ŞEHİR ve KÜLTÜR - 46. Sayı

Page 1



Biz’den…

Fetih, Ayasofya ve Demokrasi… … Dediler kim gelecektir iki er Biri sultan birisi şeyh-i ekber Biri sultan kılığında derviş Biri derviş kılığında sultan Biri devlet kuran işçi Biri millet biri devlet. … Cahit Tanyol Dünya şehirleri içinde en değerli olanları sıralamak istediğimizde, kutsal kabul edilen Mekke Medine ve Kudüs şehirleri dışında önde gelen isim şüphesiz İstanbul’dur..son yıllara kadar ikibin yıllık bir geçmişinden sözederken, Yenikapı kazılarından çıkan örneklerle sekiz bin beş yüz yıllık bir geçmişi olduğunu öğrendik.. Bu şehrin geçmişinde üç medeniyetin varlığından haberdarız..Mümkündür ki gelecekte bir başka medeniyetin varlığını daha bulabiliriz…Şehri 1453 yılında fetheden Osmanlı sultanı II.Mehmed , Dünyanın en kültürlü hükümdarı ve komutanıydı …Tarihini çok iyi bilen, dünya tarihini iyi okuyan, Türk ve Dünya edebiyatını tanıyan ve yazan, şair bir sultan idi , Osmanlı padişahlarının sanata ve şiire saygısı ve mahareti gibi Fatih’in de Avnî mahlaslı divanı vardı.. Devrin en iyi ekonomisti ve şehircisi idi… Aynı zamanda tebası için her türlü fedakarlığı yapan bir padişah idi.. Devletini dünyanın bir numaralı devleti yaparken, imanından ve inancından aldığı kültür ve birikimle , Devlet adamı vasfının, bütün tebanın temsilcisi olduğunun farkında idi…Yıllar sonra onun bu hususiyetlerini ve fethi “Fetih Destanı” nda anlatan Cahit Tanyol, yazımızın başında bulunan bu destanın bir kıtasında ne güzel vurgular; İstanbul’un fethini bir tablodaki resimde bize anlatan kompozisyonda ; İstanbul Şehrine galip komutan olarak giren sultanın yanında hocası Akşemseddin vardır..Şair, sultan ile hocasını birbiri ile ayrılmaz bütün olduğunu ifade eder: Biri sultan kılığında derviş- Biri derviş kılığında sultan…Bu ifadeden anladığımız odur ki bir devlet adamı aynı zamanda derviş olmalı, aynı zamanda devleti kuran işçi olmalı.. Devletin tüm mensupları gibi bir Er olmalı… Öyle bir Dünya Devleti düşünün ki; Kuruluş döneminde Batıdaki ilk büyük zaferden sonra Bursa’nın kalbinde yapılan Ulu Cami ile Devletin gücünü tescil ederken, sembollerle Devletin temelini bu mabede çakar… Ulucami nin açılışında; Mihrabta İlmi edebiyatı ve tasavvufu temsilen Süleyman Çelebi vardır..Sağ cenahta Minberde Devleti temsilen Emir Sultan hutbeyi irad eder.. namaz öncesi soldaki kürsüde Halkı ve ahiliği temsilen

Hamideddin Aksarayî Hz. (Somuncubaba) vardır… Ulu bir mabette Devletin, Halkın, Edebiyatın ilmin ve edebin temsil edildiği Devlet geleneğini ve temelini görmekteyiz.. İstanbul’un fethinde, şehre girildikten sonra ilk Cuma namazı Ayasofyada kılınmış ve Şehirde Devletin büyüklüğünün sembolü olmuştur …Ayasofya artık Müslüman mabedidir, Mihrabta Sultan, minberde Akşemseddin… Ayasofya Bir Müslüman mabedi oldukça sonsuza kadar devletimiz payidar olacaktır…Fatih adı bence, bu mabedi islam mabedi olarak açmasındandır sultanın…Türk İslam devlet geleneğinde Devlet başkanı tebanın her konudaki önderidir, bu nedenle her konuda fikir ve bilgi sahibi olması için yetiştirilir çocukluğundan itibaren… Bilgiyi, gücü, edebi, devleti, ahiliği, esnafı, tüccarı temsil eden başkan, Devletini dünyada güçlü kılar ve kudretini yüceltir… Tarih boyunca bu şuurda hareket edilmiştir…bu şuurda olmaya devam edilecektir…Demokrasiye geçişten itibaren de tercihlerde isabetli olunduğunda Devletimiz güçlü, aksi takdirde güçsüz kalmıştır… İyi veya kötü her hadiseyi unutmamalı ve unutturmamalıyız ki gelecekte ibret alınsın, ona göre hareket edilsin…!8 Mayısta Kırım Sürgünü soydaşlarımızın soykırımı hadisesidir..19 Mayıs Milli Mücadelenin başlangıç fitilidir..Necip Fazıl Kısakürek üstadın doğum ve ölüm ayıdır Mayıs..Türk Siyasi tarihinin güzel ve çirkin günleri yaşanmıştır bu ayda, 14 Mayısta Seçimlerle halkın kazandığı Demokrasi meşalesi bayram olmuş,27 sinde ise 10 yıl sonra Demokrasi katledilmiştir… Ramazan ayının ulviyetini idrak edeceğiz Mayıs’ta … Şehirlerin, yaşarken kültürlerini de beraber yaşatan insanların medeniyet algılarını diri tutmalarıdır aslolan… Yoksa Tarihten ve olaylardan ders almaz isek, kısır döngü içinde asırlarda geçse, dibe çökeriz.. Şehir ve Kültür dergimiz çıktığı ilk günden itibaren, Topluma bu idraki vermeye gayret etmektedir… Aynada yine saçımızı taradık.. Yepyeni bir sayı ile karşınızdayız.. Tabiatta Laleler, sümbüller ve güller.. Bu günlerde ne hoş bir manzara.. Ayasofya’nın önüne serilen Lale Halısı ne kadar anlamlıdır, anlayabilenlere… Hz.Mevlâna der ki; ” Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülde biten güller daimidir ve ne hoştur.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…”

Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 12 16

ÇEŞiTLEME: ÜNiVERSiTE TERCiHLERi, DiPLOMASi,

ARAPÇA, ÖZGÜVEN VE KARiYER

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

KIRIM’DA BEŞ GÜN Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR

DERSAADET’iN MERKEZiNDE TiCARETDEN TURiZME GEÇiŞ

Mehmet Kâmil BERSE

MARKO POLO VE GALAKSi’DE BiR ŞEHiR Kâmil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

24

“TARiHi ESER BiR EV” SAHiBi

OLMAK iSTEYENLERE

TAVSiYELER (3)

Cem ERİŞ

33 40 46

FETHiN SEMBOLÜ

AYASOFYA

Sabri GÜLTEKİN

OSMANLI ARŞiV

BELGELERiNDE

SURiYE -2-

Dr. Önder BAYIR

BALKANLARDAKI OSMANLI

iNCiSi OHRi Mehmet MAZAK

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Şule İlgüğ / Martı Ajans Ltd.Şti Koordinasyon ve Teknoloji: İsmail Yılmaz- A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


15 İNTİHAR VİTRİNİ BULVARLAR / Prof.Dr. E.Nazif GÜRDOĞAN 20 İSTANBULUN ORTA YERİNDEN BİR İMDAT ÇIĞLIĞI: SÜLEYMANİYE VE ZEYREK DÜNYA MİRAS ALANLARI / Dr. ŞimşeK DENİZ

52

29 YOLCULUK MARȘI -şiir- / Kâmil UĞURLU ŞEHiR SOHBETLERi -sekiz-

ŞEHiRDE ULAŞIM Ahmet NARİNOĞLU

30 BENİM EVLERİM BENİM ŞEHİRLERİM BİR TAŞRALI GENÇ FATİH’E YERLEŞİYOR / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 34 KÜÇÜK MESCİTLER ŞEHRİ: KÜTAHYA / Hüseyin YÜRÜK 36 OSMANLI’DA RAMAZAN KÜLTÜRÜ / Mehmet SANCAK 38 ELAN, ORTA ANADOLU’NUN BAŞKENTİ KONYA / Fahri TUNA

64

ASKERÎ GEMi PROJELERi VE

PENDiK MOTOR FABRiKASi

Fatih YILMAZ

45 TÜRK BASININDA KÛTÜ’L-AMÂRE -kitap tanıtım-/ Tanıtım: Ahmet KOÇAK 49 RAMAZAN’IN ULVİYETİ İLE BİZİM OLAN “İSTANBUL” / Nermin TAYLAN 50 BİZ GEZMEYİ BİLİYOR MUYUZ? / Muhsin İlyas SUBAŞI 56 DÖRT DEVLETİN VATANDAŞI HACI YUSUF KANSU’NUN HİCRET SERÜVENİ / Dr. Hüseyin KANSU 59 BEN TÜRKİYE’Yİ TÜRKÜLER GİBİ SEVDİM / Mehmet BAŞ

78

YEDi GÜZEL ADAM VE

60 EYÜPSULTAN VE ÜSKÜDAR TARİHLERİNİ MEHMET NERMİ HASKAN YAZDI./ Nidayi SEVİM

Serdar YAKAR

62 AYASOFYA / Samet SURURI

CAHiT ZARiFOĞLU

66 BİR ŞEHRİN ANATOMİSİ -bir- Prof. Dr. Fahrettin Olguner’le Erzurum Üzerine Bir Söyleşi/ Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 70 FİLMİN ADI: VAHŞET / Mustafa YAZGAN 72 KAPILAR VE “KALDIRIMLAR - I” / Recep GARİP

82

76 İSTANBUL -İbrahim SABRİ-/ Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN

BUHARA ÖZBEKLER TEKKESi Kâmil KIRIMÎ

81 ŞEHİR VE KÜLTÜR’E ÖDÜL / Mehmet Nuri YARDIM 88 DOĞU’NUN KRALİÇESİ ANTAKYA / HATAY / Münir BALICA 92 BİR DİL ÂLİMİ, BİR GÖNÜL ADAMI: KEMAL ERASLAN / Mehmet Nuri YARDIM 95 RUHUMA DOKUNAN ŞEHİRLER - şehir kitap- / Tanıtım: Aydın BAŞAR

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Ayasofya Camii / İSTANBUL


ÇEŞİTLEME: ÜNİVERSİTE TERCİHLERİ,

DİPLOMASİ, ARAPÇA, ÖZGÜVEN VE KARİYER

Bir kenarda bir kaç Arap davetli ile uzun zamandır hasret kaldığım lezîz Türk mutfağı ürünlerini tadarken, şiir sohbeti yapıyorduk. İmrü’l Kays’tan başladı biri diğeri Mütenebbî ile tamamladı. Ben de Fuzuli’den kırık dökük tercümeler yapıyordum. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

Kahire/ Mısır

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//46// mayıs 4

elişen olaylar ve etrafında yaşananlar arasında bağ kuran insan mutsuzdur. Ama feylesoflar, hükemâ “düşünebilmeyi” insan olmanın temel şartı olarak belirlediğine göre bundan da kaçış yoktur. Buna bir de “zakire”yi yani “hatırlama gücünü” de ilave etmek yerinde olacaktır. Yani düşünerek mutsuz olacaksın, hatırlayarak da bunu katmerli hale getireceksin. Belli ki bugün kalem (af edersiniz klavye) bizi mutsuzluk deryasında yüzdürecek. Varsın olsun işin ucunda -ölümden beter olsa da“ölüm” yok ya. Nereden başlasam, düşüncelerime tehacüm eden marazı fikirleri mi yoksa hatıraları mı öne çıkarsam? bilemiyorum. Birbirlerinin gıdası değil mi bunlar? Öyleyse birbirine geçmiş bu iki hasletten de yararlanmanın ne zararı var. Maksadım çok yakında başımdan geçen bir hatırayı değerlendirmek idi üniversitelerin yaşadığı sizce de malum olan tercih hüsranından sonra. Zira yeni yetme gençler hayli sarsmış bizi ve sistemi. Burnundan kıl aldırmayan üniversitelere “istemiyorum, başınıza çalın tercih formlarınızı“ dediler… Devletlüler kendilerince tefsir ettiler yaşananları, olmadı ettirdiler. Belli ki bir hayli zaman alacak bu sadmenin tesirleri. Tıpkı benim ve arkadaşlarımın Yüksek Lisans kabulü sırasında farklı üniversitelerden gelen adayların cevaplarında yaşadığım(ız) sadmeler gibi. Eh artık, konuya girmek, düşüncelerimi paylaşmak istiyorum ama ne çare? Sorgulayan daha eski hatıralar öne çıkıyor “bizi, bizi anlat önce” diye. 29 Ekim 1987’de Kahire’de gurup vakti tamamlanmış, o iklimde günün en güzel anı girmişti. Mısır’ın ve pek çok ülkenin hayat kaynağı olan Nil kenarında Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu muhteşem büyükelçilik binasının bahçesindeydik. Kalabalık bir davetli gurubu ile beraberdik. Bakanlar, siyasetçiler, yabancı misyon şefleri ve kançılaryası, Kahire’nin eşrafı ve ayanı. Orada Mübarek, burada da daha mübarek Demirel asırlarındayız. Karşılıklı iltifatlar çağındayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü resepsiyonu yapılıyordu, kim gelmez ki? Mekan güzel, Kahire’nin parlak ışıklarına karışan belli belirsiz yıldızların altında ikram şahane. Öbek öbek ama sıradan olmayan insanlar kendi aralarında sohbet ediyorlar T.C. Büyükelçiliği bahçesinde içerken ve atıştırırken.


Davetiyede de zaten “Garden Party” yazıyordu hatırladığım kadarıyla veya fiilen öyle olmuştu. Hâlâ da öyle değil mi? Türk davetli mi dediniz? Ben ve benim gibi bir iki kişi var ya. Evet, Kahire’de o zaman bir hayli Türk öğrenci vardı ama çoğu Ezher’de okudukları için elçilik onlardan korkuyor ve etrafına yaklaştırmıyordu. Bana gelince, ben Kahire Üniversitesi’nde zararsız, genç bir “araştırmacı” sayılırdım. Aslında işin doğrusu biraz da mesleki dayanışma gösteren elçilik müsteşarımızın özel ihtimamı ile oradaydım. Daha sonra büyükelçi de olan o müsteşarımız benim tarihçiliği seçmemde önemli rolü olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” eserinin yazarı merhum Köprülü’nün ailesinden idi ve kendisi de o sıralarda “siyasi tarih” alanında doçentliğe hazırlanıyordu. Sadede gelelim.. Ama ah şu zâkirem rahat bıraksa. Türkiye’de Başbakan Turgut Özal ve Dışişleri bakanı Mesut Yılmaz’ın o sıralarda bambaşka dertleri vardı. Türkiye’nin “komşusu” “turandaş”, ama daha da önemlisi beş yüz yıllık tarih ortağımız olan Bulgaristan’ın başbakanı Jivkov denen “herif-i nâ-şerîf “orada yaşayan Müslüman Türkleri “asimile” etmeye ahdetti. İsimlerini, dinlerini değiştirmeye zorluyor, hatta ölülerine bile müdahale ediyordu. Henüz Turgut Özal Cumhurbaşkanı olmamış ve mağdur Müslüman Türklere Türkiye’nin kapısı açılmamıştı ama büyük bir diplomasi savaşı veriliyordu. Allah için sonradan -bana göre- devlet adamlığında inhiraf etse de o zaman Dışişleri bakanı olarak bu meseleyi anlatmak adına büyük bir diploması mücadelesi veriyordu Mesut Yılmaz. Daha da acı olanı ise burada Müslümanlar zulme uğrarken sorunun Müslüman ülkelere anlatılamamasıydı. Veya anlamak istememeleriydi. Başta Suudi Arabistan ve Mısır olmak üzere hiç bir Arap ülkesinden örtülü olmayan tam bir destek gelmemişti. Bulgaristan gerçekten bu kadar güçlü mü idi? O günleri hatırlayanlar bilir ki zinhar hayır. Üstelik Doğu Bloku da çatırdıyordu? Ben ve bazı arkadaşlarım Üniversite koridorlarında bu durumu anlamak için kafa çatlatıyorduk. Konuştuğumuz akademisyenler ülkelerindeki resmi görüşü tekrarlıyorlardı. Nasıl olur bu diyordum kendi kendime. Biz Müslüman, bunlar Müslüman

ülkeler ve orada açık bir insan hakkı ihlali var. Niye anlamıyorlar? Elbette onların da başta bizim “laik ülke iddiamız” olmak üzere bir çok “mantıklı” cevapları vardı. Artık bunlar da kenarda dursun konuya daha doğrusu “Garden Party”ye dönelim. Bir kenarda bir kaç Arap davetli ile uzun zamandır hasret kaldığım lezîz Türk mutfağı ürünlerini tadarken, şiir sohbeti yapıyorduk. İmrü’l Kays’tan başladı biri diğeri Mütenebbî ile tamamladı. Ben de Fuzuli’den kırık dökük tercümeler yapıyordum. Oysa O büyük şairin Arapça divanı vardı ve hiç görmemiştim. Bugüne kadar da da Türkiye’de bu divan ile ilgilenenin olduğunu duymadım. Ne kadar çok işimiz var aman Ya Rabbim! Bir kulağım da arka öbekte süren hararetli tartışmada idi. Arapça ama alışılmadık bir şekilde fasih Arapça ile bir tartışma sürüyordu. Dikkat kesildim. Konu Bulgaristan’daki zulüm meselesi idi. Daha doğrusu orada Türk mü, Bulgar Müslümanı mı, Bulgar vatandaşı mı oldukları tartışılıyordu. Yaşanan haksızlık ve insan hakları kimsenin umurunda değildi. Dayanamadım, etrafımdakilerden izin alarak o guruba yaklaştım. Uzun boylu esmere çalan yüzü ile bir şahıs hayranlıkla dinleniyordu. Çok düzgün ve fasih Arapça ile konuşuyordu. Çok nadiren Irak lehçesinden ödünç kelimeler de araya giriyordu. İfade ve üslup ikna edici idi ve herkes onaylıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’nin bahçesinde, kendi mülk-i ismetinde Bulgaristan tezlerinin doğruluğunu anlatıyordu. Etrafa bakındım ona cevap verecek kimse yoktu. Zaten Arapça bilen Türk davetli olmadığı gibi büyükelçilikte de Arapça bilenler yoktu. İş başa düşmüştü. Ama karar veremiyordum, çocukluğumdaki İsmet hocamın telaffuzu mu yoksa son zamanlarda taklit etmeye başladığım Mısır ammicesi ile mi söze girmeliydim. Öbek belli ki farklı Arap ülkelerinin misyon şefleri idi ama etraflarında da birçok Mısırlı davetli vardı. Tercihimi Mısır lehçesinden yana kullanarak, söze giriş için etkili bir “mealeş” (bu kelime Mısır’da her kapıyı açar, burada kastım affedersiniz idi) ile, beyefendinin anlattıklarının aksini duymak ister misiniz? dedim. Zaten söze girmiştim. Yaşanan şoka aldırmadım ve zihnime hücum eden en iyi kelimelerle ama kırık bir “Mısır ammicesi” ile Türkiye’nin -benim de aslında fazla bilmediğim- tezini anlattım bir 5


sonra buraya atandığını da öğrendim. Hikayesi burayı ilgilendirmeyecek kadar uzun. Ama bana bizim Arap ülkelerine niye derdimizi anlatamadığımızın cevabını vermişti bu bir saat içinde yaşadıklarım. “O zaman” hiç bir diplomatımız, siyasimiz ve pazarlıkçımız Arapça bilmediği gibi, “laiklikten ödün vermemek“ adına da bu dili asla öğrenmemeyi yeğliyorlardı. Hoş sistem de buna müsait idi. İngilizce veya hariciyemizde ölmeye başlamış olan Fransızca ile Araplara Bulgaristan meselesini veya başka bir meseleyi anlatamazdınız.

Üniversitelerimiz niye tercih edilmiyor, niye dil öğretemiyoruz, niye diplomasinin gereği olan dilleri kullanamıyoruz?

solukta. Belki kimse ikna olmadı ama, maksat hasıl oldu. Konu hatta gurup dağıldı, herkes kendine sohbet edeceği belki yeni ikramlar bulacağı başka bir öbek aramaya gitti. Ben de kendime başka birilerini aramaya koyuldum. Bahçe büyük olsa da bir tur attıktan sonra yine ilk karşılaştıklarınızı bulabiliyorsunuz. Gözüm hep o anlatıcıda idi. Zaten boyu da kendini ele veriyordu. Üzerindeki atıştırmalıkların bitmekte olduğu uzun ayaklı sehpanın başından ayrılmadan yanına koştum. Önce çekingen bir tavırla birbirimizi yeniden selamladık. Bana biraz iltifat etti her nedense? Hangi Arap ülkesinden olduğunu sordum. Güldü ve kısmen gururlu, kısmen de müstehzi bir edayla: “Bulgaristan” dedi. İşte ilk sadmeyi aldım, ikinci darbenin nerden geleceğini düşünürken toparlandım. “Ama çok güzel Arapça konuşuyorsunuz, sizin kimse Arap olmadığınızı iddia edemez” derken, içimden de “kendi toprağımızda düştüğümüz hale bak. Adamlar burada Türk mutfağını tadarken Bulgaristan propagandası yapabiliyorsa Ankara ne yapsın?” diyordum. Adam çoktan Türkçeye geçmişti ama ben hala şoktan Arapça konuşmaya çalışıyordum. Birden irkildim. Türkçesinin de güzel olduğunu fark edince, biraz daha yakınlık peyda oldu. Kimsiniz a kuzum? demeden, Bulgaristan Kültür ataşesi olduğunu öğrendim. Olmadı, diplomat olmadan önce Bulgaristan komünist partisinin yönlendirmesi ile önce Irak’ta dil eğitimi aldığını, Irak’a giderken Türkiye yolunu kullandığını bu şekilde de Türkçeye başladığını,

sayı//46// mayıs 6

“O zaman” dedim, ya şimdi, yani aradan geçen çeyrek asırdan fazla bir süreden sonra durum nedir? Hariciye ile ilgili fikir ve düşüncelerimizi şimdilik saklı tutalım. Zülf-i yâre dokunmayı da. Ama bu yılki Üniversite fecaatını da hatırlayarak biraz da –iğne yetmez ya-, çuvaldızı kendimize batıralım. Zaten işin başından beri bu yazının konusu da bu değil mi idi? FSMVÜ Edebiyat Fakültesi gerçekten gıpta edilecek bir mekanda. Atik Valide külliyesinde. Öğrenci olmak imkanı olsaydı orada okumak isterdim. Ama hoca olmak nasip olmuş o muhteşem mekana. Küçük ve samimi bahçemiz şimdi çok sakin, ama eğitim-öğretim yılı içinde adeta bal biriktiren bir arı kovanı. Geçenlerde hikmeti ilham eden sütunlu bahçeden odama geçiyordum. Bir genç mütebessim bir ifade ile ama hızlı bir şekilde selam vererek yanımda geçti. Vak’ayı adiyedendir. Aldıracak bir şey yok tabii. Ama biraz sonra aynı genç odama büyük bir tevehhürle girdi ve oda arkadaşım olan bir hocamızı sordu. Zaten hocamız yoktu ve bulamayacaktı da. Bunu ifadeye çalışırken bana meş’um soruyu sordu: “Beni tanıdınız mı?” meş’um diyorum. Zira yüzlerce öğrenci mezun etmiş her hocanın hep karşılaştığı ve cevap vermekte zorlandığı bir soru. Muhtemelen bu soruyu eski bir öğrenciniz soruyor ve siz artık düzeni kaybetmiş, arşivlemeyi bırakmış hafızanızın içinden onu bulmaya, çıkarmaya çalışıyorsunuz. O ise aceleci veya biricik olduğunu düşünüyor ve sohbetin kalitesi değişiyor. Ama benim durumum o anda daha vahimdi. Zira biraz önce selamlaşmıştık, siması yabancı değildi artık ama. Eğer sorunun sahibi yeni bitirdiğimiz dönemdeki öğrencilerimizden ise hafızamı hiç


affetmeyeceğimi gösteren bir halet-i ruhiye ile cevap ararken o çoktan masamın önündeki sandalyeye kurulmuş anlatıyordu. “Ben bir kaç gün önce Yüksek Lisans sınavına giren öğrencilerdenim” dediğinde rahatlamıştım. Hafızam ile hesaplaşmayı bıraktım, daha müşfik ve misafirperver bir tavır takındım. O devam ediyordu. “Genellikle kolay hatırlanan bir tipim var, farklı kıyafetlerim var” diyordu. Özgüveni müthiş bir aday ile karşı karşıya olduğumu düşündüm. Bu tür gençlere ihtiyacımız olduğunu her yerde ve her mahfilde söylerim. Ama bu tür ziyaretler sınavdan önce yapılır, sınav sonrası niye yapıldı diye düşünürken o devam ediyordu: “Sınavda konuşamadım şimdi konuşmaya geldim” dediğinde içimden derin bir “eyvah” çektim. Devam etti: “Bana sınavda sorduğunuz sorunun konumuz ve alanımız ile alakalı değildi. Jüriyi yanlış yönlendirdiniz ve ben cevap veremedim”. Tekrar hafızam ile mücadeleye başladım. Kimdi, ne sormuştuk? Öyle ya 50’ye yakın adayı mülakata almış ve her birine beş-on dakikalık bir zaman diliminde bir kaç soru yöneltmiştik. İkişer sorudan olsa yüz soruyu hatırlamak gerekiyordu o anda. Ne sorduk da cevap veremedin diye soramadan, zaten hazırlanarak gelen o pırıl pırıl genç: Ben Arap Dili ve Edebiyatı mezunuyum. Tarihten Yüksek lisans sınavına girmiştim diye devam edince, hafızam hizaya geldi ve arşive kaldırdığı dosyayı yukarı çekti. -Bana Bakillanî’den klasik bir metin okuttunuz. Malum biz Arap dilinde daha çok modern Arapça öğreniyoruz. Oysa ne Bakillanî (öl. hicri 403) ve ne de metin bu sınavın konusu değildi, dediğinde tansiyonum yükselmeye başladı ama yılların birikimi ile kendimi teskin ettim. Zira ünlü Eş’arî kelamcısı ve Malikî aliminin adını en son ne zaman andığımı hatırlamıyordum. Ama belki çeyrek asır olmuştu. Yani sınavda değil. Hemen hafızamın sunduğu dosyayı açtım ve mülakatı hatırladım. Aday mezun olduğu fakülteyi söyleyince, heveslendim, Arapçayı bilen bir yakın dönem tarihçisi adayı vardı karşımızda ve bu bizi mutlu etmişti. Bulgaristan’dan bile çok daha geç kalmıştık ama nereden başlasak kar idi diyerek gözlerimizle anlaştık değerlendirme hey’etimiz ile. Ama aday da bunu bize ispat etmeliydi. Masanın üstünde Ürdün’de yayımlanmış olan yeni bir kitap vardı. Bir sahifesini açarak bir kaç

satır okuyup tercüme etmesini istedik. Hem kullanacağı kaynak dili bilgisini ölçecek ve hem de adayı kendi alanından sorgulayarak daha kolay bir mülakat yapacaktık. Peki ne mi oldu? İlk iki satırı çok kötü olmasa da okuyabilmişti. Ama bir kelimede takılıp kaldı. Bir türlü okuyamadı. Kalkıp bakınca Arapça imlası ile yazılmış olan “Brockelmann” olduğunu gördüm ve ben okuyarak devam etmesini sağladım. Zaten bu isimleri Arapça imla ile yazmak hep bir beladır. Yazması bir dert, okuması bir başka dert. Kitap, ondan Türk tarihi hakkında bir alıntı yapmıştı. Bu sefer de adaydan tercüme talep ettik ama nafile. Dört yıllık belki de daha fazla Arap Dili ve Edebiyatı mezunu aday mücessem bir şekilde karşımızdaydı ama natıkası tutulmuştu. Heyecandır, diyerek üzerinde durmadık. Ama okuyamamış olsa da Arap Dili ve Edebiyatı mezunu Ortadoğu araştırmaları yapmak isteyen bir adayın mutlaka o ismi duyduğunu varsayarak Brockelmann ve Fuad Sezgin’in çalışmalarından bahsetmesini istedik. Hüsrana uğradık. Arap Dili ve Edebiyatı Tarihi dersleri de alan aday/lar Brockelmann’ı duymamıştı. Fuad Sezgin ise yerli bir isimden başka bir şeyler çağrıştırmıyordu. İşin daha da tuhafı bu sınavdan etkilenen genç hâlâ kendisine ne sorulduğunu bilmiyordu. Önüne Bakillanî’den klasik bir metin konulduğunu düşünüyordu. Belki de sınav sonrası konuştuğu hocalarının hatırladığı “B” harfinden hareketle sorunun Bakillanî olabileceğini söyleyip onu yönlendirmişlerdi. Ne de olsa Arapça bir metin idi ve bir “gavurun” adı geçecek değildi ya. Benim verecek cevabım kalmamıştı. O ise hâlâ programa girmesinin hiç önemli olmadığını ama o gün konuşamadığından bunları yüzümüze söylemek için geldiğini, koridora da taşıdığı sözleriyle söyleyip mekanı terk etmişti çoktan. Şimdi neye üzülsem bilemiyorum.. Emanet aldığımız genç beyinleri mankurtlaştırdığımıza mı, sahte özgüven verdiğimize mi, hangi birine üzüleyim? Üniversitelerimiz niye tercih edilmiyor, niye dil öğretemiyoruz, niye diplomasinin gereği olan dilleri kullanamıyoruz? Ama en önemlisi bize sunulan bunca imkana ve geçen bunca zamana rağmen niye yapamıyoruz? Her zaman olduğu gibi cevapları siz bulun ve yazıyı tamamlayın sevgili okuyucularım. 7


KIRIM’DA

BEŞ GÜN

Bu vesileyle, 18 Mayıs 1944’te haksız ve zalimce uygulanarak adeta bir soykırıma dönüştürülen sürgünün 74. yıldönümünde o büyük zulmet günlerinde hayatlarını kaybedenleri rahmetle anıyor, Kırım’ın yeniden özgür olacağın a olan inancımı ifade etmek istiyorum. Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

993 yılı Temmuz-Ağustos aylarında yaklaşık otuz gün kadar süren bir Kırım seyahatim olmuştu. Zafer Karatay’ın yapımcılığını üstlendiği “Kırım” belgeselini çekimleri için gitmiştik. Kırım’da bulunduğumuz günler birçok açıdan ilk olma özelliği taşıyordu. Sovyetler Birliği dağılalı henüz 1,5 yıl kadar olmuştu ve istikrarsızlık, yeniden Sovyetleşme endişeleri devam ediyordu. İzleri ve etkisi henüz kaybolmamıştı. Diğer yandan 18 Mayıs1944’te, kadın-erkek, yaşlı-çocuk demeden, bir gece ansızın yurtlarından sürgün edilen Kırım Tatar Türkleri, Mustafa Cemiloğlu önderliğinde başlattıkları vatana dönüş mücadelelerini hayata geçirmek üzere yalnız ya da aileleri ile peyderpey Kırım’a dönüyorlardı. Ancak, büyük bir belirsizlik ve kaosla karşı karşıya idiler. Kırım, Ukrayna’da kalsa da özerk cumhuriyet statüsündeydi ve nüfusun çoğunluğunu Ruslar oluşturuyordu. Hükümet de, Kırım Türklerinin dönüşünü engellemek üzere tüm gücünü ortaya koyuyor, karşılarına her türlü engeli çıkarıyordu. Böyle bir ortamda gittiğimiz Kırım’da gün gün intibalarımı not almaya çalıştım. Ancak, bugüne kadar bunları düzenleme imkânım olmadı. Yeniden gözden geçirdiğimde ise not aldığım günlüğümü bulamadım. Yalnızca daktilo ile kâğıda geçirmeye başladığım, ancak yarım kalmış olan beş günlük notlarım kalmıştı. Böyle de olsa, Sovyetler dağıldıktan hemen sonra tutulan, Kırım’la ilgili bizzat yerinde, saha gözlemlerine dayanan günlüğün bu yönüyle nadir kaynaklardan biri olduğunu düşünerek -saygıdeğer Genel Yayın Yönetmenimiz Mehmet Kamil Berse’nin de uygun görmesiylepaylaşmaya karar verdim. Umarım, günlüklerimin yitik olan diğer bölümünü de bulur ve onları da yayınlama imkânı elde ederim. Bu vesileyle, 18 Mayıs 1944’te haksız ve zalimce uygulanarak adeta bir soykırıma dönüştürülen sürgünün 74. yıldönümünde o büyük zulmet günlerinde hayatlarını kaybedenleri rahmetle anıyor, Kırım’ın yeniden özgür olacağın a olan inancımı ifade etmek istiyorum. 22 TEMMUZ 1993

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//46// mayıs 8

Ukrayna Hava Yollarına ait bir uçakla, rötarlı olarak, 12.00 yerine 18.00’de İstanbul’dan hareket ettik. Kırım’ın başkenti Akmescit (Simferopol) havaalanına indik. Akmescit, yeşillikler içinde bir şehir. İki tarafı böyle yeşilliklerle dolu bir yoldan kadim başkent


Bahçesaray’a geldik ve çiftlik içinde bir eve yerleştik. 23 TEMMUZ 1993

Sabah erken saatte yola koyularak Akmescit’e gittik. Ukraine Tiyatrosunda tertip edilen Bekir Çobanzade konferansına katıldık. Tiyatronun karşısındaki meydanda devasa bir Lenin heykeli vardı. Bu, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra ayakta kalabilen Lenin heykellerinin en büyüklerinden biriymiş. Heykelin öteki yanında da Kırım Yüksek Sovyeti’nin binası bulunuyordu. İşte böyle bir yerde, Lenin heykelinin kaidesinin üstünde, Kırım Türklerinden bir grup ellerinde tarak tamgalı gök bayraklarla gösteri yapıyorlardı. Kırım’ın en işlek yerinde, insan yoğunluğunun en çok olduğu bu meydanda mevcut hükümetin, sürgün edildikleri vatanlarına dönen Türklere çıkardıkları engellemeler ve baskılar protesto ediliyordu. Kırım Tatarları yeni yeni yurtlarına dönmeye başlamışlar. Sürgün öncesine göre oldukça az olan geri dönenlerin sayısının her geçen gün artmakta olduğu bilgisi verildi. Sürgün sırasında geride bıraktıkları evler ve arazilere ise Rus göçmenler yerleşmiş ve yeni dönenlere yerleşim konusunda büyük engellemeler çıkarılıyormuş. Öğleden sonra tarihî Kebir Camii’ne gittik. Cami, Sovyet döneminde harap edildiği için yeniden inşa edilmesine karara verilmiş. Ancak altı aydır inşaat durmuş. Sebebi ekonomikti tabii ki. Namaza gelenler ibadetlerini imamın evinin bir köşesinde eda ediyorlardı. Acı olan ise caminin karşısındaki kilisenin, o da ateizm dönemi uygulamalarından nasibini aldığı halde pırıl pırıl ve görkemli bir şekilde yeniden inşa edilmiş olmasıydı. Kebir Camii’nin bulunduğu yerde Özbekistan’dan yeni dönüş yapmış bir Kırımlı’ya rastladık. Sürgün sırasında sekiz yaşındaymış. Sürgüne giderken annesi, babası ve hısımlarından bir kısmını yolda kaybetmiş. “Sürgüne gönderildiğimiz zaman” dedi, “Evim vardı, barkım vardı. Şimdi ise ne evim var, ne ailem. Eskiden benim olan bu mahallede şimdi sığıntı olarak yaşıyorum.” 24 TEMMUZ 1993

Gece, Yalta ve civarında çekimler yapmak için yola koyulduk. Kökköz (Gökgöz) köyü yakınlarındaki yamacı tırmanırken, Aypetri mevkiinde aracımız su kaynattı. Kullanımdan düşmüş, eski bir askerî minibüs olan aracımızın Kırım Türkü olan sürücüsü yapacak bir şey olmadığını söyleyince orada

gecelemek zorunda kaldık. Ben açık alanda uyudum. Aksilik, yağmur çiselemeye başladı ve battaniye epey ıslandı. Buna rağmen, yıllardır özlemini duyduğum toprakların nefesini daha çok çekebilmek için açık havada yatmaya devam ettim. Sabaha doğru, ezan vaktinde yeniden yola koyulduk. Yollar oldukça kalın bir sis tabakasıyla kaplanmıştı. Bu ahvalde, kavşaklarla dolu bir yoldan ilerleyerek Karadeniz’in kuzeyindeki ünlü Yalta şehrine indik. İlk durağımız Çatalköy oldu. Orada, sürgün sonrası dönüp yerleşmiş bir aileyle tanıştık. Köy, Özbekistan’dan gelenlerden müteşekkildi. Ruslar, burada da geri dönenlere zorluklar çıkarmışlar. Bunun üzerine 1991 yılında Türkler ayaklanmış ve hükümet binasını basmışlar. Her gittiğimiz yerde gördüklerimizden hareketle, geri dönen Kırımlıların öncelikle sürgün öncesi kendilerinin ya da ata-babalarının yaşadıkları yere yerleşmeye çalıştıklarını söylemek mümkün. Çatalköy’den sonra, hemen civarındaki bir başka kadim Tatar köyüne gittik. Ancak, eskiden Türklerle meskun olan bu yerde şimdi Ruslar yaşıyorlardı. Köydeki caminin de durumu içler acısıydı. Cami, pansiyona çevrilmiş, giriş ve üst katı otel odaları haline getirilmişti. Her bir odada yataklar yer alıyordu ve insanlar sere serpe uzanmışlardı. Caminin son cemaat mahallini ise bilardo salonu haline getirmişler, oyun oynuyorlardı. Gördüğümüz her camide olduğu gibi burada da minaresi yıkılmış halde. Camiden çevrilmiş bu pansiyonu şimdi bir Rus kadın işletiyor.

Lenin heykelinin kaidesinin üstünde, Kırım Türklerinden bir grup ellerinde tarak tamgalı gök bayraklarla gösteri yapıyorlardı.

25 TEMMUZ 1993

Yamacına tırmanırken aracımızın arıza yapıp, açık alanda ve çiseleyen yağmur altında gecelediğim Kökköz köyüne gittik. Burası Bahçesaray’a bağlı büyükçe bir yerleşim yeri. Şu anda sakinlerinin yaklaşık dörtte biri Tatar. 9


bir başka köye doğru yola koyulduk. Yancı adındaki bu köyde de camilerin akıbeti aynıydı. Eskiden var olan iki camiden, köyün merkezinde olanı diskoteğe çevrilmiş vaziyetteydi.

Zincirli Medrese

sayı//46// mayıs 10

Köyde, ayakta kalabilen üç camii var. Biri restore edilmekte. Restore edilmekte olan cami, Sovyetler Birliği döneminde, Bolşevik ideolojisini yaymak üzere kullanılan bir karargâh olarak kullanılıyormuş. Duvarlardaki komünizme ait sloganlar halen rahatça görülebiliyor. Sovyetlerin çöküşünden sonra anavatana dönen Türkler, burayı yeniden ihyâ için harekete geçmişler. İki katlı mabedin üst katı Kur’an kursu olarak kullanılıyor. Dersleri, Türkiye’den yaz tatili dolayısıyla oraya giden bir ilahiyat öğrencisi veriyor. Köyde bize, babası Ahıska Türkü olan bir Tatar genci rehberlik etti. Vatandaşlık için Türkiye’ye müracaat etmiş, cevap bekliyormuş. Kendisi müzik öğretmeniymiş. Ah, bu Ahıska Türklerinin Türkiye özlemi!.. Her yerde ve hepsinin yüreğinde… Bu büyük sevgi, nesilden nesile devam edip hiç kaybolmamış. Neredeyse tek arzuları haline gelmiş… Kökköz’e giderken, yolda, Ruzkin Yusupov’a ait bir av köşkü görmüştük. Kökköz’de ona ait bir de malikâne vardı. Malikânenin arazisi oldukça genişti. Bugün ise malikâne ve müştemilatı kimsesizler yurdu olarak kullanılıyor. Bahçesine bir de ilkokul binası yapılmış. Rus sosyal ve kültür hayatında önemli bir yeri ve nüfuzu olan Yusupovlar, aslen Nogay Türklerine mensup bir aileydi. Kazan hanlığının Rus çarlığı tarafından işgal edilmesinden sonra başlatılan din değiştirmeye yönelik baskı ve şiddet döneminde Astrahan’daki Nogay şehzadesi Musa oğlu Yusuf, maiyetiyle birlikte Hıristiyanlığı kabul etmiş ve bir Rus kinezi olmuştu. Ancak, Müslümanken aldığı Yusuf ismini değiştirmemiş, Hıristiyanlığı seçip Ruslaşmasına rağmen Yusupovlar olarak adlandırılmaya devam edilmiştir. Bu yürek yakan hikâyeyi öğrendikten sonra yakınlardaki

Köye kabristanın içindeki diğer cami ise önce depo olarak kullanılmış, şimdi ise kaderine terkedilmiş halde… Harap mı harap!.. Mezarlık ise tarla haline getirilmiş. Tüm mezar taşları kırılmış ve parçalanmış vaziyette. Musladin Musladinoğlu, Özbekistan’dan gelen Tatarlardan. Köyde bulduğu mezar taşlarını Kırım Milli Meclisi’nin müzesine teslim ediyormuş. Karşılaştığımızda, bahçesine yol yaparken bulduğu mezar taşı parçalarıyla ilgileniyordu. Ardından, vahim bir gerçeği daha anlattı ve bizlere, Ruslar tarafından tuvalet taşı olarak konulmuş birkaç mezar şahidesini daha gösterdi. Yancı köyünde Tacikistan’dan gelmiş bir aileye daha rastladık. Bir tren vagonunu ev olarak kullanıyorlardı. İki çocuklu ailenin çok zor şartlar altında yaşadıkları her hallerinden belliydi. Vagondan yalnızca barınmak için yararlanabiliyorlardı. Mutfak, lavabo vs. hepsi dışardaydı. Köye yakıt yılda bir sefer geldiğinden, yemeği dışarıdaki derme çatmak bir sobanın üstünde pişiriyorlardı. Ama vatanları için gelmiştiler ve hallerinden hiç şikâyetçi değildiler. Ülkelerine yeniden sahip olduklarında her şeyin düzeleceğine inanıyorlardı. 26 Temmuz 1993

Bugün Bahçesaray’da idik. Kırım hanlığının başkentinde. Önce Zincirli Medrese’ye gittik. Medrese, adını, kapısının önünde bulunan zincirlerden almış. Zincirlerden gaye, medreseye girecek olanların ilme saygı açısından eğilerek girmelerini sağlamak. Hanların bile. Zincirli Medrese’nin bir diğer özelliği Gaspıralı İsmail Bey’in faaliyetlerini yürüttüğü yer olması. Şimdi ise harap olmanın hüznünü yaşıyor. Sovyet döneminde akıl hastanesi yapılmış ve içerisinde deliler dolaşıyor. Medresenin kubbelerinin önemli bir bölümü çökmüş. İçerisi melez ve dışkı dolmuş. Bizim gittiğimiz gün temizliğin akıl hastalarına yaptırıldığına şahit olduk. Medrese, Mengli Giray Han tarafından yaptırılmış. Giray Han’ın türbesi de tam medresenin karşısında bulunuyor. Giray Han’ın yanı sıra türbede Kırım’ın ilk üç hanının da kabri bulunmakta. Türbenin çatısından otlar fışkırmış ve duvarları harap olmuş. Buradaki gözlemlerimizden yola çıkarak Kırım’daki


Türk-İslâm eserleri için en çok kullanılan kelimenin “harap” olduğunu ifade etmek isteriz. Türbe, sanki Kırım insanının yaşadığı dramının müşahhas bir numunesi. O da sahipsizlikten kaynaklanan tahribattan nasibini almış. Medresenin avlusunda eskiden bir mezarlık varmış. Girayların türbesi de orada olduğuna göre, önemli insanların gömüldüğü bir yer olsa gerek. Ama mezar namına hiçbir iz kalmamış. Bu mezarlıkta defnedilen kişilerden biri de Gaspıralı İsmail Bey. Sovyetler Birliği döneminde onun da mezarı yok edilmiş. Ancak, Kırım Tatarlarının vatana dönüşleri başladıktan sonra, 1991 yılının 17 Mart’ında Kırım Milli Meclisi, Gaspıralı’nın mezarının tahminî yerini tespit ederek bir mezar yapmış ve yanına anıt taş diktirmiş. Kabri, bilenlerin tarifiyle, aslına uygun olarak yeniden yapılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş. Büyük mütefekkir, şimdi tahminî mezar yerinde o eski güzel günlerin gelmesini bekliyor. Zincirli Medrese’den sonra Hansaray’a gittik. 16. Yüzyılda yapılan, Kırım hanlarının o muhteşem ve bir o kadar tevâzukâr sarayına. Saray, geride kalan zulmet dönemlerine rağmen ayakta kalabilmiş. Mütevâzı ama insanda saygı uyandıran bir mimariye sahip. İçindeki Han Camii, şu anda kısmî olarak ibadete açılmış. Bölüm bölüm restore edilmekte. Caminin içinden geçilerek bir müzeye varılıyor. Müzede Kırım’ın İslamî dönem eserleri sergileniyor. Caminin hemen yanında bir mezarlık var ve içinde iki türbe bulunmakta. Her birinde yine Kırım hanlarının kabirleri olduğu söyleniyor. Mezarlığa girişte bir anıt mezar dikkatleri çekiyor. Mezar, bir hana ait. İsminin bulunduğu yer tahrif olmuş sadece “hana” ibaresi okunabiliyor. Hanın annesi Fransız imiş. Bir Polonya seferi esnasında Yunan doktoru tarafından zehirlendiği rivayet olunuyor. Türbeler mezarlığın iki yanında yer alıyor. Ancak bunlardan biri şimdi marangoz atölyesi olarak kullanılıyor. Han mezarlarının üstünde kereste yığınları var. İçindeki mezarlar ve şahideleri sökülmüş, bir keresteymiş gibi bir kenara yığılmış. Şu anda görünen yalnızca mezar yeri temellerinin izleri. Diğer türbenin ise tüm pencereleri duvarlarla kapatılmış. İçinde ne olduğu ve ne yapıldığı bilinmez bir halde. Zaten birinciye de o anda türbede çalışan marangoz ustasının izninin hilâfına, bir anlamda cebren girebilmiştik. Kabristanın içinde Osmanlı subaylarına ait bölüm daha var. Kırım hanlarına destek ya da Kırım ordusunu eğitim için gelmiş

ve burada vefat etmiş subayların mezarları… Paşalar, mülazımlar… Yan yana yatıyorlar. Mezarlıkta dikkati çeken bir başka husus da, bazı mezar taşlarının baş kısımlarının kırılmış olması. Sebebini öğrenme imkânımız da oldu: 1971 yılında, sürgüne gönderilen Tatar Türklerinden biri Kırım’a dönünce, bazı Ruslar bunu fırsat bilerek, onun şahsında Kırım Türklerini İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara yardım ettiği bahanesiyle bir antiTatar hareketi başlatmışlar. Bu olaylar sırasında Ruslar, daha önce yarımadanın öz sahiplerini sürgünle kıyıma uğrattıkları gibi mezar taşlarını da tamamen tahrip etmişler… Vahşet, vahşet, vahşet!.. “Tamga” vurma âdeti, kadim Türklerde hükümranlık sembolü olarak kullanılıyordu. Her Türk boyunun kendine mahsus bir tamgası bulunuyordu. Tamgalar, mezar taşlarından hayvan sürülerinin hangi boya ait olduklarını göstermeye kadar pek çok yerde, aidiyeti ifade için kullanılıyordu. Kırım Türklerinin tarak şeklindeki tamgasına da hem Han Camii’nin duvarında hem de sarayın taç kapısının işlemeli kitabesinde rastlıyoruz. Akşam eve dönüşten önce, Türkiye’ye telefon edebilmek için Bahçesaray’ın en büyük postanesine gittik. Uzun bir kuyruk vardı. Üç arkadaş telefon numaralarımızı yazdırdık. Yarım saat kadar sonra ilk arkadaşın çıktı. Ben üçüncü sıradaydım. Bir saate yakın beklememize rağmen benimki çıkmadı. O sırada arkadaşlarla konuşarak bu durumu, biraz da yüksek bir sesle, eleştiriyorduk. Bir gencin bizi dikkatlice izlediğini fark ettik. Bu durumdan huylanmıştık ve zaman geçtikçe bu duygumuz daha da artmaya, endişemiz büyümeye başlamıştı. Çünkü yıllar yılı Rus istihbaratı hakkında pek çok şey duymuş ve okumuştuk. O sırada bizi dikkatle süzmekte olan adam, “siz Türk müsünüz?” diye Anadolu ağzıyla bir soru yöneltti. Şaşırmıştık. Meğer Türkiye’de Mesket Türkleri olarak bilinen Ahıska Türklerindenmiş. Adı, Sait’miş. Türkiye’ye gitmek için müracaatta bulunmuş. Cevap bekliyormuş.

Medrese, Mengli Giray Han tarafından yaptırılmış. Giray Han’ın türbesi de tam medresenin karşısında bulunuyor.

Ahıskalı Sait ile bir süre sohbet ettik. Bu sırada orta yaşlı bir Ahıskalı daha geldi. Sait, bizim Türkiye’den olduğumuzu söyleyince, inanılmaz bir sevinç gösterdi. Neredeyse o koskoca adam sarılıp ellerimizden öpecekti. Onun da katılmasıyla sohbetimize bir süre daha devam ettik. Bizleri evine davet etti. Ancak vaktimizin olmadığını söyleyerek müsaade isteyip vedalaştık. 11


DERSAADET’İN MERKEZİNDE

TİCARETDEN

TURİZME GEÇİŞ Bu bina meşhur "Vakıf Han" 1912 de yapılmış.. Mimar Kemaleddin imzalı bir muhteşem yapı daha Dersaadetin merkezinde..Bir zamanların İstanbul borsasının ve bankerlerin bulunduğu tarihi bir han..Meşhur batık Banker Kastelli 1980 li yılların sonuna kadar burada iki katta faaliyet gösterirdi.. Mehmet Kâmil BERSE

üzyıllarca ticaretin kalbinin attığı yer oldu Tahtakale,Mercan,Sultanhamam.. Demiştik önceki yazımızda, eski hanları birer birer otele dönüşüyor Sultanhamam’ın. Birçok ünlü işadamının yetiştiği ve “Sultanhamam Üniversitesi” olarak anılan Sultanhamam ve çevresi önümüzdeki yıllarda turizmin merkezi olacak… 100 yıl önce temelleri atılan Hanları vardı İstanbul’un Tarihte bir çok misyonu üstlendiler yıllar boyunca.. Bunların başında Vakıf hanları gelir… Evkaf nezareti inşaat ve tamirat dairesi'nin Mimar Kemalettin bey'e istanbul'da yaptırdığı yedi adet iş hanı. Listesini yazalım.. 1. vakıf han - yapı kredi bankası 2. vakıf han - eminönü, saka mehmet sokak 3. vakıf han - 1911-1913, beyoğlu, çukurcuma, turnacıbaşı sokak 4. vakıf han - sirkeci, hamidiye cad. 5. vakıf han - 1.vakıf han'ın hemen yanında, 6. vakıf han - karaköy, kemankeş caddesi, 7. vakıf han - aşirefendi caddesi, sirkeci, MİMAR KEMALETTİN, 100 yıl önceden bugünün otellerini tasarlamış! TARİH İÇİNDE RUHU DEĞİŞEN YAPILAR 1. VAKIF HAN- (Yapı Kredi Bankası)

SULTANHAMAM (EMİNÖNÜ) / MİMAR KEMALETTİN BEY , Yapım yılı 1918. Bodrumla birlikte yedi katlı olan yapı, Sultanhamam’da, Şeyhülislam Hayri Efendi ve Vakıf Hanı Caddeleri ile Rahvancılar Sokağı’nın çevrelediği arsa üzerinde inşa edilmiştir. Sultanhamam ın Bahçekapısına açılan yüzündedir..Güneydoğusunda Sümerbank, güneybatısındaysa Deutsche Orient Bank’ın yer aldığı yapının üzerinde tarih yazıtı bulunmadığından hanın kesin yapım yılı saptanamamakla birlikte en erken 1918’de bitirildiği kabul edilmektedir. Duvarları kesme taşla, döşemeleri çelik kirişleme sistemiyle yapılan ve üzeri kiremit kaplı, kırma, ahşap bir çatıyla örtülen kare planlı hanın zemin katı, tek bir kiralık mekan olarak düzenlenmiştir. Üst katlardaysa, merdiven kovasını çevreleyen koridorun üzerine dizilmiş 10 adet büro ile koridor uçlarına yerleştirilmiş birer tuvalet bulunmaktadır. Yapının cepheleri, klasik çağ Osmanlı mimarlığından esinlenilen öğelerle bezenmiştir. Eminönü'ndeki 1.Vakıf Han son yıllarda restore edildi… 2. VAKIF HAN DA OTEL OLDU…

İstanbul Sirkeci'deki 2. Vakıfhan butik

sayı//46// mayıs 12


otele dönüştü. Girişimci, binayı Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden 35 yıllığına kiraladı. Osmanlı’nın son dönemine ait önemli mimari eserlerden biri daha butik otele dönüştü. Ulusal Mimarlık Akımı’nın baş temsilcisi Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılan Vakıf hanlardan ikincisi olan Sultahamam’daki 2.Vakıfhan, İstanbul’un en yoğun iş merkezlerinden Sirkeci’nin kalbinde otel olarak hizmete giriyor.. Tarihi mirası ile ünlü, eski İstanbul’un merkezi Sirkeci’deki 2.Vakıfhan’ı, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden 35 yıllığına kiralayan, girişimci Murat Tuksal’ın sahibi olduğu El Yatırım firması, tarihi binayı butik otele dönüştürmek üzere kolları sıvadı. Otelin proje çalışmalarını, aralarında Topkapı Sarayı, Mısır Çarşısı ve Cumalıkızık gibi önemli işlere imza atan Dr. Mehmet Alper yaptı.. Bu arada kulislerde, El Yatırım firmasının sahibi Murat Tuksal’ın, butik otel konusunda vizyon sahibi, Uzmanlar, 2.Vakıfhan’ın tarihi yarımadadaki cazip yatırımlardan biri olacağına kesin gözüyle bakıyor. III.VAKIF HAN

Çukurcumaya sık olmasada zaman zaman gider dolaşırım, bit pazarı dediğimiz antikacıların çokça bulunduğu bir yer çukurcuma..Ve antikacıların bulunduğu semtte 100 yıllık bina, Corinne Hotel oldu... Mimar Kemalettin imzasıyla Beyoğlu, Çukurcuma’da bir asıra şahitlik eden 3’üncü Vakıf Han, butik hotel olarak hizmet vermeye başladı. Aslına sadık kalınarak restore edilen “Corinne Hotel” adını Cumhuriyet döneminin ünlü opera sanatçısı Madam Corinne’den alıyor. Her biri özel dekore edilmiş 39 odası bulunan “Corinne Hotel”in Cafe&Retaurant hizmeti de bulunuyor. Avukat Suat Ballı’nın Beyoğlu’na ve tarihi binalara olan ilgisi ve sevgisi kısa bir süre önce Çukurcuma’da kaliteli, konforlu ve kişiye özel hizmet vermeye odaklanmış bir butik otele dönüştü. “Corinne Hotel”, adını Cumhuriyet döneminde Çukurcuma’da yaşamış ve milli mücadeleye destek olmuş hatta İngilizler yüzünden İtalya’ya geri dönmek zorunda kalmış ünlü ve saygın bir opera sanatçısı Madam Corinne’den alıyor. “Corinne Hotel”in bire bir aslına uygun restore edilen binası bugün 100 yaşında. Aslına ve 100 yıl önceki amacına uygun restore edildi! 1911 yılında, ulusal mimarlık akımının öncülerinden Mimar Kemalettin tarafından yüksek gelir ve prestij sağlamak amacıyla 3’üncü Vakıf Han olarak yapımına başlanan bina, 1913’de tamamlanıyor. Bu süreçten tam yüz yıl

sonra, 2011 yılında butik hotel olarak tasarlanan binanın tamamlanma yılı ise ilginç bir tesadüfle 2013 ..Önceki aslına ve amacına uygun olarak restore edilen “Corinne Hotel”de her biri farklı özelliklerde 39 oda bulunuyor. İstanbul genelinde sadece 6 otelin sahip olduğu gerçek butik otel sertifikasına sahip olan Corinne’nin cafe ve restaurant hizmeti de bulunuyor. Asırlık bir huzurun içinde kaybolmak isteyenler için tasarlandığı reklamı yapılıyor.. Asırlık tarihi dokusu, büyüleyici aurası, huzurlu atmosferi ve kişiye özel hizmet anlayışı ile dikkat çeken “Corinne Hotel” sade, yalın bir şıklığı arayanlara özel dekore edildi. Hotel de ön plana çıkan bazı önemli ayrıntılar ise şöyle... Yüksek tavanlı 39 odanın 21’i ışık değil, güneş alıyor. Pencere yönünden zengin hotelin birçok odasında normal ve Fransız balkonlar mevcut. Odalarda yerden ısıtma sisteminin yanı sıra saatte 100 m3 civarında temiz hava sirkülasyonu sağlayan özel bir hava sistemi var. Banyo - hamam karışımı bir ambiyansla dekore edilen banyoların bazılarında jakuzi de bulunuyor. Odalarda yüksek kalitede yataklar ve özel pamuktan üretilen tekstil ürünleri kullanılıyor. Her odanın ayrı bir ruhu var. Odalar, kişinin bir otel odasında değil de evinde gibi hissedebilmesi için gerekli olan her ayrıntı titizlikle uygulanmış. Corinne, sadece bir butik hotel olarak hizmet vermeyecek! Tarihi geçmişiyle dikkat çeken “Corinne Hotel”in duvarlarındaki kiremitler üzerinde 1907 yılına ait damgaları görmek mümkün. Osmanlı döneminde kaliteli işçiliğin göstergesi olan bu damgaların yanı sıra binanın hiç değişmeyen en değerli parçası orijinal mermer merdivenleri ve tırabzanları. “Corinne Hotel”, konaklama, cafe ve restaurant hizmetlerinin yanı sıra kültür ve sanat camiasında ses getirecek farklı etkinliklere de ev sahipliği yapmayı amaçlıyor. Piyano resitelleri, sanat camiasının önemli isimlerini bir araya getirecek organizasyonlar, imza günleri, fotoğraf ve resim sergileri kısa bir süre sonra hayata geçirilmesi düşünülen etkinlikler arasında. Yunanlı şef ve ekibinden eşsiz lezzetler… Corinne Cafe&Restaurant, sadece otel de konaklayanların değil asırlık tarihi binanın büyüsüne kapılan herkesin müdavim olduğu bir mekân. Yunanlı bir şef ve 4 aşçıdan oluşan ekibin hizmet verdiği restaurantta dünya mutfağından lezzetler sunuluyor. Yerli, yabancı misafirlerin ilgisini çeken “Corinne Cafe&Restaurant, gündüz saatlerinde cafe, gün 13


Tarihi geçmişiyle dikkat çeken “Corinne Hotel”in duvarlarındaki kiremitler üzerinde 1907 yılına ait damgaları görmek mümkün.

değişimlerinde ise; restaurant olarak hizmet veriyor. Beyoğlu’nun ve Çukurcuma’nın mistik ve büyülü manzarasına hâkim teras bölümü de çeşitli etkinliklere ve organizasyonlara ev sahipliği yapacak. III.Vakıf Han Turizmin özel aranan bir mekânı olarak birkaç asır daha hizmet vermeye aday… IV.VAKIF HAN

Bu bina meşhur "Vakıf Han" 1912 de yapılmış.. Mimar Kemaleddin imzalı bir muhteşem yapı daha Dersaadetin merkezinde..Bir zamanların İstanbul borsasının ve bankerlerin bulunduğu tarihi bir han..Meşhur batık Banker Kastelli 1980 li yılların sonuna kadar burada iki katta faaliyet gösterirdi..alt katın dışarıya bakan batı dükkanlarından köşedeki tarihi Hafız Mustafa lokumcusu idi. Binanın içi de dışı kadar görkemli idi..Kat yüksekliği 5 metre olan çok ferah katları vardı.. "Türk NeoKlasisizmi" (Ulusal Mimarlık) stilinde bir bina.. Bulunduğu cadde, hayatım boyunca sıkça yolum oluan bir cadde..Hamidiye caddesinin iki tarafında ve cadde boyunca İstanbulun en eski işyerleri ve binaları yer alıyor..Ülkemizin en eski tarihli firması Ali Muhiddin Hacı Bekirin merkez işyeri bu cadde üzerinde, Hafız Mustafa aynı Şekilde, Konyalı Satçı da asırlık bir firma..Doğubank adıyla maruf önemli bir işhanında ithal malları uygun fiatlarla aldığımız bir yerdi.. 4.Vakıf Hanı bugün World Park Otel- Legacy Ottoman olarak Turizme hizmet ediyor.. Hotel,Eminönü’’nde, Hobyar Mahallesi Hamidiye Caddesi üzerinde yer alır. I.Abdülhamit Külliyesi’nin yerine yapılan ve Mimar Kemalettin Bey’in eserlerinden biri olan han, döneminin önemli ticari yapılarından biridir. 1911’de yapımına başlanan hanın savaş nedeniyle inşaası yarım kalmıştı, İstanbul’un işgali sırasında dışı tamamlanmış ve içi Fransızlar tarafından “Caserne Victor” adıyla karargah olarak 4 yıl işgal kuvvetlerince kullanılmıştır. Çok kenarlı yamuk bir arsa üzerinde yükselen çelik iskelet sistemli yapı, bodrum katıyla birlikte 7 katlıdır. Cepheleri batı, güney ve doğu yönlerinde kesme taş ve mermer kaplama olarak tasarlanmış , kuzey cephesinde ise tuğla duvar üzerine sıvalı olarak bırakılmıştır. Her cephe diliminin ara kat penceleri sepet kulplu kemerlerle, ikinci, üçüncü ve dördüncü kat pencereleri sivri kemerlerle geçilmiş, üst iki kata üçlü pencereler açılmıştır.cephesi 79 metre genişliği 28 metredir.. Batı Zemin katta, sayı//46// mayıs 14

simetrik olarak yerleştirilen iki giriş, “U” biçimli bir pasajın iki ucuna açılmaktadır. Bu pasajın dirseklerinde yer alan merdiven ve asansörler üst katlara bağlantı sağlar. Zemin kat ikişer katlı 24 adet dükkana ayrılmıştır. Eş planlı diğer katlarda ise 37’şerden toplam 148 oda bulunmaktadır. Köşelerde çatı düzeyinde yükselen üzerleri kubbeli iki oda, bu bölümün kule görünümü kazanmasını sağlamıştır. Çatı kaplaması Marsilya kremidindendir. Yapının giriş cephesi, I. Ulusal Mimarlık üslubuna uygun olarak özenle bezenmiştir. Dükkan açıklıklarının iki yanında köşe sütunçeleri, asma kat düzeyinde bezemeli kare levhalar, kemer köşeleri ve kilit taşlarındaki gülçeler, cumbaların taş konsollarında mukarnas, madalyon ve rumi motifleri, birinci kat pencerelerine geçilen Türk üçgenleri, üçüncü kat pencerelerine geçilen mukarnaslı silmeler, dördüncü kat kemer köşelerinde mavi-beyaz-turkuaz çiniler, en üst kat pencere kemerleri aralarında baklava dilimli başlıkları olan mermer sütunlar ve kubbe eteklerindeki mukarnaslı, palmetli kornişler, bu üslubun süsleme anlayışını yansıtmaktadır. Bina, uzun süreler adını taşıdığı “han” işlevi ile kullanıldıktan sonra 2000’li yılların başında adliyeye dönüştürülmesi gündeme gelmiş ve aynı dönemde boşaltılarak kaderine terk edilmişti. Yapı 2006 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, turizmci işadamları Mehmet İpek, Rauf Akdal ve Sedat Eser’in kurduğu Gap-San Eserler şirketine kiraya verilmiş ve “Yap- İşlet- devret” modeli ile kente tekrar kazandırılmıştır. Geçirdiği restorasyon sırasında otel işlevi verilmesi ile handa bazı değişikliklere gidilmiştir: Binanın girişi tam merkezdeki dükkanın bulunduğu yere alınarak, otelin resepsiyon bölümünün burada konumlanması sağlanmış, kısmi bir otopark, teknik bölüm, mutfak ve fitness bölümü eklenmiş, cephe onarım, bakım ve temizleme işlemleri yapılmıştır. Binanın mevcut plan düzeni aynen muhafaza edilmiş, çatı arasının lokanta yapılması dışında binaya ek bir fonksiyon yüklenmemiştir. Yapı bugün “Legacy Ottoman Hotel” adıylaTurizme hizmet veriyor. Tarihi yapıların, hanların ve kamu binalarının Turizme hizmet etmesi amacıyla kullanılması Dünya üzerinde çokça uygulanan bir yöntemdir.İstanbul gibi Turizm potansiyeli artarak büyüyen bir şehirde mevcut potansiyelin değerlendirilmesi akılcı bir yöntemdir.. İstanbul Dersaadette Hanları anlatmaya devam edeceğiz…


İNTİHAR VİTRİNİ

BULVARLAR

Kitle kültürünün bir sonucu olarak; insanları bir örnek tutum ve davranışlara iten değerler, kitle haberleşme araçları ve eğitim kurumlarıyla yeryüzü ölçüsünde geçerlik kazandı. Prof.Dr. E.Nazif GÜRDOĞAN* enry Ford’un araba üretimine uyguladığı yürüyen montaj hattı tekniği; günümüzde daha da geliştirilmiş olarak, buz dolabından kurşun kalem üretimine kadar her ürün konusuna uygulanır hale geldi. Sanayi toplumlarının en göze çarpan özelliği olan kitle üretimi, aynı zamanda kitlesel tüketimi da vazgeçilmez hale getirdi. Kitlesel tüketimin, daha yerinde bir deyişle, “ikinci defa kullanma” ya da “kullan at” kültürünün yaygınlık kazanması için, büyük işletmelerin yanında, büyük kentler ve büyük alış veriş merkezleri inşa edildi . Kitlesel tüketimin artırılması için, kitlesel tutum ve davranışlar önem kazandı . Kitlesel tüketim ortamı, endüstriyel ürünler gibi bir örnek tutum ve davranışlarla tekdüze bir yaşama biçimi oluşturdu. Kitle kültürünün bir sonucu olarak; insanları bir örnek tutum ve davranışlara iten değerler, kitle haberleşme araçları ve eğitim kurumlarıyla yeryüzü ölçüsünde geçerlik kazandı. Sanayi işletmelerinin belirli kentlerde yoğunlaşmasıyla, kentler giderek bir birine eklendi. Kitlesel üretimin yol açtığı kitlesel tüketim , her gün pazara bir yenisi çıkarılan , bir kere kulanılıp atılacak, dayanıksız tüketim ürünleryle sürekli kan tazeliyor. Büyük çokuluslu işletmelerin rasyonel üretimlerini , bütün dünyadaki tüketici kitlelerinin irrasyonel tüketimleri ayakta tutuyor. Dünyanın bütün kentleri , büyük işletmelerin fabrikaları ve markalaşan ürünleriyle dolup taşan alış veriş merkezleri tarafından işgal edildi. Sınır tanımayan büyüme tutkusu, çokuluslu şirketleri, Alaaddin’in Lambası’nın denetimden çıkan devleri haline getirdi Onlar bulundukları ülkelerin sınırlarını aşarak, bütün ülkelerde yaptıkları üretimleri , bütün ülkelere pazarlıyor . Onların dünyanın her kentinde, birer dünya markası olan ürünlerinin satıldığı alışveriş merkezleri, insanların haftada en az bir defa ziyaret ettikleri tapınaklara dönüştü. *T.C.Maltepe Üniversitesi

. Büyük kentlerin denetimden çıkan şehiriçi ulaşım düzeni içinde, insanlar yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma duyarlılıklarını yitirirdi . Kişilikli yaşama gayreti adeta akıntıya karşı kürek çekmeye benziyor. Kültürel çoraklaşma, her alanda kendini gösteriyor, tabiat bütün doğallıklarıyla, günlük yaşantının dışına atıldı. Doğal hayatla olan bağlar bir bir koparıldı. Seyid Hüseyin Nasr, çağdaş sorunların temelinde, insanın hayatından tabiatın bütünüyle atılarak, yerinin yapay bir çevreyle doldurulmaya çalışılmasından kaynaklandığını vurguluyor. Ağaçlar, çiçekler, denizler ve kuşlar,insanların hayatında bir buzdolabı, bir teyp ya da televizyon kadar yer tutmuyor.Büyük kentlerde bütün bir toplum , insan yapısı yapay bir çevre içinde endüstriyel ürünlerle kuşatılmış bir biçimde yaşıyor.Tabiat yalnız günlük hayattan sökülüp atılmakla kalmıyor, sanayi işletmelerinin yan etkileriyle, sürekli olarak tahrip de ediliyor. Kentlerde insanlar , çok katlı binalar arasında tabiattan kopuk olarak yaşıyor . Erdem Bayazıt “Nereye gitsem hep apartmanlar çıkıyor önüme /Alıp başımı duvarlara çarpıyor bu yollar” dizeleriyle, kentlerin yeni yapısını çok çarpıcı bir biçimde özetler. Kentler oluşturdukları yapay çevreyle, insanları hem tabiattan hem de doğal hayattan uzaklaştırıyor. İşletmelerin sınırsız büyüme saplantısı, büyük kentlerin bulvarlarında dostluğu, merhameti ve sevgiyi çarmıha geriyor. Tabiatla insan arasına makinalardan aşılmaz bir duvar inşa ediliyor . Doğal olanla insan arasına giren makina duvarlarını eritmek için, “Bir orman gibi büyür içimde sevmek” diyebilecek, geniş ve zengin yüreklere ihtiyaç vardır. İnsanının tutkularının somut bir yansıması olan makinaları, ancak bir yanardağ sıcaklığıyla kaynayan aydın yürekler eritir. İnsanın tabiatla bağlarını yenilemeden, makinaları denetim altına alması mümkün değildir. Yitirilen doğal hayatı bulmak ve “İntihar vitrini bulvarları” yaşanır hale getirmek için, sevgiyle, dostlukla silahlanmak gerekir. Sınırsız kazanç üzerine kurulan, gösteriş harcamalarını kutsallaştıran tüketim ekonomisinin can damarlarını, varlığa sevinmeyen, yokluğa yerinmeyen, yalın ve onurlu yaşamasını bilen insanlar kurutur. Tabiatı insan hayatından söküp atan, büyük işletmeler ve büyük kentler dağıtılmalıdır. Bütün dünya kentlerde orman gibi büyüyen sevgi adına, bir dönüşüm bekliyor. Artık tüketim insanın günlük hayatında bir kedinin bulvarda dolaşması kadar bir yer tutmalıdır. İnsanın gölgesi olan makinaları, işletmeleri ve kentleri denetim altına alacak olan dış zenginlik değil, iç zenginliktir. İç zenginlikten yoksun olanlar için, doğal çevrenin korunmasının bir anlamı yoktur. Aranan teknoloji yüzlü bir insan değil, insan yüzlü bir bir teknolojidir . Fizikçi Denis Gabor, dünyayı şairlerin değiştirebileceğini söylüyor. Octavio Paz da aynı görüşü paylaşıyor. Çok derinlerde, ancak erişilemeyecek kadar uzaklarda olmayan gerçeğe ulaşacak olanlar şairlerdir. Paul Valery’nin vurguladığı gibi, şairler kahinlere benzer, yıllarca sonrasını görür ve günlerine taşır. İnsanların iç dünyaları döviz kurlarıyla değil, şiirle beslenir . Kirlenen kültür çağın kirlerinden şiirle arıtılır. 15


MARKO POLO VE GALAKSİ’DE BİR ŞEHİR

Venedikli tüccar Marko Polo, İpek Yolunda yaptığı bitmez tükenmez yolculukların notlarını tutmuş ve bir şeklide karşılaştıkları Moğol hükümdarı Kubilay Han’a bunları sunmuş. Hükümdar anlatılan bu olağandışı hâdiselerden, kişilerden ve şehirlerden ziyâdesiyle etkilenmiş ve Marko Polo’yu kendine dost kılmış. Onu elçi olarak Çin’e yollamış ve yakın çevresi içinde tutmuş. Sık sık da huzuruna çağırıp gördüğü yeni şehirleri ve aldığı notları dinlemiş.. Kâmil UĞURLU

talo Calvino, 20. yy.’ın ilk çeyreğinde Küba’da doğmuş bir İtalyan yazardır. Şehir üzerine felsefeler inşa eden, son çağın önemli filozoflarından biridir. Onun Türkçeye de çevrilmiş, “Görünmez Kentler” adında bir kitabı var. Fevkalâde ilginç bir kitap. Şehir üzerine ütopik düşünceler geliştiren, kısa, çarpıcı, çılgın notlardan oluşan bir kitap bir kurgu. Kitap, iki kişi arasında geçen diyaloglardan teşekkül ediyor. Venedikli tüccar Marko Polo, İpek Yolunda yaptığı bitmez tükenmez yolculukların notlarını tutmuş ve bir şeklide karşılaştıkları Moğol hükümdarı Kubilay Han’a bunları sunmuş. Hükümdar anlatılan bu olağandışı hâdiselerden, kişilerden ve şehirlerden ziyâdesiyle etkilenmiş ve Marko Polo’yu kendine dost kılmış. Onu elçi olarak Çin’e yollamış ve yakın çevresi içinde tutmuş. Sık sık da huzuruna çağırıp gördüğü yeni şehirleri ve aldığı notları dinlemiş.. Marko Polo aslında İmparatora imkânsız kentleri anlatıyordu. Kubilay Han uçsuz-bucaksız gücünün kaybolmaya yüz tuttuğunu görüyordu ve bu imkânsız kentleri dinleyerek, yıkılmaya mahkum surların ve kulelerin içinden, akkarıncaların bile kemiremeyeceği kadar ince bir resmin telkâri çizgilerini seçmeye çalışıyordu. Marko Polo anlatıyordu ve Kubilay Han, tahtında, başını ellerine havale edip, iki çizgi haline gelmiş çekik gözleriyle onu dikkatle dinliyordu. “..İnsan, oradan yola çıkar, üç gün hep doğuya giderse bu anlatacağım kente varır. Kentin altmış gümüş kubbesi, bütün tanrıların bronzdan heykelleri, kalay kaplı yolları, kristal bir tiyatrosu, bir kulenin tepesinde her sabah öten altın bir horozu vardır… Günlerin kısaldığı bir Eylül akşamı, lokanta kapılarında rengârenk lâmbalar birden yandığında ve terasın birinden bir kadın keyifle bağırırken, bu kente gelen biri aynı akşamı daha önce de yaşadığını..hatırlar.” Bu anlatımla Kubilay Han’ın ilgisini çekemediğini düşünen Venedikli yeni bir şehre başladı. Onun görevi, başı sonu belli olmayan kadîm Asya’da ve Avrupa’da ve Afrika’da gördüğü kentleri Moğol hükümdara uygun kelimelerle anlatmak ve onu şaşırtmaktı. (Marko Polo, hükümdarın dili dahil, bütün Asya dillerini mükemmel konuşuyordu) “İnanmaya hazırsanız Hân’ım, size anlatacağım şu şehri dinleyin. Örümcek ağı kent, iki sarp dağ arasındaki uçurumda, boşlukta duruyor. Bir doruktan ötekine halatlar, zincirler ve tahta

sayı//46// mayıs 16


köprülerle bağlanmış. Küçük tahta traversler üzerinde, boşluklara basmamaya dikkat ederek yürüyor insan. Veya kenevir ilmiklere tutunuyor. Aşağıda yüzlerce, binlerce metre hiçbir şey yok. Birkaç bulut geçiyor, uçurumun dibi zar-zor seçiliyor. Kentin temeli, bu geçit ve destek gibi kullanılan ağdır. Geri kalan her şey yukarıya yükseleceği yerde aşağıya doğru gelişiyor, sarkıyor. İp merdivenler, hamaklar, çuval evler, küçük teknelere benzeyen teraslar, su mataraları, gaz lâmbaları, kebap şişleri, sicimlere bağlı sepetler, yük asansörleri, duşlar, trapezler, oyun çemberleri, teleferikler, âvizeler, sarkan yapraklarıyla çiçek saksıları… Bu şehrin sakinleri boşluğa asılı yaşıyorlar ve bu sebeple diğer kentlerden daha güvenli bir yerdeler..” Moğol Hükümdar, imparatorluğun çok geniş toprakları üzerinde sayısız tuhaflıklar, gariplikler gördüğü için, anlatılanlar onu fazla şaşırtmıyordu ve giderek sıkılıyordu. “Bana, beni şaşırtacak şeylerden, şehirlerden, insanlardan… söz et Marko, bu anlattıkların yavan ve olabilecek şeyler” diyordu. Marko ona, son seyahatinde gördüğü bir şehri anlatarak onu bu defa şaşırtacağını ve hayretlere salacağını söyledi. Ve aynen şunları söyledi: “Hân’ım, (hükümdara bazan böyle hitap ederdi) bu son gördüğüm şehir daha öncekilerden farklıdır. Anlatılması ve inanılması oldukça zor mekânlarla ve sahnelerle doludur. Orada uzunca bir süre kaldım. Burası, Tanrı’nın cömert davrandığı bir şehirdir. Aralarında deniz dolaşan dört ayrı merkezi bir araya getirmişler. Bunların birine Dersaadet, diğerine Üsküdar, ötekine Galata

ve dördüncüsüne de Eyüp demişler. Hepsinin ayrı merkezi ve çevrelerinde köy ve kasabaları mevcut. Öyle bir dizilmişler ki, sanki Galaksi yere inmiş zanneder görenler. Tam Yedi tepe saydım. Her tepeye bir ulu mâbet yapmışlar. Her birinin tepesinde güneşi karşılayan, ağırlayan ve uğurlayan parıltılar vardı. Görenlerin bir daha unutması mümkün olmayan bu kentin ortasından bir deniz akmaktadır. Deniz akar mı Hân’ım? Burada akmaktadır, aziz bir nehir gibi akmakta ve denizlerin suları birbirine karışmaktadır. Tepelerin üstüne yaptıkları mâbetlerini dağların gidişatına öylesine uydurmuşlar ki, ben ilk gördüğümde onları, dağların devamı ve yontularak dev heykeller yapıldığını sandım. Mâbetlerin hepsinde göğe doğru uzanan kuleler vardır. Başını yukarı çevirmiş, dizüstü oturmuş bir masal kahramanının, Tanrısına yalvarmasına benziyorlar. Her biri özel güzellikler, nâdir şeyler sunmasa da sokakların ve sokaklar boyunca evlerin, evlerdeki kapı ve pencerelerin sıralanışıyla, bu kentin her noktasıyla akılda kalma gibi bir özelliği vardır. Tıpkı, tek bir notasını bile yerinden oynatamadığın, ya da değiştiremediğin bir müzik partisyonundaki gibi, birbirini izleyen şekiller üzerinde gizlidir bu kentin esrarı. Kente yeni gelen biri, uyuyamadığı gecelerde kendini bu kentin yollarında yürürken hayal eder ve meydan saatinin ve berberin çizgili perdesinin, dokuz fıskiyeli çeşmenin, karpuz sergisinin… Türk hamamının, köşedeki kahvenin, limana giden kestirme yolun… birbirini izleyişindeki düzeni hatırlar ve bunu asla unutamaz. Bu güzergâhın her noktasında belleğin anlık çağrışımlar yapmasına yarayacak bir benzerlik veya zıtlık ilişkisi kurabilir. İşte bu sebeple 17


“Bana, beni şaşırtacak şeylerden, şehirlerden, insanlardan… söz et Marko, bu anlattıkların yavan ve olabilecek şeyler”

dünyanın en bilge kişileri bu kenti ezbere bilirler, bilmek zorundadırlar. • Buraya ilk gelişimde zaman bahardı. Sanki Tanrı buraya büyük ve yetkin bir ressam yollamış ve dağları taşları kutsal pembe renge boyatmıştı. Adına “erguvan” dedikleri bir ağaç, buralar için yaratılmış gibi. Evler bahçeliydi ve orada güller açmıştı, çeşitli güller ve karanfiller ve hatmiler. Ve hanımelleri ve gecesefaları. Pencereleri fesleğen kokuyordu ve sardunyalarla renkliydi. Kapılar her ev için özel yapılmıştı. Kocaman ahşap kapıların ortasına bir de küçük kapı yapmışlar ve bu kapıya “sıpalı” kapı adını vermişler. Ve üzerinde hanım eline benzetilerek yapılmış tokmaklar koymuşlar. Meydanlarında kocaman asırlık çınarlar vardı. Bu şehrin her tarafı çınarlarla dansediyor. Ve onların gölgesinde gölgelerini dinlendiren, o çınarlar kadar yaşlı, aksakallı, tebessüm eden, birbirlerine askerlik hatıralarını anlatan ve geçmiş günlerini yanlarına çağırıp onlarla halleşen insanlar gördüm.. Yol üstünde cumbalı ahşap evin yanında küçük bir mâbed ve suyu durmadan akan, tevazudan önüne bakan bir çeşme görürsünüz. Ve onun küçücük, avuç kadar havuzunda zülüflerini tarayan bir salkım söğüt. Gece gündüz o havuzun aynasında güzelliğini seyrettiğini zannedersiniz.. Kendimden geçip onları seyre daldım. Meşin önlüğünde galaksinin haritasını taşıyan bir bakkal, onun adı yoktu, kendisi vardı,

sayı//46// mayıs 18

elindeki süpürgeyle dükkânının önünü sulayıp süpürüyordu. Bunları gözlerimle gördüm Hân’ım.. Yalan söylüyorsam, gözlerim size fedâ olsun… •İki atın çektiği kupa benzeri bir araba durdu yanımda. Arabacı atlayıp önünü kavuşturdu ve…elini değil, hünkârım, kolunu uzattı, arabadan inecek yaşlı hanıma. Hayırlar diledi. Kendisine verilen dünyalığa bakmadı bile. Öpüp başına götürdü ve kuşağının arasına koydu ve oradan uzaklaştı. Hanıma “hanımefendi” yaşlı zâta “beyefendi” diye hitabediyordu. Oğlundan bahsederken duydum yaşlı zâtı, “bizim mahdum bey” diyordu, kızından “kerimem” diye sözediyordu. Hanımına “sultanım efendim” diyordu. Bunların hiçbirinde riyâ yoktu, Kubilay Hân’ım.. Kulaklarımla duydum. • Orada da seyyar satıcılar vardı. Onlar da mallarını seslenerek satıyorlardı. Her sebzenin çok özel isimleri vardı ve bunları, bağırarak değil, özel bestelerle söylüyorlardı. “Çengelköyün bâdemleri bunlar..” diyordu ama sattığı salatalıktı, sizin de bildiğiniz ve sevdiğiniz salatalıktı. “Derya kuzusu” dediği, az ilerideki denizden devşirdiği balıklardı. •Tuhaf bir şehirleşme âdetleri vardı. Taş yapılar çoğunlukla mâbetler ve bazan kamu binalarıydı. Evler ahşaptan ve iki katlı olarak yapılmıştı. Taş yapı bir ayrıcalıktı ve bu imtiyâzı halkın değer verdiği ve toplu kullanıma ayırdığı binalar kullanabilirdi. Hiçbir ev ötekinin bahçesine bakmıyordu, güneşini kesmiyordu,


rüzgârına mani değildi. Lâzımlıklarını yollara dökmüyorlardı ve bu sebeple sokaklarında kanalizasyon dereleri yoktu. Kokmuyordu, tertemizdi. • Yolda yürüyen birinin, yolun ortasına nasılsa atılmış küçük bir taşı eğilip oradan aldığını ve bir kenara koyduğunu gördüm. Taş küçüktü. Sordum, bu yaptığının ne anlama geldiğini. Anlamsız şeyler anlattı bana. Dedi ki, “buradan geçen belki küçük bir çocuk, belki gözleri görmeyen bir âmâ, belki bir yaşlı, onu görmez, ayağına takılırsa bu benim vebâlim olur..” • Bir yolun üzerinde farklı dinlere hizmet eden birçok mâbede rastlamak mümkündür bu kentte. Hepsinin devamlısı diğerine saygılı ve sevgilidirler. • Bu şehrin insanları birbirlerine akraba gibidirler. Bir evde cenaze olduğunu söylediler. Zengin olsun, fakir olsun, o eve bir hafta süreyle komşuları yemek taşıdılar. Bunun bile bir kuralı vardı. Önce kıble yönünde olan komşu, sonra sırasıyla diğer komşular yemek servisi yaptılar. Acılı evde bir hafta süreyle yemek pişmesin, tencere kaynamasın diye düşünüyorlarmış.. •Garip bir selâmlaşma tarzları var bu insanların. Sanki, yazılı olmayan bir kanunun kutsal şartlarıymış gibi dikkatle uyguluyorlar bunları. Küçükler büyüklere, az kişi çok kişiye önce selâm veriyordu. Aşağıdaki yukarıdakine, merdivenden çıkan inene, yürüyen oturana, atlı olan yayaya, eşek ile giden at ile gidene selam veriyordu. Selâmlaşanların birbirini tanıyor olması da şart değildi. Selâm verilen kişiler, bu selâmın üzerine ilâveler yaparak, daha da yumuşatarak ve güzelleştirerek selâmı iade ediyorlardı. •Her mahallenin bir büyüğü, saygı gösterilen bir bilgesi var bu şehirde, bir bilge, bir aksakal. O, mahallenin mânevi sahibidir ve anlaşmazlıkları çözer. Hâkime, kadıya iş bırakmaz. Daima adâlet üzre olduğu bilindiği için onun yargısına karşı koyulmaz. • Evden birkaç günlüğüne ayrılanların ardından su döküyorlardı. Bana anlattılar. Anlamı şöyleymiş bu ritüelin: “Su gibi gidesin ve su gibi dönesin. Yoluna bir engel çıkarsa onları su gibi kolay aşasın ve evine selâmet üzre dönesin” temennisi imiş.. •Bu şehrin konuşmaları anlatılmaz bir

zerafettedir. Ağızlarından çıkan her söz sanki bir hayır temennisidir. Bu insanlar “ateşi söndür” demiyorlar, “ateşi uyut” diyorlar. “Söndürmek” fiilini sert buluyorlar. “Kapıyı kapat” demiyorlar. “Lâmbayı söndür, ocağı söndür” demiyorlar, “ışığı dinlendiresin, ocağı uyutasın” diyorlar. “Hızlı yürüme, düşersin” demiyorlar.. “Hızlı yürüyüp de düşmeyesin” diyorlar. •Ve yine garip bir âdetleri: “Komşu aç iken, tok yatılmaz” diye tuhaf bir kabulleri var. • Ulu Hükümdârım, bütün bunların en garibi, tesbit ve not ettiğim en hayret verici konu şöyledir: Biraz önce size arzettiğim o selvili, salkım söğütlü, temiz meydanın kıyısındaki kahvehanelere gelen konuklar. Her zaman değil, fakat belirsiz aralıklarla ülkenin ünlü üstâdları bu mekânlara gelir, çalar, söyler, konuşurlarmış. Ben birine rastladım. Sanki bir âyin gibi saygıyla ve hayranlıkla izliyorlardı. Genci, yaşlısı, nefeslerini tutup bunları dinliyorlardı. Sinek uçsa sesi duyuluyordu, nerdeyse nefes bile almıyorlardı. Büyük şairleri ve bestekârları vardı. Yunus Emre, Dede Efendi, diyorlardı. Mustafa Itrî Çelebi diyorlardı, Hamamizâde diyorlardı, Şevki Bey, Tamburî Cemil, Hâfız Sâdettin, Niyâzi Sayın, Necdet Yaşar diyorlardı. Bunların her biri bir aziz gibi saygı görüyorlardı. Kubilay Han gözlerini açtı ve Marko Polo’ya sordu, azarlar gibi: – Sen bana hep insanları anlatıyorsun. Neden kentlerin kendisinden bahsetmiyorsun? Bana tek tek taşları anlatıyorsun. Neden köprüyü anlatmıyorsun? Peki sence köprüyü taşıyan taş hangisidir? – Köprüyü taşıyan şu, ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsidir, efendimiz, dedi Marko. Kubilay Han bir an sessiz kaldı, düşündü, sonra konuştu: – Öyleyse bana taşları anlatıp durma. Beni ilgilendiren tek şey var, o da o kemer… Marko cevap verdi: – Taşlar yoksa o kemer de yoktur hükümdarım... Marko Polo bütün bu anlattıklarıyla Kubilay Han’ı ikna edebildi mi, bilinmiyor. Fakat bu fakiri ikna edemediği muhakkak. Marko’nun söyledikleri doğru olsaydı, bu son bahsettiği şehirden bugüne, hiç olmazsa bir-iki şey, kırıntı kabilinden bir şeyler kalırdı diye düşünüyoruz. Ve böyle bir emare göremiyoruz, vesselâm… 19


İSTANBULUN ORTA YERİNDEN BİR İMDAT ÇIĞLIĞI:

SÜLEYMANİYE VE ZEYREK DÜNYA MİRAS ALANLARI Vefa ve Süleymaniye Camii yakın çevresindeki ahşap yapılar daha iyi durumda. Ancak burada da bir dönem koruma kurullarının onayladığı içi beton dışı ahşap kaplama yapılar çok sayıda var. Bu yanlış uygulamanın hala günümüzde uygulandığını görmek ise üzüntü verici. Dr. ŞimşeK DENİZ*

stanbul’da UNESCO tarafından dünya miras alanı ilan edilen 4 bölgede Süleymaniye, Zeyrek, Sultanahmet ve Sur-u Sultani bölgesi ile Topkapı kara surları civarında çok sayıda ahşap yapı hala ayakta kalmaya ve varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. 1978 yılında sit alanı ilan edilen bu bölgeler 1985 yılında dünya miras alanı kapsamına girmiştir.Yüksek lisansımı 1999 yılında tamamladım. Tez konum Süleymaniye’deki sivil mimarlık örneklerinin incelenmesi üzerineydi. 2006 yılı sonunda İstanbul Büyükşehir Belediyesi KUDEB (Eski Eser Koruma Uygulama Denetim) kurucu müdürü olarak görev yaptım. 2011 yılı Mayıs ayına kadar bu görevde kaldım. Süleymaniye’de Kayserili Ahmet Paşa Konağı’nın bahçesinde geleneksel ahşap ve taş atölyelerini kurduk, geleneksel atölyeler hem meslek içi eğitim verdi hem de Süleymaniye, Zeyrek ve Sultanahmet dünya miras alanlarındaki yaklaşık 80 ahşap yapının onarım ve restorasyonunu gerçekleştirdi. Geçen süre içerisinde dünya miras alanlarında Süleymaniye bölgesi örneğinde olduğu gibi 5366 sayılı Yıpranmış Tarihi Dokularda Kentsel Yenileme Yasası’na göre bu alanlar kentsel yenileme alanı ilan edildi ve ayrıca yenileme, bölge kurulları kuruldu. Süleymaniye’de 1978 yılında sit alanı ilan edildiğinde iki binden fazla sivil mimarlık örneği ahşap yapı varken günümüzde bu sayı iki yüz civarındadır. Koruma ve sit kavramı maalesef ülkemiz gündemine yetmişli yıllarla beraber ve oldukça gecikmeli olarak gelmiştir. Apartmanlaşma ve rant baskısı, otopark mafyası, koruma bilincinin ve mevzuatların yetersiz olması sebebiyle ahşap İstanbul’u kaybettik. Süleymaniye ve Zeyreğin dünya miras alanları olmasının en önemli nedeni dünya şehirlerinden farklı olarak kentin merkezindeki ahşap yaşamdır.

Zeyrek’te tüm cephe oranları bozulmuş zemin katın yapıştırma taş kaplama hali

sayı//46// mayıs 20

Osmanlı devletinde Müslümanların yaşadığı ve inşa ettiği evler ahşaptı ve çarşıda tahta kareler vardı. Evlerin kaplama, pervaz, doğrama gibi mimari ögelerinden eksilme ya da hasar oluştuğu zaman insanlar ahşap yapı elemanlarını tahta kalelerden alır ve ahşap yapı ustası olan dülgerler tarafından yapıya uygulanırdı. İstanbul, Bursa ve Edirne’de tahta kaleler vardı. Dünya miras alanlarındaki ahşap yapıları üç ayrı sınıfta değerlendirebiliriz.


Fransız balkon, çelik kapı ve cumbanın saçaklar birleşimindeki yanlış detaylar

Dış cephesi ahşapla kaplanmayı bekleyen betonarme yapı

1. Niteliğini cephe düzenini ve taşıyıcı sistemini ahşap olarak sürdüren özgün yapılar

başkanlığının Süleymaniye’de bulunmasının bölge için önemli ve olumlu olduğunu düşünüyorum.

2. Taşıyıcı sistemi betonarme olarak yapılan ve sadece dışı ahşap kaplama olan ve cephe düzenini nisbi olarak koruyan yapılar 3. Niteliği ve cephe düzeni büyük ölçüde değiştirilmiş, çimentoyla sıvanmış, muhdes ekler yapılmış özgün ahşap yapıdan küçük izler taşıyan ve kimliksizleştirilmiş yapılar Bu yazıda Süleymaniye ve Zeyrek dünya miras alanlarındaki ahşap yapıların son durumlarını ele almaya çalışacağım. Fotoğraf çekimlerini 12.10.2017 bir Pazar günü saatlerce yürüyerek gerçekleştirdim. Süleymaniye ve Zeyrek sakinleriyle konuşma fırsatı da buldum. Süleymaniye’de ilk olarak Molla Hüsrev Mahallesi Kayserili Ahmet Paşa Sokak, Kirazlı Mescit Sokak ve Ayşe Kadın Hamamı Sokak’taki ahşap yapıları gözlemledim. İBB KUDEB’in de bulunduğu Kayserili Ahmet Paşa Konağı ve karşısındaki yapılar iyi durumda ve bakımlı. Süleymaniye bölgesindeki ahşap yapıları iki farklı bölgede ele almak mümkün. Vefa ve Süleymaniye Camii yakın çevresindeki ahşap yapılar daha iyi durumda. Ancak burada da bir dönem koruma kurullarının onayladığı içi beton dışı ahşap kaplama yapılar çok sayıda var. Bu yanlış uygulamanın hala günümüzde uygulandığını görmek ise üzüntü verici. KUDEB ve dünya miras alanları alan yönetim

Süleymaniye Camii’nin ve müftülük yanından Küçükpazar’a doğru inildiğinde kentsel sit alanının tam bir çöküntü bölgesine dönüştüğünü görüyoruz. Aynı olumsuz görüntüler Kirazlı Mescit Sokağının alt tarafı Molla Hüsrev Camii civarı ve Atıf Efendi Kütüphanesi çevresinde de mevcut. Bu bölgedeki yapılar insan ve mal emniyeti açısından büyük tehlike arz ediyor. Tek duvarı ayakta kalan 8, 10 metre yüksekliğindeki taş yapılar geçirdiği yangından sonra sadece ön cephesi sallantıda duran ahşap yapılar var ve bu tehlikeli binaların hemen altında top oynayan çocuklar ve sohbet eden hanımları görüyoruz. Eski Süleymaniye Doğum Evi olan günümüzde Kitap Hastanesi olarak hizmet veren yapının önündeki Kanuni Medresesi Sokakta restorasyon diyemeyeceğimiz betona gömülmüş, cephe oranları değiştirilmiş, kat yükseklikleri arttırılmış ve sit karakterine uymayan oldukça hatalı uygulamalar var. Kanuni Medresesi Sokaktan Süleymaniye Kütüphanesi’ne giden sokakta doğru restorasyonlara rastlamak mümkün. Süleymaniye doğru ve hatalı müdahale ve onarım açısından mimarlık ve restorasyon öğrencileri için aslında tam bir laboratuvar gibi. Süleymaniye’nin demografik yapısından da

Süleymaniye’de 1978 yılında sit alanı ilan edildiğinde iki binden fazla sivil mimarlık örneği ahşap yapı varken günümüzde bu sayı iki yüz civarındadır.

21


Kirazlı Mescit Sokağının alt tarafı Molla Hüsrev Camii civarı ve Atıf Efendi Kütüphanesi çevresinde de mevcut. Bu bölgedeki yapılar insan ve mal emniyeti açısından büyük tehlike arz ediyor.

Süleymaniye Kirazlı Mescit sokağından esaslı onarım bekleyen yapı

Yoğurtçuoğlu sokakta KUDEB tarafından onarılan 2 yalnız yapı

bahsetmekte fayda var. Eski sakinler oldukça azalmış, bir elin parmakları kadar. Neyse ki Saime teyze, Mustafa amca, Havva teyze ve Demirtaş Mahalle Muhtarı Sümer hanım hala burada ve Süleymaniye’de kalmaya devam ediyorlar.

yapıların restorasyonlarını gerçekleştirdim. Ancak bu yapıların muhakkak ki periyodik olarak muayene ve bakıma ihtiyaçları var. Süleymaniye’de çok farklı coğrafyalardan özellikle Suriye, Irak, Bangladeş ve Pakistan uyruklu insanlar kalıyor. Türkiye içinden gelen göç ise daha çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nden.

Süleymaniye bölgesi 5366 sayılı yasa kapsamında tarihi kentsel yenileme alanı ilan edilmiş olup İBB iştiraklerinden Kiptaş’ın yüzlerce mülkü var. Büyük bir kısmının rölöve, restorasyon projeleri yenileme bölge kurulundan geçmiş. Ancak henüz onaylı projelerin uygulamaları başlamamış. Süleymaniye’deki bölge sakinlerinin en büyük sıkıntılarından biri de tebliğ edilen kamulaştırma evrakları, çok sayıda davalar açılmış ancak son dönemde yapı sahiplerinden alınan ve yapısına bakım yapacağına dair oluşturulan yazılı taahhütnameler sıkıntıyı biraz olsun gidermiş. Süleymaniye’de Ayrancı Sokak ve Namahrem Sokağın bulunduğu Kare Ada’dan özellikle bahsetmek gerekir. Kare Ada ve Ayrancı Sokak, sokak ölçeğinde korunmuş ve perspektif oluşturan İstanbul’un ender eski sokaklarından biri. Ben de bu bölgede 2007 ve 2008 yıllarında bölge halkıyla beraber ahşap

sayı//46// mayıs 22

Süleymaniye maalesef günümüzde kriminal açıdan sorunlu bir bölge olmayı sürdürüyor. Zeyrek İstanbul’un bir diğer dünya miras alanı. Süleymaniye’den Menderes Dönemi’nde yapılan Atatürk Bulvarı ile ayrılıyor. Aslında geçmişte, Zeyrek, Vefa ve Süleymaniye birleşik mahallelerdi. Zeyrek ismini Nime’l Ceyş ( Fethin Mutlu Askerleri)’den alıyor. Bursa’dan gelen Molla Mehmet Zeyrek burada bir ilim ve kültür halkası kuruyor. Zeyrek zeki ve akıllı kişi manasına geliyor. Günümüzde Zeyrek Kadınlar Pazarı’ndan başlıyor Unkapanı ve Haliç Bölgesi’ne kadar iniyor. İlk olarak Zeyrek Camii çevresini ve Çırçırı gezerek inceliyorum. Zeyrek Camii’nin restorasyonu bitmiş. Camii yakınında olup ve bir dönem hizmet veren KUDEB’in ahşap atölyesi kaldırılmış durumda. İBB KUDEB’in onardığı birkaç ahşap yapı dışında diğer yapılar kötü durumda. Ahşap binalara


İBB KUDEB’in sokak ölçeğinde onardığı Zeyrek’teki Parmaklık sokak

Zeyrek’te cephe oranları değişmiş ahşap yapı ve işlevsiz kalmış cihannüması

muhdes ekler yapılmış. Çoğu harap durumda ve satılık-kiralık ilanları çoğunlukta.

Salih Paşa Caddesi, Ali Tekin Sokak ve Çıngıraklı Bostan Sokakta yoğun bir ahşap dokunun ve sokak perspektiflerinin olduğunu gözlemliyoruz. Salih Paşa Caddesi’ndeki bazı yapılar bir dönem Kanal D’de yayınlanan “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisi için onarılmış ve dekor olarak kullanılmıştı. Ali Tekin Sokak ve Salih Paşa Caddesi’ndeki yaklaşık 15 ahşap yapı Fatih Belediyesi tarafından 2012 yılında onarıldı. Belediye’nin gündeminde Zeyrek 2. Etap çalışması olarak 24 ev daha var. Umuyoruz ki kısa zamanda gerçekleşir.

Çırçır Meydanı’nda Zeyrek Ahşap Evler Onarım Programı tabelası hala duruyor. Sadece tabelası kalmış yadigâr. Çırçır’da Sema hanımı zikretmeden olmaz. Ailesinin tüm ısrarına rağmen ahşap evini satmıyor, içerideki eşyalar da orijinal. Zeyrek kültür gezilerinde onun evini sık sık ziyaret ediyoruz. Ayrıca evi tv dizileri için de mekân olarak kullanılıyor. Birçok dizinin çekimi burada yapıldı. UNESCO tarafından dünya miras alanı ilan edilen Zeyrek’te en iyi korunmuş sokak örneği olarak Parmaklık Sokak dikkat çekiyor. Bu yapılar KUDEB tarafından 2009-2010 yılları arasında onarıldı. Bölgede 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından restorasyonu yapılan ahşap yapılar da var. Bu sayı Zeyrek’te 5 ahşap yapı olarak gerçekleşti. Haliç tarafına doğru inerken Haydar Bölgesi’ndeki eski eserlerin de iyi durumda olmadığını söylemek mümkün. Fatih Belediyesi ile İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi arasında Zeyrek’teki ahşap yapıların rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin hazırlanmasına dair bir protokol imzalandığını öğreniyoruz. Bu çok sevindirici bir gelişme. Unkapanı’na doğru inildiğinde

Zeyrek 5366 sayılı tarihi kentsel yenileme alanında değil ve Süleymaniye’ye oranla daha iyi korunmuş durumda. Daha yerleşik ve eski nüfusa sahip, mahalle kültürü burada hala canlı. Süleymaniye ve Zeyrek İstanbul’un tam kalbinde ama çöküntü alanlarına dönüşmüş durumda. Özellikle Süleymaniye zor durumda. Tarihi ahşap evlerin acilen onarılması, çevrelerinin ve yapı standartlarının iyileştirilmesi gerekiyor. Buralar tarihi prestij alanları ilan edilmeli. Umarım ahşap İstanbul’u kaybetmeyiz aksi takdirde gelecek nesillere ve dünya kültürüne hesap vermek zorunda kalacağız. 23


“TARİHİ ESER BİR EV”

SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER (3) Yapının günümüze ulaşmış sosyo-kültürel ve tarihi kimliğini oluşturan mekansal, biçimsel ve yapısal özellikleri ve çevre içindeki özgün konumu korunacaktır.

Cem ERİŞ*

arihi eser bir ev sahibi olmak ve böyle bir evde yaşamak isteyen, kadim şehirlerimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün tarafı olan herkese, günlük hayatında her zaman karşılaşamayacağı ancak bu evlerin restorasyon sürecinde karşılaşabileceği muhtelif meselelerin çözümünde rehber niteliğinde olabilecek bir çalışmaya ihtiyaç olabileceğinden hareketle dergimizin son iki sayısında " TARİHİ ESER BİR EV SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER " başlığı altındaki iki yazının ardından 3. ve son yazıyla kaldığımız yerden devam ediyoruz. 2.4.1.Mevcut oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.1. Fiziki olarak iyi durumda olup oturulan ve yaşayan evler Önceki yazımızda da belirttiğimiz gibi benim size tavsiyem, mümkün mertebe iyi bir şekilde korunmuş ve ayakta olan, içinde yaşanılan, bir hatırası ve hikayesi olan, özgün malzeme ve mimari özellikleri ile beraber eskilik değerini hala üzerinde barındıran, iç-dış görünüşü yanında ahşap veya kagir (yığma) yapının taşıyıcı sistemi statik olarak gerekli performansı temin eden mevcut eski eser evleri satın almayı öncelikle değerlendirmenizdir. 2.4.1.2. Basit bakım onarım gerektiren evler Her zaman aklınızda bulundurmanız ve dikkat etmeniz gereken husus ilk yazımızda da değindiğimiz mevzuat bahsinde de belirttiğimiz gibi tescilli kültür varlıklarına yapılacak ister tamir-tadilat ve isterse esaslı onarım olarak tanımladığımız restorasyon uygulaması kapsamında her türlü inşaai-fiziki müdahele için ilgili kurumlardan görüş ve izin alınması gerektiğidir. Aksi halin tespiti bir kültür varlığına zarar vermiş olma durumuyla ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kanunu'nun ilgili maddelerinde tanımlanan müeyyidelerle karşı karşıya kalınacağı anlamına gelecektir. Yapımızın ömrünü uzatıcı bakım onarımlara ilişkin öncelikle Koruma Yüksek Kurulu'nun "Taşınmaz Kültür Varlıklarının Gruplandırılması, Bakım ve Onarımları" hakkındaki 660 Sayılı İlke Kararı'nın aşağıda yer verilen ilgili maddelerine dikkat edilmelidir; I-MÜDAHALE BİÇİMLERİ

*(Y. Mimar-Restorasyon Uzmanı)İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı

sayı//46// mayıs 24

Korunacak yapılara müdahaleler, her yapının kendine özgü koşullarına göre saptanacaktır. 1) Bakım: Sadece yapının yaşamını sürdürmeyi amaçlayan, tasarımda, malzemede, strüktürde,


mimari ögelerde değişiklik gerektirmeyen müdahalelerdir. (Çatı aktarımı, oluk onarımı, boya-badana vb.)

2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler 660 sayılı ilke kararının II. maddesinde;

2) Onarım: Yapının yaşamını sürdürmeyi amaçlayan, tasarımda, malzemede, strüktürde ve mimari ögelerde değişiklik gerektiren müdahalelerdir. a) Basit Onarım: Yapıların;ahşap, madeni, pişmiş toprak, taş vb. çürüyen yada bozularak eksilen mimari ögelerinin, özgün biçimlerine uygun olarak aynı malzeme ile değiştirilmesi, bozulan iç ve dış sıvaların, kaplamaların, renk ve malzeme uyumu sağlanarak, özgün biçimlerine uygun olarak yenilenmesi bu kapsamda tanımlanmıştır. b) Esaslı Onarım (Restorasyon):Yapının rölöveye dayanan restitüsyon ve / veya restorasyon projeleri ile diğer ilgili belgelerin içerikleri ve ölçekleri koruma kurulunca belirlenen müdahalelerdir. [Sağlamlaştırma (Konsolidasyon), Temizleme (Liberasyon), Bütünleme (Reintegrasyon), Yenileme (Renovasyon), Yeniden Yapma (Rekonstrüksiyon), Taşıma (Moving)]. İlke kararı doğrultusunda yürürlükte bulunan " Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının Yapı Esasları ve Denetimine Dair Yönetmelik" te; "Tadilat ve tamirat: Yapıların yaşamını sürdürmesini amaçlayan;

a) Yapının günümüze ulaşmış sosyo-kültürel ve tarihi kimliğini oluşturan mekansal, biçimsel ve yapısal özellikleri ve çevre içindeki özgün konumu korunacaktır. Bu işlemlerde yapının mevcut fiziksel durumuna göre müdahalenin biçimi ve niteliklerinin koruma kurulunca saptanacağına, b) Yapıların yıkılmadan korunmaları esastır. Yıkılma tehlikesi arz ettiği (mail-i inhidam) mal sahipleri ya da belediyelerce ileri sürülen yapıların yıkılma kararlarının ancak koruma kurulunca alınabileceğine, " şeklinde tanımlanmıştır. " Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlıklarının Yapı Esasları ve Denetimine Dair Yönetmelik"te; "Taşınmaz kültür varlıklarında esaslı onarım Madde 9 — Esaslı onarımlarda, tescilli yapı için hazırlanacak rölöve, restitüsyon, restorasyon projeleri ve diğer belgeler koruma bölge kuruluna sunulur. Koruma bölge kurulunun onayladığı proje ve koşullarda uygulama gerçekleştirilir. Uygulamalara ilişkin denetleme; Koruma, Uygulama ve Denetim Büroları, Proje Büroları ile Eğitim Birimlerinin Kuruluş, İzin, Çalışma Usul ve Esaslarına Dair Yönetmeliğe göre yapılır." şeklinde yasal süreç tanımlanmaktadır.

a) 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 21 inci maddesi uyarınca ruhsata tabi olmayan: derz, iç ve dış sıva, boya, badana, oluk, dere, doğrama, döşeme ile mimari öğe olarak ve sanat tarihi açısından özellik arz etmeyen tavan kaplamaları, elektrik ve sıhhi tesisat tamirleri ile çatı onarımı ve kiremit aktarılması ve yörenin özelliğine göre belediyelerce hazırlanacak imar yönetmeliklerinde belirtilecek taşıyıcı unsuru etkilemeyen müdahaleleri, b) (a) bendinde belirtilen müdahaleler sırasında yapıdaki ahşap, madeni, pişmiş toprak, taş gibi çürüyen ya da bozularak eksilen mimari öğelerin özgün biçimlerine uygun olarak aynı malzeme ile değiştirilmesini, bozulan iç ve dış sıvaların, kaplamaların, renk ve malzeme uyumu sağlanarak özgün biçimlerine uygun olarak yenilenmesini," şeklinde tanımlanmış bulunmaktadır. Burada muhakkak surette satın almayı planladığınız evin fiziki değerlendirmesi için yukarıdaki müdahale biçimlerinden hangisini sağladığı noktasında bir uzmana danışmanızı tavsiye ediyoruz.

"II. ESASLI ONARIM İLKELERİ

Bu bölümde yer verdiğimiz ilke kararı ve ilgili yönetmelikten de anlaşılacağı üzere esaslı onarım gerektiren bir eski eser eve ilişkin takip edilecek kapsamlı bir süreç söz konusudur. 2.4.2.Mevcut haliyle oturulamayacak seviyede harap olmuş ölü evler Eğer satın almayı planladığımız ev, fiziki müdahale biçimlerinden tamir-tadilat veya esaslı onarım gerektiren safhalardan daha ileri seviyede harap olmuş ve kullanılamaz hale gelmiş veya getirilmiş ise burada özellikle dikkat edeceğimiz husus yapının harabiyetinin tabii mi (deprem,yangın,atmosferik etkilerle) yoksa gayritabii (kasıtlı insan eliyle verilen zararlarla) bir şekilde oluşup oluşmadığının anlaşılmasıdır. Bu tespiti kendiniz yapabileceğiniz gibi doğru olan bir uzman araştırmasına (yapının eskigüncel fotoğraflarının karşılaştırılması; ilgili belediye ve kurul dosyasında bu durumla ilgili tutulmuş tutanak, tespit, rapor ve alınmış kurul 25


Değişikliğe ihtiyaç olan hallerde inşaatı durdurup tadilatrestorasyon projenizi kurula sunup uygunluk görüşü aldıktan sonra inşaata devam etmelisiniz.

kararları vb) ve değerlendirmesine müracaat etmenizdir. Eğer kasıt içeren müdahalelerle tahrip olmuş bir evle karşı karşıya iseniz bu durumda evi satın alır almaz ileride hukuki yaptırımlarla karşı karşıya kalmamak için yasal bir tespit yaptırarak ( uzman raporu,fotoğraf albümü vb hazırlatarak ilgili belediye dosyasında kayıt altına aldırmak şeklinde olabilir) yapının yeni sahibi olarak güncel durumu kayıt altına aldırmanızı tavsiye ederim. Ayrıca bu durumdaki binaların ekseriyeti yıkılma ve çevreye can-mal vb yönden zarar verme riskini de barındırdığından süratle gerekli güvenlik tedbirlerini aldırmanız çok önemlidir. Sonuç olarak bu gibi evlerde yapılacak işlem 660 sayılı ilke kararının ilgili maddesinde; "3)Yeniden Yapma (Rekonstrüksiyon) Korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen ve tescil edilmesine ilişkin gerekli özellikleri taşımasına rağmen elde olmayan sebeplerle tescili yapılmamış ve / veya herhangi bir nedenle yitirilmiş olan yapının, gerek kültür varlığı niteliği, gerekse kültürel çevreye olan tarihsel katkıları açısından, eldeki mevcut belgelerden (yapı kalıntısı, rölöve, fotoğraf, her türlü özgün yazılı - sözlü, görsel arşiv belgesi vb.) yararlanmak suretiyle kendi parsellerinde daha önce bulunduğu yapı oturum alanında, eski cephe özelliğinde, aynı kitle ve gabaride, özgün plan şeması, malzeme ve yapım tekniği kullanılarak, kapsamlı restitüsyon etüdüne dayalı rekonstrüksiyon uygulamasının koşulsuz sağlanmasına," şeklinde tanımlanmıştır. 2.4.3.Yıkılmış, sadece arsası kalan evler Yukarıdaki maddede de izah etmeye çalıştığımız gibi tabii veya gayri tabii sebeplerle ortadan kalkmış/kaldırılmış; arsa haline gelmiş taşınmaz kültür varlığı parsellerinde yer alan evlerin satın alınmadan önce ihtiyacınızı karşılayacak büyüklükte ve mimari kullanıma haiz olup olmadığını belediye ve kurul arşivinde yer alan dosyasından inceleyip karar verdikten sonra satın almanız; yıkılmış ve fiziken ortadan kalkmış yapının güncel durumunu tespit ettirerek kayıt altına aldırmanız önemlidir. Bunun yanında evin ihyası/rekonstrüksiyonu için muhakkak surette aşağıdaki maddelerde belirtilen hususları dikkate almalısınız. 2.4.3.1.Yıkılmadan önce asgari rölövesi, tercihen restorasyon projesi koruma kurulunca onaylanmış evler

sayı//46// mayıs 26

Böylece evinizin rekonstrüksiyon uygulamasında en önemli adımlardan biri olan restitüsyon projesinin bilimsel yöntemlerle oluşturulması ve bu doğrultuda mimari rekonstrüksiyon projesinin hazırlanabilmesi mümkün olabilecektir. Bu gibi yapılarda yıkılmadan önce tüm proje süreçleri tamamlanarak koruma bölge kurullarından uygunluk görüşü alınmış olması ise tercih edeceğiniz en önemli kriterlerdendir. 2.4.3.2.Yıkılmış, rölövesi/restorasyon projesi olmayan ancak arşivlerde eski fotoğrafları,vb. belgeleri bulunan evler Bu durumdaki evlerde ise önceki maddede belirtilen tespitler ve projeler bulunmadığından yapının restitüsyon ve rekonstrüksiyon projesinin belediye, kurul arşivinde, kaynaklarda veya yapının eski sahiplerinin elinde bulunan fotoğraf, kroki,çap vb. dokümanlardan yararlanmak suretiyle parselde, kurul izniyle yapılacak temel araştırma kazısında plan şemasını belirlemeye yarayacak kalıntı rölövesi ile beraber uzman bir mimarın benzer yapıların da mimari özelliklerini değerlendirdiği analojik ve tipolojik çalışmalarla beraber hazırlanması gerekecektir. Proje ve onay süreçleri, tamamen ortaya konacak bilgi ve belgelerin yeterliliğine bağlı olarak gerçekleşecektir. 2.4.3.3.Yıkılmış, arşivlerde fotoğraf, rölöve gibi hiç bir belgesi olmayan evler. Bu durumda olan yapılar için proje üretim süreci çıkmaza gireceğinden ihya da mümkün olamayacaktır. Çok nadir görülse de bu durumda olan yapı parsellerinin tescillerinin iptali için ilgili koruma bölge kurulu kararı gereklidir.Ancak temel araştırma kazısında bulunabilecek temel izlerinden hareketle analojiye dayalı bir restitüsyon önerisi her halükarda kurula teklif edilmeli ve kurulun alacağı nihai karara göre hareket edilmelidir. Bu projelerde kesinlikle konunun uzmanı mimarlarla çalışılmalıdır. 2.4.4. Ayakta olsun ya da olmasın sahipleri Koruma Kanunu'na muhalefetten yasal işlem görmüş evler Sizin satın almanızdan önce ilgili kurumlarca Koruma Kanunu'na muhalefetten eski sahibi hakkında yasal işlem yapılmış evlerde daha önce de belirttiğimiz gibi hem gereksiz ve haksız hukuki işlemlere maruz kalmamanız hem de yargı yükünün arttırılmaması için güncel


tespit yaptırarak satın aldığınız yapının son halini kayıt altına aldırmanızı tavsiye ediyorum. Bunun dışında takip edilecek işlemler, yukarıda tanımlanan ve evin fiziki durumuna uygun olarak tanımlanan ilgili maddelerde belirtildiği gibidir. 3.Bölüm Rölöve,Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri Hazırlık ve Onay Süreci Nihayet içinde ailemizle huzur içinde yaşamak istediğimiz eski eser müstakil bir evi yukarıda tanımlanan kriterleri de dikkate alarak satın aldık. Kanaatimce buraya kadar attığımız adımlar işin yarısını teşkil etmekte. Bundan sonraki süreci de aşağıda tanımlanan kriterler çerçevesinde değerlendirelim. 3.1.Proje müellifi mimarın seçimi Hangi işi yaptıracak olursak olalım şüphesiz işimizi ehil ellere emanet etmekten taviz vermemeliyiz. Böylece hem sanatın ve sanatçının mütemadiyeti temin edilmiş olacak, hem de işimizi istediğimiz kalitede yaptırmış olacağız. Ziya Paşa'nın dediği gibi "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”. Ancak istenen yeterlilikte mimarlık ofislerine nasıl ulaşabileceğiniz sorusuna da prensip olarak şu cevabı verebilirim: "güvenilir tavsiye + kurumsal itibar + yasal itibar + piyasa koşullarında teklif alma + sözleşme yapma ve buna sadakat + işini takip etme ve neticelendirme" vasıflarını değerlendirmenizi ve asgari olarak dikkate almanızı tavsiye edebilirim. Meslek ahlakı hassasiyeti ise olmazsa olmazımız olmalıdır diyor daha fazla lafa hacet görmüyorum. 3.2.Projelerin hazırlık sürecinde yapılması gereken işlemler Evimizi satın aldık; proje ofisi ile anlaşıp sözleşmemizi yaptıktan sonra belirlenen iş programı çerçevesinde rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerinin çalışmaları başlatıldı. Burada dikkat edeceğimiz en temel husus, daha önceden maddeler halinde tanımladığımız evin fiziki ve hukuki durumuna göre doğru projenin, yüksek kurul ilke kararları, imar planı ve ilgili mevzuat ile varsa alınmış kurul kararları çerçevesinde üretilmesi olacaktır. Proje sürecinde yapıya ve çevresine ilişkin her türlü güvenlik tedbirleri alınmalı; yapıya zara verici müdahalelerden kaçınılmalıdır. Ancak yıkılacak derece tehlike arz eden yapılarda (mail-i inhidam durumu), yukarıda alıntı yapılan ilgili

mevzuatta da belirtildiği gibi alınacak kurul kararı doğrultusunda hareket edilmelidir (Bak: 2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler). Koruma-kullanma dengesi içinde, sizin ve ailenizin ihtiyaçlarına göre özgün yapının mümkün olan en az değişiklik ve müdahaleleri içerecek şekilde projelendirilmesi, restorasyonda genel olarak takip edilmesi gereken temel bir prensipdir. Not: Uzman bir hukukçuya danışarak yapacağınız mal sahibi-mimar sözleşmesine, proje müelliflik devir-değişikliği için mimarın size muvaffakat ettiğine dair bir maddeyi muhakkak surette ilave ettirin. Bu konu daha sonra mal sahibi ve mimar arasında ciddi anlaşmazlık ve yasal süreçlere sebep olabilmektedir. 3.3.Projelerin koruma kuruluna teslimi ve onay sürecinin takibi Sizin de onayınız alındıktan sonra müellifinizce tamamlanan projeler ilgili belediyenin uygunluk görüşü ile ilgili koruma bölge kuruluna iletilmelidir. Şunu her zaman ifade etmek zorunda kalıyorum: Koruma Bölge Kurulları, Kültür ve Turizm Bakanlığı-Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bağlı olarak faaliyet gösteren kurumlar olup her türlü müracaat, proje ve şikayet vb. hususların değerlendirilmesi ve raporlarının hazırlanması Koruma Bölge Kurulu (ilgili müdür ve raportör) yetki ve sorumluluğundadır. Hazırlanan değerlendirme raporları, müdürlük makamınca belirlenen bir gündemde listelenerek Koruma Bölge Kurulu üyelerine yapılan davetle belirlenen gün ve saatteki toplantıda karara bağlanmaktadır. Kurul üyeleri alanlarında uzman kişilerden Bakanlıkça seçilmekte olup üyeler ne Bakanlığın memur çalışanları ne de Koruma Bölge Kurulunun amiri durumunda değildirler. Bu ayrıma özellikle dikkatinizi çekerim. Projenizin Koruma Kurulu gündemine alınabilmesi tamamen kurul müdürlüğü ve konunun havale edildiği raportörlerin performansına bağlı bir husustur. Bir kez gündeme giren bir proje muhakkak surette kurulca karara bağlanır. Konunun niteliğine bağlı olarak bu karar bir onay niteliği taşıyan uygunluk görüşü de olabilir ya da projeyi yetersiz gören ve ek çalışmalar isteyen bir karar da olabilir. Ancak her halükarda ve özellikle yerinde mevcut yapılarda, mümkün 27


projenizi kurula sunup uygunluk görüşü aldıktan sonra inşaata devam etmelisiniz. Bu size bir zaman kaybı gibi gözükse de iskan almanızı zora sokan ve yasal müeyyidelerle muhatap olacağınız başka bir süreci başlatacaktır. Bu durum kurullarda en sık karşılaşılan ve savcılıklara suç duyurusu yapılan bir durumdur. Restorasyon uygulaması tamamlanıp iskan alındıktan sonraki safha ise sizin ve ailenizin tarihi eser evinize taşınma sürecidir. 5.Bölüm İskan Sonrası İkamet Sürecinde Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar

Kapsamlı statik takviye ve müdahale gerektiren veya onarılamayacak seviyede tahribata uğramış yapılar için sadece ilgili uzmanların hazırlayacağı bilimsel ve kapsamlı raporlar kurullarca dikkate alınmaktadır.

olan en az değişiklik ve müdahaleleri içerecek şekilde hazırlanan projelerin koruma bölge kurullarınca en çok kabul gören projeler olduğu da unutulmamalıdır. Kapsamlı statik takviye ve müdahale gerektiren veya onarılamayacak seviyede tahribata uğramış yapılar için sadece ilgili uzmanların hazırlayacağı bilimsel ve kapsamlı raporlar kurullarca dikkate alınmaktadır. 3.4.Onay sonrası yapılacak işlemler Projemizin ilgili kurulca uygun bulunması sonrası yapılacak işlemlerin tamamı ilgili ilçe belediyesince imar mevzuatı doğrultusunda gerçekleştirilir. İlçe belediyesinden inşaat ruhsatı alarak tamamlanan yapının iskan işlemleri için konu son kez kurulca değerlendirilerek iskan izni verilir. 4.Bölüm

Restorasyon Uygulama Süreci ve İskan Alınması : Mutlu Son Burada size yapacağım ilk tavsiye mimarınızı seçtiğiniz hassasiyette müteahhidinizi seçmenizdir. Tercihen mimar-müteahhitlerle çalışmanızdır. Zira uygulama ve denetim sorumluluğu yasa gereği zaten mimarınızın omuzlarındadır. Bunun yanında diğer önemli bir tavsiyem de yapınızı kurul onaylı-belediye ruhsatlı projenize harfiyen sadık kalarak tamamlatmanızdır. Değişikliğe ihtiyaç olan hallerde inşaatı durdurup tadilat-restorasyon sayı//46// mayıs 28

Yukarıda da belirttiğim gibi tescilli kültür varlığı evinize ilgili kurumlardan izin almadan hiç bir inşaai-fiziki müdahalede bulunulmamalıdır. Bu konuda yukarıdaki "2.4.1.2. Basit bakım onarım gerektiren evler" ve " 2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler" maddelerini dikkate almanızı tavsiye ediyorum. 6.Bölüm Bitirirken Evlerimiz bizim ve ailemizin huzur ve güven içinde geleceğimizi inşaa ettiğimiz, çocuklarımızı büyüttüğümüz, hayallerimizin, hatıralarımızın ve hatırlılarımızın mekanı olan en temel yaşama alanlarımızdır. Başta Kültür ve Turizm Bakanlığı ve yerel idareler olmak üzere tüm kurumlarımızla ve insanımızla, yerel kimlik ve kültürü korumak ve geleceğe model olarak miras bırakabilmek amacıyla tarihi ve kültürel çevremizi, mahallelerimizi, maddi ve manevi tüm özellikleriyle evlerimizi, insanı ile beraber yerinde korumak, yaşatmak zorundayız. Bunun için tarihi evlerimizi korumak, günümüz ihtiyaçlarını da dikkate alarak ve onların içinde yaşayarak yaşatmanın yollarını bulmak, teşvik edici ve güven verici sosyal projeler üretmek zorundayız. Tüm bu sebeplerle kendi babaları, dedeleri gibi tarihi bir evde yaşayarak kimliğine ve tarihine sahip çıkmak veya eldekinin bilinçli bir şekilde korunması için neler yapılması gerektiğine dair fikir sahibi olmak isteyenlere tavsiyelerimi dergimizdeki son üç yazımda siz şehir ve kültür dostlarıyla paylaştım. Umarım bir nebze de olsa faydalı olabilmişimdir. Varsa soru veya görüşlerinizi (mimarcem34@gmail.com) adresine gönderebilirsiniz.


Yolculuk Marșı

Evvel bahar yola düşende Daha Aladağ’da kar vardı. Hepimiz bir akrandık, / bir boyda olmasak da, Halil’in boyu güdük, Hasan kavak kadardı. Kimimiz bisikletli, kimimiz yayan, Düzen tutmazdı sazlarımız. Umut torbasında azıklarımız, Şarkımız sokakları sarardı. Aklımı başıma devşiremeden Onların çoğu menzile vardı. Hep baharda koşacaktık hani ya dostlar? Ceviz yaprağını döktü, otlar sarardı.. Dünya telâşesinden, yazık, Sevgileri yaşamaya zaman kalmadı Daha ikindiyi kılamadıydım, Hava hemen karardı... Eğleşecek zaman değil ay balam Akşam çöker, karanlığa kalırım, Şimdi çıksam gün inmeden varırım, / salıver beni. Vakit epey daraldı.. Hep böyle karanlık mıdır bahçeleriniz Ey beni burada alakoyanlar? Belki de ağarmıştır şimdi, kimbilir, Beni bekleyen dağların ardı… Kâmil UĞURLU

29


BENİM EVLERİM BENİM ŞEHİRLERİM

BİR TAŞRALI GENÇ

FATİH’E YERLEŞİYOR

İstanbul’da üniversite hazırlıkları başlamıştı. Kursa hiç gitmedim. Hep sınıf arkadaşlarımla birlikte ders çalıştım. Çünkü öğretmenlerimiz öğretmen gibiydi. Benim durumumda olan öğrencilerle birlikte Beyazıt’taki bir mitinge katıldım. Hiç kimseyi tanımıyorum üstelik. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

lkokuldan bu yana her yıl değişik vesilelerle İstanbul’a geliyordum. Çok sayıda akrabalarımız vardı çünkü. Bazen bir yaz tatilini maile onların yanında geçirirdik. Mesela Rasih Dayım Beşiktaş Akaretlerde otururdu. Hem de Dibekçi Kamil’de. Bu sokak ismine bayılırdım. Kahveci maruf bir esnaf, bir meslek ismini marka yapmış eskimezler. Yazlıkları ise Pendik’teydi. Sahilde fayton gezilerimizin tadına doymazdık. Evlerinin önünden de denize girerdik. Hakim Mehmet amcamlar önce Kadırga’da, sonra Çemberlitaş Klodfarer’de otururlardı. Hakiki İstanbul’du burası. Teyzemler ise biraz aşağıda Piyerloti’de. Burada İstanbul’u yaşamak ve İstanbulluları tanımak mümkündü. Her taraf tarihi dokuydu. Hele Piyerloti’nin hemen girişinde, İstanbul Belediyesinin Türk Sanat Müziği Konservatuvarı vardı ki o çalışmaların melodileri sokaklara taşardı. Ben de önümdeki kaldırıma oturur dinler, yorgunluğumu atardım. Dağılırken herkes Sanatçı Süheyla Almışdört Hanımefendiyi saygıyla selamlarlardı. İSTANBUL İSTANBUL OLDUĞU YILLARDA

Terzi Müveddet -Halit Onur hısımlarımızın evi ise Eyüp’te eski bir konaktı. Bazen bir hafta falan kalırdık burada. Her gün Eyüp Sultan’a gider ibadet ve dua ederdik. Babam adak kurbanını burada keserdi. Ancak tahtakurusu ve güvelerden konakta kalmak hiç istemezdim. Bir de konak yangınları hikayesi çok dinlediğimiz için rüyalarıma girerdi. Nitekim Eyüp Sultan’daki bu konak yıllar sonra yandı, onlar da Merter’e taşındı. Akrabalarımızın birinin yazlığı Kumburgaz’daydı. Denizin minik kumları görünürdü. Doktor Alaattin Dayımın Silivri’deki yazlığında da deniz öylesine berrak, dalgasız ve yüzlerce metre de gitseniz boyumuzu aşmazdı. Piknikler için Belgrad Ormanları olmazsa olmazımızdı. Ilık bir rüzgarı olurdu yazları, kuş seslerinin envai çeşitlerini duyardınız. Ot ve kır kokusu genzinizi gıdıklardı. Kebap kokuları etrafa yayılırken, bazı mızmız akraba çocukları illa da salıncak diye tuttururlardı, bazıları renkli balon, bazıları da bağrına basılmış gibi ağlayarak illa da dondurmalı kağıt helva isterlerdi. Ancak bu talep anında gerçekleşmez, dönüşte Emirgan’da çay içerken seyyar kağıt helvacılardan alınarak gerçekleşirdi. İstanbul’un Fethi’nin 500. Yıldönümünde (1953) yine İstanbul’daydık. Babamın beni omuzuna alarak Beyazıt Meydanındaki sayı//46// mayıs 30


Mehter Gösterisini izlettirmesinin keyfi hala unutamadıklarım arasında. Şahsımda İstanbul Türkçesi Kilis lehçesinin önüne geçmişti. Bir saray dili olan “gelorum” demiyor, “geliyorum” diyebiliyordum. KORKUT ATA DA KİM?

İstanbul’da üniversite hazırlıkları başlamıştı. Kursa hiç gitmedim. Hep sınıf arkadaşlarımla birlikte ders çalıştım. Çünkü öğretmenlerimiz öğretmen gibiydi. Benim durumumda olan öğrencilerle birlikte Beyazıt’taki bir mitinge katıldım. Hiç kimseyi tanımıyorum üstelik. Öğrenciler üniversite yönetiminden yurt, ders kitabı, medikososyal, burs, kredi, ulaşım, barınma konularında kolaylıklar istiyordu. Tümünde de haklıydılar. Bekara ve hele hele talebeye kimse ev vermiyordu. Yurtlara ise ancak dört senede sıra geliyordu. O zaman da siz fakülteyi zaten bitirmiş oluyordunuz. Peki nasıl ev tutacaktık? İmdadımıza Gazeteci Muzaffer Deligöz’ün eşi Boşnak Huriye Hanım yetişti. Fatih Sarıgüzel Korkut Ata Sokak 20 nolu aparmandaki 3 nolu dairenin sahibesi Mersinli Gülderen Hanım arkadaşıydı. Bize kefil oldu. Bu 4 katlı tarihi mimariye sahip ve kullanışı güzel, 140 metrekarelik taş yapı İstanbul apartmanının üçüncü katına yerleştik. Peki sokağa adını veren Korkut Ata kimdi? Oğuz destanlarında yüceltilmiş, bozkır hayatının bütün gelenek, görenek ve örfünü iyi bilen, aşiret teşkilatını koruyan efsanevi bir lider, bir bilge Korkut Ata. Dede Korkut hikayelerini anlatan bir ozan aynı zamanda. Türk sanat müziğine meraklı, çok güzel Kur’an okuyan, makamları bilen, temizliğe ve gürültüye aşırı duyarlı, su sesinden bile rahatsız olabilen Fen Fakültesi Biyoloji Talebesi Bartınlı Ahmet Selami Toscuoğlu, Türk ve dünya ekonomisini yakından takip eden, İstanbul piyasasını mikroskop altına alan ve kendi içinde ticari projeler üreten İktisat Fakültesi öğrencisi Aydınlı Mustafa Kavurmacı’yla birlikte yeni evimize teşekkür ederek yerleştik. Dairemiz kaloriferli, 3 artı bir, banyo, mutfak büyük, ayrıca sokağa ve bahçeye bakan balkonları mevcut. Daha da önemlisi dairemiz gazhaneye abone. Ancak su sıkıntısı var. Sular üç günde bir geliyor, kap kacak dolduruluyordu. Bazı evler depo yaptırmıştı. Banyo için suların aktığın güne denk gelirse iyiydi, gelmezse Bali Paşa Caddesi üzerindeki Asri Banyoya gitmek zorunda kalınırdı.

BİR YANIM SARIGÜZEL BİR YANIM AKŞEMSETTİN

Sarıgüzel Mehmet Akif Ersoy’un doğduğu, büyüdüğü, okuduğu bir semtti. Hemen iki yanımızda Bali Paşa ve sakal-ı şerifin muhafaza edildiği Hırkai Şerif Camileri var. Biraz ilerde ise İskenderpaşa Camii. Üniversite talebelerinin devam ettiği ve imamının Mehmet Zahit Kotku olduğu bir mescit. Bu camide çok güzel sohbetler edildiğini duyardık. Sohbete iştirak edenlerin çoğunun üniversite öğrencisi olduğu bilinirdi. Hırka-i şerif önü meydandı, artık Koyun Baba Parkı. Köşede bir spor kulübü vardı, artık kebapçı. Korkut Ata Sokak’taki bütün evler dönüşümle yıkılmış, o güzel İstanbul evlerinin yerine çimento yığınları gelmiş. Tek ayakta kalan kiracısı olduğumuz ev. Ancak Korkut Ata Sokakta artık Güzel Türkçemizden ziyade Arapça konuşuluyor, çok da işyeri açılmış mültecilerce. Sokak sonundaki Kastamonu Pastanesi de market olmuş. Ev sahibi Mersinden gelip dairesine yerleşince hemen karşısında 19 numaradaki 5 katlı Çim Apartmanına taşındım. Yine Huriye Hanım aracı oldu. Çünkü bekara ev vermiyorlar. Her yağmurda damından su akan en üst kattayım artık. Sular aksa da üst katlara su çıkmıyordu. Su taşımak varmış 5 kata. İki oda bir salon ama mutfak mini minnacık. Banyo ve tuvalet ortak. Balkon mevcut fakat kullanılır gibi değil. Dairemizden Hırka-i şerif bütün haşmetiyle gözbebeklerime oturuyor. Çünkü sokağın en yüksek apartmanındayım! Gaz sobası kurdum soğuk günler için. İyi komşularım var. Sokağımızın bir yanı Akşemsettin, diğer yanı ise Sarıgüzel Mahallesi.

Fatih’teki bahçeli evleri ben görmedim ve yaşamadım. Bütün ev veya apartmanlar birbirine bitişik. Bildiğim tek ayrıcalıklı mekan Semiha Ayverdi Hanımların oturduğu Atikali’deki tarihi ev.

BİLİNEN TEK BAHÇELİ EV

Fatih’teki bahçeli evleri ben görmedim ve yaşamadım. Bütün ev veya apartmanlar birbirine bitişik. Bildiğim tek ayrıcalıklı mekan Semiha Ayverdi Hanımların oturduğu Atikali’deki tarihi ev. Taş yapı üstelik. Bahçesi mevcut. Zaman zaman bu eve, İstanbul’un entelektüellerin, devlet ve fikir adamlarının yanında genç gönüldaşlarımız da davet edilirdi. Modern bir sofrada tabakların, kaşık ve çatalların, peçetelerin nereye nasıl konulacağı, servisin nasıl yapılacağına dikkat edilirdi. Muhafazakar ancak modern bir ev ve aile fotoğrafı vardı burada. Bazı arkadaşlarımız yemekte çatalın ve bıçağın hangi elde tutulacağını burada öğrendi dersem abartmamış olurum. Sonra sohbet ve muhabbet, tefekkür de öyle. Edeple dinlenilir, istifade edilirdi. Dini duyarlılık ve görsel zenginlik fazlaydı. 31


Babam adak kurbanını burada keserdi. Ancak tahtakurusu ve güvelerden konakta kalmak hiç istemezdim.

Konjonktür; günü güne takip edilir, maziyle örtüştürülerek değerlendirilirdi. TALEBE, İŞADAMI, AKADEMİSYEN VE VATANDAŞ ÖRTÜŞMESİ

Muhtar Kocakerim(Prof. Dr.) paylaştığım iki odalı Yavuz Selim durağındaki Yusuf Ziya Paşa Sokak 34 numara 4. Kattaki kiracısı olduğum evim hala olduğu gibi duruyor. Boya badanası yenilenmiş. Ancak sokak dönüşüm ile çimento yığınına dönmüş, ticaret öne çıkmış. Şivesini hiç değiştirmeyen Siirtli Bakkalımız da; mahalle de çok sayıda hemşerisi olduğunu anlattığında anlatım ki en fazla göç Fatih’e Siirt’ten. Günümüzde Pirinçci Sinan Camii yeniden onarılmış, asli hüviyetine bürünmüş. Bu iyi işte. Benim ikamet ettiğim yıllarda pejmürde bir vaziyette kaderine terk edilmişti. Hafız Paşa Sokak üzerindeki yazlık sinema(Lüks sineması) ise 1960’lı yıllarda harıl harıl çalışırdı. Şimdi otopark. Zevk ve Renk Sinemaları da öyle. (Şimdilerde Zevk otopark oldu,) Halıcılar caddesinde uzanırdı sinema gişesi kuyruğu. Fatih Şehir Tiyatroları çok ideolojikti o günlerde. Hemen arkamızdaki Başhoca Sokağının girişindeki apartmanın ikinci katında Necmettin Hacıeminoğlu(Prof. Dr) otururdu. İstanbul Üniversitesi’nin çok sayıda öğretim üyesi Fatih’te ikamet ederdi. Öyle ki fakülteye yürüyerek gider gelirlerdi. Sonra Gazeteci Yazar Mustafa Polat da aynı apartmandaydı. Mustafa Kavurmacı da bütün kardeşlerini Aydın Karasu’dan İstanbul’a getirmiş, Aydınlı Yerli Mallar adında Başhoca Sokak ile Fevzi Paşa Caddesinin kesiştiği köşede mağaza açmıştı. Beş Kavurmacı kardeşin yanında assubaylıktan emekli Diyarbakırlı Ali Rıza Bey de kısa bir dönem ortak olmuştu. Anadolu insanı artık ticarette de proje üretiyor, toplumun ihtiyacını tespit ediyor , kaynak ve kadro bularak hayata geçiriyordu. Yeni ismiyle Aydınlı bizim sokağın girişinde ve Fevzi Paşa Caddesi üzerinde iki yeni mağaza daha açtı. Bitişiğinde ise Mobilyacı Hüseyin(Kileci) Amca İtalyan modasını İstanbul’a taşıyordu. Elibüyükler hala Fatih’in önemli müesseselerinden. Seyidoğlu da Gaziantep tatlılarını taşıdı ilk defa Fatih’e. SOĞUK SICAK İKİ TAŞRALI RESMİ

Evim İstanbul’un en meşhur Çarşamba Pazarı’nda olduğu kadar Draman’daki okullarına da yakındı. Talebelerle zaman zaman evimizde bir araya gelirdik. Sohbetler ederdik. Sinemacı ve kültür adamı Abdurrahman Şen ve rahmetli Mevlüd Güngör(Prof.Dr) hemen gözümün önüne gelen talebeler. Kitap dostu sayı//46// mayıs 32

bir fabrikatör Elazizli İşadamı Halil Küçük de önce Vefa’da, sonra Çoban Çeşme’deki müessesesinde bir kütüphane kurmuş, entelektüellerle talebelerin de katıldığı sohbet ve değerlendirmeler yapardı. Darüşşafaka Caddesinde oturduğundan bazı haftalar bizleri evinde ve dışarda Elazığ sofrasında konuk ederdi. Entelektüelliğin ve de vatanseverliğin bir gereği mi nedir önemli tesbitlerde bulunur ve eleştiriler de yapardı. Etkilenirdik. Karlı bir kış günü gece yarısı dairemizin zili çaldı. Adapazarlı Abdulhavit Mutkan gelmişti. “Hayırdır” dedim meraktan. Kendisi Süleymaniye Kirazlı Mescit’te kalıyordu. Demez mi “Zübeyir Gündüzalp Ağabey Abdulvahit Kardeş git bakalım Mehmet ile Muhtar’ın sobaları yanıyor mu, soğuktan üşümesinler!. dedi. Onun için geldim Mehmet” Bu sevgi ve şefkat abidesi karşısında ancak şükredebildim. Duygulandım. Ne muhteşem böylesi bir şeyi yaşamak. “Gaz sobamız var Abdulvahit Ağabey, üşümüyoruz” dedim. Bir Pazar tatilinde yine dairenin zili çalmıştı. Pencereden baktım “kimdir o gelen?” diye. Çünkü kimseyi beklemiyorduk. Apartmanın önünde üzeri eşya dolu bir kamyonet ve yanında da Hukuk Fakültesi Asistanlarından Servet Armağan (Prof. Dr. Rektör)duruyordu. Kapıyı açtım. Yukarı çıktı. “Mehmet ben Almanya’ya akademik çalışma için birkaç seneliğine gidiyorum. Bizim evin eşyaları sizde kalacak?!” dedi. Bu süprize bir şey demeden iki hamal eşyaları yukarı çıkarmaya başlamışlardı bile. Donup kaldım. Artık iki odalı evimizde Muhtar arkadaşım salonda yatacaktı. DÖNÜŞÜMLERİN NERESİNDEYİZ?

Aynı zenginliğe sahip Yavuz Sultan Selim Camii o kadar değil ama Fatih Camii’nin bir cazibesi vardı. Etrafımız Camilerle müzeyyen olmasına rağmen herkesi çekerdi Fatih Camii. Elektrikler gibi sular da sık sık kesildiğinden camiden su bile taşırdık. Hafız Ahmet Paşa Camii ve Çeşmesi yol üzerinde idi ama harabe vaziyetteydi. Efdalzade Camii de öyle. Fatih Çarşısı ise her zaman pırıl pırıldı. Meyve ve sebzelerinin yanında balık tezgahları öyle bir aydınlatılırdı ki acıktığınızı hissedebilirdiniz. Fatih Camii avlusundaki tarihi mekan askerlik şubesiydi, bugün ise Müftülük binası olarak hizmet veriyor. Modernleşen Fatih bir yandan aşırı kalabalıklaşıp, binalar dönüşümle çimento yığınına bürünürken bütün tarihi mekanların orijinaline uygun yenilenmesi ve restorasyonu ise harika bir şey. Yüreklerdeki dönüşümü soracak olursanız renk renk, çeşit çeşit. Homojenlik silinmiş.


FETHİN SEMBOLÜ

AYASOFYA

Fethin üçüncü günü Akşemseddin koluna girip Sultanını minbere çıkartıyor, Fatih’in yüreğinden hamd ve senâlar dökülüyordu. Ulu ma’bed ilk defa böyle bir ritüele tanıklık ediyordu Sabri GÜLTEKİN

Fethin üçüncü günü Akşemseddin koluna girip Sultanını minbere çıkartıyor, Fatih’in yüreğinden hamd ve senâlar dökülüyordu. Ulu ma’bed ilk defa böyle bir ritüele tanıklık ediyordu. Sonra o koskoca İstanbul’u dize getirenler, Akşemseddin’in öncülüğünde secdeler ederek Ayasofya’ya bûseler konduruyordu. Ve yepyeni bir medeniyete İstanbul değil, Ayasofya tanıklık ediyordu. Her secdeye gidişte, her boyun büküşte, her yalvarışta, her gözyaşı döküşte Ayasofya da arınıyordu. Yeni ev sahiplerine biat edip, rengarenk ihramlara bürünüyordu. Hafızasındaki tasvirleri, putları hatırlatan heykelleri birer birer siliyordu. Hicap örtüsünü giydikçe güzelleşiyor, semadan melekler indikçe uhrevîleşiyordu. Yılların yorgunluğu belli edince kendini, Mimarbaşı Koca Sinan neşterini Ayasofya’nın kalbine saplıyordu. Kubbeyi taşıyan payeler, semaya uzanan minareler Sinan’a dua ediyordu. Kazasker İzzeddin Efendi’nin aşk ile süslediği Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin levhaları Ayasofya’nın azametini ne kadar da aşıyordu. Nereye bakılsa Allah gözüküyordu; nereye bakılsa Muhammed.

adim beldelerin mühürleri vardır; Mekke-i Mükerreme’nin Kâbe-i Muazzaması, Medinet’ül Münevvere’nin Mescid-i Nebevîsi, Kudüs’ün Mescid-i Aksası, İstanbul’un Ayasofyası… İlk çağrıdan beri Kâbe-i Muazzama insanlığa kucak açıyor, Mescid-i Nebevî aziz misafirleriyle dünyayı aydınlatıyor, Mescid-i Aksa mübarek çevresiyle feryad ü figanlar arasında yanıyor, Ayasofya prangalarıyla özgürleşeceği günü bekliyor. Ayasofya, ah Ayasofya!.. Utanç içinde bugün yine sana dokunup, dertleneceğiz!.. Yine ve yeniden seni unutmayacağız; unutturmayacağız!.. “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ...” (Şübhesiz biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik) duaları eşliğinde, zincirler kırılıyor, kaleler yıkılıyor, burçlara İslâm sancağı dikiliyordu. Bir karanlık çağ kapanıyor, aydınlık çağı açan kumandan ve askerleri “şükür secdesi” için sana koşuyordu. Zulmün, adaletsizliğin ve inkârın mağlup olduğunu, Hakkın ve hakikatin galip geldiğini senin kucağında haykırıyorlardı. O övülmüş kumandan, harap ve perişan haline aldırış etmeksizin “Ayasofya fethin sembolü”sün diyordu.

Yüzyıllar geçti böyle; Ayasofya huzur içinde... 481 yıldır kubbesi altına sığınana huzur dağıtan Ayasofya’ya 1 Şubat 1935’te acı bir haber geldi. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği, 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı’yla; “Ezanlar susacak, bu ma’bed müze olacak” denildi. Ayasofya’nın işgal yıllarında bile susmayan ezanları böylece susturuldu. Ayasofya âmâ olunca; Filistin’in başını okşayan el çekildi, Rumeli’deki Evlâd-ı Fâtihân yetim kaldı. Fatih’in öz malı, ilk vakfiyesi 481 yıl sonra gasp edildi. “Geçici” olarak kapatılan ve müzeye çevrilen ma’bed, üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir türlü ibadete açılmadı. 1970’li yıllarda Ayasofya önünde muazzam kalabalıklarla mitingler yapıldı. “Zincirler kırılsın, Ayasofya ibadete açılsın” sloganları payitahtı inletti. Gün geldi, devran döndü; iktidar ruhuyla, fetih ruhu yer değiştirdi. Fethin mührü Ayasofya; secde bûselerine yine hasret kaldı. Ayasofya’nın boynuna asılı “müze” yaftası, fetih ruhunu aldı götürdü, hâlâ da götürmekte... Ayasofya, ah Ayasofya!.. Bir tarafında kadehler kalkıyor, bir tarafında alınlar secdeye kapanıyor. Hoyratça kahkahalar; Firuzağa’dan, Sultanahmet’ten yükselen ezanları bastırıyor. Buz kesiyor kubbenin altındaki mihrabın saçaklardan damlayan hüzün zerreleri, yanaklarında kıpkızıl gözyaşlarına dönüşüyor... Ayasofya, ah Ayasofya!.. Mahremiyet giysileri çıkartılıp, acılar içinde her gün pazara sürülüyor. Secdesiz alınlara, duasız ağızlara, abdestsiz ayaklara çiğnetiliyor. Fatih’in açtığı Yeniçağ kapatılıp, “dilek deliği”nde Bizans’ın Ortaçağı hayal ediliyor. Ayasofya artık yeni bir fetih değil, yeni Fatihler bekliyor. Yeter artık, bunca zulüm!.. “Gül Medeniyeti”nin huzur sokaklarından koşarak bir “ruh şöleni” gerçekleştirmek, mahzun Ayasofya’ya secdelerimizle bûseler kondurmak istiyoruz. Çünkü insanlığın değil, İslâmlığın mirası Ayasofya’da ibadete hasretlik çekiyoruz. 33


KÜÇÜK MESCİTLER ŞEHRİ:

KÜTAHYA Kütahya'daki ilk durağımız Ulu Camii oldu. Camii; Yıldırım Bayezid zamanında (1381-1384) yapılmaya başlanmış, 1401 de tamamlanmış, Kütahya'nın en büyük ve en güzel camisi konumunda Hüseyin YÜRÜK

ayram tatillerinde fırsat buldukça ülkemizin tarihi ve kültürel mekanlarına ailece ziyaret etme geleneğimiz gereğince önceki yıl Ramazan Bayramı'nın ilk günü Kütahya'ya gittik. 1078 yılında Anadolu Selçuklu Devletini kuran Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Kütahya'yı da fethetmiş.1277 yılında Anadolu Selçuklu Devletinin dağılmasıyla birlikte bu topraklar Germiyanoğlu Beyliğinin payına düşmüş. Son Germiyan Beyi II. Yakup'un kız kardeşi Devlet Hatun'un Osmanlı Padişahı Yıldırım Beyazıt ile evlenmesi neticesinde akrabalık bağı kurulmuş, II.Yakup'un 1429 yılında vefatından önce vasiyetiyle Osmanlı topraklarına katılmış olan Kütahya, 140 yıl Germiyan Beyliğinin başkenti, 400 yıl Anadolu Beylerbeyliğinin merkezi olmuş. Kütahya'daki ilk durağımız Ulu Camii oldu. Camii; Yıldırım Bayezid zamanında (1381-1384) yapılmaya başlanmış, 1401 de tamamlanmış, Kütahya'nın en büyük ve en güzel camisi konumunda. Kanuni Sultan Süleyman'ın Rodos seferi sırasında Mimar Sinan tarafından tamir edilmiş olan dikdörtgen planlı avlusuz cami, 1893 yılında Sultan II. Abdülhamid Han zamanında büyük onarım görmüş ve kubbeli olarak son şeklini almış. Kütahya Ulu Camii, Bursa'daki Ulu Camii gibi büyük bir yapı olmasa da dönemine göre önemli bir sanat eseri sayılabilir. Caminin iç süslemeleri maalesef orijinal özelliğini kaybetmiş. Yıllar sonra harcıalem bir şekilde yeniden yapılmış. Caminin giriş kapılarından birinin solundaki Umur bin Savcı Medresesi, şu anda Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. Caminin ana giriş kapısının sağındaki II.Yakup Bey İmaret Külliyesi ise çini Müzesi olarak kullanılıyor. Çini Müzesi görülmeye değer nadide eserlere sahip. Anlaşılan Kütahya'ya çok ziyaretçi gitmiyor ki Ulu Camii'nin şadırvan ve giriş kapısının etrafında bulunan bazı şahıslar meraklı bakışlarla yerli ve yabancı turistleri inceleyip duruyorlardı. Kütahya Ulu Camii ve çevresi biraz Süleymaniye ve çevresine benziyor. Evler ve köşkler yorgun ve harap. Mukimlerinin sosyolojik yapısı ulu mazinin ihtişamlı günlerinden habersiz bir görüntü arzediyor. Şehri ziyaret ettiğimiz gün ortalıkta kimse

sayı//46// mayıs 34


olmadığı gibi, şehir adeta terk edilmiş gibiydi. Kütahya'da bir 'Ashabı Kehf' mahmurluğu var. Ulu Camide öğle namazını kıldıktan sonra Kütahya Kalesi'ne çıkıp burayı gezdik. Antik dönemlerden beri iskan edilen kale Bizansların yaptırdığı surlarla, Selçuklular, Germiyanoğulları ve Osmanlılar tarafından yapılan onarım ve eklerle güçlendirilmiş. Burada kale içinde şehri tepeden gören şirin bir mescit var. Elimizdeki rehbere bakarak bu kez Evliya Çelebi Müzesi'ne gittik. Evliya Çelebi'nin dedeleri Kütahyalı olduğu için Belediyenin gayretleriyle buraya bir müze tesis edilmiş. Eski bir ahşap konaktan çevrilerek tesis edilmiş müze, maalesef kapalıydı. Kültür Bakanlığını yönetenler müzeleri tatil günlerinde kapalı tutma alışkanlıklarına devam ediyorlar Müteakiben eskiden Hükümet Konağı olan halen adliye binası olarak kullanılan binaya gittik. Saray Mahallesi, Fuat Paşa Caddesinde yer alan Eski Hükümet Konağı, Kütahya Mutasarrıfı (Vali) Giritli Ahmet Fuat Paşa (1893 -1908) zamanında, 1905 yılında yaptırılmış. Dış cephesi 1907 yılında Kütahya çinileriyle bezenmiş. Eski Hükümet Konağı'nın ardından Yeşil Camii isimli küçük mescidi gezdik. Mescit, Kütahya Mutasarrıfı Fuat Paşa tarafından 1905'te yaptırılmış. Köşk tipi şerefeli minaresi Kütahya'daki tek örnekmiş. Caminin iç süslemeleri, kubbeden tavana kadar kalem işi, kabartma, yağlı boya süslemeler, bitkisel motifler ve geometrik şekillerle bezenmiş. Her metre karesi nakış nakış işlenmiş bu küçük mescit bana Üsküdar'daki Şemsipaşa Camii'ni hatırlattı. Hem küçük hem görkemliydi. Bu küçük cami, Ulu Camii kadar bizi etkiledi doğrusu. Yeşil Camii'nin ardından yaya olarak çevredeki mescit ve camileri ziyaret ederek Kütahya'yı dolaştık. Kütahya şirin küçük mescitler şehri gibi. Hiçbir şehirde bu kadar çok ve şirin mescidi bir arada görmemiştim. Karagözpaşa Camii'inde tahiyyetül mescit namazı kıldıktan sonra civarında bulunan Rüstem Paşa tarafından 1550 yılında yaptırılmış medreseye gittik. Kitabesi Kütahya Arkeoloji Müzesinde olan bina, 1930'lu yıllarda yıkılmış. Giriş kapısı ve tespit edilebilen kısımları orijinaline uygun olarak yeniden restore edilen Rüstem Paşa Medresesi günümüzde Kütahya' ya özgü yöresel kıyafetlerin ve geleneksel el sanatlarının

üretiminin yapılarak sergilendiği bir çarşı haline getirilmiş. Ne var ki kapısına vardığımızda buranın da kapalı olduğunu gördük. Şehir içi turumuzu tamamlayıp tekrar Ulu Camii civarına döndük.Ulu Camii'nin hemen yanında bir Mevlevi Tekkesi varmış. Burası şu anda Dönenler Camii olarak kullanılıyor. Camii; 14 y.y. da Mevlevihane'nin semahanesi olarak inşa edilmiş. Erken dönem Anadolu Türk mimarisinin özgün örneklerinden olan Kütahya'nın bu ilk Mevlevihane'si iki kez onarım görmüş ve günümüze semahane ile derviş hücreleri kalmış. Caminin önünde bir Mevlevi dervişi heykeli gelenleri karşılıyor. Tarihi bölgede akşam yemeği için uzun ve endişeli bir arayıştan sonra ahşap bir köşkte yöresel yemeklerle akşam yemeğimizi yedik. Bu köşk Kütahya’nın eski Belediye Başkanlarından birine ait imiş. Akşam namazını Yeşil Cami'de kıldık. Burada imam efendi dahil üç kişilik bir cemaat vardı. Allah'tan biz katılınca sayısı artmış oldu. Akşamyatsı arası otelde dinlendikten sonra yatsı namazını da yine küçük bir mescitte kılarak gezimizi tamamlamış olduk. Bir dönem şanlı bir maziye ev sahipliği yapmış, 248 bin nüfuslu Kütahya'nın çağın gelişim ve değişimine yeterince ayak uyduramadığı anlaşılıyor. İnsanların hayattan pek talebi yok gibi. Bayramın 1. Günü, en turistik yerlerdeki mekanların bile kapalı olması bunun en açık göstergesi. Eski evler, köşkler sahipsiz ve bakımsız. Adeta kaderine terk edilmiş gibi. Kütahya'nın tarih ve kültürünü ayağa kaldıracak güçlü bir iradeye ve projeye ihtiyaç var. Valilik ve Belediye bu tarihi projeye pekala imzalarını atabilirler. 35


OSMANLI’DA RAMAZAN KÜLTÜRÜ

Osmanlıda asırlarca devam eden bir gelenek vardı: Huzur dersleri .. Mehmet SANCAK

üyüklerimizden hep duyarız ya Şu cümleyi ‘’Nerde o eski Ramazanlar’’ evet büyüklerimizi bahsettiği eski ramazan anlayışı Osmanlı’nın yaşamış olduğu ramazan Geleneklerindendi nitekim bu gelenekler çok değil 40-50 Yıl öncesine kadar devam ediyordu.Peki Nasıldı Osmanlıda Ramazan geleneği. 11 ayın Sultanı olan Ramazanın gelmesini beklemek çok sevilen bir dostun gelişini beklemek gibi karşılanırdı. Ramazan gelmeden önce çarşı ve pazarlarda yoğun bir hareketlilik yaşanır herkes kilerlerini doldururdu.hatta bir seyyah ramazan ayında istanbul' denk gelince herkesin bu kadar malzeme alarak evlerine getirdiğini görünce savaş çıkacağını zannetmekteydi Bayram sabah olurcasına sokaklar ve evler temizlenir herkes hem madden hem manen hazırlanırdı.Fıkhi olarak ramzan ayının başlaması ayın hilal şeklini alması ile Şeyhülislamların fetvası doğrultusun başlamaktaydı. Ramazan ayında herkes ibadet ile meşkul olur akşamları ise bir başka eğlence dünyası oluşurdu eğlenceden kastım bugün ki manada belediyelerin düzenlemiş olduğu Müzikli şekilde Ramazan geleneğine aykırı şekilde değildi tabiki. HUZUR DERSLERİ

Osmanlıda asırlarca devam eden bir gelenek vardı: Huzur dersleri ..Ramazan-ı Şerif ayında padişahların huzurunda yapılan bu dersler önemli yer tutardı III.Mustafa dönemimde başlamaktaydı bu derslerde kuranı kerim’den ayetler okunur Müderrisler eşliğinde dersler işlenerek manevi bir haz yakalanırdı Ramazanın 1.günü başlar ve 8.günü sona ererdi Osmanlı sarayında Ramazan gelenekleride ayrı bir yer tuttardı makbak-ı amire (mutfak)’da hummalı şekilde çalışmaları olur sultana en leziz sofralar hazırlanırdı.Yavuz sultan selim’in Mısırı feth etmesiyle beraber Payitaht’a getirilen kutsal emanetler Ramazan ayında sergilenir tüm Osmanlı halkının görmesi sağlanırdı.Özellikle Peygamber efendimizin hırkaları Topkapı sarayı ve bugün fatih semtinde halendaha Ramazan aylarında sergilenen hırka teravih namazlarında halkın yoğun ilgisiyle beraber sergilenirdi.Sultan I.Ahmet’in Peygamber efendimizin kutsal sakal-ı Şerifini herkes görsün diye Anadolunun Çeşitli vilayetlerine gönderdiğini bilmekteyiz. DİŞ KİRASI

Osmanlılar öyle nazif öyle düşünceli bir medeniyetti ki iftar saatinde evlerin sokak sayı//46// mayıs 36


kapısı açık kalır ve evlerine sokaktan geçen herhangi bir kimsenin evlerine misafir olarak iftar yapmalarına vesile olurdu yemekler yenir meşhur Osmanlı şerbetleri ikram edilir ve en sonunda ev sahibi misafire ‘’Diş kirası’’ denilen kese içerinde bir miktar para verirdi İlk olarak Fatih döneminde sadrazam mahmut paşa tarafından başlatılan bu gelenek asırlar boyunca devam etmiştir.anlamı ise evimize geldin soframızı bereketlendirerek yemeklerimizden yedin ve bize sevap kazandırdın demekti,Ancak bunun yanında asıl olan fakirleri Ramazan ayında biraz olsun sevindirmekti,Sultan Abdülaziz Dönemi ile alakalı bir anı mevcuttur. Bugün İstanbul Edebiyat fakültesi binası olan yer zamanında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım ve ve Sadrazaman kamil Paşanın evleriydi birgün padişah Kamil paşaların evine iftar’a gitmiştir.yemekler yendikten adet olarak diş kirasi verilmesine sıra gelmiş Kamil paşa gümüş bir tepsi içerisinde evin tapusunu Sultan Abdulaziz’e vermiş. Sultan ilk başta Şasırmış ve tapuyu alarak ‘’Diş kiranı kabul ettim nazık hadiyen için teşekkür ediyorum’’ diyerek tekrardan geri vermiştir. CERRE ÇIKMAK VE RAMAZAN GÜNDÜZLERİ

Gerek medrese, gerek ise mektep eğitimine Osmanlılar zamanında oldukça önem verilmişti 3 aylar ise bu medreselerin tatili demekti Tatildi ancak öğrencilere değil tabiki medresede yetişen öğrenciler izne ayrılıyor ve Anadolu’nun çeşitli vilayetlerine giderek orada dersler verirlerdi.ve halkın ilim irşad noktasında bilgilenmelerine vesile olurdu Halkın bu öğrencilere vermiş olduğu gönül yardımlarına ise ‘’cerr’’ denilirdi. Peki Osmanlı halkı ramazan gündüzlerini medresede okuyan gençlerin eğitimi dışında nasıl geçerdi Tabi Erkekler genelde kıraathanede vakit geçirirdi bilindiği üzre ‘’Kıraat’’ okumak demekti vakitlerini Osmanlı Halkı buralarda İftarada kadar olan vakiti okuyarak geçirirdi. Ramazan ayı hem ibadet hemde ilmi noktada kendini geliştirmek demekti.Hanımlarda ise aynı durum söz konusuydu bugün halendaha devam eden mukabele geleneği o dönemde mahallerde yapılmaktaydı.İftar Öncesi hanımlar hergün bir komşunun evinde toplanarak kurandan bir cüz okuyarak 30 Gün boyunca Kuran-ı Kerimi hatmederlerdi. Ramazan gündüzlerinde sergiler Cami çıkışlarında sergiler açılmaktaydı burada’da yine aynı şekilde durumu iyi olan kişiler muhtaç olan kişilere bu sergide yardım ederdi.

Sultan III.selim birgün camgöz salih efendi diye bir zaad’ın evine iftar’a gider güzel sohbetler teravih namazı derken,III.selim Camgöz salih efendinin sohbetini çok beğenince ona ‘sarayın yakınına taşınarak sürekli istifade etmesini istemiş Salih efendi o dönemde mahallede fakirlere yardım eden biriymiş sultan’a ‘’ Sultanım sizler yine bizleri ziyarete gelin ancak bu mahallediki halk bende yardım diler’’ diyerek teklifini kabul etmemiş.Saray halkı saray’a yakın olan evlere sürekli yardımlarda bulunurdu. MAHYACILIK VE RAMAZAN AKŞAMLARI

Ramazan deyince akla gelenlerden biride ‘’Mahya’’ idi Osmanlıda tarihi 16.yy kadar dayanmaktadır. İstanbul'da yaygın olan bu gelenek daha sonra diğer Anadolu şehirlerinde yayılmaktaydı iki minareli camilerde asılan mahyalar ilk olarak Fatih Camii'si,Beyazıt Camisinde yapılmaktaydı Ramazan ayında insanları ibadete çağıran hadisler ve güzel sözlerde yazılırdı.Çocuklar içinde ayrı bir heyecan olurdu. Mahyalar Akşam ışığında Teravih namazlarına gidilirken bir yıldız gibi gökyüzünde görülmesi Çocukları heycanlandırmaktaydı Osmanlı döneminde Mahyacılık zor bir meslekti,günümüzdeki gibi gibi elektronik ortamlarda yazılmayan Mahyaların hazırlanması asılması ve bayağı uğraş veren bir işti.Mahyaların ışık saçması için içlerine dökülen Kandiller yaklaşık olarak iftar ve teravih arası kadar bir vakitte yanmaktaydı.ve bu kısa vakir içerisinde halk sokaklara çıkarak bu güzelliği görmeye çalışmaktaydı.Mahyalarda genellikle “Ya Gâni, Ya Mabut, Ya Kâfî”, “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” “Merhaba”, “Merhaba Ya Şehr-i Ramazan”, “Gufran Ayı”, ”Safa geldin”,” Elveda” gibi yazılar yazılırdı İftar açılır.Namazlar kılınır ve Sultan Ahmet meydanında Ramazan eğlenceleri başlardı.Orta oyun,Meddahlık, Hacivat-Karagöz sergilenir Toplanan halk bunları merakla ve heyecanla izlerdi.Cambazlık en dikkat çeken gösterilerin başında gelmekteydi bu Eğlenceler Sahur'a kadar sürmekteydı,Sahur'a kadar Kahveler içilir Çubuklar içilir ve Meşhur yaz aylarında serinlemek için Şerbetler içilmekteydi. Ramazan biterken Osmanlı halkı üzülür ancak bayramında gelişine sevinirlerdi ve Ramazandan sonra bayram hazırlıkları başlardı. 37


ereket şehir. Aydınlık şehir. Güneş şehir. Şems de Mevlânâ da Konevî de sizdeyse, ne olabilirsiniz ki başka. Işıyan ışıtan ışık şehir. Aydınlatan durulayan temizleyen şehir. Ülkede en çok turist çeken şehir olması bundandır elbet. “Bir” şehir. “Bir”e meftun, “Bir”e âşık, “Bir”e sevdalı şehir. Bir, Birlik, dirlik şehri olması bundandır elbet.

ELAN, ORTA ANADOLU’NUN BAŞKENTİ

KONYA Dünün bugünün ve yarının “aynı an”da, “aynı zaman”da buluştuğu şehrin adıdır Konya.

Fahri TUNA

Kocaman bir ovanın ortasında, buram buram tarih kültür medeniyet kokan sokakların caddelerin merkezinde, adeta bir sultan tacı gibi bir yükselti: Alaaddin Tepesi. Bir süs, bir estetik, bir nefeslenme mekânı. Cami de orada gül bahçesi de. Huzur da orada ecdat da. Alaaddin Tepesi ne kadar dünse o kadar da bugündür. Bugündür ve yarındır. Yaşayan yaşanan yerdir orası. Dünün bugünün ve yarının “aynı an”da, “aynı zaman”da buluştuğu şehrin adıdır Konya. Kimin başı dara düşse ilk yetişen şehir: 1999 Depreminde evi barkı yıkılanlara Adapazarı’nda evler yapıp mahalle kuran Konya’dır; çağdaş vampirlerce yakıp yıkılan Bosna’ya tramvayları hediye eden Konya’dır mesela. Düşenin dostu, ezilenin yoldaşı, garibanın arkadaşı şehirdir o. Gözün göremeyeceği, aklın alamayacağı, geometrinin ölçemeyeceği kocaman, koskocaman bir ovadır Konya Ovası. Hiç unutmam: On beş sene kadar önceydi. Karlı bir kış gününde, akşam vakti yaklaşıyorduk şehre kendi aracımızla. Ufuktan bize doğru gelen bir çizgiydi yolumuz. Git Allah git. Yok. Karşıdan bize doğru yaklaşan bir araç görüyorduk. Normalde üç beş dakikada karşılaşabildiğimiz türden bir araçtı. Beş dakika, on dakika, yirmi dakika yarım saat… gelmiyordu bir türlü. Yol arkadaşım Faruk Şişman’ın şu sözlerini dün gibi hatırlıyorum : “Fahri Bey, lise kitaplarında okuduğumuz matematik problemleri var ya hani. ‘A noktasından 75 kilometre hızla gelen araçla, B noktasından 90 kilometre hızla gelen diğer araç kaç kilometre sonra karşılaşırlar?’ diye. O soruları bence Konya’da hazırlamışlar. Ne bu yahu. Yarım saat oldu, arabanın ışığı var, bir türlü karşılaşamadık daha…” Faruk haklıydı zahir. Hem de sonuna kadar.

sayı//46// mayıs 38


Konya sakin huzurlu çalışkan sabırlı mert yiğit vefalı insanlar diyarıdır. Bu kelimeleri rastgele dizdiğimi sanmayınız lütfen: Üniversitede ev arkadaşım Ali Uyanık tipik bir Gonyalı’ydı. (Konyalılar kendilerinin ‘Gonyalı’ olarak tanımlarlar ve bundan gizliden gizliye mutluluk duyarlar.) Destansı güzel günlerimiz geçmişti; hâlâ unutamam. Ekmeğimizi suyumuzu, açlığımızı acımızı, şiirimizi (ne şiiri düpedüz saçma karalamalarımızı) paylaşmıştık Ali’yle. Boksördü Ali. Şairdi de. Ali Kemal diye bir şair kazanıyordu ülkemiz, olmadı olamadı. Neden bilinmez. Çok zeki ve çok yetenekliydi. Zaten sınıfımızın 1 numarasıydı. “Alamanyalı” oldu sonra. Hayat yordu onu. (Hangimizi yormadı ki) Kırk yıl sonra hâlâ birbirimizi arar sorarız, hasret gideririz. Onun yakın arkadaşı “Epbab Ahmet” vardı. Evimizin hayatımızın neşesi Ahmet. Türkiye Tekvando Şampiyonu’ydu Ahmet. Üç beş ayda bir görünür, Ali’nin anneciğinin gönderdiği sucukları pastırmaları getirirdi bize, sağ olsun. Ama geldi mi bir hafta on günden önce gitmez, getirdiklerinin yarısını da yer içerdi. Çok da güzel yemek yapardı Ahmet. Mert yiğit tertemiz bir delikanlıydı. İçi dışı birdi. Yüzüne bakınca arkasını görürdünüz. Her cümlesi “epbabım” diye başlardı. Kazara başlamamışsa “epbabım” diye bitirdi. Lakabı da ‘Epbab Ahmet”ti bu yüzden. Ne çok yakışırdı bu kelime Ahmet’in ağzına Ya Rabbim. İkisi tam Gonyalı ağzıyla “gonuşurlardı.” Ben de zevkle seyrederdim. Ali, Ahmet’e takılırdı ara sıra: ‘Epbabım, getirdiklerini bitirmeden gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” Ahmet’in cevabı hazırdaydı, alır okurdu: “Epbabım, sporcu adamık biz. İyi beslenmemiz lâzım, değil mi ama!..” Gülüşürdük. Konyalı olmak yere sağlam basmak demekti. Konyalı olmak elindekini bölüşmek paylaşmak demekti. Konyalı olmak idealistçe, vatanı milleti bayrağı karşılıksız sevmek demekti. Konyalı olmak Allah’a bağlılık, ezana muhabbet, dine imana sevgi saygı demekti. Konyalı olmak şiire edebiyata düşünceye aşinalık demekti. Bütün bunları başta Sami Güçlü Hocamız’dan (iktisat profesörü, tarım eski bakanı, MTTB’den ağabeyimiz, hâlen yirmi yedi ilde binlerce lise öğrencisinin katılımıyla devam eden Anadolu

Mektebi projesinin sahibi, yürütme kurulu başkanı) öğrendik ilkin. Ali Uyanık’ta ta gördük yaşadık tevarüs ettik. Sonra sonra İbrahim Dıvarcı’da, Ahmet Kuş’ta, Ahmet Köseoğlu’nda, İsmail Köse’de, Ömer Bardakçı’da da gördük. Gördük bildik sevdik. Bir Konyalı her şeyden önce ve sonra, ‘birinci sınıf adam’dır. Türküleri de bir başka güzeldir: Kendileri ne kadar yavaşsa, türküleri o kadar oynaktır. Zara’nın o billur sesinden dinlediğimiz kıpır kıpır: Şu Sille’den gece de geçtim görmedim annem Acı tatlı sular da içtim ölmedim annem Aman Sille Sille Sille attığın sille Çektiğim çile çile çile yar çile Veya kendisi küçücük sesi ortalığı ayağa kaldıran Bedia Akartürk Ablamızdan; Kesik çayır biçilir mi Sular soğuk içilir mi Bana yardan geç diyorlar Seven yardan geçilir mi Dinlemeye doyulur mu hiç. Hem de şıkır şıkır kaşık havası eşliğinde. Bakmayın siz Etli Ekmeği‘nin şöhretine. Gonyalı için sıradandır o. Muhteşem Tirit‘inin, harika Saç Arası’nın yanında lafı mı olur lahmacun kılıklı Etli Ekmeğin. Sağlamcıdırlar. Atasözlerine de yansımıştır bu: “Türbe Önü’nde evi, Meram’da bağı olmayana gız verilmez.” Pek göstermeseler, pek renk vermeseler de neşeli güler yüzlü mutlu insanlardır onlar. ‘İki dünya’ ile de aralarının iyiliğinden olabilir belki de bu. Gösterişsiz şehirdir Konya. İnsanlarının gösterişsizliğindendir bu da. Misafirperver mükrim hoşgörülü insanlardır onlar. Yavaşlıkları düşünceliliklerindendir. Hazreti Pir Mevlânâ’nın komşuları mirasçıları yoldaşlarıdır onlar. Başka ne yakışabilirdi ki onlara. Konya bir başkenttir her şeyden “önce” ve her şeyden “sonra.” Şahidiz. Giden gören tanıyan herkes de şahitlik eder buna. Konya bir başkenttir. Haza başkenttir. Elan başkenttir. Elan Orta Anadolu’nun başkenti. 39


SMANLI ARŞİVİ’NİN ÖNEMİ

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNDE

SURİYE

-2-

XVII. yüzyılın başlarında ise bölgenin Şam, Halep, Trablus isimli üç vilayetten oluştuğu görülmektedir. Daha sonra bunlara Sayda'nın (sonradan Akka olmuştur) eklenmesiyle vilayet sayısı dörde çıkmıştır. 1865 yılında yapılan yeni bir idari değişiklikle Şam ve Sayda vilayetleri birleştirilip Suriye Vilayeti olarak adlandırılmıştır. Dr. Önder BAYIR*

T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde yer alan Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, ihtiva ettiği belgelerin gerek sayısı gerekse bu belgelerin ilmî ve kültürel önemi itibariyle dünyanın en büyük önemli arşivlerinden biridir ve bu sebeple dünya arşivleri arasında oldukça mühim ve itibarlı bir konuma sahiptir. Osmanlı Arşivi’nde 95 milyon civarında belge 400 bin kadar da defter bulunmaktadır; ayrıca Osmanlı Devleti’nin irtibat halinde bulunduğu 40’a yakın Avrupa, Kuzey Afrika ve bir çok Asya ülkesinin tarihine ait bilgi ve belgeler de yine bu Arşivimizde yer almaktadır. Bütün bunların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hemen her bürokratik kurumunun yakın dönem tarihine ışık tutacak belgeler de yine arşivlerimizde bulunmaktadır. Buna göre, Osmanlı Arşivi genel olarak bir Türk arşivi olmasının yanı sıra Balkan devletleri arşivi, Orta Asya ve Kafkas devletleri arşivi, Orta Doğu arşivi, Arap Yarımadası arşivi, Kuzey Afrika ülkeleri arşivi ve genelde bir İslam devletleri arşivi konumundadır. Dolayısıyla bu coğrafyalarda bulunan ülkelerin tarihçi ve araştırmacıları, bölge tarihlerini ortaya koymak amacıyla Osmanlı Arşivi’ne müracaat etmek durumundadırlar. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan ve son dönemlerde büyük bir siyasî kaos içinde bulunan Suriye’nin de Osmanlı Arşivi’nde mühim bir yeri vardır. İlk fetih dönemlerinde Halep ve Şam vilayeti olarak teşkilatlandırılan Suriye, Osmanlı Devleti’nin diğer hakim olduğu bölgelerde de uyguladığı adalet ve insan haklarına dayalı yönetim anlayışının her veçhesiyle bir numunesi olmuştur. Osmanlı döneminde üç şehir için “şerif” yani “şerefli” tabiri kullanılmıştır. Bunlar bütün İslam aleminin dinî merkezi olan “Mekke-i şerif”, ilk kıblemiz ve bütün ilahi dinler için önemli olan “Kudüs-i şerif” ve Osmanlı yönetiminde Şam Vilayeti’nin, günümüzde Suriye’nin merkezi olan “Şam-ı şerif”. Bu isimlendirme dahi, Osmanlı için Suriye bölgesi ve hassaten Şam’ın ne kadar kıymetli bir yere sahip olduğunu göstermektedir. SURİYE’NİN KISA TARİHİNE BAKIŞ

Kuzeyinde Türkiye, batısında Lübnan ve Akdeniz, doğusunda Irak, güneyinde Ürdün sayı//46// mayıs 40


ve İsrail ile komşu olan Suriye; coğrafî, stratejik, jeopolitik ve dini açıdan büyük öneme sahiptir. Suriye'de, M.Ö.3000'lerin ortalarından itibaren sırasıyla Akadlar, Amuriler, Hurriler, Hititler, Mısırlılar, Aramiler, Asurlular, Babilliler, Persler, Makedonyalılar, Romalılar ve Bizanslıların hakimiyeti görülmektedir. Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer dönemlerinde İslam orduları tarafından fethedilerek İslam hakimiyetine giren Suriye’de, sırasıyla Emeviler, Abbasiler, Tolunoğulları, İhşidiler ve Fatımilerin arkasından Büyük Selçuklu hakimiyeti yaşanmıştır. Suriye, 1171 yılında kurulan Eyyûbî Devleti hakimiyetine girer; Eyyubilerden sonra ise bölgede Memlûk Devleti'nin hakimiyeti başlamıştır. 1401'de Timur ordularının yol açtığı büyük yıkımla birlikte gerileme sürecine giren Memlûk Devleti, Osmanlı Devleti karşısında tutunamamıştır. 1516'da, Mercidabık Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim'in Memlûk ordusunu yenip Suriye'yi Osmanlı topraklarına katmasıyla, bölgede 1918 yılına kadar yaklaşık dört asır sürecek olan Osmanlı hakimiyeti başlamıştır. Osmanlı Devleti, bölgeye coğrafyanın hassasiyeti dolayısıyla ayrı bir önem vermiş ve idari yapılanmayı da bu doğrultuda belirlemiştir. Osmanlı arşiv belgelerinden Suriye ile ilgili önemli belgeleri yayınlamaya devam ediyoruz…. HACILARIN VE YOLCULARIN EMNİYET VE GÜVENLİĞİNİN SAĞLANMASI

Hacıların ve yolcuların emniyet ve güvenliğinin sağlanması hakkında Şam beylerbeyine gönderilen hüküm 9 Ağustos 1559 / A. DVNS. MHM . d. No: 3, Hüküm No: 189 Şam'da Hz. Ömer Mescidi yakınındaki Yahudi ve Hıristiyanlara ait evlerin Müslümanlara satılması Şam'da Hz. Ömer Mescidi yakınında bulunan ve eskiden Müslüman evleri olup daha sonra yabancıların eline geçen Yahudi ve Hıristiyan evlerinin, değerleri üzerinden Müslümanlara satılması hakkında Şam kadısına gönderilen emir 24 Eylül 1560 / A. DVNS. MHM . d. No: 3, Hüküm No: 1557

ŞAM KUMAŞININ İMALİNDE HİLEYE MEYDAN VERİLMEMESİ, KALİTENİN KORUNMASI

Şam'da imal edilen kutnî, kuşak, alaca, tafta ve sair kumaşların dokunmasında kalitenin korunması, hileye meydan verilmemesi, çivit adı verilen ve Hindistan'dan getirtilen boya ile boyatılması, bu konudaki şikâyetlerin önünün alınması, emirlere aykırı iş yapılmamasına dair Şam Beylerbeyine gönderilen emir 3 Kasım 1564 / A. DVNS. MHM . d. No: 6, Hüküm No: 333 HALEP'TE MESCİDLERİN ETRAFINDAKİ EVLERDE MÜSLÜMANLARIN OTURMASI

Halep'te Bahsitâ Mahallesi'ndeki mescidlerin etrafındaki evlerde Müslümanlar bulunmadığı için vakit namazlarının kılınamaması ve zamanla bu evlerin Yahudiler tarafından satın alınması sonucunda mescidlerin kullanılmaz hale gelmesi üzerine, bu evlerin Müslümanlara satılarak mescidlerde tekrar namaz kılınmaya başlanması ve mescidlerin yakınında gayr-ı müslimlerin oturmasına müsaade edilmemesi hakkında Halep beylerbeyine ve kadısına verilen emir. 18 Eylül 1565 / A. DVNS. MHM . d. No: 5, Hüküm No: 242 HAMA BÖLGESİNDE EŞKIYALIK YAPAN ARAP KABİLELERİNİN CEZALANDIRILMASI

Hama taraflarındaki Aşârne ve Benî Ziyad kabilelerinin isyan üzere oldukları, etrafta bulunan hırsız ve harâmilerle birlikte yolcuları soydukları ve halka zulmettikleri, defalarca uyarıldıkları halde söz dinlemedikleri, kötülük ve isyanlarına son verebilmek için vuruşmaktan başka çare kalmadığı Hama beyi tarafından bildirildiğinden, bu hususta kendisiyle haberleşip fitne çıkaran âsileri vurup haklarından gelmeleri; ancak bu yapılırken çoluk çocuklarının esir edilmemesi, mallarının yağmalanmaması ve suçsuz olanlara herhangi bir zarar gelmesinden kaçınılması hakkında Halep beylerbeyine gönderilen emir 11 Kasım 1565 / A. DVNS. MHM . d. No: 5, Hüküm No: 437 YAHUDİLERE KÂTİPLİK GÖREVİ VERİLMEMESİ Arapça yazı, siyâkat ve defter tutma işlerinde bilgili oldukları için, subaşı ve eminlerin kâtip olarak yanlarına aldıkları Sâmirî denilen Yahudi topluluğun, çeşitli hile ve oyunlarla Müslüman halkın mallarını ellerinden aldıkları bildirildiğinden, bundan sonra hiçbir devlet görevlisinin bunları kâtiplikte veya Müslümanlarla ilgili işlerde istihdam etmemeleri hakkında Şam beylerbeyine ve kadısına hüküm 41


10 Ekim 1565 / A. DVNS. MHM . d. No: 5, Hüküm No: 470 ŞAM BÖLGESİNDE PİRİNÇ ZİRAATİ YAPILMASI

Mısır pirinci, ancak İstanbul'a kifayet ettiğinden Şam'a pirinç gönderilemediği, Şam ve havalisinde eskiden olduğu gibi pirinç ektirilerek halkın ve imaretlerin ihtiyacının bu yolla giderilmesi hakkında Şam beylerbeyine, kadısına ve defterdarına gönderilen emir 24 Şubat 1570 / A. DVNS. MHM . d. No: 9, Hüküm No: 32 KANUNA UYMAYANLARIN TEDİBİ

Kilis civarında bulunan Kürt cemaatlerinden olup vergi vermeyen eşkıyalık yapanların kanuna uymaya davet edilmeleri; itaat etmeyenlerin cezalandırılması hakkında edilmesi hakkında Halep Beylerbeyi Vezir Sinan Paşa’ya; Kilis Kadısına gönderilen hüküm. 24 Nisan 1610 / A. DVNS. MHM . d. No: 79, Hüküm No: 106

Münbiç sancağındaki kadılara, sancak alaybeyisine: Sefer-i hümayuna memur olan askeri taifesine nizam verilmek üzere timar ve zeamet görevlilerinin ellerindeki tahvil, tezkire veya arzları berat ettirmeleri gerektiğine dair suret kaydı. 12 Ağustos 1694 / A. DVNS. MHM . d. No: 105, Hüküm No: 179 LEK OVASI KÜRDLERİNİN MÜNBİÇ’E SÜRGÜN EDİLMESİ

Lek ovasının ekradının kışladığı yerlerin sağında ve solunda olan beylerbeyiler, sancakbeyleri, mütesellimler, alaybeyleri, zeamet ve timar sahipleri, kethüda yerleri, yeniçeri serdarı, vilayet ileri gelenleri ve iş erlerine: Ahaliye rahatsızlık veren ve eşkiyalık eden Lek ovası ekradının Haleb'de Münbiç nahiyesine sürülmeleri. 18 Mart 1703 / A. DVNS. MHM . d. No: 114, Hüküm No: 214

AHALİYE ZARAR VEREN TÜRK VE KÜRD AŞİRETLERE MANİ OLUNMASI

ŞAKİLERİN MÜNBİÇ’E NEFYİ

HALEP KUMAŞININ KALİTELİ VE BELİRLENEN ÖLÇÜLERDE İMAL EDİLMESİNE DİKKAT EDİLMESİ

İLBEYLİ TÜRKMEN CEMAATİNİN HALEB’E İSKANI

Haleb Kazasında yaylayan ve kışlayan bazı Türkmen ve Kürd aşiretlerinin Anadolu Eyaleti’nde yaylayıp kışlayarak ahalinin ekin ve çayırlarına zarar vermelerinin engellenmesi hakkında Haleb Kadısına hüküm 24 Ocak 1614 / A. DVNS. MHM . d. No: 80, Hüküm No: 264

Halep işi kumaşların imalinde görülen eksikliklerden şikâyetçi olunduğundan, kumaş imalatçılarına gerekli uyarılarda bulunularak kumaşların belirlenen ölçülere uygun, kaliteli olarak üretilmesinin sağlanmasına dair Halep kadısına gönderilen emir 15 Nisan 1631 / A. DVNS. MHM . d. No: 85, Hüküm No: 370 [315] FAKİRLERDEN FAZLA VERGİ ALINMAMASI

Şam eyaletinde bulunan vali ve mütesellimlerin, mevcut vergilerini ödemekte güçlük çeken fakir ve muhtaçlardan, farklı isimler altında zorla fazla vergi talep ettikleri haber alındığından, bu gibi uygulamalarla halkın rencide edilmemesi ve istenen fazla vergilerin kaldırılması hakkında Şam'daki idarecilere gönderilen hüküm 3 Aralık 1689 / A. DVNS. MHM . d. No: 100, Hüküm No: 1 sayı//46// mayıs 42

MÜNBİÇ’DEKİ TİMAR KAYITLARI

Adana eyaletinde olan alaybeylerine: Ahaliye zarar veren ve eşkiyalık eden Ekrad kabilelerinin Haleb vilayetinde Münbiç taraflarına sürülmesi ile görevli Aydın ve Menteşe sancakları mutasarrıfı Nasuh Paşa'ya her tür yardım ve desteğin yapılması. 18 Mart 1703 / A. DVNS. MHM . d. No: 114, Hüküm No: 223

Haleb Eyaleti'nde Münbiç ve Ravendan mevkileri Arab eşkıyasının cevelengahı olduğundan buraya iskan edilen İlbeyli cemaatına verilen araziye başkalara tarafından müdahale edilmemesine dair emir yazılması hakkında tezkire. 20 Eylül 1727 / C. DH. 194/9685 İLBEYLİ AŞİRETİ MUKATAASININ RAKKA İLTİZAMINA İLHAKI

Sadaret kethüdası Mehmed Paşa'nın malikane olarak uhdesinde bulunan ve evvelce Rakka mıntıkasında meskun iken Haleb'i eşkiyadan korumak maksadı ile Münbiç mevkiinde iskan edilmiş olan İlbeyli Aşireti mukataasının Haleb Muhassıllığı'ndan ifraz edilerek Rakka iltizamına ilhak edilmesinin uygun olacağına dair Rakka Valisi Ahmed Paşa'nın arzı. (TSMA No: 10130/3) 5 Ağustos 1729 / TS.MA.e. 951/3


HACILARIN ŞAM BÖLGESİNDEN EMNİYETLE GEÇİRİLMESİ

Hacıların karşılanması ve güvenli bir şekilde geçişlerinin sağlanması için Şam Valisi ve Hac Emiri Vezir Azimzâde Mehmed Paşa'ya verilen emir C. EV, 30090 / 28 Ağustos 1775 İDLİB ŞEYHİ ABBASZADE’DEN ASKER TALEBİ

İdlib şeyhi olup Kürt Dağı'ndan ve sair yerlerden beş yüz nefer tedarik etmesi emir olunan Abbaszade'nin fakirliği sebebiyle emrin infazına kudreti olmadığının bildirildiği. 25 Haziran 1799 / C. AS. 131/5823 AHMED PAŞA’NIN EŞKIYAYI TEDİBİ

Haleb Valisi Ahmed Paşa'nın Barak Aşireti'nden türeyen eşkiyayı perişan ederek rüesasının kesik başlarını gönderdiği ve kendisi onlarla meşgul iken Kürt Dağı'nda türeyen eşkiyaya kethüdasını göndererek onların da istiman ettikleri ve tamamen içlerindeki eşkiyanın imha edileceğine dair Ahmed Paşa'nın imza ve mührüyledir. a.g.y.tt 20 Kasım 1816 / HAT, 495/24312 HALEP'TE ASAYİŞ VE GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI

Arap ve Kürt eşkıyasının dolaştıkları bir yer olan Halep'te halkın korunması için gerekli mahallere muhafızlar yerleştirildiğine, bazı aşiret beyleriyle birleşerek Halep'e on saat mesafede olan Rakbarlı köyü civarını saklanma yeri olarak kullanan meşhur eşkıyadan Ammuoğlu Battal ve Ömer adlı şakilerin üzerlerine gidilerek cezalandırıldıklarına dair Halep Valisi Seyyid Ahmed Paşa'nın mektubunun alındığı ve ahalinin korunup kollanması, asayiş ve istirahatlarının sağlanması hakkında Halep valisine gönderilen emir 18 Ocak 1817 / C. DH, 6850 HALEP'TEKİ İSYANIN BASTIRILARAK İSYANA ÖNAYAK OLANLARIN CEZALANDIRILMASI

Halep'te çıkan isyanı tahkik ve bir an önce sonlandırmak için gerekli tedbirleri almak üzere gönderilen Mustafa Nazif Efendi'nin, isyanın kendisinin varışından bir gün önce bastırıldığı, isyana ön ayak olan eşkıyanın cezalandırıldığı ve bazılarının da eyalet dışına çıkarıldığı ve tahkikatına göre isyanın çıkış sebebinin, valinin Diyarbakır'da çıkan fesad dolayısıyla askerlerinden bir miktarını oraya göndermesi üzerine eşkıyanın bu durumu fırsat bilmesi olduğu hakkındaki yazısı 6 Şubat 1820 / HAT , 730/34722

MEKKE VE MEDİNE'NİN KAPISI OLAN ŞAM'IN ASAYİŞ VE İMARININ SAĞLANMASI / AVRUPALILARIN YERLEŞİMİNE İZİN VERİLMEMESİ

Şam Eyaleti’nin her tarafında bazı Arap aşiretlerinin sarkıntılık ve tecavüzde bulunması sebebiyle ahalinin sıkıntı içine düştüğü, tarım mahsulatının ve sair gelirlerinin oldukça azaldığı, son zamanlarda Şam merkezine on beş bin kadar dışarıdan nüfus yerleşmiş olduğu, Şam bölgesinin kalkınması ile ticaretin gelişeceğini Avrupalıların fark ettikleri: Halep'te olduğu gibi Şam bölgesinde de yerleşmeye başlayabilecekleri oysa Şam'ın diğer beldeler gibi olmayıp kutsal toprakların kapısı durumunda olduğu bu sebeple Avrupalı yabancıların giriş ve ikametlerinin caiz olamayacağı; bölgenin yeniden imarı, etrafının aşiretlerden korunması ve hacılara verilen hizmetin daha mükemmel gerçekleştirilebilmesi için Adana ve Çukurova bölgesinden 3000 civarında asker yazılması gerektiğine dair Şam Valisi Salih Paşa'nın mütalaaları 12 Mart 1827 / HAT , 404/21164 Düzenin temini ve vergi toplanması için Kürd eşkiyasının tedibinin icab ettiği Kilis Emval-i Miri matlubatı seniyyeyi tahsil için mutlaka Kürtdağı kürtleriyle harp etmek lazım geldiğinden, dirayetsiz olan Kürtdağı Serçeşmesi azil ile yerine başkası tayin kılınmış ise de, muhalifler üzerine hücum ettikleri işidildikte üzerlerine gidilip reislerinin ve avanelerinin başları kesilmesi hakkında. 1830 / HAT , 597/29328 ŞAM'DA ÇIKAN İSYANIN BASTIRILMASI İÇİN ALINAN TEDBİRLER

Şam'da çıkan isyanı bastırmak için Sayda ve Halep valilerine birlikte hareket etmeleri emrinin verildiği, hac mevsiminin yaklaşması ve Şam'ın kutsal toprakların kapısı olması dolayısıyla buradaki isyanın devamı hac kafilesine zarar vereceğinden fesadın bir an önce bastırılması gerektiği, Halep'ten Şam taraflarına bir miktar asker gönderilerek halktan da itaatkar hareket etmelerinin istendiği, Şam Valisi Selim Paşa'nın şehid edildiği, çıkan karışıklıktan etkilenmemesi için Halep ve civarının muhafazasına dikkat edildiği hakkında Halep Valisi Mehmed Paşa'nın arzı 15 Kasım 1831 / HAT , 404/21166-A HALEP'TE ANEZE AŞİRETİ’NİN VERDİĞİ ZARARIN BERTARAF EDİLMESİ

Halep'te halka zarar veren Anezelilerin aman 43


isyana gerekçe gösterdikleri, ayrıca nizâmi askerlik sistemine karşı oldukları, tüfek ve mühimmât ambarını yağma ederek gayr-i müslim evlerine ve mabetlerine saldırdıkları, birkaç kişiyi öldürdükleri, bazı kiliseleri ateşe verdikleri, Halep kışlasındaki 450 askerle bunlara müdahale etmenin mümkün olmadığı, bu yüzden isteklerinin mecburen kabul edildiği, İstanbul’dan emir ve acilen asker ve mühimmat beklendiği 21 Ekim 1850 / İ. DH. 222/13185_10 REYHANİYE’YE ALAY SEVKİ

dilemesi üzerine, satılacak develerinden yirmişer kuruş vergi ve asker masraflarına karşılık olarak bin deve vermeleri şartıyla teslim olmaları sağlanarak asayişin temin edildiği 19 Eylül 1846 / A. MKT, 50/45 SURİYE'NİN İMARI İÇİN ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Şam'a bağlı sancak ve kazalarda ziraatin teşviki için halka sermaye verilmesi; kıtlık ve aşiretlerin baskıları sonucunda vatanlarını terk edenlerin yerlerine döndürülerek bölgenin mamur hale getirilmesi için tahsil edilemeyen vergilerinin de kendilerine terk ile himaye edilmeleri ve başkalarının eline geçen mallarının iade ettirilmesi gibi hususlarda Anadolu Ordusu Müşiri tarafından gönderilen rapor 12 Mart 1848 / MVL, 22/55 ŞAM'DAKİ GAYR-İ MÜSLİM REAYAYA, MADDÎ DURUMLARINA GÖRE VERGİ KONMASI

Şam'da bulunan Rum, Melkit, Maruni, Süryani ve Ermeni reayadan, güçlerinin üzerinde yıllık vergi istenmesi mağduriyetlerine sebep olduğundan, vergilerin emlak üzerinden veya nüfus sayımı sonuçlarına göre düzenlenmesi hakkında söz konusu millet patrikliklerince talepte bulunulması üzerine, vergilerin herkesin hal ve tahammülüne göre yeniden düzenlenmesi hususunda Maliye Muhasebe Meclisi'nce çalışma yapması 1 Nisan 1850 / MVL, 84/56_1, 2 HALEP'TEKİ İSYANA YAPILAN MÜDAHALE

Halep'in Bâbü’n-Neyreb Mahallesi'nde başlayan isyanın hızla büyüdüğü ve isyancıların sayısının köylerden, aşiretlerden ve diğer yerlerden gelenlerle birlikte 30-40 bine ulaştığı, Halep Valisi Zarif Mustafa Paşa ile kendilerine nasihat etmek isteyen şehrin ileri gelenlerine silahla karşılık veren isyancıların, Hıristiyanların alenen haç kaldırmalarını, çan çaldırmalarını, köle ve cariye kullanmalarını sayı//46// mayıs 44

Miralay Seldade Bey'in Reyhaniye kazasıyla Kürt Dağı ve Gavur Dağı kura ve bakayasının tesviyesine memur tayin edilmesi. (8. İstida) 28 Şubat 1862 / MVL 384/81 ZEYTİN SANAYİİNDE TEKELCİLİĞE MEYDAN VERİLMEMESİ

Şam'ın Kefr Suse köyünde kuracağı zeytin fabrikası için imtiyâz talebinde bulunan Halid Bakla'ya, zeytinci esnafının ve mesleğinin gerilemesine sebep olacağı düşüncesi ile bu işi sadece kendisinin yapmasına dair özel imtiyaz verilemeyeceği, vergisini ödemesi gerekli şartlara uyması kaydıyla ruhsat verilebileceği 5 Eylül 1865 / MVL, 480/74 ŞAM VE HALEP'TE DOKUNAN KUMAŞLARDAN ALINAN VERGİLERİN HAFİFLETİLMESİ

Şam ve Halep'te dokunan "alaca" ve "kutnî" tabir edilen kumaşların, Osmanlı memleketinde üretimi yapılan kumaşların en kalitelisi olması sebebiyle bunun geliştirilmesi için vergilerinin hafifletilmesi gerektiğine dair padişah irâdesi 2 Kasım 1866 / İ. MVL, 563/25281_7 SURİYE İSMİNDE GAZETE ÇIKARILMASI

Suriye Vilayeti'nde, "Suriye" adıyla bir tarafı Türkçe diğer tarafı Arapça olmak üzere haftalık bir gazete çıkarılması hakkında irâde 12 Haziran 1866 / İ. MVL, 554/24887 HALEP'İ KALKINDIRMAK İÇİN ÖNCELİKLE EMNİYETİN SAĞLANMASI GEREKTİĞİ

Aşiretlerin ve kabilelerin sürekli hareket halinde bulundukları bir vilayet olan Halep'te, medeniyetin ilerlemesi, imar ve kalkınmanın temini için öncelikle aşiretlerin birbirlerine ve meskun mahallere saldırılarının önüne geçilmesi gerektiği, bunun sağlanması için de vilayette teşkil edilen zaptiye alayının yeniden düzenlenerek bir seyyar zaptiye bölüğü tertip edilmesine dair emir 16 Haziran 1867 / İ. DH, 1293/101664_4, 5


KÛTÜ’L-AMÂRE Yazar: Dr. Recep Çelik Akıl Fikir Yayınları Tanıtım: Ahmet KOÇAK

Tercüman-ı Hakikat, İkdam, Tanin gibi gazetelerle, Harp Mecmuası dergileri esas alınmıştır. Kûtü’l-Amâre ile ilgili haberler sadece yurt içinde değil, yurt dışında da yakından takip edilmiştir. Oralarda çıkan haberlerin akisleri bahsedilen gazetelerde aktarılmıştır. Bunun yanında Kut Zaferine giden süreçte tarihi önemi haiz olaylarla ilgili Osmanlı Arşiv Belgelerinde yer alan kayıtların burayla ilgili olan kısımlarının bir kısmı esere dâhil edilmiştir. Bu nokta Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan “Arşiv Belgelerine Göre Kûtü’l-Amâre Zaferi” adlı çalışmanın, konuyla ilgili arşiv belgelerinin tamamına yakınına yer verdiğini, dolayısıyla Türk kültürü ve tarihine büyük bir hizmet sunduğunu da belirtmek isteriz. Ayrıca konuyla ilgili İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığının neşrettiği “Harb-i Umumide Irak Harekatı Kûtü’l Amâre” ve “Havâdis 1916 Yüz Yıl Önce” adlı çalışmaları burada zikretmek gerekir.

dünya savaşında, Osmanlı’nın merkezde olduğu, Almanya, Avusturya-Macaristan grubunun öncülük ettiği ittifak devletleri bir yandadır. Bu savaşta kazanılan en büyük zaferlerden ilki Çanakkale Deniz Zaferi, ikincisi de Kûtü’l-Amâre’dir. Türk Basınında Kûtü’l-Amâre adını taşıyan bu eser, savaşı basın üzerinden takip eden bir çalışmadan oluşmaktadır. Teknik ve teknolojik imkânların bugünle mukayese edilemeyecek kadar zayıf ve gelişmemiş olduğu bir dönemde, yine de savaşla ilgili en geniş malumatı basından takip etmek mümkündür. Bu çalışmada sadece bir gazete ya da dergi değil, dönemin yayın hayatına hakim olan Tasvir-i Efkâr,

Yunus Nadi’nin “Zaferi” ve “Irak’taki İngiliz İnhizamının Tesirleri” başlıklı gazete yazıları, Süleyman Nazif’in, Irak Harekatı sırasında 80 yaşında şehit düşen Şeyh Şamil’in akrabası da olan Mehmed Kamil Paşa hakkındaki “Dağıstanî Mehmed Fazıl Paşa” başlıklı yazısı ve Ahmet Ağaoğlu’nun “İngiliz Kafasına Yeni Bir Darbe” gibi Türk edebiyatının önemli isimlerinin kaleminden çıkmış makaleler de bu eserin içinde yer almıştır. Kûtü’l-Amâre’de kazanılan zafer ve İngiliz komutanı Townshend’in teslim olmasının Konya, Burdur, Gerede gibi yurdun çeşitli yerlerinde nasıl bir yankı bulduğu, Kûtü’l-Amâre kahramanı Halil Paşa’ya Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından Demir Taç nişanının verildiği, General Townshend’in ise teslimiyeti dolayısıyla İngiltere’de hükümetin şiddetli hücumlara maruz kaldığı yine bu çalışmayla gözler önüne serilmektedir. Kûtü’l-Amâre zaferine basın üzerinden bir kesit sunmayı hedefleyen bu çalışmanın faydalı olmasını ümit ediyor, tüm şehitlerimizi rahmetle anıyoruz.

ŞEHİR K İ TAP

TÜRK BASININDA

45


BALKANLARDAKI OSMANLI İNCİSİ

OHRİ Ohri şehrine tepeden kaleden baktığınızda, avuçlarınızdan yere dökülen inci taneleri misali şehrin sokaklarına ve caddelerine serpilmiş çok nadide sanat eserleri ve Türk evlerini göreceksiniz.

Mehmet MAZAK*

hri kelime olarak bana güzeli ve sevgiyi çağrıştırmıştır hep. Nedendir bilmem Ohri şehrine gidip görmeden önce de bende bu şehre karşı sıcaklık, samimiyet ve sevgi tohumlarının yeşerdiğini bilirim. Günümüzde Makedonya’nın turistik bir şehri olan Ohri’ye üç defa gidip gezmek nasip oldu bu fakire… 2012 yılında ilk defa Struga Şiir festivaline gittiğimde uğramış, görmüş ve sevmiştim Ohri’yi. Ohri Gölü’nün kenarında aynı isimle kurulmuş olan şehir sanki bizi, Anadolu insanını çağırıyordu kendine… Bu çağrıyı duyan biri olarak sonraki senelerde Ohri’ye yolculuklarım oldu, her gidişimde biraz daha sıcaklığını hissettim. Ohri, göl kenarında aşağıdan yukarı tepelere dizilmiş, biraz Safranbolu, biraz Beypazarı, birazda Akdeniz ve Ege tarzı evleri ve sokakları ile içinizi hemen ısıtıveren bir kültür mirasımız olarak karşınıza çıkar. Bu makalemde sizlere Ohri şehrine yapmış olduğum seyahat ve kültürel gezilerimde gördüklerimi, bu şehir hakkında duyduklarımı, okuduklarımı ve hissettiklerimi paylaşacağım sizlerle. Ohri Balkanların en güzel şehirlerinden biri, Makedonya’nın incisi şirin, dingin ve keyifli bir şehir. Ben bu yüzden “Balkanlardaki Osmanlı İncisi Ohri” başlığını koydum yazıma. Ohri’nin antik dönemdeki adı Lychnidos, yani ışık şehri anlamına geliyor. Sonraları tepede anlamına gelen Vo Hrid adı ile anılır olmuş ve şimdiki “Ohri” buradan geliyor. Günümüzde Makedoncada ve bütün Slav dillerinde “Ohrid”, Arnavutçada “Oher”, Osmanlı dönemi ve günümüz Türkçesi’nde “Ohri” ismi ile bilinir bu şehir, Antik dönemdeki isminin anlamı “Işık Şehri” gerçekten de Ohri şehrinin ışıkları gözlerinizi ve gönlünüzü öyle bir alıyor ki, bu şehre karşı içten, samimi duygular besliyorsunuz buradan ayrıldığınızda.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//46// mayıs 46

Ohri şehri aynı isimle yer bulan Ohri Gölü kenarında kurulmuş bir yerdir. Burada Ohri gölü hakkında kısa bir bilgi vermekte fayda görüyorum. Ohri Gölü, Makedonya’nın güneybatısı ile Arnavutluk’un doğu sınırları arasındaki dağlık bir bölgede bulunur. Göl sahasının 248 km�’si Makedonya’ya, 110 km�’si Arnavutluk’a aittir. Yaklaşık 87 km’lik uzunluğa sahip olan göl kıyılarının 56 km’si Makedonya, 31 km’si Arnavutluk sınırları


dâhilinde yer almaktadır. Göl kıyısı ve yakın çevresinde 3 şehir yer almaktadır. Bunlar, Makedonya’daki Ohri ve Struga şehirleri ile Arnavutluk’taki Pogradec şehridir Ohri incileri ile ünlü bir şehir olup gölde bulunan “plasica” türü bir balık Ohri incisi yapımında kullanılmaktadır. Ohri’yi her ziyaret edenlerin çarşıdaki sıra sıra inci dükkanlarından almadan geçemediği bu nadide inciler buraya özgü bir tür olmasından dolayı be şehre Balkanların incisi denmektedir. Osmanlı’nın henüz ilk devirlerinde Balkanlardaki ilerlemeleri sonucu 1385 yılında hâkimiyetine girmiştir bu şehir. Ohri, 1385’te Osmanlı idaresi altına girdikten sonra bir Sancak merkezi haline getirilerek Anadolu insanının engin irfan anlayışının neşvünema bulduğu bir yer haline dönüştürülmüştür. 1912’ye kadar tam 527 yıl Osmanlı idaresinde kalmıştır bu şehir. Osmanlılar Ohri’ye büyük önem atfetmiş, burayı bölgenin en önemli kültür sanat ve medeniye merkezlerinden biri haline dönüştürmüşlerdir. Ohri daracık sokakları, Arnavut kaldırımları, cumbalı ve sardunyalı evleri ile size farklı coğrafyaların hissini aynı zamanda yaşatan bir şehirdir. Bir taraftan Anadolu kokusunu hissederken diğer taraftan Endülüs kokusunu alırsınız şehri gezerken. Ohri şehrine tepeden kaleden baktığınızda, avuçlarınızdan yere dökülen inci taneleri misali şehrin sokaklarına ve caddelerine serpilmiş çok nadide sanat eserleri ve Türk evlerini göreceksiniz. Gölde bir tekne turu yaparak

gölün içinden şehre doğru baktığınızda kıyıdan tepeye doğru yükselen bir mücevher yığını karşınıza çıkar. Bu mücevher değerindeki Osmanlı eserleri arasında cami, tekke, mescid, hamam, çarşı, saat kulesi ve Osmanlı sivil mimarisine ait evler yer almaktadır. Ali Paşa, Hacı Hamza, Haydar Paşa, Emin Mahmud, Hacı Turgut, Zeynelabidin Paşa, Keşanlı ve Kuloğlu camileri ile Sinan Çelebi Türbesi, Haydar Paşa Türbesi ve Pir Mehmet Hayati Halveti Tekkesi günümüze kadar varlığını koruyabilmiş Osmanlı dönemi’ne ait İslami yapılardır. Ohri şehri hakkında Evliya Çelebi’nin vermiş olduğu bilgiler bizlerin yukarıda bahis ettiği Osmanlı’nın bir mücevher inci gibi işlediği şehre yolculuk yaptırıyor bizleri. 1670 yılında şehri ziyaret eden Evliya Çelebi burayı şöyle anlatmaktadır: Çevresi 4000 adım olan, 40 kuleli büyük ve kuvvetli bir kale vardır. Çoğunlukla Müslümanların yaşadığı aşağı şehirde 400 kadar ahşap ev, 150 kadar dükkan, 17 cami ve mescid mevcuttu. Evliya Çelebi ayrıca bu dönemde kasabada 160 adet Hristiyan ve 300 Müslüman hanesinin varlığına işaret etmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatnamesinde Müslüman mahallelerinden; Ohrizâde, Tekke, Haydar Paşa, Koca Siyavuş Paşa, Zulmiye, Hacı Hamza, İskender Bey, Yunus Voyvoda, Koçi Bey, Emin Mahmud, Kara Hoca gibi seçkin mahallelerin isimlerini zikretmiştir. Evliya Çelebi, bu gezisinde tarihi eserlerden söz ederken Ohri’de; 17 adet cami, 17 mahalle 47


olduğunu ve cennet gibi gördüklerini söylerler sizlere. Ohri dendiğinde St. Clement Kilisesi ve Sveti Naum Manastırı ilk akla gelecek batı tarzı yapılardır. Her iki kilise ve manastır çok bakımlı ve çok özel coğrafi konumu ile bütün ziyaretçilerin dikkatini çeken bir noktada yapılmış abidevi eserlerdir. Ohri’ye her gidişimde St. Clement Kilisesi önündeki kafede oturarak sessizliği içime çekip, gölün mavi sularına bakarak yüreğimin dinginleştiğini hissederek kahvemi yudumladığımı hatırlarım. mescidi (İskender Bey, Yunus Voyvoda, Koçi Bey, Emin Mahmud, Kara Hoca, Çınarlı ve Çarşı mescideleri), 2 adet bilgin medresesi, 7 adet mektep, 3 adet han, 2 adet hamam (Ohrizade ve Gazi Hüseyin Paşa hamamları), 150 adet dükkanın bulunduğu çarşı ve bedestenden bahsetmiştir. Ayrıca ilim sahiplerinin toplandığı 7 adet kahvehanenin varlığından söz etmiştir. 1583 yılına ait tahrir kayıtlarına göre yirmi beş mahalleli Ohri’de 263’ü Hristiyan, 270’i Müslüman 533 hâne mevcuttur. 2002 nufus sayımına göre 42.033 kişinin yaşadığı Ohri’de nüfusun % 80’i Makedon etnik grubuna mensup Hıristiyan Ortadokslardan, % 20 si de Arnavut ve Türk etnik grupların oluşturduğu Müslümanlardan oluşmaktadır. Ohri UNESCO’nun 1980 yılında Dünya Miras Listesi’ne dâhil ettiği bir şehir olarak İslam ve Batı tarzı birçok abidevi sanat eseri ve yapıları içinde barındıran bir kültür mozaiğidir ayrıca. Ohri’liler şehirleri için; “Tanrı cenneti çamurdan yaparken, bir parça kopup Ohri’nin üzerine düşmüş” diyerek bu şehrin ne kadar güzel sayı//46// mayıs 48

Bana göre Ohri’nin en güzel gezi güzergâhı tepedeki kaleden yavaş yavaş aşağılara mahallere inerken Arnavut kaldırımlı, cumbalı evleri, mevsimine uygun çiçeklerin sarkdığı asırlık Safranbolu tarzı konakların önünden geçerken her an karşınıza çıkıveren bir mahalle mescidi veya antik tiyatro sizi tarihin geçmişine götürüverir. Burada karşınızda dimdik duran İşkodralı Süleyman Ağa tarafından yaptırılan ve hala dimdik ayakta bizleri selamlayan saat kulesi şehrin sembollerindendir. Saat kulesinden aşağıya iskeleye doğru indiğinizde Akdeniz tarzı evlerin ve kafelerin arasında göl kıyısına ulaşırsınız. Kalesi, saat kulesi, camileri, tekkeleri, kilise ve manastırları, eski evleri ve konakları ile Ohri göl kenarında her geçen gün değer kazanan bir mücevher inci tanesi misali geleceğe umutla bakan bir şehir. Bu şehir incilerini, güzelliklerini paylaşmaya hazır… Her daim bizleri bekliyor. DİPNOT:

*Halil Kurt-Necibe Nur Alaydın, Ohri Gölü Çevresinde (Makadonya) Osmanlı İzleri Ottoman Traces in the Surroundings of Ohrid Lake (Macedonia)


RAMAZAN’IN ULVİYETİ İLE

BİZİM OLAN “İSTANBUL” Yıllardır süren savaşlar askeri yıpratmış, kaybedilen topraklar gönülleri dağlamış, yapılan anlaşmalar ise halkı derin bir üzüntüye düçar eylemişti. Harici ve dahili düşmanlara karşı verilen mücadele neticesiz kalmış ve İstanbul işgal edilmişti. Nermin TAYLAN

sırlara kök salmış şanlı bir imparatorluğun en son vakitlerinde, İslam askerleri yedi düvelde canhıraş bir savaş verirken; doğu yanıyor, batı kaynıyor, balkanlarda feryad ayyuka çıkmış, nice kahramanlığa imza atmış bir millet adeta varlık mücadelesi veriyordu. Yıllardır süren savaşlar askeri yıpratmış, kaybedilen topraklar gönülleri dağlamış, yapılan anlaşmalar ise halkı derin bir üzüntüye düçar eylemişti. Harici ve dahili düşmanlara karşı verilen mücadele neticesiz kalmış ve İstanbul işgal edilmişti. Tüm dünya milletlerinin dileği fakat Allah’ın yalnız Türk Milleti’ne nasip ettiği İstanbul’a gelen düşman askerleri de İstabul’u kendilerine ait görüyorlardı. İstanbul’u hâlâ Konstantinopolis diye adlandıran bir Yunan Subayı, tam bir İstanbul Şairi ve İstanbul beyefendisi diye adlandırılan şairimiz Yahya Kemal Beyatlı ile tanışmış, şiirlerindeki derin mânâ ve karakterindeki hasletler sebebiyle kendisine hayran olmuştu. Yunan Subay bir seferinde Yahya Kemal Beyatlı’nın yanına gider ve kendisine şu soruyu sorar; İstanbul sizin mi, bizim mi?

Evet, İstanbul’un fethinin üzerinden asırlar geçmiştir ancak Yunanlılar ve dahi diğer bir çok Hristiyan devlet İstanbul’u hâlâ kendilerinin addettmektedir. Bu sebeple İstanbul şairi diye adlandırılan Yahya Kemal Beyatlı’ya Yunan Subay hiç çekinmeden bu soruyu sorunca Yahya Kemal, Yunan Subay’a “İstanbul’un en önemli yerlerini birlikte gezmelerini ve gezi sonrası bu sorunun cevabını bulabileceğini teklif eder” Yunan Subay kendinden emin bir şekilde hemen kabul eder teklifi. Bir sabah vakti Süleymaniye Camii’nden başlarlar gezmeye ve gün boyu yedi İstanbul tepesini ve sair bütün önemli mekânları gezdikten sonra akşam vaktinde Piyer Loti tepesinde günü sonlandırmak üzeredirler. Tüm gün sayısız camii, mabed, külliye, Bizans’tan kalma eserler ve bir çok tarihi yapı görmüşlerdir. Bazen Bizans’tan, bazen de Osmanlı’dan dem vurmuş, sorunun iki cevabı arasında gidip-gelmişlerdir. Piyer Loti tepesinde tahta bir masa ve tahta sandalyelere oturup günü değerlendirme ve sorunun cevabını konuşmak üzeredirler artık. İstanbul şairinin Piyer Loti’den Haliç’e bakarken hafif gözlerinin nemlendiğini gören Yunan Subay tam soruyu Yahya Kemal’e soracaktır ki, Yahya Kemal başlar söze; İstanbul’u gördünüz, şimdi ben sual ediyorum size; İSTANBUL SİZİN Mİ, BİZİM Mİ?

Hiç beklemediği bir anda kendi sorusuyla karşılaşan Yunan Subay, tam kendisinden emin bir şekilde cevap vereceği esnada tüm minarelerin ışıkları yanar; Süleymaniye, Sultan Ahmet, Selimiye, Yeni Camii, Mihrimah Sultan Camii gibi selatin camiilerin mahyaları aydınlatır adeta göksemayı ve ALLAHU EKBER NİDALARI ulaşır bu kutlu şehirden asumana. O an adeta yer ile gök birleşerek Hakka secde ediyor, minarelerden yükselen ezan sanki masivayı inletiyordur. Aniden yaşanan hadiseden mütevellit şaşkına dönen Yunan Subay donar kalır. Ezanlar bitene kadar tek kelime edemez ve yalnızca yaşananları seyreder. Ezan-ı Muhammedi’nin bitmesinden sonra Yahya Kemal tekrar yöneltir soruyu; İSTANBUL SİZİN Mİ, BİZİM Mİ?

Yunan Subay yutkunur önce ve tek cümle ile cevap verir; “HAKİKATTE İSTANBUL SİZİN”

Ve o gün Ramazan- Şerif’in ilk günüdür. Duam odur ki; Ramazan bizleri mübarek kılsın.. 49


BİZ GEZMEYİ BİLİYOR MUYUZ? Ruy Gonzales Klavijo adında bir Papaz’ın, geçtiği şehirlerde gördüklerini anlattığı “Timur Devrinde Semerkant’a Seyahat” isimli eseridir. Adam, bir elçi gibi değil, bir seyyah gibi davranmış ve geçtiği şehirlerin özelliklerini ayrıntılarıyla da olmasa anlatmaya özen göstermiştir. Muhsin İlyas SUBAŞI

ana gezme bilincini aşılayan ilk eser, Evliya Çelebi’nin seyahatnamesi olmuştur. Bu kitabı roman gibi okumadım, ancak ilgimi çeken bölümleri dikkatli bir şekilde takip ettim. 17. Yüzyılın bu seyyahı, Osmanlı medeniyetinin yüzakı bir ismidir. 4 asır öncenin hayat tarzını, insanların ve şehirlerin donanımını bize verebilecek ikinci bir eser yoktur. Arkasından İsmail Habip Sevük’ün, “Tuna’dan Batı’ya” isimli eseri bilinçlenmeme katkı sağladı. Onun Karadeniz’den başlayarak gemiyle Balkanlara yaptığı seyahatte gördüklerini ve yaşadıklarını anlattığı kitap, bizim gezi kültürümüzün önemli eserle-rinden birisidir. Daha sonra Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehrini okudum. Batı’dan okuduğum önemli bir eser de, İspanya Kralının Osmanlı İmparatorluğuna büyük darbe vuran Timur’u tebrik için görevlendirdiği Ruy Gonzales Klavijo adında bir Papaz’ın, geçtiği şehirlerde gördüklerini anlattığı “Timur Devrinde Semerkant’a Seyahat” isimli eseridir. Adam, bir elçi gibi değil, bir seyyah gibi dav-ranmış ve geçtiği şehirlerin özelliklerini ayrıntılarıyla da olmasa anlatmaya özen göstermiştir. Aslında bu kitaplardan söz ederken, onları tanıtmak niyetinde değilim. Bizde gezi kültürünün kısa da olsa tahlilini yapmayı düşündüm. “Gezi Notları” isimli eserimi okuyan bir dostum; “Sizin kita-bınıza okuyunca, Hacca tekrar gidip bahsettiğiniz dikkat noktalarını göz önünde bulundurarak o bölgeyi yeniden gezmek istiyorum. Görmek ile bakmak arasındaki farkı bu kitapla öğrendim”, dedi. Doğ-rudur, her insan bakar, ama her insan göremez. Aslında Hacca Hac farizasını yerine getirmek için gittim, ama bunu fırsata dönüştürüp, gördüklerimi bölgenin tarihiyle birleştirerek anlatmaya özen gös-terdim. Bunu yaparken de evvela bu toprakların neden kutsal olduğuna işaret ettim. Hemen bütün Peygamberlerin bu bölgeden çıkmasının bir sebebi hikmeti olmalıydı. Onun üzerinde durdum. İkli-min insan hayatına süreklilik kazandıran güzelliğine rağmen, çölün getirdiği problemler gözden uzak tutulamazdı. Dolayısıyla yoğunlaşan nüfusun beraberinde getirdiği bozulan toplum karakteri bura-daydı. Peygamberler de ıslah edici olduklarına göre, öncelikle buralardan çıkacaktı. “Kâbe” niye kutsaldı? Nihayet bir taş binanın önemi nereden geliyordu? Onun kutsallığı bazı hatıraları barındırma-sından ibaret değil miydi? “Hz.

sayı//46// mayıs 50


Peygamber bu bölgede 23 yıl Peygamberlik görevini yapmış olmasına rağmen, neden ömründe bir defa Hac farizasında bulunmuştu. Bizim din görevlilerimiz rehberlik hizmetini yaparken bu ayrıntıların üzerinde durmuyorlardı. Bizim insanımız da yeterli kültür birikimine sahip olmadığı için gidip bakarak dönüyorlardı, gören pek yoktu. Bunlara işaret etmeye çalıştım. Ge-zinin sosyolojik ve felsefi derinliği böylece çıkıyor ortaya. Bakın mesela, İvo Andriç’e Nobel Ödülünü kazandıran “Drina Köprüsü”nu okumadan Balkan-lara yapacağınız seyahatte, bu köprünün ruhunu fark etmeniz mümkün değildir. Vişegrad’da, Drina Nehri üzerindeki bu köprüye bakarken, çok dinli, çok milletli bir mozaik yapının içinde bu köprüyü yapma kararlılığı ile yıkma azmi karşısında verilen bir gizli savaşın izlerini bulursunuz. Sokullu Mehmet Paşa’nın doğduğu köyün yakınlarında, Mimar Sinan tarafından inşa edilen ve bugün Sırp bölgesinde kalan bu on kemerli hüzün anıtı, Balkanlara yapacağınız gezinin rengini ve tadını çeşitlendirecektir. Onları tanıdığınız zaman, Yugoslavya iç savaşlarının getirdiği dramın hüznünü yaşarsınız ve geçmiş zamanın o karmaşalı dönemine doğru bir yolculuğa çıkarsınız. Daha da önemlisi nehrin durgun sula-rına kondurulan Osmanlı Arması gibi bu köprüyle gururunuz artar. Batı’da geziye çıkacak adam, bir yıl öncesinden hazırlığını yapan, nerede kalacak, nereleri görecek, ne kadar zaman ayıracak bunların bütün ayrıntılarını ortaya koyar. Buna göre hareket

eder. Bizde öyle değil, aile reisi ‘Hadi şöyle bir gezelim’, der ve yola çıkarlar, arabaya bindikten sonra, ‘nere-ye gitsek acaba’, soruları başlar. Sonunda bir yere varır, taşını toprağını gezer ve dönerler. Hâlbuki şehirlerin mahrem yerleri iyi bir seyyahın gözlemlerine mutlak süratte takılacaktır. Çünkü seyahate çıkan adam, zaten şehrin bu arka planına bakar. Bugün hangi şehre giderseniz gidin, geçmişinin uykusunda bulursunuz o şehirleri. Sokaklarındaki kalabalıklar ve telaş, onları uykusundan uyandırmaz. O uykuya bir rüya gibi sokulan bilinçli olarak gelen seyyahlardır. Bizde maalesef bu bilinç gelişmemiştir. Bunun ana sebeplerinden birisi, bunun kültürel bir altyapıya sahip olunmamasıdır. Bizde seyahat kitapları çok azdır. Bunlar okunmadığı için, şehirden şehre iş gezisine bile olsa çıkan insanların görüşmelerinden artakalan zamanlarını şehirlerin değerlerini incelemeye ayırmamaktadır-lar. Bütün şehirler tarihlerine yaslanır ve ondan beslenirler. Çünkü onların anası tarihleridir. Bizde gezi bilincini geliştirmek isteyenler, mutlaka bu şehirlerin monografisini hazırlamalılar. Günümüzde gezi merakı giderek artmaktadır. Bu iyi bir şeydir, refahın getirdiği imkanları kullanan insanlar, gezdik-leri yerlerin o gizli ve aynı zamanda da sihirli dilini bilirlerse, gezi bir medeniyet ihtişamına dönüşür. Bizde bu eğilim var mı? Herkes kendisine sorsun ve cevabını versin. Benim cevabım yazımın başlığında gizlidir!.. 51


ŞEHİR SOHBETLERİ -sekiz-

ŞEHİRDE

ULAŞIM Ve gün geliyor/geldi. Araç hayatı da şehri de kitledi. İnsanları araç yönetiyor. Şehri araç kuşattı. Yani araç şehirleri kurduk. İnsan şehirleri kuramadık. Şehirde araçları yaşatacak sistemler kurduk. Ahmet NARİNOĞLU

aza haberlerini hep şöyle duyuyoruz. İki araç çarpıştı, şu kadar yaralı var. Şöyle hasar meydana geldi. Çatı bu. Hiç değişmez. Şunu kendimize sorar mıyız? Aracın haberi mi yoksa insanın mı haberi veriliyor? Maalesef araç haberleri duyarız. Şehir içinde trafiğe baksak da aynı. Araçlar tıkandı, trafik durdu, park yeri kalmadı. Benzeri haberler. Dahası var insanlar bir araya geldiklerinde araç muhabbetleri. Hayali veya yaşama davası (hayat gayesi) sadece arabaya sahip olmak isteyen nice insanlar var. Mal canın yongası atasözü şimdi araçlar için söyleniyor. Bir araç kazası hayatı altüst ediyor. Hayata geriye baktığımızda aracın hayat hikâyesi çıkıyor. O zaman şu tespitleri yapalım. Araç toplumda sosyal statümüzü yerimizi tayin ediyor. Gelişmek sahip olunan araçla ölçülüyor. Araç hayatın ta ortasında yer alıyor. Aracı korumak kollamak dert haline geliyor. Araca yer(park) açmak/yapmak için yeşil alanlar heba ediliyor. Mesela İstanbul Ataköy Semtinde ilk yıllarda yeşilliklerin arasında apartmanı bulmak uğraştırırdı. Araçlar çoğaldıkça yeşil doku tamamen kalktı. Araç yığınları arasında binalar ortaya çıktı. Sosyal hayatta insanlar Muhannede muhtaç olmayayım diye araç alıyorlar. Hane başı kadar, hatta daha fazla araç oluyor. Bütçeden yüklü pay alıyor. Araç dünyası, araç ekonomisi, araç kültürü oluşuyor. Ve gün geliyor/geldi. Araç hayatı da şehri de kitledi. İnsanları araç yönetiyor. Şehri araç kuşattı. Yani araç şehirleri kurduk. İnsan şehirleri kuramadık. Şehirde araçları yaşatacak sistemler kurduk. Artık tercih yapmalıyız. İnsan mı? Araç mı? Sistemleri de bu tercih (strateji) üzerine yeniden kurmalıyız. İtirazlar, tepkiler peş peşe geliyor. Farkındayım. Araçsız olur mu? Araçsız bir hayat düşünülebilir mi? Mevcut araçları ne yapacağız? Araca göre kurduğumuz şehirler ne olacak? Araçsız nasıl ulaşım olacak? Eminim sizin de peş peşe itirazlarınız ve sorularınız var. Burada araç olmanın gibi hayalî (hayalvari) düşünmek mümkün değil. Araçlar var ve hayatımızda olacak. Bizim itirazımız kurulan sisteme. İnsanı değil aracı merkeze alan sisteme. Ulaşıma, iletişime, alt yapıya,

sayı//46// mayıs 52


üst yapıya, trafik düzenine/sistemine, ulaşım sistemine. Kestirmeden soralım. Peki, nasıl olacak? Eğer araçları taşırsak olacağı bu. Aracın bir şehirde girmediği yer var mı? Öncelik araca ait değil mi? Araç yüzünden şehir karasının önemli oranı yollara gitmedi mi? Araç yüzünden yeşil alanlar daralmıyor mu? Ormanlar, doğal alanlar azalmıyor mu? Araç çoğaldıkça ihtiyaç/yol, alt-üst yapı vb. artıyor. İhtiyaçları çözdükçe araç artıyor. Bu kısırdöngü yumağa dönüşüyor. Evvela aracı merkeze alan (araca dayalı) sistemin bizim getirdiği duruma bakalım • Araca o kadar değer veriyoruz ki nerdeyse evin içine alacağız • Araca verdiğimiz değer, saygı-sevgi, ayırdığımız zaman önce kendimize, sonra çevremize vermiyoruz • Mevzuatta olmasına rağmen ev/apartman/ binaların altına otopark yapmadık. Varsa bahçelere yaptık. Yeşil alan koymadık. Olanları da yok ettik • Şehir içi açık, otopark alanları açmadık. Varsa da yetersiz kaldı • Kapalı otoparklar yapmadık • Kaldırımları, sokakları, caddeleri otopark olarak kullanıyoruz. Hareket eden trafik ciddi aksıyor • Otoparklıma yönetimi kuramadık/ kuramıyoruz. Buraları kanun dışılığa terk ediyoruz

• Trafik akışı planlayamadık. İşi okuruna/ akışına bırakıyoruz • Kurallar yerine inisiyatife sarılıyoruz. Hani derler ya “İstanbul da trafik kuralları yok. Trafiğin kuralları var” • Kısmi çözüm arayışları çare olamıyor. Her çare biraz daha çaresizlik getiriyor • Araç binme/sürme alışkanlığımız/ sıklığımız tiryakiliğe dönüşüyor. Araçsız yol yürümüyoruz. Batılılara göre daha çok/özel araç kullanıyoruz • Aracı mülk görüyoruz, vasıta görmüyoruz. Bu yüzden gözümüz önünden ayırmıyoruz. Evimizin iş yerimizin önünde olsun istiyoruz. Trafik, park meselesi kendiliğinden oluşuyor Bu tespitleri az bulanlar da var. Abartılı bulanlar da. Olsun. Ama bir gerçek/hakikat var. Araç meselesi daha da büyüyerek çözümsüzlüğe/ çıkmaz gidiyor. Şehir ulaşımında iki trafik karşımıza çıkar. Duran trafik ve hareket eden trafik. İkisine de biraz göz atalım. Duran trafik’e parklanma, otopark diyorlar. Şehirlerde de maalesef duran trafik (araçta diyebiliriz) meselesi var. Şehirler adeta araçları nereye koyacağını şaşırıyorlar. Karışmıyorlar. Karışmayınca böyle oluyor. Duran trafik için sistem kurmak şart. Her şehir kendi çözümünü bulmaya çalışsa da evrensel çarelerden yararlanmalı. Hareket eden trafik şehirlerde günbegün içinden çıkılamayan meselemiz. Bu şuna 53


benziyor. Habire şişmanlıyoruz. Elbiselerimiz hala eski beden. Bir yerden patlamaz mı? Patlar elbet. Hatta yeryüzünde yüzde yüz çare bulan çıkmamış. Çare her kente özgü plan yapmada. İnsanı eksene/merkeze alan ulaşım/trafik düzeni veya sistemi kurmalıyız. Çok kolay. İnsanlık şehirlerde insanı yaşatan hangi sistemleri kurmuşsa/kuruyorsa ondan yararlanmalıyız. Zira şehirlerde ulaşım insanlığın ortak meselesidir. Dünyadan dersler almalıyız. Sonra ikinci adım gelir. İnsanı öncelikli yönetmek. Yeni insanı tanımak. İnsanı öncelik tanıdığımızda önümüze ulaşım alternatifleri çıkar. Şimdi ayaklarımızı yere basalım. Şehir içinde ulaşımın tek ve birinci adımı yaya ulaşımıdır. Şehirde yaya yürüme sistemi/düzeni kurulmalıdır. Yayayı yürümeye teşvik etmeliyiz. Dünyada bunun misalleri var. İstanbul da uluslararası trafik konferansında Asya (muhtemelen Pakistan) büyük şehirlerinde beş kilometrelik bir mesafede yaya yürüme sistemi kurulduğu bildirilmişti. Bizim şehirlerimizde “kent sözleşmesi” yaparak beş kilometrelik mesafeyi yaya yürümeyi sağlamalıyız. Düşünün beş (değil iki-üç) kilometre yaya gidilse trafik ne kadar rahatlar. Şehirlerde elbette yaya yolların, alt/üst yapılar yapılmalıdır. Şehir ulaşımının ikinci adımı bisiklet ulaşımıdır. Bisiklet ulaşımı her şehirde olabilir. Bisiklet yolları, parkları yapıldığında araç trafiğini ciddi boyutta azaltır. Hava kirliliğini önler. Araçlar gibi geniş alanlı, maliyetli park yeri istemez. Her yere konulabilir. Zaman yönünden de en seri ulaşım vasıtasıdır. Her yere ulaşır, her yere girer-çıkar. Dar alanda konuşlanır. Üstelik sayı//46// mayıs 54

sağlıklı yaşam için bulunmaz bir nimettir. Şehir ulaşımının üçüncü adımı (varsa) deniz veya su ulaşımıdır. Hele denizi/sahili olan şehirlerde öncelik verilmelidir. Maalesef ülkemizde en başta İstanbul da şehir içi ulaşımında deniz kullanılmıyor. İstanbul da deniz niçin beni kullanmıyorsunuz diye küs gibi. Deniz bulunmaz nimet. Fazla maliyet istemez. Kitleyi bir yerden bir yere taşır. Ucuz ve hızlı ulaşım yoludur. Şehir ulaşımının dördüncü adımı hafif raylı, yerüstü, elektrikli demiryolu ulaşımıdır. Öyle köprü, kavşak, yer altı-yerüstü geçit yapmaya gerek yok. Geniş yolların ortaları yapılır ve tıkır tıkır çalışır. Maliyeti düşük, hızlı, çok yolcu taşır. Düz olan şehirlerin en ideal ulaşım sistemidir. Atalarımız İstanbul da o şartlarda raylı sistemler yaptığı halde geliştirmek şurada dursun gerilettik. Gelişmiş ülkelerin bütün şehirlerinde ana ulaşım sistemi iken biz neden geri kaldık/kalıyoruz izah edilemiyor. Hava kirliliğine, onca alt-üst karayolu yapısına alternatif raylı sistemi şehirlerimizde kurulmalı acilen, ihmal edilmeden. Bazı şehirlerimizde hafif raylı sistem yerine tekerlekli sistem ulaşımı kuruyorlar. Karayolu ortasında tahsisli yol ayırarak çalışan bu sistem başta ferahlık, kolaylık ve rahatlık sağlasa da bir süre sonra tıkanıyor. Yani geçici çözüm olmaktan öteye geçemiyor. Bu yollara hafif raylı sistemler kurmalıyız. Demiryolu deyip geçmeyelim. Şehir içi kadar ondan da elzem şehirlerarası hızlı tren eksiğimiz var. Bize karayollarını dayatanlar hızlı trenle kalkındılar/ geliştiler. Necip Fazılın Sultan Abdülhamid’e atfen söylediği söz gibi. Kurtuluşumuz batılıların


bize ne önerirlerse tersini yapmaktan geçer. Bir cumhuriyetin başında uyanmışız, birde yeni uyanıyoruz demiryolu mevzunda. Bunu Ankara’ya hızlı trenle giderken anladım. Karayolunun bu millete yüklediği vebali kim nasıl kaldıracak.

yönetim planı hazırlamak

Şehir ulaşımının beşinci ayağı metrodur. Batı ülkelerinin 1920 yıllarda başladığı göz önüne alırsak ne kadar geride olduğumuzu anlarız. İnsan aklı şehir ulaşımını şehrin altında (yerin altında) çözmüş. Yeditepeli şehir metroyu adeta davet ediyor. Ama iyi bir planla. Yüz belki de iki yüz yıllık bir planla. Bunu yapacak ve başaracak aklımız var. O zaman haydi diyelim.

• Şehrin bütününü kapsayan tedbirleri sakinlerle paylaşmak, birlikte uygulamak

İsterseniz toparlayalım. Şehir içi ulaşımın çözümü adım adım olmalı. Önce zihniyetimizi değiştirmeliyiz. İşte atılacak adımlar.

• Araç taşıt vergisini çok kilometre yapandan çok, az kilometre yapandan az alan sistem kurmak. Araç/özel araçları az hareket ettirmek • Araçlardan konutlardaki çöp vergisi gibi çevre kirliliği vergisi almak

1.İnsanı merkeze almak 2. İnsana öncelik tanımak 3. İnsanı taşıyan taşıma düzeni kurmak 4. İnsanı taşıyan taşıma sistemi alternatifleri geliştirmek 5. Şehre özgü ulaşım sistemi/düzeni kurmak 6. Ulaşım sistemini stratejik yönetmek Peki, ne yapmalıyız sorusuna cevap bulmak için somut çareleri sıralayalım. Çare tükenmez kabilinden. • Her şehirde ulaşım master planı hazırlamak • Her şehirde ulaşım master planı ekseninde imar planı/düzenlemesi yapmak • Master planı şemsiyesi altında trafik ulaşım ve

• Duran trafiğe yer/mekân planlamak • Caddeler, sokaklarda park planı ve yönetimi planların ışığında hazırlamak

• Ulaşım ve trafikte yönetişim sistemine geçmek sadece devletin, belediyenin değil hepimizin meselesi. Bu gözle yönetmek • Şehirdeki araçlara park vergisi getirmek

• Şehirdeki toplu taşıma sistemini otobüs şeklinde teke indirmek. Diğer tekerlekli ulaşım araçlarını kaldırmak. Tek elden, tek sistemle, yerel yönetimce yönetmek • Sarı taksi sistemini teke indirmek. Tel elden duraklar üzerinden yürütmek Bu ve benzeri tedbirlerin gayesi özel araçları az kullanarak toplu taşımacılığı teşvik etmek olmalı. Şehrin her noktasına toplu taşıma araçları ulaşmalı. Sosyal devlet ilkesine göre maliyetine çalıştırılmalı. Mutlaka ama mutlaka ulaşım, trafik planlarına uygun tek elden, tek sistemle yönetmeliyiz. Ne yapıp edip arayıp bulup planlayıp uygulayıp ulaşım/trafik meselesini çözmeliyiz. Bu kadar. 55


umi 1327 (Miladi 1911) yılında Prepol (Günümüzde Prijepolje/ Sırbistan) Kazası, Orahovaç köyünde Osmanlı Devleti vatandaşı olarak dünyaya geldi. Doğduğu tarihte Prepol Kazası idari olarak Taşlıca Sancağı’na Taşlıca Sancağı ise Kosova Vilayeti’ne bağlıydı.

DÖRT DEVLETİN VATANDAŞI

HACI YUSUF KANSU’NUN

HİCRET SERÜVENİ

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Arşidük Prens Franz Ferdinand ve eşi Sofya ile birlikte resmi bir ziyaret için Saraybosna’ya geldi, Milyaçka nehri kenarında otomobil ile ana caddeden geçerken Çetnik Örgütü’nün yetiştirdiği militan Gavrilo Princip tarafından vuruldu. Bu suikast neticesi Ferdinand ve eşi hayatını kaybettiler. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı’na savaş açtı ve Sırbistan’ın bir bölümü ve Prijepolje’yi işgal etti. Dr. Hüseyin KANSU

Babası Hüseyin Efendi (1875-1934), Nakşibendi Şeyhi vekili ve Taşlıca (Pljevlja/ Karadağ) şehrinde bir caminin mütevelli heyet başkanı Külahzade (Çulahoviç) Molla Salih Efendi’nin ortanca oğludur. Annesi ise Prijepolje’nin Düşmaniçe köyünden Zilcioğlu ( Zilcoviç) Hilmi Efendi’nin kızı Hasanbeyoğlu (Hasanbegoviç) Nefise’den doğma Fifa (Afife) Hanım’dır. Babası imam, annesi ise ev hanımıdır. Annesi ev işleri dışında evinin bir odasını atölyeye dönüştürerek tahta tezgâhında (Razboy) kilim ve iç çamaşırlık kumaş dokuyarak ailesine katkıda bulunurdu. Yusuf Kansu’nun annesi Afife Hanım (18771954) 11 çocuk dünyaya getirmiş ancak 8’i küçük yaşlarda vefat etmişlerdi. Ortanca kardeşi Hasan ve küçük kardeşi Lütfi ise Allah’ın lütfuyla uzun ömürlü olmuşlar. Ailesi ziraat, meyvecilik ve hayvancılık ile geçimlerini temin etmiştir. 1912-13 Balkan Savaşı’nda Sırbistan Krallığı Prijepolje’yi (Okunuşu: Priyepolye) işgal etti. Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında 1914 İstanbul Anlaşması imzalandıktan sonra Yusuf artık Sırbistan Krallığı vatandaşı olmuştu. 28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Arşidük Prens Franz Ferdinand ve eşi Sofya ile birlikte resmi bir ziyaret için Saraybosna’ya geldi, Milyaçka nehri kenarında otomobil ile ana caddeden geçerken Çetnik Örgütü’nün yetiştirdiği militan Gavrilo Princip tarafından vuruldu. Bu suikast neticesi Ferdinand ve eşi hayatını kaybettiler. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan Krallığı’na savaş açtı ve Sırbistan’ın bir bölümü ve Prijepolje’yi işgal etti. Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği yıl içinde 1 Aralık 1918 tarihinde İngiltere, Yugoslavya Krallığı(Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı)’nı kurdu, Sırp hanedanından gelen bir prensi kral olarak tayin etti. Krallığın anayasasını da İngilizler yazdı. Böylece Yusuf Yugoslavya Krallığı

sayı//46// mayıs 56


vatandaşı oldu. Çocukluğunda, ailesine ait büyük ve küçükbaş hayvanların çobanlığını yaptı. Çocukken bir grup arkadaşıyla Prijepolje’nin bir mahalle camiinde imam olan Süleyman Efendi Galiç’ten, Kuran ve İlmihal dersleri almıştı. On iki yaşından itibaren tüfek ve tabanca tamirciliği yapan Medo (Merdan) amcasının yanında çıraklık ve kalfalık yaptı. Amcasından bu zanaatı öğrendi. Askerlik görevini yaparken bu yeteneği sebebiyle arkadaşlarına nazaran rahat etti. Askerlik görevini yaparken atış eğitimi esnasında hedefe tam isabet atış yaptığı için uzun süreli izinle ödüllendirildi. “Sabit hedefi vurmak kolay, asıl güç olan hareket halindeki bir hedefi vurmaktır” derdi. Babası, Prijepolje’deki doktor, esnaf vb. ileri gelenleri köyüne davet eder, yakında bulunan ormanda ava giderlerdi. Babasının karşı olmasına rağmen, annesinin verdiği para ile ikinci el bir av tüfeği satın aldı. İlk defa bir tüfek sahibi oldu ve tüfeğini tamir etti. 1932-1935 yıllarında Split (Hırvatistan) şehrinde askerlik görevini tamamladı. Terhisine 3 ay kala babasını kaybetti. Terhisini müteakip memleketine döndü. Mehmet Dayısı Osmanlı Medresesinde okumuş, güngörmüş ve bölgede tanınan kanaat önderi bir kimseydi. Terhisten sonra yeğenini ziyaret için evine geldiğinde “Hayat tecrübem ve hissiyatım o ki yakın gelecekte bu coğrafyada kan gövdeyi götürebilir. Baban vefat ettiği için sen artık bu ailenin reisisin anneni, teyzeni ve kardeşlerini al Türkiye’ye hicret et” demiş. Dayısına sormuş, Sen niçin bizimle gelmiyorsun? Dayısı da “Bu pahalı ve çetin bir yolculuk önce siz gidin yerleşin. Daha sonra benim de nasibim varsa gelirim sizin yanınıza, yerleşirim”. (Ancak ömrü vefa etmemiş dayısı Türkiye’ye gelememiş). Çok sevdiği, takdir ettiği Mehmet dayısının tavsiyesi üzerine Türkiye’ye hicret etmeye karar verdikten sonra pasaport işlemlerini yapıp ev ve arazilerini sattı. Dayısının yardımı ile günlük hayatta gerekli kelime ve deyimlerden oluşan istifade edebileceği basit bir Türkçe sözlük oluşturdu. 3 Mart 1935 tarihinde sekiz aile birlikte Prijepolje’den yola çıktı. Bu kafileye rehberlik ve tercümanlık yaptı. Annesi, Elmas Teyzesi, kardeşleri Hasan ile Lütfi’yi alarak Türkiye’ye hicret etmek için önce mecburen Üsküp’e geldi. Çünkü bu yıllarda Sancak’tan ülkemize direkt olarak göç kabul

edilmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti Üsküp Başkonsolosluğu’ndan Türk olduklarına ilişkin belgelerin temin edilmesi için Üsküp’te Kapan Han’da bir ayı aşkın kaldılar. Belgelerin hazırlanması uzun bir prosedüre tabi idi. Belgeleri temin ettikten sonra Üsküp’ten ailesi ile birlikte trenle Selanik’e geldi. Gemi bulmakta yaşadıkları sıkıntı nedeniyle Selanik’te bir otelde, yaklaşık bir ay kaldı. Ancak kereste yüklü bir gemi ile İzmir’e gelebildiler. İzmir’de, Sağlık ve İskân Bakanlığı’nın yerleştirdiği Basmane meydanındaki Tepecik Camii’nde bir ayı aşkın kaldı. Ancak bu cami uzun süre depo olarak kullanıldığından, önce camiyi temizleyip badana yapmışlardı. Bu cami, birlikte oldukları toplam sekiz aile için tahsis edilmişti. Duvarlara çaktıkları çivilere ip bağlayıp, bu iplere de beraberinde getirdikleri kilimleri bağlayarak her bir aile için bölümler oluşturdular. Zaruret gereği cami bahçesindeki helalardan birisini banyoya dönüştürdü. Ankara’dan gelen resmi yazı üzerine ailesiyle, İzmir’den tren yolculuğu ile Yozgat vilayeti Boğazlıyan kazası Fakılı tren istasyonuna gönderildi. Boğazlıyan kazası Çayıralan nahiyesi İğdeli köyüne yerleştirildi. Her bir aileye arazi, köy içinde ev arsası ve bir çift öküz verildi. O zamanki kanun gereği arazilerine 15 yıl satılamaz kaydı kondu. İmece usulü ile her bir aile için sırayla ev inşa ettiler. Yusuf Kansu, 15 Kasım 1935 tarihi itibarıyle nihayet hayatının dördüncü ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı idi. Soyadı kanunu çıktığında nüfus memurunun tavsiyesiyle ile KANSU soyadını aldı. Ortanca kardeşi Hasan ile birlikte zaman zaman Sivas-Divriği tren yolu tünel inşaatlarında 57


Burhaniye / Balıkesir

çalıştı. Her yaz, Sivas vilayeti Gemerek ilçesi Tekmen, Dendil ve Burhan gibi Boşnakların yaşadığı köylere kardeşi Hasan ile birlikte çayır biçmeye giderlerdi. 1941 senesinde İstanbul Hadımköy’de 1 yıl askerlik yaptı. Yusuf Kansu, 1947 senesinde İstanbul’a geldi ve Eyüp’te Sümerbank Feshane Defterdar yünlü kumaş sanayi fabrikasında işçi olarak çalışmaya başladı. Bu iş yerinden 15 Şubat 1970 tarihinde emekli oldu. 1927 Burhaniye (Balıkesir) doğumlu Ayşe Kara ile 1949 senesinde İstanbul’da evlendi. Ayşe Hanım’ın ailesi Kolaşin (Karadağ) kökenlidir. Ayşe Hanım’ın babası Raşid Davutoviç, (Davutoğlu) annesi Kadime Şaboviç (Şabanoğlu) tir. Ailesi Karadağ’ın Bar Limanı’ndan 30 Haziran 1914 tarihinde Ayvalık ilçesine gemi ile göç etmişti. 1950 yılında Yusuf-Ayşe çiftinin ilk evladı Hüseyin, 1952’de ise ikinci evlatları Fatma Nimet dünyaya geldi. Yusuf Kansu 1953 senesi başında köyündeki araziler ve evin satışından elde edilen parayla Edirnekapı’da bir ahşap ev satın aldı. Her fırsatta bu ahşap evin tamiratıyla meşgul olurdu. 1977 yılında Mekke’ye otobüsle yolculuk yaparak, hac ibadetini ifa etti. İslam'ın temel prensiplerini bilir ve uygulamaya çalışırdı. Vakit namazlarını camide cemaatle kılmaya özen gösterirdi. Faize karşı idi. Faizin, Hz. Muhammed’in veda hutbesinde men edildiğini özellikle belirtirdi. Veda hutbesindeki kan davası, çocuk ve kadın haklarını vurgular, bu yüzden çocukları ve torunlarını çok severdi. sayı//46// mayıs 58

Temizlik konusunda çok titizdi. Sık sık İslam’ın temel prensibinin temizlik olduğunu ifade ederdi. Akraba ve hemşehri ziyaretlerini ihmal etmez genç kuşaklara da bunun önemini anlatırdı. Gençlerle sohbetlerinde en çok Peygamberlerin hayatını anlatırdı. Gençlere Sancak’tan Türkiye’ye hicretleri esnasında yaşadıklarını anlatırdı. Telefonların yaygın olmadığı dönemde duyduğu bir cenaze haberini üşenmeden ev ev ziyaret yaparak haber verir kendisi de cenaze merasimlerine de mutlaka katılırdı. Sancak’tan Türkiye’ye hicret etmek isteyen ailelere akraba olup olmadığına bakmaksızın gelebilmeleri için, iş bulamadıkları takdirde 6 ay bakmayı taahhüt eden, noter tasdikli taahhütname gönderir ve geldiklerinde de onlarla bire bir ilgilenirdi. Bu belge muhacirler arasında garanti kağıdı olarak adlandırılırdı. Eşi ve kendisi misafire ikram etmeyi çok severlerdi. Yusuf Kansu 2 Çocuk babası ve 4 torun dedesi idi. 10 Temmuz 1991 Perşembe günü İstanbul’da hakkın rahmetine kavuştu. 80 yıllık ömründe pek çok işgal ve savaşlar gördü. Mezalimlere şahit oldu. Hayat mücadelesi ve Göç acıları içinde geçen hayatında, Osmanlı Devleti, Sırbistan Krallığı, Yugoslavya Krallığı ve Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere dört devletin vatandaşı oldu. Bu zorluklar ve muhacirliğin sıkıntısı ve hüznü onu hiç yıldırmadı. Yeni vatanında kök salmak ve tutunmak için daha çok çalıştı, meslek ve mal sahibi oldu. Ailesine, milletine, dinine ve ülkesine hizmet etti, Bizede Şehrin Kültürünü yansıtan bir portreyi tanıtmak düştü…


BEN TÜRKİYE’Yİ

TÜRKÜLER GİBİ SEVDİM Ben Türkiye’yi demli bir çay gibi sevdim. Bir ikindi sonrası yağan yağmurun gölgesinde ip atlarken öylece. Ben Türkiye’yi yeni açmış bir çiçeğin çağla olmuş dallarında sevdim. Mehmet BAŞ

atan sevgisi imandandır “ diyor peygamberimiz. İman eden her sinede bu sevginin bir izi durur. Bu iz bir deniz feneri gibi fırtınalar arasında yol gösterir. Bu iz millet gemisini karaya oturmaktan kurtarır. Şerefini yitirmemiş her insan vatanına karşı büyük bir sevgi besler. Bu sevgi insanı yaşatan hayat kaynağıdır. Bu sevgi kalbin varoluş idealidir. Bu sevgiyle alakalı ve bu sevgi için ne söylesek, ne desek yine azdır. Evet, ben Türkiye’yi imanım gibi sevdim. Ay yıldızlı bayrağın gölgesinde ve şerefli bir mazinin izinde yürürken, Türkiye benim kaderimin yoğrulduğu hamur, Türkiye benim kalbimdeki bir neşe bir sürurdu. Ben Türkiye’yi güneşin alev almış gözlerinde ben Türkiye’yi ayın gün gibi doğan yüzlerinde sevdim. Kimi zaman kar yağdı gönül dağlarıma, kimi zaman bir türkü oldu söylendi yaylalarda. Kimi zaman bir çiçek olup açtı gönlümün bahçelerinde.

Ben Türkiye’yi hudut boylarında nöbet tutan askerlerin yüreklerinde sevdim. Ben Türkiye’yi denize kavuşmak için bir ırmağın suyuna karışan derelerin akışında sevdim. Ben Türkiye’yi dallarını dört bir yana salan salkım söğütlerde sevdim. Saatler geçmeyen bir zamanın iklimden seslendi. Saniyelerin dakikalara kavuştuğu yerde pansumansız bir yara gibi kanadı hüzünler. Yelelerinden yıldızlar dökülen bir at gibi şaha kalktı denizler. Ben Türkiye’yi demli bir çay gibi sevdim. Bir ikindi sonrası yağan yağmurun gölgesinde ip atlarken öylece. Ben Türkiye’yi yeni açmış bir çiçeğin çağla olmuş dallarında sevdim. Ben Türkiye’yi bir avuç toprağı okşar gibi sevdim. Bahar günlerinin kalbinde açan çalı çiçeklerinin kokusu yayıldı şehirlere. Leylak kokuları geldi uzaklardan. Bir çobanın kavalında dalgalandı bulutlar. Yağmurlar yağdı Anadolu’ya, Pınarlar kaynadı dağların eteğinde, her yerde her konakta bir Yesevi dervişinin ayak izleri yol gösterdi gelip geçenlere.. Ben Türkiye’yi kara gözlü bir çocuk gibi sevdim. Rüyalarıma gelen bir peri gibiydi çoğu gece. Ben Türkiye’yi deniz görmemiş çocukların düşlerine giren gemiler gibi sevdim. Ben Türkiye’yi her şeyi önüne katıp sürükleyen seller gibi sevdim. Ben Türkiye’yi, Erzurum yaylasında, Çarşamba ovasında, Eskişehir’de, Afyon’da, desen desen dokunmuş halılarda kanatlanan bir güvercinin kanadında, sesimi bürüyen dağlarda sevdim. Ben Türkiye’yi Tuz Gölü’nün bembeyaz ufkunda güneşin batışını seyreder gibi sevdim. Güneş Safranbolu’da eski bir evin pencerelerinde gülümsedi yüzüme. Ay ve yıldız yol gösterdi yolunu kaybetmiş kervanlara ve bir bayrak oldu dalgalandı ruhumun şahikalarında, Ay ve yıldız üç kıtada at koşturan akıncıları getirdi tarihin hudutlarına ve bir yıldırım gibi düştüler düşmanın bağrına. Bir ses kanatlandı bozkırdan, Niğde’de bir bozlak, Aydın’da bir zeybek, Trabzon’da bir horon, Erzurum’da bir bar, Sivas’ta bir halay, İstanbul’da bir ince bir türkü oldu. Bir ses bayrağı gibi dalgalandı türküler.. Ben Türkiye’yi yaşadığım her anda aldığım her nefeste sevdim. Ben Türkiye’yi türküler söyleyen Yörük nenelerinin ak saçlarında sevdim. Anadolu bir beşik türküler bir ninni ve vatan bir anne gibi durdu her zaman başucumda. Ben Türkiye’yi türküler gibi sevdim. 59


EYÜPSULTAN VE ÜSKÜDAR TARİHLERİNİ

MEHMET NERMİ HASKAN YAZDI Eyüpsultan ve Üsküdar tarihi ile ilgileniyorsanız Mehmet Nermi Haskan ismi ile karşılaşmamanız hemen hemen imkânsız gibidir. Zira bu iki güzide ve kardeş semtimizle ilgili pek kıymetli çalışmaları ve kitapları vardır üstadımızın. Nidayi SEVİM Nidayi SEVİM

sayı//46// mayıs 60

yüpsultan eksenli yazılarımızda ondan bir vesile söz eder, atıflarda bulunuruz. Yazılarımızı takip edenler bu isme aşinadır. Şayet ondan bahsetmediysek o yazının bir tarafı mutlaka eksik kalmış demektir. İstanbul araştırmaları yapıyorsanız, özellikle Eyüpsultan ve Üsküdar tarihi ile ilgileniyorsanız Mehmet Nermi Haskan ismi ile karşılaşmamanız hemen hemen imkânsız gibidir. Zira bu iki güzide ve kardeş semtimizle ilgili pek kıymetli çalışmaları ve kitapları vardır üstadımızın. Üsküdar, Zeytinburnu ve Eyüpsultan belediyeleri, şehir kitapları yayıncılığında hakikaten önemli mesafe kat etti. Bunu zaman zaman yazılarımızda dile getiriyor, diğer belediyelere de örneklik teşkil etmesini diliyoruz. Zira bu yayımlar, araştırmacılar için hakikaten önemli kaynak oluşturuyor. HASKAN’IN EYÜPSULTAN’I

Eyüp Sultan Belediyesi Yayınları arasında Mehmet Nermi Haskan’ın dört eseri bulunuyor. Bunların ilki iki ciltten oluşan Eyüpsultan Tarihi (1996) isimli eserdir. Bu eser daha evvel 1993 yılında Türk Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı Yayınları arasında neşredilmişti. Diğerleri ise Eyüplü Musikişinaslar (2004), Eyüplü Hattatlar (2004) ve Eyüplü Meşhurlar’dır (2004). Mehmet Nermi Haskan, on senede tamamladığı Eyüpsultan Tarihi isimli eserinde 58 cami ve mescit, 22 tekke, 11 medrese, 30 mektep, 13 namazgâh, 10 kütüphane, 2 imaret, 4 karakol, 30 sahilsarayı, 10 hamam, 127 çeşme ve sebil, 114 türbe, 70’e yakın mezarlık, hazire ve sofa, 10 mesire yeri ile 2 kiliseden oluşan yaklaşık 500’e yakın eseri, yeri tek tek incelemiş, gerekli malumatları vererek gelecek kuşaklara aktarmıştır. Özellikle Eyüpsultan mezarlıklarının tamamını taramış, tarihte iz bırakmış ancak günümüzde adı sanı unutulmuş nice isimleri ve eserlerini gün yüzüne çıkarmıştır. Çalışma fotoğraflarla da zenginleştirilmiştir. Haskan, Eyüpsultan Tarihi isimli eserinin önsözünde çalışmasını ve metodolojisini şöyle özetler: “Mukaddes ve tarihî bir belde olan Eyüpsultan hakkında bir kitap yazmaya karar verdiğim zaman evvela, bir kütüphane çalışması yapmak istedim. Fakat ne yazık ki Eyüpsultan hakkında fazla bir şey bulamadım. Yazılan eserlerin hiçbirinde kitabeler ya kaydedilmemişti veya eksikti. Çoğunun tarih beyitleri ve rakamları dahi yoktu. Bu durumda, bu kitapları ve kütüphane çalışmalarını bir tarafa bırakarak Eyüpsultan’ı sokak sokak dolaşmaya başladım. Girmediğim


yol, türbe, bahçe ve hatta dehliz kalmadı. En küçük kitabeyi bile kaydettim. Bunları yazdıktan sonra da ayrıca teker teker yerinde kontrol ettim. Türbe hazirelerindeki şahideleri ve Eyüpsultan sırtlarındaki kabir taşlarını tek tek yazdım. Bunların bir kısmı yarısına kadar toprağa gömülü ve bir kısmı da böğürtlen ormanı içinde olduğu için, ancak görülebilen kısımlarını kaydedebildim. Kabir taşlarının okunuşu birçok bilinmeyeni ortaya çıkardı…” Bahse konu eserlerin Eyüpsultan Belediyesi tarafından yayınlanmasında dönemin belediye kültür müdürü İrfan Çalışan’ın büyük gayret ve katkıları vardır. 1990’lı yıllardan beri devam eden Eyüpsultan sempozyumları’nın planlanması, yürütülmesi ve daha sonra bunların kitaplaştırılması da onun kararlılığıyla gerçekleşmiştir. Eyüpsultan tarihi ve 13 ciltten oluşan Eyüpsultan Sempozyumları kitaplarına internetten de ulaşılabiliyor. Belediyenin gelmiş geçmiş en büyük hizmeti olarak gördüğüm bu yayınları kültür ve medeniyet tarihimize kazandırdıkları için kendilerine buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Mehmet Nermi Haskan, bu eserlerini uzun yıllar büyük bir özveriyle, bıkmadan, usanmadan bir kuyumcu hassasiyetiyle çalışarak ortaya çıkardı. Öyle ki bırakın metinleri, biz bugün onun düştüğü dipnotlardan dahi faydalanabiliyoruz. Zira pek çok yazımızın ilhamını bu dipnotlardan almışızdır. Mesela Samiha Ayverdi’nin roman kahramanı “İbrahim Efendi ve yakınlarının mezarları”, “Fatih Sultan Mehmed Han’ın Mimarı Ayas Ağa” ve “İstanbul’un Yegâne Çinili Çeşmesi” başlıklı yazılarımız bu cümledendir. BÜTÜN MESAİSİNİ KÜLTÜR VE TARİH ARAŞTIRMALARINA VAKFETMİŞTİ

Babası Selanik muhacirlerinden olan ve 1927 yılında Üsküdar’da dünyaya gelen Mehmet Nermi Haskan, ömrünün sonuna kadar burada yaşamış, 2002 yılında vefat ederek “Mezarlık değil, müzedir” dediği Karacaahmet Kabristanı’na defnedilmiştir. Gündegül Parlar, “Eyüpsultan Sempozyumları” kapsamında, bizim de yararlandığımız Haskan’ın biyografisini sunmuş ve onun şahsiyeti ile ilgili şu tespitlerde bulunmuştur: “Çevresinde herkesin takdirini kazanmış, son derece mütevazı, aşırı duygulu, merhametli, az konuşan fakat çok okuyan, her dakikasını kayda değer çalışmalarla değerlendirmeye çalışarak geçiren bir aile babası ve de İstanbul efendisidir.” (c.8, s.44, 2004) Haskan, ilk, orta ve lise tahsilini Üsküdar’da tamamladıktan sonra bir müddet hukuk

okumuş ancak daha sonra eğitimini yarıda bırakarak bütün mesaisini kültür ve tarih araştırmalarına vakfetmiştir. 40 yaşına kadar bir yandan araştırmalarına devam etmiş bir yandan da esnaflık yaparak geçimini tuhafiyecilikle sağlamıştır. Daha sonra esnaflığı da bırakarak ömrünün son anına kadar medeniyetimizin izlerini sürmüş, var olan veya kaybolmaya yüz tutmuş kültürel mirasımızın envanterini çıkararak bilgi ve tecrübelerini kayıt altına almıştır. 35 yıllık araştırmalarının sonunda 11 eser meydana getirmiştir. Bunların bir kısmı yayımlanmış bir kısmı ise yayımlanmayı beklemektedir. Haskan’ın yayımlanmış diğer eserleri şöyle: Yüzyıllar Boyunca Üsküdar (3 Cilt, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2001), Bab-ı Ali/Hükümet Kapısı (Çelik Gülersoy Vakfı, 2000), İstanbul Hamamları (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1995). Yayına hazır eserleri de şunlardır: Mir’atü’l İstanbul Avrupa Yakası, Yüzyıllar Boyunca Üsküdar (Üç ciltten oluşan bu eser Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Vaniköy ve Kandilli semtlerini içeriyor.) Maliye Teşkilatı Tarihi (2. Cilt), İstanbul Tekkeleri ve Ayvansarayi’nin Hadîkatü’l-cevâmi çevirisi. (Kapsamlı indeks ve ilaveleriyle) Geçtiğimiz günlerde yukarıda ismi verilen eserlerin dışında baskıya hazır bir eserinin daha bulunduğu ve yakın zamanda da baskısının yapılacağı bilgisini aldım. ÇALIŞMALARINI MASA BAŞINDA YÜRÜTMEDİ, ARŞİVLERLE SINIRLAMADI

Mehmet Nermi Haskan, alaylı olmasına rağmen dünya ölçeğinde bir sanat tarihçisi ve bir arkeolog hassasiyetiyle çalışmalarını yaptı ve ardı sıra hazine kıymetinde eserler bıraktı. Evet, o bir akademisyen değildi. Ancak çalışmalarını masa başında yürütmedi, arşivlerle sınırlamadı. Eyüpsultan ve Üsküdar başta olmak üzere İstanbul sokaklarını karış karış taradı. Tarihi mezarlıklar dâhil, han, hamam, türbe, çeşme ve namazgâh gibi kültürel mirasımızı tek tek tespit edip inceleyerek kayıt altına aldı. O, kendini bu hizmete adamış, işini aşk ve şevkle yapan bir medeniyet neferiydi. Ümit ediyoruz ki rahmetli Mehmet Nermi Haskan’ın diğer eserleri de himmet gösterilip basılır ve okuyucusu ile buluşur. Zira böyle hamiyetli ve gayretli münevverlerimizin de, eserlerinin de sayısı gün geçtikçe azalıyor. Çevremizde “işte rahmetli Süheyl Ünver, Ahmet Yüksel Özemre, Ekrem Hakkı Ayverdi, Fazıl İsmail Ayanoğlu ve Mehmet Nermi Haskan” diyebileceğimiz kaç şahsiyet kaldı? Biz üstadın bu mübarek belde için himmet ve gayretlerini her daim takdir ediyoruz 61


AYASOFYA

İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Samet SURURI

imarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli başyapıtları arasında yer alan Ayasofya; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği yönünden sanat dünyası açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya (Kutsal Bilgelik) olarak tanımlanmıştır. Ayasofya Doğu Roma İmparatorluğu boyunca hükümdarların taç giydiği, başkentin en büyük kilisesi olarak katedral işlevi görmüştür. Birinci kilise, İmparator Konstantios (337361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Üstü ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen (bazilikal) planlı birinci yapı, İmparator

sayı//46// mayıs 62

Arkadios’un (395–408) karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır. (Bugün patriğin mozaik tasviri, Ayasofya’nın kuzey tymphanon duvarında görülebilmektedir.) Günümüzde ilk kiliseye ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, müze deposunda bulunan Megale Ekklesia damgalı tuğlaların bu yapıya ait olduğu düşünülmektedir. İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir. Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır. 1935 yılında İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü’nün A. M. Scheinder başkanlığında yapılan kazılarda, bugünkü zeminin yaklaşık 2.00 m altında görülebilen II. yapının Propylon’una (anıtsal giriş kapısı) ait basamaklar, sütun kaideleri ve On İki Havari’yi temsil eden kuzu kabartmaları ile süslü friz parçaları bulunmuştur. Ayrıca anıtsal girişe ait diğer mimari parçalar ise batı kısımdaki bahçede görülebilmektedir. Günümüz Ayasofya’sı İmparator Justinianos (527-565) tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos’lu (Milet) İsidoros ile Tralles’li (Aydın) Anthemios’a yaptırılmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. Kaynaklarda, Ayasofya’nın açılış günü İmparator Justinianos’un, mabedin içine girip, “Tanrım bana böyle bir ibadet yeri yapabilme fırsatı sağladığın için şükürler olsun” dedikten sonra, Kudüs’teki Hz. Süleyman Mabedi’ni kastederek “Ey Süleyman seni geçtim” diye bağırdığı geçer. Üçüncü Ayasofya’nın mimarisindeki yenilik geleneksel bazilikal plan ile merkezi kubbeli planın bir araya getirilmesidir. Yapının üç nefi, bir apsisi, iç ve dış olmak üzere iki narteksi vardır. Apsisten dış nartekse kadar uzunluk 100 m. genişlik 69.50 m.dir. Kubbenin zeminden yüksekliği 55.60 m, çapı ise kuzey güney doğrultusunda 31,87 m,


doğu batı doğrultusunda ise 30.86 m.dir. İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır. Yapının iç kısmında yer alan duvar kaplamalarında; tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerlerin iç mekânda kullanılmasıyla dekoratif bir zenginlik oluşturulmuştur. Ayrıca, yapıda Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların neflerde, Mısır’dan getirilen 8 adet porfir sütununun ise yarım kubbeler altında kullanıldığı bilinmektedir. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmaktadır. Ayasofya’nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Mozaiklerin yapımında altın, gümüş, cam, pişmiş toprak ve renkli taşlardan oluşan malzemeler kullanılmıştır. Yapıdaki bitkisel ve geometrik mozaikler 6. yüzyıla, tasvirli mozaikler ise ikonaklazma (Tasvir Kırıcılık Dönemi 730- 842) sonrasına tarihlenir. Ayasofya Doğu Roma Döneminde İmparatorluk Kilisesi olması nedeniyle İmparatorların taç giyme merasimlerinin yapıldığı mekândı. Bu sebeple Ayasofya’da ana mekanın (naos) sağında bulunan, renkli taşlardan yuvarlak ve geçmeli desenli yer döşemesi (omphalion), Doğu Roma İmparatorlarının taç giydiği bölümdür. IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya’nın oldukça harap durumda olduğu bilinmektedir. Ayasofya, Fatih Sultan Mehmed’in (14511481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür. Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde

destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ise aynı zamanda yapıda destekleyici payanda işlevi görmektedir. Ayasofya’nın kuzeyine, Fatih Sultan Mehmed Dönemi’nde bir medrese yaptırılmış, her dönemde bakım ve onarım çalışmalarından geçmiş, en kapsamlı tamir çalışması Sultan Abdülmecid Dönemi'nde (1839-1861) Fossati tarafından yapılmıştır. Sultan Abdülaziz Döneminde Ayasofya çevresinin yeniden düzenlenme çalışmaları sırasında medrese 1869- 1870 yılları arasında yıktırılmış ve1873- 1874 yılları arasında ise yeniden yaptırılmıştır. 1936 yılında yıkılmış olan Medresenin kalıntıları 1982 yılında yapılan kazılar sonucu ortaya çıkarılmıştır. Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir. Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir. Ayasofya’da, Sultan Abdülmecid Dönemi’nde 1847-1849 yılları arasında, İsviçreli Fossati Kardeşlere kapsamlı bir onarım yaptırılmıştır. Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır. Aynı dönemde Hattat Kadıasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar İslam âleminin en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır. Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur. 63


ASKERÎ GEMİ PROJELERİ VE PENDİK MOTOR FABRİKASİ Bu gemilere monte edilen makinelerin birçoğu halen tıkır tıkır çalışmaktadır. Yani, ülkemiz, gemi diesel motoru üretimi konusunda yakın tarihinden gelen derin bilgi birikimine ve tecrübeye zaten sahip. Fatih YILMAZ

ENDİK TERSANESİ MOTOR FABRİKASI’NIN ÖNEMİ

MİLGEM Projesi kapsamında, askeri gemilerde %65 civarında yerli sanayi katılımının sağlandığı ve söz konusu proje kapsamında prototip olarak üretilen TCG-HEYBELİADA ve benzer diğer gemilerde, normal seyirde diesel motorların, yüksek süratlerde ise gaz türbininin kullanılacağı biçimde dizel + gaz türbini konfigürasyonundan (CODAG) oluşan Alman menşeli MTU marka ana tahrik sistemi kullanıldığı belirtilmektedir. Askeri gemilerde milli tasarım ve yerli katkı oranımızın %65 gibi önemli bir seviyeye yükselmiş olması şüphesiz çok önemli bir milli başarıdır.

Ancak, İstanbul’da Pendik Tersanesi Motor Fabrikası gibi muazzam bir fabrikamız varken, “Milli Gemi”mizin “kalbi” olan ana tahrik sisteminin, bir kesimin ısrarlı tercihi ile yabancı marka olmasının “Yerli Savunma Sanayii” vizyonu ile örtüşmediği kanaatimi de açıkça paylaşmak isterim. Öyle ki; askeri ve “milli” gemilerimizin ana tahrik sistemlerini, yabancı ülke ve markalardan temin etmek yerine,Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nda gerekli rehabilitasyon ve modernizasyon çalışmaları yapılarak yerli imkanlarla üretme noktasında gerekli bilgi, tecrübe ve işgücü kapasitesine ülke olarak sahibiz. Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nda, yani bizim ülkemizde, 1981-1998 yılları arasında en büyüğü 14.000 BHP olan 100’e yakın gemi diesel motoru zaten fiilen üretilmiştir. Bu gemilerin çoğu o dönemde Deniz Nakliyat’a yani devlete ait gemiler olup, bu gemilere monte edilen makinelerin birçoğu halen tıkır tıkır çalışmaktadır. Yani, ülkemiz, gemi diesel motoru üretimi konusunda yakın tarihinden gelen derin bilgi birikimine ve tecrübeye zaten sahip. Buna ilaveten, gerek ticaret gemilerinde ve gerekse askeri gemilerde ekseriyetle tercih edilen yabancı marka diesel motorların tamir-bakım-onarım ve yenileme işlerini uzun yıllardan beri yapan iş gücü kaynağına ve yerli firmalara da sahibiz. Ürün sertifikasyonu konusunda milli kuruluşlarımız da mevcut. O halde, MİLGEM ve Koster Filosu'nun Yenilenmesi gibi projelerin gündemde olduğu şu günlerde, neden hâlâ, yerli firmalardan oluşan bir tedarik zinciri ile “milli” savaş gemilerimizin ve ticaret gemilerinin diesel motorlarını Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nda kendimiz üretmeyelim? (NOT: Devlet teşviki ile yenilenmesi düşünülen Koster Filosu'nun ana tahrik sistemi (ana ve yardımcı makineler) ile seyir ekipmanları yerli olmadığı müddetçe gelecek 30-35 yıl boyunca yedek parça ve servis konusunda dışa bağımlı olacağı ve bu durumun doğuracağı başta "cari açık" olmak üzere birçok olumsuzluk dikkatlerden kaçmamalıdır.) İKTİSAT VE MİLLİ GÜVENLİK AÇISINDAN “YERLİ MOTOR” GEREKLİ

Türk donanmasına ait askeri gemilerde takılı olan yabancı marka motorların periyodik bakım-tutum-onarım ve yenileme ihtiyacı için yurt dışından temin edilen parçalarının miktarı sayı//46// mayıs 64


ve tutarının ne olduğu ve aynı parçaların yerli imalatçılar tarafından üretilmesi halinde tutarın ne olacağı konusunda bir kıyaslama etüd çalışması yapılmış mıdır bilemiyorum ama böyle bir çalışma yapılırsa şayet gemi diesel motoru parçalarının yerli üreticiler tarafından imal edilmesine sıcak bakmayanların geçmişten gelen alışkanlıklarının kırılması ve konunun iktisadi açıdan öneminin daha iyi anlaşılması bakımından çok faydalı olacağı kanaatindeyim. Sadece iktisadi değil, stratejik açıdan da yarar var. Öyle ki; askeri gemilerde ekseriyetle tercih edilen yabancı marka motorlardaki Elektronik Kontrol Ünitesi (ECU)vb. gibi elektronik kontrol sistemlerinin şifre ve ayarlarının yabancı üreticilerin bilgisi ve kontrolü dâhilindeolması ihtimali bile “milli güvenlik” açısından pek olumlu bir durum olmasa gerek. NEDEN PENDİK MOTOR FABRİKASI?

Motor fabrikalarının en önemli özellikleri olarak, fabrikanın temelleri ile test odalarının ve kullanılan tezgâhların temellerinin, üzerlerindeki büyük dinamik yükler karşısında deformasyona uğramayacak ve titreşimi iletmeyecek sağlamlıkta yapılmış olması gerekir. İşte, Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nın 1980’li yıllarda hazırlanan temelleri, binlerce fore kazık çakılarak ve çok sağlam bir zemine oturtulmuş olup, fabrika bünyesindeki test odalarının ve büyük bor tezgâhının her birinin altında ciddi paralar harcanarak adeta apartman büyüklüğünde temeller mevcuttur. Dolayısıyla, yeni bir fabrika kurulması düşünüldüğünde, bu büyüklükte ve sağlamlıkta temellerin yapılması içinbüyük miktarlarda yatırım yapılması ve amortisman payı olarak ürün maliyetine yansıtılması gerekecektir. Pendik Tersanesi, bünyesinde muazzam bir motor fabrikasına sahip olan dünyadaki çok az sayıdaki tersaneden biridir. Ayrıca, yine fabrika bünyesinde yer alan 7.500 BHP ve 35.000 BHP kapasiteli iki adet test odası ve bor tezgâhı da, Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nın mutlaka değerlendirilmesi gereken muazzam ve vazgeçilmez bir "milli servet" olduğunun göstergesidir. PENDİK MOTOR FABRİKASI’NIN KADERİ

Pendik Tersanesi Motor Fabrikası’nın kurulmasında çok büyük emeği olan değerli meslek büyüğümüz Denizcilik Bankası E. Genel Müdürü ve Yüksek Mühendis Ali Can Bey, Gemi Mühendisleri Odası (GMO) Gemi ve Deniz Teknolojisi Dergisi’nde de yayımlanan

bir yazısında Pendik Tersanesi Motor Fabrikası ile ilgili şunları söylemişti: “1999 depreminden bir süre sonra, depremden zarar gören Gölcük Tersanesi yerine Pendik Tersanesi, Deniz Kuvvetleri’ne devredildi. Aradan birkaç ay geçmişti ki, motor fabrikasının, tamir atölyesine dönüştürüldüğünü öğrenince inanılmaz bir şok yaşadım. Motor imalatına geçiş döneminde yaşadığım bütün sevinçlerim bir anda derin bir üzüntüye dönüştü. Anladığım kadarı ile, Pendik Tersanesi'ni devir alan ekipteki genç meslektaş kardeşlerimiz motor fabrikasını gezip görünce; "Bize motor fabrikası lazım değil, burası çok güzel tamir atölyesi olur" deyip bu kararı vermişler. Halbuki; bu güzelim fabrikayı, atölyeye çevirmek yerine, fabrikaya tersane içinde özel bir statü kazandırılarak yeni lisanslar alınarak hem Deniz Kuvvetlerine hem de Tuzla tersanelerine motor üretimine devam edilseydi, yurt dışından motor ithali büyük ölçüde azalır, büyük döviz tasarrufu sağlanabilirdi. Tamir atölyesi, tersane içinde başka bir yere az bir masrafla yapılabilirdi. Ne yazık ki, bu ideal çözüm düşünülmemiş. Bizler makine üretmeyen bir Gemi Sanayinin, gerçek bir gemi sanayi olamayacağına inanmıştık, bizler "Motor yapabilen bir Türkiye'nin, Motor yapamayan bir Türkiye'den daha güçlü bir ülke olacağına" inanmış, bu inancımızı gerçekleştirmek için didinmiş uğraşmış ve başarmıştık. Motor fabrikasının kapatılması ile gemi sanayimiz ve Türkiye çok şey kaybetmiştir. Şimdi bizler de, Devrim Arabalarını yapan yaşlı mühendisler gibi ahir ömrümüzde bu güzel eserin tarihe gömülmesinin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. İsterdik ki, başlattığımız motor imalatı daha da geliştirilsin, yerli katkı yüzde yüze yaklaşsın, yeni ilavelerle kapasitesi artırılsın, Tuzla'nın, Deniz Kuvvetlerimizin bütün ihtiyaçlarını karşılar hale gelsin, ihracat yapsın. Biz de genç kardeşlerimizin yaptıkları güzel katkılarla iftihar edelim, onları kınamak yerine onlarla gurur duyalım, ahir ömrümüzde de huzurlu ve mutlu yaşayalım. Belki, bu anılarımız ve düşüncelerimiz genç kardeşlerimize bir heyecan kaynağı olur da yeniden Kaf Dağının arkasına dönen motor yapma hayalini gerçekleştirmek için kolları sıvarlar. Genç kardeşlerimiz bilsinler ki; Yeni bir MOTOR FABRİKASI’nın kurulduğunu göremeden gidersek gözlerimiz açık gidecek.” Takdir; büyüklerimizin… 65


BİR ŞEHRİN ANATOMİSİ -bir-

Prof. Dr. Fahrettin Olguner’le Erzurum Üzerine Bir Söyleşi Bu yazımda benim hayatımdaki yeri anlatılmakla bitirilemeyecek olan Muhterem Hocam Prof. Dr. Fahrettin Olguner’i anlatmaya çalışacağım. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

nsanların hayatlarına yön veren, yaşantısını şekillendiren bazı önemli dönüm noktaları vardır. Bunlar olumlu ise onlar sayesinde ya müreffeh bir hayat yaşarız, ya da olumsuzluklara yol açan dönüm noktaları ise sıkıntılı bir ömür sürdürürüz. Dolayısıyla da bu dönüm noktaları, geleceği oluşturmadaki tasarımlarımızdır. Her insanın yaşadığı hayat sürecinde böyle önemli olaylar söz konusudur. Benim de bugünkü hayatımı şekillendiren, beni bu günlere getiren ve bilimsel hayatımda çok önemli bir yeri olan bir dönüm noktası ve bunu sağlayan çok değerli bir şahsiyet var. Bu yazımda benim hayatımdaki yeri anlatılmakla bitirilemeyecek olan Muhterem Hocam Prof. Dr. Fahrettin Olguner’i anlatmaya çalışacağım. Bin dokuz yüz seksen beş yılının Haziran ayında üniversite hayatımızın son sınavlarına giriyorduk. Ramazan ayındaydık ve mevsime nispetle havalar oldukça sıcaktı. İslam Felsefesi dersimizin final sınavında sorulara cevap verirken ders hocamız Fahrettin Bey kulağıma “evladım imtihandan sonra odama uğrar mısın?” dedi ve yanımdan ayrıldı. Oldukça meraklanmıştım. Dikkatimi dağıtmadan soruların tamamını cevaplayıp kâğıdımı teslim ettim ve derhal hocamın odasına çıktım. “Evladım şehre doğru birlikte yürüyelim, sana söyleyeceklerim var” dedi ve hiç vakit kaybetmeksizin yola koyulduk. “Derslerinin iyi olduğunu biliyorum, kayıpsız bir şekilde mezun oluyor musun?” diye sorunca ben de “evet Hocam” dedim. “Evladım sana biri olumlu, biri olumsuz iki haberim var. Önce olumluyu söyleyeyim” dedi. Merak içinde beklerken başka bir soru daha yöneltti. “Mezun olunca ne yapmayı düşünüyorsun?” Ben de “Hocam biri kısa vadeli, diğeri de uzun vadeli olmak üzere iki planım var. Kısa vadede öğretmenlik sınavına girip öğretmen olmak, uzun vadede ise üniversitede asistanlık sınav ilanlarını takip edip üniversiteye geçmek” dedim. Bunun üzerine Hocam “Uzun vade olarak planladığın düşünceni kısa vadeye çevirmek istersen, bir kadro ilanı verdim. Sınav sonuçları ilan edilir edilmez hemen gidip Dekan’la görüş ve müracaatını yap!

*T.C.Atatürk Üniversitesi

sayı//46// mayıs 66

Bu olumlu haber. Olumsuz olan ise bu kadro maalesef araştırma görevliliği değil, uzmanlık kadrosu, yani derslere girmek durumunda


olacaksın. Ama ben, derslere girmenin ötesinde bu kadroda doktora yaparak ilerlemeni istiyorum, bu nedenle tıpkı bir asistan gibi sıkı çalışman gerekiyor” dedi. Ben de “Hocam beni çok sevindirdiniz teşekkür ederim. Çalışmayı sevdiğim için siz nasıl isterseniz öyle yapacağım” dedim. İşte bu teklif, benim hayatımı değiştiren ve akademik dünyaya girmemi sağlayan önemli bir dönüm noktası olmuştu. Birkaç gün sonra sınavlarımız tamamlandı ve mezun oldum. O zamanki dekanımız olan Prof. Dr. Fatin Sezgin’in yanına gidip kendimi tanıttım. Bana iltifat etti ve müracaat edebileceğimi söyledi. Müracaat ettim, açılan sınavı başardım ve tüm işlemlerimin tamamlanmasını müteakip 4 Kasım 1985 günü göreve başladım. Hocamla aynı odada oturacaktık, bu benim için büyük bir şerefti ve aynı zamanda şanstı. Hocam odaya geldiğinde beni tebrik etti, hayırlı olsun temennisinde bulundu ve bana bir zarf uzattı ve “Evladım bunu okur musun?” dedi. Okuyunca adeta bir sarsıntı geçirdim; çünkü okuduğum resmi yazı, Hocamın Konya Selçuk Üniversitesi’ne tayin edildiğinin belgesiydi. Bir anda kendimi yapayalnız hissettim. Hocam bundan sonra derslere benim gireceğimi, Mart ayında Erzurum’dan ayrılacağını belirtti ve beni ertesi günkü dersine götürüp öğrencilerine tanıtarak ilk dersimi dinledi. Böylece ders anlatma maceram başladı. O günden itibaren tam otuz üç yıldır ders anlatıyorum. Her şeye rağmen doktoramı Hocamdan yapmak istiyordum. Ama ne kadar uğraştımsa da Konya’ya gönderilmedim ve kaderin garip bir cilvesi olarak doktoramı, üniversitede akademisyen olmamı borçlu olduğum Hocam Fahrettin Olguner Bey’den yapamadım ama yine çok değerli bir başka Hocam olan rahmetli M. Naci Bolay Bey’den yaptım ve bu günlere kadar geldim. Prof. Dr. Fahrettin Olguner Bey’in Erzurum’dan ayrılışının üzerinden tam otuz üç yıl geçti. Zaman zaman Hocamla yüz yüze görüşmelerimiz oldu. Doçentlik sınavımda jüri başkanı olan Hocamın ellerinden akademik giysimi giyme onurunu yaşadım. Kendisine her zaman olduğu gibi şimdi de minnettarım. Aradan geçen uzun yıllar sonrasında, bu kez ben bir doçentlik jürisi için Bursa’ya giderken Hocamı ziyaret edip kendisiyle bir röportaj

yaptım. Bana değerli vakitlerini ayıran Hocam Prof. Dr. Fahrettin Olguner Beyefendi’ye ve çok değerli eşi öğretmenim Nezihe Olguner Hanımefendi’ye şükranlarımı arz ediyorum. Hocamla yaptığımız söyleşimizin Erzurum üzerine olan kısmını siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum. (Hocamın evine, aynı jüride yer alan Prof. Dr. Osman Elmalı ile birlikte konuk olduk.) Ömer Özden- Hocam öncelikle görüşme isteğimi kabul edip evinizde ağırlama nezaketinde bulunduğunuz için teşekkür ederek, hayata nerede ve ne zaman başladınız, ilkokul, ortaokul, lise ve üniversiteyi nerede okudunuz? şeklinde klasik bir soru ile söyleşimize başlamak istiyorum. Sizi dinliyoruz hocam. Fahrettin Olguner- Ömer Bey sağ olasın önce fakirhaneyi teşrif ettiğinizden dolayı teşekkürler ediyorum size. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Erzurum’dan eski hatıralarımı canlandırdınız, onları getirdiniz. Erzurum’un soğuk ve sert fakat insana dokunmayan iklimini bana hatırlattınız. Bana onu getirdiniz. Onun için sizlere önce teşekkür ediyorum. Tabii fani insanların belli ölçüde hayatları vardır. Anadolu yüzyıllarca mahrum kalmış demeyeyim ama yine de kültürden oldukça uzak kalmış bir bölgedir. Osmanlı bizim dedemiz, babamız kendilerine çok borçlu olduğumuz devlet büyüklerimizdir. Hanedan bizim için muhteremdir. Çünkü Anadolu’yu bize yurt olarak hediye edenler onlardır. Onlara çok şey borçluyuz; ancak Osmanlının gözü daha çok Balkanlarda olmuş. Anadolu’yu kısmen de olsa zaman zaman ihmaller olmuş. Dolayısıyla özellikle imparatorluğun çöküş döneminde Anadolu sadece asker veren bir kaynak olarak kalmış. Kültürden oldukça uzak olmuş. Buna rağmen benim köyüm cumhuriyetin ilk dönemlerinde ilk defa okulu olan nadir köylerden birisidir. Afyon’a otuz km. mesafede şimdi Ahmet Paşa diyorlar, daha önceki tabirlerde Ahmet’ini de atlayarak sadece Paşa köyü derlerdi. Büyükçe bir köydür. Şimdi bildiğim kadarıyla kasaba; üç binin üzerinde nüfusu olan pek çok köyler, nüfusları azalarak kapandı. Bu, istisnai olarak Anadolu’da kapanmayan, nüfusu gittikçe de çoğalan bir kasabadır. Dediğim gibi ilkokulu vardı. Ben ilkokuldan mezun olduktan sonra ilçemiz Sinan Paşa da 67


dâhil, o yörede ortaokul yoktu. Şehre Afyon’a gidip gelmek de o dönemin şartlarında çok zordu. Ancak at arabalarıyla gelinir gidilirdi ellili yıllarda. Bu da tabii mümkün değildi, dolayısıyla öğrenimimize ara vermek durumunda kaldık. Birkaç sene başka işlerle meşgul oldum. Bir sebeple bir kaza geçirdim, bir yangın kazası. Sadece elim yandı, sırtımdaki ceket yandı. Onunla kurtardılar beni. O benim köy hayatından başka, meslekten de uzaklaşmama vesile oldu. Tabii kâinattaki bütün işler birer vesiledir. Sizi uyarıcı hadiselerdir. Eğer o hadiseler sonucunda uyanırsanız başka bir yola girersiniz. Bu ikaz çoğunlukla olumlu yönde olur. Ama bunu bazen ters yorumlayabilirsiniz. Ters yorumlamada da başka yönlere gidersiniz. Ben herhalde iyi yorumladım, ilkokuldan sonra dört sene ara verdiğim öğrenimime devam etmek için evden kaçarak gidip Konya İmam Hatip okuluna kayıt yaptırdım. Yedi sene orada öğrenimimi tamamladım. Ömer Özden- Özür dilerim hocam aileniz bu duruma ne dediler? Fahrettin Olguner- İlk anda bir hayli kızdılar. Özellikle abim bir hayli sitem etti; kendisini yalnız bıraktım diye. Çünkü onunla beraber iş görecektik, onunla beraber mesleğimizi devam ettirecektik. Onu yapmayınca bir hayli kızdı ama babam çok sakin bir insandı. “Oğlum canın nasıl istiyorsa öyle yap!” dedi. Anacığım “tamam sen biraz oku dinini diyanetini öğren biraz da bilgi edin, dünyanın bilgilerini, sonra dönersin oğlum” dedi. Üç sene sonra eve dönmek üzere tahsilime devam ettim. Sonra üçüncü sınıfa gelince ayrıl mayrıl demeye niyetlendiler. Ama dediler ki madem dördüncü sınıftasın dördü bitir, sonra liseyi falan bitir diye müsamaha gösterdiler. Biz böylece bitirdik, sonra İstanbul’a geldim, dışarıdan imtihanla Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdim, o zaman öyleydi. Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdikten sonra doktora yapmak üzere niyetliydim ama İstanbul’da kalmam pek mümkün olmadı. Anadolu’ya öğretmen olarak gittim. Elazığ’da iki sene kadar öğretmenlik yaptım sonra Milli Eğitim’e müracaatta bulundum. Ben dedim burada sıkıldım İstanbul’a dönmek istiyorum akademik kariyer yapacağım. Ö. Özden- Elazığ’da öğretmenlik yaptığınız okul, İmam Hatip miydi? F. Olguner- Devrim Ortaokulu diye bir okul vardı, bir de Mezre Ortaokulu ile Elazığ İmam Hatip Okulu olarak üç okula derse gidiyordum. sayı//46// mayıs 68

Oradan bir buçuk sene sonra ayrıldım, İstanbul’a akademik kariyer yapmaya geldim. İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde o zaman Türk İslam Düşüncesi kürsüsü yeni kurulmuştu. O kürsüyü kuran zatı da eskiden tanırdım. Çünkü o, benim öğrencilik yıllarımda zaman zaman Edebiyat Fakültesi’nde Muhammed Hamidullah’ın derslerini tercüme ederdi. Çok titiz bir adam, Prof. Dr. Nihat Keklik Bey, Allah gani gani rahmet eylesin. Bir sene kadar önce Hakk’ın rahmetine kavuştu. Onunla akademik kariyere başladım işte sonunda kısmetmiş, doktoramızı tamamladık, doçentliğimizi tamamladık. Daha önce ben akademik kariyere Hilmi Ziya Ülken ile başlamıştım. Onunla çalışıyordum. “Üç Türk-İslam Mütefekkiri İbni Sîna, Fahrettin Râzî, Nasîreddin Tûsî Düşüncesinde Varoluş” adlı çalışmayı Hilmi Ziya Bey’le birlikte yaptım. O emekli olunca Nihat Keklik Bey’le devam ettik. Ö. Özden- Yıl kaçtı Hocam? F. Olguner- Yıl 1971. Hilmi Ziya ile başlamam 1969’dur. Nihat Keklik ile devam etmem 1971’dir. Zaten Nihat Keklik’in İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Bölümü’nde Türk İslam Düşüncesi’ni açması 1969’dur. İlk defa o zaman açılması kabul edildi. Ben de o zaman imtihana girdim ve akademik kariyere başladım. Nihat Keklik Bey kadro istedi; o zamanlar kadrolar Maliye Bakanlığı’ndan geliyordu. Dedi ki “Fahrettin, kadronu istedim altı ay içinde göndereceklerini söylediler. Sen bizim ilk doktora öğrencimizsin ve ilk asistanımız olacaksın.” Peki, dedik. Allah rahmet eylesin o dönemin pek çoğu öbür âleme intikal ettiler hepsini hürmetle, rahmetle yâd ediyorum. Mesela Fen Fakültesi’nin dekanı vardı Ahmet Yüksel Özemre. Nihat Keklik Bey’le birlikte sık sık onun odasına giderdik. Nihat Bey’e oda vermediler. Oda oda dolaşırdı, daha sonradan güzel bir oda verdiler Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre Atom Enerjisi Kurumu’nun başkanlığını yaptı. Çok değerli bir insan, gerçek bir ilim adamı. Bir gün onun odasına girdik. Nihat Bey “Ahmet Bey buyurun size müstakbel asistanım Fahrettin Olguner’i takdim edeyim.” diye ona takdim etti beni. Böyle oralarda gider gelirdik. Zaman geçti kadro gelmeyince Erzurum kadro ilan etmiş, hem de pek çok kadro ilan etmiş. Gittim Nihat Bey’e dedim ki “Efendim buraya kadro gelmedi herhalde gecikecek, Erzurum kadro ilan etmiş ne buyurursunuz?” “Aa iyi olur Fahrettin git


oraya, altı sekiz ay içerisinde ben seni oradan isterim, ümit ediyorum daha iyi olur” dedi. Peki dedik ve biz böylece Erzurum’a geldik. Ö. Özden- Hocam özür dileyerek Erzurum’a gelmeden evvel, araya girmek istiyorum. Geçen haftaki radyo konuşmanızda Erzurum’a gelirken evli olduğunuzu ve yanınızda küçük kızınızla geldiğinizi söylemiştiniz. Öyleyse Erzurum’a gelmeden evvel bir evlilik gerçekleşmişti. Tabii ki askerliğinizi de yapmıştınız. Buralara da değinirsek, okuyucularımızın sizi daha yakından tanımaları bakımından sanki daha iyi olur diye düşünüyorum. F. Olguner- Peki, efendim ben pek fazla uzatmak istemiyorum bilmiyorum sizin için ne olur? Ö. Özden- Aman efendim estağfurullah, sizi ne kadar dinlersek o kadar iyi olur bizim için. F. Olguner- Efendim ben henüz öğretmenken evlenmiştim. Elazığ’dan öğretmen olarak İstanbul’a geldim yine İstanbul’da Kadıköy’de bir okulda çalışıyordum. O zaman evlendim. Hatta eşime o zaman “Sen bir öğretmensin niye bir öğretmenle evleniyorsun, niye bir zenginle veya üst kademe birisiyle evlenmiyorsun?” diye bir hayli sitem de etmişler. Ö. Özden- Üstelik de matematik öğretmenisin, (gülüşmeler), din dersi öğretmeniyle niye evleniyorsun? demiş de olabilirler. F. Olguner- Demişler, demişler. Neyse efendim yani Erzurum’a geldiğimde evliydim. Evlenmemin akabinde askere gittim. Kızım ben askerdeyken, Tuzla Piyade Okulu’nda askeri öğrenciyken dünyaya geldi. Ondan sonra da kur’ada Erzurum Oltu’yu çektim. Kızım annesiyle birlikte İstanbul’da kaldı, ben Erzurum Oltu’da askerlik yaptım. Yedek subaylığımı orada tamamladım. Ö. Özden- O halde Erzurum’un kapısını Oltu’dan açtınız. F. Olguner- Oltu’dan açtık. Sevdim de ben Erzurum’u. Oltu, Erzurum’dan biraz daha sıcaktır gerçi. Orası bir havza teşkil ediyor ama ben memnundum. Oltu’dan da Erzurum’dan da bir şikâyetim olmadı. Erzurum’a kadro açılınca memnuniyetle gittim. İstanbul’dan İzmir’e de tayinim çıkmıştı. Gitmedim, Erzurum’u tercih ettim. Erzurum’a erkenden gelip vazifeye başladım imza attım ondan sonra İstanbul’a döndüm eşimin ve kızımın yanına. Erzurum’da bir arkadaşa dedim ki “bana bir

ev buluver, orayı bir temizletiver!” diyerek ev bulma işini Erzurum’daki arkadaşa emanet ettik. Sağ olsun bir ev bulmuş. Ben İstanbul’da eşimin yanındayım. Eşim öğretmen olduğu için vazifesinden ayrılamıyordu. Ev bulununca İstanbul’da eşimin işinden yani Milli Eğitim’den izin aldık. Biz eşyamızı bir kamyona yükledik. Eşimi önceden göndermem mümkün değildi, benim de önden gitmem mümkün değildi. Eşim, yanımızda kızım, efendim eşimin karnında da oğlum olmak üzere biz üçümüz, kamyonla yollarda kala kala, mesela Sivas’ta kaldık nitekim bir gece. Af buyurun midemiz de bozuldu yollarda. Efendim böyle maceralı bir ramazan günü Erzurum’a ulaştık. Erzurum’un faklı bir havası var şimdi o kadar değil herhalde. Yolda oruç tutamadığımız için eşya taşıyıp indirirken zannediyorum sular falan içtik. Erzurumlular da böyle ters ters baktılar. Öyle bir maceramız da var gerisini anlatmayacağım çünkü Erzurum’un aleyhine laf etmek istemiyorum; dediğim gibi Erzurum’u ben sevdim. İşte böylece geldik Erzurum’a. Üç ay sonra da oğlum dünyaya geldi. Önce kirada kaldık kısa bir süre, bir-bir buçuk sene, sonra lojmana geçtik. Yıl 1973. Daha sonra da doktora derslerime devam etmek için Erzurum’dan İstanbul’a gelip gittim. Erzurum’da hocaydım, İstanbul’da da doktora yapıyordum. Benim doktoram da öteki çalışmalarım da bir hayli maceralı geçti. İlk defa doktora öğrencisinin ders alma zarureti bende uygulandı. Ondan önce doktora dersleri yoktu. Doğrudan doğruya başlardınız, doktora tezi alırdınız, ilk günden itibaren devam ederdiniz. Benim ilk günden doktora tezim belli idi. Nihat Bey tarafından söylenmişti. “Ben daha önce şöyle bir plan yaptım. Eflatun’dan (Platon’dan) başlayacağım, bunu devam ettireceğim, sana da Platon’u vereceğim” demişti, ben de “peki hocam” demiştim. Buna rağmen doktora derslerine devam ettim. Tekrar ediyorum doktora dersi nasıl olur, kim yapar, ilan edilir mi edilmez mi bilmiyorum ama ilk defa Türkiye üniversitelerinde doktora dersi koydular ve bana uyguladılar. Evimi de Erzurum’a nakletmiştim, dolayısıyla bir sene derse gelip gittim. Bu söyleşimiz heyecanla devam edecek... 69


FİLMİN ADI:

VAHŞET Saint Barholemey katliamında (24 Ağustos 1572), Katoliklerin 30 bin Protestanı öldürmeleri, ‘Hristo-fobi’ yi daha da arttırıyor. Tüccarların doğu iklimlerine yaptıkları seyahatlarda, İslam medeniyetinin mutlu ve müreffeh (zenginlik, bolluk, rahat) hayatını görüp anlatmaları, itibar kaybeden ‘Kilise- Papalık’ın kışkırtmaları ile ‘Haçlı Seferleri’ni başlatıyor. Mustafa YAZGAN

evgili Dostlar! 2018 yapımı ‘OSKAR (!) SİNEMA ÖDÜLÜ (!)’ ne aday bir film izliyoruz. Hayret, dehşet, vahşet, ibret sahneleri ile dolu bir film… İnsanlığın yüz karası bir senaryo… İnsanlardan bir bölümününmasum hayvanlardan aşağıya düşürenlerinin filmi. TÜR’Ü: Aksiyon, politik içerikli, kin duygularının ülkeler aşıp, gelen ve Osmanlı coğrafyasına çöreklendiği bir tür tarihi-belgesel nitelikli, gizemli, yer yer yoğun dramatik, emperyalist ihtirasları yansıtan, seyrederken düşünen insanların utanç ve hayret içinde kahrolduğu, genel değerlendirmelerde ‘alem-i kör- herkesi sersem’ zanneden bir kurgu anlayışı ile, rahmetli İsmail Dümbüllü komedisinden bin beter, acı kahkahalı, rahmetli Nejat Uygur’un müstehcen ve bol küfürlü oyunlarını sollayan, neticede bütün kutsallara karşı, ilkel, gerici, ırkçı, provokatif saldırılardan oluşmuş bir film… YAPIMCILARI: Dünya mason locaları içindeki sömürgen, semirgen, kemirgen ‘sermaye baronları’, ‘Tapınak Şövalyeleri’ , vurguncu batılı şirketler ve bunların tasmalı ‘Medya kalemleri’… Filmin çekildiği alanlarda, yöneticilerin ve rejisörün postalını yalayarak, yalakalık yaparak, namusunu paspas ederek göze girmeye çalışan, bazı ülkelerin ‘satılmış medya patronları’ … Yani kolektif bir yapım. REJİSÖR: İngiltere REJİ YARDIMCILARI: Amerika, Fransa, Almanya YAPIM KOORDİNATÖRÜ: Siyonizm (İsrail Terör Timleri) SENARYO: Mason Biraderler Yazım Şirketi MALİ SORUMLULAR: İngiltere, Almanya, Fransa, Avusturya, ABD ve Avrupada 5 ülkedeki Rothschildler şürekası, Rockefeller Petrol Şirketleri Vakıfları ve bağışları. Ayrıca filmin çekildiği ülkelerdeki sermayelerini ‘Batılı Efendiler’ine ubudiyet (kulluk), metbuiyyet (tabiiyet) ile arttıran, kölelik zilleti içinde kazanan, darbelere muhtıralara alkış tutan, vatansever devlet adamlarını darağacında katleden, uyuşturucu, silah, sigara, kaçakçılık, cinayet, arsa ve inşaat gibi birçok alanlarda terör ve zorbalık estiren mafyaları kışkırtan, gizleyen, kaçıran o ülkelerde kadehlerine mazlum ve mağdur kanı doldurup içen yerli satılmışların mali destekleri… SENARYODAKİ PİYONLAR: İmralıdaki terörist, Kandil Dağı ve Sincarda toplanan

sayı//46// mayıs 70


Kuzey Irak coğrafyasındaki teröristler, PYDPKK-HDP-DHKPC-YPG-DEAŞ-Kimlerin piyonları oldukları filmde anlaşılmasın diye, başları kar maskeli, ellerinde silah, sopa, taş, molotof şişeleri ile polislere, jandarmaya, okullara, şehir halkına, taşıma araçlarına ‘hunharca’ saldıran, yakıp yıkan, dükkanlara, mağazalara, esnafa zarar veren, olayları bahane ederek aldıkları para karşılığında, kendilerini meydanlara, sokaklara kışkırtan ‘perde arkasındaki’lerin uşakları, sokak serserileri… KONSEPT DANIŞMANLARI: Vatikan… Vatikan’ın oniki Kardinalinden adları bilinen on kişinin dışında gizlenen, birinin Çin’de, diğerinin de Türkiye’de olduğu (yıllarca evvel) söylenen, şimdilerde ABD’nin bir eyaletinde oturup, ‘YÜKSELEN TÜRKİYE’ ye ‘’beddualar ‘ yağdırarak, şuuraltındaki kin’ini tatmin eden, bağlılarını, Türkiye Devletimizin her birimine sessizce, gizlice sızdırıp, İran tipi sivil bir darbe sonrası, ‘Humeynivari’ bir debdebeyle Türkiye’ye dönmeyi hayal edip, kışkırtan onbirinci kişi… Bunlara cesaret veren, kalitesiz ‘ana muhalefetin’ bazı beceriksiz yöneticileri ki ‘Muhibban-ı Nuseyriye ve’l Esad’ ( Esad ve Nuseyri sempatizanları) olarak nam salmışlardır. OYUNCULAR: Figüranı bol bir film izliyoruz. Filmin genel konsepti ayan-beyan ortada.. Filmin hedefi, maksadı, mesajı da biliniyor. Saldıranlar, Osmanlı coğrafyası diye bilinen (Rejisörün kendi konumuna göre- Uzakdoğu, Ortadoğu, Yakındoğu diye- adlandırdığı) alanda, beton tüneller içinde gizlenen lağım fareleri.. ABD’nin kurup beslediği PYD-YPGDEAŞ’lı katil sürüleri.. Tam 60 ülkeden gelip, Türkiyemize karşı saf tutan kiralım teröristler.. FİLMİN ÖZETİ: Orta-çağ dekorunda bir engizisyon mahkemesi… Jean D’ark (14121431) yargılanıyor ve diri diri yakılmasına karar veriliyor. Tüm Avrupada bir ‘Hristo-fobi – Christo Fobia’ = Kilise vahşetine karşı korku oluşuyor. Saint Barholemey katliamında (24 Ağustos 1572), Katoliklerin 30 bin Protestanı öldürmeleri, ‘Hristo-fobi’ yi daha da arttırıyor. Tüccarların doğu iklimlerine yaptıkları seyahatlarda, İslam medeniyetinin mutlu ve müreffeh (zenginlik, bolluk, rahat) hayatını görüp anlatmaları, itibar kaybeden ‘KilisePapalık’ın kışkırtmaları ile ‘Haçlı Seferleri’ni başlatıyor. Hamurları vahşetle yoğrulmuş cahil, fanatik, açgözlü, yağmacı Haçlılar, Kudüs’ü ele geçirince orada bir tek Müslüman

kalmayıncaya kadar kanlı bir vahşetle insanları katlediyorlar. Filmin bu kısmında, Batının sadizmini belgeleyen ‘İşkence Usülleri’nin nasıl uygulandığı, örneklerle anlatılıyor. 20. asrın sonlarında, çiftlik sahibi zenginlerin, helikopterler kiralayarak, Meksika’da ‘insan avı’ turları düzenlediklerini seyrediyoruz. (Kaynak: Ahmet Kıza/ Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası/ Üçdal Neşriyat- 1982- Sh.114) ‘Vahşet’, Batılının genlerinde, zulüm geleneğini sürdürüyor. Dün Kudüs’te atlarının dizlerine kadar kan ve cesetler üstünde ilerlediklerini Papa 2. Urban’a mektupla bildiren ‘ Godefroi de Bouillan’ın rolünü ABD-PYD-YPG-DEAŞ ve 60 ülkeden gelip, Türk Ordusunun karşısında ‘terör safı’ tutan alçakların tek tek yok edilişlerinin hikayesi, şimdi tüm dünya sinemalarında vizyonda… Bu film, üstü örtülen birçok gerçeği, dünyanın gözleri önüne sermiştir. Filmi seyredenler, şu acı hakikatları öğrenmiş bulunuyorlar: 1) İslam, insanlığı ‘Vahşet cehennemi’nden çekip çıkaracak tek dindir. 2) ‘İslamafobi’ diye bir kavram yoktur. Olamaz. 3) Ama ‘Hristo-fobi’ insanlığı tehdit etmektedir. 4) Batı dünyası ve Batıdaki insan, İslam’ı doğru kaynaklardan, aracısız, bilimsel objektivite içinde öğrendikçe, şeksiz, şüphesiz ‘Müslüman’ oluyor. 5) Müşrik özelliği taşıyan Hristiyanlık ve Yahudilik, kesinlikle Hz. İsa (a.s) ve Hz. Musa (a.s) nın İslam tebliğlerinin dışında, muharref ( bozulmuş, saptırılmış) dinler kategorisindedirler. 6) Kilise ve Havra öğretileri, çağ dışıdır. Bu gerçeği gören Kilise, taassup ve kışkırtmaya.. Havra, ‘Siyonizm’e yönelmişlerdir. ‘Vahşet’ filmi, bu sebeplerle, güncel olarak endişe ve ilgi ile izleniyor. 71


KAPILAR VE

“KALDIRIMLAR - I”

Sokakların dilini çözen çocuk büyüdükçe, sokakların, cadde ve bulvarların, park ve meydanların varlığıyla farklı dünyaların bulunduğunu keşfeder. Bireyin kendisini idrak etmesidir keşif. Ömrün bütün evrelerinde ne olup bittiğinin, neler yaşanıldığının, görünen ve görünmeyen olayların iç ve dış yönlerini bilmekle de mükelleftir birey. Recep GARİP

okakların dilini en çok çocuklar bilir. Yürümeye başlayan her çocuk için dış mekânın çekiciliği söz konusudur. İster köy, ister kasaba, ister şehir, isterseniz bir yayla ya da mezrada olunuz, oradaki çocuğun ailesiyle kaldığı iç mekândan kurtuluşun heyecanıdır sokaklar ve sokaklara açılan kapılar. Sabahın uyku mahmurluğu henüz üzerinden kalkmamışken pencereye koşup dışarıyı seyreden çocukların düşüdür sokaklar. Sokağın çağrısını her an duyar çocuk. Bundandır pencereye, kapıya koşuşturmaları. Annesiyle birlikte adımını dışarıya atar atmaz içindeki heyecanın yansımasını gördüğünde, yorgunluklar, uykusuzluklar, ağlayışlar bitiverir. Sokağın büyüleyici dili uçsuz bucaksız bir gökyüzüne bakıyor gibi sınırsız yeryüzünün varlıkları gözlerimize çarpar. Karıncalardan kelebeklere, papatyalardan üçgüllere, çayır çimenlerden bağlara bostanlara, ağaçlara kuşlara varıncaya değin her ayrıntı gözlerimizin önündedir. Kediler gelip geçer. Çocuklar koşup oynar. Kuşlar ise cıvıltılarıyla musikinin bir bölümünden kendilerine düşen boşluğu doldurur. Çocukların hareketlerini takip etmekten anneler –babalar, bir yandan telaş etseler de, bir yandan merakla onları izlemeyi sürdürürler ve her anlarında birden bire fırlayıp çocuklarının imdatlarına yetişebilecek bir çeviklik elbisesi içindedirler. Bir yandan kalpleri, gönülleri pır pır atan bir kuşa benzerken diğer taraftan “yürüyüşlerine kurban olduğum”, “seni bana verene kurban olayım” gibi ifadelerle gülüşlerindeki asalet çocukları besliyor. Çocuklar ve insanlar türlü türlü kapılardan girip çıkıyorlar. Böylesi bir coşkuyla büyüye duran çocuk, anne ve babasının gözünde hep çocuktur. Patilerden patiklere, küçücük ayakkabılardan giderek büyüyen her türden ve renkten elbise ve ayakkabılara değin büyümektedir çocuk. Çocuk büyüdükçe şehrin ve sokağın asli dili değişmeye başlar. Dahası çocuğun hafızasında biriken kelimeler, sokağın zahirdeki diliyle tanışmasını sağlar. O küçücük yaşlardaki düşe kalka yürüme çabalarının dilindeki asli unsurlar, asaletli kavrayışlar, statikleşerek toplumsal kabullenişlerin diline dönüşür. Kapılardan geçilir kaldırımlara. Sokakların dilini çözen çocuk büyüdükçe, sokakların, cadde ve bulvarların, park ve meydanların varlığıyla farklı dünyaların

sayı//46// mayıs 72


bulunduğunu keşfeder. Bireyin kendisini idrak etmesidir keşif. Ömrün bütün evrelerinde ne olup bittiğinin, neler yaşanıldığının, görünen ve görünmeyen olayların iç ve dış yönlerini bilmekle de mükelleftir birey. Üstat Necip Fazıl Kısakürek “Kaldırımlar” şiirinde diyor ya; “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında; Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum. Yolumun karanlığa saplanan noktasında, Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.” İnsan büyüdükçe hayalleri, düşleri, duyuşları, kavrayışları, karşı koyuşları, kabullenişleri, reddedişleri, hissedişleri elbette ki farklılaşmaktadır. Ergenlik çağını aşan delikanlı yalnızlıklara giderek yelkenler açar. Aslında toplumun içinde kalabalıktayken bile yalnızlığı derinden derine hisseder. Bu algılayışla gece yolculukları, tenha mekânlar, çevreden kaçışlar peşini bırakmaz. Kimsesiz bir sokak ortasında yapayalnızlığını, sokak lambalarından, gökteki yıldızlardan, karşıdan karşıya geçmekte olan bir sokak kedisinden, köpeğinden farkının olmadığını hissettikçe delikanlı, içindeki yaraların daha da derinleştiğini fark eder. İşte kimsesiz bir sokak ortasında, bir başına sessizliğin ve karanlığın uçsuz bucaksız çekiciliğine doğru yürümektedir. Attığı her adımda ardından birilerinin ayak seslerini duyar gibi olsa da geriye dönüp bakmayı kendisine yediremez. Bu dimdik ardına bakmadan yürüme direnişinde ışıklardan uzaklaştıkça gölgelerin, evlerin, ağaçların hışırtıları ve yansıyışları bir hayale dönüşür. Artık bir bekleyen varmışçasına yürüyüşün anlam kazandığına inanmaya başlar. Sonra; “Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık; Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar. İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık; Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.” İşte böylesine yoğunlaşarak, genişleyerek, düşlerin hayallerin gerçekle buluşmasıyla tetiklenen aşkların acılaşarak, kekreleşerek, ateşlenerek yürüyüşü tetiklediğini ifade etmeliyiz. Yürüyüş, kuşku yok ki durmaktan, boş oturmaktan evladır. Yürüyüş insanı tefekküre götürür.Yürümekte olduğumuz her anın, her halin bize yeni kavrayışları taşıdığında da kuşku yok. Ayaklar ve ayakkabılarla bir bütün halinde olan bireyin zihinsel haritası

gökyüzünden azade değildir. “Gökyüzü kül rengi bulutlarla kaplıdır” ve yıldırımlar öylesine şiddetle suretimizi, yüreğimizi, düşlerimizi kırbaçlamaktadır ki evlerin tütmekte olan bacalarını kollamaktadır. Bütün bu olup bitenler, yaşanılanlar, söylenebilen ve söylenemeyen sırlarla birlikte, gecenin gizemliliğine doğru çaresiz yürüyüşün sırlarını “in cin uykudayken” ancak taşıyabilmektedir. Bu taşımaya “iki kişi” şahitlik eder. Birisi geceye sığınan genç adam, diğeriyse sessiz caddeler, sokaklar ve kaldırımlardır. İşte şiir; “İçimde damla damla bir korku birikiyor; Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler... Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor; Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.” Genç insan hedefleri olan, umutları olan, hayalleri olan insandır. Umudu olanlar başarıya ulaşır. Elbette ki bu duygu yalnızca bir başına durmaz. Onun da içten içe endişeleri, korkuları, çözülmeleri, yıpranmaları, her an yeni bir vesvesenin, yeni bir sinsiliğin, yeni bir problemin çıkıvereceğini bir an olsun aklından çıkarmaz. Yürüyüşünü, iddiasını her an kıyamda-ayakta tutan genç adam, elbette ki korkuyla da iç içe büyümektedir. “Damla damla bir korku” birikmesi, her an bir tuzakla, bir oyunla, her an şeytanın vesvesesiyle karşı karşıyadır. Bunu asla unutmaz ve bilir ki, “sokak başını devler tutmuş” olabilir. Darbeler, ihtilaller, kalkışmalar, akla gelmeyecek düzenbazlıklarla doludur hayat. Bundandır surete sinmiş olan çirkinlikler. Bundandır her sokak başı kirlenmeler. Bir göz kararmasıyla her eşya, her karşıda gözüken duruşların simsiyah perdelere dönüşüverdiği, üstüne üstüne abandığı, yürüdüğü hallerden ari değildir yürüyüş ehli. Lakin yürüyüşten vaz geçmeyenlerdir hedeflere erişenler. “Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.” Aslında insan evladı yeryüzüne yalnız başına geliyor. Elbette ki bir annenin bir babanın mahsulüdür. Yaratıcımız, birbirimizi emanet olarak vermiştir. Geçici bir süreliğine bizleri birbirimizle can-canan, karı koca, yani eşler yani çoluk çocuk, akraba gibi unsurlarla birlikte ve beraberce yaşama imkânları ikram etmiştir. Bu varoluşun müteşekkirliği, itaat ve ibadetle hayatı 73


anlamlı hale dönüştürmek de irade sahibi olan bizlere bırakılmıştır. Ondan dolayıdır ki insanın yaşama serüveninde iradesiyle keşfettiği her anda yenilenerek, durumlar neyi gerektiriyorsa onlardan dersler edinerek, hayatını tanzim edebilecek, evlere, semtlere, çarşılara, pazarlara, şehirlere, meydanlara, sokaklara, kaldırımlara ihtiyaç duydukça bunları keşfederek hayatı daha anlamlı, yaşanabilir kılma çabası içinde olacaktır. Öyle anlar gelir ki evin yalnızlığı gecenin en kuytu vakitleri teheccüt vakitleridir. Bu vakitlerde evde bile “in cin uykudadır” ki kaldıki sokaklar, kaldırımlar insana ait değil gibidir. Diğer yaratıkların-varlıkların alanlarına dönüşmüştür. Bizler onları görmesek de öyledir. İnsan hayatında var olan bu yalnızlıkların, acıların, çilelerin annesidir kaldırımlar. Bıkan, usanan, bunalan, darlanan insan çaresizce kendisini kaldırımlarda bulur. Ve bu “kaldırımlar yalnızların annesi” gibi onları besler ve ruhen barındırır. Sokakların dilini yeniden keşke çıkmıştır bir bakıma. Çocukluk yıllarına yeniden dönmüştür. Her eşyanın, her kapının, her ağacın, her evin, her parkın ve her insana ait ayrıntıların birer surete dönüşüvermesiyle sayısız belirişler içinde binlerce kalabalıkların bir bakıma suretlerinden izler beliriverir. Kaldırımların birer insana dönüşüverdiği olur ve “içinde yaşamış bir insan” hüviyetine bürünür. Aynı dil, aynı kelimelerle biribirine benzemektedir insanla kaldırımlar, sokaklarla ışıklar, evlerle kapılar. Sonra şiir insanı durduruverir ve şöyle ses olur; “Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta; Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum! Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!” Her bir insanın içindeki yolculuk, kuşku yok ki farklı farklıdır. Tıpkı aklı kullanmakta, iradeye hükmetmekte, kararlar alıp vermekte, duruşlar-tavırlar ortaya koymakta farklılıklar olduğu gibi. İnsan, suretlerin, renklerin, dillerin, dinlerin, algıların, beğenişlerin, zevklerin farklılıklarında olduğu gibi yalnızdır, kimsesizdir. Düşünceden sanata, şiirden musikiye, çocukluktan gençlik ve ihtiyarlığa, hayattan ölüme doğru gidilen bu yolculukta, insan kendi haddini bilmelidir. Kendi gücünü güçsüzlüğünü, dirayetini dirayetsizliğini, yetisini yetmezini bilir-bilmelidir. Bundan dolayıdır ki şair burada durur ve ikrar eder; “bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta”. Çünkü sayı//46// mayıs 74

“ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum” diyerek bir durum tespiti yapar. Kaldırımların insana hükmedici yönüne dikkat çeker. Burada aşklar, acılar, horlanışlar, tükenişler, dirilişler anlam kazanır. Sonra sabah olsun istemez, bitip gitsin istemez bu sokakların, kaldırımların dilini bilen çocuk, genç adam ve yaşlının bitmeyen gözyaşı, bitsin istememektedir karanlıklar içinde hayat. Aydınlık bir gelecek için bir yakarışa dönüşüverir gibidir sanki. “Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta; Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum”. İşte şairin duyurmak istediği nokta tam da şurasıdır; “Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin; İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler. Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin; Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.” İnsanoğlu yaratılışından bu yana yürüyüşünü elden ele devrederek sürdürüyor. Kesintisiz devam eden bu yolculuk kimi zaman bilinçli kimi zaman farkında olmadan geçip gidiyor. Bu yolculuk esnasında yaşadıklarımızın her birerleri asıl itibariyle çift olduğu gözlemleniyor. Birisi olumlu ise diğerine olumsuzluk, birisine güzellikse diğerine çirkinlik, birine hayırsa diğerine şer, birine geceyse diğerine gündüz şeklinde bunu kavramak ve anlamlandırmak mümkündür. Bir taraftan da bu iki ayrımla birlikte sürüp giden cemiyet hayatında ana bulvarların, kaldırımların, caddelerin şehre dair işaretler anlamına gelen gidişli dönüşlü yolların varlığı da malumunuzdur. Bir an düşünelim; yüzyıl ya da iki yüzyıl evvelinde yaşıyorsunuz ve içinde yaşadığınız bu şehri ikiye bölen ana caddesinde yer yer fenerlerin, ateşlerin, kandillerin, mumların bir şekilde aydınlatma diye ifade edebileceğimiz unsurlarla donatıldığını, gece yolcularının sağ ve selametle yollarına revan olabilmeleri için mühim ve elzem olduğunu ifade edebiliriz. İşte böylesine bir gece yolculuğunda yürüyen şair birden bire gözleri fenerlere-sokak lambalarına takılarak; “Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin; İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler” deiye seslenişini işitiverirsiniz. Bu yolculukta gece kuşlarının ötüşlerini, kurbağaların çığlıklarını, ateş böceklerinin şölenlerini, köpek havlamalarını duyarsınız ve aydınlık bir yolculuk yapma iştiyakıyla bir yanda ürpertiyi diğer yanda ne olup bittiğini görme arzusuyla


bir sel gibi fenerlerin aydınlatmasını talep edersiniz. Bu durum çok tabii gibi gözükse de şairin rüyası-hülyası öylesine geniştir ki, ayak sesleriniz aç köpekleri size doğru yaklaştırırken ya da karşıma çıkmayın, uslu durun tembihleriyle yolun birden bire eski tarihi yapılardan bir konakla, abideyle, muhteşem kemerleri ve gövdesiyle dimdik ayakta duruşuyla karşılaştığı dikkatlerimizi çeker. Yol tamamlanmıştır burada ve “zafer tâkı, gölgeden taş kemerler” halini almıştır. Taş kemerler, tarihtir ve tarihe tanıklıktır. Birden bire Şair yorgun düşmüş gibi iç geçirerek; “Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim; Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları! Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim; Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.” Karanlıkta bulduğu münzeviliğin, ulviliğin, derinliğin, ürpertinin, yalnızlığın, tefekkürün sürmesine karar verir, sabaha çıkmak istemez, gün ağarsın istemez. Ne görünme hevesindedir ne de görme duygusunu taşımaktadır. Güne uyananlara bir tembihte bulunarak “Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları” der. Gece boyunca beslendiği ana kaynakları kaybetmeye tahammülü yoktur. Tefekkür ile tezekkürün biribirine sıkıca kaynaştığını bundan dolayıdır ki aldığı ilhamlarla yeni yolculuklar için kan ter içinde kalmışçasına “Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim” diye ekler. Birden bire bir başka fasla doğru yol alan şair, henüz genç yaşına rağmen yazdığı “Kaldırımlar” şiiriyle kutsal öğretiden aldığı ata mirasından mıdır, kadim kültürün kavrattıklarından mıdır bilinmez ama biz öyle bir kavrayışın şiire el verdiğini pek ala ifade edebiliriz. Burada dikkatimizi çeken ana husustaki mısra şudur; “Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları”. Böyle bir bağlantı kurmak mümkün müdür diye sormadan edemiyorum. Mümkün olabileceğini bir şair vasfıyla “evet mümkündür” cevabını veriyorum. Peygamberimiz Hazreti Muhammet (as)’a ilk vahiy geldiğinde –vahye muhatap olma heyecanıyla- çok korkmuş, mağaradan çıktıktan sonra hane-i saadetlerine ulaşıncaya değin ağaçların, dağların, taşlarının selamlarıyla karşılaşmış, birçok olağanüstü halleri yaşamış ve eve geldiklerinde Hazreti Hatice validemize “Beni örtünüz, beni örtünüz” buyurmuşlardı. İşte şairimiz bilinçli ya da bilinçsiz bir deyişi yakalamıştır henüz 19 yaşlarında kaleme aldığı bu şiirin mısraıyla;

“Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları”. Kaldırımların ilk bölümünün son dörtlüğüne gelindiğinde az önceki teşbihle aslında bir unsuru da tamamlamış olalım; Müddessir suresindeki ilk ayetlerin bize, örtüye büründükten sonra artık insanları davetle yükümlü olduğu anlatılır Peygamber (as) a Cebrail şu ayetleri getirir; “Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk artık uyar. Sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temizle. Pislikten sakın. Yaptığını çok görerek başa kakma. Rabbin için sabret.” “Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...” Şair, gece yolculuğundaki tefekkürle, imtiyazla yorgun düşmüştür. Bir bakıma üstünü örttürmüş, sessizce derin uykuların kollarında “buz gibi taşlara” verdiği gövdesiyle yolculuk yapmak istemiştir. Sokakların sırlarını keşfedebilmek için gece yürüyüşleri, zifiri karanlıklar işe yarar. İlmin, irfanın kapıları, evlerin, ocakların, sokakların, hanların, gönüllerin kapılarının açıldığı gibi gece de açılır. Sırlarla dolu bir uykuda ruhen ve bedenen dinlenmeyi amaçlamaktadır Şair. “Sokaklar kadar esrarlı bir uykuya dalınca, kaldırımların kara sevdalı eşi ölüp” terki diyar eylese diye içlenir. Sessizce kıvrıldığı bu buzdan soğuk kaldırımların diline tanıklık eder ve okuyucusuna da tanıklık etmesini ister. Düşler düşüncelerle şekillenir. Düşlerin dili hayatın dilidir. Kaldırımlardan kapılara, kapılardan kaldırımlara olan yolculuk insanın kendi yolculuğudur. 75


ir yanda Çamlıca’yla yetişmiş semâlara, Bir yanda gökle yerlere inmiş de Marmara, İstanbul’un sihirli bir aynayla aksini, Nakş eylemiş ezeldeki bir resme mübtenî:

İSTANBUL 500. sene-i devriye-i fethi münasebetiyle İbrahim SABRİ Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Ahmet Turan ARSLAN

Deryâya, âsumâna , zemîn ü zamâna hep… Tılsımlı hüsn-ü ânına mutlak budur sebep. Sığmaz hayâle vüs’at-ı âfâkı vehleten , Deryada âsumân ve semâlarda yer gören, Zanneyler: inmiş ordaki elvâhı seyr için, Cennetleriyle âlem-i lâhût olup zemîn, Elmâs tıraş bir vazo halindedir Boğaz, Parlar içinde sâk-ı minâreyle bembeyaz Zambakların misâli olan nemli kubbeler… Yekpare secdesiyle cevâmi’ uzar, gider, Mihrâb-ı bî nihâyeti bir cesîm Fersûde ma’bedin bu mebânî mine’l-kadîm : Her şâh eser, ibâdet için eylemiş kıyâm, Durmuş önünde saf ile dembeste-i nizam, Yâhud sürûr-ı feth ile tebrîk eder gazâ, Ehrâmlar gelip duruvermiş de bir hizâ, Hilkatte olmuş âbideler şehri, memleket: Fışkırmış âsumânla denizden demet demet. Bir yanda ülkelerce muazzam defîneler, İran, Macar ve Rus’dan alınmış hazîneler, Altınlar, inciler ve mücevherle dehşete İlkâ ederken âlemi, bir yanda devlete Haşmetli sâhiliyle Hüdâî serây olan, Dehrin ufuklarından aşıp dâsitân dolan, Tarih-i satvet inde devirler açan bu bir: İstanbul! İşte gökten inen bir cihan değer Şâhâne pâyitaht, bu şâhâne devlete. Allah dikmiş âbide gûya tabîate, Âyât-ı fethi zikr için âfâk-ı âleme … Bir şehr-i bergüzâr-ı mukaddes ki kavmime,

sayı//46// mayıs 76


Şâyeste pâdişâh-ı cihângire kıymeti… İstanbul! İşte: Fatih’in en şanlı himmeti!..

Makassız biçki biçmiş, taşta atlas nesci görmüşler,

Bu yerler, yevm-i fethin hâtırâtından neler söyler,

Meğer iplik eğirmişler de taştan, örgü örmüşler.

Tabîattan müzehheb cildi bir tarihtir her yer.

Bizans artık bu mermer örtünün altındadır: mechûl,

Deniz, mermer-i mücellâ bir sütundur âbidâtından.

Doğup Osmanlı mi’mârîsinin ibdâı : İstanbul!.. Kâhire: 28/12/1952

Okur her nakş-ı emvâcından şi’r-i dâsitân insan.

SÖZLÜK

Durur fermana râm olmuş boğaz, hâlâ boyun eğmiş, Sarık sarmış da dağlar hep, hisarlardan kavuk giymiş, Dua etmiş velîler burda gelmiş postu sermişler, Doğarken fecirler bir gün kesilmiş her taraf asker… Yıkılsın denmiş imansız Bizans’ın burcu tîz kevnden, Erenler gösterip geçmiş keramet sûrun üstünden Süleymâniye, Sultan Ahmed, izlerdir o devlerden, Basıp âfâka, atmışlar adım güya ki cevlerden. Sanırsın kubbelerden merdiven kurmuş da Merîh’e, O yükseklikten almışlar çıkıp bir ölçü tarihe, Bu yükseklikte bir devlet için tâ kutba gitmişler. Esâtîrin içinden örnek almış, avdet etmişler… Bu hâletdir ki: bir efsânevîlik bahşeder şehre, Diker Türk’ün dehasından doğan bir şâheser dehre . Ne rûhânî beyazlıktır doğan, mermer meâbidden , Edilmez fark birçok lihyedâr âvâre zâhidden: Sebiller, türbeler, mescid, medâris … Ufka diz çökmüş… Süleymân’ın, Selîm’in, Fâtih’in mi’mârı, hem dökmüş Esâtîri kazanlardan hamur etmiş de ahcârı, Hem almış işlemiş nakş eyleyip ahcâra efkârı.

1- Mübtenî: Bina edilmiş, kurulmuş. 2- Âsumân: Gökyüzü. 3- Vüs’at-i âfak: Ufukların genişliği 4- Vehleten: Birden bire, ansızın. 5- Elvah: Levhalar. 6- Âlem-i lâhut: İlâhi além. 7- Sâk-ı minare: Burada minareleri şair, Sâk kelimesinden yola çıkarak vazodaki saplı çiçeklere benzetmiş olabilir. 8- Cevâmi: Camiler. 9- Mihrab-ı bî-nihayet-i güya ki bir resim (Yekta Saraç’ın makalesinde geçen ifade) 10- Fersûde: Yıpranmış, eskimiş. 11- Mebâni: Binalar. 12- Mine’l-kadîm: Eskiden. 13- Dembeste: Sesi, soluğu kesilmiş. 14- Surûr-ı feth: Fethin sevinci. 15- Ehram: Mısır’da eski zamanlardan kalma, piramit şeklinde binalar, mezar. 16- Hilkat: Yaratılış. 17- İlka: Atmak, düşürmek, terketmek. 18- Hüdâî: İlahi. 19- Dâsitan: Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. 20- Satvet: Güç, kuvvet. 21- Âyât- feth: Fetih Âyetleri. 22- Âfâk-ı âlem: Alemlerin ufukları. 23- Şehr-i bergüzâr-ı mukaddes: Kutsal yadigar şehir. 24- Şâyeste: Layık, uygun, yaraşır. 25- Padişâh- ı cihangir: Büyük Padişah, imparator. 26- Müzehheb: Yaldızlı, altınla süslenmiş. 27- Mermer-i mücellâ: Süslenmiş, ciltlenmiş mermer. 28- Âbidât: Anıtlar. 29- Nakş-ı emvâc: Dalgaların resmi. 30- Şi’r-i dâsitân: Destine şiiri. 31- Râm: İtaat eden, boyun eğen. 32- Tîz: Çabuk, tez. 33- Kevn: Varlık, âlem, kâinat. 34- Cev: Hava. 35- Esâtir: Masallar, mitoloji. 36 Avdet: Geri gelme, dönüş. 37- Dünya: Dünya. 38- Meâbid: Mabetler. 39- Lihyedar: Sakallı. 40- Medaris: Medreseler. 41- Ahcar: Taşlar. 42- Nesc: Dokunma, dokunuş, örme. 43- İbda’: Eşsiz bir şekilde meydana getirmek, yaratmak. 77


“Bu insanlar dev midir Yatak görmemiş gövde midir” ısraları ile başlar A.Cahit Zarifoğlu “Yedi Güzel Adam” şiirine. İlk şiir kitabı “İşaret Çocukları”nın ardından 1973’de yayınlanır eser. İlk eserin aksine büyük ilgi görür.

YEDİ GÜZEL ADAM VE

CAHİT ZARİFOĞLU Sıra arkadaşlarının “Aristo”, Üstad Necip Fazıl’ın “Artist” diye tanımladığı “Yedi Güzel Adam”ın yazıcısı o güzel insanı “Bir Yunus Emre olmak isterdim” dediği yıllarda İstanbul’da tanımıştım... Serdar YAKAR

Yıllar yılı konuşulacak ve günün birinde magazinleşip tv de dizi dahi olacak olan bu insanlar -ki yedi rakamı ile sembolize edilmiştir, tıpkı üçler, kırklar gibi- “ite çakala karşı yarin kapısında” duracak, “oyluk etlerinden” pırıl pırıl mavzerler çıkartacaklardır. Yedi adamın biri bir gün kan görür gereğini beller. Bir gün aşk görür gereğini beller. Bir gün bir yâr görür gereğini beller. Bir gün bir bela görür gereğini beller. Bir gün bir dağ görür gereğini beller. Ve şiir yedi adamdan biri olan dağ gören için söylenmiş şu mısralarla son bulur: “Yedi adamdan bir dağ göreni Buyruğu dağa diyeni Dağdan buyrukla kente ineni Suları yürüyerek geçeni Çekip mavzerini çıkardı oyluk etinden Durdu yarin kapısında” Sıra arkadaşlarının “Aristo”, Üstad Necip Fazıl’ın “Artist” diye tanımladığı “Yedi Güzel Adam”ın yazıcısı o güzel insanı “Bir Yunus Emre olmak isterdim” dediği yıllarda İstanbul’da tanımıştım... Yazdıkları “anlaşılmaz şiirler” değildi... Yunusça idi… Çocuklar için 1983 yılında ard arda yazdığı “Katıraslan”, “Ağaçkakanlar”, “Serçekuş” ve “Yürekdede İle Padişah” çocukların yanısıra büyüklerce de beğeni ile okunmuş, o yıllarda Yazı İşleri Müdürlüğünü yaptığım Gülçocuk dergisi için yüz kitaplık bir çocuk kitapları projesi hazırlığına başlamıştı.

Fotoğraflar: https://www.cahitzarifoglu.org/wp-content/uploads/2016/09/cahitzarifoglu-2-1240x816.jpg

sayı//46// mayıs 78

O çocukları ne denli seviyorsa çocuklar da onu o denli sevmekteydi doğrusu... Bu gerçeği en net şekliyle vefatının ardından özel sayı olarak hazırladığımız Gülçocuk dergisine gelen mektuplar göstermekteydi. O mektupların içerisinde öyle biri vardı ki anmadan geçmek mümkün değil... İzmir’den yazan Gülçocuk okuru Şehnaz Begüm Can şöyle diyordu:


“Ölümün ne demek olduğunu ve annemin yokluğunu kavrayabildiğim günlerde çok yanmıştı içim. Çok ağlamıştım. Aynı şeyleri bir kere de Cahit abimizin ölümü üzerine hissettim. Babamın annem için ağladığını pek görmedim. Herhalde benden gizli ağlıyordu, beni üzmemek için. Ama Cahit abi için beraber ağladık, beraber Kur’an okuduk. Bilmiyorum onunla bir dostluğu var mıydı. Ama onu çok seviyordu ve bana ‘Onu iyi anla Şehnaz, o çok büyük bir adamdı’ diyor. Zaten ben Cahit abiyi Katıraslan’ı okurken bile çok sevmiştim.” Onun şairliği ve düşünce dünyası üzerine çok yazılar, kitaplar, dergi özel sayıları, günler ve geceler düzenlendi. Bu yazının amacı ise onca kez anlatılanı bir kez daha anlatmak değil. Bu yazıda onun hayatında gizli kalmış olan Maraş günlerini, gazeteciliğini kendinin yazdıklarından yola çıkarak ele almak... Baba tarafından Kafkas göçmenlerinden olan Cahit Zarifoğlu, 1 Temmuz 1940’da dünyaya gelir. İsminin başında bir de “Abdurrahman” vardır. Genel olarak kullanmadığı, saklı bir isimdir o. Oysa son şiirlerinden biri olan “Sultan”da Abdurrahman’a sarılır bırakmamacasına... “Seçkin Bir kimse değilim İsmimin baş harfleri acz tutuyor Bağışlamanı dilerim” der Abdurrahman Cahit Zarifoğlu. Annesi Maraş’ın “köklü ailelerinden” Evliyazâdelerin kızı Şerife hanımdır ve Niyazi Beyin üçüncü eşidir.

Cahit Zarifoğlu doğduğunda babası Ankara Defterdarlığında memur olarak çalışmakta ve Hukuk Fakültesine devam etmektedir. Daha sonraları Hâkimlik ve Avukatlık da yapacaktır. Ankara’da başlayan çocukluk yılları ve ardından Silvan, Baykam ve Siirt günleri... Baba Niyazi Beyin dördüncü evliliği aile içi huzursuzlukları da beraberinde getirecektir. Bu huzursuzluk Cahit Zarifoğlu’nu içine kapanık bir insan yaparken babaya karşı da “kötü” düşünceler içerisine itmiştir. Bu kötü düşünceleri “Yaşamak”ta açığa vuracak olan Zarifoğlu şunları söyler: “Efendi bana pek bakmadan ve ilgisizce pat diye benim kimselere söylemediğim kalbimin gizli sırrını söyleyiverdi: ‘baban hakkında kötü düşünme. Babaların hareketlerinde oğulların bilmediği hayırlar vardır’ deyiverdi.” “Efendi” diye bahsedilen, Fethi Gemuhluoğlu’nun bürosunda ilk kez karşılaşılan ve adından bahsedilmeyen bir gönül eridir. Bu olayın ardından Cahit Zarifoğlu’nun kalbindeki “kötü” düşüncelerin yok olduğunu ve babasına karşı büyük bir saygı gösterdiğini bilmekteyiz. 1955 yılında Maraş Lisesine kayıt yaptıran Cahit Zarifoğlu; Erdem Bayazıt, Alâeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu ve bilahare Akif İnan’la aynı sıraları paylaşır. Mahalli gazetelerde kültür sanat sayfası hazırlanması geleneği de bu dönemde başlamıştır. 79


Mer’aş”tır. Derdi bizim derdimiz.

Ve bu dönem, aynı zamanda gençlik buhranlarının doruk noktaya çıktığı dönemdir. Şu cümleler kendi el yazısı ile yazdığı bir mektuptan: “Bugün ayın 30’u. Zehir kusuyorum. İnsanın kendi kendini masaya koyup yemesi mümkün olsa...” “Abi” diye hitap ettiği Vali Orhan Akbay’a yazdığı mektup da ise şöyle demektedir: “Değerli Abiciğim; Çıkmaza girmiş, hiçbir çaresi kalmamış bir insan olarak size başvurmaya karar verdim. Hikayeyi nereden ele alacağımı kestirmiş değilim. İki şekilde anlatmak kabil. Birincisi şu: (kısaca, açıkca ve terbiyesizce) Liseden takıntım var. Dün imtihana girdim iyi gitmedi. Kağıtlar henüz okunmadı. Geçecek ve diplomayı alacak bir not vermelerini temin etmeniz. Bunu böyle söyleyince hikayeyi hatta daha uzatarak, hiçbir tarafını eksik bırakmadan anlatmak şart oluyor. Ne yazacağımı şaşırıyorum. Hikayeyi mi anlatmak, size niçin yazdığımı mı anlatmak, ne durumda olduğumu ya da olacağımı mı kestiremiyorum.” On sayfayı aşkın ve el yazısı ile yazılmış bir mektup bu... Vali Orhan Akbay’ın bu mektubu okuyup okumadığını, okudu ise nasıl bir tepki verdiğini ise bilemiyoruz. Ama Cahit Zarifoğlu zehir kussa da yoğun bir çalışmanın içerisindedir. Günlük bir gazete çıkarmanın eşiğine gelmiştir. Mustafa Özer’in sahipliğini, Adil Erdem Bayazıt’ın mesul müdürlüğünü, Cahit Zarifoğlu’nun ise genel neşriyat müdürlüğünü yaptığı günlük siyasi gazete “İnkılâp” ilk sayısını 30 Ağustos 1960 tarihinde neşreder. Başlığın en başında “İnkılâbı seven yayar” ibaresi yer almaktadır. İlk sayının manşeti ise; “30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun” şeklindedir. Günlük siyasi gazete İnkılâp’ın 2. sayısı 3 gün gecikme ile 3 Eylül tarihinde neşrolunur. Cahit Zarifoğlu’nun yazısının başlığı ise; “Bu Şehri sayı//46// mayıs 80

Cahit Zarifoğlu’nun İnkılâp’taki mücadelesi 213 sayı devam eder. Anketler düzenler, Valiye açık mektuplar yazar... 213 sayı sonra ise vardığı yer “Bitti” olur. 12 Haziran 1961 son sayının yayınlandığı tarihtir. Bu sayı ile birlikte bir de sanat eki verilir. Cahit Zarifoğlu’nun bir hikayesi ve Adil Erdem Bayezit’in bir şiirinin yer aldığı fikir-sanat ekinde Zarifoğlu’nun “Bitti” yazısı da yer almaktadır. “Bu şehir, bu dertler bizimdi. Kendi hesabımıza sorumluluk duyuyorduk, elimiz kalem tutuyordu. Boş duramazdık, hiç denecek kadar az olan imkanlarımıza aldırmadık. Kaleme şevkle heyecanla sarıldık.” Diye başlayan Zarifoğlu şikayetlerini ardı ardına sıralar. “Gel zaman git zaman böyle oldu işte. Gazete tek başıma bana kaldı. Tasalar arttı, destekler tükendi. Maddi yokluklar içinde çabaladık. Kağıt çoğu zaman bitti. Kağıt için gittik onu bunu dolandırmaya kalktık. Veresiye kağıt aldık, üç gün sonra veririz parasını dedik, aylarca vermedik. Mürettipler para alamadıklarında, gazeteyi, bizi yüzüstü bırakıp gittiler. Kolları sıvadık, bu işi biz yapalım dedik, yaparız dedik, yaptık. Çoğu gün cebimizde sigara parası olmadı.. Aldırmadık. Tek kelime ile dayandık..” Şikayetler bildik şikayetlerdir. Ve son cümle bu kentin kaderidir sanki... “Bu şehirden kaçmak zamanı artık.” Ve bu karar bir kaçışın ve bir varoluşun öyküsüne kapıları açar. İlk şiir kitabı “İşaret Çocukları” 1967’de yayınlanır. Ardından “Yedi Güzel Adam”, “Menziller” ve “Korku ve Yakarış” gelir. Hikayeleri “İns” adıyla 1974’de kitaplaşır. Kitaba girmeyen defterlerde kalan birkaç kitaplık daha hikayesi vardır aslında. Mavera dergisinde “Yaşamak” adıyla yeni bir tür dener. Kimilerinin öykü, kimilerinin şiir, kimilerinin günlük dediği “Yaşamak” 1980’de kitaplaşır. Ahmet Sağlam adıyla gazetelerde fıkra muharrirliği yapar. Ardından çocuk kitapları... Ve Afganistan da devam eden millî mücadeleye destek bağlamında “Savaş Ritimleri” romanı... Ve tamamlanmayan dosyalar. 7 Haziran 1987 ise dosyaların dürüldüğü gündür. Rahmetle anıyoruz.


ŞEHİR VE KÜLTÜR’E

ÖDÜL

“ALIN TERİ VE GÖZNURU DÖKENLERE VERİLEN ÖDÜLLER” Mehmet Nuri YARDIM

düllü kişi, gayret kemerini daha esaslı biçimde kuşanıyor. Daha çok terliyor, daha fazla yoruluyor ve daha iyi eserler ortaya koyuyor. Bu bakımdan ödüllerin böyle kamçılayıcı bir rolü vardır. Sadece kişiler de değil, kurumlar da böyle ‘aferin’lere muhtaç. Elbette müesseselerin başlarındaki yöneticilerin taltifidir bu. Mükâfat, binaya veya cansız kuruma gitmez orayı ihya eden, çabasıyla mekânı canlandıran şahıslara yapılmıştır o takdir. Geçmişte de hiç ödül beklemeden gece gündüz çalışan ve gelecek nesillere hayırlı eserler bırakan sanatkârlar olmuştur. Esasen hiç bir sanatkâr taltif görmek için çalışmaz. Buna ihtiyacı da yoktur. Ama birikimlerini topluma armağan eden âbide şahsiyetlerimiz hep olagelmiştir. GENÇLER YÜREKLENDİRİLMELİ AMA ÖNCE TEŞEKKÜR...

Şüphesiz ödüller düşünülürken, sene içinde eser veren, iz bırakan ve topluma katkıda bulunanlar gözönünde tutulurken gençler de teşvik edilmeli, yüreklendirilmelidir. Buna kimsenin itirazı olamaz. Ama bunu yaparken de koca bir ömrünü devletine ve milletine adamış olan, gençliğe örnek olup yol göstermiş bulunan münevverler, yazarlar, sanatkârlar, ilim irfan çınarları da asla ihmal edilmemelidir. Bu bizim onlara bir teşekkürümüz olduğu gibi aslında hepimizin ortak sorumluluğu ve toplumun vicdan borcudur.

SULTANAHMET’TE 22 NİSAN PAZAR GÜNÜ COŞKULU BİR ŞÖLEN YAŞANDI

ESKADER 2017 Kültür Sanat Ödülleri bugün (22 Nisan Pazar) Sultanahmet Medresesi’nde sahiplerine verildi. Saat 14.00’te başlayan töreni bütün sanatsever dostlar izledi. Belki de uzun zamandan beri görmedikleri sanatçıları görüp, görüşemedikleri yazarları bulup sohbet ettiler. Merasimde, 22 daldaki 25 ödül sahiplerine takdim edildi. Tören bu yıl da bir şölen havası içinde geçti. 22 Nisan da sahiplerini bulan ESKADER 2017 Kültür Sanat Ödülleri şöyle: 1. Araştırma-İnceleme: Muhammed Hüküm, Kemal Tahir (Şair-Sosyolog), İthaki 2. Biyografi: Dursun Gürlek, İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal, Kubbealtı 3. Çocuk Edebiyatı: Özgür Aras Tüfek, Türkçenin Muhafızları, Erdem Çocuk 4. Deneme: Funda Özsoy Erdoğan, Kırklandım, Ötüken 5. Dergi: Edebiyat Dergiciliği: Mahalle Mektebi /Konya Şehir Dergiciliği: Şehir ve Kültür /İstanbul 6. Düşünce: İslam Düşünce Atlası, Konya Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları ve İLEM 7. Gezi: F. Hande TOPBAŞ, Bir Şehir Durduğunda, Şule 8. Görsel Sanatlar – Resim: Rauf Tuncer 9. Halk Bilimi: Prof. Dr. Necati Demir, Anadolu Türk Masallarından Derlemeler, Ötüken 10. Hikâye: Emin Gürdamar, Atları Uçuruma Sürmek, Hece Öykü 11. Klasik Türk Sanatları: Muhammet Mağ, Hat ve Tezhip 12. Kurum: Sivas İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Sivas 1000 Temel Eser 13. Kültür Mirası: Bağcılar Belediyesi, Sırât-ı Müstakim / Sebîlü’rreşad 14. Müzik: Savaş Şafak Barkçin, Gönül Makamı, İnsanart 15. Roman: Hakan Kağan, Mavi Turna, Kapı 16. Röportaj: Bahtiyar Aslan, Bitmeyen Röportajlar, Kesit 17. Şehir Kitabı: Sinan Yılmaz, Üsküdar Kitabı, Ötüken 18. Şiir: Hüseyin Akın, Yan Tesir, Şule 19. Televizyon Kültür Yayıncılığı: Kitaphane Programı, TRT Haber 20. Yerel Yayın Faaliyeti: Şehir Dergisi, Kayseri 21. Üstün Hizmet Ödülü: Beşir Ayvazoğlu, Turan Oflazoğlu, Yalçın Tura 22. Özel Ödül: Mehmet Niyazi Özdemir (Milat Gazetesi, 22 Nisan 2018) 81


BUHARA ÖZBEKLER

TEKKESİ

(İSTANBUL TASARIM MERKEZİ) Tekkenin 19.yy.ortalarından itibaren Rusya nın baskısından kaçan Müslümanlara da sığınak haline geldiği, aynı zamanda fakir ve kimsesizlerinde tekkede barındığını arşiv belgeleri teyid etmektedir.. Kâmil KIRIMÎ

rta Asya Müslümanlarının Osmanlı Devleti ile olan münasebetleri tarihi, kültürel, dini köklere ve güçlü bir geleneğe sahipti. Kadim Türk coğrafyasındaki Müslümanlar için, hac mevsiminin hemen öncesinde başlayan uzun ve meşakkatli kutsal yolculuğun en önemli duraklarından biri de Osmanlı payitahtı idi. İstanbul, asırlarca söz konusu coğrafyadan gelen hacı adayları ve seyyahlar için bir nevi geçici konaklama mekanı ve misafirhane işlevi görmüş, bunların barınması için hususi tekkeler inşa edilmiştir. Bu bağlamda İstanbul<iaki en önemli tekkelerden biri, Kadırga limanı ya-kınlarında Binbirdirek Mahallesi'nde Şehit Mehmet Paşa Yokuşu'nda ve Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi'nin tam karşısında bulunan, 1692/1693 yıllarında (H.1104) İstanbul Defterdarı İsmail Bey tarafından inşa etti-rilen, Buhara Özbekler Tekkesi olarak anılan dergahtı. Tekkenin 19. yüzyıl ortalarından itibaren Rusya' nın baskısından kaçan Müslümanlara da sığınak haline geldiği, aynı zamanda fakir ve kimsesizlerin de tekkede barındığını arşiv belgeleri teyit etmektedir. Bu nedenledir ki Özbek Tekkelerinin kapıları misafirlere de açıktı; bilhassa kandillerde ve mübarek günlerde okunan mevlit ve dağıtılan Özbek pilavıyla aşure meşhurdu. Özbek tekkelerinin bir özelliği de Orta Asyadan Ahmed Yesevi devrinin tınısını taşıyan Uygur ve Çağatay Türkçesindeki ilahileri Osmanlı İmparatorluğunun başkentine taşımasıydı. Buhara Özbekler Tekkesi yapıldıktan sonra çeşitli defalar tamir görmüştür. Bunlardan en bilineni 19. yüzyılın son çeyreğinde Sultan II. Abdülhamid (1876-1909) döneminde yapılan tamiratlardır. 1900 yılında Buhara'da Hisar valisi olan Astana Kul Bey Kuşbeyi tarafından mes-cid-tevhidhane ile müştemilatı inşa ettirilmiştir. Ayrıca tekkenin diğer bölümleri de elden geçirilmiştir. Bu şekilde tekke mescid, tevhidhane, selamlık, harem, çok sayıda derviş hücresi, mutfak, kiler, taamhane, su haznesi ve ufak bir hazireden oluşan nispeten geniş bir mimari alana sahip olmuştur. Buhara Özbekler Tekkesi Cumhuriyet döneminde zaman zaman kıs-men metruk kalmıştır. Tekkenin son Şeyhi Abdurrahman Efendi o dönemde, 'Türkistan Gençler Birliği' gibi bazı dernekler kurarak faa-liyetlerini burada yürütmüştür. Abdurrahman Efendi Tekkenin harem dairesinde, ailesiyle birlikte 1953'e kadar

sayı//46// mayıs 82


yaşamış, vefatından sonra ah-fadı 1990'lı yıllara kadar burada yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. Özbek kökenli Nakşi şeyhlerinin yönettiği tekke, Orta Asya hanlıkları ile hilafet merkezi payitaht arasındaki siyasi ve kültürel ilişkilerinde odak noktasını oluşturmuştur. Şeyhlik görevini üstlenen postnişinler aynı zamanda Orta Asya hanlıklarının İstanbul'daki siyasi temsilciliğini yapmışlardır. 18. yüzyılda Yahya Efendi, 19. yüzyılda Mehmet Efendi ile Süleyman Efendi bu siyasi temsilcilik rolünü üstlenen en önemli şeyhlerdir. ŞEYH SÜLEYMAN EFENDİ;

Türkistan coğrafyasıyla ilişkiler konusunda, politik ve diplomatik manada önemli bir mevkide bulunan Buhara Tekkesi'nin tarihinde, bel-ki de en önemli ve her yönüyle dikkat çekici bir karakter olan Şeyh Süleyman Buhari 1821'de Buhara'da doğmuştur. Şeyh Süleyman Efendi, sadece derviş yetiştiren, zikirle meşgul olan ya da Türkistanlı misafirleri ağırlayan klasik bir tekke şeyhi değildi; bilim ve kültürle özellikle de edebiyatla yakından ilgilenmiş, tekkesini bir kül-tür ve eğitim merkezi haline getirmiştir. Şeyh Süleyman Efendi, 1844 yılında hac farizasını ifa niyetiyle vatanından ayrılıp önce Mekke' ye sonra 1847'de İstanbul'a gelmiştir. Özbekler Dergahı postnişinliğinin yanı sıra Buhara Emirinin Dersaadet / İstanbul kapı kethüdalığı (siyasi temsilcilik) görevini yürütmüştür. Sultan Abdülaziz döneminde 1868 yılında

Bab-ı Ali tarafından siyasi temaslarda bulunmak üzere Hint, Asya, Afganistan ve Buhara'ya gönderilmiştir. Söz konusu seyahat kapsamında Hicaz ve Bağdat üzerinden Mısır'a kadar gitmiş, neredeyse İslam dünyasının tamamını dolaşmıştır. Seyahat sonrasında da Meclis-i Muhacirin-i Çerakise ve Meclis-i Meşayih üyelikleri gibi bazı önemli idari görevlerde bulunmuştur. 1877 yılında Macaristan'a gönderilen Osmanlı delegasyonuna Şeyh Süleyman Efendi'nin başkanlık yapması kararlaştırılmıştı. Heyetin başında bulunan Şeyh Süleyman Efendi, bir ay kadar süren bu seyahatte, bizzat Sultan II. Abdülhamid'in temsilcisi olarak görev yaptı. II. Abdülhamid, hatıra defterinde övgüyle bahsettiği Şeyh Süleyman Efendi'ye Çağatayca Osmanlıca sözlük hazırlamasından dolayı dördüncü rütbeden Osmanlı nişanı vermiştir. Padişahın, Süleyman Efendi ile ilgili görüşlerini aktardığı hatıra defterindeki beyit Süleyman Efendi'nin önemini gözler önüne sermektedir. ''Asyada yüz elli milyon Müslümanı idareleri altında tutan İngilizlerin, hilafet mevzuunda teşebbüslerinin sonu gelmiş değildir. Bu Müslümanlar üzerinde, hilafetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı, şeyhler, dervişler gönderip Asyadaki Müslümanları hilafete ma'nen bağlamaya hususi bir itina gösteriyordum. Buharalı Şeyh Süleyman Efendi' nin Rusya'daki Müslümanlar arasındaki yaptığı hizmetleri, bilhassa şükranla yad ede-rim'' 83


yazmaktadır. Şeyh Süleyman Efendi 'Lügat-ı Çağatay ve Türki Osmani' adlı bir eser yazmıştır. Çağatay lehçesiyle kaleme alınan bu eser Macar Türkolog Ignaz Kunoş tarafından Süleyman Efendi'yle karşılaşmalarından otuz sene sonra Almanca ve Anadolu lehçesine çevrilmiş ve Macar Akademisi tarafından yayınlanmıştır. Şeyh Süleyman'ın hazırladığı ÇağataycaOsmanlı Türkçesi sözlük Cumhuriyet döneminde de önemini yitirmemiş, Atatürk de Çağatayca Osmanlıca sözlüğünün Türk harflerine çevrilerek yeniden basılmasını istemiştir. Kurulan bir komisyon tarafından eser tekrar gözden geçirerek, sözlüğün çok az baskısı yapılabilmiştir. BUHARA ÖZBEKLER TEKKESİNİN MİMARİSİ

Defterdar İsmail Bey tarafından 1692/93 yılında yaptırılan yapıda, geleneksel plan şemalarıyla batı kökenli inşaat tekniklerini ve 1. Ulusal mimarlık akımına bağlanan bir takım ayrıntıları kaynaştıran ilginç bir mimari tarz dikkat çeker. Ayrıca Özbekler Tekkesi, ana cephe düzenlemesiyle tamamen kendine has bir mimari nitelik sergiler. Tekkenin en ilginç bölümlerinden biri Türk-İslam mimarlık tarihinde benzerine nadir rastlanan bir şekilde giriş kapısının üstüne inşa edilen minaresidir. Tarihi yarımada içerisinde yer alan tekke, oldukça yoğun bir iskan bölgesinde sınırlı büyüldükte bir arsa üzerine inşa edilmiştir. Tekkedeki bölümler 20. yüzyılın başından itibaren İstanbul' da görülmeye başlanan apartmanlaşma eğilimini de yansıtan bölümler sayı//46// mayıs 84

halinde tasarlanmıştır. Günümüze ulaşmayan kuzeydeki ahşap harem dairesi dışında kagir olarak inşa edilen tekkenin diğer bölümleri ortak bir taban oluşturan zemin katın üzerinde birbiriyle bağlantılı bağımsız kitleler halinde tasarlanmıştır. Zemin katın batısında Şehit Mehmetpaşa Yokuşu üzerinde ortada cümle kapısı, bunun üzerinde mescid-tevhidhaneden bağımsız olarak tasarlanmış minare yükselir. Bunların güneyinde (sağda) zemin katta mutfak-kiler-taamhane grubunu, birinci katta meydan odasını, ikinci katta mescidtevhidhaneyi barındıran kitle yer alır. Cümle kapısı ile minarenin kuzeyinde (solda) cadde üzerinde üç katlı selamlık, bunun arkasında derviş hücrelerini içine alan misafirhane binası bulunur. Zemin katı güneydoğu kesimi altta su haznesi, üstte fevkani avlu olarak değerlendirilmiş, avludan meydan odasına, bunun üzerindeki mescid-tevhidhaneye ve derviş hücrelerine geçiş sağlanmıştır. 1. ve 2. katın duvarları ise 35 cm kalınlığında olup batı normunda tuğlalar ile örülmüş ve üstleri sıvanmıştır. Tekkenin cümle kapısı gotik üslupta sivri kemerli bir açıklığın içine yerleştirilmiş dikdörtgen bir açıklıktan oluşmaktadır. Levha üzerinde manzum bir kitabe yer alır. Buhara Özbekler Tekkesi 'nin duvarlarında günümüzde süsleme olarak kayda değer pek bir şey yoktur. Bir tek ikinci katta yer alan şeyh oda-sının (balkonlu oda) tavanı dikkate değer özelliklere


sahiptir. Sanat tarihçisi ve tekkelerle ilgili yeri doldurulamayan devasa çalışmalara imza atan Baha Tanman mescit duvarlarında yangından önce neoklasik üsluba uygun bir takım süsleme unsurlarının yer aldığının düşünülebileceğini söyler. Baha Tanman, mihraptaki alçı mukarnas izlerini bunun teyidi sayar. Tekkenin yapımında kullanılan malzemenin ve tekniğin nispeten basit olmasına rağmen bir abidevilik ve özgünlük iddiası sezilir. Bu iddianın odak noktası minarenin mimari tarihimizde benzerine çok az rastlanan bir biçimde cümle kapısının üzerine yerleştirilmiş olmasıdır. İstanbul Mevlanakapı'da 17. yüzyılda inşa edilmiş ve günümüze ulaş-mamış olan Tulumcu Hüsam Mescidi dışında bu özelliğe sahip üçüncü bir yapı tespit edilmediği belirtilir. Buhara Tekkesi nitelikleri ve işlevleri de göz önünde bulundurularak, Osmanlı Devleti tarafından daima himaye edilmiştir. Bilhassa, misafir yoğunluğu dikkate alınarak, tek düzenli bir şekilde aynı ve nakdi yardımlarla desteklenmiştir. Resmi olarak Tekke Şeyhlerine maaş tahsis edilmiştir. 10 Temmuz 1894'te meydana gelen Büyük İstanbul depreminde ağır hasar görmüş ve yapılan inceleme sonucu Şurayı Devlet Kasım 1895 Şehremaneti'ne binanın tamir edilmesi yönünde talimat vermiştir. TEKKENİN HAZİRESİ

Özbekler Dergahı'nda şeyhlik yapmış, misafir olarak kalmış ve İstanbul'da Özbek Türklerinin resmi temsilcisi olarak görevli bulunmuş kimselerin defnedildiği hazirede Seyyid Muhammed Efendi (1726), Ubeydullah Efendi

(1759), Şeyh Seyyid Yahya Efendi (1797), Şeyh Seyyid Mehmet Said Efendi (1816), Mirza Alem Efendi (1895), beş tane kabir bulunmakt KİTABELER

Tekke girişindeki Hicri 1305 (1887) tarihli ihya kitabesi şöyledir: "Hazret-i ahdülhamid han-ı adalet-pişenin, ömr ile ikbalini kılsın füzun rabb-i mecid, Mülk-perver öyle bir sultan-ı hayr-endiş kim, sayesinde gün-be-gün viraneler oldı cedid, Cümleden tamire pek muhtac idi bu hankah, itdi inşa himmetiyle oldı itmama resîd, Bu imaretdir aceb nakşi didim tarihini, şah-ı nakşibend câyını kıldı binâ sultân hadid 1305 " Mescid kapısının üstünde yer alan Hicri 1318 (1900) tarihli kitabe şöyledir: "Ziynet efzay-ı makam-ı mualla-yı hilafet-i islamiyye ve eriyke-i piyray-i saltanat-ı seniyye-i osmaniye, Es-sultan ibn es-sultan es-sultan el-gazi abdülhamid han-ı sani hazretlerinin, Devr-i mes'ud-ı hümayunlarında sahib'ül hayrat ve'l hasenat buhara'da hisar vilayeti valisi, Âstankul bey küll koşbeyi canibinden hasbeten li merzati'llahi teala, Işbu mescid-i şerif ve müştemilatı inşa buyurulmuştur. Fi 1 Receb'ül müreccep sene 1318 " Özbekler Tekkesi bugün, Ensar Vakfına bağlı “İstanbul Tasarım Merkezi “ olarak sanat çalışmalarının yapıldığı bir mekân olarak gençlere hizmet vermektedir… 85


KALBİMİZİ BIRAKTIĞIMIZ ŞEHİR

KUDÜS

Peygamberimizin (sav) göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edildiği mekândayız. Taşıdığımız beden yükü yok oluyordu. Sadece ruhumuz kalıyordu. Zamanı ve mekânı aşıp, o ana gitmek ister gibiydik. Cuma namazıyla birleşen kalplerimiz Kudüs’ün özgürlüğü için duada. Zira Kudüs özgür ve huzurlu olursa insanlık özgür olacak, dünya huzura erecekti. Ali BAL

ir şiir, bir öykü, bir destandır hafızamızda Kudüs. Şiirleri içli, öyküleri hakikî, destanı yücelerden yüce bir şehir. Mahzun şehrin mahsun yüzüne bakmak, peygamberlerin sözünü dinlemek gayesiyle Kudüs’ün çileli yollarında işgalin ve esaretin bunaltan havasından Mescid-i Aksa’nın göklere açılan kapısını aralıyorsunuz. Uhrevî havanın içimizi saran ve huzur bahşeden o latif ve hoş esintisiyle ruhumuz ve bedenimiz dinleniyor. Zamanı ve mekânı aşan aşkla asırlar öncesine seyahat ediyorsunuz. Hz. İbrahim’in umudu, hakikati arayışı; Hz. İsmail’in ayrılığı ve adanmışlığı; Hz. Yakub’un hasreti ve gözyaşı; Hz. İsa’nın çilesi ve yalnızlığı Kudüs’te. Kudüs'te dinî ve tarihî olayların gözünüzün önünde canlandığını görür gibisiniz. Mucizeler, savaşlar, çileler ve esaretler... İnsanlık tarihinin en trajik ve dramatik olaylarının geçtiği yerlerde bulunuyorsunuz. Zihniniz binlerce yıl geriden başlıyor düşünmeye. Önce Zeytin Dağı’ndayız. Bir zamanlar ecdâdın karargâhı. Falih Rıfkı’nın o meşhur eserini burayı gördükten sonra tekrar okumak istiyorsunuz. Asırlık zamanın girdabına kapılan zihnim sefere çıkıyor ve çağırmakla gelmiyor da. Osmanlı’nın izini arıyorum buralarda. Ağaçlar, zeytinlikler, tarihî binalar ve şehitlerimizi kucaklayan mübarek toprak. Her şehidimizin hikâyesi taşa toprağa kazınmış gibi geliyor bana. Dinliyor, okuyor ve uzun uzun tefekküre dalıyorsunuz. Bir zamanlar diyorsunuz… Hepsi bu işte! Bir zamanlar burada huzur vardı. Bir zamanlar burada Osmanlı vardı! Ayrılıyoruz. Başka bir kutsal mekânda arayışımız ve hakikatlerle yüz yüze gelişimiz devam ediyor.

sayı//46// mayıs 86

Selman-ı Farisî’nin makamını ziyaret ediyoruz. Gönlü yücelerden yüce Allah dostu Selman-ı Farisî’nin ruhuyla hemhal oluyor, diz çöküyor ve derin bir rabıtaya varıyoruz. Dünyaya aldanmamak için savaşan bu gönül erinin makamından çıkışta Kudüslü bir kardeşimizin kahve ve hurma ikramıyla karşılaşıyoruz. Gönülden bir teşekkür ile veda ediyoruz. Ancak kalbimizin bir tarafını bırakıyoruz burada. Belki bir gün döneriz diye. Hz. İsa’nın gökyüzüne yükseldiğine inanılan yerdeyiz. Tarih şeridini yaşar gibiyiz. Sokaklarda Havarilerin ruhuyla dolaşıyor gibiyiz. O çağdan bir esinti gelip yüzüme vuruyor, bir ses, bir fısıltı hissediyorum kulağımda. Sokakların ve tarihî binaların taşlarında, yürüdüğümüz her adımda, dokunduğumuz her karede bir öykü var. Her şey kendiliğinden dile geliyor. Siz sadece dinliyorsunuz. Bu öykülerin içinden çıkıp yaşadığımız zamana gelmek çok zor. Selahaddin Eyyubî’nin yaptırdığı mescitte şükür namazındayız. Duacıyız. Selahaddin Eyyubî’nin Kudüs aşkını dinledikçe ruhumuz bedenimizde durmuyor, sızlanıyordu. Onun fethettiği nazlı Kudüs, şimdi esir ve mahzundu. Râbia’tül Adeviyye'nin (r.a.) kabrini ve evini ziyaret ediyoruz. Yoldan yere inen onlarca basamaktan sonra bir mağarayı andıran mekândayız. Bir seccade var, bir de kabir. Küçük bir oda. Aşkın, muhabbetin, sadakatin ve sabrın timsali Râbia’tül Adeviyye ile burada yüz yüzeyiz. Kabrine dokunuyorum, gözümü kapatıyorum ve kalbimle onu dinliyorum. Şöyle diyordu: “Muhabbet sahibi olan kişi, muhabbetinden öyle sâdık olmalı ki gönlünde onun için olmayan hiç bir sevgi bulunmamalı.” Arınmak, biraz da dünyayı terk etmekle mümkün olabilirdi. Bizlere yol gösteren bu Allah dostunun huzurundan mahzun bir şekilde ayrılıyoruz. Ancak kalbimizin bir tarafını da burada bırakıyoruz. Kudüs’ün her sokağı dile geliyor. Her dağından bir vâveylâ duyar gibiyim. Toprak sıcak, ağaçlar meyveye durmuş, çiçekler renk renk, asmalar yeşermiş, buğulanan toprak ve baharın umut aşılayan güneşi tenimizi ısıtıyor, sonra yakıyordu. Yanıyoruz, hüznümüz yakıyor. Kudüs’ün esareti daha da yakıyor. Bir tepeden Mescid-i Aksa’ya bakıyoruz. Seyre dalıyoruz derin derin. Mescid-i Aksa ziyareti için Eski Kudüs şehrinin Kanuni tarafından yaptırılan surlarındaki Aslanlı Kapı'dayız. Surlara bitişik Yusifiye Kabristanı’nda sahabeden Ubâde bin Sâmit ve Şeddad Bin Evs'in(r.a.) kabirlerinde duaya duruyoruz.


Cuma vaktindeyiz. Mescid-i Aksa’ya işgalcilerin gözetiminden geçerek adım atıyoruz. İçimiz yangın yeri. Derin sükût, sıkılan yumruklar, içimize attığımız acı sözler… Peygamberimizin (sav) göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edildiği mekândayız. Taşıdığımız beden yükü yok oluyordu. Sadece ruhumuz kalıyordu. Zamanı ve mekânı aşıp, o ana gitmek ister gibiydik. Cuma namazıyla birleşen kalplerimiz Kudüs’ün özgürlüğü için duada. Zira Kudüs özgür ve huzurlu olursa insanlık özgür olacak, dünya huzura erecekti. Kıyam Kilisesi’ndeyiz. Hz. İsa’nın çilesine şahit oluyoruz sanki. Yüzlerce insan duada. Tam da burası üç semavî dinin ortak noktası. Hemen karşısında Hz. Ömer Mescidi var. İkindi sonrası çarşılardayız. Daracık, uzayıp giden ve göğe kapalı çarşılar. Binbir çeşit eşya var. Tezgâhlar dolu, gözler parıldıyor. Türkiye’den geldiğimizi anlayan esnafın “kardeş” diye hitabı asırlar önce ekilen muhabbet tohumunun hâlâ canlı olduğunu gösteriyor. Evet, kardeşiz! Filistinli bir esnaf kardeşimiz bizi dükkânında ağırlıyor. Ve başlıyor konuşmaya: “Dükkânımı İsrail devleti almak istedi. Satmak istemedim. Sonra bana 24 milyon dolar teklif ettiler. Yine satmadım. Ben satmamak için direnince boş senet koydular önüme ve istediğin rakamı yaz, dediler. Ben yine satmadım. Çünkü burası benim değil, tüm Müslümanlarındır! Burada sizin de hakkınız var. Bu nedenle dükkânın mülkiyetini merkezi Ürdün’de bulunan bir vakfa verdim.” Kalbimizin bir tarafını da Kudüslü bu cesur ve feragat ehli kardeşimizin dükkânında bırakıyoruz. Kalbimiz bizi sonraki gün El Halil şehrine götürdü. Burada Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz.Yakub (a.s.) ve zevcelerinin kabirlerinin bulunduğu külliye ve camiinin ziyaretindeyiz. Buraya da işgalcilerin izniyle giriyoruz. Hz. İbrahim’in evladıyla imtihanını ve Allah’a yakarışını, hakikati arayışını bir kez daha dinliyoruz. Hz. İbrahim Camii’nin işgalciler tarafından bölündüğünü görüyoruz. Hz. Yakub’un kabri yasaklı tarafta kalmış, göremiyoruz. Kabirler bile tutsak! Burada akıtılan onlarca Müslüman kanının rengini görür ve kokusunu hisseder gibiyiz. Hz. İbrahim’in kabrinin başındayız. Duadayız. Ancak burada bizi derin derin düşüncelere sürükleyen başka bir manzara ile daha karşılaşıyoruz. Fahreddin Paşa’nın esir alınmasından sonra ortada kalan Osmanlı birliğinin sancağı bir müddet Medine’de

korunmuşsa da daha sonra buraya getirilerek Hz. İbrahim’in kabrinin ayak ucuna bırakılmış. Çünkü bu sancak, kutsal şehirleri koruyan son İslam ordusunun sancağı idi. Allah’ın dini, bu topraklarda Hz. İbrahim ile yayıldığı için ve bu beldelerin hakiki sahibi Hz. İbrahim olduğu inancından dolayı sancak ancak ona emanet ve teslim edilebilirdi. Şimdi İslam’ın son ordusunun sancağı da Kudüs gibi mahzun, esir ve yeni Fatihler beklemekte. Kalbimizin bir tarafını da burada bırakıyoruz. İlk şehir olan on bin yıllık Eriha’ya hareket ediyoruz. Yol boyu asma ağaçlarını izliyoruz. Gittikçe kuraklaşan ve çölleşen bir manzara var. Eriha yolunda ağaçsız, bitkisiz, susuz dağların yamaçlarına kurulmuş barakalar dikkatimizi çekiyor. Öğreniyoruz ki işgalcilerin Kudüs’ten sürdüğü Müslümanlar yaşıyormuş burada. Hüznümüz artıkça artıyor; gördüğümüz bu acı manzara yaktıkça yakıyordu içimizi. Hz.Musa'nın (a.s.) makamındayız. Her renkten ve milletten Müslüman’ın uğradığı bu kutsal mekânda duaya duruyoruz. Öğle namazını burada eda ediyoruz. Han olarak da kullanıldığı anlaşılan yapı TİKA tarafından onarılmış. Burada ömrünün kalan kısmını geçirmek ve ölmek için gelenlerin defnedildiği bir mezar görüyoruz. Balıkesir ve Konyalı olduğunu öğrendiğimiz kişilerin (1876-77 yıllarında vefat etmiş) mezarının da olduğunu görüyoruz. Sonunda Eriha’dayız. Ayartma Dağı üzerinde bulunan Hişam Sarayı ve Kurantul Manastırı’nı karşıdan görüyoruz. Hz. İsa’nın Kudüs’te dedikodulardan kaçıp sığındığı dağ. Vahiyle muhatap olduğu yer. Dinleniyoruz burada. Bir esnafın Türk bayrağı astığını görüyoruz. Eriha’dan Lut kavminin helak olduğu, içinde hiçbir canlının yaşayamadığı Lut Gölü’ne geçiyoruz. Deniz seviyesinden yüzlerce metre aşağıdayız. Gölün yarısı Ürdün, diğer yarısı işgalcilerin elinde. Dönüş yolundayız. Yafa’ya hareket. Yafa'daki Osmanlı eserlerinden Bahriye Camii’nde ikindi namazını kılıyoruz. Mahmudiye Külliyesi, Karakol Binası ve Çeşme ile Sultan Abdülhamid’in tahta çıkışının 25.yılında yapılan Saat Kulesi’nin ihtişamına şahit oluyoruz. Uçak saatimiz yaklaşıyor. Ayrılıyoruz. Akdeniz hırçın ve dalgalar kıyıya vuruyor, içimize de esaretin acısı… Dönüyoruz. Kudüs mahzun. Kudüs Fatih’ini bekliyor! Şimdi Kudüs’te bıraktığımız kalbimiz var. 87


DOĞU’NUN KRALİÇESİ

ANTAKYA / HATAY

M.Ö. 64 yılında Pompeius’un Suriye’yi Roma’nın bir eyaleti haline getirmesiyle Antakya, Suriye’nin bir konumuna geldi. Surlarının genişliği, şehrin güzelliği ve suyun bolluğu bu şehrin hızla gelişmesini sağlamıştır... Münir BALICA

ir nazlı kuş misali, antik çağlarda, doğunun kraliçesi olan bu kentimiz, tarihin derinliklerindeki muhteşem geçmişi ile Hatay ilinin merkezi olan Antakya ( Antiokheia ).. Amanos dağlarının güneyinde, Amik ovasını Akdeniz’e açan, Aşağı Asi ırmağı vadisinin kuzeydoğusunda kurulmuştur. Akdeniz’den 28 km. uzaklıkta , 80 m. yüksekliktedir. Kuseyr dağ’ının kuzey uçundaki Habib Neccar dağı eteklerinden Asi ırmağı’nın sol kuzey kıyısına kadar yayılma göstermiştir. Kalabalık bir nüfusu besleyecek çok verimli ve bereketli topraklar coğrafyanın içersinde bulunmaktadır... Antakya çeşitli inançların tabiattaki ilk yerleşim tarihi olarak M.Ö. 8000 yılına kadar uzanan bir sanat eseridir. Türkiye’nin en eski yerleşim birimlerindendir... Bu yörelerde çeşitli neolitik, kalkolitik kazılarda, tunç çağının buluntularına M.Ö.1200 yıllarında Hattena Krallığı, Asur ve Urartuların egemenliğinden sonra ortadan kalktı.. M.Ö. VII. yüzyılda güneşin ışığı gecelerin yıldızı Türk destan kahramanı Oğuz Han, Türklerin “ batık şehir “ adını verdikleri Antakya’yı zapt etti. 18 yıl kaldıktan sonra buradan ayrıldı.. M.Ö. 195 ‘ de Olimpiyatlar şehri olarak faaliyetler M.S. 6. Yüzyıla kadar sürdü.. M.Ö. 303 yılında bu günkü şehrin kuzeyinde “Antigona” adını taşmaktaydı. Bu kentin ömrü fazla olmadı. Antakya, Büyük İskander’in generallerinden 1.Seleucos Nikator , Antigona’yı Issus’ ta yenmesiyle, Orontes girişinde yer alan liman kenti olan Selucia Pieria’yı kurdu.. 1.Seleucos Nikator’un emriyle mimar Xenarius tarafından yeniden imar edildi. Bu şehre babası Antiokhos’a izafeten “Antiokheia “ adını verdi. Helenistik çağ mimarisi ile Mimar Xenarius’un dahiliği sayesinde, köşelerlerden oluşan kolonlarla düz yolları ve sonradan çeşitli Seleukos kralları zamanlarında süslenmiş, anıtlarla kaplı, satranç biçiminde gerçek bir Helenistik yerleşim nizamı içersinde bir belde meydana geldi...! Başlangıçta iki mahalleden ibaretti, birisi MakedonYunan kolonileri, diğeri de yerliler içindi. III. Antiochus, üçüncüsünü, IV. Antiochus’ da dördüncüsü inşa etti. Bunu tarih yazarı Starbon, Antakya’yı Tetrapolis ( dört şehir ) diye nitelendirmiştir. Şehir büyüklüğündeki her mahallenin kendisine ait surları bulunuyordu. Daha sonra bu surlar, Justinianus tarafından

sayı//46// mayıs 88


12. km. kadar genişlettiler. Halen günümüzde bu tepelerlerin kalıntılara rastlanmaktadır...! M.Ö. 64 yılında Pompeius’un Suriye’yi Roma’nın bir eyaleti haline getirmesiyle Antakya, Suriye’nin bir konumuna geldi. Surlarının genişliği, şehrin güzelliği ve suyun bolluğu bu şehrin hızla gelişmesini sağlamıştır... Suriye, Roma’nın eyaleti olduğunda, Pompeius, Antakyalılara kentin yönetiminde serbestlik verdi. Roma devlet adamları Antakya’da Caesar, Octavianus , Agrippa , Tiberius, Antoninus Pius ve diğer Roma imparatorları burada kaldılar... Romalılar; İskenderiye ve Konstantinopolis ile Antakya’nın değerlerini bir tuttular... Antakya, önemini ve şöhretini VII. Yüzyıldaki Arap işgaline kadar korudu. 526 yılında meydana gelen ve çok insanın ölümüyle sonuçlanan büyük deprem, Antakya’nın çok büyük çöküşüne sebep oldu. Bu depremler çeşitli tarihlerde olmak üzere en az on defa çok büyük yer sarsıntıları oldu. Her seferinde yeniden onarıldı.. X. yüzyılda imparator Nikeforos Antakya’yı tekrar ele geçirdi. Bir asır sonrasında kent Selçukluların eline kısa bir sure geçti. 1098 yılında Antakya Haçlıların eline geçmesiyle, 170 yıl boyunca Hristiyanların egemenliğinde kaldı.... Hristiyanlığın başlangıcına Antakya büyük rol oynadı. Kaynaklara göre, “Antakya, havarilerin ilk defa Hristiyan adını aldıkları yer “ olarak geçmektedir.. Antakya, İskenderiye ve Bergama’nın aksine Helenistik medeniyetin , kültürlerin ve oryantal gizemli dinler arası derin bir temas

ile filizlendiği bir şehir oldu. 1268 yılında Sultan Baybars, beldeyi işgal ederek, depremin yıkamadığı her yeri yerle bir etti... Hatta kurşundan inşa edilmiş çatıları sattı, yani yıkım tam oldu.. Bu yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Antakya, minarelerin, camilerin, medreselerin ve türbelerin inşasıyla değişik bir görünüme büründü... 1915’de Yavuz Sultan Selim’in Haleb’e girmesiyle Antakya Osmanlı hakimiyetine girdi. Osmanlının bölgede imar faaliyetleri olarak, surlar onarıldı. Camii, Han, hamam, tersane, bedesten, değirmen gibi sosyal yapılar yapıldı. Bunların pek çoğu günümüze kadar, zamana meydan okuyarak geldi.. Dünya savaşından sonra Fransız’lar tarafından işgal edilen kent, 20 Ekim 1920 Ankara anlaşması ile özerk bir sancak idaresi olarak Fransız’lara bırakıldı. 23 Haziran 1938’ de Türkiye ile Fransa arasındaki anlaşma ile Antakya / Hatay ile birlikte Türkiye’ye katıldı ve 7 Temmuz 1939 da il oldu. Kültürler mozaiği, dinler medeniyetleri içersinde bu şehrimiz “ Ekümenik üçgen “ diye tabir ideal bir ortamda, bir sinogog’un çok yakında bir cami, ve aynı yakınlıkta kilisesi bulunması, Antakya’nın muhteşem anlayışının meydana getirdiği renklerin muhteşemliğidir. Bu kadim topraklar, medeniyetin beşiğidir. Bu farklı kültürlerin insanlar yüz yıllardır birlikte güzel sofralarda beraber bulunarak çok güzel tatlar bıraktılar. O sofralarda tören, bayram, ölüm, kutlama ve farklı ritüeller için bir araya gelindiğinde, paylaşılan sadece sofralar değil, duygular ve ortak değerler oldu. Antakya / Hatay insanların inançları ile değil, insan 89


olma becerisine sahip insanların anıldığı bir bölgedir.. İç içe girmiş dükkanları ve anlayış kültürüne sahip oldukları, kültürel değerler yanında zengin ve kendine özgü mutfağı ile, Antakya / Hatay (kısa adı , UNESCO olan) “United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization” "Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu" tarafından ‘Dünyanın 26. Gastronomi Şehri” olarak ilan edildi...! DAPHNE ( HARBİYE )

“Antiocheia Epidaphane“ Apollon’un kehanatli tapınağı bilinen yerin yakınındaki Daphane’den ününü almıştır. Selvi ve defne ile yeşile bürünmüş, çeşitli şelaleler ile canlı, muhteşem, etkileyici bir manzaranın içersinde bir Apollon’a adanmış bir koru bulunmaktaydı. Efsaneye göre Daphne adında bir peri, Zeus’un oğlunun aşk tekliflerinden kaçmaya çalışırken, bir defne ağacına çarpması sonucu defne ağacına dönüşmüş; bu sebepten dolayı bu ormanda defne ağaçlarının kesilmesi kesinlikle yasaklanmıştır... Daphne’de sadece dini törenler değil, bunun yanında spor oyunları, tiyatro gösterileri, Müzik ve şiir yarışmaları düzenlenmekteydi. Bu bölgede Antakya’nın zenginleri ikamet etmekteydi... Günümüzde ise çok az kalıntıları bulunmaktadır. Şelalelerin arasında birkaç duvar ve sütun gövdelerine rastlanmaktadır. Antik Daphne ( Harbiye) bu gün merkeze 7 Km. uzaklıkta kırsal yerleşim alanı olarak, yaz aylarının huzur ve serinlik arayanların mekanıdır... sayı//46// mayıs 90

MEGALOPSYCHİ MOZAİĞİ

Daphne’nin bir kenar mahallesi, Yatko’da ortaya çıkarılan bir yer döşeme mozağidir. Av sahneleri ile çevrili, megalopsychi ( Yücelik ) kişileştirmesini kapsamaktadır. M.S. 450-475 yılları arasında yapıldığı sanılmaktadır... ŞEHİR SURLARI

M.Ö. 189 yılında Antakya, Seleucus Krallığın kurulması ile Başkent olduğunda, kurulan dört tane yerleşim alanı , her biri ortadan duvarlarla ile ayrılmış, M.Ö. 175- 194 , her dört köşeyi çevreleyen büyük bir şehir duvarı inşa edilmiştir. Dış duvarlar 12 Km. bir çapa sahipti. Roma’nın duvarları 19 Km. Konstantinopolis’in ise duvarları 16 Km.di. Günümüzde dağın tepesinde görülen duvarlar Justinian dönemine aittir... KHARON

IV. Antiochuc döneminde, vebayı önlemek için, Şair Laius’un tavsiyesi üzerine, Aziz Petrupiyes ( Sen Piyer ) mağarası yakınında görülebilinen, devasa “ Khron “ başı kabartması, Starius Dağı’nın dik yamacında Kireç taşı üzerine oyulmuş olarak günümüzde görülmektedir...! DEMİR KAPI

Şehrin girişinde kullanılan bir başka yolda, darlığı ve dikliği yüzünden antik çağlarda çok az kullanılan, kentin güneydoğusundan başlayıp, Silpius Dağı’nı ikiye ayıran “ Demir kapı “ olarak bilinen dar geçitten geçen yoldur. Bu geçitten hala aktif olan Parmenium ( Onopnictes ) akarsuyu akmaktadır. “


Demir Kapı’nın “ kalıntıları günümüzde görülmektedir..

haçlı kalesidir. Bulunduğu konum ve kalıntıları ile çok ilginçtir...!

ROMA KÖPRÜSÜ

ALALAH ( TEL )

Diocletianus İmparatorluğu zamanında 284-305 bir çok restore edilen ünlü Orentes köprüsü... Sen Piyer ( Aziz Petrus mağarası ) ; Şehrin eteklerinde yer alır. Haçlılar bir önceki Bizans yapısının üzerine inşa edilmiş bu yeri keşfederek, buraya daha sonraları bir kaya kilisesi inşa etmişlerdir. Günümüzde yerlerde mozaik parça kalıntılarını, ve duvarlarında ayakta kalmış, resim kalıntılarını görmek mümkündür. Ayrıca yeni restore edilen dış cephesi haçlılar döneminden kalmıştır.. HATAY MÜZESİ

II.III.IV. yüzyıllara ait Roma zamanı mozaikleri olarak, Antakya , yakın Daphne ve Seleukeia kalıntılarının olduğu en zengin koleksiyonlarına sahiptir. Mozaiklerin yanı sıra bu bölgede gün yüzüne çıkarılmış farklı Asur, Hitit ve Roma dönemi gibi çeşitli çağlara ait bulgu ve eserler sergilenmektedir....! KALE

Karayoluna 15 km. mesafede olup, Nicera Phocas döneminden kalma görkemli bir yapıdır. Günümüzde çok az kalıntıları kalmıştır. Haçlılar tarafından yapılan bölümü günümüze daha sağlam gelmiştir. Ancak bu bölüme ( Kuleler, Su sarnıçları ve askerler için yapılan bölmelere ) çok daha zor ulaşılmaktadır....! BAKRAS KALESİ Belen’e giden eski yol üzerinde bulunan bir

Kırsal bir alanda ve Mukish Hititler devletinin başkenti olarak bilinen bir Hitit şehrinin kalıntılarının yer aldığı bir höyüktür. M.Ö. XV. Yüzyıldan kalma tapınak kalıntıları mevcuttur...! Antakya’nın dar sokakları ve eski oyma taştan yapılı kapıları, eski oryantal tarzda yapılı evleri ile tarihe ışık tutmaktadır. Aslen kilise iken camiye dönüştürülen Habib-i Neccar Camii görenlerin ilgisini çekmektedir. XIX. Yüzyıl ile tarihlenen Aziz Petruskil ve Pavlus Ortodoks kilisesinin içersindeki ikonlar dikkate değerdir... Daphne, ( Harbiye ) günümüz ötesindeki şelaleleri, Romalılar tarafından yapılmış evleri, olağan üstü mimarinin eserleri olmuştur. Antakya eski tarihi evlerinin kapısı direkt sokağa açılmaz. Evlerin dış kapıları Zokmak denilen çıkmaz bir sokaktan bazen de küçük dar bir geçitten geçilerek sokağa bağlanır. Genelde İçte ve dışta olmak üzere iki kapı vardır Muhkem bir kapı olan dış kapı içtekine göre daha kalın kesitlidir, madeni levhalarla kaplıdır ve iri başlı çivilerle de takviye edilmiştir. Kapı şakşağı denilen ve dökme demirden yapılmış, içinde bir küre tutan el şeklindeki kapı tokmakları, kapı bastırağı denen kapı sürgüleri ve iri anahtarlı kilitler dış kapının hemen dikkat çeken özellikleri arasında yer almaktadır... Kısaca Antakya asırlardır bu toprakların kültürlerinden bir şehirdir..ve öylede kalacaktır… 91


BİR DİL ÂLİMİ, BİR GÖNÜL ADAMI:

KEMAL ERASLAN

Türkoloji camiasının en çok sevilen şahsiyetlerinden birisidir Kemal Hoca. Mütebessim ve mütevazı bir ilim adamıdır. Binlerce talebe yetiştirmiştir bugüne kadar. Mehmet Nuri YARDIM

erkesin hayatında öğretmenleri, hocaları olur. Bazıları gelip geçer hatta unutulur. Bazı hocalar da vardır ki insanın yüreğinde derin izler bırakır. İsteseniz de unutamazsınız. Hâl ve davranışları, anlattıkları, tavsiyeleri önünüze çıkar ve siz o cazibe merkezinden kopamazsınız. İşte Prof. Dr. Kemal Eraslan Hocamız da böyle bir ruh terbiyecisidir. 1980 yılında tanıdığımda ben 20, o ise 50 yaşındaydı. Edebiyat Fakültesi’ndeki Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün en çok sevilen ve sayılan hocalarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Hatta biraz sert tabiatlı olan ve birbiriyle geçinemeyen hocaları da o munis, babacan ve mülayim davranışlarıyla barıştırdığını söyleyebiliriz Türkoloji camiasının en çok sevilen şahsiyetlerinden birisidir Kemal Hoca. Mütebessim ve mütevazı bir ilim adamıdır. Binlerce talebe yetiştirmiştir bugüne kadar. Hiçbir öğrencisinin Hocanın aleyhine olabilecek tek bir kelimesinin olacağını sanmıyorum. Zira Kemal Hoca hakikaten gönüller fethetmiş bir mürebbidir. Bugün talebelerinin büyük çoğunluğu Türkiye’nin muhtelif liselerinde dil ve edebiyat dersleri veriyor. Kendisi de boş durmuyor, hâlâ çalışıyor. Çalışkanlığı ve titizliği ile de örnek bir Hocadır. 88 yıllık bereketli ömrünün neredeyse 70 yılı ilme, edebiyata, araştırmaya adanmıştır. BABACAN TAVIRLI İLİM ADAMI

Her yüz bizde farklı çağrışımlar uyandırır, her simâda bir gizli vücut gizlidir. Kemal Eraslan’da ben Ahmet Yesevi’yi görürüm. Onun derinliğini, iyiliğini ve güzelliğini hissederim. Bu his, sadece, Edebiyat Fakültesi’nde okurken bize Ahmet Yesevi’nin “hikmet” lerini anlatmasından kaynaklanmıyor şüphesiz. Onun da ötesinde konuşması, tavırları, sevecenliği ve sağlam duruşuyla bu duyguyu hepimizde uyandırmıştır. Bir derviş teslimiyeti, bir âlim şefkati ve bir hakikat ehlinin bilgeliğini sezmişimdir hep Kemal Hoca’da. Âdeta ömrünü adadığı Ahmet Yesevi’nin ruhaniyeti ve nuraniyeti sinmiştir hâl ve hareketlerine. İlim dünyasının bu sıcak ve sevimli çehresini tanıyıp da sevmeyen yoktur sanırım. Bu değerli ilim adamımız, durmadan çalışan, yazan, üreten ve birikimini gelecek nesillere intikal ettirmek için büyük çaba sarf eden bir gönül insanıdır. Fakültedeki derslerini nasıl da zevkle, şevkle ve heyecanla dinlerdik. Ahmet Yesevi’nin sayı//46// mayıs 92


düşündürücü “hikmet”leri Eraslan Hoca’nın ağzından bal gibi dökülür, damla damla içimizi yıkardı. Türkolojinin bu derviş adamı, emekli olmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen elinde çantası kütüphanelerde ve Türkiyat Araştırmaları Merkezi’nde çalışmalarına devam edegelmiştir. HOCASINA HÜRMETİ MUHTEŞEMDİ

1982 yılının 15 Temmuz günüydü. Cağaloğlu’ndaki Yeşilay İşhanı’nda Büyük İslâm Ansiklopedisi’nde çalışıyorum. Her ikisi de rahmete kavuşmuş bulunan Prof. Dr. Muharrem Ergin Hocam ve Destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, bir madde üzerinde konuşuyorlar. Bir ara kapı açıldı. İçeriye sempatik yüzü ve biraz da mahcup edası ile Kemal Eraslan Hocam girdi. Mütebessimdi, sevinçliydi. İki hocamı bir anda işyerimde görünce kendimi fakültede sandım, ben de heyecanlandım. Kemal Hoca ilerledi, selam verdi ve Muharrem Hoca’nın elini öptü. Heyecanla “İmtihanı verdim hocam!” dedi. Bir çocuk masumiyetindeydi. Muharrem Hoca onu tebrik ettikten sonra bize döndü ve açıklama yaptı: “Kemal Beyin bugün profesörlük imtihanı vardı. ‘Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler’ adlı profesörlük tezi, İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından kabul edilmiş ve profesörlüğe yükseltilmış. Allah’a şükür.” O sahne unutulacak gibi değildi. Profesör olan bir akademisyenin hocasına hürmeti, görülmeye değerdi doğrusu. Türk İslâm terbiyesinin muhteşem bir örneğine şahit olmuştum. Meslek hayatının 50. yılı münasebetiyle Kemal Erarslan Hoca için Tünel’de güzel bir

program yapılmıştı. Dostları, meslektaşları ve öğrencileri kürsüye gelerek hocayı anlatmışlardı. İlme adanmış koca bir ömür iki saatlik toplantıda ifade edilebilir miydi, ne mümkün? Hocayı anlatabilmek gerçekten güç. Hoca, programın sonunda duygulu ve anlamlı bir teşekkür konuşması yapmıştı. O hasta olduğu zamanlarda bile karşıdan Eminönü’ne, oradan Beyazıt’a ve Fatih Horhor’daki Türkiyat Araştırmaları Merkezi’ne yürüyerek gelen ve hazırladığı sözlüğü tamamlamaya çalışan bir irade adamıdır. Bir gayret, azimet, şevk, hizmet ve ciddiyet anıtıdır. Talebelerini evladı gibi seven ve onları yetiştirmek için üstün çaba gösteren eski nesil hocaların son numunelerindendir. TÜRKÇEYE ADANMIŞ GÜZEL BİR ÖMÜR

Kemal Eraslan, Ahmet ve Hatice Eraslan’ın büyük oğludur. 30 Ekim 1930 tarihinde Diyarbakır’da doğdu. Kendisinden küçük erkek kardeşi vardır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Reşid Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Janos Eckmann, Sadettin Buluç, Mecdut Mansuroğlu, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş gibi hocaların dil derslerine, Ali Nihad Tarlan, İsmail Hikmet Ertaylan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Dolu, Abdülkadir Karahan, Mehmet Kaplan gibi hocaların edebiyat derslerine devam etti. Başarılı bir tahsil hayatını geride bırakarak 1956 yılında hem fakülteden hem Yüksek Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Akademik çalışmalarına Eski Türk Dili (Kürsüsü) Anabilim Dalı’nda başlayan Kemal Eraslan, “Ali Şir Nevayi Nesayimu’l Muhabbe min Şemayimi’l Fütüvvve Metin ve Dil Özellikleri” tezi ile 1970 yılında doktor 93


unvanını aldı. 1975 yılına “Eski Türkçede İsim Fiiller” adlı doçentlik tezi ile doçent unvanına hak kazandı. 1982 yılına kadar kadrolu doçent olarak görevini devam ettirdi. 1979 yılında Bağdat Üniversitesi’nin daveti üzerine Irak’a gidip konferanslar verdi. 1981 yılında iki ay müddetle İngiltere’de bulunup bazı kütüphanelerde korunan Türkçe yazma eserler üzerinde çalıştı. 1982 yılında “Ahmet Yesevi Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler” adlı profesörlük takdim tezi ile İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun 15 Temmuz 1982 tarih ve 20 sayılı kararı ile profesörlüğe yükseltildi. Kemal Eraslan 1957 yılında Sabriye Hanım ile evlendi. 1958 yılında ilk çocuğu Zafer, 1961 yılında da kızı Hatice dünyaya geldi. Makine mühendisi oğlundan Emir ve Sacit Kemal adında iki, tıp doktoru kızından da Burak adında bir torun sahibidir. Kemal Hoca bir asra yaklaşan ömrünü Türkçemize adamıştır. Tarihî Türkçe araştırmalarının yaşayan en önemli simalarından ve Türkoloji dünyasının otoriter isimlerindendir. Başlıca eserleri, Eski Türkçe’de İsim Fiiller , Kutadgu Bilig, Nesayimü’l- Mahabbe min Şemâyimi’l Fütüvve , Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler, Hüseyin Baykara Divanı’ndan Seçmeler, Mizânu’l Evzân, Nesebnâme Tercümesi ve daha yüzlerce makale, tebliğ, konferans, ansiklopedi maddesi... Yurt içi ve yurt dışında pek çok üniversitede görev yapan, bir dönem Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı’nı yürüten Hoca, Almanya, Irak ve İngiltere’de de bulundu, o ülkelerde Türk dili kürsülerinde ders verdi. Kutadgu Bilig, Ahmet Yesevi Hikmetleri, Hüseyin Baykara Divanı, Sekkâkî Divânı gibi Türkçe klâsikleri üzerine çok önemli metin yayınları bulunan Hoca, aynı zamanda ülkemizin önde gelen Nevâyî araştırmacılarındandır. “KAYI’LAR İDEALLERİYLE BAŞARDILAR”

Bâbıâli Sohbetleri’nde bir program düzenlemiştik. Toplantımız, “Türkistan’dan Dünyaya Yayılan İrfan Güneşi Hoca Ahmet Yesevi ve Hikmetleri” başlığını taşıyordu. Kemal Hoca konuşmacı olarak katılmış, bilinmeyen hususları bize anlatmıştı. Şöyle demişti: “24 Oğuz boyu içinde varlık gösteren ve Türk birliğini kuran, Kayı Boyu’dur. Kayı Boyu’nun öne çıkması ve Türk Birliğini kurmasındaki etken, töreye bağlılık ve bir ideale sahip olmaktır. Oğuzname’de işaretler vardır. ‘Bir yere yerleşmezsek yok oluruz.’ diyor. Tarihte süre bakımından devam eden sayı//46// mayıs 94

en büyük imparatorluk, altı asır hüküm süren Osmanlı İmparatorluğudur.” Orta Asya’nın tarih sahnesindeki yeri üzerinde duran Eraslan, “İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Türkler daha büyük bir varlık gösteriyorlar. Din en büyük faktör olarak birleştirici unsur oluyor. 11 ve 12’nci asra gelindiğinde Orta Asya’yı batıda değiştiren en büyük güç İslâmiyet’tir. İslâmiyet sadece inanç değişikliği yapmamış, yönetme şeklinde, dünyaya bakış , hâkimiyet anlayışı, bilhassa vatan anlayışında da büyük rol oynamıştır.” sözleriyle dikkat çekmişti. Kemal Eraslan’a göre Ahmet Yesevi’yi okuduğumuzda, şunları görürüz: “Allah inancı, bağlılık ve sevgi”, “Peygambere aşırı saygı ve sünnetine uyma.”, “Züht ve takva” yani ibadeti yerine getirme ve dinin yasak ettiği şeylerden kaçınıp, onlara yaklaşmama (günah) korkusu”, “Helâl lokma sahibi olma yani kendi emeği ile geçinme.” “AHMET YESEVİ DÜRÜST BİR MÜSLÜMAN”

Kemal Eraslan, konuşmasını şu sözlerle tamamlamıştı: “Ahmet Yesevi çok seviliyor. Niçin? Halk neden çok seviyor; bir kere çok temiz bir Müslüman, dürüst bir Müslüman. Emeğe değer veren bir Müslüman, kimseden bir şey beklememiş, kendi emeği ile geçinen bir Müslüman. Doğruluğu, dürüstlüğü, iyiliği telkin edip, kötülüğün karşısında duran bir insan böyle bir insan asırlar geçse de değerinden kaybetmez, insanlar tarafından sevilmeye devam eder.” Kemal Hoca bir çok toplantıya davet edildi. Sempozyumlarda tebliğler sundu. Eserler verdi, makaleler yazdı. Talebeler yetiştirdi. Türkçenin inceliklerini ortaya koydu. Başta ESKADER olmak üzere bir çok kültür sanat kurumundan ödüller aldı. Vefalıdır. Vefat eden Hocaların cenazelerinde mutlaka bulunur, namaz kılar ve onlara dua eder. En son Orhan Okay ve Ömer Faruk Akün hocalarımızın cenazelerinde gördüm. Bütün bu hususiyetleriyle hürmeti ve muhabbeti ziyadesiyle hak ediyor. Onun hakkında Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde iki yıl önce düzenlediğimiz saygı gecesinde çok güzel sözler söylendi. Hizmetleri için kendisine teşekkür edildi. Rabbim, Kemal Eraslan hocamıza sağlıklı ve bereketli bir ömür nasip etsin.


ŞEHİRLER Yazar: Mehmet MAZAK Yeditepe Yayınevi Tanıtım: Aydın BAŞAR

nsan demek, şehir demektir der William Shakespeare. Şehir kuran bir medeniyetin mirasçıları olarak bizler tarihsel birikimimizi müzeleştirip haps ederek hayattan koparmak yerine şehri kuran değerler sistemini, varlık şuurunu, mekân ilişkisini doğru anlayıp yaşadığımız hayata dair uygun çözümleler üretmek zorundayız der rahmetli Akif Emre.

Bilge Mimar Turgut Cansever, şehre dair derinlik, tasavvur ve tasarımdan bahs ederek “yaşanmaya değer şehir” düşüncesini ortaya koymuştur. Şehirlerimizin içinden çıkılmaz modern hapishaneler konumuna geldiği günümüzde Cahit Zarifoğlu’nun ifadesi ile “Yüreğimin zarif acısı… Şimdi bu şehir adının incesiyle gülümsüyor kuşlara” diyor ya, bizlerde ruhumuzu burkan inciten şehirlerden uzaklaşarak, gördüğümüzde ruhumuza dokunan ruhumuzu okşayan şehirlere yolculuk yaptıralım istedik bu kitap ileŞehir üzerine yaşadıklarım, gördüklerim, okuduklarım ve hissettiklerimin harf olarak, kelime olarak cümle olarak kâğıda döküldüğü bu çalışma ile siz değerli okuyucularıma şehir ve kültür ilişkisi üzerinden bir dost eli uzatmak istedim. Hayatıma dokunan şehirleri tarihi, kültürü ve medeniyeti ile düşünce dünyamda harmanlayıp duygu kervanıma yükleyip sizlere sunmak istedim bu çalışmamda. “Ruhuma Dokunan Şehirler” olarak karşınıza çıkan bu eserimiz üç ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde şehir üzerine düşünce dünyamda yer eden başlıklara yer verdim. İkinci bölüm ise kitabın ana temasını teşkil eden ruhuma donunan şehirler ile ilgili olup, üçüncü ve son bölüm ise şehir ve tanzifat üzerine röportajlarımdan oluşmaktadır. “Ruhuma Dokunan Şehirler” kitabının oluşmasında her zaman şehir yazılarımı destekleyen Kıymetli Ağabeyim Mehmet Kamil Berse’ye ve desteklerini gördüğüm bütün dostlarıma teşekkür ederim. Fatih Sultan Mehmet’in “Hüner bir şehir bünyâd itmekdür. Reâyâ kalbin âbâd itmekdür!” diyor. Yâni, “Asıl marifet bir şehir kurmak, şehir imar etmekle birlikte o şehirde yaşayanların kalbini âbâd etmek, kazanmaktır.” Düşüncesi daima bizlere şehircilik anlayışımızda yol göstericimiz olması dileğiyle.

ŞEHİR K İ TAP

RUHUMA DOKUNAN

95





Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.