ŞEHİR ve KÜLTÜR - 48. Sayı

Page 1



Biz’den… Küçük Düşünenler, Asla Büyük İşler Yapamazlar.. Cânıma ezelden bir merhaba sundu, çeşm-i yâr” “Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim” Çok sevdiğimiz büyüğümüz, bizim anlayışımızda münevverimiz, entellektüelimiz , Fethi ağabeyimiz; Hayatında az konuşup öz konuşan, ancak çok iş yapan, lisan-ı hâl ile irşad eden muhteşem bir insan idi..22 kasım 1975 yılında gerçekleştirdiği sohbetini bugüne kadar binlerce kez okumuşumdur..Her defasında ruhumu ferahlatan cümleler, yeni yazılmışçasına karşıma çıkar.. Türkiyemiz, Haziran sonu itibarı ile yeni bir idarî düzene geçmek üzere seçimlere gitti ve halkımız yeni idarenin liderini seçti… Fethi ağabey’in Dostluk üzerine satırlarından aldığım kısa cümleleri , seçilen kişilere tavsiye niteliğinde burada paylaşmak istedim.. Fethi ağabey diyor ki; “Yine insanoğlu, Peygamber-i ekbere ittibaen ve inkıyaden Hakkın ayâli olan halka hizmet ile mükelleftir. Peygamber-i Ekrem geceleri Hakk’a aid idi, teheccüdle; Gündüzleri tebliğ ile halka aid idi. Tebliğ ve hizmet Gece ile gündüz duraksızdı, ayrı…. Gece ile gündüz bu manada tefrik edilemez..Gece ile gündüz ancak birbirini tamamlar..Yalnız buradaki Hakk’a aidiyetle halka aidiyet, Hakk ve Halk tefrikini ortadan kaldırmak ve halka hizmette ibadet neşvesi duymak gibi.. Yine burada da halka dostluk var..Fikre dostluk, tebliğe dostluk…Düşmanlık yok.. Hiçbir şeye düşman olunmaz.. Dostlukları insanlar ayırırlar.. Karşımızdakiler düşman olup olmamakta muhtardırlar.. Her sabah evinizden , Allah’a ev halkını ısmarlayarak çıkınız. Onlar size “Güle,güle” deyip dememekte muhtardırlar..Hâne halkına yaptığınızı , gayrı olmayan halka da yapınız..Yine herkese, her zaman… Mü’min kişi, yerinmenin ve sevinmenin ötesindedir. Mü’min kişi yerinmez ve sevinmez, Çünki gerçekçidir… Hayalperest değildir. Zannın büyüğünden ve küçüğünden nefsini berî kılmıştır.” Bu seçimin hitamı üzerine; Efendimizden çok anlamlı bir sözünü, Manzum olarak yazan üstad Necip Fazıl üstadın dizelerinde bulalım… Neyseniz ona göre , / Başınızda İdare.. Asıl bundan sonra Güzel işler yapmak lazım, Allah güzel olanı sever..Güzel işleri yapmak üzere onlara moral vermek ve örnekler sunmak lazım.. Hayatında hep insanlığa faydalı işler, güzel işler yapan birinden Güzel cümleler, güzel sözleri paylaşmalıyım..örnek olsun hepimize… “Asla sabit durma..Henüz bulamadıysan, aramaya devam et. Azına razı gelme. Bunların hayalini kuruyorduk. Şimdi yapıyoruz. Bu harika bir şey.. Vaktiniz sınırlı, Onu

başkasının hayatını yaşamakla ziyan etmeyin. Diğerlerinin fikirlerinin yarattığı uğultunun, iç sesinizi boğmasına izin vermeyin. Büyük hayaller kur..Küçük düşünenler, asla büyük işler yapamazlar.. Güzel inşa et.. Bu durumda hakikaten tatmin olmanın tek yolu, çok iyi olduğuna inandığın işler yapmak. Ve çok iyi işler yapmanın yolu da..Yaptığın işi sevmek.. İlham bulmak için etrafına bak.. “Niye bununla bir şey yapmıyorsunuz” Kazanan bir ekip kur.. “Şunu öğrendim ki belli şeyleri yapmada inanılmaz derecede iyi insanlar var..Ve bunlardan birinin yerine elli vasat insan koysan aynı işi görmez.. Büyük patlamaları hedefle.!.. “ Bu dönüm noktası niteliğinde. Ne söylesem az !.” “Yapa yapa mükemmelleştir.” Zorluklara göğüs germeyi bil!.. Husumeti avantaja çevir.. Hayat bazen kafanıza bir tuğla indirir..İnancınızı yitirmeyin.. İnsanların hayatta bazen hedefleri olur, kendinize koyduğunuz hedefi aşarsanız başarılısınızdır.. Çoğunluğu ilerisinde ol!..”Bizim için önemli olan her zaman bir sonraki düştür..” Sürekli hareket halinde ol. Rakiplerini izle..Boşlukları bul.. Yaratıcılık için gereken alanı yarat.. Yaptıklarınla (işin ile) Hayat arasında denge kur.. Yaptıklarınla;hakikaten tatmin olmanın yolu, Çok iyi olduğuna inandığın işleri yapmak… Kendinin içinde olmadığın bir geleceği tasavvur etmelisin! “ O kadar çok şey yapmaya fırsat bulamıyoruz, o yüzden yaptığımız şeylerin hepsi çok iyi olmalı.. Hayat kısa, sonrada ölüyorsun ve sen ölümden sonraki dünyada ve işlerde yoksun…” Sonra senin için desinler ki ; O çok mükemmeldi, halkı için mükemmel işler yaptı.. Zirveye çık, Aykırı ol!.. (Steve Jobs gibi düşünmek) Şehir ve Kültür dergimiz ,bu sayı ile tam olarak dört yılını doldurdu..Her ay; Kültür’e olan aşkımızdan, insanoğluna olan sevgimizden,Tarihe olan bağlılığımızdan, doğaya olan dostluğumuzdan ödün vermeden hazırladığımız sayılarımız oldu..ikibine yakın yazı yayınladık..hepsi birbirinden güzel.. Hz.Mevlana diyor ki; “Peygamber, ‘Allah’tan cenneti istiyorsan kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim, cennete de girersin, Allah’a da ulaşırsın’ dedi.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8

ŞAHiT OLAN YEMENLiLERiN GÖZÜNDEN

II. ABDÜLHAMiD’iN HAL’i Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

EDWARD SAiD, SINIRLARDA DOLAŞAN

BiR ENTELEKTÜELDiR

Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN

10 ASTANA BOZKIRIN HAYAT AĞACI

Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR

20

ÇEMBERLiTAŞ’TAKi

YAPILAR VE iNSANLAR-II-

Mehmet Kâmil BERSE

24

YiTiK COĞRAFYADAN; KIRIM VE BAHÇESARAY Hüseyin YÜRÜK

32 HALI MÜZESi

TÜRKMENiSTAN

“TÜRKMENiN RUHU,TÜRKMENiN KALBi, TÜRKMENiN ALTIN YÜZYILI”

Salih DOĞAN

14

KUALA LUMPUR

(MALEZYA) Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

36

ŞEHRiN iHYASI iÇiN ÖLÜMÜ

HATIRLAMAK VE HATIRLATMAK:

KABRiSTANLAR VE HAZiRELER Dr. CEM ERiŞ

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Şule İlgüğ / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


7 Nihavend Gazel -şiir-/ Kâmil UĞURLU 19 VESAİRE’NİN VE’Sİ / İbrahim BAŞER 28 BİR ORTA AVRUPA SEYAHATİ -evvel- / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

46

EFSANE TÜRKÜNÜN EFSANE iCRACISI:

MÜKERREM KEMERTAŞ İsmail BiNGÖL

40 GAZİANTEP GÜNEYDOĞU’NUN LEZZET CENNETİ / Fahri TUNA 42 KUDÜS’ÜN KAVGASI / Muhsin İlyas SUBAŞI 45 ESKİ KENTİN SOKAKLARI / Mehmet BAŞ 48 MISIR -ikinci- / Murat YILDIRIM

64

ECDADIN VAKIF ANLAYIŞINDAN İLHAM ALALIM!.. Nidayi SEVİM

52 EYÜP SULTAN’IN EBEDİ SULTANLARI / Sabri GÜLTEKİN 56 KIRŞEHİR’DE TARİH VE MEYDANLAR / M. Nasır DEMİR 58 ALTAYLARDAN SALİHLİ’YE… HALI VE KİLİM SANATIMIZ (Dokuma Aşığı Bir Hocanın Hikâyesi) / Alişan HAYIRLI 62 UNUTULAN BAŞKENTİMİZ DİMETOKA / Mehmet SANCAK

76

66 PALDIR “KÜLTÜR” YIKILAN GEÇMİŞ / Seyfullah ERKMEN ARiF NiHAT ASYA’NIN

68 CİZRE GÜNLÜĞÜ -evvel- / Prof. Dr. Âdem EFE

“EDiRNE”

72 TARİH VE SORUMLULUK / Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN

ŞiiR DÜNYASINDA

Emir Ali ÇEVİRME

75 MİT BUNU YAPMALI / Recep ARSLAN 80 EDEBİYATIMIZIN RÜYA ŞEHİRLERİ /Ali BAL 86 IŞIK ÜLKESİNİN KUTLU FETHİ / Nermin TAYLAN 89 DÜŞÜNCEYİ EYLEM İÇİN BİLMEK -şehir kitap- / Tanıtım: Fatma Derin

82

MARAŞ - ANTEP VE

YAVUZ BÜLENT BAKİLER

Serdar YAKAR

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

90 KAPILAR VE KALDIRIMLAR -üç- / Recep GARİP 93 TAHİR HARÎMÎ BALCIOĞLU MEDENİYET TARİHİNDE KÜTÜPHANELER -şehir kitap-/ Tanıtım: / Hidayet KARA 94 HOCA’NIN VEFATINDAN ÖNCE YAPILAN BİR SOHBET; SEMAVİ EYİCE: “İSTANBUL’A SAHİP ÇIKMALIYIZ” / Mehmet Nuri YARDIM GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Süleymaniye Camii / İSTANBUL


ŞAHİT OLAN YEMENLİLERİN GÖZÜNDEN

II. ABDÜLHAMİD’İN HAL’İ

Acısıyla, tatlısıyla, türküsüyle, kışlasıyla Yemen hep hatıramızdadır. Osmanlı Devleti’nin Yemen’deki varlığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama bana göre hâlâ Türkiye’nin tarihi derinliğinde “uç noktası” olan Yemen ile ilgili bilgilerimiz de epeyce eksiktir. İşte elimizdeki rapor da bu bilinmeyenlerden bir tanesidir. Prof. Dr. Zekeriya KURŞUN*

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//48// temmuz 4

II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi ile ilgili yazım geniş bir ikbal buldu. Tabii bu ikbalde bir kısım okuyucularım memnuniyet bir kısmı da iğbirarını beyan ettiler. Yani hoşlananlar da oldu, hoşlanmayalar da. Bunu tabii görmek gerekiyor. Millete bir şey sunuyorsanız mutlak kabul görmesini veya tenkit edilmemesini bekleyemezsiniz. Bugünkü yazımın konusu bu tartışmaları yapmak ve tenkit edenlere reddiye yazmak değildir. Bu konudaki hakkımı mahfuz tutarak başka bir sorunun cevabını aramak istiyorum. II. Abdülhamid’in tahtan indirilmesi hadisesi tarih ilmi nokta-i nazarından bu kadar açık iken, -onun sevenleri dahil- hemen herkesin kafasında hâlâ tebellür edememiş olması nedendir? Bu sorunun cevabı hemen herkesin vicdanında saklıdır, ama birilerinin de “kral çıplak” demesi gerekmektedir. Sakın onun ben olduğumu düşünmeyin. Beni “kral çıplak diyeceklere” peşrev sayıverin. İşin sonucundan bakarak soruyorum: 1908’de yeniden ilan edilen Kanun-i Esasi’nin daha iyi işletileceği varsayımından hareketle II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rıza göstermeyen oldu mu? El cevap: Hayır. O dönemin her kesimi İttihatçısı, İtilafçısı, Ahrar ve bilmem ne kadar siyasetçisi; II. Abdülhamid’in her işinde payı olan devlet adamları ve hatta eski Şeyhülislam dahi sonuçtan memnundu. Tek tek isimlerini bildiğiniz mütefekkir ya da aydın, tarihe ışık tutan şair, kurtuluşun eserlerinde olduğunu iddia eden bilcümle ulema vs. adeta zil çalıp oynamadı mı? Diğer taraftan 1918’e kadar süren bu yaklaşım, Hareket ordusunun içinden çıkan Türkiye Cumhuriyeti kurucularının da söylemi olarak devam etmedi mi? Ne hal’in baş aktörlerinden görülen (sonra “devrim evladını da yer” fehvasınca) ve muhtemelen hal’de de taraf olan Ahrar kanadının tertibatı ile bir suikasta kurban giden Mahmut Şevket Paşa, ne de kendisi son anda İzmir suikastından kurtulan Gazi Mustafa Kemal ve hatta ilginçtir, 1960 darbesinin kurbanı Celal Bayar gibi isimler bu konuda farklı bir söz söylemediler. Yani herkes, “doğrusu oydu” mealinde “iyi oldu” demeyi sürdürdü. Arada farklı kalem oynatanlar da “irticanın kılıcı” denilerek devre


dışı bırakıldı. Ama ihtiyaca binaen de toplumu baskı altında tutmak için bu konu gündeme taşınarak kafaların netlik kazanması engellendi. Elbette bazı bilimsel çalışmalar da yapıldı. Ama bu har-gür (hay-huy değil) arasında onlar da ikbal görmedi. Arada kaynayıp gitti. Oysa farklı ve zıt kesimler tarafından bu kadar kesin ve müşterek bir inanış haline getirilen bu konu hakkında yeterli materyal, belge, doküman ve hatırat da incelenmedi. Bugün her söylenen karşısında ortaya çıkan tehevvürün bir nedeni de bu olsa gerektir. Yani sorun kaynakların eksikliği ve var olanların da yeterince incelenmemesi ya da bu kaynaklarda ne yazıldığına bakmak yerine “vicdanlarda yer etmiş sesin” aranmış olmasıdır. Yine laf uzadı. Oysa benim bu yazıdan maksadım bu konuda bilinmeyen bir raporu hatırlatmak olacaktı. Haydi konuya gelelim. Acısıyla, tatlısıyla, türküsüyle, kışlasıyla Yemen hep hatıramızdadır. Osmanlı Devleti’nin Yemen’deki varlığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama bana göre hâlâ Türkiye’nin tarihi derinliğinde “uç noktası” olan Yemen ile ilgili bilgilerimiz de epeyce eksiktir. İşte elimizdeki rapor da bu bilinmeyenlerden bir tanesidir. Özellikle 1872’den itibaren Yemen’de girişilen ıslahatlar sayesinde bir Yemen-İstanbul hattı kurulmuştu. İstanbul’a gelen giden askerler, memurlar ve hatta sivillere ilaveten halkı temsil eden ulema veya aşiret temsilcileri de vardı. İşte bu sonunculardan bir heyet, 31 Mart hadiselerinden kısa bir süre önce İstanbul’a Padişah’ın misafirleri olarak gelmişler ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine, Selanik’e sürülmesine şahit olmuşlardı. Yemen’e dönen hey’etin içinde bulunan ulemadan Sa’d b. Muhammed Eş-Şarkı bir rapor yazarak Yemen İmamı’na durumu sunmuştu. Bu eser, yazma olarak uzun yıllar Yemen Büyük Camisi kütüphanesinde bekledi, sonra yer değiştirdi, Mısır’daki Cemal Abdünnasır devrimi akabinde oluşan Mısır-Yemen Birliği sürecinde ise diğer bir çok eserler ile birlikte bu eserin bir kopyası da Mısır’a ulaştı. Ben bu raporun varlığını Ürdünlü tarihçi dostum Profesör Muhammed İsa Salihiyye ile Osmanlı Arşivi çıkışında Sultanahmet Camisi karşısındaki bir sohbetimizde duymuş ve heyecanlanmıştım. Yayımlama hazırlığında olduğunu ve en kısa zamanda bana da göndereceğini söylemişti. Prof. Muhammed İsa’dan gelen mektup.

Kısa bir süre sonra Ürdün’e gitmiştim. Diğer işlerimin yanında mutlaka dostumun yanına uğrayıp en azından yazdıklarını okumayı arzu ediyordum. Nitekim Merhum Muhammed İsa Salihiyye’yi, Ürdün’de Salt taraflarında bir vadiye hakim bir tepede inşa etiği ve kitaplarından başka lüksü olmayan evinde ziyaret ettim. Benim nazarımda konu belli, idi. Ama o ömrünün son yıllarında rahat konuşacağı bir arkadaş bulmanın heyecanıyla başka konulara girdi. Özellikle Filistin meselesi, Batı Şeria’nın ilhakı kendisinin de içinde yer aldığı Fedailer grubunun başına gelenleri anlattı durdu rahmetli arkadaşım. Yeni şeyler dinlemenin, duymanın etkisiyle raporu tamamen unuttum. Yanından ayrılır ayrılmaz da pişmanlık duydum fakat bir kaç ay sonra postadan gelen bir zarf beni mutlu etti. Zarfın içinde Salihiyye’nin bir mektubu ve yayımladığı söz konusu kitapçık (yani rapor) vardı. Benden kitabı mümkün ise Türkçe’ye tercüme etmemi istiyordu. Kitap “Şahitlerin Gözün’den II. Abdülhamid’in Hal’ Gecesi” başlığını taşımaktaydı. Kitap “Takyîd Havadis İnşâ Tahdîdu’l Cihadi’s- Sanî” adlı yazmadan çıkarılmış ayrı bir bölüm olarak sunulmuştu. Muahmmed İsa Salihiyye’nin sunumu ve dipnotlarıyla 100 küsur sahife olan kitabı o zaman yayımlamaları için bazı yayımcılara teklif ettim ise de pek rağbet görmedi. Bu yüzden de Türkiye’de hiç görülmedi ve kaynak olarak da kullanılmadı.

Özellikle 1872’den itibaren Yemen’de girişilen ıslahatlar sayesinde bir Yemenİstanbul hattı kurulmuştu.

Rapor, Kanun-i Esasi’nin ilanından sonra Yemen’de yapılacak ıslahatlar ve talepler hakkında görüşmek üzere gelen heyetin İzmir’den itibaren serüvenini anlatmaktadır. Daha oradan saraya mensup bir yaver tarafından karşılanıp, gemi ile İstanbul’a gelişleri, İstanbul’da Nişantaşı’ndaki misafirhanede ağırlanışları ve ondan sonra II. Abdülhamid’in hal’ine kadar giden süreçleri anlatmaktadır. Yemen’in en saygın isimlerinden oluşan bu heyetin bir çoğu hayatında bir çatı bile görmemiş iken İstanbul’u, Yıldız Sarayı’nı ve işleyişini görmenin heyecanı ile bizim için sıradan onlar için ilginç bilgileri not etmiştiler. Bürokrasiden kendileri ile en üst düzeyde ilgilenenleri, Yemen’e kadar nüfuzu olan Şeyh Ebu’l Hüda Efendi, Kuzey Afrika’da etkinliği tartışmasız olan Şeyh Zafir Efendi ve daha bir çokları Padişah adına kendileri ile görüşerek, Yemen Islahatı hakkında hazırlanan planı anlatanları kaydetmişlerdi raporda. Hülasa İstanbul’da geçirdikleri altı hafta boyunca yedikleri içtikleri dahil- gördükleri her şey yazılmıştı bu rapora. 5


diyorlar) Salı gününe (13 Nisan’a) yani İttihad-i Muhammedi cemiyetinin toparlanıp “şeriat talep etmesine” kadar devam etti. Bir akşam köprüde bir adam öldürülmüştü. Bu kişi de İttihad-i Muhammedî’den idi. (Hasan Fehmi’den söz ediyorlar ve onara ulaşan bilgide, ölenin cemiyete mensup olduğu rivayet edildiği anlaşılıyor) Ki, kalkışmada bu olay güçlü bir etki yarattı. Onun öldürülmesi emrini mebus olan Hüseyin Cahid ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin verdiği töhmetinde bulunan İttihad-i Muhammedî meclisin etrafında toplandı…

II. Abdülhamid’in hal‘ fetvası (Düstur, İkinci tertip, I, 166)

BAHSİ GEÇEN RAPOR

Tabii bu arada Sadrazam Said Paşa kabinesinin düşmesi, Şeyhülislam Cemaleddin Efendinin yerine Ziyauddin Efendinin gelmesine de şahit oldular. Eski Yemen valisi yeni Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ve ekibinin de hiç bir değişiklik olmadan kendileri ile aynı muamelede bulunduğunu not etmeyi de ihmal etmediler. Hatta onun Yemen’i bildiğinden işlerin daha iyiye gideceğini bile umdular. Üstelik aralarındaki “Seyyidu’l Allame” İbrahim b. Abdullah yazdığı şiiriyle Hüseyin Hilmi’nin sadrazam oluşana tarih düştü. Halk arasındaki sadaret değişikliğinde makam hırsı ile gözü dönem Sadrazam Kamil Paşa’nın oğlu Said Paşa’nın sebep olduğu dedikodusunu, yani babasının hükümetinin düşmesine sebep olduğu söylentisini bile yazarak gözlemlerine ne kadar sadık olduklarını gösterdiler. Yemen heyeti, İstanbul’da resmi heyetler tarafından kabullerindeki normalliği anlatırken “İttihad-i Muhammedî” cemiyetinin de hızlı bir şekilde büyüdüğünü de ifade ediyor bir taraftan. Bizim kaynaklarda son kalkışma anında İttihad-i Muhammedi cemiyetinin flamalarından söz edilir sadece. Oysa heyetin raporunda şöyle yazmaktadır: Bu esnada, İttihad-i Muhammedi Cemiyeti büyüyor ve gelişiyordu. Ulema, hocalar İstanbul’da ve taşrada bulunan herkes bu cemiyetin etrafında buluşuyordu. Bunların vaizlerine büyük-küçük asker, tüccar herkes Cuma gününden beri devam ediyorlardı. Bu durum, -muhtemelen 20 Rebiulevvel 1327(tarihi yanlış kaydettiler, zaten muhtemelen sayı//48// temmuz 6

Hadisenin gerisini de duydukları ve gördüklerine istinaden -bizim kaynaklarda bulunmayan ifadeler ile- vererek diğer gelişmeleri da anlatmaktadırlar. Olayların gelişmesi ve II. Abdülhamid’in olaylar karşısındaki tutumu ve Selanik’e sürülmesinin detayları şahitlerin gözünden ele alınmıştır raporda. Yazıyı uzatmamak adına daha fazla detaylara girmeyeceğim. Merak edenlere Arapça metni gönderirim. Burada önemli olan II. Abdülhamid’in hal’ine giden süreçte “şeriat talebi ile öne çıkan İttihad-i Muhammedî” cemiyetinin rolünün o günlerde açık ve seçik bir şekilde ortaya konulmasıdır. Gözlemcilerin, muhtemelen daha sonra kurulan Divan-i Harp’te suçlananlardan ve cezalandırılan/cezalandırılamayanlardan haberleri olmayacaktır. Buna rağmen bu olayda baş aktör olarak bu cemiyeti görmüş olmaları manidardır. Diğer taraftan tekrar söylüyorum. Kimse öküzün altında buzağı aramasın. II. Abdülhamid’in hal’i meselesi tarihi bir olaydır; tarih metodolojisi ve kaynakların verdiği imkanlar ile incelenmesi gereken bir hadisedir. Şahıslar, fikirler ve sonradan meydana gelen olgular bu konunun özü ile alakalı değildir. Olsa bile onların eylemleri de tarihin konusudur. Bir tarihçi olarak, bu hal’in gerçekleşmesinde bu cemiyetin tek başına rol oynadığını düşünmediğimi daha önce de yazmış ve söylemiştim. Ama bu tür cemiyetlerin kırılgan bir yapıya sahip ve özellikle şirazesinden çıkmış Müslüman toplumları harekete geçirebilme ve kullanıma açık hale düşürme imkanını unutmamak gerekir. Nitekim hafızalarımızda şimdilik canlı ama bir süre sonra sis perdesi arkasına itilmesi muhtemel olan 15 Temmuz 2016 hadisesinin de bundan farklı gelişmediği ulu’l-ebsar nezdinde malumdur vesselam.


Nihavend Gazel

Gün uçsa, terketse âlem şu gönül virânesini, eminim o yâr kalır.. Belki biraz kırgınca, belki süzgün, sûzidil, ve illâ sitemkâr kalır..

Tasalanma ay gülüm, gün gelir geçer bunlar, her şeyin bir vakti var, Gün çıkanda tepeye ne ayaz, ne kar kalır.. Neye atsam elimi, hattâ tutsam dilimi yanlış çıkar karşıma, Kâr bildiğim kalemler âkibet, zarar kalır.. Masal gibi gün gördüm, buna devrân şahittir, uyandım, geceye yandım, Gülen ayva gidermiş daim, öyle dediler, ağlayan şu nar kalır.. Dudu-dillim, azarlama el içinde hep beni, Saray kılsan gönlümü, ey yâr, bir yeri tarumar kalır.. Her bir makamdan çalsam, karar kılmasam, Suzinâk deyip vursam, -meselâtelde karcığar kalır.. En iyisi kaybolmak, unutulmak ve halk olmak belki de, Çoban gider, köpek gider, dam gider, velâkin davar kalır.. Gün geçer, geçersin bu âlemden Kâmil, umduğun nedir, bu koşu neden. Geriye tâç beyitte bir solgun isim, -hiç ummam ammakalsa da bîkarar kalır.. Kâmil UĞURLU

7


EDWARD SAİD, SINIRLARDA DOLAŞAN BİR

ENTELEKTÜELDİR Dünya tarihinde entelektüelleri olmayan hiçbir düşünce ve eylemin başarılı olduğu görülmemiştir. Bütün insanlığa seslenen entelektüellerin sesi, bütün dünyada yanlışta birleşmeyen sağduyunun sesi olmuştur. Prof.Dr. E. Nazif GÜRDOĞAN*

ntellektüellerin dünyasında bin bir düşünce tartışılır, bin bir eylem konuşulur. Entelektüeller arkasında durdukları, ödünsüz düşünce ve eylem özgürlüğü ortamında, hem düşünceyi, hem de eylemi kanatlandırmanın ustasıdırlar. Onlar sütten beyaz, baldan tatlı eleştirileriyle, her gün yeniden doğmasını bilirler, çok boyutlu sorunları tek boyuta indirgeyerek, hazır ve kolay çözüm peşinde koşmazlar. Tarihsel süreçte dünü araştırmak ve derinleştirmek, bugünü değerlendirmek ve genişletmek, yarını planlamak ve aydınlatmak, dünya entelektüelleri tarafından çok boyutlu bir eleştiri ortamının oluşturulmasına bağlıdır. Dünya tarihinde entelektüelleri olmayan hiçbir düşünce ve eylemin başarılı olduğu görülmemiştir. Entelektüel denilince, ilk akla gelen isimlerin başında Columbia Üniversitesinin, karşılaştığı bütün riskleri göğüsleyerek, ömrünü kendisi gibi yersiz ve yurtsuzlaştıran Filistinlilerin haklarını savunmaya adamış, “sürgün, marjinal, yabancı” Kudüslü Edward Said gelmektedir. *T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//48// temmuz 8

Kudüs’te Yahudileri destekleyerek, barışa giden yolları kapatan Batılılar, savaşa giden yolları açmışlardır. Barış kenti Kudüs İsraillilerin elinde savaş kentine dönüşmüştür. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’nun kültürel dokusu ve siyasal yapısı dinamitlenmiştir. Soğuk Savaş sonrasında, silahlı güçlerle Amerika’nın Irak’a, Rusya’nın Suriye’ye gelmesi, bütün Orta Doğu ülkelerini Filistinleştirmiştir. Orta Doğu’da Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar, Munch’un “Çığlık Tablosu”unda tuvale yansıttığı çığlığın dehşetini yaşamaktadır. Kutsal kültürün kutlu kenti Kudüs’te barış öldürülmüştür. Üniversite dışında hiçbir ülkede hiçbir devlet görevi Kabul etmeyen Said’in, Entelektüel kitabında vurguladığı gibi; ”entelektüelin tek dayanağı ödünsüz düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Bu özgürlüğü savunma hattını gevşetmek ya da dayandığı temellerden herhangi birinin kurcalanmasına göz yummak,” entelektüelin sorumluğunu unutması ve görevine ihanet etmesi demektir. Dünyada hiçbir ilkeli entelektüelin Batı’da farklı, Doğu’da farklı konuşması düşünülemez. Kudüs’teki evlerini, evlerine dönmek için Filistinlileri evsiz bırakan İsraillilere bıraktıktan sonra, Said’in dünyanın hiçbir yerinde benim evim diyebileceği bir evi olmamıştır. Filistinlilerin nasıl evsizleştirildiklerini, Columbia’nın aykırı sesi Said, kendini anlattığı “Yersiz Yurtsuz” kitabında ayrıntılı olarak ele almaktadır. Köklerinden koparılması, geriye dönmesinin yasaklanması, ülkesinden sürgün edilmesi, Said’in hayatında derin izler bırakmıştır. Said’in Kudüs’ten sürgün edilen Yahudilerin, sürgün ettikleri Filistinlilerin haklarının savunucusu olması, “Terör Profesörü” ilan edilmesine, Columbia üniversitesindeki odasının yakılmasına, sürekli ölüm tehditleri almasına yol açmıştır. Ancak Said hiç yılmamış, Hristiyan bir aileden gelmesine rağmen, Batı’da Filistinlilerin korku bilmeyen sözcüsü olmuştur. Said Amerika’da, Amin Maalouf Fransa’da, korkusuzca İsrail’i ve Batı’yı eleştiren, dünyanın en etkili entelektüelleridir. Said üniversitedeki odasına temel hak ve özgürlüklerini savunduğu, insanların ülkesi olan Filistin’in haritasını asan, Batı’da en çok bilinen Filistinli entelektüeldir. O çok iyi bildiği Arapça, İngilizce ve Fransızca dilleriyle, hem Doğu’yu hem de Batı’yı içinden tanıyan çok dilli, çok kültürlü bir aydındır. Sartre nasıl


Cezayir’de Fransızların yanında yer almamışsa, Said de İsrail’de Amerikalıların yanında yer almamıştır. Said’in ailesiyle birlikte Lübnan’da İsrail işgali altındaki bir hapishanedeki, hücre hapis yerlerini, işkence odalarını ve aletlerini, kelimelere sığmayan dehşet manzaralarını gördükten sonra, Fatma sınır kapısından, işgalci İsrail askerlerine simgesel bir taş atmadan geri dönmemiştir. Ancak Said’in, Lübnan sınırında İsrail askerlerine taş atması, yalnızca İsrail’de değil, bütün Batı dünyasında büyük tepkilere yol açmıştır. Dünya medyasında fotoğrafının yayınlanmasının arkasından, Said üniversitede öğrenci ve öğretim üyeleri tarafından “taş atan terörist” olarak suçlanmış ve cezalandırılması istenmiştir. Rektör Jonathn R. Cole, eleştirenlere karşı bir üniversitenin, öğretim üye ve öğrencilerinin görüşlerini açıklama özgürlüğünü korumak, ana görevlerinden biridir diyerek, Said’i savunmuştur. Çünkü Said, kitap ve düşünceleriyle ilgili çok sayıda araştırma yapılan, dünyanın dik duruşlu, en önde gelen entelektüellerinden biridir. Said’in gücü Columbia üniversitesinden değil, bilgeliğe dönüştürdüğü bilgisinin zenginliğinden gelmektedir. Amerika İsrail’in kendini savunma hakkını korumak için, bütün dünyada sürdürdüğü devlet terörüyle, İslam dünyasını, her gün yüzlerce insanın hayatını yitirdiği büyük bir Filistin’e dönüştürmüştür. Artık Irak’tan Afganistan’a, Yemen’den Libya’ya, Suriye’den Pakistan’a her ülkenin kültürel dokusu ve ekonomik yapısı, terör saldırılarıyla sarsılmakta ve altüst olmaktadır. Geçmiş yüzyıllarda, Avrupalıların İspanya, Sicilya ve Balkanlarda yaptıkları soykırımları, Amerikalılar ve İsrailliler, tek tek Filistinleştirdikleri İslam dünyasında, daha ileri boyutlarda tekrarlamaktadır. İsrail tarafından sürekli ateş altında tutulan Filistin kentlerinde kan ve gözyaşı gölleri oluşmaktadır. Petrol denizinin üzerinde yüzen Orta Doğu’da, Kudüs’e 1918’de İngilizlerin gelmesinden ve Türklerin çekilmesinden bu yana, kan dökülmeye devam etmektedir. İsrailliler öldürmenin, Filistinliler ölmenin sonunu bir türlü getirememişlerdir. Akan kanlar Filistin’e barış getirmedikleri gibi, savaşların hız ve yoğunluğunu da artırmaktadır. Batı dünyasında Amerika’nın ve İsrail’in büyüttüğü terör korkusu, bütün dünyaya dalga dalga yayılan İslam korkusuna ve Müslüman düşmanlığına yeni boyutlar

kazandırmıştır. Dünyada terörle İslam, İslamla terör özdeşleştirilmiştir. Amerika, iki milyarlık İslam dünyasını göz ardı ederek, dünyayı Batı dünyasından ibaret sanmaktadır. Bu yüzden, Batı dünyası sürekli büyüttüğü İslam düşmanlığının yol açtığı yıkımları görmemektedir. İki Dünya Savaşı ile yakılıp yıkılan Yalta Avrupası, Amerika’nın peşine takılarak, İslam dünyasını büyük bir yangın alanına çevirmiştir. Kimliğini İslam karşıtlığı üzerine inşa eden Batı dünyası, Arap dünyasındaki dayatmacı yönetimlerin arkasında durarak, Türkiye başta olmak üzere hiçbir zaman, Müslüman ülkelerdeki demokratik hareketleri desteklememiştir. Batı dünyası her zaman her ülkede yalnızca kendisine demokrat olmuştur. Dünya coğrafyasının orta kuşağında yer alan İslam dünyası, Hristiyan Batı ile Budist Hindistan ve Konfüçyüsçü Çin arasında dengeleyici olduğu kadar belirleyici de olan en büyük gücü oluşturmaktadır. İslam dünyasının önde gelen entelektüellerinden Sezai Karakoç’un vurguladığı gibi; ”İslam geçmişte imtihan vermiş bir medeniyettir” ve ”güçlü olduğu zaman insanlığı ezmemiş, ihya etmiştir.” Filistin’de geçmişten geleceğe, savaştan barışa giden yol, dağları ve taşları olmayan düz bir yol değildir. Dünyaya ve Orta Doğu’ya bütün ülkelerin sabırsızlık ve özlemle beklediği barışı, İbrahimoğullarının başkenti, barış kenti Kudüs getirecektir. İslam Orta çağlarda nasıl yeni bir doğuşun öncüsü olmuşsa, Yakın çağlarda da yeni bir doğuşa öncülük yapacaktır. Orta Doğu’da sürdürülen savaşlar, yeni bir dünya barışını habercileridir. Kudüs’e en son gelen, ancak en başta olan İslam medeniyeti, Kudüs’ten Batısı ve Doğusuyla, bütün dünyayı savaş çağından barış çağına geçmeye çağırmaktadır. Yeni yüzyılda İslam barışa giden yolu gösteren kutup yıldızı olacaktır. Dünya tarihin değişmez yasası olan “fethedenler fethedilirler” kuralı, bir daha işlerlik kazanacaktır. Avrupa ve Amerika, Asya ve Afrika tarafından önünde ya da sonunda uzun dönemde mutlaka fethedilecektir. Yeni fetih savaşla değil, barışla yapılan bir fetih olacaktır. İslam medeniyetinde, büyük savaş silahsız yapılan savaştır, küçük savaş silahla yapılan savaştır. Dünyanın her ülkesinde barış bütün kapıları açan anahtar işlevi yüklenmiştir. Tarih boyunca ülkelerin tarihinde savaşların kayıpları, kazançlarından her zaman çok daha büyük olmuştur. 9


BOZKIRIN HAYAT AĞACI

ASTANA

(Nazarbayev’in Gerçekleşen Rüyası)

Astana, mimari görünüm açısından, her biri ayrı bir ruh taşıyan sembol yapılar şehridir demek yanlış olmaz. Bunlardan biri de Han Çadırı’dır. Dünyanın en büyük çadırı unvanı taşıyan yapı, İngiliz mimar Norman Foster tarafından Cengiz Han’ın otağından esinlenerek tasarlanmış. Doç. Dr. Abdulhamit AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//48// temmuz 10

rof. Dr. Ali Berat Alptekin, “Türk Halk Hikâyelerinde Ağaç Motifi Üzerine” adlı çalışmasında, Eski Türk inanışına göre, hayat ağacının zor durumda kalındığında kovuğuna, gölgesine sığınılan bir ağaç olduğunu ifade eder. Orta Asya Türkçesinde “bayterek” olarak adlandırılan bu ağacın meyvesi yoktur ama gövdesinden ya da tepesinden salgıladığı bir sıvı ile insanlara dinçlik verir. Göğün direği olduğuna da inanılır. Dünyanın dengesini kurulmasında ve bunun sürdürülmesinde eksen rolü oynar. Aynı zamanda uzun ömürlü olmayı ve bilgeliği, barışı ve huzuru temsil eder. Hatırlanacağı üzere Oğuz Kağan destanında da ağaç motifi ön plandadır ve Oğuz boylarının teşekkülündeki rolleri anlatılır. Bu efsanevi ağaç, Bayterek, 20 yıl önce küçük bir şehir üzerine kurulan ancak aradan geçen bu kısa zaman içerisinde dünyanın en önemli ve modern şehirlerinden biri haline gelen Astana’nın da sembolüdür. Türk dünyasının bilge lideri Nursultan Nazarbayev, şehri yoktan inşa ederken merkezine Bayterek’i, Türk mitolojisindeki hayat ağacını koymuştur. Bayterek, modern Astana’nın ortasına ilk yapı olarak dikilirken bir Kazak destanı da stilize edilerek canlandırılmış ve geçmişten günümüze uzun tarihi anlatan bir abide ortaya çıkmış. Bu Kazak destanına göre, efsanevî kuş Kartal Samruk (Zümrüd-ü Anka), güneşin temsil ettiği sonsuz gökyüzünün altında süzülürken uçsuz bucaksız bozkırın ortasında tek başına duran hayat ağacını görmüş ve yumurtasını dalları arasına bırakmış. Ne var ki Ejderha Aydahar, bozkırda filizlenen yeni hayatı sona erdirebilmek ve bu maksatla yumurtayı yok edebilmek için harekete geçmiş. (Destandaki hayvan motiflerine ve temsiline dikkat çekmek isterim.) Böylece Kartal Samruk ile Ejderha Aydahar arasında ebedî bir varoluş mücadelesi başlamış ve aynı zamanda bu, iyi ile kötü arasındaki mücadelenin de sembolü olmuş. Bayterek, 105 metre yüksekliğinde bir kule olarak inşa edilmiş. Tepesine, Kartal Samruk’un yumurtasını temsilen 22 metre çapında devasa bir altın yumurta yerleştirilmiş. Böylece, Ejderha Aydaharların tüm gayret ve saldırılarına rağmen Kazak halkının hep var olageldiği ve var olacağı ilân edilmiş tüm cihana. Kazakça’da “başkent” anlamına gelen Astana’nın (âsitâne) mimarî planı ve simge binalarının hemen hemen hepsinin altında Nazarbayev’in imzası olduğunu görüyoruz. Zaten şehrin ana planı


da onun tarafından çizilmiş. Bu eskiz planlar hâlihazırda Milli Müze’de sergilenmektedir. Nazarbayev’in, halkının son yarım asırlık hayatında etkili rol oynayan bir devlet adamı ve kurucusu olarak, hayalinde, bozkırın orta yerinde eşine rastlanmayan bir şehir inşa etmek vardı. Şehir, modern bir tarzda inşa edilmeli ama kadim Kazak kültürünü de içselleştirmeli ve yansıtmalıydı. Bu sebeple önce hayâl ettiği şehrin ana taslak planını hazırlamış. Ardından dünyanın önde gelen mimarları, şehir planlamacıları davet edilerek bir yarışma düzenlenmiş. Müsabakayı ünlü Japon mimar Kisho Kurokawa’nın projesi kazanmış. Şehrin ana planının hazırlanmasından sonra onun kimliğini oluşturacak diğer binaların yapımı için de yine pek çok önemli mimarın birikiminden yararlanılmış. Ve böylece, bugün şehre gelen her yabancının hayranlıkla seyrettiği büyüleyici mimarî görünüm ortaya çıkmış. Hayat ağacı Bayterek, ihtişamlı mimari planlamanın ilk yapısı olarak inşa edilmiş. Bu yapılırken de, tıpkı bozkırın ortasına bırakıldıktan sonra hayatın başlangıcına vesile olan Kartal Samruk’un yaptığı gibi, tepesine altından bir yumurta yerleştirilerek bozkırdaki yeni ve modern hayatın remzi yapılmış. Bu da başarılmış. Nitekim bugün Bayterek, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında yeni bir dirilişin timsali olarak karşılıyor şehre ayak basan herkesi. Bayterek kulesinin 97’nci metresinde de panoramik bir platform bulunmakta. Buradan tüm şehri kuşbakışı seyretmek mümkün. Seyir terasının 97’nci metre olarak belirlenmesi de tesadüf değil. Başkentin değiştirilme tarihi olan 1997 yılını temsil ediyor. Aslında Astana’da dolaşırken çevrede rastladığımız birçok bina ve anıtın remizler üzerine inşa edilmiş olduğunu görüyoruz. Mimarî olarak dikkati çeken birçok yapının tarihî ya da güncel bir karşılığı var. Bunlardan ilk söz edilmesi gereken, Kazakistan bayrağının renkleriyle bezeli, gök mavi kubbesiyle dikkatleri çeken Ak Orda. Kadim Türkçe kelimelerden biri olan “orda”, başşehir anlamına gelmekte. Günümüzde ise “saray” karşılığı kullanılıyor. Ak Orda, başkanlık resmi ikametgâhı ve kabul sarayı olarak kullanılıyor. Sarayın hemen yanında, Kazakça “Yesil” olarak adlandırılan İrtiş Irmağının kollarından “İşim” ırmağı akmakta. Yolculuğuna Sibirya’dan başlayan Yesil, 2450 kilometre yol katederek Astana’ya ulaşmakta ve sonsuz bozkırların ortasında hayat pınarı olmaktadır.

Ak mermerden inşa edilen Ak Orda’nın mavi kubbesi altın şeritlerle bezenmiş ve hemen ortasına yine altından yapılmış kule şeklinde bir anıt yerleştirilmiş. Anıtın tepesinde güneşin altında uçan bir kartal figürü (Kartal Samruk) yer almaktadır. Kazakça’da “bürküt” denilen kartallar, hemen her alanda -devlet armasından anıtlara- bir simge, remiz olarak karşımıza çıkıyor zaten. Kadim bir yerleşim yeri üzerine kurulan Astana, 19. yüzyılda Akmola olarak tanınıyordu. Kazakça "ak mezar" anlamına gelen bu kelime bile, bölgenin çok eskiden beri önemli bir yerleşim yeri olduğunu gösteriyor. Adı, Sovyetler Birliği döneminde Kruşçev tarafından başlatılan Bâkir Topraklar Projesi sırasında Tselinograd olarak değiştirilmiş. Bu ad, SSCB’nin yıkılışına kadar devam etmiş. 1991’de Kazakistan'ın bağımsızlığını elde etmesiyle birlikte yeniden Akmola olmuş. 1997 yılında ise yeni başkent ilan edilmiş, bir yıl sonra da adı bu kez “Astana” olarak değiştirilmiş. Kentin, 1939’da 33.000 olan nüfusu bugün bir milyonu aşmış durumda ve Almatı ile Çimkent’le birlikte, Kazakistan’ın, nüfusu bir milyonu aşan üç şehrinden birisi. Başkentin değiştirilmesi ve kuzeye taşınmasıyla ilgili birçok görüşe rastlıyoruz. Meselâ, neredeyse her yüzyılda bir büyük deprem geçiren Almatı’nın başkent olarak kalmasının mahzurlu görüldüğü görüşü bunlardan biri… Yine, nüfusun güneyde yığıldığı, kuzeyin nisbeten az nüfusunun arttırılması için böyle bir karar alındığı da gösterilen gerekçeler arasında yer alıyor… Aynı şekilde, Almatı’nın ülkenin güneydoğu ucunda kalması, diğer bölgelerle 11


olan büyük mesafe farkı gibi hususlar da başkentin taşınma sebeplerini izah etmek için ortaya konulan görüşlerden biri… Gerekçe, bunlar ya da başkaları olabilir. Ancak bugünden görünen, başkenti taşımanın çok isabetli bir karar olduğu. Hâlihazırda Astana, bozkırda açan bir çiçek gibi parlamakta ve örnek bir kent modeli olarak dikkatleri çekmektedir. Bu yönüyle bozkırın da medeniyet birikimini gözler önüne sermekte, örnek bir kent modeli sunmaktadır tüm dünyaya. Astana, mimari görünüm açısından, her biri ayrı bir ruh taşıyan sembol yapılar şehridir demek yanlış olmaz. Bunlardan biri de Han Çadırı’dır. Dünyanın en büyük çadırı unvanı taşıyan yapı, İngiliz mimar Norman Foster tarafından Cengiz Han’ın otağından esinlenerek tasarlanmış. Yaklaşık 30 ayda tamamlanan binanın yüksekliği 150 metre ve içerisinde meydanlar, sokaklar, eğlence ve alış veriş merkezleri, kapalı plaj ve mini golf alanı gibi birçok sosyal alan bulunuyor. Dış görünüşü ise, kendisine bakanlara ulu bozkırın mirasını hatırlatmak ve bu toprakların ruhunu çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Böylece, mimarisi millî kimliği yansıtırken aynı zamanda halkın nefes alabileceği bir mekân oluşturulmuş. Astana’da çok sayıda alış veriş merkezi dikkat çekiyor aslında. Bu, biraz da mecburiyetten kaynaklanan bir durum. Yaklaşık sekiz ay süren ve kimi zaman eksi 50 dereceye düşen sıcaklıkta sokaklarda dolaşmak mümkün değil. Bu sebeple alışveriş merkezleri, uzun kış günlerinde ya da yazın bile aniden soğuyabilen havalarda halkın sığınabileceği yerler olma özelliği taşıyor. Kazakistan’ın başkentinde, insan yoğunluğunun, yaz-kış, en çok görülebildiği bir başka mekân da camiler. Astana’daki camilerle ilgili ilk söylenecek söz “devasa” kelimesidir kuşkusuz. Ancak, Turgut Cansever’in İslâm mabet mimarisini anlatırken tasvir ettiği gibi, bu fizikî büyüklük kendisine yaklaşan insanı ezmemekte, aksine yaklaştıkça tevazu ile eğilerek bunu gizlemektedir. Genişlik ve büyüklüklerini ise ancak içlerine girince idrak edebilmekte insan… Mesela, Orta Asya’nın en büyük camilerinden biri olan Nur Astana Camii, beş bin kişilik kapasiteye sahip. Avlusunda da iki bin kişi namaz kılabiliyor. Bizim de iştirak ettiğimiz son Ramazan bayramında, yağmurlu havaya rağmen, avlunun dışına taşan kalabalıkla birlikte on bine yakın insanın bayram namazı kıldığına şahitlik ettik. Hem geleneksel hem de modern çizgiler taşıyan Nur Astana Camii, Katar Emirinin maddi katkılarıyla inşa edilmiş. Ana sayı//48// temmuz 12

binanın yüksekliği 40, kubbesinin yüksekliği 51, minarelerinin ise 63 metre. Ana binanın yüksekliği olan 40, Hz. Muhammed (s.a.v)’in vahiy aldığı yaşı, minarelerin yüksekliği ise vefat yaşını temsil ediyor. Caminin ana kapısının duvarına da, camiye gelenlere hitaben bir kitabe konularak, camide, İmam Ebu Hanife Mezhebine göre namaz kılındığı ifade edilmiş. Ahmet Yesevi’nin yurdu Kazakistan’da, tüm Orta Asya ülkelerinden olduğu gibi Hanefî fıkhı ve Mâturîdî itikadınca amel ediliyor. Bunu hayatın her alanında görmek mümkün. Astana’da, her biri binlerce kişi kapasiteli beş büyük cami bulunmakta. İnşa edildiği yerler ve büyüklüklerine bakıldığında, Selçuklulardaki kadim “ulu cami” anlayışını yansıttığı görülmektedir. Yani, cemaatin Cuma ve bayram namazlarını şehrin en büyük camilerinde kılma geleneğine. Nitekim Cuma ve bayram namazlarında Astana’daki tüm camiler hınca hınç doluyor, hatta camilerin avluları dışında da yüzlerce insan yerlere seccadeler sererek ibadetlerini, -o dehşetli soğuklarda bileaksatmadan eda ediyorlar. Yesil ırmağı, Astana’yı eski ve yeni olarak iki kısma ayırıyor. Türkiye Büyükelçiliği başta olmak üzere diplomatik misyonlar çoğunlukla eski Astana’da yer alıyor. Şehrin eski kısmı, Akmola günlerinin hatırası. Daha hareketli bir görünüme sahip bu kısımda geleneksel hayatı gözlemlemek daha kolay. Yeni Astana ise oldukça modern bir görünüme sahip. Yüksek binalar, geniş yollar, Bayterek, Ak Orda ve Han Çadırı gibi sembolik binaların büyük kısmı yeni şehirde yer alıyor. Ancak, Yesil’in öte yanında da birçok modern ve sembolik bina var. Bağımsızlık Sarayı, Milli Müze, Kültür ve Sanat Merkezi, piramit şeklinde inşa edilen göz alıcı bir mimariye sahip Hoşgörü ve Barış Sarayı, üstünde kartal motifi olan ve şehrin sembolik hemen her yapısı gibi Türk firmalarınca inşa edilen “Kazak Eli Anıtı”.., hep Yesil’in öte yanında uzanıyor. Kazak Eli (ülkesi) Anıtı, Kazak halkının birlik ve beraberliğinin remzi olarak inşa edilmiş. Üzerindeki kabartmalarda Kazak tarihinin önemli safhaları ile savaşçıların kahramanlık ve korkusuzlukları resmedilmiş. Anıtın tepesine yerleştirilen kartal figürü ile hem tarihi geçmiş hem de Kartal Samruk timsalinde gençliğin geleceğe doğru cesaretle yön alması anlatılıyor. Meydana bakan cephede ise genciyaşlısı, kadını-erkeği etrafına toplanmış tüm Kazakistan halkıyla birlikte anayasa üzerine el koyarak birlik ve bütünlük yemini eden


Nazarbayev rölyefi yerleştirilmiş. “El” kelimesi, Türkiye Türkçesinde ses ve harf düşmesiyle birlikte aynı “e” harfi ile söylendiğinden sesdeş kelime haline gelmiş ve hem ülke anlamında hem de vücudun bir organı anlamında kullanılmaktadır. Oysa Azerbaycan da dâhil olmak üzere diğer Türk yurtlarında açık ve kapalı “e”ler bulunmakta, dolayısıyla yurt ve uzuv ayrı iki kelime olarak yazılmakta ve söylenmektedir. Astana’da fiyatlar bir hayli yüksek. Diğer taraftan modern alışveriş merkezleri ve büyük marketlerin yanında yerel pazarlar da çekiciliğini koruyor. Buralarda Kazakistan’ın diğer şehirlerinden ve Özbekistan başta olmak üzere çevre ülkelerden getirilmiş sebze meyveden Orta Asya’ya özgü hediyelik eşyaya, giyim-kuşamdan ev alet-edevatlarına kadar hemen her şeyi bulmak mümkün. Astana’nın simgesi olan binaları saymak ve genel niteliklerinden söz etmek bile bir yazı konusu. Ancak, sözünü ettiklerimiz dışında şehre gelenlerin muhakkak görmelerini tavsiye edeceğimiz birkaç mekân daha var. Bunların başında Milli Tarih Müzesi gelmektedir. 74 bini kapalı olmak üzere 147 bin metrekare yer kaplayan sekiz katlı müzede yedi sergi salonu bulunmaktadır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan taş devri eserlerinden günümüze kadar bünyesinde barındırdığı eserler ve tarihî miras, dönemler halinde düzenlenmiş şekilde bu geniş salonlarda sergileniyor. En dikkat çekenlerden biri Orhun Anıtları ile Altın Elbiseli Adam’ın imitasyonlarının sergilendiği salonlar. Bu, Kazakların İskitler (Sakalar) dönemiyle başlattıkları tarihlerinin Göktürklerle devam ettirdiklerini göstermesi bakımında son derece dikkat çekici. Yani, sahip çıkılan tarih, tüm Türklerin ortak tarihi… Bunların dışında, çiçek yapraklarını andıran bir mimariye sahip Kazakistan Merkez Konser Salonu da görülmesi gereken yerler arasında. Müzik, sinema ve konferans salonları, sergi alanları, kafeteryaların yanı sıra üç bin metrekarelik büyüklüğüyle dünyanın en büyük klasik müzik konser salonu da burada yer alıyor. Salon, 3500 koltukluk alanı, akustik düşünülerek inşa edilmiş özel bir asma tavan tasarımı ve geniş sahnesiyle müzik konserleri, tiyatro, konferans ve sinema gibi farklı etkinlikler için ideal bir mekân. Binanın dış cephesi ise ülke bayrağının renginden esinlenerek mavi cam panellerle kaplanmış. Görülecek bir başka yer de İstanbul’daki

Miniatürk benzeri, Kazakistan’daki tarihî anıt ve yerlerin iki yüzü aşkın minyatür maketle canlandırıldığı “Atameken”. Duman adlı dev akvaryum da gezilmesi-görülmesi gereken yerler arasında. İçinde iki binin üzerinde deniz canlısının bulunduğu “Duman”ı benzerlerinden farklı kılan okyanus suyuna sahip ama okyanuslara en uzak, tek akvaryum olması… Ve de gökyüzüde çevrili bir göz şeklinde inşa edilen Nazarbayev Kütüphanesi, ilginç mimarisi ilk Milli Arşiv, Ak Orda’nın hemen yakınında yükselen altın renkli ikiz kuleler, opera binası, aynı zamanda esen sert rüzgarlara birer set görevi gören bakanlık binaları ve petrol şirketi binası… Ve de 2017 yılında Expo etkinlikleri için tasarlanmış alanlar. Buradaki cam küre çağdaş mimarinin harikalarından biri olma özelliğine sahip. Ve Kazakistan’ın tarihini ve gelişimini modern teknolojilerle yansıtan göz alıcı bir sergi ve gösteri alanı olarak ziyaretçilerini ağırlıyor. Astana, dünyanın sayılı kentlerinden biri olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. İlk durak ise 2030. Bir taraftan, bir zamanlar ıssızlıklar ortasında küçük bir yerleşim yeri olan nüfusu hızla artarken, bir taraftan da Kazakistan’ın geçmişiyle bugününün birleşimi olarak tasarlanmış her biri mühendislik harikası olan dev ölçekli projeler, şehri, dünyanın başlıca cazibe merkezlerinden biri haline getirmeye devam ediyor. Uçsuz bucaksız atayurt bozkırlarının ortasında inşa edilen Astana’ya bugünden bakınca Türk dünyasının aksakalı Nursultan Nazabayev’in rüyasının gerçekleştiğini görüyoruz. Ve gerçekleşen bu rüya aslında tüm Türk dünyası övünç duyacağı bir rüyadır… 13


KUALA LUMPUR

(MALEZYA)

ÇAMURLU KAVŞAKTA BİR CUMA VAKTİ

Ülkede ilk dikkat çeken görüntüler, 10 katlı, hâttâ daha büyük koca koca yapıların bütün cephesini kaplayan kral posterleri oldu. Bunu bütün seyahat boyunca ve her şehirde, şehrin her yerinde görmek, bu görüntülere alışık olmayanları şaşırttı. Aşırı büyüklükteki bu resimler, Malezyalılar için pek olağan görüntülermiş. Kâmil UĞURLU

ecrübeli rehberimiz Kuala Lumpur’un Malay dilindeki mânâsını uzunca anlattı. Birçok nehrin buluşup bir delta yaparak denize döküldüğü yerde kurulmuş bu başkent. “Nehirlerin Buluştuğu ve Denize Döküldüğü Çamurlu Başkent” imiş esas anlamı. Onu kısaltmışlar ve bu son şekli vermişler, “Kuala Lumpur” demişler. Malezya’nın payitahtından söz ediyoruz. Malezya ve Kuala Lumpur’dan evvel gezilen Tayland’dan ve onun başşehri Bangkok’tan bahsetmenin daha uygun olacağını düşündük. Çünkü seyahat esnasında Uzakdoğu’da ilk ayak basılan yer burası oldu. Uzakdoğu bütün esrarı ve ihtişamı ile elbette onbeş-yirmi günde kendisini kimseye açık etmez. Biz, kıyıdan-köşeden tesbit edebildiğimiz notları bu sohbete konu edelim diye düşündük. Bir seyahat sohbetidir; eksiği ve kusuru çoktur. Ve bu kusur bize ve bilgi kaynaklarımıza aittir.. Ülkede ilk dikkat çeken görüntüler, 10 katlı, hâttâ daha büyük koca koca yapıların bütün cephesini kaplayan kral posterleri oldu. Bunu bütün seyahat boyunca ve her şehirde, şehrin her yerinde görmek, bu görüntülere alışık olmayanları şaşırttı. Aşırı büyüklükteki bu resimler, Malezyalılar için pek olağan görüntülermiş. Kral, buranın halkı için her şeyden önce geliyor. Hâttâ Budha’dan bile önce. Krala nerdeyse tapınma derecesinde saygı duyuluyor ve bu gösteriliyor. Bir önceki kral 66 yıl hükümran olmuş. 22 yaşında kral olmuş ve 88 yaşında vefat etmiş. Gürültüsüz, itirazsız ve onları pek memnun eder tarzda ülkesini yönetmiş. Yakın bir zamanda da vefat etmiş. Malezyalılar bir yıl boyunca onun yasını tutmuşlar. Yoksul babası ve halkını seven bir azizmiş. Sevginin ölçüsünü anlatırken meseleye yabancı olanların inanmakta zorluk çekecekleri sahnelerden bahsediyorlar. Onun geçtiği yollara yığılan halk, onu görünce o mertebe heyecana kapılıyorlarmış ki, kortejin geçişi esnasında secdeye kapanıyor, çoğu zaman bayılıyorlarmış. Ölenler oluyormuş. Kendini kaybedenlerin sayısı bazan tevatür ölçülere geliyormuş ve kortejin sonuna cankurtaran araçları ekleniyormuş, daima. Bu iş için eğitilmiş sağlık uzmanları, ellerinde, sırtlarında taşıdıkları amonyaklı apareyler ile bayılanları, fenalık geçirenleri ayıltıyorlarmış. Meselenin boyutunu bilmeyen bir İngiliz turist, densizlik etmiş ve kralın şehirdeki posterlerinden birine elindeki

sayı//48// temmuz 14


keçeli kalemle saç, sakal-bıyık gözlük çizerek sözde dalga geçmeye kalkmış. Hemen yakalayıp hapse atmışlar. Bu sene on beşinci hapis senesiymiş. Ne zaman çıkacağı belli değilmiş. Onu affettirmek için İngiliz devleti bütün diplomatik yolları denemiş ve sonuç alamamış. Ondan sonra kral olan oğlu, babasının karizmasını henüz yakalayabilmiş değil. Yeni kralın okur-yazar bir aydın olduğu söyleniyor. Geçmişindeki playboy (çapkın) günleri bilindiği için böyle olduğunu söylediler. Onun da posterleri aynı görkemle şehirleri süslemeye devam ediyor. Kraliyet, İngiltere’de olduğu gibi bir temsil makamı olarak kabul ediliyor. Kraldan sonra saygı sırasında Budha var. Budizmi Malaylar bir din olarak değerlendirmiyorlar. Bir inanç silsilesi, bir felsefe olarak kabul ediliyor Budizm. Üçüncü sıradaki değerleri ise “aile mefhumu”. Şunu hatırlamak gerekiyor: 70 milyondan fazla olan nüfusun % 53’ü Malay ve Müslüman. Sünni itikadındalar. Budha’ya iman edenlerin nisbeti % 17. Hintliler ise % 7’lik bir dilimdeler. Fakat genelde bütün Uzakdoğu’da kendini ağırlıkla hissettiren Budizm, burada da diğer inanışlardan daha çok göz önünde ve görülen durumda. Ülkede 3 binden fazla Budist tapınağı mevcut. Her binanın önünde, küçük-büyük fark etmiyor, bir küçük şâle, minyatür bir kulübe ve saygı noktası elbette bu sayının dışında. Bu arada Taoistler de nüfusun belli bir kısmını teşkil ediyorlar. Hıristiyanlar elbette burada da mevcut. Fakat onların da görünürde fazla resimleri yok. Ülke, ünlü “Baharat Yolu”nun üzerinde olduğu için halk, çeşitli etnik gruplardan teşekkül etmiş. Çinliler ve Hintliler baskın görünüyorlar. Bu iki grup ülkenin ekonomisine de hâkimler Malezya, iki büyük parçadan teşekkül ediyor. Büyük bölüm Asya’da, anakaraya bağlı, diğer bölümü ise Borneo adasında bulunuyor. Bunlardan başka 18 binden fazla ada da ülke sınırları içindedir. Endonezya, Vietnam, Tayland ve Singapur, Malezya’nın komşularıdır. Biyolojik çeşitlilik, tahmin edilebileceği gibi müthiş bir zenginliktedir. Gerek bitki, gerekse hayvan varlığı masallarda anlatılanlar gibidir. Doğunun ve Ekvatorun bütün hayvanları, kimi sınırlandırılmış (hayvanat bahçelerinde) kimi, bütün ülkeyi örten orman şartları içinde özgür dolaşıyorlar. Filden başlayan, timsahla devam eden bütün türler burada ziyaretçileri selâmlıyorlar. Ülkenin 2/3’ü ormandır. Zengin bir akarsu varlığı mevcuttur. Bangkok, nüfusun önemli bir bölümünü (1/10) teşkil eden insan

kalabalığı ile rengârenk bir doğu başkentidir. İyisiyle-kötüsüyle, inanılması güç bir çeşitliliğe sahiptir. Bütün bunlara rağmen, ilginçtir, yoğun yerleşimler ile geleneksel doku yan yana ve birbirleriyle çekişmeden hayatlarını sürdürüyorlar. Yüksek binaların gölgelediği alanlarda bahçeli, ağaçlı, asmalı, sulu eski mahalleler ilginç çelişkiler sunuyorlar. Bangkok, “Melekler Şehri” demekmiş Malay dilinde. Bu şekilde anılan örnekleri dünyanın çeşitli bölgelerinde de görmek mümkün. Meselâ Los Angeles de “Melekler Şehri”dir, Manila da. Çalışma saatlerini kısa tutmuşlar. Çünkü ortalık çok sıcak ve rutubet % 80’in üstünde seyrediyor. Muson yağmurları başlangıcında başlıyor ve uzun sürüyor. Herkesin elinde bir şemsiye var. Veya plastik yağmurluk burada her yerlinin elinde mevcut. Bizim orada bulunduğumuz zaman “ıslanma ve ıslatma” şenliğinin vaktiymiş. Herkesin elinde bir su tabancası ve karşılarında kim varsa, yaşına, cinsiyetine, milliyetine bakmadan suyu sıkıyorlar. Islananın kızmaya asla hakkı bulunmuyor. Çünkü bu bir gelenek ve onlar geleneklerine fazlaca bağlılar. “Yahu, ben yabancıyım, etmeyin” diyemiyorsunuz. O halde elinizde bir şemsiye veya sırtınızda bir yağmurluk taşımak durumundasınız. Bazan işin ölçüsünü kaçırıyorlarmış, suyu kovalarla veya itfaiye hortumlarıyla sıkıyorlarmış insanın üstüne. Biz buna denk gelmedik. Bu âdetin çıkış sebebi, kirlenmiş Budha heykellerinin, yılın ilk ayında temizlenmesi, yıkanması âdetiymiş. Hâdise bugüne gelince bu hâli almış. Trafikleri, İngiltere’de olduğu gibi soldan akıyor. Onlar, doğru trafiğin böyle olduğunu kabul ediyorlar. Kendilerine zarif bir açıklama bulmuşlar. Napolyon demiş ki “kılıç sağ elde ve 15


Bizim orada bulunduğumuz zaman “ıslanma ve ıslatma” şenliğinin vaktiymiş. Herkesin elinde bir su tabancası ve karşılarında kim varsa, yaşına, cinsiyetine, milliyetine bakmadan suyu sıkıyorlar. Islananın kızmaya asla hakkı bulunmuyor.

sol el atın yelesinde olmadıkça zafer kazanılmaz. Yani, hareket ve yol soldan başlamalı.” Böyle açıkladılar. Trafiğe riayet elbette Hindistan’dan daha iyi, ama büyük şehirlerin merkezleri dışında bazan çizgiyi aşıyorlar. En büyük problemleri, komşuları Burma ile olan ilişkileri. Tek düşmanları onlar. Bütün dünya Müslümanları ile birlikte bizi de çok rahatsız eden, etmekte devam eden, “Arakan Müslümanlarının” maruz kaldıkları insanlık dışı muameleyi çâresizce onlar da izliyorlar. Bütün bu hâdiseler onların sınırında cereyan ediyor. Şöyle ilginç bir tespit var: Malezya’da idam cezası var ve uygulanıyor. Daha önce infazı kurşuna dizerek yapıyorlarmış. Fakat mahkum çok defa tek kurşunla ölmüyormuş. O zaman ikinci, üçüncü, beşinci kurşunları da sıkmak gerekiyormuş. Çünkü çabuk ölmesi gerekiyormuş, fazla işkence çekmesin diye. Fakat bu takdirde de mahkumun cesedi bozuluyor, deforme oluyormuş. Bozulmaması gerekiyormuş. Onlar reenkarnosyana inandıkları için, tekrar dirildikleri zaman aynı cesedi kullanacağı düşünülerek buna dikkat ediyorlarmış. İşbu sebeple, kurşuna dizmekten, isabetli bir kararla vazgeçmişler. Artık cesedi fazla deforme etmeyen “zehirli iğnelerle” bu işi hallediyorlarmış ve bu daha insanî, daha dinî imiş. 9 sayısını kutsal biliyorlar. Bu sayıya garip bir saygıları var. Her vesileyle bunu gösteriyorlar. Müslümanlar buraya 14. yy.’da geldiler. 1400-1511 yılları arasında burada hüküm süren Malakka Sultanlığı, bölgede kurulan ilk İslâm devletidir. İslâmiyet bundan sonra bölgenin dilini ve kültürünün diğer şubelerini etkilemeye başladı. Fakat, İslâm emperyalist düşünmediği için, daha sonra buralara gelen emperyalistler, Portekiz ve Hollandalılar, bölgenin başta ekonomisine ve her şeyine hakim oldular. Adalardan birini (Penang) İngilizler, temsilcileri bir Hint şirketine tahsis ettiler ve bölgeye yerleştiler. Ve bu büyük coğrafyadaki hakimiyetlerini başlattılar. Hintlileri ve Çinlileri buralara dağıtıp, varlıklarını pekiştirdiler. Japonlar, ülkeyi yönetenlerle oldukça kârlı bir alış-veriş yapmışlar. Şu anda şehirlerarası kara ulaşımını sağlayan muntazam oto-yollarını Japonlar, ücret almadan yapmışlar ve Malaylara bağışlamışlar. Fakta bunun karşılığında onlardan bir söz almışlar. Bu yollarda seyreden bütün otoları Japonlardan almak üzere

sayı//48// temmuz 16

ahitleşmişler. Şu anda ülkede motorlu araçların nerdeyse tamamına yakını Japon markalarıdır. Dünyanın başka yerlerinde görülmeyen Japon markaları burada seyir halindeler. Sadece buraya mahsus üretilmiş markalar var ve çok pahalı değiller. Singapur, doğudaki Amerika veya daha gelişmiş İsviçre olarak değerlendiriliyor. Bir şehir veya ada devleti olarak, çok önemli ekonomik bir varlık ortaya koymaktadır. Hiçbir sınaî ve ziraî üretimi olmayan eski bir balıkçı adasının bu formu kazanması mucizedir. Görmeyenlerin inanması zor olan bir disiplin ve nizam ile varlığını, saat düzeni içinde tıkır tıkır yürütmektedir. Değil kapalı bir yerde, sokakta ve açık havada bile sigara içmek kesinlikle yasak olan bu ülke, gümrüklerde en çok sakız araştırması yapmaktadır. Sakız Singapur’un önemli yasaklarından biridir. Yüksek sesle konuşmak, taşkınlık yapmak, polise küçük bir itiraz, kuralların dışına çıkmak veya teşebbüs etmek hemen sınır dışı edilmeyle ve yüksek meblağlı cezalarla tecziye edilmektedir. Doğunun bu ekonomik devi, gelirini sadece teknik bilgi (know-how) ve finansal merkez vasfıyla, turizmle sağlamaktadır. Müthiş pahalı bir ülkedir. Fakat, gece saat ondan sonra, bir saat süren bir su, ışık, müzik, renk gösterisi var ki, insan sanki dünyasını değiştiriyor. Tevatür zengin ve müthiş bu gösteriyi, sâdece bu gösteriyi izlemeye gelen turlarla birlikte, körfezde oturup “temâşâ eyledik.” Servet değerinde paralarla satılan markalar, bilhassa hanım çantası ve mücevhercilerin önündeki uzun, ama çok uzun kuyruklar, bizim gibi taşralıların inanmakta zorlandığı görüntülerdi. Bunları satan aşırı büyük mağazaların önündeki bu kuyrukları, özel güvenlik teşkilatları marifetiyle yönetiyorlar. Gruplar halinde içeriye alıyorlar insanları, sayarak. Oto-parka araç kabul eder gibi. Bekleyişler bazan saatler alabiliyor. Ama şikâyet eden de olmuyor. Alışık olmadığımız ve kendimize izah edemeyeceğimiz görüntülerdi. Hong Kong, yakın bir geçmişte, İngiliz’den Çin’e geçen, yine şehir devletlerinden biridir ve Singapur’un özelliklerine ve şartlarına, hâttâ biraz daha abartılı olarak sahip olan ülkedir. Hong Kong İngilizlerden Çin’e devredilirken, Çin’in yönetiminden rahatsız olacaklarını düşünen Çinli zenginlerin çoğu işlerini Kanada’ya taşıdılar. Vancouver’de, altlarındaki Masserati’lerle egzos patlatarak ana caddelerde


makas atan genç playboyların, bu zengin Çinlilerin olduğunu söylediğinde, oğluma, meseleyi izam edip-etmediğini sormaya çekinmiştim. Etmemiş. Zengin Çinli, hasretini daha liberal ve müsamahakâr Kanada’da gideriyordu. Pukhet, Pataya gibi adalar, kendilerini tamamen zengin turistlere teslim etmiş durumdalar. Her türlü tatmini, ücret karşılığında talepçisine sunan merkezler olmuşlar. Özellikle Pattaya’da, sanatçılarının tamamı, kadınlaştırılmış erkeklerden oluşan gösteriler, gazinolar, lokantalar, kulüpler fazla miktarda mevcut ve o nisbette de talepçisi, müşterisi var.. Seyahatin sonuna doğru tempo yavaşladı ve sohbet için daha fazla zaman teşekkül etmeye başladı. Son durak Kuala Lumpur’da, şehre ayak basmadan, bu Müslüman ülkenin ramazan âdetlerini anlattılar. Malezyalıların iftar ziyareti vermek gibi bir âdetleri yokmuş. Ramazan ayı boyunca dışarıda, ortalıkta az görünürler, orucu evlerinde aile efradıyla yaşarlarmış. Sonrasında ise, yani bayram ve ertesinde, bazan günlerce devam eden birbirlerine yemek ikramı başlar ve sürüp gidermiş. Bazan bir ayı bulurmuş bu şölen ve ikram mevsimi. Böyle anlattılar. Çoğunluk sokakta doyuruyor karnını. Seyyar tezgâhlar pratik, ucuz ve lezzetli. Eğer temizlik konusunda fazla hassasiyetiniz yoksa, tamamen tuza bulanmış koca bir okyanus balığını kağıt tabağa koyup, küçük bir ücret karşılığında, bir kenarda, sokakta, karnınızı doyurabiliyorsunuz. Bizim Eminönü balıkçılarının benzeri. Herkese farklı bilgiler veriliyor Türkiye’de. Uzakdoğu denilince sâdece böcek, yılan, maymun, kaplumbağa, kedi, köpek vs. gibi

şeyleri yol üstü tezgâhlarda görürsünüz ve onları iştahla yiyenlere rastlarsınız diye. Böyle bir şey yok. varsa bile onları herhalde yıldızlı lüks lokantalar, özel siparişler üzerine hazırlıyormuş. Bizim seyahat plânlamamızda Kuala Lumpur’un (yani fakir ve eşi için) ayrı anlamı ve programı vardı. Cuma günüydü, hava sıcaktı ve rutubet öyle noktadaydı ki, havayı avuçlayıp sıksanız bir avuç suyunuz oluyordu. Elimizdeki şehir haritası düzgün tanzim edilmişti. En yakın camiyi işaretledik ve yürüdük. Gölgeleri takibederek, yanılmadan yürüdük. Trafik düzgün, kalabalık dikkatliydi. Yol uzundu. Fakat Sultan Abdüsselâm Camisi’nin önündeki sebilde limonata sunuluyordu ve ücretsizdi. Başındaki bekçi yalvarır gibi size sunuyor ve ikramı karşısında dualar derliyordu. Her zaman böyleymiş. Büyük birçok fıçıda serinletilmiş limonatayı cemaat doyuncaya kadar içebiliyordu. Ulu Cami plan şemasına sahip cami, uzunlamasına, yani uzun kenarında mihrabı olan bir mimarî düzendeydi. Tek katlıydı ve bütün nisbetler insan ölçüsünde tutulmuştu. Dekorasyon olabildiğince sâde, fakat o nisbette de etkileyiciydi. Kapalı bölümün böyle küçük tutulmasına rağmen, gölgelendirilmiş açık havada namaz bölümleri, bir namazgâh düşüncesiyle tanzim edilmişti. Ulu Cami plan düzeni uzunlamasına geliştirilir. Yani saflar uzunlamasına düzenlenir. İlk safların bereketinden daha çok mümin istifâde etsin diye. Ecdat böyle düşünmüş. Burada da aynı düşünce hakimdi. Hoca, hususi kisvesi içindeydi. Ve alçak kürsüsünü, kıble duvarının dibine değil, cemaatin ortasına kurdurmuştu. Namaz vakti gelince onu kenara çektiklerinde 17


kendi dillerindeydi. Hutbenin sonunda “Allah indinde tek dinin İslâm” olduğunu beyan etti ve indi. Ve mihraba geçip uzun kıratlarla farzı kıldırdı. Cemaatin sayısı ve namaza nisbeti heyecan vericiydi. Sonra tebrikleşmeler oldu ve herkes işine-gücüne döndü. “Çamurlu Kavşak”ta unutulmaz bir Cuma vaktiydi.

kürsünün taşınabilir olduğunu anladık. İmam, senaryosunu kendinin hazırlayıp sunumunu kendisinin yaptığı bir vaaz irâd ediyordu. Elbette kendi dilinde konuşuyordu. Fakat, gerçekten, cemaati heyecana sevkeden, fevkalâde tabiî bir hal içre idi. Bazan gülüyor (gülümsemeden daha fazla), bazan kızıyor, bağırıyor (Allah’u âlem) cemaatini ikaz ediyordu. Cemaatin çoğunluğunu gençler teşkil etmişti. Yaşlılar kürsüye yakındı. Özel takke benzeri bir başlık yoktu başlarında, fakat sokakta da giydikleri kalpağa benzeyen, biraz fesi de andıran, onların her zaman kullandıkları başlıkları başlarındaydı ve secdeye mani değildi. Vaaz, namaz vaktine kadar devam etti. Cemaat fevkalâde dikkatli ve heyecanlıydı. Vaiz gülünce onlar da gülüyordu. Sesini yükseltince, başlarını öne eğip suçlu çocuğun tavrını alıyorlardı. Birbirlerine karşı hürmetkârdılar. Havalandırma kusursuz çalışıyordu. Vaizin konuşması esnasında el-kol hareketleri, bazan ayağa kalkışı, bazan ağlayışı ve sesini konuşmanın gidişatına göre ayarlaması şaşırtıcıydı ve Müslümanlar bu konuşmadan râzı idiler, görünüş buydu. Namaz vaktine yakın, genç bir adamın kolunda, gözlüklerinden âmâ olduğu anlaşılan bir hâfız, mihrabın yakınına getirildi ve orada dinlendirildi. Sonra işaret geldi. Yani caminin saati namaz vaktini küçük bir çınlamayla bildirdi. Âmâ hâfız milleti sünnete dâvet etti. Sünnet sonrası okuduğu salat’ı şerifelerden sonra ayağa kalktı ve dahili ezanı okudu. Kendi âdetleri gereğince, abartısız, asla teganniye kaçmayan bir tavırla vazifesini yaptı ve oturdu. Mimberdeki hoca, vaaz eden hocaydı. Allah’u âlem, vaaz esnasındaki konuya devam etti. Çünkü okuduğu âyetler yine aynı mealde olan surelerden seçilmişti. Uzun bir hutbeydi. Yine sayı//48// temmuz 18

Benim aziz biraderim ve adaşım (Kâmil Berse) lûtfetti ve Kuala Lumpur’daki Büyükelçimizden ve onun muhterem babasından bizim için bir görüşme sağladı. Bu görüşme de yaşadığımız çok önemli bir hâdiseydi. Büyükelçimiz Merve Kavakçı hanımefendiyi Türkiye çok öncelerden tanımaktaydı. Milletvekili seçildiği halde, sâdece başı örtülü olduğu için bu hakkı gaspedilen, sessiz, sâkin bir genç hanımdı, o zamanki verdiği izlenim böyleydi. Biz de öyle bildik ve gördük. Fakat (eskilerin tabiriyle) yüzyüze (rû-be rû) yani daha yakın plandan tanıyınca meselenin derinliğini fark ettik. Bu Müslüman ülkede gerçekten düzgün ve lâyıkıyle temsil edildiğimizi, biraz da mahcup olarak tesbit etmiş olduk. Mahcubiyetimiz bu tanışmanın neden bu kadar geç olduğu üzerineydi. Bu genç Büyükelçi, Müslüman bir Türk hanımının, diplomaside de hangi mertebede bir çizgi yakalayabileceğini gösteren mükemmel bir örnektir. Samimi sohbetlerinde bile konuşma esnasında seçtiği kelimeler ve kurduğu cümlelerden itibaren, yabancı misyon şefleriyle görüşürken gösterdiği dirâyet ve seviyeden, gerçekten tarifsiz hazlar duyduk. Makam aracıyla birlikte yaptığımız kısa seyahat ve bu esnada şahit olduğumuz diyaloglar, bu fakîr ve eşinin unutamayacağı hatıraları arasına kaydedildi. Mükemmel yetişmiş, yetiştirilmiş, bizim düşüncelerimizde boyut kazanmış bir diplomatla böyle tanıştık. Ve Yusuf Ziya hocamız. Bu muhterem zat, kırk yıldır tanışan ve kırk yıldır görüşemeyen dostların sıcaklığı içinde, huzurunda bizi karşıladı, ağırladı ve sohbetine dahil etti. Bu arada Kâmil Bey kardeşimizin ve Nazif Gürdoğan hocamızın şahsında bütün “Dersaadet”lilere muhabbetlerini ve selâmlarını torbamıza ve gönlümüze doldurarak, yani azığımızla yolcu etti bizleri. Mevlâ daim vâr etsin onları…


AİRE, işlerden elini eteğini çekince VE’ye bir haller oldu. Kalabalıklardan tenhalara çevirdi yüzünü evvelâ… …akabinde, kendini dinlemenin hazzına vardı.

VESAİRE’NİN VE’Sİ Aralanan o kapıdan içeriye attığı adımla mesafe alabildiğini fark ettiğinde VE’nin kalbi daha hızlı atar oldu. İbrahim BAŞER

Öyle ya, anlatanla dinleyen aynı kişi olunca; gereksiz girizgâhlar, lâf kesmeler, yanlış anlamalar, merâmını tam ifade edememeler, kızmalar, küsmeler bir anda gereksiz hâle gelivermiş... …uzun konuşmaların yerine kısa, kırık cümleler derdini anlatmaya yeter olmuş, hatta tek kelimeyle tadına doyulmaz sohbetlere kapı aralanmıştı. Aralanan o kapıdan içeriye attığı adımla mesafe alabildiğini fark ettiğinde VE’nin kalbi daha hızlı atar oldu. “Bu keyfin, bu hazzın, bu nimetin” haberini diğerleri de duymalı deyip VE’den önceki kendine VE’den sonraki başkalarını ekleme gayretkeşliğine düştü bir an… …cümleleri uzamaya başladı ‘ve’ deyip ekledikçe. Tenhalığın hazzını, tenha sohbetlerin tadını, açıldıkça mesafe aldıran kapıları daha çok kişiye anlatma gayretinin, üç vakit sonra hissetme safiyetinden anlatma çığırtkanlığına, söyleme şehvetine döndüğünü fark etti… …neden sonra SAİRE’den kopardığı VE’sini; öncesi ile sonrasını eklemekte kullandıkça iç sesi gürültüye gitti! Tek kelimelik sohbetleri, fark edişleri; uzun lâf labirentlerinde değersizleşip kayboldu. VE’nin faziletlerinin aslında içe seslenmekten kaynaklandığını; bunu dillendirip, dinleyici aradıkça SAİRE’nin girdabında yeniden ve yeniden vesairelere dönüşmenin değişmez kaide olduğunu fark etti… …fark etti ki; VE’nin tadını söyleyen VE kalabilemez, vesaireden başka menzile varabilemez... …söyleyen bilmez ve bilen söylemezmiş. 19


LÇİ HANI

ÇEMBERLİTAŞ’TAKİ

YAPILAR VE İNSANLAR-iki-

İşte Elçi Han, İstanbul’da yabancı elçilerin ikametine ayrılan, günümüze ulaşmamış XV. yüzyıl hanıdır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde, Sultan Bayezid’in tuğrasını taşıyan ve Edirne’den 916 (1510-11) yılında yazılan bir fermanda, “Vezîriâzam Ali Paşa’nın... kendinin camii kurbünde vâki olan mülk evini kervansaray etmek isteyip...” kaydı bulunmaktadır. Mehmet Kâmil BERSE

Gençliğimizde, Beyazıd ile Cağaloğlu aksı kültür ve sanat birikimlerimizi heybemize koyduğumuz güzergahtı… O yıllarda gittiğimiz sinemalardan ikisi Çemberlitaş’ta bir iş merkezinin içinde bulunan İpek ve Şafak sinemalarıydı.. Haftada en az bir günümüz bu sinemalarda geçerdi.. alt katı alış veriş mağazaları olan dev bir bina..Bugünde halen ayakta ve faal , gerçi bizim gençliğimizdeki sinemalar artık küçülmüş cep sinemaları oluvermiş..Buranın geçmişini okuduklarımdan öğrendim, bu alanda tarihi çok önemli bir yapı varmış ELÇİ HANI derler önemli bir han o yıllarda Han adı verilen bu tür yapılar aslında bugünün otelleri gibi çalışırlarmış.. Bölge bir payitaht merkezi olduğundan Devlet merkezine ve resmi yapılara yakın yerlerdeki hanlar yani otellerde Önemli tüccarların ve yabancı konukların konakladıkları yerlerden olmuşlar.. İşte Elçi Han, İstanbul’da yabancı elçilerin ikametine ayrılan, günümüze ulaşmamış XV. yüzyıl hanıdır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde, Sultan Bayezid’in tuğrasını taşıyan ve Edirne’den 916 (1510-11) yılında yazılan bir fermanda, “Vezîriâzam Ali Paşa’nın... kendinin camii kurbünde vâki olan mülk evini kervansaray etmek isteyip...” kaydı bulunmaktadır. Arkasından da, “... ve buyurdum ki pâşâ-yi mümâileyh zikrolunan mülk evini kervansaray edip diler ise sata ve ister ise bağışlaya ve diler ise vakfeyleye, bi’l-cümle ne vechile ister ise mâlikâne mutasarrıf ola” (TSMA, nr. 4659) cümleleri bulunmaktadır. Fermanda ayrıca hânedandan, vezirlerden hiçbir kişinin bu kararı bozamayacağı da belirtilmiştir. Böylece Elçi Hanı denilen kervansarayın İstanbul, Edirne, Yassıören, Çatalca ve Yanbolu’da (Bulgaristan) pek çok hayrat ve evkafı olan Atik Ali Paşa tarafından 1510-1511 tarihine doğru inşa ettirildiği anlaşılmaktadır. Ali Paşa 907909 (1501-1503) ve 912-917 (1506-1511) yılları arasında iki defa sadrazam olmuş, 917 yazında Karabıyıkoğlu Hasan’a karşı yapılan Gökçay çarpışmasında şehid düşmüştür. Atik Ali Paşa Elçi Hanı’nı, 1509 yılı zelzelesinde büyük ölçüde hasar gören konağının yerinde, camiinin karşısında ve medresesinin yanında, hayratına gelir getirecek bir kervansaray olarak yaptırmayı düşünmüş olabilir. Hanın yapım izni 916 Muharreminde çıktığına göre Ali Paşa şehid düştüğünde inşaat bitmese bile

sayı//48// temmuz 20


hayli ilerlemiş olmalıydı. Bu handa 1553-1555 yıllarında kalan Hans Dernschwam, hanın kurucusunun İranlılar’a karşı bir çarpışmada öldüğünü yazmak suretiyle bu bilgiyi destekler. Karabıyıkoğlu Hasan bir Şiî olduğu için Alman seyyahı onu İranlı olarak kabul etmiştir. XVI. yüzyıldan itibaren İstanbul’a gelen birçok yabancı elçi bu hanı gördüğü gibi bir kısmı da burada ikamet etmiştir. Albili Pierre Gylli (Cyllius), 1544 - 1547 yılları arasında İstanbul’da bulunduğunda handa yabancıların kaldığını yazar. Hans Dernschwam, bir elçilik heyetiyle birlikte 1553 - 1555 yıllarında Anadolu’ya yaptığı seyahat sırasında geldiği İstanbul’da burada oturduğu için hayli ayrıntılı bilgi verir. Ona göre hanın bulunduğu yerde elli yıl öncesine kadar güzel bir kilise varmış; ancak Ali Paşa onun yerinde temelden itibaren bu binayı hayratına vakıf olarak inşa ettirmiştir. Dernschwam, 1539 yılı Aralık ayında Valpovo’da yenilen Katzian kuvvetlerinden 6000’den fazla esirin burada barındırıldığını bildirir. Bu esirler hanın duvarlarına işaretler, salibler ve harfler çizmişlerdir. Aynı seyyahın, hanın ahırında görüp kopya ettiği kitâbe ise önemli bir tarih belgesidir. Kitâbenin metni şu şekilde çevrilebilir: “... 1515 yılında bunu yazdılar. Kral Laslo’nun beş elçisini burada beklettiler. Bilâyi Barlabaş iki yıl burada kaldı... Hükümdar Kedeyi Se’kel Tamaş bunu yazdı, Hükümdar Selim Bey buraya (onu) yüz at ile koydurdu”. Bilâyi Barlabaş (Bilâyli Barnabas), Macar Kralı Ulasko tarafından elçi olarak II. Bayezid’e gönderilmiş, fakat İstanbul’a vardığında Osmanlı Devleti’nin başında Yavuz Sultan Selim’i bulmuştur. Selim bu heyeti bir süre kervansarayda tutmuş, arkasından da bütün seferlerinde yanında dolaştırdıktan sonra ancak 1519’da geri dönmelerine izin vermiştir. Han yıktırılırken kaybolan bu kitâbe, hanın Yavuz Sultan Selim’in 1512 Nisanında tahta çıkışı sırasında içinde oturulabilir durumda olduğuna işaret eder. Böylece Elçi Hanı’nın 1509-1512 yılları arasında yapıldığı kesinlikle söylenebilir. Elçi Han ile ilgili bilgilerimiz Rahmetli Semavi Eyice hocanın yazdıkları ve anlattıklarından sağlam bilgilerdir… Elçi Hanı’nda çok sayıda Orta Avrupa elçisi kalmıştır. Bunlardan seyahatnâme ve hâtıralarını yazanların kitaplarında bu han veya kervansaraya dair oldukça etraflı bilgi bulunur. Flaman asıllı elçi Busbeke, 15551562 yılları arasında İstanbul’da bulunduğu sırada bu handa yaşamıştır. Hanın Marmara’ya

bakan arka tarafındaki pencerelerinden deniz görünmekteyse de bunlar demir parmaklıklı ve tahta kepenklerle kapatılmıştır. Bina tam bir kare şeklindedir. Ortada büyük bir avlu ile bir kuyu bulunur. İkamet yalnız üst kattadır. Arkadaki odaların önlerini fırdolayı bir revak çevirir. Odaların hepsi manastır hücreleri gibi eşit biçimde ve küçüktür. Bina iç kemerler üzerine kurulmuş ve üstü kurşun kaplanmıştır. “Birçok bakımdan çok rahattır, fakat birçok da mahzuru vardır. Burada her şey zaruri ihtiyaçları temin için yapılmış, keyif ve zarafet hiç düşünülmemiştir. Güzelliği yahut yeniliği ile gözü çekecek hiçbir şeye tesadüf edemezsiniz” diyen Busbeke, binanın başlıca mahzuru olarak içinde bol rastlanan haşerat ile gelincik, yılan, kertenkele, akrep gibi bazı zararlı hayvanları sayar. Elçi Hanı’nın mimarisine dair en ayrıntılı bilgiyi ise Hans Dernschwam verir. Onun yazdığına göre, dört tarafı açık olan hanın duvarları 1,5 Viyana arşını kalınlığında ve 6 lachter (12 m. kadar) yüksekliğindedir. Ortada, her bir kenarı 50 adım (yaklaşık 37,50 m.) uzunluğunda bir iç avlu vardır. Dışarıdan avluya, yüklü birer arabanın geçebileceği kadar yüksek ve geniş üç kapıdan girilir. Alt katta ahırlar vardır. Buranın dışarıya penceresi olmayıp avluya açılan mazgallardan hava ve ışık alır. Ahırların ortasında altı kalın paye tuğladan yapılmış yedi tonozu taşır. Giriş dehlizinde sağlı sollu yirmi bir basamaklı iki merdiven yukarı çıkışı sağlar. Her basamak sekiz ayak genişliğindedir. Sokaktan avluya kadar binanın derinliği otuz bir adım, galerinin her kenarı kırk sekiz adım, böylece çepeçevre 192 adımdır. Galeride revak pâyeleri dibinde dokuz ayak eninde ve 11/4 ayak yüksekliğinde, üzerinde yazın yatmaya ve oturmaya mahsus bir set bulunur. Birbirinden on iki ayak aralıklı, yirmi iki adet (1 1/2 x 1 1/4 Viyana arşını ölçüsünde) kareye yakın pâye avluyu çevreler. Bunların üzerlerine her cephede altı kemer atılmıştır ki toplamı yirmi dört kemer yapar. Bu pâyeler gerideki duvarlara yedi (toplam yirmi sekiz) kuvvetli kemerle bağlanmış, aralarına üç parmak kalınlığında demir gergiler konmuştur. Revaklarda meydana gelen bölümler, kurşun kaplı yirmi sekiz kubbe ile örtülmüştür. Bu revağın gerisinde dört tarafta kırk iki hücre sıralanır. Bunların her biri on altı ayak eninde ve boyunda olup içlerinde birer ocak vardır. Zeminleri tuğla döşelidir ve biri revağa, diğeri dışarıya açılan ikişer pencereleri bulunur. Dışarıya bakan pencerelerin demir 21


23 Temmuz 1587 günü çıkan bir yangında bütün Çemberlitaş çevresi kül olmuş, hanın kubbelerindeki kurşunlar da eriyerek akmış, bina ise bu ateşin ortasında kale gibi kalmıştır.

parmaklık ve tahta kepenkleri vardır. Revaktan ışık alan pencereler ise kepenksizdir. Bunların hiçbirinde cam yoktur; kapı kanatlan ise ahşaptır. Hanın üstü kubbelidir. Cadde üzerindeki cephede kapının iki yanında, kurşun kaplı 3 lachter (6 m.) genişliğinde bir saçağın koruduğu on dükkân bulunur. Dernschwam’a göre hanın içinde mutfak yoktur. Graf Sinzendorff’un elçilik heyetiyle 1578 yılı Ocak ayı başlarında İstanbul’a gelen elçilik papazı Salomon Schweigger, binayı hemen hemen aynı şekilde tarif ederek isten kararmış duvarlardan, yakacak odunun azlığından ve haşerelerden şikâyet eder. Kitabında hanın çok basit, fakat yeteri kadar bilgi veren bir de krokisini vermiştir. Schweigger, hanın bir köşesine elçi David Ungnad’ın kendi parasıyla bir oda yaptırdığını söyler. Kapılarda bir çavuş ile yasakçı denilen dört yeniçeri nöbetçi vardır. Elçi, her yıl değişen yasakçılara yılda 50 duka ile bir elbise vermektedir. Sürekli olarak buradan mesul çavuşa ise yılda 100 duka ve ayrıca hediyeler verilmesi usuldendi. Elçi David Ungnad’ın maiyetinde 1574 - 1578 yılları arasında İstanbul’da yaşayan Stephan Gerlach, burada âdeta hapis hayatı yaşayan elçilik mensuplarının iaşelerinin Osmanlı Devleti’nce karşılandığını belirtir ve listesini de tam olarak verir. İstanbul’da 1573-1589 yılları arasında bulunan Königsberg’li Reinhold Lubenau, Rumlar’dan kaynaklanan bir söylentiye göre hanın alt katındaki ahırların aslında Aziz Ioannes manastırının hücreleri olduğu yolundaki rivayeti tekrarlar. Handa üç hücre elçiye tahsis edilmişti; tercümanların da birer odaları vardı. Diğer bir odada bir Türk hoca, elçilik hizmetlilerine günde iki saat Türkçe okuma yazma dersi veriyordu. Öteki hücreler berber, eczacı, terzi, cizvit papazı, boyacı (ressam ?) ve kuyumcuya tahsis edilmişti. İki hücre içki yeri, bir tanesi yemekhane olarak, üçü hediyeleri getiren Nuntius’a ayrılmış, ikisi kançılarya olmuş, bir tanesi de kâhyaya verilmişti. İçki yerinin yanındaki hücre ise bir şapel (ibadet yeri) haline getirilmişti. Diğer hücrelerde elçilik maiyeti ikişer, üçer hatta dörder kişi olarak kalıyordu. Galerinin bir kısmını kapatıp çepeçevre duvarları resimler ve yazılarla süslenmiş büyük bir yemek salonu haline getirten elçi Ungnad, buraya küçük bir org ile bir de piyano koydurmuştu. Fakat 23 Temmuz 1587 günü çıkan bir yangında bütün Çemberlitaş çevresi kül olmuş, hanın kubbelerindeki kurşunlar

sayı//48// temmuz 22

da eriyerek akmış, bina ise bu ateşin ortasında kale gibi kalmıştır. 1585-1587 yıllarında esir olarak İstanbul’da bulunan Bretten’li Michael Heberer, hıristiyan elçilerden Fransız, İngiliz ve Venedik temsilcilerinin Galata’nın dışında yaşamalarına karşılık Alman elçisinin şehrin içinde hiç de rahat sayılamayacak şartlar altında ikamete mecbur tutulduğunu yazar. Osmanlı Devleti, o sıralarda en fazla münasebeti olduğu Orta Avrupa elçilerini bu handa hem bir bakıma rehin tutuyor, hem de tecrit ederek casusluk yapmalarını, esirleri kaçırmaya kalkışmalarını ve şüpheli birtakım temaslar kurmalarını önlüyordu. Elçi Hanı, XVII. yüzyıl başlarına kadar elçilere barınak olmaya devam etmişse de İstanbul’a gelen (1677 - 1678) Leh temsilcisi Jan Gninski burayı beğenmediğine, bu yüzden de kendisinin Panayoti’nin konağına yerleştirildiğine göre artık hanın elçilerin barındığı bir yer olmaktan yavaş yavaş çıktığı anlaşılmaktadır. Nitekim Sultan İbrâhim zamanında Sâlih Paşa’nın sadâreti sırasında 1056’dan (1646) itibaren elçilerin karşı yakada yani Galata’da kalmaları kararlaştırılmıştır. Naîmâ’nın yazdığına göre (Târih, IV, 356), 1058’de (1648) Galata Sarayı acemi oğlanları isyan ederek Elçi Hanı’nı işgal etmişler, yine Naîmâ’ya göre (a.g.e., VI, 257) 1067’de (165657) İstanbul’a ulûfe almak üzere gelen kapıkulu sipahileri, Atmeydanı Hanı ve Elçi Hanı’nı işgal ederek buralara yerleşmişler, fakat az sonra bu binalardan çıkarılmışlardır. Anlaşıldığına göre bu yıllarda Elçi Hanı artık eski önemini kaybetmiştir. 1070’te (1660) Ayazma Kapısı dışından başlayan yangın üç gün sürmüş ve tekrar Elçi Hanı’ndan geçerek tahribat yapmıştır. Hanın XVIII. yüzyılda bir süre, Osmanlı Devleti’ne bağlı Eflâk, Boğdan, Ragusa vb. eyaletler halkına mahsus olduğu ileri sürülmüsse de herhalde Eflâk, Boğdan voyvodaları burada oturmuyorlardı. Çünkü her ikisinin de Karagümrük ile Haliç arasındaki yamaçta geniş bahçeler içinde mükellef sarayları vardı. Elçi Hanı’nın, İstanbul’da çok büyük tahribat yapan ve Atik Ali Paşa Camii’ne de zarar veren 1766 yılı zelzelesinde harap olduğu, hatta kısmen yıkıldığı da tahmin edilmektedir. ELÇİ HANI, TATAR POSTALARIN HANI TATÂRÂN OCAĞI

J. von Hammer’in yazdığına göre XIX. yüzyıl başlarında Elçi Hanı artık Tatar Hanı olmuş ve posta tatarlarına barınak yapılmıştır. Şekip


Eskin posta tarihi hakkındaki eserinde, Sultan I. Abdülhamid devrinde (1774 - 1789) Tatârân Ocağı’nın kurulduğunu ve bir fermanla Elçi Hanı’nın Tatârân Ocağı’na verildiğini kaydetmektedir. 1830’a doğru İstanbul’da bulunan R. Walsh, “Tavukpazarı denilen yerdeki, bir vakitler Avrupalı elçilere, bu arada Busbeke’ye tahsis olunan bu hanın artık dar, kasvetli ve pis bir harabe” durumunda olduğunu bildirir. Kitabı 1855’te yayımlanan L. Enault, bu harap hanın yıkıntıları arasında fakir kervancıların develerini barındırdıklarını yazar. Elçi Hanı, 27 Rebîülâhir 1282de (19 Eylül 1865) çıkarak on dokuz saat süren Hocapaşa yangınında bir daha harap olmuş ve uzun süre perişan bir yıkıntı durumunda kalmıştır. W. J. J. Spry adındaki bir İngiliz, büyük yangından beri Çemberlitaş çevresinin harabe halinde olduğunu, burada yer yer yeni binalar yükseldiğini ve aynı yerde pitoresk bir harabenin durduğuna işaret eder: “Elçi Hanı harabesi, sarmaşıklar ve çatlamış taşlar, duvarlar arasına kök salan incir ağaçları ile kaplı, muhteşem kemerleri yeşil otlar ve çalılarla sarılı olarak henüz durur”. Bu satırlardan da Elçi Hanı’nın bu yangından önce kısmen yıkılmış olduğu anlaşılır. İngiliz Kırım şapeli rahibi C. G. Curtis. 1876’da hanın o sıralardaki durumunu gösteren iki resmini çizmiştir. Bunlarda hanın, cadde ve Beyazıt tarafındaki iki cephesinin yıkık olduğu görülür. Ali Emîri’nin yazdığına göre aynı yerde bir kütüphane yapılması 1287’de (1870) kararlaştırılmıştı. Ancak, projesi Staye adında bir yabancı mimara çizdirilen ve halktan toplanacak paralarla 20.000 altına çıkacağı anlaşılan bu kütüphane yapılamamıştır. Elçi Hanı bir müddet sonra II. Abdülhamid’in serkarîni Osman Bey’in mülkiyetine geçirilmiş, o da 1880’de (veya 1883) hanın kalıntısını tamamen yıktırarak yerine Matbaa-i Osmâniyye denilen büyük binayı inşa ettirmiştir. “Matbaacı” lakabıyla tanınan Osman Bey’in bu davranışı pek hoş karşılanmamış ve 1890’da ölümü dolayısıyla aleyhine yayınlar yapılırken bu tarihî eseri mülkiyetine geçirip yok edişi de kınanmıştır. Matbacı Osmanbey’in( Şişli deki Osmanbey semti bu şahsın evinin bulunduğu mekan olduğundan Osmanbey semti adı verilmiş.) bu yeri Sultan II.Abdülhamid’in isteği ile Darüşşafaka cemiyetine bağışladığı biliniyor.. Bugün bu bina Darüşşafaka Cemiyetine aittir.. Elçi Hanı hakkında mimari bakımdan bir araştırma 1910’da Cornelius Gurlitt tarafından

yapılmış, 1918’de de F. Luttor bir makale yayımlamıştır. Hanın yerinde inşa edilen Matbaa-i Osmâniyye bir ara Çemberlitaş Sineması adıyla sinema olmuş, nihayet o da 1965’te yıktırılarak yerine şimdiki iş hanı yapılmıştır. Bu sırada açılan çok derin temel çukurunda Bizans devrine ait duvarlarla kemer, tonoz kalıntıları, daha derinde de antik Byzantion şehrinin mezarlığına ait mezar stelleri bulunmuştur. Elçi Hanı’nın en eski resimleri S. Schweigger’in (ö. 1622) seyahatnâmesinde görülür. Bunlardan birinde, ortasında kuyusu ile iç avlu etrafındaki iki katlı han odaları tasvir edilmiştir. Üst katın sol tarafındaki revaklardan ikisinin arasının camekânla kapatılmış olduğu görülür. Hanı dışarıdan ve içeriden iki ayrı yönden tasvir eden üç değerli resim Avusturya Millî Kütüphanesi’nde bulunmaktadır (cod. 8615). Bunlarda tarihî bina bütün ayrıntıları ile mükemmel şekilde görülmektedir. Gurlitt’in, aslının nerede olduğunu belirtmeksizin yayımladığı resim daha iyi fakat belki daha az doğrudur. Curtis’in 1876’da çizdiği resim, Elçi Hanı’nı harap ve yarı yıkık durumda tasvir eder. Bu krokiden K. Kos tarafından kopya edilerek yeniden çizilen resim ise Curtis’inkinin tekrarından başka birşey değildir. Hanın herhalde 1855’lerde çekilmiş fotoğrafları da olmalıdır; bunlar şimdiye kadar ele geçmemiştir. Büyükelçi Hulusi Fuat Togay’a (ö. 1967) ait bir tabloda da (şimdi İstanbul Üniversitesi’nde) Elçi Hanı avlusunda düzenlenen kalabalık bir tören tasvir edilmiştir.1970’te Elçi Hanı’na dair neşredilen makalede, hanın alt (ahırlar) ve üst katlarının planları ile cephesi ve üstten rölövesi Ara Altun tarafından çizilerek yayımlanmıştır. Osmanlı dönemi Türk tarihinde ve ayrıca İstanbul şehir tarihinde büyük bir yeri olan Elçi Hanı, 150 yıldan beri “imar” adı altında bu şehirde yapılan yanlışlıkların kurbanlarından biridir. Onun yok olması ile, şehrin en eski Türk eserlerinden biri olan Atik Ali Paşa Külliyesi de çevresinden bir elemanının eksilmesiyle güdük kalmıştır. Çemberlitaş Köklü tarihin her devrine ait olan, yaşayan veya hatıraları anlatılan eserleriyle yaşamaya devam edecektir…Elçi handan sonra anlatacağımız tarihi bina şükür ki bugüne ulaşan bir yapı… Hatıraları yaşayanları, yaşatanları ve birazda yarım asırdan fazla ayağımızı sürdüğümüz bir mekanı anlatacağım..Vezir Han’ı…. Kaynakça:

*Semavi Eyice * TDVA. *Yılmaz Öztuna. *S.Yalçın.

23


YİTİK COĞRAFYADAN;

KIRIM VE BAHÇESARAY Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubad zamanında (1220-1237) Hüsâmeddin Çoban idaresindeki kuvvetler Kırım’ın en önemli ticaret şehri olan Suğdak’ı ele geçirdi. Böylece Kırım’ın Anadolu ile irtibatı daha da sıkı hale geldi. Burada Anadolu’dan gelmiş pek çok tâcir bulunmaktaydı. Hüseyin YÜRÜK

OĞRAFYA VE TARİHÇE:

Kırım Karadeniz’in kuzeyinde tarihî bir yarımada ve Ukrayna’ya bağlı özerk cumhuriyet olup Batı ve güneyden Karadeniz, doğu ve kuzeyden Azak deniziyle çevrili, 9 km. genişliğinde 20 km. uzunluğundaki bir berzahla karaya bağlanan Kırım yarımadası 26.140 km� genişliğindedir. Bahçesaray, Akmescid, Karasubazar gibi eski Kırım şehirleri bu dağların kuzey eteklerinde ırmak havzalarında yer alır. Anadolu Selçuklu Hükümdarı I. Alâeddin Keykubad zamanında (1220-1237) Hüsâmeddin Çoban idaresindeki kuvvetler Kırım’ın en önemli ticaret şehri olan Suğdak’ı ele geçirdi.

sayı//48// temmuz 24

Böylece Kırım’ın Anadolu ile irtibatı daha da sıkı hale geldi. Burada Anadolu’dan gelmiş pek çok tâcir bulunmaktaydı.1239’da Kırım’da Altın Orda hâkimiyeti devri başladı. Bütün Kırım, sahildeki bazı şehirler hariç olmak üzere Altın Orda topraklarına dahil edildi. Muhtemelen bu dönemlerde Kırım’da yaşayanlar arasında İslâmiyet giderek yayıldı. Ticaret için Kırım’a gelen Memlük tüccarları eski Kırım’da (Solhat) bir cami (Sultan Baybars Camii) yaptırmış; bir diğer cami ise daha sonra Özbek Han adına inşa edilmişti. (DİA,2002:449) KIRIM’DA OSMANLI DÖNEMİ

1475’de Kefe’yi alıp kıyı boyunca eski Ceneviz kolonilerini ele geçirerek bu bölgede bir sancak kuran Osmanlılar’ın kontrolündeki kesimde bulunan şehir ve kasabalar zamanla gelişti, tarihî eserlerle donatıldı, buralar tipik bir Türkİslâm merkezi özelliği kazandı. Bu faaliyetlerde giderek Osmanlı tarzı ve tesiri önemli ölçüde hâkim oldu. Hanların yazın yaylaya çıktıkları Kırkyer-Salacık mevkii Bahçesaray adlı hanlık merkezinin nüvesini oluşturdu. Çürüksu vadisinde inşa edilen Han Sarayı Osmanlı tarzında yapılmıştı. Kırım veliahtları ise Orkapı mevkiinde bulunuyorlardı. Kırım hanlarının önceki merkezi eski Kırım’dı. Burası gelişmiş bir şehir durumunda olup Sultan Baybars Camii, Özbek Han Camii, Hacı Mehmed Camii, Hacı Ömer Camii yer alıyordu. Bahçesaray ve Salacık’ta da hanlar birçok eser inşa ettirmişlerdi. Bağlarıyla meşhur Akmescid kalgay sultanların oturduğu yerdi. Hanlığın batı kıyısındaki Gözleve önemli bir liman durumundaydı. Burada Mimar Sinan’a atfedilen Tatar Han Camii, Cuma Camii, Nûreddin Sultan Camii bulunuyordu. (DİA,2002:450) İlber Ortaylı’nın naklettiğine göre; Osmanlı Devleti, Rusya’yı yeterince önemsemediği için bu ülke ile ilişkilerini Kırım üzerinden yürütüyordu. Devlet-i Aliyye, Moskova Devleti’yle 1490’larda ilişki kurdu. Rusya’nın o zamanki savaş ve barış muhatabı Kırım Hanlığı idi. Bir mümtaz eyaletin hükümdarları olan yani yasal statüdeki Kırım Hanları dış ilişkiler kurabiliyorlardı. Moskova sefirleri de Kırım’ın merkezi sayılabilecek Akmescit’te mukimdi.1699 Karlofça Barışı’ndan sonra 1700 İstanbul Barışı’yla İstanbul’da bir elçilik kurdu. İlk büyükelçi, yazar Lev Tolstoy’un büyük büyük dedesidir. (Ortaylı,2013:86) Kırım’ın XVII. yüzyılın ikinci yarısındaki sosyal ve ekonomik yapısı hakkında da bilgi veren


Evliya Çelebi Tuzla, Ferahkirman, Gözleve, İnkerman, Balıklava, Mangub, Salacık, Bahçesaray, Akmescid, Karasu, Suğdak, eski Kırım, Kefe, Kerç gibi merkezlere dair geniş açıklamalar yapar. Ahmet Cevdet Paşa da ‘Tarihi Cevdet’ isimli eserinde Sultan Birinci Abdülhamid Dönemi’nde (1774-1789) Osmanlı Devletinin Kırım ile olan ilişkilerine yer verir. Bugünlerde Kırım bilginlerinden bir heyet gemiyle İstanbul’a gelerek Devleti Aliye’ye olan ubudiyetlerinden bahsetmişler ve Kırım'da serbestlikten vaz geçilerek Hanların devleti aliye tarafından tayin edilmesini, hutbenin ve sikkenin yine padişah adına olmasını ve Hanlığa 2. Sahip Giray Han’ın getirilmesini niyaz etmişlerdi. Bunun üzerine mihmandar ağaya emir verilerek bu misafirlere bir ev döşetilmiş günlük masrafları Devletçe temin olunmuştu. (Cevdet Paşa,1973:56-57) Gelen heyetle yapılan görüşmelerin ardından iki ülke arasında ilişkilerin şartları yeniden tesbit edilir. Tatar kavmi bir Han seçtiklerinde Müslüman Halifesi olması itibariyle Ali Osman Padişahı’na keyfiyet arz ve inha edilecek ve Halife de hiç geciktirmeksizin nişanı şerifi ve teşrifatını gönderecektir. Cuma ve Bayram namazlarında bilumum Kırım cami ve mescitlerinde hutbe Âli Osman Padişahı adına okunacak ve şeriat hükümlerini yürütecek kadılar Kırım ulemasından olacak ve İstanbul’da Kazasker Efendi tarafından şerî izinleri verilecektir. (Cevdet Paşa,1973:141) Kırım Hanlığı yönetimde yozlaşma ve bozulmanın başlaması ile birlikte bu ülkenin Osmanlı yönetiminden kopuş süreci de başlamış olur. Kırım hanlığının yeni rotası Rusya’dır. Ahmet Cevdet Paşa bu süreci şöyle anlatıyor:Kırım Hanı Şahingiray Rusların hiylelerile fesatlarının pek farkına varamayacak kadar saf olduğu gibi Frenk göreneklerine uyarak araba kullanmaya, çatal, biçakla yemek yemeye, herkesin gözü önünde içki içmeye de koyulmuştu.Öte yandan genç çocukları zorla askere alıyor, kaçanları, savsaklıyanları asıyor ve halkın kaldıramıyacağı ağır vergiler toplamaya kalkışıyordu.Şeriatın uygun bulmıyacağı, halkın da dayanamıyacağı böyle yersiz davranışlarından başka Rus İmparatoriçesi Katerina’dan uygun bir rütbe verilmesini istemesi de kendisinden daha çok nefret edilmesine sebep oluyordu. İmparatoriçe, onu Petersburg’daki bir alaya kumandan göstermiş, bu rütbeye mahsus bir kat elbise ile bir de şövalvelik nişanı göndermişti. Artık

kardeşleri de bu nefret edenler arasında idi. Halk, onların arkasına düşerek Şahingiray’ın sarayına saldırdı. Şahingiray da, çaresiz bir gemiye atlayıp Yenikale kıyılarına kaçtı. Kırım Halkı Bahadır Giray’ı Hanlığa seçtirdi. (Cevdet Paşa,1973:146:147) Yeni süreç Katerina için bulunmaz fırsattı. Devleti Aliye’yi ele geçirmek için kurduğu hülyanın gereğince torunlarından birine Konstantini ismini vermiş, kendisine Rumca öğretmen tayin etmiş ve İslâm memleketlerinden toplattığı Müslüman çocuklarını özel yurtlarda yetiştirmeğe başlamıştı. Torunu Konstantini İstanbul’un kapısı mesabesinde olan Kırım’a götürmek ve kendisi de Kırım krallığı tacını giymek niyetindeydi. Ruslar, o anlaşmada Kırım işinin Osmanlılarca uygun görülen bir çözüme kavuşmasını müsait karşılamışlar, kendi topraklarına katamayacakları Kırım’ı Osmanlı Devletinden kopararak istiklâline kavuşturmak ve o dayanıksız müstakil Devleti himaye etmeli derken ele geçirmek çaresini zamana bırakmayı daha uygun bulmuşlardı. İstedikleri de oluyordu.İşte Katerina fırsat bu fırsattır dedi, ordusunu Kırım'a gönderdi. Koca bir memleketi göz göre zapt etti, istilâ etti. (Cevdet Paşa,1973:149) KIRIM’IN RUS HAKİMİYETİNE GİRMESİ Küçük Kaynarca Antlaşması ile bağımsız olan Kırım Hanlığı’nı, 1783 Çarlık Rusya’sı kendi topraklarına katarak ortadan kaldırdı. Çarlık Rusya’sı döneminde çok belirgin bir baskı ve asimilayon yaşayan Kırım için asıl büyük felâket Sovyet Rusyası döneminde gerçekleştirildi. Stalin tarafından 11 Mayıs 1944’te imzalanan sürgün kararı gereği 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece Kızıl Ordu askerleri tarafından yataklarından kaldırılan Kırım Tatarları, hazırlanmaları için yalnızca 15-20 dakika zaman ve ancak ellerinde taşıyabilecekleri kadar eşya almalarına izin verilerek hayvan vagonlarına yüklendi. Pek çoğunda oturmaya yer kalmayacak derecede insanla doldurulan vagonlar dışarıdan mühürlendi ve en az üç-dört hafta sürecek olan yolculuğa çıkarıldı. Günlerce yiyecek ve su verilmeyen, cesetlerin dışarı çıkarılmasına müsaade edilmeyen ve hiçbir tıbbî yardımın söz konusu olmadığı bu ölüm yolculuğu sırasında açlık, susuzluk, hastalık, bitkinlik ve havasızlıktan binlerce insan hayatını kaybetti.

Hakan Kırımlı yaşanan bu büyük facia ve soykırımı şöyle anlatıyor: Sürgünden hiçbir 25


Kırım Tatarı istisna edilmedi. Dağlardan inen Kırım Tatar Sovyet partizanları ve Kızıl Ordu askerleriyle her rütbedeki Komünist Partisi mensupları dahi sürülenler arasındaydı. Kızıl Ordu saflarında cephede bulunan Kırım Tatar askerleri ise her şeyden habersiz savaşmaya devam ediyordu. Savaş biter bitmez Sovyetler Birliği kahramanı madalyasını alanlar dahil hepsi sürgün yerlerine gönderildi. Kırım’ın dil ve kültür itibariyle geniş ölçüde Tatarlaşmış azınlıklarından olan Rumlar, Ermeniler ve Bulgarlar da (toplam 20.000 kişi kadar) Haziran ve Temmuz 1944’te Kırım’dan sürüldüler.Kırım Tatarları’nı taşıyan vagonların hemen tamamı Orta Asya (özellikle Özbekistan), Urallar ve Sibirya’da boşaltıldı. Sürgün yerlerinde asgari yaşama ve barınma imkânları mevcut değildi. Ağır çalışma şartlarında ve her türlü temel ihtiyaçtan mahrum olarak bir çeşit toplama kampı rejimi içinde yaşamaları gerekiyordu. Sürgün yolculuğu esnasında ve bunu takip eden ilk birkaç yıl içinde sefalet şartları altında hayatını kaybeden Kırım Tatarları’nın sayısının 100.000 kişiden az olmadığı ve 18 Mayıs 1944’te sürülenlerin yarısına yakınının hayatını kaybettiği genel olarak kabul edilmektedir. Sürgünle birlikte, Kırım’da Kırım Tatarları’ndan kalan bütün mallar yağmalandıktan başka pek az istisna ile Kırım’ın Türk-İslâm geçmişine ait bütün tarihî binalar, âbide ve eserler yerle bir edildi. Hatta kısmen Han Sarayı’nın hazîresi dışında hiçbir yerde tek bir müslüman mezarlığı dahi bırakılmadı. Kırım Tatar Türkçesi’nde yazılmış her tür kitap ve yayın (bu dildeki Sovyet neşriyatı da dahil olmak üzere), Kırım’daki ve Sovyetler Birliği’ndeki diğer kütüphanelerden toplanarak imha edildi. Kırım’da, yalnızca özel sebeplerden dolayı Bahçesaray ve Canköy şehirlerinin isimleri hariç Türkçe isim taşıyan yüzlerce şehir, kasaba ve köyün adı tamamen Rusça olanlarla değiştirildi. 1944’ten 1980’lerin sonlarına kadar Sovyetler Birliği’nde fiilen “Kırım Tatar” sözünün kullanılması dahi yasaklandı. Ansiklopedilerden ve tarih kitaplarından Kırım Tatarları’na dair maddeler tamamen çıkarıldıktan başka iç pasaportlarda ve hatta nüfus sayımlarında bile bu ad zikredilmedi. Diğer bir ifadeyle Kırım Tatarları resmî literatürde âdeta geçmişte ve hâlihazırda mevcut olmayan bir halk haline getirildi. Kırım’da Kırım Tatarları’ndan boşalan yerlere 1944 yazından itibaren Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinden sayı//48// temmuz 26

getirilen Rus ve Ukraynalı nüfus iskân edildi. (Kırımlı,2002:463) 1988’den itibaren Kırım Tatarları büyük dalgalar halinde Kırım’a gitmeye başladılar. Dönenler yine mahallî idarenin engelleriyle karşılaşmalarına rağmen kesinlikle Kırım’dan çıkmadılar. Kırım Muhtar Cumhuriyetinin Ağustos 1991 darbesinden sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmaya başlaması ve nihayet 1991 sonunda tamamen ortadan kalkması ile Kırım artık bağımsız bir devlet olan Ukrayna’ya bağlı bir muhtar cumhuriyet haline geldi. BİR MEDENİYET MERKEZİ OLARAK KIRIM

Tarihî eserler bakımından zengin olan Kırım’da önemli âbideler vardır. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı tesiri altında cami, medrese, türbe, tekke, han, çeşme, köprü gibi binalar yapılmıştır. Eski Kırım’da Özbek Han Camii ve Medresesi, Sultan Baybars Camii, Bahçesaray’daki eski türbe Osmanlı öncesi eserlere örnektir. Bahçesaray’ın güneyinde Salacık mevkiinde Zincirli Medrese ve Kırım Hanlığı’nın kurucusu sayılan Hacı Giray’ın türbesi (1501) bugüne ulaşmıştır. Gözleve’deki Han Camii 959’da (1552) yapılmıştır ve Mimar Sinan’a atfedilir. Koleç Mescid, Karasu’daki Şor Camii, bir kervansaray ve hamam, Kefe’de Müftü Camii ve Tatar Han Camii, Kerç’te Beyazıt Camii, Mustafa Çelebi Camii Medresesi ve Hamamı, Bahçesaray’daki Han Sarayı XVI-XVII. yüzyıllara ait eserlerdir. (Kırımlı,2002:463) Kırım Türkleri 1944 yılının bir Mayıs sabahı Almanlar’la işbirliği yaptığı gerekçesiyle, Stalin’in emriyle, benzeri görülmemiş bir vahşet uygulanarak Sibirya ve Özbekistan'a sürülmelerinin ardından ülkede beş yüz kadar camiden geriye, yalnızca üç-dört tanesi kalıyor. Kırım Hanlığı’nın başkenti olan Bahçesaray’ı ünlü gezginlerimizden Prof. Dr. Orhan Kural şöyle anlatıyor: Tipik bir XVI. yüzyıl Türk kenti olan Bahçesaray'da 60 bin insan yaşıyor. Kent, Tatar- Türk mimarisinin önemli örneklerini içeriyor. Bir başka özelliği de, tarihi kimliğini en çok koruyan kentlerden biri oluşu.Kırım Hanı Giray'ın oğlu Mengli Giray'ın XVI. yüzyılında yaptırdığı Han Sarayı, dört hektarlık bir araziyle bugün de dimdik ayakta. İstanbul'da Topkapı Saray’ında yetişen Kırım Hanları, geri döndüklerinde kendi saray ve köşklerini de Topkapı Sarayı'na benzetmeye çalışmışlar. Böylece, Osmanlı yaşam tarzı, kültür mimarisi Kırım'da yayılmış.(Kural,2011:59)


(…..) Bahçesaray’da günümüze kadar ayakta kalmış, görmeye değer diğer bir eser de Tahtalı Cami. Yine Mengli Giray tarafından yaptırılan, İsmail Gaspıralı'nın eğitim ve irfan yuvası olarak kullandığı Zincirli Medrese ise bir başka tarihi yapı. Yapı iki bölümlü, 10 kubbeli, altı sütunlu bir Selçuklu Medresesi görünümünde. İçeri girenlerin bilime, bilgiye saygıyla baş eğmesini sağlamak için kapısına asılı zincirlerinden adını alan Zincirli Medrese, ne yazık ki bugün 150 kişinin barındığı bir akıl hastanesinin duvarları arasında kalmış. Büyük düşünür ve eğitimci İsmail Gaspıralı'nın mezarı ise 1945 yılında yıkılmış; ama yaşlılara sorularak yeri zorlukla tespit edilmiş ve koruma altına alınmış. (Kural,2011:60) Bahçesaray’ı görenlerden biri olan Prof. Dr. İlber Ortaylı şehirden şöyle bahsediyor: Bahçesaray, Han Saray’ın bulunduğu şehirdir ve Han Saray ise Topkapı Sarayı’nın küçük bir modelidir. Bahçesaray halkının yüzde 40’ı Kırım Türküdür ve diğer küçük unsurların da desteğini aldıkları için belediye onların elinde. (Ortaylı,2013:81) Ortaylı, Akmesit’i şöyle anlatıyor: Ara sıra gidip kokladığım bu şirin adada dolu dolu geçirdiğim bir gün… Katherina’nın Simferepol’ü yani Kırım Hanlığı’nın Akmescit’i çirkin yeni binalarla dolmuş. (Ortaylı,2013:81) Kırım Hanlığı’nın en önemli tarihi şehirlerinden biri olan Gözleve’yi Prof. Dr. Orhan Kural şöyle anlatıyor: Kırım'daki en önemli tarihi eserlerden biri de, 1552 yılında tamamlanan ve Mimar Sinan'ın eseri olan Cuma Camii. Kırım'ın batısında, Akmescit'e 70 km uzaklıkta bulunan Gözleve kentindeki bu cami, yakın zamanlara kadar 'Ateizm Müzesi' olarak kullanılıyormuş. Uzunca bir aradan sonra, 1990 yılının Kurban Bayramı'nda tekrar ibadete açıldı. (Kural,2011:60) Bahçesaray bir çok bakımdan kültürel canlılığın hüküm sürdüğü bir merkezdi aynı zamanda.1883 yılında yayımlanmaya başlanan Tercüman Gazetesi, yalnızca Kırım için değil, bütün Türk dünyası için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu. İstanbul Türkçesi ile çıkarılan bu gazete, o zamanlar Türk dili büyük oranda değişikliklere uğramadığı için hem Kazan’da, hem İstanbul’da, hem bütün Orta Asya Türk Cumhuriyetlerindeki şehir merkezlerinde rahatça okunup anlaşılabiliyordu. Son Dönem Kırım’ın şahitleri ülkeyi çeşitli yönleriyle ele alarak analiz ediyorlar.Ortaylı, ülkenin

mevcut kültür atmosferine şöyle dikkat çekiyor: Hiç kuşkusuz çarlar devrinden gelen kültürel altyapı kendini hissettiriyor. Rusların tiyatroları, okulları, kitabevleri ve kütüphaneleri var. Kırım tatar tiyatrosu da var. Hem sadece yerli tiyatro eserlerini değil, dünya edebiyatının tercümelerini de temsil ediyorlar. Müzik grupları, folklor grupları mevcut. (Ortaylı,2013:81) Ortaylı, ticari hareketliliği de gözlemleyip analiz etmiş: Son gezimde bir kez daha gördüm; bugünün Türkiye’si, Kırım ve Ukrayna ile imparatorluk devrinde dahi görülmeyen yoğun bir ilişki ağı içinde. Mesela Ukrayna ormanlarının çıkardığı kerestenin yüzde 70’ini Türkiye yerinde alıyormuş, ticaret hacmi en aşağı 7-8 milyar doları buluyor deniyor. Her gün Sivastopol-İstanbul-Antalya seferleri var. Karadeniz’in kuzeyi yakında yaz sıcağında daha uygun bir tatil ortamı olabilecek gibi… (Ortaylı,2013:94) Bir başka şahit Kahraman Emmioğlu Kiev şehrinden şöyle bahsediyor: Kiev, Dinyepar Nehri’nin iki tarafına yerleşmiş çok güzel bir şehir. Şehircilik mükemmel. Zaten Sovyetlerin şehir planlamacıları Kiev’deymiş. Metro ulaşımı mükemmel. Sovyetlerin bir prensibi varmış: Bir şehir bir milyon nüfusa ulaşınca mutlaka metro yapılırmış. Tepelerinde bol miktarda yaban kestane ağaçları yolların iki tarafını süslüyor. Kiev senelerce Müslüman Tatarların idaresinde kalmış olmasına rağmen şehirde bir tane İslam’la ilgili eski eserin bulunmaması beni çok düşündürmüştür. Adamlar İslam’la ilgili bütün izleri silmişler. (Emmioğlu,2013:210) Hakan Kırımlı’nın naklettiğine göre;2002 yılı itibariyle Kırım Tatarları büyük ekonomik ve sosyal problemlerinin yanı sıra millî dilde eğitim, basın yayın ve kültür sahalarında çok ciddi noksanlıklarla karşı karşıya olup Kırım’a dönebilen Kırım Tatarları’nın sayısı 300.000 civarında. Çoğunluğu Özbekistan’da olmak üzere henüz Kırım’a dönme imkânı bulamayan Kırım Tatarları’nın sayısı çeşitli tahminlere göre 500.000 ile 600.000 arasında. Bu sayıya başta Türkiye olmak üzere Romanya, Bulgaristan, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya gibi ülkelerde yaşayan ve sayısı yaklaşık 4-5 milyon kişi olarak hesaplanan Kırım Tatarları dahil değil. Kırım’ın göç hareketleriyle sürekli değişme gösteren nüfusu ise Kırım Muhtar Cumhuriyeti İstatistik Dairesi’nin 2001 yılı resmî rakamlarına göre 2.100.700 kişi. (Kırımlı,2002:464-465) 27


BİR ORTA AVRUPA SEYAHATİ -evvelViyana bir talebe ve yaşlı şehri olmuş. Nüfusun %70’i 60 yaşın üzerinde. Değişik ülkelerden gelen yabancı öğrencilerle birlikte bu açık kapatılıyor. Bir zamanlar yüksek okul olan kurumlar tam teşkilatlı üniversiteler haline dönüştürülmüş Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

stanbul Atatürk Havaalanı’na giderken konumuz kitap idi. Artık hanımlar da evlerinde kitap falan istemiyor. Her taraf kitap. Ev kitaptan yıkılacak çünkü!. Sonra çok toz topluyor. Temizliği zaman alıyor. Kitapları okullara, okuyanlara dağıtmak gerek. Şair Yavuz Bülent Bakiler’e göre kitaba nem ve fareden sonra ev hanımları da düşmanlık etmeye başladı. Eve giren her kitap artık tepki görüyor “Evde kitaptan geçilmiyor” diyerek. Dahası var bu yaklaşıma göre yazı çizi ile uğraşan aydınların; okuyucusu ve izleyicisi kadar eviyle alakadar olmuyor. Üstelik çoğu da aksakal sınırının içinde. Yavuz Bülent Bakiler’in oğlu bu görüşe arka çıkanlardan. Sabah serinliğinde Yavuz Bülent Bakiler ile Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi’de buluştuk. Oğlu ikimizi arabasına aldı ve Acıbadem’den denizin altına girdi, Yenikapı’dan çıktı, 28 dakikada falan Yeşilköy’e Atatürk Hava Limanına ulaştırdı. “Trafik yoğunluğu olacak” diye erken davrandık, tam tersi her şey yolunda gitti. İnsanı ve özellikle aksakalları ve hastaları canından bezdiren meşum yoklamalardan geçtikten sonra içeri girdik, pasaport kontrolüne girdik-çıktık. Sonra gazetelerimizi alarak okuma moduna geçtik. Çünkü trafik sorunu ile karşılaşmadığımız için bir-iki saat erken gelmiştik havalimanına. Viyana Yolcuları anons edilince bir kere de havaalanı monitöründen kontrol ederek uçağa alındık. Bittabi yine o meşum kontrolle beraber. Hatta bazı yolcuların ayakkabılarını bile çıkartıyorlar. Ve uçtuk Avusturya’nın Başkentine. VİYANA CAFELERİ BİRER KIRAATHANE

Irkçılığın had safhada olduğu Avusturya’ya üç saat kadar bir yolculuk ettik. Ancak Viyana Havaalanından, şehir merkezine çıkarken herhangi bir ırkçı söylem falan görmedik. Viyana benim öne çıkarttığım başkentlerden. Çok gelip gittim. Bir kültür, sanat ve medeniyet Başkenti. Bu konumunu ırkçılığı zirve yapmasına rağmen hep koruyor ve koruyacak gibi de görünüyor. İşlemlerin ardından havaalanından daha dışarı çıkar çıkmaz “hoş geldiniz” diye seslenen bir gence ancak “hoş bulduk” diyebildim. Bizi nereden tanıyordu demeye kalmadan internetten resimlerimizi bularak tanıdığını söyledi. Tanıştık. Yunus Emre Enstitüsü Müdiresi Ayşe Yorulmaz Hanımefendi rahatsızlanınca yardımcılarından Ahmet Faruk Çağlar ile birlikte olduk. Viyana trafiği akıyor. Önce bir yorgunluk kahvesi içmek üzere France Karl Landtmann’ın kurucusu olduğu sayı//48// temmuz 28


Viyana’nın meşhur Cafe Landtmann’a gittik. Dolu mu dolu. Muazzez Tümay Ceylan ve Akın Taşkıran da bize eşlik etti. Kahvemizi söyledik. Burada hizmet sektörü çok önde. İçerde her nesilden kimseler var. Sevgilisiyle gelen delikanlı, önündeki raporları inceleyen orta yaşlı ceo, emekliliğin tadını çıkaran karı-kocalar vs. Kimse kimsenin masasını gözleriyle taciz etmiyor. Herkes işine bakıyor. Gazetesini okuyan, kitabına bakan, yahut hesaplarını kontrol eden edene. Bu cafeye çok ünlü gelmiş. Mesela benim de çok sevdiğim Fransız sinema sanatçısı Romy Schneider, Viyana’da eğitim görmüş psikanalizmin kurucularından Simmund Freud vs. Bunların hatıralarıyla burada yüzleşmek mümkün ayrıca. Sonra klasik müzik ustaları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Viyana Müzecilikte de iddialı. Fransa Louvre ve İngiltere British Müzeleriyle rekabet edecek kadar iddialı kuruluşlar. Avusturyalı müzisyenler de öyle.. say say bitmiyor. Yahudi ressam Klip de Viyanalı imiş. Dünyaca ünlü bir Psikolog Alfred Adler de bu cafenin müdavimlerinden. Bu bilgileri bize Ahmet Faruk Çağlar veriyor. Ben şahsen mutlu oluyorum. Çünkü içerde çok resim var bu ünlülere ait. Çerçevelenmiş gazete kupürleri mevcut. İKİ HANEDEN DOSTLUĞU SÜRÜYOR MU?

Bir yandan kahvelerimizi içiyoruz, bir yandan sohbete devam ediyoruz. “Osmanlı Hanedan mensupları zaman zaman Londra’dan, Fransa’dan Viyana’ya gelerek Habsburg-Augburg Hanedanı mensuplarıyla görüşüyorlar.” Diye hatırlatınca dilerim altında bir şeyler aranmaz” dedim. Gerçekten Merovenj, Karolenj, Capet, Makedon, Komnenos, Plantagenet, Grimaldi, Stuart, Tudar, Bourbon, Hohenzollern, Windsor, Sayov, Rurik, Romanov, Germen Soylu Habsburg ve Türk Soylu Osmanlı Hanedanı olmak üzere 18 hanedan yıllarca Avrupa’ya hakim kalmışlardır. Habsburg-Osmanlı Hanedanları ise Avrupa’nın son dönemi yani 20. Yüzyıl başlarına kadar birlikte olmuşlardı. Demek ki ilişkiler dostane olarak sürüyor. Öyle ki 1914 yılında Avusturya ve Osmanlı müttefik oldu. Monarşi yıkıldı. Asırlarca birbirini iteleyen Habsburg ve Osmanlı Henadanının varisleri Avrupa soyluları içinde en yakın dostlar haline gelmişler. Avusturya’da Habsburg Hanedanının son Veliahtı Otto Von Habsburg gerçekten Türk taraftarı bir siyasetçi idi. Avrupa Birliği Parlamentosunda Türkiye’ye sıcak tavrıyla öne çıktı. Öyle ki 2017 yılı

içinde Osman Osmanoğlu Ailesi ile Habsburg Hanedanı Temsilcileri Viyana’da bir araya gelmişler. Bu toplantıda Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı da hazır bulunmuş, sohbete katılmış. Avusturya’da asillerin soy isimlerinin sonuna “fon” diye bir ekleme yapıyorlarmış, ancak daha sonra bu yasayla kaldırılmış. Şairi Azam Abdülhak Hamit Tarhan’ın torunu Leyla Kadir Salim de Avusturya’da Salzburg’da yaşıyormuş. ANA OKULU ÖĞRENCİLERİ MÜZEDE

Valizlerimiz bizi karşılayan araçta duruyor. Kafamız rahat daha otelimize yerleşmesek de. Viyana’da her zaman tiyatrolar, konserler ve başta operalar canlıydı. Bir konsere gitmek istedik. Ancak bilet bulamayınca bu programı iptal ettik. Hep birlikte açık bulabileceğimiz bir müzeye karar verdik. Avusturya Askeri Müzesi. Tarihi bir binada sergileniyor müzenin eşyaları. Araba park yeri de rahat. O gün çok sayıda öğrenci vardı müze de. Hem de bir bölümü ana okulu öğrencileriydi. Başlarında da öğretmenleri. Muhteşem bir şey benim için bu resim. Birinci Dünya Savaşı’nda (1914) müttefikimiz olan Avusturya-Osmanlı ilişkiler çok eski tarihlere dayandığı için müzede de o kadar fazla sergilenen eser mevcut. Osmanlı sancakları, okları, yayları, silahları, topları, otağları, suikast arabası, tramvay, savaş çadırları, kap kacakları görmek mümkün. Görkemli heykeller de öyle. Müzenin efekti, ışıklandırması süper. Öyle ki “ gez beni” diyor size adeta. Sergilenen her tarihi öge için de basılı broşürler ve kitapçıklar var ayrıca. Tümünü topladım, ufak bir çanta oldu. Müzenin kapanacağı saate kadar dolaşarak istifade ettik. Karnımız tok olduğu için lokanta ve büfesini uzaktan gördük. EĞİTİMİN MECBURİ OLDUĞU ÜLKE

Viyana bir talebe ve yaşlı şehri olmuş. Nüfusun %70’i 60 yaşın üzerinde. Değişik ülkelerden gelen yabancı öğrencilerle birlikte bu açık kapatılıyor. Bir zamanlar yüksek okul olan kurumlar tam teşkilatlı üniversiteler haline dönüştürülmüş. Polonyalı Slovak işçiler de dikkat çekiyor. Bunun şöyle bir gelişmesi olmuş; daha evvel insanlar gitmediğinden zor ayin yapan Kiliseler Polonyalı işçilerin gelmesiyle dolmaya başlamış. Avusturya’da hedef ise Türkler. Hükümet limoni bakıyor Türkiye’ye ve Türklere. Zaman zaman amacını aşan açıklamalar da olmuyor değilmiş!. Bakalım nereye kadar?! Hafif yağmur çiseliyor. Akşam soğuğu başladı. Sordum “Viyana’da en pahalı lüks bir yerde daire kiraları ne kadardır?” 29


Avusturyalıların gelirine göre gayet normal 1300 euro. Asgari ücret de zaten 1900 euro imiş. Ulaşım da rahat. Tramvay Viyana’nın her yanına gidiyor ve yıllık abone ücreti de 300 euro. Siz bilet alıp binmek isterseniz tramvay ücreti 2-5 euro arasında değişiyormuş. O sırada 500’ün üzerinde konçerto besteleyen sanatçı, virtiöz kemancı ve rahip Antonio Vivaldi’nin(1678-17417) evinin önünde geçiyoruz. Mezarı da burada. Gösteriyorlar. Arkadaşlarımıza soruyoruz, onlar da sağ olsun bilgilendiriyorlar. Avusturya’da eğitim mecburi. Sakat veya özürlü olsanız dahi eğitim almak zorundasınız. Askerlikte ise profesyonelliği geçilmiş. Polis her milletten ve renkten var. Viyana 23 bölgeden oluşuyor. Hepsine ulaşım rahat. Türkler genelde 10. Bölgedeler. Resmi ve en fazla konuşulan dil Almanca. Almanya’daki 4 ve 5. Nesil Türklerin eğitimi Avusturya’dan daha iyi. Artık yeni nesillerin tümü eğitimli. AZERBAYCAN GÜNÜNDE NELER OLDU?

Yunus Emre Enstitüsü’nün konukevine yerleştik. Viyana’nın merkezinde bir yer. Ancak girişe tabela falan astırmıyorlarmış. Bilmeyen biraz zor bulabilir. Ayrıca siz koysanız bile PKK terör örgütü militanları ya çiziyor, ya yok ediyormuş. Şikayet ise yerini bulsa da netice alınamıyormuş. Akşam Türklerin işlettiği Kent Lokantasına gittik. Hemen girişinde ve bütün duvarlarda İstanbul fotoğrafları asılmıştı. Kütahya porselenleri hemen dikkat çekiyordu. Sonra nargile, semaver, demlikler.. Çok kalabalıktı yerli yabancı müşterilerinden dolayı. Buna sevindim. Marka olmuş Kent Lokantası ve birkaç yerde de şubesi varmış. O gün Kent’te “Azerbaycan Günü” yapılıyordu. Azerbaycanlı soydaşlarımız bir hayli kalabalıktı. Bizi de davet ettiler. Hele Can Azerbaycanlı Şairi Yavuz Bülent Bakiler de yanımızda olunca bizi en baş köşeye oturttular. “Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” şiirini okuttular. Şiirin son bölümü şöyledir; ”Şimdi Azerbaycan’da mevsim bahardır, Türküler yine baştan başa efkardır, Düşlerime yağan kardır, Boynu bükün bir diyardır, Yardır, Ağzı köpüren atlar üstüne yeminim vardır, Azerbaycan yüreğimde bir şahdamardır” Bir alkış fırtınası koptu ki sormayın. Yan masa ve odadakiler de merak etmiş “neler oluyor” diye. Onlar da geldiler. Resim çektiren sayı//48// temmuz 30

çektirene, selfi yapan yapana. Nevruz Günü de kutlamalara dahil edilmişti. Azerbaycan Büyükelçiliği personeli geldi, Yavuz Bülent Bakiler ile birlikte yumurta kırdılar. Çay ve kahve içtik yemekten sonra. Azerbaycanlı soydaşlarımız bizi bırakmadı ve Wienerstra 100 nodaki Azerbaycan Derneği’nde konuk ettiler. Söz konusu etkinlik sabahleyin dernek lokalinde de gerçekleşmiş. VİYANADA SAHAF BULMAK

Kısa adı Azeri-Der olan merkezin organize ettiği “Türk Dünyası Kültür Fırtınası Türkün Öz Bayramı 1. Nevruz Şenliği “ 11. Sımmerınger Hauptsrasse 349’da gerçekleştirmiş. Bu etkinliğe Kafkas, Yunus Emre Müzik Grubu, Zeybek Folklor Ekibi, Dambıra Ustası Kazakistanlı Arslanbek Sultanbikov iştirak etmiş. Anlattılar bu mutluluğu, birlikte yeniden paylaştık. Saz ustası Mansur Bildik oradaydı, konuştuk. Saz, detaylı Türk Halk Müziği dersleri, solo ve grup konserleri organize ediyormuş. Azeri Der’den Yardım Güneş ve Elmira Güneş kendi yaptıkları kurabiyelerden ikram ettiler. Viyana’da 1500 Azerbaycan vatandaşı yaşıyor. Ancak bu sivil toplum kuruluşuna sadece 60 kişi üye olmuş. Öyle ki Kazakistanlı soydaşlar daha fazla alaka gösteriyor, gidip geliyorlarmış. Dernekte gördüğümüz Künye dergisini Adnan ve Erkin Karadeniz yayınlıyor. Hediye edilen dergide TC Viyana Başkonsolosu Asıp Kaya, Azerbaycanlı sanatçı Ferah Tahirova ve Avusturya Milli Futbol Takımında ilk Türk asıllı futbolcu, halen FC Karabakh takımının teknik adamı Volkan Kahraman ile yapılan üç röportaj yayınlanmış. Bol reklamlı dergide ayrıca sağlıklı yaşama ilişkin bilgiler veriliyor. Akşam vedalaşıp misafirhanemize dönerken taksilerin internetten çağrıldığını öğrendim. Yanı Türkiye’de kavgası yapılan UBER buraya çok daha erken gelmiş. Taksicilerle müşteriler arasında kavgalar dur durak bitmeyince İtalya’da da böylesi tedbirler alınmış. Taksiler internetten çağrılıyor, öyle elle, kolla işaret edilerek yahut telefon edilerek değil. Viyana bir talebe ve yaşlı şehri olmuş. Günün her saatinde kalabalık Sahaflar. İkinci el kitap da revaçta. ”Tut Elimi Killize” kitabını sordum. Benimle birlikte aynı anda girmişiz Viyana’ya. AVUSTURYALILAR YUMURTAYA OSMANLI KÜLAHI TAKMIŞ

İkinci gün Yunus Emre Enstitüsü Müdiresi Ayşe Yorulmaz Hanımefendi, Yavuz Bülent Bakiler ile birlikte kahvaltıya götürdü. Ayşe Yorulmaz bir gurbetçi ailede Almanya’da


büyümüş ve eğitim görmüş. Her iki toplumu da iyi tanıyor. Birkaç ecnebi dili var. Ankara’da genel merkezden Viyana’ya atanmış değerli bir genç aydınımız. Bir Osmanlı Paşasının dev resmi bulunan Cafe Museum’da yaptık kahvaltımızı. Cafe ağzına kadar doluydu. Gazete ve kitap okuyanlar da bir hayli. Randevulu geldiğimizden yerimizi hazır bulduk, sıkıntı çekmedik. Viyana’nın kahvaltıları meşhurmuş. Özellikle de kahvaltıda otlu omlet yenirmiş. Öyle yaptık. Yumurtalar ise kırmızı külahlı geldi. Bu biraz da Osmanlılar ile alay etmek için yapılıyormuş. İzin isteyip o külahı çantama koydum. Bir de çay için getirilen uzun saplı şekeri. Garson her ikisini de almama müsaade etti. Aldım. Ekmekler kaya tuzluyla imal ediliyormuş ve çok çeşidi var. Avusturya’nın en meşhur kahvesi ise Melange kahvesi. Ben farklı bir lezzet alamadım. Vasattan ileri gitmedi. Paste Sacher Torte çikolatalı bir tatlı. Mini schaum köpüklü tatlı. Pastanelerde kayısı ve incir çok kullanılıyor. Nezih bir yerdi Cafe Museum. Prof. Dr. İlber Ortaylı da buraya gelmiş. Sohbet etmiş. Büyük alaka görmüş. Hatta demiş ki “Batı sipariş ettiğimiz ve parasını ödediğimiz silahları vermedi. Üstelik paramızı da iade etmedi. Allah büyük” İlber Ortaylı Hoca’nın Viyana’da da popülaritesi fazla. Viyana’da eğitim görmesinin de önemi var elbette. Avusturya’da ırkçılık hortlamış vaziyette. Ancak örtülü. Resmi ağızlarda, demeçlerde ve açıklamalarda kendini belli ediyor. Bittabi Türk ve Türkiye düşmanlığı da. Terör örgütü PKK da faaliyetini artırarak sürdürüyor. Buna Avusturya hükumeti ses çıkarmıyor, resmi koruma görüyor. 400 YIL “TÜRKLER GELİYOR MU” DİYE BEKLENMİŞ?

Bazı Avusturyalı hükümet yetkilileri Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ayrı tuttuklarını, ayrı değerlendirdiklerini belirtiyorlarmış!. Nasıl bir değerlendirme ise?! Bütün bunlarda sadece ülkemizde ve dünyadaki son gelişmeler mi etkili ? Elbette ki hayır.. Osmanlı Cihan Devleti tarafından Birinci (1529), sonra İkinci(1683) Viyana Kuşatmalarının etkisi hala nesilden nesile kindar bur duygu ile aktarılıyor, yansıtılıyor. Bunun bir nişanesi de 1954 yılına kadar Viyana’daki St Stefan Kilisesi Kulesinde 400 yıl müddetle bir memur bulundurulmasıdır. Söz konusu memurun görevi Viyana’yı yeniden kuşatmak için Türkler geliyorsa haber verecek!. Kahve’nin de böyle bir öyküsü var. Bir tanesi şöyle; Türkler geri çekildiğinde bir çuval kahve bulunuyor.

Önce bunun deve yemi olarak kullanıldığı düşünülüyor. Sonra bir tanesi gerçeği öğrenince uygulamaya geçiyor ve kahvenin aşama aşama içimi sağlanıyor. O günden bugüne kadar kahve ve çeşitleri Viyana’nın olmaz ise almazı oluyor. Avusturya bir kaplıcalar ülkesi. Hemen hemen her kentte bir kaplıca bulunuyor. Dolayısıyla önemli bir hamam kültürleri mevcut. Sıcak çay içmek ise yasak.

Günün her saatinde kalabalık Sahaflar. İkinci el kitap da revaçta. ”Tut Elimi Killize” kitabını sordum. Benimle birlikte aynı anda girmişiz Viyana’ya.

AVUSTURYA HEM İSLAMI VE HEM DE ALEVİLİĞİ DİN OLARAK GÖRÜYOR!

Daha önce Viyana’ya geldiğimde WÖNDER’de sohbetlerim olmuştu. Başörtüsü yasağı dolayısıyla, gençlerin Türkiye’de eğitimlerini sürdürme imkanlarının yok edilmesi üzerine inanç sahibi işadamları topladıkları paralarla içinde yurdu, yemekhanesi, dershaneleri, konferans salonu olan muhteşem bir yer satın alıyorlar. Öyle ki dışardan gelen konuklar bile burada ağırlanabiliyordu. Onlarca gencimizin de WÖNDER Avusturya 28 Şubat sonra eğitim yapmalarını sağlamıştı. Hayırlı hizmetlere vesile olmuştu. Ziyaret etmek istedim, ancak artık yerinde yeller esiyor diye bir cevap alınca kırıldım. Kendi aralarında kavgalara bile neden olmuş(muş). Yazık üzüldüm. Gerçek sebebi bulmak ve ilerde tekrarlanmaması için tedbirler alınması gerekiyor bana göre. Kısa adı İGGÖ olan İslami İnanç Topluluğu Avusturya’nın resmen tanıdığı bir kuruluş. Ayrıca İslamiyet’i de din olarak kabul ediyor. Daha önceki geldiğimde başkanı bir Suriyeli idi. Bu defa bir Türk seçilerek İbrahim Olgun başkanlığa getirilmiş. Bir merkezleri var Viyana’da. Protokolde yerleri mevcut. Hükümete de ayrıca muhatap olabiliyorlar. Avusturya’da yaşayan Müslümanlarının tek resmi temsilcisi olarak hizmet veriyor. Avusturya ayrıca Aleviliği de resmen din olarak kabul etmiş. 31


TÜRKMENİSTAN

HALI MÜZESİ

“TÜRKMENİN RUHU,TÜRKMENİN

KALBİ, TÜRKMENİN ALTIN YÜZYILI” Türkmen halısı göçebe yaşantısı içerisinde tarih içinde kendini şekillendirmiş, Türkmenistan’dan başlayan bu kültürel miras yolculuğu Anadolu’ya kadar ulaşmıştır. Bugün Anadolu’muzun bir çok yöresinde bu müzedeki dokunmuş motifleri modellerin aynısını ve tamgaları görmek mümkündür. Köken itibariyle bugün aynı boydan geldiğimiz Türkmenistan; Oğuz Türklerinin Orta Asya’da kalan kısmını oluşturmaktadır. Bu bakımdan Türkçe kullanımları bize en yakın olan lehçedir. Salih DOĞAN*

*İBB Panorama 1453 Müdürü

sayı//48// temmuz 32

hal Teke At Bayramı vesilesiyle bulunduğum Aşkabat’ta bir müzeci olarak ilk ziyaret etmek istediğim mekânların başında şüphesiz dünyanın en ünlü müzelerinden biri olan Türkmenistan Halı Müzesi oluyor. Tarih boyunca Türkler, göçebe kültürleri sebebiyle farklı toplum ve medeniyetlerle kurdukları iletişimlerden doğan büyük bir zenginliğe sahip olmuştur. Bunlardan birisi de Kültürel mirasımızın en önemli taşıyıcılarından biri olan halıcılık sanatımızdır. Türkmen halısı göçebe yaşantısı içerisinde tarih içinde kendini şekillendirmiş, Türkmenistan’dan başlayan bu kültürel miras yolculuğu Anadolu’ya kadar ulaşmıştır. Bugün Anadolu’muzun bir çok yöresinde bu müzedeki dokunmuş motifleri modellerin aynısını ve tamgaları görmek mümkündür. Köken itibariyle bugün aynı boydan geldiğimiz Türkmenistan; Oğuz Türklerinin Orta Asya’da kalan kısmını oluşturmaktadır. Bu bakımdan Türkçe kullanımları bize en yakın olan lehçedir. Bir çok seyahatnamede geçen Aşkabat yakınında kurulan “çöl pazarını” da çok görmek istiyorum. Zihnimde eski bir fotoğrafta yere serilmiş büyük büyük halılar kilimler seccadeler, Pazar günleri kurulan halı ve kilimler başta olmak üzere Türkmenistan’ın ekonomik ve sosyal hayatında yer alan dokuma ürünlerinin satıldığı bugünde geçmişin izlerini taşıdığını sandığım pazarda geçmişin izlerini sürmeyi düşünüyorum bir taraftan.. Dünyada Halı denildiğinde akıllara gelen ilk şey Türkmen Halılarıdır .Türkmen halısı deyince de şüphesiz dünyanın en büyük halı müzelerinden biri olan Farsçada adı “aşk şehri” anlamına gelen Aşkabat’ta bulunan Aşkabat ulusal halı müzesi diye de bilinen görkemli Türk medeniyet sembollerinin halıya işlenmiş halini görebileceğiniz Türkmenistan Halı Müzesi gelmektedir. Hotelimiz Aşkabat’tan bir taksiyle 5 manata şehirdeki halı müzesine 15 dk içinde ulaşıyoruz…İlk olarak bizi karşılayan görevliye müze müdürüyle tanışmak isteğimizi iletiyoruz ,kısa bir beklemeden sonra Müze Müdiresi Maya Hanımın bizi beklediği söyleniyor. .rehber bizi Maya Hanım ile tanıştırıyor, halı müzesi ve Türkmenistan müzeciliğine dair güzel bir çay sohbetinin ardından müzeyi gezmek ve fotoğraf çekmek konusunda gerekli talimatları veren Maya Hanım çok nazik bir şekilde gezinin bir kısmında bize eşlik ediyor. Bir toplantı için


ayrılmak zorunda olduğunu belirten müdire hanıma nezaketinden dolayı teşekkür ediyoruz ve kendisini İstanbul’a müzemize davet ediyoruz. Gezimizde eşlik etmesi için bizi müze uzmanı çok güzel Türkçe ve İngilizcesi olan Oğul Bahar hanıma emanet ediyor. Halı Türk kültürünün en önemli simgelerinden biridir. Tarih boyunca göçebe Türk boyları dokudukları halılarında kendine özgü tamgalar geliştirmişler, Türk tarihinden gelen kendine özgü çizgi ve motifleri kullanmışlardır. Dünyadaki en büyük halı 1996 yılında Türkmenistan'da dokunmuş, halı müzesinin sergi salonundadır. 285 m2 büyüklüğünde olan bu dev halının ağırlığı bir tondur. İlk olarak bize müzede büyük duvarda sergilenen devasa halıları göstermekle başlayan rehberimiz; 2001 yılında dokunan, 2011 yılında Dünyanın en büyük Halısı olarak Guinnes rekoruna sahip olan biri erkek olmak üzere 40 halıcının 8 ayda aralıksız çalışarak dokuduğu; 14 metre genişliği, 21,5 metre uzunluğu ve 1 ton 200 kilogram ağırlığındaki 301 m2 büyüklüğündeki el dokuması "Altın yüzyıl" halısını anlatıyor .Renkleri motifleri anlamları ile devasa bir halı etkilenmemek mümkün değil .. 18-20 yy arası dönemlere ait bir çok kıymetli halının sergilendiği bu muhteşem halı müzesi 1994 den beri turistlerin gözde mekanı ve Türkmen halkının gurur kaynağı, Türk Dünyasının en önemli kültürel mirasının korunduğu sergilendiği ve gelecek kuşaklara tanıtıldığı görkemli bir müze… Ortak Kültürel Miras alanlarımızdan biri olan Türk Halı kültürü Türkmenistan'da geçmiş göçebe kültürü yansıtan Türkmenistan’ın ; Ahal, Balkan, Lebap, Daşoğuz, Mari vilayetlerinin

kendine has özelliklerini yansıtan halılarının en güzel örneklerini görmek için bu müze Türkmenistan’ı görmek isteyen insanların olmazsa olmazı durumundadır. Halı öyle ki Türkmencin Ruhu kabul edilmektedir bunun için Türkmenistan bayrağında “bayrağın sol tarafında kalın bir şerit olarak uzanan Türkmen Halısı motifidir. Türkmen halısı ve yeşil zemin Türkmen tarihini simgeler, çapraz olarak dizayn edilen yarım ay; geleceği, beş yıldız ise Türkmenistan vilayetlerini simgelemektedir. Halıdaki motifler ise Türkmen boylarını temsil etmektedir. Göçebe Kültürel Mirasına ait insanların kullandıkları ,çantalar, saklama heybeleri ,tuz torbaları, çuvallar, giysi torbaları, at örtüleri, deve örtüleri, sergileme için kullanılan kilimler olmak üzere 2 binden fazla halı ve kilimin sergilendiği büyük bir kültürel miras koleksiyonuna sahip bu müze. Katları geziyoruz Ahal bölgesi motifleri anlamları , baskın renkleri farklı ,balkan vilayeti farklı, Daş Oğuz, Lebap, Mary hepsinin anlamları çağrışımları ve ifade biçimlerini renklere yansıması sınırsız bir hazine büyük bir bilgelik hazinesi adeta.

Dünyadaki en büyük halı 1996 yılında Türkmenistan'da dokunmuş, halı müzesinin sergi salonundadır. 285 m2 büyüklüğünde olan bu dev halının ağırlığı bir tondur.

Müze içinde birde dokuma Konservasyon atölyesi bulunduğunu eski antik halıların burada sadece saklanıp ,sergilemesi yapılmıyor, aynı zamanda yenileniyor. mikroskop, iplikler ve iğnelerin yardımı ile halı tamircileri eski halı ve kilimlere yeniden hayat veriyormuş burada. Rehberimiz Oğulbahar Hanım: “Yeni bir halı dokumak ,eski bir halıyı tamir etmekten daha kolay. 10 santimetre yeni bir halı iki günde dokunabilir, aynı miktarda antika bir halı ise 10 günde ancak onarılabilir” Bu şekilde dokuma konservasyonuna tabi tutulmuş 33


"Halı Bayramı", Türkmenlerin en önemli kültürel miras taşıyıcısı olan halıya verdiği büyük önemin göstergesidir.

300 antik halı halen bu müzede sergileniyor hepsini nerdeyse tek tek bize gösterip anlatıyor. Ağırlıklı olarak 18 ila 20.yy arasında değişik dönemlerde dokunan halılara ait; dokuma aralıkları, atkı, çözgü iplik ,motif ,renk, ve ebatlar konusunda detaylı bilgiler veren uzman müzeci arkadaşımızın ifadesiyle , dokuma süreklerinin ne denli hassas olduğunu ve bütün bu faktörlerin tamamının Türkmenlerin milli duygu ve ince ruhlarının ifadesi olduğunu bizzat gözlemliyoruz . Müze 3 katlı; rehberimiz Bahar hanım, Türkmenistan’ın her bir bölgesinin farklı dokuma stillerini ipek yolunun bereketin ve bahtın sembolü eski halılarını , her halının cm2 sinde kaç ilmek var, nerede dokunmuş, dokuyanın halı üzerindeki şekillerin ne ifade ettikleri vs. halı ile ilgili ne varsa bıkmadan aktarıyor. Sergileme tekniği bakımdan yoğun olarak duvarda sergileme yapılmış aydınlatma gerçekten çok güzel yapılmış, eserleri görmek incelemek tüm detaylarına vakıf olmak mümkün. Türkmen boylarının bir çoğu günümüzde de köylerdeki geçim kaynağı olarak dokudukları halılarla sosyoekonomik hayatı şekillendirmekte ,her evde her dükkanda halka açık alanlarda halılar duvarları süslemeye devam etmekte. Rehberimizin anlattığına göre halılarda kullanılan ipin yünü karkul koyunundan kullanılan renkler ise doğal yaşam da bir çok bitkiden elde edilmektedir .Motiflerden dokuma biçiminden dokuyucunun hangi boydan olduğunu bilmek mümkünmüş ,bir nevi boy tamgaları sembolik olarak kendini halılar üzerinden tanımlar olmuş. Her halının ayrı bir öyküsü var bir seccade dikkatimizi çekiyor. Rehberimizin müzede bu seccadenin

sayı//48// temmuz 34

çok özel bir yeri olduğunu ve ilginç bir hikayesi olduğunu anlatıyor .Dikkatle kulak kesiliyoruz ..Hacca gidip dönen bir Türkmen hacısı döndüğünde halı dokuyucusu iki kızına Mekke ve Medine’yi anlatmış tarifinden ve çiziminden yola çıkan kızları dokudukları seccadeye babalarından dinledikleri şekliyle Mekke ve Medine’yi nakşetmişler ..o kadar güzel olmuş ki sanki eski bir fotoğraftan esinlenilmiş gibi.. çok etkileyici bir halı seccade ..Müzede Türkmenlerin en çok değer verip merakla sorup ilgilendikleri eser olarak hayatiyetini sürdürmekteymiş.. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip Türkmen Halısı hem Türkmenistan’ın hem de Türk Dünyasının kültürel mirasının en önemli sembollerinden biri olmuştur. Zarif ve soylu bir geleneği temsil eden ve yüzlerce yıl korunmuş tarihi yaşam öyküleri ve geleneğimize dair kültürel kodların taşıyıcısı el emeği, göz nuru olan Türkmen Halıları, dünyanın en kaliteli dokuma ürünleri arasında hak ettiği yeri almış durumda. Türkmenistan Halı Kurumu ve Halı Bayramı 1992 yılından beri her yıl mayısın son pazar günü Türkmenistan Halı Bayramı olarak beş eyalette kutlanmaktadır. Türkmen Kültürel Mirasının iki önemli sembolü biri Ahal Teke Türkmen Atı (benimde vesilesi itibariyle Türkmenistan’da bulunduğum At Bayramı). Diğeri Türkmen Halısıdır. Her ikisinin de bayramı kutlanır ve her iki Kültürel Miras da ülke yönetiminde bakanlık düzeyinde temsil edilmektedir. Cumhurbaşkanı Sn.Gurbanguli Berdimuhammedov’a doğrudan bağlı “Türkmen Halı”adında bir devlet kurumu bakanlık düzeyinde Türkmen halısının


geçmişi, geleceği, kalite ve standartları, korunması ile dünyaya tanıtılmasından ve halı bayramı koordinasyonundan sorumludur. Ayrıca Türkmenistan ürettiği halılar için “Türkmenistan’da Üretildi” markasıyla ihraç yapmakta olup doğal pamuk üretimlerinde bu markayı kullanmaktadır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden alıcısı olan bu üretimlerde tüketicinin bu markayı araması tercih etmesi de Türkmen halkı için ayrı bir gurur vesilesidir. "Halı Bayramı", Türkmenlerin en önemli kültürel miras taşıyıcısı olan halıya verdiği büyük önemin göstergesidir. Türkmen Halısı Türkmenlerin Ruhudur temalı sergi ve fuarlar açılmakta. Her yıl mayıs ayının son Pazar gününde coşkuyla kutlanan bu bayramda çeşitli fuar sergi ,gösteri, konser ve konferanslar düzenlenmektedir. Bu konferansta Türkmenistan’a has el halıların dokuma teknikleri, bu alandaki devlet tarafından yapılan destekler ele alındı. Ayrıca, konferansta yapılan sunumlarda el halıların çeşitli ülkelerdeki tarihi hakkında bilgiler verildi. Türkmen Halısının adına düzenlenen uluslararası fuara her yıl en az 15 ülkeden temsilci katılmakta. Birçok yabancı konuk Türkmen Halı Bayramı’ndaki fuarda stantları gezerek, halılar hakkında bilgi almaktadır. Ayrıca Aşkabatta çeşitli konserler düzenlenmekte, halıcılık sektörüne katkı sağlayan üreticiler ödüllendirilmektedir. Ortak Tarihi dil, din ve kültürü paylaşan iki kardeş ülke olarak Kültürel mirasımızın en önemli bilgelik hazinesi, taşıyıcı ögelerinden biri olan Halıcılık Sanatımız adına mirasımızın korunması, sergilenmesi, tanıtılması ve gelecek kuşaklara taşınması konusunda bir hafıza mekan olan Türkmenistan Halı Müzesi bu kardeş ülkeyi ziyaret eden herkesin mutlaka görmesi ve büyük Türk milletinin Kültür hazinesiyle buluşmasını tavsiye ediyoruz.. İlgi ve alakasından dolayı tüm Türkmen yetkililere, Müze Müdiresi ve mihmandarlık eden görevlilere teşekkür ediyorum… 35


ŞEHRİN İHYASI İÇİN ÖLÜMÜ

HATIRLAMAK VE HATIRLATMAK:

KABRİSTANLAR VE

HAZİRELER Şehirlerimizin ayrılmaz parçası olan kabristan ve hazirelerin bugünün şehirlerinin ihyasında yeniden değerlendirilmesine dair tespitler ve teklifler.

Dr. CEM ERİŞ*

u yazımızda şehrin manevi manzarasının, kimliğinin, benliğinin ve bilincinin bir tamamlayıcısı, mütemmimi olarak gördüğüm kabristanlara ve hazirelere ilişkin bazı tespit ve tekliflerimi paylaşmak istiyorum sizlerle. İstanbul'un şairi Yahya Kemal Beyatlı diyor ki: “ İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkar, İstanbul’un eski semtlerinden her hangi birini, mesela : Koca Mustafapaşa semtini,yahut Eyüb’ü,yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz milli hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki: bu halk bu iklimde ezelden beridir sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.Vatan toprağı bizde de ecnebi memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır.” İster geçmişin isterse bugünün şehirleri olsun kesintisiz olarak kendi medeniyet değerlerimizin tarafından bakarak şehri tanımlarsak, şairin yukarıda belirttiği neticeye ulaşırız. Bu tespit , kadim kültürümüzün ve siyasetinin hakim olduğu asırlarda ortaya konulan ,özgün ve özgüven içindeki yaşam tarzını, mimariyi ve şehri ortaya koyuyor şüphesiz. Dolayısıyla bu tanım ve tespit dışında kalan değerler, biçimler biz değiliz ve bizi anlatmıyor.Meseleye bu şekilde yaklaşırsak günümüz mimarlık ve şehircilik meselelerinin çözümünde geleneğinden ilham alıp bize has tasarım ve biçimlerin ortaya konmasını sağlayacak bir sosyolojiyi ve şehri inşaa ve ihya edebiliriz ancak. Bu durumda hiç vakit kaybetmeden günümüz insanının kendi kadim ve kıyamete kadar da cari olan inanç ve medeniyet değerleri ile temasını kolaylaştırıcı ve tefekkür ettirici araçlara yönelmeliyiz. Bugünün şehir hayatında ve sosyolojisinde nefisleri teskin edici yegane vasıta geçmişte de olduğu gibi ölüm , ölümü hatırlamak ve hatırlatmaktır. Kuran-ı Kerim'de Rabbimiz -Celle Celalühü-: "O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır."Mülk Sûresi(2)

*(Y. Mimar-Restorasyon Uzmanı) İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı

sayı//48// temmuz 36

"Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz." Enbiyâ Sûresi(35) buyurmaktadır.


Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem: “Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!” buyuruyor. (Tirmizî) Ecdadımız bu ikazı dikkate alarak ölümü, büyük bir hakikat ve nefisleri terbiye edici bir vasıta olarak hayatının bir parçası olarak görmüş ve adeta şehrin yaşayan canlı bir parçası olarak ona "kabristan" demiştir. Bugün Anadolu'nun ve onun maddi ve manevi mütemmimi olan hangi kadim coğrafyaya giderseniz gidin kabristanlar size bu mesajı ulaştırırlar. "Peki bugün ile geçmişin duruşu arasındaki fark nedir? Bu fark “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu gereği fiziki planlamanın ötesine geçilip manevi planlama anlayışının temel alınması ve her gayretin , her eylemin nihayette zaman ve mekan ötesini hedefleyen bir amacı olmasıdır. Git gide birer bina deposuna dönüşen , aslında maişetinden başka bir şeyin insanımızı mekana bağlamadığı bir şehir, nasıl yaşanan, paylaşılan, kültür ve medeniyet boyutu ile beraber miras bırakılan bir şehir olabilir ki? 'Hele bir de günümüzde inşaat sektörü, istihdam ve ekonomiyi finanse etmekteki önlenemez boyutuyla ve hızıyla şehri dönüştürürken kimlik ve medeniyet merkezli bu hayati ve temel kararlar nasıl alınacak, denge nasıl kurulacak?' (C.Eriş,Şehir ve Kültür sayı:15)"sorusuna en güzel cevap kabristanların bugünün hayatında sadece bayramdan bayrama şehrin bir ucundan diğer ucuna yapılan seyahatlerle ulaşılan ve ziyaret edilen mekanlar olarak değil tam tersine geçmişte olduğu gibi yürüme mesafesinde, sokağımızda, mahallemizde tesis edilerek asli vazifesini icra etmesini temin etmektir diye düşünüyorum.

Bugünün hız ve hazza teslim olmuş insanı ve şehri bizi, medeniyetimizi ve hayatımızı tehdit ediyor. Bundan çıkmak , sıyrılmak için insanı uyandırıcı hakikat şüphesiz ölümdür. "İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar" buyuruluyor bir hadis-i şerifte. Kadim semtlerimiz bu şekilde tanzim edildi; hayatı ölümle iç içe, yan yana telakki etti. Bu bakış şüphesiz nefisleri terbiye etti, teskin etti; bu ise topluma huzur getirdi, meseleleri çözümlemede rehber oldu. O halde bugün de aynı yolu niye tercih etmeyelim ve kullanmayalım? Şehirlerimizdeki suç istatistikleri, hane halkı büyüklüğünün giderek azalarak insanın yalnızlaşması, bakımevlerinin artması, aile içi şiddet vakaları, boşanma oranları, komşular arası husumet ve davalar vb. sosyal hayatımızın ve şehirlerimizin imdat çığlıklarıdır. O halde Batı Uygarlığının körleştirici tuzaklarından kurtulup nefisleri terbiye etmek için ölmeden ölmeyi hatırlamak kendi inanç ve medeniyet değerlerimizden hareketle günlük hayatımızı, aile ve iş hayatımızı, eğitimimizi, mimariyi ve tabii ki şehrimizi yeniden düzenlememiz tek çaremiz. Bunu daha önce yaptık ve örnek olduk; yine yapabiliriz. Batının maddeci, sömürgeci ve insanı tüketici düzeni karşısında verilecek olan mücadele: onu taklit etmek ,onun elde ettiği maddi seviyeye veya üstüne yine onun koyduğu kurallara tabi ve teslim olarak çıkmakla değil tam tersine bu seviyenin insanlık için bir çukur olduğunu, insanı ve insanlığı tükettiğini, gerçek irtifanın meşru her türlü maddimanevi imkanla gönüllere girmek ve gönülleri yapmak ile sağlanabileceğini göstermek, bunun için önce Hakka ve Hakikata yönelip talip olmak, yaşamak , tatbik etmek ve örnek 37


olma süreçlerinden geçtiğini idrak edebilmek şeklinde olmalıdır. Muhterem Sadettin Ökten hocam bu hakikatı “Yahya Kemal'in Rüzgarıyla” isimli kitabında şairin şiirlerini tefsir ederken şöyle ortaya koyuyor: “...Bu taklidin zavallılığını ancak Batıyı bilen, hisseden ve çözümleyen lakin kendi olarak kalabilmiş nüfuz-ı nazar sahibi kimseler fark ve ifade edebilirdi...İşte Yahya Kemal Bey bu değerlendirmeyi ve mukayeseyi yaptı ve bunun neticesinde kendisi olarak maziden intikal eden ve kendi kalarak halen yaşayan İstanbul'u aradı, yani gerçek ve öz İstanbul'u tanımak istedi” (S.Ökten;Yahya Kemal'in Rüzgarıyla,Düşünceler ve Duyuşlar) İşte Koca Mustafapaşa şiiri bu arayışın tezahürü idi. Orada İstanbul'u ve özünü buldu şair. Bu şiirde yazıma başlık yaptığım ve esasen bugünün şehirlerinde de vazgeçilmez olan ama günlük telaş içinde görmezden gelinen bir diyarı, kabristanları şair şöyle anlatıyor: “................... Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak; Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak. Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyâyı. Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada, O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada, Geçer insân bir adım atsa birinden birine, Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine. ........................" Bu dizelerden hareketle “Ölüm bu semtte hayata çok yakındı. Hayata düşman veya hayatın zıddı olarak durmuyordu, bilakis sayı//48// temmuz 38

ölüm Koca Mustafapaşa'da hayatın devamı ve mütemmimi olarak algılanırdı... Koca Mustafapaşa'nın insanı ‘ölmeden evvel ölünüz’ sırrına ermiş ve düsturu hayatına nakşetmişti.” diyerek işin sırrına dikkat çekiyor muhterem hocam. Hayatın sadece bu dünyadan ibaret olmadığını İstanbul'un kadim bir semti üzerinden ifade eden bu dizelerin bence bugünün şehirleri için de önemli mesajları var almasını bilene. Sokağa, semte ait olmanın, toplumsal aidiyetin ve yerel kimliğin muhafazasının, kültürel devamlılığın, sosyal huzurun ve dünya-ahiret dengesinin tesisi için kabristanlarımızı yeniden ele almalı ve düzenlemeliyiz. Günümüz mevzuatında Bakanlar Kurulu Kararı olmadan veya defin için boş alan bulunmuyorsa kadim ve tarihi mezar ve hazirelere defin yapılamıyor. Bunun dışında şehir içinde , mevcut mahallelerimizde mezarlık ve hazire alanı tesisi olamıyor. Gerek 24.04.1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu gerekse Sağlık Bakanlığı'nın 19.01.2010 tarih ve 27467 sayılı Mezarlık Yerlerinin İnşaası İle Cenaze Nakil Ve Defin İşlemleri Hakkında Yönetmelik'te şehir içinde, yeni cami, mescid, kuran kursu, geçmişin tekkeleri yerine ikame edilmeye çalışılan sosyal-kültürel tesislerin ve medreselerin bugünkü devamı olan okulların bahçelerinde hazire tesisine ilişkin bir düzenleme bulunmuyor. Mevcut mevzuat yeni mezarlıkları sadece sıhhi kriterlerle ele aldığından şehirden uzakta ve şehrin gelişme alanlarında öngörüyor. Bu ise yazımın başından beri ifade etmeye çalıştığım hususla çelişiyor.


Bunun yanında yerel idarelerce hazırlanan imar planları da bu konuda yetersiz kalıyor. Maalesef ne kadar iyi niyet ve hedeflerle hazırlanırsa hazırlansın imar planlarımızla temin edemediğimiz , alanda yetersiz ve aciz kaldığımız husus "manevi değerlerin plana yansıtılamaması” dır. Bu durumda şu sorular arka arkaya zihninizde sıralanıyor ister istemez: “Gerçek ve bize has bir plan nasıl yapılmalıdır? Hangi kaynaktan beslenmeli , amacı ve hedefleri neler olmalıdır? Önce mekan ve bina mı biçimlendirilmelidir? Yoksa o binaya ve mekana değer katacak olan insan mı? Bunun için hangi araçlar kullanılmalıdır?"(C.Eriş; Şehir ve Kültür; sayı 29 ) TEKLİFLER

• Mevcut sokak ve mahallelerimizde yer alan camii ve mescitlerimiz yeniden düzenlenmeli ve bahçelerinde hazire alanları tesis edilmelidir. Şüphesiz bu hazirelere vefat sırasına göre semtte kayıtlı aile efradının defin işlemleri yapılmalıdır. • Mevcut camii ve mescitlerin uygun alanları bulunmuyorsa komşu parseller veya diğer boş parseller bu amaca tahsis edilebilir. • Yeni inşaa edilecek camii ve mescitlerin hazire veya kabristan alanları en baştan planlanmalıdır.

İdaresi (TOKİ) ve KİPTAŞ gibi kurumlarımız öncülük ederek hazırlanan imar planları ve projelerde nasıl park, yeşil alan, otopark, çarşı, okul, cami, kültür merkezi gibi kullanımlar düzenleyebiliyorsa artık bu konut alanlarının kabristan ihtiyacı da proje alanı içinde düzenlemeli, böylece insanı, aileyi şehre ve mahalleye bağlayıcı sosyal bir gerçeğe uygulama imkanı vererek örnek olmalıdırlar. • Bunun yanında geçmişin kabristan ve mezar taşı kültüründen hareketle günümüz yorum ve uygulamaların sanatsal ve mimari gelişimine de bir zemin hazırlanmış olacaktır. Son sözü kadim bir kabristandaki bir garip mezar taşına bırakalım:

• Özellikle toplu konut uygulamalarının yoğunlaştığı kent parçalarında hazırlanan imar planlarıyla planlanan dini tesis alanlarına muhakkak surette kabristan veya hazire alanları da ilave edilmelidir.

"Ben de bir zamanlar Süleyman idim, Ateşe, rüzgara hükümran idim. Sanmayın ki Sultan Süleyman idim, Tersanede körükçü Süleyman idim."

• Bu konuda özellikle Başbakanlık Toplu Konut

(Kaynak: Mimar Ahmet Arslanoğlu) 39


ntep bolluktur, Antep berekettir, Antep zenginliktir.

GAZİANTEP

GÜNEYDOĞU’NUN LEZZET CENNETİ Gaziantep denilince ilkin Şahin Bey gelir benim aklıma. Sonra Hâfız Mehmed yani Yılanoğlu gelir. İstiklâl Harbi gelir, Fransızlar ve işgal gelir. Kahramanlık fedakarlık vatan sevgisi gelir. Gavuru kafirleri atış yeniş yok ediş gelir. Fahri TUNA

Antep cömertliktir, Antep vatanseverliktir, Antep yiğitliktir. Gaziantep denilince ilkin Şahin Bey gelir benim aklıma. Sonra Hâfız Mehmed yani Yılanoğlu gelir. İstiklâl Harbi gelir, Fransızlar ve işgal gelir. Kahramanlık fedakarlık vatan sevgisi gelir. Gavuru kafirleri atış yeniş yok ediş gelir. Almacı Han’da hissederim kendimi ne zaman Gaziantep aklıma gelse. Çeşit çeşit rengârenk sebze meyve kuruları görürüm. Sonra az yukarısındaki Bakırcılar Çarşısı’nda hissederim. Esmer karayağız mert, güler yüzlü, tok gözlü tok sözlü esnaflar arasında yürürüm. Altmış yıllık ömrümde çok kez müşahede etmişimdir ki, lezzet çoğu kez lüks ve pahalı mekânlarda değil, eski püskü ama köklü ve salaş mekânları mesken tutmaktadır. Almacı Han’a yolunuz düşerse eğer bir gün, cami merdiveninin bitişiğinde, içerisi dörde beş yirmi metrekare, geçmişi yüz elli yıllık, şimdilerde oğul Cevdet Güllüoğlu’nun işlettiği bir baklavacıya selâm veriniz; - sizi temin ederek söylüyorum:- hayatınızda ilk kez baklava yediğinize iman edeceksiniz; öylesine muhteşem şahane bir leziz. Öylesine de mütevazı mekân, mütevazı de ev sahipleri. Mümin mütevekkil gösterişsiz baba oğul. Beyran çorbası gelir Antep denilince aklıma, Lebeniye çorbası gelir. Simit kebabı gelir, Cartlak kebabı gelir, Sarımsak kebabı gelir. Ali Nazik gelir. Ki adı Âlâ Nazik’tir asıl; Türkçe karşılığı güzel yemek demektir. Hedikten (bir tür keşkeğe benzer yemek) ve Firik pilavından söz etmedim daha. Ha unutmadan bütün Güneydoğu mutfağı Halep mutfağının türevidir. En başta da Gaziantep mutfağı. Tatlılar şehirleriyle özdeştirler mesela: Urfa şıllık tatlısıdır, Balıkesir höşmelim. Konya saçarasıdır, Erzurum kadayıf dolması. Adapazarı kabak tatlısıdır, Çanakkale peynir helvası. Ya baklava? Kabul edelim ki, tatlı demek baklava demektir ilkin bütün bir Türkiye için. Baklava demekse Gaziantep demektir. Tatlının adı baklavaysa soy adı son adı tat adı Antep’tir. Ezo Gelin tam bir Antep trajedisidir. Antep’te yaşanmıştır. Bakmayın Antep’te yaşandığına; Ezo Gelin hepimizin trajedisidir; hepimizin

sayı//48// temmuz 40


kalbinde yaşanmıştır, hâlâ da yaşanmaktadır. Kader işte. Gurbet işte. Sıla özlemi işte. Diplere kadar, göklere kadar hem de. İnce hastalıkla (veremle) ve şu sözlerle biten bir trajedidir bu: “Vatan hasretiyle doluyum. Beni Türkiye’min topraklarını gören bir tepeye gömün”; bu vasiyet eşi Mehmet ve kızı Celile tarafından yerine getirilecektir elbette. Evet bu Suriye Cerablus’a, sınırın diğer yakasına gelin edilen Oğuzelili Ezo (Zöhre) Halanın bir hikâyesidir. Ve bu Zöhre Hala bizim Bozgeyiklerin kızıdır. Yakın dostumuz Orhan Bozgeyik’in halasıdır. Ne Orhan Bozgeyik’in, hepimizin, insan olan, kalbi hasret duygusunu bilen ve tanıyan, gönlü ay yıldız ve vatan sevgisi ile dolu olan herkesin halasıdır o. Kaç film olmuş, sinemada televizyonda kaç kez gösterilmiştir, bilinmez. Ama bilinen bir şey şudur: Ezo Halanın yürek sızısı Türk Milletinin yürek sızısıdır. Lozan’da cetvelle sınırlar çizen, köyü kasabayı ili ilçeyi vatanı ortasından ayıran vahşi ve zalim İngilizlere bir kez daha bin kez daha trilyon kez daha yazıklar olsun ilencidir o film. Biz dönelim yine Gaziantep’imize. Gaziantep bir sevda şehridir. Sevdalar şehridir. Sevdalılar şehridir. Yüzlerce binlerce örnekten birisi, buyurun size, ezberden okuyun bu türküyü: Anteb’in Kalesine astılar fermanimi, aman aman aman aman aman astılar fermanimi, Urfa Mardin beyleri kestiler fermanimi aman aman aman aman aman kestiler fermanimi Seven ölür yar için can verir canan için seni sevdiğim için le kestiler fermanimi aman aman kestiler fermanimi Başım gitse boynumdan vazgeçmem bu sevdadan aman aman aman aman aman vazgecmem bu sevdadan İki koldan bir yandan le kestiler yollarimi aman aman aman aman aman kestiler yollarimi Tam da Antep budur. Tam da Antepli budur. Tam da Antepce sevda böyledir: ‘Başım gitse boynumdan, vaz geçmem bu sevdadan.’ Şehirler biraz da sevdiğim insanlarla kâimdir benim için. Gaziantep oldum olası Orhan Bozgeyiktir mesela. Kırk yıldır. Garayağız bir Türkmen’dir bizim Orhan. Sonra akrabasından İhsan Ağcan gelir, o da ona benzer; ikisi de yiğittir merttir cömerttirler. Her Antepli gibi. Her Antepli kadar. Her Antepli mizacınca. (Bizim İhsan’a Antep? Diye soracak olsanız, cevabı üç kelimedir: ‘Medeniyet, tarih,

adamlık.’) Sonra Antep denince benim aklıma Hanifi Akın gelir. (İsminden bahisle sık sık ‘Sen Hanifîsin de biz değil miyiz uleynn’ esprisini yaptığım kardeşim.) O da bir gönül adamı, çalışkanlık ve vefa adamıdır. Sonra benim ahuyum (kardeşim) Abdullah Kaplan gelir. Yiğit mert vatanperver adamdır Abdullah. Candır, dosttur, vefa adamıdır. Saygı sevgi edep adamıdır da. ‘Eş durumundan’ nihayet Anteplidir son yıllarda. Antep ona, o da Antep’e yakışmıştır. Şahidiz. Mutmainiz. Müsterihiz. Ha unutmadan Gaziantep Güneydoğu’dadır amma; aslına bakarsanız, bir Akdeniz şehridir. Çoğu kez Antep’te kendinizi Torosların eteklerinde bir Yörük obasında yahut Maraş’ın yaylalarından yeni şehre inmiş bir Türkmen obasında hissedeceksiniz, diyeyim size de şaşırmayın gititğinizde. Diyeceğim şu: Gaziantep kültürel karakteristlikleri açısından Güneydoğu’dan ziyade bir Akdeniz yahut İç Anadolu şehridir. (Güneydoğu’yu da ayrı ve çok severim. Derdimiz farklılıkların ve zenginliklerin altını çizebilmektir.) Bir de Birecik meselesi vardır. Fırat’ın doğu yakasında yer aldığı için resmen Şanlıurfa’ya, ama fiilen Antep’le daima ‘seviyeli bir kültürel beraberlik’ yaşayan Birecik’ten. Her Bireciklinin ayda bir resmi işlem için Urfa’ya ama hayatı gereği haftada bir veya iki kez Antep’e geldiğini bilir miydiniz. Lahmacunun Antep’te sarımsaklı, Urfa’da soğanlı, Birecik’te ise hem soğan hem sarımsaklı olduğunu bilir miydiniz? Özeti: Birecik psikolojik ve sosyolojik açıdan Antep’in güzel şirin ve tarihi bir ilçesidir, o kadar. ‘Antep, Güneydoğu’nun Paris’idir’ diye yaygın bir görüş vardır öteden beri. El-hakk yanlıştır, katiyen inanmam. Paris başka güzeldir, Antep başka güzel. Kalesi ayrı güzeldir Antep’in, mozaik müzesi ayrı güzel. Tekke (Dönenler) Camii insanın başını değil gönlünü döndürür hu hu’lar eşliğinde, sema ede ede gökyüzüne ulaştırır sizi. Ruhî hazlar cennetindesinizdir artık. Mutfağındaki birbirinden farklı çeşit çeşit yemekler ayrı lezzet cenneti sunar size. Uzun sözün kısası: Gaziantep Güneydoğu’nun lezzet cennetidir. Hem maddî hem manevî. 41


KUDÜS’ÜN

KAVGASI Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesi ve harem mescit- lerinin üçüncüsüdür. Hz. Muhammed'in 624 yılına kadar kıble olarak kabul ettiği bu cami, bilindiği kadarıyla bir buçuk yıl kadar böyle kalmıştır. Mescid-i Aksa'nın adı, Kur’an'da İsra suresinin ilk ayetinde geçiyor.

Muhsin İlyas SUBAŞI

Lut gölü’nün bulunduğu çukur alanın batısında kurulmuş bir şehirdir. Şehrin kuruluş asırlarındaki adı Yeruşalem’dir. Kuruluşu M. Ö. XIX.-VIII. asra kadar uzanan Kudüs, günümüz semavi dinlerinde şehir profili içerisinde özel bir önem taşır. Geliş sıraları itibarıyla Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm bu şehirde hak ve söz sahipliğine taliptir: Müslümanlar, bu şehirden vazgeçmezler, geçemezler. Çünkü, İslâm’ın ilk Kıblesidir. Kudüs'ün İslâmiyet'teki öneminin bir başka nedeni de Mirac olayının burada gerçekleşmiş olmasıdır. Yahudilik döneminde Kudüs, özelliği ve kutsallığı sebebiyle Yahudi şeriatında diğer şehirlerden farklı bir konumda ele alınmıştır. Tanrı tarafından seçilen yer kabul edildiği için Kudüs Mabedi hac ve kurbanların takdim edildiği yerdir. Hac mekanı olduğu için Yahudiler bir süre burada kalmak mecburiyetindedirler, bu da şehrin imarı ve korunması, kendi kültürünü yaşatması bakımından önem kazanmıştır. Şehrin krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Davut’la başlar. Hz. Süleyman’ın mabedini inşasıyla kutsallığı ön plana çıkar. Yahudiliğe göre, Mesih’in yeniden gelip Yahudi Devleti’ni burada kuracağına inanıldığı için bu şehir onların açısından çok büyük önem taşımaktadır. Ancak Yahudiliğin M. S. 70’li yıllarından sonra buradaki baskınlar ve yıkımı takiben çekilmesiyle şehir önemini kaybetse de kutsallığını korumuştur. Hıristiyanlık için burasının önemi de, Hz. İsa’nın Burda yaşaması, tebliğini burada yapması ve burada çarmıha gerilmesiyle ilgilidir. Markos İnciline göre Hz. İsa, burada Galile bölgesinde tebliğe başlar ve sonra Kudüs’e yönelir, şehre girer ve mabedi temizler. Yahudilerin ağır tepkisiyle karşılaşır, İncillere göre Hz. İsa’nın dünyevi hayatı burada çarmıha gerilmesiyle sona erer. Kudüs Hz. Ömer’in halifeliği döneminde 638’de Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın kuşatması üzerine burada yaşayan halkın kendi rızalarıyla savaş görmeden İslam topraklarına katılmıştır. Taraflar arasında yapılan anlaşmaya göre halkın mal ve can güvenliği sağlanacak, onlarda Müslümanlara cizye ve haraç ödeyeceklerdir. Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk kıblesi ve harem mescit- lerinin üçüncüsüdür. Hz. Muhammed'in 624 yılına kadar kıble olarak kabul ettiği bu cami, bilindiği kadarıyla bir

sayı//48// temmuz 42


buçuk yıl kadar böyle kalmıştır. Mescid-i Aksa'nın adı, Kur’an'da İsra suresinin ilk ayetinde geçiyor. İsra yani Mirac olayında Hz. Peygamber "Burak'a bindim Beytü'lMakdis'e vardım" demiştir. Buradan da göğe yükseltilmiştir. İsra suresi birinci ayette Mescid-i Aksa'nın çevresinin mübarek kılındığı bildirilir. Ancak Hz. Muhammed'in Mirac’a çıktığı zaman Kudüs'te bugünkü Mescid-i Aksa'nın olmadığı onun yerine Yahudilerin Süleyman Tapınağı diye adlandırdığı Beytü'l-Makdis adıyla anılan, bugün kalıntıları varolan bir mabedin bulunduğu İslâm yorumcuları tarafından kabul ediliyor. 638 yılında Kudüs fethedildikten sonra Beytü'l-Makdis'in yerine Mescid-i Aksa inşa edilmiştir. Beytü'l-Makdis'in kalıntıları bugün Museviler tarafından Ağlama Duvarı, Müslümanlar tarafından ise Burak Duvarı olarak adlandırılıyor. Harem-i Şerif içinde yer alan bir başka kutsal yer ise Ömer Camiidir. İslâm dininin Filistin toprakları üzerindeki en eski yapısı olarak biliniyor. Bu caminin bulunduğu tepeye Tapınaklar Tepesi deniyor. Kubbesi altın kaplama olan Ömer Camii'nin (Kubbetü'sSahra) İslâm açısından en büyük önemi kutsal taşı barındırmasında yatıyor. Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmeye hazırlandığı bu kayaya, daha sonra Hz. Muhammed basmış ve göğe yükselmiştir. Kudüs, hadislerde Mekke ve Medine ile aynı değerde tutulur ve bu iki şehre hac olanağı bulunmadığı zamanlarda bu görevin Kudüs'ü ziyaretle yerine getirilebileceği belirtilir. Bu

nedenle İslâm'ın kutsal şehirler hiyerarşisinde Kudüs, üçüncü sırada gelir. Mekke'deki bir ibadetin 10 bin, Medine'dekinin bin ve Kudüs’- dekinin 500 kat sevabı olduğu şeklindeki bir hadis, bu hiyerarşiyi ifade eder. Hz. Peygamber'in Beytü'l-Makdis olarak andığı Kudüs için, "oraya gidemezseniz, hiç değilse o mescide bir hediye gönderin" şeklinde bir hadisi de sağlam hadis kaynaklarında geçer... Yahudiler, 1967'de Kudüs'ün kalbi dedikleri bu mekanı ele geçirdiklerinde 2000 yıldır Kudüs için tuttukları bir orucu tutmayı bırakmışlar ve "Mesih’in gelişi" ile tamamlanacak "tarihin sonundaki hadiselerin" ilkinin gerçekleştiğine inanmışlardır. Son yüzyılın milliyetçi Yahudilik hareketi Siyonizm, adını, Kudüs'ün bir sinonimi olan Siyon kelimesinden alır ve vermeye çalıştığı mesaj "İsrail'e dönüş hayallerinin gerçekleşmesi" hedefi ile yola çıktıklarıdır. Hıristiyanlar açısından Kudüs’ün önemi ise şöyle açıklanabilir: Dindar bir Hıristiyan için Kudüs, Rabbin seçtiği şehirdir. Körleşmiş ve günahlara dalmış insanların arasında Tevhit dininin kalesidir. Kendi oğlunu, insanlığın affı için kurban ettiği mekan olmuştur ve şehir dirilişin, Hz. İsa'nın geri dönüşünün ve Rabbin krallığının yeryüzüne ineceği günlerin müjdecisidir. Hz. İsa'nın kanıyla yıkanmıştır bu topraklar. Golgotha taşını öpmek, Kutsal Kabir'de ağlamak asırlar boyu bir şeref olarak görülmüş- tür. Kudüs'e, sıradan bir turist gibi değil; dua, 43


ağlama, kendine gelme, yeniden dirilme arzusuyla gelinmelidir. Hıristiyanlık için Kudüs, tarihin başladığı ve biteceği yerdir. Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği ve gömüldüğü, yıkımı Hz. İsa tarafından önceden haber verilmiş bir şehirdir. Haçlılarla birlikte Kudüs siyasal yönden de önem kazanır. Yüzyılın başında General Allenby'nin Kudüs'ü ele geçirmesi pek çok Hıristiyan tarafından vaat edilen "Yeni Kudüs'ün" kurulacağı kehanetinin gerçekleşmesi olarak algılanır. Kudüs'ün İsrail tarafından ele geçirilmesi bazı Hıristiyanlar tarafından bir anakronizm (tarihi gelişmelerde meydana gelen bir hata) olarak görüldü. Bazıları ise bunun vaat edilen Yeni Kudüs'ün kurulması için gerekli bir basamak olduğuna inandı. Bugün Vatikan'ın, İsrail'le ilgili politikası temelde, Katoliklerin kutsal mekanlara ulaşımını ve buralarda ayinlerin gerçekleştirilmesini garanti altına alacak şekildedir. NEDEN PAYLAŞILAMIYOR?

Kudüs'ün paylaşılamamasının temelinde, yerleşim bölge- lerinin yani Müslüman, Hıristiyan ve Musevi mahalleleri ile kutsal mekanların birbirlerinden net çizgilerle ayrılamıyor olması yatıyor. Ayrıca bir dinin kutsal mekanları, diğer iki din için de kutsal sayılıyor. Mescid-i Aksa Camii, Müslümanların olduğu kadar Museviler için de kutsal bir mekanda bulunuyor. Hıristiyanlar için kutsal olan Kutsal Mezar Kilisesi, iki camiinin ortasında yer alıyor. Ağlama Duvarı, Hz. Peygamber'in Mirac gecesinde Burak adlı atını bıraktığı yer olarak biliniyor. Bugün şehirdeki dört mahalleli bölünme (Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Yahudi mahalleleri) temelde bu kutsal mekan- ların sayı//48// temmuz 44

etrafında örgütleniyor. Ağlama Duvarı'nın Mescid-i Aksa'nın batı duvarında olması ve Kamame Kilisesi'ne giden Hıristiyan Haç Rotası (Via Dolorosa)'nın yine Mescid-i Aksa'nın kuzey sınırından geçmesi, mahallelerin neden içiçe olduklarını ve paylaşım meselesi- nin Mescid-i Aksa'yı üzerinde taşıyan Harem-i Şerif (Mabed Tepesi)'te kilitlendiğini daha iyi anlatıyor. Bu nedenle Yahudiler Harem-i Şerif'ten bahsederken Kudüs'ün Kalbinin Kalbi anlamına gelen "Lev libo sel Yeruşalim" diyorlar. Görüldüğü gibi, “dinlerin şehri” olan Kudüs’ün her üç din için de özel bir anlamı vardır. Haçlılar, bu şehri ele geçirmek için iki asra yakın bir süre hem kendilerinden hem de Müslümanlardan çok insanın kanına girmiş- lerdir. Yahudiler de bugün işgal ettikleri bu şehirde din adına, kan dökmekten çekinmemektedir. Bu vahim durum, şehrin kutsallığını kendi inancı adına kullanma içgüdüsünden kaynaklanmaktadır. Peygamberlerin hatıralarının bulunmasını aklın ve imanın getirdiği çözümlerle sonuca götürmek varken güç kullanmak, din adına ortaya çıkanların şiddete dayalı çözüm peşinde olmalarına zemin hazırladığı için Yüce Yaratıcı tarafından kabul edilir bir yanının olacağını düşünemiyoruz. Buna rağmen, şehir sosyolojisi açısından meseleye bakıldığı zaman dinlerin bile şehir kültünden beslenme zarureti ortaya çıkmaktadır. İslâm, “şehir dini” olduğu için böyle bir çözüm peşinde değildir. Diğer iki dinin; Yahudilik ve Hıristiyanlığı kabul gerekçelerini bu anlayışta aradıklarını düşünüyoruz. Kudüs’ün ve şehir hayatının semavi dinler açısından önemi de burada ortaya çıkmaktadır.


ESKİ KENTİN

SOKAKLARI Evler ise mahremiyetin ve estetiğin birbirine karıştığı bir atmosferde işte gerçek Türk evi dedirtiyor kendisine.

Mehmet BAŞ

Sokağın içinde eski günlere dair gelip geçen nal seslerinin özlemi taşların kalbinde arada bir olsa da depreşmiyor değil. Bilhassa ramazan akşamlarının etrafı bir hale gibi saran ruhu öksüz duvarlar arasından hızla gelip geçen nenelerin ağarmış saçlarında yeniden canlanıyor. Eski sokağın içinde her daim yeni ve hiç eskimeyecek olan bir ruh dolaşıyor. Evler ise mahremiyetin ve estetiğin birbirine karıştığı bir atmosferde işte gerçek Türk evi dedirtiyor kendisine. Kimse kimsenin manzarasını ve gökyüzünü kapatmıyor. Evlerin mütevazı pencerelerinin önünden çiçek kokuları yayılıyor. Kapının açılması ile birlikte sokaktan hayata taşan bir neşe insanın yüreğini yalayıp geçiyor. Evin avlusunda muhtelif ağaçlar ve küçük bir havuz göze çarpıyor. Haremlik ve selamlık kısımları ile evler hayata dair işlevini en güzel şekilde yerine getiriyor. Eski kentin sokaklarında çocuk sesleri güzel bir müziğin nağmeleri gibi yükseliyor gökyüzüne. Akşam olduğu zaman sobalardan çıkan is kokuları ile birlikte derin ve tevekkül dolu bir sessizlik evlerin çatısını kaplıyor.

e zaman yolum bir şehre düşse hemen o şehrin eski sokaklarına giderim. Yeni kurulan mahallelerde şehrin kendine özgü kültürel yapısını bulmak gerçekten çok zor. Artık seri üretilmiş evler ve de seri üretilmiş insanlarla karşılaşıyoruz çoğu yerde. Ne yazık ki aynı tornadan çıkmış gibi tek tipleştirici bir mekân algısı ile karşı karşıyayız. Son dönemde yapılan evler yollar parklar hep birbirine benzediği için mekân tasarımlarını birbirinden ayırt etmek gerçekten zor oluyor. Fakat eski kentlerin içine tarih sinmiş sokakları öyle mi? Bizi biz yapan değerlerin izlerini bu eski sokaklarda halen bulabiliyoruz. Gözümüze ilk önce bir sokak çeşmesi çarpıyor. Dar sokakların arasından geçerek şırıl şırıl akan bir çeşme ile serinliyoruz. Daha sonra küçük mahalle mescidi dikkati üzerine çekiyor. Sokağın kalbinde sanki iki cihanı birden atan bir nabız gibi duruyor. Her ezan sesinde üzerindeki kirlerden kurtularak yeniden tertemiz olmanın hazzını veriyor.

Eski kentin sokaklarında sahici sevgilerin ve menfaatsiz ilişkilerin izleri duruyor. Betondan hapishaneler içinde kendi kendinin mahkûmu olan insanlık dijital bir yalnızlığın çöllerinde kaybolurken yağmur sonrası ortalığı kaplayan bir toprak kokusu herkesi kendi özüne kendi tarihine çağırıyor. İnsanların eşya ile olan ilişkileri hiçbir zaman bir köle efendi ilişkisine dönüşmüyor burada. Her şey bir ihtiyaç için elde ediliyor ve bu süreçte gösterişe varmayan bir sanatsal duyarlılık kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Kamuya ait olan binalar daha kalıcı bir tasarımla yapılırken evler insanlara kendi faniliğini aratmayacak şekilde inşa ediliyor. Şehirlerin üstünde bir peri gibi dolaşan ruhun kaynağı bu eski sokaklar olsa gerek. İnsanların kalplerini bir çöle çeviren bencillik ve lüks tutkusu burada hüküm süremiyor. Eski sokaklar yüzlerce yılın getirdiği bir vakarla öylece bekliyor. Eski kentin sokakları medeniyetimizin bütün dünyaya halen dipdiri olduğunun bir ilanı gibi durmakta. Varoluş pergelimizin ayağının bastığı yer buralar olsa gerek. Mescidi,çeşmesi, tek katlı evleri ile selamın unutulmadığı o yerlere binlerce kere selam olsun.. 45


EFSANE TÜRKÜNÜN EFSANE İCRACISI:

MÜKERREM

KEMERTAŞ

"Hüma Kuşu" dendimi,herkes bilir onun Erzurum'un meşhur uzun havası olduğunu... İsmail BİNGÖL*

nadolu insanının geninde vardır türküleri sevmek, türküleri söylemek... Bazen yolu türkülerden ayrılsa bile; yine de yeri gelince kendi yoluna döndürür türküler... Kimi az bilinir türkülerin, kimi çok... Herkes tarafından duyulmuşları da vardır, zaman içinde unutulmuşları da... Çocukluğumun manzarası ipekten kesilmiş günlerinin yaşandığı günlerde radyo başucu arkadaşım ve yoldaşımdı. Türkülerin dünyasına öylesine meftun ve öylesine sevdalıydım kiBugün de o sevdadan bir şey eksilmiş değil; zira bu yazıyı yazarken de kelamın ve makamın birbirini tamamladığı o halk verimlerini dinlemekteyim ve o nağmelerle dolup taşmaktayım. Geceleri türkülerle yatar, sabahları ise yorganımın altındaki radyodan yükselen o güzel seslerle uyanırdım. Uygun mekân ve zaman bulduğumda olanca sesimle söylemeye çalıştığım türküler ve uzun havalar, beni o günlerden tanıyanların ve sonrakilerin kulaklarındadır hâlâ...

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//48// temmuz 46

Ancak bunlardan bir uzun hava ve bir de söyleyeni vardı ki; adeta onunla özdeşleşmişti ve nerede adını duysanız aklınıza hemen o sanatçı gelirdi. Burada kastedilen kişi, çocukluk yıllarımızdan beri kendisinden dinlediğimiz türküleri, aslına uygun şekliyle hafızamızda koruduğumuz, bu nedenle başka kim söylerse söylesin bir türlü o hazzı alamadığımız, halk müziğimizin unutulmaz yorumcusu, efsane sanatçı Mükerrem Kemertaş’tı. Efsane insan olur da, efsane türkü olmaz mı? Sesi, soluğu, nağmesi her devirde geçerli olan ve her söylendiği yerde insanı vurgun yemişe döndüren… Yüzyıllar geçse de eskimeyen ve eskitilemeyen... Bir milleti ayakta tutanları, nice nice devletleri kuranları, sözü ve nağmeleri arasına gizlediği işaretlerle dinleyenine haykıran... “Hüma Kuşu “ dendi mi, herkes bilir onun Erzurum’un meşhur uzun havası olduğunu... Hüma kuşunun gölgesi üzerinde olduğu için olsa gerek, talihi hep yaver gitmiştir bu türkünün ve bir “efsane türkü” halini almıştır. İşte bu efsane türküyü, efsanesine yakışacak şekilde okuyan kişi, “Türkülerin Efendisi” unvanını hak edecek derecede tartışılmaz bir vukufun sahibi olan Erzurumlu Mükerrem Kemertaş’tı. Bunun yanında “Ağ gül seni camekânda görmüşler”, “Göç göç oldu göçler yola dizildi” gibi uzun havalarla, nice yürekler dağlayan, millet olarak yaşadığımız acı günleri hatırlatan, vatan sevgisi, gurbet ve aşk duygularını yoğurarak yüreğimizin derinliklerinde hissetmemizi sağlayan sanatçıyı 31 Mart 2018 tarihinde ötelere uğurladık. Günümüz şairlerinden Ali Akbaş üstadın, “Hüma Kuşumuz” başlığını taşıyan ve her dörtlüğün sonunda “Kerem et Mükerrem bir türkü söyle” mısraının tekrarlandığı, onu ve yaşadığı, yetiştiği toprakları konu edinen çok sevdiğim bir şiiri var. Şiirde Mükerrem Kemertaş’ın şahsında Erzurum’un insanını, coğrafyasını, tarihini ve daha başka özelliklerini, şiirin imkânları dâhilinde anlatmaya, idraklere sunmaya çalışıyor şair. Bir Erzurumlu olarak, şehrimize ve sanatçısına böyle güzel bir şiirle seslenen Ali Akbaş ağabeye buradan selamlarımı ve hürmetlerimi gönderiyorum. Yüreği ve kalemi var olsun, sağ olsun. İnternette tamamını bulacağınız ve “Yine duman almış Palandöken’i” diyerek başlayan; insanı değişik bir manzaranın birbirinden farklı çağrışımlarına yönlendiren şiirde şair, okuyanını önce Palandöken’in zirvesine çıkararak Erzurum türkülerinin büyülü atmosferine,


hem anlam ve hem de makam değeri yüksek iklimine doğru çekiyor. Başı dumanlı ve yılın büyük bölümünde gövdesi karla kaplı Palandöken’i görünce, esrik bakışlarla, romantik hissedişlerle daha yukarılara yöneliyor insan ve Hüma’yı, esatirin o tasviri mümkün olmayan, hakkında birçok efsane anlatılan kuşunu arıyor. Sesiyle göğümüze bir velvele salmanın yanında, ruhu coşturup, çürük aklı yele veren, gerçekle masalı birbirine karıştıran dadaşın bize yaşattığı bu hâlle adeta kendimizden geçiyoruz. Sonra yine Ali Akbaş’ın mısraları, Mükerrem Kemertaş’ın yeri göğü inleten sesi eşliğinde, ağır ağır şehr-i mübarek Erzurum’un sokaklarını dolaşıyoruz. Şair tarafından erkekleri Köroğlu, kızları Nigâr, taşı kehribar olarak vasıflandırılan şehrin duruşu ve bakışı şahin olsa da, içine girip, ruhuna vakıf olma gayretini gösterenlerin, onun kibar ve kökleri geçmişin derinliklerine uzanan geleneksel yaklaşımlarına şahit olacakları bir gerçektir. Ve bu arada, Çifte Minareli Medrese’nin sanatın en inceltilmiş yanlarını bünyesinde toplayan görkeminin hayran bırakan görüntüsüne kapılıp, önünde dakikalarca durup seyretme iştiyakından bir türlü vazgeçemiyor insan… Atalarımızın bu ve bunun gibi “duruşu, bakışı ve nakşıyla” kendine özgü eserleri, coğrafyamızın tapuları olarak dört bir yana serpiştirmiş olmaları karşısında hayret etmemek ve bu düşünceye gıptayla bakmamak elde değil. Nur içinde yatsınlar. Ve birden, dağı taşı inleten gür bir ses, çağdaşı Raci Alkır da, Mükerrem Kemertaş’a eşlik ediyor. (Bu vesileyle ikisini de bir kere daha rahmetle analım.) İşte bu feryatların nasıl dillendirileceğini ve sözle nağmenin nasıl birbiriyle yoğrularak bir türkü halinde toplumun hafızasına sunulacağını ilk önce babasından öğrenen, bu yolla geleneği ve Erzurum’un sanatçı silsilesini devam ettiren biri daha var ki… Mükerrem ağabey bu yolla da kültürümüze hizmet ediyor ve halk müziğimizde kendinden sonra bu soyadı yaşatacak bir hayr-ül halef bırakıyor. Tuncay Kemertaş’ın, türküleri otantik tavırlarına, orijinal hallerine sadık kalarak söyleyişinin yanında, sağlığında babasıyla karşılıklı okumaları da türkü dünyamıza ayrı bir renk katmıştır. Yazar Tahir Abacı, "Bir Zamanlar Anadolu'da" kitabında kendi zamanının türkülerini anlatırken, "Hüma Kuşu" adlı uzun havaya ve onun icracısına dair şunları yazıyor: “970’lerde efsaneleşmiş 45’lik türkü plakları vardı. Sözgelimi o yıllarda cezaevlerinde, öğrenci yurtlarında (...) kimi türküler de huşu

içinde dinlenirdi. Bunlardan biri, derleme kayıtlarında Hulusi Seven’in sesiyle tespit edilmiş olan meşhur Erzurum mayası, yani “Hüma Kuşu”ydu ve Mükerrem Kemertaş tarafından, unutulmaz yorumla, bir 45’likte seslendirilmişti.” Yazarın his dünyasında da büyük izler bıraktığı anlaşılan bu uzun havanın, çoğu kişinin çocukluk ve ilk gençlik döneminde yüreğini kaplayan türküler içinde apayrı bir yer edindiği muhakkak. Hele de radyonun ve pikapların yaygın olduğu o devirde, bir milletin hissiyatının en başta gelen tercümanıydılar bu türküler... Bu yakıp yandıran uzun havalar, mayalar, hoyratlar... Sanat hayatı boyunca onlarca türkü ve uzun havanın tanınıp sevilmesine emsalsiz sesi ile katkı sağladı. Bilhassa Erzurum ve çevresi türküleri, pek çok uzun hava, onun sesinden geniş kitlelere ulaştı, tanındı ve bilindi. Onunla ilgili sözlerimizi şöyle bağlayalım: Gel ey dost... O kadim söyleyişinle söyle... Söyle ve can kat canımıza türkülerinle... Nicedir ayrı düştük... Ayrıldık nicedir... Söyle o uzun havaları... Esrisin canımız yeni baştan... Açılsın bahtımız, dönsün talihimiz... Yürüsün “Hüma”nın geldiği yere doğru hayalimiz... Çocuk bir ruhtan yükselen dileklerle dolsun kalbimiz... Gel ki, bir türkü sıcaklığında çarpsın gövdemizi hayalin... Gel ki kavgalarımız bitsin... Gel ki acılarımız dinsin... Gel ki kötülükler sinsin... Açılsın ufkumuz; umutlarımız yeniden boy verip tazelensin... Söyle o eski sesin... O riyasız ve şüphesiz sevdanla o güzelim türküleri... Depreşsin; acıdan geçen, güzelliğe dair kavgalarımız... Duyulsun sesi ötelerden... Duyulsun, çileden geçmiş uzun havalarımız... HAYATI HAKKINDA KISA BİLGİ:

1938 yılında Erzurum’da doğdu. Müzik hayatı, 1956 yılında, özel bir gecede sahneye çıkmasıyla başladı ve 1960 yılında askerlik dönüşünde daha da yoğunlaşarak sürdü. 1961 yılında Erzurum Halk Oyunları ve Halk Türküleri Derneği bünyesindeki Doğudan Sesler Topluluğu’na katıldı. Bu topluluğun TRT Erzurum Radyosu için düzenli aralıklarla hazırladığı programlarda beş yıl boyunca yer aldı. 1966 yılında açılan sınavı kazanarak kadrolu sanatçı oldu. TRT Yurttan Sesler Topluluğu kadrosu içinde pek çok programda görev aldı.1970 yılında TRT İstanbul Radyosuna tayin olan Mükerrem Kemertaş, 1985 yılında İzmir’e yerleşti. 2003 yılında emekli oluncaya kadar, TRT İzmir Radyosunda görevine devam etti. 47


MISIR -ikinci-

Bütün ömrünü harp meydanlarında geçiren, Ortadoğu’da Haçlı varlığının belini kıran, ve islamın güç ve kudretini Avrupa’ya gösteren, mücahit Sultan Selahaddin Eyyubi 4 Mart 1193 te 56 yaşında Şam’da vefat etti.

Murat YILDIRIM*

El Ezher Camii

*Merkez Valisi

sayı//48// temmuz 48

017 Kasım ayında Mısır seyahati, güzel bir yolculuk, Kahireden başlamıştı yolculuğumuz.. Resmi adı Mısır Arap Cumhuriyeti olan Mısır, 1.002.450 km2 lik yüzölçümü, 90 milyonu aşan nüfusu ile (2016: 96 milyon) Ortadoğu’nun en büyük ülkelerinden birisidir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Camii, gerekse Sultan Hasan Camileri yerli ve yabancı turist grupların ziyaret ettikleri, fiilen Müze-camii durumuna getirilmişlerdir. Mısır, gizemiyle tarihiyle ilgimizi çekmeye devam ediyor, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan bahsedipde, ünlü komutan Selahaddin Eyyubi’den söz etmemek elbette mümkün değildir. SELAHADDİN EYYUBİ

İslam tarihinin en büyük kumandanlarından birisidir. Babası Musul Atabeylerinin bir valisiydi. 15 yaşlarında Atabey Nurettin Zengi’nin ordusuna katılmıştır. Mısır seferi sırasında büyük başarı kazanarak, 1169 da Fatımi halifesi Adid’in veziri oldu. 1171 de Fatımilere son vererek Mısır Sultanı olmuştur. Şiiliğin yerine sünniliği tercih ederek, Abbasi halifesi adına hutbe okuttu. Zamanla Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen vb. ülkelere dayanan büyük bir İslam devleti kurmuştur. 1187 yılında Taberiye Gölü yakınlarında Hıttin de Haçlı ordusunu yendi. Bundan sonra Filistin bölgesini ve Ekim 1187 de Kudüs’ü fethederek haçlı işgaline son verdi. Avrupa’da hazırlanan 3. Haçlı ordularına karşıda uyguladığı askeri stratejilerle de büyük başarılar kazandı. 1192 de imzalanan barış antlaşmasıyla Kudüs’te içinde olmak şartıyla, bütün bölge Selahaddin Eyyubi’nin idaresine bırakıldı. Hristiyanların silahsız olarak Kudüs’ü ziyaretine izin verildi. Eyyubi, ilme çok değer veren, iyi huylu, cömert, adil ve çok merhametli bir hükümdardı. Hazinelere sahip olduğu halde, ömrü boyunca bir asker gibi yaşadı. Öldüğünde, cebinde bir altın, birkaç gümüş çıktı. Halifenin hazinelerini askerlerine dağıtmıştır. -Sobernherim“zekası ve dindarlığı üzerine kurulmuş bulunan iktidarı sarsılmaz idi. Her türlü hırs ve tamah ona yabancıydı.” demiştir. Bütün ömrünü harp meydanlarında geçiren, Ortadoğu’da Haçlı varlığının belini kıran, ve islamın güç ve kudretini Avrupa’ya gösteren, mücahit Sultan Selahaddin Eyyubi 4 Mart 1193 te 56 yaşında Şam’da vefat etti. Kabri Şam’da


Emevi Camii Haziresindedir. Ruhu şad, mekanı Cennet olsun. -Aynı günün akşam vakti Mısır fatihi Sahabe Amr Bin AS camiine ulaştık. Cemaat akşam namazını kılıp dağılmıştı. Biz kendimiz vakti eda edip camiden ayrıldık. Mısır’a başkentlik yapan Fustat’ta inşaa edilen ve Afrika’nın ilk yapılan mescidi olan Amr Bin El-As Camii halkın hassasiyeti ile korunmuş ve ülkenin değişik şehirlerinde yaşanan tahrip ve hırsızlık vakaları Fustat’ta yaşanmadığından, “Camilerin Tacı” diye zikredilen bu önemli mimari eser bugünlere kadar gelebilmiş denilmiştir. Fatimiler döneminde, camide ders halkalarının kurulduğu ifade edilmekte, dini ve dünyevi her konunun konuşulduğu meclislerde, ders alan meşhur alimlerden birisinin de İmam-ı Şafii olduğu anlatılmaktadır. Adına cami yapılan Hz. Amr Bin AS sahabenin büyüklerinden ve Arapların dahi komutan ve devlet adamlarından birisidir. Peygamberimiz tarafından Umman Valiliği’ne atanmıştır. Hz. Ebu Bekir’in döneminde Şam Fethine gönderildi. Dinden dönenlerin yola getirilmesinde büyük hizmetler yaptı. Yermuk Savaşında büyük kahramanlık gösterdi. Ecnadin’de Rum ordusunu bozguna uğratarak, Ürdün ve Filistin’i zaptetti. Hz. Ömer’in Halifeliğinde Filistin Valiliği’ne atandı. Mısır’ın fethinde görevlendirildi. Mısır’ın fethinden sonra X. asırdan sonra Kahire ismini alan Fustat şehrini kurmuş ve sonrasında Afrika’ya yönelerek Trablusgarb ve Siyre’yi de fethetmiştir. Vefatına kadar Mısır Valisi olarak kalmış ve 664 (H.43) de 90 yaşlarında vefat edince, Mukattam mevkiine defnedilmiştir. Amr Bin El-As Camii Amr Bin AS Camiinden ayrıldıktan sonra El Ezher ve Hz. Hüseyin Camiine gitmek üzere yola çıktığımızda müthiş bir trafikle karşılaştık. Hz. Peygamberimizin torunu Hz. Hüseyin’in mübarek başlarının bulunduğu kabul edilen Hz. Hüseyin Camii alanına yaklaştığımızda mahşeri bir kalabalık gördük. Otobüsümüzün ne durması ne de park etmesi mümkün değildi. Uzaktan dualarımızı gönderdik. El Ezher Camisinin de restorasyon sebebiyle kapılarının kapalı olduğu ifade edildi. Bu iki önemli tarihi eser, Kahire’nin en eski caddelerinden birisi olan Moez Caddesi üzerinde bulunmaktadır. Kahire’yi devirlerinin bir kültür merkezi yapan Fatimiler tarafından imar edilen Hz.Ali ve Kerbela’da yaşanan o unutulmaz acının hatıralarını adeta Moez Caddesine taşımışlar.

Bir yazarın deyimiyle: “cadde sizi Hz. Hüseyin Camii ve Türbesi ile selamlıyor ve şiiler için çok önemli olan Al Hakem Bin Emrullah Camii ile veda ediyormuş.” Şiilerin inancına göre Hz. Hüseyin’nin kesilmiş mübarek başı bu cami içindeki türbede gömülüdür. Diğer bir rivayette Suriye de ki Ummayad Camiinde olduğudur. Özellikle Muharrem ayında gerek Mısır’dan gerekse islam ülkelerinden yüzbinlerce şii Müslümanlar, bu camiyi ve türbeyi ziyarete gelmekte, dua ve ibadet etmektedir. Ziyaretçi kalabalığından çevredeki otel, han vb. yerlerin dolduğundan, binlerce insan günlerce sokak ve caddelerde yatarak geceleme yaptıklarını işitince hayretimizi gizleyemedik doğrusu. -Moez Caddesinde yürüyüş yapma imkanımız ve zamanımız olmadı. Ama ağır ağır ilerleyen otobüsümüzün camından dikkatlice baktığımızda caddenin her iki tarafında yüzlerce otantik mağaza olduğunu gördük. Bu irili-ufaklı işyerlerinde, tipik süs eşyaları, gümüş, sedef, bakır ustalarının el emeği ürünleri, seyyar gıda satıcılarını kısacası her türlü şeyin satıldığını izledik. Akşam yemeğimizi yedikten sonra otelimize dönerek istirahate çekildik. Ertesi sabah yani seyahatimizin 4. Günü olan 2 Aralık 2017 Cumartesi günü, bizleri yaklaşık üç saat süren “İskenderiye” yolculuğu bekliyordu. Kahvaltıyı müteakip topluca Kahire’den, Mısır’ın önemli sahil şeridindeki İskenderiye şehrine hareket ettik.. İSKENDERİYE

Mısır’ın Akdeniz kıyı şeridinde en büyük liman şehridir. Nüfusu yaklaşık 3 milyondur. Dünyanın yedi harikasından biri olarak bilinen “İskenderiye Feneri” bu limanın ağzındaki bir ada üzerindeymiş. Limanın doğu kısmı pek gelişmemiş olup sadece balıkçılık yapılmaktaymış. Limanın batısı kalabalık olup, bu kesime gemiler yanaşıyormuş. Bizim Hatay-İskenderun ilçesine coğrafi bakımdan benzemektedir. Bir sayfiye şehrini anımsatmaktadır. Rehberin ifadesine göre, sarı, yeşil, siyah ve kırmızı olmak üzere 4 türlü hurma yetişmektedir. Ünlü Kleopatra’nın eski sarayı halen deniz-su altındadır. Eskiden Akdeniz’in gelini diye lakabı varmış. İskenderiye girişinde, yolların her iki tarafında sazlıkbataklık alanları var, 8-10 km kadar. Uzun bir şerit halindedir. Mevsimlere göre göçmen kuşlar barınıyormuş. İskenderiye hem yazlık-sayfiye, hem de petrol rafineri işletmeleri olan bir liman 49


sevinirken mimari bakımdan da gerçekten güzel bir eser olduğunu müşahede etmiş olduk. İkindiyi takiben, aynı alanda caminin avlusuna yakın bir yerde, ünlü “Kaside-i Bürde” nin yazarı İmam Busiri’nin kabrini ve camisini de ziyaret ve dua etme imkanı bulduk. Ebul Abbas El Musri caminin avlusundan ana giriş kapısının en üst kısmına dikkatli baktığımızda Ezkur Allah “Allah’ı (c.c.) zikret,an” olarak yazılmış bir levhayı görüyorsunuz. Gece olunca da ışıklandırıldığını tahmin ediyoruz. Yaradanı unutanlara güzel bir hatırlatma. Hz. Hüseyin Camii

şehridir. M.Ö. 332 de Büyük İskender adına kurulmuş bir kenttir. 640 Yılında Araplara, 1250’de Memlük Türklerine, 1517 de Osmanlı hakimiyetine geçmiştir. 1798-1801 arasında da Napolyon’un Mısır seferinde, Fransız işgalinde kalmıştır. Süveyş Kanalının açılmasından sonra yeniden önem kazanmıştır. İskenderiye’de ilk ziyaret durağımız “Batlamyus Anıtı” oldu. 7. Kleopatra’nın babası olduğu, Roma’dan geldiği, yaptığı önemli hizmetlerin anısına, Sfenks ve anıtın yapıldığı söylenir. 2. durağımız meşhur “İskenderiye Kütüphanesi” oldu. M.Ö. III. Yüzyılda İskenderiye’de kurulmuş olan kütüphane tarihte önemli eserlerden birisi kabul edilmiştir. Kaynaklar zamanında 900 bin cilt el yazması eserin toplandığını kaydetmektedir. Şuanda kütüphane ilginç mimarisiyle dikkat çeken modern binasında hizmet vermektedir. Yuvarlak dünya küresi önünde hatıra pozu vererek, deniz kıyısındaki Kayıtbay kalesine hareket ettik. İskenderiye Kütüphane Bahçesi Dünya Küresi İskenderiye Feneri’nin kalıntılarının üzerine, 15. Yüzyıl da Memlük Sultanı Kayıtbay tarafından inşa edilmiştir. Savunma amaçlı yapılan kale, 1882 de İngiliz bombardımanıyla hasar görmüştür. Restore edilen kale müze gibi bütün turistlerin ziyaretine açılmıştır. Kaleyi gezdikten sonra deniz kıyısında kurulmuş bir açık turist pazarında bazı basit hatıra-hediyelik alışverişinden sonra İskenderiye içindeki Ebul Abbas El Mursi Camiine hareket ettik. İkindi vaktini eda ederken Kahire deki camilerin aksine caminin genel temizliğinin iyi olduğuna sayı//48// temmuz 50

İskenderiye Ebul Abbas El Mursi Camii Girişi İmam Busiri devrinin büyük bir şairi ve edebiyatçısıdır. (D. M .1212,Ö.1295) Sevgili Peygamber Efendimize birçok şiir-kaside ve na’atlar yazmıştır. Bir zaman vücudunun yarısı felç olur, hasta olarak yatar. Peygamber sevgisini dile getiren 161 beyitlik ünlü kasidesini bitirir ve Yüce Allah’tan (c.c.) şifa diler. Peygamber efendimizi rüyasında görür ve kasidesini huzurunda okur. Allah Resulü memnun kalır, elleriyle Busiri’nin felçli azalarını sıvazlar “Bürdesini” (Hırkasını) ona giydirir. Uyanınca şifa bulduğunu ve hırkanın üzerinde olduğunu görür ve çok sevinir. Busri’nin Ebül-Hasen-i Şazili’nin talebesi olan, Ebül Abbas El Mursi’nin yetiştirdiği bir evliya zat olduğu kaynaklarda gösterilmektedir. Kaside-i Bürde; usulünce ve salih kişilerce hastalara okununca Allah’ın (c.c.) izniyle iyi oldukları üzerine okunan yerlerin dert ve belalardan emin olduklarına dair tecrübeler görüldüğü, bilhassa felçli hastalara şifa niyetine okunduğu meşhur ve bilinen bir husustur. Her beyit arasında ; Mevla salli ve sellim daimen ebeden Ala Habibikel haklin küllühum… diye başlayan selat-ü selamın okunması tavsiye edilmiştir. -İskenderiye’de panoramik olarak görülecek yerlerden birisi de Roma döneminden kalma Amfi Tiyatro’dur. Ziyarete kapalı tutulan Amfi Tiyatroyu dışarıdan, demir parmaklıkların ardından görerek, bir fikir sahibi oluyorsunuz. İSKENDERİYE AMFİ TİYATRO

İskenderiye’nin dar sokaklarında otobüsle ağır ağır giderken kaldırım üstünde seyyar dikiş makinası önünde, kuru ekmek yiyerek çayını yudumlayan bayanı görünce hem şaşırdım hem de cep telefonumla resmini çektim. Bizi görünce gülümsedi, yemeği bıraktı, eliyle selam verdi.


Amfi Tiyatro

Düşündüm, sokağın ortasında , kaldırımda, gelenin-gidenin söküğünü ve elbisesini dikerek, rızkını kazanmaya çalışan bir gariban nerde? Camilerin girişinde-avlusunda “Sadaka, sadaka” diye feryat ederek, sizleri yardıma zorlayan insanlar nerde? İSKENDERİYE’DE SOKAK TERZİSİ BAYAN

-Cumartesi gecesi geç saatlerde Kahire’deki otelimize dönerek, İskenderiye gezimizi tamamlamış olduk. Mısır’la ilgili genel değerlendirmeyi yapmadan önce, rehberimizin çok kısa bilgi verdiği ve çoğumuzun merak ettiği “Mezar Evleri” konusuna değinmek isterim. Eski Kahire semtlerinde caddeler boyunca uzanmış ve adına mezar evler denilen basit yapılarda binlerce insan mezarlarda beraber yaşıyorlarmış. Kısa seyahatimiz de fırsat ve zaman bulamadığımızdan özel olarak bir ailenin kaldığı mezar evine gidemedik. Fakat gece ve gündüz seyr esnasında aracımızdan dikkatli bakıldığında eski semtlerde cılız ışıkların altında, baraka misali evlerin içinde hayatların halen devam ettiğini görmek mümkündü. Evinin zeminine ailenin ölen fertleri, birkaç basamak aşağıda boşluk açılarak gömülüyor, boşluğun ağzı çamur veya tahta ile kapatılıyor ve ölünün yakınları yukarıda beraber yaşıyorlar. Yeni bir vefat olunca kapak açılıp daha önce ölenin kemikleri “kemik yeri” denen yere itilerek yeni ölene yer açılıyor. Mezarın ağzı tekrar sıvanarak kapatılıyor ve hayat devam ediyor. Bu metot bizlere son derece garip gelip ürperti verebilir. Ama, bu çok eski bir Mısır geleneği imiş. Daha doğrusu eski Mısır Pagan dönemlerinden gelen firavunvari gelenek olarak da kabul edilebilir.

GENEL DEĞERLENDİRME 4-5 gün gibi kısa bir süre de olsa, Mısır’ın başkenti Kahire’de ve en büyük liman şehri İskenderiye’de sabah erken saatlerden gece yarılarına kadar, eski ve yeni yerleşim merkezlerinde ziyaretler yaptık ve gözlemledik. Dünyanın en büyük“Açıkhava müzesi” olarak da adlandırılan başkent Kahire, yoğun ve yüksek nüfusun düzensiz kentleşmesinden dolayı, bakımsız, genel temizlikten yoksun, trafik lamba ve ışıklarının büyük oranda olmadığı, koyun-keçi sürülerinin ana caddelerde boy gösterdiği, bakanları hayret ve dehşete düşürdüğü bir dünya metropolü durumundadır. Bölgenin en önemli 85-90 milyonluk nüfusu, tarihi ve coğrafyası ve kültürel zenginliği ile Arap Dünyasının en ağırlıklı ülkesi olan Mısırlı din kardeşlerimize “Temizlik İmandan gelir” hadis-i şerifini hatırlatmakta fayda var kanaatindeyim. Ortadoğu bölgesinde gezdiğim- gördüğüm islam ülkelerinde; birinci meselenin temizlik ve hijyen olduğu düşüncesi maalesef kök salmıştır. Bu hayati konuya mahalli otoriteler mutlaka kısa zamanda çözüm üretmeliler. Petrolü, doğalgaz kaynakları, beş bin yıllık tarihi kültürel mirası, dünyanın en kaliteli pamuğu, 24 saat hizmet veren Süveyş Kanalı ve daha bir çok zenginlik kaynağı olan, kardeş ülke Mısır halkının layık olduğu, refah dolu, insan haklarına saygılı demokratik düzene kavuşmaları ümidini taşıyoruz.

Gezimizin 5. günü olan 03 Aralık 2017 Pazar günü THY’nin TK:691 sayılı seferi ile 09.35’te İstanbul’a hareket ederek, saat: 14.00 sıralarında Atatürk Havalimanına inerek, Mısır seyahatini tamamlamış olduk. 51


YARI KAÇAN HOŞGÖRÜ!..

EYÜP SULTAN’IN

EBEDİ SULTANLARI İstanbul’un dertlere uhrevî devâ, yavanlaşan ruhlara şifâ yönünü keşfedebilmenin yollarından birisi de Eyüpsultan’dan geçiyor. Oradaki manevî havayı teneffüs etmek, sizi adeta dostun dostuna götürüyor. Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacirlerin safına katılmış gibi Ebu Eyyûb el-Ensarî’ye misafir olmanın sevinci iliklere kadar hissediliyor. Dostun dostuna yakın olmak, dosta yakınlık hissini harlandırıyor. Ebu Eyyûb elEnsarî’ın mâkâmı kesintisiz dua sağanağı ile Medine sokaklarına dönüşüyor. Sabri GÜLTEKİN

Eyüp Sultan Camii

Her dilden, her dinden, her renkten insan yitiğini arayan çaresizler gibi bîtap bir halde mecnunlaşarak dolaşıyor. Makamın etrafında açılan eller, gözlerden dökülen yaşlar, dillerde terennüm edilen dualar durmaksızın değişiyor. Hiçbiri diğerine benzemiyor. Sel gibi akan topluluk gökkuşağı gibi durmaksızın renk armonisi sunuyor. Kimi Arap, kimi Alman, kimi Fransız, kimi Müslüman, kimi Hıristiyan, kimi hicabından perişan; Eyüpsultan arı kovanı gibi kaynıyor. Kimi mini etekli, kimi kısa şortlu, kimi şalvarlı, kimi şallı, kimi sakallı; iç avlu dolup dolup taşıyor. Ebu Eyyûb el-Ensarî, ziyaret eden herkese ama herkese sonsuzluk bahçesinden huzur dağıtıyor. Bu kutsal mekânda meşrebi genişlere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hoşgörüsü(!) cami cemaatını şaşırtıyor. Bütün bunlar oluyorken, öğlen namazı vakti yavaş yavaş yaklaşıyor. İç avludaki şadırvanın ılık ılık akan suyunda biraz serinleyip, Cülus Yolu’ndaki alışveriş mekânlarının, türbelerin, tarihi ahşap evlerin arasından ilerliyoruz. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği’ne uğrayıp, biraz hasbihâl ediyoruz. Sonra “ziyaretin kısası makbul” deyip, müsaade istiyoruz. Hava gittikçe ısınıyor, asfalt ağlıyor, sıcaktan beyin kaynıyor. “Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın” inadıyla “Osmanlı Yolu”nda bizleri nelerin beklediğini bilmeden aheste aheste ilerliyoruz. Balcılar Yokuşu, Zekâi Dede Sokağı’nın yol ayrımında önümüzü kesen Siyer Araştırma Merkezi’nin kapı ziline dokunup, kendimizi buyur ettiriyoruz. Değerli dost Muhammed Emin Yıldırım’la hasbihâli umarken, başka bir dostun muhabbetiyle iktifa ediyoruz. Peygamber Efendimiz(sav)’in siretini olaylarla birlikte görsele dökülerek anlatılan projeyi heyecanla dinliyoruz. Ev sahibinden ikramların en güzelini alıp yeni bir mekân ve zamana doğru ilerliyoruz. EYÜPSULTAN, “OSMANLI MEDENİYET MÜZESİ” GİBİ

Eyüpsultan semti, İstanbul surlarının dışına çıkıldığında Osmanlı Medeniyeti’ni en çok hissettiren mekânların başında geliyor. Her adım başı geçmişten güzellikler fısıldayan eserler, insanı med-cezirlerle yoğuruyor. Kur’anî duyguların yoğun yaşandığı şu mübarek günlerde, sanki Eyüpsultan sırtlarına Kur’an yeniden iniyor. Suffa’daki Kur’an bülbülleri, sayı//48// temmuz 52


Sivasiler Dergâhı

ölü toprağı serpilmiş havayı ayetlerle yeniden uyandırıyor. Baba Haydar Mektebi Sokağı’ndaki Esbak Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin (Şeyh’ülislâm Mustafa Efendi Öğrenci Yurdu) tabelasının altındaki devasa kapıyı aralayıp içeriye doğru baktığımızda bizi yalancı bir Cennet bahçesi karşılıyor. Etraf yemyeşil, yapının taş ve mermerleri gelinliğini giymiş huriler gibi Nişanca’ya huzur dağıtıyor. Her şey sanki ölümden yeni doğmuş, pejmürdeliklerden daha yeni sıyrılmış gibi tir tir titriyor. Göklerdeki ve yerdekiler, hafızların ilahi terennümleri karşısında halden hale giriyor. Şadırvanlardan akan sular ayetlere karışıyor. Hafızlar ayet ayet yayılıyor; kimi bir ağacın gölgesinde, kimi merdivenin başında, kimi mescidin ortasında, kimi semaya açılan asırlık pencerenin karşısında, kimi Tokadî el-Hâc Şeyh Musa Efendi’nin sırtını dayadığı sütunun berisinde en güzel sözleri hıfzederek kendinden geçiyor. “Ayrılık olmasa, zaman hiç tükenmese” dedirten bir iklimden, “Rabbimiz! Biz iman ettik; öyle ise bizi bağışla, bize merhamet et, Sen merhametlilerin en hayırlısısın” duaları eşliğinde Suffa’dan ayrılıyoruz. (Mekke kadılığı zamanında Nakşibendî Şeyhi Ahmed Efendi’ye intisap eden Şeyhülislam es-Seyyid Mustafa Efendi, tekkeyi 1744 tarihinde Nakşibendî Şeyhi Tokadî el-Hâc Şeyh Musa Efendi için yaptırmış.) BABA HAYDAR HÂLÂ DERS VERİYOR

Baba Haydar Sokağı’ndan aşağı doğru salınıp inerken bizleri Nakşibendi Şeyhi Baba Haydar Semerkandi kucaklıyor. Sessizliğin, ıssızlığın zirve yaptığı sokakta yeniden bir cezbe hali yaşanıyor. Semerkant’ta başlayan, Mekke-i Mükerreme’de devam eden ve İstanbul’da

zirveye ulaşan Baba Haydar Semerkandi; vuslat suskunluğuyla bile hâlâ oradan gelip geçenlere tebliğ vazifesini devam ettiriyor. Semerkandi, Cezeri Kasım Mahallesi’nde 1560 yılında hayranı Kanuni Sultan Süleyman tarafından adına teberrüken yaptırılan dergâhta Ebu Eyyûb el-Ensarî’ye ukba yarenliği yapıyor. Dostu dostuna bırakıp, onların yokluklarının derinden hissedildiği metruk sokaklara tekrar düşüyoruz. SULTANLARIN BAŞTACI “SİVASΔLER TOPLULUĞU

Yolumuzu, Halvetiyye yolunun Şemsiyye kolu kurucusu Şemseddîn Sivâsî (Kara Şems) Hazretleri’nin kardeşi Şeyh Muharrem Efendi’nin oğlu Hz. Pir es Seyyid eş-Şeyh Abdulmecid Sivasî(1563-1639)’nin ailesinin bulunduğu ulular mâkâmına düşürüyoruz. Sivasî türbeler silsilesinin içinde bulunduğu mekâna adım atar atmaz haleti rûhiyemiz bir başka renge bürünüyor. Babası ve amcası Kara Şems’ten aldığı zahirî ve bâtinî ilimler sayesinde kısa sürede şöhreti yayılan Abdülmecid Sivasi, Sultan 3. Mehmed tarafından, “Fazîlet ve kerâmet sahibi Sivaslı Abdülmecîd Efendi! İstanbul’u teşrifinizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz” namesiyle İstanbul’a davet ediliyor. Davete icabet eden Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi İstanbul’a geliyor ve ilk vaazını Ayasofya Camii’nde veriyor. Şu anda medfun bulunduğu yerde büyük ve bahçeli bir ev hediye ediliyor. Çarşamba semtindeki Mehmed Ağa Dergâhı’nda, Atpazarı’ndaki Hüsam Bey Mescidi’nde, Şehzâde Camii’nde, Yavuz Sultan Selim Camii’nde ve bu civardaki Sivasî Dergâhı’nda ilmî faaliyetlerini sürdürüyor. 53


Eyyüp Sultan Haziresi

Sultan Ahmed Camii inşa edilirken, temele ilk taşı koyup dua etmek, ibadete açıldığında ilk vaazı yine ona nasip oluyor. 3. Mehmed, 1. Ahmed, 1. Mustafa, Genç Osman ve 4. Murâd Han devirlerinde yaşayan Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi, ömrü boyunca Hakkı tavsiye ederek, ilim ve irfanıyla insan ve sultanları kendine hayran bırakıyor. 76 yıllık bereketli bir ömrün ardından vefatıyla, evinin önündeki bahçeye defnediliyor. 4. Mehmed’in annesi Mahpeyker Valide Sultan’ın gördüğü rüya sonucu buradaki türbe yaptırılıyor. Türbenin misafirleri arasında dönemin seçkin ve muteber sufilerinden Abdülmecîd-i Sivâsî’nin oğlu Hz. Es-Seyyid eş-Şeyh Azizzade Abdulbaki Sivasi Hazretleri(1613-1716) de bulunuyor. Ayak uclarındaki bir hayli yıpranmış cübbe ve takkenin Sivas’ta medfun bulunan mürşid Ahmed Şemseddin Hazretleri (Kara Şems)’nin hâtırası olarak nesilden nesile ulaşıyor. CENAZESİNE 40 BİN KİŞİ KATILAN VELİ

Fatihalar göndermek üzere karşı tarafta bulunan türbeye yöneliyoruz. Bu türbe Abdül’ehad Nûrî Hazretleri(1594-1604)’ne ait. Abdül’ehad Nûrî Hazretleri, daha üç yaşındayken dedesinin kardeşi olan Şemseddin-i Sivâsî Hazretleri’nin ileride büyük bir şahsiyet olacağı keşfine mazhar oluyor. Babasının vefatıyla birlikte hocası ve mürşidi Abdülmecid Sivasî’nin himayesine giriyor. Kısa sürede ilim yolunda büyük mesafe katediyor, çok sayıda eser veriyor, sülûkünü ve halvetini tamamlıyor. Sivas, İstanbul ve Midilli arasında irşad için nefes tüketen bedene gün geliyor hak vâki oluyor. Sultan Ahmet Camii’nde Abdülmecid Sivasî Hazretleri’nin sayı//48// temmuz 54

oğlu Şeyh Abdülbâki Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazına 40 bini aşkın insan katılıyor. Merasimden sonra dayısı ve şeyhi Abdülmecid Sivasî Hazretleri’nin türbesinin yanındaki bahçeye defnediliyor. Daha sonra Yusuf Ağazâde Mustafa Efendi tarafından şu anki türbe inşa ettiriliyor. Hanımı Râziye Sultan da aynı türbede medfun bulunuyor. MEDENİYETİMİZİN RUHUNU TEMSİL EDEN YAPILAR

Nişancı Mustafa Paşa Camii’nin önünde nefeslenerek, Haliç boyunca uzanan payitahta bakıp derinden bir iç geçiriyoruz. Nişanca Caddesi ile Nimet Sokağı’nın kesiştiği köşede bulunan cami, Mimar Sinan’ın mimari karakterinin dışında olsa da, yine de pejmürde yapıların arasında ruhumuzu ferahlatıyor. Hemen aşağısında bulunan Şeyh Murad Efendi Tekkesi Camii ve Türbesi mahalle sakinlerinin dışında herkesin ilgisini çekiyor. Şeyhülislam Minkarizade Yahya Efendi’nin damadı Kangırlı Mustafa Efendi tarafından inşa ettirilen külliye, Buharalı Şeyh Murad Efendi adına yaptırılmış. Yapılar topluluğunun bir kısmı çeşitli evrelerden sonra günümüze ulaşsa da, asıl işlevinden uzak gözüküyor. Depremlerin sallayarak gevşetmesi sonucu fakir dudağı gibi çatlayan bölümler, “ha çöktü, ha çökecek” hissi uyandırıyor. İnsan, Osmanlı Medeniyeti’nin ruhunu temsil eden manevî taşların altında kalıp zayi olmaktan korkuyor!.. İSTANBUL’UN ÜÇ BÜYÜK EVLİYASI

Münzevi Camii’ne doğru ilerlerken adımlarımızı sıklaştırıyoruz. Kendimize bir kez daha çeki düzen vererek, bir gönül ehlinin mâkâmına


Muhammed Murat Münzevi Hazretlerinin Türbesi

varabilmenin heyecanını yaşıyoruz. İstanbul’da medfun olan Ashab-ı Kiram Hazeratı’ndan sonra, en büyük evliyanın üç kişi olduğundan bahsedilir. Bunlar, Abdülfettah-ı Akri Bağdadi Hazretleri (1778-1864) (Türbesi, Bağlarbaşı’nda Kartal Baba Camii’nin yanındaki kabristanda), Mehmed Emin Tokadi Hazretleri (1664-1745) (Kabri, Fatih Unkapanı Zeyrek yokuşunda) ve Murad-ı Münzavi Hazretleri. Buhara’da doğan Münzevi Hazretleri(1643-1719), 3 yaşında iken ayakları felç olmasına rağmen ilim tahsil etmek için Mekke, Medine, Bağdat, İsfehan, Buhara, Belh, Semerkant, Kâhire, Şam, Bursa gibi beldeleri dolaştıktan sonra İstanbul’a, Sultanlar Sultanı Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin türbesinin yakınlarına yerleşiyor. Ömrünü İslâmlığa vakfederek burada vefat ediyor. 1. Sultan Mahmûd devri şeyhülislâmlarından Ahmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılan türbesi Münzevi Camii karşısında bulunuyor.

Baba Haydar Hazretlerinin Türbesi

BİLÂLVARİ EZANLA GELEN FERAHLIK

Münzevi Camii(Süleyman Subaşı Mescidi)’nden yükselen yanık ezana doğru yöneliyoruz. Bilâl vâri, Abdullah bin Ümmü Mektûm vâri bir sada ile seslenilen bir çağrıya kulak tıkamak imkânsız. Otakçılar Caddesi üzerinde bulunan ve Mimar Sinan’ın inşa ettiği en küçük camilerden olan Münzevi Camii, bizim gibi düşünen cemaatin akınına uğruyor. Hz. Nuh ve Hz. İsa’nın mesleğini yıllarca icra eden Muhsin ağabey muhabbete başlıyor. Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor... Kalbindeki iman, yanık

sesine yansıyor. “Allah’tan geldik, yine O’a döndürüleceğiz” diyerek, teslimiyetini “kahrın da hoş, lûtfun da hoş” cümleleriyle tamamlıyor. Şu mübarek günlerde dualarımıza Kerbelâ hadisesini defaatle yaşayan İslâm ümmetini katarken, lütfen şifâ bekleyenleri de ekleyelim. “Osmanlı Yolu”nu şimdilik Münzevi Camii’nde sonlandırıp, “böyle yola can kurban” diyerek tekrar buluşmak üzere vedalaşalım. İnşaallah. 55


KIRŞEHİR’DE TARİH VE MEYDANLAR

Doğu ile batı arasında arafta kalmış milletimizin, tarihimizin, geleneğimizin ve kültürümüzün simgesel değeri olan bu eserlerinin problemlerini diğer problemlerle beraber çözme iradesi göstermeliyiz. Yeni bir muhayile ve muktesabatla, bilinçli ve cesur bir iradeyle yeniden kendi insanlık medeniyetimize doğru yol almalıyız. M. Nasır DEMİR

amazan ayının son bir kaç günüyle beraber bayramı da orada geçirmek üzere Kırşehir'e gelmiştik. Kırşehir'e geliş nedenimiz: Hani anlatılır ya: "Bekâr birisine nerelisin? Diye sormuşlar. O da henüz evlenmedim demiş." Bizimkisi de bunun gerçekleşmiş halidir. Yani artık Kırşehirli olduk. Bizim için Kırşehir'e her sene gelip gitmek rutin ve klasik hale geldi. Anadolu'nun küçük bir şehri olan Kırşehir tam anlamıyla Selçuklu Şehridir. Selçuklu tarihi yapılar şehrin dört tarafını sarmaktadır. Camiler, türbeler, kümbetler, köprüler, kervansaraylar ve daha birçok tarihi yapı şehrin sınırları içinde bulunmaktadır. Selçuklu haricinde Osmanlı, Bizans ve Hıristiyanlığın erken dönemlerine ait yapı ve eserler de bulunmaktadır. Şehirlerin, insanların gündelik yaşamı, dünya algıları ve duyguları üzerinde etkisi çoktur. Bu şehirlerin tarihi bir dokusu ve geçmişi varsa; artık anlatılacak ve ifade edilecek çok şey bulunur.

sayı//48// temmuz 56

Gezip ziyaret edilen her yeni şehir, insana birçok açıdan çok şeyler katar. Bu tür ziyaretlerde o şehrin bir ruhu olduğu hissedilir. O ruh geçmişten gelen kadim bir ruhsa daha naif, nadide ve değerli olarak görülür. Bu açıdan bir cazibe merkezi haline gelen o şehir daha da görülmeye değer hale gelir. Genel itibariyle Kırşehir'in demografik yapısını, ekonomik durumunu, tarihini, coğrafyasını, iklimini, caddelerini, sokaklarını, adetlerini, göreneklerini, yemeklerini, siyasi ve sosyal özelliklerini bu vesileyle az çok öğrendim. Gezip görülen yerlerin bütün dokularıyla anlatılması, şehri tanıtmak ve en sonunda da duygularımızı aktarmak çok önemlidir. Evliya Çelebi'yi tarihi bir kişilik haline getiren de bu manadır. Tarihi Cacabey camisinde öğle namazını kılmak ve biraz dolaşmak için evden çıkmıştım. Namaz sonrasında çarşıya çıkıp dolaşırken "Kale" denilen mevkiye geldim. Adı Kale olan bir yerde kale olması gerekirken sadece bir tepe görebiliyordum. Tepenin etrafını Çin malları satan hırdavatçılar ve münferit dükkânlarla kuşatılmıştı. Bir höyük haline gelen bu tepenin etrafını kuşatan kimliksiz yapılar, adeta serseri, züppe ve tuhaf bir yaratığın tavrını sergiliyorlardı. Tanımsız, çirkin ve ne idüğü belirsiz bu yapılar adeta gelip geçen kültür ve tarih ziyaretçilerine saldırıyor gibiydiler. Üstü toprak örtülü, etrafı kuşatılan kale bu talihsiz durumundan dolayı feryadı figan ediyordu. Neyse ki bu duygularla o bölgeden uzaklaşarak yeni düzenlenmiş, tarih kokan, göz kamaştıran ve bütün cüssesiyle adeta gelip geçen her insana gülümseyen Ahi Evren Külliyesinin olduğu bölgeye gelmiştim. Yeni gördüklerim karşısında karamsar duygularımdan kurtularak umudum artmaya başlamıştı. Genel olarak ifade ettiklerim, arkeolog veya sanat tarihçisi gözüyle değil; tarih şuuru gözlemlerime dayanmaktadır. Benim yaptığım, tarihi bir şehirde iki ayrı tarihi mevkiyi ya da iki ayrı tarihi eseri gözlemleyerek bunlarla ilgili duygu ve düşüncelerimi ortaya koymaktır. Buradan yola çıkarak farklı dönemlerin simgesel tarihi eserlere yönelik zihni kodlarını ortaya koymaya çalışacağım. Daha doğrusu -genel itibariyle- Cumhuriyet sonrası batıcı elitistlerin bakış açılarını anlatmaya çalışacağım. Öncelikle şu kriterin herkes tarafından bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. "Tarihi ve simgesel bir yapının korunması, aktarılması ve sonraki nesillere sapa sağlam veya yıkık dökük olarak teslim edilmesi bir zihniyet meselesidir." Bu aktarmada ekonomik faktörün çok sonradan


geldiğini -daha az etkili olduğunu- hemen belirtelim. Mesela Anadolu'nun birçok şehrinde bulunan Selçuklu dönemine ait bu simgesel tarihi yapılar Osmanlı İmparatorluğu tarafından 600 yıl boyunca sapa sağlam korunmuştur. Buna karşılık İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulan batıcı paradigma, tarihi ve simge eserleri görmezlikten gelmiş hatta devr aldığı mirası korumamıştır. Bu iki örnekte bir zihniyeti açığa vuran yaklaşım vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu paradigması, ideolojik olarak padişahlık ve Osmanlılık fikirlerine uzak/ karşıt bir anlayışta olduğu için geçmişe ait tarihi ve simgesel değeri olan yapılara karşı da mesafeli olmuştur. Bu anlayıştan dolayı batı her alanda olduğu gibi taklit edilmiştir. Millet olarak geçmişi saraylar açısından cok zengin olmamıza rağmen Müslüman Milletimizin yönetildiği mekanın Hıristiyan din anlayışının sembolü olan çan ile başlayan Çankaya olması rastlantısal değildi. Böyle bir kararın o dönemde alınmış olmasının sebebi, batıcı elitistlerin sahip oldukları anlayış gereğiydi. Bir partinin devlet politikası haline gelen bu anlayışa göre; Cumhuriyetin ötesi her şeyiyle karanlıktı. O yüzden Cumhuriyet öncesi tarih, Osmanlıyı hatırlatacak diye ilgi görmemiştir. Bu zihniyete göre geçmişe ait hiç bir şeye rağbet edilmeyecekti. (Harf ve kılık kıyafet yasağı bu yüzden yapıldı) Saray bir milletin gücünün simgesidir. Bunun için simgesel değeri olan tarihi yapılar yerine yeni meydan ve caddeler oluşturmak daha ehven olarak görüldü. Bir asırdan beridir Anadolu şehirlerinin hiç birinde kalıcı bir eser inşa edilmemiştir. Ancak hemen hemen hepsinde bu yeni anlayışa göre cadde ve meydanlar oluşturulmuştu. Yeni ideolojik paradigmaya göre yurt genelinde oluşturulacak meydan, cadde, sokak, büst ve anıtlara hep aynı isimler verilecekti "Cumhuriyet caddesi" , "Zafer Meydanı", "Atatürk Caddesi" , "Demokrasi Meydanı" , "29 Ekim Meydanı" , "23 Nisan Caddesi", "Zafer Anıtı" şeklinde devam edip gidiyor. Meydan ve caddelere verilen bu isimlerden Anadolu’nun bütün şehirlerinde mutlaka bir şekilde görebiliyoruz. Erzurum, Sivas, Ankara, Konya, Yozgat, Kayseri ve diğerlerinde... Kırşehir'in büyük caddesine ise bütün bu isimlere karar verilen bürokrasi şehrinin ismi verilmişti. Ankara Caddesi. Atatürk Caddesi olarak adlandırılan cadde ise daha az işlektir. Cumhuriyet öncesi tarih, milletimize adeta Bizans ruhuyla yansıtılarak anlatıldı. Rafa kaldırılan bu tarihe ait isimler görmezlikten gelinmiş, geçmiş döneme ait

her biri asırlarca kalabilen eserler yerine yeni meydanlar ve caddeler inşa ediliyordu. Bu cadde ve meydanlara verilen isimler sayesinde kurgulanan paradigmanın bazı sembolleri hafızalarda yer edinmesi amaçlanmıştı. Tek partinin, tek adamın, tek milli şefin olduğu bir dönemde cumhuriyet ve demokrasi artık cadde ve meydanlarda yaşatılacaktı. Prestijli cadde ve meydanlar yeni paradigmayı benimsemeyenlerin ağır cezalarla buluştukları alanlar haline gelmişti. Ya bu meydanlarda değişecektiler ya değişecektiler... Batıcı elitistler, halkın muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için gerekli olan devrim ve inkılapları artık demokrasi meydanlarında yapacaktılar. Cadde ve meydanlar teşir misyonlarına bu şekilde başlamıştılar. Demek ki caddelerin vitrinlerinde sadece moda akımları değil, en önemlisi de rejimler de teşhir edilebiliyormuş. Cadde ve meydanlarda bulunan vitrin, dükkân ve mağazaların mecburi seyrine doyum olmuyordu. Artık oralarda insanların bedenlerine giydirilen deli gömleğiyle beraber zihinlere de altı oklu parti bayrakları belletilecekti. Bu cesur yeni dünyada vitrinlerde sergilenen allanmış pullanmış ürünlerle artık her şey daha kolay olacaktı. Görenler ve bakanlar adeta transa geçip kendilerinden geçiyorlardı. Vitrifiye bir görüntüden ibaret olan bu caddelerin bir adım ötesinde ve arkalarında ise adeta apayrı bir dünya var. Evet, prestijin aslı varsa karanlık gölgesi de vardı. Banliyöler, varoş mahalle, metruk mekanlar, mahzenler, depolar, çıkılmaz sokaklar... Ne yazık ki prestije kurban edilmiş, kaderine terkedilmiş, gözden ırak, ilgisiz, yıkık ve virane olan tarihi simgesel yapılar Bizansist bir anlayışla adeta felce uğratılarak yerlerde sürülmüştür. Bizim şehir anlayışımız böyle miydi! Allah aşkına. Bir şehirde gezilirken her bir sokağın konaklarıyla, çeşmeleriyle, türbeleriyle, kümbetleriyle, diğer tarihi eserleri ve tarihi dokusuyla bizleri apayrı dünyalara götürdüğünü hala unutmadıysak hatırlamamız lazım. Mahkûm, mahzun ve etrafa dağılmış bölümleriyle ayakların altından ezilmekten kurtulmayı bekleyen daha nice eserlerimiz bizi beklemektedir. Doğu ile batı arasında arafta kalmış milletimizin, tarihimizin, geleneğimizin ve kültürümüzün simgesel değeri olan bu eserlerinin problemlerini diğer problemlerle beraber çözme iradesi göstermeliyiz. Yeni bir muhayile ve muktesabatla, bilinçli ve cesur bir iradeyle yeniden kendi insanlık medeniyetimize doğru yol almalıyız. 57


ALTAYLARDAN SALİHLİ’YE… HALI VE KİLİM SANATIMIZ

(Dokuma aşığı bir hocanın hikâyesi) El halısı ve kilim dokumacılığı medeniyetimizin altın halkalarından biridir. Dünyaya halıyı ve kilimi biz öğrettik. İnsanlık bizim dokuduğumuz halılar üzerinde yaşıyor, mekânların duvarları bizim kilimlerimizle süsleniyor. Alişan HAYIRLI

Nidayi SEVİM

engin motifleri, cıvıl cıvıl renkleri, göze ve gönüllere hitap eden tasarımlarıyla el dokuması halı ve kilimlerimiz dünyaya nam salmış kendi öz ve ata sanatımızdır. Dünya, halıyı ve kilimi bizden öğrendi desek abartmış olmayız… Biz Müslüman Türkler yaşamımızı ve ihtiyacımızı sanatla cem etmiş bir milletiz. Altımıza aldığımız, üzerine bastığımız kilime bile ruhumuzu dokumuşuz. İnancımızı ilmik ilmik geçirmişiz. Bir daha çözülmemecesine düğüm atmışız halımıza… Kıyamete kadar sürecek uzunlukta ve gönüllere hitap edecek güzellikte… El halısı ve kilim dokumacılığı medeniyetimizin altın halkalarından biridir. Dünyaya halıyı ve kilimi biz öğrettik. İnsanlık bizim dokuduğumuz halılar üzerinde yaşıyor, mekânların duvarları bizim kilimlerimizle süsleniyor. Bizim için el dokuması halı sadece kullandığımız basit bir eşya değildir. Onun ötesinde bir anlam barındırmakta olup her halının ve kilimin bir hikâyesi, bir ruhu, bir anısı vardır. Tarihtir, belgedir, sanattır… Eski zaman krallarının saraylarında boy göstermiş, camilerimizde elleri göğe doğru açılan abitlerin dualarına şahitlik etmiş, kimi zaman da sade bir evin bütün acılarına ve sevinçlerine ortak olmuştur… Düğüm düğüm, ilmek ilmek, sabırla dokunan her bir halının ve kilimin üzerinde genç kızlarımızın ve kadınlarımızın göz nuru ve el emeği vardır. Üzerinde oturduğumuz, yürüdüğümüz, namaz kıldığımız, dua ettiğimiz, yattığımız, ısındığımız ve korunduğumuz her halı ve kilimin apayrı hikâyesi vardır. Kiminde buluşamayan sevgililerin ıstırabı, kiminde onulmaz dertlerin izleri, kiminde çekilen acıların yansımaları, kiminde ise yârine kavuşanın sevinç çığlıkları düğümlenmiştir. Bazı halı ve kilimin üzerine ise şükrün, ibadetin, teslimiyetin bir gölgesi düşmüştür. Başka halı ve kilimlerin üstünde ise envaı türlü bitkilerin, meyvelerin, ağaçların, güllerin ve çiçeklerin açtığını görürüz. Çünkü Türk halı geleneğinde tabiata ve dolayısıyla onu yaratan Büyük Yaratı’cıya duyulan hayranlık motiflere yansıtılmış, bir şükran ve teşekkür ifadesi olarak desenlerin arasına gizlenmiştir. Yakından bakıp incelediğimizde bunu daha iyi görürüz. Türkler yaşadığı mekânlara inancını yansıtmaktan geri durmamış, gelenek ve töresini eşyalarına işlemiş, yüzyıllar boyunca çadırında ve sarayında halı ve kilimi hayatının

sayı//48// temmuz 58


ayrılmaz bir parçası olarak görmüştür. Ta Altaylarda başlayıp Anadolu topraklarından Avrupa’ya kadar uzanan bir halı ve kilim hikâyemiz var bizim… Türk kadınları ve kızları değişen coğrafya ve zamanlara aldırmadan her devirde sanatın zirvesine çıkmış, ruhunu, özünü, töresini hep halıya ve kilime yansıtmıştır. Atalarımızın sanatı olan halı ve kilim döşemeciliği sanayileşmeye, makineleşmeye rağmen varlığını inatla günümüze kadar sürdürmüştür. Duygu dünyasını en güzel inceliklerle seccadeye, halıya ve kilime işlemeye devam etmiştir. Çağa meydan okurcasına, makineye aldırmaksınız, yine dokuma tezgâhının başında sanatını icra etmektedir. İşte Manisa’nın Salihli ilçesinde, tıpkı Altay dağlarının eteklerinden, zamanın küllerinden canlanıp gelen bir Zümrüdü Anka gibi tarihin ruhunu yaşatan bir hoca var. Sultan Gençtürk… Sanki gelmiş, Salihli’ye konmuş ve yüzyıllar öncesinde, binlerce kilometre Doğu’da, Asya’nın steplerinde bestelenen şarkıyı seslendiriyor. Salihli’de, küçücük bir odada, sanki halının ve kilimin tarihini yeniden yazıyor. Değil midir ki, zorluklar insanın yaratıcılık azmini tetikler. Her buluş, her eser, her klasik en zor şartlarda, en umutsuz zamanlarda doğmuştur. Sultan Hoca da yerinin darlığına, verilen imkânların azlığına, sağlanan desteğin yetersizliğine aldırmadan, inatla, şevkle, canla başla halı dünyamıza yepyeni projeler ve eserler kazandırmaya devam ediyor. Sessiz sedasız, kimselerin taktir etmemesine aldırmadan…

Çoğu klasik eserler zaten zamanında anlaşılmamış ve değer verilmemiş, ne fark eder… Zamanı aşan eserler o gün taktir edilmese ne yazar. Maharetli eller göz alıcı motif üretirken, renklere yeniden renk katarken varsın kimse taltif ve taktir etmesin… Ne çıkar. Sultan Hoca... Adı üstünde bir Sultan edasıyla ve kararlılığıyla milletimizin yüzyıllar boyu sürdürdüğü halı sanatına gönül vermiş, tarihi arkasına alarak halı dokuma atölyesi içinde harikalar yaratıyor. İstiyor ki, bu kadim dokuma sanatımız nesiller boyu yaşatılsın, bu kültürümüz hayatımızın içinde ebediyen yer bulsun. Canını vererek can katıyor halı ve kilim sanatına… Narin elleri ile sanki sabır dokuyor kilimlere… Renklere ve motiflere ruhunu katıyor, tespih çeker gibi her ilmiği inançla atıyor, her düğümü zevkle dokuyor.

İşte Manisa’nın Salihli ilçesinde, tıpkı Altay dağlarının eteklerinden, zamanın küllerinden canlanıp gelen bir Zümrüdü Anka gibi tarihin ruhunu yaşatan bir hoca var.

Sultan Hoca, Salihli’de dokuma sanatına yeni bir perspektif kazandıracak farklı projeler üretiyor. Halı ve kilim sanatına yeni bir soluk, yepyeni bir uzak görüşlülük ve farklı bir yaklaşım tarzı kazandırıyor, Sultan Hoca… Halı ve kilim sanatını toplumun pek kale almadığı engelli ve çocuk kesimi ile buluşturuyor. Ve çocukların hayal dünyasını halı dokumacılığı ile birleştirerek ata sanatımızı sonsuza dek yaşatacak bir kaynak keşfetmiş oluyor. Ölmek üzere olan sanatımızı yeniden canlandırıyor. Kim bilir belki de, Salihli topraklarına atılan halı ve kilim sanatının yeni tohumları ileride filiz verecek ve gür bir çınar ağacı gibi bütün bir medeniyet havzamızı kapsayacak… Tıpkı 59


Biz Çizdik Biz Dokuyoruz” projemiz kapsamındaki kursumuz sayesinde dokuma sanatı öğretiyorum.

yüzyıllar önce Altay dağlarının eteklerinde doğup Anadolu coğrafyasına oradan da Avrupa başta olmak üzere bütün dünyaya yayılan halı ve kilim sanatımızın yolculuğu gibi… SULTAN HOCA ANLATIYOR

Şimdi bir kilim ve halı dostu, dokuma aşığı Sultan Hoca’nın sanat hikâyesini, projelerini ve gelecekle ilgili umutlarını kendi ağzından dinleyelim: Kültürel değerlerimize olan ilgimden dolayı üniversite sınavı tercihlerim arasına ”halı-kilim” bölümünü de yazmıştım. 1996 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi Eşme MYO Halı-Kilim bölümüne yerleştim. İlgiyle, keyifle, araştırarak gördüğüm eğitimimin tez çalışmasını da “Düz el dokumaları ve teknikleri” üzerine yaparak mesleki bilgimi pekiştirdim. Bölümümden derece ile (bölüm ikincisi) mezun olduğum için lisans eğitimine devam hakkı ve yurt dışında iş imkânı doğmuştu. Ailevi sebepler yüzünden maalesef yurtdışı eğitim imkânını değerlendiremedim. Mezun olduğum yıl Salihli Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü’nün açmış olduğu kursta eğitmen olarak görev aldım. Kula’da özel bir firma atölyesinde kendimi daha da geliştirdim. Merkezi İstanbul’da bulunan diğer bir özel Halı firmasıyla irtibata geçerek yaklaşık 4 yıl desen çizimi yaptım. Azerbaycan-Bakü’de bulunan halı atölyesine eski usulde; halı desen kâğıdına verilen halı fotoğrafının her motifinin ayrı ayrı hesaplamalarıyla çalışarak desenleri hazırladım. Bu zor yöntem ile desen hazırlamada yetiştikten sonra artık kendi özgül tasarımlarımı da yapmaya başladım. Ünlü markaların tasarımlarımı kullanmaya başlamaları mesleki özgüvenimi arttırdı.

sayı//48// temmuz 60

Bilahare 2004 yılında Salihli Belediyesi yönetiminin kadınlara iş alanı oluşturmaya katkı için düşündükleri dokuma kursuna teklif aldım. 14 yıllık atölyemizin temellerini oluşturmak için mahalle mahalle tanıtımlarda görev aldım. Kurs kayıtları, mekân ve firma araştırmalarını bizzat üstlendim. Merkezi İzmir’de bulunan özel bir firmayla bağlantı kurdum ve belediye yönetimiyle tanıştırdım. Demirci, Kula, Gördes, Selendi gibi dokuma bölgelerinden yoğun göç almış olan Sarıpınar Mahallesinde ilk atölyemizi açtık: 23 Kasım 2004 tarihinde Salihli Belediyesi, Salihli Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü ve özel bir firmanın katkısıyla 24 kadın 1 erkek dokuyucuyla sipariş usulü halılar dokumaya başladık. 1 Aralık 2006’da Dedetaşı Mahallesinde ikinci atölyemizin de açılışını yaptık. ABD, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya, İngiltere gibi ülkelerden alınan siparişlerin istenilen kalitede ve boyutta dokunmasını sağladık. Adım adım her aşamasında emek harcadığım atölyem benim evladım, 14 yıllık emeğim. Salihli’nin geçmişine baktığımızda dokuma kültürünün olmadığını görürüz. Ama yaptığımız çalışmalarla artık dokumada söz sahibiyiz. Dokuyucularımıza sunduğumuz gezilerle (Çanakkale şehitliğine gezi, Manisa içi gezi) onların hayatlarına farklı aktiviteler katmaya başladık. Atölyemiz açıldığında 3-4 yaşlarında tezgâhların arasında oynayan dokuyucularımızın çocukları şimdi üniversitedeler. Bazılarının da düğünlerini görüyoruz. 14 yıldır eşlerinden çok benimle zaman geçiren dokuyucu arkadaşlarımla oluşturduğum özel bağ artık benzerine az rastlanır ilişkilerden… İki cephesinin de tamamen camdan oluştuğu Dedetaşı Mahallesindeki köşe başı atölyemizin anılarını unutmak mümkün değil. Sobanın hem içimizi hem de atölyemizi ısıttığı o günlerde komün paylaşımın en güzel anılarını biriktirdik yüreğimizde. İlmek ilmek dokuyarak kazanacakları ücret ne önemlidir ki işlerinden kalmasınlar diye çaylarını, kahvelerini, temizliklerini yapardım gocunmadan. Soba üzerinde ısıttığımız ekmeğimizin, yemeğimizin, çayımızın lezzeti paylaşımın güzelliğinden olsa gerek. Yine bu atölyemizde her kış gerçekleştirdiğimiz özel bir günümüzden bahsetmeden geçemem. Epeydir firmaların desen yönelişlerini takip ediyordum. Dahil oldukları birlikler her yıl tasarım yarışması düzenliyorlardı. Yeni üretimler, yeni arayışlarla oldukça güzel işler ortaya çıkarıyorlardı.


Ben de artık yeni projeler üretip uygulamaya geçirmenin zamanın geldiğine inandım ve kolları sıvadım. Önce çocuklardan başlamalıydım. ÇOCUKLAR ÇİZSİN BİZ DOKUYALIM

Bunları takip ederken, farklı ne üretebilirim, nasıl bir yenilik katabilirim diye düşündüm. Çocuklara yönelik bir halı ya da kilim üretmediklerini fark ettim. En büyük eksiklik buydu. Amacım onların odalarını aynılıktan kurtarmak. Onların resimleri ile geleneksel el sanatımızı buluşturarak kendi tasarladıklarını kullanmalarını sağlamak. Projemin ismini de “Çocuklar Çizsin Biz Dokuyalım” olarak belirledim ve markayı da tescillendirdim. Bir dönem oğlumun yaşadığı ve iyileştiği ciddi bir sağlık sorunumuz (lösemi)vardı. Hastaneden çıktıktan sonra bir dönem evimizde halı kullanmamamız gerekiyordu. Bu durunda olan diğer çocukları ve hatta yün alerjisi olan çocukları da düşünerek pamuklu kumaşlardan keserek ipler yaptık. Ninelerimizin dokuduğu çaput dokumaya faklı bir boyut getirdim. Çocukların yaptığı resimleri kilim dokuma tekniğiyle çaput iplerle dokuduk. BİZ ÇİZDİK BİZ DOKUYORUZ

“Biz Çizdik Biz Dokuyoruz” projemiz kapsamındaki kursumuz sayesinde dokuma sanatı öğretiyorum. İlmek atmayı, kilim dokumayı, desen çizmeyi, desen takibini öğrenen çocuklara halı dokuma şuurunu veriyorum. DOKUMADA BEN DE VARIM

Her çocuk elbette çok önemlidir. Zihinsel ve bedensel engelli çocuklarımızı da düşündüm.

Onların gelişimine dokumayla katkı sağlanabileceğinden yola çıkarak öğretilebilir konumdaki çocuklarımıza dokuma dersi vererek ilk öğrencimi yetiştirdim. “Dokumada ben de varım” başlığıyla adlandırdığım bu kurs özel çocuklarımıza, el, beyin, göz koordinasyonunun gelişmesini sağlıyor. KÜLTÜREL MİRASLARIMIZ DOKUMA TEZGÂHLARINDA

Amacım yok olmaya yüz tutmuş mozaiklerimizi dokuma tezgâhlarında tekrar işleyerek yaşamasına yardımcı olmak. Kilim ve halı dokuma teknikleriyle dokuyacağımız mozaikler, modern ortamlara kültürel değer katacaktır. DERİLER İLMEK OLDU TEZGÂHTAN DERİ HALI DOĞDU

Bu sloganla marka tescillendirdiğim deri halılar geri dönüşümde bir ilk... Salihli’deki deri atölyelerini ziyaret ettim. Kesilen kalıp artığı deri parçalarını istedim. Tıpkı kumaşta yaptığımız gibi şeritler halinde keserek deri ipler yaptık. MODERN ORTAMLARA OTANTİK ESİNTİLER

Kırlent, yastık, minder, masa örtüleri, çanta, keseler, duvar süsleri… Halı kilim dokumalar pahalı ürünlerdir. Harcanan emek ve malzemeler değerini belirler. El dokumasına önem verip de alamayanları da düşünerek, her bütçeye uygun bir çalışma yaptım. Burada kullandığımız nakış biçimi, kilim dokuma tekniğini iğneyle işlemektir. Kilim motiflerini tıpkı bir kilim gibi kumaş üzerine işledik. Kullandığımız ip malzemesi de kavak ağacının kabuğunun altındaki liflerden üretilmiş doğal, sağlam ve parlak olduğu için mobilya kumaşlarıyla uyumludur. 61


UNUTULAN BAŞKENTİMİZ

DİMETOKA

552 yıl Osmanlı’nın bir parçası olmuş bir yer Tarihi Osmanlı kaynaklarında ‘’Darü,s saltanat olarak’’ olarak bilinen kent I.Murad hüdavendigarın Edirne’deki saray inşaatını yaptırırken 5 yıl boyunca burasını başkent olarak kullanmıştır. Yıldırım Beyazıt hanın burada doğduğu ve daha sonraki yıllarda buraya balkanların en büyük camisini yaptırdığını bilmekteyiz. Mehmet SANCAK

smanlı devletinin iz bırakmadığı Coğrafya neredeyse yok gibi Tarih kitaplarımızda bizlere öğretilen hep belli başlı ana konular olmuştur. Bursa’nın Osmanlının ilk başkenti olduğu Edirne’nin ikinci başkenti ve İstanbul’un feth edilerek yeni başkent olduğu bilmekteyiz. Bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Edirne’ye yaklaşık olarak 40 km uzaklıktaki Osmanlı’nın unutulan başkenti Dimetoka’yı hiç duyduk mu? Osmanlı’nın balkanlara hızla yerleşmesi ile beraber Sultan I.Murad Hüdavendigar döneminde 1361 tarihinde Evranos bey tarafından feth edilen yaklaşık olarak 552 yıl Osmanlı’nın bir parçası olmuş bir yer Tarihi Osmanlı kaynaklarında ‘’Darü,s saltanat olarak’’ olarak bilinen kent I.Murad hüdavendigarın Edirne’deki saray inşaatını yaptırırken 5 yıl boyunca burasını başkent olarak kullanmıştır. Yıldırım Beyazıt hanın burada doğduğu ve daha sonraki yıllarda buraya balkanların en büyük camisini yaptırdığını bilmekteyiz. Dimetoka saltanat mücadelelerinede sahne olan bir yer. Fetret devrinde kardeşleri ile taht mücadelesine girişen Musa çelebinin hükümet merkezi olmuş Daha sonraki yıllarda Fatih sultan Mehmedin burada ikametgah ettiği ve oğlu II.Beyazıt’ın burada doğduğu ve Dimetokaya Sık Sık geldiği ve vakit geçirdiği bilinmektedir. Dimetoka Şehrinde Bizanslılardan kalan kale onarılarak sultanlar ve devlet adamları için önemli bir yer tutmuştur Günümüzde hakim bir tepe üzerine kurulan kale ile alakalı Evliya çelebi seyahatnamesinde kalenin gayet sağlam olduğu ve en üst kısımda padişahın sarayı ve 2 kuleden bahsetmektedir. Yine Evliya Çelebinin gözlemleri bize Dimetoka Şehri hakkında bilgiler vermektedir. Şöyleki 1668 tarihinde bu şehre gelen seyyah 100 kadar kiremit örtülü evde gayrimüslimlerin yaşadığı kale kısmında asıl şehir kesiminde on iki mahalle bağlık ve bahçelik 600 kadar ev bulunduğunu 5 tanede zaviye ve dergah bulunduğunu söyler. Osmanlıların burada kurduğu ilk dini ve sosyal kurum abdal cünayd zaviyesidir. I.Muradın fethinden önce gelen dervişler buraları ilmi yönde feth etmişlerdir. Medrese anlamında ilk yapının yıldırım Beyazıt’ın şehzadelik sırasında 1389 yılından önce yaptırmış olduğu medresedir. Sadece sultanlar ve şehzadeler değil Osmanlı devlet adamları da buralarda birçok eserler vermiştir. Bunlardan biri Rumeli beylerbeyi Timurtaş paşanın oğlu Oruç beyin medresesidir.

sayı//48// temmuz 62


Dimetoka’da verilen eserler bunlarla sınırlı değil tabi ki Evliya çelebinin ifadelerine göre bölgede 15’den fazla Mescid ve çeşitli mimari eserlerin bulunduğundan bahseder Özellikle XV.yüzyılda II. Murad’ın devlet adamlarından kutluca bey mescidi II.Beyazıt’ın veziri karagöz bey mescidi ve medresesi, Nasuh bey camii, imareti zaviyesi ve hanı. XVI ise birkaç yeni medrese, cami büyük bir hamam ayrıca mektepler inşa edilmiştir. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman döneminin önemli devlet adamlarından nişancı Feridun Ahmet paşanın bir cami ve bir hamamı bulunmaktaydı Ancak ne yazık ki bu eserlerin birçoğu günümüze kadar gelememiştir.

kısa bir süre önce yangın esnasında bu güzel eserin çatısı yanmıştır. 1361 tarihinden 1913 tarihine kadar kesintisiz 552 yıl Osmanlının himayesinde bir şehir olan Dimetoka balkan savaşlarından sonra bir İslam şehri olmaktan çıktı. Daha sonra Müslümanların buradan uzaklaştırılması ve yıllar boyunca unutturulması birçok eserimizinde kaybolmasına neden olmuştu. Osmanlı hakimiyeti döneminde ilim ve kültür merkezi olan Dimetoka bir çok ilim ve devlet adamı da yetiştirmiştir. Bunlardan bazıları veziriazam sürmeli ali paşa, şair ve alim Abdulvasi ve Lütfi paşa gibi isimler bulunmaktadır.

Dimetoka’da yapılmış eserler içerisinde en büyüğü ve önemlisi cami-i Atik olarakta adlandırılan Rumeli’nin en büyük camisi olan çelebi Mehmet camisidir. Yıldırım Beyazıt tarafından inşasına başlanan bu cami daha sonra oğlu Çelebi Mehmet tarafından 1421 tarihinde Bursa yeşil camisinin de mimari olan ivaz paşa tarafından 1421 tarihinde tamamlanmıştır. Yapıda büyük kesme taşlar kullanılmıştır cami 11 metre yüksekliğinde olup duvarları oldukça kalındır. Taç kapısı Osmanlı mimarisi yapılarına baktığımız çok anıtsal bir şekilde yapılmıştır. Yapının içerisinde Osmanlı süsleme sanatının nadide örnekleri olan kalem işleri ve Ahşaptan yapılma göz dolduran bir kırlangıç kubbe bulunmaktaydı maalesef

Cumhuriyet dönemimizin en önemli fikir insanlarından olan Cemil Meriç’in babası da Meriç Irmağının öte yakasında ki Dimetoka'dandır. Dedesinin dedesi Dimetoka'da müftülük yapan Hafiz Idris Efendi. Dedesinin babası Kaymak Ahmet Efendi Cemil Meriç'in babası ise Mahmut Niyazi Beydir. Bir gün Türkiye sınırına sadece 40 km mesafede olan Osmanlı devletine başkentlik yapmış ilim ve kültür merkezi olan Dimetoka’ya uğrarsanız Osmanlı devletinin oradaki izlerini görerek bir nebze olsun Şanlı akıncıların at nallarının seslerini duyarak geçmişe yolculuk yapabilirsiniz Her karışında bir anının olduğu bu topraklar elbet kulağınıza bir şeyler fısıldayacaktır. 63


ECDADIN VAKIF ANLAYIŞINDAN

İLHAM ALALIM!.. Dedelerimiz, asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e, Kuzey Afrika’dan Kafkaslara kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmıştır. Nidayi SEVİM

ütün insanlığın iyiliği düşünülerek üretilen ortak değerlerde zamanının öncüsü olan Osmanlı; insanı sevgi ve saygı odağı haline getirmiş, bunun olumlu yansımaları olarak da, kültür, tefekkür ve medeniyet tarihine yeni usul, vasıta, kurum ve kuruluşlar armağan etmiştir. Dedelerimiz, asırlar boyunca Balkanlar’dan Anadolu’ya, İstanbul’dan Kudüs’e, Kuzey Afrika’dan Kafkaslara kadar hâkim oldukları coğrafyalarda hangi dil, din, ırk ve meşrepten olursa olsun yönetimi altındaki insanlara bir arada, barış içinde, mutlu ve mes’ud günler yaşatmıştır. Evet, onlar ayırt etmeksizin bütün insanlığa sunduğu bu hizmetlerin büyük bir bölümünü vakıflar aracılığıyla yapmıştır. İslam’ın yardımlaşma ile ilgili emir ve prensiplerinden doğan vakıf sistemi, elbette ki Kur’an-ı Hâkim ve Sünnet-i Seniyye’ye dayanmaktadır. Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber Efendimiz “İnsanoğlu öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-ı cariye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat” (Müslim) buyurmuştur. Hadis âlimleri “sadaka-i cariye”yi “vakıf” ile tefsir etmiş ve sadaka devam ettiği müddetçe sevabının da devam edeceği kararına varmışlardır. Bu ve benzer hadis-i şerifler vesilesiyle Osmanlı döneminde insanlar vakıf kurma hususunda adeta birbirleri ile yarışmışlardır. VAKIFLARIN HİZMET ÇEŞİTLİLİĞİ GÜDÜKLEŞTİ

Tarihin seyri içinde vakıflar, gıda, eğitim, sağlık, sanat, mimari, ulaşım, bayındırlık ve savunma alanlarında önemli roller oynamıştır. Devletin herhangi bir harcama yapmasına gerek kalmadan vakıf sistemi sayesinde insanların dini, sosyal, ekonomik ve kültürel, beşikten mezara kadar pek çok ihtiyaçları hep bu vakıflarca karşılanmıştır. Müslümanlar arasında vakıf eser bırakmak adeta dini bir rekabet alanı olmuştur. Osmanlı’da hayır işleme ve vakıf kurma hususunda çok geniş bir sahaya el atılmasının arkasında işte bu inanç, anlayış ve kavrayış yatmaktadır. 2012 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları arasında Tarihte İlginç Vakıflar isimli, vakıf medeniyetimizi anlatan bir kitap yayımlanmış. Eser, çocuklarımızın da anlayacağı bir dilde hazırlanmış. Kitapta, hikâyeleriyle birlikte 108 vakfa yer verilmiş. Bunların yanında eğitim (6), sağlık (12), çevre (17), ulaşım (6), sayı//48// temmuz 64


ekonomi (5), tarım (4), tarih- kültür-sanat (12), afet- güvenlik- sivil savunma (4) alanlarında da vakıflar bulunuyor. Bu vakıfların hepsine burada yer vermeyeceğiz. Ancak bazı vakıfları zikretmekte fayda var. Şayet bunları bilirsek ilham ile ufkumuzun açılacağı kanaatindeyim. Hakikaten ilginç ve bir o kadar da düşündürücü bulduğumuz bu vakıflardan bazıları şunlardır: Duvar yazılarını silen vakıf, İpekböcekçiliğini geliştiren vakıf, Hayvan ve tohum ıslah eden vakıf, Şehir estetiğini koruyan vakıf, Fabrika kuran vakıf, Doktorların güzel huylu olmasını isteyen vakıf, Âmâlara hizmet veren vakıf, İlkokul hocalarına tütünü yasaklayan vakıf, köleleri evlendiren vakıf, Orduya lojistik destek vakfı, Hıristiyan esirleri kurtarma vakfı, Güvercinhane yaptıran vakıf, Kitapları tamir eden vakıf, Leylekleri koruyan vakıf, Boğazda temiz hava aldıran vakıf, İflas eden tüccarlara yardım eden vakıf, Müslime ve gayrimüslime mezar yaptıran vakıf… İNCELİK MEDENİYETİ

Osmanlı döneminde bunların dışında da pek çok vakfın kurulduğunu biliyoruz ve zaman zaman yazılarımızda ifade ediyoruz. Tekrarlamakta fayda var. Mesela yoksul kızlara çeyiz almak, yerdeki tükürüklerin üzerini kül ve benzer şeylerle örtmek, sütannesi bulmak, yolları mum veya benzeri şeylerle aydınlatmak, çeşme yaptırmak, binek taşları, mola taşları ve sadaka taşları temin etmek için vakıflar kurulmuş o zamanlar. Vakıflardan bir vakıf var ki hakikaten calibi dikkattir. Bezm-i Âlem Valide Sultan’ın Şam’da kurduğu bu vakıf hizmetkârların yanlışlıkla kırdıkları veya zarar verdikleri eşyaları, onların haysiyetleri rencide edilmesin diye tazmin ediyordu. Bunlar gönle dokunan, hayatı anlamlı kılan güzelliklerdendir. Ecdadımızda içinde yaşadıkları toplumu düşünme olgunluk ve hassasiyeti öyle yüksek bir nezaket, zarafet ve incelik meydana getirmişti ki, bir evde hasta bulunduğu takdirde o evin penceresine “sarıçiçek” konur, satıcılar ve hatta mahallenin çocukları bile oradan sükûnetle geçmek gerektiğini böylece anlar ve hastayı rahatsız edecek davranışlardan kaçınırdı. HALKIN KURDUĞU VAKIFLAR

Yukarıda zikrettiğimiz rakamlar elbette ki Osmanlı dönemi vakıflarının tamamını karşılamaz. Belki bu sayı kurulan vakıfların binde biri bile değildir. Zira bir zamanlar

Osmanlı coğrafyasında 26.000 küsur vakfın kurulmuş olduğu kimi kaynaklarda zikredilir. Bilindiği üzere Osmanlı'da vakıflar bugün devletin üstlendiği pek çok hizmeti üstlenmişti. Devletten bir talebi de yoktu. Bizim burada kastettiğimiz, sivil dayanışma örneği sergileyen, halkın kurduğu, yaşattığı ve hizmet verdiği incelikli vakıflardır. Devlet yardımı-desteği de bir yere kadar… Evet, o zamanki vakıflar hizmet yaparken devletten hiç bir beklenti içerisinde olmazdı. Tam tersine devletin ulaşamadığı alanlara nüfuz ederek yükünü hafifletirdi. Böyle olması da gerekmez mi? Mesela bir yere su veya yol götürülecekse devlet temel yapı malzemelerini, alet ve edevatı temin eder, halk da elbirliğiyle, imece usulü ile bedenen işe koyulur, harika eserler ortaya çıkarılırdı. Bu sistemi rahmetli Recep Yazıcıoğlu, valilik yaptığı illerde başarıyla uygulamıştı. Gününüzde işler tersine döndü. Sivil toplum kuruluşları devletten medet bekler duruma geldi. Bir kısır döngünün içerisine Sivil toplum kuruluşları ne yapıp edip kendi kaynaklarını oluşturmanın yollarını bulmalı ve ayakları üzerinde durmayı becerebilmelidir. Hakikaten milletin yararına olacağına inanılan büyük projeler düşünülüyorsa bunun için de devletin değil özel sektörün kapısı zorlanmalıdır. Kültür, sanat ve edebiyat camiamızda da durum pek farklı değil. Çoğu sanatkârlarımız eser vermekten daha ziyade resmi kurum ve kuruluşlara proje yazmakla meşgul. Bu düşünce ile hayata geçirilen renksiz, ruhsuz projeler de tabii olarak insanlara bir şey veremez. Vermiyor da! AYNI ALANDA HİZMET VERMEYE ÇALIŞAN ONLARCA VAKIF KURULACAĞINA…

Kendi imkânlarımızla, gönüllülük esasıyla, bozulmamış vakıf anlayışıyla ve elbirliğiyle yapacağız bu hizmetleri.

Sınırlı sayıdaki vakfın incelenmesi bile önemli fikirler verebiliyor. Şahsen bu çeşitlilik, zenginlik, derinlik bizi hakikaten etkiledi ve bu yazıyı kaleme almamıza sebep oldu. İnanıyoruz ki daha fazla vakıf üzerinde çalışılarak değerlendirilmeye tâbi tutulduğunda ortaya çok daha ilginç bilgiler ve tablo çıkacaktır. Rabbim ilham alanlardan eylesin… 65


PALDIR “KÜLTÜR” YIKILAN GEÇMİŞ Diyor ki Malcolm: “…Birçok Osmanlı gerçeğinin tarihçilerce yeniden keşfedilip değerlendirilmesinin, Bosna’daki Osmanlı anıtlarının topluca imhasını teşvik etmiş olan milliyetçi Sırp politikacıların Osmanlı geçmişine ilişkin gitgide daha zehirleyici ve karikatürleştirici sözler etmeleriyle aynı döneme denk gelmesi çok üzücüdür. İslam mirası da dahil olmak üzere Osmanlı mirası, Balkanlardaki bütün halklara ait olan bir şeydir. Bunca yüzyıl sonra onu “yabancı” diye reddetmek, tarihsel olarak tıpkı İrlandalı yazarların İngilizceyi ya da Güney Amerikalı köylülerin Katolik Hristiyanlığı reddetmesi kadar abestir.” Seyfullah ERKMEN

ir varmış bir … ne ise dilim varmıyor söylemeye. Köhnemiş şehirlerin eskimez yapıtları vardır. Bunlar asaletsiz yenileşmeyle modern mağaralar içersinde sönmemiş, hala yanan aydınlık meşaleleri anımsatırlar. Ancak ne yazıkki paldır “Kültür” yıkılıyor geçmiş. Konu nerden açıldı diyeceksiniz, fazla dolandırmadan söyleyeyim; Milliyet Gazete’sinin Kültür Mirası’mız başlığıyla İstanbul’dan Göremeye isimli eski fasiküllerinden. İlk elden gözüme Yusuf Atılgan’ın “Aferin sana 18 Numara” isimli yazısı ilişiyor. Yazar, Kadıköy İskele’sine giderken Hacı Hüsam Sokağı’nda apartmanlar arasında kalmış iki katlı ahşap bir evin halini anlatır. İşte 18 Numara bu. Yıkılmamış belki de yıktırılmamış etrafındaki genç taş yığınları arasında varlığını sürdürmüş ve ruhsuz yenileşmeye direnmiş, bundan dolayı “Aferini” haketmişti. Yazar sonraları niçin evlerini kat veya daire karşılığı vermediklerini sormak için birkaç defa yeltenmişse de bu 18 Numara’nın kapısını çalmaya sonradan vazgeçmiş. Hem de manidar bir bahaneyle. Korkarmış ki “iki daire verdiler, halbuki biz üç daire istemiştik, üç olsaydı verirdik” gibi ticari bir cevapla karşılaşa. Çünkü yazar hayalinde içerde “ben ölünceye kadar burayı yıktırmam” diyen bu eskinin ruhunu yansıtan eviyle bütünleşmiş bir ev sahibi olsun, olsun ki yıkılmamasının maddi değil, manevi nedeni olsun istiyordu. Kendime gelince, bu yazıyı okumadan aylar önce farkettiğim buna benzer bir hakikatten bahsedeceğim. Modern mağaranın içinde demli çay kızıllığında yanan bir meşaleden. Atılgan’ın bahsettiği ev ile bir akrabalığı var mı bilmiyorum. Osmanbey’den Dolapdere içlerine iner iken artık gökyüzünün kaybolmaya başladığı, modern ve gelişmiş mağaranın içersine doğru girmeye başladığınız bir anda solda kendi rüzgarıyla vurgun iki katlı kambur bir ihtiyar görürsünüz. Kızıla çalan teni içersinde buruşmuş alnı andıran kabarmış ve göçmüş ahşap yapısıyla bir masallar diyarına götürür sizleri. Bu yazılanları da globalleşmeye karşı görecek kadar ışıklı aydınlarımız çıkacaktır elbette. Ama olsun, biz bu ihtiyar Osmanlı Beyefendisini anlatmaya devam edeceğiz. Etrafı koca koca fakat asaletsiz yapılarla donatılmış olan bu münzevi ve de mütavazi ihtiyar hiçbirşeye aldırış etmeden çayını yudumlar gibi eğilmiş caddenin en köşesine, ecelini bekler bir tevekkülle duruyor. Akranından hiç

sayı//48// temmuz 66


kimseler kalmamış lakin mahalle serserilerine de madara olmamış bir aile babası, öylece asil ve vakur. Kendi başına bu dünyanın kimseye kalmadığının en ağır bir delili olarak bakıyor gözlerinizin içine. Mis gibi huzur kokuyor duruşu, bal gibi nostalji. Onu ilk gördüğümde birkaç tanıdığa anlattım, ne kadar ballandırsam abartı olmuyordu kendisi. Belki filinta endam değil ama, asilce. “Gidin görün, orda ulu orta duruyor” diyordum, hani sanki görmek bile bir meziyetmiş gibi. Büyük bir kanıta yaslanır gibi “İsteyen gidip baksın” gibi cümlelerle... Hem de “İhtiyar bir Osmanlı Beyefendisi” diyerek. Benim kapıyı vurup “niçin?” diye cevap bekleme ihtimalim de yok. Çünkü artık içerde birtek yaşayanı yok. Demekki diyorum önce içi boşalırmış varlığın. Sonrası yıkılmaya yüztutarmış. İşte herhalde bir hanede ev sahibi, bir insanda “ruh” denen olgu. Belli ki bir insan olsaymış artık vasiyet çağında kendisi. Kimsesi de yok. Vasiyeti ne olurdu acaba? Varlığını uzayçağının asaletsiz yokluğuna armağan mı edecekti yoksa. Kimbilir belki birkaç güne baroklaşan mimarimizin yanında görenlere bir Osmanlı hayali yaşattığından dolayı mimari bir irtica suçlamasıyla idam yaftası asılır boynuna, iki kelimelik bir cümle ile; “İmar izinli”. Bilemiyorum ama şöyle bir bakınıyorum da, kapı numarası falan da yok. Hatta etrafı inşaat demirleriyle çevrilmiş, herhalde bu bir gasilhane mesabesinde kendisi için. Belki haftalar sonra geçtiğimde yeri büyük bir beton yığınıyla doldurulmuş kocaman bir bina ile bomboş duruyor olacak. Zannetmem, bu kambur ihtiyarın avuç kadar kapladığı yere verdiği doluluğu yerine gelen göktelenler doldurabilsin. İşte bu ihtiyarın hikayesi “Bir varmış, bir yokmuş” olacaktır. Kısacası yerine gelecekler ruhi bir varlıktan uzak, hep “Yokmuş” olacaklar… Bu küçük, hususi ve de şahsi bir varlığın hikayesi. Ya bu ülkenin insanlarının kültüründen doğmuş yapıları yok edenler, yok olmaya terkedenler, harabe olmalarına göz yumanlar? Bunlar için misal çok olsa da ben hemen hazır elimin altındayken gözüme ilişen bir misali göstereyim sizlere. Bahsettiğim fasikülün 2.’sinde eskiden Taksim Stadyumu girişinde şimdiki yapılara bin basacak nefislikte bir taş yapının olup sonradan yıktırıldığını görüyoruz. Bu en basit bir misal. Değişen İstanbul albümünde bu taş yapının bulunduğu fotoğrafın yanında şu yazılar yazılı “Taksim statyumunun girişindeki bu taş yapıyı yıktıran

mantığı anlamak kolay değil. Hele, son elli yıl içinde, açıklık taşımayan nedenlerle pek çok taş yapının, hem de hayli iyi durumda olmalarına rağmen yıktırıldığı düşünülürse, imar politikamız üzerine neden bu kadar acı bir üslupla gittiğimiz de açıklık kazanır.” Herneyse bunlardan daha fazla bizleri derin düşünmeye sevk eden bir yazıyı okuyalım sizlere. Ünlü Tarihçi Noel Malcolm’un “Kosova, Balkanları Anlamak İçin” isimli eserinin giriş bölümünde yazdığı sözler bizlere de sizlere de hazin bir tefekkür yolunu açacağı şüphesiz. Aktaracağımız sözleri yalnız mimari açıdan düşünmemenizi rica edeceğim. Diyor ki Malcolm: “… Birçok Osmanlı gerçeğinin tarihçilerce yeniden keşfedilip değerlendirilmesinin, Bosna’daki Osmanlı anıtlarının topluca imhasını teşvik etmiş olan milliyetçi Sırp politikacıların Osmanlı geçmişine ilişkin gitgide daha zehirleyici ve karikatürleştirici sözler etmeleriyle aynı döneme denk gelmesi çok üzücüdür. İslam mirası da dahil olmak üzere Osmanlı mirası, Balkanlardaki bütün halklara ait olan bir şeydir. Bunca yüzyıl sonra onu “yabancı” diye reddetmek, tarihsel olarak tıpkı İrlandalı yazarların İngilizceyi ya da Güney Amerikalı köylülerin Katolik Hristiyanlığı reddetmesi kadar abestir.” (Kosova, Balkanları Anlamak İçin, Noel Malcolm, Çev: Özden Arıkan, Sabah Kitapları, İstanbul, Mart 1999, s. 21) Şu yazıya göre küllerinden meydana gelmelerine rağmen Osmanlıyı, mirasını, kültürünü, mimarisini reddedenlerin ne kadar abesle iştigal ettiklerini varıp kendimiz düşünelim. Hem de Mehmet Akif’in şu mısralarıyla beraber; Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir? Emin ol onu en çulpa heriflerde becerir. Sade sen gösteriver işte budur kubbe diye, İki ırgatla iner şimdi Süleymaniye. Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhât, O zaman bir Süleyman daha lazım, bir de Sinan. 67


CİZRE GÜNLÜĞÜ -evvel-

İlk defa geldiğim bu şehir ve bölge hakkında merakım üst düzeyde olduğundan daha yola koyulur koyulmaz sorularım arka arkaya gelmeye başladı. Şehre girerken tabelaya baktığımda nüfusun yüz otuz bin yazdığını gördüm. Şehrin girişinde doğalgaz çalışmaları; merkezinde de elektrik hatları yer altına alındığından yer yer kazı çalışmaları vardı… Prof. Dr. Âdem EFE

Cizre Ulu Camii

*TC Süleyman Demirel Üniversitesi İİBF Öğr. Üyesi.

sayı//48// temmuz 68

-8 Kasım 2017 tarihlerinde bir görevim münasebetiyle Cizre, Şırnak ve Midyat taraflarındaydım. Bu benim bölgeye ilk gidişimdi. Daha önce yurt dışı gezilerimin beşiyle ilgili izlenimlerimi fotoğraflarla destekleyerek çeşitli dergilerde yayınlamıştım . Fakat yurt içinde çeşitli vesilelerle yaptığım onca seyahatten sadece Salda Gölü nü anlatma fırsatı bulmuş diğerlerini bir yazıya konu edinmemişim. Hâlbuki ülkemiz coğrafî güzellikleri, tarihi zenginlikleri, mimarî özellikleri ve folklorik değerleriyle yazmak için bizlere eşsiz bir hazine sunuyor. Bir sosyolog duyarlığıyla gezip gördüğüm ülkeleri, şehirleri, beldeleri, mekânları görmeyi, gözlemlemeyi, anlatmayı, yazıya aktarıp yayınlamayı bir vazife bilirim. Bu cümleden olarak elinizdeki bu yazı, yurt içi gezilerimi konu edindiğim ikinci bir yazım olacaktır. 1. GÜN

Isparta’dan İstanbul dışında hiçbir yere uçak seferi olmadığından ilkin otobüsle Antalya’ya geçtim. Oradan da Ankara aktarmalı Şırnak Şerafettin Elçi Havaalanı’na uçtum. 5 Kasım Pazar sabah 06’da başlayan yolculuğum aynı gün 13.30 sularında Cizre’ye 13 km uzaklıktaki havaalanında son buldu. Ancak beni şehre davet eden öğrencim Kayhan Bayram ortalıkta gözükmüyordu. Sonradan öğrendiğime göre o benim İstanbul uçağı ile geleceğimi zannediyormuş. İstanbul uçağı da 15.00’te ineceğinden olsa gerek beni karşılamaya gelmemiş. Kayhan Bey ben uçaktayken Yüksekokul Müdürü Vedat Bey’in telefon numarasını mesaj olarak göndermiş. Havaalanında bir müddet bekledikten sonra bu numarayı iki kez aradım. Telefon açılmadığı gibi az sonra aynı numaradan “şimdi açamıyorum” şeklinde bir mesaj geldi. “Ne oldu acaba? Niye ‘şimdi açamıyorum’ diyor?” kabilinden zihnimi kemiren sorular oluşmaya başlamıştı ki Kayhan Bey’i arayarak geldiğimi söyledim. Kayhan Bey çok şaşırdı ve özür üzerine özür dileyerek “Hocam hemen geliyorum” dedi. Onu beklerken çevreyi kolaçan etmeye başladım. Taksicilerle muhabbet ederken Kayhan Bey on beş dakika sonra söz verdiği gibi yeğeni Agit (Yiğit) le birlikte havaalanına geldi. Sosyoloji lisanslı olan Kayhan Bey, doktora eğitimini Marmara Üniversitesi’nde Din Sosyolojisi alanında sürdürüyor. Şimdilerde ders döneminde olduğundan on beş günde bir İstanbul’a gidip gelmesi gerekiyor(muş). O gün


de İstanbul’a gideceğinden havaalanında kaldı, biz yeğeniyle birlikte Cizre’ye doğru yollandık. Şırnak havaalanından Ankara ve İstanbul’a her gün uçak seferleri var. Son yıllarda yurdumuzun birçok yerinde yapılan havaalanları ulaşımı kolaylaştıran bir gelişme olarak kayda değer. İlk defa geldiğim bu şehir ve bölge hakkında merakım üst düzeyde olduğundan daha yola koyulur koyulmaz sorularım arka arkaya gelmeye başladı. Şehre girerken tabelaya baktığımda nüfusun yüz otuz bin yazdığını gördüm. Şehrin girişinde doğalgaz çalışmaları; merkezinde de elektrik hatları yer altına alındığından yer yer kazı çalışmaları vardı. Hava sıcaktı. Kısa sürede Cizre Meslek Yüksekokulu’na ulaştık. Yüksekokul Müdürü Yard. Doç. Dr. Vedat Sönmez Beyle buluşup hal hatır sorup halleştik. Günün kalan kısmını nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusunda konuştuk. Ben, “Az zamanda daha fazla imkân oluşturup mekân ve insan görmek için eşyaları sizin arabaya koyalım. Bir öğle yemeği yiyelim. Ardından da şehir turuna başlayalım.” dedim. Önerim kabul gördü. Yemekten sonra Öğr. Görevlisi Bilal Bey de bize katıldı. Üçümüz, ilkin hemen her kadim şehirde bulunan camilerden biri olan Ulu Camii’ye gittik. Cizre Ulu Camii’nin ne zaman yapıldığı tam olarak bilinemese de bazı araştırmacılara göre, İslâmiyet'in Cizre’yle gelişiyle 639 yılında kiliseden camiye çevrildiği iddia ediliyor. Defalarca tamir gören cami, 1160-1161 yıllarında Zengi Atabeyi Ebu’lKasım Mahmud Sencer Şah tarafından yeniden inşa ettirilmiştir. Konya Alaaddin Camii gibi enlemesine dikdörtgen planlı caminin içinde çok sayıda sütun var. Bu haliyle cami, Anadolu cami mimarisinin ilk örneklerinden kabul diliyor. Kare plânlı prizmatik bir kaide üzerinde

aşağıdan yukarıya doğru daralan silindirik gövdeli ve konik külâhlı minarenin 1156-1161 yıllarında asıl yapıya eklendiği söyleniyor. Minare, İtalya’daki meşhur Pisa Kulesi gibi eğik. İddiaya göre bu eğiklik zaman geçtikçe de artıyormuş. Medrese odalarıyla çevrili avludan, enine dikdörtgen plânlı, mihrap önü kubbeli camiye yedi adet kapıyla geçiliyor. Her birinin üzerinde birer kitabe bulunan kapılardan ortadaki, diğerlerinden daha yüksek ve geniş tutulmuş.

Mem u Zin, Emir Türbesi

Zengiler döneminde sert ahşaptan yapılan ve üzeri tunç plakalarla kaplanan kapı, 1970'li yıllara kadar üzerindeki Orta Asya geleneğinden gelen çift ejderli bronz kapı tokmaklarına sahipmiş. Büyük İslam bilgini ve mucidi İsmail Ebu’l-İz el-Cezerî (1153-1233/548630) tarafından yapılan bu tokmaklardan biri 1969 yılında Kopenhag’a kaçırılmış, orada sergilenirken “Diğer eşi de çalınmasın!” diye olmalı kapısıyla birlikte yerinden sökülüp İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesinde korumaya alınmış. Camii yakın zamanda restore edilmesine karşın alt taraflarından rutubet alması sebebiyle güney ve batı duvarlarında pullanma ve dökülmeler oluşmuş. Camiinin minaresi önünde fotoğraf çekilip sosyal medya paylaşınca civardaki şehirlerden mesaj ve telefonla dönüşler başladı. Mardin’den Nurettin, Yüksekova’dan Halit, Derik’ten Eyüp gibi öğrencilerim “Hocam bizim buralara da gelmiyor musunuz?” mealinde davet içeren birkaç kelam ettiler. Kendilerine “Gösterdikleri ilgi dolasıyla teşekkür edip zamanın elverdiği ölçüde bu yöreyi gezmek istediğimi” belirterek ve “başka bir zamana inşallah” dedim. Cami ziyaretini tamamladıktan sonra Kırmızı Medrese’ye geçtik. Cizre Beyliği döneminde II. Şeref Bey tarafından 14. yüzyılda yaptırılan 69


medresenin mihrabı beyaz taştan dış duvarları kırmızı tuğlalardan örüldüğü için ‘Medresetu’lHamra’ olarak da anılıyor. Dağkapı Mahallesi ve Şah Mahallesi'nin kesiştiği noktada bulunan, güneyinde mescit, altında Molla Ahmed Cezeri'nin Türbesi ile Cizre emirlerine ait aile mezarlığı da yer alan medrese, ayrıca idare, öğrenci, öğretmen bölümlerini içeren bir külliyeden oluşuyor. Arkadaşların anlattığına göre medresenin bir araştırma merkezi olarak değerlendirilmesi söz konusuymuş. Bugün mescit olarak kullanılan medresenin asli fonksiyonuna uygun şekilde değerlendirilmesi oldukça isabetli olur. Kadim şehir Cizre medreseleriyle meşhur. Kırmızı Medrese’den sonra Abdaliye Medresesi’ne geldik. 1434 yılında Cizre beylerinden Emir Abdullah (Abdal) tarafından yaptırılan medrese Dağkapı Mahallesi ile mezarlık arasındadır. Medrese sonradan camiye çevrilmiş. Emir Abdullah, Mem u Zin hikâyesi’nde adı geçen Emir Zeynuddin’in babasıdır. Ahmed-i Hani tarafından yazılan, bir çeşit halk/aşk hikâyesi olan Mem u Zin Hikâyesi kahramanları Mem u Zin, Emir’in koruması ve onların düşmanları Beko (Bekir) üçü bir arada ve burada gömülüdür. Mem u Zin hikâyesi ana hatlarıyla şöyledir: Emir Zeynuddin’in Siti ve Zin isminde iki kız kardeşi vardır. Beko, Emirin korumasıdır. Mem ile Tacdin iki candan arkadaş, sırdaştır. Bu iki arkadaş iki kız kardeşe âşık olur. Tacdin ile Siti evlenir. Beko bunların evlenmesine mani olamaz. Ancak Mem ile Zin'in evlenmemeleri için türlü fitne-fesat çıkarmaktan, tuzak kurmaktan geri durmaz. Beko, kurduğu bir oyun sonucu Mem’i zindana attırır. Burada uzun müddet kalan Mem, kendinden geçer ve bir müddet sonra da her şeyden vazgeçer. Yavaş yavaş ölmeye başlar. Bunu duyan Zin sayı//48// temmuz 70

en güzel kıyafetlerini giyer zindana gelir; fakat heyhat Mem ölmüştür. Mem’in ölüm haberi kısa zamanda bütün Cizre'ye yayılır, Tacdin, bütün belaların başı olan Beko'yu öldürür. Zin, “Nasıl ki bir gülü diken, hazineyi de yılan koruyorsa, bizim de bekçimiz (köpeğimiz) Beko olacaktır.” diyerek Beko’nun Mem'in mezarının başucuna gömülmesini ister. Kendi de Mim’in mezarı başında can verir. Böylece Mem u Zin yan yana Beko da başuçlarında olmak üzere aynı alana defnedilirler. Mem u Zin görünüşte bir aşk hikayesi gibi olmakla beraber beşerî aşktan ilahi aşka erişme hikayesidir. İki aşığın kavuşmasına engel olan bey ve Beko’nun nefsi ve kesret dünyasını temsil ettiğini dile getirerek, hikâyenin sonuna doğru, Mem’in fena fillah ve beka billah makamlarına ulaşması anlatılır. Mem’in zindana atılması ile Hz. Yusuf’un zindana atılıp ruh yüceliğine ulaşması arasında bir ilgi kurulmaktadır. Zin, Tacdin ve dadının zindana gelip beyden özür dilemesini tavsiye ettiklerinde Mem’in “Ben o beyin de beyi olana (Allah’a) kul olmuşum; niye onun kulundan af dileyeyim?” diyerek fena makamına ulaşması ile Leyla ile Mecnun’daki Mecnun’un ulaştığı makam arasında benzerlik vardır. Yine Dağkapı Mahallesi’nde bulunan bir başka önemli ziyaretgâh, Nuh Peygamber’e ait olduğu rivayet edilen türbedir. Altı yedi metre uzunluğunda camla bölünmüş lahdin yanında dua ettikten sonra, buranın karşısında yer alan büyük İslam bilgini ve mucidi İsmail Ebu’l-İz el-Cezerî’nin mütevazı kabrine de uğradık. Birer Fatiha okuduktan sonra Türkiye’nin birçok yerinde bulunan Kesikbaş (Şeyh Muhammed Biseri, 16. yy), türbesinin yanından geçerek çay ocaklarının bulunduğu bölgeye geldik. Anadolu’nun doğu vilayetlerinde olduğu gibi burada da hemen her yerde, her bir köşe başında çay ocakları var. Çok sevdiğim çay konusu açılınca hemen şunu unutmadan söylemeliyim: Cizre’de, Şırnak’ta ve Hakkari’de illaki Seylan Çayı içiliyor. Kahvehanelerde, çoğunlukla çay ocaklarında küçücük taburelere oturularak deyim yerindeyse kafa kafaya verilmek suretiyle içilen demli çayları herkes içemiyor. Daha önce sempozyum münasebetiyle Van ve Hakkari’de bulunmuşluğum olduğundan bu çaydan içme deneyimi edinmiştim. Çay konusunda, hatta bardakta dahi hassasiyeti olan biri olarak bu çayı yadsımadan içmekliğim çevredekilere bazen şaşırtıcı gelebiliyordu. O gün sabahtan beri yeteri kadar çay içememiştim. Çaysamışlık


iştahıyla ardı ardına üç dört bardak içivermişim. Bu arada elindeki çay bardağını ölçüt olarak kullanarak karpuz çekirdeği (diş kıran) satan bir çocuktan birkaç bardak alan arkadaşlar, çayın yanında, ay çekirdeği misali çitlemeyi tavsiye ettiler. Denedim ama bizim Ege’deki çiğdemin yerini tutmamıştı. Buralarda evlerde, kahvelerde, çay ocaklarında bol miktarda tüketiliyor bu kuruyemiş. Midyat’ta karpuz çekirdeğinin yanı sıra kavun çekirdeğinin de yendiğini, bu yüzden kuruyemişçilerde satıldığını gördüm. Saymadım ama kâfi miktarda çay içtikten sonra “Dicle Irmağı’nın kenarına gidelim” dendi. Gittik. Kenti bir baştan bir başa ikiye ayıran ırmağın iki kenarında çevre düzenlemesi yapılıyordu. Akşam olmasına karşın çalışmalar hâlâ devam ediyordu. Çalışmalar bittiğinde herhalde güzel bir dinlenme ve gezi alanı olacak. Biraz turlayıp Dicle hakkında bilgiler aldıktan sonra akşam yemeği için bir restorana giderek karnımızı doyurduk. Vakit ilerleyince günün yorgunluğu üstüme çullanmaya başladı. Arkadaşlar halimi görünce beni geceyi geçireceğim öğretmenevine getirdiler. Vedalaşarak ayrıldık. Ben de odama geçip istirahate çekildim.

Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Turizm ve Otel İşletmeciliği Yüksekokulu ile Meslek Yüksekokulu var. Kampüsü hızlıca dolaştıktan sonra Şırnak’ı da görelim.” dedim. Şırnak’a gitmeden önce şehri bilenler, bana şehirde ziyaret edilecek, gezilip görülecek pek bir yer olmadığını söylediler. Ancak ben buna rağmen gidip görmek, gözlemlemek taraftarıydım. Kent biraz yüksekçe bir yerde konuşlanmış. Cizre’ye göre kış şartlarının daha çetin olduğunu anlattı arkadaşlar. Son olaylardan sonra Şırnak’ın hemen her tarafı şantiyeye dönüşmüş durumda. Kent meydanı diye bir yer kalmamış, belediye binası diye bir yer yok. TOKİ her yanda bina dikmeye başlamış. Sağlam kalan binaların birçoğunda kurşun izleri hâlâ mevcut. Kurşun izlerinden Darusselam Camii (2012) de nasibini almış. Belediye binasının yakınlarında bir yerde çay içtik. Güzeldi. Beni gezdiren şoför Faruk’un dayısının oğlu burada lokantacıymış, yemek için çok ısrar etmesine karşın vaktimiz olmadığından daveti geri çevirmek zorunda kaldık. “Çay paralarını ben ödeyeyim bari!” derken biz oradan ayrıldık. Ara sokaklardan yakılmış, yıkılmış yerlerden geçerek şehri daha yakından gözlemleme imkânı buldum.

2. GÜN

Cizrede dolaşmaya tarihimizi aramaya devam edeceğiz….

6 Kasım Pazartesi sabahı kahvaltı için Meslek Yüksek Okulu’na geldik. Kahvaltıda pideye benzer ekmek, domates, zeytin ve bölgeye özgü otlu peynir ve çay vardı. Yani yöreye özgü ürünlerle kahvaltı ettik. Ardından saat dokuz sularında Şırnak’a hareket ettik. Cizre-Şırnak arası 46 km. Şırnak yolu üzerinde Cudi Dağı ile Gabar Dağı’nın birleşir gibi olduğu yerde, yani Cizre’nin 6 km kuzeyinde; Şırnak yolu üzerinde Kasrik Ören Yeri ve Guti’ler döneminden kalma at üstünde insan figürü bulunmaktadır. Gelin Kayası da denen bu insan figüre ait bir efsane varmış. Faruk Bey’in anlattığına göre evlenmelerine izin verilmeyen iki aşık ata binmiş kaçarlarken takipçilerinin kendilerini yakalayacağını anlayan aşıklar “Ey Allah’ım yakalanmaktansa biz taş eyle” diye dua ederler. Duaları kabul olur ve taşlaşırlar. Evlenen birçok çift bu kayanın önünde fotoğraf çektirirmiş. Kömür ocaklarının yanından, kömür kamyonlarının arasından geçerek Şırnak’a vardık. Eski adı Şehr-i Nuh, Şerneh, Şihr-i Nuh olan şehrin ismi yakın dönemde Şırnak’a dönüşür. Şırnak’ta ilkin Mehmet Emin Acar Kampüsü’ne girdik. Kampüste Mühendislik Fakültesi, Ziraat Fakültesi, İlahiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Beden

DİPNOT

1- Adem Efe, “Kırım Güzellemesi”, Anamas Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan MYO Dergisi, Yıl 2, S. 2, Mayıs 2014, s. 28-38; “2009 Yılı Suriye İzlenimle rim”, Anamas, Aksu Mehmet Suriye Demiraslan MYO Dergisi, Yıl: 3. S. 3, Mart 2015, s. 6-15; “Gezi Notları 3-Filibe İzlenimlerim”, Anamas, Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan MYO Dergisi, Yıl: 3, S. 4, Mayıs 2015, s. 19-26; “Benim Gözümden Mezar-ı Şerif”, Ayrıntı Dergisi, Haziran 2016, S. 39, s. 45-50; “Bakü Notları”, Ayrıntı Dergisi, S. 42, 2016, s. 13-22. 2- Adem Efe, “Salda Gölü”, Ayrıntı Dergisi, S. 55, Ekim 2017, s. 45-48. 3-Sultan Çaça, “Cizre Ulu Camii Kapı Kanatları ve Ejderli Kapı Tokmaklarının Sanatsal Açıdan İncelen mesi”, Bilim Düşünce ve Sanatta Cizre, Editör: M. Nesim Doru, Mardin Artuklu Üniversitesi Yay., İstanbul 2012, s. 449-461.

FOTOĞRAFLAR:

http://www.cizre.gen.tr/foto-galeri/mir-abdal-cami-memu-zin

Fotoğraf:

Mahmut Peynirci 71


TARİH VE SORUMLULUK Tarihi yapan da yazan da insandır; tarihi geleceğe aktarma sorumluluğu da insanın omuzlarındadır. Ama vatan coğrafyasında bulunan her varlık bu sorumluluktan pay almaktadır. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*

*TC.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fak.

sayı//48// temmuz 72

erde akşam orda sabah anlayışıyla sorumsuzca bir hayat tarzı ile yaşamak kolaydır. Sorumluluğun yükünü omuzlarında hissedenlerin sürdükleri hayat ise oldukça zor ve meşakkatlidir. Sorumluluk duygusu taşıyarak yaşamanın zor bir sanat olduğunu, yaşadığımız kısa ömürde anlayabiliyoruz. Kendi hayatımızı yaşarken,. bizden sonrakilerin de geleceklerini olumlu veya olumsuz etkileyebileceğimizi, bizden sonrakilerin de yaşadıkları müddetçe, bizim hayatımızın izlerini kendi hayat yollarında bulacaklarını biliyoruz ve bu sorumlulukla, geride bırakacağımız çocuklarımıza iyi bir gelecek ve övünecekleri bir kişilik bırakmak istiyoruz. Günümüz dünyasında böyle bir ülküyle yaşamanın zorluğunun bilincinde olarak bu yükü sırtlanmış bulunuyoruz. Bu keyfiyet, bireylerin hayatlarında böyle ise, birlikte yaşayan insanların oluşturduğu toplumun veya milletin hayatında daha da zordur. Ecdadımız, bizlere övüneceğimiz bir miras bırakmış ki buna ‘tarih’ diyoruz. Bizim de gelecek nesillere iftihar edecekleri bir tarih mirası bırakmamız, bizim milli sorumluluğumuzdur. Tarih, basit tanımıyla zaman içerisinde yaşanan önemli olayların anlatılması, hatırlanması ve bilinmesinden ibarettir. Bu bakımdan tarih yapmak, yazmaktan daha zordur. Bu gerçeğe rağmen geçmişin aktarıldığı ve bilindiği şimdide yaşamanın, tarih yazmaktan daha kolay olduğu düşünülebilir. Ne de olsa şimdide bulunanlar, geçmişten bugüne aktarılan nice tecrübelere sahiptir ve bunların ışığında yaşamak fazla zor bir iş değildir. Fakat olup biteni yazmakla olup bitene yön vermek bir değildir; olaylar yaşanmadan yazılamaz. Tarihi yapanlar, olayları gerçekleştirenler, geleceğe, sonrakilere karşı sorumludurlar. Çünkü duran, hep aynı kalan bir zamanın içinde yaşamıyoruz. Bergson ve Yahya Kemal’in ifadeleriyle bir imtidad hattının, akıp giden bir sürenin tam ortasında yaşıyoruz. Yaşadığımız anda ‘dün’ dediğimiz zaman parçası, bir gün öncesinin aynı vaktinde yaşanırken ‘an/şimdi’ idi, ama bugün ona ‘dün’ diyoruz. Yaşadığımız ‘şimdi/an’a da, yarın ‘dün’ denilecek. Bugünden sonraki gün, bugüne nispetle ‘yarın’ olarak isimlendirilecek; ama bu gelecek zaman dilimi, yani yarın, ertesi günü ‘dün’ olarak anılacak. Demek ki ünlü Yunan düşünürü Herakleitos’un “bir nehirde iki kere


yıkanılmaz” sözünde belirtildiği gibi zaman, sürekli akıp gitmekte, değişmekte, buna bağlı olarak yaşadığımız hayat da durmaksızın devam etmekte, gelişmekte ve değişmekte; var olanlar, bulundukları andan ileriki bir zamanda yani gelecekte, geçmiş olarak, tarih olarak nitelenmektedir. Geçmiş zamanda yaşayanların yaşadıkları zamanlar bize nasıl tarih olarak gelmişse, bizim yaşadığımız zaman dilimleri de geleceğe tarih olarak yansıyacaktır. Öyleyse biz de şu anki yaşadıklarımızla bir tarih yapmaktayız. Dolayısıyla geleceğe iyi ve güzel ‘dün’ler bırakmanın sorumluluğunu omuzlarımızda taşıyoruz. Atalarımızın bizlere iyi bir gelecek bırakma sorumluluğunu taşıdıklarını bildiğimiz gibi, bizim de sonraki nesiller için aynı sorumluluk altında olduğumuz bir realite olarak karşımızda duruyor. Bu sorumluluk duygusu, tarih yapmanın zor bir iş olduğunu ortaya koyuyor. Bu zorluk, sorumluluk mevkiinde bulunanlar için daha da güçlü olsa gerek. Yani tarihi yapma ve yön verme mevkiinde bulunanlar, sadece kendilerinin değil, bir milletin ve gelecek nesillere bırakılacak bir tarihin sorumluluğu ile hareket etmek durumundalar. Çünkü yüklenilen sorumluluk, bir milletin sorumluluğudur. Tarihi yapan da yazan da insandır; tarihi geleceğe aktarma sorumluluğu da insanın omuzlarındadır. Ama vatan coğrafyasında bulunan her varlık bu sorumluluktan pay almaktadır. Bu sorumluluğun ayırım noktası, farkında olmak ya da olmamaktır. İnsan, tarihi yaparken de yazarken de diğer tabiat varlıklarıyla bir arada bulunmaktadır. Bir anlamda bu varlıklar insanın tarih yapıcılığında hem yardımcı elemanlar olarak roller üstlenmekte, hem insanın tarih yapmasına tanıklık etmektedirler. Sözgelimi Yahya Kemal, “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” adını verdiği şiirinde Üsküdar’ın İstanbul’un fethini anbean gördüğünü “Üsküdar, bir ulu rü’yayı görenler şehri! Seni gıptayla hatırlar vatanın her şehri, Hepsi der: “Hangi şehir görmüş onun gördüğünü? Bizim İstanbul’u fethettiğimiz mutlu günü!” Elli üç gün ne mehabetli temaşa idi o” Sanki halkın uyanık gördüğü rü’ya idi o! Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatıradan; Elli üç günde o hengâme görülmüş buradan;

Canlanır levhası hala beşer ettikçe hayâl; O zaman ortada, her saniye, gerçek bir hâl. Gürlemiş Topkapı’dan bir yeni şiddetle daha Şanlı nâmıyla “Büyük Top” denilen ejderha. Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece, Karadan sevkedilen yüz gemi geçmiş Haliç’e;” mısralarıyla anlattıktan sonra surlar önünde yaşananları bu semtin adeta hafızasına kaydettiğini de “Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak, Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak, Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş, asırlarca, hayâlinde bunu.” dizeleriyle abideleştirmektedir. Şimdi artık Üsküdar’a alelade bir semt olarak bakamayız. İstanbul’un fethini gören Üsküdar, adeta bunu gelecek zamanlara taşımanın sorumluluğunu yüklenmiştir. Orada gezenlerin, dünya tarihini değiştiren önemli bir olayın görgü tanığıyla bir arada olma duygusunu hissetmeleri de ayrı bir sorumluluk olsa gerektir. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek de “Sakarya” şiirinde “Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur, Sırtına Sakarya’nın Türk tarihi vurulur. Eyvah, eyvah Sakarya’m, sana mı düştü bu yük? Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!” mısralarıyla bu sorumluluğu, akıp giden Sakarya nehrine yüklemektedir. Nehirde bile tarihin yükü aranabiliyorsa, tarihin silinmez izlerini taşıyan ve tarihin oluşuna tanıklık eden savaş meydanlarında, yollarda, köprülerde, saraylarda, ibadethanelerde, evlerde, çarşılarda… bu yük ve sorumluluk daha fazla hissedilmektedir. Şöyle ki tarihe mal olmuş her olay veya tarihle ilintilendirilebilecek her olay mutlaka bir zaman ve bir mekân içerisinde gerçekleşir. Zaman akıp gitse de mekânlar, tahrip edilmemişse olayların adeta görgü tanığıdırlar. Sözgelimi Türk tarihinin adeta dönüm noktalarından olan Çanakkale savaşlarının yapıldığı Gelibolu yarımadası ve Milli Mücadele’nin gerçekleştirildiği her yer, oralarda yapılan ölüm kalım mücadelesinin dilsiz tanıklarıdır. O yerler ki Akif’in “şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” diye nitelediği her zerresinin şehit kanlarıyla sulandığı mekânlardır. İşte bu 73


Tarih yazma konusundaki eksikliğin farkına varılmış olsa gerek ki son yüz yıldır tarihimize karşı bir merak ve ilgi oluştu.

mekânlar, konuşamasalar da duruşlarıyla tarihe tanıklık etmektedirler. Dedik ya, mekânların sorumluluk ve tanıklığı ancak fark edebilenler içindir. Orduların, savaş araç ve gereçlerinin ağır yükünü çeken yolların sorumluluk ve tarihe tanıklıkları da böyledir. Tarihe yön veren planların yapıldığı evler, saraylar, insanların dualar ettikleri ibadet yerleri, çarşılar, pazarlar, kentler ve nihayet tarihi yaparken ve yazarken kullanılan her malzeme de aynı kategoridedir. İşte tüm bu yerlerin ve zamanların sorumluluklarını, üstlendikleri görevlerini ve tanıklıklarını fark edebilmenin yegâne yolu da anlama ve sezme yeteneğidir. Tarihi anlama ve sezme demek, geçmiş zamandaki olayların yani tarihin içine adeta nüfuz edip olanı biteni görmek ve algılamak, dolayısıyla da anlamak demektir. Bununla ilgili olarak Yahya Kemal, bir rubaisinde “Çık, tayy-ı zaman et, açılır her perde Bir devr geçir, istediğin her yerde Ben, hicret edip zamanımızdan, yaşadım İstanbul’u fethettiğimiz günlerde” derken adeta zaman tünelinde bir gezintiye çıkılabileceğini ve tarihi olayların, geçtiği mekânlar içinde yeniden yaşanabileceğini belirtirken bu yaşamanın, geçmiş zamana dönüp de olayların içerisine fiilen girmeyi değil, o zaman ve mekânda geçen olayların, yani tarihin sezme yöntemiyle anlaşılıp anlamlandırılabileceğini ifade etmektedir. Bu da doğal olarak bir tarih bilincinin bulunmasını gerektirir. Yapılmış bu tarih içinde geçmişe yolculuk yapmak ve geçmişi gelecek nesillere aktarmak için yazmak ise, sabır ve çok büyük sorumluluk isteyen sıkıntılı bir maceradır. Yahya Kemal’in ifadesiyle “tarih yapmak kadar yazmak da zordur.” Bu bakımdan olsa gerek kültürümüzün derinliklerine bakıldığında özellikle dini konularda kütüphaneler dolusu eser yazılmış olmasına rağmen başlangıçtan Osmanlı’nın son dönemlerine kadar tarihimizle alakalı eserlerin sayısının az, hatta yetersiz olduğu görülmektedir. Bunun nedeni de hatıralarımızı yazmamak olsa gerek. Belki de tarihimizi yazma gereği duymamışız, nasılsa tekerrürden ibaret diye; nasılsa yeniden yaşıyoruz ve yaşamaya devam ediyoruz diye. Oysa biz yazmasak da başkaları bizim yerimize yazmışlar. Bu yüzden yine Yahya Kemal, “tarihi yapan biz, yazan onlar” diye serzenişte bulunmaktadır. Ne acıdır

sayı//48// temmuz 74

ki uzun zaman kendi tarihimizi başkalarından öğrenmişiz. Bu keyfiyet de başka bir problem olan tarihimizi başkalarından doğru bir şekilde öğrenebilir miyiz? sorununu gündeme getirmektedir. Kendi tarihimizi yıllarca yabancılardan öğrendiğimiz için bazı kasdi hatalar da yıllar yılı doğru olarak kabul edilmiş ve hafızalara öyle yerleşmiştir. Çok zaman kendi tarihimize hakaret içeren bilgilerin, genç dimağlara doğru bilgi diye öğretildiğine tanık olduk. İşin ilginç yanı bu yanlışlıklar, eleştiri süzgecinden bile geçirilmeksizin öğretilmişti. İşte tarih yazanların sorumluluğu da önce bu yanlış bilgilerin düzeltilmesine, sonra da doğru bilgilerin aktarılmasına yönelik olmalıdır. Tarih yazma konusundaki eksikliğin farkına varılmış olsa gerek ki son yüz yıldır tarihimize karşı bir merak ve ilgi oluştu. Devlet yöneticilerimizin ve siyasetçilerimizin hatıralarını yazma konusunda kat ettikleri bir mesafe var mıdır bilemiyorum. Ama çok şükür Türk gençlerinde kıpırdanan bir tarih öğrenme merakı var. Neredeyse tüm üniversitelerimizde tarih bölümleri açılmış durumda ve bu bölümleri tercih eden gençlerimiz, isteyerek seçip geliyorlar. En azından isteyerek seçtiklerine inanmak istiyorum. Bununla beraber ilköğretimde, orta öğretimde ve yükseköğretimde hâlâ tarih dersini sevdiremediğimizi de biliyorum. Bunun nedeninin de, tarih derslerinde öğretmenlerimizin, klasik öğretim yöntemimiz olan ezberletme yolunu tercih etmeleri olduğunu düşünüyorum. İşte bu noktada bir sorumluluk daha kendini gösteriyor. O da tarihi sevdirecek öğretme yöntemlerini bulup uygulamak. Sevdirme yolunun da çocuklarımızı ve gençlerimizi tarihi mekânlara götürüp gezdirmek ve olayları yerinde anlatmakla olabileceğini düşünmekteyim. Bu, hem tarihi anlamaya, hem sevdirmeye, hem de bir tarih bilinci oluşturmaya katkı sağlar. Tarih öğretmenlerimizin bu sorumluluğu üstlenip çocuklarımıza ve gençlerimize tarihi sevdirebilecek donanımda olduklarına da inanıyorum. Dolayısıyla tarih öğrenmeyi seveceğimiz günlerin geleceğine de inanmak istiyorum. Gençlerimize, ‘tarihi olmayanın geleceğinin de olamayacağını’, bu nedenle tarihimize gereken ilgiyi göstermeleri gerektiğini mutlaka öğretmeliyiz. Unutmamalıyız ki kalkınmanın ve ileri medeniyetler arasında bulunmanın yolu, tarihi iyi bilmekten geçmektedir.


MİT BUNU YAPMALI

Devlete hizmet vermiş, bakanlık yapmış, milletvekilliği yapmış, birinci derece devlet memuru olarak devletin -hiç değilse o dönemindeki- sırlarına vakıf insanların daha sonraki hayatlarında da, devlet adamlığına yakışır bir hayatı sürdürüp-sürdürmemeleri takip edilmelidir. Recep ARSLAN

illi İstihbarat Teşkilatı devletin güvenlik teşkilatından biridir. Görevleri kanunla belirlenmiş, yasalarla bağımlı bir kuruluş. Eskiden, parlamenter nizamda Başbakan’a bağlı bir kurumdu. Tek adam idaresinde doğaldır ki, tek adama bağlıdır. Yine kanunlarla çerçevelenen işlemleri yapacaktır. Başbakan’a bağlı olduğu zamanlarda, söz gelimi Süleyman Demirel başbakan iken, başbakana karşı yapılacak ihtilali haber vermemişti. Demirel bundan müşteki olarak halka şikeayette bulunmuştu. Mehmet Eymür, Hiram Abas, Fuat Doğu ve başka MİT Müsteşarları zamanında da MİT raporların, şikayetlerin, basının konusu olurdu. Esas itibariyle devletlerin istihbarat kurumları müttefiki olan devletlerin istihbarat kurumlarıyla ortak çalışırlar. Birbirlerine bilgi aktarırlar. Türkiye İstihbarat Kurumu da CIA ile MOSSAD ile beraber çalışmakla kimi zaman kınanır, kimi zaman da bunun doğallığı ifade edilir. Bana göre de doğaldır. Müttefik iseniz genel olduğu gibi anlık paylaşımlarda da bulunmak gerekli olabilir.

Nitekim Türkiye’nin terörle, şiddet yanlılarıyla mücadelesinde ABD istihbarat kurumundan da, bazı komşu devletlerin istihbarat kurumlarıyla da alış veriş yapıldığı gazetelerde yer alan haberlerden bellidir. PKK kurucusu, bir zamanlar bebek katili sıfatıyla anılan Abdullah Öçalan’ın Kenya’da CIA tarafından derdest edilip, Türkiye’ye idam edilmeme şartıyla teslim edilmesi de bir istihbarat kurumları yardımlaşmasıdır. Hiram Abas zamanında MİT’in operasyonlara, (fiili uygulamaya) katılmadığı suçlaması gazetelerde haber olmuştu. Bu eleştirilere cevap vermek üzere MİT bazı isimlerle, bazı fiili uygulamalara katılmaya başladı. Sonra Hiram Abas kırmızı ışıkta duran arabasında çapraz ateşle öldürüldü. Burada anlatılan her şey gazetelere düşen haberlerden edinilmiş bilgilerdir. MİT; ülkenin, devletin korunması için içerde olduğu yurt dışında da fiili uygulamalara katılır. Fıransa’daki Ermeni anıtının bombalanması da böyle bir olaydı. Son günlerde bazı Afrika ve Balkan ülkelerinde 15 Temmuz kalkışmasına katıldığı var sayılan zanlılar da MİT tarafından yakalanıp, Türkiye’ye getiriliyor. MİT o kalkışma akşamanında da önemli görevler üstlenmiş, Diyanet İşleri Başkanı ile camilerde sala okunmasını görüşmüş ve kalkışmayı engellemek için çaba harcamış ve bir anlamıyla da bunu başarmıştı. Bütün bunlar bilinen, basına yansıdığı kadarıyla bilinen çalışmalardır. Ama bir önemli konu var önümüzde. MİT’in çerçeve yasasında olup-olmamasına bakılmaksızın yapması gereken bir çalışma olduğu ortaya çıktı. Yeni ve eski devlet adamlarını yalnız bırakmamak gibi bir işi üstlenmesi gerekiyor. Devlete hizmet vermiş, bakanlık yapmış, milletvekilliği yapmış, birinci derece devlet memuru olarak devletin -hiç değilse o dönemindeki- sırlarına vakıf insanların daha sonraki hayatlarında da, devlet adamlığına yakışır bir hayatı sürdürüpsürdürmemeleri takip edilmelidir. Yanlışa saptıkları izlendiğinde, MİT onu sorgu odasına alıp, yaptıklarının nelere mal olacağını, devlet ciddiyetiyle anlatmalı. Hatta onu zorlamalı. O insanın eski kimliğine yakışmayan davranışlardan uzaklaşmasını sağlamalıdır. MİT’in faaliyetini çerçeveleyen yasada bu söylenen husus olmayabilir. Bu, ortaya çıkan yeni bir durum. Yasal çerçeve buna göre genişletilmeli, nasıl o eski bakanlara koruma veriliyorsa, MİT onların genel yaşama biçimlerini de takip etmeli ve devlet adamı kimliğine zarar verici davranışlara girdiğinde o kişi cebren hizaya sokulmalıdır. Yanlışa giren kişiler eski devlet adamı kimliğini kullanarak, yasal sorumluluklardan kurtulamadığı gibi, bilakis devlet adamı kimliğine uygun davranış ve yaşama biçimine mecbur edilmelidir. 75


nlü şair Arif Nihat Asya’nın, Edirne Kasidesi’ni yazmak sûretiyle “Türk’ün Trakya’daki tapusu” mısraı ile tebcîl ettiği Edirne, Anadolu Türklüğünün en mümtaz şehirlerinden biridir. Türk milletinin son mührünü vurduğu bu kadîm şehir, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır.

ARİF NİHAT ASYA’NIN ŞİİR DÜNYASINDA

“EDİRNE”

Bu meşhûr kaside, Türk – İslâm mimarisinin dolayısıyla da Edirne’nin en muhteşem mimari eseri olan Selimiye Camiî’nin şairde bıraktığı derin iz ile başlar. Selimiye anılınca, şaire ‘tatlı bir gariplik duygusu gelir’. Emir Ali ÇEVİRME

İlk olarak Traklar’ın şehirleştirdiği bu belde, Büyük İskender’in işgali ile Makedonya İmparatorluğu’nun bir parçası olmuş, sonra da Romalıların eline geçmiştir. Bu dönemde II. Hadrianus tarafından tekrar inşa edilen bu kent, Roma literatürüne ‘Hadrianapolis’ olarak geçmiştir. Romalıları müteâkip, değişen dönemlerde Avar Türkleri, Bulgar Türkleri, Bizans İmparatorluğu tarafından alınan şehir, Osmanlı’nın ilk dönem padişahlarından Sultan I. Murad tarafından 1361 yılında fethedilmiştir. Edirne'nin fethi Balkanlar ve Avrupa tarihi için bir dönüm noktası teşkil ettiği gibi İstanbul'un fethini de kolaylaştırmıştır. Rumeli'nin fethi için bir harekât üssü olarak kullanılan Edirne'de Yıldırım Bayezid İstanbul'u muhasara hazırlıkları yapmış ve İstanbul üzerine buradan yürümüştür. Edirne asıl önemini, Yıldırım Bâyezid'in ölümünden sonraki şehzadeler mücadelesi sırasında kazandı. Nitekim Ankara mağlubiyetinin ardından Emir Süleyman hazineyi ve devletin resmi evrakını alarak Edirne'ye gelmiş ve böylece devlet merkezi Edirne olmuştu.* ARİF NİHAT ASYA’NIN “EDİRNE KASİDESİ”

Arif Nihat Asya, Cumhuriyet şiirinin usta şairlerinden biridir. Sade üslûpla kaleme aldığı şiirlerinde, millî duyguları yansıtmayı amaçlayan şair için, şiir; Türk milletinin his dünyasına tercüman olan ve onu her daim lirizm ile buluşturan bir karaktere sahip olmalıdır. Asya’da şiir, muğlâk ve muallak olmaktan ziyade en sarîh sûrette, milli duyguların aktarılmasında bir araç görevi görür. Söz konusu bu ‘millî’ görev icrâ edilirken, sanat yapma olgusu bir kenara itilmez; ses, ahenk, yoğunluk, metafor zenginliği, zengin anlam tabakaları ile şiir, biçimsel yönden de mükemmeldir. *Eğitimci

sayı//48// temmuz 76

‘Bayrak’, ‘Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor’, ‘Fetih Marşı’, ‘Dua’ gibi önemli manzûmeler kaleme alan şair; din, vatan, millet, bayrak, mefkûre


Adalet Kulesi / Edirne

gibi kavramları en sanatlı şekilde dile getirdiği şiirleriyle Türk şiirinin köşe taşlarından biri konumundadır. Bu sayede Türk şiirine önemli katkıları olan Arif Nihat Asya’nın incelenmeye değer bir şiiri de Edirne Kasidesi’dir. Yukarıda kısaca verildiği üzere Edirne, İslâmla kaynaşmış Türklük adına önemli bir şehirdir. Anadolu’da tesis edilen Türklüğün batı kanadındaki mührü konumundaki bu kadîm memleket, İstanbul’un fethine kadar Osmanlı Devleti’nin payitahtı olmuştur. İstanbul’un fatihi, Sultan Mehmed’in de doğduğu bu şehir, asırlar boyunca sürecek olan Türklerin batıya koşusunun ve fütûhât hareketinin merkezi konumundadır. Asya’nın, ‘serdengeçtilerin koşusu’nun başlama yeri olarak gördüğü bu şehir, akıncıların da yurdudur. “SELİMİYE” DERLER, “EDİRNE” DERLER…

Bu meşhûr kaside, Türk – İslâm mimarisinin dolayısıyla da Edirne’nin en muhteşem mimari eseri olan Selimiye Camiî’nin şairde bıraktığı derin iz ile başlar. Selimiye anılınca, şaire ‘tatlı bir gariplik duygusu gelir’. Tarihin izlerini taşıyan han, hamam, bedesten gibi sivil mimariye ait eserlerin yanında; Selimiye, Üç Şerefeli, Eski Camii gibi nice eseri içinde barındıran Edirne, daha ziyâde dinî mimarisiyle öne çıktığından olsa gerek, şair; Kemerler, çeşmeler, minarelerle Bir eski eserler kamusu gelir. Minarelerden en tatlı ezanlar, Dallardan güvercin “hu hu”su gelir. Ayşekadın’a gül ve Yıldırım’a, Üçşerefeli’nin kumrusu gelir. Şu Selimiye’dir, şu Muradiye, Çinilerden sümbül kokusu gelir

mısralarıyla, şehrin; camiler, kemerler, çeşmeler ve minarelerle süslü mimari vechesi ile ilgili okurunu bilgilendirir. Edirne’yi Türk yurdu yapan Sultan Murad Hüdâvendigâr’ın da azîz hatırasının işlendiği kasidenin ikinci bendinde, Edirne’nin yeşilliğini ve muhteşem doğasını borçlu oldu iki önemli nehre, Meriç ve Tunca’ya değinilir. Osmanlı’nın akıncı beylerinin yetiştiği Balkan topraklarından kopup gelen bu nehirler, şairin his dünyasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Şair, Meriç Nehri’ni ‘Sınırdaki ana kuzusu’ diye tabir eder. Türk kültür – medeniyetinin Balkan coğrafyasındaki azîz hatırası konumundaki Tuna Nehri’nin kardeşi diye anılan Tunca Nehri’ne de değinen şair, Tuna – Tunca ilişkisini ‘Tunca’ya Tuna’nın kuğusu gelir’ mısraı ile ifade eder. Kasidenin ilerleyen kısımlarında, Edirne’nin semâlarını süsleyen minarelere, kubbelere yani camilere değinilir. Edirne şehir merkezinde birbirine birkaç adım mesafede bulunan Selimiye, Üç şerefeli ve Eski Camii’nin mimarisine kısmen değinerek şehir içindeki konumunu verip camileri tarif eder. Atınca üç adım daha ileri Bir serin kubbenin kuytusu gelir Dünyanın en güzel minareleri Ve kubbelerin en ulusu gelir Türk’ün Trakya’da tapusu gelir şeklindeki veciz mısralar ile Selimiye Camiî’nin Türk tarihindeki, kültür ve medeniyetindeki yerini çok iyi bir tarzda ifade eder. Türk kültür tarihinin en büyük dehâlarından olan 77


Eski Camii / Edirne

ve ünü dünyayı tutan Mimar Sinan’ın ‘ustalık eserim’ diye tabir ettiği Selimiye Camiî, gerek muhteşem mimarisiyle gerekse de mekânın dışına taşan manasıyla, medeniyetimiz için son derece önemli bir eserdir. Sultan II. Selîm döneminde Mimar Sinan’a yaptırılan bu eser, bir mühendislik harikasıdır. Gökyüzüne uzanan ve şekli, hatları ile son derece karakteristik konumdaki dört büyük minarenin uçları, çok uzak yerlerden görülebilecek boyuttadır. Arif Nihat’ın ‘kubbelerin en ulusu’ tabiriyle şiirde yerini alan o devasa kubbenin, Osmanlı mimari tabiriyle ‘fil ayağı’ diye tabir edilen ayaklar olmadan o yüksekliğe nasıl çıkarılıp oturtulduğu hâlen merak konusudur. Bundan yüzyıllar öncesinin teknolojisiyle pek de mümkün görünmeyen bu olgu, tabiî olarak Mimar Sinan’ın dehâsıyla açıklanabilmektedir. Şaire göre Selimiye, dünyanın en güzel minarelerine ve ulu bir kubbeye sahip, Türk’ün Trakya’daki mührü, tapusudur. Şiire göre, o öyle bir camiidir ki, bir teravih kılmak için, denizaşırı memleketlerden, uzak diyarlardan mü’minler ona gelirler. Yine şairin çok veciz ifadeleriyle, bulutları delen, yıldızlara kadar uzanan minarelerinde parıldayan bir mahya mumu olmak için, yıldızlar ordusu yarış içine girer; çünkü böyle ihtişamlı bir camiye mahya olmak, yıldızlar için de bir gurur vesilesidir. Selimiye Camiî’nin göz alıcı mimarisinde titizlikle işlenmiş mermerler de pay sahibidir. Türk mimarisi için mermer, ruhsuz bir yapı malzemesi/plastik olmaktan çok öte, bir kültür birikiminin işlendiği, mana niteliğini haiz bir konumdadır. Bir taş yapı olan caminin sayı//48// temmuz 78

mermerlerini de unutmayan şair, Selimiye’yi ‘Mermerinden çiğdem kokusu gelir’ ifadesiyle tanımlar. SERDENGEÇTİLERİN KOŞUSU

Kaside’nin devam eden kısımlarında şair, Edirne’nin sınır kasabası olan Karaağaç’a değinir. ‘Bugün artık ağıt kokusu’ gelir diye tabir ettiği Karaağaç, bir küçük kasaba olmanın çok ötesinde, tarihin acılı dönemlerine şahitlik etmiş bir yerdir. Yunanistan sınırında bulunan bu şirin köy, Türk milletinin özellikle Balkan Savaşları’ndan sonraki geri çekilmesinin doğurduğu acıların yaşandığı bir yer hüviyetindedir. Meriç’in üzerindeki köprüden geçeyim diyen birinin karşısına, şairin ifadesiyle ‘önüne yabanın namlusunun geldiği’ bir yer olan Karaağaç’ın tarihinden maziye uzanan şair, bu hüzünden sıyrılmak istercesine Karaağaç’tan Balkanlara at koşturan serdengeçtilere dikkatini yöneltir. Şairin ruh dünyasında, Balkanları Türk coğrafyası yapan ve uzun asırlar boyunca idare eden serdengeçtilere/akıncılara lâyık olamamanın karmaşası vardır. Asya’ya göre, şühedânın kanıyla sulayıp vatan yaptıkları bu toprakları; halefler, torunlar maalesef hakkıyla muhafaza edememişlerdir. Böylece bu topraklar, kanın sürekli aktığı ve barutun buram buram tüttüğü bir yer olmuştur. ‘Filibe’si, Sofya’sı, Şumnu’su gelir’ Arif Nihat Asya’nın hayatının bir kısmını yaşadığı Edirne, tek başına bir memleket olmaktan çok öte bir yerdir. Edirne dendiğinde tarihin derinliklerine giderek; sevinci ve


hüznü bir arada yaşayan şair, Edirne’yi sadece bize bakan yönüyle değil, günümüz Balkan coğrafyasına bakan yönüyle de ele alma yolunu seçer. Asya’ya göre Edirne, topyekûn bir Balkan coğrafyasını akla getirmektedir. Balkanlar’dan Viyana önlerine kadar fütûhâtta bulunan orduların çıkış yerinin Edirne olması ve çıkılacak seferin ilk heyecanının Edirne’de duyulması gibi etmenler, söz konusu şehre çok farklı bir perspektiften bakmayı gerektirmektedir. Bununla birlikte Edirne, bir engel konumundaki dağların, tepelerin silinip coğrafyanın tek bir toprağa bağlandığı; Filibe’nin, Sofya’nın, Şumnu’nun, Üsküb’ün, Kosova’nın ve daha nice beldenin dönüp bağlandığı bir vatan toprağıdır. Şair Edirne’de, maziyi anmakta, Edirne’yi küçük sınırları içinde ele almak yerine tüm Balkan coğrafyasına teşmîl ederek anlatma yolunu seçmiştir. Asya’ya göre, Edirne, Balkan coğrafyasının bir aynası hükmündedir. ‘Ve yeminlerin en kutlusu gelir’ Edirne’yi, önemine binâen Balkan coğrafyası ile bir tutan ve oradaki memleketlerle özdeşleştiren Asya, kasidenin son bentlerinde bakışını tekrardan Edirne’nin kendisine yöneltir. Kaside de ‘Dünyanın en güzel korusu’ diye tabir ettiği Sarayiçi’nin doğasından bahsettikten sonra, Türk kültürünün Edirne’deki en önemli faaliyetlerinden olan ve yüzyıllardır süren yağlı güreş geleneğinin odak noktası konumundaki Kırkpınar’ı anmadan geçmez. Cengâverlikte yiğit ‘benim’ diyenlerin güreş tuttuğu bu yere, şiirdeki ifadeyle, ‘Yolcusu, izcisi, avcısı gelir’.

Güneşin batışının bir başka izlendiği Edirne’nin tabloyu andıran akşamlarına da değindikten sonra, şair, sînesinde tuttuğu derdi ve öfkeyi ele alır. Bu dert, Edirne nezdinde kaybedilen Balkan topraklarıdır. Evlâd-ı Fâtihân’ın asırlar boyunca Türk – İslâm kültürü ile yoğurduğu topraklar bugün başka devletlerin sınırları içerisinde kalmıştır. Bu kayba öfkelenen şair, ‘En asil intikâm duygusu’nu yüreğinde taşımaktadır. Müstakbele dâir de, kaybedilen toprakları geri almak isteğiyle olsa gerek ‘Ve yeminlerin en kutlusu gelir’ mısraını terennüm etmektedir. Bu yeminle birlikte şiirini bitiren şair, gelecek olan nesil için bir arzusunu mısralaştırır. Biz geldik, gideriz… doğacaklara Edirne’de doğmak arzusu gelir temennisiyle birlikte, Asya’nın, Edirne’de doğmadığı için sanki bir yanı eksik kalmış gibidir. “Lârî Camisi”, “Murâdiye”, “Edirne”, “Selimiye” ve “Selimiyye’nin Açılışı” gibi şiirleri yazan şair, Edirne Kasidesi’ni yazarak Edirne’yi bu sefer bütüncül bir tarzda ele alır. Yer yer tarihsel bir panorama sunan Asya, yer yer de Edirne’nin günümüzdeki hâline değinir. Edirne’yi mazi ve müstakbel bağlamında değerlendirmenin yanı sıra, şehir, Osmanlı’nın Avrupa’ya açılan bir kapısı hüviyetiyle başka bir perspektiften tekrar ele alınır. Hülâsa, bu şiir için ‘Bayrak Şairi’ diye ünlenen Asya’nın, kaybedilmiş topraklar da dâhil olmak üzere bütün vatan coğrafyasını Edirne özelinde yeni bir bakış açısı ile ele alışının bir ürünüdür, denilebilir. 79


EDEBİYATIMIZIN RÜYA ŞEHİRLERİ Bir şehir, ya stratejik yönüyle ya da tarihî ve dinî yönden değeri ile dikkat çeker. Edebiyatımızda İstanbul, Bağdat, Edirne, Bursa gibi şehirler şiirlere ve nesirlere konu olmuştur. Osmanlı dönemini düşündüğümüzde İstanbul, tek başına şiirin de başkenti sayılabilir.

Ali BAL

El Hamra Sarayı / Granada

ekân, edebiyatta mühim husustur. Edebî eserlerde olayın yaşandığı mekânın insan ruhuyla olan teması, bağı eseri gerçekçi kılar. Osmanlı coğrafyasında her inanç, kültür ve etnik yapıdan insanın yer alması büyük bir hazinedir. Osmanlı ve İslam coğrafyasının kültür merkezleri sayılan büyük şehirlerin varlığı “edebî muhitleri” ortaya çıkarmıştır. Bu şehirler, taşıdıkları kültürel değerler bakımından şair ve yazarların ilgisini çekmiştir. Çoğu şairin bu merkezlerde yetişmiş olması, bu şehirlerin kültürel yaşamının, sanatının, mimarisinin edebiyata yansımasını sağlamıştır. Edebiyatımızda en çok işlenen şehir şüphesiz İstanbul’dur. İstanbul’u yazmayan birisinin şairliği veya yazarlığı eksik kalır. Eski metinlerde İstanbul kendisine en başta yer bulmuştur. Nedim’in “Bu şehr-i Stanbul ki bî-misl ü bahâdır Bir sengine yek-pâre Acem mülkü fedâdır.” şeklinde başlayan ve İstanbul’un kıymetini anlatan kasidesi bu konuda en meşhur şiirdir. Sevdiğine; “Sitanbûlum Karamânumdiyâr-ı milket-i Rûmum Bedahşânum u Kıpçağum u Bağdâdum Horâsânum” hitabıyla seslenen cihan padişahı Kanunî için de şehirlerin önemi büyüktür. Eski Türk edebiyatımızda şehirlerin güzelliğini, sosyal yaşamını ihtiva eden metinlere “şehrengiz” denirdi. Şehrengiz türünün ilk örnekleri, XVI. yüzyılın ilk yarısında Mesîhî ve Zâtî’nin Edirne şehri için yazdığı eserler sayılmaktadır. Haklarında en fazla şehrengiz yazılan yerler İstanbul, Bursa ve Edirne’dir. Günümüze metinleri ulaşanlarla sadece adları bilinen toplam altmış sekiz şehrengiz tespit edilmiştir. Bir şehir, ya stratejik yönüyle ya da tarihî ve dinî yönden değeri ile dikkat çeker. Edebiyatımızda İstanbul, Bağdat, Edirne, Bursa gibi şehirler şiirlere ve nesirlere konu olmuştur. Osmanlı dönemini düşündüğümüzde İstanbul, tek başına şiirin de başkenti sayılabilir. Her yüzyılın büyük şairleri İstanbul’da doğmamış olsa bile bu kişilerin yolu İstanbul’a düşmüştür. İslam medeniyetini sanat, estetik, mimarî ve kültür yönüyle temsil eden ve tüm çağlarda da daima gözde olmuş Medine, Mekke, Kudüs, Şam, Semerkand gibi şehirler edebî eselere mekân olmuştur. Taşlıcalı Yahyâ’nın, “Rûmdur yüzün gözün Aydın Karasi kaşlarun Leblerün Mısr-ı melâhat kara zülfün Şâmdur”

sayı//48// temmuz 80


dizelerinde sevgilinin güzelliği şehirlere benzetilmiştir. Şeyh Galib ilim merkezi olan Buhara’yı şu beytinde dile getirmektedir: “Gâlibâ Rûmda bir gence erişmiş Gâlib Gönderir gâh Buhârâya gehî Âmûle karz” İslam ilim ve kültür merkezlerinden Bağdat birçok şiirde ele alınmıştır. Bağdat deyince akla elbette Fuzûlî gelir. Fuzûlî’nin Bağdâd’ı vasfettiği beyti: “Buk’a-i Bağdâdun itmiş vasfını Dârü’s-Selâm Kim ana teslîm ü tahsîn ide her kişver ki var” Müslüman olmayanların giremediği Mekke ve Medine “Haremeyn” olarak bilinmektedir. Bu mübarek beldelerde kan dökmek de yasaktır. Ahmet Paşa’nın şu beytinde de bu anlatılmaktadır. “Cânâ ne bî-dîndür gözün kim hışm ile cân kasdına Tîr ü kemân almış ele sahn-ı Haremde ceng içün” İslam medeniyetinin bir tohum misali ekildiği Endülüs coğrafyası da şiirimizde yer bulmuştur. Târık b. Ziyâd, Batı’da ayrı bir İslam atmosferi inşa etmiştir. Yahya Kemal’in “Endülüs'te Raks” isimli şiiri de unutulmazlar arasındadır. “Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı... Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir. İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir.” Nuri Pakdil’in çevirisini yaptığı Fevzi Maluf’a ait “Gırnata” şiiri de hüznümüzü anlatıyor. “GIRNATA GIRNATA YİTİRDİK SENİ BİR YİTİM Ki BIRAKTI HEPİMİZİ YETİM gözlerinde oluk oluk gözyaşları ağladı onlarla deniz dalgaları” İslam kültür coğrafyasının bir başka merkezi de Şam’dır. Camcılık, savaş aleti yapımı, şeker üretimi Şam’ın bilinen önemli özellikleridir. Ahmed Paşa’nın şu dizeleri Şam’ın ne kadar güzel olduğunu anlamaya yeter: “Saçsa benefşe zülfine ol gül- ‘izâr âb Şâmî gül-âb gibi olur müşg-bâr âb” Eski Türk edebiyatı büyük bir coğrafyanın

tezahürüdür. Bu coğrafya Osmanlı coğrafyasıdır. Günümüzün bakışı ile bu coğrafyayı ve taşıdığı kültürel zenginliği anlamak zordur. Şiirimizde İstanbul, Bursa ve Edirne’nin çokça işlendiği ifade etmiştik. Şeyhülislâm Yahyâ’nın Edirne redifli gazeli önemli bir şehir şiiridir. “Bir zamân gülşen degül miydi sarây-ı Edrene Söylemez mi bülbül-i destân-serâ-yı Edrene” Osmanlı kültür coğrafyası parçalandı ama gönül coğrafyamız birliğini muhafaza ediyor. Bugün paramparça olan Halep şehri, şiirimizde öylesine güzeldir ki. Âşık Garip, Halep’i şimdi görseydi ne derdi? Âşık Garip’in şu şiiri içimizi yakıyor olmalı şimdi. “Çok garipler sana gelir Gelir de eğlenir kalır Her kişi muradın alır Şen kalasın Halep şehri” “Kaybolan Şehir” şiirinde Üsküp ile Bursa’yı birbirine benzeten Yahya Kemal’i dinleyelim: “Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır, Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır. Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o. Üsküp ki Şar Dağ’ında devâmıydı Bursa’nın. Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.” Osmanlı’ya başkentlik yapan yeşil Bursa. Asırlardan süzülüp gelen ve gönlümüze oturan şaheseriyle Bursa sanatkârların en çok sevdiği şehirlerden. A. Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiiri ile zamanı ve mekânı aşıyorsunuz. Bizi farklı boyutlara taşıyan şiirin giriş kısmı: “Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi.” İnsanoğlunun kişisel, ruhsal, sanatsal ve toplumsal deneyimlerinde mekânın rolü büyüktür. Yaşadığımız mekânın şartları bizi her yönümüzle şekillendirir. Mekân ile derin bir bağ kuran insanın aidiyet duygusu onu mutlu da kılar. İnsan-mekân ilişkisi düşünceye ve sanata da yansır. Tarih boyunca insanoğlunun tecrübelerini, yaşamını, kültürünü, dinini ve sanatını aktaran, canlı tutan şehirler hem rüyamızda hem de edebiyatımızda özelikle de şiirimizde yaşamaya devam edecektir. Çünkü “coğrafya kaderdir.” 81


MARAŞ - ANTEP VE YAVUZ BÜLENT BAKİLER Şeyh Ali Sezai Efendi’nin fetvasıdır “Bayraksız Cuma namazı kılınmaz.” Namaz kılmak için özgürlük gerektir, bayrak gerektir. Kısakürekzâde Mehmet Ali Efendinin beyannamesi ve Ali Sezai Efendinin fetvası ile kutlu bir yürüyüş başlar o kutlu günde ve bayrak yeniden dalgalanır kale burçlarında… Artık sabretmenin anlamı kalmamıştır. Serdar YAKAR

özün damıtılmışıdır şiir ve şair de sözü damıtan, sözü anlamlı kılan, yüreğe hitap edendir. Söylenmemiş tek bir söz kalmamış olsa da her dem sözcüklere yeni anlamlar veren şairler vardır yerkürede… Bu tarih boyunca böyle olmuştur, olmaya da devam edecektir. Şairlerin söze döktüğü hakikatlerdir nesilden nesile aktarılanlar… Tıpkı Dede Korkut’un anlattıkları gibi… Dede Korkut’un yüzlerce yıl öncesinden söze döküp günümüze dek taşınmasına vesile olduğu eskinin hakikatleri ise, günümüzün hakikatlerini de geleceğe taşıyacak şairler vardır elbet… Beni yazmaya azmettiren en büyük etkendi millî mücadele tarihimiz. Hele de söz konusu Maraş ise, Antep ise ve de Urfa ise… Daha dün denecek kadar yakın bir zaman öncesinde bağrında nice kahramanlar yetiştiren bu kahraman, bu gazi ve şanlı şehirlerimize olan hayranlığımla sarıldım kaleme yıllar yılı öncesi… Ve bu şehirler adına ne buldumsa okudum hatıratıyla, şiiriyle.. Bu okuduklarım arasında beni en çok etkileyeni Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Tohum”unu bir tarafa koyacak olursak Gülten Akın’ın “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı” ile Yavuz Bülent Bakiler’in “Antepli Şahin”i oldu. Düz mantıkla bakarsak yine Üstad Necip Fazıl Kısakürek’i bir tarafa koyarak aslında ne Gülten Akın ne de Yavuz Bülent Bakiler’in destanlarını yazdıkları şehirlere karşı herhangi bir sorumlulukları yoktur. Her ikisi de ne Maraşlıdır, ne de Antepli. Her ikisi de bu şehirlerde kısa bir süre kalmışlar ve sonra ayrılıp gitmişler. Ama bu iki şehir bu iki şairi müthiş etkilemiş olmalı ki destan çapında birer şiir kaleme almışlar ve sunmuşlar okura gelecek yüzyıllara kalsın diye… Maraş’tan başlarsak söze bir söyleşimizde Tarık Buğra Maraş millî mücadelesinden onlarca senaryo, onlarca roman ve onlarca destan yazılabileceğini söylemiş ve “Sahibini Arayan Madalya” filminin senaryosunu yazarak da sözlerinin olurluğunu göstermişti 1980’li yıllarda… Gülten Akın’ın kaleme aldığı “Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı” 1972’de Türk Dil Kurumu tarafından yayınlanmış ve aynı yıl TRT ödülü almıştı.

sayı//48// temmuz 82


“Bir Komogenim ben, dik başlı ve mağrur Bin kez başkaldırdım Doğu Roma’ya Sonra Türkmen oldum Afşar boyundan Moğol önünden kaçtım Kaçtım Maraş’a düştüm” Bu beş satırda Maraş’ın binlerce yıllık tarihini özetler şair. Ve tabii ki sonra Maraşlı anlatılır “Adamın su gibi akanı” denilerek… “Adamın su gibi akanıdır Maraşlı Biberde çeltikte pamukta elleri Sim işler, oyma yapar, edik diker gibidir Sinsin oynar, halay çeker, diz kırar gibidir” Maraş ve Maraşlı anlatıldıktan sonra gün gün olaylar.. 22 Şubat 1919 Maraş için en kara bir gündür.. 23 Şubat 1919 İngilizler Maraş’tadır artık. Maraşlı ise koca bir yürektir… Sekiz ay sekiz gün sürer İngiliz işgali.. Yaşananlar küçük olaylardır. Şair onları kayda değer bulmaz. Bu yüzden olsa gerek 23 Şubat 1919’dan bir anda 30 Ekim Perşembe’ye geçiş yapar. Yıl yine 1919. Düşmanın azılısı, Fransız gâvuru ellik gâvuru ile birlikte Maraş’tadır. “Aksu köprüsünden geçen Fransız alayı Dört yüz Ermeni, bin Fransız, beş yüz Cezayirli asker ve Ermeni kadınlarının alkışlarıyla Kente girdi” Hemen ertesi gündür 31 Ekim 1919. Fransız ve işbirlikçileri Maraşlıların sabırdaki kararlılığını yok etmiştir. Acıya, işkenceye, hatta ölüme hazırdır Maraşlı, ama hiç de beklemediği bir olay olur ve Maraşlının içinde başlar uyanış… O gün 31 Ekim 1919 Cuma’dır. Sütçü İmam ufacık dükkânında Duydu kadınların haykırışını Said’in vurulduğunu gördü Yumuşak adamdır Sütçü İmam Karıncaya basmaz düşünde Ama koymaz hayın düşman Sataşır bacısına, kardaşını vurur Gün şimdi öfkenin günüdür Karadağ tabancasının günüdür Kapar silahını Maraş şahanı Said’i vurana boşaltır” Gülten Akın o koca destanı tarih sırasına göre bölümlere ayırmış, her bir bölümün başına tarih koymuştur. 31 Ekim 1919 Cuma nasıl ki uyanışın başlangıcı ise 28 Kasım 1919 da yine bir Cuma’dır ve artık sabrın taştığı son damladır… Çünkü bu kez kutsalların kutsalı bayrağa uzanmıştır kirli eller..

“O Cuma, camilerde namaz kılınmadı Bağırdı halk Bayraksız namaz kılınmaz Tutsağın namazı kabul olunmaz” Şeyh Ali Sezai Efendi’nin fetvasıdır “Bayraksız Cuma namazı kılınmaz.” Namaz kılmak için özgürlük gerektir, bayrak gerektir. Kısakürekzâde Mehmet Ali Efendinin beyannamesi ve Ali Sezai Efendinin fetvası ile kutlu bir yürüyüş başlar o kutlu günde ve bayrak yeniden dalgalanır kale burçlarında… Artık sabretmenin anlamı kalmamıştır. Arslan Beyin emri ile başlar savaş… Bir tarafta koca bir Fransız devleti ki Osmanlı’yı teslim almıştır, diğer tarafta binlerce yıllık tarihi ve mücadeleci kimliği ile Maraşlı… Ve 12 Şubat 1920:

Namus günüdür diyerek 11 ay direnir düşmana Antepli. Din için, millet için, vatan için ölür ve öldürür.

“Maraş’ın kurtuluş günü Nasıl ilktir Kurtuluş savaşımız Nasıl örnektir ezilen uluslara Maraş ilk destandır Kurtuluş Savaşı’nda İlk gazidir. Onunçün bizim ilk yazdığımız destan Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı’dır Maraş kurtuldu Duruldu Ökkeş’in kabaran yüreği Açlığını yorgunluğunu duydu Soğuğu, uykusuzluğu duydu Bir gün bir gece uyudu Sonra kalktı davul zurna Halaya durdu. … Durun burasında kardaşlar Kapılacak nemler vardır Yollar vardır bellenecek. Maraşlı, elini vermemesiyle Silahını bırakmadı Yetişti komşularının yardımına Antep, Haruniye, Osmaniye, Adana Savaşa yeter demedi “Ya İstiklâl ya Ölüm” Bütündedir gerçek kurtuluş çünkü Ancak kurtulduğunda bütün vatan Bıraktık silahımızı.” Ve Antep… Kendini kurtaran şehir Maraş’ın ve Maraşlının yanıbaşında… Ve sözün gerçek anlamıyla Gazi Antep… Maraş’ta ve Urfa’da aldığı yenilgi düşmanın gözünü açmıştır. Topunu, tüfeğini ve de tüm ağırlığını yığmıştır Antep’e.. Maraş’ta düştüğü duruma düşmemek için de çepeçevre 83


kuşatmıştır şehri… Bir kuş dahi uçurtmamıştır aylardır top ve kurşun yağmuruna tuttuğu Antep’e… Antep gazidir… Direnmiştir sonuna dek… İşte bu direnci veren binlerce kahramanı temsilen Şahinbey’i kaleme alıp destanlaştırandır Yavuz Bülent Bakiler.. Yavuz Bülent Bakiler’in büyük büyük dedesinin Kur’an-ı Kerim’in son sayfasına düştüğü notlardan anlıyoruz ki bilinen ilk dede Hacı Ali Murat’tır. Azerbaycan’ın Karabağ şehrinin Ağdam köyünde doğmuş, büyümüş ve ölmüştür. Hacı Ali Murat’ın torunu Mehemmed Sabir Türkiye’ye hicret etmiş ve yolu Maraş’a uzanmıştır. Tas tamam bir Oğuz Türkü olan Mehemmed Sabir, Oğuz Türk’ünün tüm özelliklerini koruyan ve yaşayan Maraş’a hayran kalır ve buraya yerleşir. Her bir Maraşlı gibi şairdir. Münacaât ve naat yazan Mehemmed Sabir Maraş’ta yaşar, çor çocuk sahibi olur ve ecel geldiğinde ise vefat eder. Mezar yeri bilinmese de Maraş’ta yatmaktadır. Karabağ’dan gelip Maraş’a kök salan Yavuz Bülent Bakiler’in ataları Maraş sevgisi ile birlikte şiir sevdasını da gönle düşürendir. Aile bir şekilde Karadağ’a dönmek için tekrar yollara düşer. Toprakkale’nin ardından Gürün’e yerleşilir. Yavuz Bülent Bakiler, babasının Sivas’ta nüfus müdürü olduğu günlerde, 23 Nisan 1936’da dünyaya gelir. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Sivas’ta geçer. Babası Cezmi Bey, annesi Hayriye Hanım’dır. Babası Cezmi Beyin tayini sebebi ile lise üçüncü sınıfı Antep’te okur. Bir yıl sonrasında ise Malatya’ya taşınır ve liseyi burada bitirir. Hukuk Fakültesini bitirip avukatlığı hak etse de mizacı avukatlığa müsait değildir. Devletin birçok biriminde görev yaparak 1993’de emekliye ayrılır. Vasiyeti anne ve babasının yattığı Sivas toprağına konmasıdır. Karadağ ve Mekke’den getirdiği toprağın bir kısmını babasının mezarı üzerine serperken kalan diğer kısmına Maraş toprağını da ekleyerek zarif bir kutu içerisinde muhafaza etmektedir. İsteği bu üç farklı coğrafya toprağının kendi mezarı üzerine serpilmesidir. Tıpkı Maraş millî mücadele kahramanı Kafkas kökenli Arslan Bey gibi vatan kaybetmenin ne demek olduğunu bilen Yavuz Bülent Bakiler Maraş’ın, Urfa’nın ve de Antep’in kahramanlığına hayrandır. Lise üçüncü sınıfı okuduğu Antep’te Anteplinin kahramanlığını, savunmasını, Şahin Bey’i ve Karayılan’ı ev sahibi Codar’dan dinlemiş ve hafızasının bir köşesine nakşetmiştir. Aradan yıllar yıllar geçer. 1960’da Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayında sayı//48// temmuz 84

yedek subaydır. Bir sinema binası yapılır ve bir film gösterime girer. Film için davet edilenler arasında yedek subay Yavuz Bülent Bakiler de vardır. Gider ve izler. Film Antep savunması ile ilgili bir filmdir. Codar’ın yıllar öncesinden anlattıklarını anımsar. Filmden çıktıktan sonra doğru odasına çekilip hüngür hüngür ağlayarak sarılır kaleme ve başlar “Antepli Şahin” şiirini yazmaya: “Ben Antepliyim, Şahin’im ağam. Mavzer omuzuma yük. Ben yumruklarımla dövüşeceğim. Yumruklarım memleket kadar büyük.” Yumrukları memleket kadar büyük olan Şahin Anteplidir. Bostancı mahallesinde 1890’da doğmuştur. Bazı kaynaklar doğum tarihini 1877 olarak vermektedir. Asıl adı Mehmed Said olup babası Abdullah Efendi, annesi Ayyuş hanımdır. 1917’de Sina cephesinde vazife alır, yaşanan bir çok badireden sonra 1918’de İngilizlere esir düşer, 1919’un Aralık ayı başında mütareke gereğince serbest bırakılır. Esir tutulduğu Mısır’dan hareketle 13 Aralık 1919’da İstanbul’a gelerek Harbiye Nezaretinden görev talep eder ve Nizip kazası askerlik şube başkanlığına tayin olunur. Antep Heyet-i Merkeziyesince kendisine verilen görev ise Kilis-Antep yolunu kontrol altında tutmak ve Fransızların Kilis üzerinden Antep’e yardım göndermesini engellemektir.. Köy köy dolaşıp adam toplayan Şahin Bey “Namusunu, iffetini ve dinini sevmeyen varsa; karılar gibi evde yatsın” diyerek haber gönderir dört bir tarafa. Bu çağrı etkisini gösterir ve kısa sürede 200 civarında gönüllü yiğitten oluşan bir kuvvet kendiliğinden oluşuverir. KilisAntep yolunu kapatan bu kuvvet Antep’e kuş bile uçmasına müsaade etmez. Fransızlar bu durumdan oldukça tedirgin olur. Çünkü bu yol, Antep’teki Fransızların her türlü ihtiyaçları açısından büyük önem arz etmektedir. Şahin Bey Fransız komutanına yazdığı mektupta büyük bir cesaret ve kahramanlıkla “Antep-Kilis yolunda asayiş temin edilmiştir. Fransızlardan gayrı herkes, mesuliyetim altında tehlikesiz seyahat edebilir” diyerek meydan okur. 3 Şubat ve 18 Şubat 1920’de tam donanımlı Fransız birliklerini perişan eden Şahin Bey Fransız kumandanına gönderdiği mektupta; “Kirli ayaklarınızın bastığı şu toprakların her zerresinde bir damla Türk kanı karışıktır. Her bucağında bir atanın mezarı vardır. Adı belli olmayan zamanlardan beri Türkler bu topraklarda yaşamaktadır. Türk bu topraklara,


bu topraklar da Türk’e ısındı, kaynadı. Sade siz değil; bütün dünya bir araya gelse, bizi bu topraklardan ayıramaz. Sonra sen, hiç ömründe ‘Türk esir yaşamaz’ diye duymadın mı? Namus ve hürriyet için ölüme atılmak ise bize, Ağustos ayı sıcağında soğuk su içmekten daha tatlı gelir. Sizler canı kıymetli insanlarsınız. Çatmayınız bize. Bir an evvel topraklarımızdan savuşup gidiniz. Yoksa kıyarız canınıza” der. Kilis üzerinden Antep’e ulaşamamak Fransız için bir prestij meselesi olur ve Andre komutasında altı bin kişilik tam donanımlı piyade ve iki yüz süvariden oluşan bir Fransız birliği 1 batarya top, 16 makinalı tüfek, çok miktarda otomatik tüfek ve 4 tank ile 25 Mart 1920’de yola çıkar. Şahin Bey’in ancak yüz kişilik bir fedai kuvveti vardır. Ellerindeki silah ve cephane ise oldukça yetersizdir. İlk günkü çatışmada düşmana büyük zayiat verdirilir ise de üçüncü gün itibari ile yüz kişilik fedai birliğinden 18 kişi kalmıştır. Geri çekilme teklifine “düşman buradan geçerse ben Ayıntap’a ne yüzle dönerim? Düşman ancak benim vücudum üzerinden geçebilir” diyerek vuruşmaya devam eder. Arkadaşlarına son hitabı “Allah’ın yanına açık alınla gitmeliyiz. O’nun dinini, O’nun bayrağını çiğnetmemeliyiz! Kanımız bu toprakları sulayacak! Kimse bir adım geri çekilmeyecek! Gelin yemin edelim” olur. Sonuçta tüm fedaileri şehit düşmüş, kendisinin de atacak tek kurşunu kalmamıştır. Yumruklarını sıkarak karşı durur düşmana. İşte şairin diliyle “memleket kadar büyük” olan yumruklar bu yumruklardır. “Hey, hey! Yine de hey hey! Kaytan bıyıklarım, delişmen çağım Düşman kurşunlarına inat köprü başında Memleket türküleri çağıracağım.” Şahin Bey henüz delişmen çağındadır. Tek başına Elmalı Köprüsü başında yumruklarını sıkarak karşılar düşmanı. Memleket türküleri onun için söylenecektir artık insanlık var oldukça.. Ve şair devam eder Antepli Şahin’i anlatmaya; “Bu dağlarda biz yaşarız, bu dağlar bizim dağımız. Namusumuz temiz, bayrağımız hür Analarımız, karımız, kızımız, kısrağımız Burda erkekçe döğüşür” Erkekçe döğüşmekten ne anlar ki Fransız gavuru… Yüzlerce yıldır hür ve temiz namusu ile yaşayan bir milletin başına musallattır erkeklikten anlamayanlar. Silahını kırıp bir

tarafa fırlatan ve yumruklarını sıkan Şahin Beyi kurşun yağmuruna tutup şehit ederler ve sonra da süngü darbeleri ile paramparça ederek çiğnerler ayakları ile… “Bir bayrak dalgalanır Antep kalesi üstünde Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak Bayraklar içinde en güzel bayrak Düşüncem senden yanadır”

Binlerce kahramanı temsilen Şahinbey’i kaleme alıp destanlaştırandır Yavuz Bülent Bakiler..

Ve Şahin Bey’in diliyle bayrağa seslenmeye devam eder şair; “Hep senden yanadır çektiğim kahır Bu senin ülkende, senin gölgende Düşmesin kara kalpaklar, kirlenmesin duvaklar Korkum yok ölümden kâfirden yana Alacaksa alsın beni şafaklar. Hey, hey! Yine de ey hey! Al bayraklar altında kara bir kartal gibi Yaşamak ne güzel şey.” Bu mısralar bağımsız yaşamanın sevincidir. Hürriyet içindir verilen her bir mücadele. “Bir sır var bu mavzerde, attığım gitmez boşa Çıkmış bir eski savaştan Türk’ün bir karış toprak parçası için Destanlar yazacağız yeni baştan.” 28 Mart 1920… Şahin Bey’in Hakk’a yürüyüş günü… Şehitlik günü… O güne nasıl kavuşulduğunu, o destanı nasıl yazdığını bizzat kendisidir anlatan. “Yıktım toprağın üstüne bir sarı kurşunla birini Çıktı karşıma biri, Çıktıkça çektim tetiği bismillâhlarla beraber Vurdum alnından kâfiri. Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı bismillâh Bu kaçıncı ölüdür? Bir türkü söylenir siperlerde her sabah “Vurun Antepliler namus günüdür!” Namus günüdür diyerek 11 ay direnir düşmana Antepli. Din için, millet için, vatan için ölür ve öldürür. Altı bin’i aşkın şehitten biridir Şahin Bey… Altı bin’i aşkın destandan biri… Ve bu destanı kaleme alma nasibi de gözyaşları içerisinde Yavuz Bülent Bakiler’e düşmüştür. Ve son cümleler ilk cümlelerin tekrarıdır… “Ben Antepliyim Şahin’im ağam Mavzer omuzuma yük Ben yumruklarımla dövüşeceğim Yumruklarım memleket kadar büyük” Şair Yavuz Bülent Bakiler’in destanlaştırdığı Antepli Şahin başta olmak üzere tüm şehitlerimizi rahmetle anıyorum. 85


IŞIK ÜLKESİNİN

KUTLU FETHİ Malazgirt Savaşı öncesinde Sultan Alparslan Bizans İmparatoruna gönderdiği elçiyle birlikte İslam Halifesine de bir elçi gönderiyor, İslâm dinine hizmet yolunda Anadolu’da Bizans’la yapacağı varlık yokluk savaşında İslâm ordusu için halifeden dua etmesini istiyordu. Nermin TAYLAN

rta Asya steplerinden Horasan’a, Sultan Alparslan önderliğinde Anadolu topraklarına, Altay Dağlarından Balkanlara, Antalya’dan İstanbul’un fethine İslam sancağını gün görmemiş topraklara dikme gayesi ile hak, adalet ve huzuru götürmeyi vazife bilmiş, Malazgirt, Yassıçemen, Kösedağ, Ridaniye, Çanakkale, Kutu’l-Amare ve Kurtuluş Savaşı gibi varlık mücadelesi verdiği harplerde şanlı tarihine yeni destanlar eklemiş bir milletin kelimelerle ifade edilemeyecek şahlanışıdır “bir olmak, birlik olmak” ve böylece daima var olmak…

sayı//48// temmuz 86

Malazgirt Savaşı öncesinde Sultan Alparslan Bizans İmparatoruna gönderdiği elçiyle birlikte İslam Halifesine de bir elçi gönderiyor, İslâm dinine hizmet yolunda Anadolu’da Bizans’la yapacağı varlık yokluk savaşında İslâm ordusu için halifeden dua etmesini istiyordu. Sultanın mektubunu alan Halife ise İslâm ordusu komutanı Sultan Alparslan’ın galip gelmesi için kendi eliyle bir dua metni kaleme alıyor, İslam dünyasındaki tüm camilerde okunmasını istiyordu. Halifenin emriyle Tüm İslâm camilerinde 26 Ağustos 1071 yılı Cuma günü okunan hutbe şöyle dilleniyordu: “Allah’ım İslâm sancağını yükselt ve İslâm’a yardım et. Sultan Alparslan’ın senden dilediği yardımı esirgeme. Ordusunu meleklerinle destekle. Niyet ve azmini hayır ve başarıyla sonuçlandır. Çünkü o senin ulu rızan için rahatını terk etti. Malı ve canıyla buyruklarına uymak amacıyla senin yoluna düştü. Çünkü sen “Ey iman edenler can yakıcı bir azaptan kurtaracak bir yolu size göstereyim mi? Allah’a ve onun Peygamberine inanıyorsanız onun yolunda can ve malanızla savaşırsınız.” diyorsun. Senin sözün gerçektir. Allah’ım o nasıl senin sözüne uyup şeriatının korunmasında gevşeklik göstermeden buyruğuna uymuş ve düşmanlarına bizzat karşı koyarak dinine hizmet için gecesini gündüzüne katmış ise, sen de ona zafer nasip et. Dualarını kabul et. Kaza ve kaderini onun için iyi ve hayırlı bir şekilde tecelli ettir. Onu öyle bir koruyucu ile kuşat ki düşmanlarının her türlü hilelerini def etsin. Lütfunla güzel sıfatların için onu en emin ve sağlam ellerle korusun. Âmin.” (Ahbâru’dDevlet-i Selçukiyye, s.47-49) Ümmet-i Muhammed’in bir ve beraber olduğu, hep bir ağızdan hutbelerin okunup duaların edildiği bu vakitte Selçuklu Sultanı Alparslan ise ileri gelen bazı askerleriyle birlikte aldığı kararlarla ordusuna savaş düzeni vererek, Buharalı âlim Ebu Nasır Muhammed’in önerisiyle savaşı Müslümanların İslam ordusu için dua ettikleri Cuma namazının akabinde yapmaya karar verir. Tüm İslam camileriyle birlikte Sultan Alparslan da ordusu ile Malazgirt Ovasında Cuma namazını kılar, müteakiben kefen yerine beyaz bir gömlek giymiş olarak ordusunu toplar ve secdeye kapanarak şöyle dua eder; “Yarabbi Seni kendime vekil yapıyor azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin uğrunda savaşıyorum. Ey Allah’ım niyetim halistir bana yardım et. Sözlerimde hilaf varsa beni kahret.” Diyerek duasını ettikten sonra ayağa kalkar


ve askerine dönerek şöyle der; Burada Allah’tan başka bir sultan yoktur, emir ve kader tamamıyla onun elindedir. Bu sebeple benimle birlikte savaşmakta veya savaşmamak için uzaklaşmakta serbestsiniz.” Sözlerini bitirdiğinde büyük bir uğultu halinde askerlerinden şu cevap yükseliyordu; “Biz biriz ve beraberiz. Asla emrinden ayrılmayacak ve Allah yolunda kanımızın son damlasına kadar birlikte savaşacağız.” Sultan’ın bu konuşmasından ve alınan cevaptan sonra, beyler, komutanlar ve askerler gözyaşları içinde birbirlerine sarılarak vedalaşıp helalleştiler. Sonra Sultan Alparslan bir Türkmen geleneği çerçevesinde atının kuyruğunu bağlayarak atına bindi ve askerlerine son kez hitap ederek; “Ey askerlerim eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Melikşah’ı yerime tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak önümüzde çok hayırlı günler olacaktır.” diyerek hücuma başladı. (Ahbâru’d-Devlet-i Selçukiyye, s.49. İbü’l-Esir, Cilt 10, s.23). Sonrası mı? Sonrası malum; Sultan Alparslan’ın ordusuna daha evvel katılan Kürt ve bazı milletlerden askerler, savaş hengâmında Bizans tarafından Türk tarafına geçen Uz ve Kıpçak Türk boyları ve en önemlisi Sultan’ın emriyle uygulanan Turan taktiği neticesinde savaş kazanılmış, Anadolu toprakları Müslüman ve Türklere açılmıştı. Sultan Alparslan’ın ordusunda bulunan, Bozkır’ın çadırından gelip Anadolu topraklarında yurt kurmaya, ebeden var olmaya çalışan millet; çeşitli boylara ayrılmış, türlü devletler kurmuş ve ancak -bir- oldukça var olabilmişlerdi. Danişmendli, Mengücekli, Artuklu gibi beylikler, Anadolu Selçuklu Devleti, Büyük Selçuklu Devleti ve nihayetinde Osmanlı Devleti gibi devletler kendi içerisindeki farklılıkları zenginlik olarak addettmiş, çeşitli ırk, dil, din ve milletlerden insanları bağırlarında sevgiyle barındırıp, birlik oldukça yücelmişlerdir. Bu sebeple 1071’den sonra Anadolu’da kurulan en önemli devletlerden biri hiç şüphesiz Anadolu Selçuklu Devleti ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin en önemli fetihleri arasından yer alan Antalya’nın Fethi hadisesidir denilebilir. Bir olup, birlik olup surları barış ve huzura açan, sinesinde barındırdığı pek çok millete huzur sağlayan Anadolu Selçuklu Devleti, fethettiği Antalya’yı yalnızca büyük bir ticaret merkezi haline getirmekle yetinmemiş, mamur ettiği cami, medrese, imaret, han, hamam ve kervansaraylarla bölgeye medeniyet

tasavvurunu inşa etmiştir. Bu sebeple büyük bir gururla diyebiliyorum ki; Antalya yalnızca kum ve güneş değil, Antalya; İslam’la harmanlanan, Selçuklu’nun sinesinde karılan büyük bir medeniyetin taşa işlenmiş tezahürüdür. Antalya’nın fethine gelecek olursak; Var olduğu günden itibaren ticaret yollarının üzerinde bulunması, zamanla liman kenti halini alması, korsanların gözbebeği, tüccarların kutlu merkezi olması gibi pek çok sebepten bir cazibe merkezi olan Antalya, hemen her milletin dileği, ancak Allah’ın Türk milletine nasip ettiği yegâne şehirdir. Diğer tüm devletler gibi Selçuklu hükümdarlarının da sahip olmak istediği bu liman kenti Anadolu Selçuklu Devleti’ni bir asra yakın uğraştırmış ama nihayetinde fetih Anadolu Selçuklu hükümdarı I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e nasip olmuştur. Bilindiği üzere 1204 yılında İstanbul’u Latinlerin işgal etmesinin hemen akabinde Antalya’nın idaresi İtalyan asıllı Aldo Brandini ele geçirmişti. Dönemin en önemli liman kentlerinden biri olmasının yanı sıra, 1191’de Haçlıların Kıbrıs’ı almasıyla, iki bölge arasında sıkı bir ticaret alışverişi başlamıştı. Dönemin Kıbrıs kralı da kendi çıkarları sebebiyle Türkler ve Bizanslılar arasında vuku bulan savaşlardan faydalanarak Brandini’yi Antalya’ya gönderdiği büyük bir askeri kuvvetle koruyordu. Tüm bu gelişmeler ise Mısır-Avrupa ve Türkiye arasındaki ticareti büyük ölçüde etkiliyor, pek çok olumsuzluğa sebebiyet veriyordu. Sultan I. Mesud döneminde başlayan Antalya seferleri daha sonraki dönemlerde devam etse de Antalya bir türlü alınamıyor, Selçukluları neredeyse bir asırlık süredir uğraştırıyordu. Nihayet bölgede ticaretle iştigal eden bir kafilenin Haçlılardan gördükleri zulmü Selçuklu Sultanına arz etmeleri bardağı taşıran son damla olur ve Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev Antalya’ya sefer kararı alır. Tüccar kafilelerinin anlattıklarına oldukça sinirlenen Sultan bölgede huzur ve rahatı sağlamak gayesiyle 1206 yılının son aylarında Antalya’yı kuşatır. Sultan’nın kararlılığı, ordunun bir ve beraber hareket etmesi, askerin azim ve sebatı, kuşatma makinelerinin surları büyük ölçüde tahrif etmesiyle şehir artık düşme durumuna geldiğinde Kıbrıs Kralı’nın Aldo Brandini’ye gönderdiği yardımcı kuvvet sayesinde Selçuklu askeri geri püskürtülür. Selçuklu ordusu geri çekilmiştir fakat Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev bu kez pes etmeyecektir. Uzun süre şehre küçük saldırılarda bulunup, surlardan dışarı 87


çıkanları tutuklatır. Böylece Brandini’yi pes ettirip şehri teslim almayı planlıyordur. Bir müddet sonra adil Türk halkının idaresini Bizans idaresine tercih eden Antalya halkı bir gece gizlice Selçuklu Sultanına haber gönderip kendisine yardım edeceklerini bildirirler. Konya’da bulunduğu sırada kendisine haber ulaşan I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Antalya’yı ikinci kez muhasara etmek için yola çıkar ve 4 Mart 1207’de Antalya’ya ulaşır. Çok küçük bir süre zarfında şehri ikinci kez muhasara eden Selçuklu Sultanı evvela mancınıklar kurdurur. Surlar şiddetle dövülür, asker daima taarruz halindedir. Taraflar arasında şiddetli çarpışmalar yaşanır ve nihayetinde Konya sipahilerinden Yavlak Arslan, Selçuklu sancağının surlara dikmeyi başarır. Selçuklu askerleri son bir hücumla surlardan içeri girdiğinde Brandini’nin artık direnecek gücü kalmamıştır Şehir nihayet 5 Mart 1207’de Selçuklular tarafından teslim alınır. Sultan I. Gıyaseddin Keyhüsrev ikinci defa tahta çıkışında büyük rol oynayan Mübarizeddin Ertokuş’u şehre vali tayin eder ve gayrimüslim ahaliye mal ve can güvenliği vererek şehre kadı, imam hatip ve müezzin ataması yapar. Şehrin ilk valisi Mübarizeddin Ertokuş ise bölgeyi Müslümanlaştırmak ve Türkleştirmek için camii, imaret vb. İslam eserleri yapmasının yanı sıra kentin Batı bölgesine Oğuzların Üç-oklara bağlı İğdir boyunu yerleştirir. Anadolu Selçuklu devleti için Antalya’nın fethi iktisadi açıdan büyük bir önem arz eder. Çünkü Selçuklular ilk defa bu dönemde Haçlılar ile bir ticaret antlaşması yapmıştır. Mezkûr antlaşmaya göre her iki devletin tacirleri birbirlerinin sınırları içerisinde rahatça ticaret yapabileceklerdir. Sultan, şehrin imar ve idaresini büyük ölçüde düzene koyduktan sonra Konya’ya doğru yola çıkar. Yolda tüccarlara durumlarına göre nafaka ve hilatlar vererek; “Bu günden sonra tüm Rum ve ülkelerinde her ne ticareti yapılırsa yapılsın ve oradan hangi tüccar geçerse geçsin gidiş ve geliş ücretleri gibi vergilerden muaf tutulduklarına” dair bir ferman yayımlar ve bu fermanla ticaretteki geçiş vergilerini kaldırır. Antalya fethedilip bölge çeşitli şekillerde idare edilmeye çalışılsa da 1211 yılında Sultan’ın ölmesiyle başlayan iç karışıklık ve taht kavgalarını fırsat bilen Antalya’nın Hristiyan halkı isyan edip, muhafızları öldürerek şehre hâkim olurlar. Çok geçmeden kardeşi sayı//48// temmuz 88

Alaeddin’ni bertaraf etmeyi başaran Sultan I. İzzettin Keykavus bir ay süren kuşatmanın ardından 22 Ocak 1216 tarihinde şehri yeniden ele geçirmeyi başarır. Bu tarihten sonra her devirde Türklerin hâkimiyetinde olan Antalya artık Türkiye Selçuklu sultanlarının kışlağı olmanın yanı sıra büyük bir liman kenti olma özelliğini uzun süre koruyacaktır. Şunu da önemle belirtmemiz gerekir ki; Antalya’nın fethiyle Türkiye’nin Akdeniz yolu açılmış olduğundan şehir zaman içinde Avrupa ile Mısır arasındaki ticaretin merkezi ve Selçuklu donanmasının üssü haline gelmişti. İşte bu ve benzeri sebeplerle Antalya “Darü’s-sugur” (serhad şehri) ve “Darü’-İzz” (onurlu belde) unvanlarıyla anılmıştır. Tarihi serüveninde Antalya; Selçuklulardan sonra Hamidoğulları ve Tekeoğulları Beyliklerinin idaresine girmiş ve bu dönemlerde de ticaret, imar ve kültürel faaliyetler artarak devam etmiştir. 1390-1393 tarihlerinde nihayet bölge Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş ve o tarihten sonra Şahkulu Babatekeli isyanı gibi birkaç isyan dışında huzur ve sükûnetini herzaman korumuştur. Şehzade Korkut’un bir dönem sancakbeyi olarak görev yaptığı Antalya günümüzde Sultanların, Şehzadelerin, Beylerin, Hanım Sultanların beldesi olarak anılmasının yanı sıra bölge için can veren, bölgeye hizmet eden, bölgede görev yapan pek çok Türk insanın kabirlerine “sinesinde ev sahipliği yapmakta…” “Eşele toprağı bir bak, eline gelen saç ceddinin saçıdır. Biraz daha kaz bak bu kemikler; vatan için can veren şühedanındır.” dizelerinde şairin anlattığı gibi üzerine bastığımız topraklar şühedanın kanı sayesinde bizlere vatan olmuş ve bu kutlu vatan uğruna cenk edenlerin himayesinde var olmuştur. Bu sebeple Antalya denildiğinde kum ve güneşten ârî bir ruhla bakmalı bu şehre… Rahmet olsun Artuk, Afşin, Aksungur Beylere, rahmet olsun Gıyaseddin Keyhüsrev, Alaaddin Keykubad, Mübarizeddin Ertokuşlara, Rahmet olsun Barbaros Hayrettin, Sokollu Mehmet, Cezzar Ahmet Paşalara, Rahmet olsun Şükrü, Fahrettin, Gazi Osman Paşalara, rahmet olsun Gaffar Okan, Ömer Halis, Fethi Sekinlere, rahmet olsun bu toprakları bize yurt kılan tüm şühedaya, rahmet olsun omuz omuza, göğüs göğüse savaşanlara, rahmet olsun “bir olup birlik olup” ülke için canından geçenlere ve elbette bin minnetle bu ülke için emek verenlere…


İÇİN BİLMEK

Yazar: Prof. Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN İz Yayıncılık Tanıtım: Fatma Derin

ehir ve Kültür dergimizin baş yazarlarından Nazif Gürdoğan hocamızın, en taze eseri çıktı… Düşünce ile eylem, edebiyat ile medeniyet arasında kendine özgü bir iletişim ve etkileşim vardır. Düşüncesiz eylem, eylemsiz düşünce olmadığı gibi, edebiyatsız medeniyet, medeniyetsiz edebiyat olmaz. Nasıl düşünce eylem için bilinirse, edebiyat da medeniyet için bilinir. Türkiye’de Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri çevresinde toplanan edebiyatçılar, Anadolu insanının düşünce ve eylem dünyasına, yeni açılımlar kazandırmışlardır. Maveradergisinin kurucuları arasında yer alan Ersin Nazif Gürdoğan, bu kitabındaki denemelerde, düşünceyi eyleme, edebiyatı medeniyete dönüştürmenin, önemini tartışmaktadır. Zengin bilgi ve bilgelik ürünü, gezi kitapları yanında, deneme kitaplarıyla da bilinen Gürdoğan, bir solukta okunan denemeleriyle, okuyucularını ya Yunus ya Sinan olmaya değil, hem Yunus hem Sinan olmaya özendirmekte, “Yirmibirinci yüzyılın mimarları, Yunus gibi tüketecekler, Sinan gibi üretecekler” demektedir.

ŞEHİR K İ TAP

DÜŞÜNCEYİ EYLEM

89


KAPILAR VE KALDIRIMLAR -üçArtık, ruh işçiliği başlamış, arınmanın yollarını görmüş biri olarak, yoluma kararlılıkla devam etmem gerektiğine inancım tamdır. Bundan dolayıdır ki başım dik bir şekilde asla sarsılmadan yolumun ufku belirmiştir Recep GARİP

nsan, neyle besleniyorsa ona dönüşüyor. Besin kaynaklarımız geleceğimizi de belirliyor. Kaynak denilen unsur; yalnızca yeme içme değil, hayatın içinden akıp gelen, her bir bireyi bulan, tutan, sarıp sarmalayan unsurların bütünüdür. Kelimelerden hallere, davranışlardan giyim ve kuşamlara, ahlaktan bedii güzelliklere, sanattan edebiyata, şiirden felsefeye, sokaklardan kaldırımlara, parklardan bulvarlara, şehri kuşatan tarihi yapılardan, külliyelerden, mabetlerden meydanlara her unsur, insanı besler. Her bakışla, dokunuşla besleniyoruz. Bakmanın ve dokunmanın da önemli olduğunu unutmadan yolda olduğunu bilmek, sırat üzre bir yolculuk yaptığının bilincinde olmaktır. Yürüyorsunuz, vardığınız nokta mutlak surette bir kapıdır ve o kapıdan içeriye besmeleyle, sağ ayağınızla girmeyi öğreten bir öğretiylegeçmişle geliyorsunuz. Her geliş, böyle ahenkler taşır mı? Taşıması arzu edilse de taşımaz. Çünkü gelişlerin ahenkli olabilmesi için, yürüyüş yollarında darbeler almamış, kelimeleri kırmamış, incitmemiş, sağdan soldan gidenlere bakışlarını, dokunuşlarını bozmamış, her karşılaştığına selamlar vermiş, hal hatır sormuş, nezaketin, nezafetin ve estetiğin bütün unsurlarını kuşanarak gelmiş olmak icap eder. Yürüyorsunuz ve yüzünüzü yalayıp geçen rüzgâr, sizi mutlu ediyor üşütmüyor, serinlik veriyor. Mevsimin gereği olarak rüzgârda mutlak surette ödevini yapıyor. Yürüyorsunuz ve yağmur çiselemeye başlıyor. İncecikten yağan bu yağmurda yürümeyi öylesine arzuluyorsunuz ki bir aşkın tılsımı yüreğinizde heyecan uyandırırcasına sessiz ama mutlu ve huzurlu, hafiften saçlarınızı ıslatan yağmurun bıraktığı estetik duyuşla ruhunuzun coşkusunu, başınızı kaldırıp baktığınız gökyüzünden inen damlaların yüzünüze dokunuşlarını, duyumsadıkça esenlikler içinizi dolduruyor. Muştularla kuşanıyorsunuz. Birden bire yağan bu yağmurda ne kadar yürüdüğünüzü düşünemeden damlalar bitiyor. Siz mutluluğun sırrının yağmurda mı, rüzgârda mı, yolda mı, yolcuda mı olduğunu pek ayrımsamasanız da mutluluk, iç huzurun, gönlün teşekkürü ya da tebessümü olduğunu anımsıyorsunuz. İşte bu geldiğiniz kapılar, yürüdüğünüz yollar ve kaldırımlar, insana ne çok şey öğretiyor, hissettiriyor, fark ettiriyor. Her fark ediş, yeni bir yol, yeni bir yürüyüş, yeni bir bakış demektir. Fark eden kişide idrak açılmıştır, tıpkı gökyüzünün açılması gibi. Berrak bir algının,

sayı//48// temmuz 90


kavrayışın unsurlarımızı harekete geçirmesi gibidir bu durum. Betimlemeleri uzun uzadıya yazmak pekâlâ mümkündür. Lakin böylesine bir girizgâh birazda kaldırımların sessiz, sakin ve kimsesiz olduğunu hatırlayarak sabahın o eşsiz duaya dönüştüğü vakitlere uğramak, incin uykudayken uyanıklığın kadrini idrakten ibaret olsa gerektir. İşte “Kaldırımlar”ın son üçüncü bölümünde Rahmetli Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek bize şöyle yol veriyor; “Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece, Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler. Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince, Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.” Gündüzler bitmiş, karanlık kollarını yalnızlara sarmaş dolaş kılmıştır. Yani gecenin koynunda hem gizemlilik, hem sır, hem kaçış, hem günah, hem sevap iç içedir. Kişinin aklında var olan yürüyüşün nedeni neyse onu bulacaktır kaldırımlarda. Çünkü kaldırımlar besler yalnızları, sarmaşıkları, servileri, yalnız köpekleri, kedileri, kuşları, güvercinleri, kumruları, martıları. Kaldırımlar besler aşkları, âşıkları, sarhoşları, dildaşları, yoldaşları, kimsesizleri. Bundan dolayıdır ki bir esmer kadına benzetir şair kaldırımları. Kaldırımları işgal eden, istila eden gecedir. Bütün şehri, evleri, ocakları, sokakları, kaldırımları, evleri, binaları, türbeleri elhasıl her şeyi kontrolü altına almıştır gece. Bundan dolayıdır ki tıpkı bir esmer kadın siluetiyle kaldırımları kucaklar gece. Esmer bir kadın tanımlaması daha çokAnadolu’nun kadınlarına ithaftır, doğunun kadınlarına aittir esmerlik vasfı. Artık, “bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece”yi süsler ondandır âşıkların, meczupların, kimsesizlerin, dertlilerin sığındıkları liman kaldırımlardan başkası değildir. Çünkü sarıp sarmalayan bir anne, bir sevgili, bir yaran ancak ve ancak burasıdır. Geceye öylesine imrenilir, öylesine sığınılır ki her haliyle, kuşatmışlığıyla, sarıp sarmalamasıyla, yaralarını tedavi etmesiyle, emzirmesiyle, yedirip içirmesiyle “vecd içinde başı dik, hayalini sürükler” düşlerinin, dertlerinin, yaralarının, kaçtıklarının. Aslında gizlemeye-gizlenmeye muhtaç değildir çünkü sevgilisi niteliğindeki gecenin asaletli duruşundaki vecd hali bütün cihana değer. Başını eğmesini gerektirecek, gözlerini kaçıracak unsurlardan azat olmuş bir hal ile hayallerinin peşinde, dimdik bir şekilde düşlerini eyleme

koyar. “Simsiyah gözlerine, bir ân, gözüm değince” düşlerinin irkilme anıdır bu durum ve birden bire korkar gibi, ürperir gibi, geceye sinmiş dokusuyla gece bir gence bürünerek artık daha fazla beklemenin anlamsızlığıyla “yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der”. Gece, aradığını bulmuştur ya da gecede arayışı olan, hedefine ulaşmıştır. Düşlerin en çok harekete geçtiği bu vakitte beklemenin anlamı yoktur. Düşler gecede yol alır. Gece kaldırımlara öylesine sinmiştir ki bu sinişle bütün kimliklerini, sırlarını geceye bırakarak gündüze ulaşmayı amaçlamaktadır. Lakin bu o kadar da kolay değildir. Gece ile delikanlının birbiriyle kavgası, mücadelesi sürmektedir. Aslında bir ayinin taraftarıdırlar. Şimdi yeni bir yola doğru girer yolcu; “Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de, Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp. Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de, Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.” Gecenin yolunu bekleyen genç adam ya da gecenin beklediği genç adam, birbiriyle buluşunca düşler öylesine büyür, genişler ve açımlanır ki rüya gibi bir âlemle “haydi düş peşime der”. Peşi sıra giden genç gecede mukim kalır. Bu kez gecenin sırlarını keşfetmesini ister delikanlıdan. Ondan dolayıdır ki esen rüzgârın, yelin, delikanlının gövdesini, ruhunu, yüreğini kavradığını anlarız. “Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de” yakamozların dünyasına alıp götürür. Kaybolmakta olan ne varsa her birisi yeniden yeniden dünyaya gelir ve gecede kutsanır. Bu kutsanışla rüzgâr gibi ruhunu ve bedenini saran bu sarmalayış “tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp” benliğimle buluşmak isterim diye içlendiği sezilir. Gece öylesine sinsi bir yakalayışla yakalamıştır ki, her şeye hükmünü irca ederek zerre zerre tadını çıkarmaktadır. Bundan dolayı da eline geçirdiği genç adamın ruh dünyasındaki esintileri okşayarak, simgeleşen esmer kadının göğsünde beslenir. Bu beslenme işi farklı kavrayışları-çağrışımları da davet eder. Örneğin, gecenin ikinci yarısında uykusundan uyanan abitlerin, ariflerin, ilim irfan mensuplarının, talebelerin kitapları ve seccadeleri başında kıyam halinde olduklarına işaret eder. Ya da bir isyan halinin tezahürü olarak gecenin sırlarına sığınmışların varlığına götürür. Belki de bir kaçamak peşinde olan hırsızın varlığı da gözlerimizin önüne gelir. 91


Bundan dolayıdır ki gece; birey için bir yandan saklayıcı, diğer yandan kucaklayıcı, bir başka açıdan da sığınmacıya liman olur. Rüzgâr burada öylesine ruhu okşamaktadır ki gitmesi gereken diyarlara yolcusunu alıp götürür. Yetişmek -tutmak istesem de “bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de” gördüklerim beni sessizce kendi kuytu köşeme çekilmemi sağlar gibidir. “Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp” olduğumu, gecenin gizemli sırlarında yol almış bilgelerin, dervişlerin, ilim sahiplerinin ruhi arınmalarına tanık olduğumda kaldırımlara çökmüş bir halde görürüm. Artık, ruh işçiliği başlamış, arınmanın yollarını görmüş biri olarak, yoluma kararlılıkla devam etmem gerektiğine inancım tamdır. Bundan dolayıdır ki başım dik bir şekilde asla sarsılmadan yolumun ufku belirmiştir. “Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım; Onu bir başkasına râm oluyor sanırım, Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.” Bütün bunlardan sonra hassasiyetim son derece artmış, kırılganlıklarım yer yer belirmektedir. Kimsenin arkasından konuşmadığım gibi kimselerde benim arkamdan konuşsunlar, dedikodu yapsınlar, alay etsinler, gırgır geçsinler, kahkaha atsınlar istemem. Dolayısıyla “arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım”. Bu durum beni sarsar. Aklım karışır. Bir takım vesveseler aklıma üşüşür. “Onu bir başkasına ram oluyor sanırım”. Böyle bir durumu ne ben yaşamak isterim ne de bir başkası yaşasın isterim. Türlü düşünceler, gelgitler, hafakanlar beynimi çatlatır. Bu hafakanlar içinde sağlıklı düşüme şansını kaybetmiş olduğum halde gölgeler gözüme çarpar, her hareketi bir olumsuzluk edatıyla büyüterek göğsüm daralır. “Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı” dayanamam. Artık düşün önündeki bütün engeller kalkmıştır. Öylesine etkileyici bir unsur olarak karşımıza çıkar ki şiir, şairin zaman dönencesinde bize neyi getirdiğinden, kastettiğinden ziyade, okuyucunun, takipçilerinin ve tahlilcilerinin neler anladıkları, çıkardıklarıdır. Asıl mesele, şiirin okuyucuya ulaşmasıyla birlikte, okuyanın dünyasında bıraktığı izdir. Bundan dolayı “şiir, hikmetli söz söyleme sanatı” diye tanımlanmıştır. “Kaldırımlar” şiirinin son mısralarına geldiğimizde, daha da netleştirmiş olmaktayız; sayı//48// temmuz 92

“Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan; Bana rahat bir döşek serince yerin altı, Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...” Yolun sonu gözükmüştür. Yolcu, yolun nereye gittiğini bilmelidir. Geceye sığınmış olanların ağıtları çoktur. Gözyaşlarını kimseler görmesinler diye gecede akıtırlar. Gözyaşı, kimi zaman tövbe, kimi zaman pişmanlık, kimi zaman yakarış ve kimi zaman da hasbihaldir. Bir damlacık gözyaşı, gönüller fethettiği gibi, fetihlerin de gerçekleşmesini sağlar. An gelir iki damlacık gözyaşı, kutlu bir son için şükrün anlamı olur. Benim gözyaşlarımdan kimsecikler incinmesin bu gün. “Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan” eşim, dostum, yârim, yaranım, gecem, gündüzüm. Yollar, hanlar, hamamlar, köprüler, kervansaraylar, sokaklar ve caddeler benden asla eziyet duymasınlar. Artık işim tamamdır yükümü yüklendim ebet kapısından sessizce gireceğim. “Bana rahat bir döşek serince yerin altı” inanıyorum ki yüküm bana bu rahatlığı sağlayacaktır. Kabrin rahat bir döşek olmasını diliyorum. Biliyorum ki rahat bir döşek serecek yer bana. İşte kıyamet kapısından girince ne gece, ne gündüz ne de ömrümü besleyen amellerim beni asla terk etmeyecek. “Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan…”. Şiir tahlilleri, söylenen kelimelerden söylenmemiş olanları arayıp bulma işidir. Şair, şifreyi mısralarıyla vermiştir ki yazılmamış olanı okuyucunun arayıp bulmasını, sırlarını keşfetmesini istemektedir. Necip Fazıl Kısakürek, bu pencereden bakıldığında mısra örgüsünün, sanat uygulamasının ve kastettiğiyle kast edilmesi gerekenleri ustalıkla yerleştirmeyi bildiğini, bundan dolayıdır ki “Kaldırımlar” şiirinin görünmeyen yönlerine nüfuz edebilmeyi arzu ettik. Hecenin yenileyici yöntemiyle şiire hâkimiyetini “Sultanuşşuara” vasfıyla sıfatlandırmış olan Necip Fazıl’ın şiirlerinde, sanat hareketliliğinin çok zengin olduğunu pekâlâ görmek mümkündü. Lakin biz bunlara dokunmadık. Modern Türk Şiiri diye nitelendirilen serbest şiirde de örnekler verdiğini bilmekteyiz. Üstatlık, bir ömür ürettiklerinizle, yaptıklarınızla, yazdıklarınızla, iddialarınızla, yaşayışlarınızla belirginleşir. Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek üstadımız bu vasıfları ömrünce verdiği mücadeleyle, yapıp ettikleriyle, savunduklarıyla, eserleriyle, duruşuyla kazanmıştır. Üstadımıza, rahmet, minnet ve şükran borcumuz vardır. Nur içinde efendimizle olsun. Âmin.


MEDENİYET TARİHİNDE

KÜTÜPHANELER VE • Medeniyet Tarihinde Kadınlar • Hikmet Tarihinde Sûfiyyûn ve Mezheb-i Aşk • Esâtir ve Efsâneler • Tûbâ ve Zeytin Ağaçları Hakkında Mitolojik Nakiller • Şark Efsânelerinde Gül ve Bülbül Büyüyenay Yayınevi Tanıtım: / Hidayet KARA

Kitap yayınlandıktan sonra Felsefe Yılığı'nda bir yazı kaleme alan Hilmi Ziya Ülken, Tahir Harîmî'nin eserine "kütüphaneler tarihi olmaktan ziyade umumi surette kitapçılık tarihi" denilebileceğini söyledikten sonra bu eserin en özgün tarafını şöyle ifade ediyor: "Doğrusunu söylemek icap eder ki, Garp kitapçılık tarihi tetkik edilmiş ve hakkında birçok eser yayımlanmış olduğu için, o sahada yapılacak şey basit bir tercümeden ibarettir. Halbuki müsteşrikler arasında da İslâm ve Türk medeniyetlerinin kitapçılığı hakkında hiçbir toplu eser vücuda getirilmemiştir. Bundan dolayı bu kitabın bilhassa bu hususiyeti ona orijinalliğini temin etmektedir." Hilmi Ziya'ya göre bu eserin en dikkate şâyân tarafı "Şark eserlerinin Avrupalılar tarafından tetkik ve tercümesi hakkındaki malûmat vermesi” ayrıca “Türk ve İslâm medeniyeti tarihini, Türk harsının tekâmülünü tetkik edecek kimselere rehberlik edecek ve birçok mühim membalara nüfuz imkânını temin edecek kıymette” olmasıdır. "Hayli geniş ve engin bir mevzuyu ihtiva etmekte olan bu kitap hakkında söylenecekler pek çoktur."

ahir Harîmî Balcıoğlu (1893-1953) okurlarımızın henüz tanımadıkları bir isim. Son dönem Osmanlı düşünürlerinden olan Tahir Harîmî Bey ardında bıraktığı eserleriyle kültür dünyamıza oldukça gecikmiş olarak bundan sonra katılacak bir âlim. Onun bize bıraktığı büyük eserlerinden ilki ilk kez 1931’de yayımlanmış olan Medeniyet Tarihinde Kütüphaneler kitap ve kütüphaneler konusunda ilk örnek çalışmalardan biri. Yazar, kitaba dair ne varsa, kitabın çağrıştırabileceği bütün alanlarda sistematik bir şekilde çalışmış ve ortaya muazzam bir eser çıkarmış. ve Kütüphanelerin aslında kitap ve onun oluşturduğu evrenin demek daha doğru olur insanlık tarihi ve medeniyetler için ne anlam taşıdıklarını, insanlık tarihinin meydana gelmesinde üstlendikleri yüce görevi, medeniyetleri nasıl inşa ettikleri, medeniyetleri sağlam temeller üstüne yükselten şeyin ilim ve kitap olduğunu bir medeniyet tarihi perspektifiyle dile getiriyor.

İnsanlığın başlangıcından bugüne kadar olup bitenlerin en canlı aksettiği yer hiç şüphesiz kütüphenelerdir. Bu eser onların tozlu raflarında dolaşan kudretli bir mercek gibidir. Edebiyat, sanat, felsefe, ruhiyat, müspet ilimler, riyaziyat, tarih, coğrafya her şey, her şey bu kitapta mevcut. Kitabı okuyan kafa insaniyetin bugünkü vaziyetini teşkile medar olan bütün fikir cereyanlarını, ilim hareketlerini, felsefe düşüncelerini birer birer görüyor ve onları tahlil, sonra yeniden terkip eden muharrirle birlikte bütün bir kıymet ve varlık dünyasının semasına çıkıyor." Servet-i Fünun Dergisi, 1932 Medeniyet Tarihinde Kütüphaneler'in 1931'deki ilk baskısında yer almayan, Tahir Harîmî Bey'in bazı dergilerde kaleme aldığı Medeniyet Tarihinde Kadınlar, Hikmet Tarihinde Sûfiyyûn ve Mezheb-i Aşk, Esâtir ve Efsâneler, Tûbâ ve Zeytin Ağaçları Hakkında Mitolojik Nakiller, Şark Efsânelerinde Gül ve Bülbül gibi önemli yazıları da eserin bu yeni baskısına ilave edilmiştir.

ŞEHİR K İ TAP

TAHİR HARÎMÎ BALCIOĞLU

93


HOCA’NIN VEFATINDAN

ÖNCE YAPILAN BİR SOHBET;

SEMAVİ EYİCE:

“İSTANBUL’A

SAHİP ÇIKMALIYIZ” Meselâ Lâleli Camii muhteşemdir. Demokrat Parti zamanında Lâleli Camiinin duvarına müdahale edildi. “Yamalı duvar olmaz” dediler ve derzli duvar yaptılar. Sonra caminin altındaki toprakları boşalttılar, dükkânlardan meydana gelen pasaj yaptılar. Çok yanlış, çok tehlikeli. Mehmet Nuri YARDIM

arih 9 Kasım 2011 idi. O gün mübarek Kurban Bayramı’ydı. Arkadaşlarla birlikte bayramları büyüklerimizi ziyaret ediyoruz. “Bugün de Semavi Eyice Hoca’yı ziyaret edelim mi?” teklifime yol arkadaşlarım büyük bir heyecanla “Çok iyi olur, hemen gidelim.” karşılığını vermişlerdi. Semavi Hoca ile telefonda görüşüp randevu aldıktan sonra yola çıkmıştık. Moda üzerinden, sahil yolundan Bostancı’ya doğru hareket ettik. Adresi verirken, “Emniyet binasının karşısındaki sokak.” diye tarif etmişti Hoca. O sokağa ulaştık ve apartmanı bulduk. Heyecanla içeri girdik. Hoca her zamanki gibi heyecanlı, dinç ve sağlıklıydı. “Buyurun, hoş geldiniz” dedi. Hakikaten çok ‘hoş’ bulmuştuk Semavi Hocayı. Büyük bir ilim adamı olmasının yanı sıra örnek bir ev sahibi ve misafirperver olduğuna da tanık olduk. Salona geçtiğimizde kendimizi bir tarih müzesinde bulduk âdeta. Böyle bir salon. Tablolar, biblolar, antik süs eşyaları size farklı bir evde olduğunuzu hatırlatıyordu. Semavi Hoca için ESKADER olarak bir saygı günü tertip etmiştik Kültür A.Ş. ile birlikte. O günü hatırlattım, çok mutlu olmuştu. Biraz sonra mülakata başladık. Hocaya ilk soruyu yönelttim: Efendim Kubbealtı Vakfı’nın kurucularından Ekrem Hakkı Ayverdi ile bir dostluğunuz olduğunu biliyoruz. Bize biraz kendisinden bahseder misiniz? Ekrem Hakkı Ayverdi, yakın dostum, ahbabımdı. Beni arasıra Fetih Cemiyeti’ne ve Kubbealtı’na dâvet ederdi. Gider konuşurdum. Salonlar gençlerle ve talebelerle dolardı. Orada muhtelif ilmî mevzuları anlatırdım. Ama bir gün onunla Fatih Dârüşşifası konusunda ihtilafa düştük. Farklı tezler ileri sürdük ve yazılar yazdık. Sonra konuyu ben ispatlayınca bana “Haklısın” demişti. Size de biraz bahsedeyim Fatih Darüşşifası’ndan. Tarihçesinden söz edeyim. Dârüşşifa’nın fotoğrafını çekmiştim. Hocam, Fatih Camii, 1999 depreminde zarar gördü. Acaba semt bir tehlike altında mıdır? Fatih Camii fay hattı üzerindedir. Her depremde zarar görmüştür. Biliyorsunuz şu anki cami, Fatih Camii zamanında yapılan cami değildir. Büyük depremde tamamen yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. 1999 depreminde de kütüphanesi çatladı. Peki İstanbul’un tarih boyunca depremlerle arası nasıl olmuştur? İstanbul’da her 100-150 yılda büyük bir deprem oldu.

sayı//48// temmuz 94


Peki diğer camilerin durumu? Meselâ Lâleli Camii muhteşemdir. Demokrat Parti zamanında Lâleli Camiinin duvarına müdahale edildi. “Yamalı duvar olmaz” dediler ve derzli duvar yaptılar. Sonra caminin altındaki toprakları boşalttılar, dükkânlardan meydana gelen pasaj yaptılar. Çok yanlış, çok tehlikeli. Hocam İstanbul mimarî bakımdan çok zengin. Külliyeleri var.Evet, darüşşifalar, sebiller, camiler, çeşmeler çok. Sebilleri daha çok. Edirne ve Bergama’da var İstanbul’un dışında. Peki sadaka taşları? Sadaka taşları daha ziyade İstanbul’da var. Başka yerde pek sık görmezsiniz. Bazı eserler bazı zamanlara ve devletlere aittir. Sadaka taşı Osmanlı zamanında yapılmıştır. Ama meselâ emme sebiller Selçuklu’da var. Osmanlı’da yok. Selçuklu devrinde, Kuzey Afrika ve Cezayir’de emme sebiller görürüz. Peki sebiller? Sebiller Osmanlı’nın en çok ehemmiyet verdiği yapılardır. Sebilci gelip geçene su verir. Bazı özel günlerde halka kar suyuyla karıştırılmış şerbet dağıtılır burada. Bazı sebillerde yaptıranların türbeleri, sandukaarı vardır. Ki gelip geçenler su veya şerbet içtikten sonra yaptırana fatih aokusunlar diye. Meselâ Dolmabahçede böyle bir sebil vardır, yaptıranın sandukası da hemen yanındadır. Eminağa Sebili. Başka nerede sebiller var? Meselâ Simkeşhane’nin üstünde sıbyan mektebinin hemen altında sebil vardı, ama yıktılar. O zaman idareciler, “Aksaray’dan baktığımda Beyazıt’ı görmeliyim.” derlermiş. Bu nasıl bir zihniyettir, anlamak mümkün değil. Vefa bozacısının hemen yanında da sübyan mektebi ve sebil vardır. Bir ara bozuldu, sonra restore ettiler. Şimdi ne durumda bilmiyorum. Hocam geçen gördüm, gayet güzel bir şekilde restore etmişler. İyi ama uzun zamandan beri yolum oraya düşmedi, görmedim. Peki diğer camiler? Meselâ Aksaray’da Murat Paşa Camii vardır. Yanında çok güzel bir hamamı vardı. Bir gün yok oluverdi. Bunu o zamanki belediyede yetkili olan bir kişiye sorduğumuzda gülerek şu cevabı vermişti: “O aradığınız hamamı gidip Yenikapı’da denize serdim. Taşlarını da denize serdim.” Meğer o güzelim hamamdan

çıkan bütün taş ve tuğlalar Marmara Denizi’ne dökülmüş. Büyük bir fecaat. Yahya Kemal’in nefis tabiriyle bu yıkıcı ‘kör kazma’ camilere de dadanmış. Bir kitapta yıkılan pek çok camiden bahsediliyor. Doğru mu? Evet, ne yazık ki böyle hâdiseler görülmüştür. Eminönü’ndeki Yeni Camii’nin de bir ara yıkılmak istendiğini biliyoruz. Geçmişte ne yazık ki bu tür toplantılar yapılmış. Halıcılar’da Emir Buhari Camii ile Sultanahmet Camii’nin yeniden yapılması konusunda fikirler ortaya atılmış. O toplantıda Mimar Kemalettin de varmış. Bir kişinin, Sultanahmet Camiinin aydınlatılmasının az olduğunu, kubbesinin yıkılıp yeniden apılması gerektiğini iddia edince Mimar K emaleddin ağlayarak toplantıyı terk etmiş. Şişli Camii civarındaki tarihî eserleri restore eden mimar Vasfi Egeli’nin ihtiyaç olunca Şişli Camii’nin çevresinden bazı taşları alıp yeni yerlere götürdüğü ve orada kullandığı biliniyor. Demek ki biz pek tarihimize, tarihî eserlerimize sahip çıkmamışız. Ne yazık ki öyle. Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi’ni bir ar ainceledim. İlginç mektuplar vardı orada. Hatta bazılarını okudum veya tercüme tetirdim. Bazı yabancı müze müdürlerinin Arkeoloji Müzesi’nden tarihî eserler istediklerini görüyoruz. Ve ne yazık ki bu isteklere müspet cevap verilmiş ve yabancılara tarihî eserlerimiz verilmiştir. Efendim size araştırmacılar, sanat tarihçileri ve öğrenciler mutlaka geliyordur, sizden yardım istiyorlardır değil mi? Oluyor. İki yıl önce birisi geldi. Kaptanmış. Galata tarihi hakkında çalışıyormuş. Önemli bir eserin kopyasını bana göstermişti. Ona da yardımcı oldum, tabii meraklılar az. Koca hayatımda doğru dürüst bana gelen, beni ziyaret eden, beni arayan iki kişi var. Onlara müteşekkirim. İsimlerini öğrenebilir miyiz hocam? İlhan Hattatoğlu ve Feridun Özgümüş. Hocam az önce sadaka taşlarından bahsettik. Kuş evleri de var meselâ. Büyük bir medeniyetin ince düşünülmüş eserleri bunlar. Bunlar çok yaygın mıdır? Hayır İstanbul’da var, ama Anadolu’da pek yok kuşevleri ve sadaka taşları. Bazı mimari eserler 95


sadece Osmanlı’ya aittir. Meselâ bedestenler öyledir. Sadece Osmanlı’da bedestenler, iç bedestenler var. Bulgaristan’da da var. Ankara’da da. Konyadaki bedesteni ne yazık ki yıkmışlar. Eski Yugoslavya ve Yunanistan’da bedestenler var. Demek istiyorum ki, daha ziyade Osmanıl’nın hüküm sürdüğü topraklarda bu eserleri görebiliyoruz, başka yerde değil. Tarihî eserler ihmal sonucu mu yok ediliyor, yoksa tabiî afetlerin de tesiri var mı? Elbette insanların hataları, ihmalleri ve ilgisizlikleri kadar tabiî afetler de bir çok tarihi eserin yok olmasına yol açmıştır. Meselâ 1918 büyük Cibali yangınında bazı eserler yok olmuştur. Tabii eskiden İstanbul’da yangınlar çok oluyordu. Fatih’teki Kazasker Abdurrahman Çelebi yanmıştı. Sonra onu ihya ettiler geçmişte, bu sıralarda yeniden restore edildi ve bu Ramazan’da açıldı. Eğrikapı’da Adil Şah Kadın Camii de yıkılmıştı, onu da yeniden restore ettiler. Üstelik bu cami yıkıldıktan sonra birileri kendisi için ev haline getirmişti. Âdil Şah Kadın Camii yıkıldıktan sonra bir vatandaş kendisine bu alanda ev yaptı. Sonra mahalleli isyan etti, camiyi yeniden ihya ettiler. Bende eski fotoğrafı vardı Cami yapıldı, ama gidip göremedim, aslına uygun mu yapıldı mı yapılmadı mı doğrusu bilmiyorum. Harap olmaya terkedildikten sonra ihya edilen başka camiler var mı? Çok. Meselâ Fatih Camii’nin yanındaki Malta sayı//48// temmuz 96

Çarşısı’nın az ilerisinde Hâfız Ahmet Paşa Camii vardı. Bu cami de haraptı. Bir ara Anıtlar Kurul’nda iken bu caminin yurt yapılması için çalışmalar başladı. Camiyi tamamen yıkıp yerine öğrenci yurdu yapacaklardı. Ben caminin sağlam olduğunu söyledim ve yıkılmasını engelledim. Anıtlar Kurulu üyeleri önce bana inanmadı, bunun üzerine onlara “İsterseniz gidip görün” dedim. Kalktılar, Fatih’e gittiler ve camiyi gördükten sonra bana hak verdiler. Böylece bu caminin yıkılmamış oldu. Yine cami olarak kalmasına karar verdik. Bir gün bir normal vatandaş gibi, bir ziyaretçi gibi gidip camiyi gördüm, restore edilmiş ve hizmet vermeye başlamıştı. Fener’in üstünde de, Patrikhane’nin hemen üstünde Tacizade Cafer Çelebi Camii vardı. İkinci Beyazıt’ın nişancısıydı Tacizade Cafer Çelebi. Bu cami de perişandı, terk edilmişti, minaresi yıkıktı. Restore edilmesi için bir çaba içinde oldu. O da kurtuldu. Feramuz Bey vardı Anıtlar Kurulu’nda ona dedim ki “Haliç’ten bakınca Patrikhane muhteşem görünüyor, ama onun hemen üstünde Tâcizâde Camii perişan, bu izzet-i nefsinize dokunmuyor mu?” Bu dokunaklı sözlerimden sonra camiye sahip çıkıldı ve şükürler olsun iyi bir bakımı yapıldı. Hocam Üsküdar’da Fatih Mahkemesi adıyla anılan bir bina var. Güya Fatih Sultan Mehmed bir inşaatta ihmalini gördüğü Rum mimarın elini kestirmiş de burada muhakeme edilmiş. Menkıbeyi biliyorsunuz. Fatih gerçekten burada mı muhakeme edilmiş? Hayır öyle bir şey bilmiyorum. Bu rivayet olabilir. O bahsettiğiniz binanın hemen altında Gülfem Hatun Camii var. Hocam kıymetli tezgâhınızda mutlaka ele alınan eserler vardır biraz da bunlardan bahsedebilir misiniz? Üç dört eser vardı, onları hazırlıyordum. Baktım başkaları da aynı konuyu yazıyor. Bıraktım. Hatta müsveddeleri de hazırdı. Bir iki makalem var şimdi. Sofya’daki Mimar Sinan’ın tek eseri için etraflı bir etüt hazırladım. Kısmetse bitirdikten sonra onu bir yerde neşretmek istiyorum. Yaklaşık 20-25 sayfa. Efendim bizleri kabul ettiğiniz için sizlere çok teşekür ediyoruz. İnşallah bir başka zaman yine görüşürüz. Ben de size çok teşekkür ediyorum, bu bayram gününde ziyaret ettiğiniz için. Sizleri her zaman beklerim.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.