardan önce yazarlar gördüler…” Nuri Pakdil Recep GARİP iirle yola çıkınca hem şiir, hem de şairlerle birlikte yolculuk yapıyorsunuz. Şiirin dili, genellikle bahar olsa da diğer mevsimlerin tezahürlerinden de kendine düşen payı alır. Kalem sahiplerinin kurduğu her cümle, hayatın içinden çekilmiş-alınmış bir unsuru yansıtır. Bir duruma, bir bakışa, bir plana tekabül eder. Bu açıdan bakıldığında edebiyat dergileri de kuşkusuz hem şiirin, hem de şairlerin mutfağıdır. İyi bir şairin yetişebilmesi için; mutfaktaki mesaisine, çabasına, okumasına, verdiği emeğe, ustadan aldığı terbiyeye bağlıdır. Tedip edilmiş dil ve kelimeler, şiirin dokunuşunda şairin ustalığını yansıtır. Şiirde ustalık; seçilmiş kelimelerin mısralarda anlam kazanmasıyla, açtığı ufuklarla, söyleyiş biçimleriyle ortaya çıkar. Şiirle beslenmeye başlayınca hayatı şiir gibi kavramak, bakmak, hayatta şiir gibi davranmak ve yaşamak gerekiyor. Şairlerin toplum içindeki duruşları bu farklılıklarla belirginleşiyor ve davranışlara, giyim ve kuşamlara, söz ve üsluba da sirayet ettiğinden artistik bir havayı da yansıtmış oluyorlar. An gelir mavi gökte açılır kapı Bülbüle bakmak ziyan olmaz Sazende elinde bir zümrüt sapı Şiiri inletir tellerde ziyan olmaz Yaşadığı toplumun bireyi olmakla şair, yaşadıklarına karşı, yaşanılanlara karşı, olup biten ne varsa onlara karşı sorumluluk taşıyor demektir. Sorumlu olunca bir yanıyla sorguda berberinde geliyor. Her eşyanın, her durumun ve her değerin şaire yansıyan bir yönü vardır. Bütün eylemler, şairin yüreğini, aklını, vicdanını, idrakini kamçılar. Bu durum şairin kamçılandıkça alevlenmesine, yanmasına, susuzluk çekmesine, sürgün vermesine, sürgünlere hüküm giymesine sebep olur. Sürgün, içteki yangının boyutuyla şiire yansır. Dergiciliğin, yazarlığın, şiire ve kaleme imanetmiş olanların en yakın durdukları şairlerdir. Çünkü şair duruşu, tavrı, söylemi ve şiirindeki sır, büyüleyicidir. Kuşku yok ki mısralara sirayet eden ilham; şiire iksir damlatmaktadır, hem bireyleri, hem de toplumu etkilemektedir. Etkili şiir, üzerinde emek verilmiş, kelime kelime dokunulmuş olan kalıcı şiirdir. Mısraları dokunmuş, darası alınmış, pırıl pırıl bir güneş hissiyle ısıtarak damarlara yürür. Yılların getirdiği deneyimler, şiire dair kavrayışları da, söyleyiş şekillerini de öğretiyor kuşkusuz.

sayı//57// nisan 54

Yine de şiirin gelişi-doğuşu ilhamla olmalıdır ki, şiir o büyülü kavrayışını sürdürmüş olsun. Bundan dolayı olsa gerektir ki zaman zaman yazışmalardan, konferanslardan, söyleşi ve imza günlerinden sonra aldığımız mektuplar bir yanıyla “Sır Mektupları” nın yazılışını sağlamış, diğer yanıyla şiire, denemeye, hikâyeye dair yönlendirmelerle şiir üzerine düşüncemizin oluşmasına da katkılarda bulunmuştur. Bundan dolayıdır ki okuyucu mektuplarına yazar, şair çok şey borçludur. Her bir yazar okuyucusuyla birlikte büyür. Birbirilerini büyütürler. Burada büyütmekten kast edilen, geçmişten günümüze sürüp gelen medeniyet mirasımızın değerleriyle beslenerek yaşadığımız çağa ışık oluşturabilmektir. Dünyanın ne tarafında olursanız olunuz şiir, sizi yakalar. Şair adayları bir şekilde sizi bulur. Bundan dolayıdır ki sanatın gücü tartışılmaz. Sanat elit-seçkin bir eylemdir. Seçkin olduğu kadar da seçicidir. Anadolu’dan mektuplar gelir, mektuplar gider. Postacı mektupları hep muştulu haberler getirsin istenir. Yazı işlerinde yola çıkan genç fidanların da umutları şırıl şırıl akan pınarların seslerine benzer. Yazar-şair değerlendirme yaparken bu pınar seslerindeki ahenkler üzerinden demlendiği kadar, sulanabildiği kadar sese ses, nefese nefes olur. Bundan dolayıdır ki yazışmalardaki ahenk yol gösterici olsun, susuza su olsun, şaire ufuk açsın, ışık olsun, yol versin. Bu her diam böyle olmaz elbette. Bilgelik; var olanı, olacak olanı, olmakta olanın görünen ve görünmeyen yönlerini sezebilmek, kavrayabilmektir. Tutsak olmuşum ben bu ellerde Ellerin derdinden çare yok bana Türkü türkü düşmüşüm dillerde Dillerin dermanı ulaşsın bana Londra’dan bana bir posta güvercini gibi uçup gelen şiirler okudum bu gün. Döndüm bir daha okudum. İki kez okuma nedenim aslında emeğe duyduğum saygıdan mütevellittir. Üçüncü kez okurken değerlendirmeye başlarım, dolayısıyla elime geçen hangi türde bir değer olursa olsun, ona bakışım hep böyledir. Başka türlüsü elimden gelmez. İnsana saygı göstermezse bir insan, aslında kendisine saygı duymuyor demektir. Aristotales’in “Poetika –Şiir Sanatı Üzerine”, İsmet Özel’in “Şiir Okuma Kılavuzu”, “Maria Rilke’nin “Genç Bir Şaire Mektupları”, Benim “Sır Mektupları”, “Şiir ve Medeniyet” eserlerim, Ahmet Haşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” makalesi, M.


Orhan Okay’ın “Poetika Dersleri”, Murathan Mungan’ın “Küre (Poetik Yazıları)”, Mahmud Erol Kılıç’ın Sufi ve Şiir”, Muhammet Nur Doğan “Eski Şiirin Bahçesinde” gibi okunması gereken bir dizi eserden de bahsetmiş olayım. İnsan emeğinin kutlu oluşu emeğinden dolayıdır. Emek işin içine girince sahicilik, doğallık karışıyor. Ne kadar emek verirseniz o kadar kıymetli-bereketli oluyor kazanç. Yazı sanatı üzerinde de bunu söyleyebiliriz. Okuma alışkanlığının doğal bir sürecinde nüksediyor içte var olan, gizli duran sanatkârlık ruhu. Sanatkârlık, ehliyet ve liyakat sahibi olanlara verilen kutlu bir payedir. İnsanoğlu ne pahasına olursa olsun bir şekilde sürgün halindedir. Sürgünde yaşamaktadır. Sürgünde olduğunu bilen insan, dikkatle hayata bakan, dikkatle hayatı kavrayan ve yaşayan insandır. Sürgün bir hayatta şiir ve sanatı sürdürüyor olmak, bir başka sürgünün süreği olmaktır. Böyle olunca sürgünde oluşun kutlu bir kazanca çevrildiğinievirildiğini ifade edebiliriz.

her türlü var oluş, doğallığı içinde insanı mest eder. İnsan elinin dokunduğu estetik algı tercihlerimizi, kabullerimizi, iltifatlarımızı alsa da, reyimizi bundan yana kullansak da, doğada var olan değerlerin, sunuluş şekli, insana dokunan yönleri, nazarımızla ruhumuzu okşayarak resme, şiire ve musikiye dönüşüyor olması şükrün, iltifatın, mest oluşun, feyz alışın zirvesine tekabül eder. Demek oluyor ki var oluşta bulunan şiirin insana yansıması temas ve temaşa eylenilen varlıkların tamamından derlenerek, toparlanarak kendisini inşa etmektedir.

Şiire emek verince insan, daha bir başka insana dönüşüyor gibidir… Çünkü şiir fazlalıkları iptal eder. Gereksiz kelimeler ağır gelir şiire. Şiir bir anlatı değildir ki bağlaçlara muhtaç olsun, ve’lere, lakinlere ve dahilere ihtiyacı olmaz şiirin. Olsa da olması gerektiğinde yeterince olmasıdır. Şiir, ruha dokunuyorsa, gönüle ses bırakıyorsa anlam kazanır.

Şiirin, doğuştan itibaren verdiği varlık mücadelesi, devrimci yönüdür. Devrimcilik hükmünü irca etmekten ileri gelir. Şiirine emek veren şaire şiiri de emek vermiş olur. Böylece hem şiirin hem de şairin biribirini tamamlaması söz konusudur. Hem tedavi hem de besleme karşılıklı sürüp gider. Şiirde ünsiyet, bireyin gayreti oranındadır. Şiirin iç sesini duyabilmek için şiirleşmek, şiirle yaşamak, şiir gibi yaşamak ve şiirden ibaret bir ömre yol almak icap ediyor.

Zahirem kalmadı ömür ne etsin Yârini sevene vuslat ne etsin Helalin ekmeği gönlünde bitsin Sözün söz değilse canı neyleyim Canım can değilmiş nerden bileyim Denemelere benzer söyleyişler, hikâyemsi ifadeler, mısraların biribirini takip edişleri şiiri zafiyete uğratır. Şiirin dili bütün bunların dışında özel bir dile sahiptir. Dolayısıyla şiir yazanın bunu idrak etmesi ve şiirini öylece yazması beklenir. Normal dil ile yazılmış olsaydı şiir, kışkırtıcı-okşayıcı-uslandırıcı-yüreği harekete geçirici-hüzne yönlendirici olmaz, anlamsız, yavan bir şeye benzerdi. Şiirin normal hayat içinde ki varlığı, zambaklara benzer. Dikenler arasında ki gül, geceyi süsleyen yıldız ve ay, akşamın sefası aynen şiirdir. Kast ettiğimiz şiiri durup dururken övmek, yüceltmek, şairi kutsal bir makama irca etmek filan değildir. Şiirin kutsal sesi ilhamın kendisidir. Doğal seslerin dinlendiriciliği yapaylıktan uzak olmasındandır. Doğadaki

Şiir kendini inşa eder. İnşa olan şiir, şairini bulur ve doğacağı anı ve zamanı gözler. Şiir doğduğu andan itibaren hayata hem müdahale eder hem de katkıda bulunur. Müdahale eder çünkü şiir, varlığını hissettirme oranında kalabilecektir. Ne kadar müdahale ederse o kadar kalıcılığı artar. Müdahalesi zayıf olan şiirin kendisi zayıftır, bundan dolayıdır ki hayata fazla katkısı olmaz. Ne şiir, ne de şairi yaşayamaz.

Ah kara yazgım, turnagözlüm Nasıl gelip geçtin habersiz Ben şiirli bir bade içtim Sürgünüm sen, aşkım nedensiz Şiiri ilhamla düşünmek gereklidir. Dahası şiirin metafizik boyutudur ilham. İlhamı güçlü olan şairin; hem iç sesi, hem nefesi, hem gönül dili zengindir ve böylece şiirin coşkusundaki imgelerin kurgusu, sanatı, hem resmin tamamlayıcı unsuru olur hem de musikinin su gibi akmasını sağlar. Ölçü dediğimiz unsur şiirdeki ses uyumundan ibarettir. Sesteki ahenk estetik boyutuyla tamamlayıcıdır. Şiirin hayata kattığı değer, zeminden itibaren en yüce makama doğru insanı yükselterek hakkın sesinde birlemektir. Bu yüceliş-eriş çizgisi metafizik bir boyutu ifade eder ki ilhamsız şiirde bunu yakalamak mümkün değildir. Aklın şiiri zahirden ibarettir. 55


KTC’de araba vergisi hiç yok denecek kadar az olduğundan Türkiye’deki fiyatın yarısından da aşağıya araba sahibi olabiliyorsunuz. Sadece tek sıkıntı direksiyonun ve trafiğin soldan olması. Benzin de 4 TL idi o gün.

KKTC GÜNLÜĞÜ

BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -7Önce Gazimagosa’nın dar sokaklarında dolaştık. Arabamızla yasak bölgeye gittik. Tel örgünün bir tarafı yasak, kapalı Maraş bölgesi, bir tarafı KKTC. Hemen girişte Türk askerleri nöbet tutuyor. Kapalı alan perişan. Neredeyse aradan Kıbrıs Barış Harekatı yapılalı yarım asır(44 sene) oldu. Onca seneden beri buraya kimse girmeyince antikalaşmış. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Bir müddet sonra sıradağları bırakıp düz ovaya girdik. Belli ki tarım toprakları. Tahıl ekilmiş. Hasat toplanmış. Toplanan ürünler makinalarla bobin haline getirilmiş, yüklenmeyi bekliyordu. Biraz sonra yol kavşağında dikkatimi çeken şey samandan heykeller oldu. Hani tarlalarda kargalara kovmak için yapılan artı biçimindeki ,uzun birbirine çivilenmiş sopalar, saman ve eski bir elbise ve şapka ile yapılan korkuluklar vardı ya bunun daha şişmanını düşünün işte öyle saman heykeller. Boya ile saç, bıyık, ağız, yüz ve göz ile kulak ta eklemişler. Bir iki kavşakta böyle yapmışlar. İFTİHAR LİSTESİ

Bazı üniversitelerin, otellerin bilbortlarda asılı yolun iki kenarındaki reklamları vardı. Lefkoşe sapağından döndük ver elini Gazimagusa. Salamis Bay otelini gördük uzaktan. 1980’li yıllarda Lefkoşe Saray Otelinden sonra kaldığım ikinci yer. Rumlardan kalan en lüks oteldi bir zamanlar. Yine dolu. Salamis Harabeleri turistik yer olarak hala gözde. Her taraf inşaat. Müstakil evler ve çok katlı apartmanlar. Sanayi şehri gibi karşıladı bizi Gazimagusa. Limanı var, eski gümrük burada, ticaret yapılan bir eski merkez. Ancak KKTC tanınmadığı için muamele yetimvari. Daha önce de birkaç defa gelmiştim buraya büyük bir gelişme gözledim. Hem inşaat, hem sanayi, hem turistik çarşılar, cafeler, pastaneler, lokantalar bir hayli artmış. Nüfusu 50 bine yaklaşmış. Eski şehir kale içinde toplanmış. Tarihi dokusu önemli olarak korunuyor. Önce burayı dolaştık. Otopark Gazimagosa’da ücretsiz. Hemen köşedeki Petek Pastanesi’nde soluklandık. Girişindeki levha bizi etkiledi. Dev reklamda “ Müşterilerimizin yorumları olmadan bu başarıyı kazanamazdık. 2014, 2015, 2016, 2017 İftihar Listesi; 2018 mükemmellik sertifikası. Gel de alkışlama ve etkilenme. İçerde zor yer bulduk. Birer kahve içtik. Mihmandarımız İpek Kesici Üniversiteyi Gazimagosa’da bitirmiş. Kızımın da arkadaşı ve turizm sektöründen. Çok sayıda turist var Gazimagusa’da da. Turistlerin bir kısmı Rum kesiminden ve İngiliz üssünden.

sayı//57// nisan 56


KALE İÇİNDE BİR GEZİ

Önce Gazimagosa’nın dar sokaklarında dolaştık. Arabamızla yasak bölgeye gittik. Tel örgünün bir tarafı yasak, kapalı Maraş bölgesi, bir tarafı KKTC. Hemen girişte Türk askerleri nöbet tutuyor. Kapalı alan perişan. Neredeyse aradan Kıbrıs Barış Harekatı yapılalı yarım asır(44 sene) oldu. Onca seneden beri buraya kimse girmeyince antikalaşmış. Hatta kaktüsler bile öyle. Otlar kupkuru. Binalar kurşun ve top mermisiyle yarı yıkık vaziyette. Sanki depremden çıkmış bir şehir görüntüsü var kapalı Maraş bölgesinde. Türk askerlerinin kaldığı mekan da burada. Burası esasında önemli turizm merkezlerinden. Çoğu da uluslararası şirketlerin otelleri. Önceleri batılı olmanın avantajlarını kullanmak istemişler ama becerememiş; Türk politikacıların stratejisinin önüne geçememişler. Bir sevindiğim yenilik Dergah kafe ile Türk Garnizonunun biraz ilerisindeki nefis sahil halka açılmış. Yanında da bir market, bir kafe, serinlemek için denize girmek isteyenlerin ihtiyacını karşılayabilecek birkaç basit tesis. Ne şık olmuş. Otoparkı da mevcut. Zaten araçsız gitmek zor.Plaj kalabalıktı. Çünkü havalar aşırı sıcak. Bu harareti yüksek havada bir sıcak gelişme de Gazimagusa Suriçi bölgesinde oldu. Askeri birliklerimizin fotoğraflarını çekerken suç üstü yakalanan Mehmet Besimoğlu adlı KKTC vatandaşı ajanlık suçlamasıyla tutuklandı. Ajan itirafında 16 gün içinde 201 askeri fotoğrafı irtibatta olduğu Lefkoşe’deki Rum ajana gönderdiğini açıkladı. Vay benim köse sakalım vay ki ne vay! VENEDİK VALİSİ İLE LALA MUSTAFA PAŞA

Biraz ilerde Dr. Fazıl Küçük Stadyumu vardı. İçeri girdik. Tribünlerden etrafı izledik. Yıkılmış, viraneye dönmüş binaların arasında restore edilmiş pırıl pırıl bir kilise!. BM gözetiminde tarihi doku statüsünden AB kredisiyle restore edilmiş. Tek bina burası. Diğer binalar ise çürümekten yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutmuş, çökmüş, taşı toprağı tel örgüden artık yollara taşmaya başlamış. Turistik çarşıyı da dolaştık. Torunuma sırt çantası aldı eşim. Kumaştan renk renk dokunmuştu. Yürüyerek nakış nakış işlenmiş, gelin gibi süslenmiş Lala Mustafa Paşa Camii’ne geldik. Kiliseden (Nicholes Kadetrali) camiye dönüştürülmüş muhteşem bir mabet. 1974 Kıbrıs Barış Harekatında Magusa en zor alınan kent ve bölge oldu. Osmanlı fethinde de öyle

gerçekleşmiş. Fetih sonrası Venedik Valisi ile Lala Mustafa Paşa bir anlaşma yapmış, esirler takas edilecek. Hristiyan esirler iade edilmiş, ama Müslüman esirler teslim edilmemiş. Lala Mustafa Paşa bunun üzerine Osmanlı esirlerini teslim etmeyip, öldüren ayrıca yalan söyleyen, anlaşmaya uymayan Venedik Valisini yakalatarak, şehrin meydanında derisini yüzdürerek şehit edilen askerlerinin intikamını almış. Bu olay Venedikliler tarafından yıllarca Osmanlılar aleyhinde kullanılmış. Lala Mustafa Camii’ne turistler rahatlıkla istedikleri gibi girebiliyorlar. Girişteki bir masa üzerinde bulunan etek ve başörtüsünü kullanmıyorlar. Sadece ayakkabılarını çıkarıyorlar. VALİ KONAĞINDA BİR ŞAİR

Cami önü beyaz taş ile döşenmiş. Önde tropikal bir bitki olan ve sadece Kuzey Kıbrıs’ta yetişen dev cümbez ağacı var. İsmini de yetkililer üzerine asmış. Cümbez ağacının yanında iki yatır; Şam Müftüsü Mehmet Ömer Efendi ve Mustafa Zühtü Efendi Türbeleri. Yol üzerinde bir seyyar dondurmacı minibüsten satış yapıyor. Onu geçerek Venedik Sarayı kalıntılarını gezdik. Namık Kemal Zindanı’nı sonra. Adı böyle burasının. Yoksa önemli maruf şairimiz, Vatan yahut Silistre’nin yazarı Namık Kemal zindanda sürgün hayatı yaşamış anlamına gelmiyor. Burası yani bu iki katlı minik bina eski valilerin makamı, oturduğu yer. Öyle ki Namık Kemal sürgün olarak buraya gönderildiğinden İstanbul’un emriyle bütün rahatı temin edilmiş, valilik konutu kendine tahsis edilmiş. Yazılarından anlaşıldığı kadarıyla Namık Kemal’in tek şikayeti ise kara ve sivrisineklerle sıcaklar olmuş. Daha lise yıllarımda bir Namık Kemal tiryakisiydim. Bütün eserlerini okumuştum. Öyle ki Kilis’te ilk bastırdığım kart adresime de Namık Kemal’in “ Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin/ Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” adlı dizelerini Hürriyet kasidesinden olarak yazdırmıştım. 57


GÜZELLİKLER MEŞHERİ BİR SİNAN ESERİ:

PİYALE PAŞA CAMİİ

Mimar Sinan'ın nadide eserlerinden biri de şaşırtıcı düzeyde, farklı ve özgün tarzda inşa ettiği Piyale Paşa Camii'dir. Nidayi SEVİM

imar Sinan'ın yarım asırlık zaman dilimi içinde ürettiği eserler, Selçukluyu da kapsayacak şekilde yaklaşık 600 yıllık bir tekâmülün, tecrübenin, birikimin yansıması ve hulâsasıdır. O'nun Osmanlı mimari tarihindeki özel yeri, Doğan Kuban’ın ifadesiyle: “imparatorluğun en görkemli döneminde yarım yüzyıl Hassa Mimarbaşı olarak etkinlikte bulunmasından kaynaklanmaktadır..” Bu göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir tespit. Şüphesiz Sinan'ı parıltıları hâlâ sönmeyen bir yıldız yapan daha pek çok bileşen vardır. Belki malumun ilanı olacak lakin biz yine de bir kaç cümle ile de olsa bu konuya değinmek istiyoruz. O, 1521 yılında yeniçeri ocağına alındıktan Mimarbaşılığa getirilinceye kadar (1539) geniş Osmanlı coğrafyasının pek çok noktasında bulundu. Farklı medeniyetlere ait mimari unsurları yerinde inceleyip, gözlemlerini not alıp tecrübesini derinleştirdi. Erken yaşlarda marangozluk mesleğinde mahir olan Sinan, bu deneyimleri sırasında mimarlık ve mühendislik yönlerini de iyice geliştirdi, pekiştirdi. Elbette bunların hiçbiri rastlantı değildi. Sistem bu tür başarılı ve mahir elleri asla görmezlikten gelmeye müsait değildi. Birbiriyle ilişkili görünmeyen pek çok detay aslında pekâlâ birbiriyle bağlantılı idi. Bunu Süleymaniye camii inşaatı sırasında tutulan kayıt defterlerinden anlayabiliyoruz. Burada her şey en ince ayrıntısına kadar anlatılıp kayda geçirilmiş. Konu ile ilgili İbrahim Zeyd Gerçik'in “Bir Yönetim Modeli: Mimar Sinan” ve “Bir Yönetim Modeli: Süleymaniye” isimli eserlerine müracaat edilebilir. Süleymaniye ve Mimar Sinan'a dair kıymetli bilgiler vardır. Müellifin külliyeden hareketle, sadece mimariyle değil, “insan kaynakları yönetimi ve toplam kalite standardı” gibi pek çok branştaki tespitleri ve çıkarımlarıyla da zamanımıza ışık tutacak mahiyettedir. Sinan'ın en önemli özelliği, bitmek tükenmek bilmeyen çalışma arzusu ve azmidir. Gününüz tabiriyle o temelden bir akademisyen değildir. Masa başı mimarı olmamış, sanatını teoriden pratiğe dökmemiş, tabir caizse adeta işin içinde pişmiştir. İçinde bulunduğu imkânları çok iyi bir şekilde değerlendirmiş, tabii olarak kendini yetiştirmiş ve donanımlı hale gelmiştir. Eserlerinde kopya veya tekrar yoktur. Sürekli bir yenilik, farklılık ve özgünlük peşindedir. Birbiriyle benzer gibi görünen eserleri dahi

sayı//57// nisan 58


yakından incelendiğinde iki eser arasında pek çok farkın ve ayrıntının varlığı görülür. O insanı önceleyen, topografya ile uyumlu, çevresiyle barışık, yenilikçi, şaşırtıcı, özgün, estetik ve işlevsel eserler meydana getirmiştir. Sentez oluşturmaktan çekinmeyen, pozitif değişimden yana tavır koyan bir yapısı vardır. Nispetteki tutarlılık ve araziye uygun yapı tarzı belki de onu devrinin diğer sanatkârlardan ayıran en belirgin özelliğidir. Sanatında cesur olmasına karşın insanı ilişkilerinde yapıcı, kişilik olarak da gayet mütevazıdır. Tevazuunu mührüne de kazımıştır. "El-Fakir-ül-Hakir Sinan" Belki de ondan alacağımız en büyük ilham budur. Haddimizi bilmek!.. Mimar Sinan'ın nadide eserlerinden biri de şaşırtıcı düzeyde, farklı ve özgün tarzda inşa ettiği Piyale Paşa Camii'dir. Beyoğlu, Kasımpaşa'da, Piyalepaşa Bulvarı, Baruthane Caddesi’nden Piyalepaşa'ya çıkarken yol üzerindedir. Günümüzde hâlâ varlığını koruyan, bu haliyle İstanbul'da nadir rastladığımız bostan tarlalarının yanından geçerek mabede ulaşıyoruz. 1573-1574 yılları arasında inşa edilen cami uzaktan bakıldığında bir gemiyi hatırlatmasıyla meşhurdur. Bizde bunu gözlemliyoruz. Sinan böyle bir tasarımı Piyale Paşa'nın denizci olmasına atıfla mı yaptı? Bunu bilemiyoruz. Ancak dediğimiz gibi Sinan'ın eserleri sürprizlerle doludur. Olur mu? Olur!.. Yeri gelmişken kısaca Baruthane'den de söz edelim. Piyale Paşa Camii’ne yakın bir konumdadır. Kaynaklarda, “Kasımpaşa” ve “Okmeydanı” Baruthanesi olarak geçer. M. Baha Tanman'ın verdiği bilgilere göre Piyale Paşa'nın

16. Yüzyılda inşa ettirdiği çifte hamamların kalıntıları 19. Yüzyılda Baruthaneye çevrilmiştir. (TDVİA, c.34. s.298.) Uzun zamandır metruk bir haldeydi. Şu an restorasyonda. Ofis olarak tasarlanmış. 16. Yüzyılda bölgenin imara açılması maksadıyla yerleşim alanlarının dışında tasarlanan Piyale Paşa külliyesi, ziyaretgâh güzergâhlarının dışında kalması sebebiyle yakın zamana kadar işlevsiz kalmış, etrafı kaçak yapılarla istila edilerek adeta tükenmeye mahkûm edilmişti! Piyale Paşa, Kanunî Sultan Süleyman Han döneminde 14 yıl Kaptan-ı Deryalık yapmış ve önemli başarılara imza atmış, kıymetli bir denizcimizdir. II. Selim'in de damadıdır. Hırvat asıllıdır. Küçük yaşlarda devşirilmiş, iyi bir eğitim görmüş, pek çok devlet kademesinde görev alarak denizcilik tarihimizdeki müstesna yerini almıştır. Sakız ve Cebre'nin alınması, Cezayir'in ele geçirilmesi, İtalya, İspanya ve Fransa sahillerinde 70’e yakın küçük adanın zapt edilmesi Piyale Paşa'nın askeri stratejisi ve güçlü komuta becerileriyle gerçekleşmiştir. Cebre kalesinin fethinden döndüğünde devlet erkânı tarafından görkemli bir şekilde karşılanmış, bütün toplar, Kanunî Sultan Süleyman Han'ın emriyle onun şerefine ateşlenmiştir. Bununla birlikte Kanunî, ihtiyatı elden bırakmamış, başarının ancak Allah'tan olduğunu şu veciz ifadesiyle tarihe not düşmüştür: “İşte insan bütün bunları görüp gurura kapılmamalı, her şeyin Cenab-ı Hakk'ın musadesiyle olduğunu düşünüp, Allah'a şükretmelidir.” Bu ifade bize Enfal suresinin 17. Âyet-i Kerimesini hatırlattı. Cenâbı Mevlâmız bu Âyet-i Kerimesinde şöyle buyurur: ”Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın 59


zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir…” 1578 tarihinde vefat eden Piyale Paşa'nın türbesi, banisi bulunduğu caminin, genişçe sayılabilecek haziresindedir. Sekizgen planlı türbe, gayet sade bir biçimde tasarlanmıştır. Hazire bünyesinde bulunan farklı dönemlere ait, “Medeniyetimizin Sessiz Tanıkları” olarak kabul edilen mezar taşları, mekâna açık hava müzesi görünümü vermiştir. Cami ihya çalışmaları sırasında burası da elden geçirilmiş. Ne kadar güzel… M. Baha Tanman’ın verdiği bilgilere göre, cami, medrese (dârülhadis), tekke, türbe, hazîre, sıbyan mektebi, sebil, çarşı ve hamamdan oluşan külliye’nin tekke, medrese, sıbyan mektebi, sebil, hamam ve çarşı gibi unsurları maalesef günümüze ulaşmamıştır. (a.g.a., s.297.) Dikdörtgen biçimindeki cami, dokuz metre çapında altı kubbeyle örtülüdür. Normalde taç kapının bulunması gereken mihrap ekseninde, yani yapıyı ortalayacak şekilde tasarlanmış, tek şerefeli minaresi vardır. Burada, kimi padişah ve paşa camilerinde rastladığımız avluyu çevreleyen yapı elemanları, hücreler veya revaklar bulunmuyor. Günümüze ulaşmayan medrese ve tekke gibi birimler kuliliyenin bir bütün olarak anlaşılmasına olanak vermiyor. Cami çevresini kuşatan ve dışa doğru açık revaklar bir nevi korunak gibi düşünülebilir. Alışılmadık bir uygulama. Mabede ön taraftan iki kapı ile giriş yapılır. Kapı üzerlerinde celi sülüs hat ile yazılmış kitabeler bulunur. Kitabelerin birinde: “Selâmun aleykum tıbtum fedhulûhâ hâlidîn / Selam size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya, derler…” (Zümer, 73.) Diğerinde ise: “Selâmun aleykum udhulûl cennete bimâ kuntum ta’melun / Selam size. Yapmış olduğunuz iyi şeylere karşılık girin Cennete…” (Nahl, 32.) Âyet-i Kerimeleri yer alır. Yapının görkemine rağmen girişi gayet mütevazıdır. Sinan burada sayı//57// nisan 60

zarafet ve inceliği adeta iç mekâna saklamış gibidir. Tıpkı kabuğu içindeki inci gibidir burası. Bunu ancak caminin içerisine girdiğiniz zaman hissedebiliyorsunuz. Kubbeyi taşıyan kemerlerin üzengi hizasında dolaşan, lâcivert zemin üzerine beyaz renkli celî sülüs harflerden oluşan âyet kuşağı (Cuma Suresi), M. Baha Tanman'ın verdiği bilgilere göre Karahisârî’nin mânevî oğlu ve öğrencisi Hasan Çelebi’ye aittir. (a.g.a., s.299.) İznik menşeli, bitkisel motifli çini süslemeleriyle dikkat çeken mihrabına nazaran mermer minberi gayet sade görünümlüdür. Üst katta bulunan hanımlar mahfilinin pek zarif bir tasarımı vardır. Cami içerisinde, kıble yönünde bir levha dikkatimizi çekiyor. Son dönemlere ait ve celi sülüs hat ile yazılmış. Eser sahibinin ismini okuyamadık. Levhada Hûd suresinin 112. Âyet-i Kerimesi yer alıyor: "Festekim kema umirte / emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı…” buyurmuşlardır. Nefis muhasebesiyle silkelenip kendimize gelmeye çalışıyoruz. Rabbim cümlemizi Âyet-i Kerime'nin sırrına mazhar olanlardan eylesin inşaallah... Kitabeler, bir nevi medeniyetimizin açık hava kütüphaneleri gibidir. Bin yıllık birikimimizin, hissiyatımızın yansımaları buralarda arzı endam ediyor. Maalesef bağlarımız koparıldıktan sonra yavanlaştık. Pek çok derinlikten, incelikten ve güzellikten mahrum olarak yaşıyoruz. Cami ziyaretinde bir yandan da bunları düşünüyor ve iç çekiyoruz. Vaktiyle istilâ edilen caminin çevresi açılmış, çarpık yapılaşmadan arındırılmış ve mabed 2006 yılında restorasyona alınarak ibadete hazır hale getirilmiştir. Mekân, şehir ve semt merkezine biraz uzak kaldığından pek çokları tarafından bilinmez. Lakin burası adeta bir huzur vahasıdır. Cemaati pek azdır. Özellikle hafta içinde camideki insan sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Sessiz ve sakin bir ortamda, huzur içerisinde ibadet etmek, farklı bir Sinan tasarımını tanımak ve keşfetmek istiyorsanız sizi bu güzellikler meşherine davet ediyoruz. Şayet ziyarete gidip yemek yeme ihtiyacı duyacak olursanız bir de tavsiyemiz var. Piyale Paşa Camii'nden Kasım Paşa yönüne doğru ilerlerken sol kolda, Zincirlikuyu Caddesi başlarında, mütevazı bir köfteci dayı bulunur. Köftesi gayet lezzetlidir. Lakin dayımız, Mart ayından sonra Çatalca'ya gidiyor. Kasım ayından sonra yolu düşen mekâna uğrayabilir. Ya nasip!..


SAVAŞLARIN KURBANLARI

ŞEHİRLERDİR!

Mesela Hıristiyan Katolikler, Hıristiyan Ortodoksları kâfirlikle suçlayarak 1204 yılında saldırdıkları 4. Haçlı seferinde İstanbul’u harabeye çevirmişler ve bununla da yetinmeyerek, o zaman kutsal olan Ayasofya kilisesinde fahişe oynatmışlardır. Muhsin İlyas SUBAŞI

Aynı şeyler Endülüs’ün işgalinde de yaşanmadı mı? Hıristiyan din adamlarının öncülüğünde, dönemin eli kanlı orduları İspanyadaki medeniyet meşalesini söndürebilmek için merhametsizce saldırmışlar ve insanları ya Hıristiyan olmaya, ya da ülkeyi terk etmeye zorlamışlardır. Olanlar elbette yalnızca bunlarla sınırlı değildir. İran’ın meşhur şehri Persepolis İskender tarafından harabeye çevrilirken, sanatın ihtişamından korkan bir sürünün azgınlığını da gelecek neesiller bir utanç vesilesi olarak bıraktı. Tunus’un Kartaca şehri de Romalıların hışmına uğrayan ve gelecek nesle bırakacağı mirasından mahrum edilen bir şehir olarak harabeleriyle günümüze gelebildi.

arih boyunca bütün savaşlar meydanlarda başlasa da şehirlerde sona ermiş ve kaybedenin şehirleri kazananların gazabına uğramıştır. Tarihe bakıyoruz; bunun en dramatik örneklerinden birisi Kani-Karum’dadır. Bu bölge beş bin yılı aşkın bir süre içerisinde belki 20’nin üzerinde saldırıya uğramış ve hemen hepsinde buradaki yerleşim alanları yakılıp yıkılarak tahrip edilmiştir. Gezip gördüğüm bu harabeler içerisinde bize derdini anlatan; bir ocak üzerindeki pişirilip yenilmeye fırsat bulamayan yemek külleri oldu. O tarihten başlayarak büyük şehirlerin başına gelenleri sıralamaya kalksak, sanırım bu derginin tamamı almaz. Bakınız mesela Haçlı seferlerinde en büyük darbeyi şehirler yemiştir. Kudüs’ü fethetmek için yola çıkanlar, karşılarına çıkan her şehri tarumar etmekle de kalmamış, oralardaki insanları da kılıçtan geçirmişlerdir. Mesela Hıristiyan Katolikler, Hıristiyan Ortodoksları kâfirlikle suçlayarak 1204 yılında saldırdıkları 4. Haçlı seferinde İstanbul’u harabeye çevirmişler ve bununla da yetinmeyerek, o zaman kutsal olan Ayasofya kilisesinde fahişe oynatmışlardır.

Moğolların Anadolu’da yaptıkları şehir katliamlarının bir başka sesini anlatır bize. Sırasıyla, Erzurum’u, Erzincan’ı, Sivas’ı, Kayseri’yi ve Konya’yı yakıp yıkarak yağmalayan bu azgın sürünün tarihteki izleri hala yıkık kale duvarlarıyla ortadadır. Tarihin kirli yüzüne baktıkça şehirlerin çatılarından sızan kan izlerini görmemek mümkün mü? Daha yakın tarihte, Amerika’nın Irak’ı işgalinde Bağdat’ın yakılıp yıkılması gözlerimizin önünde gerçekleşmedi mi? SAVAŞTA NEDEN ŞEHİR HEDEFTEDİR?

Çünkü şehri yıkarak rakibinin hem kaynağını, hem de sığınağını kurutmuş oluyorsan. Ayrıca, çok daha önemli olanı; rakibinin geleceğe taşınacak miras unsurlarını barındıran medeniyet malzemelerini de ortadan kaldırıyorsun. İnsanları öldürmekten çok, şehirleri katletmenin sosyal felsefesi budur. Dua edelim, yeni baştan imar etmeye çalıştığımız şehirler geçmişlerindeki acılı olayları bir daha yaşamasın. Şehri yok etmek, bir toplumun medeniyet ve kültür değerleriyle birlikte geleceğini de yok etmek demektir!.. Şehirler bunun için savaşların ana hedefinde seçilen ilk kurbanları olmuşlardır. 61


ACİ ALKIR: (D:1933, Ö: 16 ARALIK 2011,ERZURUM)

HALK MÜZİĞİMİZDE BİR USTA:

RACİ ALKIR “Dağlarca Madımak'a neden ağladı?” başlıklı yazısında, ”(…) Türküler, hayatın içinden gelirler başka bir hayatta yolculuklarını sürdürürler. İnsanın, Anadolu'nun bütün öyküsü, acısı, mutluluğu, şehveti onların içindedir.”

İsmail BİNGÖL*

Türkülerimiz… Dilimizin tuzu, biberi... Üzüntülerimizin, hüzünlerimizin, sevinçlerimizin tercümanı... Dinleyip, beğenir de kimin diye sorarsanız, yine kendinizin vereceği cevap: Herkesin, hepimizin, olacaktır. Bunu ne Ahmet söylemiş, ne Mehmet, söyleyen millet. Onun sinesinden çıkmış, söylenir, dillerde dolaşır olmuş... Hemen hepsinin bir ortaya çıkış hikâyesi mutlaka vardır. Bir vakanın, bir kahramanın halka mal olup olmadığı türküye girip girmediğinden belli olur. Bir kere de türküye girdi mi, yayıldıkça yayılır, söylendikçe söylenir, benimsendikçe benimsenir. Ona karşı duyulan ilgi en sıcak, en sade ifadesini bu sayede bulur. Onun içindir ki; söyleyen, dinleyen, çalan, çığıran türkülerle hayatı iç içe geçen bir milletiz... Dağımızdan, obamızdan, yaylamızdan, ovamızdan türküler seslenmektedir. Bütün bir coğrafyanın dört bir yanı, yanan, ağlayan, haykıran, coşan türkülere mekân olmuştur. Bunları köylüsü de söyler, şehirlisi de, dağdaki de söyler, bağdaki de... Çünkü duygu yüklü insanımızın tercümanıdırlar türküler. Türkülerimiz… Yüreğimizden kopup gelen, zaptedemediğimiz, söylenmesi gereken ne varsa türkülerdedir... Türkülerle koyun koyunadır... Bir de bu türküleri, bütün benliklerini vererek, samimi, içten ve riyasız bir eda ile icra edenler vardır. Bunların yaptıkları ve bu milletin kültürüne verdikleri emek elbette ki karşılıksız kalmayacak ve insanımız; gönüllerinde yer verdiği bu kişileri hiçbir zaman unutmayacak, yeri geldiğinde yadedecektir.

Çizer: Mete Keran

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//57// nisan 62

İşte bunlardan biri de, Türk halk müziği sanatçılarımızın en eskilerinden, sevenleri tarafından “Türkülerin Paşası” olarak adlandırılan, şehrin yedi göbek yerlisi olan rahmetli Raci Alkır’dır. 1933 yılında Erzurum’da Yukarı Hasan-i Basri mahallesinde doğduğunda; babası Şefik Bey, günümüzde sadece bir bölümü ayakta kalan tarihi Mısır otelini işletiyor ve bunun yanında canlı hayvan ticaretiyle iştigal ediyordu. Devamlı kırmızı kuşak taktığı için Alkuyruk lakabıyla anılmaktaydı. Annesi Şadiye Hanımı ise, savaş sonrası Ardahan’dan gelirken getirmiş Şefik Bey… Asıl mesleği terzilik olan sanatçı; daha altı


yaşındayken, babasıyla birlikte Muhammed Lütfi Efendi’nin dergâhına gidip gelmeye başlamıştı. Daha o yaşlarda ilahi okumaya başlayan Raci Alkır’a defiyle eşlik eden kişi ise; haliyle, tavrıyla kendine has bir karakter olan ve Naim Hoca adıyla tanınan Naim Gölleroğlu’dur. Usta-çırak disiplini altında terzilik mesleğini öğreniyordu ama aklı fikri müzikteydi. Sanata gönül vermiş her sanatçı da görüldüğü üzere, onun içinde de, daha çok küçük yaşlarda halk müziğine karşı çok büyük bir istek vardı. Bunun için de; bir yandan terzilik mesleğini sürdürürken, bir yandan da türkülerle yeni yeni kurmaya çalıştığı bağı kuvvetlendirmeye uğraşıyordu. Ancak ailesi, özellikle de babası onun müzikle uğraşmasına pek sıcak bakmıyordu. Fakat daha sonra bu fikrini değiştirdi ve onu gideceği yolda serbest bıraktı. Raci Alkır bir sohbetinde bunu şöyle anlatıyordu: “Askerden önce babam türkü söylemeye bırakmazdı. Askerden sonra, babamın da dinlemeye geldiği bir konserde müptelâ, makber falan okudum. Salon inip kalkıyor. Neyse ondan sonra karışmadı daha...” 1955 yılında, o günlerin Erzurum’unun sanat muhitlerinde çok önemli bir yere sahip olan “Halk Oyunları ve Türküleri Derneği”ne devam etmeye başladı. Böylece; Türk Halk Müziğiyle kurduğu bağ daha da kuvvetlendi ve 1960 yılında “Doğudan Sesler” korosuna girdi. 1967 yılına kadar haftada iki gün, henüz yeni kurulan TRT Erzurum Radyosunda canlı program yapan “Doğudan Sesler” korosu, Erzurum Halk Oyunları ve Halk Türküleri Derneğinin elemanlarından oluşuyordu. Daha

sonra bu koronun nerdeyse tamamına yakını, 1967 yılından itibaren TRT’ye iltihak ederek TRT Erzurum Radyosu Türk Halk Müziği korosunun ilk nüvesini oluşturdu. O yıllarda Fikret KARAHAN, Nida TÜFEKÇİ, Ateş KÖYOĞLU, Talip ÖZKAN ve Ali CAN gibi; halk müziğimize büyük hizmeti geçen hocalarla çalışma imkânı buldu Raci Alkır... Bu durum ise; halk müziği hakkında daha sağlam bilgiler edinmesini ve söylemenin dışında da bazı çalışmalar yapmasını sağladı. Erzurum'un yetiştirdiği Alvarlı Muhammet Lütfi ve İbrahim Hakkı Efendi'nin eserlerini okuyan sanatçı, derlemeci ve kaynak kişi olarak da Türk Halk Müziğine yayla havası, tatyan, ağıt, kırık, divan, müstezat ve uzun hava tarzında birçok türkü kazandırdı. TRT Erzurum Radyosu Türk Halk Müziği Korosunun en eskilerinden olan Raci Alkır’ın, o günlere dair anlattıkları kısaca şöyle: “Erzurum Radyosunun ilk kuruluş yıllarından beri onunla hep iç içe olduk. Erzurum Halk Oyunları ve Türküleri Derneği olarak haftada iki gün müzik programı yaparak başladı onunla olan bağımız… O zamanlar bant olmadığı için bütün programlar canlı yapılırdı. Sonraları, bantlar gelince, kayıtları canlı yapmamaya başladık. Bu bizim için büyük bir değişiklikti. Nihayet 5-6 sene sonra bizi resmi olarak imtihana tabi tuttular ve ‘stajyer sanatçı’ hüviyetini kazandık, daha sonra da ‘sanatçı’ olduk. Radyoyla ilişkilerimiz hep artarak devam etti. 1983’e kadar idare ettim. Arkadaşların çoğu gitti, ben de dilekçe verip emekli oldum. Ama sanatçının emeklisi olmaz, halen daha devam ediyoruz. Emekli olduktan sonra çok 63


derlemelerim oldu. Erzurum’un folkloruna hizmet ettim, tasavvufî olsun, divan olsun, tatyan olsun, hepsini derledim. Radyonun kuruluşunda, korumuzu yöneten Hulusi Seven ağabeyimizdi. O ilk zamanlardan isimleri aklımda kalan ses ve saz arkadaşlarımızdan bazıları şunlar: Fikret Tosuner, Dursun Üvez, Mükerrem Kemertaş, Yaşar Kökler, Cevat Sağıroğlu, Gülümser Gözüm, Zeki Orhan, Suat Işıklı kardeşi Nihat, Nuri Güraksın, Osman Mavioğlu, Muammer Özkavcı. O zaman ‘Doğu’dan Sesler’ adıyla nam salmıştık. Herkes ‘Doğu’dan Sesler’ saatini beklerdi dinlemek için. Özel türkülerimiz vardı; mesela ben, çok istek aldığından ‘O maral bakışın’ı sık sık okurdum. Arkadaşlarımızın okuduğu özel türküler vardı. Türkü dedin mi, evde tandır başından çıkar eşikten dışarı çıkar, türkü budur. Türküler yakılan bir şeydir, kimsenin bestesi değildir, derlemedir, anonimdir. Ricamız türküleri değiştirmesinler. Yeni, genç sanatçılar bilenlerden öğrenip okusunlar.” (Not: Son yıllarda, “beste türkü” denilen eserler arasından da kaliteyi ve geleneği öne alan ve TRT tarafından da bazı denetim aşamalarından geçtikten sonra repertuvara kazandırılan eserler var. Kişisel kanaatim, bu durumun, belli ölçüler dâhilinde desteklenmesi gerektiğidir. Tabii yine de işin uzmanları bilir.İ.B.) Sanatçılığı profesyonel anlamda meslek olarak seçen Raci Alkır; 1966 yılında terziliği bıraktı ve 1971 yılında TRT Erzurum Radyosu Halk sayı//57// nisan 64

Müziği Korosu'na girdi. Söylediği türkülerle kısa sürede halkın sevgisini kazanan sanatçı, Kars'tan Edirne'ye kadar hemen her yörenin türküsünü okudu. Bu görevini 1983 yılına kadar aralıksız sürdürdü ve bu tarihte kendi isteği ile emekliye ayrıldı. Raci Alkır; Türk Halk Müziğine 80’ e yakın eser kazandırmış, onun vasıtasıyla TRT repertuarına 23 türkü girmiş, böylelikle birçok eserin kaynak kişisi, derleyicisi olarak halk müziğine büyük katkıda bulunmuştur. Sanat hayatı boyunca TRT’de pek çok televizyon ve radyo programına katılmıştır. Bunun yanında 7 plak, 2 kaset ve 1 CD kaydı bulunmaktadır. TBMM tarafından, türkülerinin bulunduğu "Klasikler" adlı CD, 5 bin adet, Erzurum ziyareti sırasında bir araya geldiği Kültür Eski Bakanı Atilla Koç'un destekleriyle "İlahiler" adlı CD'den ise; 4 bin adet bastırılmıştır. Raci Alkır, Erzurum türkülerinin önemli kaynak kişilerinden biridir ve özellikle kendisine has ses rengi ve yörede tatyan olarak bilinen türküleriyle ün yapmıştır. Bazı türküler onun sesine çok yakışmaktadır. Güzel sesi ve geniş repertuarı ile bütün ülkenin tanıdığı ve beğendiği bir sanatçı olarak, çok sayıda uzun hava okumuş, ayrıca kaynak kişi ve derlemeci kimliğiyle TRT repertuarına birçok türkü kazandırmıştır. Bunların çok bilinen bazılarının isimleri şunlardır: Aya bak nice gider, Beni Sorma bana, Bingöl bugün dumandır, Can bula cananını, Erzurum Kilidi Mülk-i İslam’ın, Hani yaylam hani senin


ezelin, Kadem bastı gönül tahtı, Kapıda kavun yerler, Maşin gelir haralı, Nefis sen ölmez misin?, Seyreyle güzel kudreti Mevla neler eyler, Vardım eşiğine yüzümü sürdüm. “Dağlarca Madımak'a neden ağladı?” başlıklı yazısında, ”(…)Türküler, hayatın içinden gelirler başka bir hayatta yolculuklarını sürdürürler. İnsanın, Anadolu'nun bütün öyküsü, acısı, mutluluğu, şehveti onların içindedir.” diyen yazar Doğan Hızlan; yazısının devamında, sözü Raci Alkır’a getiriyor ve onun; türküler ve türkü okuyan yeni nesil sanatçılarla ilgili görüşlerine yer veriyor: “Raci Alkır’ın iddiasına göre; yeni yetişen ve türkü okuyan sanatçılar, eski türkülerle yetiniyorlar, yeni derleme yapmıyorlarmış. Genç sanatçıları hazır yiyici olarak gösteren bu iddia doğru mudur bilemem? Meslek içi bir tartışmanın açıklığa kavuşması lâzım. Uzmandan, bir derlemeciden geldiğine göre, gerçeklik payı büyüktür. Hemen hemen her kanalda bir türkü programı var; CD'leri, kasetleri satılıyor, dinleniyor. Otantiklik kavramını tartışarak sonuca varmak için, uzmanların aydınlatıcı yazılarına bel bağlamalı. Programlar çok ama türkü konusunda incelemelere, ne gazetelerde ne dergilerde rastlanıyor. Öğretici, eğitici türkü programları yapılmalı, o zaman bilerek dinleyebiliriz. Yıllar önce radyo günlerinde Mesut Cemil'in Neriman Altındağ ile birlikte yaptıkları programdan epey türkü öğrenmişimdir. Kimi seslerde türkü diye söylenenler bazen arabeskle akraba olup çıkıyor. Kötü aşılanma örneği.

Yaşlılık zamanlarında bile müzikten kopmayan ve bütün ömrünü; doğduğu, yerlisi olduğu şehirde, Erzurum’da geçiren biri o… Dolayısıyla; yıllardır yaşadığı yerin eskileriniyenilerini, kimin kiminle akraba, hısım olduğunu, soyuyla sopuyla tek tek tanıyıp biliyor. Öyle ki; bulunduğu meclisleri; hem söylediği türkülerle ve hem de geçmişe dair hatıralarla, yeri geliyor şenlendiriyor, yeri geliyor hüzünlendiriyor. Sohbeti tatlı, şivesi zorlamadan uzak, sıkmadan dinletmesini beceren Raci Alkır; şimdi hayatta olmayan, şehrin tanınmış isimlerinden Hırtızlı Hafız’la ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Bir davette, Hırtızlı Hafız’la karşılıklı gazel okuyoruz. Epeyce okuduktan sonra dedim ki:Hocam çok yordular sizi. Dedi ki:-Bana bak oğlum, bize kimse bedava ekmek yedirmez.”

Raci Alkır'ın bir eleştirisine ben de katılıyorum: Bazı türkülerin sözlerini değiştirip okuyorlar. Hele piyasa işi okumak, türküye yapılmış en büyük hakaret gibi geliyor. (…) Alkır'ın derlediği türküler her zaman severek dinlediğimiz eserler.

Sanatçının, dinleyiciye sitem içeren bu hatırasının ardından, yine bir başka hatırasını naklederken söyledikleri ise, onun hayata ve sanata bakış açısını ve bu işi yaparken kendince uyduğu ölçüyü çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:

(…) TÜRKÜLER, derlemeler üzerine çok yazmamız gerekiyor.

“-Gittiğim yerlerden pek para almadım. Canım sağ olsun. İyi yedim, içtim, gezdim. Sonunda da işi tatlıya bağladık. Hacca gittik hanımla. Hacda çok rahat ettim. Arafat’ta çadırda koyveriyorum gâzeli, ilâhiyi, bazen de türküyü. Anında çadırın önü kalabalıklaşıyor. Duyan geliyor. Hele de Erzurumlular... “

Hele Adnan Saygun ile Bela Bartok'un, Muzaffer Sarısözen'in çalışmalarını düşündükçe bugün biraz tembellik mi yapıyoruz diye sorabilirim.” (Hürriyet Gazetesi,05/02/2001)

65


Bu anlatılanlar arasında en ilginç olanı rahmetli sanatçı Raci Alkır’ın hacda gâzel, ilâhi bazen de bunlara yakın formdaki türküleri söylemesidir. Erzurum’un tanınmış Avukatlarından Faruk Terzioğlu’nun, buna dair cümleleri şöyle:

Şair Ali Akbaş, bir şiirinde; "Kar erisin yaylalara göçülsün, Yamaçlarda mor menekşe açılsın, Rica et Raci'ye o da koşulsun, Kerem et Mükerrem bir türkü söyle"

”Arafat’ta çadırda bulunduğumuz sırada rahmetli Raci Alkır’ın ‘Kadem bastı gönül tahtı, a sultanım sefa geldin’ ilahisinin hoparlörlerden yankılandığını duydum. Çok şaşırdım. Bu gür sesin ona ait olup olmadığını anlamak için mikrofonun bulunduğu yere doğru yürüdüm. Az sonra yanılmadığımı anladım. Bu sayede hemşerim Raci Alkır’la o kalabalıkta buluşup, ayaküstü sohbet etme imkânı buldum.”

diyerek; çok sevdiği türkülerle ilgili bir isteğini dile getirmektedir. Onun bu isteğini, geçmişte doldurduğu sayısız bandın radyo mikrofonlarından-en çok da TRT Erzurum Radyosundan- yayınlanmasıyla yerine getirdi Raci Alkır…

Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ise bu olayın farklı bir yönüne dikkat çekerek, şunları aktarıyor: “Kutsal topraklarda bulunduğum günlerde Türkiye’den hac yapmaya gelenleri görmek için kaldıkları otelleri dolaştığım sırada Erzurumluların kaldığı otelde Raci Alkır’a rastladım. Bel ve ayaklarından rahatsız olduğu için otelde yatan ünlü ses sanatçının durumunu öğrenince hemen müdahale ettim ve Raci Alkır’ı Diyanet’in kaldığı otele kaldırarak tedavi ettirdim.” Daha sonra da Arafat’a ihramlı olarak gittiklerinde gazelhanların ilahiler okuduğuna işaret eden Yılmaz, bu sırada Raci Alkır’dan da gazel söylemesini rica ediyor ve o da yukarıda adı geçen gazelle birlikte başkalarını da seslendiriyor. sayı//57// nisan 66

Hayatının son yıllarını fizikî bazı rahatsızlıkları sebebiyle evinden pek fazla çıkamadan geçirdi. Ne var ki; türkülerle kurduğu bağı yine de devam ettirmeye çalıştı. Oğlu Vahit Alkır’ın, kendinden ve diğer ustalardan elde ettiği bilgi ve görgünün yardımıyla türkü vadisinde bir yer edinmesinin çabasını verdi. Bu ise, halk müziği geleneği içerisinde yıllarca verdiği hizmetlerin, bu dünyadan ayrılışından sonra da sürmesini istemesinin ve süreceğine olan inancının bir işareti olarak görülebilir. Ve bugün folklorik değerlerimiz içerisindeki yeri çok önemli olan türkülerini, hem evladı ve hem de halk müziği sevdalıları, büyük bir aşkla ve şevkle okumaya devam etmektedirler. Türkülerin söylendiği her yeri vatan kabul etme anlayışıyla gitgide büyüyen türkü coğrafyasının ve özelde de Erzurum’un yetiştirdiği değerli sanatçı Raci Alkır’ı, bu yazı vesilesiyle bir kere daha rahmet ve hürmetle anıyoruz.


DAR, KARIAKOO 8 MART 2017

HAKUNA MATATA

Darüsselam genel olarak pahalı bir yer. Türkiye'deki fiyatları ikiyle çarpın. Herşey pahalı... İnanın, bana şu anda Türkiye çok ucuz geliyor. Ev kiraları ise şok edici.. Veli DALBUDAK

Öyle ki, birbirlerinden para bozdurmak için dükkandan çıkmadan sadece kollarını uzatmaları yetiyor. Bu dar geçitler bazı geniş sokaklara çıkıyor. Fakat o sokaklarda dükkanların önünde birer sıra seyyar tezgahlar var. Sokak trafiğe de açık aynı zamanda... Yani bu nispeten geniş sokaklarda da yürürken, bir taraftan tezgahlara göz atacaksınız, diğer yandan iri, yarı siyahi Tanzanlar'a çarpmayacaksınız, cebinizdeki telefon ve parayı koruyacaksınız, gidip gelen araçların da altında kalmayacaksınız. Ha bir de yola gelişigüzel dökülüvermiş gibi duran pazarcıların sebzelerini ezmeyeceksiniz. Bunların hepsini birarada başardıysanız eğer bir de iyi pazarlıkçıysanız uygun fiyatlardan alışveriş yapma imkanına kavuştunuz demektir. Darüsselam genel olarak pahalı bir yer. Türkiye'deki fiyatları ikiyle çarpın. Herşey pahalı... İnanın, bana şu anda Türkiye çok ucuz geliyor. Ev kiraları ise şok edici.. En düşük kira 1000 USD; ama oraya da köpek bağlasan durmaz. Üstelik güvenli değil...

ki kelimeden oluşan bu cümleyi hayatım boyunca unutmama imkan yok. Çünkü yaşayarak öğrendim.

Güvenlikli, bahçe duvarları elektrikli tellerle çevrili 2+1 daire 1700$, 3+1 ise 2500$. Hintliler emlak piyasasının tek hakimi. Fiyatlar onların tekelinde.

Hikayeyi merak edenlerin bir önceki yazıya bakmaları gerek...

Devam eden inşaat sayısı çok az. Şu ana kadar bir tane bile beton mikseri görmedim.

O yazıda meşhur Kariakoo Market'e nasıl güç bela ulaştığımı yazmıştım.

Özlemiş değilim tabii ki!

Bugün orayı anlatmak istiyorum size. Kelimenin tam anlamıyla kaotik bir yer. Belki şu tarif gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olur; biraz Mahmutpaşa, biraz Perşembe Pazarı, biraz Tahtakale, biraz Mercan, biraz da Salı Pazarı... Ve tüm bunların hepsinin birkaç dönümlük bir alanda toplandığını düşünün. Darüsselam'da aradığınız her neyse burada bulabilirsiniz. Küçük, küçük dükkanlar yan yana dizilmiş. Bazı kısımlarda karşılıklı iki dükkan arasından ancak bir kişi geçebiliyor. Aralarında sokak var diyemeyeceğim, sadece bir geçit var o kadar.

İstanbul'da beton mikserinden illallah demiş durumdayız. Burada kuş sesleriyle uyanmanız garanti. Hatta gece pek öten cinsleri de var. Uykunuz hafifse sık uyanabilirsiniz. Kariakoo Market bölgesinde satılan sebze ve meyvelerin organik olduğu söyleniyor. Fakirlik çiftçileri doğal gübre kullanmak zorunda kılıyormuş. Kimyasal gübreye verecek paralarının olmaması ne güzel değil mi? Zaten muz, avakado, hindistan cevizi, mango ve ananas her köşe başında satılıyor neredeyse. Ve hepsi inanılmaz lezzetli. Şu kadarını söyleyeyim, bunların yanında şimdiye kadar yediklerim samanmış be kardeşim... Ayrıca fiyatları da oldukça uygun. Zaten gördüğüm kadarıyla burada bir bunlar, bir de benzin ucuz. Gerisi el yakıyor, cep deliyor... 67


İSMAİL BİNGÖL

VE SANATI -I-

Pek çok önemli radyo projesine imza atmış ,deneyimli bir radyo yapımcısı olan , yapımcılığını, üretken kalemiyle süsleyen İsmail Bingöl, hemen hemen her programı için özgün yazılar hazırlayıp dinleyiciyle buluşturan bir yazardır.

Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN*

962 yılında Erzurum’da doğan İsmail Bingöl, Erzurum Lisesi’nden sonra 1985’te Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nden mezun olmuştur. 1986 yılında Maliye Bakanlığı Ankara Defterdarlığı’nda göreve başlamış, bir süre sonra TRT Genel Müdürlüğü’nün açtığı prodüktörlük sınavını kazanarak Ankara’daki eğitim sürecinde Turgut Özakman gibi önemli sanatçılardan metin yazarlığı dersleri almıştır. 1988 yılında TRT Erzurum Radyosu’na tayin edilen Bingöl, o tarihten bu yana Erzurum’da görev yapmaktadır. 1994-2000 yılları arasında Atatürk Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu Radyo-Televizyon Yayıncılığı bölümünde, 2001 yılında ise İletişim Fakültesi’nde ‘Radyo Programcılığı’ dersini de veren İsmail Bingöl, yazı hayatına 1988 yılında Milletin Sesi Gazetesi’nde başlamıştır. Pek çok önemli radyo projesine imza atmış , deneyimli bir radyo yapımcısı olan , yapımcılığını, üretken kalemiyle süsleyen İsmail Bingöl, hemen hemen her programı için özgün yazılar hazırlayıp dinleyiciyle buluşturan bir yazardır. “Âşıklarımız-Âşık Edebiyatımız”, “Yöremizden”, “Bir Köyümüzde”, “Bizim Eller”, “Doğunun Sesi” bunlardan bazıları. “Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde” programı için yazdığı *TC.Atatürk Üniversitesi

sayı//57// nisan 68

yazıları ve konuklarından aldığı seslerle bir araya getirdiğinde üç ciltlik aşk kitabı yayına hazır vaziyettedir. 2019’da daha önce hazırladığı “Şehirden Sesler” programına tekrar başlayan Bingöl, Türkiye sathında röportajlar hazırlayarak radyo yayınlarına devam etmektedir. Diğer taraftan o, yine yıllardır dergi ve gazetelerde çeşitli edebi ve fikri yazılar yazmakta, bununla da yetinmeyip lise yıllarından beri durmaksızın uğraşıp geliştirdiği şiirle ilgilenen ve Türkiye'nin seçkin şairleri arasına girmeyi başarmış değerli bir şairdir. İlk şiiri 1989’da Kırağı Dergisi’nde yayınlanan, çeşitli mahalli gazetelerde kültür, sanat ve edebiyat yazıları yazan İsmail Bingöl’ün Akademi, Kalem ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay Vakti, Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan, Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum, Erzurum Sevdası, Erzurum Aktüel, Berceste, Az Edebiyat, Bizim Külliye, Edebiyat Ortamı, Bir Nokta, Dil ve Edebiyat, İslami Edebiyat, Herfene, Beyaz Şehir Palandöken, Şehir ve Kültür, Hümâ gibi değişik dergilerde, kültür ve sanat sitelerinde yazı, şiir ve röportajları yer bulmuştur. Sanat ve edebiyat alanında birçok sempozyuma katılarak bildiriler sunmuş, birçok armağan kitapta yazı ve röportajları yer almıştır. Yaşadığı şehirle ilgili portre ve denemelerini bir araya getirdiği “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum (1999)” adlı kitabı, Dergâh Yayınları Erzurum Kitaplığı’ndan; “Ey Kelime ve Ey Ses (2014)”, “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler (2014) ” adlı deneme kitapları, Dergâh Yayınları Ülke Kitapları serisinden; “Ay Düşleri (2009)” adlı ilk şiir kitabı, Ares yayınlarından ve “Sırrını Söyleyen Rüzgâr” adlı ikinci şiir kitabı Ötüken yayınlarından çıktı. Halen yayınlanmayı bekleyen şiir, deneme ve röportajları bulunmaktadır. YAZARLIĞI VE DENEMECİLİĞİ

İsmail Bingöl, deneme kitaplarında bir kaç temel problem üzerinde durmaktadır. Birincisi şehir: Başta Erzurum olmak üzere şehir olgusunu ve şehirlerde görülen problemleri irdeleyip tartışmakta ve çözüm önerileri sunmaktadır. Şehir Nedir? sorusunu soran Yazar, sosyolojik bir olgu olan şehrin, çeşitli açılardan ne anlama geldiğini sorguluyor. Ona göre, şehri şehir olmaktan çıkaracak olan en önemli mesele, şehir kavramını içselleştiren ve şehir kimliğine aşina kişilerin giderek azalmasıdır. Bunun, şehirlerin geleceği


açısından çok önemli bir tehlike olduğuna vurgu yapan Bingöl, bu durumun şehirlerin kendine özgü kimliğini her gün biraz daha aşındırdığına işaret etmektedir. O bu hususta şunları belirtmektedir: “Zira iç göçün, insan malzemesini kırk elli yıldır harmanladığı, yerlilik kavramının anlamını adeta unutmuş şehirlerde, bu gibilerin nesli ya tükenmiştir, ya tükenmek üzeredir.” Maalesef Erzurum’da bu kervanın başında gelen şehirlerdendir ve göçü önlemeye yönelik tedbirler alınmakta daha fazla geç kalınırsa, Erzurum kimliğini tamamen kaybetme tehlikesiyle başbaşa kalacaktır. (Türkülerde Yaşayan Şehir-Erzurum, Dergâh Yayınları, Erzurum Kitaplığı, İstanbul, 1999, s. 16) İkincisi türküler: İsmail Bingöl, türkülerle adeta hemhal olmuş bir sanatçıdır. Ya türkülere aşinalığı sebebiyle TRT yapımcısı olmuştur, ya da TRT’de yapımcı olduğu için türkülere vurulmuştur. Ama dostluğumuzun kadim oluşundan dolayı biliyorum ki türkü sevgisi, onun gençliğinden, belki de çocukluğundan itibaren gelen bir özelliğidir. Lise yıllarında derslerimiz boş olduğunda veya öğretmenler biraz dinlenmek için ara verdiklerinde sevgili İsmail Bingöl’den ya şiir okumasını ya da türkü söylemesini isterlerdi. O da istekleri kırmayıp hemen yerine getirirdi. Bingöl, türküler üzerine iki kitap yazmış bulunmaktadır. Bunlardan ilki “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum”, diğeri de “Atalar Mirası Gönül Yarası Türküler”dir. İlk kitabında türkülerle ilgili ilk denemesi “Bir Türküdür Yakan Yüreğimi” başlıklı yazısıdır. O, bu yazısında Anadolu coğrafyasına çok uzak olmasına rağmen, vatan toprağı olduğu için savaşmaya giden ve çoğu bir daha dönmeyen askerlerimiz için Erzurumlu bir yeni gelinin yaktığı ağıttan söz etmektedir. “Mızıka çalındı düğün mü sandın?” mısrasıyla başlayan Yemen Türküsü'nü anlatan Bingöl, bu türkünün yüreğini dağlayan bir güftesi ve ezgisi olduğundan bahisle her dinleyende aynı duyguların ortaya çıkacağından söz etmektedir. Çünkü ona göre “Türk'ü anlamak için türkü dinlemek gerek’tir.” (s. 22) Yemen’de olup bitenlere yüreği şair hissiyatıyla yananlardan biri olan Bingöl, “Mızıka çalındı düğün mü sandın?/Al yeşil bayrağı gelin mi sandın?/Yemen’e gideni gelir mi sandın?” türküsünün okunuşu esnasında hissettiklerini şöyle anlatıyor. Yemen, gidip de dönmeyenlerin

diyarıdır. Eşinden, âşiyânından, baharından, evladından, sevdasından, anasından, babasından ayrılan civanların destanıdır Yemen Türküsü. Bu türkü “insana neleri hatırlatmıyor, neleri çağrıştırmıyor ki… Çileyi, derdi, tasayı, hasreti, ayrılığı, gurbeti… Kahramanlık da var, gurur da, vakar da, kıvanç da… Muzaffer Sarısözen’in derlediği, Faruk Kaleli’den alınan bu Erzurum türküsünü dinlediğimde yıllardır gündemde kalan bir konuyu, Yemen’i bir kere daha acıyla, hüzünle hatırladım… Ara sıra dinlerdik çocukluğumuzda birinden… İnce ve titrek sesiyle hikâye ederdi o günleri… Taze bir fidanken başından geçenleri… Gidip de dönmeyenleri, gelip de görmeyenleri… Hele Yemen… Anlatmakla bitiremediği hazin bir hikâyeydi Yemen…” (s. 10-11) Sevdanın, tutkunun ama ardından gelen ayrılığın, kavuşamamanın en iyi anlatıldığı, sadece bunların mı? Tarihimizin en sıkıntılı bir döneminin de anlatıldığı bir türkü Yemen Türküsü. Bingöl, çeşitli konulardaki düşüncelerini ve duygularını, adı geçen iki kitabında türkülerle bağlantılandırarak anlatmaya çalışmıştır. Bazen seyrettiği bir filmde okunan türküden hareketle filmin eleştirisini yaparken, bazen yine bir film aracılığıyla türkünün farklı memleketlerde söylenen versiyonlarından, eleştirmenlerden yaptığı alıntılarla söz etmiştir. Sözgelimi “Erzurum Çarşı Pazar”, bilinen adıyla “Sarı Gelin” türküsü bu tarzda ele alınmış bir türkü. Türkünün Erzurum türküsü olduğunda şüphe bulunmadığını çeşitli kanıtlarla ortaya koyan İsmail Bingöl, bu türkünün müziğinin, Erzurum’dan ayrılıp giden Ermeniler tarafından götürüldüğünü ve oralarda da söylendiğini ve bunların doğal etkileşimler olduğunu belirtiyor. Fakat Yazar’a göre “asıl doğal olmayan, özellikle sözleriyle Erzurum türküsü olduğu açıkça belli olan bir kültür mirasının, zorla başkalarına mal edilmeye çalışılmasıdır.” (s.62) Hepimizin müşteki olduğu bu hususu, İsmail Bingöl, en iyi şekilde dile getiriyor. “Sarı Gelin” türküsünün Erzurum’a ait olduğunun en önemli kanıtı, türkünün ikinci kıtasındaki “Erzurum’da bir kuş var / Kanadında gümüş var / Yârim gitti gelmedi / Elbet bunda bir iş var” dizelerden anlaşılıyor. Bingöl, bütün bunları, derleyeninden, kaynak kişilerden ve türkü üzerine kafa yoranların yorumlarından istifade etmek suretiyle ifade ediyor. Devam edecek…. 69


İLKBAHAR, sıcaklığın önce havaya, sonra suya sonra da toprağa düştüğü “CEMRE” mevsimidir. İLKBAHAR, nakış nakış dokunmuş,manalı yazılmış olan şu kainat kitabının ilk sayfasında yazılı olan Besmele’si, Fatiha’sıdır.

İLKBAHAR VE KUTLU DOĞUM

Muhtemeldir ki; İLKBAHAR, kainatın yaratılıp faaliyete geçtiği ilk gün, ilk mevsimdir Muhsin DURAN

İKBAHAR, bitkilerin sultanı “GÜL” kuşların sultanı “BÜLBÜL” ile insanların sultanı “Hz. MUHAMMMED (sav.)” in buluştuğu bir mevsimdir. İLKBAHAR, kitapların ifadesine göre 300 bin çeşit bitkinin ve bir o kadar da canlının hayata merhaba dediği “DİRİLİŞ” mevsimidir. İLKBAHAR toplu iğnenin başı kadar küçük bir incir çekirdeği nasıl, sonbaharda yağan yağmur, kışın yağan karla çamurlara karıştığı, oradan oraya sürüklendiği halde, “Ben buradayım” diye başını kaldırıyor filizini çıkarıyorsa, muhteşem donanımdaki insan hiç kalkmamak üzere yatar kalır mı diye tefekkür, tezekkür ve teşekkürün yapıldığı bir mevsimdir. İşte tam da bu mevsimde O, imdadımıza yetişti, 20 Nisanda O doğdu. O, Ahmet, Mahmud, Muhammet Mustafa (sav) kainatı şereflendirdi. Varlıklar âlemini yaratan, O’nu ilk defa İLKBAHAR kapısından bu dünya sarayına misafir etti.

emir kızdırılıp dövülünce havalar da ısınmaya başladı. Karlar eriyip Cömert Nil, Yeşil Tuna’nın suları yükseldi, ovalardaki ağaçlar birer birer sıçankulağı kadar yapraklarını göstermeye, börtü böcek tabiata yayılmaya başladı.Tarih boyunca Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar uzanmış olan Türk-İslam kültüründe İLKBAHARın birçok anlamı, sayısız özellikleri ve güzellikleri vardır. İLKBAHAR, yeni gün olarak bilinen “NEVRUZ” ateşinin yakıldığı mevsimdir. İLKBAHAR, bastığı yerlerin yeşillendiğine inandığımız Hızır (as.) la, İlyas (as)’ın buluştuğu “HIDRELLEZ” mevsimidir.

Muhtemeldir ki; İLKBAHAR, kainatın yaratılıp faaliyete geçtiği ilk gün, ilk mevsimdir. Zira, “Sen olmasaydın habibim alemleri yaratmazdım “diyen Yüce Yaratıcı ilk güne, ilk mevsime neden onun doğduğu gün veya mevsimle başlamasın ki? Onun içindir ki İLKBAHARla gelen bütün canlar dünya sarayının davetçileri muazzez, mübarek misafirlerdir. Onun içindir ki her yıl; İLKBAHARda güller, goncalar kızıl dudaklarını bu mevsimi teşrif etmiş, aziz misafirlerinin nurdan ellerini öpmek için uzatırlar. Onun içindir ki her yıl; İLKBAHARda renk cümbüşü halinde,kırmızı,beyaz mor kristal lâleler, ebr-i nisanın inci yapan damlasını, rahmetini, kadehlerine doldurmak için gök kubbeye doğru kaldırırlar. Onun içindir ki her yıl; İLKBAHARda çiçekler, menekşeler, kelebekler, rengarenk ebrularını, beneklerini, tohumlar çekirdekler, filizlerini, antika tablolarını şu dünya sarayının sergi salonunda ziyaretçilerine cömertçe sunarlar.

sayı//57// nisan 70


Bu bolluk mevsiminde, Rezzâkı hakim, Kâinat sarayının teşrifatcısı Efendimiz adına izzeti ikram olsun diye görünen ve görünmeyen canlılara ömürleri boyunca kaldırmadığı bereketli ziyafet sofrasını donatır, kurar. Onlar da gece gündüz demeden hiç eksilmeyen yer sofrasından rızıklanırlar. Arılar onun tatlı sözlerine teşbih olsun diye bin bir türlü çiçekten bûs ederek aldıkları polenleri, ballandıra ballandıra peteklerine bırakırlar. Çeşmeler, pınarlar, dereler yüzyıllar boyu O’nun için çağlar, ırmak olur, akar. O Sevgili’nin asırlar boyu aşıkları vardı. O aşıklarından birisi koca şâir Fuzûli’nin, ''Su Kasidesi'' nde terennüm ettiği gibi; “sular yüzyıllardan beri O’na kavuşma arzusuyla başını taştan taşa vurarak akar,” deniz olur, okyanus olur. Önleri okyanuslarla kesildiği içindir ki bir daha hiç kavuşamamanın hasretiyle buharlaşır dururlar. Denizler onun baha biçilmez incilerini, kıymeti bilinsin, güzelliği tasvîr edilsin diye, “Dürr-ü yektâ” denilsin diye bu İLKBAHAR ın Nisan yağmurlarıyla binbir telaşla büyütürler. İpek böcekleri canları pahasına onun yumuşaklığına, onun naifliğine misal olsun diye ipeklerini dokurlar, bizden sonran başka fedakârlar nöbeti devralsın diye bir daha kozalarından çıkmazlar. Bülbüller tam da O’nun doğduğu bu günlerde O’ndan ayrılığın, ve O’na hasretin hicranlı nağmelerini bestelerler, dem çekerler. O öyle bir Zat ki; Seyyidel evveline vel âhirin(Öncekilerin ve sonrakilerin efendisi) oldu..''Efendi'' kelimesine o muhteşem mânâ O'nunla kondu, onunla yüklendi. O,insanlığın güneşi..Allah’ın “habibim sen olmasaydın alemleri yaratmazdım” dediği Makam-ı Mahmud sahibi, yegane şefeatcımız. Rasul-üs sakaleyn, insanların ve cinlerin peygamberi. Eşref-i mahlûkat,varlıkların en şereflisi. Hâtemül Enbiya,peygamberlerin sonuncusu ve ilahi kitapların,semavi mektupların sonuna atılmış imzası, mührü. Hazreti Mevlana - O büyük mürşidimiz Hz. Mevlânâ Mesnevisinde; “Gül mevsimi geçip de gül bahçesi harap olunca, gül kokusunu

nereden koklayabiliriz? Gül suyundan,” buyuruyor. Efendimizin yaşadığı zaman kesitine “asr-ı saadet” diyoruz ki, insanlığın İLKBAHARı idi. Gül bahçesiydi. O bahçeyi göremedik. Güllerini koklayamadık. Ne yapalım, kader. O gül mevsimi geçti gitti. Ama O gül, rüyalarımızın uğrağı oldu. Bahtiyarlar onu ancak rüyalarında kokluyorlar. Biz de O’nu anarak, bir kaç söz sarf ederek, şu gül suyuyla o gül bahçesini koklamak istedik. Yine O’nun âşıklarından birisi Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medîne bir minber; o bürhan-ı bâhir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imâna imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyâya reis, bütün evliyâya seyyid, bütün enbiyâ ve evliyâdan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri…” Yine böyle bir mevsimde, Efendiler efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) vedâ hutbesinde bütün asırlara, yolu dünyaya uğramış olan bahtiyarlara: “Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz” diye seslenmişti. Fakat O gittikten sonra mevsimler Sonbahar oldu. Hazan mevsimi girdi. Çiçekler soldu. O göçeli aylar Muharrem, günler mâtem, mekânlar Kerbelâ oldu. Şimdilerde O’nun ümmeti, küçük çıkarlar nedeniyle kavga ediyor, dünyayı kan gölüne çevirdi. O’nun ümmeti sudan bahanelerle biribirini öldürüyor. O’nun ümmeti otobüste, metrobüste, kaldırımda, caddede artık biri diğerine Allah’ın selamını vermekten çekinir oldu. O’nun ümmeti çıkarı adına, dünyalık adına, kibarlaştıkça kibarlaştı, inceldikçe inceldi, ama O'na karşı ne kadar da kabalaştı? Ya Rasulallah (sav) senden istirham ediyoruz; bize ahiretten önce şu dünyada şefaat buyur. Çok kirlendik. İmdadımıza yetiş, halimizi Rabbimize ulaştır ne olur! Şu vücut tabiatımızda nevrûz ateşini yandır. Şu vücut tabiatımız Hızır (a.s.)’ın bastığı yerler gibi yine yeşilliklerle dolsun. Hâlıkımız o yeşillikler arasından geçen patikalarla kalplerimizi birbirine bağlasın. Ya Rasulallah şu vücut tabiatımıza, şu katılaşmış hissiz kalplerimize, cemrenin ılıklığını, sıcaklığını düşür, düşür de gerçek İLKBAHAR gelsin. 71


Çocuk Kimdir? Zeynep Sena Konuklar: Çocuk, bir tebessümüyle dünyayı değiştirebilecek büyük bir güçtür. Biraz iddialı bir cümle oldu değil mi? O zaman sizden bir çocuğun tebessümünü zihninize getirmenizi isteyeceğim. Yüreğinizde o sıcaklığı ve yüzünüzdeki kendiliğinden oluşan o tebessümü hissettiniz mi? İşte dünyayı iyiye götürecek olan, o tebessümün bizde uyandırdığı merhamet duygusu.

ÇOCUK GELİŞİM UZMANI ZEYNEP SENA KONUKLAR İLE

‟ÇOCUK” ÜZERİNE SÖYLEŞİ Kıymetli şair Cahit Zarifoğlu “Hayata alışan şiir yazamaz” der. Aslına bakarsanız da her çocuk biraz şairdir ve çocuğu diri tutansa içinde bulunduğu hayret makamıdır. Söyleşi: Metin ACIPAYAM

İyi yetiştirilmiş, iyi eğitilmiş, kendi gücünü fark etmesine fırsat verilmiş çocuk, geleceğimizin mimarıdır. Dünyamız için umuttur. Çocuk eğitimi, düşünülenin aksine sadece aile- okul ikilisinin değil, hepimizin sorumluluğudur. Yolda gördüğümüz bir çocuğa bakışımızla, içten tebessümümüzle, örnek bir davranışımızla o çocuğun eğitiminde gizil bir rol oynarız. Çocuk, geleceğin büyüğü olduğu için saygıyı, bugünün küçüğü olduğu için koşulsuz sevgiyi hak eder ve bu yönüyle toplumun bir yansımasıdır. Çocuk hayret makamındadır. Birçok şeyi yaşamında ilk kez görür. Bu ilkler ona özgünlük kattığı gibi ondaki çocukluğu, çocuksuluğu belirleyen etkendir. Yaşantılar yoluyla öğrenen çocuk, yaşadığı deneyimlerle hayatta kendisine yer bulur. Kıymetli şair Cahit Zarifoğlu “Hayata alışan şiir yazamaz” der. Aslına bakarsanız da her çocuk biraz şairdir ve çocuğu diri tutansa içinde bulunduğu hayret makamıdır. Bu bilinçle düşündüğümüzde yolda yürürken aniden durup gökyüzünü seyre dalan, siz aceleyle bir yere yetişmeye çalışırken sakin sakin yoldaki kedinin geçişini izleyen, köşede bulunan su birikintisine basmak isteyen o çocuğa fırsat verilmeli. İçindeki heyecanı diri tutmayı toplumca kendimize görev addetmeliyiz. Çocuğa yatırım ve gelecek ilişkisinden bahseder misiniz? Zeynep Sena Konuklar: Çocuğun eğitiminden hepimizin sorumlu olduğunun bilincine ulaştıktan sonra üzerinde düşünülecek en güzel soru bu aslında. Bir çocuğa yapılan yatırım, o ülkenin yirmi yıl sonrasına yaptığı yatırımdır. Bu ileri görüşlülükle bakıldığı zaman çocuk kavramı daha derin bir anlam kazanıyor. “ Çocuktur ne anlar, istekleri bitmez, ihtiyacını karşıla yeterli” diye düşünen kesimin oldukça azalmış olduğunu görmenin verdiği rahatlıkla bu konuda söylenecek çok söz var. Çocuğun, bilişsel gelişiminin yüzde sekseni bu dönemde

sayı//57// nisan 72


tamamlanıyor ve doğru eğitim almamış çocuk altın çağını değerlendirememiş olarak hayata adım atmış oluyor. Bu nedenle okul öncesi eğitim sağlıklı toplum oluşumu açısından büyük önem kazanıyor. Ruhsal anlamda sağlıklı geçen bir çocukluk dönemi sağlıklı yetişkinliğe atılmış bir adım olur. Sağlıklı yetişkin ise kendinden sonraki neslin yetişmesinde olumlu rol oynar. Bakın, gördünüz mü nasıl birbirine bağlı bir çark. Bir gün mutsuz ya da ilgiye ihtiyacı olan bir çocuk görüp, onu görmezden geldiğinizde unutmayalım ki, o çocuk bir gün problemli bir yetişkin olarak karşımıza çıkabilir. Hepimiz bu çarkın bir parçasıyız ve kaderlerimiz birbirine bağlı. Bugün haberlerde izlediğimiz katil, hırsız belki bir gün birimizin, bir yerlerde gördüğü ama önemsemediği o mutsuz, o ilgiye ve eğitime muhtaç çocuktu. O yüzden “benim çocuğum iyi olsun da bana yeter” bakış açısından sıyrılıp tüm çocukları kendimize dert edinmeliyiz. Bu alandaki görüş ve teklifleriniz nelerdir? Zeynep Sena Konuklar: Sunabileceğim ilk ve en önemli teklif, lütfen çocuklarımızı üretmeye yönlendirin. Karşımızda, tüketim toplumunun içine doğan bir nesil var. Ellerindeki her oyuncak yapılandırılmış, maruz kaldıkları teknoloji hazırı sunuyor. Çok çabuk tüketiyoruz. Öyle ki çoğu şey eskiyemeden yok oluyor. Bizim üreten, tüketen bir nesle ihtiyacımız var. Çocukları, o kurstan ona, o oyuncak kırıldı başkasına, o çizgi film bitti tablete yönlendirmeyelim. Bırakalım bazen sıkılsın, sıkıntısını gidermek için hayal kursun, üretsin. Özgün ürünler ortaya çıkarmasına fırsat verelim. Üretmenin tadını aldı mı zaten gerisi kendiliğinden gelecektir. O yüzden çocuklarla doğayı başbaşa bırakmayı öneriyorum. Doğanın onlara öğreteceği pek çok şey var. Mevsimleri ağaçlardan, inşa etmeyi taşlardan, çamurlardan; yardımlaşmayı, paylaşmayı problem çözmeyi birbirlerinde öğrensinler. Onlar zaten geniş bir hayal dünyası ve yaratıcılık yeteneği ile var olmuşlar. Her duruma müdahil olmayıp biraz onlara alan açalım. Güvenelim, inanalım, fırsat verelim. Rehber olup kenara çekilelim. Ve elimize çayımızı alıp neler başarabileceklerini keyifle izleyelim. Çocuk Ve Oyun Diyecek Olursak, Neler Söylersiniz Zeynep Sena Konuklar: Bütün bu

söylediklerimizin ışığında “Peki, çocuğun eğitimi nasıl olur” diye bir soru ortaya çıkıyor. Bir çocuğa verilebilecek en güzel eğitim oyun yoluyla olur. Maria Montesorri, “Oyun, çocuğun işidir” der. Oyun yoluyla çocuk, çeşitli yaşantıları deneyimler. Olumlu – olumsuz duygularını boşaltır, paylaşmayı öğrenir. Başkalarının haklarına saygı göstermeyi, sabredip sırasını beklemeyi, işbirliğini öğrenir. Belki de en önemlisi olan onu hayatta dik tutacak olan başa çıkma becerilerini kazanır. Oyun, çocuğun güvenli alanıdır ve çocuk kendisini bu yolla ifade eder. Oyun oynamak çocuk için kendini gerçekleştirme alanıdır. Çocuk oyun oynarken farklı rollere girer ve çeşitli yaşantılar deneyimler. Bu yaşantılar zihninde yeni şemalar oluşturup bilişsel gelişimine katkı sağlar. Şu unutulmamalıdır ki oyun oynayan çocuk sağlıklı çocuktur. Fakat bugünümüze baktığımızda sokakların, parkların gittikçe boşaldığını görüyoruz. Akranları ile oyun oynamak yerine teknoloji ile hemhal olmuş , büyükler gibi konuşmaya başlayıp yaşından büyük cümleler kuran şuan ki nesil, çocukluk yok mu oluyor sorusunu getiriyor akla. Değerli şairimiz Erdem Bayazıt’ın şu dizeleri de bizi bu konu üzerinde düşünmeye teşvik ediyor: Kadınlar ki anne olmamak için direniyor Erkekler ki savaşmayı tümden unutmuşlar Çocuklar zaten hiç çocuk olmuyorlar Çocukluk kalkmış dünyadan gibi Her çocuk antik çağ filozoflarından bir kalıntı sanki Her çocuk, toplumun fırsat yarattığı kadar çocukluk yaşayabilir. Çocuk büyük cümleler kurunca , yetişkin gibi davranınca hoşumuza gidiyor değil mi? Aslında o durum çocuğun bir çırpınışı, özden uzaklaşma sinyali. Bu durum, durup düşünülmeli. Her dakika ulaşılabilir teknoloji ile çocuğu doğrudan ilgilendirmeyen haberler, onların tükettiği konular olmaya başladı. Bu anlamda teknoloji – çocuk ilişkisi gibi büyük bir konu var önümüzde ve özellikle üzerinde çalışılması gereken bir alan . Çocukluk kavramı için 73


toplumca vermemiz gereken bir mücadelemiz var. Çocuk Edebiyatının Önemi Nedir? Zeynep Sena Konuklar: Çocuk edebiyatı, “Çocuk” ve “Edebiyat” kavramlarından oluşan sanatsal bir yapıdır ve çocuğun sorunlarını ciddiye alması, ona seni önemsiyorum mesajı vermesi açısından önemli bir tür ve önemli bir iletişim aracıdır. Bu alanın çocuğun hayal gücünü geliştirme, eğitme, estetik bir bakış kazandırma, zeka ve muhakeme yeteneğini geliştirme gibi görevleri vardır. Bu önemli unsurların birleşimi ile oluşan çocuk edebiyatı kavramı , çocuğu eğlendirme, hoş vakit geçirme yönünün yanında çocuğu eğitme, olumlu izlenimler bırakma yönüyle ortaya çıkar. Sanıldığının aksine çocuklar için yazmak kolay bir iş değildir. Önemli bir sorumluluktur. Çocuklar için yazarken dili basitleştirip onların seviyesine inmektense, dili belirli bir seviyede tutup çocuğun o seviyeye çıkması beklenmelidir. Bunu yaparken öğreticilik temele alıp çocuğu edebiyat zevkinden mahrum etmemek de bu işin önemli ayrıntılarındandır. Bir toplumun dili, edebiyatı o toplumu biricik yapan yegane unsurdur. Toplum, kültürünü nesillere dil aracılığıyla aktarır. Çocuklar için yazılan eserler bu açıdan her boyutta daha derin düşünülerek yazılmalıdır. Çocuk edebiyatı alanında eser vermek isteyen yazar, dili etkin kullanabilme becerisine ne kadar sahip olursa olsun öncelikli olarak çocuk gibi düşünebiliyor olmalıdır. Hikayede her şeyi yapılandırılmış olarak vermemeli, çocuğa düşünme ve yorum yapabilme şansı, alanı bırakmalıdır ve bütün bunları yaparken de edebi olmak endişesi gütmelidir. Böylesine önemli bir edebiyat türünde ise artık geleneksele dönüş olmalıdır. Bu alanda birbirinde kıymetli eserler vermiş olan Cahit Zarifoğlu, çocuklar için yazmanın bir sorumluluk olduğundan, onları daha şimdiden kendi safımıza çekmenin savaşçı karakteri olduğundan bahseder. Sıklıkla da dönemin önemli şair ve yazarlarını bu alanda eserler vermeye davet eder. Böylesi önem taşıyan bir yazın türü ise farklı kültürlerin kalemine teslim edilmemelidir. Değerli şair ve yazarlarımız, bu alanı boş bırakmayıp çocuklarımızı yüreklerinden yakalamaya başlamalıdır. Çocuk araştırmaları nereden başlamalıdır? Zeynep Sena Konuklar: Çocuk, boş bir kayıt cihazı gibi deneyimlediği ve gördüğü her şeyi kaydeder. Çocuğun gelişimde belirli sayı//57// nisan 74

gelişim görevleri vardır. Ve bu gelişim görevleri dahilinde o dönemde atlatması gereken krizler ve kritik dönemler önemli yer alır. Dönemsel krizini doğru atlatamayan çocuk, ileriki yıllarda kazanamadığı bu sosyal duygusal gelişimi kazanmakta oldukça zorlanır. O nedenle çocuğun derinine indiğimiz zaman, bu eğitim bize büyük bir sorumluluk getiriyor. Kıymetli şairimiz Cahit Zarifoğlu bu durumu çok güzel ifade etmiştir. “Çocuk eğitimi, çok küçükken değil, çocuk daha doğmadan başlar. Erkek daha evlenmeye niyet ederken, bunu düşünmeye başlarken başlar.” Çocuk eğitiminde, doğru eş seçimi ile başlayan bu yolculuk anne – çocuk ilişkisi ile daha önemli hale gelir. Anne – çocuk arasındaki olumlu bağlılık, ileriki yaşta karşılaşılabilinecek sorunlara karşı emniyet kemeri görevi görür. Necip Fazıl, “Annesi gül koklasa, ağzı gül kokan çocuk” diyerek anneçocuk arasındaki bu etkileşime dikkat çeker. Mesela, ninni bir nevi telkindir. Anne, ninni aracılığıyla iyiyi, güzeli, doğruyu ruha hoş gelen namelerle çocuğun kulağından kalbine üfler. Çocuk eğitiminde kaybedilecek bir tek saniye bile yoktur. Çocuk ve oyuncak müzesi kurulmalı mıdır? Zeynep Sena Konuklar: Oyundan ve çocukluğun yok oluşu tehlikesinde bahsetmişken böyle çalışmaların yapılması çok anlamlı olur. Oyuncak bize bir toplumun tarihi hakkında bilgi verir. O dönemin şartlarını, ihtiyaç ve ilgilerini görmelerini sağlar. Çocukların, şehrimizde aileleriyle dışarı çıktıklarında kendilerine hitap edecek alanlar bulmaları çok önemlidir. Çocuğu, ona faydalı sahalar oluşturarak dışarı çekmemiz gerekiyor. Oyuncak müzesinin zaten gerekli olduğu dahilinde bir de oyun sokağı kurulması gerektiği düşüncesindeyim. Yapılandırılmış oyuncaklar ve parklardan arındırılmış, çocuğun dilediğince hareket edip unutulmaya yüz tutmuş geleneksel oyunlarımızı oynayabileceği güvenli alanlar oluşturulmalı. Çocuk, akran iletişimi ile öğrenir, hareketle gelişir. Bu yüzden çocukların teknolojiden uzaklaşıp geleneksel oyun ve oyuncaklara dönüşü sağlanmalıdır. Şehrimize açılacak oyun sokağı ve oyuncak müzesinin ise ulvi bir amaca hizmet edeceği aşikar. Umarız ki bu değer, değerli şehrimize kazandırılır. Teşekkür ederim…


İnsan niçin alay eder.? Alaycılığı neden bir alışkanlık haline getirir?

ALAYCILIK HASTALIĞI Alaycı insan karakteri ve inancı zayıftır. Fikirleri güdük, cesareti az, düşüncesi dağınıktır. Durdu ŞAHİN

Alaycı insan karakteri ve inancı zayıftır. Fikirleri güdük, cesareti az, düşüncesi dağınıktır. Alaycı kişi; varlığını vakarıyla donatamadığı için, karşısındakinin donanımı karşısında aşağılık kompleksine düşmenin verdiği tedirginlikle saldırır sürekli. Topluluk içerisinde tutunamayan, toplumun dışında kalmaya da cesaret edemeyen, varlığını vakarıyla bütünleştiremediği için ciddiyeti ve saygınlığı olmayan cibilliyeti bozulmuş kişidir alaycılık hastalığına tutulmuş kişi. Alaya uğramak da, alay etmek de kaliteli, karakterli insanları üzer elbette.

lay, istihza, tiye almak, küçümsemek; birebir ayını manaya gelememekle beraber etkisi bakımından karşımızdaki kişide aynı memnuniyetsizliğe sebep olan bir alışanlık, bir hastalıktır. Alay etme hastalığına düşen ya da tutulan kimseler, kendilerini dev aynasında erişilmez, ulaşılmaz heybette gören birer piredirler. Kendilerinin, gördükleri ya da görmek istedikleri kadar değeri yoktur. Alay etmeyi alışkanlık haline getirerek muhataplarında geçici de olsa bir rahatsızlık, hoşnutsuzluk meydana getirenlerdeki sıkıntı; iğreti, çirkin ya da kinayeli sözlerle saldırdıkları ve rahatsızlık oluşturdukları kişilerden daha çoktur her zaman.

Üzülmek de üzmek de normal bir davranış şekli değildir. Üzmek marazi bir hâl, üzülmek sonradan oluşan bir hadisenin ya da oluşumun o andaki karşılığıdır az çok. Üzmeyi haklı gösteren nedenler çok olmamakla beraber üzülmeyi haklı gösteren nedenler bir değil binden fazla olabilir. Sebepleri anlamak, doğru algılamak, anlaşılmanın ve anlaşılmaz hadiseleri anlamanın işaretidir. Alaycı kişiler ne bir işaret bırakır, ne de bir işareti doğru algılayıp doğru değerlendirir. Bu tip kişiler; günlük yaşar, anlık düşünür, saniyelik konuşurlar. Konuşmaları cümlelerden değil kelimelerden ibarettir. Bir kelime ile ya da bilemedin iki kelimeden oluşan bir kelime grubuyla adeta huzursuzluk üreten kocaman bir bataklık görüntüsü verirler. Alaycılık bir bataklıktır. Ne bu batağa düşelim. Ne de bu bataklığın benzeri olalım. Alay etmek de alay konusu olmak da bize göre değil. Bilmem anlatabildim mi? 75


BALKON,

İNSAN VE ŞEHİR Tarihi, Antik Yunan’a kadar dayandığı bilinen balkonlar, güneşten daha çok yararlanma amacıyla yapılmıştır. Ali BAL

sayı//57// nisan 76

opraktan uzaklaşıp, betona mecbur kalan insanın balkondaki saksıda toprakla buluşması onu ne kadar mutlu etmeye başladı. Balkonlarımızın köşelerine, korkuluklarına dizdiğimiz saksılardan yayılan toprak ve çiçek kokusu gönlümüzü az da olsa kır havasına çeviriyor. Bazı balkonlarda ise küçük bir bahçenin misalini müşahede ediyoruz. Rengârenk çiçekler hatta küçük limon ağaçları bile yetiştirenimiz var balkonunda. Şehirleştikçe topraktan uzaklaşıyoruz. Modern hayatın daralttığı yaşam alanları, çaldığı zaman, tabiatın uzağına düşen ruhumuzun yalnızlığı hepsi de onarılması gereken yanlarımız. Sırt sırta veren yüksek katlı binalarda maalesef insanlar yüz yüze bile gelemiyor. Ev hapsine çarptırılmış tutuklularız. Bizi bu mahrumiyetten ve mahkûmiyetten ancak balkonlarımız kurtarıyor. Güneşi kucaklamak, temiz havayı solumak, evde olmamıza rağmen dışarıda gibi bir his içinde yaşamak için balkonlarımıza koşuyoruz. Dinleniyor, kahvaltı yapıyor, yemek yiyor, kitap okuyoruz balkonlarımızda. Balkon ihtiyaç mıdır, değil midir? Balkonların büyüklüğü, genişliği son zamanlarda daha fazla önemsenmeye başlandı. Daire pazarlıklarında balkonun metrekaresine çok dikkat eder olduk. Niçin balkon bu kadar önemli hale geldi? Bir kovalamaca içinde zamanın akışına kendini kaptıran insan evden işe, işten eve koşar durur. Dışarıda bir dostuyla kahve içmeye, sohbet etmeye zaman bulamaz, zaman bulsa uygun mekân bulamaz. “En iyisi bizim balkonda oturalım, haydi!” diyerek balkonda semaver bile yakılır oldu. Balkonlarımız evimizin limanı oldu. Balkonlarda yaşar olduk. Balkonlara özel mefruşat döşemeye başladık. Balkonların mimaride yerini almaya başladığı dönemlerde işin buralara kadar geleceğini kimse düşünememiştir sanırım. Tarihi, Antik Yunan’a kadar dayandığı bilinen balkonlar, güneşten daha çok yararlanma amacıyla yapılmıştır. Biraz da geceleyin uykusuzluk halinde dinlenme yeridir balkonlar. Balkonlarımız önce ahşap, sonra taş ve şimdilerde demirden yapılır oldu. Balkonların siyasî amaçlara hizmet ettiğini de biliyoruz. Roma’da halka sesleniş konuşmaları balkondan yapılırmış. İslamî gelenek içinde de ezan okuyan kişinin evinde balkona benzer çıkıntı bulunduğu bilinmektedir. Minarelerin şerefeleri balkona benzetilse de apayrı bir maksat ve biçimi ile balkondan oldukça farklı bir mimariye sahiptir. “Ortaçağ’da, imparator


ve imparatoriçe katedrallerdeki dinî ayinleri halktan uzak, onlarla bağlantısı olmayan bir yerden izlemek isteyince, onlar için katedralin içine geniş balkonlar yaptırılıyor. Gotik mimari bu ‘iç balkonların’ en iyi örneklerini üretiyor. Tiyatroda balkon Rönesans ile birlikte başlayan bir akım. O balkonlarda da iktidar sahipleri, varlıklı ve soylu aileler filan oturuyor.” (http:// www.radikal.com.tr/hayat/balkonun-tarihiiktidarin-tarihi-1052838/) Günlük sosyal, kültürel, siyasî ve dinî ihtiyaçlar içinde görülen balkon zamanla edebiyatta da yer almıştır. Balkon deyince akla önce Fransa ve Fransız balkonu geliyor. Edebiyatta da öyle olmuş, balkonun ilk geçtiği şiir Fransız Charles BAUDELAIRE’e ait “Balkon” isimli şiirdir. Baudelaıre sevgilisiyle geçirdiği bir akşamı anlatır bu şiirde. Şu dizeler balkonda nasıl bir zaman geçirdiğini anlamaya yeterlidir: “O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen” İngiliz edebiyatında ise Shakspeare’in ünlü eseri Romeo ve Juliet’in balkon sahnesi dikkat çeker. Bu sahneden ilhamla “Juliet Balkonu” moda olmuştur. Romeo ve Juliet’in gizlice buluştukları yerdir balkon. Günümüzde bir milyondan fazla insan bu balkonda buluşup evlilik teklifi yapmaktadır. İçinde balkon geçen başka bir şiiri ise İspanyol şair Federico Garcia Lorca yazmış. İşte o şiir: Elveda Ölürsem açık bırakın balkonu. Çocuk portakal yiyor. (Balkonumdan görüyorum onu.) Orakçı ekin biçiyor. (Balkonumdan işitiyorum.) Ölürsem açık bırakın balkonu! Türk edebiyatında “Balkon” şiiriyle Sezai Karakoç dikkat çekmektedir. “Balkon şiirinin teması, modern mimari anlayışının insan üzerindeki olumsuz etkisidir. Şair bunu balkon göstergesini kullanarak vermektedir. Bilindiği gibi balkon anlayışı daha çok Batılı mimarinin bir özelliğidir. Özellikle apartman kültürünün yaygın olduğu dönemden itibaren, çok katlı binalarda yaşayan insanların dışarıyla temasını sağlamak için başvurulmuş bir yöntemdir.” demektedir Prof. Dr. İsmet Emre (https://dirilisyazilari.wordpress. com/2013/02/21/balkon-siirinin-incelemesi/). Sezai Karakoç’un düşüncesinin temelini İslam

medeniyeti oluşturur. O, Doğu’ya yönelir ve Batı medeniyetine karşı çıkar. Karakoç’un “Balkon” şiirinde balkona dair ciddi endişe vardır: “Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde” Balkona karşı çıkan Karakoç, günümüzde balkona sığınan modern insanın dramını anlatmıştır bu şiirde. “Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarların” Başka bir balkon şiiri Necati Cumalı’nındır. “Bulutlar terk ederdi şehri daima Akşamları gemiler terk ederdi. Bir balkonun kalırdı sanırım Kaybolan gölgelere aşina” Son olarak Hüseyin Atlansoy’un “Balkon Çıkmazında Efendilik Tarihi” isimli kitabında görüyoruz balkonu. “efendi efendi hani kul köle korkutan seni ki bir balkon çıkmazında güneşi seyrediyor özgür atılımlarıyla sersefil gece ve zenne hintyağı akışında boyuneğişini ölümlerin” Nefes aldığımız, çay içtiğimiz, bakkala sipariş sepetini salladığımız limanlardır balkonlar. Saksıdaki toprak ve çiçekle doğayı evimize misafir ettiğimiz mekânlardır balkonlar. Kimileri kaçak kaçak sigara içer burada. Bazılarının köşesinde şömine vardır, dumanlar yükselir buradan. Uzayıp giden daracık sokaklardaki ahşap evlerde komşu kadınların dedikodu mekânlarıdır balkonlar. Çamaşır asılan balkonların korkuluklarına an olur bir çocuk asılabilir ve Karakoç’un korktuğu o an bile yaşanır. Her şeye rağmen balkonlar güzel anlara da şahitlik eder. Anneler, çocuklarını ve eşlerini balkonda bekler. Göğe yükselen apartmanların balkonları daha da uzaklaşmıştır sokaktan. Eskiden balkona çıkan sanki sokağa adım atmış olurdu. Şimdi ise yüksek katlı binalarda balkonlar hava boşluğuna açılan kapılar oldu. Ne ses gelir ne hayat vardır balkonlarda. Gökte asılı kalmıştır balkonlar, kısacası hayatımız asılmıştır. Şimdilerde böyle balkonlar camla kapatıldı, simsiyah camla ve hiçbir anne, sokakta oynayan çocuğuna bağıramıyor balkondan. Balkonlar henüz ölüleri gömdüğümüz yerler olmadı ama hayatı gömdüğümüz yerler oldu. 77


OSMANLININ MİLLET BAHÇESİ:

KAĞITHANE

Kağıthane’nin eski ismi de esas itibariyle ‘’Sa’dabad’’ ( mutluluk veren mamur yer ) anlamına gelmektedir. Burası sadece Osmanlı toplumun gelerek vakit geçirdiği yerler değildi, elçi kabul törenlerin gibi diplomatik ilişkiler yapılırdı.

Mehmet SANCAK

smanlı devleti denilince genelde tarihçiler şu şekilde özetlerlerdi; Akl-ı selim, Kalb-i selim ve Zevk-i selim. Medeniyet tasavvuru oluştururken en önemli yapı taşları sadece Savaşlar ve anlaşmalar değildir. Sanatta, mimaride yaşayış şeklinde he zaman Zevk-i selim bir toplum olmuştur. Osmanlı toplumunun yaşandı şeklinde hiç şüphesiz önemli yerlerde Mesire ve dinlenme mekanlarıy dı bunlardan en önemlisi Kağıthane’dir Kağıthane tarihi 626 tarihe kadar gitmektedir. Tarihi kaynaklarda Avarların İstanbul’u kuşatması sırasında Avar hanı birliklerini Kağıthane de konuşlandırmıştır, Daha sonraki yıllarda da Bizans döneminde Kağıthane deresi önemli bir bölge olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman devrinde de şehzadelerin sünnet düğünleri içinde kullanılan bir yer olmuştur. Kağıthane asıl gelişmesini XVII. yüzyılın ilk yarısında III. Ahmet zamanında Lale devrinde geçirmiştir. Osmanlı tarihinde peyzaj mimarlığı ve bahçe sanatının zirvesi diyebileceğimiz Lale devri en mükemmel örneklerini Sadabad Sarayı olmak üzere fiskiyeler ve çağlayanlar oluşturulmuş, çeşit çeşit çiçeklerle ama en çok lalelerle donatılmış bununla alakalı Evliya çelebi ‘’Buradaki lalezar mesiresi’nde Kağıthane lalesiyle meşhur lale-i günegün’den bahsederek lale vakti buraya gelenlerin aklı perişan olur diye yazmıştır. Lale ve Allah kelimelerinin aynı harflerle yazılması, ve ebced değerlerinin aynı olması bu çiçeğe kutsiyet atfedilmesine neden olmuştur. Doğal bir çayırlık olan Kağıthane Vadi tabanlı su kıyısı olan kordon gibi dere boylarını takip etmesi ile ortaya çıkan bir görünümdeydi. Gürgen, Çınar, kızılağaç, söğüt, ardıç ağaçlarının doğal olarak kümelenmiş vadiyi kuşatan dik sırtlar ve tepeler, maki vb. toplulukları ile kaplı idi. Bodur, yaprağını dökmeyen meşe, funda, defne, ladin, erguvan gibi ağaçların bulunduğu Kağıthane adeta rengarenk bir ormanı anımsatıyordu Kağıthane’nin çiçekleri meşhur olduğu kadar tarihi eserleri de meşhurdur Kaynaklara göre 170 tane eserin yapıldığı söylenmektedir. Ancak Patrona Halil isyanın da 120 köşkün yakıldığını biliyoruz. Kağıthane’nin eski ismi de esas itibariyle ‘’Sa’dabad’’ ( mutluluk veren mamur yer )

sayı//57// nisan 78


anlamına gelmektedir. Burası sadece Osmanlı toplumun gelerek vakit geçirdiği yerler değildi, elçi kabul törenlerin gibi diplomatik ilişkiler yapılırdı. Osmanlı divan edebiyatının en ünlü şairlerinden olan Nedim’in şiirlerini ve ünlü bestelerini burada okuduğu bilinmektedir. Lale devrinin en önemli simgelerinden olan Sadabad sarayı 1722 yılında Kağıthane deresi kenarında inşa ettirilmiş Bu saray Osmanlının ilk büyükelçisi yirmisekizinci Mehmet Çelebi’nin paris’ten getirdiği saray ve bahçe planları ile Osmanlı-Acem mimarisinden esinlererek yapılmıştır. Ancak bu yapı Patrona Halil isyanında tahrip edilmiştir. Daha sonra 1809’da II.Mahmut,1862’de ise Sultan Abdülaziz tarafından aynı alana saraylar inşa ettirilmiştir. Saray mimarisi haricinde Köşk,Cami,Çeşme,köprü gibi birçok mimari eser yapılmıştır. En güzel örneklerden olan çadır köşkü Sadabad Sarayı ile birlikte III.Ahmet döneminde inşa edilmiş bir seyir köşküdür Ancak daha sonraki yıllarda II.Mahmud harap olan bu köşkü tamir ettirir. Kağıthane içerisinde bulunan başka bir köşkte Sultan Abdülaziz döneminde yaptırıldığı bilinen Koşu köşküdür. Koşu köşkü, Kağıthane’de yapılan meşhur at yarışlarının başlangıç noktasıdır bu yarışlar Sadabad sarayı önünde biterdi. Kağıthane bölgesinde Osmanlı zerafet ve sanatını yansıtan saray ve köşkler varken camilerde es geçilemezdi 1722 tarihinde Sadabad sarayı ile birlikte yapılan Sadabad cami yine Patrona halil isyanında zarar gören yapılardan olmuştur. Ancak III. Selim ve II. Mahmut dönemlerinde yeniden inşa ettirilmiştir. Günümüzdeki şeklini ise Sultan Abdülaziz vermiştir .Doğal su kaynaklarının olduğu Kağıthane bölgesinde birçok ta çeşme

yaptırılmış Sultan III.Ahmetin Çeşme-i nur,II. Abdulhamit çeşmesi, İmrahor çeşmesi gibi yapılar yine Kağıthane bölgesi hareketlendiren eserler olmuştur. Bu bölgede karakol terfi istasyonu ve sıbyan mektebi gibi yapılarda bulunmaktaydı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra eğlence anlayışımız da değişmeye başlamıştı. Müzik aletlerine Batı kökenli piyano ve flütün katılması ile umuma açık yerlerde kadın-erkek bir arada yapılan eğlenceler ilk bakışta göze çarpan değişikliklerdendir. Bu asırda Mısır ricali 1850’den sonra, özellikle Boğaziçi’nde düzenledikleri eğlencelerle Batılı yaşamın taşeronu olmuşlardı. Bunların Boğaziçi’ndeki geniş ve müreffeh yalılardaköşklerde masalsı âlemler düzenlemeleri ve bu âlemlerdeki israf, bir yerde zenginin zengine kibri-azameti olarak görülebilir. 19. asrın sonlarında giderek halk da bunlara uymuştu. Kahvehaneler, gece kulüpleri, sinema ve tiyatro binalarına da bu asırda rastlayabiliriz. Özellikle tiyatronun, kültürel hayatımızda ve zihnî dönüşümde belirgin tesirleri olmuştu. Bu asırda; meyhane ve gazinolarda âlem-i âb tesmiye edilen içki tüketiminin oldukça arttığını görüyoruz. İçkili eğlenceler daha çok batılı hayatın yaşandığı Beyoğlu gibi muhitlerdeki meyhanelerde ve mesire alanlarında küçük gruplar hâlinde yapılırdı. Daha sonraları kendimize mahsus bir hayattan beslenen eğlenceler gittikçe azalmış, cemiyet hayatımızdaki değişme-bozulmayı müteakip eğlencelerimiz de faydadan hâlî hâle gelerek âdeta kendi kendimizle beraber etrafımızdaki her şeyi tüketir bir mâhiyet arz etmeğe yüz tutmuştu. 79


er şehri bir çiçeğe benzetirim. Hayal aynamda çekilen her fotoğraf karesinde her şehir bir çiçekle aynı karenin içinde yer alır. Çiçekler ve şehirler bir rüyanın tabiri gibidir. Yurdumuzun her şehri bir çiçeği andırır. Her şehrin kalbinde bir çiçeğin açılışını seyrederiz. Yurdumuz ise içinde her çiçeği barındıran büyük bir çiçek bahçesidir.

ŞEHİRLER VE

ÇİÇEKLER

Esasında bizim medeniyetimiz bir çiçek medeniyetidir ve atalarımız kurdukları her şehri bir çiçek bahçesi gibi kurmuşlardır. Mehmet BAŞ

Fakat; sahici çiçekleri kurutup yerlerine yaptıkları ve çiçek ismini koydukları betondan kafesler ise hayal aynamızın semtine bile yanaşamaz. Hiçbir yapaylık gönül atmosferimizi saran havanın yerini alamaz. İnsanın hakiki anlamını bulmak için doğanın sesine kulak vermek ve oradan yükselen ilahi nağmeleri duymak ne güzeldir. Biz gerçek çiçeklerin ve ruhu olan şehirlerin hikâyesini arıyoruz. Bir kır çiçeğinin açışındaki mucizeyi hiçbir betondan yapı gösteremez. Esasında bizim medeniyetimiz bir çiçek medeniyetidir ve atalarımız kurdukları her şehri bir çiçek bahçesi gibi kurmuşlardır. Gönül pencerelerimizden yurdumuzu seyrederken gözümüzün önüne gelen resimlerin birer çiçeği andırdığını hepimiz görebiliriz. Hayal aynamıza yansıyan her resimde bir çiçeği andıran hatıraların resmigeçidini seyredebiliriz. İşte bu duygu ve düşüncelerle yazdığım satırları sizlerle paylaşıyorum. Şimdi gözlerimi kapatıyorum ve Hevsel bahçelerinde Dicle’nin yavaş yavaş akışını dinliyorum. On gözlü köprüden Kırklar dağına giden yolda, açmış papatyaların ve peygamber çiçeklerinin kokusunu duyuyorum. Yüksek dağların koynunda bir bebek gibi belenen Hakkâri ters lalesiyle gözümün önüne geliyor ve sokaklarından kara gözlü saçları örgülü kızlar geçiyor. Muş’un dört tarafı lale bahçeleriyle sarılmış. Muş ovasını dolduran bir ferahlık gönüllerde yepyeni heyecanlar yaratıyor. Erzurum’un çiçekleri Selçuklu yapıtlarının taşlarında hiç solmadan duruyor. Palandöken bir asker gibi nöbet tutuyor Erzurum’un üstünde. Artvin bir çiçek bahçesini andırıyor. Kaçkarlar’ın üstünde sayısız çiçek baharın gelişinin müjdesini veriyor. Rize mandalina bahçeleri ile turunç kokuyor. Karadeniz’den esen rüzgârlar dağların kıyıyı bir duvar gibi ördüğü Karadeniz şehirlerinde yağmurun türküsünü çağırıyor. Yağmur

sayı//57// nisan 80


Karadeniz’in çiçeklerini bir anne gibi emziriyor. Safranbolu adını safran çiçeğinden almış. Tarih ve doğanın güzelliklerle doldurduğu bu tarihi şehir Anadolu’nun bağrında bir çiçek gibi açmış. Eskimeyen evlerin pencerelerinden çiçek kokuları yayılıyor. Ankara akasya çiçekleri ile canlanıyor gözümde. Caddelerini dolduran atkestaneleri ve çınarlar Ankara’nın yorgun akşamlarında hüzzam makamında bir şarkı gibi söyleniyor. Neşet Ertaş’ın “Açar Kırşehir’in gülleri açar” dediği ve eski ismi Gülşehir olan Kırşehir gözümde iğde çiçekleriyle canlanıyor. İğde çiçekleri açtığı zaman havayı saran güzel koku bitmesin denilen güzel bir rüyayı andırıyor. Çamlığın başında tütünleri tüten Yozgat zerdali çiçekleriyle canlanıyor hayal aynamda. Amasya ve Çorum’da kuşburnu çiçekleri dolduruyor derelerin kenarını. Sivas ellerinde Kızılırmak kenarına salkım söğütlerin gölgesi düşüyor. Kayseri’nin bağlarında yeni açılmış badem çiçeklerini seyrediyorum. Oradan Niğde şehrine düşüyor yolum. Toroslar’ın eteklerinde açan nevruz ve çiğdemlerin rengine boyanıyor gözüm. Güneye doğru indikçe yeni bir iklim kapılarını açıyor. Adana denince aklıma portakal çiçeklerinin kokusu geliyor. Nisan aylarının başlarında şehrin dört tarafını saran bu koku sanki cennetten gelmiş. Şanlıurfa’da siyah

güllerin kokusu Fırat’ın serin sularına karışırken ateş bahçelerinin gül bahçelerine çevrilişi aklıma geliyor. Mersin’de limon çiçekleri bir gelin gibi açıyor. Denizin kıyıları mavi bir kuşakla doladığı bu güzel Akdeniz şehrinde esmer bir yaz akşamının terleri akıyor alnımdan. Isparta şehrini dolduran güller şehri çiçeklerle kuşatan ordular gibi yürüyor aşkın kalbine. Isparta gülleri gönül ikliminden esen rüzgârların sinesinde her mevsim taptaze duruyor. Bursa’nın saçlarını tarayan lodosların koynundan Keşişdağı’na doğru bakarken Bursa gözümün önüne nilüfer çiçekleriyle geliyor. Şeftali çiçeklerinin dört yanı sardığı mevsimlerde Bursa nice güzellikler korosuna ev sahipliği yapıyor. Ve birdenbire İstanbul geliyor hayal aynamın en güzel yerine. Boğazda erguvan çiçekleri açmış ve İstanbul üç kıtanın ortasında dünyanın nazar boncuğu gibi durmakta. Suların kalbinde akan ebedi bir saadet İstanbul’u en güzel düşlerin koynuna ve rüyaların başkentine çağırıyor. Canımdan bir can olan güzel ülkemiz dört yanını saran çiçekleriyle ve ay yıldızlı bayrağın altında başı dik yaşayan insanlarıyla insanlık bahçesinde açan en güzel çiçek olarak duruyor. Allah ebediyen bu nazlı çiçeğimizi soldurmasın vatan bağımızı kurutmasın. 81


eceydi, sıcaktı, nemliydi... ...ağustostu. Nefes alabilmek için balkona çıktım, çıkmaz olaydım! Beş metre ötedeki karşı binanın bize bakan yatak odası perdesi haşin bir hareketle kapatıldı. Üçüncü kat balkonumdan sağa baktım beton, sola baktım bina, ağıya baktım karanlık... ...çaresiz, göğün derinliklerine kaldırdım başımı, yıldızsız gök karşıladı orada da.

BİR AKŞAM GEZMESİ

Bayrampaşa’ya

İbrahim BAŞER

Nemliydi, sıcaktı... ...ağustostu. Sokağa çıkma fikri depreşti içimde. “-Dellenme be adam, bu saatte sokaklar tekin değildir” diyen iç sesime Freudyen biranaliz çektim. Çocukluğumdaki karanlık korkumun alt libidodan gelen dürtüşlerini fark edince, “-Yüreksiiiz!” deyip, spor ayakkabılarımla buluştum ve kapıyı sessizce çekerken genç eşimi çatı katının boğucu sıcağındaki uykusuyla baş başa bıraktım. Dışarısı biraz daha serin. İnsanlar kapı önlerinde çekirdek çıtlayıp mutat günlük dedikodularını icrada... ...kızlar fıkırdamakla kıkırdamak arasında gidip gelirken; çocuk irisi taze gençlerin bol küfürlü sohbetlerinden dumanlar tütüyor, tütün kokuyorlar, Hâsılı, bu boğucu yaz akşamında mahallem varoş olmanın keyfinde, sonuna kadar. Bayrampaşa; sevgili-sevgisiz, vefalı- vefasız yer... ...insanlarıyla yaşayan, onlarla büyüyüp değişen semtim... Yol çatallanınca karanlık olan sokağa yürüdüm, düşünerek... ...düşünere, ...düşüne, ...düş.

sayı//57// nisan 82


ÇAYIRDAKİ ÇINAR

Sağ avucumda küçük bir elin sıcaklığını hissettim. Karanlıkta seçmeye çalıştığım bir çift gözün, ilkokuldaki vesikalıkla neredeyse aynı olduğunu fark ettiğimde bütün kıl diplerim karıncalandı... ...avucumdaki minik el kıpırdadı hafiften: “-Çayırdaki çınara gidelim mi?” Bu sesin on yıllar önceki sesimle benzerliğini kendime söylemeye derman bulamadım. Ağzımdan boğuk bir “-Hıı...” çıktı, hırıldar gibi, ‘peki’ anlamında. Karanlık sokakta çayıra doğru, çayırdaki çınara doğru bir yürüyüş başladı. Heyecan, gizem ve henüz adını koyamadığım tuhaf bir çekimle yürüyüşümüzü sürdürdük. Hatta elinden tuttuğum minik yol arkadaşım tempoya ayak uydurmakta güçlük çekse de hiç sızlanmadı... ...çayırı gören yolun başına vardık. Çevredeki binaların ışık yanan pencereleri azalmaya başlamıştı. Temmuz sıcağı... Öğlen vaktinde, yanımda küçük ağabeyim ve onun muzır arkadaşı Halil'le birlikte altın sarısı buğday tarlası önünde durarak, çınarın oradaki bekçiyi taciz ediyoruz. Neye kızdığını bilmediğim Halil hızını alamıyor; iki eliyle kasıklarını tutup bekçiye bağırıyor: “—Naaa, muuda muudaaa!”

kafamda yavaştan netleşirken, çınara doğru yürüyüşümüz devam etti. Buğday tarlasının içinde çömelmiş, fark edilme korkusuyla merakımız arasında gidip geliyoruz. Çınarın altında oturan genç kızla delikanlıyı gösteren Sümüklü Yaşar dürtüyor böğrümü. Heyecandan kuruyan ağzım, küt küt atan kalbim ve asla frenleyemediğim merakımla başakların arasından çınarımıza doğru sürünüyorum. Yaşar daha fazla dayanamıyor, sırtüstü dönüp ellerini boru yaparak göğe doğru salıyor avazını; “-Bugün hava bulutluuu Âşıklara ne mutluuu!" Gülüşüyoruz. Çınarın altındaki adam ayağa kalkıp sesin nerden geldiğini araştırmaya başlayınca biz, arazi şartlarından faydalanarak uzaklaşıyoruz... ...ve çok eğleniyoruz. Bulunduğumuz yerin solunda talan o sabıkalı yeri aradı gözlerim. 3 katlı bir inşaatın karaltısım seçebildim. Yeni hatırlatma isteğiyle küçük yol arkadaşıma döndüğümde o; belki de geçmiş günün mahcubiyetiyle farklı bir yeri işaret etti telaşla... “-En çok gelincik şurada olurdu, bak!” Yani en kırmızı gelincik şurubu da demek olan "en çok gelincik" baktığım yerde olurdu doğru, ama orada da bilmem ne oğulları inşaat tabelası dikilmiş ve etrafına kumlar, çimentolar, kalıp tahtaları yığılmıştı.

Bu yakası açılmadık küfür bekçi amcayı sinirlendiriyor ve bize doğru hamle edince biz de onun gazabından tabana kuvvet kaçıyoruz, bayır yukarı...

Birkaç dakika daha yürüdük sessizce.

Onlarla birlikte, geninde koştukları yeşil çayır; gece yolcularının yürüdüğü asfaltın altına girip kayboldu.

Çınarın gölgesine sığınan mahalle çocuklarıyla şakalaşıyor, 'altıda devre, on ikide biter' zaman tanımlı maçtan sonra gömlekler, tişörtler fora edilmiş, ayakkabılar çıkarılmış. Ter kokuları esen tatlı rüzgârla karışıyor birbirine. Yaşça benden büyük çocuklarında olduğu arkadaş grubu etrafıma halka olmuş... Sırtını ağaca veren ben; onlara göre masal ama aslında incir çekirdeğini doldurmayan martaval silsilesine giriyorum.

Ufaklık kıkırdadı. Ben de yaşadığım bu tuhaflıklara yavaştan alışmaya başlamış olmalıyım ki gülmeyle tutana arası bir sesle cevap verdim. “Bu geceyi doyasıya yaşamalıyım", fikri

Uzaktan köpek havlamaları duyulurken Çınarın yerine vardık.

83


Ağızları açık, çakma masalcıyı dinliyorlar... Ertesi gün gene çınarla baş başayım, bu defa kimse yok arkadaşlardan. Oruç tutmak için gece sahura kalkmışım ama öldüresiye sıcak hava, bünyeyi inanılmaz zorluyor... Feci susamışım. Neyleyim ki iftara saatler var daha. Çınarın çıkabildiğim en tepe noktasına çıkıyorum ve esen rüzgâra ağzımı açıyorum. Bomboş çayırda sadece çınar ve ben...

Anneden yenecek zılgıta rağmen ağabeyim, ben ve Salamon geldiğimiz yolu dönüyoruz. Islak dostumun kuyruğu havada, dili dışarda, keyfimiz yerinde. Biz gece gezginleri dereyi nasıl mı geçtik? Hadi canım ne deresi; artık gelişli gidişli bir yol var orada!

Gün; yaşlı dostumun kucağında geçiyor, iftara kadar.

Elimizi kolumuzu sallayarak geçtik tabii...

Eski bir arkadaşın mezarını ziyaret ederken gelen dayanılmaz hüzün, tahammülü zor özlemiyle yaşlı dostumun kökten kesilmiş gövdesinin topraklaştığı o tümseğin başında, küçük elli dostumla dakikalarca oturduk...

Derenin öte yakasındaki mahalle maçları yaptığımız toprak sahanın oraya yaklaşınca dimağımdan damağıma inen lezzet; nadiren yapabildiğimiz hovardalığı hatırladım: Çıtır ekmek arasına yayılan ince kıyım soğan salatası üzerine kurulan cız bız köftelerin kokusu geldi sanki burnuma...

...oradan kalkıp daha ileriye yürümek oldukça zor oldu. Çayırın bittiği yere, vadinin en dip noktasında akan kurbağalı dereye yöneldik. Ağabeyimle birlikte soğuk, gri bir kış günü çayır aşağı yürüyorum. Yanımızda küçük sevimli yavru köpeğim Salamon. Annem ültimatomu vermiş, kendi görüşüne göre ‘pire torbası’nı evden uzak bir yere götürüp terk edeceğim... Dram! Annemden nefret ediyorum o an. Kurbağalı derenin başına geliyoruz. Salamon'u kucağıma alıp derenin öte yakasına atlıyorum... ...ve eve dönmek üzere tekrar karşıya geçip uzaklaşıyoruz birkaç adım. Dayanamayıp dönüyorum, bakışıyoruz. Annemin pire torbası, benimse can dostum Salamon’um inleme benzeri sesler çıkarıyor, kafasını bir sağa bir sola yatırıyor, tedirgin tedirgin yerinde sayıyor vee..: “-Cup!” Aman Tanrım(!), bu soğukta, bu minik kalp, bu cesaretle, bu bağlılıkla... sayı//57// nisan 84

“-Şapada, şupada, şapada. ..” geçiyor karşıya. Sudan çıkar çıkmaz silkelenen ve tir tir titreyen minik dostumun ıslak bedenine sarılıyorum... Vuslat!

Maalesef vadinin bu en çukur bölgesi doldurulmuş ve bir büyük cami inşaatı, futbol sahamıza kurulmuştu. TEPENİN ARKASI VE SU KEMERİ

Buraya kadar gelmişken, tepenin ardına gitme arzusu kıpırdadı içimde. Yol arkadaşımsa çoktan elimden kurtulmuş, tepeye tırmanmaya başlamıştı. Tepeyi aştığımızda nefes nefese, eve çok uzak ve köpek havlamalarına oldukça yakındık. Taze sebze meyve halinin ışıkları, mal getirip götüren kamyonların hareketliliği çıplak gözle seçilir hale gelmişti. Rasim, Haşim ve Süleyman’la birlikte o güne kadar yaptığımız en uzun menzilli yayan yürüyüşten dönüyoruz. Sabahın onundan beri yollardayız ve saat akşamı vuruyor artık. Gün batıyor. Bayrampaşa-Bahçelievler-Bayrampaşa yayan ring seferinin sonuna az kalmış. Minik bedenlerimizden yorgunluk akıyorsa da, önemli bir iş becermiş çocuk ruhlarımız pek bir mağrur. Arazi ıssız... Sol tarafımızda tarihi kemer,


ayaklarımızın altında anızı yakılmış ve hâlâ dumanlar tüten simsiyah bir tarla... Bir tek börtü, tek bir böcek yok. Sanki ölüm kara bir halı olup toprağa serilmiş. Ürperiyoruz. Devasa Hat binasına uzaklardan bakarken o ölüm kokan tarlanın kokusunu yeniden aldım. Burnumun direğini sızlatan o hatırlanan kara tarla mıydı yoksa başka bir şeyin eksikliği miydi diye düşünürke, yol arkadaşım tarihi su kemerini görmek istediğini söyleyip o tarafa doğru seğirtti, arayı açtı. Kemerin altından oldukça gür bir dere akıyor. Mahallenin haşin çocukları pazen donlarıyla suya atlıyor, yanaklarını şişire şişire çırpınıyor, kendilerince yüzüyorlar. Ben çimenlere uzanıp, yerden bir kedi merdiveni otu kopararak ucunu ısırıyorum. Sudan çıkan mahalle arkadaşlarımın ıslak donlarına aldırmadan otlarda yuvarlanmaları, neşe içinde itişip kakışmalarını izlemek LaurelHardy skeçlerinden bile komik geliyor...

Pınarın başında üç beş akran şakalaşıyor, konuşuyoruz. Bense bir kertenkeleyi "oyun arkadaşı" etmiş cilveleşiyorum. iki taşın arasına sıkıştırdığım hayvanın kuyruğunu elimdeki dal parçasıyla rehin almışım. Bir kıvranıyor, iki kıvranıyor ve aklımdan ömür boyu çıkmayacak hamleyi yapıyor kertenkele... ... dönüp sıkışan kuyruğunu ısırarak bana bırakıyor! Canından bir parçadan can havliyle vazgeçiyor. Ben sıkıştırdığım kuyruğun kıvranısına şaşkın bakarken, sahibi çoktan bir taşın altında kayboluyor. Yol arkadaşımla çok aradıksa da o pınarın yerini bulamadık. Artık dönme vaktinin geldiği düşüncesiyle en yakın yola hamle ettik. Yürüdüğümüz coğrafya çingene obalarının çadır kurduğu, domates biber ektiği, bakımsız atlarının otladığı, baldırı çıplak bebelerinin koşuşturduğu ama bizim yaklaşmaktan hep tedirgin olduğumuz yerlerdi... çadırların olduğu yerde Mega Center kuleleri, atların otladığı yerde metro istasyonu ve devasa alışveriş merkezini görünce...

Küçük yol arkadaşım şaşkınlıkla geri geldi.

...yol arkadaşımın sıcaklığı kaydı önce ellerimden.

“-O da mı yıkılmış yoksa?" diye endişeyle sordum.

Sonra sevimli görüntüsü uzaklaştı.

“-Hayır” dedi, “-Hayır, Kemer yerinde duruyor gibi, Hal’den çıkan boş kasalardan, çevresine yığılan molozlardanfan anlamadım. Yanınaµ varmadan görmek zor". Kemer’in yanına varmaktan vazgeçtik. Onu bu haliyle görmeler istemedik, çünkü eski günlerin pişman mahallesi bitirimlerine karargâhlık da eden, çocuk ölçülerine göre ciddi sayılabilecek tartaklama ve gasp hadiselerine yataklık edecek kadar ıssız olan Kemer bölgesine uzaktan veda ettik. Kasalar arasında kaybolan tarihi Kemer yapısı küskün sessizliğiyle bize cevap verdi sanki. Sadece benim için haddinden fazla kıymetli ve civarın koyun otlatan çobanlarınca arada bir kullandıkları pınara doğru yürümeye başladık... Gecenin bu saatinde arabeskin en acılısı değdi kulağıma. “-Ben de bu dağların nesine geldim..."

Geride, geceye yankılanan hıçkırıkları kaldı. Asfalt yollardan evime doğru yalnız ve tatsız bir yürüyüş tutturdum. Sadece bitkin adımlarıma baktım yol boyunca... Ne vardı ki seyre değecek! Yol arkadaşımla karşılaştığım sokaktan geçerken uzaktan da olsa duyulan hıçkırıkları tamamen duyulmaz oldu. Bayrampaşa’da yollar iyice boşalmış, pencerelerdeki ışıklar nöbeti sokak lâmbalarına devretmişlerdi. Eve vardım. Bütün geçmişime beton dökülmüş olmanın hüznünden kaçmak için... ...kuyruğu kopan kertenkelecesine girdim yatağa. 85


ÇOCUKLUĞUMUZUN

TOKAT’INDAKİ KÜLTÜRÜMÜZ

Sobanın o cızırdayan sesine ahenklidir nefes alıp verişimiz. Yer yatağında yatarken tavanda dans eden ateşi izleyerek uykuya dalmak ise en güzel hobilerimizdendir. Şeyma Y.

ün biter.Gece olur, yıldızlar ve ay yerini alır gökyüzünde. Annemiz, elinde sini ve beraberinde somun ekmeklerini kapıp getirmiştir. Sinide mis gibi yeni yapılmış tereyağı, tuz ve şeker vardır. Sobanın üzerinde kızartılan ekmekler birazdan midemizde bayram edecektir. Ve tabi üzerine bol tereyağı sürülmüş, arzuya göre şeker ya da tuz eklenmiştir. Bayramlaşma bittiğine göre artık yatma zamanı gelmiştir. Işıklar söndürülür ve rüya öncesi son evredir artık. Sobanın o cızırdayan sesine ahenklidir nefes alıp verişimiz. Yer yatağında yatarken tavanda dans eden ateşi izleyerek uykuya dalmak ise en güzel hobilerimizdendir. Bir ses belirir kulaklarınızda. En tatlı uykunuzu bölen bu sese tam kızmak isterken, kıyamazsınız ve tebessümle eşlik edersiniz. Güneş daha tam doğmamış, ışık demetini yeryüzüne şefkatle değdirmemişken, o sokağı saran bir ses vardır sadece. “Yağlıııııı...” diye ortalığı ayağa kaldıran o ses küçük bir çocuktan geliyordur. Yataktan kalkıp hızla sesin geldiği yöne bakarsın, ama o garip nağmeli ses kaybolmuştur artık, sadece usul usul yankısı kalmıştır geride. Tüh, yine göremedim onu diye hayıflanırken bir koku işitirsin ötelerden. “Çemenli” ya da bizim tabirimizle “tirit” dediğimiz mis gibi kokuya koşarsın. Sofralar kurulmuş, ekmekler tirit için hazır ola geçmiş ve nar gibi sobada kızarmışlardır. Yanına her damağın kaldıramayacağı tattan biri olan “çemen” eşlik eder. Dileyene mis gibi kokan, yiyenin bir daha yemek istediği “toyga çorbası” sıcacık hamuruyla midenize bayram sevinci yaşatan cevizli çöreği de sofrada görmeseniz üzülürsünüz... Seni sokakta bekleyen kalabalığa aldırmadan, oyun arkadaşlarını es geçip bir gezintiye çıkarsın. Kabe-i Mescit Sokağı’nın kendine has kokusunu bilir misiniz? Eski Yazmacılar Çarşısı’nın geride bıraktığı izleri? Günümüze kadar binlerce

sayı//57// nisan 86


yazma, sofra bezi gibi kumaşlarda dünyaya lider olmuş bir kültürün izleri hâlâ hissedilebilmekte. Peki, çocukluğunuz o sokakta geçtiyse eğer, sokağın müze haline getirilen tarihî evlerini, daha tarih olmadan ayak basmanın verdiği mutluluğu… Yüzlerce yıl öncesinde Romalılarca inşâ edilmiş olan Tokat Kalesi’nin eteklerinde çocukluk geçirmek, cesaretli olmanın yongasıydı. Çünkü o kaleye çocuk ruhunla tırmanmak cesaret işiydi. Nedendir bilinmez, ama tarihi yapılara küçüklüğümden beri oldukça merakım vardır. Hani, evin içinde hole açılan kapılar, ortada küçük bir havuz, yan tarafta ise “badal” dediğimiz basamak yığını. En çok da labirent misali odadan odaya açılan bir sürü kapı, bir sürü keşif ve bir yığın hayal dünyası… Biliyor musunuz, bu tip evlerden bu memlekette de çok var. Latifoğlu Konağı’ndan (Atatürk’ün Ulusal Mücadele yıllarında konakladığı ev) tut da, Atatürk Evi, Kabe-i Mescit Sokağı’ndaki tarihi evler, Sulusokak’ta gölgede kalmış pek çok ev örnek verilebilir. Gezintiye devam edersin. Çok uzaklaşmadan bir tarihi konutu da ziyaret edersin. Anadolu’daki en büyük şehir hanlarından biri olan “Taşhan”ı, güzel konumlandırılmış odaları, açık avlusuyla seyreyledikten sonra biraz daha uzaklaşırsın oradan. Behzat’ta tarihi ve önemli iki yapıt karşılar seni: Mevlevihane ve Saat Kulesi. Küçük bir Osmanlı hatıratı tazelenir hayalinde. Karada çok yürüdüm biraz da deniz göreyim dersin. Kendini, gözlerini ve kulaklarını Yeşilırmak’ın engin sularına bırakırsın. Dalga yoktur bizim denizimizde ama gürül gürül akan suyun sesi vardır, ucu bucağı görünmeyen ufuk yoktur bizim denizimizde; sadece hayaller, anılar biriktirir zihnimize. Başını sağa çevirirsin, taştan bir köprü! İsmine de “Hıdırlık” demişler. Osmanlı yetmez bir de Selçuklu kokusu alırsın buram buram. Elinde sıcacık Tokat simidi ile ırmak kenarı boyunca yürürsün. Sonra ben bu keşfi burada bitirmeyip devam ettirmeliyim dersin. Bir araçla Pazar tarafına yol alırsın. Sağ tarafta sırayla köyler eşlik eder sana. Bağlarında yetişen, tüm Türkiye’nin gıptayla baktığı üzümleri ve yapraklarını görürsün. Tokat yaprağı gibisi her

yerde bulunmaz elbet! Daha da ilerlersin doğal güzellikleri keşfetmek adına. Ballıca Mağarası selama durur ihtişamıyla. Şirin mi şirin Kaz Gölü, “Ben de buradayım!” der tüm tatlılığıyla. Rotayı değiştirmek vaktidir deyip geri dönersin kuzeydoğu taraflarına. Niksar Kalesi, tarihi evleri ve ilklerden biri olma özelliğiyle bilinen Yağıbasan Medresesi’ni ziyaret edip, belki Başçiftlik’te kayak turu yapabilirsin, ne de olsa kış sezonundayız değil mi? Yorulduğunu hissedebilirsin pek tabi, kültürlerle dolu bir şehri bir günde bitirmek kolay mı? Kaplıca suyunun verdiği dinginlik için Reşadiye ya da Sulusaray’a yol alırsın. Küçükken en sevdiğimiz tatil maceramızdı, soğuk denizi olmayan şehrin sıcak havuzunda yüzmek. Akşam olur, hava kararır artık eve varmak vaktidir. Günün tatlı yorgunluğunu atmak için eve döndüğünüzde öğrenirsiniz ki bugün anneniz evde “bat” yapıp konu komşuyu çağırmıştır. Tokatlı olup da bat’ı sevmemek olur mu? Ana yüreği bu, size de bir tabak ayırır elbet… Akşam ailecek sıcacık bir ortam ve çay saati başlamıştır artık. Bezli sucuğu bilir misiniz siz? Namı diğer “köme” diye söyleriz biz. Muhabbetinize eşlik edilesi, çaya dem vurulası anlarda bir iki parça köme de yersiniz. Ne çok yemek yedin bugün öyle! Bir de Tokat’ın mutfak kültürü pek yoktur derler. Bunca tatlı yorgunluğun üzerine gün bitmiş, ışıklar sönmüş; zaman, yerini sobanın alevli dansına bırakmıştır artık. Ürkütücü ama bir o kadar da heves uyandırıcı cızırtı devam eder, sobanın feryadını duyun dercesine… Güneş daha kâinatı bile selamlamadan yine o ses belirir kulaklarda: “Yağlıııııı…” 87


ir Malatyalı neden Karadeniz’e, Akdeniz’e ya da Ege’ye mahkûm olsun… Yeşille kaplı, gür suların aktığı, şelalelerin süslediği vadilerde yürümek için illa Karadeniz’e mi gitmek gerekiyor? Yüce Allah’ın yarattığı kâinatın her köşesinde farklı güzellikler hâkimdir. Gezenler, arayıp duranlar ve kalp gözü açık olanlar için tadı çıkartılacak mekânları bulmak zor değil… İşte böyle bir güzellik, Darende’de gizli… Saklı cennetlerden biri Günpınar Şelalesi’nin arka tarafında gizleniyor.

VADİM O KADAR YEŞİLDİ Kİ..

DARENDE GÜNPINAR ŞELALESİ-1-

Hem suyunu içiyor hem de yüzüyoruz… Ruhumuzu özgür bırakarak, hiçbir tehlikeye aldırmadan… Kana yavaş yavaş karışan bir uyuşturucu gibi her bir şelale ve göl bizi kendimizden geçiriyor. Alişan HAYIRLI

Herkes yaklaşık 40 metreden, üç kademe halinde göle düşen şelaleyi bilir. Gider, alttan bakar, bu muhteşem güzelliği temaşa eder, çayını içer ya da pikniğini yapar geri döner. Hâlbuki Günpınar Şelalesi, arka planda muhteşem güzellikleri saklayan son noktayı oluşturuyor. Beni nasıl bir güzellikler zincirinin beklediğinden habersiz, sanki normal ve sıradan bir mekânı gezmeye gidiyormuşuz gibi hazırlandık. Ayağınızda bir lastik ayakkabı, şalvar tipli bir pantolon, eski bir gömlek ya da tişört, kalın bir çorap giymeniz gerekiyor. Yanınıza başka hiçbir şey alamazsınız, ne bir çanta, ne bir gözlük (Ki ben gözlüğümü kaybettim vadide) ne telefon ne de fotoğraf makinası… Hiçbir şey… Peki o zaman resimleri nasıl çektik? Makinamızın suya düşmesini göze aldık. Canımızdan daha çok koruduk, iki kişi olduğumuz için birimiz suya batarken diğerimiz makinayı tuttu. 50 defa ayağımız kaydı suya gömüldük ama yine de bayrağı yere düşürmedik, pardon fotoğraf makinasını… Öyle olmasaydı siz bu kartpostal değerindeki resimleri görebilir miydiniz? Önce araçla Günpınar Şelalesi’ne geliyorsunuz, fakat şelaleye girmeden, Elbistan yolu üzerine devam ediyorsunuz. Birkaç kilometre sonra asfalt yoldan çıkıp, sağ tarafa dönüyorsunuz, toprak yola… 4-5 kilometre daha gittikten sonra araçtan iniyorsunuz. Demek ki şelaleden toplam 8 kilometre sonra yürüyüş noktasına ulaşıyorsunuz. Araçtan indik. Ovanın tam ortası… Kupkurak bir yer. Ne bir su var, ne bir dere… Güneş beynimize vuruyor. İçimden dedim ki, “Rehberim galiba kafayı yemiş, hani nerede bu dere?” Sardı beni bir merak… Neyse, bunda da bir hayır vardır dedik ve sabırla yürümeye başladık. Kurumuş otların arasından, dikenlerin bacaklarımızda açtığı küçük sıyrıklara aldırmadan ilerliyoruz.

sayı//57// nisan 88


100 metre kadar ileride küçük bir yeşillik çarptı gözümüze, aaa bir de ne görelim, küçük bir su kaynağı… Azıcık azıcık, tembel tembel akıyor. Dedim, “Koskoca Günpınar Şelalesi’nin suyu bu kadarcık mı?” Sabır yok bende… İstiyorum gibi hemen karşıma gürül gürül akan dereler çıksın. Biraz daha yürüdük, bir pınar daha, biraz daha yürüdük bir pınar daha, aşağı indikçe pınar pınar pınar…

bir yamaca fişek gibi zıplıyor, süzülüyor, yuvarlanıyor, düşüyor, kalkıyoruz… Hem suyunu içiyor hem de yüzüyoruz… Ruhumuzu özgür bırakarak, hiçbir tehlikeye aldırmadan… Kana yavaş yavaş karışan bir uyuşturucu gibi her bir şelale ve göl bizi kendimizden geçiriyor. Aklımız başımızdan gitti. Akıllı olsaydık bu zevki tadamazdık.

Birden ruhumuz şenlendi… Hesap kitap sonrası mahşerden cennete yolculuk gibi… Bir anda, kupkuru bir bölgede, ansızın önümüze gürül gürül akan bir dere çıktı, ne zaman, nasıl çıktı anlayamadık! Bu Allah’ın bir mucizesi… Büyük bir nimet! Akıl sır ermez! Dilimizde şükür ve dua, elimizde makine, ilerlemeye başladık. Artık dere o kadar coştu, yeşillikler o kadar arttı ve vadim o kadar güzelleşti ki, rehberim hakkında suizanda bulunduğum için utandım.

Yüce Allah’ın biz fakir ve aciz kullarına sunduğu bu muhteşem güzellik karşısında sadece dilimizden iki kelime döküldü: “Allah’u Ekber!” Yüce Allah, sürgün hayatı yaşayan kuluna acaba hangi iyilik ve ibadeti için bu güzellikleri armağan etti? Turun bitiminde, tabiat ayetlerini bize sunan Allah’a secde ederek, şükranlarımızı sunuyoruz. Günpınar Vadisi yürüyüşümüze, Günpınar Şelalesi'ni oluşturan suyun ilk çıktığı yerden başlıyoruz. Taaa, Darende Merkez Tohma nehrinde son bulan bu suyun sekiz kilometrelik serüvenini fotoğraflarla anlatacağız... Bir anlamda Günpınar Vadisi'nin fotoromanı olacak.

Artık beni tutana aşk olsun… Derenin serin kollarına bıraktım kendimi… İster sürüklesin, ister bir kayaya çarpsın, ister bir şelale gölünde döndürüp dursun, isterse tatlı ve soğuk suyun içinde boğsun! Dünya hayatı bitmiş, sırat köprüsünden geçmiş, imtihanı kazanmış da sanki cennet kapıları açılmış bize… Birden aklıma cenneti tasvir eden ayetler geldi: İnanıp yararlı işler yapanlara, altlarından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine ait olduğunu müjdele! Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: "Bu daha önce de rızıklandığımız şeydir" derler ve o rızık birbirinin benzeri olmak üzere, kendilerine sunulacak Astarları atlastan yataklara yaslanırlar. İki cennetin de devşirmesi yakındır. (RAHMAN/54) İkisinde de akıp giden iki kaynak vardır. (RAHMAN/50) Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır. (MÜRSELAT/41) İkisinin de çeşitli ağaçları, meyveleri vardır. (RAHMAN/48 (Bu cennetler) yemyeşildirler. (RAHMAN/64) Vadiyi iki ayaklı bir canlı değil de sanki bir kelebek gibi uçarak geziyoruz. Kayaların yolumuzu kapadığı yerlerde alttan yüzerek geçiyor, yüksekten akan şelalelerin üzerinden atlıyor, ağaç kütüklerinin üstünden bir tavşan gibi zıplayarak geçiyor, kimi zaman dağlara patika yollara çıkıyor, güvercinlerin yuva yaptığı kayaların üstünden uçurum kenarlarından bir kartal gibi süzülerek ilerliyor, bir yamaçtan

Önce araçla, suyun ilk çıktığı yer olan bölgeye geldik. Bir elma bahçesinin arasından geçip, yaklaşık 200 metre yürüdükten sonra ilk su kaynağı ile karşılaşıyoruz, bir derenin nasıl oluştuğuna şahitlik ediyoruz. Muhteşem doğa yürüyüşümüz işte böyle başladı. Bakın, sonrasında bizleri ne maceralar ve keyifli, zaman zaman da tehlikeli anlar bekliyor. Haydi bismillah! Günpınar Şelalesi'ne doğru yolculuğumuz devam ediyor. Türkiye'nin en güzel vadisinde doğa yürüyüşü yapıyoruz. Günpınar suyunun aktığı derenin kıvrım kıvrım dolambaçlarında düşe kalka yol alıyoruz. Ve geldik Büyüköz bölgesine... Gözlerimiz kamaşıyor, gördüğümüz güzellikler karşısında... Bu yaşa geldim, yürümenin zevke dönüştüğü böyle adımlar atmadım... Her bir adımda büyüleyici bir manzarayla karşılaşıyoruz... İnsanın kalbi duracak gibi oluyor. Kalbi zayıf olanlar, bu kadar çok güzelliği bu kadar kısa mesafede yaşamaya kalkışmasın lütfen... Sağlığa zararlı! Filmlerde ve kartpostallarda gördüğüm manzaraların tıpkısının aynısı... Yürümek için sağlam ayak, görmek için sağlam bir kalp lazım... Gelecek sayıda devam edecek….. 89


azı yayınevleri, sıradan bir işyeri olmanın çok ötesindedir. Dergâh da böyle bir kutlu çatı. Özge ve saklı bir sığınak, buluşma mekânı, kaynaşma mahfilidir. 80’li yıllarda Anadolu’dan kopup gelen biz üniversite gençliğinin iltica ettiği bir irfan merkeziydi Dergâh Yayınevi… Nurettin Topçu Hoca’nın Hareket’iyle başlayan cevelanın Dergâh’ta akışını değiştirmeden devam ettirdiği bir seçkin mekân.

BÂBIÂLİ’NİN MÜMTAZ FİKİR ADAMI:

EZEL ERVERDİ Dergâh’ın eski mekânları da aynı huzurlu sessizlikteydi. Yayınevine her uğradığımda kendimi bir mabede girer gibi hissederdim. Mehmet Nuri YARDIM

Bizi o zaman bereketli çeşmelerinden besleyen mukaddes ocaklar vardı. Dergâh da onlardan biriydi. Bu ziyaretlerle fikir dünyamızı renklendirir, yayınevin neşrettiği eserleri okuyarak zihin dünyamızı zenginleştirirdik. Dergâh Şubat 1977’de kurulmuştu. İnternet sitesindeki tanıtım yazısında, “Ayak bastığımız merkez zemin yakın ve uzak tarihiyle, kuvvet ve zaaflarıyla Türkiye idi.” deniliyor. Türkiye sevdası başka nasıl anlatılır? İyi bir hedef başka nasıl târif edilebilir? Biz Mehmet Kaplan’ın öğrencisiydik. Ama sadece fakültede değil Dergâh’ta da eserlerini ve yayımlattığı kitapları okuyan talebeleriydik. Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Remzi Oğuz Arık ilk göz ağrımızdı. Bütün eserlerini sular seller gibi okurduk. Bilhassa Tanpınar’ı… O zaman Huzur yazarına sahip çıkan Kaplan Hoca, 30-40 yıl sonra bugün gerçek değeri anlaşılabilen Tanpınar’ı ilk keşfeden bir ulu keşşaftı. Kitaplarına sahip çıkarak onu unutulmaktan kurtaran da Dergâh oldu. Dergâh’ın eski mekânları da aynı huzurlu sessizlikteydi. Yayınevine her uğradığımda kendimi bir mabede girer gibi hissederdim. Nuruosmaniye Caddesi’nin Kâzım İsmail Gürkan Caddesi’yle kesişen noktadaki Kardeşler Han’ın merdivenlerini heyecanla ve ürpertiyle çıkardım. Mustafa Kutlu’nun her sıcak sohbeti, çaya katık olurdu. Mustafa Kara çatık gibi duran kaşlarının altından gelenlere sevimli bakışlarını esirgemezdi. Hele müşfik ve mütebessim çehresiyle Ezel Bey bir başka sığınılacak limandı. DERGÂH’LA İŞ GÖRÜŞMESİ...

Yanılmıyorsam 1982 yılıydı. Ben iş arayışındaydım, Dergâh’ta da çalışacak elemana ihtiyaç var. Gidip görüştüm… Kısmet olmadı. Sonra Tercüman ve gazeteciliğe devam… sayı//57// nisan 90


O zaman Dergâh’ta mesai yapmak nasip olabilseydi belki de bu satırların yazarı, bugün emekli bir gazeteci değil, emektar bir yayıncı olacaktı. Hadiseler hükmünü kaderle icra eder. Nasip... Ezel Bey Bâbıâli’de Dergâh Mektebi’nin şüphesiz öncüsü ve başmuallimidir amma dirayetiyle, sebatıyla ve gayretiyle de hakikaten numune-i imtisâl bir münevverimizdir. Onun sabrı, gayreti ve duası olmasaydı Nurettin Topçu bugün Türkiye’ye mal olabilir, eserleri bu kadar okunur muydu, sanmıyorum. 2005 yılında Mustafa Necati Karaer’in Bütün Şiirleri’ni yayımlarken,. Şiir kitabı basmanın bir mâcera olduğu Bâbıâli’de, unutulmuş bir şairin bütün şiirlerini kocaman bir kitap olarak Türk edebiyatına armağan etmek ancak Ezel Bey’in kârı olabilir, başkasının değil. ADAM YETİŞTİREN BİR AĞABEY

Ezel Bey, nerede bir kıvılcım görmüşse parlatmak için üflemiştir, nerede bir gayret fark etmişse himmetini esirgememiştir. Eskimeyen, pörsümeyen dostları, arkadaşları vardır. Yüreği dağlar cesametinde, ufku deryalar kadardır. Genç edebiyatçılara da en çok o sahip çıkmıştır. Bir talihli günümde kendisiyle sohbet ederken, “içimdeki cam kırıkları” tabirini kullanmıştı. O zaman bunu anlayamamıştım. Kızgın bir kor gibi olan bu üç kelimenin derin mânâsını itiraf edeyim idrak edememiştim. Ama geçen yıllar, yıpranan beden ve yaşanan ömür içinde atlatılan türlü bâdireler ve vefasızlıklar, o kırıkları, o sızıları ve o kırılganlıkları içimizden hiç eksik etmedi. Sanatalemi.net sitesini kurduğumda ziyaret ettiğim ilk kişidir Ezel Erverdi. Sevincimi paylaşmak ümidiyle uğramıştım. Sadece moral vermekle yetinmemiş, site yaşasın diye ilk ilânı da vermişti. İlk bir sene Sanatalemi, Dergâh’ın bu hayatî desteğiyle ayakta ve dik durdu. Sonra Ötüken ve Damla yayınevleri de sahip çıktı. Ezel Bey, site vesilesiyle fakiri tebrik ederken, “Artık çadırını kurdun.” Demişti..2006’daki o ziyaretten sonra 2008’de bir daha uğradım Molla Fenari Sokağı’nda bulunan yayınevinin asma katındaki odasındayım. Bu sefer de arkadaşlarla ESKADER’i kurmuştuk. Yazı Editörlük ve Medya Kursu’muzda yaklaşık 1000 gençle on yıl boyunca çalıştık. Bugün şükürler olsun bu ‘çadır’da yetişen ve 100’e yakın eser veren pek çok genç var. Ezel Bey,

derneğin yıldönümlerinde, düzenlediğimiz büyük programlarda hep yanımızda, aramızda ve önümüzde oldu. İsmail Kara Dergâh’ın seçkin simâlarından ve temel rükünlerinderdir. Mustafa Kutlu Hareket ve Nurettin Topçu Mektebinin sanat kolunu, İsmail Kara ilim cephesini temsil ediyor veya ben böyle görüyorum. Elbette bu ulu okulun daha pek çok talebesi bulunuyor: Orhan Okay, Emin Işık, Ferruh Bozbeyli, Hüsrev Hatemi, Ali Birinci, Mustafa Kara, Teoman Duralı vd. Genç şair ve yazarların sayısı ise çok fazla. Bütün bu şahsiyetleri bir araya getiren Ezel Bey. Sekiz ciltte tamamlanan ve alanında en hacimli bir eser olan Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, bugün de ilim âleminin sağlam kaynaklarındandır. Bir ekiple başlanan bu abidevî eserin son ciltlerini Mustafa Kutlu tek başına hazırladı. Bir zamanlar Dergâh’ın Çemberlitaş’taki eski yerinde ziyaret ettiğim Mustafa ağabey, bana ansiklopedinin serencâmını anlatmıştı. Sonra o mülâkatı önce gazetede, ardından kitabımda yayımlamıştım. Bâbıâli’nin bu yüce kapısı, Cağaloğlu’nun bu asîl yapısı, yaklaşık olarak 50 yılını geride bıraktı. İşte bu çatı altında eserleri külliyat olarak neşredilen bazı kıymetli yazarlar: Abdülhak Hamit Tarhan, Ahmet Haşim, Ömer Seyfeddin, Ahmet Hamdi Tanpınar… Sonra Nurettin Topçu, Mehmet Kaplan, Remzi Oğuz Arık, İnci Enginün, İsmail Kara, Hüsrev Hatemi, Mustafa Kara, Mustafa Kutlu, Ahmet Yaşar Ocak, Zeynep Kerman, Orhan Okay’ın bütün kitapları bu çatı altında okuyucuya sunuluyor. Yine Bilge Seyidoğlu, Cinuçen Tanrıkorur, Teoman Duralı, Süleyman Uludağ, Ahmet Tabakoğlu, Ali Birinci, Ayhan Bıçak Bilge Seyidoğlu, 91


Ahmet Atilla Şentürk, Ahmet Kartal, Haluk İpekten, Sıtkı Aras, Fazıl Gökçek, Alev Sınar, Mustafa Kök, Yavuz Demir, Yavuz Akpınar, Yılmaz Tezkan gibi seçkin ilim adamlarının eserleri de bu yayınevimizden kültür hayatına kazandırılıyor. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Türk Klâsikleri, İslâm Klâsikleri, Batı Düşünesi, Doğu Düşüncesi, Çağdaş Türk Düşüncesi, Çağdaş İslâm Düşüncesi, Felsefe, Tarih, Müzik kitapları… Anadolu Kitaplığı, Ülke Kitapları, Erzurum Kitaplığı, Armağan kitaplar… Hele o armağan kitaplar… Ezel Erverdi “vefa”yı geniş mânâda nesillere belletmiş, dar dâirede yayıncılara öğretmiş bir ahlak ve fazilet adamı, bir karakter âbidesidir. Hüsrev Hatemi için yapılan şükran gününde, bir yakınının düğünündeymiş gibi heyecanlıydı. Diğer yazarları için de çok güzel armağan kitaplar çıkarmıştı. Mehmet Kaplan Hocamız için hazırlanan o siyah kaplı muazzam eseri unutmak mümkün mü? Sonra Nurettin Topçu, Orhan Okay, İnci Enginün, Zeynep Kerman, Süleyman Uludağ, Bilge Seyidoğlu armağanları… Bu eserlerde hocaların hayatları, eserleri, hizmetleri, talebeleri var. Seçilmiş fotoğraflarla bir bakıma yakın dönem Türk edebiyatının tarihçesi okunabilir. Herbiri bilgi hamulesi, aheste aheste seyredilen zarif albümler... Bir yayınevinin nasıl ülke çapında büyük bir aileye dönüşebildiğini görüyorsunuz armağan kitapları okuyunca. Hele Mehmet Özdilekle Yirmi Yıl, beni çok şaşırttı, duygulandırdı. Demek ki, yalnızca eserleri basılan, külliyatları neşredilen ilim adamları hakkında armağan kitap hazırlanmıyordu Dergâh’ta. Yayınevinin teknik bölümünde çalışan sade bir çalışan için de güzel sözler söylenebiliyor ve birlikte yaşanmış 20 yılın koca muhasebesi yapılabiliyordu. Ezel Erverdi, Nevra Erverdi, İnci Enginün, Aslıhan Erverdi ve Asım Onur Erverdi bize Özdilek hakkında unutulmayacak hâtıralar anlatıyorlar. Cephe gerisindeki bir kahramanın, mutfaktaki bir emekçinin portresini çiziyorlar. Dergâh’ın armağan kitapları, ayrı bir gönül faslıdır ki buraya sığmaz. Dergâh dergisi, yazar yetiştiren bir okul. Mustafa Kutlu çok emek verdi, sonra bayrağı yetiştirdiği talebelerinden Ali Ayçil’e devretti.. Dergâh dergisi mektebinden mezun olanlar, şimdi yeni ‘tefekkür kaleleri’ inşa ediyor. sayı//57// nisan 92

NURETTİN TOPÇU’NUN VASIFLARI

Ezel Erverdi’nin Nurettin Topçu Dünden Kalanlar ve Geleceğe Umutlar adlı hacimli ve çok kıymetli eseri yeni çıktı, okuyorum. Ezel Bey bir yerde, “Nurettin Bey’de şu özellik ve vasıfları gördüm: Muallim (okula, toplumda), irşad eden, filozof, mutasavvıf yönelişli mümin, idealist vesanatkâr.” diyor. Eser Abdülaziz Bekkine’nin şu cümlesiyle başlıyor: “Dünyada her şeyin ölçüsü vardır. Sevgininkinin de fedakârlıktır. Fedakârlık yapmayanların sevgisine inanılmaz.” Ve hemen ardından Nurettin Topçu’nun cümleleri bizi çağırıyor: “Dostlar; inanmak, ummak ve sevmek gibi saadet yoktur. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Büyük ruhlar kılıç gibidirler. Onlar yaşarken kılıç kınındadır. Ölünce kınından sıyrılır, ruhlardaki cihadı onlar yapar.” Ezel Erverdi 1943 yılında Erzurum’da doğdu. Okullarda okudu, mekteplerde tahsil yaptı ama onu asıl yetiştiren muhitler, Milliyetçiler Derneği, Beyazıt Umumî Kütüphanesi ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi koridorlarıdır. Hocalarla dosluklar kurdu, eserlerini neşretti. Onlara sahip çıktı. Öncülüğü ile 1966’da Hareket dergisi ve Hareket Yayınları, Nurettin Topçu’nun fikirlerinin daha yaygın hâle gelmesi için kuruldu. Dergâh Yayınları’nın temeli ise Mart 1977’de atıldı. Hayatı boyunca yayıncılık yaptı Ezel Bey. Ahmet Tabakoğlu, Dursun Özer’le birlikte 1975’te Türk Milliyetçiliği ve Batılılaşma adlı eseri hazırladı. Başka eserlerin hazırlığında bulundu. Dergâh Yayınları bünyesinde, edebiyat, çağdaş Türk düşüncesi, çağdaş İslâm düşüncesi, tasavvuf, felsefe, tarih, sanat ve sosyal bilimler alanlarında zengin muhtevaya sahip kitaplar neşredildi. Ezel Erverdi, Hocası Nurettin Topçu’yu çok sevdi. Ama bu kadarla kalmadı, bu değerli büyük mütefekkirimizi milletimize de sevdirdi. Öyleyse yazımızı Topçu’nun şu sözleriyle bitirelim: “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lâkin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı işi insan yetiştirmektir. Hünerleri hep fedakârlık olan bu hizmet ehli gençler, hizmetlerinin mükâfatını da hizmet ettikleri insanlardan beklemeyecekler, sonsuzluğa sundukları eserin sesinin akislerini yine sonsuzlukta dinleyeceklerdir.”


GERMİYANLI ŞEYHÎ VE HARNÂME’Sİ Hazırlayan: Eren YAVUZ Büyüyenay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN

O, bir padişah nedimi olmak için gereken bütün hasletlere sahip olmasına rağmen, dükkânının duvarlarını aşıp istediği yerlere ulaşamaz. Çünkü: Germiyan Beyleri onun şiirini anlamıyor; Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan İkinci Murad’ın etrafındakiler ise Şeyhî’yi uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyordu. Şeyhî muasırlarına üstün olsa da onunki bedbaht bir hayat hikâyesiydi. Şeyhî’nin bir eşeğin hayal kırıklığı üzerinden kendi ümidinin yerle yeksân olmasını anlattığı Harnâme işte böyle bir ortamda doğumunu gerçekleştiriyor.

anatkârların kalıcı bir eser bırakabilmesi için müreffeh, sıhhatli, emniyetli, rahat bir yaşayış veya geçinmeye malik olması lâzımdır. Bunlardan mahrum olursa dilediği şeyi elde edemez. Halbuki ben bir köşede aç, garip, hasta ve mustarip yaşıyorum.” diyen Harnâme şairi Germiyanlı Şeyhî’nin hikâyesi hem eşsizliğiyle hem de ortaya koyduğu eseriyle Türk hiciv edebiyatının şâheserlerinden birini ortaya çıkarmıştır.

Harnâme’nin göze çarpan ilk özelliği, konunun tertip ve izah edilmesi açısından neredeyse kusursuz olmasıdır. Şair gereksiz ayrıntılara yer vermez, söylemek istediğini kudretle söyler. Harnâme’nin diğer önemli özelliği ise içinde barındırdığı tasvir kudretidir. Eşine az rastlanır canlı tablolar sunan Harnâme, birkaç çizgiyle hayatı ve tabiatı okuyuculara adeta yaşatır. Harnâme’nin belki de en önemli özelliği ise bir hiciv eseri olmasında değil, bir hiciv eseri olarak taşıdığı zarafet ve nezahettedir. Tüm bu özellikleriyle Harnâme Türk mizah ve hiciv edebiyatının belki de en ileride olanıdır. Harnâme içerik olarak bakıldığında ise aslında her devrin hikâyesidir. İnsan tabiatı dünden yarına umduğunun peşinde oldukça elbette ki boynuzlar uğruna kuyruklar kaybedilecektir. Diğer bir ifadeyle “yeryüzünde her zaman aç eşekler ve doymuş öküzler” vardır ve olacaktır.

İkinci Murad devrinin en büyük şairlerinden sayılan Şeyhî gibi zeki ve sanatkâr bir ruhun, hüsran ve sefaletle geçen hayatı, kâh attar dükkânında hekimlik yaparak, kâh da Germiyan Beyleri ve Osmanlı sultanlarının saraylarında kasidecilikle sürüp gitmiştir.

Tâhirü’l-Mevlevî kendi ifadesiyle bu eserinde Şeyhî’nin Harnâme’sinin meâlini nesre çevirir, müşkül kelimelerini izah eder, nazmına dâir de biraz malûmat verir. Ayrıca, Şeyhî’nin hayatını, Harnâme’nin konusunu ve yazılma sebebini farklı başlıklar altında söz konusu eder.

ŞEHİR K İ TAP

TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ

93


Ş E H İ R SERGİ

PETER SANDERS

BARIŞA MANEVİ BİR YOLCULUK/ AN ODYSSEY OF PEACE “Işığı Aramak / Searching For Light” Küratör : Mehmet Lütfi ŞEN Sergi Süresi: Sergi Süresi: 10 Nisan – 10 Mayıs Yer: TAKSİM SANAT Taksim Meydanı, Metro İstasyonu Girişi Beyoğlu / İstanbul

aksim Sanat, Nisan ayında “Barışa Manevi Bir Yolculuk Işığı Aramak” projesiyle, dünyanın önde gelen fotoğraf sanatçılarından Peter Sanders’ı ağırlıyor. Sanders’ın vizörden gördüğü dünyadan, kendi dünyasına yarım asra yakın sanat hayatının minik bir özeti olarak hazırlanan proje dört epizottan oluşuyor. İlk bölümde Sanders’ın İkinci Dünya Savaşı sonrası çöküntüye ayna tuttuğu ve yeni dünyanın şairleri dediği Bob Dylan, Jimi Hendrix, Eric Clapton gibi geleceğin ikonlarının enerjisine ve yaratıcılıklarına şahitlik ettiği bir yapı yer alıyor. Sonraki bölümü, yaşadığı toplumda tamamen geriye itilen inanç ve maneviyatı arama sorgulama, ilahi gerçekliğin izinde Doğu’ya yolculuk oluşturuyor. Üçüncü bölümü, İslam dünyasında yolunu bulmak ve on yıllar boyu süren yolculuğu barış hakkında konuşanlar değil barışın bizzat kendisi olan veliler ermişler besliyor. Serginin son bölümünün temasını, İslam’ın gerçek güzelliğine bir fotoğrafçı olarak eserleriyle eşlik etmek, bütün bir hayat tecrübesini insanlığa sunmak oluşturuyor. Mekânın sınırları içinde sınırsız bir fotoğraf dünyasından ipuçları devşirmeyi mümkün kılıyor sadece. TEMSİL ETMENİN ÖTESİ/ MEHMET LÜTFİ ŞEN - KÜRATÖR

Sanat yaratıcılığın girift süzgecinden doğar. Bir eserin ardında sanata adanmış çileli ve keyifli, büyük çabalarla örülmüş bir ömür vardır. Gerçekte sanatla ilişki kurmanın yolu, sanatçının çile, keyif ve çabalarına tanık olmakla başlar. Bu sanatsal temas kendi içimizdeki sanatsal yaratıcılığı tetikler. Daha önce tanığı olmadığımız, ezberimizi bozan ve sanatsal ilişki kurmak için bizi yaratıcılığa zorlayan bir yanı vardır sanat eserinin. Böyle bir sanat eseri belki kısa zamanda tamamlanır. Ama bu eserin ortaya çıkmasına, sanatçının bitmez tükenmez çabaları, kuramsal çileleri ve sanata adanmış bir ömür eşlik eder. Özellikle fotoğraf sanatının geçmişten geleceğe, bir durumdan başka bir duruma, bir görüşten başka bir görüşe, Roma paralarındaki Janus gibi ters yönlere bakan iki ayrı yüzü vardır. İlk yüzün baktığı yerde fotoğraf öncelikle belgedir, bilgidir. Tarkovsky’nin deyimiyle zamanın mühürlenmiş karesidir. Fotoğraf bu sayı//57// nisan 94


yüzüyle fotoğrafçının vizöründen gördüğü gerçekliğin yerini tutar ve onu temsil eder. Ayrıca geçişleri ve değişimleri sembolize eder, zamanı temsil eden bir figüre dönüşür. Ama fotoğrafın bu ilk elde algılanan yönünün üstüne çıkarak vardığı yerin, başka bir yüzü vardır. Bu ikinci yüzüyle fotoğraf bir varlığı temsil etmenin ötesine geçer ve kendisi bizatihi bir varlık olarak çıkar karşımıza. Baktığımız eserde bu iki yüzü de görebiliyorsak, fotoğraf ile fotoğraf sanatına ilişkin ince ayırımın ortaya çıktığı yerdeyizdir. Bu ikinci yüzün belirdiği her karede fotoğraf sanata dönüşür. Sizleri “Barışa Manevi Bir Yolculuk” projesiyle, dünyanın önde gelen fotoğraf sanatçılarından Peter Sanders’la buluşmaya, üst paragrafta özetlediğim fotoğrafın her iki yüzünün doğduğu otobiyografik üst dilde, keyifli bir yolculuğa davet ediyorum. Sanders’ın vizörden gördüğü dünyadan, kendi dünyasına yarım asra yakın sanat hayatının minik bir özeti olarak hazırladığımız proje dört epizottan oluşuyor. İlk bölümde Sanders’ın İkinci Dünya Savaşı sonrası çöküntüye ayna tuttuğu ve yeni dünyanın şairleri dediği geleceğin ikonlarının enerjisine ve yaratıcılıklarına şahitlik ettiği bir yapı yer alıyor. Sonraki bölümü, yaşadığı toplumda tamamen geriye itilen inanç ve maneviyatı arama sorgulama, ilahi gerçekliğin izinde Doğu’ya yolculuk oluşturuyor. Üçüncü bölümü, İslam dünyasında yolunu bulmak ve on yıllar boyu süren yolculuğu barış hakkında konuşanlar değil barışın bizzat kendisi olan veliler ermişler besliyor. Serginin son bölümünün temasını, İslam’ın gerçek güzelliğine bir fotoğrafçı olarak eserleriyle eşlik etmek, bütün bir hayat tecrübesini insanlığa sunmak oluşturuyor. Elbette bu retrospektif sergi bir dünya sanatçısını bütünüyle ifade etmiyor. Mekânın sınırları içinde sınırsız bir fotoğraf dünyasından ipuçları devşirmenizi mümkün kılıyor sadece. Uzun zamandır hazırlıklarını sürdürdüğümüz “Barışa Manevi Bir Yolculuk” sergisinde Sayın Peter Sanders’la birçok yazışma ve iki defa bir araya gelerek baskı örneğinden katalog tasarımına kadar uzun bir mesai yaptık. Ben kendisine yoğun sanatsal çalışmaları arasında projemize ayırdığı zaman için gönülden teşekkür ediyorum. Bir dünya sanatçısını İstanbullularla buluşturmanın imkânlarını sağlayan İstanbul Büyükşehir Belediyesi üst yönetimine ve büyük bir özveriyle çalışan mesai arkadaşlarıma şükranlarımı sunuyorum. 95





Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.