ŞEHİR ve KÜLTÜR - 51. Sayı

Page 1



Biz’den… Selâm, Dostluk, Vatan, Dil ve Hürriyet… “Biz her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası” Selâm’ı en güzel manada bize gösteren, Dostluğu dost olmayı nelere ve kimlere dost olmayı konuşma ve hikâyeleri ile bize anlatan,“Önce refîk sonra tarîk” sözünü en güzel manada beynimize kazıyan, kırk bir yıl önce aramızdan ayrılan, bizim neslin gerçek bir ağabeyi Fethi Ağabeyi (Fethi Gemuhluoğlu) vefat yıldönümü Ekim ayında anmadan geçemezdim.. Fethi ağabey hayatında “az söz” söylemiştir, o bir aksiyon insanıydı ve lisanı hâl ile anlatırdı çok şeyi. İşte o “Az söz Uz sözdür” geleneğimize uyan sözlerinden seçtiğim manifesto niteliğindeki bir cümlesini arzediyorum; “İnsan ömrü kısadır, Milletlerin ömrü kısadır.. Bu Osmanlıdan kalan halk kendisini gözden geçirsin. Biz, İ’lâyi kelimetullah üzere Allah’ın vazifelendirdiği halkın devamı mıyız? Biz, Hakk’ın ayâli olan halkmıyız, kendimizi gözden geçirelim, Ensar’danmıyız, muhacirinden miyiz? Hangi ahlâk ile , Allahın ahlâkı ile tahalluk etmişmiyiz?..” . Fethi Agabey’e rahmet olsun… Yazdığı eserlerinde bizlere; Vatan, dil ve hürriyet duygusunu en güzel şekilde anlatan Cengiz Dağcı’yı vefatının yedinci yılında rahmetle şükranla anıyoruz.. Vatan’ından çok uzakta bir ömür geçiren ve vatanında yaşıyormuşçasına eserleri ile dünyayı olaylardan haberdar eden bir romancımız Cengiz Dağcı.. 2011 yılında İngilterede vefat ettiğinde, TC Hükümeti tarafından sahip çıkılarak cenazesi Kırım’da defnedilen Cengiz Dağcı’nın Kırımdaki cenaze töreninde dönemin dışişleri bakanı Sn.Davutoğlu tarafından yapılan tarihî konuşmadan birkaç cümleyi önemine binaen buraya almalıyım; “… Bugün vuslat günüdür. Bu bir Şeb-i Arus’dur. Gönlü vatan aşkıyla yanan bir insanın vatana kavuşmasıdır. Dışişleri bakanı olarak birçok görevleri ifa ettim. Ama belki de bugün en anlamlı görevi ifa ediyorum…. Bir anda iki Cengiz zihnimde birleşti. Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı. İki büyük edebiyat devi.. Bana Cengiz Dağcı haberi Cengiz Aytmatov’un vatanının gününde ulaştı. Bir anda zihnimde ortaokul, lise çağlarımda okuduğum romanlar geçti: Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi, Yurdunu Kaybeden Adam, Korkunç Yıllar. Çilingirin oğlu Selim’in hikayesi, Sadık Turan’ın hikayesi. Aslında Cengiz Dağcı’nın hikayesini okumuştuk… Onlarla biz, bu kahraman insanlarla bir toprağın nasıl vatan olduğunu öğrendik. Onlarla bir dilin nasıl vatan olduğunu öğrendik. Cengiz Dağcı’nın bütün romanlarında ben üç şeyi, üç özdeşleşmeyi, hepsini de (aklımda) tutmuşumdur. Vatan ile anayı özdeşleştirir. Anasını anlatırken vatanı, vatanı anlatırken anasını anlatır. Onun için de eğer bir

milletin çocuklarına o kültürü o dili aktaran anaları varsa o millet nereye sürülürse sürülsün ayakta kalır. İkincisi Cengiz dağcı vatan ile dili özdeşleştirir. Eğer bir millet diline sahip çıkmışsa, dilini yaşatmışsa, diliyle ait olduğu kültürü, inancı aktarma kabiliyetini sürdürüyorsa esir edilemez, yok edilemez. Uzak diyarlara sürülse de her an o dili kullandıkça vatanının havasını teneffüs eder. Yalı boyunun Türkçesini kullanır ve İstanbul Türkçesiyle karşılaştığında bakar ki arada çok küçük farklar var. İşte Cengiz Dağcı bunu yaşadı. Ve üçüncüsü özgürlük ile vatan. Cengiz Dağcı uzun esaret yılları boyunca hep vatanından uzakta kaldı. 2. Dünya Savaşı sonrasında esaret altında, Alman esareti, daha sonra İngiltere’ye gitti. İngiltere’ye gidişiyle birlikte özgür olduğunu hissetti ama yine de Yurdunu Kaybeden Adam da Sadık Turan’ın ağzıyla aslında bize şunun mesajını verdi: özgür olabilirsin dünyanın bir yerinde, ama vatanınızda değilseniz fiziken özgür olsanız bile ruhen esaret altında gibi hissedersiniz kendinizi…. Bugün gerçekten bir Şeb-i Arus. Bugün bir vuslat, çünkü Cengiz Dağcı anasına kavuşuyor, Cengiz Dağcı ata toprağına kavuşuyor, Cengiz Dağcı dilini yaşatan Kırımlı kardeşlerine kavuşuyor …. Bu aynı zamanda Karadeniz’in iki yakasının buluşmasıdır. Kırım ile Anadolu sahillerinin buluşmasıdır. İnşallah Cengiz Dağcı hayatı boyu hizmet ettiği gibi aslında vefatıyla da tarihe bir çizgi çekti. İnsanlar vardır ait oldukları milletin bütün serüvenini, bütün kahramanlığını, özelliğini yansıtırlar. Cengiz Dağcı romanlarında bunu yansıttı… Cengiz Dağcı’yı da hep bir sembol olarak zihnimizde, gönlümüzde yaşatacağız. Ruhun şad olsun büyük insan. Allah mekânını cennet eylesin…” Bu millete bu inanca bu duygulara hizmet edenlerden Allah razı olsun, Vefat edenlere rahmet, yaşayanlara sağlıklar dilerim… Şehir ve Kültür dergimiz, yeni elli sayıların başlangıcında ülkemizdeki her türlü ekonomik zorluklara rağmen, kalitesinden çizgisinden ve ilkelerinden sapmadan yoluna devam ediyor.. Hz.Mevlâna diyor ki; “Gönül aynası saf olmalı ki orada çirkin suratı güzel surattan ayırt edebilsin.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4

SUDAN, YÜZÜNDEN iYiLiK AKAN SUDANLILAR..

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

7 12

SAVURGANLIK TOPLUM’UN

UYUŞTURUCUSUDUR Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN

34

ŞAiR VE ŞEHiR Muhsin İlyas SUBAŞI

42

ŞEHiRLERiNiN AYNASI OLAN

ŞAiRLER

Ali BAL

DAĞLAR ÜLKESİ TACİKİSTAN’IN İNCİSİ:

iSTARAFŞAN (URA-TEPE)

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

16

HZ. BiRGiVÎ’NiN MEKÂNI – I Dr.Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

52 54

"ŞEHRiM BAŞKA BiR YERDE,

MEDENiYETiM BAŞKA" Cem ERiŞ

ÂSÂF HÂLET ÇELEBi, LiNÇ EDiLMEKTEN NASIL KURTULDU?

Dursun GÜRLEK

Reklam: Necmi Yıldırım, İsmail Yılmaz Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Giray Tarhanoğlu, Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Gazanfer Kırımlı / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


8 DERSAADETİN EN İHTİŞAMLI SARAYLARINDAN DRAM YÜKLÜ İBRÂHİM PAŞA SARAYI / Mehmet Kâmil BERSE 21 EVLİYA ÇELEBİ’DEN 2018’e HIDIRLIK KÖPRÜSÜ / Mustafa UÇURUM

56

22 KKTC GÜNLÜĞÜ BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -I- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

PANORAMA 1326 BURSA FETiH MÜZESi Salih DOĞAN

26 SARAYBOSNA -I- / Hüseyin YÜRÜK 30 AKSARAY VE KAYBOLAN İSTANBUL / Y.Mimar Dr.M.ŞİMŞEK DENİZ 36 SAKLI CENNET ARTVİN / Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN 40 TOKAT DERİN VAKUR GÖSTERİŞSİZ ŞEHİR / Fahri TUNA 44 ŞİİR ŞEHİRDE ŞUARANIN İZİNDE BİR CEVELAN / Prof.Dr. Bilâl KEMİKLİ 47 ALINTI YAPMAK BATI’DAN… / Recep ARSLAN

82

KADINLARIMIZ Seyfullah ERKMEN

48 KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN HAZİNE OSMANELİ / Mehmet MAZAK 51 YUNUS GİBİ -I- -şiir- / Kâmil UĞURLU 59 NASIL BİR ŞEHİR KAÇKINI OLDUM? -I- / İbrahim BAŞER 60 BOSNALI KAHRAMAN BİR MÜNEVVER, HACI ADEM HACİÇ (HACIOĞLU) / Hüseyin KANSU 62 MUSİKÎNİN ALTIN İKLİMİNDE ERZURUMLU BİR SANATÇI: KEMÂNÎ HAYDAR TELHÜNER -I- / İsmail BİNGÖL

88

64 AŞIK OLUNACAK ŞEHİR: SİNOP -ikinci- /Alişan HAYIRLI ŞEHiRLERiN ANASI

67 İSLÂM VE BATI KÜLTÜRÜNE KATKILARI BAĞLAMINDA “ENDÜLÜS” -I- / Emir Ali ÇEVİRME

MÜKERREME Münir BALICA

68 KAHRAMANMARAŞ’TA BİR ŞEHİR EFSANESİ; “HAMLE” DERGİSİ / Serdar YAKAR

MEKKE-i

70 YÜKSEK RAKIMLI BİR ANTİK KENT: KREMNA (YA DA KEŞKEK) / Prof. Dr. Adem EFE 73 ŞEHİR VE KÜLTÜR 50. SAYISINI KÜLTÜR ŞÖLENİ İLE İDRAK ETTİ.. / İsmail YILMAZ 74 ŞEHİR SOHBETLERİ - 12- ÜRETEN ŞEHİRLERDEN TÜKETEN KENTLERE / Ahmet NARİNOĞLU 78 KERBELA SUSUZLUĞUN SON DEMİ / Doç.Dr. Sevil Svetlana KERİMOVA 80 DENİZİN KALBİ MİMAS/KARABURUN / Nermin TAYLAN

92

85 ANADOLU’DA ŞİFAHANELER / Mehmet SANCAK HiSAR DERGiSi’NiN SON BURÇLARINDAN

MEHMET ZEKi AKDAĞ Mehmet Nuri Yardım

86 YUMUŞAK ÇİZGİLER MEDENİYETİ / Muhsin DURAN 90 VATAN FİKRİ VE TERBİYESİ / Kitap Tahlili: Nuh Muaz KAPAN 94 GÜZELLİKLER MEŞHERİ: HEKİMOĞLU ALİ PAŞA KÜLLİYESİ / Nidayi SEVİM

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof. Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç. Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal

GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70 Kapak Fotoğrafı: Salih Doğan (Panorama 1326 Bursa Fetih Müzesi)

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv


SUDAN,

YÜZÜNDEN İYİLİK AKAN SUDANLILAR.. Afrika’da yüzölçümü ve hatta nüfus bakımından büyük ölçekli devletlerden sayılan Sudan 2011’de bölünerek içinden Güney’de kurulan bir Sudan daha çıkarıldı.

Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN*

*FSMVÜ Tarih Anabilim Dalı Başkanı

sayı//51// ekim 4

udan Kur’an-ı Kerim ve İslami Bilimler Üniversitesi’nin davetlisi olarak Aralık 2013 te “İslam Tarihi ve Sudan Tarihi Örneğinde Tarih Metodolojisi” başlıklı sempozyuma bir tebliğ ile katılmıştım. Oldukça zengin tarihi olmasına rağmen adeta dünya tarihinden uzaklaştırılmış bir ülke olan Sudan’dan bazı izlenimlerimi sizler ile paylaşmak istiyorum. Afrika’da yüzölçümü ve hatta nüfus bakımından büyük ölçekli devletlerden sayılan Sudan 2011’de bölünerek içinden Güney’de kurulan bir Sudan daha çıkarıldı. Bölünme sebepleri ile ilgili söylenecek pek çok şey olmakla birlikte temelde güneyde var olan petrol kaynaklarının önemli rol oynadığı bilinmektdir. Sudan Hristiyan unsurlarının öne geçirilmesi ile kurulan Güney Sudan, tarihte resmi dili Arapçaİngilizce olan ilk Hristiyan Devlet olma özelliğini taşıyor. (Gerçi Güney Sudan’da nüfusun önemli bir bölümü de Müslüman ve Anemistler’den oluşmaktadır). Hikayenin bu kısmını bırakıp diğer gözlemlerime döneyim. Aslında pek çok Arap ve Afrika ülkesine defalarca gitmeme rağmen Sudan’a ilk defa -biraz da davetlerindeki aşırı ısrar üzerine- gittim. İyi ki de gitmişim. Zira okumalarımız ancak re’yu’l-ayn müşahadeler ile tamamlanabilir. Sudan, Afrika’nın ağır şartlarına ve uzun zaman sömürgeye maruz kalarak zayıflatılmış olmasına rağmen oldukça mülayim ve insani yönü gelişmiş insanlardan oluşuyor. Aslında yıllarca önce Mısır’da yaşarken pek çok Sudanlı ile tanışmış ve ülkelerine gitme arzusu duymuştum. Kısmet değilmiş. Ancak Mısır’da Nil Nehri’nin (Mübarek Nil diye anlılır ki sundukları ile gerçekten bu sıfatı hakkediyor) etrafında dolaşıp nimetlerinden istifade ederken hep kaynağını merak etmiş, hangi ülkelere bereket sunduğunu görmek istemiştim. Ancak o zamanlar sadece Mısır’ın güneyindeki Asvan’a kadar gidebilmiştim. O tarihlerde henüz tam olarak okumadığım Evliya Çelebi daha 17. yüzyılın ikinci yarısında bu merakından dolayı büyük bir macerayı göze alarak Nil’in kaynağına doğru yolculuğa çıkmıştı. Büyük bir cesareti gerektiren o tehlikeli yoculuğu Evliya Çelebi seyahatnamesinde anlatımıyla adeta bir cennet yolculuğuna dönüştürmüş, hatta bize mükkemel bir de gezi haritası da sunmuştur. Ne yazık ki o haritayı koruyamamışız ve Vatikan kütüphanesine kaptırmışız. Neyse ki Robert Dankoff ve Nuran Tezcan yakın tarihte


bu haritayı bir kitap ile Türkçeye kazandırdılar. Evliya bütün maharet ve cesaretine rağmen Nil’in kaynağına gidememiş ama Modern Sudan tarihinin dayandığı Func Sultanlığı’na kadar ulaşabilmişti. Ben ise bu sultanlığın tarihe karışmasından sonra Nil kaynağına daha yakın yerlerde kurulmuş olan Umm Derman ve İngilizler’in kurdukları Hartum şehirlerine gittim. Tarihin deriniklerine ve oradan kalan izlere bakarken geçmişte insanoğlunun mekan seçerken daha başarılı olduğu müşahade edilir. Nitekim artık birleşmiş ve hatta birbirinden nereden ayrıldıkları bile pek belli olmayan Umm Deman ile Hartum şehirlerini mukayese ettiğimizde bu durumu gözlemlemek mümkün. Üzerlerine mavi ve beyaz gelinlik giymiş iki gelinin edasıyla Nil’in buluştuğu yere yakın kurulan Umm Derman her ne kadar tarihi dokusundan arındırılmış ise de gerçekten insanı tarihe ve doğaya çekebiliyor. Beyaz ve Mavi Nil’in buluştukları noktada durunca insan, bütün saflıkları ile akan nehirlerde adeta gelinliklerini giymiş “ya nasib” diyen iki gelinin umutlarını gözlemleyebiliyor. Etraftakilerin bütün ihtimamlarına rağmen bu iki gelinin bakışlarının derinliklerinde ailelerinin şartlarını, onları gelin etmeden ve ederken yaşadıklarını, gelecekte kendilerini ve ailelerini neyin beklediğinin kaygıları okunduğu gibi Nil kenarından bölgenin tarihini ve neredeyse geleceğini okumak mümkün. Evet kim bilir Beyaz ve Mavi Nil neler gördüler, neler yaşadılar? Etrafına yerleşen ve bir şeyler sunmadan sürekli talep eden insanlara bakma yükümlülüğünü asırlardır taşıyan Nil, bu yükün ağırlığı ile aheste akmayı adet haline getirmiş. Bütün azameti ve cömertliğine rağmen “biz neler gördük” dercesine sükûnetini muhafaza

ediyor. Etrafını alıp götüren nehirlerden farklı olarak etrafındakilere huzur veriyor. Tabii zaman zaman coştuğunu da unutmamak gerekiyor. Yaşayıp içine atmak zorunda kaldıklarını gösterircesine coştuğunda bile deltalara bereket, insanlara akıl vermeyi hedefliyor. Evliya Çelebi’nin 17. yüzyılda bugünkü Sudanlıların ataları sayılan Func Sultanlığı’nı ziyaretindeki müşahadelerinden çok farklı bulmadım Sudan’ı. Gerçi ben Evliya Çelebi’den yaklaşık üç-dörtyüz km. daha güneye gittim. Ama geleneksel toplumlarda bu mesafenin hiç bir anlamı yoktur. Binlerce kilometre uzaklıklara kadar kültürel karakterlerini ulaştırabilir ve yeni mekanlarda da hiç bir değişiklik olmadan kültürlerini yaşatabilirler. Evet, Nil üzerinde demir köprüler kurulmuş, şehirlerde binalar yükselmiş ama hala Evliya’nın bahsettiği iyilik akıyor Sudanlıların yüzünde. Tabii ki görebilene. Zira dünya bunu görmüyor olacak ki uzun zamandır ambargo altında tutuluyorlar.

Evet, Nil üzerinde demir köprüler kurulmuş, şehirlerde binalar yükselmiş ama hala Evliya’nın bahsettiği iyilik akıyor Sudanlıların yüzünde. Tabii ki görebilene.

Potansiyel olarak gelişmeye açık bir ülke olan Sudan cezanlandırıldı ve yıllardan beri dünya ile olan ilişkileri sınırlandırıldı. Ülke içinde sıkıntı ile kıvranan 30 milyon insan bir yana salt Avrupa’ya kaçak gitmek uğruna hayatını rehin eden ya da hedefine ulaşmadan kaçakçıların ihtiraslarına kurban giden gençlerin sayısı bilinmiyor. Tarihte bu topraklardan Avrupa’ya ve ABD’ye insanlar zorla köle olarak taşınmaktaydı. Değişen tek şey yine Afrika’nın insanı ya kendine çizilmiş sınırlar içinde köle gibi kalmakta ya da binbir meşakkatle Avrupa ülkelerinden birine gidebilirse iki kere köleleştirilmekte. Olumsuz ekonomik şartlarına rağmen eğitime hayli yatırım yapılmış Sudan’da. Üniversite ve yüksekokullar 5


Özellikle kadınlar pek çok Arap ülkesinin aksine her yerde varlıklarını hissettiriyorlar. Çarşıda, pazarda, üniversitede, devlet dairelerinde hemen her yerde. otuz civarında. Üstelik bu kurumlar sadece Sudanlılara değil bütün Afrikalılara hizmet veriyor. Tabii diğer kıtalardan gelenler de istifade edebiliyor. Mesela bu üniversitelerde pek çok Türk öğrenci de okuyor. Umm Derman’ın aksine Hartum’da sokaklar nisbeten daha geniş ve düzenli görünüyor. Zira burası İngilizler zamanında kendileri için bir idari merkez olarak planlanmış. Fakat yoksulluk hemen hemen her yerde aynı şekilde gösteriyor kendini. Buna rağmen bizim tasavvurlarımıza sokulan, her gün medyada servis edilen sefalet görüntüleri yok. Hasta ve ölüme terkedilmiş çocuklar görülmüyor. İnsanlar çıplak değil. Aksine yoksulluğa inat insanlar boylu-poslu ve sağlıklı. Yüzlerinde hiç bir gelişmiş ülkede göremeyeceğiniz bir canlılık hakim. Hayat aheste akıyor. Kimsenin bir acelesi yok. Hatta kahvaltı saatı bile saat on-onbire ayarlanmış. Çoluk, çocuk, erkek, kadın hemen herkes hayatın içinde. Özellikle kadınlar pek çok Arap ülkesinin aksine her yerde varlıklarını hissettiriyorlar. Çarşıda, pazarda, üniversitede, devlet dairelerinde hemen her yerde. sayı//51// ekim 6

Ağırlıklı olarak erkekler beyaz renkleri tercih ederken kadınlar daha renkli kıyafetleri tercih ediyorlar. Kıyafet dediysem öyle farklı model ve şekillerde kıyafetler değil. Erkekler için bütün vücudu kaplayan uzun elbise ve bunu tamamlayan bir türban (sarık) resmi kıyafeti temsil ediyor. Buna rağmen Avrupai giyim tarzı da erkeklerde yaygın durumda. Kadınlar ise terzi görmemiş, tek parça renkli desenli kumaşı kıyafetlerinin üstüne özenle yerleştiriyorlar. Bu kıyafetleri dışardan bakıldığında bir takım gibi görülse de gerçekte vucüda mahirane bir şekilde sarılmış birer zırh gibi. Ancak çarşı-pazarlarda bu örtünün altına giyildiği anlaşılan daha ziyade Çin malı abiye kıyafetleri görmek de mümkün. İnsanlar ile sohbet ettiğinizde kendi ülkelerinin sorunları başta olmak üzere bütün dünya ile ilgili olduklarını kolayca anlayabilirsiniz. Çeyrek asırdır savaş içinde ve askeri bir yönetim ile idare edilen Sudan elbette dünya gerçeklerinden bir hayli uzaklaştırılmış. Fakat günümüzde gelişen iletişim araçları bu durumu değiştirmeye başlamış. İnsanlar artık dünyada olup bitenleri takip ediyor. Türklere ve Türkiye’ye karşı oldukça sempati besliyorlar. Öyle ki geçmişte Mısır üzerinden idare edildikleri bir döneme “Türkiye Dönemi” adı veriliyor. Ancak bu dönem tarihlerinde bazı acı ve olumsuz hatıraları olduğu için bazı entelektüeller döneme “Türkiye” denilmesini bile istemiyor. Sudan’da bulunduğum bilimsel aktiviteyi burada konu etmedim. Zira o ayrı bir değerlendirme konusu. Herkese ama özellikle farklı bir dünya gözlemlemek isteyenlere, ilk fırsatta bir kere daha gitmek istediğim, Sudan’ı ziyaret etmeyi öneriyorum.


SAVURGANLIK

TOPLUM’UN

UYUŞTURUCUSUDUR Tüketimin büyüsünden gözleri kamaşmış insanların, bugün bütünüyle denetimden çıkmış bilim ve teknolojiyi, yönlendirmeleri söz konusu olamaz. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

Pazar mekanizması içinde, herkesin amacı, kendisini daha çok tüketebilecek üst bir konuma çıkarma yarışı olursa, böyle bir ortamda “zehirle pişmiş aş”ı yemeyi kabul etmiş insandan daha güçlü biri olamaz. İnsanların sahip olduklarıyla değerlendirildiği bir ekonomide, gönül zenginliğinin, maddi zenginlikten daha üstün olduğunu, yalnızca “dervişler” anlatabilir. Açgözlülüğün egemenliğini yıkacak olanlar, tüketim uyarılarına karşı tokgözlü olabilenlerdir. Gereksiz yeniliklerle, üretimi sürekli artırmanın dışında başka bir amacı olmayan ve teknolojik değişmeyle durmadan kan tazeleyen tüketim ekonomisini yalnızca “bir lokma bir hırka” ile yetinmesini öğrenmiş gönlü zengin insanlar dizginleyebilir. İnsanları tüketim büyüsünden kurtarmanın ilk adımı Peygamber sevgisiyle ruhun arıtılması ve gönlün zenginleştirilmesidir. Tüketim ekonomisinin, insanın kavrama sınırlarının dışına çıkan devasa çarkına çomak sokabilecekler, basit yaşamanın gücünü ve coşkusunu kavramış olan dervişlerdir. İnanan biri için gerçek mutluluğa ermenin ilk adımı, tüketimin çekim alanından kurtulmaktır. Tüketimin büyüsünden gözleri kamaşmış insanların, bugün bütünüyle denetimden çıkmış bilim ve teknolojiyi, yönlendirmeleri söz konusu olamaz.

nsanın bir nesne gibi ele alındığı tüketim ekonomisinin yapısını değiştirmede, dervişlikle ruhunu arıtan ve gönlünü zenginleştiren insanlar, önemli bir işlev yüklenir. Çünkü tüketim ekonomisinde her gün bir yenisinin pazara çıkarıldığı endüstriyel ürünler karşısında gözleri ve bilinçleri kamaşmayacak olanlar, ihtiyaçları günün gereklerini aşmayanlardır. Varlığa sevinmeyen ve ykluğa yerinmeyenler için, ekonomi eline geçen zenginlikle, hiçbir zaman tüketemeyeceği mal biriktirmek değildir. Onlar hizmet verme coşkusuyla, diğer insanların gönüllerini ele geçirir, zerre kadar iyiliğin, zerre kadar kötülüğün karşılıksız kalmayacağının bilinciyle, iyilikleri özendirir, kötülükleri önlerler.

Kola, Marlboro, Nescafe ve benzeri ürünlerine karşı çıkılamayan bir kültürün; bilimine, teknolojisine ve değerlerine karşı çıkmak çok zordur. Ayrıca düşünce ve eylem, üretim ve tüketim gibi bir bütünün birbirinden bağımsız olmayan iki yüzüdür. Birindeki gelişme diğerini de güçlü kılar. Tüketim ekonomisi ruhta ortaya çıkan büyük bir depremin ekonomik boyutta yansımasıdır. Bu yansımayı gözardı ederek, ruhtaki depremin etkilerini gidermek mümkün değildir. Dünyada ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel ve bilimsel sorunlar yok, yeryüzü ölçeğinde etkili olan global sorunlar vardır. Bir alanda önerilen çözüm, başka alanda da iyileştirici etkiler gösterebilir. Tüketim ekonomisinin çekim alanından dışarı çıkmak için, politikacılara, iktisatçılara ve mühendislere değil, kitleleri tüketim sarhoşluğundan kurtaracak büyük gönül ustalarına ihtiyaç vardır. Yalnızca onlar kitleleri her gün biraz daha fazla tüketmeye çağıran tüketim ekonomisine başkaldırabilir.

*T.C.Maltepe Üniversitesi 7


DERSAADETİN EN İHTİŞAMLI SARAYLARINDAN DRAM YÜKLÜ

İBRÂHİM PAŞA SARAYI

İbrâhim Paşa Sarayı’nı kulesiyle gösteren basit bir resmi, Matrakçı Nasuh’un Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn adlı eserinde görülmektedir. 1533’te İstanbul’a gelen Flaman C. D. Schepper hâtıratında sarayı kısaca tarif etmekte, kesme taştan bir yapı olduğunu söyleyerek İtalyan tarzında yapıldığına işaret etmektedir. Meydana açılan bir kapıdan girilen saray arka arkaya iki iç avluya sahip bulunuyordu. Mehmet Kâmil BERSE

ünyanın gözbebeği İstanbul Şehrinin tam merkezinde Sultanahmet ve Ayasofya meydanları.. İki bin yıldır tarih burada yazılmaktadır.. Çoğu kez, Günün herhangi bir saatinde bu meydanlara giderim gözümü kapatır kollarımı iki yana açar kuşlar gibi hür farzederim kendimi, dönerim ..Dünya üzerinde döner gibi, Süleyman peygamberin mucizesi gibi göklerde hissederim kendimi.. İmparator Kostantin en kudretli dönemini yaşamış burada, Sultan Fatih ayak basmış bu toprağa.. Selimler, Süleymanlar, nice kudretli hükümdarlar yönetmişler bu bölgeden dünyayı.. Düğünler, Acılar, ayaklanmalar yaşanmış.. işgal yaşanmış, direnme için toplanma meydanı gene burası olmuş…Böyle bir meydanda tarihe tanıklık etmiş bir yapının serencamını paylaşacağım ..Bu anlatımda, kaynaklarımın en önemlileri Rahmetli Semavi Eyice ve Nurhan Atasoy hocalarımız.. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Bugünkü Sultanahmet Camiinin olmadığı bir dönemde,1520 yılında At Meydanı’nı sadece dikilitaşlar süslemiyordu. Meydanın batı kısmını Ön cephesi 140 metre olan bir sarayda alanı görkemiyle süslüyordu. 2. Bayezid döneminde(1481-1512) taştan yapılmış bir saraydı bu, 4 avlusu vardı. Avluyu çevreleyende onlarca odası…

sayı//51// ekim 8

Osmanlı Devletinin en görkemli döneminde, Topkapı Sarayından sonra en büyük saraydı.. Bugün aslından biraz eksikte olsa.. Sarayın Kanûnî Sultan Süleyman devri vezîriâzamı Makbul İbrâhim Paşa tarafından restore ve yeniden ihya edildiği bilinir... Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunan ve İstanbul Emini Ömer Ağa tarafından padişaha takdim edilmiş olan 927 (1521) tarihli bir yazıdan sarayın mevcut bir konağın önemli değişiklikler, eklemeler ve tamirler yapılmak suretiyle meydana getirildiğini öğreniyoruz. Görkemli mimarisi ile zamanının en dikkat çeken sivil mimari eserlerinden biri olan İbrahim Paşa Sarayı’nın ilk inşa tarihi ve mimarı kesin olarak bilinmiyor, tartışmalar II. Bayezid dönemi ve dönemin Hassa Mimarbaşısı Acem Ali üzerinde duruluyor... Üç yıl önce, Dersaadet Ali Emîri sohbetleri programımızda konuk ettiğimiz Prof.Dr.Nurhan Atasoy’un muhteşem sunumunda, İbrahim paşa sarayının tarihî ve sanatsal değerlerini bütün özellikleri ile anlatmış bizde konuya daha çok vakıf olmuştuk… Nurhan hoca, bu çok önemli mimari eseri, Matrakçı Nasuh’un minyatürlerinden yola çıkarak ilgisinin arttığını ,matrakçının minyatürlerinde en ufak ayrıntıları dahi resmettiğini bizzat minyatürleri üzerinde göstermişti.. Hatta restorasyon sırasında bizzat inşaat alanında türlü zorluklara rağmen yerinde tespitlerle üzeri kapanmış asıl özellikleri,nasıl ortaya çıkardığını heyecanla anlatmıştı..Nurhan hocanın İbrahim Paşa sarayı kitabının ilk baskısı yıllar önce yayınlanmış..yeni baskısıda çok kaliteli bir özellikle basılmıştı… At Meydanı Sarayı olarak bilinen yapının Kanuni Sultan Süleyman tarafından veziriazamı Pargalı İbrahim Paşa tarafından tüm maliyeti sultan tarafından karşılanarak 1521 yılında yeni hali ile revize ve restore edildiği biliniliyor... Bu ihyadan sonra At Meydanı Sarayı adı artık İbrahim Paşa Sarayı olarak anılmaya başlanmıştır. İbrahim Paşa Sarayı’nın, İstanbul’un tarih boyunca merkezi olmuş At Meydanı’nda bulunması ve imparatorluğun kalbi olan Topkapı Sarayı’na yakınlığı, başkentin en önemli yapılarından biri olduğunu göstermektedir. İçinde bir kule ve çardağı, köşk, hazine odası, hamam, kiler, mutfaklar, divanhâne, hassa evleri, ahır gibi kısımları bulunan bu yapı çok kısa bir süre içinde tamamlanmıştır. Seferden dönen padişah burada ağırlanmış, sadrazamlığa yükselen İbrâhim Paşa’nın muhteşem düğünü 1524’te aynı yerde yapılmıştır. (16 Mayıs 1525) gecesi


meydana gelen bir ayaklanmada şehrin başka saray ve konakları ile beraber buraya da hücum edilerek kapı ve pencereleri parçalanmıştır. Sarayını tamir ettiren İbrâhim Paşa, Budin seferi ganimeti olarak getirdiği heykelleri 1526’da binanın önüne diktirmiş ve düşmanlarının tenkit ve alaylarını üzerine çekmişti. Hatta bu münasebetle o çağın şairlerinden Figânî Hz. İbrâhim’in putları kaldırdığını, halbuki adaşı olan diğer İbrâhim’in şehrin ortasına putlar diktirdiğini söyleyerek paşayı hicvetmiş ve bu da hayatına mal olmuştur. Paşanın sarayının önüne diktirdiği heykeller XVI. yüzyılda çizilen bazı gravürlerde görülür... Şehzadelerin 21 Şevval 936’da (18 Haziran 1530) yapılan sünnet düğünü için İbrâhim Paşa Sarayı önüne, meydana bakan bir kasır inşa edilmiş ve Kanûnî bir ay süren eğlenceleri buradan seyretmiştir. Bilhassa Hünernâme minyatürleri başta olmak üzere bu eğlenceleri gösteren minyatürlerde kasrın dış mimarisi kısmen görülebilmektedir. İbrâhim Paşa’nın 1536’da idamı üzerine Bu muhteşem yapının dram dolu tarihi başlamış oldu.. İbrahim paşanın Sarayına devletçe el konuldu, bir kısmı iç oğlanlarına ayrılmış, bir kısmı sadrazamlara ve diğer ileri gelenlere tahsis edilmeye başlanmıştır. 1566’da vezir, daha sonra Mısır ve Anadolu beylerbeyi olan Zal Mahmud Paşa 1574’te II. Selim’in kızı Şah Sultan’la burada evlenmiş ve 1580’de vefat edinceye kadar bu sarayda yaşamıştır. 1584’te yapı, acemi oğlanlarına ayrılan kısmı dışında kalan bölümleriyle, III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan’la evlenen Sadrazam Bosnalı Damad İbrâhim Paşa’ya intikal etmiştir. İbrâhim Paşa’nın 1601’de ölümünün ardından malları ve sarayı, ertesi yıl Ayşe Sultan’la evlendirilen Sadrazam Yemişçi Hasan Paşa’ya tahsis edilmiştir. Hasan Paşa 1603’te katledildiğinden sadâreti kısa sürmüş, saray bu defa da Ayşe Sultan’ın üçüncü eşi Güzelce Mahmud Paşa’ya geçmiştir. 1605’te Güzelce Mahmud Paşa ile Ayşe Sultan ardarda ölünce 1611’de saray muhtemelen III. Mehmed’in kızlarından biriyle evlenmiş olan Kaptanıderyâ Damad Kara (Öküz) Mehmed Paşa’ya, daha sonra da I. Ahmed’in kızı Gevherhan Sultan’la evli Kaptanıderyâ Topal Receb Paşa’ya verilmiştir. Uzun süre Recep Paşa’nın adıyla anılan saray, 1632’de sadrazam olan paşanın aynı yıl IV. Murad’ın emriyle katledilmesi üzerine bu padişahın silâhdarı Mustafa Ağa’ya temlik edilmiştir. IV. Murad 1640’ta ölünce saray, Sultan İbrâhim’in en gözde musâhibi

olan Silâhdar Yûsuf Paşa’ya verilmiştir. 1645’te padişahın üç yaşındaki kızı Fatma Sultan’la nikâhlanan Yûsuf Paşa düğünden bir yıl sonra idam edilmiştir. Saray, bu defa Fatma Sultan’la evlendirilen bir diğer padişah musâhibi Damad Fazlı (Fazlullah) Paşa’ya verilmişse de bunların sarayda yaşamadıkları, Fazlı Paşa’nın İstanbul dışı görevlerle merkezden uzaklaştırıldığı bilinmektedir. Sarayı 1648’de Sultan İbrâhim’in, Telli Haseki adıyla tanınan gözdesine hediye ettiği anlaşılmaktadır. Bundan sonra XVII. yüzyıl boyunca sarayın sahipleri sadrazamlar, kaptan-ı deryâlar ya da beylerbeyi gibi bürokrasinin en yüksek üyeleri ve hânedana damat olan devlet ricâline tahsisi devam etmiştir. Evliya Çelebi yapının İstanbul’daki vezir saraylarının en büyüğü olduğunu yazar.. Saray Zilhicce 1062’de (Kasım 1652) yanmış, 1720’ye doğru Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa tarafından tamir ettirilmiş veya yeni bir bina yaptırılmışsa da 1154’te (1741) tekrar yanması üzerine artık bir daha onarılmamıştır. 1675’teki depremde harap olduğu anlaşılan sarayın XVII. yüzyılın son çeyreğine girerken Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa tarafından kapatıldığına dair bir kayıt bulunmaktadır. Yapımına 1749’da başlanan Nuruosmaniye Camii’nin temel hafriyatından çıkan toprak İbrâhim Paşa Sarayı’nın harabesi ve çevresine döküldüğünden bu büyük yapının kalıntıları da ortadan yok olmuştur. İbrâhim Paşa Sarayı, Sultanahmet Meydanı’na kadar inmekle beraber yanında başka saraylarla Mehterhâne ve Mehterhâne Kasrı da bulunuyordu. Bu sonuncu yapıların sarayla ilgisi açık biçimde tesbit edilememiştir. 1553’te Rüstem Paşa’nın kardeşi Kaptanıderyâ Sinan Paşa’nın burada yaptırdığı sarayın da yeri tam olarak anlaşılamamaktadır. Mehterhâne ile Mehterhâne Kasrı 1808’e kadar durmuş ve Alemdar Vak‘ası’nda yanmışsa da Mehterhâne Kasrı II. Mahmud tarafından yeniden yapılarak 1231’de (1816) inşaatı tamamlanmıştır. Sonraları defterhâne durumuna getirilen bu binaların arasında Türk neoklasiği üslûbunda tapu dairesi de inşa edilmiştir. İbrâhim Paşa Sarayı’nın 1755 öncesinde bir bölümünün defterhâne olarak kullanılmaya başlanmış olması mümkündür. Aralarında belki bir de eski kervansaray olan bu girift, plan düzenleri ve mimarileri iyice çapraşık yapıların bir kısmı 1939’a kadar cezaevi olarak kullanılıyor, bir kısmı ise orduya ait bulunuyordu. Meydanda yeni bir adliye sarayının yapılmasının uygun görülmesi üzerine bunun için eski binaların 9


yıkılması kararlaştırıldığında mevcut eski yapıların adı meselesi tartışmalara yol açmıştır. Bazılarına göre Sultanahmet Meydanı kenarında sıralanan eski yapılar yüzyıllar boyunca çok değişen, kısmen bozulan İbrâhim Paşa Sarayı’nın kalıntılarından başka bir şey değildi. Bazılarına göre ise sarayın meydana bakan dar bir yüzü vardı ve saray arkaya doğru uzanıyordu. Bugün ayakta duran yapılar onun değil Çadır Mehterhânesi ile Mehterhâne Kasrı’nın ve belki de bir kervansarayın kalıntılarıdır. İbrâhim Paşa Sarayı’ndan, arkadaki sahada mahalle içinde sadece bazı şekilsiz duvar parçaları ile bir hamam harabesi kalmıştır. Yeterli ve ciddi bir inceleme yapılmadığından ayakta duran yapıların mahiyeti ve o tarihteki binalarla ilişkisi açık surette ortaya konulamadan yıkıma başlanmış ve birbirine bitişik büyük bir yapı topluluğu teşkil eden bu mimari manzumenin bir kanadı ortadan kaldırılmıştır. Müstahkem görünüşlü olan saray, Osmanlı saraylarının geleneksel kabul edilen mekân organizasyonunu yansıtmaktadır. Özgün haliyle meydana doğru alçalan bir alanda cephesinin toplam genişliği 140 m. olarak inşa edilmiş, dört avlu etrafında yerleştirilmiştir. Bugün Tapu ve Kadastro Dairesi’nin arkasında kalan birinci avlu aslında bir cephesiyle Atmeydanı’na açılıyordu. Avlunun iki yan cephesinde yer alan kapılarla sarayın ikinci ve üçüncü avlularına geçiliyordu. Yine meydana paralel uzanan üçüncü cephenin bir yanında ise günümüze gelemeyen bir rampa ile ulaşılan, yalnız padişahın ata binmiş olarak geçebileceği asıl giriş bulunuyordu. Bu avlunun sağındaki kapının yanında Defter-i Hâkânî Emini Server Dede’nin türbesi vardı. Sarayın çöküş ve parçalanış sürecinde önce defterhâne binası bu avluda inşa edilmişti. Daha sonra da Tapu ve Kadastro Dairesi’ne bağlanan sarayın bu bölümü özgün yapısını kaybetmiş bulunmaktadır… İkinci avlu sarayın ilk inşasından geriye kalan tek avludur ve esas olarak Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin büyük iç avlusuna denk düşmektedir,. Birinci avludan daha yüksek seviyede olan bu mekâna bir dizi merdiven ve kapıdan geçilerek ulaşılmaktadır. Meydan cephesinde bodrum katlarının dükkân ve ahır olarak kullanılmış olması muhtemeldir. İkinci avlunun zemin katında güney, batı ve kuzey cephelerini birbirine açılan koğuşlar biçiminde tonozlu mekânlar çevirir. Bu mekânları avluya ve bugün arkada yıkılmış sayı//51// ekim 10

olan sarayın diğer bölümlerine bağlayan kapılar bulunmaktadır. Halen girişin üzerinde yer alan köşk, minyatürlerde resmedilen ve muhtemelen padişah dışındaki hânedan üyelerinin törenleri seyrettiği köşktür. Ancak bugün burada görülen mimari parçalar zaman içindeki birçok değişikliğin ve onarımın izlerini taşımaktadır. Eğlenceleri seyrettikleri yer sarayın ve ikinci avlunun güneyindeki divanhânedir. Bu bölümün birçok kaynakta “kasır, köşk, taht” olarak söz edilen ve minyatürlerde görülen şahnişini de Nurhan hocanın gayretleri ile son restorasyonlarda yeniden inşa edilmiştir. Kaynaklardan, divanhâne duvarlarının çinilerle bezeli olduğu anlaşılmaktadır. Avluya bakan cephesi harap vaziyette yakın zamana kadar gelmiş, ancak duvara gömülü kırmızı sütun izleri bulunduğundan kırmızı boyalı ahşap kemerlerle birbirine bağlı ahşap sütunlarla çevrili olacak biçimde restore edilmiştir. Kışlık divanhânenin güney cephesinde görülen bir kapı ise burada ek bir bina olduğunu düşündürmektedir. Ana cepheye dik gelen sarayın kuzey cephesinin bir bölümünü oluşturan üçüncü avlu sarayın en küçük avlusuydu. Üçüncü avlunun dördüncü (batı) cephesi ise sarayın dördüncü avlusunun bulunduğu bölüme bitişikti. Dikkati çeken önemli bir nokta, 1582’de yapılan sünnet düğünü öncesinde gerçekleştirilen yenileme faaliyeti sırasında ana girişin buraya aktarılmış olmasıdır. Günümüzde bu avlunun yerinde Adalet Sarayı Arşiv Dairesi yer almakta iken son restorasyonda burası Müzeye bırakılarak restore edildi... Üçüncü avlunun arka cephesine bitişik olan dördüncü avlu 1939’da Adliye Sarayı’na yer açmak için tamamen yıkılmıştır. Yıkım öncesi yapılan mimari çizimlerle fotoğraflardan, dördüncü avlunun da eşit büyüklükteki kubbeli odalar ve önlerinde revaklarla çevrili olduğu anlaşılmaktadır. Sarayın iç mekân kullanımına dair çok sağlıklı bilgi yoktur. Ancak Osmanlı saraylarının genel mekân organizasyonu temel alınarak bazı tesbitlerde bulunmak, kule, hazine, mutfak, hamam, helâ ve ahır gibi mekânları yerleştirmek mümkün olabilmektedir. Bu konudaki bilgiler İbrâhim Paşa Sarayı’nı etraflı bir surette incelemiş olan Tülay Artan’ın makalesinde yer almaktadır. İbrâhim Paşa Sarayı’nı kulesiyle gösteren basit bir resmi, Matrakçı Nasuh’un Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irâkeyn adlı eserinde görülmektedir. 1533’te İstanbul’a gelen Flaman C. D. Schepper


hâtıratında sarayı kısaca tarif etmekte, kesme taştan bir yapı olduğunu söyleyerek İtalyan tarzında yapıldığına işaret etmektedir. Meydana açılan bir kapıdan girilen saray arka arkaya iki iç avluya sahip bulunuyordu. XVI. yüzyıla ait Surnâme minyatürlerinde de kasrın meydana bakan cephesi görülür. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Batılı ressamlar tarafından Sultanahmet Meydanı’nın resimleri yapıldığında, Sultan Ahmed Camii karşısında belirtilen kuleli ve ön cephesinin altında revak olan yapının İbrâhim Paşa Sarayı ile ilgisi pek anlaşılamamıştır. Meydanın bir kenarında Adliye Sarayı ile meydan arasında kalan alanı kaplayan büyük yapı topluluğunun içinde saraydan kalan parçaların bulunup bulunmadığı tesbite muhtaçtır. Fîruz Ağa Camii tarafındaki kısımların sarayla bir ilgileri olmadığı kesin olmakla beraber aksi taraftaki bina blokunun içinde saraydan kalmış parçaların bulunması mümkündür. Son yıllarda Üçler sokağına komşu olan tarafın tamirine başlanmış ve burasının Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin bir bölümü olarak kullanılmak üzere gerekli projeleri hazırlanmıştır. Büyük çalışmalar sonunda mimar Hüsrev Tayla idaresinde mevcut eski yapılar ayıklanarak bazı bölümler ihya edilmiş ve burası Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak düzenlenmiştir. Sarayın tarihçesi hakkındaki tartışmalar Sedat Çetintaş, İbrahim Hakkı Konyalı, Zarif Orgun tarafından yayımlanan kitap ve makalelere konu olduktan başka Nurhan Atasoy da İbrâhim Paşa Sarayı hakkındaki bütün bilgileri bir araya getiren büyük bir monografya hazırlamıştır. Bunun dışında son restorasyonu idare eden Hüsrev Tayla çalışmalarını özetleyen bir rapor neşretti . SARAYDAN MÜZEYE/ TÜRK İSLAM ESERLERİ MÜZESİ

Müze müdürü Seracettin Şahin, ‘Türk İslam Eserleri Müzesi, Emevilerden Osmanlılara 13 Asırlık İhtişam’ adlı kitabında İbrahim Paşa Sarayı hakkında önemli bilgiler veriyor. Bir söyleşide Seraceddin bey anlatıyor; “Türk İslam Eserleri Müzesi’nin tarihi oldukça eski. 1914’te kurulan müze Osmanlı döneminde kurulan ikinci müze unvanını taşıyor. Müze ilk önce Süleymaniye Külliyesi içinde Evkaf-ı İslamiye Müzesi olarak hizmet vermeye başlamış. Bu müzenin açılmasının amacı İslam eserlerine meraklı Avrupalıların yurt dışına eser kaçırmasını engellemekmiş. Bu müzeyle bir tür önlem alınmış. Müze bünyesinde kilim, çini, yazma gibi bir sürü tarihi obje bulunuyor.

Müze, 1925’te Türk İslam Eserleri Müzesi adını almış. Şu anda bulunduğu İbrahim Paşa Sarayı, 1967 ve 1983 arasında onarımdan geçmiş. Türk İslam Eserleri Müzesi 1983’te İbrahim Paşa Sarayı’na, yani yeni binasına taşınmış. O yıllardan sadece sarayın bir avlusu ve çevresi kalmış. Sarayın büyük bir kısmına, 1945’te Adliye Sarayı inşa edilmiş. O dönemde birçok gazeteci buna karşı çıkmış. Düşünsenize müzede sergilenmeyi bekleyen 40 binin üzerinde eser bulunuyor. Dünyadaki en geniş ve zengin halı koleksiyonu burada. Abbasi, Emevi, İlhanlı, Osmanlı gibi birçok medeniyete ait yazma eserler de koleksiyonun önemli bir parçası. Dramları ve yaşanmışlarıyla eskiden ihtişamlı bir saraydı, Bugün Türk İslam eserleri Müzesi olarak tarihteki yerini aldı..İbrahim Paşa Sarayı tarihte ve kitaplarda kaldı.. KAYNAKÇA:

Semavi Eyice ( TDV İslam ansiklopedisi ilgili madde) Evliya Çelebi, Seyahatnâme (haz. Zuhurî Danışman), İstanbul 1969, II, 26; H. D. Jenkins, Ibrahim Pasha: Grand Vizir of Suleiman the Magnificent, New York 1911; Sedat Çetintaş, Saray ve Kervansaraylarımız Arasında İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul 1939; Konyalı, İstanbul Sarayları, tür.yer.; Nurhan Atasoy, İbrahim Paşa Sarayı, İstanbul 1972; Yüksel Yoldaş Demircanlı, İstanbul Mimarisi İçin Kaynak Olarak Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, İstanbul 1989, s. 487-488; Hüsrev Tayla, “La restauration du palais de Ibrahim Pacha-Istanbul, Armos”, Prof. Mout Sopoulos Armağanı, Selânik 1991, III, 1817-1839; A. Süheyl Ünver, “İbrahim Paşa Sarayı Hakkında Birkaç Resim ve Minyatür”, Arkitekt, VIII, İstanbul 1938, s. 169-170; Zarif Orgun, “İbrahim Paşa Sarayı”, a.e., IX (1939), s. 55-59; A. M. Scheineder, “Das Serai des Ibrahim Pascha am At Meidan zu Konstantinopel”, RHSE, XVIII (1941), s. 131-136; İlhan Akbulut, “İbrahim Paşa Sarayı ve Türk İslam Eserleri Müzesi”, Antik ve Dekor, sy. 15, İstanbul 1992, s. 114-119; M. Tayyib Gökbilgin, “İbrâhim Paşa”, İA, V/2, s. 909; Semavi Eyice, “İbrahim Paşa (Makbul) Sarayı”, TA, XX, 5-6; Tülay Artan, “İbrahim Paşa Sarayı”, DBİst.A, IV, 128-130. 11


ırgızistan, Özbekistan, İran, Afganistan, Doğu Türkistan yoluyla Çin’le çevrili Tacikistan, tüm Orta Asya’nın en farklı devletidir. Tacik ülkesinin bu farklılığı diğer Orta Asya halklarından ayrı bir etnik kökenden gelmesi ve dillerinin Farsça olmasından kaynaklanır. Ancak, bu lehçe İran Farsçasından farklı olarak Orta Asya rengini taşır ve Türkçe ile kültürel bir akrabalık oluşturmuştur.

DAĞLAR ÜLKESİ TACİKİSTAN’IN İNCİSİ:

İSTARAFŞAN (URA-TEPE)

Tacikistan, çok kadim zamanlara dayanan ortak geçmiş ve yaşanmışlıklar dolayısıyla bize çok yakın ama ilgisizlik sebebiyle yine o kadar uzak bir ülkedir. Ve tarihî adı Türkçe “Ura-tepe” olan İstarafşan, bu kadim birlikteliği en çok yansıtan yerlerden birisidir. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

Tacikistan, çok kadim zamanlara dayanan ortak geçmiş ve yaşanmışlıklar dolayısıyla bize çok yakın ama ilgisizlik sebebiyle yine o kadar uzak bir ülkedir. Ve tarihî adı Türkçe “Ura-tepe” olan İstarafşan, bu kadim birlikteliği en çok yansıtan yerlerden birisidir. Şehre girildiğinde dikkatleri önce İstarafşan Kalesi çekiyor. Kalenin önüne varıldığında ise, geleneksel çalgı olan “karnay” çalan sanatçılarla karşılaşıyorsunuz. Borazana benzeyen uzun saplı bu çalgılar, tüm Orta Asya’nın en kadim müzik aletlerinden biri aslında. Tıpkı burada olduğu gibi Kaşgar’da İydgah Camiinin önünde, Taşkent’te ya da Oş’ta aynı çalgıyı çalan sanatçılarla karşılaşmak şaşırtmaz insanı. Müzik, Orta Asya halklarının günlük hayatlarının ayrılmaz bir parçası durumundadır. Hayatın her alanında müziğin yer aldığı görülür. İnsanlar, en eski zamanlardan beri doğumdan duydukları sevinçten, ölüm karşısındaki hüzünlerine kadar her türlü duygularını müzikle ifade ede gelmişler. İstarafşan, Tacikistan’ın kuzey batısında yer alır. Ülkenin en kadim şehirlerden birisidir. Şehir, Timur İmparatorluğu devrinden itibaren Uratepe olarak biliniyordu. Yakın zamanlara kadar bu adı kullanılmaya devam etti. 1991 yılındaki bağımsızlıktan sonra ise İstarafşan olarak değiştirildi.

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//51// ekim 12

Şehrin, ilk olarak milattan önce 6.yüzyılda kurulduğu tahmin edilmektedir. İstarafşan, uzun tarihi boyunca birçok farklı kavim tarafından yönetildi, Perslerden Büyük İskender’e kadar. Ancak, şehrin bugünkü silueti, Müslüman Arapların bölgeye gelmeleriyle şekillenmeye başladı. Ardından Orta Asya’nın ilk Müslüman devleti olan Sâmânîlerin yönetimine geçti. Sâmânoğulları (874-999), Tacik kökenli bir hanedanlıktı. Ancak hüküm


sürdüğü coğrafyanın nüfus çoğunluğu Türklerden oluşuyordu. Böylece, Orta Asya’nın bugünkü görünümünü oluşturacak iki güçlü kültürü, Türk ve Fars kültürlerini, ilk kez güçlü bir şekilde 9. ve 10. yüzyıllarda hüküm süren Sâmânîler buluşturmuştur denilebilir. Daha sonra Sâmânîler’in yerini ilk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar alacak ve şehrin İslâmî kimliğini pekiştirecek eserlerin inşasına devam edecektir. Ardından, tüm Orta Asya’nın kaderini paylaşacaktır. Ura-tepe, Sovyet işgaline düşmeden ise Buhara Hanlığı sınırları içerisinde bulunuyordu. “Kale-i Muhteba” olarak da adlandırılan İstarafşan Kalesi, şehre hâkim bir tepe üzerinde yer alıyor. Kale, bölgenin Müslümanlaşmasından önce burada yaşayan Zerdüştler tarafından inşa edilmiş. Kale ve şehri çevreleyen surlar Müslüman fatihlerin kente girişine uzun zaman mani olmuş. İstarafşan Kalesi’nin giriş kapısı, bugünkü görünümünü ise 2001 yılında yapılan restorasyondan sonra almış. İstarafşan, etrafı tepelerle çevrili bir şehir. Türkçe adı Ura-tepe de bu durumunu tasvir etmek için konulmuş gibi. Baharın yeşerttiği ağaçlar bile şehri dolduran evlerin karmaşık görüntüsünü örtmeye yetmemiş. Evler, betonarme olmasına rağmen çok katlı değil. Çoğu Sovyet döneminden kalma. Ura-tepe, bünyesinde, Tacikistan’ın en büyüleyici eserlerini barındırmaktadır. Orta Asya İslâm medeniyetinin en parlak eserlerinin

inşa edildiği Buhara, Semerkant gibi şehirlerin yakınında yer alması, İstarafşanı da etkilemiş. Şehirde, cami ve medreseler başta olmak üzere, İslâm mimarisinin en eski ve korunmuş eserlerine, Sovyet dönemi yıkıcılığına rağmen, rast gelmek halen mümkün. İslâmiyet’in bölgede ilk yayılma yıllarına ait mimarî eserlerin en önemlilerinden biri halk arasında “İbni Kutebeys” olarak bilinen türbedir. Halkın Kutebeys olarak zikrettiği Kuteybe bin Müslim (669-715), Maveraünnehr’i fetheden ve İslâm’ın siyasî hâkimiyetini bölgenin büyük şehirlerine yaymada büyük rolü olan bir vali ve komutandı. Bu rolü tarihçi İbni Kesir, şu sözlerle ifade edecektir: “Ümeranın ulularından olan Kuteybe, aynı zamanda büyük ve kahraman bir komutandır. Allah, onun vasıtasıyla o kadar çok kimseyi hidayete ulaştırmıştır ki, sayılarını ancak Allah bilir.” Tacikistan halkı da, bu büyük vali ve komutana bir vefa olmak üzere, vefatından sonra gömüldüğünü inandıkları bu türbeyi yüzyıllardır muhafaza etmiş. Kuteybe türbesinin de bulunduğu külliyenin dikkat çekici yapılarından biri de halk arasında Şah-ı Veli mescidi olarak da bilinen Hazreti Şah Camiidir. Mabedin, 16. yüzyılda inşa edildiği sanılmaktadır. Camii, ahşaptan yapılmıştır. Kök boya kullanılan tavan süslemeleri geleneksel tezyin 13


sanatının güzel örneklerindendir. Yüzyılların tahrifatına dayanmış ve günümüze kadar silinmeden gelebilmiştir. Hazreti Şah Camiinin hemen yanında, müstakil bir minare dikkatleri çekmektedir. Minare, tabandan tavana gittikçe incelen bir yapıda, spiral olarak inşa edilmiştir. Kullanılan kırmızı kiremitler, dairevî halkalarla bölünen her bölümde ayrı bir geometrik şekilde dizilmiş. Minarenin son bölümü üzerine yazılan yazılar ise, modern dönemlere ait. Kiril harfleriyle Sâmânîler devletinin kurucularından İsmail Sâmânî’nin adı yazılmış. Günümüzde Tacikistan, ulusal kimliğinin inşa dönemini Sâmânîlerle birlikte başlatmakta ve bunu diğer Orta Asya ülkelerinden ayrıştırıcı bir unsur olarak görmektedir. Diğer yandan Buhara, Semerkant ve İstarafşan üçgeninde dinî hayat, Sovyet ateizminin bütün çabalarına rağmen, o yıllarda bile diriliğini muhafaza edebilmiştir. Bağımsızlıktan sonra ise İstarafşan, bölgede dinî hayatın en canlı yaşandığı şehirlerden biri olmuştur. İnşa edildiği yıllarda, cami ve türbenin bulunduğu külliyenin avlusu oldukça geniş bir alana sahipmiş. Ancak, Sovyet döneminde bu avlu küçültülmüş ve yerine meskenler inşa edilmiş. Külliyenin avlu kapısı ise iki apartman bloku arasında kalmış. Bugünkü nüfusu yaklaşık 9 milyon olan ülkede Tacikler, nüfusun yüzde 70’sini sayı//51// ekim 14

oluşturmaktadır. Geri kalanların çoğu Özbeklerden müteşekkildir. Genellikler Fergana Vadisinin Tacikistan’da kalan kısmında yaşayan Özbekler, nüfusun dörtte birini meydana getirmektedir. Sovyetler Birliği, 1924’te uygulamaya koyduğu milliyetler politikası sonucunda Batı Türkistan’ı etnik temelde cumhuriyetlere böldüğünde Tacikistan, Özbekistan sınırları içinde özerk bir bölge olarak yer almıştı. Ne var ki 1929 yılında yeni bir kararla, cumhuriyet statüsü verilerek Özbekistan’dan ayrıldı. Yüzyıllardır iç içe, aynı medeniyetin kurucuları olarak yaşayan halklar bölündü. Ne var ki bu iç içelik, toprağın bölünmesi ve yeni devletler inşa edilmesi ile sona ermedi. Her iki ülkede önemli sayıda Özbek ve Tacik varlıklarını sürdürmeye devam etti. Öte yandan Tacikler, etnik olarak İran Farslarına yakın olmalarına karşın, büyük oranda Sünnî-Hanefi’dirler. Şii Taciklerin oranı ise yalnızca yüzde 5 dolaylarındadır ve çoğu ulaşılması güç dağlık bölgelerde yaşarlar. Aslında Tacikistan’ın dertleri toprakla başlıyor. Ülkenin yüzde 93’ü dağlıktır. Ekilebilir yüzde yedilik alanın ise ülkenin ekonomik ihtiyaçlarına yetmeyeceği açıktır. Bu nedenle Tacikistan, Orta Asya ülkeleri arasında en fakir durumda olan ülke durumundadır. Tacikistan’ın bu ekonomik zorluğu el sanatlarının yaygın olarak varlığını sürdürmesine yol açmıştır. Nitekim İstarafşan’da hemen her köşede bir zanaatkâra rastlamak şaşırtıcı değil. Zanaatkârlar sokağında ise sıra


sıra dizilmiş atölyelerden gün boyu örse vurulan çekiç seslerinin armonisi yükselmektedir. Buralarda, genç insanlardan yaşlılara birkaç nesil yan yana çalışıyorlar. İstarafşanlı zanaatkârların, geçmişten bugüne ortaya çıkardıkları eserlerin kimi örnekleri ise şehirde bulunan müzede sergilenmektedir. Burada, kılıçlardan bıçaklara, kamalardan hançerlere birçok eser yer almaktadır. İstarafşan, aynı zamanda bir halıcılık merkezi konumundadır. Burada dokunan halılar kadim zamanlardan beri en çok ilgi gören halılardan olagelmiştir. Bilindiği gibi, halı dokumacılığının ilk vatanı Orta Asya’dır. Tarihte bilinen ilk halı örneği Altay dağı civarında bulunmuştur. Hunlara ait Pazırık kurganında bulunan bu halıya, bu nedenle “Pazırık Halısı” adı verilmiş. Buradan yola çıkarak, halının ilk kez milattan önce 300’lü yıllarda Türkler tarafından dokunduğu kabul edilmektedir. Bu husus bile, Türklere atfedilen “göçebe” sıfatının ne kadar tartışmalı olduğunu açıkça ortaya koyar. Milattan önceki dönemlerde Taklamakan Çölünün altına kilometrelerce kanal (karız) kazıp inşa ettiği sulama sistemiyle tarımcılık yapan ve Türkçemizdeki “turfanda” sözünü literatüre kazandıran, yine milattan önce altın elbiseler “diken” bir millet, sadece bozkırlarda da yaşamıştır denilerek kendisine yerleşikliliğin yakıştırılamaması öncelikle kendi bilim dünyamızın eksikliklerinden biridir kanaatindeyim.

Klasik halıcılığın yanında Tacikistan’da bir başka tür halı sanatı daha dikkatimizi çekiyor. “Zedival” denilen ve duvarlara asılan bu halılar da Tacik kadınlarının el işi, göz nuruyla imal ediliyor. Rengârenk motiflerle işlenen bu halılar geleneksel Orta Asya evlerinin vazgeçilmez dekorasyonlarından birisi durumunda. 1991’deki bağımsızlık ilânına kadarı adı Uratepe olan İstarafşan’ın, dünyanın en büyük karnay imalat merkezi olduğu söylenmekte. Burada üretilen çalgılar Orta Asya’nın dört bir yanına gönderiliyor. Çünkü karnaylar, Kırgızistan’da ve İran’ın bazı bölgelerinde, özellikle de Özbekistan ve Doğu Türkistan’da bayramların ve düğünlerin en vazgeçilmez enstrümanlarından biridir. Tacikistan da ekonomik durumun da etkisiyle, geleneksel el sanatları canlılığını sürdürmeye devam ediyor. Temennimiz, yüzlerce yıldır ortak kültürel ve sosyal değerleri paylaştığımız bu güzel ülkenin huzur ve barış içinde yaşaması ve kalkınması. Orada ortak medeniyet ve tarihimize ait paylaşılacak pek çok şey var çünkü. 15


azı şehirler vardır, büyüklükküçüklükleri ne olursa olsun tarihe takdim edilirler. Bunlar, “Tarihe Takdim Edilen Şehirler” diye anılırlar. Mesela Semerkand, Buhara, Hiva Ankara, Agra, Konya, Bursa, Edirne, Maraş, Barselona. Diğer grup ise Tarihin Takdim Ettiği Şehirler, Tarih Yapan, Tarih Yazan şehirler. Örnekleri İstanbul, Roma, Kudüs, Endülüs, Atina vb.

HZ. BİRGİVÎ’NİN MEKÂNI – I

- Şu not ilginçtir: 1944 yılında olağanüstü isimlerden teşekkül eden bir jüri Ödemiş için açılan imar planını değerlendirirken, bu plana Birgi de dahildi. Jürideki isimler şunlardı: Paul Bonatz, H. Prost, G. Oelsner, Prof. Ernst Reuter. Hitlerden kaçan, Osmanlı’ya sığınan hocalar. Türkiye’deki modern şehirciliği bunlar başlattılar. Planlı kalkınmasıyla övünen Konya’nın imar planı yarışması 1964’de yapıldı. Birgi ile aralarında 20 yıl tecrübe farkı avantajı var. Dr.Kâmil UĞURLU

Birgi, birinci gruba dahil olan yerleşim birimlerinden birisidir. Ve tarihe takdimi Hz. Birgivî tarafından yapılmıştır. Bu, sağlam, doğru ve haklı bir takdimdir. Son yüzyılların tarihinde Birgi yerleşimi, Hz. Birgivî ile ortaya gelmiş, giderek kendine has bir form kazanmıştır. Adını daha önce birçok mecliste ve sohbette duydukları ve kişiliğinin heybetinden etkilendikleri, heyecanlandıkları bu büyük evliyâyı görmeye gelenler, belki bir gece yarısı otobüsü ile tepelik bir alana bırakıldılar. Karanlıkta seçebildikleri iki ulu ve gizemli selvinin altında, dinlenmeye varan, Hz. Birgivî’yi ve yakınlarını görebilmek için günün ışımasını beklediler. Din adına asla taviz vermeyen, kendilerini önemsetmek için dine bid’atlar ekleyen birçok ünlü bilgini yerin dibine batıran bu mücahit evliyâyı ziyaret ettiler, onunla uzun saatler halleştiler. Ve kuşluk vakti basit ihtiyaçlarını karşılamak için birer-ikişer aşağıya yürüdüler. Aşağıda şunları gördüler: Zemini taş ile döşenmiş yollar ve o yollara uyan, birbirini takibeden taş duvarlar. Bu yolların bir yerinde aniden ortaya çıkıveren bir meydancık. Büyük değil fakat çınarlı veya servili, yani yeşil gölgeli bir meydanı ve o meydana cephe veren altı kahvehane, fırın, üstü mesken, sempatik, sıcacık evler. Oraya-buraya atılmış ahşap birkaç masa ve tahta sandalyeler. Önlerinde yarılanmış çay bardakları ve Ege ağzıyla konuşan ve Ege usulü gülen, küfürleri bile sempatik birtakım insanlar. Onlardan çekinmeden dolaşan gençyaşlı kadınlar ve çocuklar. Taş duvarlara kiremit kırıklarıyla işlenmiş nar, selvi, güneş, başak motiflerini gördüklerinde çok şaşırdılar. Sonra başkalarına gördüklerini anlattılar. Anlatırken, kendilerine anlatılan efsaneleri, destanları da naklettiler. Önce Hz. Birgivî’nin namı genişledi, şanı daha yüceldi ve Birgi yerleşimi mimarların ve sanat tarihçilerin gündemine girdi.

sayı//51// ekim 16


Yapay olmayan diğer tabii yerleşimler gibi Birgi’de de yerleşimin temel ögelerini doğal girdiler oluşturuyor. Bozdağın eteklerinden çıkan ve Birgi’de üç kola ayrılan Birgi deresi, yerleşimi üç doğal bölgeye bölmüş durumda. Ortadaki bölüm, yerleşimin daha yoğun olduğu bölge. Topografya, zeytin ağaçları, incir bahçeleri, kendi kendine oluşan yerleşimin ana belirleyicisi olmuş. Bu kendinden oluşum, öylesine tabiî bir mecra izlemiş ki (19081940) I. Mili Mimari ve (1940-1950) İkinci Milli Mimari akımlarını Birgi’nin etkilediği hususunda kanaatler mevcuttur. Burası 14. yy. Aydınoğulları Beyliğinin başkenti olmuş. Bir başkent her zaman başkenttir. Selçuklu Devlet-i Âlisinin zeval bulmasına yakın Beyliklere bölünen Anadolu’da, bir Karaman’daki Karamanoğlu Beyliği, bir de bu bölgedeki Aydınoğulları, tarihin gidişatına müdahale etmişlerdir. Zaman içinde gelişen ve lider durumuna gelen Osmanoğulları’na bu iki beylik uzun zaman direnmiş, kendi varlıklarını kabul ettirmeye çalışmış, bu arada kendilerine has bir kültür geliştirmişlerdir. Bu konu önemlidir. Birgi’de gelişen, kültürü şekillendiren önemli unsurlardan biri, Aydınoğullarının denizcilikte, çağdaşlarından daha iyi olmaları ve bunu fetihlerde kullanır olmalarıdır. Bu fetihlerle birlikte; iklimin sunduğu imkânlar, tarım, hayvancılık ve bağlı sanatlar, deri, ipek ipliği, dokumacılık ile Aydınoğulları Beyliğini dönemin en zengin Beyliği durumuna getirmiştir. (1580) Ekonomik duruma uygun olarak, yerleşimin de kalitesi yükselmiştir.

Fakat 17. yy’ın sonlarında Birgi büyük bir vebâ salgınına maruz kaldı. Nüfusunun büyük kısmını bu salgında kaybetti. 1922’de büyük bir yangın Birgi’yi bir defa daha zorladı. Ve 1939’da, Erzincan Depremi senelerinde Bozdağlardan kopup gelen bir sel Birgi’yi yine kararttı, yerle bir etti. Bu selden önce Yunan ordusu bölgeyi terk ederken Birgi’nin 2/3’ünü yaktı, yıktı, perişan etti ve öylece gitti. Nüfusunun önemli bir kısmı gayrimüslim Rumlardan oluşan ve işgal öncesi yerli halkla problemsiz geçinen Rumlar, işgalcilerle bir olup çevreyi cehenneme çevirirken, içlerinde elbette “insan nitelikli” olanlar da vardı. Bir dostumuz anlattı: Birgi’deki Hıristiyan din adamlarından biri, şehri ateşe vermek üzere hazırlanan ve sokaklara dizilen gaz bidonlarını Müslümanlarla bir olup gizlice kaçıran ve onları gizleyen kişilerden biriydi. İşgal başarısız olunca buradaki gayrimüslim nüfus, işgalci askerlerle birlikte kaçtılar.Bu sebeple mübâdele Birgi’de çok etkili olmadı. Yani fazlaca giden ve gelen olmadı. Birgi, sosyal dokuya göre şekil kazanan ilginç bir insan topografyasına sahiptir. İnsanları evlerine, evleri insanlarına, mahalleler akrabalara benzer. Burada kahvehane gerçekten kahvehane olarak iş görmüştür. - Şu not ilginçtir: 1944 yılında olağanüstü isimlerden teşekkül eden bir jüri Ödemiş için açılan imar planını değerlendirirken, bu plana Birgi de dahildi. Jürideki isimler şunlardı: Paul Bonatz, H. Prost, G. Oelsner, Prof. Ernst Reuter. Hitlerden kaçan, Osmanlı’ya sığınan hocalar. Türkiye’deki modern şehirciliği 17


Selvinin Birgi için bir farklı anlamı daha var. Aydınoğlu Beyliğinin âlameti, sancağı bir selvi ağacıdır. Özenle işlenir, diğer motiflerden daha çok özen gösterilir. Çoğu zaman kiremit parçalarıyla birlikte renkli çakmak taşları, farklı mineraller, son zamanlarda cam parçaları kullanılmıştır. Aydınoğulları, Osmanlı’nın değerlendirmelerinde “korsan” dırlar. Buralar Osmanlı’nın idaresine geçince, bir fermanla duvarlarda, kitabelerde ve mezarlık şahidelerinde bulunan bütün selvi motifleri kazınmıştır.

bunlar başlattılar. Planlı kalkınmasıyla övünen Konya’nın imar planı yarışması 1964’de yapıldı. Birgi ile aralarında 20 yıl tecrübe farkı avantajı var. Bu jüri o zaman, Birgi ile ilgili şöyle bir değerlendirme yaptı: “Birgi, tabiatın bahşettiği her türlü güzellikler içindeyken ve ayrıca ciddi tarihi değerler barındırıyor iken, onun bu vaziyetten istifade edemediğini, yarışmaya katılan projelerde de Birgi’nin yeterli derecede değerlendirilemediği tesbit edilmiştir.” Evlerin gerek içlerinde, gerekse dış duvarlarında sıkça rastlanan, hatta nerdeyse tamamına yakınında bulunan sembollerin Birgi halkı nezdinde farklı anlamları ve hikmetleri vardır. Mesela Selvi. Hayat ağacı olarak bütün motiflerin anasıdır, en sık tekrar edilenidir. Onunla hayatı ve sonsuzluğu ifade etmek istemiştir Birgililer. Hemen onun yanında yine taşlardan değişik istiflerle yaptığı göz ve muska formları ile göz değmesinden ve nazardan kendini korumuştur. Bolluğu, bereketi anlatmak için narı, güneşi ve başak şekillerini kullanmıştır. Binanın inşaatı başlarken kurban edilen hayvanın kafası, taş duvarın üst kısmına, saçağa yakın olan bölgesine yerleştirilmiştir. İncir motifi de bereketi anlatır. Gerek incir, gerekse narın içinde tohumları çoktur. Bereketlidir. Kutsal kitaplarda adı geçen meyvelerdir. İncir, zeytin, nar. Yeni evlenen çiftler zeminine nar taneleri serpilen odada yeni dünyalarına ayak basarlar. Yeni açılan işyerinin zeminine olgun bir nar atılır, etrafa yayılan taneler o dükkana bereket olarak geri döner. sayı//51// ekim 18

Selviyi resmeden aynı usta evin girişinde farklı, mezar şahidesinde farklı resmetmiştir. Ulu Caminin ve Sandıkeminizâdelerin konak kapısını tutan menteşeler selvidir ve yine farklı ele alınmıştır ve çok sanatkârânedir. Güneş sembolü de yaygındır. Bunun için eğer yarım daire şeklinde muntazam bir taş bulunursa, duvarın ortalık bir yerine o taş konuşlandırılmış, etrafı, ışınları temsil eden düzgün ve renkli saylardan örülmüştür. Yarım daire olan, batan veya doğmakta olan güneşi temsil eder. Tam yuvarlak taş konulmuş ve onun etrafı ışınlarla çerçevelenmişse bununla talihin, şansın, bereketin dorukta olduğu anlatılmak istenmiştir. Tam bu noktada ilginç bir saptama yapmak mümkündür. Birgi’de, zamanının sahibi Hz. Birgivî, bu nevi sembollerle, işaretlerle kişilerin bilerek-bilmeyerek küfre saplandıklarını söylemektedir. Üstelik bunu söylerken keskin bir dil, açık bir üslûp kullanmaktadır. Değil böylesi hareketler, kabristanda bir başkasına kendi mevtâsı için ücretli veya ücretsiz Kur’an okutanlara bile tahammülü yoktur Hz. Birgivî’nin. Şamanizmden süregelen, mezarlara bel bağlamak, evliya bile olsalar ölülerden şefaat talep etmek, onun anlayışında bid’attir, kesinlikle yasaktır, küfürdür, şirktir. Onun bu karakteri bilindiği halde Birgili ustanın ve onun patronunun bol bol bu sembolleri kullanmalarını nasıl yorumlamak gerekir? İmam Birgivî, tasavvuf tarihinde eşine az rastlanan bir mutasavvıftır. Şu uygulaması bile onun hangi çizgide olduğunu gösterir. Fetvası: Vergi, ölenden alınacaktır ve varlığına uygun olarak alınacaktır. Bu, bir keçiden başlar, on deveye kadar çıkar. Fetvanın mantığını çözmek o gün için mümkündür. Dirilerden vergi alarak onları güç durumda bırakmak uygun değildir.


Öldükten sonra o varlığa ihtiyacı yoktur. Ayrıca burada olan ve benzer başka teşekkülatta bulunmayan önemli farklılıklar var Birgi’de. Bunlardan biri, duvar inşaatında kullanılan “Oğul otu” katkısı. İnsan saçına benzer bir yapıda olan bu ot bir zamanlar Birgi dağlarında çok yetişiyordu ve usta bunu harcının içine katıyordu. Aynı amaç için Orta Anadolu’da kullanılan malzeme samandır. Bir başka farklı uygulama, bazı evlerin bahçesinde bulunan kabirlerdir. Bu konuda farklı yorumlar mevcuttur (Vebâ veya kuşpalazı hastalığı sebebiyle, cesedin hemen kontrol altına alınması zorunluluğu gibi). BİRGİ’NİN EVLERİ

Türk evi plan şemasının bütün gelişmesini Birgi’de izlemek mümkündür. Halk arasında “iki göz bir mâbeyin” denilen, iki odalı, açıkkapalı sofalı evlerden, varlıklı ailelerin daha ayrıntılı düzenlenmiş evlerine kadar bütün tipler Birgi’de mevcuttur ve şehir bu haliyle (yeni yapılanlar hariç) “konut gelişme sürecinin izlenebildiği müze” dir. Evler, küçük veya büyük mutlaka bir bahçesi olan, kendi içine dönük ve o aile için özel olarak tasarlanmış özgün yapılardır. İnsan ölçüsü asla ihmal edilmemiştir. Oranlar fevkâlade dengelidir. En ince ayrıntısına kadar dikkat edilmiş, aile o eve ailesinin tarihini aksettirmiştir. Evlerin bahçe içine yerleştirilmesi, güneşin vakitlere göre eve vereceği etki, peyzaj değerleri, komşu ile mahremiyetin korunması kaygıları, Birgi evinin özellikleridir ve önemlidir. Bazı sokaklara cephe veren evlerin çatıları %33’ten fazla meyilli yapılmıştır. Kar riski olmayan beldede bu yapılaşmanın anlamı, sokaktaki hava sirkülasyonunun sağlanması düşüncesidir. Ege güneşinin özellikle öğle saatlerinde sokaklarda oluşturduğu sıcaklığın bu şekilde tahliyesi, dâhice bir uygulamadır.. Birgi’nin bacaları nerdeyse plastik bir eleman olarak mimariye eklenmiştir. Işık-gölge dengesine kattığı değer yanında ailenin sosyal durumundaki değişiklikleri de bu bacalarla izlemek mümkündür. (Bodrum’daki bacalar da öyle. Evde evlenecek kızı bulunanların bacası ile oğlu askerde olanın bacası farklı örülür ve dışardan bunlar okunabilir) Zemin kat taştan inşa edilir. Ahır-samanlıkkiler-depo burada planlanır. Mutfak-fırın-kuyu veya çeşme-helâ ise bahçededir. Zeytinyağı

küpleri-pekmez kapları-reçel kavanozları-unçavdar-bakliyat kilerde depolanır. Depolar genellikle iki gözlü yapılır. geçen yıldan kalan erzak, (malzeme) bitmeden yeni yıl ürünü sofraya getirilmez, âdet böyle. Evin bahçesinde asma, olmazsa olmaz bir unsurdur. Aileler için övünme mevzuudur. Üzümü, koruğu, yaprağı, mahsul bol olduğu seneler pekmezi aile için bereket kaynağıdır. Akşam sefası, kadife çiçeği, hanımeli, fesleğen, renkleri farklı sardunyalar ve meyve ağaçları, bahçenin diğer unsurlarıdır. Bahçe kapıları at arabası için geniştir ve eniklidir. Menteşeler, demirciler çarşısında dövme demirden imal ettirilir. Taşlık yaz dönemi her ikindi sulanır, ıslatılır, kurumaya yüz tutunca hasır-kilim ve minderlerle mükemmel bir oturma ve sohbet mekanı oluşturulurdu. Sofa: Birleştirici ve dağıtıcı mekandır. Hayat da deniliyor burada. Aynı zamanda işlik ve çok fonksiyonlu bir mekandır. Dış sofa-iç sofa-orta sofa alternatiflerinin hepsi burada mevcuttur. Her oda bir ev donanımına sahiptir. Yüklük, aynı anda gusülhanedir. Evi ısıtmak için ocak, sonraları soba devreye alınmıştır. Tepe pencereleri, renklendirilmiş camlarıyla Birgi evlerinin lüksüdür. Bir evde, çekirdek kahvenin konulacağı yer, ona özel olarak planlanmış ise, o ev için farklı düşünmek gerekir. Çünkü burada kahve kültürünün mevcut olduğu anlaşılır ve bu kültür elitlere has bir özelliktir. Kahve cam 19


kavanozda ve kahve selesinde muhafaza edilir çiğ olarak, çekirdek olarak. Gerektiğinde gereken miktar odun ateşinde özel tavasında kavrulur. Özel ahşap teknesinde soğutulur, tava gelince pirinçten imal edilmiş el değirmeninde çekilir, öğütülür ve bu tazeliğiyle ikram edilir. Geleneksel yerleşimin bu en seçkin yerleşkesinde, Birgi’de, konut gelişiminin bütün aşamalarını tespit etmek mümkündür demiştik: Önce mesken yerleşimi ile çarşı yerleşimi net çizgilerle ayrılmıştır. Ayrıca eski yerleşim ile yeni teşekkülat yine net çizgilerle bellidir. Daha önce mülkiyete riayet eden ve onu takibeden zemin kat oluşumları üst katta alabildiğine rahat hareket etmiştir. Komşunun güneşine ve mahremine dikkat etmek kaydıyla mekanlar, istenilen yöne yöneltilmiştir. Bazan ufak-tefek gösterişlere kalkılmıştır. Mesela çıkmalardan hangisi seyir, hangisi kitaplık için yapıldığı belli edilmiştir. Burada az-çok bir övünme, kasılma seçilebilir. Kütüphane çıkması olan ev, okuryazar bir ev olduğunu ilân eder. Ayrıca Birgi’de Müslim-gayrimüslim ev kompozisyonları farklıdır. Müslüman aile, ailenin gelişimini, bahçenin belirli bölümlerine yeninde eklenen ünitelerle sağlarken, gayrimüslimler bu gelişmeyi binanın ana ünitesi içinde hallederler. Sofa genişletilir, uzatılır ve eklenen yeni odalarla sistem büyütülür, bir arada kalınır. Bu, şuuraltında bir emniyet tedbiri olarak düşünülmüş olabilir. BİNALAR

Ulu Cami: Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından 1313’te yapılmış ve geleneğe uyulmuştur. Yani antik kalıntılardan devşirilen taşlardan sayı//51// ekim 20

inşa edilmiştir. Ayrıca, Resimli taşların dini bir mekânda kullanılmış olması, o kişinin kendine ve imanına olan güvenini göstermesi açısından önemlidir. Ahşap çatılı cami, Ulu Cami plan şemasına uygundur. Kitabesinde bânisinin adı ve yapılış tarihi açıkça yazılıdır: “Gazi, büyük Emir Aydınoğlu Mehmet Beybu camiyi 707 (1313) yılında yaptı.” Minberi önemli bir ahşap eserdir. Kündekârinin eşi az görülmüş seçkin bir örneğidir. II. Abdülhamit döneminde Sultanın özel fermanıyla tamirat görmüş ve son cemaat mahalli eklenmiştir. 1944 yılında, Ulu Caminin kündekâri ile yapılmış bir penceresi, sergi için Nevw York’a yollandı. Oradaki en orijinal eser olarak değerlendirildi ve (iki milyon) TL karşılığında dolar ödül kazandı. O zaman için milyon sözü henüz telaffuz edilmiyordu. Olağanüstü ve tarihi bir hâdiseydi. Mehmet Bey Türbesi ve Kral Kızı Mezarı Ulu Cami’nin batısında 1334’te yapılmış sâde, sakin bir yapı. Kubbeli ve içi çinili. Kare planlı. Oğullarıyla birlikte dinleniyor; İsa, Bahadır ve Gazi Umur Beylerle. Hemen yanında da efsanelere konu olan prensesin kabri var. Şah Sultan Türbesi: Yine sâkin, küçük, tevâzu içinde bir bina. Diğerleri: Hamam – Birgivi Medresesi – Güdük Minare – Küpuçuranlar Kulesi – Dervişağa Medresesi – Çukur Hamam – Karaoğlu Camisi – Çarşı Camisi – Demir Mağaza – Çakırağa Konağı – Sandıkoğlu Konağı – Şefikbey Yağhanesi vb.


EVLİYA ÇELEBİ’DEN 2018’e

HIDIRLIK KÖPRÜSÜ “Bu havası hoş şehrin dört tarafında bahçe ve bostanlar içinden sular akar. Her bağında birer köşk, havuz, fıskiyeler ve çeşitli meyveler bulunur. Halk zevk ehlidir. Mustafa UÇURUM

arihimizde kendine yer edinmiş, adını günümüze kadar yaşatmış önemli şahsiyetler arasında; yaptığı işe, bulunduğu konuma özendiğim kişiliklerden biridir Evliya Çelebi. “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.” sözünün hakkını ömrü boyunca sınır tanımadan yaşayarak veren Evliya Çelebi’nin bir dil sürçmesi olarak görülen ama kendisine sunulmuş bir lütuf olduğuna inandığım “Seyahat Ya Resulullah” duasıyla yollara düşmesi kadar fantastik, romantik ve didaktik başka hangi eylem olabilir acaba? Dönemin şartları, ulaşım imkânları derken bunların bir evvel zaman masalı gibi anlatıldığı ve yaşandığı bir ruh halinden bahsediyorum. 1600’lü yıllara sığan bir ömür ve İstanbul’da başlayıp nerede sona erdiği tam olarak bilinemeyen bir hayatı yaşamış olan Evliya Çelebi’nin seyahatleri kadar yaşamı da bir efsane gibidir. Hiç evlenmemiş, her gün tıraş olmayı ihmal etmemiş, Arapça, Farsça, Rumca bilen, hat ve musiki alanında kendini geliştirmiş, IV. Murat döneminde sarayda da bulunmuş olan Evliya Çelebi; 51 yıl boyunca sınırlarını hayal bile edemeyeceğimiz bir coğrafyayı gezerek ortaya koyduğu 10 ciltlik eseri ile bugün bile dünya tarihinin en gözde seyahatnameleri arasına giren bir eser ortaya koymuştur. Dünyaya Evliya Çelebi’nin gözüyle bakmak gerek. Sınırları zorlayan bir hayal dünyasının kapısını aralayıp da seyyahın ardına düşünce şehirler bir masal şehri, dağlar Kaf Dağı, eğlenceler binbir gece masallarından çıkıp gelmiş gibi rengârenk olur.

EVLİYA ÇELEBİ VE TOKAT

“Bu havası hoş şehrin dört tarafında bahçe ve bostanlar içinden sular akar. Her bağında birer köşk, havuz, fıskiyeler ve çeşitli meyveler bulunur. Halk zevk ehlidir. Gariplerle dostturlar, kin tutmaz, hile bilmez, yumuşak huylu insanlardır. Cami, saray, köşk ve imaretleri o kadar sağlam ve güzel olur ki buralara girenler hayran olurlar." diye anlatır Tokat şehrini Evliya Çelebi Seyahatname’de. Bir de Hıdırlık Köprüsü vardır Tokat’ın. Yeşilırmak’ın eşsiz güzellikteki köprüsü Hıdırlık; sadece Tokat için değil Türk tarihi açısından da önemli bir eser. Selçukludan günümüze ulaşan köprüler içinde kitabesi olan tek köprü. Kitabesinde II. Gıyaseddin Keyhüsrev’den sonra tahta üç oğlu birlikte geçiyor. Hıdırlık Köprüsü bu üç kardeş zamanında yapılıyor ve kitabede üç kardeşin adı da geçiyor. 1250 yılından bu yana Yeşilırmak’ın üstünde bir kemer gibi duran köprü, küçük onarımların dışında aslına uygun olarak şehre hizmet etmeye devam ediyor. Daha önceleri araç trafiğine de açık olan köprü, 2013 yılından bu yana sadece yayalara ayrılmış durumda. Köprüde durup Yeşilırmak’ı izlemek, ağır ağır Karadeniz’e doğru yol alan ırmağa bakarak denize selam göndermek de büyük bir huzur kaynağı. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de geçer Hıdırlık Köprüsü. “Köprünün yanındaki Hıdırlık çayırı yüzyıllardır Tokat’ın mesiresidir. Cümle halk, haneleri ve yakınlarıyla gelip sefa eder.” Köprünün çevresi şimdi Tokat için tekrar cazibe merkezi haline geldi. Tokat Kanal Projesi ile köprünün iki yanına yapılan yeni alanlar tarih öncesinin mesire alanlarını canlandırır nitelikte. Özellikle akşam serinliğinde Yeşilırmak’ta kayık sefası yapanlar, semaverde kaynayan çaylarını yudumlayanlar, köprünün üstünde ırmakta rengârenk ışıldayan suların eşliğinde bu anları ölümsüzleştirmek isteyenler şehrin canlı bir fotoğrafını sunuyor. Bütün bu güzellikler Yeşilırmak ve Hıdırlık Köprüsü’nün buluşmasıyla meydana gelen nadide anlar. Tarih tekrar canlandı Tokat’ta. Yeşilırmak yine eski coşkusuna kavuştu. Gözümde canlanan bir sahne var. 1600’lü yılların ortasında atıyla Hıdırlık Köprüsü’nden geçen Evliya Çelebi ağır adımlarla bağ evlerine doğru ilerlerken ırmak kıyısında gördüğü coşku ile daha bir keyifleniyor. Bir an için tam köprünün ortasında durup mesire yerini dolduran Tokatlılara bakıyor ve “Şen olun Tokatlılar, Yeşilırmak gibi aziz olun.” diyor. Bugün Tokat’ta Yeşilırmak yine şen. Irmak kıyısı ve Hıdırlık Köprüsü çevresi keyifle ırmağın serinliğinin tadını çıkaran Tokatlılar ile dolu. Havası ve insanı mutedil olan Tokat’a yakışan da bu. 21


ERŞEMBE

KKTC GÜNLÜĞÜ

BİR BAYRAM ÜZERİ SEYAHAT -IGirne’ye doğru yeşillikleri görmeye başlıyoruz. Beşparmak Dağlarını aşıp deniz ile karşılaşıyoruz. “Deniz Deniz Akdeniz/ Suları Berrak Deniz/” diye başlayan sanırım ilk mektep şarkımız aklıma düşüyor. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Ramazan ve Kurban Bayramlarında İstanbul gibi büyük şehirlerimizden taşraya, özellikle herkes doğup büyüdüğü memleketine avdet eder. Eskimez tabirle sıla-i rahim yaparlar. Bu gelenek epeyi bir müddet sürdü ve devam ediyor. Ancak insanların memleketlerindeki yakınları hakka yürüyünce, malı mülkü mirasçılarca paylaşılınca ve memlekette akraba, hısım, arkadaşların sayısı azalınca bu görenek çözülmeye başladı. Bugün bunu yaşıyoruz. Bir zamanlar “gurbet” doğduğun kentin, köyün dışındaki her yer gurbetti. İlçeden vilayetine gitsen bile gurbetti. Bu gurbet daha sonra büyükşehirlere kaydı. Pamuk toplamaya gidilen Adana, Fındık devşirmeye ulaşılan Karedeniz kentleri, üzüm kesilmeye gidilen Ege şehirleri gurbetti. Dağı taşı altın denilen İstanbul, “Ankara Ankara Güzel Ankara/ Seni Görmek İster Her Bahtı Kara”lıktan çıkan Başkent de gurbet, İzmir de gurbet, Bursa da gurbet idi. Daha sonra gurbet Almanya oldu. Bunu Hollanda ve Belçika takip etti. Libya ve Suudi Arabistan sıraya girdi. Gurbette bulunanlara “gurbetçi-almancı” dedik. Üç beş nesil sonra bu insanlarımızdan batıda yaşayan bazıları iş buldukları, karınlarının doydukları ülkelerin vatandaşı oldu. Sadece senelik izinlerini Türkiye’de geçirdiler. Ülkemize özellikle memleketlerinde ev alarak yatırım yaptılar. En sonunda ikinci vatan oldu karınların doydukları yerler. Uçaklar yolu kısalttı. Öyle çoğu gurbetçi kimse günlerce direksiyon sallamıyor, atladığı gibi uçağa birkaç saat içinde ülkesinde. Hatta seçimlerde oy kullanmak için gelenler bile var. NEDEN DAHA FAZLA STAND AÇILMAZ Kİ ?

Benim Kuzey Kıbrıs’a gitmem yeni ve bahçeli bir eve taşınan kızım ve oğlumun daveti üzerine gerçekleşti. Girne’de bir uluslararası turizm markasını yönetiyorlar. Kuzey Kıbrıs’a defalarca gittim. Uluslararası bazı meslek kuruluşlarının toplantısında ülkemi temsil ettim. Tebliğ sundum. TRT’nin KKTC Temsilcisi oldum bir müddet. Hususi ve turistik ziyaretler yaptım. Çok sayıda dostum, arkadaşım, meslektaşım var. Bu seferki davet Kurban Bayramı haftasına denk geldi. Uçaklar dolu, otellerde yer yok, ek seferler ve kontenjanlar birbiri ardından geliyor. Uçak biletinizi seyahat firmasından almış ve en ucuza uçmak istiyorsanız biliniz ki uçağınız iki ayrı firmadan olabiliyor. Yani THY, Anadolu Jet, Pegasus veya bir başkası Atlas Jet gibi. Hava limanlarında özel güvenliklerin sorumlu sayı//51// ekim 22


olduğu kontrollerden geçerken canınızdan bezdirirler sizi. Uzun kuyrukların aradı arkası kesilmez. Bir tane daha güvenlik standı açmazlar. Az adam çalıştırıp, çok para tasarruf ederek fazladan kazanmak isteyen firmalar böyle yapıyor. Allah gözlerini doyursun. Sabiha Gökçen hep böyle. Burada işiniz bitince biletinizi “çek” ettirmek, bagajınızı vermek için başka bir kuyruğa giriyorsunuz. Burada da banko sayısı yeterli değil. Bazen uçak kaçıranların kavgasına şahit olabiliyorsunuz. Kalabalıklardan hava limanları, kontuarlar adeta miting alanı gibi oluyor. Burada da muameleniz tamamlanınca ve uçağınız sabah erken saatlerde ise bu miting alanına polispasaport kontrolünde de yaşıyorsunuz. Hele bir de ufak iki tane çocuğunuz varsa yandı mı keten helva? Freeshop’tan alış veriş şansınızı böylece kaybediyorsunuz. Bir de yurtdışına çıkıyorsanız gazete almaya bile vaktiniz kalmıyor. Bizim bazı açıkgözler sıraya girmemek için en önden araya sıvışabiliyorlar. Bazen bu da kavgaya neden olabiliyor. Genelde yolcular başını belaya sokmamak için çoğu zaman da susuyor. Milletvekilliği işte burada iyi. VİP’ten giriyorlar. Sıra ve kontrol yok. Kahve-çay, gazete bedava. Biletinizi ve yerinizi sekreterya ayarlıyor. VİP Müdürü size iltifatlar ediyor ve uğurluyor. TRAFİK VE DİREKSİYON SOLDA

Uçağımız vaktinde havalandı. Pegasus1960’lı yılların şehirlerarası otobüsleri gibi neredeyse koridora da yolcu alacak. Sıralar öyle sıklaşmış gibi kilolu yolcuların vay haline. 70 dakika sonra Ercan Havaalanı için alçalmaya başladık. Deniz masmavi, kara kup kuru. Hiç yeşil oturmuyor gözlerimize. Galiba buraya da bulaştırmışlar ağaç düşmanlığını. Dağlar kelleşmiş, ovalar gri tona bürünmüş. Freeshop’tan pipo tütünü aldım kendime. Çünkü Türkiye’de karaborsa. Hatta bazı arkadaşlarımın da siparişi bile var. Ülkede sigara kaçakçılığı arttı, çoğu tiryaki de içkisini kendisi evinde üretmeye başladı!. Valizlerimizi bekledik. Geldi, hem de sapasağlam. Dışarı çıktık. Her turizm şirketinin temsilcisi kendileri için gelen yolcularını araçlarına bindirerek otellerine uğurluyor. Birkaç kelli felli konuk için ise özel araç gönderilmiş. Zonguldaklı sürücümüz Hasan’ın elinde ismimi görünce hemen sahip çıktık ve aracına bindik. KKTC’de trafik İngiliz usulü ve soldan. Önce garipsiyorsunuz, sonra alışıyorsunuz. Araç plakaları kırmızı ise biliniz ki kiralık araç kullananlardır. Yani sol trafiğe intibak etmeye

çalışan sürücülerdir. En çok bunlara dikkat etmek gerekiyor. Kıbrıs Rum kesiminden gelen veya oraya kayıtlı araçların plakası belli üç harf ile başlıyor, KKTC araçları ise başka bir harf ile. Ticari araçların plakalarının hepsi de T ile dikkat çekiyor. Sürücümüz Hasan işinden ve KKTC’den mutlu. Sadece ev kiralarıyla meyve sebze fiyatlarının yüksekliğinden şikayetçi. Kiralar genelde İngiliz parası sterlin üzerinden hesaplanıyor. “Kıbrıs’ta hırsızlık yoktur. Eğer olursa o kesinlikle dışardan gelen biridir. Trafik kurallarına herkes riayet eder. Kedi bile geçse sürücüler ona yol verir. İnsanlar çok medenidir. Hile hurda bilmezler. Ancak tembel oldukları gözden kaçmaz. Herkes memur olmak istiyor. Belli saatte, belli işler olsun onlara yetiyor da artıyor diye düşünürler.” ÇIKARTMA YAPTIĞIMIZ GİRNE’YE DOĞRU

Zonguldaklı Hasan’ın iki kardeşi de Kuzey Kıbrıs’ta, çalışıyor. Annesi de yanında; “-Oğlum ben ezan sesi falan duyamıyorum, namaz vakti geldi mi acaba?” dediğinde O’na namaz saatlerini söylüyormuş; “AK Parti iktidara gelince Kıbrıs’ta da cami sayısında artma oldu. Lefkoşe, Girne, Gazimagusa, Güzelyurt, İskele ve Lefke öyle. Çalışmak için gelen çok sayıda Pakistanlı, Afgan ve Iraklı var. Onlar namazında aptesinde. Müslüman adamlar” diyor. Gerçekten çoğu da geleneklerini belirten kıyafetleriyle hemen belli oluyorlar. Aralarında da güzel bir dayanışma mevcut. Girne’de 400 Pakistanlı genç olduğunu öğrendim. Girne’ye doğru yeşillikleri görmeye başlıyoruz. Beşparmak Dağlarını aşıp deniz ile karşılaşıyoruz. “Deniz Deniz Akdeniz/ Suları Berrak Deniz/” diye başlayan sanırım ilk mektep şarkımız aklıma düşüyor. Artık yolda iki yanımız havuzlu villalarla dolu. Buraları bir zamanlar İngilizler için inşa edilmiş. Yıllık kirası 600-700 Sterlin. 1+1’LER 270-300 Sterlin; 3+1’ler Türk Lirası olarak 2800TL. Birbiri ardından lüks oteller sonra. Tümü dolu. Hepsinin de kumarhanesi(casino) var. Otellerde genelde müşterilerin önemli bölümü Türk, sonra şımarık İsrailliler, zengin Lübnanlılar geliyor. Kıbrıs Rum Kesimiyle bu rakamlar mukayese etmeyecek kadar az. Çünkü Ercan Havaalanına sadece Türk uçakları iniyor ve Kıbrıslı Rumlar ayrıca Avrupa Birliğine üye. En büyük etken de bu. Rumlar hala inatla, gerilimi artırarak KKTC’ye sözde devlet demekten bir türlü vazgeçmiyorlar. Çatalköy’deki ikametimize geldik. Yerleşimimizi gerçekleştirdik. Sonra markete alış verişe gittik. Dolara yükselince 23


buradaki malların da fiyatı artmış. Allahtan KKTC Hükumeti dövizi kontrol altına almış, 24 maddelik bir ekonomik tedbir paketi yayınlamış. Bazı gazeteler ekonomik kriz Kurban Bayramının önüne geçti diye yazmasına rağmen hükümet döviz bazında bütün kiraları sabitlemiş. En ucuz market ola Ya Beleş Market’e gittik. Meyve sebzeye yaklaşılmıyor bile, üstelik birinci kalite de değil; domates, patlıcan, fasulye, yeşil ve kırmızı biber, şeftali, üzüm, incir yaz mevsiminde bile 10-12 TL. Muz 8, salatalık 7.5, soğan 5, patates 4.5. Sadece karpuzun kilosu 4 TL. Supreme Markette ise Peynir, zeytin, hatta süt bile öyle. Et Kıbrıs Rum kesiminde geliyormuş. Yeni yeni hayvancılık ve tarım ürünleri projelerini hükümet hayata geçirmeye başlamış. Bazı büyük otellerin de mandırası varmış. CESUR GAZETELER VE YİĞİT GAZETECİLER

Markette bütün gazeteler satılıyor. Tümüne yakını da binasını ve tesislerini yenilemiş. Merkezler de Lefkoşe genelde. Önce hala eski ve tarihi binasında hizmetini sürdüren; Kıbrıs Türklerinin en eski ve tarihi gazetesi olan 76 yıldır arasız yayınlanan Halkın Sesi Gazetesini aldım. Küçük boy 24 sahife 3 TL. Kurucusu ise milli kahramanlarımızdan Dr. Fazıl Küçük(14 Mart 1942). Manşeti “cep yakan zamlar”dı. TBMM Başkanı Binali Yıldırım’ın ziyaretine rastlamışız meğer. Binali Yıldırım diyor ki “ Adada tek taraflı kararlarla KKTC’nin hükümranlık haklarını göz ardı ederek yapılacak hiç bir girişimi kabul etmeyiz.” KKTC ziyaretimizde Taşkent şehitleri anılıyordu. Çok eski bir ülkücü arkadaşım sayı//51// ekim 24

KKTC Cumhuriyet Meclisi Başkan Yardımcısı Zorlu Töre de Serdarlı’nın kurtuluşunun 44. Yıldönümünde konuşarak “Rumlar adada ENOSİS hayalinden hiç bir zaman vazgeçmedi. Anavatan Türkiye olmasaydı Kıbrıs Türk Halkı da var olmayacaktı.” demiş. Halkın Sesi bir itirafı da neşrediyor ; “Derinya’da 1966 yılındaki olayların çıktığı dönemde Rum Motosikletliler Federasyonu Başkanı olan Yorgos Hacıkostas “Kilisesin de kendilerine çok yardımcı olduğunu ve para verdiğini itiraf etti” “Her Gün Sabah çıkan Türk Gazetesidir” ikinci alt başlığıyla yayınlanan Gazetede Halkın Sesi’nin 50 yıl önceki manşeti de gündeme taşınmış. Buna göre “İki vatandaşımız Rumlar tarafından vurularak yaralandı. Bir Rum genci Türklere sığınıp yardım istedi.” Magusa limanını 50 yıl önceki tarihi resmini de yayınlayan gazete Dr. Fazıl Küçük rahmetlinin bir açıklamasına da bu sayısında yer vermiş; “Türk soğukkanlıdır. Munistir, itaatkardır, kanunlara hürmet eder. Yalnız tahammül edemediği izzeti nefis ve milliyetine yapılan haksız hücumlardır.” Magazine ve spor haberlerine de geniş yer veren Halkın Sesi Gazetesini günümüzde Ali Fahrioğlu, İbrahim Daloğlu ve Murat Ağabiğim (halkinsesi@kibrisonline.comhaber@halkinsesikibris.com) yayına hazırlıyor. KKTC’de çok sayıda yayınlanan günlük gazete bulunuyor. HÜKUMETİN DE MUHALEFETİN DE MEDYASI

Turizm sezonu dışında 250-300 Bin nüfusa karşılık KKTC yazılı ve sözlü, görsel basın açısından zengin bir Türk Cumhuriyeti. 9 sinemasına karşılık resmi kanal Bayrak Radyo Televizyonu BRT, sonra Kıbrıs Televizyonu ve ardından Genç TV.Genelde de tümüne yakını Lefkoşe’de yayınlanıyor. Medyanın hükümeti ve uygulamaları eleştiri hakkı demokratça kullanılıyor. “Adanın tarafsız Gazetesi” Yeni Bakış içeriği derin, yazarı çok, muhtevası geniş bir gazete. Muhalefeti etkili görünüyor. Yusuf Kısa, İlksen Yeşilada, Ufuk Çağa, Elif Şen’in ter döktüğü Yeni Bakış magazin ve sporda da önde. Muhalefeti önde tutuyor. Doların yükselişe geçmesiyle ev kiralarının maaşları geçtiğini ileri sürüyor. Küçük boy 48 sahife Yeni Bakış. Bir zamanlar Türkiye’de de gazete çıkaran, yatırımlar yapan, sonra Londra’da tutuklanan işadamı Asil Nadir’in gazetesi Kıbrıs’ı Nur Nadir, Ali Baturay, Emin Akkor, Senem Gök, Ergül Ernur, Uğur Kaptanoğlu, Songüç Kürşat yayına hazırlıyorlar. Duayen gazeteci Akay Cemal de Kıbrıs’ta yazıyor. Muhalefeti önde


götüren Kıbrıs, haberleri kadar yazarlarıyla da çıtayı yüksekte tutuyor. Kıbrıs’a gelenler KKTC hakkında her bilgiyi buradan rahatlıkla edinebilirler. Dikkat çektiği “Gazze için güney Kıbrıs anahtar role sahip olacak” başlıkla haberini Ankara da iyi analiz etmeli. Ekleri de önemli gazetecilik örneğini yansıtıyor. Her türlü okuyucuya hatip edebiliyor Kıbrıs Gazetesi. Kuzey Kıbrıs Postası Polat Alper, Rasih Reşat, Onur Evrensel, Canan Onurer ve Vatan Mehmet yönetiminde diğer gazeteler gibi 48 sahife değil, küçük boy ama 32 sahife. Nefis bir baskısı var. İyi gazetecilik örneği sunuyorlar. Doğruya doğru, eğriye eğri bir politikasını gözlemledim. Üstelik resmi gazeteden haber yapacak kadar dikkatli ve titiz. Havadis Gazetesi Başaran Düzgün, Tahir Gazi, Mustafa Özsoy, Duygu Alan ve arkadaşları tarafından yayınlanıyor. Tam sahife ilanları çok olan Havadis hep olumlu gözle değerlendiriyor gelişmeyi. Temiz bir baskısı var. Spor ve magazini de politika yazıları kadar dikkat çekici. Güçlünün değil haklının yanında alt başlığı ile yayınlanan Kıbrıs Star Gazetesi çok renkli, ama diğerlerine göre az sahifeli; 24 küçük boy sahifeyle yayınlanıyor. Yerel haberler geniş yer tutuyor. Ali Özmen Safa, Cemile Yalçındağ, Cüneyt Oruç Star Kıbrıs için ter döküyor. Mihrişah Safa da Londra temsilcisi. 15 Temmuz’un KKTC Ayağına ilişkin yayınları da manşetten veriyor. “BİZ SİZE HEP DOĞRULARI SÖYLEDİK”

Demokrat Bakış Rauf Denktaş’ın izinde ve yolunda bir gazete. “Biz size hep doğruları söyledik” diyor. Güvenç Cantaş gazetenin tek ve önemli ismi. Bütün yük omuzlarında. KKTC’de Demokrat Parti’yi hep önde tutuyor. Bayramlaşmaları bile tam sahife olarak yayınlıyor. Kıbrıs Rum basını ve politikacılarını yakından takip ediyor ve açıklamalarını Türk toplumuna yorumlayarak duyuruyor. Seri ilanları yayınlıyor. KKTC Gazetelerinin tümü de 3 TL. Marketlerde satılıyor. Akşam yemeğini Girne’nin meşhur otellerinden Elexus’ta yedik. Otel muhteşem bir turistik tesis. Zaten KKTC turizmde iddialı ülkeler arasında. Öyle ki Kıbrıs Rum kesiminden gelerek tatillerini burada geçiren çok sayıda insan olduğunu öğrendik. Kıbrıslı Rumlar ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı öncesi Kıbrıs nüfusuna dahil bütün Rum ve Türkler BM gözetimindeki Lefkoşe sınır kapısında hüviyetlerini göstererek Kıbrıs adasında rahatlıkla seyahat edebiliyorlar. Bir başka önemli gelir kaynağı ise üniversiteleri. Bu

proje rahmetli Turgut Özal tarafından hayata geçirilmiş ve destek olunmuştu. 135 ülkeden genel öğrencilerin hem eğitimini ve hem de iş bulmasını sağlıyor KKTC Üniversiteleri. Bu konuda mevzuatları müsait. Havacılık eğitimi veren fakülteler de çağdaş teknolojiyi kullanıyor. Şair Osman Türkay’ın evrensel bir birikimi mevcut. Kıbrıs’ta bir üniversite belgeselini çekiyor. KKTC’nin sanatçılarının önemli bölümü çğdaş ve modern toplumun niteliklerine sahip ve ürünlerini öyle yansıtıyorlar. Osman Türkay da onlardan biri. Halen KKTC’de uluslararası anlaşmalardan doğan ciddi boyutta askeri birliklerimiz mevcut. Girne bugün çok sıcak. Nem de var. Erken uyudum. CUMA

Sıcak ve nemden dün akşam rahat edemedim galiba. Çok terledim bütün gece. Saat 12.00’ye doğru Zonguldaklı Hasan yine geldi, beni Nurettin Ersin Paşa Camii’ne götürecek. Cuma namazını orada kılacağız. Türkiye ile KKTC arasında saat farkı yok. Tarihi doku her şeye rağmen korunuyor. Bir günlüğüne çıkarılan bir kanunla çok katlı yerleşimlere kapı aralanmış ama, sonra tepki üzerine bu yasa geri çekilmiş. 12 kilometrelik yolda dolmuşlar da çalışıyor. Yazı 12.00’ye kadar böyle imiş. Turistik otellerin önünden ve yakınından geçiyormuş dolmuşlar. Ama Lefkoşe’ye akşam 21.00’den itibaren araç bulmak pek kolay değilmiş. Ancak özel araç ile gidilebiliyor. Sağımda deniz, solumda yemyeşil tepeler ve dağlar. Çatalköy mezarlığından geçerken fatiha vermek için durduk. Bakımlı bir mezarlık. Mezar sahipleri de alakadar oluyor. Ağaçlar, çiçekler, tertemiz yolları var. Girişteki ilk mezar 1980’li yıllara ait. Mezar taşları ve şekli Anadolu usulü. Günümüze doğru görkemli mezarlar, işlemeli kabirler var. Neredeyse hepsinin mezarında “Mekanın Cennet Olsun” yazılı. Latince fatiha suresi de öyle. Çoğunun mezar taşında da vefat eden kişinin resimleri bulunuyor. Böyle mezarlara daha önce Azerbaycan, Özbekistan ve Tataristan’da rastlamıştım. Özlemler belirtiliyor, dualar ediliyor. Aile mezarları da hemen belli oluyor. Çok zengin mezarları da. Mezar başındaki taze ve örselenmemiş çiçeklerden yeni ziyaretçileri olduğunu anlayabiliyorsunuz. Mezarları da belli süre geçmeden yaptırmıyorlarmış. KKTC yi uzunca anlatmaya devam edeceğim… 25


OĞRAFYA VE TARİHÇE Saraybosna, 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından Osmanlı topraklarına katılmış. 1878 yılındaki Berlin Anlaşmasına kadar Osmanlı hakimiyetinde kalan şehirdeki en önemli eserler Bosna’nın ilk Sancak Beyi olan İsa Bey ile Kanuni Sultan Süleyman’ın Bosna Sancak Beyi olan Gazi Hüsrev Bey‘e ait.

Fatih Sultan Mehmed'in 1463 yılında Bosna’nın fethinden sonra Bosna halkına verdiği Ferman tarihin en önemli belgelerindendir aslında. Bu fermanı burada mutlaka paylaşmalıyız.

SARAYBOSNA -IFatih Sultan Mehmed’in fethinden beri Bosna ülkesi yavaş yavaş Müslümanlaşmaktaydı. Ama insanlar sadece İslam’a girmekle kalmadılar. Osmanlı İslam kültürüne en büyük katkı yapanlardan biri de Bosna ülkesi oldu Hüseyin YÜRÜK

Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilân ediyorum ki; kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransiskenler himâyem altındadır ve emrediyorum: Hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar. Devletimdeki tüm memleketlere dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrâfından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan, ne de ülkemin vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlar da aynı haklara sahiptir.Bu padişah fermanını ilân ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah'ın Elçisi Aziz Peygamberimiz Muhammed ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki; emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır. 28 Mayıs 1463 Milodraz İlber Ortaylı, şehrin Osmanlılarla tanışmasından sonra önemli bir kültür merkezi haline geldiğine şöyle dikkat çekiyor: Fatih Sultan Mehmed’in fethinden beri Bosna ülkesi yavaş yavaş Müslümanlaşmaktaydı. Ama insanlar sadece İslam’a girmekle kalmadılar. Osmanlı İslam kültürüne en büyük katkı yapanlardan biri de Bosna ülkesi oldu, medreseleri en seçkin âlimleri yetiştirdi. Hafız gibi demir

sayı//51// ekim 26


leblebi sayılan büyük İran şairinin İranlılara ve Türklere parmak ısırtacak en iyi yorumunu Bosnalı Sudi yapmıştır. 16. Asrın bu büyük felsefe ve edebiyat yorumcusunun eserine hâlâ başvurulur. (Ortaylı,2013:112) 1863 yılında Kadıasker olarak Bosna’ya giden Devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa Boşnak gençlerden oluşan askeri birlikleri nasıl oluşturduğunun hikayesini ayrıntılarıyla şöyle anlatır: Bayram namazından sonra bir çok Bosnalı genç asker olarak yazılmak için başvurdu. Hatta genç kızlar da askerler için şarkılar yazıyordu. Bu şarkıların birinde mündemiç olan beyitlerin hulâsa-i me’âli şudur: Hünkâr, Müfettiş Efendi’ye emr etmiş demiş ki, Paranın gitdiğine bakma, altunları su gibi akıt Kızları tezvîc et, tâ ki gazî yiğitler ve yeşilli askerler doğursunlar! (Cevdet Paşa,1980:92) Bosna Hersek 1878 yılında Osmanlı Devletinin bir parçası olmaktan çıktı ve Avusturya Macaristan İmparatorluğunun hakimiyetine girdi. Ahmet Muhtar Paşa, Hatıralarında bu olayı şöyle anlatır: Ben Yemen'den İstanbul'a gelip Varna üzerinden Şumnu’ya geçtiğim zaman, yolda bir istasyon memuru Bosna ve Hersek'in Avusturya’ya verildiğini, bu görüşmede İmparatorların hizmetinde bulunan biraderinin işitip kendisine yazdığını bana söylemişti. Mesele Moskova’da Slav komitesi ve İstanbul'da Rusya Sefiri General İgnatiyef ’in himmetleriyle içeriden ateşlenip Hersek, Karadağ ve Bulgaristan için de harekât merkezi kabul edilerek 3 Temmuz 1875'de Hersek'de Nevesin ve yine o zamanlarda Bulgaristan'da Otluk vakalarıyla başladı. İki tarafta da günden güne alevlenerek büyüdükçe büyüdü. (Ahmet Muhtar Paşa,1996:115) İlber

Ortaylı da şehirdeki dini teşkilatın bir dönem çok önemli faaliyetlere imza attığına dikkat çekiyor: Reisü’l-ulema teşkilatı o dönemdeki Rusya İmparatorluğu, Fransa veya Britanya kolonilerinde görülmeyecek bir özgünlük oluşturmuştu. Din görevlileri İstanbul’da okuyabiliyordu. Ne var ki 1940’lardan sonra bu durum değişti. Bosna’nın bugünkü baş müftüsü yani Reisü’l-ulema Mustafa Ceriç Mısır’da okumak zorunda kaldı. Kendisi Türkçe bilmiyor. Ama teşkilattaki din görevlilerine Türkçe öğrenmeyi zorunlu tutuyor. Ceriç’in İngilizcesi de akıcı ve zengin. (Ortaylı,2013:114) SARAYBOSNA ŞAHİTLİKLERİ

Bölgedeki isyanı bastırmak üzere 1861 yılında Bosna’ya giden Gazi Ahmet Muhtar Paşa Bosna’da yaşadığı bir olaydan şöyle bahsediyor:17 Mayıs 1861 günü tayinimin çıktığı Bosna için gemiyle Belgrad’a gittim. Müşir, Bosna’daki yolların yapım görevini nahiye halkına vermiş bize de işin teftişi görevini vermişti. Yoldan hisseme düşen yeri yaptırırken, bir kazanın nahiyesinin reisi kendine az yer verilmesi için bana rüşvet vermeyi kurmuş ve maiyetimde bulunan Selim adındaki zaptiye neferinden yüz bulamamış. Nihayet Mokra Hanı'nda yattığım odaya gelip minderimin altına birkaç adet Fransız lirası koymuşmuş. Parayı derhal herife iade ettim.(Ahmet Muhtar Paşa,1996:11) 1863 yılında Bosna’da Müfettiş olarak bulunan Ahmet Cevdet Paşa’nın ‘Maruzat’ isimli eserinde Boşnaklarla ilgili paylaştığı bir ayrıntı manidardır. Ahmet Cevdet Paşa, Boşnaklardan övgüyle şöyle söz eder:Boşnakların metânetlerine bakmalı ki, on sekiz kişi yirmi 27


dört gün müzâkerât ile meşgul oldular. İçlerinden hârice bir söz teraşşuh etmedi. Böyle sağlam âdemler ile çok iş görülebileceğini bu hâllerinden istidlâl etdim.(Cevdet Paşa,1980:87) Ahmet Cevdet Paşa, şehirde yaptığı bir tenezzühten de şöyle bahseder: Bir gün Saray Bosna’da ‘Ekşisu’ denilen mahalle gittik. Burası bir mahall-i ferahfezâ olup burada nebe'an eden maden-suyu’na «Ekşi-su» denilür ki gayet nâfi bir sudur. Mevsim-i sayfda her tarafdan, hattâ Avusturya’dan bile âdemler gelip haftalarca burada ikamet eylediklerinden burada pek cesîm hanlar binâ olunmuşdur. (Cevdet Paşa,1980:94) Saraybosna’yı ziyaret eden İlber Ortaylı, şehri Bursa’ya benzettiğini nakleder:1972 yılının Haziran ayında elimde bavullarla VenedikDubrovnik seferini yapan Yugoslav vapurundan indim.İki gün sonra köylülerle dolu bir trenle Travnik’e, sonra Saraybosna’ya adım attım. Yollarda insanlarla sohbet ediyordum ve herkes kitap bavulumu taşımaya yardım ediyordu. Saraybosna muhteşemdi, Balkanların Bursa’sıydı. (Ortaylı,2013:134) İlber Ortaylı tesbitlerine şöyle devam ediyor: Osmanlı döneminde Tuna vilayetleri, gayet verimli arazileri, düzgün süvari ve askeri yolları dolayısıyla tesisler kurulan ve gelişen şehirlerin olduğu bölgelerdir. Tuna Nehri boyunca yayılan ve çeşitli dini etnik unsurlarla renklenen Osmanlı Balkanları, en ilginç ve renkli tasvirlerinden birini Nobel ödüllü Sırp yazar İvo Andriç’in Drina Köprüsü adlı romanında bulmuştur.(Ortaylı,2013:104) Biz de üç yıl kadar önce bir Balkan Turu çerçevesinde şehri ziyaret etme fırsatı bulduk. Bu vesile ile kendi şahitliklerimi de sizlerle paylaşayım. sayı//51// ekim 28

Saraybosna’ya yağmurlu bir Pazar günü giriş yaptık.Şehrin girişindeki yüksek tepelerde iki büyük kışla vardı. Bunlardan biri Osmanlı Devleti’nden kalma gariban bir bina idi. Diğeri Avusturya- Macaristan devletinden kalma ihtişamlı bir bina idi. Saraybosna’da otobüsten indiğimiz yerdeki büfelerin camlarında büyük boy içki şişeleri alıcılarını bekliyordu. Saraybosna gezisine içki satılan büfelerle başlamak doğrusu hüzünlendirdi bizi. Otobüsten inip biraz yürüdükten sonra ‘Suyu Yavaş Akan Nehir’ üzerindeki bir köprünün kenarından Tur Rehberi bize Saraybosna ile ilgili ilk bilgileri verdi.Hemen karşımızda savaşta bir büyük vandal saldırısına uğramış kütüphane binası bulunuyordu. 19. yüzyılın sonlarında inşa edilen ve uzunca bir süre Belediye Binası olarak kullanılan bina, 1949 yılında Milli Kütüphane’ye dönüştürülmüş. 1896 yıllarında tarihi Başçarşı’nın yanı başına Endülüs mimarisiyle inşa edilen kütüphane, Bosna-Hersek’te yaşayan Boşnak, Sırp, Hırvat ve Yahudiler’e ait el yazması ve önemli eserlerin de bulunduğu yaklaşık 6 milyon kitap ve arşiv belgeleriyle “ülkenin hafızası” konumundaydı. Kütüphanede, 3 gün boyunca devam eden yangında 155 bini el yazması, ülkenin ulusal arşivlerinin de bulunduğu yaklaşık 2 milyon eser yok oldu. Kendilerinden olan bir taş yerinden oynasa dünyanın hümanizmini ve romantizmini yapan çağdaş batı medeniyetinin(!) mensupları bu büyük ve tarihi kültür katliamı karşısında hep suskun kalmayı tercih ettiler. Bosna Hersek’in ünlü edebiyatçısı Abdullah Sidran “Saraybosna için hayat çok kısadır” der. Nitekim bu tesbit çağlar boyunca Bosna’nın üzerinde kendisini


çeşitli defalar göstermiştir. Kütüphane Ağustos 1992'de Sırp güçlerinin civar tepelerden attığı fosfor bombalarıyla yakıldı. Binadan geriye sadece duvarlar kaldı. Osmanlı ve AvusturyaMacaristan imparatorlukları dönemleri de dahil olmak üzere Bosna-Hersek'in tarih ve kültür mirası eserlerden yaklaşık yüzde 90'ı kül oldu. Kütüphanede, 3 gün boyunca devam eden yangında 155 bini el yazması, ülkenin ulusal arşivlerinin de bulunduğu yaklaşık 2 milyon eser yok oldu.Kütüphane müdürü Dr Rizo Sijaric bir bomba ile kütüphane çalışanı Aida Buturoviç kitapları kurtarmaya çalışırken kurşunlara hedef oldular.Milli kütüphane 22 yıl sonra 2014 yılında ancak yeniden açılabildi. (tk.org)

ikindi namazını kılmak üzere en yakın camiye gitmek üzere hareketlendik. Başçarşı’nın devamı olan bu cadde üzerinde üç adet cami vardı. Yanına vardığımız Ferhadiye Caminin kapısı kilitliydi.Dış avluda namaz kılmış ayrılmakta olan bir Türk “Burada sadece bir tek camide ezan sesi dışarıya verilir.Başka camilerde dışarıya verilmez” dedi.Bizim Kıbrıs gibiydi anlaşılan burada camilerin durumu.

Köprünün ardından Başçarşı merkezli yaklaşık bir saati kapsayan bir gezi yaptık. Şairin ‘Kime baksam sen!’ dediği gibi Bosna sokaklarını arşınlarken baktığımız her yerde Bosna’ya yakılmış ağıtlar zihnimize üşüşmeye başladı.Şair Hamza Humo’ya Saraybosna için “Ah sevgilim! Yaralı kaygım benim.” dedirten kanlı savaşın izleri yol boyunca Sırpların kurşun ve füzeleriyle vurulmuş binalar olarak kendini gösteriyordu. Binaların çoğu delik deşikti. Bir de Başçarşıya yapılmış top saldırısını gösteren yerde kan işaretleri ve ölenlerin ismini gösteren sembolik bir işaret vardı. Şair Bayram Yelen'in ‘Dünya; dilsiz, kör, sağır /Görmez Bosna Hersek'i’ sözleriyle ifade ettiği gibi üç yıllık muhasara sırasında Bosna halkı tam bir soykırıma uğramıştı. Bu anlamlı yerden etrafıma bakınca insanların gündelik uğraşılarına tıpkı eskisi gibi devam ettiklerine şahit oldum. Saraybosnalılar yeni bir gelecek için günlük koşuşturmalarına devam ediyorlardı. ‘Eğer insanlara geçmiş idraki vermezseniz meçhul bir geleceğe doğru yeniden kulaçlar atıyorsunuz demektir’ diye düşündüm.

Başşehir Saraybosna her yanı delik deşik Vahşetin sınırı yok kan damlatıyor beşik

Evliya Çelebi Başçarşı ile ilgili şunları söylüyor: “Başçarşı’da 1080 dükkan bulunmaktadır. Bu dükkanlar güzellik sembolüdür.” Savaş sırasında Sırp saldırılarına maruz kalan meydanın etrafı Osmanlı mimarisi ile inşa edilen yapılar ile çevrili. Günümüzde çarşı ve civarında birçok dükkan, bedesten, camii ve medrese bulunuyor.Başçarşı ve civarında görülebilecek yerlerin başında Sebil, Gazi Hüsrev Bey Camii, Beyaz Burç, Brusa Bedesteni, Hünkar Camii ve Saat Kulesi geliyor. Bu Caddenin sonunda İran konsolosluğu var. Tur Rehberinin bizi burada serbest bırakmasının ardından eşimle

1561 – 62 yılları arasında inşa edilen Ferhadiye Caminin ön bahçesindeki hazirede eski dönemlere ait mezarlar olduğu kadar savaş döneminde şehit olanların mezarları da dikkat çekiyor. Ferhadiye Camiinde ikindi namazını kıldıktan sonra Şair İsmail Tunç’un

Saldırıyor Hırvat, Sırp, Boşnaklar savunmada Gazi Hüsrev Paşanın ruhuyla avunmada duyguları eşliğinde Gazi Hüsrev Bey Camiine geldik. Burada önce Gazi Hüsrev Bey’in Türbesini ziyaret ettikten sonra iki rekat namaz kıldık. 1530 yılında inşa edilen Gazi Hüsrev Bey Camii, şehrin en önemli camilerinden. Adını camiyi inşa ettiren Bosna Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey’den alan ve Mimar Sinan tarafından yapılan camii şehrin en işlek noktası olan Başçarşı’da bulunuyor. Bosna Savaşı’nda Sırpların hedef noktası haline gelen Gazi Hüsrev Bey Camii 1996 yılında dış yardımlarla yenilenmiş. Gazi Hüsrev Bey Camii bahçesinde Gazi Hüsrev Bey’in türbesi de mevcut. Camii ve bahçesi içerisinde şadırvan, abdesthane, muvakkithane, mektep, medrese ve bir saat kulesi bulunuyor. 16. yüzyılda inşa edilmiş olan Gazi Hüsrev Bey Medresesi şehirdeki önemli Osmanlı eserlerinden biri. Gazi Hüsrev Bey Medresesi’ni bu derece önemli ve ünlü kılan özelliklerin başında kurulduğu dönemde oluşturulan 50.000 kitap kapasitelik kütüphane gelmekte. Bu kitaplardan yaklaşık 7.000 tanesi el yazması imiş. (Devamı Önümüzdeki Ay) KAYNAKLAR • Ahmet Cevdet Paşa,(1980),Maruzat,İstanbul: Çağrı Yay, • Gazi Ahmet Muhtar Paşa,(1996), Anılar, Tarih Vakfı Yayınları: İstanbul • Ortaylı İlber,(2013),İlber Ortaylı Seyahatnamesi, İstanbul: Timaş Yayınları 29


AKSARAY VE KAYBOLAN

İSTANBUL

İlk çocukluk yıllarımızda toprakta oynanan oyunlar vardı. Toprakta çivi saplayarak labirentler çizme, misketle ve beş çukur kazılarak oynanan kaptan oyunu , toprağa üçgen çizilerek oynanan mors oyunu, misketlerin yan yana dizildiği baş ve başaltı oyunları favorimizdi. Birde belki sadece bizim mahalleye mahsus olan ve kaldırım kenarındaki 15 santimlik bordür taşında oynanan gazoz kapağı sürmece. Y.Mimar Dr.M.ŞİMŞEK DENİZ*

*S. Zaim Üniversitesi-Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğr. Üyesi.

sayı//51// ekim 30

ksaraylıydık biz. Orası Fatih’e ait, siz Fatih’de oturuyorsunuz diyenlere kızardık. Hayır biz Aksaraylıydık. Semte karşı bir aidiyet duygumuz vardı ve gönülden bağlıydık. Eskiden başı önde gezenlere “Hayrola hemşehrim neyin var yoksa Aksaraylımısın? derlermiş. Aksaraylı sabah işe giderken, Ordu caddesini çıkıyor. Güneş sabahları o cihetten doğduğu için, gözüne güneş gelmemesi için başı önde yürüyor. Akşam Beyazıt ve Laleliden aşağı inerken bu sefer güneş Topkapı tarafından batıyor Aksaraylının başı yine önde.. Tüm kardeşler Oruç Gazi İlkokulunda okuduk. Sofular ve Horhor yokuşundan aşağıya ta Aksaray a kadar bisiklet saldık. Saraçhane Parkından uçurtma uçurduk. İstanbul Belediyesinin önündeki büyük havuza girerek zabıtalarla köşe kapmaca oynadık. Aksaray’ın türkülerini söyledik. Benim bildiğim üç türküsü var -Aksaray’dan geçer iken çevirdiler yolumu -Yemenimin oyası -Aksaray a gide gele yoruldum Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım Aksaray’da Sofular ve Horhor da geçti . Ahmediye caddesinde otururduk, önü açıktı ve Vatan caddesine bakardı. Günümüzde metro istasyonu olan açık alan geçmişte tır ve kamyon parkı ve daha sonra çocuk oyun parkı olarak kullanıldı. Bugün boş olan, Aksaray Metro İstasyonundan, Yeraltı Çarşısına kadar olan büyük alan 70 li yıllarda büyük Aksaray Pazarıydı. 1-2 katlı dükkanlar vardı. Günümüzde olmayan canlı kümes hayvanı satan dükkanlar ve buzcular vardı. Tavukları keser, tüylerini yolar, kuru yolma olarak oracıkta satarlardı. Pazarın sevmediğim tarafıydı. Çukurpazar’da çok güzel bisküviler vardı. Tenekelerde satarlardı. Ramazanlarda Murat Paşa Camisinde teravih namazını kılardık. Çıkışta Gülten Halam Migros’un yanındaki Yuvam Pastanesinde bize dondurma ve tavuk göğsü ısmarlardı. İlk çocukluk yıllarımızda toprakta oynanan oyunlar vardı. Toprakta çivi saplayarak labirentler çizme, misketle ve beş çukur kazılarak oynanan kaptan oyunu, toprağa üçgen çizilerek oynanan mors oyunu, misketlerin yan yana dizildiği baş ve başaltı oyunları favorimizdi. Birde belki sadece bizim mahalleye mahsus olan ve kaldırım kenarındaki 15 santimlik


bordür taşında oynanan gazoz kapağı sürmece. Eşref, Bekir, Özcan, Yusuf, Hasan, Turan, Metin, Cüneyt, Çetin ve diğerleri. Bekir ve Özcan ile hâlâ görüşürüz onlar da kardeşim Osman ve Cüneyt gibi uzağa gittiler Avcılar ve Beylikdüzü’ne. Onlara Trakyalı diyorum. Bizim Cüneyt çok yakışıklı bir çocuktu. Herkes Erol Evgin’e benzetirdi. Ama çocukluk dönemine ait çok az fotoğrafı var. Bekirin yeğeni, Atike ablanın oğlu Ömer Cankatar 15 temmuz 2016 da Saraçhane de şehit düştü ruhu şâd olsun. Eşref çok güzel bisiklete binerdi ve basketbol oynardı babası banka müdürüydü. Daha sonra ondan haber alamadık. Bekir bir ara disko çocuğu oldu ama çabuk toparladı. Vatan caddesinin karşı tarafındaki Sülüklü Parkta, şimdi üstüne Historia denen kocaman avm dikilen İskenderpaşa Parkında ve Sofular Ekmel Tekkesinin bahçesinde bayrak maçları yapardık. Türk bayrağı yada meşhur bir takımın bayrağını Tahtakale’den alırdık. Maçı kazanan bayrağı alırdı. Bizim 6 kişilik takımda, ben ,kardeşlerim Osman, Cem, Cüneyt ve hala oğullarımız Murat la Mehmet yer alırdı. Osman sert ve isabetli şut atardı. Mehmet kalede çok kolay gol yerdi, Cem ise mücadeleciydi. İstediği zaman çok güzel oynardı. Apartmanımız 6 katlı yığma bir yapıydı. Babamın ismini taşırdı Yıldırım. Rahmetli dedem Yıldırım’ın oğlu Şimşek olur diye bana bu ismi vermiş. Birazda komşu esnaflardan söz etmek isterim. Sobacı bakkal Bekir amca, Berber Basri amca, Kastamonulu şekerci Kazım abi, göçmen Bülent bakkal, Karakol Bakkal, Elazığlı kürt börekçisi Cemal, Urfalıların kahvesi, Kastamonu Devrekanililerin Kahvesi, Urfa Cesur yazıhanesinin sahibi topal Yaşar abi… Bir tarafımız Urfa, bir tarafımız Kastamonu idi. Ayrıca Ahmediye Caddesinin köşesindeki Otel Kumova, Balkan göçmenlerinin uğrak yeriydi. Kosovalılar, Prizrenliler, Kumovalılar, Priştinalılar.. Simitçi Şakir sokaktan otobüsleri kalkardı. Bütün bunların arasında İsparta’lı Kibar İsmail Beyin Soygül Bonmarşesi isimli mağazası vardı. Bonmarşe Fransızca güzel alışveriş manasına geliyor. İsmail amca her sabah dirseklerine kadar gelen kolluklarını takar turuncu parlak renkli Anadol marka arabasını ve dükkanını temizlerdi. Vitrininde bizim dışardan seyrettiğimiz, içi rengarenk balıklarla dolu bir akvaryumu vardı. Onun üstünde Perihan teyzeler, onun üstünde de Bekir ve Habibe

ablalar son katta ise ayakkabıcı Ahmet abi ve Gülseren abla otururdu. Kastamonulu olan ve asla gerçek adını öğrenemediğimiz Kelle ise gece gündüz sarhoştu . Elinde şarap şişesi herkese bir şeyler tarif ederdi. Çok nadir olan ayık zamanlarında çok ciddi ve iyi bir inşaat işçisiydi. Ördek amca, hem Horhor da hem Sofular da tanınırdı… Tıkalı olan su borularını açmak, çatıdaki soba bacalarının kurumlarını temizlemek onun işiydi. Çok su işiyle uğraştığı ve hep ıslak olduğu için mahalleli ona Ördek ismini vermişti. Ama o bu lakaptan memnundu kızmazdı. Gazi Amca ressamdı. Apartman girişleri yanlarındaki büyükçe duvar alanlarına duvar resimleri yapardı. Resim takımları, tuvali, sıkılmış yağlı boya tüplerini ve hep dudağında tuttuğu filtresiz Birinci sigarasını çok iyi hatırlıyorum. Bilge bir kişiydi. Mahalle çocuklarına tarihi savaşları ve sanatı anlatırdı. Mahalleden geçen çok kısa boylu bir satıcı vardı. İsmini hatırlayamıyorum. Ama yoğuuuurt diye bağırması hala kulağımda.. Sokakta değişik sesler vardı. Şimdi kalmadı. Yazın yoğurt, kışın balık satardı. Onları iki omzuna attığı iplerle yere uzanan tepsiler içinde satardı. Daha sonra onu Oruç Gazi İlkokulu önünde helva satarken görmüştüm. Günümüzde Historia AVM’nin olduğu yerde 8-10 gecekondu ve onların sütçü beygirleri vardı. Evlere çıka, ölçek ve bakraçlarla süt dağıtırlardı. Bizim sütçü, sattığı sütü kulağının arkasından çıkardığı kırmızı kalemle duvara işaretler, ay sonunda parasını alırdı. Vatan caddesinin karşısındaki Sülüklü Parkın yanında oturan Safiye Teyze, ince uzun ve sarışındı. Çok değişik bir ses tonu vardı tarif etmek çok zor. Safiye Teyze Aziz Nesin’le askeriyede öğrenci olduğu zaman tanışmış ve nişanlanmışlar. Rahmetli Safiye Teyze kendisinin rahat giyiminden dolayı Aziz Nesin’le ayrıldıklarını söylerdi. Yeğeni Mukadder abla ile bize sık gelirlerdi. Mahallemizin önemli isimlerinden, tek gözü ama Faryap Yaşar abiyi, Balıkçı Osman’ı, Arnavut Turşucu Hikmet abiyi ve Ragıp Bey sokaktaki kaportacı Apo abiyi de unutamam. Hikmet abi, Hamal Dedenin (Sofuların caddeyle buluştuğu noktada Türbesi olan hazret) köşesinde satardı Arnavut turşusunu. Dini bayramlar coştuğumuz, yaramazlığımızın zirve yaptığı günlerdi. Bayram namazına 31


Murat Paşa Camisine giderdik. Büyüklerden bayram harçlığını alır almaz torpil, füze, roket, kız kovalayan, mantar tabancası, mantar ve çatapat alırdık. Çatapatın barut kokusu hala burnumda tüter. Mahallenin kızlarına attığımız kız kovalayanlar..Lunapartaki, zincir, dönme dolap, çarpışan arabalar, atlı karınca ve uçak. Tam bir cümbüştü bizim için bayram günleri. Kurban Bayramının ilk günü annem ve ninemin pişirdiği kebapların lezzeti çok farklıydı.. Milli bayramların resmi geçitleri hep Vatan caddesi üzerinde olurdu ve o günler bizim için özel günlerdi. Önce kahverengi üniformalarıyla karacı askerler geçerdi, onları gök mavisi elbiseleriyle havacılar ve beyazlar içindeki bahriyeliler izlerdi. En son tanklar geçerdi ve evler zangırdardı. Askeri geçitlerde en öndeki askerin elindeki asayı belki 10-15 metre havaya fırlatıp tutmasını heyecanla beklerdim. Pencereyi açarak kardeşler hep bir ağızdan” Yaşa Varol Türk Askeri” diye bağırırdık. Apartmanda ilk televizyonu 3. katta oturan Sadık beyamca ve Cevriye teyzeler almıştı. Balkan göçmeniydiler, kızları Hanım ablanın Millet caddesinde “Hanımşah” isminde eczanesi vardı. Genç öldü Hanım abla. Şadan abla diş doktoru, Nacize ablada Bayrampaşa’da çocuk doktoruydu. Çok nezih bir aileydi. Cevriye Teyze kandil akşamları o nefis çam fıstıklı irmik helvasını yapar gönderirdi. Televizyon o yılların en önemli eğlencesiydi. Haftada 2-3 kez Cevriye teyzelere televizyon seyretmeye inerdik. Annem cebimize temiz mendilleri koyar, sıkı sıkıya tembih ederdi. “Hiçbir şey istemeyeceksiniz, teşekkür ederim efendim diyeceksiniz, yerinizden kalkmayacaksınız, 2 saat sonra yukarı çıkacaksınız” Bizde üç kardeş, yanyana ellerimiz dizlerimizde oturur, kafalarımız dik bir şekilde televizyonu seyreder, yukarı çıkardık. Sonra bizde Telefunken marka siyah beyaz tv aldık. Bütün apartman bize dolardı. 2. katta oturan Emin amcanın kızı Nazlı, 6. kattaki Diyarbakırlı Aslı abla, Canan ve Orhan hep bizdeydi. Araba sayısı ne kadar azdı. Hatırlıyorum, kardeşlerim Osman ve Cem’le Vatan Caddesinden geçen araba markalarını paylaşarak, kimin araba markası daha çok geçecek diye oyun oynardık. Rahmetli Nazlı ninem tam bir Antep kadınıydı. Gaziantep de güzel yemek yapan kadınlara Keyrevan derler, Ninemde öyleydi. Zeytinyağı, simit, sayı//51// ekim 32

bulgur, baharat, peynir ve üzüm bize her sene Antep den gelirdi. Oval Antep Üzümü çok tatlı olur. Bir keresinde üzüm sepetinin içine saklanan küçük bir yılan ta Antep den, otobüsle İstanbul’a gelmiş, sepetten çıkmış, giriş kapısının üstünde kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkıyordu. O gün evdeki korku ve heyecanı unutamam. Bostanlar vardı. Şimdi İstanbul Emniyet Müdürlüğünün ve Vergi Dairesinin olduğu yerler bostandı. Ninem Vatan Caddesindeki çimenlerden Kuzu Kulağı ve çeşitli otlar toplayarak evde salata yapardı da kimse yadırgamaz yerdi. Şehir kirli değildi. Kuran Kursuna önce Ahmediye Camisine gittik.. Daha sonraları ise Sofular Camisinde devam ettik. Pijamayla kursa gider, Elifba okur, sonra Ekmel Tekkesinin toprak bahçesinde maç yapardık. Müezzin Nuri Efendi tatlı sert bir hocaydı.. İmam Ali Rıza Hocanın çok güzel bir sesi vardı. Bilhassa İnşirah suresini çok güzel okurdu. İlkokul 5 de Kuran-ı Kerimi hatmettik. Sofular Camisinde yapılan hatim töreninde hepimiz bembeyaz elbiseler giyip, takkeler takmıştık. Evimizin olduğu Ahmediye caddesi ile arkadaki Hattat Fehmi sokak bitişik Nizam apartmanlardan müteşekkildi.. Bu apartmanların arasında kalan ahşap bir konak vardı. Burada Saliha Teyze, oğlu Hasan ve kocası Sami Amca otururdu. Saliha Teyze kocasının, arkasına basılmış ayakkabısı ile dışarı çıkar, erkek çorapları giyerek evinin önünü süpürürdü. “Boyun bosun devrilsin Sami” diyerek onu Sofular caddesine kadar kovalaması daha dün gibi gözümün önündedir. Evde yaramazlık yaptığımız zaman annem bizi, sizi Saliha Teyzeye vereceğim diye korkuturdu. Annem ne yapsın biz çok yaramaz tam yedi kardeştik. Saliha Teyzenin evin üst katındaki küçük kare pencereden ayrık gözleriyle bize bakışı hepimizi ürkütür içeri kaçardık. Yıllar sonra Saliha Teyzenin oğlu makine mühendisi çıktı. Ailece Avcılara taşındılar. Sonra hiç haber alamadık onlardan. Ahşap ev ise zamana daha fazla dayanamadı. Evi bir hocaefendi satın aldı. O Zamanlar mimarlıktan yeni mezun olmuştum. Evi ahşap olarak onaracağım dedi ama sözünde durmadı. Ahşap kaplamaları söktü, evi çirkin bir betona dönüştürdü. Belkide Saliha Teyzenin ahşap evinin eski eser tescili yapılmamıştı. Sofular Baba ve Fatih in hamalbaşısı Hamal Dede mahallemizin


yatırlarıydı. Hamal Dede ile yaşıt olan üstündeki yüzlerce yıllık ağaca fırtınalı bir günde yıldırım isabet etmiş, ağacın yarısı devrilmişti. Biz apartmanın 4. katında otururduk. Dairenin arka küçük terasında hayvan eksik olmazdı, Kedi, tavşan, ördek, horoz. Manav sandıklarıyla güvercin tutardık, ama tekrar onları salardık. Cem av konusunda çok mahirdi. Kız kardeşlerim Hatice ve Nazlıgü’lün kedileri hala evlerinden eksik değil. Evde yedi kardeşin ayrı, ayrı hayvanları vardı ve arka terasa hepsini sığdırırdık. Şimdi düşünüyorumda annem ne kadar sabırlıymış. Küçük kardeşim Alparslan resime ve tarihe çok meraklıydı. Sonunda Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümünü kazandı. Ama çok genç yaşta kaybettik onu. 23 yaşındaydı. Bu yazıyı okuyan herkesten ona rahmet dilemesini istiyorum.. Horhor da Kızıl Minare Camisinin imamı Mahmut Bayram’dı. Rahmetli eşi Nezaket Teyze, kızı Saliha Abla ve oğlu Vehbi abi aile dostumuzdu. Küçük oğlu Zahit çok iyi topçuydu. Sokakta oynayıp acıktığımızda Nezaket teyze ekmek arası peynir, zeytin hazırlar verirdi. Mahmut Bayram Hocanın büyük oğlu Vehbi abi Gönen de oturuyor. Ara sıra görüşüyoruz. Geçen sene rahmetli olan Fevziye Nuroğlu halam ve şu anda Bursa da Hidayet Vakfının başında olan Gülten Halam Türkiye’de başörtü mücadelesinin öncülerindendi. Şule Yüksel Şenler, Dr. Gülsen Ataseven, Mukaddes Çıtlak, Fatma Çalıkavak evimize misafir olurdu. Kadir Mısıroğlu, Rahmetli Ayhan Songar eşi Reyhan Abla ve bir dönem Vakıf Gureba Hastanesinin başhekimi Prof. Asaf Ataseven de çok gelirdi. İlk gençlik yıllarımıza ait önemli bir hatıram da Romanya bandralı İndependenta tankerinin Haydarpaşa açıklarında karaya vurup patladığı akşamdır. Geceye doğru bütün Aksaray aydınlanmış gündüz gibi olmuştu. Hepimiz dışarı fırladık. Rahmetli ninem 5. kattan bağırmıştı. ”Oğlum nur yağıyor nur, sakın korkmayın!” İBB Kudeb’ in (Eski Eser Koruma Uygulama Başkanlığı) başındayken Sofular ve Horhor daki tarihi eserleri onarmak nasip oldu. Doğup büyüdüğüm semte hizmet vermek benim için onur olmuştur. Bu eserler arasında Damat İbrahim Paşa Meydan Çeşmesini, Horhor Hindular Tekkesini ve Çeşmesini, Gazi Süleyman Çeşmesini sayabilirim…

Geçenlerde Horhor semtine ait bir deyim öğrendim. Çok aksırıp, tıksıran ve burnu sürekli akan adama eskiler “Burnu Horhor Çeşmesi gibi” derlermiş. Hindular tekkesinin mezarlıklar içindeki meşrutasında aile dostumuz Sacide Abla ve Emine Teyze otururdu. Sacide Abla sürekli Almanya’da oturan oğlunu anlatırdı. Tekkenin önündeki küçük büfede sigara, meşrubat, kuruyemiş satardı. 20 sene önce Yalova’ya gittiğini duyduk ve bir daha dönmedi. Sofular ve Horhor’un eski çocukları şimdi Sofular Hamamı yanındaki Galatasaray’lı eski futbolcu Ali abinin (Ali Yavaş) lokalinde cumartesi günleri buluşuyorlar. Badi Hayri, Bekir, Horhorlu Halil, Yahya ve Ayhan kardeşler, Laz Hüseyin, turşucu Hikmet Abinin oğlu zabıta Tayfunu ara sıra görüyorum. Ama çoğu kayıp kim bilir nerdeler? Ben de bazen lokale gidiyorum. Eski günleri konuşuyoruz. Hep özlemle hatırladığımız eski İstanbul’u… Gelelim günümüzün Sofular ve Horhor semtine; İstanbul’da belkide çok az semt böyle büyük bir değişiklik geçirmiştir. Gerçi Sofular Hamamı, Gülen Eczanesi, Bakkal Bülent, Yaşar Pastanesi, Foto Arzu ve Berber Kadir duruyor ama semt adeta Ortadoğu’dan fırlamış gibi bir hal aldı, Tanımak mümkün değil. Buralarda artık her yer kebapçı. Ama ilk zamanların lezzeti yok. Kaldırımlar işgal edilmiş, dükkanların önünde saygısız valeler ve sokak köşelerinde karanlık tipler. Semtimiz kriminal bir kimlik kazandı. Eski sesler, insan ilişkileri ve mahalle kültürü yok artık!.. Ne diyelim… Şairin dediği gibi yaşamıyoruz artık o eski topraklarda.. 33


ayvanlar üretmez, sadece tüketirler. İnsanlar ise, tüketmek için öncelikle üretirler. İn-sanı hayvanlardan ayıran temel özellik burada başlar. Ancak, insan sadece tüketen bir canlı mıdır? Onun sosyal varlık haline getiren, diğer cinsleriyle ilişkileridir. Birlikte hareket etme içgüdüsü, insanlığın tarihi boyunca hep yönlendirici olmuş ve bu toplu yaşama alanlarını, arkasından organize olmayı, daha açığı birlikte yaşama içgüdüsünü. o da şehirleri doğurmuştur.

ŞAİR VE ŞEHİR

“Nâgehân ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm Ben dahî bile yapıldım taş ü toprak âresinde”

Şehir hayatında mimarinin ve resmin üslubu ile şiirin üslubu örtüşürler. Bu, aslında birinin diğe-rini ehlileştirmesinde önemli birer aşamadır. Muhsin İlyas SUBAŞI

İnsanlar, aklın imkânını kullanan tek canlı olduğuna göre, akıl, vücudun ihtiyaçlarına da çözüm aramada kullanılan tek vasıta haline gelmiştir. Bir insan vücudu sadece tüketim zeminin-den beslenmez. Onun ruhsal ve duygu alanında ihtiyaçları ortaya çıkacaktır. İlkel kavimlerin sesle başlayan tepkileri zamanla işaretlere, işaretler harflere, harfler konuşma şekline dönüşmüştür. Uzun bir süreçtir, ama yüz binlerce yıl süren insanlığın tarihi boyunca gelişmenin zemini bu esas-lara bağlı kalarak ilerlemiştir. Konuşan insan, düşünen insandır. Düşünen insan duygularını kontrol eden ve onun ihtiyaçlarına cevap arayan insandır. Bu sosyalleşme evresinde insanların ilk başvurdukları şey, söz ve işaretlerden sonra büyük ihtimalle şiir tarzı ifadeler olmuştur. Çünkü insan bir umudun taşıyıcısı ise, onu ifade ederken dilin imkânlarını şiirin büyüsüyle birleştirip karşısındakine kendisini ispat etmesi gerekecektir. İnsanlığın tarihi boyunca bu çok uzun bir merhaledir, ancak insan bunları aşarak bugünlere gelebilmiştir. Biz, böyle bir şema içerisinde, şairin konumunu ve şiirin yerini inceleyeceksek başvuracağımız iki önemli kaynak vardır. Birisi şehirleşmenin şiirdeki yeri ile şiirin şehirleşmedeki önemidir. Bu adeta, ‘yumurta tavuktan mı çıkar tavuk yumurtadan mı’ darbımeseline benzer gibi görünse de, temelde şairi doğuran olmasa da besleyen şehirdir. Şairi niye doğurmaz, şair her ortamda fıtratında var olan duygusal dili her yerde kullanabilir. Dağ başında tek başına kalsa da, şehir içerisindeki insan mahşeri içinde olsa da! Ancak dağ başındaki şairin muhit şansı olmayacağı için çoğu zaman tekrara düşer ve dolayısıy-la bir etkinlik gösteremez. Şehir hayatının çeşitliliği, duyguların her alanda talep bulmasına ve şairin iç dinamizmini doyurmasına zemin hazırlar. Araplardaki şiir

sayı//51// ekim 34


panayırları bunun ilgi çekici örneğidir. Bu kalabalıklara karşı şiirini dillendirmeye gelen insanlar, buradaki toplulukların, ya da kabile reislerinin eğilimlerini dikkate alarak şiirlerini okurlar. Bunun belki mevzii bir örneğidir, ancak bizde de, saraylarda şiir okuyan şairlerin Sultanlara şiir yazmaları, onlara bunu ithaf edip ulufe almaları tipik bir örnek değil midir? Şehir hayatını bir bütünlüğe kavuşturan, temel kavramları sosyal hayatın ayrıntılarında arayan Sosyologlar, buraların da bir insanın sahip olduğu çeşitliliği bünyesinde taşıdığını düşünürler. Bu yaklaşım doğrudur elbette. Biz, bu çeşitlilik iç erişinde Şair şehrin neresindedir? Ya da şehrin şairden beslendiği duygu damarları var mıdır? Onun üzerinde duralım istiyoruz. Önemli kaynaklar şiirin şehirlerde başlamasa da mukavemet gücünü, sürekliliğini ve gelişmesini şehirlerde gerçekleştirdiğini söyler. Şehir hayatında mimarinin ve resmin üslubu ile şiirin üslubu örtüşürler. Bu, aslında biri-nin diğerini ehlileştirmesinde önemli birer aşamadır. Mimari’de kayaların yontulup şekillendirilerek yerlerine oturtulması, resmin renklerle uyuma kavuşturulması gibi, şiir de diliyle bunlar içerisinde kendi gücünü koruması için kelimelerin bir mücevher gibi işlenmesi gerektiği zarure-tini getirmiştir. Bunun için şaire dil mimarı denilmiştir. Bizim kültür atlasımıza gelince; step kültürü içerisinde yer alan ilk şiir örneklerimizdeki sert ifadelerin şehirlileştikten sonra daha yumuşak bir hal aldığını görüyoruz. Mesela Yunus Em-re’nin, yazdığı yıllardaki dilinde yer alan şiirinin en önemli merkezî kelimelerinden olan “Kön-gül” şehir hayatında, “Gönül”e, “Tengri” ise “Tanrı”ya dönüşmüştür. Bu anlayış, İslam öncesi Arap şiirinde de görülür. Burada da dilin şiire uzak ifadeleri şehir hayatında ıslah edilerek, Arapça’nın daha yumuşak sesleriyle bütünleşip yeni bir şiir şeklini hazır-lamıştır. Sadece şehirlerde gerçekleştirilen Muallakat, çölün değil, şehrin, daha doğrusu şehirde, yani Mekke’de; Kâbe etrafındaki panayırlarda kendilerini ispata çalışan şairlerin eseriyle zengin-leştirilmiştir. Bu panayır geleneği, şehir hayatının şiire kazandırdıkları göstermesi bakımından çok önemli bir uygulamadır. Çölden gelen şair, şehirde kendini ispat edecekse, şehirlinin

algılama kabiliyetini dikkate almak zorundadır. Bu da şiirde evrimin ifadesi olmalıdır. Bugün elimizde artık şiir tarzları bakımından değerlendirilen edebiyat kuralları vardır. Mesela Halk Şiiri! Bu şiir, dar alanda doğmuş ve o muhit içerisinde rengini ve tadını bulmuş şiir-dir. Koşmalar, ninniler, maniler ve ağıtlar bu hususta dikkate alınması gereken şiir türleridir. Bu şiir türleri geleneksel halk duyuş ve yaşayışının şiir diliyle yansıyan örnekleridir. Bugün şehir kül-türü içerisinde bu tür şiirlerin yeri yok mudur? Vardır elbette. Ancak bu şehir hayatını yansıtan özelliklere sahip olmadığı için kendi sınırlı ortamında kalır ve yaygınlaşma şansı arzu edilen sevi-yede değildir. Halk irfanı bakirdir, şehrin telaşıyla pek barışık olamaz. Bu bakımdan şehirde halk şiirini besleme şansı pek olmamaktadır. Günümüzdeki edebiyat ortamına bakarsak bu mesele çok daha iyi bir şekilde anlaşılabilir. Mesela bir Divan Edebiyatımız vardır. Başlı başına kendine has özellikleri ve şiiri olan bir edebiyattır. Bunu kırsal alanda geliştirmenizin imkânı olabilir mi? Bu şiir, saraydan beslenen, şehir hayatının bütün özelliklerini özümseyerek mısralarında yansıtan farklı bir türdür. Divan şiiri, Osmanlı medeniyetinin kültürümüze armağan ettiği farklı ve özgün şehir dilidir. Keza, Tasavvuf edebiyatının omurgasını oluşturan tekke şiiri de öyle değil midir? Tekke ve zaviyeler çoğunlukla şehirlerde yerleşiktir. Onun kültürü şehrin ortamından beslenir ve şehirliye hitap eder. Yazının başına aldığımız beytinde, Hacı Bayram Veli, şehre gidipkendisbinin de orada yeniden inşa edildiğini söyler. Şehirleşmenin hayatımıza yerleşmesinden sonra şiir türümüz çeşitlenmiş ve bugün ‘Batı Tarzı Şiir’ dediğimiz yeni bir anlayışı gelişmiştir. Sonuç itibariyle; günümüz şairi şehrin ruhunu kavradıkça başarıya ulaşacaktır. Sosyal kül-tür açısından dünya şiirinde olsun, bizim şiirimizde olsun, şiiri besleyen ana kanallar şehir hayatı-nın ayrıntılarında gizlidir. Şairin böyle bir şansına rağmen, şehrin şiiri hırpaladığı tarafı da yok değildir. Şair şehrin telaşına kendisini kaptırırsa, şehir hayatı şiiri katledebilir. Kalabalıklar içerisinde kendini iç dünyasının kontrolünde tutan şairler başarılı olabilirler. Çünkü şiiri yazmak kadar geniş kitlelere ulaştırmak için şairin şehirden ve onun getirdiği imkânlardan başka şansı yoktur sanırım. 35


SAKLI CENNET

ARTVİN

Çalıştayın ilk günü ikindi sonrasında, Artvin’in merkez köylerinden birinde Ali Kurt’la birlikte, onun bir tanıdığının bahçesinde, hava yağmurlu olmasına rağmen dalından dökülen dutlardan yeme şansımız olduğu gibi, akşama doğru da çalıştaya katılanlarla Kafkasör yaylasına çıktık. Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//51// ekim 36

uzey Doğu ya da Kuzey Doğu Anadolu’nun sert tabiat yapısına sahip şirin kenti Artvin’i ilk görüşüm, 2012 yılında ve uzaktan olmuştu. Bir tur firmasıyla Gürcistan’a gitmek üzere Erzurum’dan neşeyle yola çıkmış, Uzundere ilçesini geçip de Pirinkayalar Geçidi’ni tırmanışa geçtiğimiz sırada otobüsümüz teklemeye başlamış ve Artvin’in sanayi sitesine kadar dura kalka gitmiştik. Baraj ve tünel inşaatlarının devam ettiği o tarihte Artvin’i ve bir tepe üzerinde bulunan Atatürk’ün heykelini ilk defa uzaktan görmüş oldum. Araba tamir edilmesine rağmen yolda yine arıza vermiş ve Erzurum’dan çıkarken saat on üç’de (öğlen bir) Sarp Sınır Kapısı’na varması planlanan otobüsümüz, saat on yedide ancak ulaşmış ve Batum’daki devâsa botanik bahçesini iki saat gibi kısa bir zamanda gezmek durumunda kalmıştık. Oysaki bu bahçeye en az beş altı saatlik bir zaman ayırmak gerekmekte olduğunu gezerken anlamıştık. Artvin’e ikinci gidişimin vesilesi, 2016 yılının Mayıs ayında bilimsel bir toplantı idi. Mantık Derneği’nin düzenlemiş olduğu VI. Mantık Çalıştayı’na tıp hekimi dostum ve aynı zamanda felsefe tarihi alanında doktora öğrencim olan Doç. Dr. Ali Kurt’la birlikte katıldık. Artık tünel ve baraj inşaatlarının tamamlandığı Artvin yolu, çocukluğumuzda duyduğumuz korkunç yollardan uzaklaşmış ve toplam kırk üç tünel, Artvin yollarını adeta otobana çevirmişti. Çalıştaya Ali Bey bildiri ile katılırken ben misafir dinleyici olarak iştirak etmiştim. Çalıştayın ilk günü ikindi sonrasında, Artvin’in merkez köylerinden birinde Ali Kurt’la birlikte, onun bir tanıdığının bahçesinde, hava yağmurlu olmasına rağmen dalından dökülen dutlardan yeme şansımız olduğu gibi, akşama doğru da çalıştaya katılanlarla Kafkasör yaylasına çıktık. Kafkasör yaylası, Temmuz ayı başında Artvin’e özgü boğa güreşlerinin yapıldığı, ülkemizin her yanından ve yurt dışından çok sayıda turistin seyirci olarak katıldığı yaylanın adı. Yaylaya, sert ve dik virajlarla ulaşılabiliyor. Burası Artvin’e sekiz ya da on km. mesafede ve deniz seviyesinden 1250 m. yükseklikte bulunuyor. Buraya gitmeden önce gittiğimiz köy yolu, Kafkasör yolu yanında düz yol gibi kalıyor. Ama ister köylere gidin, ister yaylalara gidin, yollar ne kadar zorlu ve hatta korkunç ise, manzara da bir o kadar görülmeye değer. Bu muhteşem manzara, tarifi mümkün olmayan,


anlatılması zor olan, hatta kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir bitki örtüsünden meydana gelmiş. Adeta cennetten bir köşe. Yaylada güreşler üç gün sürüyor ve bir festivale dönüşüyormuş. Biz Mayıs ayında gittiğimiz için güreşlere tanık olamadık ama müsabakaların yapıldığı Arena’yı gördük. Boğa yetiştiricileri, yıl boyu özenle besleyip güçlendirdikleri boğalarıyla buraya katılıyorlarmış. Boğalara paha biçmek pek mümkün değilmiş. Çalıştay, ikinci gün sona erdi ve üçüncü gün olan Cumartesi günü, Arhavi ilçesi sınırları içerisinde yer alan Mençuna şelalesine gittik. Yüz km.lik bir yolculuktan sonra, önce tarihi Çifte Kemer köprüsüne ulaşılıyor. Otomobille gidenler, şelaleye araçlarıyla gidebiliyorlar; ancak otobüsle bu yola girmek demek, otobüsü gözden çıkarmak anlamına geliyormuş. Dolayısıyla da yaya olarak gitmek mecburiyeti hâsıl oldu. Yaklaşık otuz beş kırk kişilik grup, yaya olarak yola koyulduk. Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yürüyüş sonunda şelaleye giden yolun başlangıcına ulaştık. Biraz dinlendikten sonra üzerimize yanımızda götürdüğümüz yağmurluklarımızı giyerek şelaleye gitmek üzere yola revan olduk. Başlayan yağmur, bir tarafı uçurum, bir tarafı da dağ yamacı olan patikayı kayganlaştırdığı için yürümekte oldukça zorlanıyorduk. Yaklaşık yarım saatlik bir tırmanışla şelalenin yanına vardık. Yürürken gördüğümüz nefis manzaraya doymak kabil olmadığı gibi, şelalenin görüntüsü de insanı adeta büyülüyordu. Hava bulanık ve yağışlı olmasına rağmen muhteşem görüntüler sunan bu tabiat harikası, güneşli havalarda kim bilir kendisini nasıl sunmaktadır seyre gelenlere. Elli metre yukarıdan dökülen su, aşağıdaki taşlara vurunca yükselen damlacıklarla nasıl doyumsuz ve seyrine payan bulunmayan bir gökkuşağı oluşturuyordur, hayal edin. Eşsiz güzellikteki bu şelaleden ayrılıp yine aynı zorluklarla geri döndük; ama doğrusu yorgunluğa değecek bir haz aldığımı söyleyebilirim. Ertesi gün de günübirlik bir gezi için Batum’a gitme kararı alınmıştı. Sınıra gitmek için bu kez de Cankurtaran Geçidi’nden geçmek gerekti. Nitekim göz gözü görmez derecede bir sisin arasından geçerek bu zorlu geçidi aştık. Sarp sınır kapısından Batum’a geçtik ama onca görülmesi gereken yer dururken kafiledeki arkadaşlar yemek yemeyi ve marketten alış veriş yapmayı tercih

ettikleri için hiçbir yeri gezemediler. Biz daha önce gördüğümüz yerleri tavsiye ettik ama kılavuzluk eden, çokbilmişlerin narına yanmış oldular. Artvin’e üçüncü gidişim, Eylül ayının yirmisinde bir konferans vesilesiyle oldu. 31. Ahîlik Haftası vesilesiyle Artvin Ticaret İl Müdürü Bilal Taş’ın davetlisi olarak gittiğimiz Artvin’i ilk defa daha yakından görüp tanıma fırsatı bulduk. Değerli dostlarım şair-yazar Doç. Dr. Ali Kurt ve şair-yazar İsmail Bingöl’ün de davetli olduğu bu etkinliğimiz, yıllar önce çok uzaktan gördüğüm Atatürk anıtının bulunduğu Atatepe’de başladı. Yine dar yollardan gidilerek ulaşılan Atatepe’deki Atatürk heykelini, Sıtkı Kahvecioğlu Vakfı yaptırmış. Atatürk’ün Kocatepe’deki yürüyüş figürünün anlatıldığı anıt, Türkiye ve Dünya’daki en büyük Atatürk heykeli olma vasfını taşıyor. Heykel, altında çeşitli etkinliklerin yapılabilmesine imkân tanıyan bir işletmenin üzerine yerleştirilmiş. Yemeğimizi orada yiyip Artvin’i yüksekten seyreyledikten sonra, bir dağın üzerine inşa edilen ve neredeyse düz bir alanı bulunmayan, diğer adları da Çoruh ve Livane olan Artvin’in içerisinde araçla dolaştık. Sonra da konferans salonuna geçtik. Konferansın konusu Ahîlikte İş Ahlakı başlığını taşıyordu. Ahîlik, şehirlere hareketlilik kazandıran bir esnaf teşkilatı olduğu kadar, asıl gücünü uyulması zorunlu olan ve bir anayasa gibi kabul edilen ahlak kurallarından alan, günümüz terimleriyle bir sivil toplum kuruluşudur. Esnafın ayakta kalmasını ve işini her geçen gün daha sağlam yapmasını ve böylece tüketicilerin haklarını da koruma altına aldıkları bu ahlak ilkeleri, “elini, sofranı, kapını açık tut; dilini, belini, gözünü bağlı 37


tut” ifadesinde özetlenmiştir. Ahî Evrân-ı Velî’nin Bizans ekonomisi karşısında Türklerin ayakta kalabilmeleri için oldukça sıkı ahlak ve iş kuralları uyguladığı Ahîlik, yüzyıllarca Anadolu ve Rumeli’de uygulanmış, zamanla unutulan bu değerler manzumesi, günümüzde Ticaret Bakanlığı ve Esnaf ve Sanayi Odalar Birliği tarafından tekrar canlandırılmaya çalışılmaktadır. Artvin’deki kutlamalar da bu çerçevede yapılmıştır. Konferanstan sonraki gün, Bilal Bey bizi Şavşat’a götürdü. Şavşat’a daha önce, yaklaşık olarak on beş yıl önce yine bir konferans vesilesiyle gitmiştim. Şavşat, Unesco tarafından yaşanılabilir şehirler arasında ilan edilen “sakin şehir”lerden biri. İlk gittiğim zaman hakikaten oldukça sakin olan Şavşat’ı, bu son gidişimde oldukça büyümüş gördüm. İlçe merkezinde ve çevresinde oldukça fazla betonarme yapılaşma ile karşılaştım. İlçeye çok yakın bir mahallede tamamen doğal ürünlerden oluşan bir kahvaltı yaptıktan sonra Karagöl’e gitmek üzere yola çıktık. Yeşilin her tonundan değişik türde ağaçlardan meydana gelen ormanlar arasında ilerledik. Ağaçların sıklığı, çamın farklı türleri, düzlük bir alanın bulunmayışı, iç içe geçmiş irili ufaklı dağların görüntüsü gibi birçok hayret verici tabiat harikalarını seyrederek yol alırken Bilal Taş, Türkiye’de yüzölçümü olarak Artvin’in kaçıncı sırada olduğunu sorunca hep birlikte en sonlarda olabileceği cevabını verdik. İşte o esnada Bilal Bey espriyi patlattı: “Eğer şu gördüğünüz dağları ütülerseniz Artvin, Türkiye’nin en büyük ili olur” deyince bir hakikatle yüzleştik. Artvinliler, geçimlerini sağlayan sebze ve sayı//51// ekim 38

meyvelerini bu dağların arasında oluşturdukları taraçalardan elde ediyorlardı. Karagöl’e doğru giderken gördüğümüz dağın ortalarında yer alan bir köyü gösteren Bilal Bey, Artvin’de her hafta açılan Pazar yerinin bütün sebze ve meyvesinin bu köyden geldiğini söyledi. Bunu duyunca dağlarını tarım, sebze ve meyvecilik yaparak değerlendiren Artvin köylüsünün çalışkanlığıyla, fevkalade düz ovalara sahip şehirlerimizin tarımdan uzaklaşıp hiçbir şey üretmemelerini ve bunu da bin bir bahaneyle meşrulaştırma girişimlerinde bulunuşlarını mukayese ettim. Yaptığım çıkarımla “ekmeğini taştan çıkarma” deyimi, Artvin’in ilçeleri ve köyleri için söylenmiş olsa gerek sonucuna ulaştım. “Keşke binlerce dönüm sulu veya susuz tarıma elverişli arazilerin bulunduğu Erzurum’da da böyle çalışkan ve verimli çiftçilerimiz olsa!” diye kahretmeden de edemedim. Daracık kıvrımlı yollardan geçerek ulaştığımız Karagöl’ü görünce, yeni bir tabiat harikasıyla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Benim için tabiat denen varlığın bu kadar güzel olabileceğini tahayyül etmek, Şavşat’ı ve Karagöl’ü görünceye kadar pek mümkün gözükmüyordu. Ama işte Karagöl karşımızdaydı ve hayal değil bir gerçekti. Çok büyük olmamasına rağmen Bir krater gölü olan Karagöl’ün kenarlarında sık sazlıklar vardı. Bu sazlıklar, hem balıkların hem de kurbağaların yumurtalarını bırakma ve döllendirmelerinde fevkalade önemliymiş. Göl adeta doğal bir akvaryum gibi görünüyor. Son derecede berrak olduğu için balıkların renkleri, tüm hareketleri rahatlıkla görülebiliyor. Balıkların


her ne surette olursa olsun yakalanmaları yasak. Gölü seyrederken bir kurbağanın da bizi pür dikkat seyrettiğini gördük. Bir kurbağanın bu kadar sevimli olabileceğini de ilk kez bu gölde hissetmiş oldum. Gölde sandal gezisi de yapılabildiğini gördük. Bu doğal ortam, insanın dinlenmesi, şiir yazması, değişik türde yazı ve hatta kitap yazabilmesi için adeta biçilmiş bir kaftan gibi. Gönlümüzün yarısı gölde kalmışçasına ayrılıp yol üzerinde rastladığımız bir kiliseyi görmek üzere dönüşe geçtik. Bir köyün çok yakınında bulunan bu kilisenin adı, Tibeti kilisesi. Kilise onuncu asırda yapılmış ama zamanına ve tabiatın zorlu şartlarına direnemediği için sadece portali yani giriş kapısı ayakta kalabilmiş; o da tam ortadan çatlamış. Kilisenin hemen karşısında bulunan bir kahvehanenin bahçesinde çay içerken kilisenin yanı başında bulunan bir dükkânın üzerindeki ‘Tibet AVM’ye Hoş Geldiniz’ yazısı dikkatimizi çekti ve derhal oraya gittik. Burası bir bakkal dükkânı ama içerisinde her şey var. Birden aklıma bizim çocukluğumuzda gördüğümüz iğneden ipliğe her şeyin satıldığı bakkallar geldi. Aslında bugünkü AVM’lerin ilk örnekleri ve minyatürleri olarak görülebilecek bu bakkallar, zamanında işi bilselermiş AVM’lerin mucidi olurlarmış diye de içimden geçirdim. Dükkân sahibiyle biraz sohbet edip getirdiği hatıra defterine birkaç satırlık yazı yazdıktan sonra iki de kitap alıp yine yola koyulduk. Artvin’e gelip biraz dinlendikten sonra ‘Cam Teras’ı görmek üzere tekrar arabaya bindik. Rusların 1917 öncesindeki işgalleri sırasında yaptıkları çok dar ve dolambaçlı yollardan

ilerleyerek yirmi dakikalık bir yolculuk sonrasında cam terasa ulaştık. Ruslar, yolun önünde engel olarak bulunan çok büyük bir kayayı ortadan ikiye ayırarak yol açmışlar ve bu yol günümüzde halen kullanılıyor. Cam seyir terası ise yükseklik korkusu olanların yanına bile yaklaşamadıkları bir niteliğe sahip. Aşağıda akan derenin bile çok zayıf görülebildiği bir yüksekliğe sahip olan seyir terası, camdan yapılmış ve demir veya çelik kısımlara kalın camların yerleştirilmesiyle oluşturulmuş. Yaklaşık iki yüz elli metre yükseklikteki seyir terasından vadi ve çevresi seyredilip fotoğraf çekiliyor. Cam terasın üzeri kaygan olduğu için lastik galoş takarak seyir bölgesine geçilebiliyor. Burada da fotoğraflar çekilip tekrar geriye döndük ve Artvin’de bizi konuk eden Ticaret İl Müdürü Bilal Taş ve personeliyle vedalaştıktan sonra Erzurum’a dönmek üzere yola çıktık. Bu seyahatimiz sırasında gidemediğimiz Ardanuç, Hopa ve Borçka’ya daha önce birer kere ama Yusufeli’ye defalarca gitmiştim. Buraların güzellikleri ve hele Ardanuç’un o daracık kanyonu, Yusufeli’nin Barhal deresi ve vadisinin güzelliklerini de kattığınızda Artvin’in iç ve dış turizmi canlandıracak bir yapısının bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çoruh nehrinin bütün ihtişamıyla geçtiği Artvin sınırları, turizme sadece tabiat güzellikleriyle değil, aynı zamanda rafting sporunun yaygın olarak yapılışıyla da katkılar sunmaktadır. Son söz olarak Artvin’in mutlaka gezilip görülmesi gereken şirin bir ilimiz olduğunu hatırlatalım. 39


TOKAT

DERİN VAKUR GÖSTERİŞSİZ ŞEHİR Doğayı, doğalı, doğallığı sever Tokatlı. İç içe yaşar asırlardır. Yeşilırmak üzerindeki Hıdırlık Köprüsü de doğal hâliyle ayaktadır hâlâ. Fahri TUNA

limler, ârifler, şairler şehri Tokat. İnsanı, iklimi, irfanı mutedil şehir. İçinden nehir geçen her şehir gibi o da güzel, o da zarif, o da şirin. Karşıyaka’sı da var; kıskansın İzmirliler. Anadolu’da ilk yurtluklarımızdandır Tokat. 1071’de girdiğimiz Anadolu’da Danişment Ahmet Gazi fetheder Tokat’ı; - lütfen sıkı durun - Anadolu’daki ilk camimizi, Garipler Camii’ni 1080’de inşa ettirir. Danişmentliler ilk camiyi yapar da ilk medreseyi yapmaz mı Anadolu’ya? Yapar tabii: Anadolu’daki ilk medrese Yağıbasan Medresesi’ni Niksar’a yapmış onlar. Ha unutmadan; Niksar Danişment Beyliği’nin de merkezi, başkenti yani. Tokat dört dönemi de kana kana yaşamış bir vilayet; Danişmentliler, Selçuklular, Osmanlı ve Cumhuriyet. Her dönemden de güzel izler taşıyor Tokat. Evliya Çelebi’yle hemdosttur Tokat, Mevlana ile bezmdost; ikisi de gelmişler görmüşler yaşamışlar Tokat’ta. Yazmışlar da kitaplarında. Evliya dostumuz ‘Âlimler konağı, fazıllar yurdu, şairler yatağı’ diye not düşüyor, Hazret-i Pir ise Fihi Ma Fih’inde ‘Tokat’a gitmek gerek. Çünkü Tokat’ta insan ve iklim mutedil’ buyuruyor. Doğayı, doğalı, doğallığı sever Tokatlı. İç içe yaşar asırlardır. Yeşilırmak üzerindeki Hıdırlık Köprüsü de doğal hâliyle ayaktadır hâlâ. Tokat sebzelerinden yapılan âh o Tokat kebabı; yemeyin de yanında yatın cinsindendir, diyeyim size. Bağ yaprağı her yerde güzeldir, incedir amma, benden duymuş olmayın; en incesi en lezzetlisi Tokat’tadır. Söyleşilerimde ne zaman ‘millet olma şuuru’ndan söz açılsa sormadan edemem: “- Çanakkale içinde vurdular beni / Ölmeden mezara koydular beni’ nere hangi yöre türküsüdür?” Genellikle cevap Çanakkale’dir. Yirmi beş bin şehidinin arkasından anaların yaktığı bir ağıt olan bu türkünün yöresinin ‘Kastamonu’ olduğu yönündeki doğru cevabı söyleyene pek rastlamadım daha. Ne kadar acı. Sonra devam ederim sormaya: “- Meşhur bir Tokat türküsü var ya hani. Kadınlar düğünlerde şakada şakkada oynuyorlar onunla, ‘Arslan yârim kız senin adın Hediye.’ O türkünün de bir Çanakkale Savaşı’nda şehit olanlara yakılan ağıt olduğunu biliyor musunuz?” Cevap genellikle aynıdır: “- Hayırrrr.” Sormaya devam ederim: ‘Hey onbeşli onbeşli Tokat yolları taşlı

sayı//51// ekim 40


Onbeşliler gidiyor Kızların gözü yaşlı Aslan yârim kız senin adın Hediye Ben dolandım sen de dolan gel beriye Fistan aldım endazesi on yediye.’ Evet; bu türkü bugün maalesef kına gecelerinde, düğünlerde ‘göbek havası’na dönmüş bir ağıttır. Aslı çok çok yavaş, Çanakkale İçinde Vurdular Beni formuna yakındır. Adı üzerinde ağıt zaten. Üçüncü sorum şu olur: “- Tokat kızlarına, ne Tokat kızları, bütün bir Osmanlı coğrafyasında nişanlı kızlara arkalarından gözyaşı döktüren genç yiğitler, kınalı kuzular kaç yaşındalarmış?” Koro hâlinde cevap hep aynı olur maalesef: “- Onnbeşşş.” Bizim gençlerimiz kadar tarihlerinden, hesaptan kitaptan uzak başka bir ülke gençliği daha var mıdır acaba? Yazık, çok yazık. Mecburen cevap vermek zorunda kalırım: “- Bakın gençler, takvim devrimi 1926 yılında uygulamaya geçti ülkemizde. Cumhuriyet 1339 yılında kuruldu mesela. Çanakkale Savaşı 1915’te yani o zamanki geçerli takvimimizle 1331 yılında oldu. İki yüz kırk altı bin şehidimiz var Çanakkale’de biliyorsunuz. Bir buçuk yıl kadar süren savaşın sonlarına doğru cephede o kadar er azaldı ki devlet çaresiz lise yaşındaki gençleri de askere almak zorunda kaldı…” Masal dinler gibi sus pus mahzun mahzun dinler gençler genellikle. Devam ederim: “- Hadi basit bir hesap yapalım sizinle: Bin üç yüz otuz birden bin üç yüz on beşi çıkartın bakalım?” Daha zeki ve daha cesur olanlardan birkaçı hemen cevap verir: “- On altı, on altı!’ Noktayı koyarım: “- Demek ki Tokat kızlarının savaşa uğurlarken arkasından gözyaşı döktükleri sevdalıları kaç yaşındaymış? On altı. On beş değil yani…” Evet; Tokat on altı yaşında binlerce civanmertini geriye dönmemecesine Çanakkale’ye uğurlayan ve meşhur Kastamonu türküsü ‘Çanakkale İçinde Vurdular Beni’ ile birlikte tarihimize ve kalbimize ikinci en güzel türküyü ‘Hey On Beşli On Beşli’yi armağan eden adı sanı şanı öpülesi ilimizdir bizim. Her Türk vatandaşının bin kez borcu olduğu şehirdir kendileri. Bir şehir şairleri, yazarları, sanatçıları kadarıyla şehirdir. Yaşayan ‘Ayaklı İstanbul Ansiklopedisi’ Dursun Gürlek Ağabeyimiz de Tokatlıdır, pek bilinmez. Gençliğimizin bestseller romanların yazarı Ahmet Günbay Yıldız da. Tokat en

çok Mustafa Uçurum’dur benim için. Şair hikâyeci Uçurum kardeşim benim o. Üç nehrin kıyılarından sesler, sözler, yüzler anlatıyor bizlere. Doğduğu Yeşilırmak, büyüdüğü Sakarya, okuduğu Kızılırmak çağıltılı sestir onda. Amma ille de yaşadığı Yeşilırmak’tan, Tokat’tan. Bu velud ve hisli yürekle sevdik biz biraz da Tokat’ı. O da dize dize, dergi dergi, şehir şehir fethe çıkmış Anadolu’yu. Görüyoruz. Görüyor, biliyor, seviyoruz. Sonra hikâyeci, denemeci Selvigül Kandoğmuş Şahin ile. Sonra Tokat’ta öğretmenlik yapan şair kardeşimiz Sündüz Arslan Akça; Selvigül Hanım’da Sündüz Hanım da alanlarında çok başarılılar; ilmek ilmek, dize dize, cümle cümle ilerliyorlar. Sonra Tokat’ı biz Şeyda Koç Asyalı’nın başarılı polisiye romanı ‘Sık Dişini Helası Cinayeti’yle tanıdık, sevdik. O romanla Tokat İstanbul’un bir semti kadar yakın, içten, bizden bir yer oldu adeta. Görmeden tanıyıp sevdiğiniz çarşılar sokaklar evler, kadınlar erkekler yüzler oldu Tokat’ta bize. Bu satırların yazarı da bir Çanakkale şehidinin torunudur. Yetim büyüyen büyükbabası ile halasının bir hafta birbirlerini görmeseler sonra nasıl kucaklaşıp ağlaştıklarına çok şahit olmuştur çocukluğunda çok kere; o hicranın canlı şahitlerindendir yani. Tokat türküsüne bir gönderme ile bitirelim yazıyı: Annem anlatır: ‘Babamın dayısı Gocabıyık Rasim Dayım Sarıbeyli’ye damat girmiş. Nur içinde yatsınlar, Şerife Yengem de Gocabıyık Dayım da çok has insanlardı. Çok gani gönüllü insanlardı. Çanakkale Savaşı patladığında Şerife Yengem nişanlıymış. Nişanlısı savaşa gitmiş dönmemiş. Şehitlik künyesi gelmiş. Ama cenazesi yok. Kim bilir nereye gömmüşler. Biz yeni yetişiyorduk. Giderdik onlara misafirliğe. Şerife Yengem edverirdi: “- Nişanlım bana hiç öldü gibi gelmiyor. Hep sanki çıkıp gelverecekmiş gibi geliyor. Giderken bana hatıra vermişti. Kırmızı krep. İşte şurada, saklıyorum kırk senedir gözüm gibi. Bazen Gocabıyık Dayınız ‘Nişanlın çıkıp gelse ne yaparsın?’ diye soruyor. Ben de içimden geçeni saklamıyorum: ‘- A goca adam. Yalanım yok, seni boşar evlenirim onunla’ diyorum.’ derdi.” Evet, gözüyaşlı nişanlıların yürek yangınını en iyi anlatan anekdotlardan birisi budur sanıyoruz. Tokat türküsü tam da budur işte. Tokat, yürek yangınlarının dile geldiği, ağıta döndüğü, türkülerde yaşadığı yerdir. Tokat yüreğimizde bir parça. Derin vakur gösterişsiz insanlar diyarı zira o. 41


ŞEHİRLERİNİN AYNASI OLAN

ŞAİRLER

Âşık Veysel’in şiirinde Sivas vardır, Sivas’ın sadeliği ve Türkçesi vardır. Y. Bülent Bâkiler’in şiirinde de Sivas vardır. Onu var eden temel değerler aynı zamanda Sivas’ı şehir yapan değerlerdir. Sözün özü hem Âşık Veysel hem de Y. Bülent Bâkiler’in şiir Sivas’ın kendisidir. Sivas’ın şairi, Sivas’ın aynasıdır. Ali BAL

ehirleri tarihî ve kültürel yönleriyle tanıtmayı severiz. Oysa bir yeri, mekân yapan sanatkâr insanlardır. Bir mekân ise insan eliyle şehir olur. Sanatkâr insan; bir mekâna bakışını, duysunu, inancını, estetik zevkini, geleneğini ve tecrübesini aktarır. Bir şehrin insan eli değmiş her noktasında sanatkârların zevki, tecrübesi ve teri vardır. Şehre sinen bu tecrübe ile o şehir âdeta bir tablo olur. Bir şehre baktığınızda aslında o şehrin mimarlarını, şairlerini, heykeltıraşlarını velhasıl tüm sanatçılarını görürsünüz. Bir yerleşim yeri, şehir olamamışsa ya talihsizliğinden ya da oraya sanatçı eli değmediğindendir. İslam medeniyetine ev sahipliği yapan şehirleri düşündüğümüzde bu şehirlerle aynı kaderi yaşayan ve sanatında şehrinin iklimini yansıtan sanatçılar olduğunu görürüz. Anadolu’yu gezip gördüğümüzde şehirlerin asıl sahiplerinin şehirle bütünleşen sanatçılar, şairler olduğunu anlarız. İsmi, şehriyle anılan ve bilinen nice şair vardır. Anadolu’ya çıkalım, seyrüsefer edelim. Görelim, bilelim, analım şehirlerinin aynası olanları. Bozkıra rağmen Kızılırmak ile yeşillenen Sivas. Sivas ozanlar şehridir. Âşık Veysel deyince Sivas, Sivas deyince Âşık Veysel gelir aklımıza. Âşık Veysel’in şu dörtlüğünde Sivas’ın haiz olduğu kültürel değerler toplanmıştır: “Çevre yanı Yıldız, Tecer, kar imiş, İnsanların bağı bir ikrar imiş, Çok kuvvetli şairleri var imiş, Ruhsatî, Pir Sultan varı Sivas’ın.” Sivas deyince Türk şiirinin yaşayan büyük şairlerinden Yavuz Bülent Bâkiler’i anmadan olmaz. Her sözünde, düşüncesinde buram buram Sivas kokan Bâkiler’in “Sivas’ta Yoksul Çocuklar” isimli şiirini okuyunca Sivas’ın sosyal ve kültürel halinin fotoğrafına bakmış olursunuz. “Sivas'ta Ulu Cami avlusunda çocuklar Yalvaran gözlerle etrafa baka baka Açıyorlar küçük esmer avuçlarını: -Emmilerim sadaka! Emmilerim sadaka!” Sivas’ın ozanları kadar tarihî eserleri de ünlüdür. Ulu Cami, Sivas’ın manevî merkezi hükmündedir. Ulu Cami avlusunun fotoğrafını çeken Bâkiler, gözümüzün önüne masumiyeti,

sayı//51// ekim 42


fakirliği, tenhalığı getiriyor. Ve devam ediyor Sivas’ı anlatmaya. “Hükümet konağının yanında biri Bir kemik kalmış bir deri... 'Boya cila yimbeş,boya cila yimbeş' diye ağlıyor Ve daha fırça bile tutamıyor elleri.” Şair, yaşadığı hayatın hâlinden uzak kalamaz. Şair, sosyal hayatın takipçisi olduğu gibi var olan aksaklıkları, özel durumları da tespit eder. Yaşadığı anın, mekânın ve hayatın ölümsüz kılınmasını da sağlamış olur bir sanatçı. Y. Bülent Bâkiler, bu şiiriyle Sivas’ın bir dönemini ölümsüz kılmıştır. Çağının en sahih ve isabetli tanığıdır şair. İşte Sivas, işte Y. Bülent Bâkiler! “Garipler Pazarı'nda körpe çocuklar Yorgunluktan güzelim yüzleri al al... Öldüren bir çığlık dudaklarında: -Boş hamal!boş hamal!boş hamal!” Pazar, işçiler, hamallar ve fakirliğin suretini bu şiirde okuyabiliyoruz. Şiir; doğduğu mecranın, şehrin, hayatın, insanların dramını anlatıyor. Şehir, şairin dizelerinde “şiir” olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda Y. Bülent Bâkiler’in şiiri, Sivas’tır. “Nane satan su satan yetim çocuklar Şarkı söyleyemediler güneşe aya... Biliyorum ne masal dinlemeye doydular Ne oyun oynamaya...” Sivas’ta nane satan çocukların varlığına şahit oluyor şair. Aynı çocuklar için masal dinlemeye,

oyun oynamaya doyamadılar, diyor şair. Yoksulluk, çocukların çocukluğunu tam yaşayamamasına sebep gösteriliyor. Sosyal gerçekliği apaçık görebiliyoruz bu dizelerde. Şehrin hüznünü duyumsuyoruz bu şiirde. Şair, şehrin hüznüne şahittir. Sonraki bölümde şehri semt semt gezmektedir şair. “Bezirci'de,Yüceyurt'ta Altıntabak'ta... Çocuklar var incecik yüzleri nurdan Ama toz toprak içinde elleri ayakları Oyuncakları çamurdan...” Sivas’ta sanattan, tarihten, kültürden, edebiyat ve estetikten söz edebilmek için Sivas’ın kültür hazinesi olan şairlerini, sanatçılarını okumak gerekir. İnsan yaşadığı mekândan izler taşır. Bir sanatçı, mekândan aldığı kadar o mekâna da sanatının olgunluğu oranında aktarır. Âşık Veysel’in şiirinde Sivas vardır, Sivas’ın sadeliği ve Türkçesi vardır. Y. Bülent Bâkiler’in şiirinde de Sivas vardır. Onu var eden temel değerler aynı zamanda Sivas’ı şehir yapan değerlerdir. Sözün özü hem Âşık Veysel hem de Y. Bülent Bâkiler’in şiir Sivas’ın kendisidir. Sivas’ın şairi, Sivas’ın aynasıdır. 43


ŞİİR ŞEHİRDE ŞUARANIN

İZİNDE BİR CEVELAN

Yazamadığımız nice yazılar var… Hayalini kurduğumuz nice kitaplar. Ama suriçi Bursa’nın ruhani çekim merkezi olan Üftade Camii’nin imamından hareketle bir roman yazma fikri, aradan takriben yirmi dört yıl –nereden bakarsan çeyrek asır- geçmiş olsa da, zihnimde hala diridir Bursa sevgisi aşılayan Mustafa Kara’ya… Prof.Dr. Bilâl KEMİKLİ*

*T.C.Uludağ Üniversitesi.

sayı//51// ekim 44

ursa, daha evvel de söyledim, Şehir Hayat ve Derviş’te de yazdım benim nazarımda kelimenin tam anlamıyla bir şiir şehirdir. Uludağ’ı, geniş ve verimli ovası, kalesi, mimari yapıları, başta Ulucami olmak üzere kadim şehrin her bir köşesine dağılmış mabetleri, külliyeleri, han ve hamamları, geride kalan birkaç medresesi yıkılmış ve adeta yokluğa mahkûm edilmiş olsa da ehli tarafından yeri bilin tekkeleri, türbeleri ve mezarlıklarıyla şiir şehir. Bu şiirin dizeleri, şehrin adeta sokaklarına dağılmış gibidir. Şimdi gözlerinizi yumup sokakları birer birer tadat edelim; özellikle Tophane, Yıldırım, Maksem ve Muradiye gibi eski semtlerde aşina olduğumuz birkaç sivil mimari yapının olduğu o sıcak, naif ve narin sokakları, o birbirine kıvrım kıvrım ulanan dar sokakları ve komşuluğu zenginleştiren çıkmaz sokakları… Orada, uğradığın her sokakta bu şiirden bir parça okursun. Nedendir bilmem, ben bilhassa Pınarbaşı’ndan Üftade’ye doğru akan dar sokakları sevdim… Bir de Maksem’de Sivasi Tekkesi’nden geriye kalan küçük mescide doğru inen sokakları. Şimdi ayrımına varıyorum; Üftade’ye inen sokakları, özellikle Türkmen Çıkmaz’ını sevmem, buralarda eski Bursa’yı görmemin yanında, Üftade’nin, Eskici Mehmed Dede’nin, Nakkaş Ali’nin, Lamii Çelebi’nin ve nihayet bir müddet Üftade Cami’inde imam olarak görev yapan Bursalı Mehmet Zahit Efendi’nin hatıralarıyla gezinmem sebebiyledir. Buna kaniyim; zira yıllar önce, daha lisan öğrencisiyken bir ödev hazırlamak için Ankara’dan kalkıp Bursa’ya gelmiş, Gümüşlü’den başlayarak bütün o suriçi Bursa’yı tavaf etmiş, Türkmen çıkmazı sokağında Mehmet Zahit Efendi’nin ikamet ettiği bahçe içinde o tek katlı ahşap eve ulaşmıştım. Bir imamdı Mehmet Zahit Efendi, Bursa’da doğmuş, burada okumuş, burada göreve başlamış ve bir gün talih onu İstanbul’da Zeyrek ve İskender Paşa Cami’lerine taşımıştı. Bursa, onun için hazırlanma, pişme ve kemale erme yurdu olmuştu; sonra ülke içinde derin tesirlere sebep olacak sohbetlerini ve telkinlerini İstanbul’da yapacaktı. Benim o günlerde üzerinde çalıştığım ödev, bir öğrenci projesi olarak, böylesine geniş kitleleri etkileyen bir imamın yaşadığı şehri, dolaştığı sokakları ve uğradığı mekânları görerek mekânın insanın


ruhi ve aklı yapısına tesirini tetkik etmekti. O nazarla sokakları adımlamış, tanıdıklarıyla görüşüp mülakatlar yapmıştım. Bu vesileyle topladığım malzeme, ödevden öteydi… Mezun olduğum sene, bu notlarda yola çıkarak bir roman yazmak istedimse de, bu bir türlü gerçekleşmedi. Yazamadığımız nice yazılar var… Hayalini kurduğumuz nice kitaplar. Ama suriçi Bursa’nın ruhani çekim merkezi olan Üftade Camii’nin imamından hareketle bir roman yazma fikri, aradan takriben yirmi dört yıl –nereden bakarsan çeyrek asır- geçmiş olsa da, zihnimde hala diridir. O topladığım malzemelerin, ses kayıtlarının, amatörce çektiğim fotoğrafların çoğu, oradan oraya göçerken kaybolup gitti… Lakin fikir hala aklımda; kim bilir belki bir gün vakt-i merhun gelir de bu roman hayat bulur. Sırası gelmişken şunu da söyleyeyim: Akademik çalışmalar, çabalar, hayaller, umutlar ve özlemler, insanda yeni ufuklar, yeni bakışlar ve eleştirel kavrayışların gelişmesine imkân verse de, sanatçı tarafın tekâmülüne o oranda katkı sağlamıyor. Daha doğrusu, ilim de sanat da kuma kabul etmiyor… Yıllar önce doktoraya başladığımda, gönderdiğim denemeleri yayımlamayan Mustafa Kutlu’nun da söylediği gibi, kalem hangi alana yönlendiriliyorsa o alanda verimli hale geliyor. Madem akademik yola girdin, kalemini ilmi dilde olgunlaştırman için edebi metinlere ara ver, demişti üstadım. Belki tam da bu cümleyi kurmadı, ama bu yolda bir telkini olmuştu. O günlerde bu ayrıma anlam verememiş, sureta hak versem de içten içe alınmıştım. Ama zaman içinde hocalık vasfıyla öğrencilerimizin metinlerini düzeltmek maksatlı okudukça, daha yolun başında bendenizi ikaz eden ve yazımı yayınlamayan Kutlu’ya hak vermiş, ben de öğrencilerime onun gibi telkinlerde bulunmuştum. Hala da aynı kanaatteyim; ama sözümüz dinleniyor mu? Bilemem; fakat seçkin öğrencilerimden biri olan Selman (Bayer)’a yazacağı romanı ertelemesini, tezine öncelik vermesi gerektiğini söylediğimde, hatırıma çeyrek asırdır yazamadığım o roman gelmiş, sonra da “hayır önce kafandakini yaz, teze öyle dönersin” demiştim. Bursa şiir şehirdir, dedim ya, işte bakın, şehrin bir semti bizi nerelere götürdü… Şiir, böyle bir metindir; sizi dizeler alır ta uzaklara götürür. Çağrışım dünyası yücedir şiirin; de

ki, bir umman. Bir dizedeki her hangi bir imge yahut mazmun, sizi zaman ve mekân sınırından azade kılar, kâh Kaf Dağı’na, kâh Akdeniz’in dalgaları arasında seyrana çıkarsınız. Şiir şehri, yaşanmışlıklarla, oraya hayat veren âlim, ârif ve sâlih kullarıyla, âşıklarıyla, yazılan eserleriyle, söylenen türküleriyle trajedileriyle size konuşur da konuşur. Bu şehrin her sokağı olmasa da, pek çok sokağıyla konuşmuş, dertleşmiş birisiyim. Mütevazı davranmama gerek yok, daha evvel bazı yazılarımda şehre aşina olmaktan söz açmış, şehre aşina olmanın yolunu yordamını izaha yeltenmiştim; imdi o izahlarıma dayanarak diyorum ki: Bir şehre mensup olmak için illa orada doğup büyümek yetmez, o şehrin dilini çözmek, onunla hasbıhal etmek icabeder. Şehirle konuşmak, şehrin dilini çözmekle mümkündür. Diğer bir deyimle, Süleyman olmakla… Bunun için şehre hizmet etmeli, şehri şefkatle kucaklamalı, sarıp sarmalamalı, şehre âşık olmalı. İmdi, bütün bunlardan hareketle, “ben bu şehrin aşinasıyım arkadaş!”, diyebiliyorum. Bursa’ya ilk geldiğim senelerde, şehre dair yazdığım bir yazıda, Bursa’yı nazlı bir geline benzetmiştim… Bu nazlı gelinin duvağını kaldırmak, cemalini temaşa etmek, onun mahrem dünyasına girmek, velhasıl onunla aşina olmak için yüzgörümlüğü vermek lazımdı. Şehrin yüz görümlüğü, şehre hizmetten geçer. Elimden geldiğince hizmet etmeye çalıştım, bunu rahatça söyleyebilirim. Bu şehrin bana verdikleri, bu çalışmanın bereketidir. Evvela, bendenizi Bursa’ya çağıran Mustafa Kara’nın –nâm-ı diğer Kara Hoca- delaletiyle Setbaşı’nda TYB’nin o küçük, ama derinlikli ve feyizli ofisinde başlayan divan şiiri okumalarını hatırladım. Her cumartesi, ailecek çıkar Setbaşı’na giderdik. Bendeniz, orada Şeyh Gâlib’ten gazeller okur, şerhederdim. Sohbetten sonra, Emirhan’a Cahit Çollak’a uğrar, orada çayımızı içer, sonra şehri keşfe çıkardık. Bu keşifler zaman zaman aziz üstadım Kara Hoca’nın rehberliğinde olurdu. Bursa aşığı olan Hocanın rehberliğinde Bursa’yı gezmek insanı her zaman heyecanlandırır; bilhassa “ruhaniyetli şehri” gezerdiniz. Uğranılan türbelere dair derin malumatlar alır, yokluğa mahkûm edilmiş tekkelerin ve medreselerin yerlerini işaretler, sonra Nurettin Topçu’yla Yıldırım’ın huzuruna çıkardınız. Hep Tanpınar’ın Bursa’sından bahsedilir, ama Topçu akla gelmez. Oysa Topçu’nun şehri, 45


Yıldırım’ın huzurundan Yeşil’e doğru yeniden yeniden inşa olan bir şehirdir. Kara Hoca, bu şehrin girdaplarında dolaştırmazdı belki, ama uğradığımız her yerde, Ulucami gibi yüce bir mabedi inşa ettirdikten sonra Ankara Savaş’ını kaybeden hükümdarın bıraktığı mirasın farkına varırdık. Bu yüzden onunla birlikte Bursa’nın Kalbi Ulucami veSüleyman Çelebi ve Mevlid projelerini hayata geçirmeye çalıştık. İki güzel kitap, raflarda yerini aldı… Daha sonra Bursa Ulucami kitabı geldi. Gayet tabi, Osman Çetin’le birlikte hazırladığımız Bursa’nın Kalbi Ulucami Belgeseli (TRT) ve ikinci Mevlid Sempozyumunu da hatırlamak lazım. Şimdi bakıyorum da, benim şehrin sokaklarında ilk gezintim, merhum Mehmet Zahit Efendi’nin ruhani rehberliğiyle olmuş; bunun tekâmülü ise, muhterem hocam Mustafa Kara’nın delaletiyle… Bir de tabi Osman Çetin hocamın himmetleri. Ne hoş bir tesadüf; üç güzel insanla şehri dolaşmak ve böylece şehre aşina olmak! Bütün bu gezmelerin, projelerin, ortaya çıkan eserlerin ayrı ayrı hikâyeleri var; onları da bir gün yazmalıyım. Mesela ilk Mevlid Sempozyumu… Nice zorluklar aşıldı, bir gün bunun hikâyesi yazılmalı. Diyeceksiniz ki, ne gerek var! Hayır, yazılmalı; zira bu hikâyelerin her birisi yüzgörümlüğüdür. Şehirde doğup, şehirde yetişip, şehirde kazanıp ve şehri yönetip de şehrin kültürel dinamiklerini ortaya çıkaran projeleri görmezden gelenlerle, bunları yürekten destekleyen kadirşinas insanların bilinmesi de gerek. Takdir edemeyen, hep “acaba buradan bu insanların ne çıkarı var?” hesabı yaparak engeller çıkaran, gayret ateşini söndürmeye çabalayan güruhun yanında, yapılan her güzel işe himmet ve dualarıyla gönülden destek koyan hamiyetperver insanları anmalı. Velhasıl söylenecek nice söz, yazılacak nice yazı var. Bir dönem doktora talebelerime, her şey kitaptan okunup öğrenilmez, çıkıp çevreyi temaşa etmek de lazım, demiştim. Sonra belki de hızımı alamayarak, “Neden Bursa’lı şairleri ziyaret etmiyoruz? Kalkın, Süleyman Çelebi’ye bir selam verelim.” Dediğimi hatırlıyorum… Bir güz günü. Fakülte bahçesindeki çınar ağaçlarının –şimdi maalesef yoklar- zîetlerini döktüğü günler. Hava soğuk. Ama yola revan olmuş, Çekirge’de Durakbaşı Mahallebecisi’nden birer sütlü tatlı yemiş, çaylarımızı içmiş, ısınmıştık. Daha sonra Süleyman Çelebi’ye varıp, Fatihaların eşliğinde sayı//51// ekim 46

eserinden bir parça okumuştuk… Bu daha sonraki yıllarda devam etmese de, o sene mutat her ayın ilk cumartesi gününde bir şairin huzurunda buluşmaya vesile oldu. Ahmet Paşa, Lamii Çelebi, İsmail Beliğ… Gittik, Fatiha okuduk ve her birimiz şairin birer gazelini. Sonra bir kahvede simit yedik, çay içtik. Şiir şehirde şairleri ziyaret, şimdi bir tatlı hatıra olarak belleğimizde kaldı. Hayır, sadece belleğimizde değil, eserler de vücut buldu: Süleyman Çelebi’den başka, Ahmet Paşa ve Lamii Çelebi sempozyumları, yayınlanan kitaplar… Şehir bereketlidir; yeter ki, siz onu tanımak, anlamak ve anlatmak için kalkın yola düşün. Şimdi Nakkaş Ali Paşa Camii’nin hazresinde Lamii Çelebi ve dedesinin kabri başında, buraya ilk geldiğimiz o yağmurlu günü hatırlıyorum. Kara Hoca’nın rehberliği olmasa, burayı kim nasıl bulacak? Tekke ve cami yıkılmış, bitişik nizam evler inşa edilmiş. Hocamın himmetiyle bulduk; ama çamur deryası… İçeri girip, mezar taşlarını okuyamadık. Ama o gün Haraççıoğlu Medresesi’nde bir yandan hocamızı dinleyip, öte yandan çaylarımızı yudumlayıp, simitlerimizi yerken bendeniz “bu camiyi yeniden nasıl ihya ederiz?” sorusuyla meşguldüm. Sağolsun ehli himmet, başta belediye başkanı Recep Altepe, danışmanı Aziz Elbas ve Vakıflar Bölge Müdürü Mürsel Sarı’nın kadirşinas gayretleriyle kubbe düştüğü yerden kaldırıldı. İşte aşina olmak bu… Hikâyeler biriktirmek. Şuaranın izinde uğranılacak daha nice sokak, nice semt var… Âşık Yunus var mesela; iki bina arasında hapsolmuş bilge şair. Sonra mesela Çatal Fırın civarında yol çalışmaları bahanesiyle mezarı ve mezar taşı da kaybolan İsmail Beliğ’in hatırasına hizmet etmek var. Var, var ama… İşin bu “ama” kısmını bir kenara bırakıp, o Maksem’deki Sivasi’lere bir atıfta bulunarak sözü hitama erdirelim. Sivasiler Camii, Anadolu’nun üç şemsinden bir olan Halvetiye’nin Şemsiye kolunun banisi Şemseddin Sivasî’nin yolunu İstanbul’da temsil eden Abdülmecit Sivâsî’nin sürgün yıllarını hatırlatır. Lakin bu hatırlayış da başlı başına bir başka yazı konusudur. En iyisi mi, şuaranın izinde çıkılan cevelanı burada hitama erdirmeli, Gümüşlü Kümbette, Muradiye’de, Hüdavendigar’da, Yıldırım’da ve Yeşil’de yatan gazilere ve şehrin ruhani hayatına tesir eden azîzâna Fatihalar okumalı.


ALINTI YAPMAK

BATI’DAN…

Yazarların malzemeleri vardır. Kimileri belgelere bakarak, onlardan çıkarımlar yaparak yazarlar. Belgelerini masadan kaybettiğinizde yazacak bir şeyleri kalmaz. Recep ARSLAN

azı yazmanın her kalem sahibi için başka saiki vardır. Bu Saikleri, sevk edicileri tek tek alıntılamak geniş irfan sanılabilir. Aldanmadır. Adı anılmaya değer olan yalnızca Allah’tır. İnsan toplumu içinde belli bir zaman sürecinde görünüp sonra da doğumundan önceki haline dönmüş insanları anmanın manevi bir tarafı yok. Hele hele anılan isimlerle hiçbir araya gelinmemişse, göz göze yüz yüze iki kelam edilmemişse, aynı imanın, aynı irfanın, aynı hayatın ortağı olunmamışsa o isimleri anmanın bir tek anlamı vardır. Malumatfüruşluk… Yazarların malzemeleri vardır. Kimileri belgelere bakarak, onlardan çıkarımlar yaparak yazarlar. Belgelerini masadan kaybettiğinizde yazacak bir şeyleri kalmaz. Kimi yazarlar duyduklarını, gördüklerini, yaşadıklarını malzeme edinirler. Bunlar da yazarın bireysel yetenekleriyle sınırlanır. Özel olduğu kadar başkaları tarafından tekrarlanamaz da olabilir. Kimi yazarlar da kitaplar, dergi ve gazetelerden okuduklarını malzeme edinerek yazarlar. Onlar da yeni bir yayın okuyamadıklarında yazacakları bir yazı kalmaz. Kimi yazarlar da alan seçerler. İlim dallarından birinde her gün bilgilerini artırırlar ve bilgileri arttıkça onun bir kısmını okurlarıyla paylaşırlar. İlim dalları her biri bir okyanus. İnsan derinleştikçe daha derinlere inmeye iştahlanır. İlim alanında yazanların bilgileriyle birlikte yazma istekleri de, yazacak konuları da büyüdükçe büyür.

İlim alanında yazanların bir çıkmaz sokağı var. Onların yazdıklarını okuyacak, anlayacak ve yeni yazacaklarına talip olacak nitelikte okur bulmak son derece azdır. Kimi yazarların da irfan, sanat gibi bir alanda yol aldığı görülür. Yazardan yazara kişisel özellikler farkı kadar fark vardır. Kimisi anı, makale, fıkra, hikeaye, roman, gezi yazısı, araştırma, inceleme, deneme, şiir yazanlar birbirinden farklı alanlarda yazarlar. üm bu yazılanlar, yazanı tatmin eder. Okuyanı her zaman tatmin etmez. Okuyanlar da yazanlar kadar bireysel farklılıklara sahiptirler. Birinin çok muhteşem bulduğu bir yazıyı öteki ‘beş para etmez’ bulabilir. İkisi de doğru ifadedir. Çünki her ikisi de kendi bireysel niteliklerine göre bir değerlenme yapıyorlardır. Asıl vahimi bazı memleketlerde yazan niye yazdığını, okuyan da niye okuduğunu bilmez. Yazanlar ne yazdıklarının bile bilincinde değillerdir. Deneme ile makale, Araştırma ile inceleme, devrik cümleli secili ifadeler şiir sanılabilir. Bunların tek tek ne anlama geldiğini okuyup öğrenmeye bile zamanı olmadan yazanlar, mütemadiyen yazıyorlar. Bir haakim dostum bir dergide şiirle, şairlerle ilgili bir yazı yazmıştı. Güzel mısralar da aktardığı yazısını okuyup bitirdiğimde, ‘Bu yazıyı niçin yazmış?’ diye düşündüm ve bir cevap bulamadım. Halbuki keainatta her şey sebep-sonuç ilkesine, etki-tepki ilkesine bağımlıdır. Kainatta var edilmiş her şeyin bir amacı var. Varlık-sır ilkesi var. Yazılan yazının da bir amacı olmalı. Amaçsız yazılan yazılar kadar, ikide bir amacı okuyucunun gözüne sokmak da son derece yanlış olur. Keşke, yazarlarımızın her yazıyı yazmadan önce 10 sayfa okuma alışkanlığı olsaydı. Malumatfüruşluk yerine amaçlılık hedefinde olsaydılar. Amaçlarını Baki-Fani ikileminde tartabilseydiler. Yaratan ve yaratılan ilkesinde yol alabilseydiler. Alıntı yaparken baki-fani ilkesine uyabilseydiler. Adı anılması farz olan anarken, adının anılması hiç de gerekli olmayanları anmaktan imtina etselerdi. Birlikte olunmayan, yüz yüze- göz göze olunmayan, başka medeniyetlerin yıldızlarını anmayı bir geniş kültür malzemesi saymayacak yazarları özlüyorum. Yazarlarımız beyin değirmenini çalıştırıp, akıl faaliyetiyle düşünce üretsinler arzusu ile meşbuyum. Yazı yazarken düşünmek, akıl etmek, yeni bilgiler üretmek, yeni aletler icat etmek, ya da yeni insani değerler üretmek. İşte mükemmel yazar tanımı bu olmalıdır. 47


KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN HAZİNE

OSMANELİ

Yıllardır şehir kültürü ve tarihi üzerine çalışan ve okumalar yapan biri olarak bu kadar zengin tarihi doku ve birikim ile karşılaşacağımı ben de beklemiyordum. Osmaneli’nin Arnavut kaldırımlı dar sokakların da ahşap cumbalı evlerini, konaklarını, camilerini, hanlarını, kiliseleri görünce bu şehir hakkında araştırma okuma yapma gereksinimi duydum. Mehmet MAZAK*

*TC.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//51// ekim 48

smaneli, tarihi birikimi, geçmişi ile bize anlatacağı hikâyeleri olan bir Anadolu şehridir. Osmaneli tarihi, güzel hikâyeleri olan şehrin yanında keşfedilmeyi bekleyen nadide bir mücevher gibi, hazine gibi şuracıkta yanı başımızda bekler durur yollarımızı. Osmaneli günümüzde Bilecik ilimize bağlı bir ilçe merkezidir. Sakarya’ya 60, İstanbul’a 170 km mesafede Osmanlı’nın ilk kuruluş harcında katkısı olan Devlet-i Ali Osman’ın kurucusu Osman’dan ismini alan “Osmanili” günümüzde Osmaneli olarak bilinir. Osmaneli bizi; Ertuğrul Gazi’den, Şeyh Edabali’den, Dursun Fakih’ten, Osman Gazi’den sizlere selam var, onların kokusu ve ayak izleri var benim üzerimde diyerek çağırır. 1990’lı yıllardan bu yana her sene yanı başından gelip geçtiğim, yol kenarında tabelasını okumama rağmen şehrin içerisine girerek gezmenin nasip olmadığı bu güzel Osmanlı şehrine 737. Söğüt Ertuğrul Gazi'yi Anma ve Yörük Şenlikleri münasebetiyle çıktığım yolculukta birlikte gittiğim kendisi Bilecikli olan Dr.Müjdat Uluçam sayesinde nüfuz etme, keşfetme, tanıma fırsatını yakaladım. Şehrin içerisinde birkaç tane tarihi ev, konak görmeyi umut ederken şehre adımımı atar atmaz büyük bir hazine ile karşılaşmanın verdiği sevinç yanında bir o kadar da, bugüne kadar böyle nadide bir mücevher parçasını niçin göremediğim, böyle bir hazineyi niçin keşfedemediğime de üzüldüm maalesef. Yıllardır şehir kültürü ve tarihi üzerine çalışan ve okumalar yapan biri olarak bu kadar zengin tarihi doku ve birikim ile karşılaşacağımı ben de beklemiyordum. Osmaneli’nin Arnavut kaldırımlı dar sokakların da ahşap cumbalı evlerini, konaklarını, camilerini, hanlarını, kiliseleri görünce bu şehir hakkında araştırma okuma yapma gereksinimi duydum. Okuduklarımı ve gördüklerimi harmanlayarak bu makalede sizler ile paylaşmaya çalışacağım. Osmaneli ismi, 1914 yılına kadar Melagina, Leukae, Lefke ve Pefka olarak geçmektedir eski kayıtlarda. Lefke ve Pefka adlarının Rumca’da “kavaklık güzel yer”, “kavaklık ve çamlık güzel yer’’ ve “bağlık, bahçelik ve kavaklık güzel yer” anlamlarını içermektedir. Hakikaten eski Osmaneli fotoğraflarına baktığımızda Sakarya nehri kenarında kavaklarla ve tepelerdeki çam ormanları ile bezenmiş güzel bir kasaba ile karşılaşırsınız. Tarihi İznik şehrinin güneye


açılan kapısının isminin “Lefke Kapı” olması Osmaneli’nin eski ismi Lefke’ye atfedilmesi de güzel bir tanımlama getirmektedir. Osmaneli (Lefke) , Antik Çağ’da Bithynia Bölgesi içerisinde yer alan Nikaia kentinin sınırları içinde yer alır. Osmaneli’nin tarihsel geçmişinin MÖ. 8000’li yıllara kadar uzandığı tahmin edilmektedir. Söğüt’te 1299 yılında Osmanlı’nın temellerini atan Osman Gazi’nin fetihleri sonucu Bilecik’in alınmasından hemen sonra çevre şehir ve kasabaların fethi başlamıştı. Tarihler 1308 yılını gösterdiğinde ise Lefke (Osmaneli), Osman Gazi tarafından sulh yolu ile Osmanlı topraklarına katıldı. Böylece Lefke (Osmaneli)’de kalıcı bir Osmanlı idaresi başlamıştır.

viranedir. Kendisi, 150 akçelik bir kazadır. Yetmiş kadar köyü vardır. Kadısına senede üç kese altın verilir. Ayrıca hâkimi vardır. Sakarya kenarında olup bağlı, bahçeli, altı yüz eve sahip, beş camili, dört hanlı, hamamlı, mektepli, küçük çarşılı şirin bir kasabadır. Sipahi kethüda yeri, yeniçeri serdarı var; ama nakibü’l eşrafı ve Şeyhü’l-İslamı yoktur. Lâkin bilginleri, ayan ve eşrafı vardır. Birer buçuk okka gelir sulu ayvası olur ki yeryüzünde benzeri yoktur. Ayva perverdesi (tatlısı), ayva reçeli, dünyaca meşhurdur. Sakarya nehri üzerinde uzun ve ahşap bir büyük köprüsü vardır ki ibretle seyrolunur”.

1530 yılında Sultanönü (Eskişehir) sancağının Bilecik kazasına bağlı nahiye olarak karşımıza çıkan şehir Nefs-i Lefke olarak adlandırılmaktaydı.

Osmanlı Devleti’nde 1831 yılında yapılan nüfus sayımına göre; Osmaneli, idari olarak Anadolu Vilayeti Hüdavendigâr Sancağı’na bağlı bir kaza idi. 19. yüzyılın sonlarına doğru Hüdavendigâr sancağının vilayet durumuna getirilmesi üzerine, Bilecik ve çevresi bu vilâyete bağlı bir liva (sancak) olmuştur. Sancağa da “Ertuğrul Sancağı” adı verilmiştir. Bilecik kazası, Ertuğrul sancağının merkez kazası olurken, Osmaneli de (Lefke) Ertuğrul sancağına bağlı bir nahiye (bucak) olmuştur.

16. yüzyılda önemli bir merkez olan Lefke, 17. yüzyılda da gelişmesini sürdürmüştür. 17. yüzyılda yaşamış olan ünlü seyyahımız Evliya Çelebi bu şehir hakkında şöyle der: “Köy halkına Lefke derler. Bursa toprağında ve eski Bursa krallarının yapısıdır. Sonra Osmanlıların ilk beyi olan Osman Gazi, burayı Rumlardan almıştır. Kalesi dört köşe (kare biçimli), kayadan (taş yapılı), küçük, harab (iyice yıkılmış) bir

1891 tarihli Hüdavendigâr Vilayeti Salnamesi’nde; Lefke yeni kurulan Ertuğrul Sancağının Bilecik kazasına bağlı 5 nahiyeden (Küplü, Yarhisar, Pazarcık, Lefke ve Gölpazarı) biriydi. Lefke kasabası içerisinde 1 hükümet konağı, 1 telgrafhane, 3 ipek fabrikası, 3 yağhane, 1 debbağhane, 1 otel, 2 lokanta, 1 hastane, 1 eczane, 1 mezbaha ve 30 erkek öğrencisi bulunan 1 Rüştiye Mektebi yer aldığı

Osmanlı idaresinde mamur ve gelişmiş bir şehir olarak karşımıza çıkan bu yere Lefke denmiştir. Lefke’nin (Osmaneli) Osmanlı dönemindeki gelişimi ve durumu ile ilgili kısa bilgiler vermek isterim.

49


belirtilmektedir. Ayrıca Lefke Nahiyesi’nde 3 cami, 28 mescid, 1 kilise, 2 medrese, 26 mektep, 6 hamam, 4 fırın, 98 dükkân olduğu kayıtlarda geçmektedir. Fransız Coğrafyacı ve Oryantalist Vital Cuinet, 1894 tarihli La Turquie d’Asie adlı eserinde; Lefke’de 3 cami, 18 mescit, 1 kilise, 6 hamam, 98 dükkân, 1 hastane, 1 eczane ve 1105 konut olduğunu yazmaktadır. Tarihler 12 Nisan 1914’ü gösterdiğinde yüzyıllardır Lefke ismini taşıyan şehrin adı, Padişah Mehmet Reşat’ın iradesiyle Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’ye atfen “Osmanili” olarak değiştirilmiştir. Bu tarihten itibaren ilçenin ismi “Osmaneli” olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet dönemine kadar, Hüdavendigâr vilayeti Ertuğrul Sancağı’nın merkez kazası Bilecik’e bağlı bir nahiye olan Osmaneli; 1924 yılında Bilecik’in il statüsüne kavuşması ile 30 Nisan 1926 yılında Bilecik iline bağlı bir ilçe olmuştur. Osmaneli’nin ilçe statüsüne ulaşması ile ilçe merkezinde 1926 yılında Belediye Teşkilâtı kurulmuştur. sayı//51// ekim 50

Türk milletinin kurduğu en büyük devletlerden biri olarak tarihe geçmiş olan Osmanlı Devleti’nin, bu coğrafya ve bölgede kurulmuş olması itibariyle Lefke (Osmaneli), kuruluş döneminin bütün hatıralarını üzerinde taşımaktadır. Osmaneli’nde, Samsa Çavuş, Köse Mihal gibi isimler yakın zamanlara kadar mahalle ismi olarak yaşatılmıştır. Balaban Çavuş adına kurulan Sarı Balaban ve ilk Osmanlı şehitlerinden olan Savcı Bey adına kurulan Savcıoğlu mahalleleri adı yaşatılmış ilk kurucu örneklerdir. Günümüzde ise Cami-i kebir, Cami-i cedit, Haceloğlu ve İnönü mahalleleri ile varlığını sürdüren bir yerleşim yeri Osmaneli. Kültür ve Turizm Bakanlığından tescilli yaklaşık 150 konağı, 500 yıllık geçmişi olan Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve damadı olan Rüstem Paşa tarafından 1527 yılında inşa edilmiş Rüstem Paşa Camii, Hamide Hatun (Kırgıllı) Camii, Aya Yorgi Rum Ortodoks Kilisesiyle, gözetleme kuleleri ve tarihi köprüleriyle ecdat yadigârı bir şehirdir Osmaneli. Osmaneli eski evleri, eski sokakları, eski camileri, eski hamamları, eski hanları ve Osmanlı hatıralarını yaşayabileceğiniz Gençosman Konağı, Rana Ayağ Konağı, Ahmet Öktem Konağı, Saraçlar Konağı, Necla Hanım Konağı, Münür Kesici Konağı, Fuat Gürbüz Konağı, Sülüman Aga Konağı, Tokluoğlu Konağı, Sedat Baydar Konağı ile sizi kendine çeken bir şehir olarak karşımıza çıkıyor.


Yunus Gibi

-I-

- Karaman ağzıyla-

Gelin size bir hakikat diyeyim / baht denilen ala donlu tirendir Kimi biner, kimi iner, sorulmaz O bir tiren, indirip bindirendir

Vakti kemâle erende / aklını sele verende Destursuz bağa girende Gâhi gül, gâhi diken derendir

Dağlar tepeler aşırır / bazan kapıyı şaşırır Ara-sıra denk düşürür Hesap-kitap bilmeyendir

Yel olur eser anda / gelip kapına dayanda Kiminin eli böğründe Kimini güldürendir

Babalar taht yaparlar / kızlarım gönensin deyû Onu oradan alıp Başkasına verendir

Hakk neylerse en güzel / Kâmil bunu bilişti Bilesin, bahtsız kişi Bahtını bilmeyendir.

İstasyon bazan uzak / dağlar karanlık tuzak Her menzile varışta Kaygısız dinlenendir Bazan menzil yakında / bahtın bunun farkında Duru suların arkında Yıkanıp kirlenendir

Kâmil UĞURLU

51


edeniyetimizin kurduğu şehir, medeniyetimizi temsil eden şehir, gitgide resimlerde, hatıralarda kalan bir şehre dönüşüyor maalesef. Güzel olan, huzur veren ,biz ve bizden olan ne varsa medeniyetimiz adına şehirde, bu zevalden nasibini alıyor yavaş yavaş.

"ŞEHRİM BAŞKA BİR YERDE,

MEDENİYETİM BAŞKA" "Osmanlı şehirleri,tabiat ve insanın inşaa ettiği alemin, mimarinin bir bütünlüğüdür." diyor merhum Turgut Cansever. Cem ERİŞ*

Resimler: Cem Eriş

*(Y.mimar-Restorasyon uzmanı) İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı

sayı//51// ekim 52

Kadim hayatımızda şehri bir bütün olarak yaşamak mümkündü. Mahalleler, evler, çarşılar, camiler, mescitler, medreseler, tekkeler, hanlar, hamamlar, çeşmeler, bahçeler, bostanlar, tarlalar, dereler, göller, denizler velhasıl insan ve tabiat hepsi yerli yerinde, bir edep, ahenk ve nizam içinde vazifelerini icra ediyorlardı. Hayatın tabiat ve insan arasında fıtrata tabii bir ahenk içinde aktığını şehre ve çevresine bakan bir göz hemen hissedebiliyordu. Böylece sanat ve zanaat insana ve şehre kimlik veren , değer katan bir zevkin ürünü olarak gelişiyor ve hizmet ediyordu. Bu anlattıklarım bir masal mı? Bilemiyorum. Kaynaklar, eserler, yazarlar, şairler, seyyahlar, çocukluğumda son demlerine yetiştiğim şehir: “hayır !” diyor. "Osmanlı şehirleri,tabiat ve insanın inşaa ettiği alemin, mimarinin bir bütünlüğüdür." diyor merhum Turgut Cansever. "Osmanlı şehirlerinde inanç ve inançlardan kaynaklanarak oluşan davranış biçimleri, bunların ayrılmaz parçası olan ruh halleri, ifade biçimleri, bunlara tekabül eden üslubu oluşturan manevi-kültürel standartlar, mimari eleman standartları ve teknik standartlar Osmanlı şehirlerinin temel, değişmez,ortak özelliklerini oluşturmaktadır... Şehrin ana karakterini,dokusunu ve yapısını temsil eden konut alanlarında evi tasarlayan ile inşaa edenin aynı kültürün ve inancın mensupları olması ise bugün bu konuda var olan ve çağımızın kültürel kirliliğinin ve şehirlerin tutarsızlıktan oluşan kargaşasının bertaraf edilmesini sağlayan bir etkendir" tespitini yapıyor merhum Hocamız. Klasik Osmanlı şehrinde hiç sorun yok mudur? Elbette zamanın imkanlarına, anlayışına ve dinamiklerine bağlı olarak bu şehrin de sorunları vardır. Ancak bu sorunların hiç biri içtimai buhranlara, derin kültürel savrulmalara ve ayrışmalara zemin hazırlayan, Müslüman toplumun baş edemeyeceği sorunlar değildir. Kadim toplum hayatımızda hiç bir zaman Fransız İhtilali benzeri bir travma olmamıştır.


Zira üzerine basa basa belirttiğimiz gibi toplumun sağlam bir inancı, bunu sürekli murakabe eden mescit merkezli bir mahalle, komşuluk ve aile hayatı bulunmaktadır. Bu yüzden çoğu yerli-yabancı müsteşrik Osmanlı şehrini ve toplumunu içine kapanık olmakla itham etmişlerdir. İslam'ın ve buna göre yapılanmış, örgütlenmiş Osmanlı şehrinin değerlerinden farklı olarak kapitalist-sömürgeci zihniyetin değerlerini benimseyenlerin yanılgıya düşmeleri gayet normaldir. Ancak şehrin ve toplumun bu muhkem niteliği, aynı zamanda siyasi, askeri ve kültürel hasımlarımızın o gün de olduğu gibi bugün de zayıflatıp tahrip etmek istedikleri bir hasletimizdir ve bu alanda hayli mesafe de kat edilmiştir. Ancak kadim hayatı ve onun cihanşümul değerlerini arkasına atmış, kıblesini değiştirmiş kimileri için kadim şehre dair yukarıda anlattıklarımız sadece bir masal. Batı’nın değerlerinin, yaşam tarzının, küresel kapitalist hegemonyasının gönüllü taşeronu olmaya talip olanlar şüphesiz bu söylediklerimizden hoşlanmayacaklar. Onlara ve bizlere Peygamber (S.A.V.) Efendimizin şu ikazı yeterlidir : “insanlar uykudadır; ölünce uyanırlar .” Artık kadim hayat ve şehirler çok geride kaldı. Nesil nesil aktarılan gelenek, edep, ahlak, ahenk, mimari, edebiyat, musiki vesairenin yeni nesilde mütemadi bir karşılığının kalmadığını, yeni hayat ve iletişim tarzı, araçları ve buna göre biçimlenen insan ilişkileri üzerinden çok kolay analiz edilebiliyoruz. Bu eksiği gidermek için okullarda dersler bile ( Halk Kültürü, Şehrimiz, Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi gibi) konuldu. Ama bir hakikat unutuldu. Medeniyet , onun değerleri ve kültürü sadece okulda, sınıfta verilemez; hayatın içinde mütemadiyen yaşayarak tecrübe edilir ve sindirilerek bir hayat tarzı haline getirilebilir. Evde, ailede, sokakta yaşatamadığınız, yitirdiğiniz bir şeyi çocuğa sadece okulda dersle vermek fıtrata aykırı ve zaman israfıdır sadece. Toplumun ve Devletin sorumluluğunu da ortadan kaldırmaz. Televizyona, dizilere, cep telefonlarına ve sosyal medyaya terk edilmiş çocuk, genç ve aile ihya edilmedikçe , temel burada atılmadıkça , medeniyetimizin temel ve imani değerleri her alanda hayatımızın merkezine konulmadıkça, kısacası ferdi ve müşterek hayatımızın kıblesi Kur'an ve Sünnet olmadıkça okuldaki çaba kumsalda yazılmış yazı misali kıyıya vuran ilk dalgada silinmeye mahkum. Sonunda nasıl

olduğunu bile anlayamadan kültürel kimlik ve bütünlük , hadiseler karşısındaki içtimai, müşterek hissiyat ve tavırlar , fert fert yaşanan yalnızlıklara dönüştü günümüzde. Hayat böyle telakki edilir oldu yeni nesilde. En tehlikelisi de nesiller arası irtibat koptu. Söylenenler söylendi , kelimeler tükendi diyemeyiz şüphesiz. Zira "sözlerin en güzeli" elimizde; davetçilerin , uyarıcıların , "insanların en hayırlısı" önderimiz ve rehberimiz kabul edene, teslim olana. Söz sahibine, erbabına, ilim sahibine, anneye,babaya, dedeye, nineye, amire, memura , seçene, seçilene, öğrenciye, öğretmene düşen vazifeler var son nefesi verinceye kadar, “Ben ne yapabilirim inancımın ve medeniyetimin şehri için?” diyerek gücümüz ve gönlümüz yettiğince boş vermeden ve boş durmadan. Toplumda yaşanan pek çok hadiseye karşılık çoğu zaman yaşanan suskunluğa verilecek cevap ise: Şüphesiz “Bizi edepsizler değil, edebimiz susturur (Mevlana)” SONUÇ:

Bir başka şehir olsa da hatıralarımızda Bir başka İstanbul olsa da yaptığımız resimlerde İstanbul hala var ve nefes alıyor. 53


ÂSÂF HÂLET ÇELEBİ,

LİNÇ EDİLMEKTEN NASIL KURTULDU?

İstanbul beyefendisi Âsâf Hâlet Çelebi de emsali olan diğer bir çok şair ve yazar gibi unutulup gitti. Halbuki yaşarken büyük bir şöhret kazanmış, edebiyat mahfillerinin aranan ve sevilen bir siması olmuştu. Şiirleri dilden dile dolaşıyor, kulaktan kulağa ulaşıyordu. Dursun GÜRLEK

eyoğlu ve Beykoz gibi Beylerbeyi de İstanbul’un gözde semtlerinden birini teşkil ediyor. Özellikle eski İstanbullular Beyoğlu’na ve Beylerbeyine büyük bir alaka gösteriyorlardı. Beylerbeyi, adından da anlaşıldığı gibi daha çok kibar insanların, İstanbul efendilerinin, kalem ve kelam erbabının mebzul miktarda bulunduğu her manasıyla güzel ve tarihi bir mekândı. Meşhur yazarlarımızdan ve şairlerimizden Mehmet Akif Ersoy’un, Ömer Ferid Kâm’ın, Münevver Ayaşlı’nın ve Âsâf Hâlet Çelebi’nin Beylerbeyi’nde ikamet ettiklerini biliyoruz. Bilhassa Âsâf Hâlet Çelebi, gerek halet-i ruhiyesiyle, gerek çelebiliğiyle, gerekse beyefendiliğiyle tam bir Beylerbeyi sakini olarak karşımıza çıkıyor. Haldun Taner’in “Ölür İse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil” adındaki kitabında “Her insana, her zaman iyi bakan munis gözleri, en dertli zamanlarda bile gülümsemeye hazır kalın dudakları ile onu görmek birden içimizi açardı.” cümlesiyle tarif ve tavsif ettiği Âsâf Hâlet Çelebi, bir kere daha tekrarlayalım ki Beylerbeyi’nin yetiştirdiği tam bir İstanbul çelebisiydi. Genç Halet Çelebi, Mekteb-i Sultani denilen Galatasaray Lisesi’nde Batı kültürüne iyice nüfuz ettikten sonra kendini birden bire Şark’ın esrarengiz dünyasında buldu. Sanki etkileyici bir ses, durmadan ona, “Işık Doğu’dan gelir!” diyordu. Çelebimiz, maveradan gelen bu nidaya kulak vermek suretiyle bir nev’i postu tekkeye serdi. Şiirlerini “Lamelif”, “Om Mani Padme Hum” adlı kitaplarında topladı. Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Molla Cami, Ömer Hayyam, Naima, Eşrefoğlu Rumi gibi önemli şahsiyetleri konu alan kitaplar yazdı. “Divan Şiirinde İstanbul” adıyla bir de antoloji hazırladı. 1958 yılının bir ekim sabahında Gureba Hastahanesi’nde irtihali dar-ı beka etti. Küplüce mezarlığında sırlandı. İstanbul beyefendisi Âsâf Hâlet Çelebi de emsali olan diğer bir çok şair ve yazar gibi unutulup gitti. Halbuki yaşarken büyük bir şöhret kazanmış, edebiyat mahfillerinin aranan ve sevilen bir siması olmuştu. Şiirleri dilden dile dolaşıyor, kulaktan kulağa ulaşıyordu. Ne yazık ki ölümüyle birlikte kitapları da piyasadan çekildi, bir kısmı ise sahafların tozlu rafları arasında gizlenmeyi tercih etti. Memnuniyetle belirtelim ki şimdi artık hem kitapları yeniden

sayı//51// ekim 54


basılıyor, hem de hakkında biyografiler hazırlanıyor. Yanlış hatırlamıyorsam ilk önce rahmetli arkadaşımız Mustafa Miyasoğlu, “Semih Güngör” takma adıyla hakkında bir araştırma yayımladı. Son günlerde Beşir Ayvazoğlu arkadaşımızın “He’nin İki Gözü İki Çeşme / Bir Âsâf Hâlet Çelebi Biyografisi” ismiyle kaleme aldığı kitap da, bu konuda dikkat çekici bir biyografi olarak karşımıza çıkıyor. Bendeniz yaş itibariyle Âsâf Hâlet Çelebi’ye yetişemedim ama hem eserleriyle beslendim, şiirleriyle hislendim hem de hayat arkadaşı Nermin Hanım’ı, Etiler’deki Huzurevi’nde ziyaret ettim. Hanımefendi her ne kadar Huzurevi’nde yaşıyorsa da huzuru yerinde değildi. İhtiyarlığın sıkıntılı devrini yaşıyor, eski mutlu günlerini hasretle anıyordu. Hele genç yaşta kaybettiği Ömer isimli çocuğunun fotoğrafına baktıkça göz yaşlarına hakim olamıyordu. Resmi, bir kaç defa bana da gösterip aynı hüznü benim de yaşamama vesile olmuştu. Bu arada merhum hayat arkadaşı Âsâf Hâlet Bey’in bir kitabını da vekâleten imzalayıp fakire takdim etmişti. Yukarıda da belirttiğim gibi Âsâf Hâlet Bey, tam bir İstanbul efendisi ve Osmanlı hayranı idi. Bu hayranlığını en zor zamanlarda bile belli etmekten, ortaya koymaktan çekinmiyordu. Melih Âşık’ın 13 Kasım 1994 tarihli Milliyet Gazetesinde “Çelebi Durmayınca” başlığıyla yayımladığı yazıyı, bu konunun bir belgesi olarak aşağıya alıyorum: “Yaşlı, başlı gün görmüş bir hanımefendi Nebahat Kuran…Bize gönderdiği mektubu okurken hem ilginç bir olayı öğreniyor hem de kırk yıl gibi kısa bir sürede nereden nereye geldiğimizin resmini görüyoruz. Mektubu özetleyerek aşağıya alıyoruz: Talebelik yıllarımda (1950’lerde) Beyazıt’taki Belediye Kütüphanesi’nde memur olarak çalışıyordum. Bir müddet sonra da zamanın popüler şairi Âsâf Hâlet Çelebi, memur olarak aramıza katıldı. Dış görünüşünden umulmayacak kadar terbiyeli, mesafeyi hiç kaçırmamakla beraber samimi bir ağabeyimizdi. Tek kusuru boğazına aşırı düşkünlüğü idi. Sabahları vapurdan çıktıktan sonra Hacı Bekir’e uğrar, her gün koca bir kese kâğıdı akide şekeri ile daireye gelirdi. Latife olsun diye eskilere ait

tabirler kullanıp, ‘Hanımefendi buyurun zihne küşayiş getirir’ diyerek bizlere de ikram ederdi. Tabii fazla parlak olmayan memur maaşı bu ikramlarla büsbütün kısıtlı hale gelir ve para sıkıntısı çekerdi. Atatürk’ün ölüm günüydü. Ben binaya yaklaşırken, saat dokuzu beş geçe sirenler başladı. Düdüklerin bitişiyle beraber oluk oluk bir kalabalığın bizim kütüphaneye akın ettiğini gördüm. Üniversite talebeleri, kontrolörler ve halk bağıra çağıra binaya girmeye çalışıyordu. Meğer Âsâf Bey, saygı duruşu sırasında durmamış, yürüyerek kütüphane binasına gelmiş, içeri girmişti. Ben oraya geldiğimde müdür ‘Dalgınlığına gelmiştir, fark etmemiştir’ diyerek, Âsâf Bey’i linç etmeye kararlı bir kalabalığı yatıştırıp dağıtmaya çalışıyordu. Kalabalık sonunda dağıldı. Âsâf Bey ise içeride hâla ‘Ben Osmanlıyım! Ben Osmanlıyım!’ diye sayıklıyordu.” Hüküm cümlesi olarak söylemek isterim ki, sözüm ona saygı duruşuna geçen o kalabalık eğer gerçekten saygılı olsaydı böyle bir İstanbul efendisini linç etme teşebbüsünde bulunmazdı. Âsâf Bey, hakikaten tam bir Osmanlıydı, “Ben Osmanlıyım! Ben Osmanlıyım!” sözüyle de sayıklamıyordu, bilakis doğruları yanlışlardan ayıklıyordu. Vefatının 60. yılında merhumu bir kere daha rahmetle anıyorum. 55


ANORAMA

PANORAMA 1326 BURSA FETİH MÜZESİ Üç boyutlu alan üzerinde daha ziyade ağırlıklı olarak Bizans sutun kalıntıları ,sutunbaşlıkları ve lahitler arasından baktığımızda Bursa Fatih’i Orhan Gazi’nin otağı kurulmuş..diğer tarafta beylik obaları yurt tutuyorlar..çadırlar kuruluyor,güreşler tutuluyor.. Salih DOĞAN*

*İBB Panorama 1453 Müzesi Müdürü

sayı//51// ekim 56

İlk panoramik müzenin kurucusu olan Robert Barker’in oğlu Henry AstonBarker 1799-1800 yıllarında Galata Kulesi ve Kız Kulesi’nden İstanbul’un panoramik resimlerini yapmıştır. Bunları, tanınmış fotografçı Pascal Sebah’ın Galata Kulesi’nden çektiği İstanbul Panoramaları izler…Panoramik resimin çıkış noktası Ülkemiz ve şehrimiz İstanbul olsa da ; bizim bu teknikle tarihsel olayları anlatma serüvenimiz henüz çok yeni, yaklaşık 10-15 yıllık bir geçmişe dayanıyor.Anıtkabir ve Askeri müze, miniaturkdeki diaromalarısaymazsak..başlangıcı 2009 yılında açılan Panorama 1453 Tarih Müzesi sayabiliriz..ilk defa gökyüzünün resme dahil edilmesi ile kubbe çapı başta olmak üzere kullanılan yeni tekniklerle Dünyanın tam panoramik tek müzesi olma özelliğini taşıyan müzemizin bu rekorunu yine aynı sanatçıların özverili ve titiz çalışmalarıyla yaklaşık aynı zaman diliminde ortaya çıkan muhteşem bir Panorama çalışması “Bursa Panorama 1326 “ortaya çıktı. Bursa’nın Osmangazi Belediyesi tarafından 2015’te yapımına başlanan, Bursa’nın fethi ve Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş hikayesinin anlatıldığı “Panorama 1326 Bursa Fetih Müzesi” nin projelendirilmesinden yapım aşamalarına kadar yakinen takip ettiğim bir müze ,geçtiğimiz günlerde istanbulda gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Panorama konferansına katılan konsey üyelerine yapımı tamamlanmış açılış için gün sayan Müzeye bir gezi düzenledik. Meksika’dan Avustralya’ya kadar dünyanın bir çok ülkesinden gelen panorama müzecileriyle sabah 07 sularında İstanbuldan hareket ederek 09 sularında Bursaya ulaştık. 20 IPC üyesinin ve Panorama Proje Koordinatörü Haşim Vatandaş ve sanatçılar Yaşar Zenalov, OksanaLenka’da aramızda olduğu halde , Panorama 1326 müzesinde hazırlanan bursanın meşhur tahinli çörekleriyle yapılan geleneksel kahvaltı ile güne başladık. Osmangazi Belediye Başkanımız Sn. Mustafa Dündar’ın ev sahipliğinde, Panorama 1326 Müze ziyaretimizde bize Başkan Yardımcısı Yunus Şahin ve Özel Kalem Müdürü Orhan Mollasalih eşlik etti. Mükellef bursa kahvaltısı sonrasında heyecanla müzede sorumlu sanat tarihçisi arkadaşımız Yunus bey girişteki sergi alanında bize ilk 6 Osmanlı Sultanı ve onların zamanındaki Bursa sosyal


hayatını anlatan 16 tablonun yer aldığı kalıcı sergi alanını gezdirdi.. PANORAMA 1326

Dünyada bir çok panorama görmüş biri olarak platforma çıkmak ve bir an önce panoramayı görmek için sabırsızlanıyorum..ilk sürpriz burada tarihin içine hafif hafif ilerleyen bir yürüyen merdivenle çıkıyor olmanız.. mesafe azaldıkça heyecanımız artıyor ..resme yaklaştıkça hayret duygusu bizi altüst ediyor.. kuş sesleri bahar havası sizi sarıyor sanki açık havadasınız..yabancı misafler adeta başka bir gezegene adım atmış gibi panoramanın görkeminden büyüleniyorlar.... Beyliklerden imparatorluğa uzanan Osmanlının kuruluşuna tanık olmak ,aralıklarla 10 yıl süren kuşatma sonucu Bursanın savaş yapılmadan teslim alınışı..bir tarafta doğu roma sütunları arasından görülen hisarlar ve bursa ovasından uludağ eteklerine kadar uzanan müthiş bir detay ve 10 bin figür bir çok yurt tutuş enstantanesi canlandırılmış buyuk resimde ... barış ve bahar müzesi panorama 1326’da .. Üç boyutlu alan üzerinde daha ziyade ağırlıklı olarak Bizans sutun kalıntıları ,sutunbaşlıkları ve lahitler arasından baktığımızda Bursa Fatih’i Orhan Gazi’nin otağı kurulmuş..diğer tarafta beylik obaları yurt tutuyorlar..çadırlar kuruluyor,güreşler tutuluyor.. Akıncıların serdengeçtilerin Allah Allah nidalarının kulaklarınızda yankılandığını hissediyorsunuz. Uludağın eteklerinde coşan pınarların tılsımının

nereden geldiğinin farkına varıyorsunuz. İstanbulun Fethinin anlatıldığı resmi yapan Proje Koordinatörü Haşim Vatandaş ve sanatçı grubu tarafından yapılan 1326 Bursanın Fethi Panorama da 42m çapındaki kubbe’de 360 derece dairesel döngü içerisinde Bursanın fetih günü resmedilmiş..Başkan Mustafa Dündar’a ve ekibine Ülkemiz ve kültürel mirasımız adına şükran borçluyuz.ne kadar teşekkür etsek azdır. Görkemli Tarihin hafıza mekanı ve adeta bir anıt eser olarak inşa edilen ,şanlı tarihimizle milletimizi tekrar yüzleştirecek bu hafıza mekan Bursa’nın fethini barış temasıyla canlandıran Panorama 1326 özellikleriyle dünyanın tam panoramik tek müzesi olma ünvanına Panorama 1453 Tarih Müzesi ile ortak olduğu gibi kubbe çapı ölçülerinde öne geçmiş Türkiyenin en buyuk kubbesine sahip olmuştur. Dünyaca ünlü tarihçi merhum hocamız Prof. Dr. Halil İnalcık’ın başdanışmanlığını yaptığı müze,Bursa’nın fethi ve Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş hikayesinin özel olarak dönemin büyük şahsiyetlerinin öğretileri doğrultusunda modern tekniklerle hazırlanan görsellerle anlatıldığı gibi müzede ayrıca konferans salonları, kütüphane, idari ofisler ve kafeterya alanı,hediyelik eşya mağazası, bin kişilik sergi salonu ile müze olması yanında adeta bir kültür merkezi kimliğini de beraberinde taşıyor. Hafıza mekanlar olan müzeler, aynı zamanda toplumların bilinçaltını oluşturmaktadırlar..Bu tarafıyla müzelerin eğitici ,dünüştürücü milli 57


bakınca tepe ve küreyi görüyorsunuz lakin üst park içinden sanki bir sığınağa girer gibi müzeye giriliyor...Uludağ Üniversitesi Mimarlık Fakultesi tarafından tasarlanan bina dünya ölçeğinde modern bir tasarıma sahip ekoloik yapısıyla öne çıkıyor . Yeşil bina formunda inşa edilen yapı ,enerji ve çevre dostu tasarım özelliği gösteren müze binası,uluslararası LEED sertifikasına sahip olacak nitelikte donanımlara sahip.içinde botanik bahçesi ve yapay şelaleler yer alıyor.Müze binası aynı zamanda Isıtma -soğutma noktasında enerji tasarrufu yapıyor.. Yağmur sularını depolayan akıllı bir yapı olarak da inşa edilmiş. kimlik oluşumuna katkısı çok buyuktur.Müze yetkilileri ;ziyaretçiler buraya geldiklerinde 1326 yılının Bursasınıgörecekler.Beylikten cihan devletine uzanan yolculuğun belgesel niteliğinde anlatıldığı müzeye yılda, 50 bini öğrenci olmak üzere 350 bin kişinin ziyaret etmesini ön gördüklerini aktarıyorlar.. Proje Koordinatörü Mimar Haşim Vatandaş ve sanatçı arkadaşları Yaşar Zeynalov,OksanaLegka,MahmutAcar,Ramazan Erkut ,AtillaTunca,ÖmerEmirosmanoğlu,Hasan Hüseyin Dinçer sanatçı dostlarımıza, Sanat Danışmanları ; Merhum Hocamız ProfDr. Halil İnalcık ,Prof.Dr.MetinSözen,Prof. Dr.YusufOğuzoğlu,Prof.Dr.MustafaKara,Prof. Dr.A.Şinasiİşler,AhmetErdönmez,Yrd.Doç. Dr.Sezai Sevim hocalarımıza da bu muhteşem Tarih Panoramasına yapmış oldukları katkılardan dolayı şükranlarımı sunuyorum MÜZE BİNASI

Bursa şehir silüetinde yeni bir sembol mimari yapı olan Panorama 1326 ,Kamberler parkına yapılan müzenin üst kısmında asırlık zeytin ağaçları ve seyir terası mevcut , dışarıdan sayı//51// ekim 58

MARKA MÜZE PANORAMA 1326 VE TURİZM

Sadece yeşil Bursamızın marka değerini değil aynı zamanda ülkemizin marka değerine önemli katkı sağlayacak bir müze panorama 1326 .Son yıllarda artan turizme önemli bir ivme kazandıracağı,gelişimine katkı sağlayacak, şehrin markalaşma sürecine dünya ölçeğinde bir katma değer üretecektir.Şehre tarih ve kültürel anlamda değer katan 1326 bir nevi Burasının vitrini ,tanıtım merkezi olma özelliğini de taşıyacak bir müze olmuştur. Kültürel mirasımız adına Bursa Fetih günü ve o dönemin yaşayışını, Osmanlı’nın insan merkezli yönetim anlayışını, düşünür ve ilim adamlarının felsefelerinin de yansıtıldığı 1326, tarihsel ve kültürel mirasımızı gelecek kuşaklara aktaracak önemli bir merkez olmuştur.Resmi açılış henüz gerçekleşmemiş olup gün saymaktadır..herkesin mutlak görmesi gereken muhteşem bir eser… Fethin sadece coğrafya ile sınırlı kalmadığı kalplere uzanan fetihlerin de gerçekleştirildiğinin kanıtı olan müzeyi gezmeniz dileğiyle..


Çocukluktan gençliğe geçerken önce bahçeli evimize veda ettik, çok katlı bir apartman için… …sonra arkadaşlarım, ağaçlarım ve oyunlarım azaldı. Oyunlara veda etmenin aslında hayallere veda etmek olduğunu çok sonra fark ettim…

NASIL BİR ŞEHİR

KAÇKINI OLDUM?

-I-

Bugünün, çağdaş bir kentlisiyim ben… Evimle ve sokaklarımla, çıkışı belirsiz beton labirentlerin çaresiziyim! İbrahim BAŞER

…ve sonra hayatın da bir oyun olduğunu, unuttum. Aslolanın kaybetmek veya kazanmak olmadığını; aslolanın paylaşmak olduğunu, unuttum. Sadece kazanca endeksli bir yaşantının kıskacında sıkışıp kaldım... …kaldık! İşte halim; bugünün çağdaş kentlilerinden biriyim ben! Geçmişim, ‘misyonunu tamamlayıp köşesine çekilmiş’ bir nostalji… Geleceğim, hayali bile mümkün olmayan bir belirsizlik… Bugünün, çağdaş bir kentlisiyim ben… Evimle ve sokaklarımla, çıkışı belirsiz beton labirentlerin çaresiziyim! Sonra bir sabah yürüyecek bir avuç yeşil alan ararken bir şey oldu bana… …fark ettim ki kaybolmuş oyunlarım ve paylaşmayı istediğim hayatımın peşinde bir serüveni göze alırsam, alırsak; geçmişten geleceğe kurulacak sağlıklı bağlantıları hayal edebilir hatta hedefleyebilirdim. Geçmişin olumlularını ve geleceğin gerçeklerini aynı potada eritince karşımıza beton kentin çıkmaz labirentlerinde yitip giden bugünüm çıktı evvelâ… …sonra, çocukluğumdaki oyunlarım çıktı önüme… Ayşe Teyze’nin erik ağacı… “Müsaitseniz annemler oturmaya gelecek” cümlesinin yankılarını duydum sanki… Arkadaşlarımla beraber sürdüğümüz plastik arabaların tadı canlandı dimağımda… Keşfetme zamanlarımı hatırlamak burnumun direğini sızlattı. Ve kendi evlatlarımın da bu hüzünlü hikâyenin yeni kahramanları (kurbanları mı demeliydim acaba) olacağını fark edince sırtımda bir soğuk ürperti hissettim… İşte İznik’te bir köy evi fikri böyle doğdu… …ve hayat oyununu birlikte oynadığım takım arkadaşlarımla düştük yollara. Vakit; “-Haydi, saklambaç oynayan kaleye mum diksin!” vaktiydi. (Devam edecek) 59


BOSNALI KAHRAMAN BİR MÜNEVVER,

HACI ADEM HACİÇ (HACIOĞLU)

Bosna savaşı başladığında Gradaçaç’ta imamlar ve yetiştirdiği gençlerden oluşan bir topçu bataryası kurdu. Bu batarya Bosna Hersek genelinde Hocalar Bataryası olarak anıldı. Hüseyin KANSU*

acı Adem Hacıoğlu, Bosna Hersek’in kahraman entelektüel isimlerinden biridir..Bosna Hersek’in Srebrenisa şehrine bağlı Sladna köyünde 24 Mayıs 1944 tarihinde doğdu. Babası Hamit, annesi ise Meryem’dir. İlköğrenimini köyünde tamamladı.1957 yılında Saraybosna’da bulunan Gazi Hüsrev Bey Medresesine kaydoldu. Bu okuldan 1964 yılında mezun oldu. Modriça, Bosanski Novi ve Gradaçaç gibi şehirlerde imam-hatip olarak görev yaptı. Belgrad Üniversitesi Şarkiyat Fakültesinde Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Zagreb Üniversitesinde Uluslararası Ekonomi ve Politika dalında mastır yaptı. Zagreb’de bulunan Boşnak diasporasının entelektüellerinin ilim meclislerine katıldı. Bir Slovenya firmasının Irak’taki ihalelerinde 1981-1987 yıllarında Arapça ve İngilizce tercüman olarak çalıştı. 1987 yılı sonunda Irak’tan döndü ve Gradaçaç şehrinde baş imam olarak göreve başladı. Gradaçaç İslam Birliği Başkanlığı görevine getirildi. 1990 yılında Gradaçaç Belediye Meclis Başkanı seçildi. Aliya İzetbegoviç’in öncülük ettiği SDADemokratik Eylem Partisinin kuruluş çalışmalarına katıldı, 25 Mart 1990 tarihinde partinin kuruluş bildirgesinin açıklandığı ve kurucularının tanıtıldığı Saraybosna’da düzenlenen törene cübbeli ve sarıklı olarak katıldı ve Bosna Hersek’te gündem oldu. Demokratik Eylem Partisi Gradaçaç Başkanı oldu.26 Mayıs 1990 tarihinde düzenlenen Demokratik Eylem Partisinin birinci olağan kongresine delege olarak katıldı. 18 Kasım 1990 tarihinde ilk defa gerçekleşen çok partili milletvekili genel seçimlerinde partisinden Gradaçaç milletvekili seçildi. 1991 yılında Gradaçaç’ta Vatanseverler Birliği Başkanlığına seçildi. Boşnakların siyasi bilinçlenmeleri adına çeşitli faaliyetlere katkı verdi. 1991 yılı Mart ayında arkadaşları ile birlikte bir süreliğine sosyalist rejim tarafından tutuklandı.

*20.21.22.Dönem TBMM MV.Bosna Dostluk Gurubu Başkanı.

sayı//51// ekim 60

1992-1995 yıllarında Bosna Hersek’te yaşanan savaşta Gradaçaç halkının silahlanmasına önemli katkılarda bulundu.


Adem Haciç ;Gradaçaç savunmasında iki oğlu ile birlikte bilfiil vatan savunmasına katılarak cephedeki askerlerine moral destek sağlıyordu. Savaş yıllarında zaman zaman Hırvatistan’a giderek yiyecek, lojistik imkan ve silah temininde rol oynadı. Bosna Hersek parlamentosunda ilk defa mescit açılmasına ön ayak oldu. Parlamentonun toplantı günlerinde vakit namazlarında bu mescitte imamlık yaptı. Bosna savaşı başladığında Gradaçaç’ta imamlar ve yetiştirdiği gençlerden oluşan bir topçu bataryası kurdu. Bu batarya Bosna Hersek genelinde Hocalar Bataryası olarak anıldı. Binbaşı Adem Haciç bataryasının askerleri ile birlikte Sırbistan’dan gelip Gradaçaç bölgesinden geçip Kuzey Batı Bosna Krajina bölgesine gitmekte olan 9 vagondan oluşan her çeşit silah ve cephane yüklü Sırplara lojistik destek olarak giden tren katarını Allah’ın inayeti ile durdurmaya muvaffak oldular. Sırp askerleri esir aldılar. Tüm malzemeleri bir haftada tahliye edebildiler. Allah’ın lütfu ile bu başarı savaş döneminde Bosna Hersek’te hep konuşuldu. Bu sayede Boşnaklar bölgeye hâkim oldular. Savaşın bölgedeki kaderini değiştirdiler. Aliya İzetbegoviç savaşın ikinci yılı sonunda Gradaçaç’a geldiğinde bu askerleri ve Adem Haciç’i tebrik etti ve “eğer bu başarı elde edilmeseydi düşman Saraybosna’ya kadar gelebilirdi” demiştir. 1994 yılında Hac görevini gazilerin kafile başkanı olarak ifa etti. Savaş bittikten 14 Aralık 1995 Dayton barış anlaşması imzalandıktan bir süre sonra Adem Haciç doktora yapmak arzusunda idi. Hem bu düşüncesini gerçekleştirmek hem de Boşnaklar’ın bir camiinde vazife yapmak için hanımı ile birlikte Viyana’ya yerleşti. Viyana’da 20 yıla yakın camide görev yapmış ancak camiyi, İslami İlimlerin okutulduğu her yaştan talebelerin yer aldığı bir medreseye dönüştürmüştür. Eşi Şefika hanımın ağır rahatsızlığı ve devam eden tedavisi sebebiyle doktorasını bitirememiştir. 16 Eylül 2017 tarihinde eşini kaybeden Adem Haciç, 29 Ağustos 2018, Çarşamba gecesi vefat etmiştir.

31 Ağustos 2018 Cuma günü büyük bir cemaatin iştiraki ile Viyana’da cenaze namazı kılınmıştır. 1 Eylül 2018 Cumartesi günü uzun yıllar emek verdiği Gradaçaç’ta Kaptan Hüseyin Paşa Camii’nde ikindi namazından sonra büyük bir cemaatle cenaze namazı kılınmıştır. Bosna savaşı yıllarında kendisi ile tanışmakla büyük bir şeref duyduğum saygıdeğer Hacı Adem Haciç efendinin cenaze ve defin merasiminde şahsım ve milletim adına bulunduğum için Allah’a hamd ediyorum. .Cenaze namazında Gradaçaç’lı Hacı Adem Efendi’nin talebesi Bosna Hersek Reis-ul Uleması Hüseyin KAVAZOVİÇ bir tezkiye konuşması yapmıştır; Özetle; İsmi gibi Adem o… onun talebesi olmak, onunla birlikte olmaktan onur duyuyorum.. demiştir. Ayrıca konuşmasında; milletimizin en zor günlerinde, bunaldığımızda bize sadece moral veren o idi demiştir ve Allah bizimle mutlaka kazanacağız dediğini eklemiştir Omuzlarında Gradacac ve Bosna Hersek Müslümanlarının dini ve toplumsal sorumluluğunu yorulmaksızın taşıyan Adem Haciç mütevazı kişiliği ile tanınmış bir insan ve bir Müslüman olarak hiçbir zaman ben kelimesini kullanmaz daima hep biz yaptık biz başardık derdi. Rahmetli Adem Hacic, 19.3.1997 de Gaziantepte bir iftarda konuşma yapmış ve bende tercüme etmiştim.. Bir kaç önemli cümleyi naklediyorum..;-Sevgili Gaziantepli kardeşlerim, Ben cepheden geliyorum.. Bosna Hersekten geliyorum..İşte aynen Gaziantep halkının tarihteki gaziliği gibi, Bosna Hersek’in gaziler diyarı Gradacac tan geliyorum… ..Ben şu dilekle temennide bulunuyorum,: Ya rabbi, bu milleti yeniden güçlü kıl, Müslüman Türk milletini güçlü kuvvetli kıl ki, yeryüzündeki bütün insanlara yardım edebilsin. İnşaallah biz, sizin yardımlarınızla tam istiklalimizi elde edecek, düşmanı topraklarımızdan atacağız. Ondan sonra, Cezayir demi? Keşmir’de mi? Kafkasya’da mı? Kaşgar’ damı? Nerede Müslümanlar mağdur ve mazlumlar, birlikte oraya koşacağız, birlikte onları kurtaracağız…Allaha emanet olunuz… ALLAH rahmet etsin, mekânı cennet olsun… 61


MUSİKÎNİN ALTIN İKLİMİNDE

ERZURUMLU BİR SANATÇI:

KEMÂNÎ HAYDAR TELHÜNER -IHâlbuki yine Tanpınar’ın cümleleriyle; "Erzurum, yalnız dadaşların değil; efsânelerin, destânların, türkülerin, koşmaların da vatanıdır. Bir Erzurum barındaki davulun tokmağı, gazilerin destânlarını dile getirirken, Erzurum'u kucaklayan yüzyıllar, efsânelerle, hikâyelerle süslenir. " İsmail BİNGÖL*

usikinin insan ruhunda uyandırdığı hissiyat ve incelik; kültürle yakından ilgilidir. Makam, güfte, anonimlik ve benzeri kavramlar çerçevesinde değerlendirildiğinde, hangi tür musikinin kişi üzerinde nasıl bir etki oluşturacağı ve o etkinin insan hayatına yansımaları konusunda çok şey yazılabilir. Yalnız şurası bir gerçek ki; musikiyi icra etmek kadar, dinlemek de bir kültür işidir. Şöyle ki; günümüzde bazı tür müzikleri hariç tutarak ifade edersek, sahneye taşınan ve sanat olarak değerlendirebilecek olan musikinin icrası anında sanatkâra gösterilmesi gereken hürmet ahlâkından hayli uzaklaştık denebilir. Tanzimat’la beraber musikimiz, alışıldığı orijinal ve o musikiyle mütenasip düşen mekânlardan koparılıp sahnelere taşındı. Bunun sonucunda hissetme durumu ortadan kalkarak, sadece işitme ve seyir üzerine oturtulan bir görüntü ortaya çıktı. O gün bu gündür, kulak ve kalbin müşterek misafiri olan ses, ruhumuz için gerekli fonksiyonlarını icra etmekten uzaklaştı. Sanatkârların yerini alanlar ise, bir alkış dilenciliği illetine müptelâ oldular ki, bu hâl bizi Itri’den miras kalan ses ve aşk zevkinden ayırdı. Artık musiki ruhun emrinde değil. *TRT Erzurum Radyosu

sayı//51// ekim 62

Günlük hayatımızda farkında olalım veya olmayalım, ÇOK KÖTÜ bir pozitivizmin, zamanımızı esir alan korkunç bir materyalizmin elindeyiz artık. Her yere, her şeye ve her davranışımıza yansıyan bu durum; tabii ki sanatı da elinde oyuncak ediyor, sanatçıyı da, onu dinleyeni de… Folklor varlığımız içerisinde çok derin ve anlamlı bir değer taşıyan musiki; nasıl ayrı bir yere sahipse, Erzurum musikisi de onun için de ayrı bir yere ve değere sahiptir. Her ne kadar, bugünün Erzurumlusu “yüzyılların ardından ses veren” türkülerine, şarkılarına gerektiği gibi sahip çıkamıyorsa da; geçmişte durumun böyle olmadığını, o yılların Erzurum'unu anlatan kişilerin yazılarından okuyoruz. Tanpınar'ın; (...) Musiki zevki de böyle idi. Bütün Erzurumluların bildiği Bar oyununda....." şeklindeki ifadesi, bunun en iyi delillerinden biridir. Ne var ki; yine de şu soruyu sormalı kendine her Erzurumlu: Bugün kaçımız biliyoruz Erzurum barlarını ya da Erzurum türkülerinden birinin sözlerinin tamamını? Hâlbuki yine Tanpınar’ın cümleleriyle; "Erzurum, yalnız dadaşların değil; efsânelerin, destânların, türkülerin, koşmaların da vatanıdır. Bir Erzurum barındaki davulun tokmağı, gazilerin destânlarını dile getirirken, Erzurum'u kucaklayan yüzyıllar, efsânelerle, hikâyelerle süslenir. " Yaşayan kültür, geçmişte yaşanılan kültürle bütünleştirilerek yarınlara aktarılmalıdır. Yoksa her geçen gün mazisinden uzaklaşan bir milleti, yeniden ve büyük bir heyecan eşliğinde bir yerlere taşımak ve yükseltmek mümkün olamaz. Bu anlattıklarımızdan sonra asıl konumuza gelirsek; öncelikle şunu söyleyelim ki; bu topraklar büyük istidatların yetiştiği ve bunlardan kiminin; şartların ve fırsatların gereği ülke çapında tanındığı, kimininse böyle bir imkân bulamadığından sadece belli çerçevede yani sadece bazı insanlar arasında ya da yaşadığı şehirde adını duyurduğu bir ülkede yaşamaktayız. Hayatın her alanında kendini gösteren büyük kabiliyetlere imza atmış olan bu şehirlerden biri de Erzurum’dur ve onun musiki dünyasına armağan ettiği çok önemli isimlerinden biri de Kemânî Haydar Telhüner’dir. Sanat ve halk müziği formundaki besteleri, derlemeleri ve kaynak kişilik ettiği eserleri; radyolarımızda, televizyonlarımızda çalınıp söylenmekte ve meraklılarınca büyük bir


zevkle, büyük bir hissedişle dinlenmektedir. Fakat o da; devrin şartları ve hayatındaki; kimi sanata, kimi duygu dünyasına bağlı olumsuzluklar sonucunda, hak ettiği yere gelememiş ve hatta zaman içerisinde eserleri çalınmış, ardından sahip çıkılmayınca başkaları tarafından sahiplenilmeye çalışılmış ve unutuluşa yani nisyana terk edilmiştir. Ne var ki; yine de insaf sahipleri yok değildir. İşte onların meydana çıkışından sonra, memleket musikisinde gerçekten çok önemli bir başarıya imza atmış olan Telhüner’in eserleri, hepsi olmasa da bir kısmı onun adıyla TRT repertuarına kaydedilmiş ve bu konunun bir nebze olsun telafisi yoluna gidilmiştir. Geçen yılların birinde, sanıyorum Temmuz ayının 07’sinde, saat 01’i göstermekteyken, bir yandan bir şeylerle uğraşıyor, bir yandan da televizyon kanalları arasında dolaşıyorum. O ara TRT’nin kanallarının birinde tanıdık yüzler ve konu dikkatimi çekiyor. Ankara radyosu ses sanatçısı Kubilay Dökmetaş, Erzurumlu sanatçı Kemani Haydar Telhüner’i anlatıyor. Program içinde kendisine ayrılan bölümde, her hafta ayrı bir kişiyi anlatan ve eserlerinden örnekler veren Dökmetaş, bu haftaki bölümü vefa göstererek ve kadirbilirlik ederek Haydar Telhüner’e ayırmış. Uzun yıllar TRT Erzurum radyosunda ses sanatçısı olarak görev yapan sanatçı dostumuz, aynı zamanda iyi bir arşivci... Çok iyi bir plak koleksiyonuna sahip olduğunu, kendi ifadelerinden ve burada çalıştığı yıllarda yaptığımız sohbetlerden hatırlıyoruz. Türk halk müziğine sesiyle olduğu kadar, yaptığı arşiv değeri taşıyan programlarla da hizmet eden sanatçının bu çabaları övgüye değerdir. Dökmetaş’ın, “Arşivleri taradım, plağına rastlamadım.” dediği Haydar Telhüner’in, kendi özel arşivinde bulunan “Bu gece” adlı tek plağını dinliyoruz. Sözü ve müziği kendisine ait şarkıda, sanatçının sesi stüdyoyu doldururken, Erzurum’dan görüntüler geliyor ekrana... Kubilay Dökmetaş’ın söylediğine göre ( Bu arada; kendi yaptığı araştırma yanında, aktardığı bazı bilgileri aldığı kişiler arasında, Erzurum’dan Sebahattin Bulut’u, Zeki Kurnuç’u ve Kenan Tuna’yı sayıyor.); “Yüzlerce bestesi var Telhüner’in... Ve bunları, devrin çok ünlü sanatçıları plaklara okumuşlar. Zeki Müren, Suzan Yakar bunların en başta gelenleri... Yaptığı bestelerin çoğu tanıtılmamış. Hakkında araştırma yapınca, talihinin bu açıdan hiç yaver gitmediğini görüyoruz. İçinde bulunduğu

şartların da bunda etken olduğu söylenebilir. Gerçi bu bahtsızlığı, ölümünde de görmek mümkün.” Şafak Yıldızı adlı “Şafak söktü yine sunam uyanmaz / Hasret çeken gönül derde dayanmaz” şeklindeki, çok hazin bir makamda söylenmiş bu türküyü, yıllardan beri, severek dinleriz, söyleriz. Ama çoğumuz Telhüner’in olduğunu bilmeyiz. Bu türküyü, Kenan Tuna kitabına (Erzurum Türküleri ve Nazariyatı, Özel Yayın, Ankara- 2001) almış; ne var ki, notasının yazılı olduğu bölümde, Telhüner’le ilgili her hangi bir bilgi yok. “Yöresi” kısmı da boş bırakılan türkünün, kimden alındığı, derleme tarihi (18 Nisan 1950) ve notaya alan yazılı sadece. “Erzurum Yöresine Ait Türküler” çizelgesinde (s.105) ise adı kaynak kişi olarak geçiyor. Yani, bilgiler birbirini tutmuyor. Zaten, repertuardaki Erzurum türküleriyle ilgili bölümde, adının geçtiği başka türkü de yok Telhüner’in… Bunun cevabını Kubilay Dökmetaş veriyor: “Şafak Yıldızı adlı türkünün yöresi, uzun yıllar Orta Anadolu olarak söylenip durdu radyolarda... Bu yanlışlık, seneler sonra ancak düzeltilebildi. Tanrıdan diledim bu kadar dilek, Mavi yelek mor düğme, Geceler yârim oldu/ Ağlamak kârım oldu adlı türkülerin kaynak kişisi hep o... Adının geçmemesi yıllar sonra bile devam ediyor bu türkülerde. Bu durumu düzeltmeye çalışıyoruz.” (Bizce, bir sanatçının hatırasına karşı yapılabilecek en güzel vefa örneği bu olsa gerek. İ.B. ) Sanat müziğiyle uğraşmasına rağmen, halk müziğinden ayrılamadığını ve çok etkilendiğini görüyoruz. Karacaoğlan, Dertli, Seyrani gibi halk edebiyatının başta gelen ozanlarının tesirleri yakından görülüyor yaptığı bestelerde... Şarkılarını da “şehir klasiği” diye bilinen türde bestelemiş ve yazmış.” Aslında o yıllarda; sanat müziği ve halk müziği ayrımı yoktur. Daha sonra bunu Muzaffer Sarısözen ayrı şubeler haline getirmiştir. Çünkü o yıllarda, sanat müziği elit tabakanın daha çok dinlediği, gazinolarda, radyolarda daha revaçta olduğu içindir ki halk müziği bunun gölgesinde kalmıştır. İşte halk müziği sahasındaki çalışmaları bugün de takdirle karşılanması gereken rahmetli Sarısözen, bu konunun üzerine eğilerek, gerekli izni almış ve “Yurttan Sesler Korosu”nu oluşturmak suretiyle, musikimizi iki şubeye ayırmıştır. Bu duruma olumlu yaklaşanlar olduğu gibi, olumsuz yaklaşanlar da vardır. 63


inop’ta hayranlıkla gezmeye ve anlatmaya devam ediyorum…

AŞIK OLUNACAK ŞEHİR:

SİNOP -ikinci-

Sinop’a bir özür borçluyum… Geç geldiğim, şimdi keşfettiğim için… Ah Sinop! Taşına toprağına, ormanına denizine kurban olduğum güzel şehir! Alişan HAYIRLI

Akliman Koyu: Fotoğraflarımızı çekip doğruca Akliman’a hareket ettik. Hamsilos’un hemen 2-3 kilometre ilerisinde… İşte, efsunlu bir doğa harikasının hemen yanı başındayız, bu sefer gerçekten kafayı yemeye az kaldı. Akliman Koyu Türkiye’de gezilip görülmesi gereken yerlerden belki de ilk 10’a girebilir. Burada neler yapabilirsiniz? Benim gibi fotoğraf çekebilirsiniz, koy’un bir köşesine sığınıp çile çekebilirsiniz, piknik yapabilirsiniz, yüzebilirsiniz, anneniz ya da babanızla el ele tutuşup yürüyüş yapabilirsiniz, ne yaparsanız yapın ama kesinlikle bu doğayı seyredip Allah’a şükredebilir ve Allah’ın büyüklüğünü tefekkür edebilirsiniz. Zaten Selahattin de her adımda dilinden şükrü düşürmedi, ayetler okuyor, tövbe istiğfar ediyor, Yüce Yaradan’ın büyüklüğünü/yüceliğini zikrediyor. Gördüğü her böcekte, her yaprakta, her zerrede Allah’ı anıyor ve Ulu Rabbimizin önünde saygıyla eğiliyor. İnceburun: Ve İnceburun… Biz dalgayı burada tanıdık. Yok hayır dalga geçmiyorum, gerçekten dalganın gücünü, sesini, nelere kadir olduğunu burada gördük. Dalgaların kayaları nasıl dövdüğüne burada şahit olduk. Türkiye’nin kuzey bölgesindeki en uç noktasındayız. Çırpınırdı Karadeniz türküsüne kaynaklık eden yer burası olsa diye düşündük… Azerbaycanlı şair Ahmet Cevat Hacıbeyli mutlaka İnceburun’dan ilham almıştır. Yoksa şu dizeleri yazabilir miydi: Çırpınırdı Karadeniz Bakıp Türk’ün bayrağına Aah ölmeden bir görseydim Düşebilsem toprağına Deniz fenerinin bulunduğu noktadan aşağılara, dalgaların Muhammet Ali gibi dövdüğü kayaların bulunduğu en aşağı kısma kadar indim. Selahattin’in arkamdan canhıraş bir şekilde bağırmasına aldırmadan: ”Alişan abi ne yapıyorsun, dalgalar seni götürecek, Malatya’ya tek başıma dönmek istemiyorum, yoksa annene ben ne derim!” Dalgalara teslim olmuş kayalar ile kendi hayatım arasında nedense bir ilinti kurmaya çalıştım, milyonlarca yıldır dayak yiyen kayalara acıyasım geldi. Ne hale gelmişler. Çektiği çileler yüzlerinden okunuyor. Dalgaların

sayı//51// ekim 64


öldürücü darbesini yiyen cansız kayalara bile acıyacak kadar yufka yürekliydim. Oturup, saatlerce kayalar ile dalgalar arasında geçen bu namütenahi boğuşmayı seyretmek, dalgaların her seferinde şiddetle gelip kayalara çarparken çıkardığı sesi dinlemek istedim. İnsanın ruhuna sonsuzluk tılsımı kazandırıyor, mekândan arındırıp hiçlik diyarına yolculuğa çıkarıyor, bir bakmışsınız ki denizin ortasındasınız, kim getirdi koydu buraya, kim hangi düşünceler ufuklara taşıdı beni? Gökyüzü ile denizin birleştiği bu kaçıncı dönemeçti? Gemisiz bir seyahatin yalnız yolcusu… Artık hayal dalgaları alıp götürüyor yaralı kalpleri Karadeniz açıklarına… Dönüş ne zaman, Allah bilir… Birden irkildim, Selahattin’in sırtıma dokunan eli beni kendime getirdi; “Hadi kalk gidiyoruz” dedi. İnceburun, incecik ruhların, yıpranmış hayatların yaralarını sarmaya birebir… Geleceksiniz, konacaksınız bir kuş gibi kayanın başına, bırakacaksınız kendinizi dalgaların hiç bitmeyen senfonisine… Tatlıca (Erfelek) Şelaleleri: Sinop gezisinin finali Erfelek’de yapılır. Son gezeceğimiz yer Tatlıca Erfelek Şelaleleri. Türkiye’de en şöhretli şelalelerin hemen hemen hepsini gördüm gibi. Düden, Manavgat, Mençuna, Maral, Günpınar. Saymakla bitmez. Vurduk, doğruca Erfelek Şelalelerine… Erfelek İlçesine gidiyoruz. Sinop merkezden yaklaşık 40 kilometre… Akşam geç oldu, gidene kadar karanlık olacak ve 28 adet şelaleyi görmek tehlikeye düşecek. Selahattin’e dedim ki, “Uçur beni baba!” Erfelek Şelaleleri, Erfelek ilçesine yaklaşık 17 kilometre uzaklıkta… Yol düzgün… Şelalelere varmadan

önce sizi bir sürpriz bekliyor, Erfelek baraj gölü! Ormanın tam ortasına kurulmuş bir doğa harikası… Şelaleleri görmeden sanki bir ön ziyafet, yemekten önce atıştırma gibi… Erfelek Doğa Harikası Pansiyonu ve Alabalık Tesisleri: Peki, gittiniz şelaleye, nerde kalacaksınız? Size garanti veriyorum ve kefil oluyorum ki, Şükrü Amca’nın ve oğlu Onur’un yeri “Erfelek Doğa Harikası Pansiyonu ve Alabalık Tesisleri” nde… Tesis önce alabalık yetiştirme çiftliği olarak yapılmış, fakat ilerleyen yıllarda çok sayıda yerli ve yabancı turist gelince tesise pansiyon ve restoran da eklemişler. Bu pansiyonda kalmanız için çok sebebiniz var. Her şeyden önce Ağustos ayının yakıcı sıcağında burada serin bir gün, soğuk bir gece geçirirsiniz. Öyle ki gece pansiyonda kalır ve yünlü bir yorganda yatmazsanız donarsınız. Bu bir… Sabah akşam, Erfelek Barajı gölünün etrafında yürüyüş yaparsınız. Etti iki… Buz gibi kaynak suda yetiştirilen enfes alabalık ziyafeti çekersiniz. Alın size üç… En iyisini en sona sakladım: Kuzu çevirme... Erfelek doğasında yetişen kuzuların doğal ateş ısısıyla pişirilmesine şahit olacaksınız. Sırf buna kalsa Erfelek Doğa Harikası pansiyonunda kalınır. Fiyat olarak da hesaplı olduğunu söyleyeyim. Sahipleri ve çalışanları sizinle bir aile gibi oluyor. Sıcakkanlı, samimi ve doğal insanlar… Şükrü Ustayla sohbet eder, Onur’la samimi dost olursunuz. Hadi atlayın gelin, ayırdım yerinizi! (0 535 422 01 57) Ve Erfelek Şelaleleri Erkenden sabah olmasını hiç bu kadar istememiştim, yarın Erfelek Şelalelerini görecek olmanın heyecanıyla hiç uyku tutmadı gözlerimi… Hayatta iki defa gece 65


yolu tercih etmedik. Fakat işin aslı şelaleler asıl bu rotadan gezilir. Diğer rotalardan şelale zevki alamazsınız. Dedim ya, biz patika yolu takip ettik. En zirveye ulaştığımızda bizi Türk Bayrağı asılı, güzel bir konaklama yeri karşıladı. Süt mısır ve yayık ayranı ikram edilen bir mekân… Fakat sahibi yok. Ne yapsak acaba, buz gibi suyun içindeki yayık kabından birer bardak ayran içsek olur mu?

uyuyamadım sevinçten, birincisi bayramlık elbise ve ayakkabıyı giyeceğim 10 yaşında iken arife günü, bir de Erfelek Şelalesini göreceğim gün… Ve ezan okundu, Allah’u Ekber… Selahattin’le erkenden kalkıp yola koyulduk. Şelalelerin giriş kapısı ile pansiyon arasında yaklaşık 800 metrelik bir mesafe var. Yürüyerek de gelebilirsiniz. Tabiat parkının kapısından girerken heyecanımız daha da tavan yaptı. Her yerde olduğu gibi buradan da geçişte bizden para almadılar, basın mensubu olduğumuz için… Erken geldiğimiz için Allah’ın bir kulu bile yoktu, görevliler de dahil… Ve fotoğraflarda gördüğümüz Şelale burası mıydı? Aman Allahım, ne güzel akıyor, bir gelin gibi süzülüyor. Şimdi 28 adet şelalenin en yüksekten akan ve son şelalesindeyiz. Sondan başa doğru gideceğiz. Gezinin bu noktasında size “şelaleyi gezme kılavuzu” yerine geçecek bilgiler verebilirim: Şelaleler nasıl gezilir? Şelaleleri üç şekilde gezebilirsiniz. 1-Sondan 5-6 şelaleye gidecek kadar taş ve ahşap merdiven yapılmış… Yaşlılar, çocuklar ve hastalar bu rotayı takip edebilir. Rahat ve tehlikesiz… Fakat daha fazla şelale göremezler ve başlangıç noktasına gidemezler. 2-Ahşap merdivenlerin bitiminden itibaren patika yol başlıyor, 1,5 kilometre boyunca patika yoldan yürüyüp Erfelek Şelalelerinin birinci şelalesine, başlangıç noktasına ulaşabilirsiniz. (Biz bu yolu tercih ettik) 3-Şelalelerin aktığı vadiyi takip ederek, tırmanarak en üst noktaya ulaşabilir, dönüşte de patika yoldan inebilirsiniz. Bu zorlu ve tehlikeli bir yolculuk olabilir. Özel giyim gerekiyor. Her tarafınız çamur olabilir, suya batabilir ve ayağınız kayabilir. Ayrıca ciğerinize ve atletik yapınıza güvenmeniz lazım. Biz bu şartlara haizdik ama takım edevatımız olmadığı için bu sayı//51// ekim 66

Her zaman olduğu gibi en sıkıştığımız noktada hep Selahattin’in zekâsı devreye giriyor; “Alişan abi ayranımızı içer, parasını da bardağın altına kor gideriz” dedi. Tıpkı Osmanlı devrinde olduğu gibi… Hay sen çok yaşa Selahattin! Öyle yaptık, buz gibi yayık ayranımızı içtik parasını da oraya bırakıp geri döndük. Umarım işletmeci o parayı görmüş ve almıştır. Fakat o ayran neydi öyle? Selahattin’e dedim ki, “Baba biz ayran mı içtik yoksa bal şerbeti mi?” Ve böylece Sinop maceramız, Erfelek Şelaleleri gezimiz burada sona erdi. Elveda Sinop! Sinop’u sadece denizden, ormandan, tarihi mekânlarından, temiz havadan, ılık esen rüzgârından, şelalelerden, mantıdan ibaret sayıyorsanız yanılırsınız. Sinop’un bir ruhu var. Sizi çarpan, kendinizden geçiren, sarhoş eden bir ruhu… Sinop’a bir özür borçluyum… Geç geldiğim, şimdi keşfettiğim için… Ah Sinop! Taşına toprağına, ormanına denizine kurban olduğum güzel şehir! Sen orada, uzakta, Kuzey’in en ucunda, Karadeniz’in ortasında bekleye dur, bir gün mutlaka geleceğim, tekrar göreceğim seni… Denizinle yunacak, rüzgârınla havalanacak, ruhunla sohbet edeceğim. Ey Sinop! Karadeniz’in soğuk sularından kopup gelen dalgalar bir senin kayalarını bir de benim kalbimi dövdü. Aşık olduğum, sevdiğim, gönlümün mümtaz bir köşesinde yerini alan şehirlerden birisin artık. Hoşçakal Sinop! Elveda Erfelek! Allaha ısmarladık.


İSLÂM VE BATI KÜLTÜRÜNE

KATKILARI BAĞLAMINDA

“ENDÜLÜS” -IZamanla daha müesses bir nizama sahip olan İslâm devleti teşekkül ettiğinde, batıda Bizans(Roma), doğuda ise Sasani(İran) gibi iki büyük medeniyetin tam ortasındaydı. Emir Ali ÇEVİRME*

Bizans’a komşu olmuş; Kuzey Afrika topraklarının büyük kısmını bünyesine katarak Avrupa’nın kıyısına dayanmıştır. Emevîler devrinde Kuzey Afrika’nın önemli kısmına hâkim olan İslâm devletinin kuzeye doğru büyümesinde Akdeniz bir engel teşkîl ediyordu. Tarihler 711’i gösterdiğinde bu engel de aşıldı. Bu tarihte, Emevîler’in nâmlı komutanı Târık b. Ziyâd, Fas üzerinden İspanya’ya sefer açmış ve bunda da muvaffak oldu. Köken itibariyle Afrikalı olan Târık b. Ziyâd, bugün de kendi adıyla anılan Cebel-i Târık boğazını geçerek İberya Yarımadası’na adımını attı. İlk adımda kendisini karşılayan son Vizigot kralı Roderik’i Guadalete Muharebesi’nde mağlup ederek, Avrupa’da yüzyıllarca sürecek olan ve bugün de etkisi dolaylı yollardan devam eden muazzam bir medeniyetin kapısını aralamış oldu. ENDÜLÜS VE ÇOK KÜLTÜRLÜ YAŞAM

İslâm’ın İlk Yıllarından Endülüs Medeniyetine

Miladî 610 yılında, Hz. Muhammed(s.a.v.) e ilk vahyin gelmesi ve kendisine peygamberlik verilmesinin ardından, hükmü başlamış olan İslâm dini, ilk etapta bir bölgeye inmekle birlikte evrensel niteliği hâizdi. Son ve ekmel dinin öğreticisi konumundaki Hz. Peygamber(s.a.v.) en başta kendi ailesine ve yetiştiği Mekke’ye olmak üzere, tüm insanlığa evrensel mesajlar veriyordu. İslâm’ın kapsayıcı/kucaklayıcı bir din olduğundan hareketle, bu dinin kutsal kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilahî çağrısına bîgâne kalamayan ilk dönem Mekke halkı, her türlü tedhîşe rağmen Müslümanlığı tercih etti. Baskı ve şiddete maruz kalan Hz. Muhammed(s.a.v.) başta olmak üzere, ailesi ve ashâbı Medine’ye hicret etmeyi uygun gördüler. Medine’ye hicret, biraz sonra kurulacak olan İslâm devletinin ilk muştusuydu. Burada, toparlanma imkânı kazanan Müslümanlar, Mekke üzerine bayrak açtılar ve orayı fethettiler. Böylece ilk İslâm devleti tesis etmiş oldu. Zamanla daha müesses bir nizama sahip olan İslâm devleti teşekkül ettiğinde, batıda Bizans(Roma), doğuda ise Sasani(İran) gibi iki büyük medeniyetin tam ortasındaydı. Modern tabirle iki süper gücün arasında tekâmülünü sürdüren İslâm devleti, söz konusu devletler ile çeşitli diplomatik ilişkilerde bulundu. Zaman zaman da muharebe ile neticelenen ilişkiler ağında, İslâm devleti, topraklarını genişletti. İslâm devleti, kuruluşunun üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen, Sasani(İran) devletini topraklarına katmış, Suriye ve Filistin’i fethetmiş, Kuzey’de Hazar devletine ve

Târık b. Ziyâd’ın komutasında İberya’ya adımını atan Müslümanlar, yine onun emriyle gemileri yaktılar ve dönüş ihtimallerini ortadan kaldırdılar. Endülüs’ün bu bağlamdaki ilk Müslümanlarının zihin dünyası “ya olmak ya ölmek” düsturu ile şekillenmişti. Gemileri yakmak sûretiyle, geri dönüş ihtimalini ortadan kaldıran Müslümanların bu hareketinin sembolik değeri çok başkaydı. Bu, İberya başta olmak üzere Avrupa’nın yurt tutulmak istenmesiydi. Müslümanlar, ilkel(primitive) yaşam süren Avrupa’nın krallıklarına evrensel bir zihin ve fikir dünyası ile gelmişlerdi. İslâm dini ve bunun etrafında şekillenmiş olan kültür, kendisi dışındaki “öteki”ne saygı esas görüyordu. Müslümanlar kendi himâyelerinde yaşayan gayrimüslimlerin de hukukuna aynı oranda riâyet ediyordu. İslâm şeâirinde “zımmî hukuku” diye anılan kapsayıcı/kucaklayıcı hukuk sisteminin muhatabı, gayrimüslim teb’a idi. Kendi hâkimiyetleri altında “misafir” nazarıyla baktıkları bu teb’a’nın haklarını korumak ve gözetmek İslâm şeriatının en mühim hususlarından biriydi. Avrupa’nın farklı mezheplerdeki krallıkları ile bir arada yaşamayı tecrübe etmek isteyen Müslümanlar, çok boyutluluğun ve çok kültürlülüğün bir parçası olabilmek, bunun yanında Avrupa kültürüne farklı bir renk katmak niyetindeydi. İbrahim Kalın “Ben, Öteki ve Ötesi” adlı eserinde, Endülüslü Müslümanların bir arada yaşama olgusuna yaptıkları katkıyı şöyle dile getiriyor: “Endülüs İslâm devletlerinin çalkantılı siyasî tarihi, çok dinli zengin bir kültür ve medeniyet tecrübesinin yaşanmasına engel olmamıştır. Tersine, farklı siyasî güçler arasındaki barışçıl rekabetin kültürel gelişmeyi teşvik ettiği söylenebilir. Dinî ihtilaflara ve kültürel gerilimlere rağmen, Müslüman, Yahudi ve Hristiyanların ortak katkılarıyla oluşan bu din ve medeniyet tecrübesine convivencia adının verilmesi anlamlıdır. Zira convivencia, “bir arada yaşama” tecrübesi demek.” Huzur ve barış ortamının te’sis edilmesi sûretiyle ve çok boyutlu, eklektik bir medeniyet inşası fikriyle varlığını göstermek isteyen İslâm medeniyeti, uzun asırlar boyunca eşine az rastlanır bir kültür döneminin en önemli bileşenlerinden biri olmuştur. Devam edeceğiz Endülüs’e… 67


KAHRAMANMARAŞ’TA BİR ŞEHİR EFSANESİ;

“HAMLE” DERGİSİ Maraş Lisesinin Edebiyat Kolu’nun yayın organı olan Hamle ilk sayısını 15 Kasım 1952’de yayınlamıştı. Aylık fikir, san’at ve edebiyat gazetesi olarak yayınlanan Hamle dört sayfalık bir gazetedir. Serdar YAKAR

aşta Nuri Pakdil olmak üzere Maraşlı veya yolu Maraş’tan geçen edebiyatçıların ortak değeridir “Hamle” gazete/ dergisi. Bazı kaynaklar Hamle’yi lise yıllarında (1954/55) Nuri Pakdil’in çıkarttığını belirtirken bazı kaynaklarda ise Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt gibi edebiyatçılarımızın içerisinde yer aldığı arkadaş gurubu tarafından çıkartıldığı belirtilmektedir. Arşivimde yer alan Mart 1958 ve Nisan 1958 tarihli 21. ve 22. sayılarda ise Hamle’nin Maraş Lisesi Kültür Kolu tarafından yayınlandığı, sahibinin Osman Tuncay, yazı işleri müdürünün ise Mustafa Atatanır olduğu belirtilmektedir. Hamle’nin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü üstlenen Mustafa Atatanır Kahramanmaraş Lisesinde edebiyat öğretmeni olup 1979-1980 öğrenim döneminde bizim de edebiyat öğretmenimizdi. Mustafa Atatanır beyefendi bir insan olmakla birlikte ne var ki sert ve akresif bir yapısı vardı. Okuduğumuz kitapların yazarlarını eleştirir, onların birçoğunu yazar olarak dahi kabul etmezdi. Bu da öğrencileri ile arasında bir duvar oluşturmuştu. Belki de yanılgıda olan bizdik. Bakışımız dünya görüşümüz ile paralellik arzediyordu.

sayı//51// ekim 68

Oysa aynı insan Hamle’de onlarca öğrenciyi yazmaya teşvik etmiş, onların sevgi ve saygısını kazanmıştı. Ama ne var ki o sert yapısı kendisinden yeterince istifade etmemizin de önünü kapattı. Pek yakınında olamadık. Zaten biz lise ikinci sınıfa geçtiğimizde o da emekliye ayrılmış, edebiyat dersimize de genç bir hoca girmeye başlamıştı. Maraş Lisesinin Edebiyat Kolu’nun yayın organı olan Hamle ilk sayısını 15 Kasım 1952’de yayınlamıştı. Aylık fikir, san’at ve edebiyat gazetesi olarak yayınlanan Hamle dört sayfalık bir gazetedir ve sahibi S. Sabri Aytemiz, yazı işlerini idare eden ise Abdurrezzak Doğuç’tur. Gazetede şiir, öykü, fıkra ve özlü sözler yer almakla birlikte bir de sunum yazısı bulunmaktadır. V Cengiz imzasını taşıyan bu sunum yazısında Hamle’nin lügat manasının atılış olduğu ama şümullü manasını anlamak gerektiği belirtilerek yıllardır arzu edilen gazete çıkartma teşebbüsünün gerçekleşmiş olmasının sevinci dile getirilir. Gazetenin yükleneceği misyona da yine bu yazıda değinilir. Bu ilk sayıda yer alan şiirler Ahmet Gök ve Hüseyin Erkan imzasını taşır. Ayrıca M. N. Özatan’ın bir denemesi, A. Rezzak Doğuç’un bir değinisi, Azmi Hüdayioğlu’nun bir makalesi, İhsan Yumni Pakdil’in bir hikayesi, Sabri Aytemiz’in bir söyleşisi, Arif Sayın A. Oğlu’nun bir denemesi ve imzasız birkaç fıkra ve değini yer almaktadır. Hamle’nin 2. sayısı 15 Aralık 1952’de, 3. sayısı 15 Ocak 1953’de yine dört sayfa olarak neşredilir. 3. sayıda Shakespeare’den ve R. Tagor’dan yapılan çeviriler ve yabancı yazarlardan güzel sözler de Hamle’de yer almaya başlar. 12 Şubat 1953’de neşredilen 4. sayı altı sayfa olarak çıkartılır. Bu sayı Maraş millî mücadelesi için ayrılmış özel bir sayıdır. 15 Mart 1953 tarihli beşinci sayı ve 15 Nisan 1953 tarihli altıncı sayı yine dört sayfadır. Beşinci ve altıncı sayılara M. Nuri Pakdil bir şiir ile katkıda bulunur. Altıncı sayıdan sonra dergi kısa bir süreliğine yayınına ara verir. 15 Ocak 1954’de yayınlanan yedinci sayı ile Hamle artık gazete formatından çıkmış dergi formatına bürünmüş ve sayfa sayısını da onikiye çıkartmıştır. Bu yeni dönemde derginin sahibi Avni Başdoğan, yazı işlerini fiilen idare eden ise Ali Göçmen’dir. 8. sayısı 12 Şubat 1954’de, 9. sayısı Mart 1954’de, 10. sayısı 19 Mayıs 1954’de, 11. sayısı 15 Ekim 1954’de yine oniki sayfa olarak yayınlanır. Bu arada Hamle, kültürel etkinlik olarak bir müsabakası


düzenler. Bu müsabakada “Kurtuluş Destanı” adlı şiiri ile M. Nuri Pakdil üçüncü olur. “Zaman Tel tel çözülüyordu Alaca bir karanlık gecede yıldızlar Kâh yanıp kâh sönüyordu” mısraları ile başlayan şiir XI bölümden oluşur ve; “Bu şiiri yazan biteviye Övmek istiyordu Yaşatır Kimimizi öldürür Vatan TÜRKİYEM Gönlümce uzar gider Bitiremem Şiirdir”. mısraları ile son bulur. M.Nuri Pakdil, Hamle’nin 11. sayısında ise “Uyanık Düş” adlı küçük hikayesi ile yer alır. 10 Kasım 1954’de özel sayı olarak yayınlanan Hamle’nin 12. sayısının sahibi artık M. Nuri Pakdil’dir. Sahipliğini üstlendiği Hamle’nin bu sayısına “Günlük”leri ile katkı sağlayan M. Nuri Pakdil “güdümlü edebiyat” üzerine kafa yorduğu 21 Ağustos 1954 tarihli günlüğüne “sanatın güdümlüsü olmaz” cümlesini kaydeder. Hamle’nin yazı işlerini yöneten ise Sezai Bozdoğan olarak görünür. 15 Aralık 1954 tarihli 13. sayıda jenerik bir kez daha değişir ve derginin sahibi bu kez Mustafa Belli olur. Derginin yazarları arasına bu sayı ile birlikte Mustafa Atatanır da dahil olur. Atatanır’ın Hamle’deki bu ilk yazısı “Yahya Kemal ve Tarih Şuuru” başlığını taşır. Yazı, Yahya Kemal’in 71. doğum yıldönümü dolayısıyla kaleme alınmıştır. 15 Ocak 1955 tarihli 14. sayıda Yusuf Z. Beyzadoğlu, Sadrettin Eyüboğlu, Mustafa Belli, Birsen Göker, E. Sezai Bozdoğan, Selçuk Kısakürek, Nureddin Altınbaş, Hülagu İhsan Tunç, İbrahim Türker, Mehmet N. Dabbit, Kubilay Görür, Nuri Siyami Demir, Kazım Engizek ve Uğur Eroğlu’nun yazı ve şiirlerinin yanı sıra M. Nuri Pakdil ve Mustafa Atatanır’ın da bir yazısı yeralmaktadır. Bu kez “Hikayeciliğimizin Gelişmesi Üzerine” yazan Atatanır; “Bugün hikayemiz çeşitli ve zıt insan, dünya ve san’at görüşlerinin elindedir” der ve devam eder; “Fakat her san’atçının hikâyemizin başka bir yönünü işlemesi bakımından ayrı bir değeri vardır.” M. Nuri Pakdil ise yine küçük bir hikaye ile dergide yer almıştır. 12 Şubat 1955 tarihli 15. sayı ile derginin sayfa sayısı onikiden onaltıya çıkartılır. Bu sayının sürprizini M. Nuri Pakdil yapar. “Buyurmak” başlıklı yazısı dergide

ilk yazı olarak yer alır ve şu görüşlere yer verilir; “Sanatçıya karışma yetkimiz olmadığını, ona buyurmanın, eserini salt şu düşünü üstüne kuracaksın diye söz etmenin sakatlığını, anlamsızlığını iyice bir kavramadık daha.” 15 Nisan 1955 tarihli 17. sayıda derginin sahibi ve sorumlu yönetmeni yeniden M. Nuri Pakdil olarak görünmektedir. Mustafa Atatanır’ın bu sayıdaki yazısının başlığı ise “Bir Yarışma ve Sonucu” olup senenin en güzel şiir kitabı seçilen Oktay Rıfat’ın “Karga İle Tilki” kitabı üzerine eleştirilerini dile getirir. Bu sayıda “Sessiz Müzik” şiiri ile Sezai Karakoç da yer almıştır. Hamle’nin 18. sayısı yayınlandı mı bilemiyoruz. Ulaşmak mümkün olmadı. 19. sayı ise cep boy şeklinde tarihsiz olarak yayınlanır. Muhteva, üslup ve yazar kadrosu tamamen değişmiştir. Bu sayıyı çıkaran Kubilay Görür, sahip ve sorumlu yönetmen ise Mehmet Sinan görünmektedir. Hamle bu sayı ile birlikte yayınına bir kez daha ara vermiştir. Bu kez verilen ara biraz uzun sürse de 1958 yılı Şubatında 20. sayı yayınlanır. Derginin sayfa sayısı onaltıdan yirmiye çıkartılmış, sahibi Osman Tuncay olurken yazı işleri yönetmeni de Mustafa Atatanır olmuştur. “Yedi Güzel Adam”ın Hamle’de görünüşleri de yine bu sayı ile gerçekleşir. Bu sayının yazarları arasına Mustafa Atatanır’ın yanı sıra Ali Kutluay, Erdem Bayazıt, Şeref Turhan, Sait Zarifoğlu, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören ve Alâeddin Özdenören de dahil olurlar. Mustafa Atatanır yazı işleri yönetmenliğini üstlendiği Hamle’nin 20. sayısında “A. H. Tanpınar ve Hikâyeciliği” üzerine uzun bir incelemeye girişir. Üç sayı devam eden bu yazı dizisinin sona erdiği 22. sayı Hamle’nin de elimizdeki son sayısı olur. Nisan 1958 tarihli 22. sayının yazarları; Mustafa Atatanır, Cahit Zarifoğlu, Halil Ayhan, Şeref Turhan, Ercan Kubilay, M. Sait Zarifoğlu, Alâeddin Özdenören, Oya Z., Abdullah Rıza Ergüven, Mustafa Sarı, Rasim Özdenören, Gültekin Yazıcıoğlu, Ali Kutluay, Mehmet Erdoğar, Erbay, A. Erdem Bayazıt, Faruk Aytemiz, Nevzat Turhan ve İrfan Türker’dir. Bu sayıdan sonra Hamle yayınına ara mı verdi, kapandı mı veya devam etti mi bilemiyoruz. Maraş Lisesi Kültür Kolu Yayın Organı olan Hamle özellikle son üç sayısı ile şüphesiz ki Maraş’ta bir edebiyat ve kültür çevresi oluşturmuş, okumaya ve yazmaya karşı ilgiyi artırmış ve en önemlisi de “Yedi Güzel Adam” ve ardından gelenler için bir mektep olmuştur. Emeği geçenleri minnetle anıyoruz. 69


Lakin aradan bir dağ yolu var, tam senin seveceğin manzaralı bir yol, oradan gidelim” dedi. Ben de bu öneriyi hemen kabul ettim, zira bu yolu ben de görmemiştim. Bu yüzden iyi anlaşıyor, uyuşuyorduk. Birlikte Isparta ve yakın çevresinin altını üstüne getirmişliğimiz vardır. Şehirler, dağlar, kırlar, bayırlar bizden sorulur dersek mübalağa yapmış sayılmayız.

YÜKSEK RAKIMLI BİR ANTİK KENT:

KREMNA (YA DA KEŞKEK) Kremna birçok antik kent gibi savunması ve direnmesi kolay olsun diye oldukça yüksek bir yerde konuşlanmış. Prof. Dr. Adem EFE*

ugün, (15. 09. 2018), İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü hocalarından, yakın dostum, Mustafa Öztürk ile birlikte kendisinin sıkça kullandığı bir kelime olan “ekşin” yaptık. Yemekli bir toplantıdan çıktıktan sonra “Şehirde bir çay içelim” diye konuştuk. Bu öneri daha sonra “çayı Sav'da içip gelelim”e dönüştü. Sav'a gelince bir adım ilerisi olan “Kapıkaya'ya gidelim orası çok güzelmiş”e evrildi. Arabada klima çalışıyor, muhabbet koyu. Muhabbet, “Orayı, şurayı gidip gördün mü? "Ben gittim gördüm.” “Yok hocam ben görmedim”e geldi dayandı. Benim gibi, yeni yerleri, özellikle doğayı, tarihi yerleri gezmeyi, görmeyi çok seven, Kayseri kökenli İstanbullu Mustafa hoca, “Bucak'a gidelim bari.

*Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü ÖÜ;

sayı//51// ekim 70

Dereboğazı Yolu'ndan Antalya'ya doğru sallandık. Hava güzel. Karnımız tok. Yolun bir tarafı dağlık öbür tarafı dere ve yeşillik. Antalya yolu üzerinde yaklaşık 45 km. sonra sağ tarafta Boğazlıyanlı Hacı Yüksel Uzunlulu Camii var; burada bir çay molası verdik. Çay içerken orada oturan bir arkadaşa “Buralarda Kremna antik kentine giden bir ara yol vardı Ama bilemedik, bulamadık. Bu ara yol tam olarak neredeydi” diye sorduk. Adam omuz silkerek anlaşılmaz bir el işareti yaptı. Bu el işareti “Yahu ne işiniz var şimdi oralarda anlamına mı geliyordu. Yoksa “zaten sıcak başıma vurmuş bir de siz nereden çıktınız” manasına mı geliyordu anlayamadım. Çayı önümüze bırakan adama sordum. “Hocam bir iki km. sonra sağa sapacaksınız” dedi. Ha şöyleydi. Son damla çayı da bir dikişte yudumladıktan sonra arabaya atlayıp yeniden tekerleri çevirmeye başladık az sonra kahverengi üzerine beyaz yazıyla yazılmış Kremna levhasını gördük ve hemen sağa saptık. Daracık yollardan, incir ağaçlarının, üzüm bağlarının yanından, yaban armutlarının, ahlatların kah sağından kah solundan geçerek, serçe parmağı kalınlığında hatta zorla akan çeşmelerden sular içerek, sincaplar, kertenkeleler, alıcı kuşlar görerek, Çamlık köyünün çeşitli mahallelerinden geçerek antik merkezin bulunduğu köye geldik. Arabayı antik kentin girişinde bulunan otoparka koyarak tırmanmaya başladık. Kremna birçok antik kent gibi savunması ve direnmesi kolay olsun diye oldukça yüksek bir yerde konuşlanmış. Sağa sola bakınarak değişik yapılar var mı yok mu diye araştırma yaparak dik ve deyim yerindeyse dağcılar gibi eğilerek, bükülerek, kayma tehlikelerine karşı direnç göstererek, çeşmelerden su içerek, kekikleri koklayarak tırmanmaya yelteniyoruz. Biraz ilerledikten sonra yukarıdan sesler geliyordu. Demek bizden başka buraları gezmeye, görmeye gelmiş daha başka meraklı insanlar da varmış dedik. Biz aşağıdan onlar yukarıdan az sonra kentin taç kapısının bulunduğu yerde buluştuk. Selam kelamdan sonra tanışarak beraber dolaşmaya


başladık. Köyden İsmail abi dışarıdan gelen misafirleri gezdiriyormuş. Çocukluğu burada geçmiş. Anne babasından, yakınlarından duyduğu öğrendiği şeyleri elinden geldiği, dili döndüğü kadarıyla anlatmaya çalışıyormuş. Beş kişi onlar iki kişi de biz toplam yedi kişilik grubu kenti anlatmaya, gezdirmeye başladı. Tiyatro alanı, su kemerleri, mahzenler, çeşmeler, su arkları vs. çok sayıda eser vardı. Kent alanı oldukça genişti. Burasını öz olarak tanıtacak olursak şunlar söylenebilir: Burdur’un Bucak İlçesi Çamlık Beldesi sınırlarında Kestros (Aksu) Vadisi’nde, etrafı uçurumla çevrili bir tepe üzerindedir. Kentin bilinen en eski halkı Solymoslulardır. (M.Ö. VII-VI yy.) Birçok yönetim (SoymosLidya-Pers-İskender-Sleukos-Bergama Krallığı gibi) değişimden sonra M.Ö. 25’te Roma yönetimine dâhil olmuştur. Grekçe'de uçurum anlamına gelen kent, ismi gibi üç tarafı dik uçurumla çevrili olup, batı tarafı 2 mt. kalınlığında 7-8 mt. yüksekliğinde surla çevrilmiştir. Kamu yapılarının bir vadi arasında toplandığı Kremna'da Forum, Bazilika, Exedra, Kütüphane, Tiyatro, Sütunlu Cadde ve anıtsal giriş kapısı ayakta kalmış olan belli başlı yapılardır. Hayli dolaştık. Hemen her yerde oldukça kalın tuğla kırıkları ile demirboku denilen küçük demir filizleri var. Bunlar burada zamanla bir medeniyetin yaşadığını ve demir madeninin bulunduğunu gösteriyor. Kentin zirvesinde Orman Genel Müdürlüğü’ne ait Gözetleme Kulesi'nden Isparta Dereboğazı Tünelleri, Antalya yolu ve Bucak'ın bazı yerleri, Çandır Gölü, Sığırlık Harabeleri görülebiliyor. Burada bulunan bir dürbünle adı gibi uçurumlardan birçok uzak yeri yakın ederek inceleme imkânı bulduk. Muhteşem yerlerdi. Aşağı doğru inerken Kızlar Kayası denen yerde biraz dinlenme fırsatı elde ettik. Burası vaktiyle çobanlık yapan genç kızların oturup eğleştikleri, eğlendikleri yüksekçe bir yermiş. Burada yeterince soluklandıktan sonra aynı vakit daralıyor deyip, yekinip kalktık ve aynı yolları takip ederek arabayı park ettiğimiz yere geldik. Arabalara binip önlü arkalı iki araba köye içine geldik; diğer arkadaşlar da Antalya’ya gidecek olduklarından vedalaştık. Biz ise İsmail abinin evinin karşısında bulunan camiye seyirttik. Biz oraya doğru giderken İsmail abi arkamızdan seslendi: -“Hocalarım sizlere bir çay demleyip ikram edeyim. Olur mu?” dedi.

Biz de “Teyze var mı İsmail abi? “diye sormuş bulunduk. İsmail abi biraz mahzun bir sesle: -“Teyzeniz karşı tarafta yatıyor. Dönülmeyecek yere gitti.” Dedi. -“Allah rahmet eylesin İsmail abi ‘Ne zaman vefat etti?” diye sorduğumuzda ise: -“İki yıl kadar oluyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine biz de -“İsmail abi teyze yokmuş. Size zahmet olmasın” dedik. -“Ne zahmeti hocalarım seve seve yaparım, birlikte içeriz” diye sözünü tamamladı. Bizler de günün yorgunluğu üzerine iyi gelecek bir teklifi reddedeme(z)dik. “Olursa iyi olur. Oldukça hora geçer” kabilinden “sukut ikrardan gelir.” fehvasınca hareket etmeyi uygun gördük. Biraz sonra İsmail abinin evine geldiğimizde çay demlenmiş, neredeyse servise hazır hale gelmişti. Çay içimi esnasında İsmail abinin çocuklarından, ne iş yaptığından, oradan buradan sohbet etme imkânı bulduk. İsmail abi 80'e yaklaşmış yaşına rağmen hala dinç görünüyordu. Gençliğinde evinin altında açmış olduğu kahvehaneyi işletmiş. Buraların dağlarında çok avcılık yapmış. Sekiz çocuğu varmış, ikisi kız, altısı oğlanmış. Çocuklarının çoğu Antalya'da yaşıyormuş, vefalılarmış, Allah kendilerinden razı olsunmuş. Şimdilik hiç kimseye muhtaçlığı yokmuş, her türlü yemeği yapabiliyormuş, hali vakti iyiymiş, fakat ‘evde illa ki bir kadın olmalıymış.’ Hastalığı varmış, yorgunluğu varmış, iyi günü kötü varmış. Yanında bir nefes olmalıymış. Bu minval biraz sohbet, muhabbet, dertleşme, halleşme imkânı bulduk. Ahşap merdivenlerden aşağıya doğru inerken bizlere bir küçük kavanoza koyduğu kurutulmuş aş kekiği hazırlamış, ‘bunları kendi ellerimle toplayıp, kurutmuştum’ dedi ve ‘salatalarda, et yemeklerinde güzel’ olur” diyerek bizlere birer şişe hediye etti. Bu arada dağ kekiği ile aş kekiği birbirinden farklıymış onu öğrendim, birkaç basmak inerken. Orta kata inince ortalık bir yerde yan yana durmakta olan iki adet keşkek dövme sopası gözüme ilişiverdi. İsmail abiye: -“Bunlar keşkek dövme sopası değil mi?” diye sordum. -“Doğru hocam, aynen ondandır” diye cevap verdi. (Burada bir parantez açarak keşkeklik buğday dövme tokmağı ile keşkek dövme sopası arasındaki farkı belirtelim. Keşkeklik veya aşurelik buğday dövme tokmağı silindirik kısmın uç tarafından açılan deliğe bir sapın geçirilmesiyle oluşmuş sağlam ağaçtan bir 71


nesnedir ki onunla azıcık ıslatılarak tavlanmış buğday dibek taşına dökülür ve karşılıklı iki kişi tarafından vurularak buğday, kabuğundan ayrılır. Bu tokmağı dibek taşının içindeki buğdaya güçlü bir şekilde vurduktan sonra hafif bir biçimde de dibeğin kenarına ritmik bir şekilde vurmanız gerekir aksi halde iki tokmak havada çarpışabilir. Dibekte keşkek dövme işinde biraz dövdükten sona etraftaki iş bilen, güngörmüş kadınlara “gelin bir bakıverin bakalım olmuş mu bu?” diye sorulur. Onlardan hiçbiri de “olmuş, olmuş” demeyip ve “bir iki daha vurun” derler. Dövücüler dendiği üzere birkaç tokmak daha vurduktan sonra bir başka kadına daha sorulur o da “bırakın artık olmuş bu” deyince zaten iyiden iyiye terlemiş olan gençler, işlerini bitirmenin verdiği huzurla, ‘oh bee’ diyerek’ tokmakları yere bırakırlar. Ardından dövülen buğday dibekten alınır bir yazgıya konur, havada hafif bir esinti varsa, boy mesafesinde kaldırılıp oradan aşağıya bırakılır kabuklar özünden uçuşarak ayrılır(dı). “Dı” diyorum zira artık keşkeklik, aşurelik buğdaylar mahalle dibeklerinde tokmaklarla dövülmüyor. Şimdi ne var her şey elinizin altında hazır. Marketlerden, bakkallardan aşurelik, keşkeklik buğday hazır bir halde alınıp pişiriliyor. Ama pek çok kültürel bilgimiz, unsurumuz, eşyamız kaybolup gidiyor. Keşkek dövme sopası ise biraz kayıkçı küreğine andıran şekliyle pişmiş keşkeğin özleşmesi için yine karşılıklı iki kişi tarafından kazanın duvarlarına vurmak suretiyle istimal edilen bir aygıttır). Tam yeri gelmişken ikinci bir parantez daha açalım. (Bildiğim kadarıyla Akhisar ve yakın çevresinde düğün ve hayırlarda keşkek dövme işi bittikten ya da bittiğine kanaat getirildikten sonra aşçılar cemiyet sahibini çağırtarak, kazanın kapağının açılmadığını, açılabilmesi için kendilerine bahşiş verilmesini lisan-ı hal ile veyahut açık açık söylerler. Cemiyet sahibi, artık gönlünden ne koparsa aşçılara verdikten sonra kapak açılır ve keşkekten bir kaşık alarak, yemeğin tadına ilk bakan kişi olur). -“O halde sizler keşkeği biliyor olmalısınız” dedim. -“Evet hocam onu bilir ve düğün, dernek ve bayramlarda yaparız.” diyerek onu bildiklerini ifade etti. Anadolu’nun birçok yerinde bilinen keşkek çoğunlukla Batı, Orta ve Doğu Anadolu ile Trakya Bölgesi’nde yaygın olan bir kültürel sayı//51// ekim 72

yemektir. Bununla birlikte Isparta’da, Yalvaç ilçesi hariç bilinmemektedir. Oysa bizim oralarda, Akhisar’da keşkek demek düğün, dernek demektir. Birisine “keşkek ne zaman?” diye sorduğunuzda “düğün ne zaman?” demektir. Düğünlerin, hayırların ana yemeği keşkektir. Bu keşkek dövme sopalarını elime alıp tutunca İsmail abi “Hocam bunlar burada öyle durup durur istersen ikisini de alabilirsin” dedi. Ben de kaçırır mıyım? “Ben birisini alayım. Ötekini de bir başkasına verirsin” diyerek memnuniyetle aldım. Arabanın bagajına koydum. Geçen haftalarda Akhisar’a gittiğimde Sarnıç Köyü/Mahallesi’nde dolaşırken muhtarın evinini önünde atılmış vaziyette gibi duran, belki de bana öyle geldi, ardıçtan bir nohut dövme sopası almış, bin bir zahmetle oradan Isparta’ya getirmiş ve fakültemdeki odama koymuştum. Bunu da odamda bir yere koyacağım. Çay ikramı, esnasında yaptığımız eşsiz güzel muhabbet, aş kekiği ve keşkek dövme sopası hediyelerine karşı derinden bir teşekkür ederek vedalaşırken İsmail abi: -“Hocalarım evimi, ismimi öğrendiniz. Her zaman beklerim” dedi. “İnşaallah” diyerek yola revan olduk. Zira akşam olmak üzere önümüzde 80 km’ye yakın bir yol var. Yolda Anadolu insanından bahsede geldik. Anadolu insanı cömertti, elinde avucunda ne var ne yok hepsini verebiliyordu, paylaşımcıydı, misafirperverdi, diğergamdı. Bunu anlamak, görmek, gözlemlemek için incecik yollardan biraz yükseklere çıkıp insanlarla sohbet ederek, onlarla hemhal olarak, onları ve oraları yerinde görmek gerekiyor. Toplumu tanımak ancak böyle olur. Sosyoloji de biraz bu olsa gerek. Bucak'tan Ağlasun yoluna saparak Isparta'ya geldik. Mustafa hocayla bir öğle sonu başlayan bu tarihi, kültürel ve arkeolojik gezimiz son zamanlarda yaptığımız en güzel “aksiyonlardan biri oldu” diyerek konuşa, gülüşe yolu bitirdik. Son cümle olarak antik kentin havası çok güzeldi. Akşam olmasına karşın ne acıkmış ne de o kadar çok su içmemize karşın midemizde herhangi bir şişkinlik olmuştu. Demek ki İsmail amcaya abi diye hitap etmemizin sırrı buydu, yani buraların havası, suyuydu. Antik kentteki gözetleme kulesinde “Rakım 1289” yazıyordu.


ŞEHİR VE KÜLTÜR

50. SAYISINI

KÜLTÜR ŞÖLENİ İLE İDRAK ETTİ..

İsmail YILMAZ

Bizler, toplumun aynasıyız. Şehirlerimizi güzel görmek, kültürlerimizi yaşıyor görmek aklı başında her ferdin isteğidir..İsteğimiz milletimizin isteğidir. İlgilisine, dertlisine, sorumlusuna arzederiz..Şehir ve Kültür dergisi olarak bu gerçekliğin ellinci ayındayız… 22 EYLÜL Cumartesi günü İstanbul Cagaloglunda, Tarihi MTTB nin büyük salonunda, 50.sayımızın idrakini şölen gibi bir programla kutladık..Açılış konuşmasını Fatih belediye başkanı sayın Hasan Suver yaptı programda.. Şehir,Kültür ve Medeniyet başlıklı bir panel gerçekleştirdik..Ülkemizin çok kıymetli öğretim üyelerinin konuşmacı olarak katıldığı paneli genel yayın yönetmenimiz Mehmet Kamil Berse moderatörlüğünü yaptı..Konuşmacılarımız: Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Prof.Dr.Bekir Karlığa, Prof.Dr.Suphi Saatçi, Dr.Kamil Uğurlu,Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, 2 saati bulan çok kıymetli bir programa damga vurdular…Programı kitap olarak yayınlayacağız.. Dergimiz, 51.sayımızla durmadan yoluna devam ediyor 100 leri ve 500 leri görmek ümit ve temennisindeyiz…

ersaadet Kültür Platformu olarak, Yurt içinde ve yurt dışında bir çok kültürel program gerçekleştirdik. Yurt içinde ve yurt dışında yüzlerce akademisyen ve yazarlar ile bir kültürel bağ oluşturduk.. Programlarımız ile ilgili Yayınlarımız oldu… Periyodik olarak gerçekleştirdiğimiz kültür programlarımız; gerçekleştiğinde, gündem oluşturdu.. Ülkemiz ve şehirlerimizin meseleleri, sorumluluk taşıdığımız konulardı.. konularla ilgili paneller, seminerler düzenledik.. Bu bilgilerin geleceğe taşınması ve literatürde yerini alması gerekirdi.. Kurulumuzca, süreli yayın yayınlamamız gerektiğine kanaat getirdik.. ŞEHİR VE KÜLTÜR adı , vizyonu geniş, muhteviyatımızdaki konuları kucaklayan bir isim olması nedeniyle, yazarlarımızı her konuda yazı yazmaya teşvik eder mahiyette idi.. Tarih vardı, edebiyat vardı, coğrafya vardı, sanat vardı, sinema vardı, tiyatro vardı. Mutfak vardı, medeniyet temeldi, kültürlerin her türlüsüne açıktık.. Her Sabah Taze Bir Başlangıçtır dedik..2014 yılı Haziranda başladık.. Şehir ve Kültür dergimiz yayın hayatında, 50.sayısını idrak ederken, çıkış noktasından itibaren maksadımız olan; şehirlerimizi ve kültürlerimizi korumak , yaşatmak , ilgililere tavsiyelerde bulunmak, gibi sorumluluklarımızın artarak devam ettiğini ve edeceğini burada beyan ediyoruz..

73


ŞEHİR SOHBETLERİ - 12-

ÜRETEN ŞEHİRLERDEN TÜKETEN

KENTLERE

Biz şehirleri üreten şehirler olarak kurduk. Bizim şehirlerimizde çarşılar hanlar var. Zenaat, sanat, meslek erbabı teşkil eder. Hem üretir, hem satarlar. Ahmet NARİNOĞLU

oru şu. Üreten şehirlerden nasıl oldu da büyük kitlesi tüketen kentlere dönüştük? Tarihe baktığımızda kurduğumuz şehirler üretim yerleri/merkezleri iken nasıl oldu da tüketen yığınlardan oluşan kentler oluverdik? Mantık yürüterek soruyu çoğaltabiliriz. İşin özü şu. Üretimden tüketime kayıyoruz. Buna bin bir türlü cevap verenler çıkar. Sistemlerden, izinlerden, dünya düzenlerinden, küreselleşmeden, kapitalizminden tutun bireyin tembelliğine kadar uzun bir çizgide dizi dizi cevap verenler çıkar. Biz orda değiliz. Anadolu da güzel bir söz var. “Rızkın onda dokuzu ticarette, o da şehirlerde” denir. Üretmeden ticaret olamayacağına göre şehirlerin temelinde üretmek var. Tarihte şehirlerimizde üretim yerleri olmuşlar. Tarihe bakarsak şehirler üretim merkezleri, ticaret merkezleri olmuşlar. Bundan dolayı sulak alanlarda, vadilerde, kıyılarda ulaşım ağları üzerinde kurulmuşlar. Anadolu şehirleri de aynı maceraları yaşar.Biz kurduğumuz veya üzerine yerleştiğimiz şehirlerden bu güne gelen hikâyemize bakacağız. HİKÂYEMİZ

Biz şehirleri üreten şehirler olarak kurduk. Bizim şehirlerimizde çarşılar hanlar var. Zenaat, sanat, meslek erbabı teşkil eder. Hem üretir, hem satarlar. Ticaret erbabı da hem şehirde üretileni hem de dışarıdan gelenleri satar. Çarşı pazar olur. Malın ve sermayenin sahibi esnaf yönetimin de sahibi olur. Ahilik, lonca düzenleri şehirlerin kendileri oldular. Şehri korudular, kolladılar, geliştirdiler. Ne yazık ki, şehirlerimizin tarihi üzerine bilgilerimiz sınırlı. Araştırmalar yetersiz. Osmanlının son yüz yılı ile Cumhuriyetten bu yana ışık tutuluyor. O da batı kentleri kadar derinlemesine değil. İbni Haldun şehirlerden uzun uzun tahlil eder. Üretimin şehirlerde başladığını söyler. İbni Batuta, İbni Bibi, doğulu, batılı seyyahlar Anadolu şehirlerinin medeni, canlı, üreten şehirler olduğunu anlatırlar. Evliya Çelebi her şehirde zenaattan sanattan, üretimden, ticaretten teferruatlıca bahseder. Tarih bize şehirlerimizin ürettiklerini, ticaret yaptıklarını böylece canlı yaşadıklarını söyler. Yine tarihe baktığımızda her şehrin, kasabanın, köyün birer sayı//51// ekim 74


kapalı ekonomi gibi yaşadıklarını görüyoruz. Menderes döneminde 1950’li yılların başlarında yabancı bir heyet Anadolu’nun kalkınması için inceleme yapar. Rapor şu sonuca varır. Gerçekte Anadolu da bir değil kırk bin Anadolu var. Yani Anadolu da her yerleşimin kendi kendine üreterek yettiğini ayakta kaldığını söylüyor. Hani eskiler söylerdi ya. Üç şeye para verilir. Gaza, beze, tuza diye. Onun dışında kendi üretir, kendi tüketirdi. Ve biz dünyada kendi kendine yeten ülkeyiz diye övünürdük. Aslına bakarsanız gıdayı köylü üretir, şehirli yer, ötekileri şehirli üretir köylü tüketir gibi bir durum içindeydik. Bazı şehir ekonomileri tarıma dayanırdı. Bazıları sanayi, ticaret, hizmete dayanırdı. Anadolu’da böyle bir denge kurulurdu. Ne var ki nüfus arttı, tarım doyurmadı, kırsal kesim ihtiyaca cevap vermedi, şehirler cazip hale geldi, göç başladı. Bölgeler (bir bakıma şehirler) arası dengesizlik neticesi nüfus batıya yığıldı. Nüfusu yerinde tutacak tedbirler yetmedi. Kalkınma planları etkili olamadı. Köyler boşaldı, şehirler doldu. Tamamen dengesiz bir düzen oluştu. Şimdi övündüğümüz köylerde aktif çalışan nüfus kalmadığından boşaldı, üretimden çekildi. Şehrin varoşlarında asgari ücrete yetinir oldular. Ürününü şehre getiren köylüler, şehirden ekmek, süt ürünleri, yumurta, gıda, tahıl, sebze, meyve alır oldular. Aile ekonomisi kalmadı artık. Kendi üreten kendi tüketen köyler eskilerde kaldı. Şehir ve köy bileşik kap gibidir. Köyün benzerini şehirler yaşıyor. Şehirlerde üretim azalıyor, geniş tüketim kitleleri doğuyor. Nefes alma hariç her şeyin paralı ekonomiye dayandığı şehirlerde yaşam zorlaşıyor, yaşam alanları daralıyor. Sakinler, başka alanlardan çekilerek yaşama kaygısı peşinde koşuyor. Her alanda üreten şehirler, her alanda tüketen, sadece tüketen yerleşimlere dönüyor. Bunu küresel, serbest sistemlerde destekliyor. Dünyaya dışa bağımlı şehir düzenleri kuruluyor. Üretmeye bir madde/eşya gözüyle bakmayalım. Üretmeye ekonomi olarak bakmayalım. İnsani olan her alanda üretim var. İki günü bir birine eşit olan ziyandadır dusturu bunu ifade eder. Üretmeyen, elindekini, miras yedice tüketen, korumayan insan ziyandadır. Öyleyse gelişmek üretimle olur. Üretmeyen gelişiyorum diyemez. Bizde şehir coğrafyası ile birlikte anılır. Mesela

pamuk deyince Adana akla gelir. Ama pamuk Çukurova da yetişir. Halı deyince Isparta akla gelir. Halı Isparta coğrafyasında dokunur. Şehir alanıyla bir bütündür. Onun için şehir merkezinin çevresine Vilayet (il), küçük şehirlere kaza (ilçe), kasaba (nahiye), karye (köy) diye tanımlamışız. Üretim şehrin mahalle, cadde ve sokaklarında değil/coğrafyasında yapılır. Şehirde pazarlanır, alanında tüketilir. Böyle bakarsak ilin, ilçenin insanları nerde yaşarsa yaşasınlar hemşehridirler. Ayriyeten şehirler birer kimlik taşır. İnsanları da o kimlikle anılır. Şehirlerimizin çoğu ürettikleri üzerinden anılıyor. İnsanlarla da özdeşiyor. Üreten kent aynı zamanda marka kenttir. Kent yüzyıllardır geçmişten beri ürete ürete ürettiği üzerinden tanınır, bilinir. Buna marka diyoruz. Mesela dondurma deyince Maraş, baklava Antep, kebap Adana, pastırma Kayseri, kaşar Karstır. Eskiden derlerdi. İstanbul üretir, Anadolu’yu besler. Şehirler toplumun merkezleri olmuşlar. Burada üretilmiş, burada tüketilmiş. Korktuğumuz taraf şu, şehirlerde yalnızca tüketiliyor. Koca koca kentler tüketim üzerine kuruluyor, imarlaşıyor. Kentler istihdam yaratan merkezlerdi. İstihdam edilmeden yaşayanlar yani üretmeden tüketenler kentin başına bela olurlar. Kent gelişmesi üretimden geçer. Kentlerimiz üretmiyor/üretemiyor. Bütünüyle tüketen kitlelere dönüşüyor. Üreten şehirlere ihtiyacımız var. Ne yazık ki bir şehrin gelişmesini tüketimden bekliyoruz. Çare olarak da tüketen müessesler bekliyoruz. Mesela üniversite, askeriye, kurumlar (il ilçe kurulması) gibi toplu insanlar gelsin, şehir de 75


tüketsinler, kalkınalım istiyoruz. Tüketimden medet umarken bunları, şehirde nasıl üretiriz boyutuna bakmalıyız.

hayatı öğrenirdi. Dahası hayatın başında bir meslekle tanışırdı. Daha dahası üretime adım atardı.

ÜRETİMİN DÖRT AYAĞI

NEYDİK NE OLDUK?

Şehirlerde üretimin dört ayağı var. Şehir yanı, toplum yanı, kurum yanı, fert/kişi yanı. Şehir yanı. Şehir düzeni üretim üzerine kurulmalı. Geleneksel yapımız araştırılmalı ve dinamikler yeniden canlandırılmalı. Bugün yeryüzünde kent ekonomisi var. O kentte olup biten ekonomik faaliyetlerin bütününe deniyor. Kentler yapısı, konumu sebebiyle farklı özellikler gösteriyor. Tarım, sanayi, ticaret, turizm, ulaşım, eğitim vb yönleri sürüklüyor. Öyleyse bu boyutla üretime geçmeliyiz. Plan, proje çalışmalar ile buraya yoğunlaşmalıyız. Toplum yanı. Şehirler ailelere benzer. Onun gibi şehirlerde üretim bir kültürdür. Nereye yoğunlaşılır ise şehir yani toplum oraya kayar. Hani deriz ya Ankara memur şehri, İstanbul ticaret şehri, Antalya turizm şehri. Başta eğitim olmak üzere toplumu şehrin konumuna göre şekillendirmeliyiz. Toplum hem tarihi/geçmiş birikimlerinden yararlanmalı, hem de kendini yeni duruma ayarlamalı. Kurum yanı. Şehirlerde üretim kurumlaşmaya dayanıyor. Kurumlara bakarak (çokluğuna, gücüne) ekonomisi hakkında fikrimiz olur. Mesela sanayi, ticaret esnaf odaları birer göstergedir. Kurum deyince devlet kurumları akla gelmemeli. Yerel idareler, sivil toplum kuruluşları, oda-borsalar, özel sektör hep birlikte sayılır. En bariz yanı da iş adamları dernekleridir. Böylesi kurumların çokluğu, çeşitliliği bize fikir verir. Tarihimiz de ahilik teşkilatları, loncalar, odalar tamda buydu. Şimdi kurumları zayıf olan kentler tökezliyorlar, geriliyorlar. Fert yanı. Şehirde bunca zamandır yaşıyorsun ne ürettin? Şehre ne verdin ne kattın? Tükettiğin zamanın, tükettiğin nimetin karşılığı ne yaptın? Bu sorulara verdiğimiz samimi cevap aslında kendi değerimizi ortaya koyar. Unutma. Değer katamadığın bir şehre yüksün. Üretmediğin bir şehirde üzerine hak geçer. Hz Ömer der ya. “Bugün Allah için ne yaptın?” Ne ürettin demeyi kastediyor. Maraş’tan biliyorum. İlk mektep seviyesinden itibaren her çocuk bir esnafın yanında çıraklığa verilirdi. Sanat, zenaat, ticaret bellerdi. Üstelik sayı//51// ekim 76

Kabul edelim artık. Kentliyiz ve tüketiciyiz. Tüketiciden öte mirasyediciyiz. Önümüze ne gelse tüketiyoruz. Maddi manevi fark etmiyor. Şehir değerler üretirdi, kent değerler tüketiyor • Şehir misafirperverlik yaşar, kent konuksuz yaşıyor • Şehir ortak yaşardı, kent yalnızlaşıyor • Şehir zenaat öğretiyor kent zanaatları yok ediyor • Şehir geleneksel yaşam sürerdi, kent modern yaşam ile köklerinden kopuyor • Şehirde insan insanı tanırdı, kente insanlar tanışmıyor • Şehirde komşuluk vardı, kentte komşuluk kaybolmaya başlıyor • Şehirde mahalle/mahalle kültürü vardı, kentte siteleşme, apartmanlaşma ile toplu yaşanıyor • Şehirde aile ekonomisi vardı, kentte aileler üretmeden tüketiyor • Şehirlerde avlulu evlerde yeşillik, gül, çiçek yetişirdi, kentlerde resmine bakılıyor • Şehirlerde medeniyet üretilirdi, kentlerde lümpen kültür üretiliyor • Şehirlerde kazanç paylaşılır, bölüşülürdü, kentte kendine biriktiriyor • Şehirlerde aile ekonomi birliği vardı, kazançlar ortaktı, kentlerde herkes kendine kazanıyor, tüketiyor • Şehirlerde akrabadan, komşudan çevren borç alınır verilirdi, kentlerde bankaya mahkûm faiz kıskacında dönüyor • Şehirler düşünce, fikir üretirdi, kentler düşünce ve fikri kovuyor • Şehirler tasarruf kaynağı idi, kentler tasarruf yapamıyor


Siz oturur daha fazla tespitler yaparsınız. Aslına bakarsanız karamsar tablo çizmiyoruz. Bir halden bir hale geldiğimizi tespit ediyoruz. Dünün şehirlerini medeniyette, üretimde, zirveye çıkaran kuvvetler bugün ortadan kayboluyor. Can alıcı soruyu kendimize soralım. Şehirde üretiyor muyuz? Üretiyorsak neyi ne kadar yapıyoruz? Her gün “bugün ne ürettim, yarın ne üreteceğim” diyebilmeliyiz. Dersek şehre katkımız, faydamız oluyor. ÜRETEN KENTE YENİ PROJELER

Recep Garip’in Dersaadet Kültür Platformunda ki tespitine katılarak başlayalım. Şehir üzerine kafa yoranlar sadece tespitlerle yetinmemeli, çare yolları da aramalı. Bu görüşten hareketle bizde çorbada tuz misali üreten kentlere dönme yolunda projelerimizi sunalım istedik.

• Yöresel / geleneksel pazarlar

• Kentsel üretim proje yarışmaları

• Her gence meslek eğitimi

• Üretim projelerine destek programı

NE DİYELİM

• Üretilenleri pazarlama mekân/alanları • Kent markaları projesi • Kent ürünleri patent alma projesi • AR-GE birimleri kurma • Teknoloji yenileme/inovasyon destekleme • Bilişim fuarı açılması • Her kente sebze-meyve hali • Her kente ihtisas pazarları • Her kente lojistik merkezi • Her kente mezbaha • Her evlere geleneksel el dokuma işleme tezgâhları • Geleneksel kaybolmayan yüz tutmuş sanatları araştırma projesi • Geleneksel zanaat/sanat atölyeleri • Geleneksel el dokuma işleme atölyeleri • Emeklilere el beceri ve sanatları programı • Ev yemekleri pazarları/parkları

• Sanat atölyeleri kurma • Bilişim atölyeleri

Unutmayalım. Nerde olursa olsun, fiziki, zihinsel üretim yapmayan insan faydalı olamaz, tüketmeye/avuç açmaya/istemeye mahkûm kalır. Kentte ekonomi daraldıkça kültürel, sosyal, geleneksel yaşamlar, toplumsal yaşam daralıyor. En darda olduğumuz zamanlar ekonomide sıkıntılı olduğumuz zamana denk geliyor maalesef. Kentte neler yok ki! Her türlü sanatlar, zenaatlar, el sanatları, yazılı görsel sanatlar, niceleri. Ve insanın uğraşacağı alanlar, hobiler. Bunlar üretim yanımız. Ama kaçımız uğraşıyor, kaçımız sahibiz. Elinden bir şey gelmeyen, değer katmayan yalnızca tüketen kitlelere dönüşmek korkutuyor. İnançlarımız, değerlerimiz her biri ve topyekûn bizim. Onu yaşamak, çoğaltmak yeniden üretmeliyiz. Miras yedice içini boşaltarak kullanmak, bilerek unutmak atimizi tehlikeye atar. Yerli aydınlarımızın ortak görüşü, “medeniyetimizin ruhuna bıraktık kabuğu ile oyalanıyoruz. Şekilden öze geçemiyoruz”. Değerlerimizi şeklen yaşasak da yalnız kalıyoruz. Bir çiçekle yaz gelmez misali değerler iklimine yeniden dönmeliyiz, topyekûn. Yani tüketen kentlerden üreten şehirlere dönmeliyiz vesselam. Bir büyüğün dediği gibi geçmişten ders alarak değil, geçmişimizi arkamıza alarak. 77


KERBELA SUSUZLUĞUN SON DEMİ

Kerbela olayı gerek Alevilerin, gerek Şiilerin, gerek ise Sünnilerin Müslümanlığın ortak en büyük acılarından biridir. Ta’ziye ise İslam’da tek dram türü olarak nitelendirilmektedir Doç.Dr. Sevil Svetlana KERİMOVA*

erbela, Bağdat'ın 100 km (Irak şehir) güneybatısındadir. Muharem ayi musulmanların yeni yılı başlangıcıdır. Mekkeden Medineye Hicretin baslangicidir. Ayrica Muharrem ayi Hz. Huseyinin Kerbelada sehit edildigi aydır. Bu nedenle Muharrem ayi Şiiler icin yas ve Aşure olarak nitelendirilir. Hz. Hüseyin Mekke'den ayrilip Kerbelada sehit olduğu icin belkide Kerbelanin zirhi Mekke'den daha buyuktir. 680 yılında burada Hazreti Muhammed'in torunu öldürüldü Yezid ibn Mu'awiya ordusu ile bir savaşta - İmam Hüseyin ibn Ali ve kardeşi Abbas ile bu savaşta sehit edildi. Kerbela Şiiler için Mekke ve Necef ve Hüseyin Camii IX yüzyıldan sonra ve birkaç kez yeniden inşa edilen üçüncü kutsal bir yerdir. Bu cami cennet kapılarından biri olarak kabul edilir. Bir cok Müslüman ölmek icin buraya gelir. El Mahayyam Camii yılda iki kez renkli festivallere sahne olur. Kentte yüzlerce cami ve 23 dini okul vardır. En ünlü Medrese İbn Fahid (XVI yy.) medresesidir. Dünyanın her yerinden okumaya gelirler. Hz. İmam Hüseyin’in yanındaki insanların üzerine bir dehşet ve çaresizliğin sesliği çökmüştü. Şeytanın tüm kibri ve kötülükleri ilk başta Muaviye ve daha fazlasıyla oğlu Yezid ve adamlarının kanlarında geziyordu. Bir ah çekse, Hz. İmam Hüseyin bu durumdan kurtulabilirdi. Iraklılar, Hz.Ali’ nin devamlı olarak yanında bulunuyorlardı. Muaviye nin oğlu Yezid’in liderliğinde hareket eden kışkırtılmış insanların önünde durmaları çok zordu. Yezid’e biat etmekte sakınca görmeyen Suriyeliler karşısında kaybettiler. Zira gerek geçmiş günlere duyulan özlem gerekse, Hz. Ali’’ye beslenen muhabbet ve sevgi sebebiyle, Iraklıların neredeyse tamamı bu faaliyetlere gönülden destek oluyorlardı. Ancak bu destek bir türlü gönül desteğinden kılıç desteğine dönüşmüyordu. Bunun neticesinde Ehl-i Beyt adına başlangıçta çoşkun bir heyecan yaratan ancak kısa sürede saman alevi gibi parlayıp sönen bu iyi niyetli güçler ve insanlar Emevîlerin gücü karşısında hep etkisiz kaldılar. Faaliyetlerin pek çoğu hareketin lideri konumundaki; Hz. Ali’nin evladı Hz. Hüseyin ve yakınları için trajedi ile sonlanmıştır. İslam tarihinde bu olaylar trajediler zincirinin, en acı halkalarındandı. Hz. Hüseyine karşı sergilenen korkunç kanlı Kerbelâ hadisesi dünya tarihindeki konumunu unutulmayarak koruyacağı kesindir. *KIRIM KİPU ÜNV.

sayı//51// ekim 78

Yezid; Hz. Muhammed’in sevgili torunu, ve “ Ehl- Beyt” ten Hz.İmam Hüseyin ve yakınlarını Muharrem ayının ilk günü muhasara altına alarak Kerbela’da tutsak ettiler. Fırat nehrine yakın bulunmalarına rağmen çoluk, çocuk, yaralı ve hasta olanlar başta olmak üzere hiçbirinin su içmelerine vahşice ve gaddarca mani oldular. Kufelilerin ihanetine uğrayan Hz. İmam Hüseyin ve yakınları esir gibi tutularak çevrelerinde kuş uçurtulmadı. Kerbela’nın kavurucu çölünde 10 gün, bir damla su’ya hasret bırakıldılar. Susuzlukları had safhadaydı. Bu şekilde olmalarına karşı susuzluktan çatlamış dudakları ile dayanmaya çalışıyorlardı. Muharrem’in 10. Günü de Yezid’e biat etmeyi reddeden Hz. İmam Hüseyin’e karşı taraftan ok atılmasıyla çatışma başladı. Hz. İmam Hüseyin’in oğulları, kardeşi, yeğenleri derken tüm yakınları tek tek şehit edildiler. Tüm sevdiklerinin gözü önünde can vermesine şahit olan İmam, son olarak menkıbelere göre 33 mızrak yarası ve 34 kılıç yarası aldıktan sonra Şimr isimli asker tarafından başı kesilerek şehit edildi... Bu İslamiyet tarihinin acı olayı, hiçbir şekilde unutulmamış, bunun doğrultusunda Hz. Ali ve çocukları İmam, Hz. Hüseyin’i sevenler, acılarını belli etmek maksadıyla, ilk başlarda Ta’ziye şiirleri ile, daha sonra bunu, kendi bedenlerine fizik acılarına varan şiddetlerle manevi olarak paylaşmışlardır. Daha sonraları başta Şiilerde olmak üzere bu Ta’ziye bu şekilde çok İslam ülkesinde yapılmış, veya yapılmasa da ilgi görmektedir. Genellikle Muharrem ay’ının ilk on günü içersinde, dinsel ve seyirlik bir oyun olarak sahnelenmektedir. Bu oyunlar çoğunlukla Farsça’ dır. Arapça ve Türkçe olanlarıda vardır. Muharrem ay’ındaki Ta’ziyeler yas tutmak için ne kadar yapılsa da, dinsel kökenli olmak şartıyla Asya’daki Müslüman ülkeler ile Hindistan’a bakarsak acı içersinde şenlik havasinda geçtiği görülmektedir. Ta’ziye kongresinin düzenlendiği 10. Şiraz festivali’ nde Şiraz’ da hiçbir tiyatro binası olmamasına karşılık, her gün ve gece, 17 değişik yerde Ta’ziye gösterileri yapıldı. Bu yerler kent meydanları, Persepolis, Nakş-ı Rüstem , bir kaçar dönemi konağının narenciye bahçesi, veya avlusuydu. İran’da Safaviler döneminden beri Muharrem ve Kerbela olayları karşısında halkın duygusallığı, politik ve ideolijik amaçlarla devleti çok yakından ilgilendirecek derecedeydi. Şah İsmail, Hz.İmam Hüseyin’in öcünün alınmasını sufiliğe kadar kaydırmıştır.


Ay ve yılına göre, Muharrem ilk aydır. Ayrı bir önemi ise “Ruz-i katl, yevm-i Aşure” ise bu ayın onuncu günüdür. Ta’ziye ise Muharrem ve Aşure ile ilgili mithos ve söylencelerle gene bununla ilgili olarak yapılan ritüellerin bir araya gelmesinden ortaya çıkan bir dramdır. Genelde yaygın olan “ her din dram doğurtucusudur” veya başka bir düşünce ise “ Her din kendinden önceki dinlerin doğurduğu dramları, kendi yorumu ve simgeselliği içinde oluşturur ve sürdürür “ Kerbela olayı gerek Alevilerin, gerek Şiilerin, gerek ise Sünnilerin Müslümanlığın ortak en büyük acılarından biridir. Ta’ziye ise İslam’da tek dram türü olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca bu tiyatronun iç önemli döneminin özelliklerini de gösterir. Ta’ziyeyi oluşturan altı öğe bulunmaktadır. 1-“Şiir; Ta’ziye’nin en önemli unsurudur. Ta’ziye’de tüm oyuncular mazlum söyleşir. Yalnız İmam’a karşı olanlar bunu düz bir şiirle, imam ve yandaşları ise müzikle, ezgili söylerler. Belli başlı bütün nazım şekilleri kullanılır. Çoğu kez ünlü şairlerden ilgili konu ile alıntılar yapılır. 2- Nakkali; Tıpkı Türkiye’deki meddahlar gibi tek bir kişinin manzum ya da nesirle dramatik anlatımıdır. Ta’ziyenin gelişiminde önemli rol oynamıştır. Dünya’da tüm dramalar tek bir oyuncunun karakteri canlandırması ile başlamıştır. Nakkali’ler de yüz anlatımı, mimikler, tavırlar ve ses değişimi ile tek kişili tiyatro oyunudur. Ta’ziyelerde gerektiğinde Nakkali tekniğine başvurulmaktadır. 3-Suhan-veri; “Düzgün konuşma” öğesidir. Nakkali’nin tek kişilik söyleşisine dayanmasına karşı, iki kişilidir. Karşılıklı söyleşme şeklinde gelişir. Ta’ziyedeki söyleşme tekniğinin Suhanveri geleneğinden alındığı söylenmektedir. Çoğu kez kahvehanelerde, çayhanelerde şiirlerle söyleşide 12 imam övülür. Hüseyin Va’iz Kaşifi’nin “ Fütüvvetname-si Sultani’ önsözünde, söyleşmelerinde konuşanın, elinde dervişlerin taşıdığı uzun saplı, yarım ay biçimindeki baltayı “ teberzin” konuşma süresince omzuna dayadığını,söz sırası karşıya geçince “ teberzini “ ona verdiği belirtir. Her konuşmacı konuşma boyunca bunu omuzun da tutmaktadır. Gazel okuyanlarda bunun yerine bir sopa “ çub- desti” tutmaktadırlar. Bu da her okuyanın elinde sıra ilegezmektedir. Meddahların ellerinde bulunan sopa’da bunun göstergesidir. 4-Musiki ; Ta’ziyede müsikinin çok önemli bir yeri vardır.Bu gerek ses, gerek çalgı ile olmaktadır.Her oyuncunun canlandırdığı karaktere uygun makam ve müzik kullanılır.Şarkıyla olan bazı yerlerde,

çalgı eşliği yoktur. Bazen ise yalnızca genelde Ney kullanılır. Belli başlı çalgılar. Şeypur, ney, kareni, tabl davul, korno, zil ile trompetten oluşmaktadır. Oyunun başlangıcında” nevha” lar koro ile söylenir. Tutsak, üzüntü ve bitiş sahnelerinde önemli Musikinin önemli yeri vardır. 5- Eza-dari; Muharrem’in ritüel kesimi olan ve “deste-i eza- dari denilen yas tutanların bu yaslarını, dışa dönük bir şekilde belirtmek için göğüslerini acılar içersinde dövmeleri, bıçakla bedenlerinden kan çıkarmaları, ağlayıp, acılar içersinde bağırmaları, inlemeleri, zincirle bedenlerini dövmeler gibi duygularındaki acı, isyan ve tepkilerini göstermelerinde Ta’ziyede önemli bir yeri vardır. 6- Perdedari; Nakkali’ya yada meddah gibi anlatıcıların olayları perdeler üzerinde resimlerin yardımı bunları anlatanlardır. Perdadar’in, Ta’ziyenin diğer unsurlarında olduğu gibi gelişiminde, gerek dinsel resimlerin gelişmesinde büyük katkısı olmuştur. Muharrem dramının, duyguları dalgalandırdığı gösterimi dört şekilde olmaktadır. Bunlar bazen bir diğerinin içinde de olmaktadır. En önemlisi canlı şekilde yapılandır. Türk ve İslam edebiyatında “Kerbela” olayının çok önemli yeri bulunmaktadır. Bektaşiler, özellikle Muharrem ay’ının ilk on gününde Fuzuli’nin “ Hadikatü’s- suedası’ sını baştan sona okurlar. Azerbeycan ile İran’da “Kerbela” yı çok dramatik şekilde sunuş biçimleri ile edebiyatlarında geniş yer tutmaktadır. Osmanlı edebiyatında ta’ziye ye benzeyen bir tür de, Maktel’lerdir. Her ikisi de dramatik niteliklidir. Birincisi bir gösterim olarak sahnede sunulur. İkincisi ise oturum ve topluluklarda dinleyiciye okunmak içindir. Bunu okuyanların etkili ve çok güzel sesi olur. Sesi kadar konuya göre beden dilini kullanarak metindeki duyguları, tepkileri, üzüntüleri dış belirtiler ile, Ta’ziye gibi olaylar dramatik bir şekilde gösterim olarak da sunulabilinir. Maktel’lerin yapısı buna elverişlidir. Fatima, Hz. Peygamberin ciğerinin parçası. Yüzünde kederin izleri vardı. Belli ki, Derdi nazenin yüreğinde saklıydı. Herkesten sakladığı sırları gizemleri vardı. Kederini derdini sinesinde gizlerken Hasan ile oynayan Hüseyin’ini izliyordu, Gözünün önündeki yavrularını özlüyordu. Gamla yüklü yüreği yaş dolu gözleri ile yüklüydü. Sıkıntılı yüreği, ondan dumanlı başı zehir olmuş kaç gündür yediği ekmeği, aşı, taş olmuştu. Çünkü minik çocukları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i babası, iki cihan serveri Hz. Peygamber tarafından şehitlikleri müjdelenmişti. 79


unan Mitolojisinin dev tanrısı, Homeros'un ab-ı hayatı, Oddysea'nın Rüzgârlı Mimas'ı... Aydınoğullarının vazgeçilmezi... Osmanlı'nın saray emaneti... İzmir/Karaburun...

DENİZİN KALBİ

MİMAS/KARABURUN

İzmir körfezinin hemen girişinde bulunan Karaburun'un kadim tarihi M.Ö 4.000 yılına kadar inmektedir. Hititlerden Yunanlılara, Perslerden Romalılara, Bizanslılardan Türklere kadar pek çok kavmin hâkimiyeti altında kalan bu şirin belde, Antik dönemde bölgedeki Erythrai kenti sayesinde oldukça önemli bir kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiş .. Nermin TAYLAN

Eski adıyla Mimas olan İzmir’in Karaburun ilçesi Yunan Mitolojisinde oldukça yer almakla birlikte Homeros’un ünlü eseri "Oddysea" da ismi Rüzgârlı Mimas(Windy Mimas) olarak geçmektedir. Günümüzde Bozdağ diye adlandırılan ve ilçenin hemen her yerinden görülebilen dağ, Yunan Mitolojisinde “Mimas Dağı” idi. Sebebi ise “antik tanrılarla savaşan gigantların (devler) başında yer alan ve tanrı Zeus'u çok zorlayan Mimas isimli devin, üzerine erimiş demir, çelik ve bakır dökülerek öldürüldüğü ve bir daha uyanmamak üzere söz konusu dağların altına gömüldüğü" hikâyesine dayanmaktadır. Lakin asırlar geçmiş, mitolojiler kitaplarda kalmış, Mimas artık derin uykusunda "Karaburun" ismiyle müsemma olmuş... İzmir körfezinin hemen girişinde bulunan Karaburun'un kadim tarihi M.Ö 4.000 yılına kadar inmektedir. Hititlerden Yunanlılara, Perslerden Romalılara, Bizanslılardan Türklere kadar pek çok kavmin hâkimiyeti altında kalan bu şirin belde, Antik dönemde bölgedeki Erythrai kenti sayesinde oldukça önemli bir kültür ve ticaret merkezi durumuna gelmiş ..Helenistik ve Roma döneminde önemini kaybetmiştir. Bizans döneminde ise eski önemini biraz olsun kazanmış ve nihayetinde 1086-1095 yılları arasında Çaka Bey ile Türklerin yönetimine girmiştir. Tarihi serüveninde hemen her devlet tarafından değerli olan Karaburun, bir müddet daha Bizanslıların eline geçse de Anadolu Beylikleri döneminde Aydınoğlu Mehmet Bey'in bölgeye hâkimiyet sağlamasıyla; Aydınoğulları egemenliğine girmiş, sonrasında Yıldırım Bayezid tarafından fethedilmiş fakat 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra yeniden Aydınoğlularının eline geçmiştir. Fetret devrinin ardından 1425-1426 yılında Çelebi Mehmet bölgeyi ikinci defa Osmanlı topraklarına katmayı başarmıştır. Osmanlı imparatorluğunda görülen en önemli ve en çok bilinen isyanlardan Şeyh Bedreddin İsyanının bir ayağı yine Şeyh Bedreddin'in talebelerinden ve felsefesini devam ettirenlerden Börklüce Mustafa tarafından Karaburun Yarımadasında sürdürülmüştür.

sayı//51// ekim 80


Uzunca süre devletin dahi naçar kaldığı bölgede vuku bulan bu isyan hem maddi hem de manevi yönden halkı büyük ölçüde etkilemiş, Karaburun harici çevrelerde isyan merkezi olarak anılır hale gelmiştir. Nihayet 1420 yılında isyanın elebaşları yakalanıp, Şeyh'in idam edilmesiyle olaylar bastırılmış ve belde eski huzurlu haline kavuşmuştur. Osmanlı Arşivlerinden elde ettiğimiz bilgilere göre Osmanlı döneminde Karaburun Yarımadası'nın Ege kıyısında İzmir'e bağlı Padişah hasları arasında olduğu anlaşılmaktadır. Çelebi Mehmed döneminde Osmanlı topraklarına katılan Karaburun 1867 yılına kadar İzmir Livasına bağlı bir nahiye iken 1868 yılında yeni düzenlemelerle Çeşme kazasının nahiyelerinden biri haline gelmiştir. 1900 yılına gelindiğinde ise İzmir'e bağlı bir kaza olmuştur. Makûs kaderinde pek çok kavmin hâkimiyeti altına giren bölge Birinci Dünya Savaşının ardından 23 Mayıs 1919 tarihinde Yunan kuvvetleri tarafından işgale uğramış, milli mücadele ile 17 Eylül 1922 tarihinde işgalden kurtarılmıştır. İşgalcilerin çekilmesiyle birlikte bölgede bulunan Rumlar da Yunanistan'a göç etmiş ve bazıları ise mübadele sonucu gitmek zorunda kalmıştır. İlçede bulunan Sazak Köyü, Karaburun’dan en son ayrılan Rum köyü olma özelliğini taşımakla birlikte, göç esnasında neler yaşandığının acı detaylarını hâlâ sinesinde barındırmaktadır. Yaşanan bu hazin olaylar ve nüfus değişikliği sebebiyle bölgede, ekonomik ve toplumsal alanda büyük değişiklikler meydana gelmiştir. Nüfus azalmış, ticaret durma noktasına gelmiş, kadim tarihindeki önemi neredeyse yitmiştir. Kanuni Sultan Süleyman döneminin en önemli denizcilerinden Piri Reis bizzat kendisinin kaleme aldığı Kitâb-ı Bahriye isimli eserinde Karaburun Yarımadası hakkında "adeta denizin ortasında gibi durduğunu, oldukça engebeli bir coğrafyaya sahip olduğunu ancak tarım arazilerinin yetersiz kaldığını" yazmaktadır. Yine dünyaca ünlü Seyyahımız Evliya Çelebi de bir dönem bulunduğu Karaburun için Seyahatname isimli eserinde İzmir Mollasının arpalığı olmakla birlikte, etrafının tamamen zeytinlik olduğunu, içinde bir cami, bir hamam ve yedi dükkân bulunduğunu önemle belirtmektedir. Vakti zamanında birçok devlete bağlı olan belde de şimdilerde ne yazık ki çok fazla tarihi yapı bulunmamaktadır. Uzun yıllar

Aydınoğulları egemenliğinde kalmasına rağmen bölgede herhangi bir Aydınoğulları yapısı ayakta kalamamıştır. Osmanlı döneminden günümüze yalnızca bir kaç cami ve bir kaç çeşme ulaşmış ancak onlar da bazı zamanlarda değişikliğe uğramıştır. 16 camii, bir köprü ve 30'dan fazla çeşmenin bulunduğu Karaburun Kazası uzmanlarca incelendiği takdirde mevcut tarihi yapıların imar dönemleri kanaatimizce oldukça eski zamanlara tarihlenecektir. Adını yalnızca Ayşe Kadın Camii olarak bildiğimiz, kitabesine ulaşamayıp herhangi bir kaydını görmediğimiz ibadethanenin henüz ilk bakışta dahi 13. yy eseri olduğu ve sonrasında onarımdan geçtiği anlaşılmaktadır. Efsanelerle karışık tarihinde kendine âşık olan Narsisus'un aşkından eriyerek Nergis çiçeğine dönüştüğü bu topraklar bazen bir su birikintisi, bazen kulağa huzur fısıldayan bir rüzgâr, bazen denizin kalbi ile dokunur yüreğinize. Ama en çokta kadim tarihinde yaşattığı efsanevi sırlar alır götürür ötelere... Ve hissetmeyi bilirsek şayet: saraydan yükselen sesleri de Delhi tapınağındaki gizemli sözleri de anlamlandırabiliriz sinemizde... Bir Rum diyarının nasıl İslamlaştığını, bereketli toprağıyla bağrındakileri nasıl yaşattığını, İmparatorlar, Beyler ve Sultanlarca neden vazgeçilmez olduğunu anlayabiliriz belki; Mimas’ın heybetinde gizlenmiş sakinliğinde... Deniz’in kalbine, Bahri Sefîd’in incisine, Mimas’ın heybetli gölgesine, Osmanlı’nın bu en kıymetlisine sizler de bir gün mutlaka düşürün yolunuzu. Belki bir camii avlusunda, belki bir çeşme başında belki de eski bir Rum köyünde soluklanın ve her adımda bu küçük beldenin yaşadığı büyük hadiseleri hatırlayın. Karaburun İskelesinden Mimas’ı seyredin ve can-ı kalp ile Bahri Sefîd’e gönlünü ve ömrünü veren ecdadı selamlayın. 81


KADINLARIMIZ Sadi Bey devam ediyor: “Kadınlarımızın zihni kabiliyetlerine gelince, bu bahsi derin bir hayret ve hayranlık duymadan ele almak mümkün değildi!..

Seyfullah ERKMEN

öze bu başlıkla başlamak istemezdim, hoşgörün. Neden mi başlamak istemezdim? Çünkü 30’ların 40’ların hatta 50’lerin bu başlıkla çıkan o kadar yazıları vardır ki artık tiksinti derecesinden. Kadınlarımız ve Hakları, Kadınlarımız, Mazide Kadın, 25 Sene Sonra Çirkin Kadın Kalmayacak gibi gibi böyle sanki bir köleymiş de kendileri azat etmiş sonrasında “ne iyi ettik” “bak seni kurtardık” gibi manaları ima eder derecesinde aşağılık bir kompleks ile kadınlarımızı gazete küpürlerinden düşürmemişler. Daha başlamadan söyleyelim ki burada mevzumuz hiçbir suretle bu haklar olmayıp bu hakları dile getirirken onlara karşı bir eziklik duygusuyla yaklaşmayı kendilerine görev addetmiş kimselerin tutumlarını yazmak ve bu güne kadar sürmüş etkisine az da olsa değinmek olacaktır. Buna bir misal Dr. Sadi Irmak’tır.

sayı//51// ekim 82

Kadınlarımızın meziyyetlerini anlatan yazısında bazı milletlerin kadınlarına milli marşlarında yer ayırdıklarını söyledikten sonra “Biz de milletçe Türk kadınının değerini daima tanımışızdır” demektedir. Şimdi buraya neden takıldığımızı biraz aşşağıda göreceksiniz. Bu yazı böyle devam ediyor, haklı olarak Yemen’e Arnavutluk’a geri gelmeyecek nişanlısını yolcu edip yıllarca bekleyenlerin meziyetlerini sıralıyor ve buna benzer güzel ilaveler yaparak devam etmektedir. Sadi Bey devam ediyor: “Kadınlarımızın zihni kabiliyetlerine gelince, bu bahsi derin bir hayret ve hayranlık duymadan ele almak mümkün değildir. Ömürleri Çarşaf içinde geçmiş nesillerin ilk çarşafsız kızları arasından bir hamlede değerli doktorlar adil yargıçlar ileri zihniyetli öğretmenler muharrirler yetişmiştir. Bu yetişme başka memleketler ölçüsüyle o kadar ani olmuştur ki buna yerden biter gibi demek caizdir.” Burada bir duralım. Sadi Bey “Ömürleri Çarşaf içinde geçmiş nesillerin ilk çarşafsız kızları arasından bir hamlede değerli doktorlar adil yargıçlar ileri zihniyetli öğretmenler muharrirler yetişmiştir.” Dikkat ederseniz ilerlemeyi katatmişler Sadi Bey’in yazısında “Çarşafsız kızlardır.” Yani daha açık söylemek gerekirse Sadi Bey’in yazısını ismini verdiği Kadınları’mız’daki aidiyet eki olan “mız” içerisine girenler bizatihi Anadolu kadını olmayıp çarşafından soyutlanmış Dini vecibesinden feragat edip kendi kafalarındaki marangozdan geçtikten sonra kendi kurdukları kalıba giren kadınlardır. Ben daha şunun şurasında 15 sene kadar öncesi falan adını bile hatırladığım bir öğretmenimin okula gelince başörtüsünü kapıda çıkarıp çantasının içersine koyduktan sonra okula girdiğini acaip ruh haleti içersinde görürdüm. Şimdi bu ablamız veya annemiz, daha açığıyla kadınımız kendi hür kendi vicdani duygusuyla mücehhez olduğu halde kapıya kadar geliyor, sistemin kendisine açtığı öğretim gibi yüksek bir meslekle ekmek kapısından girebilmek için inancından feragat edip başörtüsünü çıkartıp içeri girebiliyordu. Yani Sadi Irmak’ın kullandığı Kadınlarımız kavramı içerisine ancak öyle girebilmekteydi. Acaba bu Anadolu kadını kapıya kadar kendi toprakları içersindeydi de kapıdan sonra başka bir Dünya’ya mı geçiş yapıyordu? Kimindi bu bina? Burada kimler okuyordu? Neden kendi toplumundan olan kimselere ders vermek için kendi toplumunda yaşadığı şekliyle girememe yasağına takılmıştı?


Böylesi hadiseleri satırlarca sıralamak mümkündür. Zira teller arkasında subay oğlunun mezuniyet merasimini izleyip gözyaşları içersinde kalanları daha başka; oğlunun orduevindeki düğününü gözyaşları içersinde izleyen annelerimn iç acısını sağır sultan bile duymuştur. Sadi Irmak bunları anlatıp ancak bizim söylediklerimizin kendisinden tam 70 küsür sene sonra dile getirileceğini belki de tehayyül bile edemeyerek şunları eklemekteydi: “Kadına en ileri memleketlerin bile tereddüt ettiklerini hakları veren rejimimizin zihniyetini işte bu gerçeklerin ışığı altında kavramalıdır” Yani fazlasıyla ikaram, yani yine bir borçlu bırakma. Neden böyle söylediğimi birazdan sarfedeceğimiz cümlelerle anlayacaksınız. Nitekim Rasulullah (a.s) “Cennet annelerin ayakları altındadır” “Kadınlar size Allah’ın emanetidir” gibi sözlerle onlara hakların Kainatın Yaratıcısı (C.c) tarafından verildiğini beyan ederken onları hiçbir kul rejimine minnet duygusuyla bırakmıyor, kendilerine verilecek değerin en yüksek makamdan verildiğini beyan ediyordu. Gelgelelim Sadi Bey “Kadına en ileri memleketlerin bile tereddüt ettiklerini hakları veren rejimimiz” demekle onları bir aşağılık kompleksine itmekle kalmayıp malesef bir de onları fazlasıyla hak verilmiş birer borçlu addetmektedir. (Ulus, 17.4.1945, Dr. Sadi Irmak, Kadınlarımız ve Hakları) Bu borçlu kavramına bir virgül koyalım ileride değinmeye çalışacağız. Bundan başka kadınlarımızdan olan bir yazıya ilişiyor gözümüz. Yıl 10.6.1941, Tan Gazetesi, Şükûfe Nihal. Türk Kadınının Mazisine bakış. Başlarda yerinde medihleriyle annelerimizi anlatan çok güzel cümlelerle başlıyor bu yazı; “… İşte, Türk milletinin kanunlarını bir zamanlar Avrupa’da tâ Viyana içlerine; Asya’da Hint Okyanusu’na, Şimali (Güney) Afrika’nın doğusundan ta batı ucuna kadar yayan büyük fatihleri, hep o kahraman Türk anası yetiştirmiştir…” Yazısına devam ederken kadına verilen değerden, ilk türk topluluklarından, Orhun Kitabelerinden, Yusuf Hacip’in Kutatkubilg’de anlattığına, İslamiyetin ilk devirlenide kadına verilen değerden bahsetmektedir. Sonra Selçukîler’den, eski Anadolu Türkmen beyliklerinden de bu suretle bahsettikten sonra yazı kendini Evliya Çelebi’nin masallarına bırakmakta. Tahlilde ortası olmayan bu seyyahımız ya Alice gibi harikalar diyarında ya ateş vadilerinde yalınayak dolaşıp dutmuştur. Zaten bu yazının sahibi

Şükûfe Nihal de bu abartıların farkında olup şunları söylemekte “… Bize o devir kadınlarının acıklı hayatını, mübalağa da olsa, kafi derecede anlatmıştır” demektedir. Kafi derece dediği Evliya Çelebi’nin Yanya’dan bahsederken “Çarşı ve pazarda avrat gezmek, bu şehirde gayet ayıptır. Avradı taşrada görseler hemen asla aman ve zaman vermeyip katlederler?!” Van’dan bahsederken “Vanlılar gazup (öfkeli), sahib-i namus adamlar oldukları için, hatunlarından biri bile taşra, düğüne, derneğe, dereye filan asla çıkmıyorlar” diyerek şöyle devam ediyor, sıkı durun; “Meğer ki, merhume olup da evi kapısından şehadetle çıka” gibi sadece abartı terimiyle anlatmanın bile kafi olmadığı bu ve buna benzer cümleler. Artık bu son cümleye siz değerli okurlarımıza laubali olmayacak bir yazı kaleme aldığımızı neredeyse unutup günümüz tabiriyle bir emoji koyasım geldi. Yani evinden sadece ölen kadınlar çıkabilir?! Burada tebessüm ettiğinizin farkındayız, ama o “siz hürriyeti buraya borçlusunuz, şuraya borçlusunuz” gibi sanki hakları değilmiş de verilmiş gibi aşağılık kompleks cümlelerinin temeli işte buralarda atıldığını görüyoruz sevgili okurlar. Hatta öyle gösterilecek ya hanımfendi Ziya Paşa’nın bir darb-ı mesel gibi sarfettiği “Avrat gibi mağlubu hava olma, er ol er” diye Ziya Paşa gibi büyük bir şairin kadınlara bakış açısını bir cümlesiyle kendi tasavvurundaki gibi biçip dikip istediği bir ölçüde pazarladığı görülmektedir. Çünkü Ziya Paşa’nın neredeyse meridyene denk gelmiş bir zamanda yaşamış olması, yazarın yeni devri meth için eski devri kötüleyeceği müsait bir alan oluşturmaktaydı. Büyük şair! bir cümlesiyle tüm Hürriyet çabaları, Avrupa hayatı, düzünelerce yazıları, Ali Paşa’ya Zafername’si, gibi birçok fiiliyatı kendisine bir Muhbir’in bile ulaşması mümkin olmayan devirde hevayi bir gaye uğrunda bir cümlesiyle kendisine bir mağlupnâme olarak çevrilmiş oluyordu. Refi’ Cevad Ulunay’ın Adabı Muaşeret yazıları, 25 Sen Sonra Çirkin Kadın Kalmayacak manşetleri, Kadınlar çirkin mi güzel mi gibi çirkin çirkef yazılar, derken birtürlü yakasından düşülmüyor yakalarından. Neticede hürriyet verilmişlerdi zenginin fakire para verirken fotoğraf çektirmesi gibi bir tablo. Az kalsın unutuyordum, ta yukarlara hatırlayacağınız üzere bir tane virgül bırakmıştık. Borçlu bırakmak demiştik. Yukarıdan beri anlatılanların hazırladığı zemin bugün tarihçi 83


veya sosyolog veya araştırmacı vasfı altında geçmişe dönük hakları olan eleştiri hakkını kullanarak eleştirilerde bulunmaya çalışan kadınlarımıza belki siz de rastlamışsınızdır ki “eleştiriyorsunuz ama şöyle olmasaydı şöyle olurdunuz, köle olurdunuz, cariye olarak kalırdınız, bilmem ne olurdunuz” gibi sanki kendilerine tanınmış hürriyet babalarının tarlalarından verilmiş ve daima birilerine minnet duygularıyla yaşamaya mecbur imişlercesine mütalaa serdettiklerine rastlamaktayız. Bunu apaçık söylerin adedi çok az da olsa bu dolaydan söz sarfedenler hissedilir bir varlık göstemektedir. Bunun kendilerine sus payı olarak verildiği hissini oluşturan temellerin azçok nasıl meydana geldiğini yukarıda söylemeye çalıştık. Derken derken Halkevleri, Kadınlar çalışmalı mı? Diye bir münazara düzenliyorlar Eminönü Hakevinde. Enterasan olan “Kadınlar iş hayatına atılmamalıdır” tezini savunanlar deplasmandan galip ayrılıyorlar. 29 Ekim 1946’da yer Eminönü halkevi, Jüriler: Dr. Adnan Adıvar, Ord. Profesör Ali Fuat Başgil, Ord. Prof. Şükrü Baban, Prof. Halide Edip Adıvar, Doç. Dr. Türkan Rado, Cihat Baban, Prof. Dr. Tevfik Remzi Kazancıgil, Burhan Felek, Nadir Nadi. Münakaşa uzunca hepsini buraya almamız onu başlı başına bir mevzu yapmamız demek olacaktır. Yalnız dikkatimizi çeken “çalışmamalıdır” tezini savunanlardan birinin ilk başbakanlarımızdan ve M. Kemal Paşa’nın 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilirken yanında “Sağlık Başkan Yardımcısı” vazifesiyle bu heyette bulunan Dr. Refik Saydam’ın sözüne müdafaasını dayandırmasıdır. Bu söz Dr. Refik Saydam’ın “Ben dairede kadın çalıştırmam, çünkü kadının tıbben en az ayda bir hafta istirahate ihtiyacı vardır. Bu da yılda 12 hafta yani üç ay eder. O sene kadının gebe kaldığını da düşünürsek beş ay da bunun için ayırın, geriye senenin 4 ayı kalır, 4 ay için bir senelik maaş veremem” sözüydü. İki tarafın da kadını metheden münazarasının sonucunda münazarayı 4’e karşı 5 oy ile Kadınlar Çalışmalıdır diyenlerin mağlubiyetiyle biterken kürsiye Halide Edip Adıvar çıkıp iki tarafı tebrik ettikten sonra “Galip ekibi kazandığı için, mağlup ekibi de inandığım bir fikri müdafaa etmek cesaretini gössterdiklerinden tebrik ediyorum” dedikten sonra münakaşa sona erer. (Vatan, 30.10.1946) Bu güzellik, çalışmak, mazide, bugün kadın gibi manalardaki gazete küpürlerine gözgezdirirken artık sona doğru sayı//51// ekim 84

aklıma Sait Halim Paşa’nın Buhranlar’ımız isimli eserinde bahsi geçen kadın hürriyeti mevzusu geliyor. Çünkü ilk Dünya Güzeli seçimlerimizden 12 yıl sonradır ki bir kadın prof yetiştiriyoruz. (Ulus, 1 Mayıs 1944) Birincisini Dünya çapında yapmamıza rağmen ikincisini ondan yıllar sonra yapmış ve bugün dahi hala dışarıda yani Dünya çapında bir varlık gösterememiş olmamız ne hazindir. Elbette ki birincisi ikincisine nazaran daha ucuz ve bilime katkısı mevzubahs olmayan birşeydir, ancak ikincisine de önem vermiş olsaydık Sait Halim Paşa’nın “Önemli olan bu hürriyetin neye karşılık olarak verilmiş olsamasıdır. Acaba bu hürriyet faziletin mi, yoksa zevk ve eğlence aleti olmanın mı karşılığıdır?” sözü belki aklıma gelmeyecekti. Bu sadece kadınlar olarak değil biz erkeklerce de aynı şeydir. Yine de burada farklı bir ufuk açması babından Said Halim Paşa’nın bu bahisteki yazısını buraya aktararak mevzumuza nihayet vermek isterim. “Toplumsal vazife, toplumun ahlakının bozuk veya sağlam oluşuna göre pek çeşitli olabilir. Fakat toplumsal hürriyetin dayandığı esas, asıl mahiyeti gibi değişmez bir halde bulunur. Dolayısıyla toplum kadından, cazip şeyler, eğlenceler, hazlar isteyebileceği gibi, fikri ve ahlaki vasıflar ve faziletler de isteyebilir. Ancak, ahlakı bozuk, sefahatperest bir cemiyetin ihtiyaçlarının tatmini, ciddi ahlaklı ve faziletli bir cemiyetin ihtiyaçlarını tatmin etmekten daha kolaydır. Bu yüzden kadınlar, ciddi bir cemiyetten çok, zevk ve eğlenceye düşkün bir cemiyet içinde geniş hürriyetlere sahip olurlar.O halde bir cemiyette, kadın, kadının sahip bulunduğu hürriyetin derecesi, ne o toplumun yüksekliğini, ne de kadının toplumsal kıymetini belirten bir ölçüdür. Her ikisinin de kıymetinin ve aslının takdir olunabilmesi için bilinmesi gereken bir şey vardır; o da bu hürriyetin neye karşılık olarak elde edildiğidir. Acaba bu hürriyet faziletin mi, yoksa zevk ve eğlence aleti olmanın mı karşılığıdır? Bu tafsilattan, kadınlarımız için istenen hürriyetin, gerçek manası ve içyüzü açık bir şekilde anlaşılabilir” (Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Tercüman, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, s.142) Sözlerimize nihayet verirken şunu ilave edelim ki Said Paşa burada kadınımızın zevk, sefahatperstlik yahut ilim ile ilgili tahlilini değil burada bir toplumun gelişmişlik seviyesinin kadının ilim yönünden kazandığı hürriyetle mi yoksa sefahatperestlikle kazandığı hürriyetle mi? ölçülmesi gerektiğini anlatmaya çalışmıştır. Hürmetlerimle. . .


ANADOLU’DA ŞİFAHANELER

Selçuklular döneminde Anadolu’da inşa edilmiş olan dârü’ş-şifalardan yalnızca Sivas İzzettin Keykavus Dârü’ş-şifası’nın vakfiyesi günümüze kalmıştır. Mehmet SANCAK

edreselerin dinî eğitimle ilgili olduğu kabul edilmektedir. Oysa Türk toplumlarında pozitif bilimlere de geniş ölçüde yer verilmiştir. Pozitif bilimlerle ilgili çok sayıda yazma eserler ile rasathanelerin (gözlemevi) günümüze ulaşan örnekleri bunu doğrulayan deliller olmaktadır. Anadolu Türk devletlerinin sosyal devlet anlayışı içinde önemli bir yer tutan eğitimin ayrıcalıklı bir dalı olarak, insan sağlığı ile ilgili olan tıp eğitimi, hastaya hizmet fikriyle paralel sürdürülmüş ve bu uygulamalar kalıcı şekle dönüştürülmeye çalışılmıştır. Şifahane, bimaristan, maristan, darüssıhha, darülafiye, me’menülistirahe, darüttıb, darülmerza, şifaiyye, bimarhane, tımarhane olarak da adlandırılan darüşşifalar Türk-İslâm vakıf kültürü içerisinde önde gelen sosyal yardım kuruluşlarından birisidir Darüşşifalar Bağlamında Kitabeler, Vakıf Kayıtları ve Tıp Tarihi Açısından Önemleri - Anadolu Selçuklu Darüşşifaları Özelinde Türk kültürü açısından ele alındığında, Selçukluların ortaya koyduğu darüşşifalar, özellikle Anadolu’daki örnekleriyle, çok uzun süreler kuruluş amaçları ile ilgili görevlerini sürdürmüşlerdir. Toplumun sağlık gereksiniminin karşılanması için yapılan bu kuruluşlar, varlıklarını vakıfları ile korumuşlar ve sürdürmüşlerdir. Var olan belgeler diğer İslâm ülkelerinde kurulan darüşşifalarda olduğu gibi, Selçuklu darüşşifalarında da hastaların zengin, fakir, din, dil ve ırk ayrımı yapılmaksızın tedavi edildiklerini ortaya koymaktadır.

Bu hastanelerde ilaçlar ve yiyecekler hastalara ücretsiz verilirken, tedavileri de ücretsiz yapılırdı. Selçuklular döneminde Anadolu’da inşa edilmiş olan dârü’ş-şifalardan yalnızca Sivas İzzettin Keykavus Dârü’ş-şifası’nın vakfiyesi günümüze kalmıştır. Darüşşifa adı altında toplanan bu yapıların emin ve güven verici kadrolara sahip, sağlık açısından güvenilecek kuruluşlar olduğunu öğreniyoruz. Bu sağlık kuruluşlarında din, dil ve ırk farkı gözetilmeden halka sağlık hizmeti sunuluyordu. Gene bu kuruluşlarda görevlendirilecek hekimlerin tıp ilmine vâkıf ve cerrahide mahir olması şartı her devirde geçerli olmuştur. Hastalara psikolojik tedavi metodları (müzikle tedavi-) uygulanmış, hatta bu durum vakfiyelerde belirtilmiştir. Sağlık kuruluşlarının önemli diğer bir görevi ise tedaviyi gerçekleştirecek ilaçların buralarda imâl edilmesiydi. Bu ilaçlar Vâkıf'ın koyduğu şartlar çerçevesinde hastaya veriliyordu. Türkiye Selçuklu Devleti’nde darüşşifalar bilgi ve beceriye sahibi hekim ve sağlık kadrosuna sahiptirler. Halk, hastalık durumlarında bu hekimlere güvenerek rahatça başvurabiliyorlardı. Hastaların ilaçları da buralarda yapılır ve parasız hastalara dağıtılırdı. Bu sağlık müesseselerinin vakıflarından anlaşıldığına göre bu hastanelerde başhekim, hekim, cerrah, kehhal ve eczacı gibi personel çalışmakta olup, Türkiye Selçuklu tebaasından olan herkes bu hizmetlerden yararlanmakta idi. Bunun yanında Türkiye Selçuklu Devleti’nin komşu ülkelerle olan ticaretinin canlılığı ve bu canlılık neticesinde ülkede salgın hastalıkların baş göstermesini önlemek devletin aslî vazifesi idi. Hekimler hem harp hem de barış zamanında halkın ihtiyaçları ile ilgilenmek zorundaydılar. İslâm’ın yolundan ayrılmayan Türkiye Selçuklu sultanları hem tebaanın ihtiyaçların karşılamak hem de ülkede ticaret hayatını canlı tutmak için, Anadolu genelinde sağlık kuruluşlarına gerekli önemi vermişlerdir. Selçukluların ticarete gerekli önemi vermeleri sonucu ise kervanlarla ticaret taşımacılığının yapıldığı belli bir yol güzergâhı ortaya çıkmış ve zengin bir yol ağı meydana gelmiştir Selçuklu devlet adamları meydana gelen bu geniş yol ağında ticareti geliştirmek, kolaylaştırmak, cazip hale getirmek, engelleri ortadan kaldırmak ve güvenliği sağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. Türkiye Selçuklu Devleti’nin bu amaçla inşa edilen dârü’ş-şifalar kullanım amacından dolayı çeşitli adlar almıştır. Darüşşifaların varlıklarını koruyup sürdürmeleri için gerekli en önemli koşullardan birisi bu kuruluşların vakıflarıdır. Vakıf-darüşşifa birlikteliği açısından ele alındığında “vakıf” kelime olarak “durdurma, durmasını sağlama, alıkoyma” anlamlarını taşımaktadır Yine “bir hizmetin yerine getirilmesi amacıyla, bir kimsenin belli koşullar ve resmi yollarla parasını ya da mülkünü bağışlaması.” ve “bu yolla bağışlanan mal, mülk, para; bu amaçla oluşturulan kuruluş” anlamlarına gelmektedir. Darüşşifalar okul, cami, hamam vb. gibi “vakf-ı ale-l ‘âmme”dir Yani kamu yararına yapılan, herkesin yararlanabildiği vakıflardandır. 85


YUMUŞAK ÇİZGİLER

MEDENİYETİ

Yaz tatili akşamlarında, bazen yorgun bir harman sonu akşamında radyonun cızırtılı istasyonlarını kurcalar mutlaka bir Türk Sanat Mûsikisi sesinde sabitlenirdim. Daha sonraki yıllarda şehirde bir terziye girdiğimde bacak bacak üstüne atmış, iğnesiyle müşterisinin ceketini teyellerken hafiften radyodan yayılan sese kulak verildiğini; berberde, kahvede, bakkalda değişik iş yerlerinde yine yükselen nağmelerle sanat müziği tutkusunun yaygın olduğuna şahit olurdum. Şimdilerde Türk toplumunda bu bedii zevkten eser kalmadı. Muhsin DURAN ltmışlı yıllarda köyümüzde bataryalı masa radyomuz vardı. Radyonun bataryası on beş yirmi santimetrekare blok tuğla büyüklüğündeydi. Babam ve dedem altmış ihtilâlini yapan darbecilerce Yassıada’da mahkemesi devam ettirilen Adnan Menderes ve arkadaşlarının haberlerini akşam ajansında üzüntü ve dikkatle bu radyodan dinlerlerdi. Ben o yaşlarda “Menderes idam edilecek… Menderes idam edildi…” gibi sözleri duyuyordum. Yetmişli yıllara gelindiğinde köyde bazı ailenin pilli çanta radyosu vardı. Onu bağa bahçeye de götürürlerdi. O günkü radyolar kısa, orta ve uzun diye isimlendirilen dalgalar üzerinden yayın yaparlar, daha çok türkü şarkı dinlemek için açılırlardı. Akşamları kısa dalga daha iyi çekerdi. Geceleyin Moskova’nın Sesi, Budapeşte, Sofya Bizim Radyo, Amerika’nın Sesi gibi radyolar Türkiye’ye yönelik Dünya haberleri, türkü, şarkı isteklerinin yanında asıl maksatları olan komünizm ve kapitalizm ideolojilerinin propagandasını yapmak için yayın yapan radyolardı. Geç vakitlere kadar merakla onları ve araya sıkıştırılan istekleri dinlerdim. Cuma sabahları Ankara Radyosu’ndan, her gece Kahire ve Şam radyolarından Kur’an- ı Kerim dinlerdik. Spikerin “Hunâ minel Gâhire”, “Hunâ Dimeşk” anonsunu hala hatırlarım... Karşımızda komşumuz Almuslu Abu’nun evleri vardı. Aramızdan köyün merkezi mahallesi olan camiye giden yol geçerdi. Her gün Sabah Ajansı, Günaydın, Yurttan Sesler gibi programları onun penceresinin önüne düşmesin diye camın ahşabına çaktığı çıtaların arkasına özenle koyduğu radyosundan dinlerdik. Sığır katmaya ineklerini götüren kadınlar, arkasından uyku mahmurluğunu henüz atamadan anasının peşine düşmüş çocuklar, gündelikçi çalışacağı eve kahvaltıya giden ırgatlar, gözlerini kamaştıran günün ilk güneş ışıklarında o radyodan yükselen türküleri dinleyerek geçerlerdi...

sayı//51// ekim 86

Yaratanın her sabah bizim köye yeni bir hayat bahşedişine radyodan yükselen nağmeler eşlik ediyordu. Önlerine kattıkları inek ve danalarını yaylıma salmak için çobana yetiştirmeye koşan kadınların “Geç kaldık” diye telaşlı koşturmalarıyla ayaklarından yükselen tozlar, güneşin ışıklarına karışıp hızla helezonlar çizerek yükseliyordu. Camın önündeki radyodan o zamanın modası olan; Ordunun Dereleri, Mektebin Bacaları, Solmasa Dünyada Güzeller Solmaz Türküleri duyuluyordu… Atike Nenemin işittiğinde “Oğlum kulağım eşitmiyo, şu Kürt kızını biraz aç, ben de dinleyeyim” diye her seferinde hatırlattığı, Şu Karşıki Dağda Göç Katar Katar türkülerini hemen hemen herkes bilir olmuştu. Benim dikkatimi Türk Sanat Müziği çekerdi. Genellikle köy ortasına bakan odamızın ince ahşap doğramalı penceresinin önüne otururdum. Buradan çoğu kez güz mevsiminde ballı, kumlu armutlarını sırıkla düşürerek yediğimiz Malatya armut ağacının yapraklarıyla kapattığı köy yolundan gelen kağnı arabalarının sesini dinlerdim. Yaz tatili akşamlarında, bazen yorgun bir harman sonu akşamında radyonun cızırtılı istasyonlarını kurcalar mutlaka bir Türk Sanat Mûsikisi sesinde sabitlenirdim. Daha sonraki yıllarda şehirde bir terziye girdiğimde bacak bacak üstüne atmış, iğnesiyle müşterisinin ceketini teyellerken hafiften radyodan yayılan sese kulak verildiğini; berberde, kahvede, bakkalda değişik iş yerlerinde yine yükselen nağmelerle sanat müziği tutkusunun yaygın olduğuna şahit olurdum. Şimdilerde Türk toplumunda bu bedii zevkten eser kalmadı. Kırk elli sene önce bir Türk köylüsünün bile zevkine vararak dinlediği yerli müziğimiz olan Türk Halk ve Türk Sanat Mûsikisi’nin zevkini maalesef çocuklarımıza veremedik. Hâlbuki türkü ve şarkılarımız; içinde engin denizler gibi bazen kar, bora, fırtına çıkaran, coşkun ve kabarık bazen içinde kulaç attığımız sakin ve ılıman bir deniz… Ama mutlaka insan ruhunun derinliklerinde bir teline dokunan, zengin bir nağme geleneğimiz var. Bu hazineyi tarihin karanlık sahifeleri arasına gömmüşüz. İsterseniz bu tarihi zevkimize bir göz atalım. Arşivlere girelim. Bu alanda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Yahya Kemal’le yaşadığı bir hatırayı ve buna bağlı olarak da eski şiir ve musikimizle ilgili Tanpınar’ın nefis bir değerlendirmesini beğeneceğinizi ümit ederek dikkatinize sunmak istiyorum: “Senesini ne de gününü söyleyemeyeceğim. Herhalde


İspanya dönüşünden sonra idi. Bir gün eski Löbon’da oturuyorduk. Yahya Kemal birdenbire anlatmakta olduğu Paris hatıralarından silkinerek ‘Haydi kalk! Konservatuara gidelim’ dedi. Arka sokaklardan geçerek, o zaman konservatuarın bulunduğu Tepebaşına çıktık. Yahya Kemal’le talebesi olduğum zamandan itibaren birçok gezintilerimiz olmuştu. Surlarda, Boğazın Anadolu kıyısında, İstanbul içinde bazen ikimiz, bazen birkaç dostla beraber sık sık gezerdik. Bir gün ihtiyarladığını o kadar daüssılalı bir ışıkta bize gösterdiği Kanlıca’dan Çengelköy’e kadar yürüdüğümüzü bilirim. Fakat hiçbir zaman onu bu kadar acele eder görmemiştim. Yol onun için her kıvrımında bir düşüncenin beklediği bir çeşit sohbet vesilesiydi. Durur, sözünün gerisini sanki yüzünüzde arıyormuş gibi size bakar ve sizden büsbütün başka şeyleri hatırlardı. Kaç defa Boğaz’daki boş yangın yeri arsalarının önünde durmuş; Üçüncü Mustafa, Birinci Abdülhamit ve Üçüncü Selim devrinin tarihini beraberce yaşamıştık. Geceleri çıktığımız kahve ve lokantadan, kaldığı otel veya kulübe de gidişimiz böyle olurdu. Fakat bu seferki başka türlü idi. Konservatuara adeta nefes nefese gittik. Müdür Ziya Bey’in odasına da hemen hemen aynı telaşla çıktık. Bu iyi adam bizi, kendisine has safiyetle ve dostlukla karşıladı. Kahve ikram etti. Yahya Kemal kahvesini bitirir bitirmez “Ziya Bey biz Nevâkâr’ı dinlemeye geldik” dedi. “Belki senin işin vardır; Selahattin Bey’i bize çağır.” Selahattin Bey’le aşağıda karanlık, daha ziyade vapur ambarına benzeyen arşiv salonuna inerler, eski gramofonun önünde Itri’nin şaheseri, plâk dönmeye başlar. “Eser çalındığı müddetçe Yahya Kemal genişçe bir koltukta, sol eli her zaman olduğu gibi kalın bastonuna dayanmış ve bütün vücuduyla çok büyük bir ağacın önünde akan suya eğilmiş gibi bir musikiye ve onu bize acayip cüssesinden gönderen gramofona eğilmiş sessiz sedasız dinledi. Ara sıra cıgarası bitince dikkatinin kendisine biçtiği bu duruş değişiyor, sonra düşüncelerimizin devamlı arkadaşı vazifesine başlar başlamaz eski vaziyetini alıyordu. ‘Eser bitince bir daha çal Selahattin Bey’ dedi. Ve tekrar aynı dikkatle dinledi. Odayı Itri’nin musikisi ve onun dikkati beraberce doldurmuş gibiydi. O zamana kadar eski musikimizden epeyce şey dinlemiştim. Dede’yi oldukça tanıyordum. Itrî’yi ise inkılâplardan evvel Konya’da bulunduğum senelerde yapılan son Mevlevî âyininde Mevlânâ

için olan nâ’t'ından tanımıştım. Bu eserlerin delaletiyle eski musikinin bizim olan kapalı cennetine girmiş sayılabilirdim. Fakat Nevâkâr büsbütün başka bir şeydi. Eser içimde bir yaz öğlesinde denize yerleşen güneş gibi yerleşti.” 1 Tanpınar, Hocası olan Yahya Kemali Sevenler Derneği toplantısında yaptığı konuşmasının başlarında, farkına varmadan sessizce kaybettiğimiz o engin, insanı bambaşka âlemlere sürükleyen musikimizin asil temellerine dikkat çekiyor. “Türk musikisi üç büyük eser etrafında gelişmesini yapar. Abdülkadir-i Merâgî’nin artık hiç dinleyemediğimiz Segâhkâr’ı, Itrî’nin Nevâkâr’ı (isterseniz buna Mevlânâ için yazdığı Nâ’t’ı da ilave edersiniz) ve Dede Efendi’nin Ferah-fezâ Âyîni. Bu üç eser yumuşak çizgiler medeniyetinin sade üç ayrı çehresini vermezler, bütün bir tarihi de verirler. Her şeyi bulmuş gibi görünen birincisinde garip bir tokluk ve arkaizm sadece bir zenginliği gösterir. Belki nağmenin şalı bulunmuştur. Itrî’de eşyanın yerli yerinde oturduğu kurulmuş ve kendini de idrâk etmiş âlemle karşılaşırsınız. Klâsik bir sanattan beklenen her şeyle beraber. Üçüncüsünde, bir inkıraz devrinin bütün acısı, batan güneşin son ışıklarına benzeyen Nevâkâr, bu üç eserin arasında bir merkez gibidir.” 2 Tanpınar tarihimizde, bir mimari şaheserle, aynı asırda yaşamış iki şair divanının sanatça bir terazinin iki kefesine oturduklarını ve muvazi olduklarını nazarımıza veriyor. “O, (Nevâkâr) şimdi On yedinci asır dediğimiz ve yetmiş senesini kaplayan anarşi ve kapısını kapayan acı mağlubiyetle on altı sene süren bir harbin faciaları arasında asıl mânâsını kaybettiğimiz bir devirde, sanatlarımızın tam kararını bulduğu, şimdi haklı şekilde yadırgadığımız bir estetiğin ve dünya görüşünün arasında dehamızın bütünüyle konuştuğu bir zamanda Yeni Cami’in ve Nâilî ile Neşâtî’nin divanlarının üstün kardeşi olarak doğdu.” 3 Tekrar vurgulama ihtiyacı hissetmemi lütfen bağışlayın, aynı terazinin kefelerinde devasa bir mîmarî olan Yeni Camii, Nâilî Divanı, Neşâtî Divanı bir de arşivdeki gramofondan dinledikleri Itrî’nin Nevâkâr’ı var… Kaybettiğimiz, unuttuğumuz değer, kıymet işte böyle bir şey. Bu akşam Yahya Kemal’in zevkini tatmak; Itrî’nin Nevâkâr’ını dinlemek ister misiniz? DİPNOT 1,2,3 Yaşadığım Gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, 1970 87


ehirlerin anası Mekke-i Mükerremeyi farklı bir gözle anlatmaya devam ediyorum…

ŞEHİRLERİN ANASI

MEKKE-İ MÜKERREME -İkinci-

“Bana öyle bir taş getir ki, onu en güzel köşeye koyayım.” Bunun üzerine Hz. İsmail, babasının istediği taşı, aramak için dağlara çıktığında, karşısına Cebrail (a.s.) çıktı. Ona “Hacer- ül Esved” taşını verdi. Kutsal taş böylece bu günkü yerine yerleştirildi!.. Münir BALICA

İnsanların en büyük rızkı olan buğday bir ekin tanesi olarak toprağa gömüldüğünde, özü toprağın altında su haline gelir. Cenab-ı hakkın izniyle baharın nefesi tüm bitkilere eriştiğinde o zaman yok olmuş, buğday’ın özü çok daha güzel olarak gelmektedir. Çünkü bir yaprağın kımıldaması ile izne bağlı olmasına paralel olarak, Hz.İbrahim’e Allah-ı Teala tarafından Kabe’nin yeniden inşa edilmesi ile görevlendirildi. Bu konu ile ilişkin İslam alimlerinin kaynak bilgilerine göre Hz.İbrahim ve oğlu Hz. İsmail ile Kabe’yi inşaat etmeye başladıklarında yerinin tespitinde “Sekine” isimli bir Meleğin varlığından bahsedilmektedir. Hz. İbrahim, bu günkü Kabe’nin bulunduğu yere geldiğinde, “Sekine” içinde baş şekli bulunan bulut şeklinde yere indi!... “Ey İbrahim, Rabbin sana bu bulutun altını temel kazmanı emrediyor” Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail ve Meleklerin yardımıyla Hz. Adem tarafından yıllar önce inşa edilen Kabe’nin ilk temeline ulaştılar. Kabe’nin inşaatında kullanılan taşların Melekler tarafından Sina, Lübnan, Hira, Zeytinlik ve Cudi dağlarından getirildiği söylenmektedir...! Kabe’nin yüksekliği bir insan boyuna ulaştığında bulut bir anda gözden kayboldu. Hz. İbrahim oğlu Hz. İsmail’e seslendi; “Bana öyle bir taş getir ki, onu en güzel köşeye koyayım.” Bunun üzerine Hz. İsmail, babasının istediği taşı, aramak için dağlara çıktığında, karşısına Cebrail (a.s.) çıktı. Ona “ Hacer- ül Esved” taşını verdi. Kutsal taş böylece bu günkü yerine yerleştirildi...! “ Hacer- ül Esved” kutsal taş Kabe’nin doğu köşesinde, kapıya yakın bir yerde ve 1,5 metre yükseklikte yer almaktadır. Bu taş, 30 cm. çapında ve yumurta şeklinde, hafif sarı ve kırmızı damarlı bir taştır. Bu taşın cennet taşlarından biri taş olduğu kesindir.” İbni Abbas ise bu konuda şöyle demektedir; “ Yer yüzünde cennete ait sadece iki varlık bulunmaktadır. Bunlardan biri Hacer- ül Esved, diğeri ise Makamı İbrahim’dir..! Eğer bunlara müşriklerin elleri dokunmamış olsaydı, onlara dokunan insanlara Allah büyük şifalar verecekti.”

sayı//51// ekim 88


Mescid-i Haram’ın gelişmesi, Kabe’nin etrafında yapılanma olarak ilk defa Hz. Ömer döneminde oldu. Kabe’nin etrafına bir tavaf duvarı yaptırıldı...! Hz. Osman döneminde İslam devletinin sınırları genişlemesi ile, Müslümanların sayılarının artı. Hacca ve Umre’ye gelenlerin sayılarının bir çığ gibi büyümesi üzerine bu çevrili alan dar gelmeye başladı. Bunun üzerine tavaf alanı biraz daha genişletilmek zorunda kaldı...! Kabe’nin etrafına ilk defa revaklı bir gölgelik yapıldı. Bu gölgelik etrafı çeviren duvarın ön kısmı boyunca ekilen hurma ağaçlarının gövdelerinden oluşan sütunlar ve üzerini örten hurma dalı yapraklarından bir gölgeliklerdi ...! Yeryüzünün ilk mescidi olan Kabe, Hz. İbrahim’in ikinci kez inşa ettiğinde dört duvardan ibaret olmakla, üzerinde dam yoktu. Rivayetlere göre Kabe ve Mescid-i Haram yakın tarihe kadar 9 defa onarım görmüş ve son olarak 1629 yılında 1V. Murat Han tarafından aslına sadık kalınarak imar edildi...! RÜKN-İ YEMANİ

Kabe’nin yemene bakan köşesine verilen isimdir. Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed (s.a.s) kabe’yi tavaf sırasında bu köşede durur ve köşeye dokunarak dua ederlerdi....! HACERÜ’L- ESVED

Bu gün gümüş bir çerçeve içinde bulunan 8 parça halinde muhafaza edilen, her şavt sonrasında selamlanmaktadır...! MÜLTEZEM

Kabe’nin kapısı ile Hacerü’l Esved arasına denir. Hz. Muhammed Peygamber efendimiz (s.a.s) burada yapılan duaların reddedilmeyeceğini beyan etmişlerdir...!

ALTINOLUK

Kabe’nin damında, Hatim avlusu’ nun üzerindeki duvarda bulunur. Kabe’nin damında bulunan biriken suları aşağıya boşaltan bu oluk, sık sık yenilenmektedir. Osmanlı döneminin Padişahları tarafından yenilenen Kabe’nin oluklarının bir kısmı Topkapı sarayında bulunmaktadır...! HURFE-İ MUHACİN

Kabe’nin Irak tarafına bakan köşesi olan, Rükn-i Iraki’ de bulunan çukura denir. Bu gün üstü kapalı olan yerde Cebrail (a.s ) Efendimize ( s.a.s ) imam olmuş ve namazın kılınışını tarif etmiştir...! HİCR-İ İSMAİL;

Kabe’nin yanında, Altınoluk’un altında kalan bir avlu duvarıyla çevrili kısımdır dolay. Bunda dolayı Hatim olarak da adlandırılan bu kısımda kılınan namazlar Kabe’nin içersinde kılınmış olarak kabul edilir. Bunun dışında rivayetlere göre Hz. Hacer ile Hz.İsmail’in kabirlerinin burada olduğu kabul edilir...! Mekke-i Mükerreme için yazılacaklar çok elbette, biz bir sayı daha yazmaya gayret edeceğiz… 89


Ş E H İ R K İ TA P

VATAN FİKRİ VE TERBİYESİ “İnsanın vatana karşı mükellef olduğu vazifeler iki kelime ile ifade olunabilir: Muhabbet ve Hürmet.” Hazırlayan: Abdülkadir AKGÜL Büyüyenay Yayınları: 2018 Kitap Tahlili: Nuh Muaz KAPAN

izim vatanımız falan veya filan lisanın konuşulduğu yerler değil. Osmanlı bayrağının gölgesi ve Osmanlı devletinin idaresi altında bulunan, Osmanlı tarihinin şanlı ve felaketli fasılalarına tecelli sahnesi olan yerlerdir. Bizim vatandaşlarımız falan veya filan lisanı ile konuşan insanlar değil, bu devletin idaresi altında bulunan, bu bayrağın etrafında toplanan, bu devleti ve bu bayrağı yüklsetmekle mükellef olan insanlardır.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.31)

Darülfünûn koridorlarında bir ses yankılanır. Bu ses, vatanperverliğin ne olduğunu gençliğe anlatabilmenin derdiyle dertlenmiş olarak yapar konuşmasını. Evet bu konuşmayı yapan kişi Mustafa Sâtı Bey olarak bilinen Sâtı el Husrî’dir. Genellikle eğitim alanında ortaya koyduğu fikirleriyle herkesin bildiği Satı Bey, vatan sevgisi ve vatanperverlik alakalı yapmış olduğu konuşmalarla da karşımıza çıkmaktadır. Bütün konuşmalarında vatan ile olan ilişkimizin nasıl olması gerektiğini anlatır. Bir konuşmasında da vatan hakkında şöyle der: “İnsanın vatana karşı mükellef olduğu vazifeler iki kelime ile ifade olunabilir: Muhabbet ve Hürmet.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.66) Satı Bey konuşmalarının başında vatan fikrinin zihinlerde belirsiz ve muğlak bir halde olduğunu bizlere söylemektedir. Bu belirsizlik halk nazarında neler yapılması gerektiği noktasında bir çıkmaza ve çözümsüzlüğe götürmektedir. Bu durumu gören Sâtı Bey , vatana karşı olan muhabbeti yeniden hissetirme ihtiyacı ve gayreti içerisindedir. Çünkü o bütün eğitim sistemini şöyle kurmuştur: “Beşerin meyillerinin ve huylarının tamamı bir ağaca benzetilirse denilebilir ki ‘vatanperverlik bu ağacın en yüksek dalları üzerinde yetişir bir haslet’dir. Bu hasleti yetiştirmek için o ağacın kökleri ve gövdesi ile de meşgul olmalı. Bütün ağacı büyütmeye çalışılmalıdır.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.61) Memleket olarak kötü zamanlar yaşadığımız dönemlerde vatan ile olan muhabbetin daha güçlü olacağını söyler bir konuşmasında, hatta içerisinde bu muhabbeti hissetmeyenler dahi böyle zamanlarda bazı hissiyatlar içerisinde olurlar. Sâtı Bey, böyle durumlarda neler yapılmalıdır diye sorar. Neler yapılmalıdır ki, insanlar gerçekten vatanperverliklerini farkına vararak ona göre hareket edebilsinler. Ama burada vatanperverlik nedir öncelikle onu tam olarak düşünmemiz gerekiyor. Satı Bey, bu konudan şöyle bahseder: “Vatanperverlik bir his ve bir seciyedir. Bu his ve seciyenin tarifi ilkin pek sade ve kolay görünür. Vatanperverlik insanın vatanına muhabbet ve bağlılık göstermesidir. Vatanının maddeten ve manen ilerleme ve yükselmesini arzu etmesi, onun muvaffakiyetlerinden de felaketlerinden de birer tesir hissesi alması. Bütünlük ve haysiyetten bir şey kaybolursa ıstırap; aksine bütünlüğüne ve haysiyetine

sayı//51// ekim 90


bir şey eklenirse sevinç duyması. Ve nihayet vatanının toprağını, şerefini, haysiyetini müdafaa etmek ve arttırmak için fiilen çalışması, fedakarlık yapmasıdır.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.13 - 14) Vatanperverlik, vatana karşı duyduğumuz muhabbetimizin seviyesini bizlere gösterir. Bu muhabbetin oluşumunda insanları birbirine bağlayan belli başlı bağlar mevcuttur. Bunlar; kan, lisan, din ve devlet birliği. Sâtı Bey, bu bağları değerlendirirken dünyadan ve yakın coğrafyamızdan örnekler vererek değerlendirmeye tabi tutmaktadır. Kan birliği ile başlayacak olursak; bu düşüncenin geçmişten bugüne kadar insanları birbirlerine bağlayan en önemli unsurlardan biri olduğunu kabul etmek durumundayız. Tabi bu birlik fikrinin bilimsel olarak herhangi bir tutarlılığı olmadığı yapılan çalışmalar neticesinde görülmüştür. Bunun pek mühim bir bağ olmadığını savunan Sâtı Bey, Amerika üzerinden bir örnek ile fikrini desteklemektedir. Amerikalıların kan bağı olarak birbirleriyle hiçbir ilişkileri bulunmamasına rağmen vatanlarına olan muhabbetlerinde hiç bir eksiklik hissetmemektedirler hatta Amerikalılık onların her koşulda kendilerini rahat hissettikleri kimlikleridir. Bu durum kan birliğinin zaruri olmadığına bir delildir. Lisan birliği ise kan birliğinden daha mühim bir bağdır. Çünkü toplumsal yaşam içerisinde biz duygu ve düşüncelerimizi ancak lisan ile bir başkasına aktarabiliriz. İnsanlar lisanları aracılığıyla varolur ve dünyaya bir anlam verirler. Çünkü her insan bir lisan içine doğar. Aynı lisanı paylaşan insanlar aslında aynı anlam dünyası içerisinden dünyaya bakarlar. Bundan dolayı “Bir millet her şeyden ziyade bir lisan demektir.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.26) Sâtı Bey, lisan birliğinin önemini kabul etse de , son tahlilde onunda zaruri olmadığını düşünür. Çünkü Avrupadaki bazı ülkelerin başka millletlerin lisanını konuşsalarda kendilerini konuştukları lisana karşı bir mensubiyet halinde hissetmediklerini bizlere söylemektedir. Din birliğine geldiğimiz vakit, insanların ilişkilerinde mühim vazifeleri olan bir kurumdan bahsetmekte olduğumuzu hatırımızda tutmamız gerekir. Ancak dini kurumların özellikle Avrupadaki, devlet ile olan ilişkilerinden dolayı zaruri olmadığını savunur.

Çünkü her devlet sözgelimi Hıristiyanlık üzerinde kendi geleneklerine uygun olarak düzenlemelerde bulunabilmektedir. Ve dinin vatan üzerinde bağlayıcılığı zayıflamaktadır. Bir başka önemli unsur ise tarih birliğidir. Geçmiş ile kurulan ilişki neticesinde insanlar beraber yaşadıkları diğer insanlarla bir bütünlük hissederler. Her ne kadar önemli bir bağ olarak görsek de Sâtı Bey bu durumun da kalıcı olmayacağını, aksi yönde hareket eden topluluklar da olduğunu söyler. Avrupa toplumunda özellikle görülen bu hareketlilik, tarihin de insanlar için vazgeçilmez bir bağ olmadığını göstermektedir. Bütün bu bağlar, bizim temel toplumsal motivasyonu inşa ederken aklımıza gelen en temel figürlerdir. Ancak bu figürlerin ötesinde bir temel ve motivasyon kaynağı arayan Sâtı Bey, farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Çünkü milliyetçilik akımının getirdiği lisan, kan ve din gibi unsurlar, imparatorluk toplumunda yetişen bir insanın nazarında tatmin edici nitelikte olmamaktadır. Vatanın maddiyatını coğrafya, maneviyatını ise tarih ilmi bizlere verebilir. Bu iki ilim öğrenilmesi gereken en temel alanlardır. Coğrafya yaşadığımız vatanın güzellikleri hakkında bilgi sahibi olup onunla daha samimi bir ilişki kurmamızı sağlar. Tarih ise yaşadığımız bu topraklar için verilmiş olan mücadeleyi ve kahramanlıkları bizlere göstermektedir. Bu bilgiler bizleri vatan ile olan ilişkimizde köklü bir bağ kurmamızı sağlar. Sâtı Bey “... vatanını tanıyan bir adam gözleri ile bayrağa bakarken duygu ve hayali ile onun gölgesi altında bulunan kıtaların ve onu tebcil eden insanların hepsini kuşatır. Eğitim ve üretim faaliyetlerimizi milli bir hale getirerek, üstünde yaşadığımız coğrafyanın dertlerine vakıf olmalı ve çözümler üretmek için çalışmalıyız. Çünkü eğer biz çalışmazsak, bunun beklentisi içerisinde olacağımız bir başka yer yok. Sâtı Bey, bize bu konuşmalarında ne kadar dert ve sıkıntı içerisinde olsak dahi milli eğitimimizden ve teknik gelişimimizden ödün vermeden, tüm İslam aleminin dertleri ile dertlenerek yaşamımızı bizlere hatırlatmaktadır. “Bütün şark alemi, bütün İslam alemi ecdat ve ahfadımızla beraber bize yalvarıyor: ‘Artık uyanınız ve bizi kurtarınız!!!’diyor.” (Mustafa Sâtı Bey, Vatan Fikri ve Terbiyesi, Büyüyenay Yayınları, S.133)


HİSAR DERGİSİ’NİN SON BURÇLARINDAN

MEHMET ZEKİ AKDAĞ “Zamanında ben hep yazdım. Şimdi yazsam bile o vakitler daha güzeldi her şey. Şimdilerde millet benim suratıma bakmıyor zaten.” Mehmet Nuri YARDIM

ehmet Zeki Akdağ, Cumhuriyet devri Türk edebiyatının önemli dergilerinden Hisar’ın ve şiirimizin son burçlarındandı. 30 Ağustos 2018 tarihinde İstanbul’da vefat etti ve ertesi günü de memleketi Karaman Sarı Veliler ilçesine bağlı Göktepe kasabasına götürülerek toprağa verildi. Şüphesiz her insan gibi şairler de ölümlüdür. Vakitleri gelmişse, vadeleri dolmuşsa bu fani dünyaya ve bize veda edip giderler. Ancak Mehmet Zeki Akdağ’ın vefatında beni büyük hüzne sürükleyen, onun son bir kaç senesini ‘derin bir sessizlik’le geçirmiş olmasıydı. Hafızası artık ona yardımcı olmuyordu ve ailesi hariç yakın dostlarını tanımıyordu. Kurban Bayramı’nda Muhsin Karabay ve Fatma Ersem Yargıcı ile birlikte bulunduğu bakımevinde kendisini ziyaret ettiğimizde bu üzüntümüz kat be kat artmıştı.

sayı//51// ekim 92

Elini tutmuştum, o etrafa bakıyordu. Hele vefatını haber verdiğim bazı kişilerin “Aaa, Mehmet Zeki Akdağ yaşıyor muydu?” şeklindeki soruları yürekleri dağlayan bir gerçeğe işaret ediyordu. Biz bazı şair ve yazarları yaşarken unutuveriyorduk. ‘İletişim çağı’nda arayıp hatırlarını sormuyorduk, ziyaret edip sohbetlerinden istifade etmiyorduk. ÖMRÜNÜ ŞİİRE ADAMIŞ BİR GÖNÜL İNSANI

Edebiyat çevrelerinde bazı dostlarının kendisini “Günümüzün Karacaoğlan’ı” olarak andığı Mehmet Zeki Akdağ, 28 Haziran 1929 tarihinde Karaman ili Sarıveliler kazası Göktepe kasabasında doğdu. Göktepe İlkokulu’nu 1943 yılında bitirdi. Veteriner Sağlık Teknisyeni Okulu’ndan 1948 yılında mezun odu. Ordu Dil Okulu’nu 1960’da tamamladı. 1968’de mensup olduğu astsubaylıktan emekli olduktan sonra gazeteciliğe başladı. 1968 senesinde Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Akşam, Bayrak, Güneş, Yeni İstanbul, Son Posta, Hergün ve Ortadoğu, Ayyıldız gazetelerinde, muhabir, haber müdürü, yazı işleri müdürü ve genel yayın müdürü oldu. Sürekli basın kartı sahibiydi. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti gibi bazı basın kuruluşlarının üyesiydi. Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatkârlar Vakfı kurucularındandı. Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM)’nin İstanbul Şubesi’ni on yıl yönetti. 1977 yılı Gazetecilik Araştırma Dalı’nda “Yılın Gazetecisi” ödülüne lâyık görülen şairin bir kızı, bir oğlu var. 1945 yılından beri devamlı olarak şiirle uğraşıyordu. Şiirleri, ilk olarak 1947’de yayımlanmaya başladı. Çınaraltı, Hisar, Türk Edebiyatı, Türk Dili, Milli Kültür, Yeni Ufuklar, Türk Yurdu, Orkun, Ülkü, Doğu, Yücel, Erciyes, Köye Doğru, İvriz Kültür Dergisi, Yurt, Filiz, Çaba ve Çağrı dergilerine yazdı. 1947’den itibaren şiirden hiç kopmadı ve sanatın sihirli ikliminde kalmayı tercih etti. Altı sene arkadaşları ile Mızrap adlı bir musıkî dergisi çıkarmıştı. Bir çok sözlük, ansiklopedi ve yıllıkta yer aldı, 30’u aşkın şiiri bestelenip TRT Repertuvarına girdi. Şairimizin güftelerinden bestelenen şarkılar Zeki Müren, Ahmet Özhan, Bilge Pakalınlar tarafından da okundu, birçok plâk ve kasete girdi. Yayımlanmış şiir kitapları tarihlerine göre şöyle: Şairin Kırkikindi (1967), Dar Saat (1973), Uzun Hava (1991), Önce Şiir Vardı (1999), Yağmura Duran Bulut (1999), Boşa Çiğnemedim Yalan Dünyayı (2002) Üniversitelerde hayatı ve sanatı iki yüksek


lisans tezine konu olan Akdağ, 7500 kitaplık kütüphanesini, doğduğu ve ilkokulu bitirdiği Göktepe kasabasına bağışladı. Kültür Bakanlığı da “Mehmet Zeki Akdağ Göktepe Halk Kütüphanesi” adıyla bu kütüphaneyi vatandaşların hizmetine açtı. Hakkındaki tek kitap, Günümüzün Karacaoğlan’ı Mehmet Zeki Akdağ adıyla tarafımdan hazırlandı ve Akıl Fikir Yayınları tarafından neşredildi. KÖPRÜLÜ MEDRESESİ’NE ARADA BİR UĞRARDI

Mehmet Zeki Bey’i özellikle İLESAM İstanbul şubesi yöneticisi olduğu sırada Beyazıt’ta Yeniçeriler Caddesi üzerindeki Sinanpaşa Medresesi’ndeki mekânında ziyaret ederdim. O da bu ziyaretlere karşılık verir, Kubbealtı Vakfı’nın hizmet verdiği Çemberlitaş’taki Köprülü Medresesi’ndeki çalışma odama zaman zaman uğrardı. Aramız yürüme mesafesiyle beş dakikaydı. Naif, nazik, kibar bir insandı. Bir İstanbul Beyefendisinin âdeta bütün güzel hasletlerini üstünde taşırdı ve hiç kimseyi incitmek, rahatsız etmek istemezdi. O küçük ve kubbeli küçük odayı şereflendirdiğinde sandalyenin üstünde âdeta iğreti oturur, her an kalkacakmış gibi davranırdı. Çok nadir hâllerde çay ikram edebiliyordum. O sadece benim değil, Ahmet Özdemir’in, Sakin Öner’in, Yahya Akengin’in, rahmetli Olcay Yazıcı’nın ve daha bir çok edebiyatçının “Zeki ağabeyi” idi. Benim onu ziyaretlerim, çalışmayı bıraktığı dönemde de sürdü. Bu defa Bakırköy Zuhuratbaba’daki evine, randevu alıp giderdik. Bazen Muhsin Karabay gibi şiire meraklı arkadaşlarla, bazen de öğrencilerimle onu ziyaret ederdim. Yardımcısının ikramı eşliğinde ondan şiir dinler, tatlı sohbetinden istifade ederdik. Tevazuun zirvesindeydi. İyi bir şairdi ama hiç bir zaman bu hususiyetini kibre dönüştürmedi. Aksine, gurur abidesi bazı şairleri yadırgardı. SON MÜLAKATTA NELER ANLATMIŞTI

Mehmet Zeki Bey’yle sanırım son mülakatı biz yapmıştık. Her ne kadar bazı gazeteci dostlarımıza haber verdiysek de hiç biri arayıp onunla o zaman görüşmedi, bir röportaj yapmadı. Ömrü boyunca basında çalışmıştı, ama “medyatik” değildi ve genç meslektaşları onu ne yazık ki tanımıyordu. Yazı Editörlük ve Medya Kursu’mdan Saadet Dinç ile bir gün ziyaretine gittik. Kızı Ferdağ Hanım ile yardımcısı Gülçehre Hanım evdeydiler. Şairimiz rahatsızlanıp eve çekildikten sonra

sadece yakın çevreye kısa yürüyüşler yapmaya başlamıştı. Daha sonra bu keyfi dışarı çıkmalar da sona erdi, sürekli evde oturmaya başladı. İşte o pazarlardan birindeki ziyaretimizde kendisine bazı selamları iletmiştim. Sohbet koyulaşmıştı. Bir ara hüzünlü bir ifade ile “Arkadaş ayrıdır, dost ayrıdır, arkadaşınıza her şeyi anlatamazsınız ama dostunuza anlatırsınız, dost başkadır.” demişti. Eve vardığımızda kapıyı bize kızı Ferdağ Hanım ile yardımcısı Gülçehre Hanım açmıştı. İçeri alındığımızda kızının şairimize “Baba bak, çok sevdiğin Mehmet Nuri Bey’ler seni ziyarete geldiler. Şimdi çay içeceğiz, çok sevdiğin çikolatalı kurabiyelerden yiyeceğiz.” deyince bir çocuk gibi nasıl sevindiğini unutamam. BEKİR SITKI’NIN SELÂMI

O görüşmede bir ara kendisine yakın dostu Bekir Sıtkı Erdoğan’ın selamını iletiyorum. “Kışlada Bahar” şairi o zaman henüz hayattaydı. Kızı karşılık vermişti: “Sağolun, ama babam artık kimseyi hatırlamıyor, hafızası tamamen silindi.” Bir hüzün dalgası yayılıyor salona. Nasıl olur? Bunca şiir, bilgi silinir mi? Onca edebiyatçı, yazar ve şair adı unutulur mu? Ama hakikat bu. Hafıza bazen insana hakikaten ihanet ediyormuş. KÜTÜPHANESİNİ KÖYÜNE ARMAĞAN ETTİ

Şairimiz bir ara “Benim artık bir kütüphanem var.” diyor. Kızı Ferdağ Hanım açıklama getiyor: “Babam 8-9 sene evvel Karaman’da doğup büyüdüğü kendi köyüne kütüphanesini bağışladı, bütün kitaplarını oraya yolladı. Kültür Bakanlığı’na bağlı olarak bir bina açıldı. Yola çıkarken bu konuşmanın son olabileceğini nereden bilebilirdik ki... Şimdi aziz şairimizi rahmetle anarken onun inanç yüklü şiiriyle teselli buluyoruz: “Destur alıp yola çıktık, / Erenlerin diyârına… / Canı, kurşun değil dile / Vuranların diyârına // Durma kır at alıp götür / Taş yastıkla handa yatır / Bir kahveyle kırk yıl hatır / Soranların diyârına… / Kökten verdiler ateşe / Bildiler hepten tutuşa / Dur… diyecek bir batışa / Yarenlerin diyârına…” Uğurlar ola aziz insan, selam sana “Dar Saat”lerin geniş yürekli şairi. İnan ki, o sevgi yüklü şiirlerinle içimizde hep yaşayacak ve dostluk dolu mısralarınla aramızda sürekli olacaksın. İrfan meclisi kurulanda, şiirler demi kavuşanda, şairler sofrada konuşanda adın hep rahmetle, saygıyla ve muhabbetle anılacak. Bunu asla unutma, e mi? 93


GÜZELLİKLER MEŞHERİ:

HEKİMOĞLU ALİ PAŞA KÜLLİYESİ

Hekimoğlu Ali Paşa 1689-1758 yılları arasında yaşamıştır. II. Mustafa ve III. Ahmet zamanında hekimbaşılık yapmış olan Giritli Rumlardan mühtedi Nuh Efendi’nin oğludur. Nidayi SEVİM

stanbul’daki tarihi ve kültürel varlıkları, mekânları gezip dolaşmak belki bir ömre sığmaz. Zira bu kadim şehrin her semti ,orta ölçekli bir şehir büyüklüğündedir. Tarihi İstanbul dediğimiz “sur içi”, tarihi ve kültürel miras açıdan tartışmasız en zengin bölgemizdir. Eyüp Sultan ise sur dışında kalmasına rağmen kuşkusuz her yönüyle göz ardı edilemeyecek bir semtimiz, adeta göz bebeğimizdir. Bahse konu tarihi yerleşim alanlarında bulunan kültürel zenginliğimiz pek çoğu tarafından bilinir. En azından ilgilisi bilir. Özellikle meydanlarda, ulaşım imkânına sahip konumda olan mekân ve eserlerin müdavimi her zaman bulunur. Ancak merkezden uzaklaştıkça gezi-ziyaret yerleri pek bilinmediği için tercih edilmez. Bilinse dahi bu ekstra bir gayret ve fedakârlık gerektirdiğinden tercih edilmez. Özellikle turist rehberlerinin, tur operatörlerinin işine gelmez bu güzergâhlar. Oysa şehrin orasına burasına serpilmiş, adını dahi bilmediğimiz nice muhit, gezilecek görülecek nice mekân vardır. Bu tarz mekânları, eserleri keşfetmek için biraz merak ve gayret yeterlidir. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bir zincirin halkalarına benzer bu ziyaretler. Bir yeri, mekânı ziyarete gidersiniz, orası hakkında bilgi edinmek için araştırma yaparsınız ve karşınıza bambaşka bir güzergâh çıkar.

sayı//51// ekim 94

Derken bir bakmışsınız seyyah olmuş çıkmışsınız. Meraklı, istekli ve ısrarcı olmak gerek! İşin sırrı sanırım burada. Bu niyet ve azim neticesinde mutlaka vesileler oluşacaktır. Yine tarihi bir şahsiyet ve onun hatıratı, kıymetli eseriyle, eserler topluluğu ile karşı karşıyayız. Şehrin karmaşasından baş döndüren hızından uzak, sessizliğini koruyabilmiş nadir semtlerimizden biri, Fatih ilçesi, Koca Mustafa Paşa semti yakınlarında yer alan Davutpaşa mahallesindeyiz. Yukarıda da dile getirmeye çalıştığımız gibi şayet bilinçli olarak buraya gelmediyseniz böyle bir mekânın burada olabileceği aklınızın ucundan, hayalinizden dahi geçmez. İstanbul’un yedinci tepesinde yer alan bu külliye, Hekimoğlu Ali Paşa’nın yaptırdığı ismi ile müsemma “Hekimoğlu Ali Paşa Külliyesi”dir. Hekimoğlu Ali Paşa ve Koca Mustafa Paşa caddelerinin sınırladığı geniş bir arazi içinde yer alır. Cami, tekke, muvakkithâne, kütüphane, türbe, sebil ile dört çeşmeden meydana gelir. 1734-35 yıllarında, Çuhadar Ömer Ağa ve Hacı Mustafa Ağa adında iki mimara yaptırılmıştır. Avlunun kuzeybatısında, türbe ile kütüphane arasında ve batıda avlu duvarı önünde zamanla oluşan bir hazîresi vardır. Hazire emsallerine gayet korunaklı görünüyor. Külliyenin işlevsel hale gelmesinde bir zamanlar camide görevli bulunan Hattat Hüseyin Kutlu Hocamızın büyük emeği ve gayreti vardır. Haziredeki mezar taşlarından oluşan: “Kaybolan Medeniyetimiz - Hekimoğlu Ali Paşa Camii Haziresi’ndeki Tarihi Mezar Taşları” isimli eserde 2005 yılında yine Hüseyin Kutlu Hocamız tarafından neşredilmiştir. Hekimoğlu Ali Paşa 1689-1758 yılları arasında yaşamıştır. II. Mustafa ve III. Ahmet zamanında hekimbaşılık yapmış olan Giritli Rumlardan mühtedi Nuh Efendi’nin oğludur. Kimi kaynaklarda Nuh Efendi’nin Padova Üniversitesinde tıp eğitimi almış, Venedik asıllı bir İtalyan olduğu zikredilir. Babasının mesleğinden dolayı Ali Paşa’ya “Hekimoğlu” denmiştir. Annesi Türk asıllı olup ismi Safiye Hanımdır. Sultan III. Ahmet (1703–1730) zamanında saraya alınmış daha sonraları hemen hemen devletin bütün kademelerinde önemli görevler üstlenmiştir. 1732-1755 tarihleri arasında üç defa sadrazamlık makamına getirilmiştir. M.Münir Aktepe’nin verdiği bilgilere göre, Adana, Sivas, Erzurum, Diyarbakır, Mısır, Bosna, Özi Valiliği; Tırhana Sancak Beyliği; Tebriz, Hemedan, Bender Muhafızlığı; Şark Seraskerliği, Anadolu


Beylerbeyliği, görev yaptığı makamlardan bazılarıdır. Ali Paşa kaynaklarda son derece bilgili, diplomasinin inceliklerini bilen, hakka hukuka riayet eden, adaletli, nazik, cömert, dürüst, idarede gayet şiddetli olduğu, gerektiğinde devletin menfaati için sert adımlar attığı, halka karşı yapılan zulmü katiyen affetmediği de belirtilir. Dönemlerinde görev aldığı I. Mahmud ile gayet iyi anlaştığı ve takdirini kazandığı, III. Osman ile pek geçinemediği bununla beraber Sultan’ın onun devlet tecrübesi ve görgüsüne hayran kaldığı rivayet edilir. Pek çok defa mecburi ikamete, sürgüne gönderilen paşa, kendi yetiştirdiği Koca Râgıb Paşa’nın sadrazamlığı döneminde nispeten rahatlamıştır. 1758 tarihinde Kütahya’da bulunduğu sırada vefat etti. Kimi kaynaklarda zehirlenerek öldürüldüğü öne sürülür. Ancak M.Münir Aktepe’nin verdiği bilgilere göre mesâne hastalığı sebebiyle vefat etmiştir. Paşa vefat ettiği Kütahya’da defnedilmiş daha sonra vasiyeti ve ailesinin müracaatı üzerine İstanbul’a getirilerek ilk sadrazamlığı sırasında burada yaptırdığı türbesine defnedilmiştir. Ali Paşa’nın türbesi, külliyenin kuzeyinde, kendi adını taşıyan Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi üzerindedir. Kesme taş ve mermerden dikdörtgen planlı olup, üzeri iki kubbe ile örtülmüştür. Gayet sade bir girişi olan türbenin duvarında celi hat ile şu kitabe yer alır: “Türbe-i Gazi Ali Paşa’ya eyle yadigâr / Ruh-i pâkin şâd idüb eyle kuşad el-Fatiha / Türbe-i Abdal Yakup ile Şeyh İbrahim’e / Gel rıza ile dua eyle oku bir Fatiha.” Türbede on dört sanduka bulunmaktadır. Bunlar Hekimoğlu Ali Paşa, eşi Muhsine Hatun ve aile fertleri için yapılmıştır. Türbenin batısındaki kubbe altında ise Abdal Yâkub ve Şeyh İbrâhim ile tekkenin diğer ileri gelenleri medfundur. Türbe dışında, girişin iki yanındaki sofalarda da Hekimoğlu Ali Paşa’nın oğlu ve damadının mezarları bulunmaktadır. Abdullah Paşa’nın Kallavi Kavuklu Şahidesi, mezar taşı başlığı açısından nadir örneklerdendir. Türbenin önünde yer alan diğer şahide de ise gayet narin, ince işçilikli bir kandil motifi görüyoruz. Türbenin cadde üzerindeki cephesinde yer alan pencerelerin bitkisel kompozisyonlu pirinçten mamul şebekeleri çok itinalı bir işçiliğe sahiptir; ayrıca alınlıklarına muhtelif dua ve zikirlerden oluşan yazılar işlenmiştir. Kızılelma Caddesi ile Hekimoğlu Ali Paşa caddesinin kesiştiği noktada yani Külliyenin kuzeyinde avlu kapısı ile türbenin

birleştiği köşede gayet zarif bir işçilikle tezyin edilmiş sebil bulunur. Lale devri bezemesini en olgun tasarımıyla temsil eden yapılardan biri olarak gösterilir. Dışa taşkın, yuvarlak dilimli, beş cepheli biçimde tasarlanmıştır. Süslemeli madeni şebekenin üzerinde sıralı vaziyetteki âlemli kubbeler hakikaten ilginç ve görülmeye değerdir. Şebekenin üzerinde ve her bölümünde tekrar olarak: “ve sekâhum rabbuhum şarâben tahûrâ / Rableri onlara tertemiz içecekler içirir” (insan, 21.) ile “Aynen yeşrabu bihâ ibâdullâhi yufeccirûnehâ tefcîrâ / O bir pınardır ki, Allah'ın kulları ondan içer ve onu diledikleri tarafa akıtırlar.” (insan, 6.) Ayet-i Kerimeleri yer alır. Kemerlerin üstünde yer alan on mısralık ta’lik hatlı kitâbe Ahmet Vefa Çobanoğlu’nun bildirdiğine göre şair Vehbî’ye aittir. Kuzey yönünden tekrar avluya girdiğimizde iç tarafta kapı üzerinde beyaz mermer üzerine celi sülüs hat ile hak edilen: “Hûve’l Hallâku’l Bâkî / O’ yaratan, ezeli ve ebedi olandır...” (c.c.) yazısını görürüz. Bu yazı daha ziyade mezar taşlarında “ser levha” olarak karşımıza çıkar. Burada yer almasını, civarın aynı zamanda hazire, yani bir mezarlık olduğuna yoruyoruz. Sebilin yanındaki kapıdan cami avlusuna girildiğinde, türbe duvarı üzerine, 1734 tarihli güzeller güzeli bir kuzu çeşmesi bizi selamlar. Bu narin çeşmecik, süsleme ve sanat bakımından gayet zengindir. Teknesi 1972 yılında yenilenmiş, yakın dönemde ise tamamen elden geçmiştir. Ayna taşının üst kısmında, çeşmelerde sık sık rastladığımız, celi sülüs hatla yazılan: “ve mine’l mai külli şey’in hâyy / Hayatı olan her şeyi sudan meydana getirdik” Enbiya Sûresi, 30.ayet-i kerimesi yer alır. Bunun alt kısmında dört satır halinde, iki beyitlik ta’lik hatlı bir yazı daha vardır. Çobanoğlu’na göre manzume Şair Münif’e aittir. Buradaki çeşmenin suyu akıyor. Hem de maşrapası yanında. Ne zaman suyu akar vaziyette bir çeşmeye rastlasam yıllarca görmediğim, hasretini çektiğim biriyle karşılaşmış gibi olurum. Mutlu olmak, sevinmemek elde değil! Ahmet Vefa Çobanoğlu’nun bildirdiğine göre: “Daha önce külliyenin yerinde bulunan Abdal Yâkub Tekkesi’nin inşaat sırasında ihya edilmesiyle cami mekânı aynı zamanda bu tekkenin tevhidhânesi olmuştur. Bu sebeple tarikatlara ait ibadet ve âyin mekânlarında görülen halvethâne / çilehâne birimleri bu yapıda da söz 95


konusudur.” Tamamen kesme küfeli taşından inşa edilen cami, diğer sadrazam camilerinin boyutlarından büyüktür. Bu yönüyle selâtin camilerinden farklı değildir. Klasik Osmanlı mîmârisinin en son eseri olarak gösterilir. Su basman seviyesinin yüksek tutulması sebebiyle camiye merdivenlerle çıkılır. Son cemâat yerindeki mermer cümle kapısı, caminin üç giriş kapısından en önemlisidir. Kadınlar mahfili caminin üç tarafını kuşatır. Büyük giriş kapısının sağ ve solundaki sütunlarda suları akmayan iki çeşme vardır. Vaiz kürsüsünün ahşap işçiliği ile mermer minberinin taş işçiliği muhteşemdir. Caminin tek bir minaresi vardır. Tek şerefeli ve taş külahlıdır. Külahın üzeri kurşun kaplamalıdır. Son cemaat yeri kubbeleri ile minaresi 1960 yıllarda yeniden yaptırılmıştır. Cami içi, renk renk desen desen çinilerle kaplanmıştır. İç mekânı süsleyen bu çinilerin bir kısmı tekfur sarayı bir kısmı ise Kütahya çinilerinden oluşur. Mihrap ile minber arasında kalan bölümde örneklerine nadir rastladığımız, 25x25 ölçülerinde, 16 adet çiniden meydana gelen, yaklaşık 100x100 ebadında, Kâbe tasvirli çini pano yer alır. Caminin içerisinde, mihrabın sol üst tarafında, dışarıdan girilen ahşap işlemeli bir hünkâr mahfili de bulunuyor. Rampası günümüze ulaşmamıştır. Mermer havuzlu şadırvan, türbenin bitişiğinde yer alır. Üstü ahşap çatı ile örtülüdür. Tamamen yanmış iken 1977 yılında aslına uygun olarak yeniden ihya edilmiştir. Vaktiyle hatırı sayılı akarı bulunan külliyenin onlarca metre uzaklıkta, Koca Mustafa Paşa Caddesinin ortasında yapayalnız kalan kitabeli dış giriş kapısı, adeta o günlerin hüzünlü ve canlı bir şahididir. Talan ve yağmaya rağmen hatırı sayılır bir alanı kaplayan külliye avlusu taş döşemelidir. Çimenli bahçeleri, muhtelif süs bitkileri, çam, ardıç, servi, iğde, ıhlamur ve çınar ağaçlarıyla kaplıdır. Mekân bu haliyle ağaçsızlaştırılan, yeşilden arındırılan İstanbul’un diğer büyük/selâtin camilerinden ayrılır. Restorasyon ve yenileme adı altında bazen telafisi mümkün olmayan işgüzarlıklara imza atabiliyoruz. Daha fazla alan açmak, mimari elemanları ön plana çıkarıp görünür kılmak için mekân bütünlüğünü, hafızasını yok saymak! Bu sebeple bazen düşünüyorum da acaba diyorum tarihi dokuya hiç bir müdahalede bulunmasak mı? Kendi halinde yaşayabildiği kadar yaşasınlar. Olduğundan başka bir şeye dönüştürülüp acı

çekeceklerine hayatlarına öylece devam etsinler. Belki böylesi daha iyidir!.. Ağaçlarının dallarında cıvıldayan serçeler bulunmuyorsa, pencere kenarlarına tünemiş güvercinlerin “hu” sesi duyulmuyorsa o cami bizim nazarımızda garip kalmıştır, yetimdir. Gayri Müslim seyyahların dahi gıpta ile adeta resmettikleri, anlata anlata bitiremedikleri o ruhaniyetli mekânların özlemini duymamak mümkün mü? Bunlar esasında büyük maliyet gerektiren, meşakkatli işlerde değildir. Avlunun kuzeyinde, Hekimoğlu Ali Paşa caddesine açılan cümle kapısı üzerinde fevkanî olarak inşa edilen yapı kütüphane bölümüdür. Müstakil bir yapıya sahip olup tek mekândan ibarettir. Kütüphane içerisinde, yer tasarrufu, kitapların nem ve benzeri zararlardan korunması için oluşturulan, ahşaptan mamul özel bölüm hakikaten görülmeye değer. Özgün tasarım ve nadir bir örnektir. Mekân, yakın zamana kadar Millet Kütüphanesi’ne bağlı bir semt kütüphanesi olarak kullanılmış. Kütüphanede bir zamanlar 928 yazma, on beş adet de basma eser bulunduğu kaynaklarda yer alır. Ahmet Vefa Çobanoğlu, Kütüphanenin tahta üzerine ta’lik hatla yazılmış manzum kitabesiyle minyatürlü ve kıymetli bazı kitaplarının Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde, diğer kitapların ise Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunduğunu zikreder. Hekimoğlu Ali Paşa külliyesi, yalnız mimari yönüyle değil, gelenekli sanatlarımız bakımdan da üzerinde dikkatle durulması gereken bir hazine olarak gösteriliyor. Kapı, pencere, çeşme ve benzeri elemanlar üzerinde yer alan manzumelerin Vehbî, Şair Hıfzî, Şair Nevres, Ref’ı, Şair Münif, Ragıp Mehmet Paşa ve Şeyhülislam İshak Efendi gibi üstadlara ait olması, Yazılarının ise Cihangirli Mustafa gibi büyük hattatlar tarafından yazılması bu düşünceyi teyit eder mahiyette. Ne ilahi tecellidir ki Hüseyin Kutlu Hocamızın camide görev yaptığı yıllar mekân bu yönüyle de ihya edilmiştir. Üstad, kütüphaneyi adeta bir akademiye çevirmiş, Gelenekli Sanatlarımızın eğitimi ve ihyasına yönelik uzun yıllar çalışma yapmış, bunun meyvesi olarak nice genç sanatkâr bu okuldan yetişmiştir. Mekân, onursal başkanlığını yine Hüseyin Kutlu Hocamızın yaptığı, kısa adı BİKSAD olan dernek vasıtasıyla günümüzde de aynı gaye doğrultusunda hizmetlerine devam ediyor.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.