ŞEHİR ve KÜLTÜR - 44. Sayı

Page 1



Biz’den…

Kitaplar Aşkımız, Kütüphaneler Sevdamızdır… “Elmas bile işlenmezse Gösteremez cevherini, İnsanda böyledir. Ancak okursa gösterebilir Gerçek değerini. …. ( Japoncadan çeviri: Seyit Kemâl) İnsanoğlunun okuma-yazma bilmedikleri ,kağıdın kalemin, mürekkebin ve benzeri şeylerin bulunmadığı çok eski dönemlerde; bütün yasalar,,efsaneler, destanlar,,inançlar,duygu ve düşünceler kitaplarda değil, insanların belleklerinde saklanıyordu. İnsanlar arasında her türlü bilgi alıp verme insan belleği idi. Yani İnsan canlı bir kitaptı veya bugünkü tabirle bir flaş bellekti. İnsanların ölümü ile bilgilerin kaybolmaması için tüm bellekler evlatlara intikal edip süreç devam ediyordu. Yedi bin yıl önce yazının bulunuşu insan belleğinin unutma gibi zayıflığına karşı en değerli buluş oldu. Yazı ile birlikte bilgi,duygu düşünce ve olayların tespiti korunması kuşaklara aktarılması da kitaplarla sağlanmış oldu.. Medeniyetler geliştikçe yazınında bir yere kaydedilmesi gerekir ve bunun içinde bir araca kalem’e ihtiyaç duyuldu ve çeşitli biçimlerde kalem insanlığın hizmetine girdi.. Yazı yazmak için çeşitli malzemelerden biraraya gelen mayide bulundu, çeşitli malzemelerden meydana geldiği için Mürekkep adı verildi... Kağıt bulununcaya kadar çeşitli malzemelere yazılar yazıldı. Taşlar, kil tabletleri, kurşun ve hatta fildişi tabletler..hayvan kabukları,kemikleri,deri ve kumaş parçaları gibi malzemeler ilk yazılı materyaller.. Hz.Osman döneminden kalan Kuran-ı kerim Topkapı sarayındaki nüsha koyun derisidir. Çinliler, m.ö.213 te ipekten kağıt yapmak için yararlanmaktaydılar. Fakat maliyeti yüksekti. M.S.105 te Tsa’i Lun (Çinli) ağaç kabuklarından bitki kenevir paçavra gibi malzemelerden hamur yaparak kağıt imalini gerçekleştirdi. Talas meydan savaşından sonra kağıt yapımı Semerkantta yapılmaya başlandı. Ve Semerkant,Kültür açısından gelişmiş şehirlerin başında geldi ..8.yy.dan itibaren Semerkant mamulü kağıtlar dünyada satılmaya başlandı. Daha sonra sanayileşti ve Harun reşit zamanında 754 de Bağdatta Kağıt fabrikası kuruldu..Bağdat’ı Şam, Hama, Yemen, ve Mısır gibi şehirlerde kağıt fabrikaları izledi.. Avrupa 8.9. yy.boyunca kağıtla bağı yoktu, papirüs

pahalıydı bunun için eski metinler silinip yenileri yazılıyordu.. Neticede; Ortaçağda İslam kültürünün gelişip yayılmasının nedenleri arasında kağıdın islam dünyasında yaygın olmasının önemi büyüktür. Böylece Arapların kuzey afrika üzerindan İspanyaya geçmeleri ve Endülüs devleti ve medeniyeti ile kağıt da İspanya üzerinden Avrupa'ya intikal etmiş oldu…Anadoluya Kağıt Türklerle geldi 1071 den itibaren.. Elyazması kitaplar ardından matbaanın gelişmesi ile basılı eserler Kültür dünyasını hızla geliştirdi. Bu çabaya ayak uydurmakta gecikenler kendi kültürlerini geleceğe taşımakta zorlandılar.. Yazma kitaplar veya baskı kitaplar dönemlerine göre sahaflar vasıtasıyla ticareti yapıldı yıllarca..Ancak her şartta kitap satmakta zor bir iş idi, Her ne kadar Sahaflara bizde “Es-sahaf bi-insaf “ densede Felix Dahn şöyle demiş: “Kitap yazmak kolaydır, sadece kaleme mürekkebe ihtiyaç vardır.Kitap basmak biraz daha zordur, çünkü dâhiler çok kez okunaksız yazı yazmaktan hoşlanırlar.Kitap okuma daha da zordur, çünkü daima uyumak (!)tehlikesi vardır. Fakat bütün fani insanların giriştikleri işler arasında en zoru kitap satmaktır.” Hızla değişen dünyamızda, Yaşamımızı sürdürebilmek, çevremize uyabilmek faydalı olabilmek için devamlı okumak zorundayız. Kitapların hayatımızdaki yeri ilk sıralarda yer almalı ve tabiiki Kütüphanelerin. Tarih boyunca kütüphanelerin çok büyük önemi ve değeri anlaşılmıştır..kitapla bu bağı kurmayanlar kütüphaneleri yakıp yıkıp ateşe vermişlerdir. Ülkemizde Kitap alış verişi ve kütüphane sevdalığı son yıllarda artarak gelişmektedir. Bu sevindirici durum karşısında ülkemizin idarecilerininde gayretleri büyüktür… Dergilerin kitaplardan önceki sırada yerini alması, ülkemiz insanının kültürel açıdan gelişmesine yardımcı olmaktadır.. Şehir ve Kültür dergimiz, Kültürümüze katkı sağlamak için 4 yıldır mücadele etmektedir. Bu mücadeleyi, kağıdın bulunması için yapılan mücadele azmi gibi düşünürüz… Mart ayındaki kütüphane etkinliklerini can-ı gönülden destekliyoruz… “Kültürün temel direği; bilmek, öğrenmek arzusu ve merakı değil; bu yolda sarfedilen büyük gayretlerdir.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza…” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 6 14 18

100 YIL ÖNCEKi iSTANBUL KÜTÜPHANELERiNE NE OLDU?

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

28ŞiRAZ

SIRLAR ŞEHRi;

Salih DOĞAN

TARiH KÜLTÜRÜNÜ, ŞiiRLE GÖNLÜMÜZE TAŞIYAN DÜŞÜNÜR:

YAHYA KEMAL’DiR.

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR

DERSAADETTE TARiHiN ARMAĞANI;

HANLAR VE TiCARET Mehmet Kâmil BERSE

“TARiHi ESER BiR EV” SAHiBi OLMAK iSTEYENLERE TAVSiYELER

Cem ERİŞ

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

38 58 70

‘BİR DAKİKALIK’ ŞEHİR MASALI

İbrâhim BAŞER

SULTAN ABDÜLHAMİD’iN YAĞMA EDiLEN ESERLERi

Dursun GÜRLEK

SÜRYANiLERDE

GÖÇ SONRASI KiMLiK ARAYIŞI

Burhanettin CARLAK

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: Şule İlgüğ / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


11 AKILLA DÜŞÜNEN, GÖNÜLLE KONUŞANLARDAN OLMAK/ Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN 12 ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞIMIZA ÖNERİMİZDİR KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE ÜÇÜNCÜ VE SON MEKTUP: YANLIŞ YERE AKAN NEHİR/ Kâmil UĞURLU

78

22 SENLE VUSLAT YAŞAMADAN, ÖLÜM BİZE UZAK OLSUN; SELANİK / Fahri TUNA

iLK TÜRK UÇAĞI KAYSERİ’DE ÜRETiLMiŞTi

Muhsin İlyas SUBAŞI

24 YERLİ UÇAĞIN BABAYIĞİDİ, ÜLKESİNE SEVDALİ GİRİŞİMCİ: NURİ DEMİRAĞ -üçüncü- / Sabri GÜLTEKİN 27 KAT KARȘILIĞI PARİS - şiir- / Kâmil UĞURLU 34 “TÜRKİYE MİMARLIĞI” ZENGİN MİRAS YOKSUL SONUÇ / Dr. ŞİMŞEK DENİZ 37 ŞEHİRLİ OLMAK / Recep ARSLAN

88

iÇiNDE ŞELALE AKAN ŞEHiR

JAJCE

Mehmet MAZAK

43 ANADOLU’NUN KAYIP KAHRAMANLARI / Mustafa UÇURUM 44 KİREMİTİN ASALETİNE METHİYE / Hüseyin YÜRÜK 47 KADIN HAKLARI HAFTASI MÜBAREK OLSUN MU? / Nermin TAYLAN 48 HİNDİSTAN / Bilal TIRNAKÇI 50 BENİM ŞEHİRLERİM, BENİM EVLERİM ÇORLU’DA BİR ÖĞRENCİ / Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ 53 KİTAPLARIN ARESİNDE / Erol AFŞİN

90

“iSLÂM VE BATI”

54 KIRIM’IN KARADENİZE BAKAN GÖZÜ: “BALAKLAVA” / Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA

Emir Ali ÇEVİRME

64 ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA / Hasan ARIKAN

HAKKINDA

57 ÇALIŞMA HAYATI, KARDEŞLİK VE MOBBİNG / İsmail AKGÜN

66 ŞEHİR KENDİNCE BİR SIRDIR ÇÖZMESİNİ BİLENE / İsmail BİNGÖL 73 KALBİMİZİ BIRAKTIĞIMIZ ŞEHİRLER/ Ali BAL 74 TAŞA MÜCEVHER İŞÇİLİĞİ YAPILAN ŞEHİR MARDİN / Münir BALICA 76 MİLLİ KÜLTÜRDE ESARET’TEN İSTİKLÂL’E / Mustafa YAZGAN

94

82 KÖRLER İÇİN, 19 YILDA 824 KİTABI BANDA OKUDU / Nidayi SEVİM

BİLGE HUKUKÇUMUZ H. NECATİ DEMİRTAŞ Mehmet Nuri YARDIM

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Dr.Önder Bayır, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

85 MUHAMMED MARMADUKE PICKTHALL DOĞU'YLA KARŞILAŞMALAR (1894-1896)// FİLİSTİN VE SURİYE ORIENTAL ENCOUNTERS PALESTINE AND SYRIA (1894-5-6) -kitap tanıtım-/ Davut NURİLER 86 ŞEHİR SOHBETLERİ KENT VE ŞEHİR -beş-/ Ahmet NARİNOĞLU GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: (http://www.nuridemirag.com/fotograf.html


itaplar artık cepte dolaşıyor. Eski cep kitapları hemen aklınıza gelmesin. Dijital kitaplardan (e-book) bahsediyorum. Koca bir kütüphane cepte taşınabilir hale geldi. Peki ama kütüphanelere ne oldu, eski önemlerini kaybettiler mi? gibi kocaman sorular aklımıza gelmez mi? Bu soruya geri döneceğiz ama zaman kazanmak ve düşünmek babında önce bir iki girizgâh lazım.

100 YIL ÖNCEKi iSTANBUL

KÜTÜPHANELERiNE

NE OLDU?

Aslında mesele kütüphaneler değil, başlı başına kitap -bir bilgi kaynağı olarak değilse de- bir nesne olarak değerini kaybetti. Baksanıza, değil cahil-cühela kurumlar, üniversitelerin bile aklına gelen son; ya da ilk fırsatta gözden çıkarılan şey kitap oluyor. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

Aslında mesele kütüphaneler değil, başlı başına kitap -bir bilgi kaynağı olarak değilse de- bir nesne olarak değerini kaybetti. Baksanıza, değil cahil-cühela kurumlar, üniversitelerin bile aklına gelen son; ya da ilk fırsatta gözden çıkarılan şey kitap oluyor. Ama dahası var. İnsanlar daralan mekanlardan dolayı gerçekten kütüphane oluşturamıyor. Oluşturanlarınki de hazin sonla bitiyor. Nice üstatların kütüphanelerine şahit oldum. Ölünce hemen kapı dışarı edildiler. Sahaflar veya eskiciler yağmaladı… Biraz şanslı olanlar bir kütüphaneye gitti veya ailenin o odaya ihtiyaç duymasına kadar üzerine kilit vuruldu. (Halen bildiğim bazı kilitli kitaplar var, Allah akıbetlerini hayreylesin.) Ha, bir de elinde “dedemden kitap kaldı” diyerek kapı kapı dolaşıp fiyat alanlar var. Hele birinci sahifesi tezhipli, yaldızlı bir kitap olmaya görsün, mutlaka milyonlar verilmiştir de o vermemiştir. Mesela elinde bir atlas gezdireni hatırlıyorum en son 40 bin lira vermişlerdi sahibine, o ise hâlâ “gerçekten iyi bir yere gitmesini istediğinden”(!), henüz kimseye satmamıştı. Tabii bilenler bilir, o tür zavallıları aslında bir “sahaf zekası” dolaştırıyordur. Ama neyse buna girmeyelim. Sahaflara da haksızlık etmeyelim. Onlar gerçekten geçmiş ile bugün arasındaki yegane bağımız sayılırlar. Gerçeklerinin nesilleri giderek azalıyor. Tabii doğa boşluk kabul etmediği için de yerlerine “çakallar” türüyor. Ne yapalım idare edeceğiz, kim bilir bir gün bizim kitaplar da… Allah korusun.

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//44// mart 4

Kütüphane meselesi demiştik, yine girizgâhı uzattık. Ama asıl maksadım bugün sizler ile nostaljik bir kütüphane raporunu paylaşmak. Değerli meslektaşım R. Tûba Karatepe, Kütüphaneler Müfettişi Ahmed Muhtar’ın 100 yıl önceki (belki biraz daha fazla) İstanbul kütüphanelerine ait İstanbul Kütüphaneleri


Raporu’nu yayımladı. Ahmed Muhtar’ın kim olduğunu ve raporun detaylarını bir solukta okunacak o kitaptan okursunuz. Onlara girmeyeceğim. Ama içinde bahsedilen bazı kütüphanelerin fiziki mekanlarını 25-30 yıl önce ben de kullandığımdan Karatepe’ye onları bize hatırlattığı için müteşekkirim. Önce tahsisat yetmezliği, ardından personel ve nihayet başka nedeler ile çoğu kapanan bu kütüphanelerin son kullanıcılarının anıları derlense neler çıkar, neler. Halen oraları kullanan hocalarımızın bir bölümü hayattadır. Anlatacakları çok şeyleri vardır. Elbette sıra gelirse bizim de Hacı Selim Ağa, Nuruosmanî, ve Atıf Efendi’nin öğrencilik yıllarımdaki hallerinden söz ederiz. İlk derleme kütüphanemiz (yani Milli Kütüphanemiz) olan Beyazıt ve dünyanın sayılı yazma kütüphanelerinden birine dönüştürülen Süleymaniye’den ve hele şimdi başka yere nakledilen süreli yayınlar hazinesi Hakkı Tarık Us ve merhum M.S. Tayşi’nin müdürlüğünü yaptığı Millet Kütüphanesi’nden söz etmiyorum. Oralar tabii mekanlarımız idi.

değil” fikri bir kere oldukça câlib-i dikkattir. Sunum şekli de ilginçtir. Ahmed Muhtar, Şehzadebaşı Camii yakınlarındaki Şehit Ali Paşa Kütüphanesi’nin kadınlara tahsis edilmesini ister. Vallahi meraklandım doğrusu bir gün gidip orayı görmek istiyorum, şimdi ne haldedir kim bilir? Hatta o binadan daha uygun bir yer de olmadığını söyleyen Ahmed Muhtar “zira bir İslam hanımı için bahçesinde bile başı açık bulunmasındaki mahzurun izâlesi bile kolaydır” der. İlahi meşrutiyet.. Ahmed Muhtar hızını alamaz ve bir de tehdit savurur: “Şurası unutulmamalıdır ki bugün kadınlara mahsus bir kütüphaneyi biz şimdi meydana getirmez isek istikbal için fena bir neticenin tevellüdüne sebep olmuş olacağızdır. Zira son zamanlarda dini, imanı, milleti olmadığı neşriyatla beyân olunan “ilmin” bir iki sene sonra “ilim talibi”nin de erkekliği dişiliği olamaz mütalaasıyla kadınların istedikleri kütüphaneye girmesine müsaade edilecektir. Buna hiç şüphe yoktur.” (Karatepe, s. 52.)

Ahmed Muhtar, yüz yıl önce İstanbul’daki kütüphanelerin adeta geleceğini görmüş ve bazı öneriler ile birlikte güzel bir rapor yazmış. Bu konuda elbette o bir ilk değildir. Nice kadirşinas kütüphanecilerimizin kim bilir nice raporları var. Ama bugün gündemimize bu girdiği için ondan bahsediyoruz.

Bunu tutturdu Ahmed Muhtar. Dediği gibi de oldu. Eski kütüphaneler bir bir ortadan kalkarken, kalabilenler ve yeni açılanlar artık her cinse hizmet vermeye başladılar. Hatta şimdiki istatistikler ne diyor bilmem ama son zamanlarda benim gittiğim arşiv ve kütüphanelerdeki okuyucuların çoğunu kadınların oluşturduğunu bile söyleyebilirim. Kütüphaneler sadece kitap saklanan mekanlar değildir. Bilimin ve kültürün adeta yoğunlaştığı ve nesilden nesile aktarıldığı yerlerdir. Kitap tozu yutmamış, kütüphaneciden fırça yememiş, kitap alma kuyruğunda beklememiş biri bunu anlayamaz. Dijital kütüphane iyi bir fikir gibi görünüyorsa da kitabın yerini alamayacaktır. Hem düşünün bir kere dilimizdeki en ağır ve en nezih küfrü nasıl yapabiliriz kitap olmadan. “Kitapsız” yerine “dijitalsiz” mi diyeceğiz. Hayır ben tutmadım, siz de tutmayacaksınız.

Metnin aslı tabii olarak Eski Türkçe harfler ile kaleme alınmış. R. Tuba Karatepe üşenmemiş oturmuş onu bizim bildiğimiz harflere nakletmiş, hatta gayret göstererek, Ahmed Muhtar hakkında bilgileri derleyip kitaba bir de giriş yazmış ve raporu da değerlendirmiş. Kitap, kütüphanecilik ve kültür tarihi için eşsiz bir kaynak olarak kalacaktır. Ama Ahmed Muhtar’ın o günlerde ortaya attığı ve Karatepe’nin de dikkatlere sunduğu “Kadın Kütüphanesi” (Kadın Eserleri Kütüphanesi

5


TÜRKİSTANLILAR’DAN

OSMANLIYA

TARİHÎ KARDEŞLİK

Kardeş Coğrafyaların Kader Birliği:“Birinci Dünya Savaşı’nda Türkistanlıların, Osmanlı’ya Destekleri” Dış Türkler, bu bağlamda Türkistan Türkleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne destek için düzenli bir ordu gönderme imkânından mahrum olsalar da, bireysel olarak Osmanlı Ordusu saflarında savaşmaktan imtina etmemişlerdir Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

*TRT Kazakistan Temsilcisi

sayı//44// mart 6

ehir ve Kültür dergisi, medeniyetimizin şekillendiği mekânlara ve bu mekânları inşa eden kültürel değerlerimize ışık tutuyor ve eksikliğini hissettiğimiz bir sahada önemli bir birikim oluşturuyor. Bu sebeple, bugüne kadar olan yazılarımızda kültür ve medeniyetimizin teşekkülüne katkıları olan kadim şehirlerimizi hatırlatmaya ve onları değerli kılan hususiyetlerine değinmeye çalıştık. Bu yazımızda ise, coğrafya üzerinden, Türkiye ve Türkistan arasındaki derin kardeşlik ve akrabalık bağlarının zor zamanda nasıl dirildiğine -sona erişinin 100. Yılı münasebetiyle Birinci Dünya Savaşı misalinde- değineceğiz. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na katılması Türkistan coğrafyasında büyük yankı uyandırmıştır. Gelişmelerden dönemin basını ve aydınları yoluyla haberdar olan Türkistanlılar, Osmanlı Devleti’ne olan desteklerini çeşitli yollarla göstermiş, esaret altında bulunmalarına karşın, savaşta Osmanlı taraftarı bir tutum takınmışlardır. Birinci Dünya Savaşı’ndan İstiklâl Savaşı’na, birçok cephede görev yapmış olan Em. Kur. Alb. Rahmi Apak, “Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları” adlı kitabında, konumuz açısından çok dikkat çekici bir olaya yer vermektedir. Apak, Birinci Dünya Savaşı yıllarında Malazgirt civarında Ruslarla yapılan bir çarpışma sonrası ilginç bir olaya tanık olmuştur. Rus birliği mağlup olmuş ve geri çekilmiştir. Birliğin emir subayının odasına giren Türk subayı masanın üzerinde, “Azeri şivesi” ile yazılmış bir mektup bulmuştur. Mektupta şu ifadeler yer almaktadır: “Ey Müslüman ve Türk kardeşler, Rus’un kuvveti kırılmıştır. Bilhassa Girmanya cephesinde çok kırgına uğramıştır, fakat Rus’un bir taktikası vardır. Her yerde kuvvetlerini zayıf bırakır, bir yere toplar ve oradan saldırır. Eğer siz de bütün cepheden birden taarruza kalkarsanız onu yenersiniz. İnşallah Kars’ta görüşürüz…” Sonradan öğrendiğine göre, bu mektubu bırakan subay, Rus ordusu saflarında görev yapan Azerbaycan Türklerinden Süleymanov’dur. Apak’ın yalnızca soyadını zikrettiği Süleymanov, bu davranışıyla Türk ordusuna önemli bir destekte bulunmuş; ayrıca emrindeki askerleri farklı taraflara yönlendirerek onu ciddi bir tehlikeden de uzaklaştırmıştır. Rahmi Apak, “yiğit” olarak tanımladığı bu subayın hayatını tehlikeye atarak yaptığı bu


davranışı “unutulmaz” olarak niteler ve ilgili bölümün başlığını “Türk’ün Büyük Evladı Süleymanof” koyar. Süleymanov’un davranışı, dönemin Dış Türklerinin Türkiye Türklerine yaklaşımını göstermesi bakımında çarpıcı bir örnektir ancak tek değildir. Dış Türkler, bu bağlamda Türkistan Türkleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne destek için düzenli bir ordu gönderme imkânından mahrum olsalar da, bireysel olarak Osmanlı Ordusu saflarında savaşmaktan imtina etmemişlerdir. Bu gönüllülerden biri de Doğu Türkistan’ın önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. Hacı Yakup Anat’ın babasıdır. Genç ve meraklı biri olan Kaşgarlı Hacı Yusuf, Moskova ve Kırım üzerinden “Türk kardeşlerini görme” amacıyla XX. yüzyıl başlarında İstanbul’a gelmiştir. O sırada 2. Abdülhamit tahttadır ancak İttihat ve Terakki, Enver Paşa, Talat Paşa, Ahmet Rıza Bey, Cemal Paşa, Şükrü Paşa isimleri de sık sık duyulmaktadır. Türkiye’yi çok seven Yusuf, burada yaşamaya karar vermiş ve çeşitli işlerde çalışarak hayatını idame etmeye başlamıştır. Bu sırada, Türkistanlıların kaldığı bir tekkeye de sık sık gidip gelmektedir. Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra bir gün tekkenin şeyhi, “Oğlum Hacı Yusuf! Bugün buraya subaylar geldi. Ordumuza asker yazıyorlardı, seni de asker yazdırdık. Doğu Türkistanlılar da askere katılıyor” deyince, “Kardeşlerimin yanında severek savaşırım. Ne zaman isterlerse hazırım” karşılığını vermiş ve Türkistan’ın diğer bölgelerinden katılan gönüllülerden oluşturulan Asya Taburu’na katılmıştır. Asya Taburu’nu Kazanlı bir aydın olan Abdürreşid İbrahim oluşturmuştu. İbrahim, 1915 yılı sonlarında Almanya’ya giderek, orada Rus ordusu saflarından esir edilmiş Türk savaş esirlerinden “Asya Taburu” oluşturmuştu. Tabur, 7 Mayıs 1916’da İstanbul’a gelmiş ve hemen İngilizlerle savaşmak üzere Irak cephesine gönderilmişti. Anat’ın anılarından bu taburun Türkiye’de yaşayan Türkistanlılarla da takviye edildiğini öğreniyoruz. Asya Taburu, Irak’ta İngilizlere karşı yapılan başarılı mücadelelere katılmış, çok sayıda da şehit vermiştir. Osmanlı Ordusu saflarına katılan Uygur Türkü Kaşgarlı Yusuf, önce Kutül Amare’ye sevk edilmiştir. Anat’ın anlattığına göre, babası cephede iki yıl aralıksız savaşmış, savaş bittikten sonra da yeniden İstanbul’a dönmüştür.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu’na, başka yollarla da pek çok Türkistanlı gönüllü katılmıştır. Bunlar arasında hac ya da dinî eğitim için Mekke ve Medine’de bulunanlar da vardır. Hatta bu gönüllüler, orduya katılmanın yanı sıra beş Osmanlı altını da hibe etmek istemişlerdir. Kendilerine niçin böyle davrandıkları sorulduğunda ise, “Türkistanlılar aç kaldıklarından dolayı Osmanlı Ordusu’na katıldığı propagandasının önünü almak” karşılığını vereceklerdir. Birinci Dünya Savaşı’nda Türkistanlılar, Osmanlı Ordusu’na doğrudan katıldıkları gibi, dolaylı olarak da destekte bulunmuşlardır. Bu dolaylı desteğin gerçekleştiği en önemli olay 1916 Türkistan İsyanı’dır. Çar 2. Nikola tarafından 25 Haziran 1916’da yayınlanan bir fermanla 19-43 yaşları arasındaki Batı Türkistanlı erkeklerin “cephelerde geri hizmet görmek, siper kazmak için kullanılmak üzere” askere alınmasına karar verilmişti. Bu yolla, ciddi bir asker sıkıntısı çeken Rus ordusuna 400 bin askerin katılması planlanıyordu. Batı Türkistan halkının büyük kısmı buna karşı çıktı. Başlatılan direniş kısa zamanda Rus Hükümeti’ne karşı isyana dönüştü ve etkisi tüm Rusya’ya yayıldı. İsyana Özbekler, Uygurlar, Kazaklar, Kırgızlar, Türkmenler, Tacikler, Karakalpaklar gibi Türkistan’daki tüm Türk boyları katılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı’nda Türkistanlılar, Osmanlı Ordusu’na doğrudan katıldıkları gibi, dolaylı olarak da destekte bulunmuşlardır. Bu dolaylı desteğin gerçekleştiği en önemli olay 1916 Türkistan İsyanı’dır.

1917 Şubat Devrimine kadar süren isyanlarda Türkistanlı Türkler büyük zayiatlar verdi. Kaybın 673 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. İsyan sırasında hayatını kaybedenlerin yanı sıra pek çok insan idam edilmiş, binlerce insan tutuklanmış, 168 bin civarında Türkistanlı Sibirya’ya sürgün edilmiş, 300 bin kişi de Doğu Türkistan’a kaçmıştır. Buna karşın Rusların önemli bir askeri gücünü buraya sevk etmesine yol açmasından dolayı Birinci Dünya Savaşı’nın genel gidişatı üzerinde kayda değer bir etkisi olmuştur. Hatta 1917 İhtilalini hızlandıran amillerden birinin de bu isyan olduğu söylenebilir. Böylece isyan, Osmanlı Devleti için de Kafkasya cephesinde önemli ölçüde rahatlama imkânı sağlamıştır. 1916 isyanının görünürdeki nedeni Türkistanlıların zorla askere alınması olmasına karşın, isyanı tetikleyen önemli etkenlerden birinin de Osmanlı Türkleri ile savaşma ihtimali olduğunu ifade etmek mümkündür. İsyanla ilgili kaynaklarda değinilmese de, isyan sırasında Türkistan’da bulunan Osmanlı subaylarından Adil Hikmet Beyin anılarında bu görüşümüzü destekleyen önemli ipuçları bulunmaktadır. 7


Birçok Türkistanlı gönüllü olarak doğrudan Osmanlı Ordusu safına katılırken, Türkistan’daki Türkler de Osmanlı’nın başarısı için ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir.

Örneğin, Kaşgar’da karşılaştığı Kazanlı bir Türk olan Abdullah Bubi, Türkistanlıların Çar’ın seferberlik fermanına niçin başkaldırdıklarını izah ederken şunları söylemektedir: “…Garba çekilen Türkler orada Osmanlı Türkleri namı altında asırlardan beri Avrupa’ya karşı koyuyor. Bütün dünya onun üstüne çullandığı halde o hâlâ şark âleminin bir kalkanı olarak kaldı. Şimdi de yine eski düşmanları olan Rusların yuvarladıkları silindirle ezilmek tehlikesi altında bulunuyor. Ruslar bu kan kardeşlerimizi bizden, yani Osmanlı Türklerinin kardeşleri arasından toplıyacağı askerlerle boğmak istiyorlar. Birçok Tatar, Kırgız bugün Rus askeri olarak Osmanlı Türklerine kurşun atacaklardır. Biz buna razı değiliz… Irktaşlarla sarmaşıp öpüşmezsek bile onların düşmanları elinde bir alet-i şer olmıyalım.” Zaten Türkistan Türkleri de buna meyilli idiler. Nitekim görüşlerini, Adil Hikmet Bey ve arkadaşlarına, “Paramız yok, silahımız yok. Size büyük muavenette bulunamayacağız. Bu kadar zayıf olduğumuz halde yine ayaklanıp emriniz altında can vermeye hazırız” şeklinde dile getiriyorlardı. Adil Hikmet Beyin anıları, Osmanlı Devleti’nin Rusya’daki Türklerin isyan çıkarmasını çok önceden öngördüğünü de ortaya koymaktadır. Öyle ki daha 1914 Haziran’ında beş subay, halkı Rus yönetimine karşı örgütlemek üzere Türkistan’a gönderilecektir. Aynı dönemde Türkistan’daki Türklere iletilen gizli mektuplar yoluyla da benzer bir sonuç için çalışıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim dönemle ilgili Rus kaynakları da bu isyanda Osmanlıların

sayı//44// mart 8

etkisi olduğu görüşündedir. Türkistanlıları Ruslara karşı isyana teşvik için gönderilen subaylar ise görev yerlerine ancak 1916 İsyanı başladıktan sonra ulaşabileceklerdir. Yedisu bölgesindeki Kırgız isyancılara katılacaklar ve Ruslara karşı başarılı bir mücadele verilmesine öncülük edeceklerdir. Bu subaylardan biri olan Adil Hikmet Beyin “Asya’da Beş Türk” adıyla yayınlanan anılarında bu olay ayrıntılı olarak anlatılmakta ve Türkistanlıların Türkiye Türklerine duyduğu güven ve saygının altı çizilmektedir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkistanlı öğrencilerin de Osmanlı Devleti’ne destek için harekete geçtikleri görülmektedir. Bu durum, Rus yetkililerce hazırlanan raporlara da yansımıştır. Örneğin 27 Haziran 1916 bir raporda Özbek gençlerin, halkın Rusya’ya karşı başkaldırması için faaliyette bulunduklarından söz edilerek önlem alınması isteniyordu. Dolayısıyla Türkistan Türkleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında, siyasal bir yapıdan yoksun oldukları, Rus ve Çin egemenliğinde bulundukları için düzenli askeri birlikler halinde Osmanlı’nın yardımına gidememiş olsalar da çeşitli yollarla mümkün olan her türlü desteği vermeye çalışmışlardır. Birçok Türkistanlı gönüllü olarak doğrudan Osmanlı Ordusu safına katılırken, Türkistan’daki Türkler de Osmanlı’nın başarısı için ellerinden gelen çabayı göstermişlerdir. Ancak destek ve dayanışma faaliyetleri bunlarla sınırlı kalmamıştır. Türkistan Türklerinin 1914-1917 yılları arasında Kafkas cephesinde Ruslara esir düşen Osmanlı subay ve askerlerine yaptıkları yardımları da, iki coğrafya Türkleri arasındaki dayanışma ve yardımlaşma çerçevesinde ele


alabiliriz. Birinci Dünya Savaşı sırasında Kafkas cephesinde Ruslara 60-65 bin civarında esir verildiği tahmin edilmektedir. Bu esirlerin önemli bir kısmı Hazar Denizi'nin Bakü açıklarında bulunan Nargin Adası ile Sibirya’da oluşturulan kamplarda tutulmuşlardır. Tıpkı Nargin’de tutulanlara Azerbaycan Türklerinin yaptığı gibi Sibirya’ya götürülerek çok zor şartlarda yaşamaya mahkûm edilen esirlere de Rusya Türkleri sahip çıkarak yardım etmişlerdir. Pek çok subay ve askerin Anadolu’ya gidişleri temin edilmiş, Anadolu’ya gidemeyenlerin ise Türkistan’da himaye edilerek sosyal ve kültürel hayata katkılarda bulunmaları sağlanmıştır. Türkiye'ye dönen esirlerden biri olan Tahsin İybar anılarında bu gerçeği dile getirirken, “Ruslar, Sibirya'daki kampta esirlere, geniş Rus topraklarından çıkamazsınız demişlerdi. Buna rağmen Rus topraklarından çıkmaya muvaffak olduk. Çünkü bize Türkistanlılar zengin fakir, ihtiyar genç demeden adeta birbirleriyle yarışırcasına yardım etmişlerdi” demektedir.

olduklarında, Lenin’e, bunu kendilerinin temin edebileceklerini söylemişlerdir. Ardından konu, Buhara Meclisi’nde tartışmaya açılmış ve oybirliği ile TBMM Hükümeti’ne 100 milyon altın ruble yardım edilmesine karar verilmiştir. Olaya tanık olan Raci Çakıröz, “Buhara halkından ve saraydan topladıkları (yalnız benim bildiğim) 12 vagon dolusu altın, ki aralarında çok ağır bir altın avize vardı” diyerek halkın da yardımda bulunduğunu ifade etmektedir. Ne var ki, Türkistanlıların Anadolu Türklerinin kurtuluş mücadelesine destek amacıyla gönderdikleri 100 milyon altın rubleden yalnızca 10 milyonu TBMM hükümetine ulaştırılmış, 90 milyon altın ruble ise Sovyet Rusya hazinesine aktarılmıştır. (1923’te Buhara Cumhuriyeti yıkılacak; Cumhurbaşkanı Osman Hoca, Afganistan üzerinden Türkiye’ye gelerek Kocaoğlu soyadını alacak ve 1968’de İstanbul’da vefat edecektir. Mezarı, Üsküdar Özbekler Tekkesi haziresindedir.)

Dönem tanıklarının anılarında benzer birçok anekdot bulunmaktadır. Biz örnek olarak bunlardan birinden, Raci Çakıröz’ün anılarından kısaca söz etmek istiyoruz. Genç bir subayken, 1914 yılı sonlarında Ruslara esir düşen Çakıröz, Sibirya’ya götürülmüş, Krasnoyarsk kampında yaklaşık üç yıl kaldıktan sonra dört arkadaşıyla birlikte, bir Tatar Türkü’nün yardımıyla kaçmayı başarmıştır. Ardından Kırgız Türklerinin yardımıyla Taşkent’e gelmiş ve burada öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Taşkent’te iken birçok önemli olayın da yakın tanığı olmuştur. Bunlardan biri Buhara Geçici Hükümeti’nin Ankara’ya yaptığı büyük maddi yardımdır. Bilindiği gibi, İstiklâl Savaşı tarihimizde Sovyet Rusya kanalıyla gelen yardımların özel bir yeri vardır. Diğer büyük devletlerle savaş halinde olan Anadolu hareketine Sovyetler destek olmuş, bu kanalla önemli miktarda para ve silah yardımı gerçekleştirilmiştir. Ancak Sovyet Rusya yardımı olarak bilinen büyük bir mali desteğin Ruslardan değil Türkistan Türklerinden geldiği pek fazla bilinmeyen gerçeklerden biridir. Bekir Sami (Kunduk) başkanlığındaki bir heyet, yardım istemek amacıyla Temmuz 1920 ortalarında Moskova’ya gitmiş ve taleplerini Lenin’e iletmişti. Ancak Lenin, kendi mali durumlarının da iyi olmadığını ifade ederek bu talebi reddetti. O sırada Moskova’da bulunan Buhara Cumhurbaşkanı Osman Hoca ile Başbakan Feyzullah Hocayev, talepten haberdar

Milli Mücadele döneminde gerçekleşen ve yukarıda aktarılan dayanışma, iki devlet -TBMM Hükümeti ile Buhara Halk Cumhuriyetiarasında yaşanırken, Birinci Dünya Savaşı dönemindekiler ise daha çok bireysel nitelik göstermektedir. Bunun nedeni, söz konusu dönemde Türkistan’da bağımsız hareket edecek bir siyasal yapının olmayışıdır. Dolayısıyla halk desteğini kişisel olarak göstermek durumunda kalmıştır. Bu nedenle vereceğimiz örnekler de bu kapsamda olacaktır. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkistan kamuoyunun Türkiye’ye desteğini ortaya koyan misallerden bir diğeri de Türkistanlı pamuk tüccarlarının tutumudur. 1917 Ekim İhtilali’nden sonra Sovyet Rusya ile İttifak Devletleri arasında Brest-Litovsk Barış Antlaşması imzalanınca, bir Alman yetkili pamuk satın almak için Türkistan'a gider. Görüştüğü Türkistanlı tüccar, milliyetini belgelemesini ister. Bunun yapmak istediği alış-verişle ilgisini kuramayan Alman temsilci, şaşkınlıkla, talebin anlamsızlığını ileri sürerek doğrudan doğruya fiyat ve pamuğun kalitesi üzerinde görüşmeyi teklif eder. Türkistanlı tüccar ise bu meselelerde uzlaşılabileceğini ancak alıcının milliyetinin kendileri için çok daha önemli olduğunu ifade ederek ısrarcı olur. Sonunda temsilci milliyetini belli eden vesikaları göstermek zorunda kalır. Alıcının Alman olduğunu anlayan Türkistanlı tüccar, kendisine büyük iltifatlarda bulunarak, pamuğu başkalarına sattığından daha ucuz bir fiyata 9


Bugün bize düşen ise medeniyet köklerimizin en önemli parçalarından biri olan Türkistan coğrafyasına nazar salmak, tanımaya/ anlamaya çalışmak..

sayı//44// mart 10

verir. Hayretler içinde kalan temsilci, bunun nedenini öğrenmek istediğinde ise şu cevabı alır: "Biz pamuğun mühim bir harp maddesi olduğunu biliyoruz. Bu maddeyi beş-on kuruş kazanmak pahasına, Türkiye'nin düşmanlarına satmaktansa, yakıp imha etmeyi yeğleriz. Siz Almanlar Türkiye'nin müttefikisiniz. Size pamuğu ucuza vermekle, Türk kardeşlerimizin menfaatlerine hizmet ettiğimiz inancındayız" Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan ilginç bir başka olaya da Tahir Çağatay bizzat tanık olmuştur. Taşkent'te aralarında Rus Çarlığının Türkistan Genel Valisinin de bulunduğu kalabalık bir seyirci önünde savaşla ilgili belgesel bir film gösterilmektedir. Filmde, Rus ordusu başta olmak üzere büyük devletlerin seferberlik ve askeri geçit törenleri gösterilmektedir. Rusya dâhil diğer ülke ordularının geçişlerini sessizce izleyen halk, sancağı ile bir Türk süvari alayı görününce hep birlikte ayağa kalkarak alkışlamaya başlar. Öyle ki salondaki Ruslar da gayrı ihtiyari bu coşkuya katılırlar. Sinirlenen genel vali derhal salonu terk eder ve film bir daha gösterilmez. Türkistanlılar, Osmanlı Ordusu’nun savaştaki durumunu da heyecanla takip ediyorlardı. Türklerin başarısıyla ilgili herhangi bir haberin yer aldığı bir gazete derhal karaborsaya düşüyordu. Hatta Osmanlı Devleti’nin müttefiki olmasından dolayı, Almanların elde ettikleri başarılar bile sempatiyle takip ediliyordu. Çanakkale Zaferi ise, Rusya’da yaşayan Türkler arasında çok büyük bir heyecan ve sevinçle karşılanmıştı. Egemenliği altında bulundukları devletle savaş durumunda olmasına karşın Osmanlılardan yana böylesine sıcak bir tutum sergileyen Türkistanlılar, mali yardım için de seferber olmuşlar, Osmanlı Devleti adına para da toplamışlardır. Türkistanlılar bu konuya o kadar ilgi göstermişlerdir ki bunu suistimal edenler bile ortaya çıkmıştır. Dönemle ilgili anılarda, buna ilişkin birçok olaya rastlamak mümkündür. Örneğin savaş öncesi Doğu Türkistan’a Usul-ü Cedit okulları açmak için

gönderilen Habibzade Ahmet Kemal (İlkul) anılarında, “…bazı İraniler, Dulaniler, Afganiler, Hindiler(in) kendilerine sahte vaziyetler vererek ve hatta sabun damgasını kağıtlara basıp, ‘Bu Türk Hükümetinin fermanıdır!... Biz burada Müslümanlardan iane toplamaya memuruz!...’ gibi safsatalarla” Türkistanlı Türklerden Osmanlı hükümeti adına para topladığını nakletmektedir. Aynı davranışı, bölgede bulunan bazı Osmanlı tebaası kimseler de sergilemişlerdir. Hem Adil Hikmet Bey hem de Ahmet Kemal’in anılarında dikkat çeken bir başka husus da halkın Osmanlı Devleti temsilcilerine gösterdiği büyük yakınlık ve sempatidir. Adil Hikmet Bey ve arkadaşları Doğu Türkistan’da tanımadıkları kişiler tarafından bile “Her emrinizi minnetle ifa edeceğim” sözleriyle karşılanırken, Ahmet Kemal de “tarifi gayri kabil iltifatlarla” karşılanmıştır. Karşılaştıkları insanların ilk öğrenmek istedikleri de Osmanlı’nın durumu ve “İstanbul havadisleri” olmuştur. Birçok Türkistan Türkü de evlerinin duvarlarına Osmanlı yöneticilerinin resimlerini asmış, bıyıklarını Osmanlı paşalarınınkine benzeterek sevgilerini açıkça ortaya koymuşlardır. Özetle söylemek gerekirse, Çin ve Osmanlı ile savaş halinde bulunan Rus yönetimi altında olmalarına karşın, Türkistan Türkleri, Birinci Dünya Savaşı boyunca, maddi ve manevi güçleriyle Türkiye’nin yanında yer almışlardır. Söz konusu dönemde, Türkiye Türklerinin derdini dert edinmiş, sevinçlerini sevinçle karşılamışlardır. Evet, Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok milletten insan Osmanlı Ordusu saflarında yer almıştır. Ancak, Türkistanlıları diğerlerinden ayıran önemli bir farklılık vardır. Mesela Araplar Osmanlı Devleti’nin tebaası, Balkan Türkleri ise onun bakiyeleridir. Türkistan Türkleri ise savaşa tamamen bir kardeşlik duygusuyla katılmış ya da maddî-manevî desteklerde bulunmuşlardır. Türkiye’nin zor zamanlarında gösterilen bu dayanışmanın Türkistanlılardaki kardeşlik hislerinin gücünü ve derinliğini göstermesi açısından özel bir önem taşıdığı açıktır. Bugün bize düşen ise medeniyet köklerimizin en önemli parçalarından biri olan Türkistan coğrafyasına nazar salmak, tanımaya/anlamaya çalışmak ve karşılıklı kültürel ilişkilerimiz güçlendirmeye gayret etmek olmalıdır. Sabırla ve kardeşlik hisleriyle… Görerek, tanıyarak, coğrafyadaki köklerimizin derinliğini anlamaya çalışarak…


AKILLA DÜŞÜNEN, GÖNÜLLE

KONUŞANLARDAN OLMAK Türkiye kültürel derinliği, ekonomik zenginliği ve demokratik yönetimiyle, Avrupa ile Asya arasında bir çevre ülke olmaktan daha çok, bir merkez ülkedir. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

ürklerin tarihinde ve hafızasında çok canlı ve çok güncel olan Ortadoğu, yüzyıl sonra yeniden dünya güçlerinin, hesaplaşma ve doğal kaynakları paylaşma coğrafyası olmuştur. Amerika Osmanlı insanının yüzyılların içinde inşa ettiği ve özenle koruduğu barış ortamını dinamitlemiştir. İsrail’in peşine takılarak, bütün bir Ortadoğu’yu Balkanlaştırmıştır. Ortadoğu ülkeleri, birbirlerinden nefret eden, birbirleriyle kanlı bıçaklı olan Balkan ülkeleri olmuşlardır. Dünyanın yeraltından kültür fışkıran coğrafyası, gökyüzünden ölüm yağan coğrafyaya dönüşmüştür. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan terör eylemleri, İslam dünyası kadar Batı dünyasını da can evinden vuruyor. Müslüman ülkelerdeki ekonomik ve siyasal sorunların, kurşun atarak savaş alanlarında değil, oy atılan seçim sandıklarında çözülmesi, bütün dünya için hayati önem taşıyor. Demokrasi ve ekonomisi gelişmemiş İslam dünyasıyla, demokrasisi ve ekonomisi gelişmiş Batı dünyası arasında uyum ve dengenin sağlanmasında, moderatörlük görevi Türkiye"ye düşüyor. Türkiye kültürel derinliği, ekonomik zenginliği ve demokratik yönetimiyle, Avrupa ile Asya arasında bir çevre ülke olmaktan daha çok, bir merkez ülkedir. Demokratik kültürü ve ekonomik yapısıyla Türkiye, Batı ile İslam dünyası arasındaki barışın en büyük ve en güçlü güvencesidir. Türkiye"de terör olursa, hem İslam hem Batı dünyası, ekonomik ve siyasal krizlerden kurtulamaz. *T.C.Maltepe Üniversitesi

Dünyadaki bütün krizlerin kaynağı terördür. Suçsuz insanları hedef alan terör, ülkelerin birlikte savaşması gereken ortak düşmandır. Dünyanın her yanında, dinine, ırkına ve yaşına bakmadan, herkesin güvenliğini tehdit ve kamu düzenini sarsan terörle savaşmak, bütün ülkelerin başta gelen görevidir. İnsan hayatına hiç önem vermeyen, kamu düzenini altüst eden terör, bütün dünyanın ana sorunudur. Terör sorununu sözle çözmek, silahla çözmekten çok daha önemli ve çok daha etkilidir. Kamu düzeninin sağlanmasında, dönüştürücü sözün ustası, aklı hem başında, hem gönlünde olan aydınların, tartışılmaz bir sorumlulukları vardır. Akıllarıyla düşünen, gönülleriyle konuşan aydınlar, kutup yıldızına benzerler. Nasıl kutup yıldızı, sürekli kuzeyi gösterirse, aydınlar da akıllarıyla kamunun, gönülleriyle de toplumun yanında yer alarak, sürekli doğru olan, yapılması gerekeni gösterirler. Onlar çağlarından sorumludurlar. Aydınlar düşünce ve eylemleriyle, korku ve düşman üretmezler, insanlara ümit ve güven verirler, Terör eylemlerinin üstesinden gelmenin yol haritası aydınlardadır. Aydınlar uzakları görür, düşünülmeyeni düşünürler. Hayatın özünü edebiyatın sözüne dönüştüren aydınlar, bilgeliği akıldan akıla olduğu kadar gönülden gönüle de, bir meşale gibi bir kuşatan bir kuşağa taşırlar. İnsanların düşünce ve eylem dünyaları gönüllerinde gizlidir. Dönüştürücü sözün ustası aydınlar, insanların gönlünde gizil olanları dillerinde açığa çıkarırlar. Hayat özün söze, sözün öze dönüşmesiyle anlamlı ve yaşanır kılınır. Aydınlar tutum ve davranışlarıyla, insanların özgürlükleri gibi, güvenliklerinin de önemli olduğunu sürekli vurgularlar. Görevleri iyilikleri özendirmek, kötülükleri önlemek olan aydınlar, birbirleriyle savunulmaz olanı savunmak için değil, savunulmayanı savunmak için yarışırlar. Ancak dünyanın hiçbir yerinde, aydın olmak demek, her yerde, her şeye karşı olmak demek değildir. Çağından sorumlu her aydın, "ülkem"i severim, ancak "gerçeği" daha çok severim demek zorundadır. Dünyanın bütün aydınları, insanlık tarihinin her döneminde, "gerçek güzeldir, güzel gerçektir" demişlerdir. Gerçeği arayan aydın, sürekli lav püskürten yanardağ gibi, sürekli düşünce üretir. Gerçeğin ateşinden geçmeyen aydın aydın değildir. Balık sudan, aydın toplumdan ayrı yaşayamaz. İnsanlar silahla değil aydınla değişirler. Değişen insan dünyayı değiştirir. İnsan dünyanın özetidir 11


ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞIMIZA ÖNERİMİZDİR KENTSEL DÖNÜŞÜM ÜZERİNE ÜÇÜNCÜ VE SON MEKTUP

YANLIŞ YERE AKAN NEHİR İyi bir belediyecilik uzmanı ve dostumuz olan ilgili Bakanlık (Sn. Mehmet Özhaseki) Çevre Şûrâsı sonuç bildirgesine de birebir uyan bu durumu, umut ediyoruz, temenni ediyoruz, dua ediyoruz, niyâz ediyoruz ki, dikkate alır ve bu konuda biraz kendimize gelmiş oluruz. Çünkü hak, adalet, saygı, sevgi ve huzur böyle bir zeminde gelişebilir. Böylece, şehir faziletli insanı mutlu ve huzurlu kılan mensubiyeti şerefli kılan bir şehir olur.. Kâmil UĞURLU*

ki aydır devam eden serzenişimiz aslında “Kaknüs’ün son çığlığıdır.” Feridüddin’i Attar’ın anlattığı hikâye hârikadır: “Kaknüs güzel, fakat acaip bir kuştur. Hindistan’da yaşar. Uzun ve kuvvetli bir gagası vardır. O gagada ney gibi birçok, yüze yakın delik bulunur. Her delikten başka türlü bir ses çıkar, her seste ayrı bir nağme vardır, duyulur. O öterken öteki kuşlar susar. Onun sesinin güzelliğinden hepsinin aklı başından gider. Ömrü bin yıla yakındır. Öleceği vakti bilir. Öleceğini anlayıp da kendisinden ümidi kestiği zaman çalı-çırpı, etrafında yanacak ne varsa onları toplar ve çevresine yığar. Ve ortasına geçip oturur. Yüz türlü nağme ile feryada başlar. Ruhunun her zerresinden ayrı ve dertli bir nağme çıkar. Hem feryat eder, hem de ölüm derdinden gazel yaprağı gibi titrer. Onun feryadını duyan öteki kuşlar, bu can yakıcı feryat ve coşkusu karşısında düşüp ölürler. Ölmeyenler onunla ağlar. Onun ölüm günü acaip bir gündür. Nihâyet bir soluk ömrü kalınca kanatlarını şiddetle çırpar. Öyle şiddetle çırpar ki, kanadından çıkan bir kıvılcım otları, çalı-çırpıyı alevlendirir. Bu suretle tamamen yanar, kül olur. Külde bir zerre bile ateş kalmayınca o külden başka bir Kaknüs kuşu meydana gelir. Hiç kimseye böyle bir şey nasip olur mu?” Hikmetli bir hikâyedir. Üç aydır söyleyegeldiğimiz son çâreyi hülâsa ederek, hâttâ bazan tekrarlar yaparak, altını çizerek arzedeceğiz. Bu, bizim “Çevre ve Şehircilik Bakanlığımıza arzuhalimizdir. Teşekkül eden kent parçalarını her türlü, düzenli-düzensiz itiraza kulak asmadan, yeni alanlarda “bizim olan” yeni alanlar açmak ve bu işi insanımız için kolaylaştırmak, görünen tek çıkar yoldur. 2. ALTYAPILI ARSA PROJESİ

*Dr. Yüksek Mimar / TOKİ E. Başkanı Başbakanlık E. Müşaviri, / Karaman ili E. Belediye Başkanı

sayı//44// mart 12

Projenin tanımı şöyledir: Kentlerin mücavirinde bulunan, ancak şimdiye kadar tescili yapılmamış, mer’a, orman, sit alanı veya özel mülkiyet gibi herhangi bir tescili bulunmayan arazilerin, analitik tetkikleri yapıldıktan sonra imar plânlarının hazırlanması, bu planlamaya uygun olarak altyapılarının inşası ve oluşan ada ve/veya parsellerin, tapularıyla birlikte ihtiyaç sahiplerine verilmesi hizmetidir. Bugün ekonomi politikalarının önemli gündem maddesi olan bu konu, devletin planlayıcı ve yol gösterici politikasıyla, kontrollü ve istikrarlı


bir çözüme götürülebilecek durumdadır. Projenin uygulama aşamaları şöyledir: • Hazine ve Milli Emlak (kamu) mülkiyetinde bulunan ve tescil dışı bırakılmış araziler tespit edilecek ve tasnife tabi tutulacaktır. Bu çalışma daha önce TOKİ tarafından yapılmıştır. • Plânlamaya uygun olan bölgeler, o bölgenin yöresel mimarlık geleneği ve çizgileri muhafaza edilerek planlanacaktır (Plânlama gerekirse bölgelerde sınırlı yarışmalarla sağlanabilir). • Altyapı planlaması ve uygulaması Devlet tarafından yapılacaktır. Altyapı maliyeti, arsanın tahsis edileceği ihtiyaç sahiplerinden orta vâdede (5-10 yıl) içinde geri alınacaktır. Arsa ve proje parası ödemeyen vatandaş için sadece altyapı maliyetine katılmak, onun ekonomisini zorlamayacaktır. • Vatandaşın konutu yapması için ona destek olunacak ve kredi kanalları konusunda yol gösterici olunacaktır (önceki ve bugünkü uygulamalarda gözlenen, vatandaşın örgütlenmesi durumunda bu konuda bir sıkıntı yaşanmadığı şeklindedir). • Planlanmış, altyapısı tamamlanmış ve ihtiyaç sahibinin bütün taleplerini karşılamış (bahçeli ev, apartman, az katlı konut, ticaret alanı, sosyal altyapı, v.b.) ve tapusu kendisine teslim edilmiş bu arsaların vatandaşa sunulması, projenin son basamağım oluşturmaktadır. Özetle, kentsel dönüşüm ülkeye bir fırsat sunmuştur. Doğru uygulandığı zaman birçok kronik probleme çâre geliştirecektir. Şimdiye kadar, basit menfaatler adına iyice yoldan çıkarılmış arazi ve imar plânlamalarına temelden bir çözüm getirilecektir. • Kentsel arazilerin gereksiz ve spekülatif değer artışları kayıt altına alınabilecektir. Ayrıca

tescil dışı bırakılmış, atıl durumdaki araziler ekonomiye dahil edilmiş olacaktır. Tarım arazileri de böylece kurtulmuş olacaktır. • Eski bedene hazır bir don giydirilmeye çalışılmayacaktır. Sosyal doku dikkate alınıp, kullanıcıya, yani vatandaşa rağmen plânlamalar artık yapılmayacaktır. • Ruhsuz, kimliksiz ve insan unsuru hiç hesaba katılmadan yapılan şehir plânlamaları, kendi alışkanlıklarımıza, konfor beklentilerimize ve kültürümüze uygun bir şekilde yapılacaktır. Şehirleşme ve konut politikaları pozitif, akılcı ve modern bir mecraya girmiş olacaktır. Bölgelere göre plânlama yapılacak, altyapı yatırımı kapsamlı ve uzun süreler öngörülerek projelendirilecektir. Düşük yoğunluklu (tek veya iki katlı, bahçeli) ve kişilikli plânlama için bir fırsat oluşacaktır. • Deprem bölgesinde olacak yapılaşmalar ile meselâ Karaman'da depremin sözkonusu olmadığı alanlarda yapılacak uygulamalar farklı olacak, gereksiz harcamalar kısılacak, kişilikli ve bölgeye özgü plânlar geliştirilecektir. Şehirlerin mücavirinde bulunan devlet mülkiyetindeki arazilerin bu şekilde planlanması ve altyapısının tamamlanarak minimum maliyetle ve çağa uygun konumuyla ihtiyaca sunulması mümkün olacaktır. • Kentin kendi büyüme potansiyeliyle birlikte, dönüşüm sonrası devam edecek muhtemel gelişmenin yönlendirilmesi, buna uygun fizik imkânların sağlanması, yaşama kalitesinin artırılması ve ekonomik kalkınmayı da kapsaması sağlanacaktır. Bu tarihî şansın değerlendirilmesini temenni ediyoruz.. 13


DERSAADETTE TARİHİN ARMAĞANI;

HANLAR VE TİCARET

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı; Serin serin Kapalıçarşı, Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa, … Orhan Veli Mehmet Kâmil BERSE

stanbul’da Tahtakale, Mercan ve Sultanhamam bölgelerindeki tarihi hanları ve hikâyelerini anlatmaya devam ediyorum… Önce Çakmakçılar yokuşundaki girişiyle devasa bir hanı yada kervansarayı anlatmıştım, Büyük Valide han.. Biraz buruk, biraz karanlık hikayeleri vardı bu hanın, bugünde hala gizemini koruyor.. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de bu görkemli yapıdan şöyle bahsediliyor: “Bu hanın yerinde evvelce Cerrah Mehmet Paşanın sarayı vardı, zamanla yıkılmış olduğundan Kösem Valide altlı üstlü üç yüz hücreli şeddadi bir han bina ettirmiştir ki İstanbul’da Mahmut Paşa Hanı ile bundan büyük han yoktur. Bir tarafında dört köşe bir cihannüma kulesi vardır ki eflâke ser çekmiştir. Develiği ve bin adet at ve katır alır ahırı vardır. Ortasında camii şerifi vardır.” Çok fazla derinine inmedim hikâyelerin, ama önemli noktaları kamuoyuna duyurmak, farkettirmek istedim…Vakıf mallarının nasıl heba edildiğinin fotoğrafını sundum.. Sanırım ilgili kişi ve kurumlar vazifelerini hatırlamışlardır.. olumsuz her konunun takipçisi olmak bizim vazifemizdir.. Zira o kubbelerin üstüne çıkıp İstanbul’un en güzel yerinde en güzel manzarayı temaşa ederken şöyle kurgulamıştım kendimi ve bilgilerimi; Sekizbin yıllık bir halıya sekiz bin yıldır bağdaş kurup oturduğumu hayal ettim..hayal ederken bunları düşünüyorum ama, sahip olduğumuz bu kültürümüzle ne denli ilişki kurabiliyor ve bu dinamikliği nasıl sağlıyamıyoruz, tarihten gelen yapının duvarlarında o sesleri duyamıyorsak, ecdadın bize bıraktığı mirası, mirasyedi gibi harcıyan oluyoruz…. Büyük Valide han ve çevresi hayatım boyunca uğradığım mekânlar. Tahtakale, Mercan, Sultanhamam, Kapalıçarşı..kısaca Dersaadette dünya ticaretinin kalbi olan bölgeler buralar.. Tarih boyunca buralarda ekonomi ayakta tutulmuş, hatta borsa omadığı zamanlarda borsa vazifesi görmüş..Döviz taşımanın bile suç olduğu zamanlarda buralarda Döviz borsası oluşmuş, Bankaların fevkınde iş yapar olmuşlardı..1986 dan önce Döviz fiatı Tahtakale’den alınırdı, Çeyrek tam veya kraliçe dövizlerin rumuzuydu..Çeyrek- Mark, Tamdolar, Kraliçe- Sterlin karşılığı terimlerdi.. 550 YILLIK HAN

Nuruosmaniye camiinin alt tarafında başlıyan bir bölgedeki yapılardan ve aksiyonlardan sayı//44// mart 14


Kürkçü Han

bahsedeceğiz burada. Önce bölgeyede adını veren yapılar bütünü; Mahmutpaşa adını verdiği Bu yapılar bütünü, Aslında büyük bir külliye, Mahmutpaşa Külliyesi; Cami, türbe, hamam, han, medrese, imaret ve sıbyan mektebinden oluşur, fetih sonrasının ilk büyük vezir külliyesidir. Bânisi, Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamlarından, halkın “Veli” sıfatını verdiği,“Adni” mahlasıyla şiirler yazan, çağının kültürlü devlet adamlarından biri olan, Mahmut Paşadır, 1462-1467 yılları arasında Mimar Sinan-ı Atik’e yaptırmıştır. Cami, türbe, hamam, medrese, sübyan mektebi, mahkeme, çarşı ve imaret yapılarından oluşmaktadır. Külliyeden günümüze; cami, hamam, türbe ve 15 yüzyılın tek han örneği olan Kürkçüler Hanı kalabilmiştir. 1755, 1939 ve 1953 yıllarında onarımlar geçirmiştir. Mahmutpaşa Cami, 2 kubbeli ana mekân, yanlarda kubbeli bölümler ve 5 kubbeli son cemaat yerinden oluşmaktadır. Yapı kesme taştan, mihrap ve kapı ise mermerdendir. Mihrap ve minber 18. yüzyılda yapılmıştır. Hünkâr Kasrı, II. Mahmut dönemindendir. Küfeki taşından türbe, sekizgen planlı olup, kubbe ile örtülüdür. Yapının dış yüzü lacivert, firuze çini kakmalıdır. Külliyenin bir diğer yapısı Mahmutpaşa hamamı, Çifte hamamdır.. Erkekler bölümü sağlamdır. Yıldız biçimi sıcaklıklı hamamlar grubundandır.. Bölgenin ikinci büyük Hanı ve en eski hanı, bugünkü adıyla Kürkçü han..Kullanım itibarıyla Büyük Valide Hana benzer bir han. Ortada geniş bir avlu, ve daha küçük bir avludan mürekkep etrafı iki katlı hücreler,odalardan oluşan bir han Kürkçü han.. Önleri revaklı odalar tonozla örtülüdür. Çocukluğumdan itibaren sürekli ziyaret ettiğim veya ticaret maksadıyla uğradığım bir han Kürkçü han..

Büyük Valide handan çok daha eski olmasına rağmen daha diri ve bakımlı.. Kürkçü han Bu yapı İstanbul hanlarının en eskisi olup Fatih döneminden günümüze ulaşan tek örnektir. Mahmut Paşa’nın birinci sadrazamlığı sırasında (1453-1467), hamamla birlikte yapılmış olduğu düşünülen Mahmut Paşa Kervansarayı, 15.yy.’dan kalan tek han örneğidir. Bir zamanlar “Kurşunlu Han”da denilen yapı, bugün daha çok “Kürkçü Han” olarak bilinmektedir. İki katlı, çift avlulu, 128m. uzunluğunda, 68m. genişliğindeki yapının alt katında 48, üst katında 50 odası bulunur. Daha büyük olan kare biçimli avluda, avlu duvarlarına çapraz, iş odaları olarak kullanılan zemin katın üzerine, Hacı Küçük Ahmet Ağa diye isimlendirilen birinin vakfettiği, küçük bir cami yapılmıştır. Daha küçük olan kuzeydeki avlu eğri açılıdır ve eski yapı malzemesi,oldukça harap olmuştur. 17. ve 18.yüzyıllarda çıkan kent yangınlarında zarar gören yapı, birçok kez onarılmıştır. 1900’de çöken kubbe ikinci avluya az da olsa zarar vermiş, daha sonraları ikinci avluda pek çok yeni yapı inşa edilmiştir. 550 yıllık tarihi bir Kervansaray-Han yapısının bugün makyajlıda olsa aslının bozularak ve hiç alakası olmayan yapılar ilave edilerek bugüne taşınması bizleri üzmektedir.. İlk dönemlerinde deri ve kürkle ilgili bütün tabaklama, sepeleme, boyama ve dikme işlemi burada yapılıyormuş. O dönemde burası şehir dışı kabul edilir. Daha sonra etrafa kokular saçan tabaklamalar şehri rahatsız etmeye başlayınca derici ve kürkçülere yol gözükür.. O zaman esnaf çıkarılıp Zeytinburnu Kazlıçeşme'ye, deniz kenarına gönderilir. Kürkçü Han'da sadece kürkün imalat ve satışı yapılır. 15


matbaacılarını da kaynaklarından derleyip kayda geçmiş: “Matbaa-i Âmire müdürü olan ünlü matbaacı Boğos Arapyan’ın (17421836) matbaası, 19. asrın başlarında Kürkçü Hanı’nda faaliyette bulunmuştur. Tarihçi Avedis Berberyan’a göre (1799-1873) göre, bu han 27 Haziran 1854’te tamamıyla yanmıştır. Matbaacı Hovsep Kavafyan’ın matbaası da buradaydı.” Diyerek kayda geçmiş.. Mahmutpaşa’da dolaşırken, biraz aşağı bölgeyide dolaşalım buraya verilen isim Sultanhamam ,tüccar sınıfının yoğunlaştığı bir yer.. Kürkçüler yaşamlarını sürdürürken, hana yüncüler de yerleşmeye başlar, 1985-95 yılları arasında yüncüler de giderek azalır. Bunda birazda çevrecilerin rolü olduğu düşünülmelidir. Zira kürk giyenlere karşı kamuoyunda tepkiler artmıştır. 1994 ekonomik krizinden sonra bir de taksitle kürk alma alışkanlığı yok olduğu için kürkçülük büyük darbe alır. Handaki kürkçü dükkânları hızla azalır. Bir zamanlar sadece kürkçüler için üretilen astar artık üretilmez. Artık Kürkçü Han günümüzde her türlü çeyizlik ev eşyalarının bulunduğu bir çarşıya dönüştü... İstanbul Ansiklopedisi’nde; “Araştırmalar sonucu yapının inşasından bir süre sonra vakfının Fatih’e geçtiği ve 1489’da Ayasofya gelirleri arasında yer aldığı, belgelerden öğrenilmektedir. İşte bu yıllarda Mahmutpaşa’da ticari hayatın gelişerek yoğunlaşması, yapıya ikinci avlu etrafındaki ahır mekânları üzerine bir kat daha ilavesini gerektirmiş olmalıdır. Kürkçü Hanı’nın bu kanadı, özgün durumunu kaybetmiş olarak günümüze ulaşmıştır. Zemin kattaki 48 kare mekân, birer kapı ve pencere ile revak sistemine açılır. Avluyu çeviren kare kesitli payeler tuğla-derz, örme dokuludur. Kemerler de tuğladan inşa edilmiş olup, her iki katta da sivri kemer şeklindedir. Üst kat mekânları birer dikdörtgen pencereyle de dışa açılmakta, Mahmutpaşa Yokuşu boyunca cephede yer alan bir sıra dükkân üzerinde hanın özgün cephesini şekillendirmektedirler.” KÜRKÇÜ HANIN MATBAALARI

Tarih araştırmacısı Kevork Pamukciyan da, Kürkçü Han’ın bugün, yerinde yeller esen sayı//44// mart 16

Aslında Ülkemizin Kumaş, tekstil, konfeksiyon sanayiinin doğduğu bölge. Ülkemizde bugünün dev fabrikalarının temeli burası.. Sultanhamam Üniversitesi(!)nden mezun olmayan kimse bugün sanayici olamaz derler.. Ticaretin altın kurallarının yazıldığı bir yer Sultanhamam. Kimilerince bir hayat üniversitesi kimilerince Türk tekstilinin doğduğu yer olarak kabul edilen semt, tarihi yarımadanın ticarete yön veren en önemli semtlerinden birisi haline gelmeye Bizans döneminde başlıyor. üniversite okumaktan öte alaylı olmak teriminin uygulamasını bizlere gösteriyor. Türk tekstil tarihinde “Sultanhamam Kuralları”nı literatüre koymuş olan semt, ahilik döneminden hatırlarda kalan dürüstlük, çalışkanlık gibi değerleri de içerisinde barındırıyor. Yalnızca bir iş hayatı değil bir aile hayatı da yaratmış olan semt, sosyal sorumluluk bilinci ile hareket eden tüccarların yer aldığı bir saha olma özelliğinde. Geçmişte ticaretin daha çok deniz yolu ile yapıldığı düşünülünce muhteşem bir konum özelliği gösteren İstanbul’da Sirkeci ile Mahmutpaşa arasında kalan semt olarak konumlandırabileceğimiz Sultanhamam .. Sultanhamam Bizans ve Fetih sonrası döneminin Paris’i kabul edilir.. Sultanhamam üniversitesinde devamsızlık yoktur , öğrenim süresi hayat boyudur..Her yaşta öğrenilecek çok şey vardır.. Khas Ünv. Öğ.üyeleri ve öğrencilerin hazırladığı Sultanhamam kitabında eski tüccarlarda konuşturulmuş. aynı zamanda 25 yılını futbola adayan hem de bir mefruşatta işe girmiş olan Varujan Arslayan, Sultanhamam Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra kendi dükkanını açarak geçmişini günümüze taşımış durumda. Burada çıraklıktan başlayan eğitimde tezgahtarlığın ardından ustaların onaylarının alınmasıyla kendi iş yerlerini açabiliyorlardı. Bir dönem bakanlık yapmış olan Cavit Çağlar


da “Ben üniversite tahsilimi Sultanhamam’da yaptım, benim üniversitem orası.” der. Sultanhamam’da ticaretin yazılmamış dokuz tane kuralı temel kuraldır. 1-Dürüst olacaksın. 2- Sözün senetten, çekten değerli olacak. 3- Müşterilerini iyi tanıyacaksın, sağlam müşteri bulmalısın. 4- Yaptığın işi bileceksin. 5- Çok çalışacaksın. 6- Fiyatın makul olacak. 7- Anlaşmazlıklar burada çözümlenir. 8- Özel yaşamında aşırıya kaçmayacaksın 9- Yardımsever olacaksın. Sultanhamam’ın hatırımda kalan ünlü tüccarları: Topbaş ailesi, Hilmi Erdim kardeşler, Gürün Kardeşler, Haşhaş holding Ahmet haşhaş, İpekçiler, Atalar, Vakko (Şen Şapka), Paktaş vb… Onlarca han’ın ve dükkanların yıllardır hizmet verdiği Sultanhamam ve mahmutpaşanın bazı ilginç özellikleride vardır.. Mesela Türkiyedeki ilk yürüyen merdiven Sultanhamam da bir konfeksiyon mağazasında kuruldu… Türkiye’de ilk yürüyen merdiven, 29 Nisan 1964 günü İstanbul’da Sultanhamam ile Bahçekapı arasinda bulunan Atalar Mağazası’nda faaliyete geçti. 250.000 liraya mal olan yürüyen merdiven, bir gecede monte edildi. Saatlik kapasitesi 5000 kişi olan Türkiye’nin ilk yürüyen merdiveni, 5 metre yuksekliğindeki ikinci kata ortalama 10 saniyede müşterileri çıkarabiliyordu. Schlieren marka ve 12 ton ağırlığındaki yürüyen merdiven,hizmete girdiği günden itibaren yıllarca halkın ilgi odağı olmuştur. Sultanhamam, tekstil dünyasına birçok özellik katmış durumda. Babası Sultanhamam’da geliştirdiği satış stratejileri ile tanınan Eyüp Ensari bey,bu stratejilerden birisini şöyle anlatıyor: “Babam, özellikle Kayserili esnafı toplayarak şöyle bir plan yaptı, onlara şöyle dedi: ‘Siz, hiç korkmayın, bizden istediğiniz kadar malınızı alın götürün. Satarsanız parasını verin. Ama bir şartla, masraflarınız, dükkan kirası çıktıktan sonra kalan net karınızın %50’sini bana vereceksiniz’.” dedi.” Rahatça mal almaya başlayan esnaf için bu strateji Sultanhamam kültürünün de bir parçası haline geliyor. Tüm Türkiye’ye satış yapma özelliği gösteren semt, hanlar içerisinde kaybolan küçük

Kürkçü Han dükkanlardan günümüzdeki büyük tekstil sektörü haline Sultanhamam sayesinde geliyor. Popüler dönemlerinde işi iyi kavramış olanlar günümüzde arkasında bir servet bırakmış durumda. Ancak küçücük dükkanlara dahi ödenen yüksek hava paraları hatta bir handa yer bulabilmek için seneler boyunca beklenmesi gereken sıralar hala insanların hatırında yer alıyor. İstanbul dışından Sultanhamam’a alışverişe gelen esnaf ise Beyoğlu’nda konaklamaya korktuğu için her daim Sirkeci’de konaklıyor.

Fetih sonrası, Kapalıçarşı ve çevresinde gelişen Ticaret, İpekyolu güzergahı olması nedeni ile İstanbul’un ticaret mekanlarınıda şark gurubu kervansaray ve hanlarla gelişmiş..Kürkçü han , Büyük valide han, sagîr han , Kapalıçarşı çevresindeki birçok hanlar bu ticarete öncülük etmişler.. Kumaşçılığın doğudan batıya ihracatı, ve yolculuğundan elde edilen ticaret kârı bu bölgeyi dünya ticaret merkezi yapmaya yetmiştir.. Kumaşların 5 asır önceki en gözdelerini bilmeliyiz: Atlas kumaşlar;( Atlas, ince ipekten sık dokunmuş düz renkli, sert ve parlak, altın ve gümüş tellerle işlenmiş kumaş cinsidir.)...Sandal kumaşlar ;( bir yolu pamuk bir yolu ipekten dokunan özel kumaşlara Sandal denirdi.) Bu nedenle Kapalıçarşıdaki bu kumaşın borsası kabul edilen bedestene Sandal bedesteni denir.. 17


ir süredir yapmayı düşündüğüm bir çalışmayı Şehir ve Kültür Dergisi vasıtasıyla siz kültür dostlarımızla paylaşmak, sorular ve katkılar olursa da elimden geldiğince bunları değerlendirmek muradındayım inşaallah.

“TARİHİ ESER BİR EV”

SAHİBİ OLMAK İSTEYENLERE TAVSİYELER (1) Bugün yaşadığım Fatih ve doğduğum, mensubu olduğum kimlik ve medeniyetin sembolü bir semt olarak Süleymaniye, önemini tarih boyunca hiç kaybetmeyecek.. Cem ERİŞ*

Görev yaptığım yıllar boyunca, gerek İstanbul Büyükşehir Belediyesi Tarihi Çevre Koruma Müdürlüğü'nde ve Boğaziçi İmar Müdürlüğü'nde, gerekse Kültür Ve Turizm Bakanlığı İstanbul Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurullarında gördüklerimiz, yaşadıklarımız, eski eser sahibi vatandaşlarımızı adeta kurumlardan ve ellerindeki bu yapılardan nefret edecek seviyeye getiren hadiseler ve süreçler karşısında, zaman zaman dergimizde ve benzeri platformlardaki yayınlarda, panellerde, toplantılarda paylaşıp duyurmaya çalıştığım çözüm önerileri, bu önerileri dikkate almasını en azından değerlendirmesini umduğumuz kurumlarımızın kendi işletim sistemlerinde yer buluncaya kadar geçen süreçte pek çok eski eserimizin ve bunların sahiplerinin ilgisinin kaybedilmesine engel olunamadı maalesef. Bu durumda insanımıza, kadim şehirlerimizin, medeniyetimizin ve kültürümüzün tarafı olan herkese günlük hayatında her zaman karşılaşamayacağı bu sorunların çözümünde rehber niteliğinde olabilecek bir çalışmayı yavaş yavaş da olsa hayata geçirmek zarureti ve sorumluluğu hasıl oldu. Yazımızın başlığındaki ifade de bu yönde oluşturuldu. Söz konusu tavsiyeleri mümkün mertebe konunun kolay anlaşılabilmesi ve yol gösterici olabilmesi amacıyla sırasıyla aşağıda başlıklar altında tanımlayıp teknik detaylara boğmadan ve okuyucunun ilgisini dağıtmadan, birkaç sayıda yayımlanmak üzere 6 bölüm halinde siz değerli okuyucuların dikkatine sunuyorum. Sırasıyla bu bölümler: 1.BÖLÜM

Başlarken 1.1.Neden tarihi bir ev? 1.2.Asgari seviyede bilmemiz gereken mevzuat, terimler, tanımlar 2.Bölüm *Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//44// mart 18

Tarihi Eser Bir Evde Yaşamak İsteyenler İçin Ev Seçimi 2.1. Aile bireylerinin iradesi ve rızası


2.2.Bütçe 2.3.Muhit- mahalle seçimi 2.4.Ev seçimi 2.4.1.Mevcut oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.1. Fiziki olarak iyi durumda olup oturulan ve yaşayan evler 2.4.1.2. Basit bakım onarım gerektiren evler 2.4.1.3. Esaslı onarım gerektiren evler 2.4.2.Mevcut haliyle oturulamayacak seviyede harap olmuş ölü evler 2.4.3.Yıkılmış, sadece arsası kalan evler. 2.4.3.1.Yıkılmadan önce asgari rölövesi, tercihen restorasyon projesi koruma kurulunca onaylanmış evler 2.4.3.2.Yıkılmış, rölövesi/restorasyon projesi olmayan ancak arşivlerde eski fotoğrafları,vb. belgeleri bulunan evler 2.4.3.3.Yıkılmış, arşivlerde fotoğraf, rölöve gibi hiç bir belgesi olmayan evler. 2.4.4. Ayakta olsun ya da olmasın sahipleri koruma kanununa muhalefetten yasal işlem görmüş evler. 3.Bölüm

Rölöve,Restitüsyon ve Restorasyon Projeleri Hazırlık ve Onay Süreci 3.1.Proje müellifi mimarın seçimi 3.2.Projelerin hazırlık sürecinde yapılması gereken işlemler 3.3.Projelerin koruma kuruluna teslimi ve onay sürecinin takibi 3.4.Onay sonrası yapılacak işlemler 4.Bölüm

Restorasyon Uygulama Süreci ve İskan Alınması: Mutlu Son 5.Bölüm

İskan Sonrası İkamet Sürecinde Yapılacaklar ve Yapılmayacaklar 6.Bölüm

Bitirirken 1.BÖLÜM, BAŞLARKEN..

Yahya Kemal diyor ki: “ İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkar, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini , mesela : Koca Mustafapaşa semtini,yahut Eyüb’ü,yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz milli hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki: bu halk bu iklimde ezelden beridir sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar

yaraşmaz.Vatan toprağı bizde de ecnebi memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır.” Bu tahlil ve tespit şüphesiz sadece İstanbul'da değil, vatanımızın her köşesinde karşılığını bulmakta, bu coğrafyanın bize bir vatan olarak vazgeçilmez olduğunu hatırlatmaktadır. Dergimizde yayımlanan muhtelif yazılarımızda da belirttiğimiz gibi; mimari, şehir ve çevre: bizim iman , ahlak ve edeb bilincimizin bir göstergesi ve bununla irtibatlı olarak fizik mekana yansıyan tercih ve yaşam tarzımızın sadece bir sonucudur . Bugün yaşadığım Fatih ve doğduğum, mensubu olduğum kimlik ve medeniyetin sembolü bir semt olarak Süleymaniye, önemini ömrüm boyunca hiç kaybetmeyecek. Ancak Suriçi İstanbul'da, Süleymaniye ve benzeri aile ve komşuluk hukukunun zirvesi tarihi, kadim semtlerimizin büyük bir kısmı, bugünün sıradan geleneksel aileleri için dahi devlet otoritesini yanına almadan güven içinde yaşayabileceği vasatını, zeminini ve hukukunu çoktan kaybetmiş bir çöküntü bölgesi olarak acil müdahale bekliyor. Kadim fiziki varlığın ortadan kalktığıkaldırıldığı , geleneksel ailenin çoktan terk ettiği-ettirildiği ve yer yer marjinal grupların mesken tuttuğu-tutturulduğu bu semtlerde, bu dergide yayımlanan her yazımda ısrarla dikkat çekmeye çalıştığım kimlik, ruh, bilinç ve irade ile ortaya konan sosyal projelerle ancak müsbet netice almanın mümkün olduğuna inanıyorum. Aksi halde dekordan öteye geçmeyen, içinde sizin olmadığınız, meydanın turistlere bırakıldığı ve sizin de artık bir yerli turist olarak değerlendirildiğiniz "müze kent"ler olarak kalacak bu semtler elimizde sadece. Kadim şehre ve bu semtlere sahip çıkmanın bir 19


vatan ve beka meselesi olduğunun tekrar altını çizerken devlet kurumlarına düşen görevler yanında bizlere düşen görevler de olduğunu unutmamalıyız. 1.1.NEDEN TARİHİ BİR EV? Yukarıda da olduğu gibi tekrar tekrar ısrarla dikkat çekmeye çalıştığım tehlike, medeniyetimizin temsil edildiği kadim şehirlerimizin bazen turizmin, bazen arkeolojinin mevzuatla getirilen kısıtlayıcı baskısıyla, bazen de insanımızı bezdirici bürokrasiyle, içinde yaşamadığımız adeta bir müzeye dönüşme riskinin giderek daha da belirginleşmeye başlamış olması ve maalesef kadim şehrin medeniyet emaresi olan varlıklarının insanıyla beraber giderek azalmasıdır. Bugün şehirlerimizde medeniyetimizi temsil namına ürettiğimiz, kendimize ve insanlığa örnek olma adına sunabileceğimiz çok fazla bir şey yok kadim şehir, mimari ve yaşam tarzımızdan başka . Bu yüzden başta Kültür ve Turizm Bakanlığı ve yerel idareler olmak üzere tüm kurumlarımızla ve insanımızla, yerel kimlik ve kültürü korumak ve geleceğe model olarak miras bırakabilmek amacıyla tarihi ve kültürel çevremizi, mahallelerimizi,evlerimizi ve onları birbirine kenetleyen maddi ve manevi özellikleriyle anıt eserlerimizi, insanı ile beraber yerinde korumak, yaşatmak zorundayız. Bunun için tarihi evlerimizi korumak, günümüz ihtiyaçlarını da dikkate alarak ve onların içinde yaşayarak yaşatmanın yollarını bulmak, teşvik edici ve güven verici sosyal projeler üretmek zorundayız.

Cari hukukumuzda "taşınmaz kültür varlığı" olarak tanımlanan tarihi eserlerimizin sayı//44// mart 20

korunmasında ve restorasyonunda bu bilinçle hareket edilmesi gerektiğinin her defasında altını çiziyoruz.Başka bir yazımızda da belirttiğimiz gibi koruma ve restorasyon, ait olduğu toplumun kadim ve mevcut yaşam biçimi ve tercihleriyle doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla taşınmaz kültür mirasının maddi varlığının yanında onu gerçekte var eden ve bize has kılan milli ve manevi değerlerin kesintisiz devam ettiği bir zeminde, toplum asli değerleri ile zaten oradadır, orada olmalıdır, olmak zorundadır. Yani kimliğiniz ve kültürünüz orada var olabilmelidir. Bu ikisi yani restorasyon ve yerel kimlik bir arada var olamıyorsalar o zaman sosyal ve kültürel çevresi korunamamış bir tarihi çevrenin sadece ticari meta haline getirilmiş veya başkalaşarak dönüştürülmüş fiziki varlığından bahsedebiliriz maalesef. Tüm bu sebeplerle kendi babaları, dedeleri gibi tarihi bir evde yaşayarak kimliğine ve tarihine sahip çıkmak veya eldekinin bilinçli bir şekilde korunması için neler yapılması gerektiğine dair fikir sahibi olmak isteyenlere tavsiyelerimizi bu yazımızda başlıklar halinde toplamaya gayret ettik. 1.2.ASGARİ SEVİYEDE BİLMEMİZ GEREKEN MEVZUAT, TERİMLER, TANIMLAR

Taşınmaz kültür varlıklarının korunmasına ilişkin üst ve belirleyici mevzuatımız "2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu" , ilgili yönetmelikler ile bu kanun çerçevesinde alınan "Koruma Yüksek Kurulu İlke Kararları"dır. Bakanlığın web sayfasından ilgili tüm bu mevzuata rahatlıkla ulaşmak mümkündür. Bu kanunla ve ilke kararlarıyla belirtilen hususların detaylarını burada tekrarlamayacağım. Bu konuyu daha detaylı


araştırma yapmak isteyenlere bırakıp tarihi eser bir evde yaşamak isteyenler için önemli bulduğum bazı terimlerin özellikle altını çizmek istiyorum. •Kültür Varlığı; tarih öncesi ve tarihi devirlere ait bilim, kültür, din ve güzel sanatlarla ilgili bulunan veya tarih öncesi ya da tarihi devirlerde sosyal yaşama konu olmuş bilimsel ve kültürel açıdan özgün değer taşıyan yer üstünde, yer altında veya su altındaki bütün taşınır ve taşınmaz varlıklardır. •Koruma Bölge Kurulu; Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu. Halk arasında hala eski adıyla ve söylemesi daha kolay olduğu için "Anıtlar Kurulu" denilmektedir. •Rölöve: Taşınmaz kültür varlığı yapıların mevcut halihazır durumunun tespiti amacıyla hazırlanan; yapıda kullanılan malzeme, yapım tekniği, strüktürel özellikler, strüktür ve malzemeye yönelik bozulma ve deformasyonların da üzerinde gösterildiği plan, kesit, görünüş ve detaylarla beraber rapor ve analizlerle de desteklenen ölçekli mimari çizimlerdir. •Restitüsyon Projesi : Taşınmaz kültür varlığı yapıların bugünkü halihazır mevcut durumundan önceki yapıldığı ilk dönemden bugüne kadar geçirdiği kullanım, müdahale süreci ve değişikliklerini, mevcut yapı rölövesine ilaveten yazılı-görsel arşiv belgelerine dayanarak dönemsel olarak analiz eden; mimarlık ve sanat tarihi yönünden irdeleyen raporlarla desteklenen araştırma ve karşılaştırmalı çalışma tekniklerinin kullanıldığı; ölçülü plan,kesit, görünüş ve detaylardan oluşan ölçekli mimari çizimlerdir. •Restorasyon Projesi: Taşınmaz kültür varlığı yapıları belgeleyen rölöve ve restitüsyon projeleri doğrultusunda, yapının yeni kullanımdan kaynaklanan onarıma yönelik müdahale derinlik ve yöntemlerini belirleyen; raporlarla desteklenen ölçülü plan,kesit, görünüş, detaylardan oluşan ruhsata esas ölçekli mimari uygulama projesidir. •Rekonstrüksiyon Projesi ve Rekonstrüksiyon : Korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilen ve tescil edilmesine ilişkin gerekli özellikleri taşımasına rağmen elde olmayan sebeplerle tescili yapılmamış ve / veya herhangi bir nedenle yitirilmiş olan yapının, gerek kültür varlığı niteliği, gerekse kültürel çevreye olan tarihsel katkıları açısından, eldeki mevcut

belgelerden (yapı kalıntısı, rölöve, fotoğraf, her türlü özgün yazılı - sözlü, görsel arşiv belgesi vb.) yararlanmak suretiyle kendi parsellerinde daha önce bulunduğu yapı oturum alanında, eski cephe özelliğinde, aynı kitle ve gabaride, özgün plan şeması, malzeme ve yapım tekniği kullanılarak, kapsamlı restitüsyon etüdüne dayalı olarak hazırlana rekonstrüksiyon projesi ve rekonstrüksiyon uygulamasıdır. •Tadilat ve Tamirat: Yapıların yaşamını sürdürmeyi amaçlayan,ruhsata tabi olmayan: derz, iç ve dış sıva, boya, badana, oluk, dere, doğrama, döşeme ile mimari öge olarak ve sanat tarihi açısından özellik arz etmeyen tavan kaplamaları, elektrik ve sıhhi tesisat tamirleri ile çatı onarımı ve kiremit aktarılması ve yörenin özelliğine göre belediyelerce hazırlanacak imar yönetmeliklerinde belirtilecek taşıyıcı unsuru etkilemeyen müdahaleler ile çürüyen ya da bozularak eksilen mimari öğelerin özgün biçimlerine uygun olarak aynı malzeme ile değiştirilmesi, bozulan iç ve dış sıvaların, kaplamaların, renk ve malzeme uyumu sağlanarak özgün biçimlerine uygun olarak yenilenmesidir. •Esaslı Onarım: Tadilat ve tamirat dışında kalan bilimsel esaslara göre hazırlanmış ve koruma bölge kurulunca uygun bulunmuş rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerine dayalı uygulamalardır. Sağlamlaştırma (Konsolidasyon), Temizleme (Liberasyon), Bütünleme (Reintegrasyon), Yenileme (Renovasyon), Yeniden Yapma (Rekonstrüksiyon), Taşıma (Moving) birer esaslı onarım yöntemidir. •İnşai ve Fiziki Müdahale: Esaslı onarım, tesisat, sondaj, kısmen veya tamamen yıkma, yakma, kazı ve benzeri işleridir. 21


SENLE VUSLAT YAŞAMADAN,

ÖLÜM BİZE UZAK OLSUN;

SELANİK

Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik. Fahri TUNA

azlı şehir, köklü şehir, zengin şehir. Makedon kralı Cassander’in M.Ö. 315’te kurduğu güzel şehir. II. Murat’ın 1430’da Osmanlı’ya kattığı şirin şehir. 482 yıl Osmanlı’nın en çok nüfus barındıran – İstanbul’dan sonraki – 2. büyük şehir. Hıristiyanlığa Osmanlı’yla Müslüman Türkler bilhassa 15. yüzyılda eklenir, 1492’den itibarense İspanya’dan kovulan Yahudilere kucak açar Selanik; üç dinli, üç dilli bir “hoşgörü” şehrine dönüşür Selanik; ticaret alır yürür, kültür alabildiğince zenginleşir. Osmanlı Selanik’i birbiriyle “uyumlu” ve “kardeştir” ama, 1492’den beri “bizim garantörlüğümüzde” huzurlu yaşayan “Sefarad Yahudileri”ni, 1912’de bizim Selanik’ten çekilmemizden sonra “zor günler” bekler, nitekim II. Dünya Savaşı sırasında 50.000 Yahudi Almanlarca Selanik’ten alınır götürülür, hâlen de gidenlerden bir haber yoktur… Osmanlı’ya nice asker, nice devlet adamı, nice sanat adamı yetiştirir Selanik. Selanik: Hep bayındır şehir, hep berceste şehir, hep ikincil şehir. Hep önemli, hep yenilikçi, hep hareketli, hep muhalif, hep başkenti gözleyen, hep başkenti değiştirmeye çalışan şehir. Türküler “bizi” söyler, “bizim şehirlerimizi” de… “Beş minare” Bitlis’tir, “Sarı gelin” Erzurum. “Sıla parası kazanmak” denilince Vardar Ovası’na Üsküp’e, “Hasan Piştovu atsa” Debre’ye gideriz; Yemen’in “huş”u, Drama’nın “köprü”sü, İzmir’in “kavakları” yakınımızda, ta şuracığımızda, gönlümüzde özel bir yerdedir. Ya Selanik? Sahi Selanik nerdedir, nerededir? Onu da hüzünlü sanki hangisi değildir bir türkü deyiverir bize: “Çalın davulları çaydan aşaya (1) Mezarımı kazın bre dostlar belden aşaya Suyumu da dökün boydan aşaya Aman ölüm zalım ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.”

Fotoğraflar: https://selanikrehberi.com/activity/cinar-mahallesi/

sayı//44// mart 22

1909-1912 tarihleri Selanik için de bizim için de dönüm noktalarıdır: İlkinde Selanik Ordusu İstanbul’a gelip II. Abdülhamit’i “tahtından” indirir, ikincisinde ise Selanik, yüz yıldır geri alamamacasına “ikincilik tahtından” iner. Türküye devam edelim - artık okunan güzeller


güzeli bir kızın mı, yoksa Selanik’in salâsı mı siz karar verin: “Selanik içinde salâm okunur Selamın sadası bre dostlar cana dokunur Gelin olanlara kına yakılır Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” Üşenmedim gittim gördüm (2): 482 yıllık bayındır Selanik’imizden bugüne neler kalmış diye, Mustafa Kemâl’imizin doğduğu evle sahildeki kalenin bir burcu (beyaz kule) birkaç hamam ve minareleri yıkılıp müzeye ve konser salonuna dönüştürülmüş birkaç cami kalıntısından gayrı da bir şeyimiz kalmamış. Bayındır yine Selanik, yüzü hep Batıya dönük olduğundan mıdır nedir, bizden ses sada yok daha çok Varşova, Münih’in kötü bir kopyası gibi. Bizim gözümüzle de viran bir şehir. Türkümüze devam edelim: “Selanik Selanik viran olasın Taşını topracını bre dostlar seller alasın Sen de benim gibi yarsız kalasın Aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” 1912’de çekildiğimizdeki nüfus dağılımına bir göz atalım (3) : “Yahudi 61.439 kişi, Türk (Müslüman) 45.889 kişi, Yunanlı 39.956 kişi, Bulgar 6.263 kişi, Roman 2721 kişi, genel toplam: 157.889 kişi.” Balkan Harbinde (1912) Selanik ve çevresinden on binlerce Müslüman Türk Anadolu’ya göçmek zorunda bırakıldı, 1924 Mübadelesiyle on binlerce Müslüman Türk Anadolu Rumlarıyla takas edilerek İstanbul’a, Bursa’ya,

İzmit’e, Adapazarı’na, Bilecik’e, Eskişehir’e, Kütahya’ya yerleştirildi. O ailelerin 3. kuşak çocukları bugün işbaşında. Selanikliler her zaman politikada, ticarette, medyada, sanatta önemli yerlere geldiler. İpekçi ailesi örneğin, Halit Refiğ, Engin Cezzar, Hürrem Erman örneğin, Piyale grubu örneğin, Hüsnü Gürsel, ve yüzlercesi örneğin. Nikahı zorunlu Batı’da olsa, sanki gönlü Osmanlı’yı, Türk’ü, Türk günleri özler gibidir Selanik’in. Öyle gelir her gidişimizde; öyle bakar bize, öyle uğurlar gibidir bizleri. Yazıyı, domuz eti yeme korkusuyla balıkçı lokantası sorduğumuzda bize gönülden yardım eden Yunan delikanlısına ettiğimiz sözle bitirelim : “Teşekkürler Dimitris; sen en kısa zamanda Türkçeyi öğren, zira yakında gene geliyoruz, size çok lâzım olacak. Bu arada bizden çekinme Dimitris, madem ki bize yardım ettin, dokunulmazlığın daima sürecek…” Ah Selanik vah Selanik. Bizim Selanik, bizden Selanik, bizim özlediğimiz Selanik, bizi özleyen Selanik. Vuslat yaşamadan bir daha senle, ölüm bizden uzak olsun Selanik. DİPNOT

1) “Elveda Rumeli” dizisiyle popüler olan Hüseyin Yaltırık’tan alınma bir Selanik türkümüz, 2) 2010 Ramazanına rastlayan bir haftalık Balkan seyahatimde bir akşam Selanik’te dolaşmak nasib ü kısmet oldu. 3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Selanik#Osmanl.C4.B1_d. C3.B6nemi

23


EK PARTİ “BEYAZ İHTİLÂL”LE YIKILDI

Nuri Demirağ’ın Türk siyasi tarihinde ilk defa dile getirdiği, “Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmeli” talebi Tek Parti tarafından şiddetle reddedilir.

YERLİ UÇAĞIN BABAYIĞİDİ,

ÜLKESİNE SEVDALİ GİRİŞİMCİ:

NURİ DEMİRAĞ -üçüncü-

93 Harbi’nden yeni çıkmış olan 2. Abdülhamid Han etrafını saran sırtlanlara karşı amansız bir mücadele vermektedir. Hadiseler cereyan ederken Sivas’ın Divriği kasabasında sorgu hakimi Mühürzâde Ömer Bey nurtopu gibi bir evlada kavuşmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Divriği Ulu Camii’nin gölgesinde 7 Mayıs 1886 yılında dünyaya gözlerini açan bu çocuğun ismi Nuri’dir. Sabri GÜLTEKİN

O dönemi hatırlayalım; 30 Kasım 1923'te başlayan İsmet İnönü, Fethi Okyar, Celal Bayar, Refik Saydam, Şükrü Saracoğlu, Recep Peker, Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay'ın başbakanlığındaki CHP’nin 27 yıllık Tek Parti diktası, 14 Mayıs 1950'de Adnan Menderes'in gerçekleştirdiği “beyaz ihtilâl” ile yıkılır. Tek Parti hükümranlığının sandığa gömülmesiyle Türk siyasetinde yeni bir dönem başlar. İsmet İnönü'nün iktidarını 22 Mayıs 1950'de elinden alan Demokrat Partili Adnan Menderes, iktidarını kaybeden CHP’nin ölçüsüz muhalefeti karşısında, “Allah düşmanımı bile böyle bir muhalefetle karşılaştırmasın. Bütün seçimlerde mağlup olurlar, yine de ‘memleket bizimledir’, derler” isyanıyla Tek Parti’nin ruh halini çok çarpıcı bir ifade ile ortaya koyar. Sonrası malum!.. * Dün Nuri Demirağ’a, Adnan Menderes’e kan kusturan Tek Parti zihniyeti bugün aynı salvolarını Recep Tayyip Erdoğan’a yapıyor. Ve vesayetçiler kaybettikleri kaleleri tekrar alabilmek için her yola başvurup; milletin adamlarını alaşağı etme sevdalarından vazgeçmediler, vazgeçmeyecekler. DEMİRAĞ ZORDA KALANLARI GÖZETİP KOLLARDI

Nuri Demirağ, sanayide, eğitimde, ticarette, siyasette güzel insan olduğu kadar sosyal hayatta da müstesna bir kişiliğe sahiptir. 27Aralık 1939 yılında Erzincan’da deprem olunca evdeki tüm giyecek ve yiyecekleri yanına alıp bölgeye koşma alicenaplığını gösteren Demirağ, aynı zamanda 1951 yılında, evsiz ve açıkta kalan Neyzen Tevfik’e de kucak açar. Bu türden yardımını esirgemediği kişilerden birisi de Nâzım Hikmet’tir. Mehmet Emin Yurdakul, Mehmed Âkif Ersoy ve Neyzen Tevfik gibi dönemin şair ve düşünürleri ile yakın dostluk kuran Demirağ, sık sık bu şahsiyetleri evinde ağırlar, dünya ve Türkiye meseleleri hakkında görüş alışverişinde bulunur. Hatta çocuklarının ismi şair ve düşünür dostları tarafından konur. Mesude hanımefendi ile evli olan Nuri Demirağ’in bu sayı//44// mart 24


evlilikten Galip ve Kaya Alp isimli iki oğlu, Mefkure, Şükûfe, Süveyda, Suheyla, Gülbahar ve Turan Melek adlarında kızları dünyaya gelir. Annesinin 17 defa doğum yaptığını, ancak 8 kardeş hayatta kaldığını söyleyen Demirağların büyük kızı Nefkure Azak, İsmet İnönü ve çevresindekilerin babasına yaptığı kötülüklerden hep sitayişle bahseder. Açık sözlü, dürüst ve cesur bir şahsiyet olan Demirağ, tıpkı babası Ömer Bey gibi yakalandığı şeker hastalığı sonucu 13 Kasım 1957’de İstanbul’da vefat eder. Demirağ, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedilir. VEFASIZLIK...

Türkiye’nin temellerinin atıldığı bir dönemde çok güzel işlere imza atan Nuri Demirağ’a maalesef yeterince vefa gösterilmiyor. Kim bilir belki de “İstikbalin Gözyaşları”nın atacağı işaret fişeği bekleniyor. Fakat tarih nasıl binbir musibet ve talihsizlik yüzünden cephe mücadeleleri yarıda kalmış kahraman askerleri hakları olan mevkilere oturtmuşsa, bir gün Nuri Demirağ da Türkiye ve Dünya tarihinde anılacaktır. “İYİLER ÖLMEZ”

Ebedi istirahatgâhını ziyaret ettiğimiz Nuri Demirağ’ın kabri Abdurrahman Naci Demirağ’a nispetle sâde bir şekilde yaptırılmış. Dünya zenginliği ve şöhretinden iz yok. Sonsuzluğa açılan âlemin giriş kapısında üzerleri turabla örtülen Demirağ ailesinin büyüğü Nuri beyin solunda; Mesude, Şükûfe, Mefkure, sağında Nevzat, Galip, Mengücek ayak ucunda ise Kaya Alp Demirağ medfun bulunuyor. Bir ada yukarıda ise, Turan Melek Darüşşifası formunda yaptırılan ve dikkat çeken gösterişli mezarlıkta kardeş Abdurrahman Naci Bey bulunuyor. Abdurrahman Naci Bey’in solunda oğul Uğuz Tarık, sağında Turgut, onun yanında

torun Muhteşem ve ayak ucunda ise Koç Ailesi berzah komşuluğu yapıyor. Ne diyor üstad Mustafa Kutlu; “İyiler Ölmez”. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Rahmetle yâd ediyoruz. NEREDEN NEREYE...

CUMHURİYET’İN ilk döneminde “rol model” özellikleriyle ön plana çıkan değerli şahsiyetlerin nesilleri asıllarından travmatik bir şekilde koparılmış. 23 Aralık 1930 günü gerçekleşen Menemen Tertibi ile ilişkilendirilerek derdest edilen ve Şeyh Esad-ı Erbili’nin soy ağacının meyveleri atalarının zıddı şöhretleriyle arz-ı endam etmek zorunda kalmışlar. Cumhuriyet döneminin ilk Kur’an-ı Kerim tefsir ve mealini yazan Elmalı Hamdi Yazır’ın neslinin durumu da onlardan çok farklı değil. Şöhret var, para var; fakat dedelerini hatırlatacak duruş yok. Gelelim hikâyemizin kahramanı Demirağ’ların varislerinin nerelere intisap ettiğine… Oğullardan Galip Demirağ, Mekteb-i Sultânî’den (Galatasaray Lisesi) sonra University Of Michigan at Ann Arbor'da Makina Mühendisliği eğitimi alarak babası gibi istikbalin göklerde olduğu inancıyla mücadele ederken, Kaya Alp ise, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nda üst düzey bir mason olarak yolunu çizmeyi yeğler. * Abdurrahman Naci Demirağ’ın oğlu Turgut Demirağ, Tarım Mühendisi olmak için gittiği ABD’den sinemacı olarak döner. Babasının baş harfleri olan AND Film’i kurar. Yapımcı ve yönetmen olarak Yeşilçam’da birçok filme imza atar. Rüçhan Çamay ve Afet Karacan ile olan evliliklerinden Muhteşem, Melike ve Nevbahar isimli çocukları dünyaya gelir. Muhteşem, babasının yolunu seçerek sinema 25


sektöründe varlık göstermeye çalışır. Fakat şöhretin ağır yükünü kaldıramayarak bunalıma girip hayatına son verir. Dedesi Abdurrahman Naci’nin kardeşi Nuri Demirağ’a yaşadığı dönemde dünyayı dar eden zihniyetle olmaktan mutluluk duyan Melike Demirağ’ın durduğu nokta aslında meşakkatli bir yolda yürüyen Türkiye’nin ruh durumunu resmediyor. Melike hanım, AND Film’in patronu Turgut Demirağ ve caz sanatçısı Rüçhan Çamay çiftinin kızı olarak dünyaya gelir. Babasının yönettiği “Üç Kızgın Cengaver” filmiyle Yeşilçam’a adım atarken, “Arkadaş” şarkı ve filmiyle şöhretin ödüllü zirvesine yükselir. Lale Mansur’un ağabeyi Şanar Yurdatapan’la evlenir. 1980’de 24 Ocak Kararları’nın arkasından siyasi görüşleri nedeniyle eşi ve çocukları ile birlikte yurt dışına çıkar. Türk vatandaşlığı tehlikeye girmesine rağmen, 11 yıl boyunca birçok ülkede konser verip 24 Aralık 1991 tarihinde Türkiye’ye döner. Şu günlerde eğitim neferi olarak koşuşturuyor… Güzelliği dillere destan Nevbahar Demirağ Koç hanımefendiden bahsetmezsek alınganlık gösterebilir. NEVBAHAR KİM?

1970 yılının Türkiye Güzellik Kraliçesi Afet Tuğbay ve Turgut Demirağ’ın diğer kızı, yani Melike’nin kız kardeşi ve aynı zamanda Koç Ailesi’nin müstakbel gelini. İlkokuldan üniversiteye kadar, tüm eğitimini Amerika’da yapan Nevbahar Demirağ, Ali Koç’la çocukluktan beri tanışır. Büyüyüp serpildikçe Ali’nin “ruh ikizi” olduğuna kanaat getirip evlenmeye karar verir. Yakın çevreleri Ali Koç’un çok şaşaalı bir düğünle dünya evine gireceğini düşünürken, o ağabeyi Mustafa Koç’un Anadolu Yakası’ndaki köşkünde, 21 Ekim 2005 tarihinde sâde bir törenle dünya evine girer. Çocukluğu dedesi “sanayi neferi” Nuri Demirağ’ın Üsküdar Paşalimanı’ndaki korusu ile Yeşilköy’deki uçak atölyesinde geçen Profesör Doktor Banu Onaral, Drexel Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bilimleri ve Sağlık Sistemleri Fakültesi Kurucu Dekanı. sayı//44// mart 26

Banu hanımefendi, bir taraftan Türkiye’nin ilk Tayyare İnşaat Mühendisi Mehmet Kum ve Prof. Dr. Nebahat (Demirağ) Kum’un kızı olmanın gururunu yaşarken, diğer taraftan da çalışmalarıyla bilim dünyasında adından söz ettiriyor. TBMM 23. Dönem İstanbul, 24. Dönem AK Parti Sivas Milletvekili olan Mesude Nursuna Memecan ise Demirağ ailenin bir diğer torunu. Karikatürist Salih Memecan ile evli olan Mesude Nursuna hanımefendi, 24 Şubat 2012 tarihinden beri dedesinin isminin “Sivas Nuri Demirağ Havalimanı”nda yaşatılmasının mutluluğunu yaşıyor. Kısa bir sürede 1 asırlık yol yürümeye gayret gösterdik; sürç-i lisan ettiysek affola. KAYNAKÇALAR:

• Ziya Şakir, Nuri Demirağ Kimdir?, Kenan Matbaası, 1947) • M. Necmettin Deliorman, Nuri Demirağ’ın Hayat ve Mücadeleleri (Nu.D Matbaası, 1957) • Fatih M. Dervişoğlu, Nuri Demirağ Türkiye’nin Havacılık Efsânesi (Ötüken Yayınevi) • Anadolu Üniversitesi Sivil Havacılık Bülteni, sayı: 4 Kokpit Dergisi, sayı: 31


˘ Paris Kat Karșılıgı Altındağ taraflarında bir yerde Duvarları çamurdandı, bir ev vardı, ayakları ağaçtan. Gözü gibi bakardı ona, Haymana'dan gelen adam ve dokuz baş horantası Sokağın tam ortası, Arka yüzü bir caddeye bakardı... Altındağ şehrin dışına düşer Örselenmiş bir evdi Avuç kadar avlusunda yalandan bir sandalye Her gece dumanlıydı çatısı Semaver gibi tüterdi Sancılarla sallanırken sokaklar O, çocuklar gibiydi, rüyâsında gülerdi.. Akşamın eşiğinde aldı haberi; ayaküstü Kat karşılığı vereceklermiş evi. Oğlan, yapıcıyla konuşmuş -her şeyi ayarlamışlar, Paris olacakmış buralar, Paris Senin ne kıymetin var.. Haymana'dan bir yel eser -oy anam oySallardı sandalyeyi.. Çay bardağı sağ elinde, dilinde imansız küfürler kadife çiçekleri susuz Geçmişini satıp almıştı bu evi..

At gübresine konan serçeler gibiydiler Korkarak kondulardı avluya Pılı-pırtıdan önce yürekleri yörük Kapı-pencere onyedinci asırdan Ve sıvasızdı, dirilttiler, Ve kapıyı açıp girdiler, Ve içerdeki rutubete dalıp gittiler.. Buralar Paris olur mu bilmem, Kızlar burada ersiz kalır mı, kalır, Bunları kim alır lo.. Saçları iki belik örgülü ve önlerinde Kim yollarını keser, burda herkes harami Yollar daralır, yüreği keza, Herkes evinin boşluğuna zincirli, Haymana'lı kezâ.. Kuşluk vakti kuşattılar Makineler demirdendi, büyük yerdendi emirler, Sokaklar dümdüz oldu Geçmiş günleri geleceğe eklediler Ve kamyonlara yüklediler Hiç ağzını açmadı, Kimse azığını onunla paylaşmadı Önce yandı, karardı, duman oldu az sonra, sokakları bürüdü.. Ayaklarını doldurdu iki eski tek kırma Yorgun saçmalar gibi, darmadağın. Karanlığa yürüdü.. Kâmil UĞURLU

27


SIRLAR ŞEHRİ ;

ŞİRAZ

Şiraz’ın ünlü şairinin kıymeti de şiirlerinin hikmeti de ancak ölümünden sonra anlaşıldı.Güller içersinde bir bahçede bulunan Şiraz halkının “hafıziye”diye adlandırdığı kabir başında fatiha okuyup bir kenarda Hafız’ı ziyarete gelen insanları izliyorum, özellikle genç çiftler, öğrenciler ,sevgililer başta olmak üzere her kesimden İranlı.

Salih DOĞAN*

Persepolis

*Panorama 1453 Tarih Müzesi Müdürü

sayı//44// mart 28

aman, yaşamamız için bize sunulmuş armağandır. Bu armağanı doyasıya yaşa ve dostlarına da yaşat, elini çabuk tut ! Hafız-ı Şirazi Birçok kişinin tereddütle baktığı ülke İran’a ikinci seyahatim. Daha önce Tahran, Kum, Kashan, İsfehan ve Meşhed şehirlerini gezmiştim bu defa bin bir gece masallarındaki aşk, aşık, maşukların ve şairlerin şehri “Şiraz”ı görmek istiyorum. İstanbul’dan dört arkadaşımla birlikte akşamüstü Thy ile Tahrana hareket ediyoruz ..yaklaşık üç saatlik bir uçuştan sonra gece İmam Humeyni havalimanına iniyoruz ..dostum ağa Alinin kayın biraderi Şehram’ın güler yüzle “hoşamedi ağa Saleh,hoşamedi braderan” sözleriyle ilk adımlarımızı atıyoruz Tahran’a.. 40 km kadar bir mesafede havaalanı tahran merkeze yol boyunca gah aydınlık gah karanlık etrafı görmeye çalışıyor arkadaşlar Şehramla sohbet muhabbet ağa Ali’nin evinde misafir olup ertesi gün öylen vakti Şiraz’a uçacağız .. Saat 22.00 sularında ağa Alinin evine ulaşıyoruz bizi sokak kapısında hürmetle karşılıyor kucaklaşıyoruz üst kata çıkıyoruz ,orta halli bir adam olmasına rağmen dostumuz ;bizim için salonda görkemli bir İran sofrası hazırlanmış sebzi çorbasından kebab’a kadar her şey var .Çelo kebap bildiğim kadarıyla evde yapılan bir şey olmadığı için dışarıdan söylenmiş olabilir,safranlı pilav ve naneli ayran yanında lavaş ekmeği ile soluksuz karnımızı doyuruyoruz..meşhur mazenderan çayından demlemiş mis gibi kokuyor sohbeti demliyoruz İstanbul’u soruyor sürekli sık sık gelip gitsede garip bir bağımlılık yapmış ,boğazı anlata anlata bitiremiyor. Yol yorgunluğu arkadaşlarımızın gözkapakları fazla direnemiyor uykuya ,ağa Ali bize sünger döşeklerden beş yatak yapmış yanyana uzanıp yatıyoruz deliksiz bir uykuya teslim olup sabah erken kalkıp hiç olmazsa biraz Tahran’ı gezer miyiz düşüncesi vardı lakin uyandığımızda saatin 10.30 olmasından dolayı ancak kahvaltı edip Mehrabad havalimanına gitmek için zamanımız kaldığını fark ediyoruz.. Havuç reçeli başta olmak üzere ceviz,hurma,çay ve lavaş ekmeğinden oluşan kahvaltımızın ardından Mehrabad havalimanına hareket ediyoruz biraz trafik yoğun umarım uçağı kaçırmayız diye söylenirken Şehram ağa can rahat ol tez aparam men sizi diyerek bizi rahatlatıyor, Şiraz uçuşumuzu miraç havayolundan almış bizi contuarın karşında


bırakıyor vedalaşıyoruz.. Şiraz Tahran’a 800 km mesafede bir şehir yaklaşık bir saatlik uçuşumuz var 14.00 de biniyoruz uçağımıza.. bir saatlik uçuştan sonra sıcak bir öyle sonrasında Şiraz’a ulaşıyoruz... Dostum Ağa Alinin arkadaşı Kerim bey bizi havalimanında karşılıyor minibüs ile kısa bir yolculuktan sonra bizi merkeze yakın bir apart hotele götürüyor odalarımıza yerleşip bir iki saat kadar dinlenmeden sonra akşam üstü hafızın kabrine gitmek üzere sözleşiyoruz..Geniş bir apart ..Mustafa Abi ile Dr.Adil bey bir odaya, kardeşim Ender ile yakın arkadaşım Mehmet Bey başka bir odaya yerleşirken bendeniz antredeki sofaya yorgun ilişiyorum . Akşamın kıyısına doğu kalkıyoruz heyecan dorukta. Rüyalar Şehri Şirazı gezeceğiz.Masallar şehri ; Hafızın bostan ve gülistanı ,şiirin, şarabın ve aşkın şehri Şiraz.. Kerim bey bizi resepsiyonda bekliyor minibüse binip doğruca “Aramgah-ı Hafez”a gidiyoruz ..gün batıyor neredeyse ..aklımda hep Yahya Kemalin “rindlerin ölümü” var. Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış; Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle. Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde. Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. Makber-i Hafız Şirazi 14.yy da yaşamış Şirazlı büyük şair Götheyi puşkini etkilemiş bir şair Hafız ,yüzlerce yıldır dünya edebiyatında şiirleri hala okunan hem hafız hem şair hem filozof zamanının çok ötesinde etkileriyle günümüzde de İranlıların deyimi ile “zindegi”yani yasayan bir insan.. Şiraz’ın ünlü şairinin kıymeti de şiirlerinin hikmeti de ancak ölümünden sonra anlaşıldı. Güller içersinde bir bahçede bulunan Şiraz halkının “hafıziye”diye adlandırdığı kabir başında fatiha okuyup bir kenarda Hafız’ı ziyarete gelen insanları izliyorum, özellikle genç çiftler, öğrenciler ,sevgililer başta olmak üzere her kesimden İranlı. Aksam karanlığı henüz çökmüştü ki türbe müctemilatı içinde müze gibi düzenlenmiş kısmın duvarına yaslanmış ellerinde Hafız’ın divanı bulunan ezberden hafızdan şiirler okuyan ziyaretçilerin etraflarında toplandığı müteşairler dikkatimizi çekiyor bizde kendimizi Hafız’ı şiirin dili farsçanın muhteşem

Persepolis

fonetiğinde dinliyoruz.. İranlıların “Faal-e Hafiz” da dedikleri , bir şiirli fal kitabından rastgele bir sayfa seçerek orada yazılanların kendilerine dair bazı imler işaretler gösterdiğine inanıyorlar.. sonra bir diğeri hafız divanından tefehhul yapıyor(sizin için rastgele bir sayfa açıyor) oradan sizin için hikmetler bulup okuyor.. yükselen şiir sesleri ile birlikte gece Hafız’ın türbe aydınlatması gerçekten farklı bir atmosfer oluşturuyor,şiraz gecelerinde mutlaka görülmesi gereken yerlerden..hediyelik eşya mağazasından bir hafız divanı satın aldıktan sonra gecikmiş bir akşam yemeği için mihmandarımız kerim beye bizi güzel bir restorana götürmesini söylüyorum ..ilk günün yorgunluğunu otantik bir yerde iran mutfağının lezzetlerini tadarak sonlandırmak niyetindeyiz.. doğruca Haft Khan Restorana gidiyoruz..daha önceden de geldiğim için arkadaşlarıma yemekleri anlatıyorum biraz ocak başına varıp vitrinde sergilenen kebap çeşitlerine göz atıyoruz şişler bizimkilere oranla çok daha buyuk ve et miktarı cok fazla benim favorim kebab-ı khubide ,kebab-ı bergi..kebabı khubide bizim adana kıyma kebabın daha büyük şekilde hazırlanmışı gibi ,kebab-ı bergi ise bizdeki yaprak kesilmiş etlerin yatay olarak şişe geçirilmiş hali lakin kullanılan baharatlar etin terbiyesi sanıyorum çok farklı dolayısıyla doyumsuz bir lezzet sunuyor ..çorba sebzi denen bir sebze çorbası ile başlıyoruz nefis bir çorba o kadar hoşumuza gidiyor ki ikişer kase içiyoruz bu çorbadan ..sonra kebaplarımız geliyor porsiyonlar çok büyük üç gün yemek yiyemem diye geçiriyorum içimden ..fakat naneli taze ayran ve lavaş ile birlikte kebapları götürüyoruz enfes bir lezzet İran mutfağı bizim antep mutfağını biraz andırıyor ama kesinlikle farklı bir damak tadı var..dostlar ile gayet keyifli 29


iç kısmında orta büyük alanda yemyeşil bir narenciye bahçesi içinde sıcaktan bunalmışlığımıza ilaç gibi gelen bir bahçe içinden serin adımlarla geçip saraya ulaşıyoruz.. sarayın içine giriyoruz.. vitraylarda güneşin yansıttığı ışık hüzmeleriyle oluşturduğu renk cümbüşü büyüleyen, nefes kesen bir güzellik sunarken biz güneşin camla dansına tanıklık ediyoruz. CAMİ-İ VEKİL

Havuç reçeli başta olmak üzere ceviz,hurma,çay ve lavaş ekmeğinden oluşan kahvaltımızın ardından Mehrabad havalimanına hareket ediyoruz.

bir aksam yemeğinin ardından hotelimize dönüyoruz sabah kahvaltı ile birlikte şirazı gezeceğiz.. Uzun zaman hüküm süren Zend Hanedanlığı (1747-1779) zamanında yaşamış şehir. Bu dönemde Şiraz’ı İran’ın başkenti yapan Zend Hanedanı Kerim Han, Şah Abbas’ın İsfahan’da yaptığı gibi, Şiraz’a çok gösterişli yapılar yapmış. Kendini Peygamber Hz. Muhammed (SAV) naibi, vekili ilan eden Kerim Han, bu yüzden yaptırdığı birçok yapıya da Vekil Camii, Vekil Han, Vekil Saray vb. isimler koydurmuştur. Şehre kara yoluyla gelenler Bab-ı Kur’an kapısından girerek gelirler hikayeye göre bu kapıdan çıkıp gidenler sağ salim dönerlermiş geldikleri yerlere ..şairler filozoflar bilginleriyle meşhur sanat ve edebiyatla da bütünlesen, bilge sırlar şehri, hikmetin şehri Şiraz..iki milyon nüfuslu İranın altıncı buyuk şehri Zend hanedanlığı döneminde İrana baş şehirlik yapmış olan şehir görkemli İslam mimarisi ve anıtsal yapılarla adeta bir açık hava müzesi gibidir.. KALA-İ KERİM HAN

Sabah güzel bir iran kahvaltısından sonra ilk olarak gezimize Kerim Han yapılarından başlıyoruz ,ilk ziyaretimiz 250 yıllık Kerim Han Kalesi oldu. Kerim Han Zend Hanedanlığı döneminde yaşadığı evinde içinde olduğu bu kale yaklaşık dört bin metre kare bir alanı ond ört metre yükseklikte 4 adet burcu olan bir duvarla çevrilmiş dönemin en muhkem yapılarının başında gelmektedir.. Kulelerden eğik olanının Pehlevi Hanedanı döneminde hapishane olarak kullanıldığı bilinmektedir. İranın efsanevi büyük Pehlivanı Rustem’in bir devle savaşının anlatıldığı çiniler hakikaten görülmeye değer bir eşsizlikte ,kalenin sayı//44// mart 30

İslam mimarisinin görkemli yapılarından ,üzerinde durduğu 48 sütunun tamamının tek parça taştan yontulduğu bu camii Kerim Han tarafından yaptırılmıştır. Vekil Cami ;avlusuna girdiğimizde bilinen İran mimarisinin vazgeçilmezi görkemli havuzlardan biriyle karşı karşıya kalıyoruz. Küçük bir bölümünün ibadete açık olduğu muhteşem camiinin bir kısmı da müze olarak kullanılmaya devam ediliyor. BAZAR-I VEKİL

Şehrin tarihi siluetinde önemli köşe taşlarından biri de Vekil Çarşısı ;daha önce Tebriz ,Kum, İsfehan gibi şehirlerde gördüğüm çarşılar gibi biraz bizim kapalı çarşıya da benzeyen tarihi dokunun derinlemesine hissedildiği, İran kültüründeki somut olmayan kültürel miras öğelerinin; el sanatlarının tamamına yakınının yapımı ,sergilenişi ve satışı özellikle minekari sanatı,gümüşçülüğün en nadide örnekleri burada. İran’ın bu en büyük ve en güzel kapalı çarşısı da kabul edilen bu mekanda Şiraz’ın meşhur halıları, muhteşem rengiyle safran başta olmak üzere çok çeşitli baharatlar, çaylar, sürmeler, rengârenk şallar ,ipekli kumaşlar sizi uçsuz bucaksız bir derinliğe sürüklüyor. Asırlık dükkanlara dalıp esnafla zeban-ı farisi konuşmaya çalışırken biran gruptan kopup kaybolduğumu fark ediyorum..ama pişman değilim yitip giderken çarşının içinde kendimi yeniden buluyorum zamanın derinliklerinde…. HAMAM-I VEKİL

Dostlarla baştan sözleştiğimiz için endişe duymadan ana kapıda yeniden buluşuyoruz. Cami-i Vekilin öte tarafına geçip Hamam-ı Vekil’e giriyoruz ,yapı iran hamam kültürünün yansıtıldığı çeşitli estantanelerin canlandırıldığı heykellerin kullanıldığı sergilemelerden oluşan bir müzeye dönüştürülmüş ,serin olması bakımından ara ara ziyaretçiler için oluşturulan kısımlarda dinlenme şansı buluyoruz. vaktin çoktan ikindiye dayandığı bu demde Şirazın manevi dinamiği kabul edilen Şah Çerağ ve büyük şair Sadi Şirazinın kabrini ziyaret


Vekil Camii

ettikten sonra akşam yemeği için kendimizi şiirin ,şarabın ve güllerin şehri Şirazın ünlü restoranlarından birinde ödüllendireceğiz.. MAKBER-İ ŞAH ÇERAĞ

Asıl adı Seyyid Emir Ahmed olan “Şah Çerağ “Meşhed şehrinin buyuk ışık kaynağı; on iki imamın sekizincisi İmam Rıza(AS)’ın kardeşi olan bu kişiye Işıkların Şahı anlamına gelen Şah Çerağ adı verilmiştir. Geniş havuzlu bir avluya sahip olan bu türbenin çinilerle bezenmiş kubbesi ile dikkat çeken kutsal bir mekan ,özellikle Şia için kutsal kabul edilen ve dünyanın bir çok yerinde yaşayan ehli beyt dostlarının ziyaret ettiği muhteşem bir atmosfere sahiptir.Şah Çerağ türbesi girişinde bilinen mukarnas şekiller içersine aynaların döşendiği iç duvarlarında yine renki camlar ve ışıklarla benzenmiş mozaikler, ışık yansımalarıyla oluşan renk ahengi ziyaretçileri muhteşem bir atmosferde ağırlıyor, fotoğraf için izin istediğim yaşlı türbedar ,birkaç kare dış kapıdan cep çekimine ses çıkartmıyor ,bazı ziyaretçilere teberrük ( bir şeyi bereket veya mutluluk vesilesi sayarak almak veya vermek) için verilen içinde tuz ve yeşil bez parçası bulunan küçük bir naylon paketi elime tutuşturuyor. İklimin sıcak olduğu zamanlarda özellikle akşam serinliğinde insanların yoğun olarak ziyaret ettiği söylenen bu kutsal mekan büyük bir sarı kandili andıran çinili kubbesiyle kıyamete kadar türbeye el sürüp ağlayan insanların dua ve yakarışlarıyla önemli bir inanç merkezi olarak Şiraz’ı aydınlatmaya devam edecek.. MAKBER-İ SADİ ŞİRAZİ

“Gönlünün perişan olmasını istemiyorsan, perişan olanları gönlünden çıkartma” Sadi Şirazi Şairler şehri Şiraz’ın dünya kültürüne armağanı

dünya edebiyatına yön vermiş doğunun gizemini, yüksek sanat gücünü anlatan Rubaileriyle meşhur Hayyam ,Şehname’si ile meşhur Firdevsi ve Nesimi gibi şairleriyle dünyaca üne kavuşan Şiraz’ın en büyük iki şairi Hafızdan sonra Gülistanın sahibi bir çok farklı coğrafya görmüş gezmiş bir derviş bir gezgin büyük filozof Sadi’nin aramgahı bizim için bugünün son ziyaretgahı .. Bir nevi seyri suluk denen sufi yolculuğuna çıkmış olan Sadi kendi tabiriyle “ruhumu doyurmak için aç susuz gezdim” diyerek büyük eserleri bostan ve gülistanı bu şekilde yazmıştır “Kişi bu, alçak dünyaya tenezzül etti mi ,bala kapılmış sineğe döner” sözüyle aslında sufi bakışı ile herseyi özetliyor… Yeşillikler içinde güllerle dolu havuzlu bir bahçeden geçiyoruz, yüksek turkuaz kubbeli bir türbe içersinde buyuk şair.. Türbe duvarlarında Sadi’nin Şiirleri ve sözlerinin yazıldığı kitabeler mevcut. Üzerinde “Şirazlı Sadi aşkın kokusunu saçacak, hatta onun ölümünden binlerce yıl sonra bile” yazan müzevazi bir kabir mozolesi bulunmaktadır. Alt katta mahzen kısmına doğru bakıldığında insanların dilek tutup para attıkları bir küçük dilek havuzunu da görmek mümkün..ruhuna fatiha okuyor ve hürmetle ayrılıyoruz huzurundan büyük filozofun.. Çoktan gün batmış göz uçlarımızda kirpiklerimize akşam karanlığı bulaşmış yorgun argın mihmandarımız Kerim bey’den bizi şirazın en meşhur restoranlarından biri olan Shapouri Garden’e götürmesini istiyoruz, Mehmet bey sabırsız Mustafa abi mütevekkil revan oluyoruz yola… Taş yapı içersinde farklı alternatiflerin sunulduğu restoranlar varmış tercihimizi bizde son zamanların en yaygın tüketim modeli açık büfeden yana kullanıyoruz bütün kebap çeşitlerinin bir arada sunulduğu 31


Bağ-ı İrem

bu görkemli yemek şöleni bize kişi başı yaklaşık 35 dolara mal oluyor lakin iran mutfağının tüm lezzetlerine dokunma fırsatı yanında az bile … Akşam yemek sonrası bir çay bahçesi nargile mekanı olsa fena olmaz şirazın gecelerine birde böyle akalım fikrim yorgun gezginlerimiz tarafından kabul görmediğinden apart hotelimize dönüp yarın şirazdaki son gunumuz için dinlenmenin uygun olacağı kanati galip geldi.. Sabah hotelde kahvaltıdan sonra ilk işimiz Nasır El Mülk Camii ve Narenjastan Sarayı ,İrem bağlarını gezip sonra persepolis yapıp şiraz gezimizi sonlandıracağız.. KASR-I NARANJESTAN

Portakal bahçeleri içinde önünde muhteşem bir havuzla sizi karşılayan bu saray 1879’da İbrahim Mirza Khan tarafından iyaptırılmış. Saray 19.yy İran asilzadelerinin isteklerine göre tasarlanmış dönemin btün mimari ve dokoratif özelliklerini yansıttığı gibi saray yapısında kısmen Avrupa mimarisine dair izler mevcuttur.halen müze olarak kullanılan bu sarayda bütün İran saraylarının ortak özelliği demekte bir sakınca görmediğim saray mimarisinde kullanılan iç dizajndaki ahşap ve cam işçiliğinin zirvesi sayılabilecek eşsiz bir yapı,güneş ışığının binbir çeşit yansımaları sizi eşsiz bir ışık şöleni içinde kaybediyor.. büyüleniyorsunuz… Cami-i Nasır El Mülk (Pembe Cami) Şiraz’ın İslam mimarisine kaçarlar döneminden armağanı olan bu muhteşem camiyi 1876 yılında Kaçar Hanedanı’ndan Mirza Hasam Al Nasir el-Mülk yaptırmıştır. Bu görkemli camı vitraylarıyla dünyanın gözdesi olmuş sabahın ilk ışıklarıyla birlikte vitraylarıyla pembeye dönüşen cami ; ışık cümbüşü ile sıradışı çinileriyle ziyaretçilerinin ruhunu adeta gökyüzüne yükseltiyor…bunu yaşadığımız sayı//44// mart 32

için kendimizi şanslı sayıyoruz.Mihmandarımız Kerim bey gunun öteki saatlerinde bu güzelliği bulamazsınız diyede bizi uyarmayı ihmal etmiyor..Dünyanın dört bir yanından insanların bu atmosferi yaşamak için Şiraz’a geldiğinden bahsediyor.. .. Doğu gizemine dair önemli sembollerden biri olan irem bağına gideceğimizi lakin öncesinde şirazın meşhur tatlısı sıcak yaz günlerinin serinleten tatlısı “Falude-i Şirazi”den tadacağımızı söylüyor.. FALUDE-İ ŞİRAZ

Benim İrana bu ikinci seyehatim ilk seyehatimde tanışığım bu lezzeti unutmam mümkün değil,bizim tel kadayıf gibi nişastadan yapılmış , süt ve buzla yapılan üzerine isteğe bağlı olarak ,genellikle vişne veya limon, vanilya sosu yahutta nane suyu,gül suyu gezdirildikten sonra servis edilen serinleten bir tür yaz tatlısı dondurma niyetine tüketilen Şiraz’a özgü bir tatlı…Grup üyeleri Falude ile serinlerken biraz dinlenip İrem Bağlarına hareket ediyoruz.. BAĞ-I İREM

İrem Bağları doğunun mistik yaşamına dair önemli bir sembol olarak doğu klasiklerinde kendine yer edinmiş yeryüzünde cennetteki bahçelerle kıyas edilebilecek bir bahçe hayalınden yola çıkılarak oluşturulduğu düşünülen bir bağ bir bahçe…Pehlevi Hanedanının son temsilcisi olan Rıza Pehlevinin ve annesinin İslam Devriminden önce burayı sık kullandığı ortasında yine bir havuzla bezenmiş mimarisi ile aynalı revaklar mukarnaslarla dizayn edilmiş binanın ön cephesinde Hafız ve Sadi’den şiirler bulunan muhteşem bir kasır da mevcut… Lavanta kokulu patikalarında yürürken, kameriyelerde oturan, Bağ-ı İrem’in kuytu köşelerinde tedirgin sevgililer servi naz ağaçlarının gölgesinde serinlerken ..Şiraz da ki son noktamız Persepolise doğru hareket ediyoruz…


TAHT-I CEMŞİD (PERSEPOLİS)

Şiraz’a yaklaşık 60 km uzaklıkta Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan dünyanın en önemli antik kalıntılarının bulunduğu Ahamenişlerin hüküm sürdüğü Pers Kralı I.Darius’un kurduğu , inşaası’nın yüz yılı aştığı ve 200 yıl ayakta kaldığı söylenen İranlıların deyimi ile Taht-ı Cemşid yada batılıların deyimi ile ihtişamlı Persepolis. Minibüsümüze bolca meyve depolayan Kerim bey yol boyunca bize geçtiğimiz köylerden yerleşim merkezlerinden bahsediyor su kaybını enerji eksikliğini de ucuz meyve (karpuz,kavun,elma,üzüm,,portakal,vb) ile tamamlayarak yola devam ediyoruz..Kırkbeş elli dakika kadar yolculuktan sonra kalıntıları uzaktan farkediyoruz.Kuh-ı Rahman(Rahmet dağı) eteğine kurulmuş gücün ve ihtişamın sembolü Persepolis şehrine varıyoruz. Rehberimiz Kerim beyin anlatımına göre Yunan tarihçilerin iddiası o ki; Büyük İskender Persepolisi ele geçirdiğinde burada bulunan hazineyi ve kıymetli şeyleri 5 bin deve ve 25 bin katırla taşıyıp götürdüğü yönünde bilgiler mevcut. 2500 yıl öncesine dayanan bir tarihin antik kenti olan Persepolis bugüne kadar ulaşmasını aslında kum fırtınalarına borçluymuş 1930’da Alman arkeolog grubunun elli yıllık çalışması sonucu bugünkü şehir kumların altından ortaya çıkartılmış. Büyük kaya kütlelerinden oluşan devasa boyutlardaki boğa figürleri ve sutunlar arasına yerleştirilmiş “Milletler Kapısı”denen kapıdan geçerek şehre giriyoruz..Sayısızmış gibi duran yüzlerce sütun ve üzerlerindeki insan, boğa, kuş ,uçan at şeklinde yontulmuş sütun başı heykelleri, taş duvarlardaki sayısız figürler ve kabartmalarda antik dönemde başka milletlerden gelen elçilerin Pers kralına sundukları hediye seremonileri anlatılmış. 100 sutunlu salona ulaştıktan sonra taht-ı cemşid’in sırtını yasladığı tepeye yaz sıcağında zorlu bir tırmanışın ardından Kral Artaxerxes ve eşinin kaya içine oyulmuş mezarına ulaşıyoruz.mezar duvarının üst tarafında Kral ve Ahura Mazda kabartmalarla resmedilmiş , zerdüşlüğü sembolize eden bu resim; 2000 yıldan beri görkeminden hiç bir şey kaybetmemiş görünüyor.. Buradan 135000 metre karelik antik kentin panoramasını görmek bize ayrı bir keyif verdi doğrusu.. Antik şehrin anıtsal yapılarının çoğunu Ahemeniş hükümdarı Birinci Daryuş, diğer kısımlarını Kral Khaşayarşa, ve Birinci-Üçüncü Erdeşir isimli Krallar yaptırmıştır. Büyük

İskenderin Persepolisi feth etmesi sonucunda burada bulunan görkemli sarayları yıktırdığı bilinmektedir… Dönüş yolunda rehberimiz Kerim bey yol üzerindeki dev kayalıklara oyulmuş Akamenid Krallarına ait Nakş-i Rüstem (Nekropolis) mezarlarını gösteriyor .Yorgunluktan Şiraz yolunda ekip bitkin düşmüş olacak ki uyandığımızda şehre geldiğimizi farkediyoruz .. Apartımız’dan eşyalarımızı toplayıp şirazdan akşama üzeri İsfehana gitmek üzere ayrılıyoruz..

Uzun zaman hüküm süren Zend Hanedanlığı (17471779) zamanında yaşamış şehir

Şiraz’ın üzümlerine dair zihnimde hayal ettiğim bir yer göremedim. Kerim beyin söylediğine göre ;üzüm dünyaya buradan yayılmış bir meyve ve Şiraz’ın kuzeyindeki Bağ-ı Enar ve Bağ-ı Tahti bölgelerindeki üzüm bağlarında Şiraz’ın ünlü üzümleri halen yetiştiriliyor.. İki bin yıllık kadim bir medeniyetin eşsiz şehri gül’ün ,aşk’ın şiir’in şairlerin lalezar’ın ,sanatın şarabın ve musikinin tarihin imbikten geçirerek günümüze ulaştırdığı doğunun mistik masallarından çıkıp gelmiş şehir Şiraz .. Batının Modern kentlerinin çılgınca bizi çağıran kaosunun aksine ,Şiraz; mimarisi ,tarihsel dokusu ve geleneksel kültürü ile sizi kendisine çekiyor ..Haftanın belli günlerinde İstanbuldan Şiraza Thy başta olmak üzere birçok uçuş alternatifi mevcut....görmeden ölmeyin derler ya öyle bir şey işte… bizden söylemesi… Hoşha Şiraz o vaze bimisaleş, Hudavenda nigehdar ez zevaleş Şiraz hoş ve eşşizdir, Allah onu korusun Hafız-ı Şirazi 33


slında şu soruyu soruyu sorarak başlamak doğru olabilir. Türkiye gibi zengin ve kadim bir mimari geleneğin var olduğu bir toplumun, küçük ölçekte, yapı yapma kültürünün büyük ölçekte ise kentleşme olgusunun geldiği nokta, olması gereken bir noktamıdır?

“TÜRKİYE MİMARLIĞI”

ZENGİN MİRAS YOKSUL SONUÇ

Aslında yeni şehirler fikri tartışılır. belki yeni yerleşimler demek lazım. Yeni yerleşimler zamanla adeta demlenerek şehirler oluyor ve ruhunu oluşturuyor. Şehirlerimizin iyileştirilmesi dendiği zaman akla kentsel dönüşüm uygulamaları geliyor Dr. ŞİMŞEK DENİZ*

İnsan-yapı-kent ve bu birbirini tamamlayan kavramlar yaşadığımız doğaya nasıl bir takdim yaptılar? saygılı ve sorumlumu? estetik mi? yabancı ve tahripkar mı? Bu sorulara ülkemizdeki mimarlık toplumu olarak güzel ve olumlu cevaplar verebilmeyi çok isterdik. Tabi ki yer yer başarılı örnekler ve çabalar mevcut. Ancak büyük fotoğrafı yansıtmıyor. O zaman lafı uzatmadan sorunsaldan başlayalım. Yeni yerleşim ve şehirler mi, şehirlerin iyileştirilmesi mi? Aslında her ikisi de doğru yaklaşımlar.. Ancak ülkemizde yeni yerleşimler dendiği zaman kooperatif konutları ve Toki uygulamaları gibi site şehir ve yaşamı akla geliyor. Cami, ticaret alanları ve etrafında saçaklanan 10-20 katlı apartmanlar,ve bir de tabi site yönetim ofisleri .Düzensiz yerleşimden ,düzenli yerleşime geçiş çabaları, emlak fiyatlarının yüksek olduğu semtlerde yapılan rezidanslar ve Avm (alışveriş merkezleri)ler, İstanbulun kuzeydeki yeşil makro formunu tehdit eden villa yapılanmaları ve çarşaf çarşaf büyük gazetelerin reklam ekleri, parayla reklamını yaptıran müteahhitlerin boy boy resimleri ve özel hayatları.. Meslek insanından çok paraya önem veren bir yaklaşım.. Çıldır(t) an trafik,sinirli insanlar ve asabi şehirler. Aslında yeni şehirler fikri tartışılır. belki yeni yerleşimler demek lazım. Yeni yerleşimler zamanla adeta demlenerek şehirler oluyor ve ruhunu oluşturuyor. Şehirlerimizin iyileştirilmesi dendiği zaman akla kentsel dönüşüm uygulamaları geliyor. Ülkemizde çok konuşulan ama doğru örneğinin ve metodolojisinin sağlıklı ortaya konamadığı bir kavram.

*S. Zaim Üniversitesi – Nişantaşı Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi

sayı//44// mart 34

Çoğunluğu 1-2 katlı, yanında yöresinde yeşili ve ağacı olan evleri yıkıp ,çok katlı, cephesi pahalı malzemeden , kibirli ancak beton görünümünden kurtulamamış binalar tasarlamak ya da, eski mahallelerdeki tescilli ahşap sivil mimarlık örneklerini yok edip yerine hemen yanıbaşındaki tarihi dokuya saygısız


,arkada gri renkte beton fon oluşturan kimliksiz yeni yapılar yapmak. Parsel ölçeğindeki bir dönemi ve mimari üslubu yansıtan binaları tevhid edip birleştirerek ,özgün strüktürünü ortadan kaldırmak ,ön cephesini koruyarak uzun mono blok yığınlar ortaya çıkarmak da kentsel dönüşüm olmamalı.. 5366 sayılı Tarihi Kentsel Yenileme Yasası ve 6306 sayılı Kentsel Dönüşüm Yasası Türkiye için doğru ve elzem yasalar olmakla birlikte aceleye getirildi ve prematüre doğdu. Yeteri kadar ve çoğulcu olarak tartışılmadı, uygulama araçları ve yetki dağılımı sağlıklı bir şekilde oluşmadı. Medeniyet ve kültür yaklaşımının getirdiği ön hazırlık safhaları ve insana saygı göz ardı edildi. Artık şehirlerimizin birbirine çok benzemeleri ,mimari ve şehircilik farklarının da ortadan kalkması üzüntü verici. Mardin, Safranbolu, Beypazarı, Sivrihisar gibi birkaç örneğin dışında şehirlerimizin birbirinden çok farkı kalmadı. Kütahya, Diyarbakır, Antakya, Sinop, Ağrı kent merkezlerine gidin, birkaç ufak mahalle dışında hepsi birbirinin aynısı. Yerel mimari unsurları ve yerel malzemeyi ön planda tutan ,imar planları notları,cephe düzenleri ve imar disiplinini acil olarak ortaya koymamız ve mevzuatla desteklememiz gerekiyor. Binaların yöresel mimari cephesi ,sokak rejimi ve yapı malzemesi konusunda çoğunluğu bölgedeki tecrübeli mimarlardan oluşan sanat tarihçisi ve şehir plancısınında olduğu, şehir üniversitelerinin de temsil edildiği bir “Yöresel Mimari ve Estetik Kurulu” söz sahibi olmalıdır. İmar şartları yine belediye tarafından belirlenmelidir.(emsal, irtifa, taban alanı vs).

Aksi halde yine bir yapı adası içinde ,birbiriyle uyumsuz onlarca bina ve görüntü kirliliklerini görmeye devam edeceğiz. Estetik Kurullar ve Kent Konseyleri bir çok şehrimizde ve ilçemizde yasa ile mevcut ancak ,doğru yorumlanmamış ,danışılan ama fikirleri uygulanmayan oluşumlar halinde. Ülkemizde DPT coğrafi bölgelere göre planlar yapıyor ,bölgesel fonksiyonlar veriyor,ancak üst ölçekli Çevre Düzeni Planlarda ve nazım planlarda bölgelere göre fonksiyon paylaşımları ve proğramlar yerine getirilemiyor. İhtisas Şehirler ya da Temalı Şehir ya da Konulu Şehir ve onları destekleyen yeni yerleşmelerin daha doğru olacağını düşünüyorum .Mesela Eskişehir in organize hale gelmiş sanayisiyle,aynı zamanda bir üniversite şehri haline gelmesi gibi. Gaziantep, Denizli, Kayseri gibi büyük metropollere göçü durduran tutan ve işyerikonut ilişkisinin nisbeten sağlıklı olduğu şehirler gibi. Yavaş yaşayan kent ve ekolojik kentlerin Türkiye de yeterli konuşulmadığını ,tartışılmadığını söylemek mümkün.. Bu konuda yapılan panel ve konferans sayısı az .Ekolojik yapı denince sadece çatısı çim kaplı evler akla geliyor .Yapı malzemeleri 35


ve toprak oyunu oynayamayan çocuklar, bir zamanlar misket ve çivi oynayan erkek çocukları ,uygun bir yere kilim serip evcilik oynayan kız çocukları.Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.Bizim nesil bunları görüp kaybetti. Yeni nesil görmedi.İkisi de acı.

sürekli değişiyor ve gelişiyor. Ancak yeni yapı malzemelerinin içerdiği kimyasal ve terkiplerin, insan yaşamına, psikolojisine etkilerini ,kanserojen madde içerip içermediklerini irdeleyen bir kontrol mekanizması yok ülkemizde.Yerel yönetimler bünyesinde yeni yapı malzemelerinin analizlerini yapan bir laboratuar ve denetim mekanizmasının acilen kurulması gerekiyor. Metropol kentlerimizdeki ulaşım ve trafik sorunu bilhassa İstanbul da son 10 yıldır had safhada. Yeni yollar açma ve yol genişletmelerinin ulaşım planlaması açısından bir kısır döngü olduğunu artık kabul etmemiz gerekiyor. Yeni yapılan ulaşım altyapıları cazibe merkezi oluşturuyor ve yeni nüfus yoğunluğunu beraberinde getiriyor .Toplu ulaşım ağının yaygınlaştırılması ve park and ride(park et-git) sistemleriyle beslenmesi doğru çözüm olabilir. Ancak ana mesele bir türlü çare bulamadığımız ve bulacağımızı da ummadığımız göç olgusu. Nüfus planlaması denince az ve çok çocuk sayısından önce, ülke nüfusunun, ülke topraklarına, dengeli dağılımı gelmeli değil mi? İstanbul artık istiab (taşıma) haddini aşan araba gibi. Tarihi merkezlere, lastik tekerlekli araç girişine bir şekilde acilen kısıtlama getirmemiz gerekiyor. Karakollara ulaşan ya da ulaşmayan birçok kavgada otopark sorunu var. Dükkanlarının önüne set koyan esnaflar, otomobilini park edemeyen üst katta oturan konut sahibi. Komşuluk ilişkilerinin bozulması ve tahammülsüzlük. Toprak bulamayan sayı//44// mart 36

Akrabamız Antepli Yeter Teyze 70 li yılların sonunda Ümraniye de Çamlıca Tv kulesini gören bir yerde otururdu ve kümesine tilkiler gelirdi hiç unutmuyorum tilkilere Antep bedduaları ederdi. Aksaray dan Müslüm abinin minübüsüyle Zeytinburnu na taze sağılmış süt ve kümes yumurtası almaya giderdik. Tabi ki her şey değişecek gelişecek ama her şey daha insani boyutta ve ulaşılabilir idi. 2004 yılındaki yasal düzenlemelerle kaçak yapılaşma konusunda ülkemiz çok mesafe aldı. Ancak bir düzeltip bir bozmakta üstümüze yok. Spekülatif plan tadilatlarıyla askeri alan ve cami hazireleri hariç her yer, Avm, plaza ve rezidans doldu. Şehirlerimizin doğal kliması ve dolu-boş oranı bozuldu maalesef. Yanlış b ir şeyi sırf yeni diye kabul edemeyiz. Yeni yanlış işler yapmaktansa, doğru olan eskiyi tercih ederim. İnsanın para kazanma hırsından en çok şehirlerimiz zarar görüyor ve bu bizi doğru yerlere götürmüyor. Mimarlık ve şehir planlama eğitiminin yeniden tanımlanması gerekiyor.Acilen ülkemizde ve muhtemelen bir çok kentte ‘ULUSAL VE YEREL MİMARLIK PARKLARI’ nı hayata geçirelim.Ülkemizde sivil mimarlığın 1/1 ölçekli örneklerinin dahi sergilendiği,inşaat tekniklerinin öğretildiği gibi, yerel ve çağdaş mimari teknik ve malzemenin tanıtıldığı,atölye ile desteklenen mimari ,kent planlama ve ilgili bölümleri okuyan öğrencilerin ikinci adreslerinin olacağı bir merkez.Ölçek ve kıyaslamayı öğrensin öğrenciler. Şehirlerimiz ve mimarimiz açısından işler iyi giymiyorsa, meslek erbablarının da bunda payının olduğu ve olacağı gerçeğine gözümüzü kapatmamalıyız. Yine bir soruyla bitirmek istiyorum. Mimarlar, Kent plancıları ve mühendisler ; bizim iyi, donanımlı ve cesur olarak bu işleri yönlendirmemiz gerekmiyor mu?


ŞEHİRLİ OLMAK Bu böyledir ve adalet medeniyetinin doğuşu ve tarihini anlatmak ciltler dolusu yazmayı gerektirir. Ama medeniyetler değer üretiyorsa yaşıyor demektir. Recep ARSLAN

Adalet medeniyeti olan İslam dünyası su kenarlarında yerleşmeye özen gösterdiler ve su onlar için çok öneliydi. Sulara yol çizmek, yollar açmak, o suları bir yüksek yerde toplayıp, dağıtmak, su kemerleri yapmak bizim medeniyetimizin ürettiği değerlerdir. Şehir kurmanın yolu bellidir. Bir akar su çevresinde meskenler yapılır. Su yolları açılır, kemerlerle dağıtılır. Evler yamaçlarda sıralanır. Hiçbir ev kimsenin görüş alanını kapatmaz. Güneşini kesmez. Evler arasında mesafeler yakındır ve her evden öteki evin imdadına koşulur. Şehrin çıkışına da ölenler hürmetle defin edilir. Ağaçlandırılır. Yeşillikler sallandıkça, orada yatan ölülerin yaşamları boyunca yaptıkları günahların döküleceği umulur. Mezar taşlarına da hayatın geçiciliği, ahiretin ebediliği kayıtları düşer. Bu böyledir ve adalet medeniyetinin doğuşu ve tarihini anlatmak ciltler dolusu yazmayı gerektirir. Ama medeniyetler değer üretiyorsa yaşıyor demektir. Değer üretemeyen medeniyet ölmemişse bile nebati hayata girmiş demektir. Şimdi, Adalet Medeniyeti komada, bitkisel hayatta. Çünki bu medeniyetin insanları başka medeniyetlerin değerlerini üretiyor.

nsanın tarihi, insanlığın tarihi toprakta başladı. Adem ve çocukları yeryüzüne gönderildiğinde yapacağı ilk şey ağaçlardan yiyebileceği şeyleri toplamak, yemek ve hayatını devam ettirmekti. Vücut yapısı o zaman ortaya çıkmış olmalı. Toplamakta bile erkeklerin dişilerden daha başarılı olduğu izlenince, aralarında görev bölümü de oluşmaya başladı. Avcılık da devreye girdiğinde hanımların içerde, erkeklerin dışarıda hizmet etmesi gelenekleşmeye başladı. Aradan yüzyıllar geçtiğinde meyvesi biten ağaçların tekrar meyve vermesi, bostanların yeniden ekilmesi gereği görüldüğünde ziraat başladı. Bunun yanında hayvanlardan yararlanma yolları bulundu. Kimileri evcilleştirildi, kimileri etinden, sütünden ve başka taraflarından faydalanma yoluna gidildi. Nüfus artınca insanlar ektikleri bostandan, sahip oldukları hayvanlardan vaz geçemeyince toprağa yerleşme başladı. Toprağa yerleşme şehirleşmenin ilk adımıdır. Her medeniyetin benzer uygulamaları yanında kendilerine özgü uygulamaları da var. Ama her insan, toplum, kabile, millet kendine özgü tercihlerde de bulunurlar. İşte değişik medeniyetlerin ortaya çıkışını burada aramak gerek. Karada, dağda, denize komşu yerlerde, ovalarda yerleşen insanlar kendilerine göre özelliği olan yaşama biçimleri ortaya koyarken, kendi yaşam biçimlerine uygun değerler ürettiler.

Hayvan sevgisi diye insanlara pompalanan bir duygu var. Hayvan sevgisi insanın hayatında özel bir duygu haline geldiğinde, o insan artık adalet medeniyeti değeri değildir. Adalet medeniyetinde hayvan sevgisi diğer sevgiler arasından öne çıkamaz, arkada kalamaz. İnsanı, hayvanı, hayatı, ailesini, evini vatanını sevmekle beraber ve iç içedir. Hayvan sevgisi özel bir çerçeveye sıkıştırıldığında evlerde kedi, köpek beslemek moda haline geldi. Halbuki adalet medeniyetinde köpek beslenir, ama evin bahçesinde, avlusunda görev yapar. Tanımadığı birileri geldiğinde havlayarak durumu ev sahibine bildirir. Kedi beslenir ve sevilir adalet medeniyetinde. Ama onun yeri sobanın kenarıdır, ya da pencere kenarıdır. Şimdi batılılaşmış insanımız köpeği, kediyi yatağına alıyor, onunla öpüşüyor. Canı sıkıldığında da onu sokağa bırakıyor. Hangi eve gidilse koltuklar, halılar köpek ve hayvan kıllarıyla dolu. O kıllar sofraya da geliyor, bebelerin boğazına da gidiyor. Odaya kapatılan köpek veya kedi yalnız kaldığı saatlerde ağlıyor. Üst üste yerleştirilen insanlarımız katlar arasında hayvan sesi, pisliği, kılı yüzünden kavga çıkıyor. Adliye dosyalarına bakınız. Apartmanlarda insanlar kavgalı. Sebep, kedi ve köpek. İşte bir başka medeniyetin ürettiği değer, ait olmadığı bir başka medeniyette yerini aldığında sancılara sebep olması doğal ve kaçınılmazdır. 37


‘BİR DAKİKALIK’

ŞEHİR MASALI Tadı-Tuzu Yoklar’ın sokaklarından yürüye yürüye ilerledim. Gerçekten her şeyleri var gibi duran ama aslında hiçbir şeylerinin tadı olmayan bu insanlara üzüle üzüle Yoklar Dağı’na doğru yoluma devam ettim. Güneş devrilip, dağın arkasında kaybolunca ortalığı bir soğuk kapladı. İbrâhim BAŞER

ir saat on yedi dakikadır kendisini saray zanneden bir simitçideyim. Boşalan bardaktaki çay eğer “ben” olduysa, bardağa bakan çay olarak evvelime mi nazar etmedeyim? Ya da karşımda duran boş bardağın bende gördüğü âhiri mi acaba? Çayla tükettiğim gevrek lezzetten yankılar barındıran susam tânelerini parmağıma yapıştırıp ağzıma atıyorum arada bir. Bir susam varmış, bir yokmuş… Bir varmış, biri varmış, adı Han’mış. Bir yokmuş, ‘yok’ çokmuş! Çok olan yoklar çeşit çeşitmiş: Tadı-Tuzu Yoklar, Sesi-Sözü Yoklar, Cismi Yoklar, İsmi Yoklar… Yok çokmuş dedik ya, saymakla biter mi? Bitmez elbet! İşte bu say say bitmez çokluktaki yokları o ülkenin başı ve halkının demesiyle Yoklar Hânı diye nam salmış kişi yönetirmiş. Şimdi demeli ki deveden tellâl, pireden berber olsa itiraz eden olur amma masal bu, olur mu olur! Ya dedesinin beşiğini tıngır mıngır sallayan torundan konu açsam, “-Sallama!” diyecekler amma bu da olur emin ol! Masal bu; zamanına, mekânına akıl ermez, “deme olmaz, olmaz olmaz!” Her ne hâl ise, biz lâfı sündürmeyelim ve dönelim Yoklar Hânına ve diyelim: “-Bu diyar nasıl diyar? Baksan yoklar amma arkanı dönsen sesleri âsumânı tutan tantanadalar. Kim bunlar Hânım hey!” Yoklar Hânı ne dese beğenirsiniz? “-Şu dağı gördün mü?” “- Gördüm!” “-Adını bildin mi peki? Nereden bilesin be hey yabancı, aç kulağını iyi dinle sözümü. O dağa Yoklar Dağı derler. Benim ülkem o dağın yamaçlarında kurulmuştur. Çeşit çeşit kabilesi var ülkemin. Hepsinin bir yokluğu, dertlenmelerine sebep bir noksanı vardır. Sızlanıp dururlar. Desen ki şimdi ey yabancı; bunca kalabalık içinde ülkende dirliği ve düzeni nasıl sağlıyorsun(?), derim ki Han olmak kolay değil, o da benim hünerim.” Var varanın, sür sürenin ve destursuz bağa girenin elbet sorulur ise hesabı bir zaman; işte o zaman gelmeden biz de destur isteyelim Yoklar Ülkesi’ne girmek için. Şimdi ahbaplar, gelin demir asa, demir çarık yola düşelim ve dere tepe düz, üç seher bir güz gidelim. Bir arpa boyu yoldan sonra uzaklardan görünen

sayı//44// mart 38


Yoklar Dağı’na yaklaşalım iyice… O yüce dağın eteklerinde kurulmuş Yoklar Ülkesi’ne geçit arayalım. Fakat o ne? Yoklar Dağı, başı bulutlara değen o mağrur şey geçit vermeye niyetli değil galiba! Her taraf yelden duvarlarla örülü, geç geçebilirsen. Dönelene dönelene bu tuhaf memleketin kapısını arar iken dedemi salladığım beşik gıcırdadı ve derin uykudaki dedem homurdandı: “-Kapısı destursuz, ceketi astarsız oğul; sallamaktan yorulma! Böyle dedim diye sakın bana kırılma. Bak giriş ilerde, ama sakın oradaki askerlere güvenme.” GELENGEÇER KAPISI

Dedemin lafına kulak astım, sonra astığım kulağımı aldım yerine taktım. Gözlerimi dört açayım dedim amma baktım ki sadece iki gözüm var, “-Eh buna da şükür!” deyip vardım Yoklar Ülkesinin girişini tutan Gelengeçer Kapısı’na. “-Destur!” deyip bekledim. Bekledim ki birileri cevap versin. Derken, önümde birden beliriveren, tepeden tırnağa silahlı, bıyıklarına adam assan sallanır, babayiğit bir Zaneri belirmez mi? “-Ne istersin bre âdemoğlu? Bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde ne ararsın?” “-İsteğim çoktur yiğidim. Ülkenizi görmek, Yokların çokluğunu anlamaktır muradım. Ve dahi Yoklar Hânı’nın huzuruna yüz sürüp, yoklarımı azaltmak, varlarımı çoğaltmaktır isteğim.” “-Ben bilmem o kadarını. Bu kapıdan girmenin şartı, vehim şalını başına dolamaktır. Lâkin senin başında hiç bir şey görmüyorum.” O saat kafam çalışıverdi de Zaneri’ne söyleyeceğim laf dökülüverdi dudaklarımdan. “-Nasıl görmezsin yiğidim? Halis Hint ipeğinden, kızgın demir rengindeki sarığımı fark etmemek için kör olmalı insan!” Ben böyle çokbilmiş edayla sallayınca martavalı, Zaneri şöyle bir durakladı. Bunu fırsat bilip devam ettim konuşmaya: “-Hem sırtımdaki heybemde Yoklar Hânı’na verilecek yoksullar listesi var ki Hânımız bunu bekler. Kapıdan döndüğümü duyar ise başına neler gelir kim bilir?” Bıyıklarının ucu pısan Zaneri’nin gözündeki heybet ışığı da sönüverdi sanki: “-Tamam tamam geç. Ama bil ki sadece üç günün var. Üç günde buraya döndün döndün; dönemezsen Cismi Yoklar’a karışırsın” deyip, elime bir kum saati verdi. “-Bu kum saati tek yöne akar ve ne yana yatırırsan yatır hep aynı akışına devam eder.

Süre bittiğinde burada olmazsan bir daha geldiğin yeri göremezsin. Vesvese Mağarası’nda gölgelerle oyalanırsın kıyamete kadar!” Ürpermedim desem yalan olur. Fakat “-Onca yolu boşuna tepmedik ya!” diye içimden geçirip, elime tutuşturulan kum saatini heybeme yerleştirdim. Yürüdüm Yoklar Ülkesi’nin içlerine doğru… TADI-TUZU YOKLAR

Biraz yürüyünce acıktığımı fark ettim. Burnuma gelen köfte kokusu öyle döndürdü ki başımı, ne yana çevirsem bakışımı, sanki görür oldum sıcak köftelerin lezzet nakışını. “-Aman köfteci, ben böyle güzel köfte kokusu hayatımda duymadım. Lezzeti de kokusu gibiyse doldur köfteleri tabağıma tepele, yanına incesinden kıy soğanları sepele…” deyiverdim. Köfteci, cızırdayan tezgâhı kaplayan dumanlar arasından seslendi: “-Tamam beyim, köfteler tabağına yığılır birazdan. Sen otur şu söğüdün gölgesine, nefeslenedur.” Birazdan köftesi tepeleme, soğanı sepeleme tabağım, nazlı bir kuğu gibi süzülerekten önüme geldi. Köpüğü taşan ayranla dumanı tüten somun da yanında ki can dayanmaz. “-Yâ Allah!” deyip ilk lokmayı ağzıma attım ki… Allah’ım günah yazma! Sanki saman kemirmedeyim: “-Bre destur(!), bu nedir? O enfes kokular bu tabaktakilerden gelmedi mi? Peki köftelerin lezzeti nerede be köfteci!” demeye kalmadı, köfteci boynunu büktü. “-Beyim; köftemizin şekli kokusu köfte ama gelgelelim tadı-tuzu hiç yok. Köşedeki fırıncı da ekmek yapar günde üç vakit. Kokusu her yerden duyulur ekmeğin fakat tadı-tuzu sanki kırklara karışmış… Arka sokaktaki yoğurtçunun, karşımızda pekmez kaynatan pekmezcinin, velhasıl hepimizin derdi aynı: Her şeyimiz var, şöhretimiz var, şanımız var, malımız-mülkümüz tamam ama gelgelelim hiçbir yiyeceğimizin tadı-tuzu yok! Bu yokluk yüzünden aslında hiçbir varımız var değil, yokluk içinde yaşar gideriz. İşte bundan, bizlere Tadı-Tuzu Yoklar derler.” Ağzımda gevelediğim tatsız-tuzsuz lokmayı güçlükle yuttum. Kesemden birkaç mangır çıkarıp uzattım. “-Al, bak tadın-tuzun yoksa da paran var, üzülme” dedim. “-Gene tadı olmayan yemeklere dönecek 39


olduktan sonra o varlık yoktur aslında beyim” diyerek boynunu büktü. Tadı-Tuzu Yoklar’ın sokaklarından yürüye yürüye ilerledim. Gerçekten her şeyleri var gibi duran ama aslında hiçbir şeylerinin tadı olmayan bu insanlara üzüle üzüle Yoklar Dağı’na doğru yoluma devam ettim. Güneş devrilip, dağın arkasında kaybolunca ortalığı bir soğuk kapladı. Orman yolu iyiden iyiye kararınca bir kuytu kaya dibi buldum. Kuru dallardan bir yığın yaptım. Cebimden çakmağımı çıkarıp dalları tutuşturdum. Sıcağı gören bedenim gevşemeye başlayınca göz kapaklarım ağırlaştı, ağırlaştı, ağırlaştı… Uyumuşum. SESİ-SÖZÜ YOKLAR

Üşüyerek uyandım. Daha sabah olmamış, ateşimin közü küllenmişti. Etrafta uçuşan kuşları, ağaçlarda oynaşan sincapları gördüm ama ortalıkta çıt yoktu. “-Herhalde kulaklarım tıkanık” deyip önemsemedim. Aklıma heybemdeki kum saati geldi. Çıkarıp baktım ki ne göreyim? Saat heybemde ters dönmüş ama kumlar aşağıdan yukarı akmaya devam ediyor. Saatin kalan kumuna göre iki günüm daha var gibiydi. Karşımdaki çalılar oynayınca yanımdan ayırmadığım demir asama davrandım: “-Kim var orada bre destuur!” dememle çalıya doğru adım atmam bir oldu. Kıpırdanan çalının arkasında ne bulsam beğenirsiniz? Yere çömelmiş, korkuyla birbirlerine sokulmuş, ürkek bakışlı bir ana ile bebesi. Korkumdan utandım, korkuttuğuma pişman oldum: “-Korkma kadın, benden size zarar gelmez. Sabahın seherinde bu ıssız ormanda ne ararsınız deyin hele?” Ben böyle konuşunca, kadının bakışlarındaki korku kayboldu. Ağzını kıpırdatıp konuşmayı denedi. Lakin etrafta hâlâ çıt yoktu. Kulaklarımı ovuşturdum, kafamı sağa sola salladım ama “-I-ıh!”, problem bende değildi. Burası öyle bir garip yerdi ki sadece insanı değil daldaki kurdu kuşu da sesten nasibini almamıştı ya da ben sağır olmuştum. Ama öyle olsa kendi sesimi, çıkardığım gürültüyü duymamam lazımdı diye düşündüm. Derken, kadın ve bebesi hareketlendi, üç-beş adımdan sonra dönüp elleri ile gel gel ettiler. Ateşimin üzerine toprak serpip iyice söndürdükten sonra peşlerine düştüm… Çok geçmedi, karanlık bir patikadan sonra genişçe bir meydana çıktım. Meydanın etrafında evler, evlerin içinde, evlerin önünde sayı//44// mart 40

bir kaynaşmadır gidiyor. Herkes işine gücüne koyulmuş. Amma gelgelelim onca hareketli meydanda tek bir ses yok! Şaşkınlıkla etrafa bakarken beni buraya getiren kadının bebesi elinde dumanı tüten bir tas tarhana çorbasıyla çıkageldi. “-Hay Allah razı olsun, dünden beri aç gövdeme bir lezzetli lokma girmedi” dememle çorbaya saldırmam bir oldu. İçimi çorbayla ısıtıp, aç karnıma üç beş lokma girince, etrafa daha bir dikkatli baktım. Onca insan, onca koşuşturma arasında tek kelime duymamak içimi burktu burkmasına ya, anladım ki burası Sesi-Sözü Yoklar’ın yaşadığı yerdir. Sözüme söz, sesime ses bulmak için çok arandıysam da bu sessiz diyarın bana göre olmadığını tez fark ettim. Köşedeki demirci ustasına varıp delinen demir çarıklarımı uzattım. Anladı derdimi demirci, uyanık adammış. Delinen yerlerini birer parça demirle yamayıp uzattı bana. Ne desem bilemedim, iki mangırı demircinin örsüne bırakıp gözüne baktım. Elini kalbine götürüp gülümsedi. “-İnsanlar konuşa konuşa anlaşır diyen dedem ne haklıymış” diye mırıldanıp, Sesi-Sözü Yoklar’dan ayrıldım. Yoklar Hânı’na ulaşmak için az zamanım vardı ve yoluma devam etmeliydim. BİR TUHAF YER

Bu garip ülkenin acayip kabilelerinin hepsini gezmeye kalksam mı diye içimden geçirdiysem de hemen vazgeçtim. Ömrümün kalanını Vesvese Mağarası’nda geçirmeye hiç niyetim yoktu doğrusu. Yürüdüm öğlen sıcağında sarp kayalıklara doğru. “-Hey yabancı!” Amanın, bu ses de ne? Etrafta kimseler yok amma ses kulağımın dibinden geldi. Bakındım o yana kayada çöreklenmiş uyuyan bir yılandan başkası yok. “-Destur! Yılan mı konuştu?” diyecek oldum, başka bir ses karşımdan kahkahayı patlattı: “-Hah, hah, haaa! Sen tam uçmuşsun yabancı! Konuşan yılan olur mu hiç?” diyen sesin de cismini göremeyince biraz daha şaşırdım. “-Konuşan yılan olmaz ama söz de çıkacak beden ister. Kimsiniz siz?” Kulağımın dibindeki ses tekrar konuştu: “-Sesigür, sen hele gülmeyi kes! Yabancı haklı. Bizler onun için gaipten gelen sesleriz sadece. Bak yabancı, burası insan yaşamaz derecede kurak bir yer. Burada sadece birkaç yılan, üç beş


akrep bir de biz yaşarız.” Merakım iyice artmıştı: “-Siz kimsiniz peki!” “-Bize Cismi Yoklar derler. Bizim sesimiz var bedenimiz yoktur. Rivayete göre uzun yıllar önce Kel Hakkı diye birine malının değerini vermemiş atalarımız.” Karşıdaki ses tekrar bir kahkaha patlattı. “-Hah hayt! Zırıltıses, o dediğin Kel Hakkı mı? Kul Hakkı olmaya sakın!” “-Ben anlamam kelinden felinden, o da Allah’ın kulu değil mi sonuçta! Her neyse, o gün bir tufan bir sel gelmiş ki Yoklar Dağı başlarına yıkılmış sanki.” Merakım iyice artmıştı. “-Eeee?” “-E’si şu ki; ertesi gece köyün uykuya yatanları aynı rüyayı görmüş: ‘Kul Hakkı’nın helalliği alınmadan bu dünyanın cismi size haramdır. Bundan böyle kabileniz de Cismi Yoklar olarak anılacaktır’ demiş bir aksakallı pir-ü fâni.” Yılan karşı kayadan aktı, yandaki kovuğa girdi. Ben de dinlediklerimle bir halden bir hâle geçtim: “-Yıllar öncesi dedelerin hatasını şimdi torunlar mı ödermiş?” diye içimden geçireyazdım da ensemde dedemden yediğim şaplak yeri sızladı, sesi kulağımda çınladı: “-Ay oğul, dedesi koruk yer, torunun dişi kamaşır. Herkesin aklı bu karışık hesapta dolaşır”. “-Anladım Zırıltıses, anladım Sesigür. Ben buradan Yoklar Hânı’na giderim. Var mı bir diyeceğiniz, isteğiniz?” “-Bizler ne istesek boş, cisimsizin isteği mi olurmuş? Var git, gün batmadan karşı çağlayanı aş. Durumumuzu Hânımız bizden iyi bilir elbet” dedi, Zırıltıses ve Sesigür de onu tasdik etti. Karşılıklı ‘Eyvallah’ çekip ayrıldım oradan. “-Cisimsizin isteği mi olurmuş?” lafı dilime dolandı söyler durur oldum. Gerçekten bütün isteklerin kaynağı cismimiz değil miydi? İSMİ YOKLAR’LA NASIL KONUŞTUM?

Ayağımdaki demir çarıklar olmasa o kayalıklara nasıl çıkardım, o şelaleyi nasıl aşardım, şaşardım dostlar! Ama Cenâb-ı Mevlâ bir şeyi önüne koyana ve hâlisâne gayret gösterene o işi kolay eyliyormuş hakikaten. Bu fakir de kendinde bir şey olduğundan değil, Yaradan’ın himmetinden yol almıştır emin olun. Çağlayanın başına varıp, iki nefes almak için oturdum. Heybemdeki kuru ekmeği çıkarıp, serin suya banarak nefsimi körelttim. Tekrar yekinip yola koyulduğumda güneş gene Yoklar Dağı arkasına çekilmek

üzereydi. “-Bu akşam mola yok, Han Sarayı’na kadar durma!” diye kendime buyruk verdim. Yoklar Dağı’nın yamaçlarını tırmanıyordum artık. Arkamda kalan yerlere bakayım diye bir döndüm ki üç adım gerimde Zaneri nöbet tutuyor. Aklım iyiden karıştı, ayaklarım dolaştı, dedem beşiğinden ses verdi: “-Ay evlat, vazgeçme de menziline bir adım daha at!” Bir adım atıp arkama baktım ki uçsuz bucaksız bir ovada, öbek öbek yokluk ateşleri yanar durur. Yoluma dönünce gördüm ki karşımda bir ulu ağaç! Ağacın ucu bulutlara değer. Lakin dibinde bir köy var. Köyün ortasında bir şenlik, ateşlerde çevrilir kuzular, kazanlarda kaynar pilavlar, yayıklarda köpük köpük ayranlar… Yanaştım sofraya, sabahtan beri suya banıp yuttuğum üç kuru lokma giren kursağım bayram etti. Yanımdaki kambura döndüm: “-Bilemedim buraların adını ama cümlenizden razı olsun Yaradan. Neyin şenliğidir bu?” dedim. Kambur cevap verdi: “-İsmi Yoklar’a hoş geldin yabancı. Buralara kadar ulaşan ilk âdemoğlusun. Bu şenlik sanadır. Bundan yukarısı Yoklar Hânı’nın özel mülküdür. Yolun açık olsun.” “-İsmi Yoklar burası demek. Neden isminiz yok peki?” “-Yoklar Hânı’nın dizi dibinde varlık iddiası boştur yabancı! O yüzden ismimiz yoktur bizim.” “-Bütün varlık Hânınızda mı yani?” “-Bütün varlar onda ama bütün yoklar da onda.” “-Bir şey anlamadım!” “-Anlatmakla anlaşılsaydı buralara gelir miydin yabancı?” Düşündüm evvelâ ve sonra hak verdim kambura. Öyle ya; ‘bazı şeyler var ki söyleyen bilmez, bilen de söylemez’ demez miydi dedem. YOKLAR HÂNI

Sabahı dar ettim ve gün doğmadan, İsmi Yoklar’ın uğurlamasıyla, Yoklar Hânı’nın sarayına ulaşmak için ucu bulutları delen ulu ağaca tırmanmaya başladım. Çıktıkça aşağıdakiler küçüldü, küçüldü karınca sürüsüne döndüler. Kartallarla selamlaştım, bulutlara ulaştım. Gün öğleni devirince telaşlandım, kum saatini çıkarıp kalan zamanımın azlığına şaştım. Bulutların üzerine çıkınca ağaç da bitti ve geniş bir düzlüğe vardım. Yoklar Hânı’nın sarayını 41


ararken büyük bir bahçede dolanan aksakallı bir ihtiyar gördüm. “-Selâmünaleyküm dede!” “-Aleykümselâm oğul gel hele, ben de seni beklerim” deyince durdum. “-Yoksa sen Yoklar Hânı mısın?” “-Öyle de derler ama senin dediğin de olur, dede de iyiymiş!” deyip gülümsedi Yoklar Hânı. Birkaç adım ilerleyip yerdeki rengârenk, irili ufaklı binlerce şişenin içinden birini eline aldı. “-Hımm, bunlar Cismi Yoklar’ın hakkını yedikleri Kul Hakkı. Zamanı geldi, şişesini açmalıyım” dedi. “-Cismi Yoklar’ın azabı bitiyor mu?” diye heyecanla sordum. “-Azap yok oğul, çile doldurmak var sadece. Koruk üzüm güneşten şikâyet edip gölgeye saklansa hiç olgunlaşıp üzüm olabilir mi?” deyince durakladım. “-Peki Sesi-Sözü, Tadı-Tuzu Yoklar?” diyecek oldum. “-Sesi-Sözü Yoklar kendilerinden başkasını dinlemez olunca ihtiyaçları yok diye aldım sözlerini, yeniden dinlemeyi özleyecekleri zamana kadar. Tadı-Tuzu Yoklar ise, boğazlarına öyle düştüler ki komşu kabilelerin yiyeceklerine musallat oldular. İhtiyaçları yokken ambarları erzakla doldurdular. Ben de şu şişelerden birine dinlenecek sözleri, diğerine de tatları hapsettim” dedi Yoklar Hânı, gerideki içi boş iki şişeyi göstererek. “-İyi de Hânım bunların içi boş!” dedim, açığını yakaladım zannederek. Aksakalını sıvazlayıp bana bir bakış fırlattı ki Yoklar Hânı, indirdim bakışlarımı. “-O şişelerde birikenler insanların sabrıdır evlat. Sabırla koruk üzüm olur da yokluk nasıl varlığa dönüşmez?” deyince anladım düzenin sırrını. Demek böyle oluyormuş; bir varmış, bir yokmuş! “-O vakit Hânım, heybemdeki yoksullar listesini sunayım da siz onlar için de birer şişe koyun devrana. Çünkü geliş sebebim budur buraya” diyerek heybemdeki yoklar listesini aldım sayı//44// mart 42

ki ne göreyim. Listedeki isimler birer birer kaybolmakta ve çevrede yeni şişeler türemekte. “-Gördün mü evlât, ben de burada bir işçiyim, herkes kendi şişesinden mesul. Şişesi dolanın ne yokluğu kalır ne yoksulluğu. Şişen boş kalırsa da bir ömür yokluğa yerinir durursun” dedi gülümseyerek Yoklar Hânı… Yoklar Hânı’na, bana ait bir şişe var mı oralarda diye soracaktım, çekindim, utandım, soramadım… Aklıma Zaneri’ne verdiğim söz ve heybemde kumu gittikçe azalan saat gelince ter bastı birden. Yoklar Hânı anladı derdimi. “-Zaman ne kadar uzun olsa da dardır evlât. Verdiğin sözleri de kime verirsen ver önce kendine verirsin. O yüzden zamanı geçirmeden verdiğin sözleri tut ki Yoklar Ülkesi’nin bir köyünde açma gözünü” dedi. *** Ben o ulu ağaçtan ne vakit indim, İsmi Yoklar Kabilesi ile isim isim ne zaman vedalaştım, Cismi Yoklar’la ne vakit kucaklaştım, Sesi-Sözü Yoklar’la ne ara şarkılı türkülü oyunlar oynadım ve Tadı-Tuzu Yoklar’ın hâlâ damağımda kalmış lezzetli yemeklerini hangi saat gövdeye indirdim inanın hatırlamıyorum. Üç günde aldığım mesafeyi sanki üç adımda geri döndüm gibi geldi bana. Zaneri beni gülümseyerek karşıladı. Kum saatini vermek için heybeme atınca elimi: “-O da sana buraların hatırası olsun, zamanının kıymetini bil!” demesiyle kaybolması bir oldu. Arkamı dönüp bakınca ne göreyim, ne Yoklar Dağı kalmış, ne Zaneri. Koskoca ovanın ortasında bir tek ben; Masaleri! Gökten düşen üç elma; dikkat edin kimin başına geleceğinize! Dedemi daha yeni uyuttum, ben de kerevete çıkıp uzanacağım. Ona göre! Bir saat on sekiz dakikadır oturduğum masada kalan susam tanelerine “var olma” onurunu bahşederek kalkarken, boş bardağın “yokluk” makamından bakışına değdi gözüm. Ürpermedim desem yalan olacak ama dere tepe düz, üç seher bir güz mesafeden bir yüce gönüllünün sesi geldi, hafiften esen rüzgârla: “…ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim…” Simitçiden, “-Masal mı gerçek, gerçek mi masal; misâl, şimdi bunca lâfı niye ettim, kime ettim!?” diye söylene söylene uzaklaştım.


ANADOLU’NUN KAYIP

KAHRAMANLARI Bizim Sokağın Öyküleri. Yaşayıp giderken bir an karşımıza çıkan kahramanlar var bu bölümde. Kayıp kahramanlar hepsi. Kendi içinde kahraman Mustafa UÇURUM

Recep Şükrü Güngör bizlere kayıp kahramanlarla birlikte kaybettiğimiz değerleri de hatırlatıyor. Dostluk, arkadaşlık, insan kazanma yolları, sadakat gibi birçok konu işleniyor öykülerde. İkinci bölüm; Göz Kırpan Öyküler. Recep Şükrü Güngör öykülerine aşina olanlar bilirler; sorgulayıcı bir üslup vardır onun öykülerinde. Gidişattan hoşnut olmayan, haksızlığı sineye çekmeyen bu tavır Güngör’ün öykülerine de yakışan bir duruş olarak kaydedilmeli. İkinci bölüm hayata bakış açısıyla birlikte hesaba çekilen bir tutumu da öykülere taşıyor. Bir belediye başkanı çıkıyor karşımıza herkesi huzursuz eden ya da köyün delisi dünyayı kendi penceresinden gören. Bir öğretmen var cenderede, son kıyamet gibi bir ayrılık, bir iç sesin hayat mücadelesi, müdürlerin müdür olmayı hayatın gayesi sanması ve yaşanan vahametler var öykülerde. Elbette şiirin de kulağını çınlatıyor Recep Şükrü Güngör. Şairler Parkı Karacoğlan ezgisiyle şiirleri buluşturan bir öykü. Akşamüstü Yalaza öyküsü Bahaeddin Karakoç’a uzun ve sağlıklı ömür dilekleriyle okunacak bir öykü.

ecep Şükrü Güngör, bereketini Anadolu’dan alan bir öykücü. Şehirleri, insanları ruh halleriyle çok iyi tahlil eden bir öykü adam. Edebiyatçılar birçok alanda eserler verir ama isimlerinin yanına yakışan bir sıfatla anılmayı daha çok hak ederler. Roman, piyes, deneme, araştırma türünde eserleri olsa da Recep Şükrü Güngör ilk önce öykücüdür. Kayıp Kahramanlar, Recep Şükrü Güngör’ün yeni öykü kitabının adı. Sekiz öykü kitabı vardı Güngör’ün. Onun üslûbuna aşina olan okurlar Kayıp Kahramanlar’da karşılarına çıkan kuşatıcı anlatımla bir solukta okuyacaklar bu yeni öyküleri. Dört bölümden oluşuyor kitap; her bölüm kendi içinde bir dünyanın sesini fısıldıyor bize. Bu, zengin bir içerik olarak karşılıyor bizi. Güngör’ün hayatı algılayışı ve karşılayışı var her bir öyküde. Birinci bölüm; Bizim Sokağın Öyküleri. Yaşayıp giderken bir an karşımıza çıkan kahramanlar var bu bölümde. Kayıp kahramanlar hepsi. Kendi içinde kahraman. Belki dünyayı kurtarmıyorlar ama bir bakıyorsunuz çıkıp kurtulmuşlar karanlıktan. Sandalcı Tarık’ın hayata tutunma mücadelesi, akraba ziyaretinin trajikomik halleri ve Nesibe, büyük şehirlerin büyük halleri ve Yusuf ile Çağlar; Kazım Usta, Vedat, erkete üçleminde insan kazanmanın en büyük kazanç olduğu ve daha birçok öykü var kahramanları aramızda olan.

Donu Kısa Öyküler kitabın üçüncü bölümü. Öykücünün şiirle imtihanı diyebiliriz bu bölüm için. Şairler Parkı öyküsünde şiirle olan ünsiyetin kaynağını da öğreniyoruz. “Şairler parkı müdavimi sayılırım ben de. Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan demişler.” Bekir Sıtkı Erdoğan’dan başlayıp şiirlere çağlayan kendi dizelerine de kapılıp giden bir öykücü Güngör. “Çıldırmadan Önceki Son Kavşak”; bir öykücünün dizeleri olarak çıkıyor karşımıza. “içimde yeşeren buhurumeryemleri / çuhaları açelyaları / çağıl çağıl insanları / kırk beş yılımı / öldürdünüz” Kitabın son bölümü Bizim Adamın Öyküsü. Tek öyküden oluşuyor bu bölüm; Deliağa. Bir köyde bir garip Deliağa’yı anlatıyor bu uzun öykü. Öykünün girişinde Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm havasını teneffüs edecek okuyucu. Kıraç toprakları gönle şifa bir bahçe yapma gayreti selamlarken okuyucuyu sonra Deliağa’nın kendine has yaşamı damga vuruyor öyküye. Recep Şükrü Güngör, uzun hikâyede de iyi olduğunu göstermiş oldu bizlere. Akıcı, diri bir anlatımla DeliAğa’nın hal-i pür melâlini gözler önüne seriyor. Kayıp Kahramanlar, Recep Şükrü Güngör’ün öyküye verdiği yirmi yıla yaklaşan emeğinin bir sonucu olarak yüz akı öykülerle karşıladı bizi. Hayatını yazmaya ve okumaya adamış bir öykü adamdan geriye kalan Kayıp Kahramanlar’ı okudukça Anadolu gibi zengin bir coğrafyada yaşadığımız için şükürler ederek çevireceğiz sayfaları. Kayıp Kahramanlar, Recep Şükrü Güngör. 43


KİREMİTİN ASALETİNE

METHİYE

Osmanlı kiremidi' de denilen bu kiremitler, Türk mimarlığının karakteristik özelliğinden biri olmuş. Bunlar değişik yönlerdeki eğimli çatı yüzeylerinin, kaplanmasına imkan sağlamış. Osmanlı döneminde bu kiremitlerin boy ve ağırlıkları belirli ölçülere bağlanmış. Alınan karar gereği kiremitlerin boyları on sekiz parmak, bir ucu sekiz diğer ucu yedi parmak olurmuş. Bu kiremitler denetimden geçip damgalandıktan sonra kullanılabiliyormuş. Hüseyin YÜRÜK

skiden her şeyin bir değeri vardı. Şimdi her şeyin bir fiyatı var ama değeri kalmadı.” diyor bir mütefekkir. Dingin ve huzurlu bir hayattan koşar adım bir vaziyette tüketimin başrol oyuncusu olduğu fastfood bir hayata geçtik. Yaşadığımız fiyat çağı her türlü değeri büyük bir hızla tüketiyor. İnsan, zaman, kimlikler, gelenekler , örf ve adetler , kavramlar , isimler , kelimeler sanki bir kıyma makinesinin deliğinden girip sonra bir başka ürün olarak karşımıza çıkıyor. Değeri olan bir şeye ulaşmak zordur. Her değere ulaşmanın bir usulü ve adabı vardır. Fiyatı olan eşyaya ise her kesimden insan çok kolay bir şekilde ulaşabiliyor. Teknoloji ve kapitalizm bir kum fırtınası gibi en bakir coğrafyaları bile savurup altüst ediyor. Coğrafyalar , kimlikler , yerleşik düzenler tanınmaz hale geliyor. Kum fırtınasının savurduğu değerlerimizden biri de şu bizim çatılarımızın kiremiti oldu. Evvel zamandan beridir yapılan her evin , mabedin , dergahın, mescidin, çatısını bir asil duruşla süsleyip tarihe tarihe kayıt düşen kırmızı bakışlı kiremiti de bir kum fırtınası savurdu. Eskiden çatı ustaları bir damat elbisesi diker gibi çatıları kırmızı liralardan oluşan kiremitlerle süslerlerdi ve sonra da çatının en zirve yerine bir kırmızı albayrak dikerlerdi. Kiremitin döşenmesinin bile bir asaleti vardı bu ülkede. Dokununca bir dost gibi sıcaklığını ya da soğukluğunu hissettiğiniz kırmızı efsunlu bakışlı kiremit bir dost sıcaklığı ile sarardı sizi. Uzak çöl köşelerinde, soğuk hastane odalarında suyun olmadığı zaman, musalli olanların da teyemmüm arkadaşıydı kiremit. İnsanlığın bir tarihi olduğu gibi kiremitin de bir tarihçesi var. Bu mütevazi tarihçeye birlikte gözatalım: Kiremit Dünya tarihinde imalatı yapılan ilk yapı malzemelerinden oldu. Yapılan araştırmalar, ilk kullanılan kiremitlerin 2-3 cm. kalınlığında, 50 cm. eninde ve 80-100 cm. boyunda olduğunu gösteriyor. Kiremiti daha sonra Yunanlılar geliştirmiş, onlardan da Romalılar devralmış. Batı Avrupa'da Romalılar, Yunan kiremit formlarını olabildiğince geliştirdiler. Yapıların çatılarını örtmede

sayı//44// mart 44


kullanılan pişmiş toprak olan kiremidi, ilk olarak Yunanlıların hafifçe çukurlaştırılmış ince seramik levhalar biçiminde kullandıkları bilinmektedir. Romalıların özellikle yuvarlak kiremitte neredeyse bugünkü üretim kalitesine eriştiklerini söyleyebiliriz. Kiremitte ilk standartlar Romalılar tarafından geliştirilmiş ve uygulanmaya başlanmış. Kalınlık nedeni ile oluşan kuruma ve pişirme problemlerini çözmeye çalışmışlar ve böylece ilk araştırma faaliyetlerini de yine onlar başlatmışlardır. Bu çalışmalar sonucunda mümkün olduğunca ince fakat eskisine göre çok daha sağlam malzemeler üretmişler. İspanya, İngiltere, Fransa, Belçika ve Almanya'ya kiremiti tanıtan, kullanımının yaygınlaşmasını sağlayan yine Romalılar olmuş. Zira kiremit ve tuğlayı bir sanayi dalı haline getirenler Romalılardır. Anadolu' ya baktığımızda burada da gelişmelerin yukarıdaki tarihlere paralel olarak gerçekleşmiş. Osmanlı dönemine geçiş yaşanmış ve Osmanlılar zamanında kiremit ve tuğla üretimi önemli gelişmelere sahne olmuş. Küçük ve Konkav Osmanlı Kiremitlerinin yapımı bu dönemde gerçekleşmiş. Anadolu' da tuğla ve kiremitte ilk standart Osmanlı döneminde getirilmiş. 'Osmanlı kiremidi' de denilen bu kiremitler, Türk mimarlığının karakteristik özelliğinden biri olmuş. Bunlar değişik yönlerdeki eğimli çatı yüzeylerinin, kaplanmasına imkan sağlamış. Osmanlı döneminde bu kiremitlerin boy ve ağırlıkları belirli ölçülere bağlanmış. Alınan karar gereği kiremitlerin boyları on sekiz parmak, bir ucu sekiz diğer ucu yedi parmak

olurmuş. Bu kiremitler denetimden geçip damgalandıktan sonra kullanılabiliyormuş. Çok uzun zamandır Anadolu’daki binaların çatılarında kullanılan kiremitler, Avrupa’dakilerden oldukça farklı. Yüzyıllardır kendine has bir çatı biçimi olan Anadolu evlerinin yapılış tarzlarına bunlar çok uygun. Osmanlılar zamanında, her esnafta görülen ve titizlikle yerine getirilen kaliteli, istenilene uygun mal imali kiremitlerin yapımında da kendini gösterir. Bunların iyi pişmiş ve dört yüz altmış dirhem gelmesi ise aranılan önemli şartlardandı. Kiremitler belirtilen ölçülere ve ağırlıklara uygun ise damgalanır öyle satılırdı. Değilse satışına müsaade edilmezdi. Bugün ekseri evlerin çatılarında kullanılan kiremitler eski klasik tiplerden farklı, fakat ölçüleri ise hemen hemen aynıdır. Günümüzde daha ziyade ‘Marsilya tipi’ kiremit kullanılmaktadır. Kiremit, killi toprak ile ham toprağın karışımından yapıldığı gibi yalnız killi topraktan da yapılabilirdi. Kiremit yapma evsafında olan toprak, su ile arzu edilen kıvama getirilir. hamur halinde olan kıvamın nem durumu çok önemlidir. Bunlar makinelerden geçirilip toprak haline getirildikten sonra preslerde şekil verilir. Kiremit, ham olarak ortaya çıkmış olur. iyice kurutulduktan sonra fırınlarda usulüne uygun olarak pişirilir. Yapımında kullanılan kilin cinsine göre kiremitlerin renkleri farklı olur. Evlerin damına kiremit dizilirken aşağıdan yukarı oyuk tarafı üste gelecek şekilde sıralama yapılır. Burada dikkat edilecek husus uçların bir biri üstüne binmesidir. Kiremitlerin 45


farklı tipleri bulunmaktadır. Bunların çoğu adını ilk üretildiği yerden alır: Aslan Pençesi (Son Mahya) Üçyol Mahya Dört Yol Mahya Havalandırma Kiremiti Venedik Floransa Günümüzde çok değişik renklerde kiremitler bulmak da mümkün. Sadece alışılmış kiremit rengi değil de, yeşil, beyaz, mavi vb. değişik renklerde kiremitler üretilmekte. Kiremitler en önemli özelliklerinden biri yüksek ısı depolamasıyla bina içi regülasyonu sağlamasıdır. Kilin yapısı sayesinde üzerine aldığı ısıyı uzun süre muhafaza ederek sağlığa uygun olarak ısı geçişi sağlamaktadır. Özellikle çatılarda kullanılan kiremitlere gelişen teknoloji ile birlikte pek çok alternatif ürün çıkmış olsa da, hala kiremitler güzelliği ile vazgeçilmez olmaya devam etmekteler. Kiremit çatılar son derecede estetik görünüşleri ile oldukça güzel malzemelerdir. Kilin tamamen doğal oluşu, kiremitlerin doğa ile olan uyumunu sağlıyor. Bünyesinde doğaya zararlı kimyasallar bulundurmadığından dolayı ekolojik dengenin bozulmasına da neden olmuyor. İstanbul’da bir dergahın, bir paşa köşkünün, Marakeş’te bir Ulu Caminin , Roma’da bir sarayın , Fransa’da bir köşkün çatısını süsleyen kiremit zamana yenik düşerken yerini kimliksiz , kişiliksiz nevzuhur yeni bir malzeme aldı. Adına ‘membran’ diyorlar kısaca… Rulo haline getirilmiş bir siyah perdeden sayı//44// mart 46

ibaret membran……..Membranla bir dostluk oluşmuyor. Ne var ki membran plastik hayatın , plastik dostlukların , plastik geleceğin bir aktörü olarak hayatımıza katıldı. Membranın kiremit gibi bir tarihçesi yok. O daha ziyade kimyasıyla öne çıkıyor. Şimdi de membranın kimyasına bir göz atalım:Membran teknolojisi ticari anlamda asimetrik selüloz asetat TO membranların 1962 de Loeb ve Sourirajantarafindan bulunmasıyla çekici hale gelmiş. Doğal polimer selülozun bir türevi olan selüloz asetat (SA) ilk on yılda UF için ana membran malzemesi olarak kullanılmış. SA membranların hazırlanması diğerlerine göre daha kolaydır. Bununla birlikte kimyasal stabilitesi de düşüktür yani diğerlerine göre daha dar bir pH aralığına toleranslıdır, biyobozunurluğu yüksektir. Üstelik SA membranlar 30ºC nin üzerindeki sıcalıklarda kullanılamazlar ve membran performansı polimer kaymasından dolayı zamanla azalır. Bu nedenlerle yeni membran malzemeleri ortaya çıkmış. Gördüğünüz gibi membran, bir başka galakside var olduğu söylenen bir cisim gibi…Bizden ve değerlerimizden çok uzak bir madde. Şimdilerde membran, sadece kiremitin örttüğü çatıları örtmekle kalmıyor, kıymeti olan hayata ait bütün değerlerin de üzerini örtüyor.


KADIN HAKLARI HAFTASI

MÜBAREK OLSUN MU?

Kadını insan yerine koymayan zihniyete sille atarcasına bir ses yükseliyordu Kutlu şehir Medine’den kâinata ve elbet tüm insanlığa; “kadınlar size Allah’ın emanetidir. Nermin TAYLAN

Tv programları, paneller, konferanslar, sempozyumlar, sergiler, balolar, konserler vs türlü türlü metotlarla yapılan organizasyonlarda kadına değer teması işleniyor ve kadın hakları gündeme geliyor. Sergilenen kadın, konuşulan kadın, övülen kadın, anlatılan kadın ama aslında ol(a)mayan kadın. Demem o ki; basit bir gözlük reklamında dahi kadını erkeğin kucağına oturtan zihniyet yine o kadınları sömürme adına bir gün tertipliyor ve kapitalist sistem de neyi nasıl daha iyi satabilirim sevdasında var gücüyle çalışıyor. Yani, Emeçi Kadın Hakları Günü sloganı ile kadınlar sömürülmeye devam ediyor. Bir araba lastiği tanıtımında dahi kadını aşağılayan şirketler ise kadın üzerinden servetlerine servet katıyor.

ahiliye devri adetlerine baş kaldırırcasına, kadını hakir gören toplumlara hakkı mıhlarcasına, Kadını insan yerine koymayan zihniyete sille atarcasına bir ses yükseliyordu Kutlu şehir Medine’den kâinata ve elbet tüm insanlığa; “kadınlar size Allah’ın emanetidir. Özellikle son yıllarda bazı batılı dünya devletleri tarafından Emekçi Kadınlar Günü diye adlandırılıp türlü dalavere ile “Kadınlar Günü” adı altında sömürü yarışına giren bir zihniyet ne yazık ki ülkemizde de oldukça revaçta. Hatta ve hatta batıdan gelen her olayı başlarına taç yapmayı ve sanki farz-ı ayin gibi ifa etmeyi vazife bilen bir güruh adeta Kadınlar Günü’nü Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri misali kutlmaya başladı.

Aklım almıyor, beynim gördüklerim karşısında zaman zaman çalışmak istemiyor. Anneler günü, babalar günü, kadınlar günü gibi günler sömürü amaçlı olarak kapitalist baronlar tarafından kurulduğu en bedihi şekilde ortadayken nedir bu yurdum insanının yarışırcasına Kadınlar Günü kutlama çabaları? 8 Mart diye ilan edilen günün birkaç gün evvelinden başlayan ve bir hafta kadar hemen hergün kutlamalar yapılan bu saçmalık söyleyin bana hangi kutsal değerinizin tezahürüdür. EYY; Belediyeler, valilikler, bakanlıklar, STK’lar ve daha nice ülke örgütleri; şehir ortalarında diri diri kadınlarını yakan bir medeniyetten mi öğrendik biz kadınlarımıza hak vermeyi. YAHUT SENEDE BİR GÜN ELLERİNİZLE VERDİĞİNİZ KARANFİL Mİ DAHA KIYMETLİ Peygamber (s.a.v) nasihatinden. Mikrofon başında attığınız hangi slogan geçebilir Allah’ın ayetini. Nedir bu Kutlu Kadınlar Haftası minvalinden sırf reklam ve gösteriş uğruna girdiğiniz çaba.. Asr-ı saadetten yükselen o kutlu nidayı duyabilen varmı aranızda?

47


enklerin ve dinlerin sayıları çok olan, çok kalabalık, tarihî bir ülke Hindistan.. Bir çok özelliğini başka hiçbir ülkede göremeyeceğiniz bir ülke Hindistan.. Tespitlerimi ve unutulmayacak görsellerini kısa kısa paylaşacağım bu satırlarda...

HİNDİSTAN Aslında Vishakhapat bir sahil kenti. Bütün meşhur oteller var; Sheraton, Hilton, vb. Ekvator kuşağında olduğundan sanırım; hava Aralık ayında 25 derece. Bilal TIRNAKÇI

Gördüğüm en iyi şeyler; • Motosiklet kullanıcıları • Yollara bakan tarafları süslü bahçe duvarları, • Mülayim, sakin ve umursamaz insanları, • Doğal güzellikleri, • İnsanlarının yoksul ama gururlu duruşları, • İyi İngilizce konuşmaları, • Bilişim ve teknolojiye olan hâkimiyetleri, • Geleneksel kıyafetlerini; gündelik yaşamda hala kullanıyor olmaları, • Bayanların motorların arka koltuğunda kurulmuş halleri…. Gördüğüm ve hoşuma gitmeyen şeyler • Sürekli korna çalıyor olmaları, • Şehirlerindeki kesif baharat kokusu, • Şehri dolaşan açık kanala işiyor olmaları, • Fakir ile zengin arasındaki uçurumun; büyüklüğü itibariyle uçurum olmaktan çıkmış olması, • Sokaklarda uyuyan evsizleri, • Küçük motorlara on kişi binmiş halleri, • Yemeklerini elleriyle yiyor oluşları, • Kavga etmiyor ama kavga ediyor gibi yaşamları, • Sürekli kimlik, pasaport, bilet kontrolüne duydukları merakları, • Meyveleri turiste pahalıya satıyor olmaları… İki gün önce 600 Hint Lirası vererek geldiğimiz otelden bu defa 700 Hint Lirası vererek havalanına ulaştık. Hakkını teslim etmek gerekirse; ilk taksi 600 bile etmezdi, her tarafı dökülüyordu. Ama dönüş yolundaki taksinin de şoförü dökülüyordu. Tek güzel yanı; ismi ALİ’ydi… Yol boyunca bildiğim bütün sureleri okudum; adam orta şeride çok yakın gittiği için karşıdan gelen araçlarla korna sesiyle iletişim kuruyordu. Ama hamdolsun bizi havalanına eriştirdi. Vishakhapat Havaalanı bizim küçük havaalanları gibi bir yer. Aslında Vishakhapat bir sahil kenti. Bütün meşhur oteller var; Sheraton, Hilton, vb. Ekvator kuşağında olduğundan sanırım; hava Aralık ayında 25 derece. Yerlilerle konuştuğumuzda; hava sıcaklığının yaz aylarında 50 dereceyi bulduğunu söylediler. Belki de Hintlilerin yanık yüzlerle geziyor olmalarında bunun etkisi

sayı//44// mart 48


büyüktür kim bilir… Havaalanı yolu boyunca; bahçe duvarları resimlerle donatılmış, tek tip boyalı evler gördüm. Tek tip boyayarak biraz sahil kenti görüntüsü vermeye çalışmışlar anlaşılan. Ama açık kapılardan içeri kafanızı uzatıp baktığınızda; içerisinin içler acısı görüntüleri ile karşılaşıyorsunuz. Harabe evler, bakımsız bahçeler vs. vs. İngilizler gittikleri yerlere refah götürmemişler; şehirleri boşaltıp insanları köleleştirerek arkalarında yıkım bırakarak gitmişler. Hala kendisini toparlayamamış bir Hindistan kalmış geride. Alacaklarını aldıktan sonra içlerinden çıkardıkları kahramanlara ( tahminim o ki gelenler de İngiliz çıkarlarına hizmet etmişler) teslim ederek gitmişler. Geride bıraktıkları ise ana dilini unutmuş, her platformda İngilizce konuşan, günlük gazeteleri İngilizce çıkan, kendi aralarında bile İngilizce konuşan bir millet. Kararsız, etkisiz, umutsuz… Güzel yanları ise şu konuştukları İngilizceyi sadece kendilerinin anlıyor olması. Öyle ki; birkaç defa tekrar ettirmeniz gerekiyor anlayabilmeniz için. Bu güzel sahil kentinin içinden geçen büyük kanal şehre pis bir koku yayıyor. Arkadaşımla merak etmiştik bu heybetli kanal ne işe yarıyor diye… Gün boyu gördüğümüz manzara içimizi dışımıza getirdi. Bir baba ve oğlu kanala işiyordu. Bunun gibi çokça örnek görünce bu şehrin neden pis koktuğunu anladım. Birincisi; çokça baharat tüketiyorlar. İkincisi; açık alanlara işiyorlar. Sonuç; her taraf pastırma kokuyor. Vishakhapat’ da çokça kilise ve tapınak var. Aynen çokça tanrıları olduğu gibi... Hintliler irili ufaklı bir sürü heykele tapıyorlar. Çok dindar bir millet gibi durmuyor olsalar da dini ritüelleri çok baskın. Temiz, boyalı ve güzel bahçeleri olan kiliseleri İngilizlerden kalmış. Çokça Hintli rahibe ve rahibeye rastlamak mümkün. İngilizler onların dünyalıklarını alıp yerine ahiretlikler bırakmışlar. Ve gelelim ineklere… Üç gün boyunca hepi topu iki tane inek gördüm. Bir yol kenarında otluyorlardı. Çok zayıf ve çok çelimsiz, her taraflarından kemikleri çıkmış iki inek… Malum Hintlilerin tanrılarından birisi de inekler olarak bilinir. Ama bu tanrıların Hintlilerden de kendilerinden de bıkmış bir havaları vardı. Arkadaşımla latife yaptık; “ Kessek üç pay ancak çıkar” diye. Son yıllarda Hindistan’ı teknoloji ve yazılım alanlarında çokça duyuyoruz. Google çalışanlarının büyük kısmını Hintliler oluşturuyor. Biz Hindistan’da bulunduğumuz günlerde yaptıkları açıklama ile de bu alanda ses getirdiler. “Gelecek yıl tüm Avrupa’nın

kullandığı enerji kadar enerji yatırımı yapacağız”. Tabii hemen insanın aklına şu soru geliyor: “ Bu enerjiyi Hindistan nerede kullanacak?” Belli ki üretim ve rekabet planları var. Geleceğin önemli güçlerinden birisi olmayı planlayan Hindistan’a başarılar diliyoruz. Ama bir isteğimiz var: Bu ticaretten ve gelişmeden elde ettikleri gelirin bir kısmını şehirlerini imar etme ve insanlarının refahı için kullanmaları… 2012 yılında Çin’e gitmiştim. Orada yeni yeni çok katlı binalar görüp şaşırmıştım. Rehberimize sormuştum; bu binalar kimler için diye. Rehberimiz “ Artık Çinliler zengin. Çok insanın yaşadığı küçük evlerden bu ortamlara geçiyorlar” demişti. Demek ki Hindistan için biraz daha beklememiz lazım. Ülkem, güzel ülkem sana geliyorum. Sana geliyorum; her şeyiyle güzel, her şeyiyle cennet ülkem. İnsanıyla, doğası, yemeği, suyu, havasıyla seni bize vatan yapan Rabbe hamdolsun… Hindistan yolculuğumuz tam kaç saat sürdü hatırlamıyorum ama şimdi Dubai’deyiz. Havadan Dubai’ye uzun uzun bakma şansımız oldu. Hindistan fotoğrafından sonra sanki uzayda bir yere gelmiş gibi hissediyor insan. Denize doğru uzanan ışıklar, ışıklardan örülmüş cümbüş ve geride dünyaya dair ne varsa… Gökdelenler, yüksek binalar, ışıklar… Bu muhteşem manzarayı görünce insanın aklına ilk gelen şey; adamlar bilgisayar oyunundan şehir yapmışlar. Hindistan’da gittiğimiz şehir Smart City diye adlandırılıyordu. Smart kısmını bilmem ama City kısmı biraz tartışmalıydı. Direklerden sarkan kablolar, yollarda üzeri açık kanallar, kanallara işeyen insanlar vs vs… Şehrin smart olması ne kadar önemli bilmiyorum ama yaşayanların biraz düzenli olması daha tercih edilir bir durum diye düşünüyorum…

Gökdelenler, yüksek binalar, ışıklar… Bu muhteşem manzarayı görünce insanın aklına ilk gelen şey; adamlar bilgisayar oyunundan şehir yapmışlar. Hindistan’da gittiğimiz şehir Smart City diye adlandırılıyordu.

Hem akıllı şehir kısmına dair de pek bir ize rastlamadık. Bu anlamda gördüğümüz tek şey; otel odasındaki bir kutu ile bütün ışıkların açılıp kapatılabilmesiydi. Bunun dışında; bütün araçların olanca gücüyle kornalarını çalarak hareket etmesi, ses kirliliği, hava kirliliği, sağlıksız ortamlar, sağlıksız yapılaşma her şey vardı bu Smart City de. Dubai ise çok farklı. Havaalanından itibaren şehirde bir düzen ve intizam olduğu belli. Her yer mis gibi kokuyor. En azından görüntü kirliliği, ses kirliliği yok. Mis gibi kokmak deyince; havaalanında free shopda dolaşırken çokça parfümlerin deneme versiyonundan sıktım üzerime, maksadım Hindistan kokusu bir an önce çıksın üzerimden istiyordum… 49


BENİM ŞEHİRLERİM, BENİM EVLERİM

ÇORLU’DA BİR ÖĞRENCİ Tipik bir güneydoğu kasabası olan ve taş evleriyle tanınan Kilis tarım kentiydi ve halkı Türkmen idi. Çorlu ise söz konusu zaman dilimi (1963) içinde modern bir askeri nüfus ağırlıklı kasabaydı. Şehir merkezinde törenler yapılırdı. Sokaklarda genelde akasya ağaçları vardı. Şehir yeşil bir görünüme sahipti. Kışı da zorlu geçerdi.. Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

sayı//44// mart 50

7 Mayıs 1960 Askeri Darbesi eğitime de darbe vurmuştu. Bu konuda hiç kimse her hangi bir soru soramazdı. Herkes darbenin faziletlerinden(!) bahsetmek durumundaydı. Adil olmayan yargılamalarla idam edilen mazlum üç şehit devlet adamı ve Demokrat Partililer mağdur olmuşlardı. Benim Kilis Lisesinde askerlik hocamıza “Halktan toplanan alyanslar ile Ankara’da lojman yaptırıldığı doğru mu?” sorum bir yana, bir grup mektep arkadaşımızla birlikte okuduğumuz ders dışı kitaplar da sürgün için bir gerekçe olmuştu. Sabit gelirli aile çocukları olan sınıf arkadaşlarımdan bir kısmı; Gaziantep, bir kısmı Malatya, ben ise Çorlu’ya dayımların yanına gitmiştim. GÖÇMEN AĞIRLIKLI TARİHİ BİR KASABA

Tipik bir güneydoğu kasabası olan ve taş evleriyle tanınan Kilis tarım kentiydi ve halkı Türkmen idi. Çorlu ise söz konusu zaman dilimi (1963) içinde modern bir askeri nüfus ağırlıklı kasabaydı. Şehir merkezinde törenler yapılırdı. Sokaklarda genelde akasya ağaçları vardı. Şehir yeşil bir görünüme sahipti. Kışı da zorlu geçerdi. Öyle ki Hürriyet’in gazete dağıtım aracı Çorlu girişinde yolda kalmış, üç çalışanı Muhabir Yüksel Kasapbaşı, Fotoğrafcı Abidin Benhur Tapaner ve Sürücü Yılmaz Öztürk donarak ölmüşlerdi(1963). Çorlu bu gelişme sonrasında dikkat çeker hale de gelmişti. Çorlu’da daha çok Balkan ve Kırım ile az da olsa Kafkas göçmenleri yaşıyordu. Çorlu Lisesi’nden sınıf arkadaşım Abdulhakim Kırımman bunlardan biriydi. Fiziği ve lehçesiyle kendini hemen belli ederdi. Ailesi dericilik sektöründe iddialıydı. Çorlu’da deri işleme tesislerinden geçerken keskin bir koku burnunuzun direğini sızlatırdı adeta. Bu ara Çorlu’da sanayi kendini belli etmeye başlamıştı; kavun, üzüm bağı ve Ayçiçek tarlalarının yanında. Çorlu Edirne’den Avrupa’ya uzanın yol üzerinde olduğundan ekonomik gelişme içindeydi. Fevzi Çakmak Hastanesi örnek bir kurumdu. Çünkü 19121913 Balkan Harbi sırasında Osmanlı Doğu Ordusu Komutanlığı biraya taşınmıştı. Arka planda önemli tarihi bilgi ve belgeleri vardı. Çorlu’nun yol güzergahında olması daha önce bölgede yaşayan Makedonya, Roma, Bizans, Hun, Avar ve Peçeneklerin etkisini de gösteriyor. Rusya ve Yunan ile Bulgar işgalleri de öyle. Merkezde kırtasiyecilik yapan ve sınıf arkadaşımın da eniştesi olan, ismini bir türlü hatırlayamadığım bir aksakal amcamız o günlere ait hatıralarını anlatırdı.


OSMANLI MİMARİ YAPILARI VE MODA

Onun bilgilendirmesi sayesinde de Çorlu Kalesi kaybolmuştu ama Fatih Sultan Mehmet Han’ın sütannesi Daye Hatun tarafından inşa ettirildiği belirtilen Fatih ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yapılan Süleymaniye Camilerini böylece tanımıştım. Oysa birkaç defa gitmeme rağmen arka planda hiç bir bilgiye sahip değildim. Sonra Çukur, Paşa, Çoban Dede ve Fatih Çeşmeleri de öyle. Hepsinde kitabeler mevcuttu. Ancak kaç kişi okuyabiliyor derseniz, bu soru cevapsız kalmaya mahkum. 1960’lı yılların başında Çorlu’da tarihi Osmanlı eserlerini görmek mümkündü. Üstelik bu tarihi dokuya bakılıyordu. Şehir merkezinde eski mimari yapı örnekleri korunurken, Çorlu’da nüfus artışı kenti fiziki mekan olarak yaymaya başlamıştı. Şehir dışına doğru Bahçelievler her geçen gün yaygınlaşıyordu. Sanata alaka gösteren Çorlulular dolayısıyla İstanbul’da oynanan filmler, sahnelenen tiyatrolar hemen Çorlu’ya gelirdi. Moda da öyle. İstanbul’a yakın olması kent hayatını hızla değiştiriyordu. Kilis’te terzi, ayakkabıcı, aktar gibi meslekler fazla iken Çorlu’da bunların sayısı azalıyor, marka mağazalar açılıyordu. 1960’lı yıllar ayrıca romantizmin sürekli yükseldiği bir dönemdi. Bu da en fazla lise talebelerini etkilerdi. Üstelik liseler karma olmasına rağmen kız-erkek ilişkileri mesafeliydi. Nebi Birinci adında bir arkadaşımız Yasemin adında yem yeşil gözleri olan bir kıza aşık olmuş, ancak açılamıyordu. Nebi de o günlerde moda olan “Kapat gözlerini kimse görmesin/Yalnız benim için bak yeşil yeşil” şarkısı ile sevdiğini ifade etmeye çalışıyordu. Ancak nafileydi, netice alamadı. Başar, Tahsin Gümüş ve ben sadece

tebessüm edebildik. Kız farkında bile değildi. Meğer böylesi duygusallıklar ne kadar insani gelişmelermiş. Bugün daha iyi fark ediliyor. FUZULİ NE DEMEK?

Edebiyat öğrenimiz Kıbrıslı bir hanımdı. Fuzuli’yi okuyorduk. “Fuzuli ne demek?” diye sordu. Çoğu sınıf arkadaşım cevap vermez iken bir kısmı gereksiz, fazladan, boşuna, yersiz, lüzumsuz biçiminde cevap verdi. Ben o yıllarda lügat okumaya başlamıştım roman, hikaye, şiirin yanında. Parmağımı kaldırdım ve müsaade edilince konuştum; “-Öğretmenim fuzuli fazıl anlamındadır. Faziletli ve erdemli demektir.” diye açıkladım. Artık ben öğretmenimin yanında ayrıcalıklı idim. Zil çaldıktan sonra arkadaşlarım geneleve gideceklerini anlatıyorlardı birbirlerine. Ufacık bu kasabada meğer kerhane de varmış. Sonra öğrendim ki meyhane, bar, saz evi gibi müzik eğlence de yok değilmiş. Kentler ve insanlar batıya doğru yaklaştıkça böylesi değişimler de gözleniyordu. Zengin köylü hasadı kaldırır kldırmaz parasının bir kısmını buralarda harcıyormuş!.

Edebiyat öğrenimiz Kıbrıslı bir hanımdı. Fuzuli’yi okuyorduk. “Fuzuli ne demek?” diye sordu.

BAHÇELİEVLERDE BİR İKAMETGAH

Çorlu’da asker dayımın kiralık evi bahçeli ve müstakildi. Çorlu’nun kış şartlarına göre yapılmıştı. Girişe üç-beş merdivenle çıkılırken, dışardan bir başka kapısından ise depo gibi kullanılan bir mahzeni vardı. Buraya eski kullanılmayan eşyalar ile odun ve kömür depo ediliyordu. Kışın zor şartlarında sobaya odun, kömür taşımak çocukların işiydi ve en zor olanı buydu. Mustakil evin girişindeki fuayesinde çıkarırdık ayakkabıları. Duvardaki 51


Yerleşik düzene sahip ailelerin cıllık, çeneçarpan çorbası, elbasan tava, kodrul manır, papaz mancası(köpoğlu salatası), şaraşura, yoğurtlu borani adında sofra ürünleri olduğu anlatılırdı..

askılara da üzerimizdeki kışlıklarımızı asarak salona geçerdik. Bütün odalar salona bakardı ve salondaki büyük soba ile bütün ev ısınırdı. Evin çocukları eğer odun taşımayı unutmuş veya sobanın ateşinin sönüp sönmediğine dikkat etmemişse ceza olarak iki kat odun-kömür taşınırdı. Dikdörtgen sobanın üzerinde bütün kış ıhlamur kaynardı. Yan tarafında kapağı olan mini fırın gibi bir girişi de olan sobada zaman zaman yağ sürülmüş ekmeğin üzerine peynirler koyarak fırına yerleştirilir ve sıcak sıcak çaya ortak edilirdi. Evin hanımı için en fazla zaman ayırdığı yer mutfaktı. Ancak soğuktan dolayı işi biter bitmez hemen sobanın yandığı salona girerdi. Pişen yemekler de sofra kurulmasına yakın tenceresiyle sobanın üzerinde bekletilirdi. Çocuklar genelde üşümesin diye salonda yatardık. Evin havalandırması ise biz okula gittiğimizde gerçekleşirdi. Tatil günleri de çocuklar oyun için dışarı çıktıklarında ev havalandırılır, hatta cereyan yaptırılırdı. Çorlu’nun kışı uzun sürmesine rağmen hiç bir arkadaşımın evinde dede ve ninelerinin masal, hikaye, destan anlattığını duymamıştım. Oysa güney kasabalarında tam tersi her çocuk kaf dağını, devleri, kahramanlıkları, iyilik meleklerini bilirdi. 50 YIL ÖNCEKİ YEMEKLER

Her aile kendi yemek kültürünü sofrasına taşırdı. Dayım gibi tayin ile gelenler değil ama, yerleşik düzene sahip ailelerin cıllık, çeneçarpan çorbası, elbasan tava, kodrul manır, papaz mancası(köpoğlu salatası), şaraşura, yoğurtlu borani adında sofra ürünleri olduğu anlatılırdı. Bazılarının tadına bakmışımdır. Bu yemeklerden bazıları öyle her kahvaltıda olduğu gibi çay, peynir, ekmek ile yapılmazdı ama bu yemeklerden bazıları sabah kahvaltısının vazgeçilmezi olduğu söylenmişti. Bugün Trakya’da hemen akla ilk gelen bütün mutfak ürünlerini bastıran Tekirdağ Köftesidir. Bu Çorlu için de, bütün Trakya için de söz konusudur. Çorlu’da bu eski yemekleri tanımak için hala öyle bir lokanta yok. Daha önce de içkili birkaç lokantası vardı. Çorlu Tekirdağ’ın ilçesi olmasına rağmen otobüs seferleri dahil ilişkileri İstanbul ile daha fazlaydı. Tekirdağ tarafına piknik ve deniz için gidilir. VAHAP AKBAŞ VE ESENDAL

Gençliğimin belli bir süresinin geçtiği Çorlu’ya rahmetli Şair, yazar, öğretmen A. Vahap Akbaş’ı sayı//44// mart 52

(Batman 1954-Çorlu 2014) hastalığı sırasında başta Öykü yazarı Şerif Aydemir olmak üzere bağ evinde bir grup arkadaşla ziyarete gitmiştik. Dünyayı Kaplayan Ağaç, Zamandan Kurtarılan, İnşirah, Ayna ve Suret, Düşünceyi Uyandırmak kitapların yazarı A. Vahap Akbaş erken emekliliğini istemiş, tam bir sanayi şehri olan Çorlu merkezden meyve ağaçları ve üzüm bağları yetiştirdiği yazlık evinde istirahat ediyordu. Nurlar içinde yatsın. Çorlu’nun en ünlü edebiyatçılarından bir başkası benim de çok sevdiğim Ayaşlı ve Kiracıları, Otlakcı, Mendil Altında, İhtiyar Çilingir hikayeleri ve Miras ile Vassaf Bey romanlarıyla tanınan diplomat, politikacı ve yazar Mahmut Şevket Esendal’dır(1884-1952). Ev Ona Yakıştı öyküsü muhteşemdir. ÇARŞIKAPI’DA BİR ÇORLULU

İstanbul’da ismi yaşayan bir başka isim ise Çorlulu Damat Ali Paşa’dır (16701711). İstanbul Beyazıt Çarşıkapı’da kendi ismiyle maruf Çorlulu Damat Ali Paşa Medresesini(1707) inşa ettirmiş, devletteki üstün başarıları dolayısıyla Sultan İkinci Mustafa’nın kızı Emine Sultan ile evlenmişti. Üçüncü Sultan Ahmet zamanında ise sadrazam olmuştur. Çorlulu Damat Ali Paşa İsveç-Rusya Savaşında Moskova’yı desteklemişti. Bundan amacı ilerde çıkabilecek bir Osmanlı-Rusya Harbinde İsveç Savaşından yorgun düşen Rusya’yı yenmekti. Ancak Sultan Üçüncü Ahmet bu politikayı beğenmedi ve Çorlulu Damat Mehmet Ali Paşa’yı azletti. Sonra da idamına karar verdi. Bugün girişinde Dürri imzalı bir şiir bulunan Çorlulu Damat Ali Paşa Medresesi özellikle muhafazakar aydınların günün ve dünün meselelerinin tartışıldığı, nargilelerin nefeslendiği, turistler uğradığı önemli bir ticaret merkezi gibidir. Geçenlerde yolu fark edemediğimiz için yanlışlıkla girdiğimiz Çorlu tamamen bir sanayi şehri olmuş. Dokusunu ve özelliğini sanayiye yenik düşürmüş. Kültür ve sanatı fark edilebilecek konumdan uzaklaşmış. Acaba yanılıyor muyum? Keşke yanılsam. FOTOĞRAFLAR:

• http://www.erhanuludag.com/tr/foto-galeri/corlu-fatih-camii/ • http://serkanphoto.tumblr.com/page/2


KİTAPLARIN

ARESİNDE

Her kitap tamamen okunmayabiliyor. Bazen bir kitabın bir bölümü bile bizi büyülemeye yetebiliyor. Bir söz bile buna kâdir olabiliyor. Erol AFŞİN

undan iki üç yıl kadar önce kitapçıda bir kitap almıştım: "İki Cihan Âresinde", kitabı aldığım zaman "İki Cihan Arasında" olarak kapağı okuyup aldım. Daha sonra kitabı incelerken "arasında" değil, "aresinde" yazdığını fark ettim. Böylece yazımın başlığı belli oldu. Kitapların aresinde... Yakın zamanda evimizin küçük olması sebebiyle yeni bir eve taşındık. On dört yıllık evimizden ayrılıyorduk. Tevafuk o dur ki bu eve on dört yaşımdayken gelmiştim. Bakalım bu dünya misafirhanesinde daha nerelerde gezineceğiz. Ev taşımak normal bir durum gibi görünse de evi taşıyanlar için, o yükleri paketleyip saranlar için hiç de öyle değil. Anılar dolaşıyor sürekli zihinlerde. On dört yaşımdayken eski ayrıldığımız yer için çok üzülmüştüm çocukluğumun verdiği bir hüzünle... Eski yerimizi daha çok seviyordum. Çünkü orada doğmuş, orada okumuş ve orada büyümüştüm. Dolayısıyla çocukluk hayallerimi süsleyen bir yer olduğundan bende epeyce bir tesiri vardı. İlk bu evdeyken yazım yayımlanmıştı. İlk kitabımı bu evdeyken yazmıştım sessiz gecelerde... Bu evde hüzünler, sevinçler birbirini kovalamıştı. Ama sürekli bir yerde kalamıyoruz. Bazen şartlar bulunduğumuz evi, ili değiştirmeyi gerektirebiliyor. Anıların yazılması gerektiğine inanıyorum. En samimi, en duru, riyadan uzak metinler onlar. Bir süre günlük tutardım mesela... Bazen günlüğüm elime geçer ve sayfaları çevirirken tatlı bir tebessüm yayılır yüzüme. Tabii bununla birlikte değişen bir fikir dünyasının yanında gerçek âlemde de ciddi değişiklikler olmuyor değil. Mesela ben lisedeyken internet mefhumu çok yaygın değildi. Lise yıllarımda yazarlarla tanışmamıştım henüz. Değişen bazı şeylere adapte olmak gerekiyor, faydalarını kullanmak lazım tabii... Eski oturduğumuz yere gittiğimizde çok bakımsızdı ve binanın etrafı çevrili değildi. Sanırım o zamanlar ya orta sona gidiyordum ya da liseye henüz yeni başlamıştım. Bahçeye renkli renkli güller dikmiştik. Girişte iki yana çam ağacı dikmiştik ve onlar baya boy verdiler. Yaz aylarının kavurucu sıcaklarında hatırı sayılır

bir gölge oluşturuluyorlardı ve serin oluyordu etrafı. Her sabah işe giderken o yeşilliklere bakıp gitmek ve kışın çamurda söylene söylene gitmenin de ayrı bir zevki varmış meğer… Aynaya bakınca zamanın çabuk geçtiğini anımsıyorum, oysa henüz gencim. Demek ki hayat bazen yoruyor bizi fazlasıyla... Anılar geçip gidiyor gözlerimin önünden. Bitmez ki bunlar... İşte yazılmalıydı, ardımızda tatlı tebessümler bırakacak metinler. İlkyazımı bu evdeyken yazmıştım, heyecanlanmıştım baya... Türkiye genelinde dağıtılan bir dergide çıkmıştı yazı, sevinmiştim bayağı da. Sonra devam etti peşi sıra... Hâlâ yazımı dergilerde görünce sevinirim ama her şeyin ilki bir başka oluyor nedense. İlk kitabım olan Hayatı Kucaklayan Yazıları bu evde yazmıştım. Yazılarımı yazıyor, saklıyordum bilgisayarda. Bilgisayar çökünce gitmesin diye harici depolama ürünlerine de kaydediyordum. Bilgisayar bu sağı solu belli olmaz. Sessiz gecelerde, herkesin uyuduğu anlarda başlardım yazmaya; bazen gürültü içinde yazardım ama kızardım ara ara, kelimeleri toparlayamıyorum diye. Hey gidi günler. Kitabın çıkması ve evime gelmesi de ayrı bir heyecandı. Aylardır, üzerine titreye titreye yazdığım metinleri iki kapak arasında görmek ayrı bir heyecan, sevinç. Her kitap tamamen okunmayabiliyor. Bazen bir kitabın bir bölümü bile bizi büyülemeye yetebiliyor. Bir söz bile buna kâdir olabiliyor. Her kitap okurunun ortak sorunudur kitapların arşivlenmesi, korunması... Hele bir de taşınma işi varsa tabir yerindeyse tam bir kâbus... Aman kitaplar ezilmesin büzülmesin derken kitapları istifleyip kolililere düzmek ve yıpranmasın diye aralarına gazete kâğıdını sıkıştırmak vs. Bir evin en zorlu eşyası üzülerek söylemek istiyorum, kitaplar. Çünkü çok narin olduklarından aşırı ilgi bekliyorlar. Evde bir de kitabı sevmeyen bireyler varsa yandık demektir. Kitapseverlerin de aileleri arasında mutlaka kitabı sevmeyenler oluyordur. Kitap okumak cidden büyük emek istiyor. Ona bütçe ayırmak, yer ayırmak ve evdeki kitap sevmeyenlere karşı müdafaa etmek. Ne yalan söyleyeyim bazen bu kadar ağır şartlar altında yorulmuyor değilim. Zorlu bir maratondan sonra taşınma günü geldi çattı. Kamyon eve yanaştı ve şimdilerde sıkça görülen asansörlü taşıma aracı balkona demirini yasladı. Gemi olsa demirini attı diyecektim ama Malatya'da deniz ne gezer! Asansör geliyor, eşyaları yüklüyor ve iniyor aşağıya, kamyona yükleniyor eşyalar. Bu böyle eşyalar bitene kadar tekrarladı. Taşıma işini yapan işçiler sadece eşyaları yüklüyordu oysa taşınanlar eşyalarla birlikte hayallerini, umutlarını taşıyorlardı. İşçiler bundan habersizdi tabii... Taş yağmasa bari. İlk emri "Oku" olan bir medeniyetin mümessilleri olarak ne durumda olduğumuzu varın siz düşünün. Bu kadar insan arasında yalnız başıma kalınca, "Acaba ben deli miyim?" diyorum. Sait Faik, "Yazmasam Ölecektim" demiş. Durum bu kadar vahim ama anlatamıyorum ki bunu kimseye... Kitaba önem vermeyen, kitabı sevmeyen birine kalkıp kitabı anlatmanın bir faydası da yok inanın. Bu kadar hayallerin aresinde, maalesef acı gerçeklerle de yüzleşiyoruz. Hayat bu, acı da olacak tatlı da. Ama durduk yere de acı olmasın. Zaten hayat zor, bir de suni acıların hayatımızda ne işi var? 53


KIRIM’IN KARADENİZE BAKAN GÖZÜ:

“BALAKLAVA”

Kuru ekmek tattır. Petek petek baldır. Doç. Dr. Svetlana KERİMOVA*

ırım’ın güneybatısında Sivastopol’un ilçesi, turistik bölgesi Balaklava’da turistlerin yiyecek artıklarının sahipleri Serçeler, minik kuşlar çöp sepetinde yiyecek arama telaşındalar. Balıklava’nın ince bir şekilde serpişen yağmur damlalarından ıslandıkları belli. Bu minicik kuşların elbiseleri yok. Fakat yağmurdan fazla etkilenmedikleri belli. Çılgınca bir neşe içersinde birbirlerinle oynaşmaktalar... Bu minicik kuşlar belirli bir zaman öncesinde, Sovyetler Birliği zamanında Karadeniz Donanmasının deniz üssü olan Balaklava’ya özel izinle girilmesi ve buradaki insanların çok az olması nedeniyle, buralarda barınamıyorlardı... Kırım, yarım adası günümüzün turistik bir bölgesi olması ile birlikte antik geçmişi içersinde tiyatro kalıntılarına rastlanmaktadır. Kırım savaşı başta olmak üzere sıcak, soğuk savaş dönemlerinde tüm olumsuzlukları yaşamak zorunda kaldı. Bu doğa harikası yerleşim beldesi, Balaklava koyu, Karadeniz’deki demirleyen gemiler için, kullanılan en eski koylarından biridir. Koyun girişiminde fırtınalar genelde olmamaktadır. Kayalık kıyılar birkaç dönüş yapması sebebiyle, limandan açık deniz gözükmemektedir. Bu belde’ye gelen turistler, kentin güzelliğine buraya demir atmış tekneler, etrafı çevreleyen plajları ve Ay’a burnundaki kayalıklar, insanların heyecanlarını canlandırmaktadırlar... Balaklava, Tarih boyunca tiyatronun dekoru olmuştur. Kan ve canların bir hiç sayıldığı bir dünya sahnesinden, insanların çok güzel günlerini geçiren başka bir dekorla, geçmişin izlerini her bahar cemreler düşerken silmeye çalışan bir dekora yaşamaktadır. Antik Tarihte, muhtemelen Balaklava, ilk kez Lestrigon kasabasına bağlı Lamos olarak adlandırıldı. Beldenin adının başka bir sürümü de Türk Tatar dilinden gelen, “ Balıqlı ava” Türkçe “ Balık torbası” zamanla O. Trubachev’e göre Balaklav oldu.

*Kırım Kıpu Ünviversitesi

sayı//44// mart 54

M.S.1. yüzyıla kadar Tauris, Balıkçılarının yaşadığı bir köydü. Sinyal körfezi olarak tercüme edilen belde, Korsan ve haydut çetelerinin sığındı bir liman olarak çok önemli barınma ve korunma sığınaydı...! Romalıların gelişiyle Korsan yerine, düzenli kuvvetlerin egemenliği başladı. Yapılan kazılarda ve bulunan kalıntılarda Roma sikkelerine rastlanılmıştır. Roma medeniyeti sonrasında,


Ceneviz, Yunan ve İtalyan işgalleri ile bu muhteşem sahil beldesi devamlı el değiştirdi. 1475 yılında Osmanlı İmparatorluğu Kırım’da hakimiyetini hissettirerek Yunan, İtalyan mülklerini ele geçirdi. Theodoru ve Ceneviz sömürgeleri olan prenslikleri ele geçirdi. Bunun üzerine Balaklava’nın şehrini Kırım Tatarlarının olduğunun Afanas Nikiti kabul etti. Kırım, Dünyanın en şaşırtıcı köşelerinden biridir. Coğrafi konumu nedeniyle, tarihsel yer değiştirmelerinin yolunda duran, farklı halkların yerleşim birleşimindeydi. Birçok ülkenin çıkarları ve bütün medeniyetler böyle küçük bir alanda karşımıza çıkmaktadır.. Kırım yarımadası kanlı savaşların ve savaşların arenası haline gelerek, birçok eyalet ve imparatorluğun bir oldu. 13 Ekim'de 1856’da Balaklava'nın kuzeyindeki vadide ölümüne bir savaş meydana geldi.2 Kasım 1854, şiddetli bir fırtınalardan korunmak için, sırasında, İngiltere filosunun Balaklava Körfezi girişindeki yolda duran 11 gemi kıyı kayalarında battı. Batık gemilerin arasında efsanevi üç direkli gemi olan "Prens", ilk seferini gerçekleştiriyordu. Geminin 150 mürettebatından sadece 7 tanesi hayatta kaldı. Nisan 1855'te Florence Nightingale, liderliğindeki İngiliz hemşirelerin bulunduğu gemi Balaklava'ya askerlerin tedavisi için geldi. 23 Haziran 1773 / 5 Temmuz 1773’te Balaklava yakınında birinci Rus-Türk deniz savaşı oldu. Buradaki başarısızlıkların sonucunda Türk garnizonu Balaklava’yı terk etmek zorunda kaldı. 1900 yüzyılın sonlarında Balaklava’nın bir tatil beldesi olarak gelişmesi için çalışmalar başladı. 1860'larda, Kraliyet ailesi Livadia sarayını satın aldı ve 1870 yılında South

Coast Kırım aristokrasisinin moda tatil beldesi haline geldi. Balaklava’nın potansiyelini değerlendirmek için 1870 yılında, Ka Skirmunt ailesi Balaklava’ Vadisi'nde araziler satın aldılar. Buradaki Macar ve Rin üzüm çeşitlerini yetiştirmeye başladılar. 1887'de, Novaya Embankment' de (şimdi Nazukin seti) 3 numaralı bu evde, şehrin ilk oteli Grand Hotel ismiyle açıldı. Buna ek olarak, şehrin eski kısmı ile Kadykovka arasındaki alan etkin bir şekilde kuruldu. Sözde "Yeni Şehir" olarak adlandırılan 1900-1910 yılları arasında Balaklava'da 100'den fazla evin imarı yapıldı. 1957’de Balaklava Sivastopol'a dahil olduğundan ve bu nedenle şehrin idari statüsü olması sebebiyle kapalı bölge haline geldi. Son yıllara kadar. Bu güzel beldeye, biz insanların her kan döküldüğünde gözyaşlarını gizleyen minnet borcumuz vardır. Kendini sevenlere bir yudum su yakınlığında, muhteşem tarihi, görüntüleri ile sadece insanlara kendini hatırlatmak için, sadece ve sadece burada denizin hafif rüzgarlarının getirdiği bir ruh ile çay içmenin zevki başkadır. Kırım’ın sahillerinin en şaşırtıcı köşelerinden biri de Cembola kalesidir. Balaklava ve Cembola kalesi gizemi keşfedilmemiş bir beyaz bir noktadır. Kale çevresinde 16 kulelerinin kalıntıları bu güne kadar varlığını sürdürmüştür. Kastron dağ’ının tepesinde kalenin en büyük kulesinde halen zindan tarihini varlığını sürdürmektedir. Kalenin bir tarafı sekiz kuleyle ve güçlü duvarlarla çevrilmiş ve öte yandan uçsuz bucaksız bir uçurumla kuşatılmıştır. Kalenin içinde bir konsolosluk kalesi, massaria gümrükleri ve muhtemelen, 55


Uzun araştırmalardan sonra hazırlanan program, 600 İngiliz askerinin canına malolduğu iddia edilen ve İngiliz tarihine bir efsane şeklinde geçen 'Balaklava Savaşı'nda ölenlerin aslında Türk askerleri olduğunu ve İngiltere'nin kamuoyu desteği sağlamak için savaşla ilgili herşeyi çarpıttığını gösterdi. Bundan 150 sene önce bugünlerde, Türkiye'nin gündeminde yine bir savaş konusu vardı: Kırım Savaşı... 1850'lerin başında, Osmanlı Devleti'nin en zayıf ánını yaşadığını farkeden Rusya, imparatorluktaki bütün Ortodoks nüfusu himayesine almak istemiş, İstanbul reddedince de Eflák ile Boğdan'ı işgal etmişti.

asıl sakinlerine mezar kemeri olarak hizmet eden bir kilise vardır. Mimari tasarımına göre, Czebalo Kalesi, dış duvarların düşmesinden sonra bir kuşatma olayına karşı bir sığınaktı. Gece ve kötü hava koşullarında, en yüksekte bulunan zindan, Cenevizler tarafından bir işaret feneri olarak kullanıldı. Bütün kale içinde, hem Cembalo kuşatışı sırasında, hem de barış döneminde yiyecekler için bir depo görevi görebilecek büyük mahzenleri bulunuyordu. 1957-1995 proje ile Balaklava’nın Karadeniz Filosunun kapalı gizli bir donanma üssü halindeydi. Cembalo Kalesi, açık hava müzesi oldu. KIRIM Savaşından kalan önemli bir anekdot son yıllarda gerçeklerin ortaya çıkması ile Tarihi kayıtlar değişti… İngiltere'nin bundan 150 yıl önce ortaya attığı bir tarih yalanını, yine bir İngiliz TV'si düzeltti. 1850'lerde dünya gündemini senelerce işgal eden Kırım Savaşı sırasında Balaklava'da meydana gelen çarpışmalarda 600 İngiliz askerinin ölmesi, İngiliz tarihinin kahramanlık destanlarından biri sayılıyordu.Ama İngiliz ‘‘Savaş Alanları Detektifleri’’, ölenlerin İngiliz değil Türk askerleri olduğunu ve İngiltere'nin kamuoyunun desteğini sağlamak için konuyu çarpıttığını ortaya çıkardı ve Beşinci Kanal TV'sinde yayınlanan programda ‘‘Soğukta ve sefalet içerisinde bekleyen Türk askerleri bizi korumak için ümitsiz bir savunma yapmışlardı’’ dendi.İNGİLTERE'nin Beşinci Kanal TV'sinde yayınlanan dört bölümlük bir belgesel, İngilizler tarafından ortaya atılan ve 150 seneden beri devam eden büyük bir askeri tarih yalanını gözler önüne serdi. sayı//44// mart 56

Boğazlar'ın Rus tehdidi altına girdiğini gören İngiltere'yle Fransa Türkiye'nin tarafını tutmuşlar, 1853'ün 4 Ekim'inde Rusya'ya harp ilán edilmiş ve Tuna boylarından Kars'a kadar uzanan sahada iki yıl boyunca devam edecek bir savaş başlamıştı.. Kırım Savaşı ve savaştaki en önemli çarpışmalardan biri olan Balaklava Muharebesi ele alındı.Müttefikler, 26 Eylül 1854 günü, Sivastopol'un 6 kilometre kadar güneyinde bulunan Balaklava limanını herhangi bir direnişle karşılaşmadan işgal etmişlerdi. Balaklava, Sivastopol'e yönelik çevirme harekátının bir parçasıydı ve limana İmgiliz birlikleri yerleştirilmişti. Kırım Savaşı'nın en kanlı çarpışması daha sonra işte burada, Balaklava çevresinde yaşanacaktı.Ruslar, 25 Kasım günü limana karşı beklenmedik ve yoğun bir topçu ateşi açtılar. İngiliz tarihleri, başında Don Kazakları'nın bulunduğu Rus topçusuna karşı İngiliz süvarisinin büyük bir saldırıya geçtiğini, bataryaların susturulduğunu ama 600 İngiliz askerinin saldırı sırasında can verdiğini yazacaktı. Hadise, İngiliz kamuoyunda bomba gibi patlamış ve İngiliz tarihine bir efsane gibi girmesinin yanısıra, İngiliz edebiyatına bile konu olmuştu.İşin ilginç tarafı, Balaklava'da can veren 600 askerin İngiliz değil Türk olmasıydı, askerlerimiz üstelik İngiliz birliklerini Rus topçusundan korumak için şehid olmuşlardı. İngiltere hadiseyi tam tersine çevirmiş, tarih yalan şekilde yazılmış, üstelik 'İngiliz askerleri Türkler'in hatası yüzünden canlarından oldular' suçlamasına muhatap olmuştuk.İngilizler'in bu tarihi yalanını, aradan 150 sene geçtikten sonra yine bir İngiliz TV'si, Beşinci Kanal düzeltti… Balaklavada 160 yıl sonra, tarihe not düşüldü..


ÇALIŞMA HAYATI, KARDEŞLİK VE MOBBİNG

Kardeşlik bilinci yaşamın her alanında var oldukça huzur, sevgi ve başarı olur. Çalışma hayatı da, bu alanların en önemlilerinden biridir. İsmail AKGÜN*

dareci ve Bürokratlar Birliği Derneği’nin yürüttüğü “Kardeşlik Sınır Tanımaz” projesi ülkemizin tam da ihtiyaç duyduğu bir zamanda planlanmış olması takdire şayan bir çalışma. Dava ve gönül adamı olan ve tam bir fedakârlık örneği sergileyen Yücel Can’ın yaptığı güzel ve başarılı işler bizleri de mutlu etmektedir. Binlerce yıllık Kadim Medeniyetimiz üzerinde türlü oyunlar oynandığı aklıselim herkesin malumudur. Bu nedenle, Cennet vatanın her daim korunması için aziz milletimiz de bunun farkında olarak dayanışmasını ve kader birliğini arttırmaya devam etmektedir. Kardeşlik; kardeş olma durumu, uhuvvet/kardeş kadar yakın sayılan kimse, yakın dost/birlik, beraberlik anlamlarına gelmektedir. Kardeşlik; belli istekler, belli değerler çevresinde buluşmak, bir gelecek etrafında kenetlenmek, insanlığın tamamının huzur ve barışı adına tek yürek halinde olmaktır.

*Mobbing Eğitim Yardım Araştırma Derneği Başkanı

Ortak tarih ve kültür bilinci; insanları bir arada tutar, bir millet olarak geleceğe taşır. Kardeşlik; ülkesine, onlarla birlikte tüm insanlığa, mazlumlara, mağdurlara ulaşmak, onlara el uzatma, onlara kucak açabilmektir. Kardeşlik; bu ortak özelliklere inanmak, savunmak ve uygulamakla oluşabilir. Kuşkusuz sorumluluklarımızı yerine getirmede sorunlar yaşadığımız da bir gerçek. Kadim bir medeniyetin bakiyesi olmak aynı zamanda büyük bir hazineye sahip olmak anlamına gelmektedir. Zira yanlışlardan dersler alma, doğruları devam ettirme gücü ve imkânı verir.Tarihimiz ve inancımız bize liyakat ve ehliyeti ısrarla ve üstüne basa basa tavsiye ediyor ve şunu da ekliyor; şayet uymazsanız büyük zararlar görürsünüz diye de hatırlatmaktadır. Ancak bizler bu çok önemli tavsiyelerden ders aldığımızı söyleyebiliyor muyuz? Kamu ve özel sektör ile birlikte ülkemizin güçlenmesinin ana unsuru budur. Bu gerçekleşmediğinde baskı/yıldırma/bezdiri anlamına gelen çalışma hayatının vebası olarak da nitelendirdiğim Mobbing oluşmaktadır. Mobbing, İşyerlerinde bir veya birden fazla kişi tarafından diğer kişi ya da kişilere yönelik gerçekleştirilen, belirli bir süre sistematik biçimde devam eden, yıldırma, pasifize etme veya işten uzaklaştırmayı amaçlayan; mağdur ya da mağdurların kişilik değerlerine, mesleki durumlarına, sosyal ilişkilerine veya sağlıklarına zarar veren; kötü niyetli, kasıtlı, olumsuz tutum ve davranışlar bütünüdür. İnsanlarımızın huzur ve sağlığı, aile bütünlükleri, işletmelerin başarısı, ülkemizin kalkınması ve güçlenmesini sağlayacaktır. Bilerek veya bilmeyerek yapılan baskılar, aşağılamalar iş verimini arttırma amacıyla kullanan kimi yönetici ve çalışanın bu davranışları üretimi kesinlikle arttırmadığı gibi üretimi de kaliteyi de düşürmeye neden olmaktadır. Son iki yüz yıldır gereksiz ve çoğu zaman faydasız çekişmeler ve tartışmalar yaşandı. Gelişen ülkeler bilimle uğraşırken ülkemizde kimileri insanlarımızın kıyafetleri, dili ve inanışları ile uğraştı durdu. Oysa Yunus’un dediği gibi; “yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü” düsturunu uyguladığımızda kardeşlik kendiliğinden hâkim olacaktır. Bulunduğumuz coğrafya ve vahşi emperyalizm bu sorunların her zaman kaşınacağını göstermektedir. Tarih boyunca aziz milletimiz bunlarla baş etti, bizler de şüphesiz ki baş etmeye devam edeceğiz. Ancak liyakat, ehliyet, adalet inancı ve kaliteli eğitimi gerçekleştirmek zorundayız . 57


AZLUM VE MAĞDUR BİR PADİŞAH

SULTAN ABDÜLHAMİD’İN YAĞMA EDİLEN ESERLERİ Üstad Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” isimli kitabı, daha yayımlanır yayımlanmaz büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu kitabı okuyan herkes, mazlum ve mağdur sultanın gerçekten “ulu” sıfatını tam anlamıyla hak ettiğini, ondan sonra işbaşına gelenlerin, hiç değilse bir bölümünün cüce olduğunu gayet iyi anladı. Dursun GÜRLEK

Fatih Sultan Mehmet gibi, Yavuz Sultan Selim gibi, Kanuni Sultan Süleyman gibi adından ve icraatından en fazla söz edilen Osmanlı padişahlarından biri de hiç şüphe yok ki Sultan İkinci Abdülhamid Han’dır. Büyük bir dirayetle tam otuz üç yıl Osmanlı Devleti’ni idare eden bu otuz dördüncü hükümdar bilindiği gibi bin bir iftiraya uğradı. Yerli ve yabancı garazkarlar tarafından aleyhinde ciltler dolusu kitaplar yazıldı. Yaratılış itibariyle şefkatli ve merhametli bir karaktere sahip olmasına rağmen kendisine “Kızıl Sultan” yaftası yapıştırıldı. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında tavan yapan aleyhteki propaganda yeni nesilleri çok kötü etkiledi. Siyasi otoritenin en başındaki adamlar bile “Kızıl Sultan” yakıştırmasını dillerine dolamaktan kendilerini kurtaramadılar. Bizim kuşak, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın ne büyük bir padişah olduğunu Necip Fazıl Kısakürek, Nihal Atsız, Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu, Raif Ogan, Reşad Ekrem Koçu, Yılmaz Öztuna ve Ziya Nur Aksun gibi yazarların ve tarihçilerin eserlerinden öğrendi. Bunların içinde özellikle üstad Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan Abdülhamid Han” isimli kitabı, daha yayımlanır yayımlanmaz büyük bir ilgiyle karşılandı. Bu kitabı okuyan herkes, mazlum ve mağdur sultanın gerçekten “ulu” sıfatını tam anlamıyla hak ettiğini, ondan sonra işbaşına gelenlerin, hiç değilse bir bölümünün cüce olduğunu gayet iyi anladı. GÖK SULTAN VE İSMET PAŞA

Yukarıda, Abdülhamid Han’a “Kızıl Sultan” diye iftira atanların arasında en üst seviyedeki idarecilerin de bulunduğunu söylemiştim. Bunlardan birinin de İsmet Paşa olduğunu Şubat 2018 tarihli Türk Edebiyatı dergisinde, Özer Revanoğlu’nun “Bir Dost Daha Kaybettik” başlığıyla neşredilen yazısından öğreniyoruz. “Marmara Kıraathanesi”nin müdavimlerinden olan Özer Bey, yine bir başka marmaratör olan merhum ağabeyimiz Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel’in vefatıyla ilgili olarak kaleme aldığı bu yazısında sözü Necip Fazıl’ın bahsi geçen kitabına getirip şunları söylüyor: “Yayın hayatına başladıktan bir süre sonra rahmetli Necip Fazıl Kısakürek tarafından sayı//44// mart 58


kaleme alınan ‘Ulu Hakan Abdülhamid Han’ kitabını yayımladık. Her yerde kullanılan Abdülhamid posterleri son derece çirkindi. Kırçıl bir sakal, uzun bir burun, kambur bir adam. Bunlar özel olarak hazırlanmış resimlerdi. Bunlardan daha kötüleri de vardı. Mesela altmışlı yıllarda Çemberlitaş’ta, bir berber dükkanında bir Abdülhamid resmi asılıydı. Bu resim tamamen çırılçıplak kadınlardan meydana gelmişti. Kaşları birer çıplak kadından meydana geliyordu. Yüce Sultan’ın bütün yüz hatları, son derece maharetli bir ressam tarafından çıplak kadınlarla işlenmişti. Abdestsiz gezmeyen Gök Sultan’ın nasıl bir kadınperest olduğunu anlatmak için hazırlanmış kasıtlı bir resim. Bu konuda azami hassasiyet göstererek biz Gök Sultan’ın gençlik resmini bulduk ve kapakta onu kullandık. Kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra C.H.P. Genel Başkanı İsmet İnönü, Büyük Millet Meclisi’nde konuşma yaptı: ‘İstibdadı ile bir devre damgasını vurmuş olan Kızıl Sultan Abdülhamid’i, ulu hakan diye ananlar var’ gibi sözler söyledi. EMEKLİ GENERALİ KÜPLERE BİNDİREN ESER

Bu haberi ben de sabahleyin gazetede okudum. Elbette çok canım sıkıldı. O günleri yaşayan bir çok insanın hatıraları yayınlanmıştı. Bir çok hakikatler gün yüzüne çıkmışken, ayrıca o günleri çok iyi bilmesi gereken İsmet Paşa, neden hâlâ böyle düşünüyordu? Menfi düşünenler her zaman, her yerde olabilir. Anlaşılan o ki İsmet Paşa, öyle biri değildi. Bilerek şuurlu bir şekilde Abdülhamid aleyhtarıydı. Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi Gök Sultan’ın devrilmesinde büyük rol oynamış olan Enver Paşa ve Talat Paşa gibi nadim olanlardan değildi. O gün Ahmet Ağabey, öğle vaktini biraz geçe hışımla Yaprak Kitabevi’ne geldi. Kitabevinin bir köşesinde bir yere geçerek yazıp çizmeye başladı. Bir dosya kağıdı üzerine ebatlarını da yazarak bir ilan hazırlamıştı. ‘Bu ilanı hemen birisi gazeteye götürsün ve yarın bu ilan mutlaka çıksın!’ dedi. Belli ki Ahmet Ağabey de İsmet Paşa’nın konuşmasını okumuş ve çok öfkelenmişti. Ahmet Ağabeyin hazırlayıp reklam için gazeteye gönderdiği kağıtta şunlar yazılıydı: ‘Emekli General İsmet İnönü’yü Küplere Bindiren Eser: Ulu Hakan Abdülhamid Han Yazan: Necip Fazıl Kısakürek Ötüken Yayınevi’

Gerçekler uzun müddet saklanamıyor. O gün Gök Sultan’a hakaret edenler, ona “Kızıl Sultan” diyenler bugün ne kadar küçüldüler. Halbuki Gazi, Cennetmekan Sultan, her gün biraz daha büyüyor. Yarın, bugünkünden daha da büyük olacak ama hasımları her gün biraz daha küçülerek tarih sahnelerinden silinip kaybolacaklar.” İKİNCİ MAHMUD TÜRBESİ

Bu günlerde TRT televizyonunda yayını devam eden Abdülhamid dizisinin etkisiyle alelacele kaleme alınan basit birkaç kitabı dikkate almazsak Ulu Hakan, Gök Sultan hakkında daha sonra bir hayli araştırma ve inceleme yapıldı. Gerek böyle ciddi çalışmalar, gerekse adı geçen dizi sayesinde yakın tarihimizle ilgili tabuların bir kısmı daha yıkıldığı gibi halkımızın adı geçen padişaha olan ilgisi de giderek artmaya başladı. İstanbul’daki padişah türbelerinin en fazla ziyaretçi çekenlerinden birinin de Abdülhamid türbesi olduğunu bu vesileyle söylemek istiyorum. Ben de Abdülhamid türbesi dedim ama bu tarihi mekanın asıl adı İkinci Mahmud türbesidir. Çünkü buraya ilk defnedilen padişah İkinci Mahmud’dur. Hatta adı geçen bölge sadece “Türbe” diye de bilinmektedir. İkinci Mahmud’dan ve ikinci Abdülhamid’den başka Sultan Abdülaziz de burada yatmaktadır. Aslında Sultan Abdülhamid, Fatih Camii haziresine, büyük dedesinin hemen yanı başına gömülmek istiyordu ama bu arzusu Enver Paşa tarafından engellendi ve İkinci Mahmud türbesine defnedildi. USTA BİR MARANGOZ

Türbe ve çevresi birkaç yıldan beri tamirdeydi. 59


10 Şubat 2018 padişahın vefatının yüzüncü yılı olduğu için, açılış merasimi de isabetli bir kararla bu tarihe denk getirildi. Sabah namazı Sultanahmet Camii’nde kılındıktan ve gerekli ikramlar yapıldıktan sonra harekete geçildi. Cuma namazını takiben saat 2’de açılış merasimi gerçekleştirildi. Törene Kültür ve Turizm Bakanı Numan Kurtulmuş, İstanbul valisi Vasıp Şahin’in yani sıra bazı belediye başkanlarıyla haneden üyelerinden bir kısmı da katıldı. Önce türbenin içinde Kur’an-ı Kerim okundu daha sonra merhum hakkında konuşmalar yapıldı. Ben de, “selamet, der kenarest” diyerek kalabalığa girmedim, az geride bir köşeye çekilerek töreni seyrettim. Kültür tarihçisi diye bilindiğimiz için Koca Sultan’ın bu yönünden de bahsetmek isterim ama konu kitaplık çapta olduğu için buna imkan görülmüyor. Ama büsbütün de sessiz kalmayıp marangozluğunu siz değerli okuyucularıma hatırlatmak istiyorum. Abdülhamid hakkında malumatı olanlar onun aynı zamanda usta bir marangoz olduğunu bilirlerse de, birbirinden kıymetli sanat eserlerinin, Yıldız baskını sırasında nasıl yağma edildiğinden, bunların daha sonra kimlerin eline nasıl geçtiğinden pek haberdar değildirler. YAĞMA EDİLEN SANAT ESERLERİ

Şubat 2018 tarihli “Derin Tarih” dergisinde Prof. Dr. Semavi Eyice hocamızın “Abdülhamid’in Yağmalanan Eserleri Resmi Dairelere Verilmiş” başlığıyla yayımlanan makaleyi okuyunca, büyük bir şaşkınlık yaşayıp darbecilere ve yağmacılara bir kere daha lanet okudum. sayı//44// mart 60

Semavi Hoca’nın bahsi geçen yazısından anlaşıldığına göre, Sultan Abdülhamid de Yıldız Sarayı’ndaki atölyesinde marangozluk yapmak suretiyle hem vaktini değerlendiriyor, hem de yaptığı birbirinden değerli eserlerle sanatını ve maharetini göstermiş oluyor. Hünkarın usta elinden çıkan bu sanat harikalarının arasında orta masası, dolaplar, kütüphane gibi malzemeler bulunuyor. Yıldız Sarayı’ndaki bu eşyalar saray yağmalandığı zaman resmi dairelere veriliyor. Hoca, bir de örnek verip bir dosya dolabının Arkeoloji Müzesi’ndeki asistan odasına konulduğunu belirtiyor. “Oraya gittiğimde üzerlerinde etiket yerleri olan rafları gördüm. Oradaki arkadaş bana bu dolabın jurnallerin saklandığı dolap olduğunu söyledi. Dolabı aldığında içinde bir şeyin olup olmadığını sorduğumda, bazı evrakın olduğunu, hatta şahıslar hakkında tutulan dosyaların bir kısmını muhafaza ettiğini anlattı. Diğer müdüriyet kısmı odasında da bu dolapları görmek mümkündü” diyen ünlü sanat tarihçimiz daha sonra vuku bulan ibret tablolarını gözler önüne seriyor. Efendim, Semavi Hocamızın naklettiğine göre yağma edilen bu eserler bilahare Beşiktaş çarşısında satılığa çıkarılıyor. O zamanlar, Beşiktaş’ta oturanlar, el emeği, göz nuru olan bu değerli sanat eserlerinin nasıl haraç mezat satıldığına şahit oluyorlar. Bazı evlerde görülen antika eşyanın Yıldız Saray’ından çıktığı ve elden ele dolaşarak satın alındığı biliniyor. Hocamız, Ankara’da ki binalarda bulunan bir takım stil mobilyaların


da buradan götürüldüğünü tahmin ettiğini dile getiriyor. ANTİKA EŞYANIN HİKAYESİ

antika eşyayı görmek istiyorduk. Ev sahibi Ethem Özaslan sabırsızlandığımızı görünce: -Hepsini şimdi göreceksiniz, dedi.

Prof. Dr. Süheyl Ünver Hoca galiba haklı. Merhumun sık sık tekrarladığı cümlelerden biri de, hayat kısa, kitap çok, dolayısıyla hepsini okumaya vakit yok. Öyleyse en iyi iş kitap karıştırmaktır cümlesiydi. İnsan yaşadıkça ve kitap karıştırmaya devam ettikçe hem hoş vakit geçiriyor hem de yeni bilgiler öğrenmenin hazzını yaşıyor. Bir akşam kütüphanemde takım halinde bulunan “Hayat Tarih Mecmuası”nın ciltlerinden birini rastgele çekip sayfaları çevirmeye başlayınca konumuzla yakından ilgili ibret dolu bir tabloyla karşılaştım. Adı geçen derginin Nisan 1966 tarihli nüshasında “Şişli’de bir evdeki Sultan Hamid’e ait çok değerli antika eşyanın hikayesi” anlatılıyor. “Sultan Hamid’in Mobilyası” başlığıyla ve Turgut Etingü imzasıyla yayımlanan ibret dolu satırları, siz değerli okuyucularımın da ibretle okuması için aşağıya iktibas ediyorum.

Sonra misafir odasının kapısını ardına kadar açtı. Antika mobilya, dikdörtgen salonu çepeçevre kuşatıyordu. Daha ziyade arabesk bir üslupla yapılmış bu nadide eşyaya çok emek verildiği ve gerçekten usta elinden çıkma bir oda takımı olduğu daha ilk bakışta dikkatimizi çekti.

“Bazı yazılar, röportajlar vardır, insan vazife diye yapar. Ama bazı konular da olur ki, gerçekten heyecanlanır, gideceğiniz yere severek koşar, yazıyı isteyerek yazarsınız. Bu röportaj öyle oldu. Şişli’de bir evde Sultan Hamid’e ait mobilya bulunduğunu öğrenince hemen bu konuyu işlemeyi kararlaştırmıştık. Randevu aldıktan sonra buluşma zamanını iple çekmedim desem yalan olur. Foto muhabiri arkadaşımla beraber, Şişli’deki eve gittiğimiz zaman, misafirperver ev sahibiyle epeyce sohbet ettik. Fakat için için sabırsızlanıyor, bir an önce

Bu tamirin insanı hayrete düşüren bir de hikayeciği var. Ethem Özaslan: - İşte, diyor. Şimdi gördüğünüz gibi yeni yapılmışçasına yıllardır bu salonu süslemektedir. Fakat şunu itiraf edeyim ki, bu eşyanın Yıldız Sarayı’ndan çıkma, hatta üzerinde II. Abdülhamid’in de çalışmaları bulunduğunu bilmiyordum. Bu kadar yıldır görenler de, bu nokta üzerinde hiç durmadılar. Sadece işçiliğinin fevkaledeliğini övdüler. Asıl anlatmak istediğim, bu mobilyanın eve taşınması esnasında, bazı çarpmalardan

SARAYDAN ÇIKARILAN MOBİLYA TAKIMI

Eşyaların sahibi Ethem Özaslan emekli bir subay, şimdi de taahhüt işleri yapıyor. Mobilyayı daha 1943 yılında, Beyoğlu Tereke Hakimliği müzayedesinden, almış. O tarihten beri de, bu eşyaların kimin tarafından yaptırıldığı ve nereden geldiğinden ziyade, sırf mobilyadaki işçiliğin harikuladeliğine hayran kalmanın verdiği ilgi ile onları elden çıkaramamış. Üstelik müzayededen aldıktan sonra taşınırken gösterilen bütün dikkate rağmen, bir iki çarpmanın verdiği eziklikleri tamir ettirmiş.

Hatıralarını yayımlayan Vasıf Bey, sözü padişahın “Alatini Köşkü”nde ki sıkıntılı günlere getirip şunları söylüyor:“Abdülhamid bu esaret günlerinin sıkıntılarını izale için kendisine iki meşgale bulmuştu: Roman okumak ve ara-sıra doğramacılık yapmak…

61


meydana gelen eziklerin, aslına uygun şekilde tamir için getirdiğim kaç usta marangoz, eşyaları gördükten sonra bu işi üzerlerine almak cesaretini gösteremediler. Diyebilirim ki, koca İstanbul’da baş vurmadığım şöhretli usta kalmadı. Nihayet, bir tanıdığım tavsiyesiyle 76 yaşlarında bir ihtiyarı, evinden bin rica ile alıp getirdim. İhtiyar mobilyayı görünce: -Hey Allahım hey, diye içini çekti. Sonra bana döndü. Bugün bile hatırladığım sözleri söyledi: -Bey, bunlar biz yaptık. Hepsi Sultan Abdülhamid merhumun Yıldız Sarayı marangozhanesinden çıkmadır. Bu takım yapılırken ben, 15 16 yaşlarında çırak olarak bulunuyordum. Başımızda Kayserili Salih Bey adında bir ustabaşı vardı. Zat-ı Şahane’ye ait marangozhaneye her gün siyah redingotunu giymiş olarak gelirdi. Bu takım Alman İmparatoru II. Wilhelm’in o tarihlerde İstanbul’u ziyaretinden sonra marangozhaneye bizzat padişah tarafından sipariş edilmişti. İkinci Abdülhamid’in marangozluktaki ustalığını belki işitmişsinizdir. Ben de şahit oldum. Bazı günler kendisi de uğrar ve bu takımın üzerinde çalışırdı. Bunların hepsi 18 parçaydı. GİZLİ DÜĞMELİ VE KRİSTAL AYNALI BÜFE

Size gerçek bir fikir vermiş olmak için şu kadarını söyleyeyim ki, ustanın o küçük tamir işi tam üç aya yakın bir zaman aldı. sayı//44// mart 62

Öylesine dikkat ve itina isteyen bir işti!.. Oda takımını teşkil eden parçaların yapım tarzları, üzerlerindeki motifleri, ayrı ayrı gözden geçirilmesi gereken nefis şeyler, saraydan çıkan bu mobilya, ancak yan tarafındaki gizli bir düğmeye basmakla iki kapağı açılabilen, yanları şişkin büyük bir kütüphane. Koltuk biçiminde yapılmış bir iskemle, ayrıca bir kanepe büyüklüğünde bir koltuk; gene sol yanında, işlemeleri arasına ustalıkla yerleştirilmiş bir gizli düğme ile kapakları açılan kristal oymalı nefis bir büfe ve 4 sehpa; kapakları açıldığı zaman tavla, bir kapağı kapandığı zaman satranç oyununa elverişli duruma giren gayet zarif bir oyun masasından ibaret… Simetrik ölçüleri içinde, küçük geometrik şekiller; ancak kontraplak inceliğindeki tahta parçalarının çok ustalıkla ve yan yana yapıştırılmalarıyla yapılmış. Oyma ve süslemeler arasına yer yer sedef kakmaları girmiş. DOLMABAHÇE SARAYI’NDAKİ KİTAP DOLABI

Bizim gittiğimiz gün, Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ da orada bulunuyordu. Kendisi, bilhassa kütüphane ile büfe üzerindeki çok ustalıkla yapılmış olan II. Abdülhamid’in ‘tuğra’sını ilk defa tespit etmiş. Buluşunu şöylece açıkladı: -Bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmemiş. Bu bakımdan mobilyanın üzerine tuğraların resmedilişi, bu takımın II. Sultan Abdülhamid’e ait olduğunu kesinlikle ortaya koymaktadır.


Değerli tarihçi Şehabeddin Tekindağ, bilhassa oyun masasının çok ustaca yapıldığını, gerçek anlamda Türk el sanatının bir şaheseri olduğunu söylüyor. Oda takımının bütünü ile ‘Yıldız’ marangozhanesinden çıktığı, halen İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki, Yıldız’dan gelme değerli eşyalarla yapılacak bir kıyaslamadan daha da iyi anlaşılan bir gerçektir. Bu takımdaki kitap dolabının bir eşini de Dolmabahçe Sarayı’nda gördük. Bundan 23 yıl kadar evvel, o zamanın parasıyla 7000 liraya alınan bu oda takımının şimdiki değerini bilmiyoruz. Ama Ethem Özaslan yüksek bir fiyat verildiği takdirde satıp satmayacağı hususunda sorduğumuz sorunun karşılığını şöyle veriyor: - Satmayı hiç düşünmedim! Hem sonra, alacağım çok para, böyle bir esere sahip olmanın verdiği zevki verme ki!..” Burada bahsi geçen ve Dolmabahçe Sarayı’nda olduğu belirtilen dolabı, ben de, bir grup arkadaşla cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde Dolmabahçe Sarayı’ndaki ofisinde kendisini ziyaret ettiğimiz sırada görmüştüm. Daha doğrusu, başbakanımız, bize sarayı gezdirirken, Yıldız marangozhanesinden çıkan bu şahane dolabı bizzat kendisi göstermişti. BALKONDAKİ BÜYÜK KAFES

Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın marangozluğuna, hatta ressamlığına dikkati çeken başka bir yazıya, yine aynı adı taşıyan derginin Aralık 1966 tarihli sayısında da rastladım. “Sultan Hamid’in muhafızıydım” başlığıyla hatıralarını yayımlayan Vasıf Bey, sözü padişahın “Alatini Köşkü”nde ki sıkıntılı günlere getirip şunları söylüyor: “Abdülhamid bu esaret günlerinin sıkıntılarını izale için kendisine iki meşgale bulmuştu: Roman okumak ve ara-sıra doğramacılık yapmak… Roman okumak sözünü belki yanlış söyledim. Okutmak demeliydim. Çünkü romanları ekseriya kadınlarına ve galiba en ziyade Müşfika Kadınefendiye okutur, kendisi sadece dinlemekle iktifa ederdi. Gece nöbetlerinde köşkün bahçesini gezerken bu hanımın dışarıya kadar akseden sesini biz de duyardık. Bu romanlar ‘Kızıl Değirmen Cinayeti’ ‘Paris Esrarı’ vesaire gibi hikayelerdi. Abdülhamid’in zihniyet ve halet-i ruhiyesini anlamaya bilmem okuduğu bu kitaplar bir delil olabilir mi? Doğramacılığa gelince: Saltanatta iken pek maharetli olduğunu duyduğumuz bu sanatının bir eserini nihayet Selanik’te biz de görmeye muvaffak olmuştuk. Köşkün arka tarafındaki balkona yerleştirilen

bir kafesi, o tarafa gittiğimiz zaman görür, içinde yaşayan güzel hayvanların kendilerine mahsus ahenkli musikilerini duyardık. Mamafih bu kafes büyük olmakla beraber imali basit bir işçiliğe mütevakkıf olduğu için, Abdülhamid’in bu işte daha ne derece mütekamil eserler vücuda getireceğini ona bakarak anlamak mümkün değildi.” BOYALI BİR SAKSI RESMİ

Sultan Abdülhamid Han’ın bir çok meziyetlerinin yanı sıra usta bir marangoz olduğu az çok bilinir ama ressamlığı konusunda söyleyecek fazla bir sözümüz yoktur. Halbuki o aynı zamanda fırçasını da konuşturmayı biliyormuş. Hatıra sahibinin aşağıdaki cümlelerinden hünkarın aynı zamanda ressam olduğunu öğreniyoruz. “Abdülhamid’in aynı zamanda bir ressam olduğunu da haber vermeliyim. Evet, ressam. Onu da İstanbul’a geldikten biraz sonra Selanik’ten getirilen eşyaların Beylerbeyi Sarayı’na taşındığı sırada yanımda bulunan Şöhrettin Ağa’dan öğrenmiştim. Bana bir gardırop kapağının üzerine yapılmış boyalı bir saksı resmini göstererek o günkü ifade ile: -Bakınız, bu hakanın eseridir, demişti. İçinde hiç olmazsa bir yeşil yaprağı dahi bulunmadığı için tersi çevrilmiş püskülsüz kırmızı bir fese benzeyen bu saksı resmine bilmem Şöhrettin Ağa’dan başka hayran olacak kimse bulunur muydu?” ŞEFKAT VE MERHAMET TİMSALİ

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Ulu Hakan Sultan Abdülhamid Han sadece siyasi bir deha değildi, o aynı zamandan sanatkar bir insandı. Yukarıdaki satırlarda da ifade edildiği gibi, onun usta elinden çıkan el emeği, göz nuru eserler muhaliflerinin bile gözlerini kamaştırıyordu. Hünkar aynı zamanda şefkat ve merhamet sahibiydi. Nitekim hem annesini, hem babasını birden öldüren bir katil hariç, hiçbir idam fermanını imzalamamıştı. Vefatının yüzüncü yılında kendisini bir kere daha rahmet ve minnetle anıyorum. 63


Orda bir köy var uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da, O köy bizim köyümüzdür…

ORDA BİR KÖY VAR

UZAKTA Evet; dünya değişti, ufkumuz genişledi. Yirminci yüzyıl boyunca, iki büyük dünya savaşının ardından emperyalist güçlerce şekillendirilen dünyada, kendi kabuğuna çekilmiş, sorunlarıyla uğraşmaktan başını kaldıramayan iddiasız bir Türkiye vardı. O Türkiye gitti; yerine derin bir tarihin ve üzerinde yaşadığı coğrafyanın kendisine yüklediği misyonun farkına varmış bir başka Türkiye geldi. Hasan ARIKAN*

hmet Kutsi Tecer’in 1927 yılında neşredilen bu şiiri Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde Anadolu’ya yönelişi amaçlayan memleketçi edebiyat anlayışının güzel bir örneğidir. Eski devirlerden bu yana, ‘taşra’ olarak tanımlanan, İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin dışındaki Türkiye’ye, Anadolu’ya dikkatlerimizi çeviren bu eserin,bazı mısraları,zaman zaman eleştiri konusu edilir ve; ‘gitmediğiniz, görmediğiniz köy, nasıl sizin köyünüz olur ve oralarda yaşayanlar nasıl sizin insanlarınız olabilir?’ diye sorular sorulurdu. İdealist düşüncelerle yazılmış olan şiirin, bu türden eleştirilere hedef olabileceği o yıllarda kimsenin aklından bile geçmemiştir. Uzun süren savaşların ardından, harabeye dönmüş köylere, kasabalara, çatısı çökmüş,duvarları yıkılmış evlere ve savaş yorgunu yoksul bir milletin yaşadığı meşakkatli hayata, Anadolu insanının çaresizliğine dikkat çeken şiiri, bugünden geriye bakıp eleştirmek doğru bir tavır değildir. Devrin şartlarına göre düşünüldüğünde eserde memleket sevgisinden, Anadolu’ya, Anadolu insanına duyulan muhabbeti ifade etmekten başka bir maksat gözetilmediği açıktır. Bu açıklamalarımızın hepsi bir yana, günümüzün değişen dünya şartları ve Türkiye gerçekleri düşünüldüğünde, şiirin yeni bir anlayışla yorumlanmaya elverişli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Doksan bir sene sonra bu şiiri, tekrar okuduğumuzda, zihnimizde bambaşka çağrışımlar oluşuyor ve ‘orda bir köy var uzakta…’ derken coğrafi hudutlarımızın çok ötesinde bulunan uzak ülkeler, şehirler, köyler geliyor aklımıza.

*Eğitimci

sayı//44// mart 64

Son yıllarda dilimize yerleşen ve millet olarak benimsediğimiz güzel bir tabir var; sık sık ‘gönül coğrafyamız’dan söz ediyoruz. Şarktan Garba uzanan muazzam bir gönül coğrafyamız olduğuna inanmışız. ‘Gitmesek de, görmesek de uzaklarda bir yerlerde bizim için sevinen, bizimle birlikte gülen, bizimle ağlayan milyonlarca insanın var olduğunu fark etmiş durumdayız! Türkiye, dünyanın dört bir yanındaki mazlumların umudu durumunda.


Bir çok ülkenin halkıyla gönül bağlarımız her geçen gün gelişiyor, güçleniyor. Evet; dünya değişti, ufkumuz genişledi. Yirminci yüzyıl boyunca, iki büyük dünya savaşının ardından emperyalist güçlerce şekillendirilen dünyada, kendi kabuğuna çekilmiş, sorunlarıyla uğraşmaktan başını kaldıramayan iddiasız bir Türkiye vardı. O Türkiye gitti; yerine derin bir tarihin ve üzerinde yaşadığı coğrafyanın kendisine yüklediği misyonun farkına varmış bir başka Türkiye geldi. Seksen milyonu aşan nüfusuyla, dostlarına güven, düşmanlarına korku veren bu büyük ülke, devletiyle ve milletiyle büyük düşünmeye başladı, büyük düşünmeye alıştı. Başımızı kaldırıp şöyle bir etrafa baktığımızda,muhteşem bir tarihin mirasına sahip olduğumuzu, bu mirasın bizlere hem ciddi mesuliyetler ve mükellefiyetler yüklediğini, ama aynı zamanda büyük bir güç kaynağı olduğunu fark ettik. Artık ‘uzak köyler, şehirler’ Ardahan, Kars, Iğdır, Çemişkezek Urfa,Mardin, Hakkari… veya diğerleri değil. Buralar uzak olmaktan çıktı. Bugün ülkenin her tarafına gelişmiş ulaşım vasıtaları sayesinde kolaylıkla ulaşılabiliyor. Büyüyen ve gücünün farkına varan bu ülkenin ‘uzak’ları, artık coğrafi hudutlarımız dahilindeki köyler, şehirler değil. Ulaşım ve haberleşme imkanları buraları yakın kıldı, mesafeler küçüldü. insanımızın ufku genişledi, ‘Orda bir köy var’ diye başlayan mısralar, şimdi bizlere uzak ülkeleri, Doğu’dan, Batı’ya ülkemiz hudutlarının çok ötesindeki nice köyleri ve şehirleri hatırlatıyor. ‘Orda bir köy var uzakta…’ dediğimiz zaman, bambaşka yerleri düşünüyoruz. Aklımıza, Batı Trakya, Selanik, Üsküp, Bosna, Kosova, Kerkük, Musul, Halep, Filistin, Kudüs, Somali, Sudan, Türkistan gibi daha birçok önemli merkez ve buralarda yaşayan gönüldaşlarımız, dindaş ve soydaşlarımız geliyor. ‘Üsküp ki; Şardağı’nda devamıydı Bursa’nın…’diyen Yahya Kemal,doğduğu şehir Üsküp başta olmak üzere, Balkanlardaki beşyüz yıllık Türk şehirlerinin hatıralarını hep gönlünde taşımış, eserlerine yansıtmıştır. Refik Halit Karay’ın bir çok hikayelerinde Halep, Şam, Hayfa, Beyrut, Filistin mekan olarak anlatılır. ‘Orda bir köy var uzakta’ mısralarının şairi, Ahmet Kudsi Tecer, babasının memuriyeti dolayısıyla Kudüs’te doğduğu için Kudsi adını almıştır. Usta şairimiz,

Ahmed Haşim, Bağdat’ta doğmuştur. Bu şehirleri, bu beldeleri unutmamız mümkün değildir. Bursa, Edirne, İstanbul ya da Anadolu’nun bazı şehirlerine benzeyen görüntülerle bizden izler taşıyan bu şehirleri, neredeyse bir asrı aşan fasıladan sonra, şimdi daha iyi tanıyoruz. Ve buralarda kalpleri bizimle birlikte çarpan, bizlerle gönül birliği içinde olan, yüzlerini Türkiye’ye çevirmiş insanlar bulunduğunu, onlarla asırlar süren müşterek geçmişimizden gelen hatıralarımız olduğunu fark etmiş durumdayız. Saraybosna’da Fatih Sultan Mehmet Han’ın ya da Filistin’de Sultan II.Abdülhamid Han’ın adını duyduğunda gözlerinden yaşlar süzülen gönüldaşlarımız var. Balkan Savaşları sonrasında büyük acılarla terk etmek zorunda kaldığımız Balkanlarda yaşayan “evlad-ı fatihan” ile aradan geçen bunca zamana rağmen gönül bağlarımızın hala ne kadar güçlü olduğunu bugün yeniden fark ediyoruz. Bu coğrafyada bizim köylerimiz gibi köyler, bizim evlerimiz gibi evler ve bizim insanımız gibi insanlar var. Buralarda başka hiçbir dile ihtiyaç duymadan Türkçe konuşarak anlaşabileceğimiz topluluklar yaşıyor. Okullarımızda, gönül coğrafyamızın dört bir yanından, uzak şehirlerden,köylerden gelmiş ve ülkemizde eğitim gören çok sayıda öğrenci var. Bu öğrencilerimizi, milletimizin o ülkelerle gönül bağlarını devam ettirecek gönül elçileri olarak görüyoruz. Onlar, bizim muhabbetimizi, selamlarımızı oralara taşıyacaklar. Onlar, millet olarak yaşadığımız çileli ama zengin tarihimizin bizlere emaneti!.. Evet, kim ne derse desin, kim ne düşünürse düşünsün: “Orda bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür! …Orda bir dağ var uzakta, o dağ bizim dağımızdır!” 65


ŞEHİR KENDİNCE

BİR SIRDIR ÇÖZMESİNİ BİLENE Şehrin güzelliğine, inceliğine, sanatına dair birçok düşünceyi barındıran bu kısa anlatımda şehre duyulan sevginin giderek aşka dönüştüğü rahatlıkla görülebilir. Buradan hareketle şu da denilebilir ki; kendince bir sır olan şehirleri sevmek için, onun ruhuna dokunmak ve bu ruhu asırlarca ayakta tutmuş olan değerler bütününe, yani sırlarına kafa yormak gerekir. İsmail BİNGÖL*

ir şehri sevmek, aşka sebep aramaktır” demiş Ahmet Hamdi Tanpınar. Edebiyatımızın bu önemli isminin nazarında şehirlere atfedilen değer büyüktür ve hayatında yer alan şehirlere dair cümleler kaleme alırken; içine kattığı sevgiyi rahatlıkla görmek mümkündür. Şehir ve insana dair tasvirlerinde, yaşanmışlıklarının ruhuna kattığı heyecanı kelimelerin yardımıyla gördükçe, insanın gıpta etme derecesi giderek yükseliyor ve “Keşke benim yaşadığım şehre de gelseydi de, bu güzel üslûpla buraları da anlatsaydı.” biçiminde hayıflanası geliyor. İşte yazarın bu şehirlerden biri olan Erzurum’u anlattığı “Beş Şehir”den bir kısa bölüm:“….. Erzurum Kalesi'ni gezerken gözümün önünde olan şeylerden çok başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana çatısından bakıyordum. Bu çok güzel bir gündü. İlk önce camileri, başıboş dolaşmıştık. Yolda karşılaştığımız tanıdıklarla durup konuşuyor, her açık dükkâna bir kere uğruyorduk. Kendimi yirmi yıl önce Erzurum'da, lisede edebiyat muallimi olduğum zamana dönmüş sandım. Nihayet Kale'ye çıktık. Tepesi uçtuğu için Tepsi Minare denen eski Selçuk Kulesi'nden, 1916 Şubat'ında ordusunun ricalini temin için çocuğu, kadını sipere koşan destanî şehri seyre başladık. Önümüzde henüz sararmaya yüz tutmuş ekinleriyle emsalsiz bir panorama dalgalanıyordu. Doğu, cenup doğu tarafında çıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle, ağaçlık subaşlarıyla, enginliğiyle ova başlıyordu. Daha uzakta, Anadolu'nun şiir, gurbet kaynağı olan halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı. Günün büyük bir kısmını orada geçirdik. Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, Belediye Bahçesi'nin biraz ötesindeki yeni bir ilkokul binasına girdik. Erzurum taşı dururken çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarînin aleyhinde oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor.”

*TRT Erzurum Radyosu Müdürü

sayı//44// mart 66

Şehrin güzelliğine, inceliğine, sanatına dair birçok düşünceyi barındıran bu kısa anlatımda şehre duyulan sevginin giderek aşka dönüştüğü rahatlıkla görülebilir. Buradan hareketle şu da denilebilir ki; kendince bir sır olan şehirleri sevmek için, onun ruhuna dokunmak ve bu ruhu asırlarca ayakta tutmuş olan değerler


bütününe, yani sırlarına kafa yormak gerekir. Zira bulunulan yer neresi olursa olsun, elimizde bir sebep yoksa ya da kendimizce böyle sebepler oluşturamamışsak, orayı ne sevebiliriz, ne de bir mutluluk içerisinde orada yaşayabiliriz. Arkadaşlıklarımız, dostluklarımız, yürüdüğümüz sokaklar, oturduğumuz mekânlar, geçmişinden zihnimize doldurduklarımız ve daha başka şeyler… Bütün bunların hepsinde bizi şehre çeken ve aramızdaki bağı ya da bağlılığı oluşturan, kuvvetlendiren sebepler vardır.

değerlerin yok olmasını getirmiştir. Böyle bir görüntünün oluşmaya başladığı şehirlerde dolaşmak; eskiden olduğu gibi, sizin o şehri sevme hissinizi çoğaltmaz, aksine, bir şehrinizin olduğu inancından gün gün uzaklaştırır. Ve belki de; eğer şartlarınız el veriyorsa, yeni bir şehirde yaşama fikrine kendinizi alıştırmaya başlarsınız. Çünkü zihninizi “kendi şehrinde yabancı olmak” şeklinde bir anafora kaptırmışsınızdır. Bundan kurtulmanız zordur ve hatta giderek daha da zorlaşacağına ise şüphe yoktur.

Öyleyse bir şehirde olması lâzım gelen özellikler ya da bir yere şehir olma vasfını kazandıran değerler bütünü konusunda titizlenmek ve buna dair hassasiyetler geliştirmek boşuna değil. Hele de giderek birçok kişiden bununla ilgili şikâyetler duymak sizler için de şaşırtıcı olmasa gerek. Özellikle son yıllarda ( Bunun kaç yıla tekabül ettiğine; azıcık düşünün ve kendiniz karar verin.) şehirlerimiz; şehir kültüründen yavaş yavaş nasibini almış ve şehir üzerine bilgi edinmiş olmasa bile, insiyakî yani içgüdüsel olarak şehrin ne olup, ne olmadığından haberdar kişilerden, çeşitli yollar eliyle başka kişilere devrediliyor.

Orada yaşıyor olmaya devam etmek, bazı özel sebepler ve nasiple açıklanmaya başlanmıştır sadece. O güne kadarki ömrünüzün geçtiği şehirde; yüzler, bakışlar ve duruşlar yabancıdır ve eskiden adım başı selâm alıp verdiğiniz, bu şehrin en kalabalık caddesinde yürürken, bazen bir tek tanıdığın selâmıyla bile karşılaşmadan caddeyi bitirebilirsiniz. O an bulunduğunuz yer konusunda şüpheye düşmek bile ihtimal dâhilindedir ve bunu anlattığınız biri; kendisinde de aynı şüphenin oluştuğunu söyleyebilir.

Mekân ve insan ilişkisinin ne denli önem arzettiğinin ve mekânın insan üzerindeki yetiştirici etkisinin boyutları hakkında, bir kere bile düşünmemiş ve belki de bundan sonra da böyle bir işe girişmeyecek olanların şehirlerin yönetimine gelmesi veya şehirlerin ileri geleni olmaya başlaması; şehir kavramında olumlu sayılamayacak bazı değişikliklere yol açmış; bu ise; bozulmayı ve arkasından da bazı şehirli

Geçen zamanlardan birinde; şehirlilik kavramının kendisinde temayüz ettiği bir ağabeyimizin söylediği şu söz, anlatmak istediğimizi özetlerken, gidilen noktanın önemine de işaret ediyor: “-Eskiden bu caddede yürürken, sağ kolum aşağı inmezdi selâm vermekten… Şimdi ise, nerdeyse kimse beni tanımıyor.” İşin tam bu noktasında şunu söyleyelim ki; tabii ki şehirler zaman içinde büyüdüler, nüfusları 67


arttı. O herkesin birbirini tanıdığı günler uzaklarda kaldı. Ancak; şehirlerimizi böyle bir keşmekeşin, böyle bir yabancılaşmanın içine atan süreç, çok kısa bir döneme, yani belki elli yılda yapılması gereken şey on yıla sığdırıldığı, bu aşamanın sindire sindire gerçekleşmediği için böyle oldu. Büyük bir göç alıp verme dalgasına hazırlıksız ve altyapısız yakalanan ülke; bu dönemde ortaya çıkan istismarcıların da etkisiyle; insan ve mekân unsuru açısından adeta tarumar edildi. Sel yollarının bile işgal edilerek, buraların iskâna açılması, sonrasında büyük acılar yaşanmasına sebep oldu ve olmaya da devam ediyor. Hemen belirtelim ki bu duruma sebep olan, sadece göçle gelenler değil. Şehrin “yerlileri” diye tabir edebileceğimiz insanların da bu konuda hata ya da kusurları olduğu unutulmamalı. Uzun bir zaman diliminde onların elinde olan şehre, hak ettiği ilgiyi ve özeni gösterdikleri söylenemez. Ve hatta önlerinde dur diyecek herhangi bir kuvvetin olmadığı böyle zamanlarda, bu kısımda mütalaa edebileceklerimizin şehri paylaştığı bile iddia edilebilir. Ve bundandır ki; aşağıda okuyacağınız cümlelerden, onların da kendi adlarına pay çıkarmaları gerekir. Yazar Leyla İpekçi, “Bir Şehre Sahip Olmak ya da Ait Olmak” başlığıyla yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “ …..Çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir şehrin “bozuk para gibi harcanması” karşısında üzgün ve kızgın olabilirsiniz. Talan politikalarını ve daha birçok şeyi alkışlayacak değilsiniz. Ancak bu söylem, bizzat bir şehrin sayı//44// mart 68

yerlileri tarafından da dejenere edildiği gerçeğine gözlerinizi kapamanızı gerektirmez. Hatta kimileri; yerlilerine oranla çok daha çalışkan ve kıymet bilici olabilirler bu yüzden. Arabesk gibi bir müzik türüne kızmakla yetinen, ama kendi üretilmiş kültürünü yansıtmayı hiç düşünmeyen seçkinleri boldur (…) şehirlerin… Kıllarını kıpırdatmazlar yerel özelliklerini korumak, çoğaltmak, yansıtmak için. Sonradan kente gelenler kendi çabalarıyla bir şeyler yaptıklarında, onları da eleştirirler. (Oysa onların da) …… eski mahallelerin yeni halini merak ettiklerine de pek tanık olmazsınız. Okumadan, gözlemeden bilirler neyin nasıl olması gerektiğini. Bir şehri ille o şehrin yerlileri mi sahiplenmelidir diye düşünmeden edemedim bu yüzden. Dahası, o şehrin yerlileri midir o şehir için daima daha iyisini yapmayı beceren? Oysa ne oluyor? Bir şehrin, bir toprak parçasının yerlisi olmak, o toprağın efendiliğine soyunmak anlamına gelmeye başlıyor. İnsanın bir yere sahip çıktığında değil, ancak o yere ait olduğunda o yerin ‘yerlisi’ olabileceğine inanıyorum. Çünkü ancak o zaman onu başkalarıyla paylaşabiliyorsunuz.” (Taraf Gazetesi.29.08.2008) Belki de yazarın anlatmak istediklerinde asıl mana işte bu paylaşma kelimesinde düğümleniyor. Ve bu paylaşım gerçekleşmediği, şehre büyük bir açgözlülükle saldırıldığı ve öncesinde; göç yoluyla gelenlere belli bir kaynak ayrılmadığı içindir ki; onlar da şehre uyum sağlama, alışma ve şehir kültürünü edinme aşamalarını geçme sırasında, belli bir bocalama,


kargaşa çıkarma ve mekânı bozma hareketlerine ortak oluyorlar. Oysa şehir; medeniyet serüvenimizin başladığı yerdir. Ve zaman içinde orada oluşturulmuş ya da oluşturmaya çalıştığımız hayata dair kavramlar ve bu kavramların fiziksel olarak şekillenmiş halleri, bu serüvenin rotasını belirler. Güçlü bir fikri altyapı ve buna dayanılarak ortaya konan fizikî durumun yapılandırdığı şehirler; bu birlikteliği sürdürme gayreti içinde oldukları bütün zamanlarda medeniyetin temsilcileri olmuşlardır. Bundan uzaklaşanlar ise; düşüşe geçmişler; sadece muhafaza ettikleri ya da etmeye çalıştıkları bir tarihi mirasla varlıklarını devam ettirmişlerdir. Yerinden doğrulmanın ve eski şaşaalı günlere geri dönmenin yolu; yine şehrin sahip olduğu iç dinamiklerinde ve kendisiyle hesaplaşmasında gizlidir. Kendine dayanarak, kendine inanarak ve kendi insanının gücünü kullanmayı becererek, geçmişte yaptığını yine başarabilir. Bizim şehirlerimiz; özellikle İslâmiyet’le tanıştıktan sonraki yüzyıllar içinde kurduğumuz şehirler; bir batılının deyimiyle “insan yüzlü şehirler”dir. Orada Batı şehirlerinin soğuk yüzüne rastlayamazsınız. Ne var ki; son yüzyılda şehir diye ortaya koyduklarımız bu nitelemeden uzaktır ve soğukluk açısından Batı’yı çoktan arar hale gelmişizdir. Mimarî açıdan hiçbir sıcaklık ve yerleşim planı yönünden hiçbir ferahlık hissi vermeyen binaların; mekân olarak huzura yaptığı katkı son derece azalmıştır ve böyle yerlerde yaşamak; içinde gerginliği barındıran bir hâle dönüşmüştür. İnsan ve mekân varlığı açısından her geçen gün daha dönülmez bir noktaya doğru giden

şehirlerimiz; -geçmişten bize intikal eden bölümlerini hariç tutarsak-, bu durumlarıyla geleceğe bırakılacak herhangi bir değer taşımamaktadır. Tamamen bize yabancı ellerce oluşturulmuş bir mimarî tarz ve site kültürü içeren bu yapılaşma, bize ait yaşama kültürünün bir an önce yok olmasına önemli ilaveler yapmaktadır. Bu gidişe ne kadar ve ne zaman el atılabilir ya da el atılabilir mi bilmiyorum; ama bildiğim bir şey var ki o da şu: Kendince sırları olan şehirler inşa etmedikçe ve bu sırları keşfe çıkacak insanlar yetiştirmedikçe; yani daha açıkçası, bu durum böyle devam edip gittikçe; yaşadığımız şehrin ‘kentsel dönüşüm projeleri’ni, hep ‘yabancı’lar gerçekleştirecektir ve çoğumuzun içine düştüğü “kendi şehrinde yabancı olma” duygusu giderek tavan yapacaktır. 69


SÜRYANİLERDE GÖÇ

SONRASI KİMLİK ARAYIŞI Yaşlı birinci nesil Süryanilerin karşı karşıya kaldıkları “yabancılaşma” sendromu ile ilgili gösterilen fotograflar bir metafor olarak aynı zamanda göçmen Türklerin hikayesi. Burhanettin CARLAK

ollanda`nın Almanya sınırına yakın şehirlerinden Hengelo`da bir süredir sosyalrefah kurumu Wijkracht seri konferanslar organize ediyor. Bu konferansların ilkinde şehrin belediye başkanı Sander Schelberg yeni vatandaşlık kavramı üzerinde bir sunum yapmıştı. Bu kez Hollanda`daki yaklaşık 30 bin Süryani`nin dini lideri Metropolit Mor Polycarpus Augin Aydın ve antropolog Jan Schikking`i dinleme fırsatı bulduk. Konferansda ağırlıklı olarak belediye memurlarının ve sosyal hizmetler çalışananların ilgi odağı. Yaklaşık yarım asırdır ülkede göçmen olarak yaşayan Süryanilerin kimlik sorunlarından yaşlıların bakım kültürüne kadar karşılaştıkları sosyal sorunları ele alındı. Metropolit Aydın selefi Julius İsa Çicek`in 2005`de vefatından sonra göreve geldi. Genç eğitimli-donanımlı ve son derece de nazik birisi. Almanya sınırında Morephrem Manastırında kalıyor. Manastır şehir dışında ve içinde Almanya ve Hollanda`da vefat eden Süryanilerin de gömüldüğü kendilerine ait bir mezarlığa sahip. 2005 Yılında önceki metropolit Çiçek`in cenazesine dünyanın bir çok bölgesinden Süryani lider katılmıştı. Törenin izdihama yol açmaması için belediye yüzlerce otobus kiralamış ve ziyaretcilerin havalimanına park etmelerine imkan sağlanmıştı. Cenazede siyasilerin yanı sıra Diyanet Vakfı temsilcileri de çelenkle taziye bulunmuşlardı. Metropolit Çiçek`in cenaze törenine Hindistan`dan gelen temsilcileri görünce çok şaşırmıştım. O zaman öğrendimki sayıları milyonları bulan Süryanı Ortodoks dinine mensup Hintli, dönemin misyonerlik faaliyetleri ile din değiştirmisler. Bugün de sayıca en büyük Süryani Ortodoks nufusu galiba Hindistan`da. 2006 yılında metropolit Aydın`la bir tv röpörtajı yapmıştım. Kendisi o zaman tüm Orta Doğu`da yaşanan siyasi olumsuzluklarla haksız yere ilintilendirildiklerini anlatmıştı. Röpörtaj sonrası Süryanilerin 3 bin yıllık tarihini anlatan bugüne kadar yapılmış en kapsamlı belgesellerden olan Italyan yapıtı ‘The Hidden Pearl’ (gizli inci) çalışmayı hediye etmişti. TOPLUMA YABANCILAŞAN VE YALNIZLAŞAN YAŞLI NUFUS

Fotoğraflar: https://aylingencay.blogspot.com.tr/2017/04/

sayı//44// mart 70

Metropolit Aydın Princeton Universitesi`nde doktorasını yapmış. Türkçe`nin yanı sıra İngilizce`ye de hakim. Uzun yıllar sonra kendisini Hollandacayı çok iyi ögrenmiş birisi olarak gördüm. Programın ruhuna da uygun


olarak dini dogma veya tarihi bir sunumdan öte, ‘günlük hayatta bölge şehirlerinin artık üçüncü nesil vatandaşı, semt sakini olarak nasıl bir insan tipi görüyoruz’ teması üzerinde durdu. Sosyolojik gerçekler ışığında kendi farklı ülke ve bölgelerden gelen tabanının nasıl hızlı değiştiğini hiç bir kompleks ve gurura kapılmadan anlattı. Yaşlı birinci nesil Süryanilerin karşı karşıya kaldıkları “yabancılaşma” sendromu ile ilgili gösterilen fotograflar bir metafor olarak aynı zamanda göçmen Türklerin hikayesi : “ata-erkil bir toplumdan, hiyerarşik etkisi silinen, dede olarak sahip olduğu hayat tecrübesinin değer ifa etmediğı yeni bir toplumdaki çelişkilere sahip, endişeli ve kendisini sürekli kontrölü elinden kaçıran, meselelere hakim olamayan ve fikri sorulmayan, edilgen ve bağımlı gören yaşlı bir nufus sürekli yalnızlıkla karşı karşıya” Kollektif haraket eden bir toplumdan, sürekli ferdileşen, kadın emansipasyonunun sürekli arttığı, sosyal devlet imkanları ile sosyal dayanışma ve birbirine bağlılığın neredeyse ortadan kalkığı bir yapı. Sosyal Konrol (mahalle baskısı) eski fonksiyonunu yitirmekte. Özellikle genç nesil artık kendi toplumundan insanlarla aynı mahallede oturma ihtiyacı hissetmiyor. Eskiden yan yana dört Süryani ailenin evi olabiliyordu ama bu durum değişiyor. Kendisini koruma adına içine kapalı, muhafazakar hatta tutucu sayılabilecek homojen bir yapı artık değişiyor. Aynı şekilde Kilise`nin rölü Süryaniler açışından değişmekte. Toplum hukuk ve sosyal yardımlaşma gibi fonksiyoner bir çok özelliğini göreceli olarak kaybediyor. Turabdin olarak adlandırılan Midyat-Kamışlı bölgesinden gelen bir tarım toplumu hızla şehirleşiyor. Bu da bir nevi anonim olmak, şehir kimliğinde

kaybolmak demek. İçtenlikle-samimiyetle ortaya konulmuş bu tablo toplumsal konularda kafa yoran herkes için düşündürücü ama toplum mühendisi olma iddasindakiler için de enfes veri, hatta bilgi deposu. Sosyal bilimler ışığında kendi toplumunu bu denli analiz edebilen bir din adamı kendi cemaatleri için bir şans. Göçmen olarak konuya toplum transformasyonu olarak bakıp, kendimizden çok şey bulabiliyoruz. Ama Türk olarak bakınca bize has siyasi kültürümüzün doneleri karşımıza çıkıyor. KADİM KÜLTÜR

Gerçek anlamda kadım bir kültüre sahip Süryanilerin ana dili Hazreti İsa`nın konuştuğu dil. Dolayısı ile vahiy olan Hiristiyanlık ve ilk dönemde yayılan Hırıstiyanlık bu dilde yapılmış. Aramice, çok zengin bir dil olan Arapça ve ve İbranice üzerinde çok baskın bir etkiye sahip. Toplum olarak Ermenilerle birlikte Hiristiyanlığa geçen ilk toplum. Ancak Ermenilerle başta siyasi olmak üzere etnik köken, dini mezhep ve siyasi bakış açışından önemli farkları var.. Dönemin teoliji metinlerini anlamak için bu dili bilmek de önemli. Bunun yanı sıra Rönesansın oluşmasında etkili olmuş eski Yunan tercümelerini yeniden Arapça üzerinden Batı`ya kazandıran akım içinde Süryani damar etkili. Ortadoğu`da Süriye, Irak, İran, Ürdün, İsrail ve Türkiye gibi ülkelerde dağınık olarak yaşayan Süryaniler farklı nedenlerle Batı Avrupa ülkelerine göç ederek yeni küçük bir diaspora (gerçek anlamda) oluşturuyorlar. Göç nedenleri genelde politik nedenlerden oluşuyor. Mahalle baskısı diyebileceğimiz bunaltıcı pskikolojik ortamdan kurtulmak istiyorlar. Bir çok azınlık gruplarda olduğu gibi ticaret gelenekleri var ve zanaaktkar, 71


meslek toplumu. Ekonomik nedenler bu yüzden asıl sebeb sayılamaz. Türk göçünden ayrılan nokta burası. Ticari faaliyetlerin dışında bu ülkelerde Türklerle çok fazla bir ilişki kurmak istemiyorlar. Hatta ‘etnik ve dini kimlıği korumak için ışbirlığı yerine soğuk, mesafeli zaman zaman da gergin pozisyon almayı tercih ediyorlar. Batı Avrupa ülkelerine ilk geldiklerinde kendilerine sığınılacak liman sunulacağını sanmışlar ancak başta Hollanda olmak üzere dinin sosyal hayattan tecrid edildiği bir toplum kendilerine Hiristiyan dindaş yerine “mülteci”gözü ile bakmakta. Başlangıçta Kiliselerin de mültecilere ev sahipliğı yaptığını vurgalamamız gerekiyor. Bu olgu zamanla bir etkileşime neden olmakta hatta Protestan Süryani Kilisesi`nin de kurulmakda olduğunu burdan belirtelim. TÜRKİYE SÜRYANİLERİ

Kısa bir dönem UETD Hollanda adına sayın Mahir Ünal`ın Hollanda`daki programını hazırlayan ekipdeydim ve telkinlerimle Amsterdam`daki Süryani Kilisesi`ni ziyaret etmişlerdi. Bundan her iki taraf da çok memmun ayrılmıştı. Aslında tüm Türkiye`nin genelinde yaşanılan tapu-kadastro kaosu, asırlarca sahip oldukları bölgelerde karmaşa çıkarınca –haklı olarak- çok farklı anlam yüklemelerle bir algıya kapanıyorlar. Mor Gabrial Kilisesi`ndeki durum kısmen düzelse, Mardin`de Üniversite`de akademik düzeyde Süryanice bölümü olsa da onlara göre bir din okulları istiyorlar.Bugün tüm Türkiye`de 3-5 bin Süryani kaldığı belirtiliyor. Bu tablo kısa bir dönem öncesine kadar değışiyordu. Avrupa`dan tersine geri göçler başlamıştı. Son dönemde yeniden bir duraksama söz konusu. sayı//44// mart 72

Türkiye çoktan kendi coğrafyası ile barıştı. Bu elbette kültürel anlamda kendisini azınlık hissedenler için de geçerli. Kendisini dezavantajlı hisseden çevrelere birinci sınıf vatandaş olduklarını hissettiren açılımlar umarız tez zamanda yeniden devam eder. Olağanüstü dönemin hemen sonrasında yeniden çok daha kalıcı bir zihniyet değişimi ile Selçuklu ve Osmanlı`nin çok kültürlü, çoğulcu ve birlikte yaşama azmini esas alan yeni bir dönem başlar. Süryanilerin kadim kültürlerini korumak, yaşatmak ve geliştirmek tarihi bir mirasdan öte insanlığa vefa borcudur. Cünkü yakın zamanda kaybolmak tehlikesi ile karşı karşıya bir dilleri var. Bu bakımdan anadillerinde resmi dil ve din eğitimi yasal zemine kavuşturulmalıdır. Türkiye`deki muhafazakar kesimin eskiye göre genişleyen insan hakları ve özgürlük duyarlılığı bu zemini kolaylaştırır. Hoşgörü sözü lafta kalmamalı. Birbirimizi daha iyi tanımalıyız. Konferans esnasında metropolite soru sorma imkanımız da oldu. Türk toplumu olarak Süryanilerle daha iyi ilişki içinde olmak için bazı girişimlerimizin karşılık bulmadığını ilettim. Ama öncelikle şu soruyu yönelttim: - Ortadoğu sürekli kaosların yaşandığı bir bölge. I. Dünya Savaşının yine maalesef devamını yaşıyoruz. Aslında bitmemiş bir savaşın. Dışarıdan müdahalelerle ülkeler destabilize ediliyor. Irak`a ‘nükleer silah var’ bahanesi ile girdiler 1 milyon insan öldükten sonra “yokmuş” dediler. Türkiye`deki Fetöcü darbe girişimi de bunun (destabilize etmenin) bir parçası idi. Maalesef reformlar da bundan sonra durdu. Ortadoğudaki savaşlardan, kargaşalardan sizler de oldukca etkileniyor olmalısınız. Bundan bahsedebilir misiniz lütfen? -(özetle) Tüm Ordadoğu`da istenilmediklerini düşünüyorlar. Buralara gelenlerin çoğu köprüleri yakıyor. Ama Bazı entellektueller farklı düşünüyor. Örneğin Ürdün Kralı, Doğu Hiristiyanlığı`nın İslam medeniyetine geniş katkılarını yazdı. Irak`da Basra ve Bağdan Küzey Irak`a doğru bir göç haraketi yaşadık. Oradan da Batılı ülkelere kaçtılar. Başka bir örnek Israil`den Jabra Brahim Jabra isimli bir Süryani Ingiltere`de tüm Batı Edebiyatını Arapça`ya kazandırmıştı. Geçen cenazesinin ne kadar hazin olduğuna, evinin yıkıldığı, tahrip edildiği haberine rastladım.


KALBİMİZİ BIRAKTIĞIMIZ

ŞEHİRLER

Tanpınar’ın ”Beş Şehir”inin satırlarına sığınıyorum Ankara’da. Bu şehir gördüğüm ilk büyük şehirdi. İş bitirmenin son merhalesi denilse de bu şehir insan bitiriyordu, öğütüyordu aslında. Ali BAL

oprak ve ahşap kokan evlerle hemhal olan ruhumu bir büyük şehrin geniş ve uzun caddelerinde binlerce insanın arasına bıraktığımdan beri münzeviyim. Birkaç müstakil bahçeli evin tenhalığında sere serpe yetişen, bir oyana bir bu yana oyunlar oynayan ve kendinden emin bir şekilde bağ bahçe işleriyle bile uğraşan çocuk. Meyvelerin rengine, sebzelerin tadına saklanan güneş… İçimizi, evimizi, bahçemizi ve hayatımızı ısıtan güneş… Evlerin değil, insanların yükseldiği bir hayatın içinden çıkıp bir büyük şehrin gökdelenlerinin gölgesine sinen cesaretim. Bıçak gibi kesen soğuk, içime dökülen binlerce insan var şehirde. Bir yudum, bir nefeslik muhabbete muhtaç soğuk yüzlerden kalkıp kalbime çarpan sertlik var şehirde. Güneş doğsa bile çağmıyor yüzüme. Yüksek binaların aralarından sızan ve çoğu kez camlardan yansıyan güneşin değdiği her yerde bir huzur yeşeriyordu. Kalbim bu hâlin içinde sızladıkça sızlıyor, ağladıkça ağlıyordu. Ne çare! Şehir almıştı kalbimi, kalbimizi. Açık cezaevinde gezinen bir mahkûmun yürüyüşündeki umut, dizlerindeki güç, masmavi ve tertemiz gökyüzüne yazılan özgürlük bu şehrin hafızasında olmadığı gibi hayalinden de silinmişti. Koskoca şehir gözümde küçüldükçe küçülüyor, avcuma düşüyordu. Bir bir incelemek, dokunabilmek istiyordum her köşesine bu şehrin. Sonra acıların, ayrılıkların, gurbetin ve hasretin kokusunu alıyordum arka sokaklarında bu şehrin. Metruk evlerin hatıralarından gelen içli türküler yolumu kesiyordu. Kulağıma değmiyor, kalbimin derinliklerine saplanıyordu.

Yürüsem içime oturan acının ve yalnızlığın ağırlığı, yürümesem üstüme geldikçe gelen şehrin boş kalabalığı vardı. Şehir bir devdi; beni bekleyen metruk bir evdi. Şehir metruk bir evdi; yalnızlık beni çok sevdi. Tanpınar’ın ”Beş Şehir”inin satırlarına sığınıyorum Ankara’da. Bu şehir gördüğüm ilk büyük şehirdi. İş bitirmenin son merhalesi denilse de bu şehir insan bitiriyordu, öğütüyordu aslında. Cumhuriyet ile birlikte büyüyen şehir Ankara. Hayatın her mevsiminin yaşandığı yer burası. Bir insanın bürokrasi merdivenini tırmandığı, zirveye çıktığı ve sonrasında da en aşağıya indiği, inebildiği şehirdi Ankara. Ne olursa olsun sevebildiğim şehirdi. Kendisini sevdiren yanlarıyla, yaşadığım en güzel anlarıyla yine de güzel şehirdi Ankara. Tanpınar’ın Beş Şehir’de değindiği şu hatıra bile bana en güzel telkindi. Tanpınar, Akşemseddin'in gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram Veli'ye mürit olması ve sonrasında da halef olmasını anlatır. "Anane Hacı Bayram'la İstanbul fethinin manevi yüzü olan Akşemseddin'i bu ovada karşılar. Akşemseddin o zamanlar devrinin ilmini, ilahiyattan tıbba, nahivden musikiye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşit arayan genç bir âlimdir. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hati'nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar; fakat Halep'te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram'ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram'dan olduğunu anlar; yoldan döner. Ankara'ya geldiği zaman Hacı Bayram'ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanına yaklaşır; fakat iltifat göremez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Akşemseddin'in yanına ne burçak çorbası, ne yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Akşemseddin darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder. Ölünce de kendisine halef olur.” Sonra H.Ergülen’in şu sözleri geldi durdu içimde: “Ankara kendine mahsustur, eskiye mahsustur, eski çocuklara mahsustur. Ankara'da vefa diye bir semt yoktur, Ankara baştan aşağı bir vefa semtidir, onda vefa vardır, bizde vefa yoktur. Hem vefa böyle bir şey değil midir, aşk gibi, birimizin aşkı ikimize de yeter de, gün gelir insan yorulur. Ankara'nın yorulduğunu sanmıyorum.” Hacı Bayram’da sabrın, Ulus’ta zaferin, Hamamönü’nde vefanın kitabını okumam gerektiğini anladım. Hamamönü, restore edilen tarihi konaklarıyla kültürel değerleri ve yaşamı canlı canlı aksettiren bir tablo gibiydi. Sadece ruhum değil, kalbim de bu tarihin akışında kendine bir yer bulabilmişti. Metropolün yozlaşan yüzlerinden kaçan ruhum ve sırrımla birlikte elinden öptüğüm yalnızlığıma, bu şehre kalbimi bıraktım. Dipnot

1- Ahmet Hamdi Tanpınar: Beş Şehir, İstanbul 2003, s. 19. 73


TAŞA MÜCEVHER İŞÇİLİĞİ

YAPILAN ŞEHİR

MARDİN Tarihin içerisinde Mardin’in dar sokaklarının gayesi ise, güneş ışıklarının aksine düzenlenmiş olarak, yazın kavurucu sıcaklardan insanların korunması düşünülmüştür.. Münir BALICA

Fotoğraf: https://cenemitutamadim.wordpress.com/tag/mardin/

sayı//44// mart 74

aş evleri ile Mardin, dünyanın bir hülasasıdır. Mardin’in taş evleri, kalenin eteklerinden, ovaya doğru birbiri üzerine yükselen teraslar halinde, kayalık tepenin Mezopotamya Ovası’na bakan güney yamacına masal diyarını anımsatırcasına inşa edilmişlerdir. Mardin’in coğrafi konumu bakımından tüm yapıların ön cepheleri güneye bakar. Bu mimari harikası evler, tepelere eğilimli olmaları bakımından, çoğunluğu en az iki katlıdır. Şehrin her bölgesinde teraslama sistemi ile hiç birinin gölgesi, diğerinin üstüne düşmemektedir.. Bu evlerin bir başka özelliği ise, birbirlerinin ne havasını, ne güneşini kesmeyen mimarlık harikasıdır. Tarihin içerisinde Mardin’in dar sokaklarının gayesi ise, güneş ışıklarının aksine düzenlenmiş olarak, yazın kavurucu sıcaklardan insanların korunması düşünülmüştür.. Yüzü ve kalbi aydınlık bir nesil ile beraber tarihi yaşamış bu evlerin yapımında “kalkertaşı” kullanılmaktadır. Mardin’in dünyaca ünlü bu evleri bir anlamda Kuzey Suriye tarzı olarak nitelendirilmektedir. “ Kalker” taşları normal taşlardan değişiktir. Açık renkli sarımsı yapıdadır. Sarı kireç taşları ham haline geldikten sonra üç ustanın elinden geçmektedir. Birinci ustaya “ makta” denilmektedir. Bu usta taşları tıraşlayıp, küp haline getirmektedir. Taşları yeri ve konumuna göre düzenleyen usta’ya“nahhat” denir. İstenilen süsleri, motifleri ile taşlara şekil vererek mimariye hazır hale getiren ustaya ise “nakkaş” adı verilmektedir. Kalker taşı ocaktan çıkarıldıktan sonra bir süre sonra sertleşerek, iklim şartlarına karşı dayanıklılık kazanan bir oluşum kazanır.. Bu taşların bir başka özelliği yazın serin, kışın sıcak olmalarıdır. Taşlara Sıva kullanılmaması bir başka özelliğidir. Günümüzde halen bu yörede bu taşlar çok güzel mimari eserlerde kullanılmaktadır. Evlerin kapı ve pencerelerin etrafında oya gibi işlenen nakış ve motiflerle insanların duyguları ve taşın dili meydana çıkmaktadır. Güvercin motifi bunların arasında çok önemlidir. Hristiyanlar için bu motif kutsal ruhu simgelemektedir. Müslümanlar içinse Güvercin motifi de aynı değerde kıymetlidir. Güvercin motifli bir Mardin evi gördüğünüzde, eğer Güvercinin boyun kısmında bir “çentik” izi varsa, bu ev Müslüman evidir. Güvercin motifinin boynunda “çentik” bulunmazsa bu ev Hristiyan evidir. Hristiyan evlerinin bazılarında Güvercinlerin gagası “Haç” taşır şeklindedir. Evliya Çelebi, 17.yy. geldiği Mardin’e şiirsel bir


dille “Şehir bulut rengi bir kayanın üzerinde” bulunduğunu yazan seyahatnamesinde Mardin’i tarifi imkansız güzellikte anlatmaktadır. Mardin, karanlık bir ovaya güneşin doğmasıdır. Her taş evde kucak dolusu güllerin insanlara kucak açan harika bir yaşam ve gönül zenginliğidir. Şehir, dayanılmaz ve inanılmaz çekiciliği ile medeniyet merdivenlerini, (M.Ö. 8000 ) yıllarında ilk olarak çıkmaya başladı. Um- Dabagiye, Hassuna, Samara ve Halaf kültürlerinden Uruk, Hurri, Akad, Hitit, Mitanni, Asur, Arami ve Med Medeniyetlerine; Persler, Büyük İskender, Selevoslar, Abgarlar, Romalılardan, Sasanilere, Bizans’a; Arap Devletleri döneminden (637-1102) başkentliğini yaptığı, parlak ve kul hakkının gözetildiği bir kent halini aldığı Artuklu devleti dönemine ( 1102-1409 ); İlhanlı - Moğol, Karakoyunlu, Ak koyunlara (1409-1514) Osmanlı İmparatorluğu’ndan (1515-1923) günümüz Cumhuriyet Türkiye’sine gelene kadar devamlı cazibe merkezi olmasını korumuştur.. Mardin kentinin bu tarihi ve kültürel dokusu içersinde dinler tarihi çok önemli yer tutmaktadır.. Özellikle Süryanilerin (M.S. 38) yılında, İsa’nın dinini kabul ettikleri “ İnananlar dağı” ya da “Köleler dağı” anlamına gelen, Tur Abidin’in, Mardin- Midyat eşiği bu bölgede medeniyetin beşiği olarak bulunmaktadır. Mardin, Coğrafi konumunun ilkçağ ve orta çağdaki önemi olarak, Suriye’yi Anadolu’ya bağlayan bir kent merkezindeki yerleşim birimi olarak, ilk kez Ammianus Marcellunis tarafından, Amid’den Nusaybin’e uzanan yolun arasında bulunan kalelerin isimleri olan “Maride ve Lorne” ismiyle zikredilmiştir. Arap ve İslam fetihlerine kadar önemsiz bir konumda bulunan Mardin, Artuklu döneminde başkent olarak, bu tarihten sonra devamlı önemli konumda yerini korumuştur. Mardin kentinin ismi, bazı kaynaklara göre Süryanice’de tek kale anlamına gelen “Merdo” dan gelmektedir. Kimilerine göre “Mardi” adlı kavimden geldiğidir. Başka bir görüş ise, Pers kralı Ardeşir, “Marde” isimli bir kavmi bu bölgeye yerleştirmesi ile kentin adı Mardin olmuştur. Diğer vakidi söylencelerine göre, kentin adının, Bizans İmparatoru Heraklius’un bir komutanının Din adındaki İranlı bir münzeviyi öldürdükten sonra, tam karşısına bir kale yaptırmış ve buraya “Din Öldü” anlamına gelen “Matedin” adından da kaynaklandığı bilgilerde yer almaktadır. Bu

Güneşin kenti Mardin’de her gün yeni bir güne başladığında inançlar ve dinler ve çeşitli kültürlerin burada birbirinin içine geçmiş şekilde devam ettiği görülmektedir.. Mardin’in çarşısı, renklerin ve insanların katılımı ile bir labirenti andırır. Burada gezinirken değişik bir şekilde geçmişi yaşamanın tadıyla heyecanlar içersinde bulunursunuz. Bu çarşının en büyük özelliği taşıyan Baharatlar ve “Telgari” ismi de verilen gümüş işlerinin güzelliği gözleri kamaştırmaktadır... Emineddin külliyesi; Emineddin Mahallesinin güneyinde bulunan (M.S. 185-189 ) tarihinde yapıldığı sanılan veya Süryanı kaynaklarına göre 4. Yüzyılın sonlarında yapılan, en eski Hristiyan kilisesi Mor ( Aziz ) Minayel kilisesi veya Burç manastırı bulunmaktadır. Firdevs köşkü, Aynıl Batrak çeşmesi, (bir kişinin rahatlıkla yürüyebileceği, kapalı bir kanal içersinden, özel bir boru hattı ile aksatılmadan suyun akması sağlanıyordu.) Deyrul Zafaran manastırı; Milattan önce Güneş tapınağı, daha sonra Romalılarca Kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edilmiştir. Kilisede senede bir gün, 15 Ağustos’ta olmak üzere Meryem Ana’nın göğe çıkışı için ayin yapılmaktadır.. Kasımiye Medresesi, Mor Efrem Manastırı, Şeyh Çabuk Camii, Kırklar Kilisesi, (kilisenin iki ismi bulunmaktadır). Mardin Müzesi, Meryem Ana kilisesi, Mor Hürmüzd Kilisesi, Abdüllatif (Latifiye ) Camiii, Kayseriyye Bedesteni, Mardin Ulu Camii, Revaklı Çarşı, Zinciriye (Sultan İsa) Medresesi, Kervansaray (Surur hanı), Emir Hamamı, Şehidiye Medresesi, Abbaralar , Sitti Radviye ( Hatuniye Medresesi ), Bab-Es Sur (Radviye / Savur Kapı Hamamı), Bab-Es Sur (Melik Mahmudi Camii), Hamza-ı Kebir Zaviyesi, Mor (Azize ) Şmuni kilisesi, Surp Kevork kilisesi, Mardin’in çeşmeleri ,(Ayn Cabi, Ayn Melha, Ayn Tokmak, Cevheriye Çesmesi, Saray Çeşmesi, Sinsal Çeşmesi, Tekkiye Çesmesi, Tuzlu Çeşme ve Yahudi Çeşmeleri ) Mardin’de,hayata bir çeşni katan “ Mırra” değişik Kahvedir.. Mardin, listesini yazdığımız tarihi eserleri geçmişten bugüne taşıyan Tarih Şehirdir… Ülkemizin en güzel şehirlerinden biridir. Doğallığın egemen olduğu göz yüzüne komşu binaların damlarında başta şalvarlı Güvercin olmak üzere, çeşitli Güvercinlerin gösterileri Mardin’in mükemmelliğini ortaya koymaktadırlar.. KAYNAKLAR;

Mardin Mardin / Metin Fınsıkçı,Mardin Güneş Ülkesi / Nükhet Everi, Mardin’in kitapçısı / Bekir Sıtkı Sezer.

75


ültür kavramını, ilim adamları, sosyologlar, tarihçiler, kendi ihtisas alanlarındaki tespitleriyle ve nüans farklarıyla tarif etmişlerdir. Kadd-i yâr’e kimi ar’ar dedi, kimi elif Cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif.. demiş şair.

MİLLİ KÜLTÜRDE

ESARET’TEN İSTİKLÂL’E Tarih, toplumların maddi ve manevi hayatlarının hafızasıdır. Bu bilim dalı “Kollektif ruh” diyebileceğimiz “Kültür”ü de derinlemesine inceler. Mustafa YAZGAN

Yani sevgilinin boyuna, endamına, bazıları dağ servisi demişler, bazısıda elif demiş. Hepsinin benzeterek tarif etmekteki maksatları aslında aynıdır. Kültür kavramının tarifleride böyledir. Benim tarifim çok kısa olacak: Kültür; Her insanın her sosylojik toplumun ruh’udur. Ölüm meleği insan ruhunu alınca , beden ölür. Savaşlar, işgaller, zulümler, göçler, tabii afetler, taklit, bir toplumun kültürünü yok edince o toplum ölür. İnsanın doğumundan ölümüne kadar süren hayatının maddi ve manevi tüm kayıtları, “Ruh”un hafızasındadır. Ruh ebedidir ölmez. Sırr-ı ilâhîdir. Tarih, toplumların maddi ve manevi hayatlarının hafızasıdır.Bu bilim dalı “Kollektif ruh” diyebileceğimiz “Kültür”ü de derinlemesine inceler. İnsan, esir olunca “Ruh”u da esir alınmış olur.Bedeni işkencelerle birlikte” Ruh-i operasyonlarlahafıza kayıtları silinebilir. İnsan canlı cenazeye döner. Topyekün bir millet de esaret altına düşebilir.Bu milletin esareti, genellikle içlerindeki “hainler” sebebiyle olur. Bunlar bir savaşta, düşmanları ile gizlice anlaşmış olabilirler. Bir milletin esaretinde, düşmanın yapacağı ilk iş, işgal, hakimiyet,kendi kültürlerini telkın ve uygulamak olacaktır. Kollektif ruh tan Milli Kültür değerlerini sildikleri gün, artık o millet, yaşıyor zannedilen bir “sosyal ölü” dür. Osmanlı Türkiyesi, bu esareti çok acı çekerekyaşamıştır..Ve hala bileklerimizde kelepçelerin,ayaklarımızda prangaların, beynimizde “vahşet uğultuları” nın izlerini taşıyoruz.Milli kültürümüzü delik deşik ettiler.Gerçek tarih belgeleri yok edildi. “Misak-ı milli sınırları” yağmalandı.. Bir milletin kamusu namusudur..gerçeği unutuldu.Lisanımız olan güzel Osmanlıcamızın yerini, kargaları utandıran, cırlak argolar, uydurukçalar,anlamsız sözcükler aldı. İnanç hor görüldü. İslam; iftira, yalan, ve algı

sayı//44// mart 76


operasyonları ile negatif hale dönüştürüldü. Kılık kıyafetlerimiz en küçük bir millilik ve yerlilik görüntüsü taşımıyor Moda lejyonerleri hala Paristen ve diğer emperyalist merkezlerden Türkiyemizi ateş altına almışlardır.. Giyim, saç, takı renklerinin, stil bağımlıları dört mevsimde israf çılgınlıkları ile milli servetimizi dışa akıtıyorlar. Yahudi Helena Rubistein gibi makyaj oltacıları şirketler.. Anadolunun tabii güzellerini dudaklarından, tırnaklarından ciltlerinden oltalara takıyorlar. Hanımların şeref ve haysiyetlerini savunur görrünen bazı sahtekârlar hemen hemen tüm reklamlarda –kadın, çıplaklık- cinselliktemasıyla ve teşhircilik sapıklığıyla ticaret yaparken, kadını şuursuz ve cahil kalabalıkların ayakları altına paspas yapıyorlar.. Binlerce yıllık ilim kültür ve sanatımızı yansıtan kitapları orijinal el yazması eserleri yeni yetişen nesil okuyamıyor. Mimari zerafetimizi müzik medeniyetimizi kaybettik. Edep, haya duygusu serap oldu. Samimi sevgi, merhamet, paylaşmak, yardımlaşma geleneğimiz, hoyrat kadroların, egoist ve bizi esir alanları taklit etmeleri ucuzculuğu ile silinmeye yüz tuttu. Türkiye, bu kültürel esarete, içimizdeki sahte kahramanlar’ın attıkları imzalarla düştü. 2018..resmi tarihin yalanlarının açığa çıktığı bir istiklal , gerçek istiklal sürecini yaşıyoruz. Eshab-ı Kehf uykusundan uyanan milletimiz, destansı bir diriliş şuuruyla güvenli geleceklerin

zaman ilmeklerini dokuyor. Kışlasına hapsedilmiş ordularımız, içlerine sızmış fetöcüleri, bir irini temizler gibi dezenfekte ettikten sonra terözristlerin başına ateş toplarıyla inmekteler. Mazlum, mağdur, nâ-çar kavimlere kurtuluş ümidi oluyorlar. Küstah batı yönetimleri şaşkın ,çaresiz ve güçsüz..

Mimari zerafetimizi müzik medeniyetimizi kaybettik.

Şimdi, hoyrat ellerin paramparça ettikleri Milli Kültürümüz’ün yeniden ihya edilmek sürecindeyiz. Manzara; Bir Allah dostunun müthiş ifadesiyle, sahabîler dirilip hâl-i pür melâlimizi görseler, -Bunlar Müslüman değil. Derlerdi. Hikmetini yansıtmaktadır. Milli ve yerli kültürün yeniden ihyası, “İstklal marşı” mızdaki ruhaniyetin , tek tek seksen milyon insanımızda oluşmasına bağlıdır. 15 Temmuz 2016 daki gibi Milli Kültürümüz’ün gerçek istiklâli, Bizi biz yapan İslâmın evrensel mutluluk ve medeniyet prensiplerini (Takiyesiz) hayatımıza düstur yapmakla elde edilecektir. Büyük davalar, büyük zahmetlerle ve fedakarlıklarla kazanılır. Milli Kültürümüz’ün batıya ve batılıya esaretten kurtarılması, tahmin edemeyeceğimiz boyutta zahmet ve fedakarlık gerektiriyor. Bu zahmet ve fedakarlığa cesaret edemeyenler, Gerçek İstikla’e kavuşamazlar. İnanıyorsak başarırız.. Allah bizimle! Diyorsak, istiklal,istikbal ve zafer mutlaka bizimledir.. 77


İLK TÜRK UÇAĞI

KAYSERİ’DE ÜRETİLMİŞTİ Fabrika, 6 hangardan oluşmaktadır. 170 Personeli vardır. Bunların 50’si Türk, geri kalan 120’si ise Alman’dır. Fabrika açılışından hemen sonra, Junkers marka uçakların bakım, onarım ve revizyonuna başladı. 56 uçak revize edildi. Muhsin İlyas SUBAŞI

sayı//44// mart 78

aha Cumhuriyetin ilk yıllarıdır. Cumhuriyeti ilan edeli iki yıl olmuş, devlet istikbali göklerde aramaya başlamış. Bu arayışın ilk işareti olarak da, hemen uçak yapacak ilk şirket olan “TOMTAŞ”ı kurdu. Arkasından, 1925’te Alman’ların Junkers Flugzeugwerke Aktien Gsellschaft firmasıyla işbirliğine giderek, “Türkiye Tayyare ve Motor A.Ş” yi devreye soktu.. 3 milyon 361 lira sermaye ile kurulan şirketteki, Türk Tayyare Cemiyeti’nin hissesi 125 bin liradır. Hemen harekete geçildi, bugünkü Hava İkmal Merkezi dediğimiz tesislerin bulunduğu alan bu işe ayrıldı. Burada tesislerin kurulmasına başlandı. Fabrika malzemesi, 1926 yılında Almanya’dan Kayseri’ye taşındı. Malzeme İskenderun’a kadar gemiyle, oradan Ulukışla’ya trenle, Ulukışla’dan Kayseri’ye de kağnı arabalarıyla nakledildi. Aynı yılın Ekim başında da dönemin Başbakanı tarafından açılışı yapıldı. Fabrika, 6 hangardan oluşmaktadır. 170 Personeli vardır. Bunların 50’si Türk, geri kalan 120’si ise Alman’dır. Fabrika açılışından hemen sonra, Junkers marka uçakların bakım, onarım ve revizyonuna başladı. 56 uçak revize edildi. Ne var ki, gelen yabancı işçi ve mühendislerin maaşı ülkeye ağır geldi. Onlar maaşlarından fedakârlık yapmadılar, şirketin de bu paraya gücü yetmedi. Bunun üzerine fabrika, 520 bin liraya Türk Tayyare Cemiyeti’ne devredildi. Türkiye kendi uçağını yapmaya kararlıdır. Yeniden işe başlanıldı. Bu defa Amerikalıların, The Curtiss Aeroplane and Motor firmasıyla işbirliğine gidildi. 1932 yılında, 33 Curtiss Hawk, 8 adet de Fledlıng modeli uçak üretildi. Deneme uçuşları yapıldı ve Türk hava filosuna katıldı. 1933 yılında fabrika tamamıyla Millî Müdafaa Vekâleti’ne devredildi. 1935 yılında 3 ayrı tipte 50 adet Planör imal edildi. 1936’da tekrar Almanlarla işbirliğine gidildi. Bir yıl sonra 45 adet Gotha 145 uçağı imal edildi. Yine 1936’da Polonya’nın Panstwowe Zaklady Lotlınze firması ile anlaşma yapıldı ve 24 adet de PZL 24A/24c tipinde 24 uçak imal edildi. 1940’da İngiliz Phıllıps and Powıs Aırcraft LTD. firmasıyla anlaşma yapıldı. 1940’da 24 adet Magıster tipi uçak imal edildi. Böylece on yıllık bir süre içerisinde 5 ayrı tipte toplam 134 uçak Kayseri semalarından havalanarak Türk Hava Kuvvetleri filosuna katıldı. Biz bu uçakları yaparken, aynı yıllarda İtalyanlar Tornado’yu, Fransızlar da Miraj’ı üretmeye başlamışlardı. Sonra, bir gizli el nasıl ettiyse, yine bize engel


oldu ve bu uçak üretimi pahalı bulunarak yerine üretilmiş uçak alınmaya başlandı. Böylece Kayseri, belki de tarihinin en büyük talihsizliğine gömülmüş oldu... Bu tehlikeyi, fabrikanın kapatılmasından birkaç yıl önce sezmiş olan dönemin aydınları, bırakın bunun kapatılmasını yenilerinin açılmasını, hatta bu istek için halkın olağanüstü fedakarlık yapabileceğini dile getiren yazılar yazmışlardır. O yıllar en itibarlı gazetesi ve onun başyazarı Yunus Nadi bakın bu konuda neler yazıyor: İLK TÜRK TAYYARE FABRİKASI’NIN KÜŞADI (AÇILIŞI)

İlk uçak fabrikasının açılışıyla ilgili o günlerde yapılan törenlerle ilgili Milliyet Gazetesinin yayınladığı bir haberi, metnini değiştirmeden aynen veriyorum: “Kayseri’de İnşaatı İkmal Olunan Tayyare Fabrikamız Dün Büyük Merasimle Küşat Edildi Müstakbel harplerde memleketlerin istiklalini tahtı emniyette bulunduracak en müessir vasıtalardan biri de tayyarelerdir. Memleket havaların bu tayyarelerle doldurmalıyız. KAYSERİ, 6 (Sureti mahsusada giden muhabirimizdin) Hükümeti cumhuriyetimizin büyük azim ve himmetleriyle çok az bir müddet içinde Kayseri’de inşasına muvafık olunan ilk tayyare fabrikasının resmi küşadı bugün (dün) büyük merasimle icra kılındı. Müdafaai milliye vekilimiz Recep beyefendi Türk teyyareciliğinin günden güne teali ve terakki etmekte bulunmasından bahis bir nutuk irad etmişlerdir. Nutukların iradından sonra fabrika kapısına gerilen kordelanın kesilmesi mudafaai milliye vekilimizin refikası hanım efendiden rica edilmiştir. Recep Bey efendinin refikaları hanım efendi tepsiden makası almış Kayseri Belediye Reisi İbrahim Safa Beye vermiştir. İbrahim Safa Bey makası teşekkürle almış kordelayı

kesmek suretiyle resmi küşadı icra eylemiştir. Müteakiben fabrika gezilmiştir ilk defa makine dairesine gidilmiş ve makinanın kordelası Müdafaai Milliye Vekili Recep Bey tarafından kesilmiş ve manivalasını da bizzat çevirerek makinaları tahrik etmiştir.

Bunun üzerine fabrika, 520 bin liraya Türk Tayyare Cemiyeti’ne devredildi

Diğer makinanın kordelası da Recep Beyin refikaları hanım efendi tarafından kesilmiştir. Makinaların hareketi üzerine amele hemen işe başlamıştır. Diğer makinalar amele iş başında iken gezilmiştir. Recep Bey büyük bir ala ile fabrikanın faaliyetini takip etmiş ve muhtelif makinaların ifa ettiği faaliyetler hakkında izahat istemiştir. Şirket Müdürü Mösyö Saksonberg ve Fabrika Direktörü Mösye Haze lazım gelen izahatı vermişlerdir. Bundan sonra müdüriyet binasının vazı esas merasimi yapılmıştır. Vazı esas resminin 6 teşrini evvel 926 tarihinde icra edildiği hakkındaki kâğıt haziran tarafından imza edilerek kutuya konmuş ve muhteşem bir tayyare modeliyle mahalli mahsusuna vaz olunmuştur. Recep Bey teftiş seyahatine devam etmek üzere yarın hareket edecektir. Heyet şerefine akşam büyük bir ziyafet keşide edilmiştir.” (Kerami Milliyet Gazetesi, 5 Teşrinievvel 1924- 29 Rebiulevvel 1345) VE ÇÖZÜLME BAŞLIYOR

Ülke savaştan çıkalı henüz iki yıl geçmemişti. Ama harp sırasında uçağın ne kadar önemli bir silah olduğu gerçeğine ulaşmıştık. Bunun için de bir tarafta, yeni bir sistem arayışının tartışmaları sürerken, öbür tarafta milletçe bir zaruretin farkına varmış ve Kayseri'de ilk uçak fabrikasının temellerini atmıştık. Yıl, 1925. Türk Devleti, TOMTAŞ'ı kuruyor. Bu işi tek başına götüremeyeceğinin farkındadır. Onun içinde dış destek arıyor ve bunu da buluyor: Alman Junkers Flugzeugwerke 79


ile devreye sokuldu. Bir yıl sonra, 1933’te Türk Kuşu adına 50 adet planör imal edildi. İşler yine çıkmaza girdi, şirket dağıldı dağılacak derken, Almanlarla Gothaer Waggon Fabrık A.G. ile lisans anlaşması yapıldı. Bir yıl sonra, 1937’de bu defa Gotha 145 markasıyla 45 adet uçak imal edildi. Aynı yıl, Polonya Panstwowe Zaklady Lotnıcze firması ile yapılan başka bir anlaşmayla da 24 adet PLZ 24A ve 24C uçaklarından imal edildi. 1940’a gelinmişti. Bu defa devreye İngilizler girdi. Onların Phıllıps AndPowısAırcraft Ltd. firmasıyla bir anlaşma yapıldı. Aynı yıl 24 adet de Magıster adıyla uçak imal edildi.

1933’te Türk Kuşu Aktien Gsellschaft firması ile anlaşmalar adına 50 adet yapılıyor ve "Türkiye Tayyare ve Motor Aş." planör imal edildi. gerçekleştiriliyor. Şirketin merkezi Ankara'dır,

ama Kayseri'deki tesislerde Junkers uçaklarının bakım ve onarım işi başlamıştır bile... Hemen iki yıl sonra da şirkete uçak üretme yetkisi veriliyor. İlk uçaklar üretiliyor. Deneme uçuşları başlıyor, ama dış güçler rahat durmuyor. TOMTAŞ ile Alman Firmasının arasını açıyorlar. 1928'de şirket dağılıyor ve bu ilk teşebbüs yarıda kalıyor. Devlet, istikbalin göklerde olduğunun bilincindedir. Bunun için yılmadı, direnerek bu işten sonuç almaya baktı. Sonunda o da başarıldı ve 1932 yılında bu defa Amerikan lisansı ile bu işe başlanmak istendi. Bunun için de Amerikan The Curtis Aeroplane and Motor firması ile işbirliğine gidilerek 33 adet Curtıss Hawk, 8 adet de Fledglıng uçağı imal edildi ve bu uçaklar Kayseri semalarında barış güvercini gibi dolaşmaya başladı... Yıl 1932 idi. Kayserili bayram sevinci içerisindedir. Bir bahar günü öğle vakti Hawk uçağı toprak pistten havalandı. Erciyes'e doğru uçtu. Sonra dönüp, Selçuklu'nun Meşhed Ovası dediği Kayseri düzlüğünde dolandı. Minarelerimize el salladı. Kendisini gözyaşı ve heyecan ile seyreden insanımızın alkışlarına tek motorunun sevimli gürültüsü ile karşılık verdi. Sonra dönüp alana indi. Fabrika önü mahşer gibiydi. Herkes seviniyor ve birbirini kucaklıyordu. Arkasında bir Hawk daha, bir Hawk daha. Derken o yıl tam otuz üç uçak, bizim tesislerimizde, bizim insanımızın el emeği göz nuru ile üretildi. Bizim semamızda uçtu. Dolayısıyla bizim hâkimiyetimizin simgesi oldu. Arkasından, Fleşhing'ler geldi. Onlar da aynı heyecan ve aynı coşkuyla havalanıp ordumuzun emrine verildi. Tam on uçak da Fleşhing patenti

sayı//44// mart 80

Türkiye, o yıllarda, kendi semalarında kendi uçağını uçurmanın heyecanını kuşkusuz büyük bir coşkuyla yaşamış olmalıdır. Bunu dönemin şairlerinden Mehmet Faruk Gürtunca, aşağıdaki şiiriyle de dillendirmeden edememiştir: TAYYARE Bir Kuş gibi uçar engin göklerde, “Ay-Yıldız” parlayan “Türk tayyaresi”. Uzak ufuklara kadar gider de, Duyulur derinden o coşkun sesi! Tayyare, Tayyare! Ey Sema kuşu, Ay-Yıldız’ı parlat ayın yanında, Ne kadar hoş olur günün doğuşu, Dolaşırken yurdun asumanından! Yarın cenk türküsü söyleyip giden, Türk’ün o akıncı süvarileri, Senin gösterdiğin yolda koşarken, Dörtnal gideceksin, dörtnal ileri! Erzurum ufkundan Torosları aş, Yükselt motorundan çıkan gür sesi! Diyardan diyara hayda,koş dolaş, Ey Türk Tayyaresi, Türk Tayyaresi! Yaklaşık on yılda, toplam 134 adet uçak imal edilmişti. Ama devam etmedi, daha doğrusu ettirilmedi. Araya birileri girdi ve "Deli misiniz? Siz fakir bir ülkesiniz. Böyle pahalı silahı niye üreteceksiniz? Biz size bunu yarı fiyatına verelim. Bu tesisleri de onların bakımı için kullanın. Bırakın şu uçak üretimini!.." gibi laflar ettiler. O yıllarda kendi yağımızla da kavrulamıyorduk. Ucuz uçak, pahalı uçağı yendi ve tesislerimiz o gün bir daha açılmamak üzere uçak imalatına kapatıldı. "Tayyare Fabrikası", "İkmal ve Bakım Merkezi" ne dönüştürüldü. Biz bu olaydan tam 55 yıl


sonra bu defa daha güçlü boyutlarıyla kendi uçağımızı üretmiştik, ama arada bunca yıl zayi edilmiş ve Kayseri bir "Harp Sanayi Merkezi" olma şansını kaybetmişti. Belki böyle bir netice hüzün vericidir ama tesellimiz de yok değildir: Hiç olmazsa ülkemiz geç de olsa kendi uçağını yapma gerçeğini fark etmiş ve bunu başarmıştır. “BU UÇAKLARI NEREDEN HAVALANDIRACAĞIZ?”

Uçaklar imal edilmiş, uçuşa hazır hale getirilmişti, ama bunları uçuracak hava alanımız yoktu.Dönemin mühendis ve teknisyenleri oturup düşünmeye başladılar. Bu sıkıntıyı nasıl aşacaklardı? Yer taraması yapıldı. En uygun yer olarak, bugün çorakçılar mevkii dediğimiz alan seçildi. Aydınlıkevler, Yeni Sanayi alanı bu iş için uygundu. Sıra uçakları uçuş alanına taşımaya gelmişti. Ne var ki, şehrin sokakları uçakların geçmesine elverişli değildi. Teknisyenler, önce uçakların kanatlarını söktüler. Sonra bunlar, atların çektiği özel imal edilmiş altı tekerlekli uzun arabalara yerleştirildi. Büyük bir itina ve Kayseri halkının heyecan ve meraklı bakışları arasında, alana taşındı. Orada yeniden montesi yapıldı. Pilotlar uçaklara bindiler. “Bismillah, ya Allah” nidaları arasında uçaklar toprak zeminde toz bulutları kaldırarak yürümeye arkasından havalanmaya başladı. İlk uçak kalktı, arkasından ikincisi, arkasından üçüncüsünü... O yıla kadar üretilen 41 uçak peş peşe havalandı. Uçağı yapanlarda sevinç gözyaşı, pilotlarda uçuş heyecanı, halka coşkun bir tezahürat. Kayseri, kurulduğundan bu yana, böylesine bir heyecana sahne olmamıştı. O günü halk büyük bir bayram coşkusuyla yaşadı. Arkasından yenileri, yenileri... 1933 yılında, tayyare

1937’de bu defa Gotha 145 markasıyla 45 adet uçak imal edildi. fabrikasının kendi pisti yapıldı. Bundan böyle uçaklar bu pistten daha güvenli bir şekilde uçtu ve doğduğu tezgâh ve ustalarına vedalaşarak Türk semalarının bekçiliğini yapmak üzere ordunun emrine girdi... BÜYÜK UMUT, BÜYÜK HÜSRANLA NOKTALANIYOR!

Evet, büyük umutlarla başlatılan bir hamle, büyük bir hüsranla sona erdi. Bu pist halen yerindedir.1980’lere kadar eğitim uçuşları için kullanıldı. Daha sonra, bu na da son verildi. Şimdi 3 milyon 200 bin metrekarelik alan, yeni bir şehir planı için alacağı yeni şekil için metruk bir şekilde beklemektedir. O gün bu uçakların üretimi geliştirilerek devam ettirilebilseydi, bizimde gökyüzünde kendi savaş uçaklarımız olacaktı. 81


örme engelli kardeşlerimiz için bugüne kadar yaklaşık 824 kitap seslendirdi Sabahat Varol İnsel hanımefendi. O kendini bu hizmete adamış münevverimiz, müstesna bir gönül insanıdır.

KÖRLER İÇİN,

19 YILDA 824 KİTABI BANDA OKUDU Anadolu yakasında ikamet etmesine rağmen haftanın belirli günleri, sabah erkenden kalkar, Beyazıt Devlet Kütüphanesine gelir, okumasını yapar ve tekrar evine geri döner. Yıllardan beridir bu hizmetini aksatmadan sürdürüyor. Nidayi SEVİM

Okumaktan fırsat buldukça zaman zaman yazar. Yayımlanmış iki kitabı bulunuyor. 2016 yılında “Deli Değil Veli” yazısıyla Eskader tarafından ödüle de layık görüldü. Lakin dediğimiz gibi o daha çok okur. Anadolu yakasında ikamet etmesine rağmen haftanın belirli günleri, sabah erkenden kalkar, Beyazıt Devlet Kütüphanesine gelir, okumasını yapar ve tekrar evine geri döner. Yıllardan beridir bu hizmetini aksatmadan sürdürüyor. Görmeyen kardeşlerimiz için gösterdiği çaba, hamiyetperverlik hiçbir ödülle takdir edilemez. Kendisi bu hizmetleri hiçbir karşılık beklemeden tamamen gönüllülük esasıyla yaptığı için yapıp ettiklerinin başkaları tarafından pek bilinmesini de istemez. Ancak bu hizmetlerin, iyiliklerin bilinmesi ve çoğalması da gerekmez mi?! Röportaj talebimizi bu yönüyle değerlendirmesini rica ettik. Var olsun bizi kırmayarak sorularımızı içtenlikle cevaplamayı kabul ettiler. Biraz klasik olacak ama okuyucularımızın sizi daha yakından tanıyabilmeleri için kısaca kendinizden söz edebilir misiniz? 1952 yılında Niğde’de doğdum. İlk, orta ve Lise tahsilimi Niğde’de tamamladım. 1972 yılından beri İstanbul’da ikamet etmekteyim. Evliyim, iki kızım var. Niğde halk kültürüne sahip çıkmak ve gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla, folklorik yemek tariflerini sözlü kaynaklardan toplayarak yaptığım çalışmalar, 2006 yılında Ayhan Şahenk Vakfı’nın sponsorluğunda “Unutulmaz Niğde Lezzetleri” adıyla yayınlandı. 2015 yılındaki çalışmalarım “Niğde’nin Merasim ve Âdetleri” adı altında okuyucu ile buluştu. 1998 senesinden beri Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin “Görme Engelliler Bölümü”ne gönüllü olarak kitap seslendirmekteyim. Yüzlerce kitabı görme engelli kardeşlerimiz için seslendirdiğinizi biliyoruz. Bu hizmeti yapabilmek için önce iyi bir kitap okuyucusu olmak gerek. Sizdeki bu kitap okuma aşkı nereden geliyor. Buna kim veya kim ya da kimler vesile oldu?

sayı//44// mart 82


Okuma yazmayı henüz ilkokula başlamadan evde öğrenmiştim. Evimize her gün birden fazla gazete ve aylık edebiyat dergileri alınırdı. Babamın dizlerinin dibine otururdum, bana “Safahat” okurdu. İlkokula başladığımda şehir kütüphanesi ikinci adresim oldu. Kitap okuma alışkanlığımın bu yıllarda geliştiğini düşünüyorum. Kitap seslendirme ihtiyacını neden hissettiniz ve bu süreç nasıl başladı? Kitap seslendirme ihtiyacını neden hissettim? Sorunuza iki cevap vereceğim. Birincisi, “sosyal sorumluluk olarak ne yapabilirim” fikri ile yola çıktığımda “mademki okumayı seviyorum, bundan sonra gözlerimi görme engelli kardeşlerimle paylaşayım” kararını uygulamak. İkincisi de, vakit tamam olup ilâhî emir üzere ahiret âlemine irtihal ettiğimizde bize “ömrünüzü nasıl geçirdiniz?” diye sual edildiğinde, cevap verirken mahcup olmamak için. Nasıl başladınız? Sorunuza gelirsek: 1998 senesinde televizyonda Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Süheyla Şentürk Hanımefendi’nin, “Görme Engelliler için gönüllü okuyucuya ihtiyaç var” daveti üzerine haberdar oldum ve hemen ertesi gün Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne gittim. Ses ve diksiyon denemesinden sonra altmış dakikalık bir kaseti doldurduğumda daha fazla okumak isteğimi belirttim. (O tarihlerde henüz bilgisayara geçilmediği için ses kayıtları kasetlere yapılıyordu.) Hatta okunacak kitapları güvenip de evime verirlerse evimde daha çok seslendirme yapacağımı söylediğimde kabul edildi. Artık Erenköy’den Beyazıt’a üç vasıta ile gidip üç vasıta ile dönerken harcayacağım zamanı daha çok okuyarak değerlendirecektim. Böylece ilk seslendirdiğim; Genel İşletme, Şeyhülislâm Es’ad Efendi ve İshak Efendi Divanı, Aile Hukuku ve Halkla İlişkiler ders kitapları oldu. İşte o gün “gönüllü olmaya” gönül vermiş ve talip olmuştum. Yıllardan beridir kitap seslendiriyorsunuz. Her işte olduğu gibi bu hizmetin yerine getirilmesi sırasında bazı olumsuzluklarla, zorluklarla karşılaşıyorsunuzdur. Şayet varsa bunlardan söz edebilir misiniz? Görme engelli kardeşlerim için kitap seslendirmeye başladığımda kırk altı yaşımdaydım. Bugün Allah’ın izniyle altmış

beş yaşıma geldim. On dokuz seneden beri seslendirme yapıyorum. Çok fazla olumsuzluk ve zorlukla karşılaşmadım. Zamanımı iyi ve disiplinli kullandığım için günümün belli saatlerinde bu görevimi yerine getirebiliyorum. “Ayda beş kitap seslendirme” hedefimi belirledim bunu başarabiliyorum. Eğer kitap kalın değilse bu sayı yediye kadar çıkabiliyor. Zaman içinde daha doğru ve daha iyi hizmet verebilmek için iki buçuk sene Osmanlıca, iki sene Arapça ve bir sene Diksiyon ve İletişim Kurslarına devam ettim. Osmanlı Türkçesi’ndeki bütün vezinleri öğrenmeye gayret ettim. Vezin öğrenince dilimizde kabul görmüş Osmanlıca kelimelerin mânâsını, lûgata bakmadan müştakını bularak anlamaya başladım. Anlamını bildiğiniz kelimeleri doğru okuyunca duyguyu da vurguyu da doğru veriyorsunuz. Metinlerde geçen İngilizce ve Almanca da kelime ve terimlerin okunuşunda sorunum olmuyor fakat Fransızca’ya vâkıf olmadığımdan Fransız komşum Madam Josee’den yardım alıyorum. Pek çok insan kitap seslendirmek ister. Ancak bunun yol ve yordamını bilmediği için bu isteğini yerine getiremez. Yeni kitap seslendirme adaylarına/gönüllülerine başlangıçta neler tavsiye edersiniz. Bu konuyu Kütüphane’ye kitap seslendirmek için gelen üniversite öğrencilerine de söylüyorum. Bir kere “okumayı” sevecekler. Güzel Türkçemize hâkim olacaklar. Kendilerini disipline ederek okumaya zaman ayıracaklar. Devam etmek için “iyilik yapmanın ve gönüllü olmanın şuurunu” idrak edecekler. İyi bir kitap okuyucusu ve iyiliksever olabilirsiniz. Ancak seslendirme işi farklı bir şeydir. Ses, ton, nefes, vurgular önemlidir. Mesela bendenizin böyle bir girişimi olmuştu. Kütüphanede deneme kaydı yaptık. Fakat daha ilk başta sesimi, okuyuş tarzımı kendim beğenmedim ve seslendirmeden vazgeçtim. Bu minvalde neler söylemek istersiniz. Doğru okuma yapabilmemiz için Türkçe’yi doğru kullanmamız gerekiyor. Bunun yanında doğru diksiyon ve tonlamalarla görme engelli kardeşlerimize “virgül, ünlem, soru işareti vs.” noktalama işaretlerini sesimizle hissettirmemiz gerekiyor. Zaten görmeyen kardeşlerimiz “mekanik bir okuma istemiyoruz, vurgulu ve duygulu sesler istiyoruz” diyorlar. Sizin 83


seslendirme yapmaktan vazgeçmenize gelirsek, siz zaten sürekli çalışıp araştırarak Medeniyetimize ve Kültür Tarihimize sahip çıkıyor ve çok kıymetli eserler veriyorsunuz. Bu konuda tebrik ve takdirlerimi kabul buyurunuz Nidayi Hocam. Engelli kardeşlerimizden size geri dönüşler oluyor mu? Şayet varsa bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Görme engelli kardeşlerimizden bendenizi mahcup eden ve ziyadesiyle memnun eden geri dönüşler alıyorum. Onların bulunduğu bir ortama girdiğimde sadece bir “merhaba” dediğimde “hoş geldiniz Sabahat Hanım” diye karşılık veriyorlar. İlk zamanlarda “nasıl tanıdıklarını” sorduğumda, “ nasıl tanımayız efendim, yüzlerce saat evimizde sesinizle misafir oldunuz” cevabını alınca çok şaşırıyordum. Sesimden tanımalarına artık alıştım. Artık çoğunluğu üniversite tahsili, hatta yüksek lisans ve doktora yapıyor ve üst düzey görevlerde yer alıyorlar. Memleketimin farklı coğrafyalarında yaşayan görme engelli kardeşlerim telefonla arıyor, “Ankara’dan arıyorum, görme engelliyim. Gazi Üniversitesini bitirdim. Diplomamı aldığımı haber vermek için sizi arıyorum. Dört yılın bütün kitapları sizin sesinizdendi” diyorlar. Aynı minvalde Konya’dan, Gaziantep’ten ve diğer şehirlerimizden arıyorlar. İstanbul’da yaşayanlar da evime ya da kütüphaneye gelerek diplomalarını gösteriyorlar. Bu takdirler de bizi daha çok gayrete getiriyor. GETEM, İBB, ve Beyazıt Devlet Kütüphanesi gibi kurumlarda seslendirme hizmetleri yapılıyor. Çok önemsediğim bu konu ülkemizde yeterli düzeyde midir? Seslendirme hizmetlerinin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Görme engelli kardeşlerimiz sesli kitapların yanında filmlerin de sesli betimleme yapılmasını talep ediyorlar. Bu durumda daha çok gönüllüye ihtiyaç var. Her kurumda okunan sesli kitaplar aynı havuzda toplanmalı ve daha çok görme engelli kardeşimize ulaşmalı. Yine de son yıllarda güzel çalışmalar yapılıyor. Bazı kurumların aracılığı ile sesli kitapları 7 /24 saat dinleyebiliyorlar. Engelli kardeşlerimizin yararlanması için bu hizmetlerin duyurusu yeterince yapılıyor mu? Gerek hizmet duyurularının yeterince yapılamayışından, gerekse bazı ailelerin kültür ve eğitim düzeyinin düşük oluşundan, ya da çevrelerinin ulaşıma engeli oluşundan sesli sayı//44// mart 84

kitapların varlığından haberi bile olmayan çok sayıda görme engellimiz maalesef var. Daha ziyade taşrada… Sosyal sorumluluğun bir gereği olarak yazar-çizerlerin, kültür-sanat insanların bu konulara önem vermeleri gerekir. Onlara buradan tavsiye edeceğiniz şeyler mutlaka vardır. Neler söylemek istersiniz? Görme engelli kardeşlerimiz kendi çabalarıyla pek çok engeli aşsalar da, günlük hayattaki fiziksel kullanımların onlara uygun hale getirilmesini, (yollarda sarı renkli kabartma kılavuz çizgilerine araç park edilmemesi, sesli trafik ışıklarının çoğaltılması, dükkânların önündeki kaldırımların işgal edilmemesi vs.) herkesle aynı anda her kitaba, her filme erişebilmeyi istiyorlar. Çok da haklılar. Bu konu ilgili merciilerce dikkate alınmalı, köşe yazarları bu konuyu daha çok hatırlatmalı, kültür, sanat ve bilim insanlarımızla akademisyenlerimizin bu konuda söyleşi, panel gibi etkinlikler düzenleyerek farkındalık oluşturmalı, milletvekillerimizin bu kardeşlerimizin hayatını kolaylaştıracak kararlara imza atmalarını ve de en önemlisi “gönüllü okuyucu” olabilmeyi teşvik etmelerini can-ı gönülden istiyorum. Gönüllü olmak, hayatımızın bir diliminde kendimizden vaz geçmektir. Gönüllü olmak, insanlığa bir güzellik sunmaktır. Gönüllü olmak bir başkasının derdini paylaşmaktır. Gönüllü olmak, başkaları için “iyi bir şeyler” yapmaktır. Gönüllü olmak, gönüllere dokunmaktır. Gönüllü olmak, karanlıkta ışık, endişede güven olmaktır. Gönüllülük, toplumdaki kin ve nefreti yok edebilen güçtür. “Son söz olarak diyorum ki, “okuma gönüllüsü olmak” gönlümüze emanet edildi. Bir kitap okuduk hayatımız değişti, kitaplar seslendirdik, hayatlar değiştirdik. Allah izin verdiği sürece gözümüzü görme engelli kardeşlerimizle paylaşmaya tâlibiz… Bendenize bu fırsatı veren Nidayi Hoca’ma ve on dokuz seneden beri okuma saatlerimde sessiz kalarak sabır gösteren ve beni destekleyen sevgili eşime en kalbî teşekkürlerimle.” Efendim, kıymetli vaktinizi bize ayırıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Rabbim, sa’yinizi ve sayınızı artırsın inşallah…


DOĞU'YLA KARŞILAŞMALAR (1894-1896)

FİLİSTİN VE SURİYE ORIENTAL ENCOUNTERS

PALESTINE AND SYRIA (1894-5-6)

İngilizceden Çeviren: Yusuf YAZAR Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN

u kitap Marmaduke Pickthall’ın 1894 yılında çıktığı, Filistin ve Suriye’de geçirdiği iki yıla ait izlenimlerini hikâyeleştirdiği anekdotlardan oluşuyor. Bilindiği gibi Pickthall bir İngiliz yazar. Genelde Doğu, özelde de Müslüman ve Türk dostudur. Gençlik yıllarından itibaren Batı’nın üzerine yüklediği önyargı yüklerini atmayı ve Doğu’ya içeriden bakmayı hedeflemiştir. Dostluğunu henüz Müslüman olmadığı yıllarda gösteriyor. Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz kimliğinden de vazgeçmeden İngiliz politika ve tutumlarına karşı Devlet-i Osmani’yi savunan bir tavır sergiliyor, bu tavrını çabalarıyla alenileştiriyor. Picthall’ı bir parça tanımış olanlar da, Ortadoğu’ya özel ilgisi olanlar da Picthall’ın bu izlenimlerinden oluşan hikâyelerine özel bir ilgi duyacaklardır. Çünkü bu hikâyelerdeki izlenimler 1894-6 yıllarının Filistin ve Suriye’sinde hüküm süren atmosferi ve şartları yansıtıyor. Bölge hâlâ Osmanlı hükümranlığı altındadır ve mühür Abdulhamit’tedir. Bölgede henüz petrol kokusu alınmadığı gibi, Siyonistlerin Yahudi varlığını büyütme çabaları da henüz bölgede hissedilir değildir. Dahası, bölgeyi ifade için İngilizlerin ‘Ortadoğu’ isimlendirmesi de henüz tedavüle girmiş değildir. Nitekim Pickthall da bölgeden ’Ortadoğu’ olarak değil, yeri geldikçe ‘Doğu’nun bir parçası olarak söz eder.

ŞEHİR K İ TAP

MUHAMMED MARMADUKE PICKTHALL

85


ent nedir şehir nedir anlatımlarını ilim adamlarına, araştırmacılara bırakalım. İsteyen ciltler dolusu kitap incelesin. Biz yaşadıklarımıza bakalım. Oldum olası şehir ve kenti bir tutamayız. Şehir; eski, daim, kadim yanımız. Kent; yeni, modern o kadar da donuk, soğuk yanımız. Onun için şehirler çeker, kentler ürkütür.

ŞEHİR SOHBETLERİ

KENT VE ŞEHİR

-beş-

Barışık kentler kurmalı, kentler barış kokmalı. Barış yani insanlık. Ahmet NARİNOĞLU

Mekân dediğin ufka bakmalı. Coğrafya ruhu sıkmamalı. Tabiatın rengi yeşil tonda olmalı. Ruhla doğanın uyumu olmalı yaşadığımız yerde. Şehir kuran atalarımıza hakkını vermeliyiz. Doğayla, yeşille hemhal olan böyle şehirler kurdular. Şimdikiler kent Kentler insanoğlunun en vahşi yanının eseri. İnsan gibi onlarda acımasız, saldırgan, soğuk, donuk, kopuk, yabancı. Kent, insanoğlunun kendi kendine hayatı zor eyledikleri mekânlar. Çocuklar, gençler hayallerini ilmek ilmek işlediği çağda betona bakar, her yer beton kokar, beton her şeye hükmeder bir kentte geçer zaman. Yazık edilmiş zamanlar. Kent deyince göç, göç deyince varoşlar, varoşlarda gecekondular. Hayatı hem kırsalda, hem şehirde birlikte yaşayış. Sonra tutunma davası. Eleştiriler çok basit. Kentli olamıyoruz, kentlileşemiyoruz. En kolayımıza gelen kent edebiyatı yapmak. Kenti eleştirmek. Kent hayatının tatsızlığı tuzsuzluğunu her sakin dile getirir. Geçmişte şehirlere akın varken yenilerde kentlerden kaçış var. Bu doğayla, insanla barışık şehirler kuramadığımızdandır. Kentten doğaya kaçış, her kentlinin özlemi. İnsan el attığı, ayak bastığı doğayı kurutuyor. Tıpkı çekirgelerin doymak için salındığı doğayı kurutmasına benzer. İnsanoğlu doğayı keşfe çıkıyor. Keşfedilen yerler kaybedilen yerler oluyor. Acımasızlık, yok ediş ve kendi yok oluş. Kentlere bakın kurulduğu toprak parçası asırlar geçse de hayat hakkını ortadan kaldırıyor. Harabeye dönmüş antik şehirlere bakmaya lüzum kalmadan kentler bunu göz önünde göre göre yapıyor. Barışık kentler kurmalı, kentler barış kokmalı. Barış yani insanlık.

sayı//44// mart 86


Kentler yerine yeniden şehirler kurmalıyız. İnsanın yönelttiği insana hizmet eden, insanlık (medeniyet) üreten şehirler. Duygulu şehirler. Hoş kokulu şehirler. Doğayla insan kentte buluşmalı. Doğayla insanın buluştuğu mekân kentler olmalı. Kentler insan olmalı. İnsan kentli olmalı. Şehirler kentlerin ortalarında boğuldu kaldılar. Şimdi asıl şehirlere “eski şehir” diyorlar. O da beton yapıların arasında, imar kurbanı küskün haldeler. Şehirlerin çoğu ortada kale, sur içinde kuruluydular. Batı medeniyeti, tarihi şehir dokusunu korurken, biz imara açtık. Tarihi binalar, mekânlar beton yapılarla iç içe. Eski şehirlerin nevi şahsına münhasır yanı kalmadı. Olanları da yanlış “restorasyon” ile bozuyoruz. Kentin ortasında kalan eski şehir’e kaçar soluk alırız. Tarih nefes gibi ferahlatır. Bir cami avlusu, bir kale, bir köprü, bir han, bir çeşme, bir bedesten, bir kapalı çarşı, bir taşlı sokak, bir cumbaları ev, yürüyenleri davet eden ahşap avlu kapıları, bir park. Park ana kucağı gibi saran çınar ağacı. Batılılar şehir tabelalarına merkez “centrum” yazarlar. Şehre girişi merkeze giriş sayarlar. Bizde merkez yok (ne yazık ki bizim tabelalarımızda öyle). Şehir vardı. Sonra “içeri şehir”. Yani sur içi. Yani, kalenin etrafında surların içinde kalan şehir. Şehir tam ortasına merkez denmez. Recep Garip diline sağlık, bizim şehirleri ne güzel tarif eder. “En kadim şehirler ruhu olan şehirlerdir. Yani yaşayan şehirler. İstanbul, Bursa, İznik, Kayseri, Konya, Diyarbakır, Mardin, Antakya”. Merkez şehrin vaziyetine göre “meydan”, “ulu cami”, “kale” ismiyle vasıflanırdı. Merkeze şehrin ortası, orta yeri, göbeği derdik. Hepsini unuttuk. Aslına bakarsanız şehir üzerine nelerimizi unutmadık. Mesela şehir sözlüğü var mı? Şehir ansiklopedisi var mı? Şehir lehçesi var mı? Şehir derlemesi var mı? Şehir atasözü, deyimler var mı? Şehir üzerine özlü sözler var mı? Şehir türküleri, şehir hikâyeleri var mı? Şehir kitaplığı var mı? Şehir müzesi var mı? Eski şehir planı var mı? Şehir; içinde yaşadığımız şehirde,

bir yabancı gibi yaşar olduk. Bugün kentler eliyle şehre yazık ediliyor. Şehre yeni değerler yüklemeliyiz. Şehirde değerler üretmeliyiz. Şehir geline benzer. Tılsımlı, hoş, cazip, sevecen. Uzaktan asude yakından cascanlı. Caddeler, sokaklar bükümlü kıvrımlı inişli yokuşlu. Bükülen uzayan, bir dağ yamacında kıvrılan yollar misali. Şehrin bir tepeye bir dağ yamacına kurulu olduğunu yaşamalı insan. İbni Haldun da öyle der. Şehirlerimiz düzlüklere kurulmadı. Bir arkaya verdi arkasını. Şehir aile ocağına benzer. Daha hayata yeni merhaba diyen çocuğun merhamet ihtiyacı, delikanlılık hoyratlığı, sofra seren annenin cömertliği, bastona çökmüş dedenin güngörmüşlüğü. Şehirler mahpushanedir. Yanık türkülerle alın çizgileri kalınlaşmış, belleri bükülmüş kader kurbanlarına benzer. Yüreği kocaman yüce dağlar kadar. Eli mahkûm ufku hür. Çaresizliğine direnecek çareler arar. Şehirler kardeştir. Aynı atadan babadan. Soy sop ayrılsa da duygular bir, davalar bir. Selama durur, kıyama dizilir. Her biri bir davanın adamıdır. Ünü, namı ona hizmet eder. Şehirler düş gibidir. Düşlenir şehirler. Düşlenir hayra yorulur. Düş âleminden şehre bir top ışık düşer. Şehirlerin alın yazısı olur. Mekke ata, Medine ana, Kudüs ruh, kahire ses, İstanbul kalem, Konya nefes, Ankara ocak, Maraş kale, Bursa mermer, İznik çini, Erzurum serhat, Diyarbakır sur, Isfahan kervan, Bağdat medrese, Basra han, Şam kapı, Halep çarşı, Üsküp mektep, Saraybosna kışla, İzmir konak, Selanik sahil. Biz kadim şehirler medeniyetinden geliyoruz. Hâsılı, kentleri şehir eylemeliyiz. Elimizden geldiğince, gücümüz yettiğince. Kadim şehir iklimlerinden beslensin kentlerimiz. Şehirlere yazık ettik. Kabul ediyoruz. Miras yedice hor kullandık, kullanmadayız. Son yüz yıl, tarihi şehirlerin mirası üzerine konduk. Yeni kentlerimiz bakımsız bahçeye benziyor. Meyve veremiyor. Kentlerimize şehirlerin diriltici soluğu üflemeliyiz. 87


alkanlar yitik sevdamız, arkamızda gözüyaşlı sevgililer bıraktığımız topraklar. Balkanlarda Bosna dediğimizde hepimizin bir çırpıda saydığı şehirler Saraybosna, Mostar, Travnik, Tuzla aklımıza gelir. Bu şehirlerdeki Başçarşı, Başçarşı Sebili ve Camii, Moriça Han, Gazi Hüsrev Bey Camii ve Medresesi, Bezistan, Mostar Köprüsü, Konjiç Köprüsü, Travnik Kalesi, Blagay Tekkesi ve Poçitel Köyü ise Bosna Heresek gezilerinin uğrak yerleri olarak karşımıza çıkar. Bosna’ya kültürel gezi yapan insanlarımızın görmeden dönmediği mekânlardır buralar.

İÇİNDE ŞELALE AKAN ŞEHİR

JAJCE

Jajce, 14.yy da Bosna Krallığı tarafından kurulmuş bir şehirdir. Mehmet MAZAK

Bu yazımda sizler ile Bosna Hersek’in farklı ve bir o kadarda güzel bir şehri olan Jajce hakkında gördüklerimi, bildiklerimi ve hissettiklerimi paylaşacağım. 2012 yılında Sultanbeyli Belediyesi ile Jajce Belediyesi kardeş şehir protokolü yapıncaya kadar Bosna’nın böyle bir şehri olduğundan üzülerek belirteyim ki haberdar değildim. Sultanbeyli ile kardeş şehir olan Jajce’yi ziyaretimizde gördüğüm şehir ve şehre gelen konukları Ludwig van Beethoven’ın beşinci senfonisi tadında karşılayan Pliva şelalesi sizi sıcacık bir şehrin ara sokaklarına davet eder. Bu içerisinden şelale akan şehir Jajce’nin Türkçedeki okunuşu “Yaytçe” şeklinde olsa da bizim dilimizde Yayçe olarak telaffuz edilmektedir. Şehrin ismi Boşnakça “yumurta” anlamına gelen “jaja (yaya)” kelimesinden türetilmiş sebebi ise şehrin kurulduğu bölgedeki dağların yumurtaya benzemesinden dolayı bu isim verilmiş. Jajce, 14. yüzyılda Bosna Krallığı tarafından kurulmuş bir şehirdir. 1463 yılında Osmanlı Devleti tarafından feth edilmiş ancak aynı yıl Macar Kralı Matthias Corvinus tarafından geri alınarak uzun süre Osmanlı’ya karşı direnmiş bir şehir. Bu direniş üzerine Papa, Venedik ve Macaristan, Jajce’yi Osmanlı’ya karşı bir Hristiyan kalesi ilan ederek çok sayıda maddi ve askeri destek sağlamışlardır. 1528 yılında Bosna’da Osmanlı’nın fethettiği son yer olarak tarihe Jajce Osmanlı topraklarına katılmıştır. Jajce konum olarak Bosna-Hersek’in neredeyse tam ortalarında bulunmasına rağmen Mostar ve Saraybosna’ya olan uzaklığı nedeniyle turistler tarafından çok fazla tercih edilen bir şehir değildir. Bosna’nın bu küçük ve şirin şehri Jajce’yi kültürel gezi meraklıları görmeli. Bu

sayı//44// mart 88


küçük şehrin 19 eseri UNESCO kültür mirası listesine alınmış bulunmaktadır. Ülkemizde bırakın bir şehrimizde 19 UNESCO kültür mirası listesinde yer almasını geçici listeye girdiğinde kültür miraslarımız sevinçten havalara uçarız. Jajce şehrine bu açıdan baktığımızda kültürel miras açısından zengin bir şehir olarak karşımıza çıkmaktadır. Pliva şelalesi şehir ile özdeşleşmiş, hatta şelalenin ününün şehrin önüne geçtiği bile olmaktadır. Jajce’de şehrin girişinde tıpkı Beethoven’ın beşinci senfonisi ritminde misafirlerini karşılayan Pliva Şelalesi dünyanın en güzel 12 şelalesi arasında gösterilmektedir. Bu şelalenin sesi şehrin içerisinde ahenkli bir ritm edası ile taş duvarlarda yankılanmaktadır. Pliva Şelalesi adını 33 kilometre uzunluğundaki Pliva Nehrinden alıyor ve bu nehir şelale ile birlikte son buluyor. Daha doğrusu Pliva Nehri 235 kilometre uzunluğundaki Vrbas (söğüt) Nehri ile birleşiyor. Pliva Şelalesi’nin yüksekliği 22 metre, genişliği ise 18 metredir. Jajce’nin eski şehir bölgesine Travnik Kapısından (güney kapı) ya da Banja Luka Kapısından (kuzey kapı) giriş yapılıyor. Bu şehirde Meryem Ana Kilisesi var ve sembolik olarak bu coğrafyada önemi bulunuyor. Osmanlı’nın Sırbistan topraklarını fethetmesinin ardından Stephen Tomasevic ve eşi Kraliçe Maria Jajce’ye gelip yerşelmişler. Maria yanında Aziz Luka’ya ait bazı kutsal emanetleri de getirerek kilisenin yanına çan kulesi inşaa ettirmiş ve emanetleri burada saklamış. 1461 yılında ise Stephen Tomasevic bu kilisede taç giyme töreni gerçekleştirerek Sırp Despotluğu’nun başına geçmiş ancak iki yıl sonra Jajce Osmanlı tarafından alınmış

(şehrin tarihinde bahsettiğim kısa süreli fetih). Tomasevic ise burada idam edilmiş. O dönem için Bosna Krallığı’nda son taç giyme töreni burada yapılmış ve bugün son Bosna kralı Tomasevic’in mezarı Jajce’de bulunan manastırda bulunuyor. Jajce’de gezilecek tarihi ve kültürel yerler şehir merkezinde olduğu için burada sizler ile paylaşmak istiyorum. Jajce Kalesi , Esma Sultan Camii , Avnoj Müzesi , Mithraeum Tapınağı , The Mill Comlex , St. Mary Kilisesi , Etnografya Müzesi , Meryem Ana Kilisesi , Aziz Luka Çan Kulesi ve Ayı Kulesi. Yeşil ile suyun uyumunu ve ahengini görmek istersen dünyada Pliva Gölü’nü temaşa edeceksin. Jajce şehir merkezine yaklaşık 5 km uzaklıkta 20 tane küçük evi ve su değirmenleri bulunan bu göl dinginliğin baş yapıtlarından biri olarak karşınıza çıkar. Jajce şehri Balkanların mümbit coğrafya tarlasına kültür ekilerek tarihi-mimari yapıtların hasadlarının yapıldığı butik bir şehirdir. Bosna’nın bütün güzellikleri yanında, aynı zamanda Dayton Anlaşmasının sıkıntılarını problemlerini bağrında taşıyan bir şehirdir. 89


brahim Kalın, “İslâm ve Batı ilişkilerini ele alan bu çalışma, basit ama zorlu bir soruna eğilmeyi hedefliyor: Birey ve toplumların, “ben” tasavvurları, “öteki” algılarını nasıl ve dereceye kadar belirler? Ötekini Sartre’ın ifadesiyle “cehennem” olarak görmekle bir fırsat ve zenginlik olarak görmek arasındaki fark nereden kaynaklanıyor? “ sorunsalları çerçevesinde eserinin sınırlarını çiziyor.

“İSLÂM VE BATI”

HAKKINDA

Birbirine zıt gelişim gösteren bu iki medeniyetten biri olan İslâm medeniyetinin uzun yüzyıllar Batı’yı etkilediği realitesi mevcuttur. Emir Ali ÇEVİRME

Eserin giriş kısmında, İslâm’ın kendini “doğulu” olarak tanımlamasının sebeplerine eğiliyor. Malum olunduğu üzere, son din İslâm cihânşumûl bir mahiyettedir. Evrensel bir niteliği hâizdir. Nitekim İslâm Peygamberi Hz. Muhammed(s.a.v.) Kur’an’da, “âlemîn” ifadesiyle belirtildiği üzere tüm âleme gönderilmiştir. Demek ki, son din İslâm, kendisine akıl nimeti verilen tüm yaratılmışları kapsar. Buna rağmen, İslâm bir dönem kendisini, “doğulu” karaktere sahip olarak görmekte, Müslüman olan topluluklar, batıda yaşıyor olsalar da doğulu/geleneksel/ maneviyatçı olarak nitelenmektedir. Kalın’ın belirttiği üzere, yaklaşık dört yüz yıl boyunca “İslâm” deyince Osmanlı’yı anlayan batılılar, İslâmiyeti, dinî vechesiyle değil, kültürel boyutuyla tanımak ve kabullenmek istediler. İbrahim Kalın, “Kelimelerin Büyüsü” adlı bölümde, İslâm dini, Kur’ân ve Sünnet yoluyla, her türlü ayrıntıya dönük ilkeler koyarken, kültürel adet ve gelenekler noktasında İslâm’ın genel prensipler belirlediğini, kısmen esnekliğin ortaya konarak birleştiriciliğin sağlandığını belirtir. İslâm’ın çok geniş coğrafyalarda, birbirinden çok farklı etnik unsuru bir çatıda altında topluyor olması, bu dinin, içinde gelişeceği toplumların geleneklerine saygı duyması ve olabildiğince hoşgörülü bir yaklaşım tarzını benimsemesiyle mümkün olmuştur. “Üç İslâm Algısı” başlıklı bölümdeki temel sorunsallardan biri, Batı dünyasının, İslâm’ı temel kaynaklardan tanımaktan yoksun olmasıdır. Yaklaşık iki asır süren Haçlı seferleri bile, Batı’nın İslâm’ı tam olarak tanımasına uygun zemin oluşturmamıştır. Daha ziyade yıkmak ve işgal amacı taşıyan bu seferlerde, zaten tam bir tanışma mümkün olamayacaktı. Çünkü bilhassa Kudüs’ü elinde bulunduran İslâm topraklarına yönelen Batılıların

sayı//44// mart 90


duydukları öfke, uygun bir tanışma zemînine mebnî değildi. Sn. Kalın’ın da, kitabının odak noktalarından biri olan Endülüs-İslâm tecrübesi de bu tanıma/tanışma olgusuna katkı sağlayamadı. İlk kez Târık bin Cebel komutasında İspanya kıyılarına çıkan Müslümanlar, bu coğrafyada asırlar sürecek bir barış devleti tesis ettiler. İslâm’ın engin hoşgörüsüyle mücehhez olan bu topluluğu Batılılar kabullenemediler. Batılıların tâbiriyle “convivencia” denilen bir arada barış içinde yaşama olgusunun, Endülüslü Müslümanların en zayıf anlarında, “reconquista” denilen kanlı bir ayaklanma sonucu nihâyete ermesiyle, bu medeniyetin izleri silinmeye hatta kazınmaya başlandı. X. yüzyıldan itibaren siyasî etkinin yanı sıra, kültürel anlamda de tüm dinamiklerini harekete geçiren İslâm dini, Avrupa’yı kültürel bir etki altına almakta gecikmedi. Sn. Kalın’ın da belirttiği üzere, XVI. yüzyılın ortalarına kadar, dünyanın en büyük düşünce ve ilim merkezleri İslâm toprakları içindeydi. Ortaçağ karanlığını en derinden yaşayan Batı düşüncesi, Klâsik Yunan’daki özgür düşüncenin çok uzağına düşmüştü. Daha ziyâde kilisenin denetimi altındaki düşünce dünyası son derece katıydı. Kilisenin muhalifi bir ifade serdeden bilim adamları idamla cezalandırılıyorlardı. Buna karşın, İslâm coğrafyasında en derin felsefi meseleler tartışılıyor; bilim, sanat, mimari, astronomi vs. gibi ilim dallarında dehâ çapında şahsiyetler yetiştiriliyordu. İslâm’ın bu tekâmül seviyesi, kısa zamanda Batı’nın dikkatini çekti. Artık, soylu aileler çocuklarının İslâm medreselerinde eğitim alması adına yarışıyorlardı. Piskopos Tempier, Paris Meydanı’nda İbn-i Rüşd’ün kitaplarını yaksa da, Sn. Kalın’ın ifadesiyle, Batı’nın Gazzâlîsi” diyebileceğimiz St. Thomas Aquinas, Summa Thelogia adlı eserinde İbn Sînâ ve İbn Rüşd’e 200’den fazla yerde isim vererek atıfta bulunur. Bölümün devamında, İslâm dünyası içinde neş’et etmiş medrese, rasathane, hastane gibi kurumların Avrupa’daki kolej kültürünü yakından etkilediği, ilk kampüs sisteminin aslında medreselerde uygulandığı; doktora, kürsü, cübbe gibi uygulamaların esasında İslâm eğitim sisteminden bir aktarım olarak Batı’ya geçtiği belirtilir. Sn. Kalın, bu bölümü şu çarpıcı tespitle bitiriyor: Avrupalılar bir din olarak İslâm’ı, bir kültür ve medeniyet olarak İslâm’dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı

çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir. İslâm ve Batı’yı evrensellik iddiasında bulunan iki kültür olarak belirleyen Sn. Kalın’a göre, bu iki medeniyetin gerginliği ve çatışması da buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü yazara göre, her iki medeniyette lokal kalmayı reddetmekte ve bir medeniyet inşâ etmeye çalışmaktadır.

Avrupa karşısında geri kalan Osmanlı’ya düşen, Batı’yı tanıma girişimleri olacaktır.

Birbirine zıt gelişim gösteren bu iki medeniyetten biri olan İslâm medeniyetinin uzun yüzyıllar Batı’yı etkilediği realitesi mevcuttur. Henry Pirenne’nin “Avrupa’yı ortaya çıkartan, İslâm’ın hızlı ve başarılı yayılımıdır” tezini destekleyen Sn. Kalın’a göre, Ortaçağ’ın karanlık Avrupa’sı, Eflâtun ve Aristo gibi bilginleri, asıl nüshaları kaybolmuş Yunanca metinlerden değil de, Arapça tercümelerden öğrenebilmişlerdir. Dolayısıyla İslâm kültür ve medeniyeti, Avrupalıya, kendi kadim değerlerini tekrardan bahşetmiş ve onun Ortaçağ karanlığından Rönesans ve Reform hareketleriyle sıyrılmasına yardım etmiştir. “Modernliğe Doğru” başlıklı bölümde, İslâm’ın devâsa kütüphanesi ve kültür birikiminin etkisiyle Ortaçağ’dan çıkıp Rönesans ve Reform hareketleriyle moderniteyi yakalayan Batı’nın, İslâm’ı algılayış biçimlerine bir göndermede bulunulur. Sn. Kalın’ın çarpıcı tespitlerine göre, ilerlemeyi yakalayan Avrupa, İslâm’ın kendisine baktığı hoşgörü ikliminden uzak olarak, İslâm kültür ve medeniyetini “şiddet” ve “şehvet” temaları etrafında anlatmaya girişecektir. Gerçekten de, özellikle XV ve XVI. asırlarda 91


Osmanlı’ya karşı çok defa ağır mağlûbiyetler yaşayan Avrupalılar, mağlûbiyetlerine sebep olan savaşları bir Osmanlı zaferi olarak görmek yerine, Türklerin barbarlığı olarak nitelemişler ve bunu “şiddet” olarak tanımlamaktan kendilerini alamamışlardır. Topladıkları tüm Avrupa kuvvetlerine rağmen tek bir Osmanlı ordusuna karşı gâlibiyet duygusunu asırlarca yaşayamayan Batılılar, çoğu zaman savaşa kendileri sebebiyet verdikleri halde, Osmanlı’nın zaferini “şiddet” kelimesiyle tanımlayarak söz konusu askeri karizmaya bir zarar vermek yoluna gitmişlerdir.

İslâmiyetin Batı’ya uzanan temsilcisi konumundaki Osmanlı’nın hızlı başlayan ve asırlar süren yükselişi aynı oranda devam etmemiştir. Değişen dünya düzeni ve siyasetine atılan yeni devletler dengelerin değişmesine sebep olmuştur. Değişen dengeler silsilesinde Osmanlı Devleti’nin asırlar süren Batı’ya yürüyüşü önce yavaşlamış, duraklamış ve en nihayetinde gerilemiştir. Yahya Kemal’in “En son koşumuzdur bu asırlarca bilinsin” dediği ve Batı’ya karşı kazanılmış son şanlı zafer olan Mohaç’tan sonra Osmanlı’ya daha böyle bir büyük muzafferiyet nasib olmamıştır.

Sn. Kalın’ın da belirttiği gibi, Cem Sultan’ın Avrupa’da uzun yıllar kalması, Batı zihnindeki Osmanlı imajının değişmesine yol açacaktır. Kalın’ın ifadesiyle “korkunç Türk” imajı, yerini Türk – Osmanlı tipinin gelişmesini bırakmıştır. Özelde Cem Sultan’ın zarafeti karşısında istemeden de olsa bir imaj değişimine giden ve XVII. yüzyıldan itibaren askeri anlamda başarı kazanmaya başlayan Batı’ya, İslâm’ın bayraktarı konumundaki ve kendi zihinlerindeki “olumsuz Osmanlı” imajını destekleyecek yeni argümanlar lazımdı. Bu argüman toplayıcılarının başında seyyahlar ve sanatçılar gelmekteydi.

Avrupa karşısında geri kalan Osmanlı’ya düşen, Batı’yı tanıma girişimleri olacaktır. XVIII. asrın sonlarından itibaren Avrupa’da açılan elçilikler bu tanıma girişimi adına önemlidir. Daha evvel sefirler vasıtasıyla yapılan bu tanıma işi, elçiliklerle daha resmî bir boyut kazanmıştır. Bunu, Sultân Abdülaziz’in meşhûr Avrupa Seyahati takip edecektir. Tabii ki bu tanıma süreci daha kapsamlı ve çok boyutludur. Sn. Kalın, Avrupa karşısındaki Osmanlı’yı şöyle tanımlıyor: Bilim, felsefe, siyaset, bürokrasi, askerî teknoloji ve sanayi alanındaki gelişmeler takip edilmiş ama bunların birebir adaptasyon ve transferi konusunda temkinli davranılmıştır. Sn. Kalın’a göre İslâm medeniyeti Batı karşısında, ilk etapta bir direnç göstermiştir. Dolayısıyla, Batı’ya dair olgular, tam bir serbestiyet içinde değil de, bir süzgeçten geçerek medeniyetimize dâhil edilmeye çalışılmıştır. Buna karşın bu titiz tavır çok sürmemiş, özellikle Tanzimat döneminde Avrupa’ya giden ama entelektüel donanımdan yoksun öğrenciler, Kalın’ın da belirttiği üzere yeterli çıkarımlar yapacak donanımdan uzak

Osmanlı’yı ziyaret eden seyyahlar ve sanatçılar, bu sefer de “şehvet” teması etrafında yeni bir tanımlama içine girişeceklerdir. Husûsen 1700’lü yıllardan sonra Osmanlı’yı ziyaret eden sanatçıların –hiç göremedikleri halde- haremi tasvir eden gravürler çizmeleri bunun en açık delilidir. Osmanlı harem hayatı hakkında malumât sahibi olmayan bu sanatçılar, başta Padişah olmak üzere harem halkını şehvete düşkün karakterler şeklinde resmetmişlerdir. sayı//44// mart 92


olduklarından, ulaşılmaz bir noktada gördükleri Batı’nın bilim ve tekniğinin yanında kültürel ve ahlakî öğelerini de benimseme yoluna gitmişlerdir. Avrupa, bir yeryüzü cenneti olarak görülmeye başlandı. Avrupa’nın ikinci sınıf edipleri, filozofları, bilim adamları en fazla tercüme edilen yazarlar haline geldiler. Matbaanın ve basılı yayınların yaygınlaşmasıyla bu fikirler giderek revaç buldu. Osmanlı intelijansiyasını tesiri altına almakta gecikmeyen bu fikirler neticesinde, tepeden aşağı doğru bir fikrî dönüşüm baş gösterdi. Batılılaşan fikriyâtı tâkiben, sosyolojik bir takım değişimler meydana geldi. Artık Tanzimat aydının ekseriyeti, ulaşılmaz gördükleri Batı’yı tek gerçeklik kabul ediyor, medeniyetler arasında parlayan bir yıldız gibi görüyordu. Bundan sonra Batılılaşmış Türk aydınına düşen, Avrupa’yı koşulsuz takip ve taklit etmekti. İbrahim Kalın, İslâm ve Batı ilişkilerinin tarihine bir giriş mahiyetinde olduğunu belirttiği bu kıymetli eserin “ek” bölümünde, Sultân II. Abdülhamid ve Osmanlı’da resmi görevini yürüten Lew Wallace ekseninde Doğu – Batı ilişkilerine bir kez daha bakmayı amaçlamaktadır. Sultân Abdülhamid’in Lew Wallace ile bir dostluk kurması ve çok defa kendisine bir görev vermek istemesinin yanı sıra Wallace’ın da Sultân’a hayranlık duyması ve hatta meşhûr romanı “Ben Hur”u Sultân’a imzalı takdîm etmesi ve aralarında geçen olumlu diyaloglar dile getirilmiştir. Böylece, bu örnek olay vasıtasıyla istendiği vakit Doğu – Batı arasında olumlu ilişkilerin kurulabileceği belirtilmiştir. Sn. Kalın, aktardığı bu anekdotla,

Avrupa, bir yeryüzü cenneti olarak görülmeye başlandı. Avrupa’nın ikinci sınıf edipleri, filozofları, bilim adamları en fazla tercüme edilen yazarlar haline geldiler.

iki medeniyet arasındaki olumlu ayrıntıların daha belirgin hâle getirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bugün, İslâm – Batı ilişkisi tüm güncelliğini korumaktadır. Bu ilişki, değişen şartlar neticesinde her dâim yeniden ele alınması gereken bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. İslâm’ın Batı’ya uzanan kolu noktasındaki ülkemiz, her şartta Batı ile yeni ilişkiler geliştirmektedir. Bu ise, meselenin güncelliğini korumasına ve her seferde yeniden ele alınmasına sebebiyet vermektedir. Her ne kadar günümüzde yeni ilişki biçimleri çıksa da, bu ilişkinin düzeyi ve mahiyeti tarihten berî olarak değerlendirilmeye katiyen müsaade etmemektedir. İşte, İbrahim Kalın bu kıymetdâr eseriyle, İslâm – Batı ilişkisini evvela tarihsel bir perspektif içinde ele almıştır. Bunu ele alırken, günümüze ve yakın geleceğe dâir önerilerde bulunmayı da ihmal etmemiştir. 93


BİLGE HUKUKÇUMUZ H. NECATİ DEMİRTAŞ Türkiye’de az tanınan ama bilgi ve birikimiyle derya olan şahsiyetlerden biridir Necati Demirtaş. O bilge hukukçumuzdur. Kaleme aldığı seçkin eserler, hazırladığı kıymetli kitaplar onun müstesna bir şahsiyet olduğunu gösteriyor zaten.

Mehmet Nuri YARDIM

aşadığımız şehirlerde ilim, sanat, kültür ve medeniyet insanlarını tanıyor muyuz, onları ziyaret edip hatırlarını sorup hatıralarını dinliyor muyuz? Doğrusu bu konuda toplum olarak karnemizin kırıklarla dolu olduğunu düşünüyorum. Ama bu kusurlu hâl düzeltilebilir. Görevlerimizi telafi edebiliriz. İstanbul ne çok hazine barındırıyor, bilen bilir. Maddi hazinelerden bahsetmiyorum şüphesiz. İnsan definelerini kastediyorum. Varlıklarıyla, ilimleriyle, irfanlarıyla, ahlâklarıyla, duruşlarıyla, tevazularıyla, gayretleriyle her dem bize örnek olan âbide şahsiyetleri işaret ediyorum. Onlardan biri Üsküdar’da ikamet ediyor. Hukukçu, müellif ve gönül insanı H. Necati Demirtaş Beyefendi... Akıl Fikir Yayınları üç eserini (Şeyhülislâm Yahyâ Efendi Divânı Şerhi, Fetvâları ile Şeyhülislâm Ebüssu’ûd Efendi, Tarihten Günümüze İki Devir İki Nesil) neşretti. Zaman zaman, bilhassa bayramlarda ziyaret ettiğimiz Necati Hoca, hâl ve tavrıyla nümune-i imtisâl olan hâzâ bir Osmanlı, bir İstanbul Beyefendisidir. Ziyaretinde bulundukça kendisini dinliyor, nasibimizce istifade ediyoruz. Türkiye’de az tanınan ama bilgi ve birikimiyle derya olan şahsiyetlerden biridir Necati Demirtaş. O bilge hukukçumuzdur. Kaleme aldığı seçkin eserler, hazırladığı kıymetli kitaplar onun müstesna bir şahsiyet olduğunu gösteriyor zaten. Bir de tatlı ve samimi sohbeti var ki, muhtelif mekânlarda bunu tatma talihine erişiyoruz şükürler olsun. Âdeta bir Osmanlı rüzgârı esiyor bulunduğu salonda. Hocamız, mâziden bir çok güzelliği devşiriyor ve müktesebatını dinleyicilerle cömertçe paylaşıyor. Yakın çevresinin ve tanıyanların gönlünde taht kuran yazarımızın Şeyhülislâm Yahyâ Efendi Divânı Şerhi ile Fetvâları ile Şeyhülislâm Ebüssu’ud Efendi geçen yıl yayımlanmıştı. Şimdi de toplu hatıraları okuyucunun önüne çıktı. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi Divânı Şerhi’nde edebiyatımızın güzide bir ismi çevresinde âdeta bütün edebiyatımıza toplu bir bakış sergileniyor. Fetvâları ile Şeyhüislâm Ebüssu’ud Efendi ise mümtaz bir hukuk ve din adamımız hakkında etraflı bir biyografi hüviyetindedir. Yazarımızın hayat hikâyesine bakalım: 1929 yılında İstanbul Fatih’te dünyaya geldi. Yirminci İlk Okul ve Karagümrük Orta Okulu’nu bitirdi, 1948 yılında Vefa Lisesi’nden mezun oldu ve aynı sene İstanbul Üniversitesi Hukuk

sayı//44// mart 94


Fakültesi’ne girdi. Bu fakülteyi iyi derece ile bitirdi. Bir yıllık stajı müteakip çeşitli yerlerde hâkimlik yaptı. 1985 yılında son görevi Kadıköy Ceza Hâkimliği’nden kendi isteğiyle emekli oldu. Necati Demirtaş’ın yayınlanmış eserleri şunlar: Kur’an’da Allah, Kur’an-ı Kerim (Sistematik Bir İnceleme), İslâm’ın Doğuşu ve Temelleri, Açıklamalı Osmanlı Fetvaları, İki Devir İki Nesil. O, çok değerli bir hukukçu, iyi bir âlim ve eşine az rastlanır bir gönül insanıdır. Boğaziçi Yayınları tarafından neşredilen muhteşem Ebussuud Tefsiri’nin redaksiyonu ve kontrolü Hocamıza aittir. Bu ömürlük hayırlı çalışmaya merhum Ergun Göze ile birlikte imza atmıştı. Kubbealtı’nda çıkan ve iki ciltten meydana gelen Osmanlı Fetvaları da şimdiden ilim dünyasının müracaat eseri olarak göz dolduruyor. Üsküdar’da düzenlediğimiz bir sohbet toplantısı esnasında çocukluğundan itibaren yaşadıklarını ve meslek hayatını anlatmışmış ve “Kırklareli’ndeki hakimlik görevimden sonra İstanbul Kadıköy’e tayin edildim. Salacak’ın üstünde Doğancılar’da küçük bir ev satın aldım. Humeyra’nın Yahya Kemal’in o muhteşem şiirinden yorumladığı ‘Sessiz Gemi’ gibiydi ev. O gün bugündür Üsküdarlı bir sakin olarak oturuyorum.” demişti. Üsküdar’a bağlılığını ise şu cümlelerinden öğrenecektik: “Müslüman Türkler Fetih’ten çok önce Üsküdar’a gelip yerleştiler. Semt, başta Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri olmak üzere bir çok Allah dostunu barındırıyor. Üsküdar bana Bağdat’ı hatırlatıyor. Fuzuli’nin Bağdat için söylediği gazel çok güzeldir. Orada Bağdat’ı ‘evliyalar şehri’ olarak târif eder. Selviler makamı Karacaahmet beni çok etkiler. Osmanlı padişahları, Üsküdar Doğancılar bölgesini mekân tutarmış.”

EBUSSUUD TEFSİRİ VE EYÜPSULTAN’DA TÜRBE ZİYARETİ

Babıâli’de tanıştığı isimler arasında bulunan merhum Ergun Göze’yi unutamayan Demirtaş, bir sohbette şöyle demişti: “Ergun Göze matbuatta yer etmiş bir kalem erbabıydı. İshakoğlu Hamdi Bey dostum vasıtasıyla kendisiyle tanıştık. Bâbıâli’ye gittik, 2000’li yıllardı. Ergun Beyi Boğaziçi Yayınları’nda ziyaret ettik. O zaman Kur’an-ı Kerim’in Sistematik Bir İncelemesi isimli bir çalışma yapmıştım. Kitabı el yazısıyla yazmıştım. Önsözünü Prof. Dr. Bekir Karlığa kaleme almıştı. Ergun Bey kitabı aldı, üç gün sonra beni aradı ve beğendiğini söyledi. Bu kitap Boğaziçi’den çıktı. Daha sonra İslâm’ın Doğuşu ve Temelleri isimli ikinci kitabım çıktı. Ergun Göze’nin ideali Ebussuud Tefsiri’ni tercüme ettirmekti. Âdeta ömrünü buna hasretmişti. ‘Hayatımı bu eseri tercümeye vakfettim.’ diyordu. Kitabı Arapçadan Türkçeye tercüme ettirdi, ancak dilini zayıf bulmuştu. Redaksiyona ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Bir gün birlikte Eyüp Sultan’a gittik. Ebussuud Efendi’nin mezarını ziyaret ettik, ruhaniyetinden özür diledik. Sonra Ergun Bey bu eserin redaksiyonu görevini bana verdi. Altı cildini hazırladım. Bu çalışma üç sene sürdü. Ergun Bey, ‘Kalan 6 cildi de sen hazırlar mısın?’ diye sormuştu. O zaman eşim hayattaydı. Dedim ki: ‘Ergun Bey, bunları da hazırlarsam eşim beni boşar.’ Güldü ve ısrar etmedi.” Necati Bey, yıllar önce kendisiyle yaptığım mülakatta meşhur tefsirden şöyle söz etmişti: “Ebussuud Tefsiri’nin birinci ve ikinci ciltlerinde fetvalara da yer verdim. Osmanlı’nın toprak reformunu bile Ebussuud Efendi’ye borçluyuz. Fetvaları bugünkü insanımıza göre çok eski. Ben onları bugünkü anlayışa uyarlamak 95


olan bu büyük âlimi de daha iyi tanımamız gerekiyor. Necati Bey günümüz hukukunu iyi bildiği gibi eski hukukumuza da vâkıftır. Eski ve yeni hukuk arasında sağlam mukayese yapabiliyor. Hazırladığı fetva kitaplarının metinlerini olduğu gibi değil açıklayarak veriyor ki, günümüz okuyucuları da anlayabilsin. Aslında sadece hukukçuların değil günümüzde de tartışılan bir çok meseleye açıklık getirdiği için bu eserler okunmalı, incelenmeli. Keşke Türkiye’nin bir çok ilinde açılan hukuk fakültelerinde bu eserler en azından yardımcı ders kitapları olarak okullara tavsiye edilse. Gençlerimiz Batı hukuku kadar Doğu/İslam hukukunu da hakkıyla bilebilse. HATIRALARIN IŞIĞINDA

istedim. Ebussuud Tefsiri bana ufuk açtı, beni zenginleştirdi.” “OSMANLI’DA ESASLI BİR EĞİTİM VARDI”

O röportajda, “Fetva verecek olan din adamları eskiden nasıl yetişiyordu ve nasıl bir eğitim alıyorlardı, lütfen anlatır mısınız?” soruma “Osmanlıda esaslı bir eğitim vardı.” dedikten sonra şöyle devam etmişti: “Osmanlı’da eğitim, öğretim ‘Sıbyan Mektebi’ ile başlıyordu. Küçük yaştaki çocukların devam ettikleri bu mekteplerde elifbâ, Kur’an, tecvid, ilmihâl, hat ve kitâbet gibi dersler okutuluyordu. Fakat hâli vakti yerinde olan ailelerin çoğu bu aşamada çocuklarını özel hocalar eliyle eğitmeyi tercih ediyorlardı. Medresler dört aşamalı bir eğitim veriyorlardı. Sahn-ı seman’ı bitirenler, tefsir, hadis, fıkıh ve kelâm gibi ilim dallarında daha ileri bir ihtisas derecesine ulaşabilmek için ‘medresetü’l- mütehassısîn’e gidiyorlardı. Fetva verebilmek için bütün ilim dallarını bilmek fakat özellikle fıkıh ve usûl-i fıkıhta çok iyi yetişmiş olmak gerekiyordu. Çünkü daha önce de ifade edildiği gibi fetva, ictihad makamı idi. Müftiler de bu vasıfları hâiz olan müderrisler arasından seçiliyorlardı.” Avrupa Hukuku, Roma Hukuku ve İslâm Hukuku arasında mukayeseler yapan Necati Beye göre, “Ahmed Cevdet Paşa büyük bir hukukçumuzdur. Hukuk sahasında muazzam hizmetleri var. Mecelle’de bir çok karar var ki bugün bile yürürlüktedir. Ahmet Cevdet Paşa bugün aşılmamıştır.” Fetavayı Ali Efendi (Çatalcalı Ali Efendi’nin Fetvaları) eserinde 1000’in üzerinde fetva var. 17. asırda yaşamış sayı//44// mart 96

Necati Bey’in Tarihten Günümüze İki Devir İki Nesil isimli eserinde çocukluğundan başlayarak bütün gençlik, meslek, olgunluk ve emeklilik hayatından kesitler veriyor. Eserde çok değerli, renkli ve âşina isimlerle karşılaşıyoruz: Ergun Göze, Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Gazi Altun vd. Satır altları çizilerek okunacak kıymetli bir kitap. Mütevazı yazarımız, kitabın arka kapağına üç satırlık bir yazı ilave etmiş, şöyle diyor: “Dünyaya gelen herkesin bir hayat hikâyesi vardır. Burada okuyacaklarınız da baba oğul iki ömrün hikâyesidir. Umarım gençler için yararlı olur.” Hem de ne fayda, ne bereket. Hatırat okumayı sevenlere özellikle eseri tavsiye ediyorum. H. Necati Demirtaş, Türkiye’de bilgi ve birikimiyle derya şahsiyetlerdendir. Kaleme aldığı titiz ve seçkin eserler, müstesna kişiliğine bir işaret. Tatlı ve samimi sohbeti vardır. Bulunduğu ortamda bir Osmanlı rüzgârı estirir. Mâziden devşirdiği güzellikleri, okuyucularıyla paylaşır. Bu bakımdan tanıyanların hayran olduğu, pür dikkat sohbetini dinlediği ve ziyadesiyle istifade ettiği bir yaşayan çınardır. O milletine ve değerlerine bağlı, devletine sadık, insanlarına âşık iyi bir münevver ve sağlam bir hukuk adamıdır. Hukuk fakültelerindeki hocalar, böyle değerli şahsiyetleri öğrencileriyle tanıştırırlarsa görevlerini yapmış ve talebelerine değer vermiş olurlar. Bu tür buluşmalarda inanıyorum ki akademisyenlerimiz de çok istifade edeceklerdir. Hukuktan kültüre büyük bir açılımı olan eserlerine hepimizin ama bilhassa hukukçularımızın büyük bir ihtiyacı vardır, biline!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.