ŞEHİR ve KÜLTÜR - 42. Sayı

Page 1



Biz’den…

Şehirlerimiz, Düşüncelerimizin Aynasıdır.. … Sen Türkiye’sin evim barkım köyüm obam Türkiye O senin çift çarşılı harp görmüş şehirlerin Sahilde Mersin, yayla türküsü Konya Adana’nın yolları taştan, yola çıkıp Maraş’tan Ezanla birlikte vardık bir akşam Urfa’ya Bursa’nın, ya Bursa’nın ufak tefek taşları Uçan yıldızı dondurur Ardahan’ın kışları Erzincan’da bir kuş var kanadı gümüş pul pul Ve göğe kılıç gibi çekilmiş minarelerini Şehirler padişahı canım İstanbul..

… Atilla İlhan

Şehirlerden bahsederken yolumuz Bursa’ya düşer, Mersin’e Şanlıurfa’ya, Sivas’a ve Kahramanmaraş’a gideriz., Trabzon liman, uğramadan olmaz. İzmir akdenize kapımız, Edirne batıdaki serhat şehrimiz, doğudaki Kars gibi..Her birinin kendine özgü bir dünyası var şehirlerimizin,..Havası farklı iklimi farklı suyu farklı.,. İnsanları bile farklıdır şehirlerimizin.. kimi sakin ruhludur, kimi aceleci, agresif, kimi ticarete meyyaldir uyanık derler, kiminin gözü pektir dürüstlüğü pek sever, kimi aldırış etmez ancak ortak bir haslet vardır insanımızda; Vatan, Millet, Bayrak sevgisi.. Şehirlerin toprağı da farklıdır; kiminde patates iyi yetişir kiminde buğday, kiminde meyve, kiminde fındık çay. Gökyüzü altında her şehrin güneşi de farklıdır, aynı güneş bazı şehirlerimize karşı cömerttir bazılarına cimri.. Her şehrin su kaynakları da farklı; Akarsuyu olanlar, gölü olanlar, kaynak suyu olanlar, barajı olanlar.. Şehirlerimizin topraklarından gah su fışkırır yeryüzüne, gah petrol az da olsa.. Yaratan kısmeti ne kadar verdiyse nasiplenir topraklar, şehirler, insanlar… Tarih boyunca bugün bize yurt olan bu topraklarda 20 medeniyet kurulmuş, 20 medeniyetin farklı insanları kavimleri bu topraklarda yaşamışlar hükümranlıklar kurmuşlar.. Bu medeniyetlerin farklı kültürleri, şehirlerde üst üste birbirine eklenerek günümüze ulaşmış ve kültürler mozaiği oluşturmuş Anadolumuzda.. Sanatta, zenaatta, şehircilikte, mimaride, Yemekte, hayvancılıkta, üretimde, taşçılıkta,.. aklımıza gelen her konuda birbirinin mütemmim cüzü olan kültürler, sonunda bu toprakları kültür deltası yapmış.. Şehirlerimizdeki mimari eserlerin kaynağının adı hangi medeniyet olursa olsun, bizim topraklarımızın zenginliği ve medeniyetidir..Bize düşen, bu eserlerin

ihyasına çalışmaktır.. Zaman içinde parayla satılan, yok edilmeye çalışılan tarihi yapılarımızın, ibadethane ve medreselerimizin, çeşme ve imarethanelerimizin ayağa kaldırılarak ihya edilmesi ve işlevsel , kullanılabilir hale gelmesi en büyük arzumuzdur. Bu konularda gayretleri olan tüm yöneticilerimize, teknik insanlarımıza, usta ve işçilerimize teşekkür ederiz.. Şehirlerimizin zaman içinde nüfus artışıyla plansız, programsız büyümesi neticesinde ortaya çıkan çarpık yapılaşma ve deprem riskli binalar bugünün güncel konularından biridir.. Çözüm olarak devletimizce planlanan kentsel dönüşüm programlarının uygulamasının sağlıklı bir şekilde yürütülmesini arzu ediyoruz elbette.. Yenilenen şehirlerimizdeki dönüşüm; estetik kaygılarımızı gidermeli, teknik yeterlikleri karşılamalı, mimari uyumu kentsel görünümü sağlıklı hale getirmeli. Nefes alan bir şehir, nefes alan deprem risklerinden korunmuş binalarla yepyeni kentleri oluşturmalı ve yaşatmalıyız..Bunda Devlet kurumlarımız, STK larımız, bürokrasimiz, belediyelerimiz ve halkımız elele vermeli kendi geleceğimizi elele birlikte kurmalıyız... Bunda menfaat halkası oluşturmadan, iltiması ortadan kaldıran bir sisteme evet demeliyiz.. Şehir ve Kültür dergimiz yayın hayatında, yeni bir yılı daha idrak ederken, çıkış noktasından itibaren maksadımız olan; şehirlerimizi ve kültürlerimizi korumak , yaşatmak , ilgililere tavsiyelerde bulunmak, gibi sorumluluklarımızın artarak devam ettiğini ve edeceğini burada beyan ediyoruz.. Bizler, toplumun aynasıyız. Şehirlerimizi güzel görmek, kültürlerimizi yaşıyor görmek aklı başında her ferdin isteğidir..İsteğimiz milletimizin isteğidir. İlgilisine, dertlisine, sorumlusuna arzederiz.. 42.sayımızda , 2018 senesinin hayırlar ,güzellikler, huzur ve sağlık getirmesini temenni ederim.. Her sayımızda huzurunuza gelirken saçımızı tararız, zira sizlere kötü görünmekten teeddüb ederiz.. Hz. Mevlana diyor ki; ”Allah’tan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse, Allah’ın lûtfundan mahrumdur.” “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza.” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 12 16

ORTADOĞU NEDEN VAZGEÇiLMEZDiR

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

BiLGELiK KAZANDIRAN

ŞEHiRLER

Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN

ÇÖL ORTASINDAKi

MEDENiYET HAVZASI

TURFAN

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR

ÇEVRE VE ŞEHiRCiLiK BAKANLIĞIMIZA ÖNERiMiZDiR

Kamil UĞURLU

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

32

BiR iLAHiYATÇI GÖZÜYLE

“KATAR” Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM

35 36 48

KÜLTÜR MiRASINI YÖNETME SORUNU H.Hümeyra ŞAHİN

EDiRNE SEYAHAT

iNTiBALARI Hüseyin YÜRÜK

ADELL AB-I HAYAT ANADOLU

SU MEDENiYETLERi KOLEKSiYONU / MÜZESi Salih DOĞAN

Reklam: Savaş Tulgar Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir, Ahmet Şayır. Ankara Temsilcisi: Yaşar Dinçkal Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse,

Tashih: Hüseyin Movit , Ubeydullah Kısacık. Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Bekir Karlıga, Prof.Dr.Hüsrev Hatemi, Doç.Dr.İbrahim Demir, Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Zekeriya Kurşun, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep


20 MEKÂNLAR VE YAŞAYANLARI İSTANBUL’UN KÜLTÜR VE DÎNÎ MEKÂNLARINDAN.. -altıncı- / Mehmet Kâmil BERSE 24 TOPLUMSAL HELALLEŞME / Cem ERİŞ 27 NEFSİM, NEFESİM VE BARIŞ ABİ / İbrahim BAŞER

52

YERLi UÇAĞIN BABAYİĞiDi, ÜLKESiNE SEVDALI GiRiŞiMCi:

28 BENİM EVLERİM, BENİM ŞEHİRLERİM -evvel- / Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

Sabri GÜLTEKiN

31 MUHAFIZIN SON MEKTUBU - şiir- / Kâmil UĞURLU

NURi DEMiRAĞ

41 AKİDE ŞEKERİ VE TÜRK LOKUMU / Nermin TAYLAN 42 ERZURUM’DA HAMAM KÜLTÜRÜ / Ömer ÖZDEN

58

46 BURASI DÜNYA, CENNET DEĞİL / RECEP GARİP

MiNYATÜR SU

SARAYLARI

Mehmet MAZAK

56 BİR GÖÇMEN TÜRKÜSÜNDEN ARTA KALAN HÜZÜN “ŞUMNU” / Fahri TUNA 62 ŞEHİRLER ŞİİRLEŞTİKÇE GÜZELDİR / Ekrem KAFTAN 64 İSTANBUL’UN MANEVÎ EFENDİLERİNDEN: SÜNBÜL SİNAN HZ. / Nidayi SEVİM 70 ŞEHİR SOHBETLERİ -dördüncü- / Ahmet NARİNOĞLU 73 İÇİMİZE DÖNELİM ŞEHRİMİZE DÖNELİM / Mustafa UÇURUM

76

KUDÜS’E AĞLAMAK ONU

74 MEHMET AKİF ERSOY’UN DİLİNDEN KUDÜS İÇİN SAFAHAT’TAN MESAJLAR / Doç. Dr. Hazem Said MOHEMMED

Muhsin İlyas SUBAŞI

78 ŞEHİR VE TELEVİZYON “SİZE TÜRK FİLMİ İZLEMEYE GELECEĞİZ YENGE” / ALİ BAL

KURTARMAZ!

80 ŞEHİR VE MEDENİYET / Metin ACIPAYAM 82 GEÇMİŞİ OLMAYAN KENTLER YAPMAK / İsmail BİNGÖL 84 ANADOLU MEDENİYET DOLU... HARRAN ARRAN- KARRAN / Münir BALICA

90

GAZiANTEP KUYUMCULUĞU

Öğ.Gör. Nuri DURUCU

Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Prof.Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Ali Satan,Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 17 TL (KDV DAHİL) KKTC fiatı: 25 TL. Abone Yıllık: İstanbul 180 TL. İstanbul Dışı 190 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11

88 BERLİN SHAUBÜHNE’DE ‘OSTERMEIER’İN’ YÖNETTİĞİ HAMLET OYUNU VE ELEŞTİRİSİ -şehir tiyatro- / YASİN ÇETİN 92 ÜSKÜDAR’DA SANATA RUH VEREN ÇINAR NİYAZİ SAYIN / Mehmet Nuri YARDIM 95 KEMÂL EDÎB KÜRKÇÜOĞLU İSLÂM TARİHİ -şehir kitap- / Tanıtım: Fatma DERİN

GSM: 0553 9113188 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@dersaadet.org.tr • www.dersaadethaber.com

www.sehirvekultur.com.tr • www.dersaadet.tv • /Videomakale /VideoMakale www.videomakale.net /SehirveKulturD • /DersaadetTV

/DersaadetTv

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: (Harran Evleri/ Şanlıurfa) https://www.numberone.

com.tr/2016-02-29/turkiyede-gorulmes-gereken-14-yer/harran-evleri/


RTADOĞU’YA TERSİNDEN BAKMAK

ORTADOĞU NEDEN VAZGEÇİLMEZDİR Bütün milletlerin iştahını kabartan bu bölge, “Cevelangâh-i Musa” yani Hz. Musa’nın dolaştığı güzergah; “Mehd-i İsa” yani Hazreti İsa’nın doğduğu yer, “Kıblegah-i İslam” yani İslam’ın ilk kıblesi ve asırlardan beri pek çok önemli İslami hâtıranın da bulunduğu bir yerdir. Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

Ortadoğu bizim ürettiğimiz bir kavram değil, hatta coğrafi bir tanımlama da değildir. Ortadoğu terimi literatüre “Yakındoğu” bölgelerini tanımlama maksadı ile 1902 yılında girmiş ise de daha ziyade II. Dünya Savaşından sonra yaygın kullanım alanı bulan siyasal bir anlatımdır. Dönemsel olarak daraltılabilen veya genişletilebilen bu kavram etnik bakımdan Arap, Fars, Türk ve bunlar ile birlikte yaşayan Kürt, Çerkez gibi unsurları anlatırken; din olarak da hangi mezhepten olursa olsun çoğunlukla ve kesintisiz Müslümanların yaşadığı coğrafyayı tanımlamaktadır. Bugün Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda bu tanıma girmeyen tek topluluk veya devlet İsrail’dir ve zaten o da bu kavramdan sonra yaratılmış bir devlettir. Ortadoğu’da Müslüman olmayan guruplar bu coğrafyada Müslümanlardan daha eski olmalarına rağmen nerede ise bu kavramın içinde değil, batının uzantısı olarak algılanmaktadırlar. Bu durumda Türkiye bunun neresindedir veya biz Ortadoğulu muyuz? gibi soruların ne denli yersiz ve hatta abes olduğu açıkça ortadadır. Ortadoğu’nun öneminden bahsedenler çoğunlukla sahip olduğu enerji kaynakları ile bu kaynakların ulaşımını sağlayan geçiş yollarından bahsederler. Bazı sığ uzmanlar tarafından Türkiye’nin, bölgede petrol imtiyazlarına sahip olmadığına ve esasında hala gelişmekte olan ülkeler sınıfında olduğundan gelişmiş ülkeler kadar enerji tüketmediğine göre Ortadoğu’nun kenarında kalması gerektiği ileri sürülür. Halbuki bu yaklaşımlar ana tanıma göre çelişkiler ve mantık hatalarıyla doludur. Türkiye yönünü ne kadar Batıya dönmüş olsa, AB içinde kendisine yer bulmaya çalışsa da dünya veya en azından bu kavramı üretenler nazarında bir Ortadoğu ülkesidir. Türkiye bu gerçek ile yaşamak zorundadır. Bütün milletlerin iştahını kabartan bu bölge, “Cevelangâh-i Musa” yani Hz. Musa’nın dolaştığı güzergah; “Mehd-i İsa” yani Hazreti İsa’nın doğduğu yer, “Kıblegah-i İslam” yani İslam’ın ilk kıblesi ve asırlardan beri pek çok önemli İslami hâtıranın da bulunduğu bir yerdir.

*FSMVÜ Tarih AnaBilim Dalı Başkanı

sayı//42// ocak

4

Esasında zannedildiği gibi Ortadoğulu olmak veya ilgili bulunmak bir eksiklik değildir.


Türkiye’yi bu kavramın dışında tutanlar maalesef tarih bilgisinden de yoksundurlar. Eğer bu uzmanlar tarihe kısaca bir göz atacak olur iseler bugün Türkiye’nin ulaşmaya ve benzemeye çalıştığı refah düzeyi yüksek Batılı devletlerin tarih boyunca kadim imparatorlukların coğrafyası olan Ortadoğu ile ilgilenerek gelişmiş olduklarını görürler. Ortaçağlarda Roma ve Bizans, yeni ve yakın çağlarda Portekiz, İspanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve modern dönemlerde Amerika hep bu bölge ile ilgilenmediler mi? Bu bölgelerin iç işlerine karışmadılar mı, bölgede kendilerine yakınlık duyanları himaye edip, diğerlerine karşı ittifaklar oluşturmadılar mı? Zihniyet sadece görünenler ile beslenirse, başka bilgileri ve hele tarihi tecrübeyi ihmal ederse çıkmaz yola girmek kaçınılmazdır. Bu yüzden bir kere daha hatırlatalım ki, yukarıda Türkiye’ye örnek gösterilen ülkelerin hiç biri sadece doğal kaynaklar ve zenginlikleri esas alarak Ortadoğu ile ilgilenmemişlerdir. Tabii ki burada hemen savunma reflekslerinin bu ilginin emperyalist ilgi olduğunu, oysa Türkiye’nin böyle bir amacının olamayacağını, hatta bunun bir utanç vesilesi olduğu da söylenecektir. Bu yargıya katılmamak olası değil, ama bu ne geçmiş ve ne de bugünkü durumu açıklamaya yetecektir. Bu konu pek çok yazıyı ve tartışmayı gerektirmektedir. Ama güncel bir konu üzerinden ele alınarak maksadın anlaşılmasına katkı sağlanabilir: Filistin meselesi… Filistin meselesi, yirminci asrın kanayan yaralarından biri. Dünya gündeminde sürekli olarak yer tutuyor ve çözüme kavuşturulamıyor.

Bunun kuşkusuz en önemli sebeplerinden biri de bütün dinler nazarında mukaddes sayılan Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın bu topraklar üzerinde bulunması. Burada çatışma veya tartışma için başka kaynağa gerek yok. Asırlarca buranın sorumluluğunu üstlenmiş olan Osmanlı Devleti, Kudüs’te yaşayan bütün dinlerin mensuplarına belirli kurallar dairesinde adil davranıyor, herkesin mukaddes mekânları rahatlıkla ziyaret edebilmesine ve inançlarının gereğini yerine getirmelerine imkan veriyordu. Bu konuda yapılanlar ve takip edilen siyaset yerli ve batılı bir çok araştırmalar ile tarihin sahifelerine kaydedilmiştir. Çok gerilerde kalmış olan Haçlı Seferleri bir yana, Türk entelijansiyasının bildiğini umduğumuz “Şark Meselesi”,19. yüzyılda Kudüs ve etrafı ile ilgilenmek adına ortaya atılmış olan ve bölgede hakim güç Osmanlı Devleti’ni içten çökertme planlarını içeren bir stratejidir. Osmanlı Devleti, Kudüs konusunda çift yönlü bir saldırıya maruz kalmıştır. Bir yandan Avrupa devletleri (özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya) mukaddes makamları bahane ederek müdahale zeminleri oluşturmaya çalışırken bir yandan da Siyonistler tarihî emellerini gerçekleştirme uğrunda planlar yapmışlardır. Osmanlı Devleti hassasiyeti ve denge politikalarıyla, bu planlar karşısında uzun zaman dayanmış ve Kudüs’ün muhafazası mümkün olabilmiştir. Ancak herkesin bildiği çıplak gerçek şudur ki savaşı çıkaran olmamakla ve toprakları birinci derecedeki cepheleri oluşturmamakla birlikte, Birinci Dünya Savaşı sonunda Şark meselesinin ve Siyonist emellerin 5


tamamı gerçekleşmiştir. Bugün artık yeni bir coğrafya yani Ortadoğu coğrafyası vardır. Dolayısıyla içinden çıktığımız bir bütünden kendimizi ne kadar ayrı tutabiliriz? ORTADOĞU FİLİSTİN’DİR

1917 yılından günümüze ulaşan Filistin sorunu Dünya barışının sağlanmasını kilitlemiştir. Filistin sorununun çözülmeden dünya barışının sağlanamayacağı yargısı artık klasik bir hüküm olmuştur. Peki öyleyse bu derece önemli olan bir meselede neden ilerleme sağlanamamaktadır, mesele sadece Yahudilerin geleceği ve kanun tanımaz, dünyanın şımarık devleti İsrail midir? Bu sorunun cevabı aslında zihinlerde bilinmekte fakat ifade edilememektedir. İsterseniz bunu da Osmanlı döneminden yapacağımız bir alıntı ile izah edelim. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce, Osmanlı’nın Kudüs Mutasarrıfı olan Ahmed Macid b. Şevket’in dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya sunduğu bir raporda bu sorunun cevabı bulunduğu gibi, devletlere ve milletlere yön çizecek nitelikte bir “stratejik tahayyül” de verilmektedir. Kudüs mutasarrıfı Ahmed Macid, 16 Ağustos 1913 tarihli raporuna Filistin kıtasının dinler tarihi açısından taşıdığı fevkalâde önemi vurgulayarak başlamaktadır. Bütün milletlerin iştahını kabartan bu bölge, “Cevelangâh-i Musa” yani Hz. Musa’nın dolaştığı güzergah; “Mehd-i İsa” yani Hazreti İsa’nın doğduğu yer, “Kıblegah-i İslam” yani İslam’ın ilk kıblesi ve asırlardan beri pek çok önemli İslami hâtıranın da bulunduğu bir yerdir. Salt bu yüzden bütün dünyanın dikkatlerinin bu bölgede yoğunlaştığını söyleyen Osmanlı mutasarrıfını bugüne kadar yalanlayacak hiç bir gelişme sayı//42// ocak

6

olmamıştır. Dünyanın hemen her yerinde yaşayan insanların dolaylı veya dolaysız bir şekilde yönlerinin bu coğrafya olduğunu inkar etmek mümkün müdür? Her ne kadar Müslüman coğrafyasında bir çatışma alanı olarak görülse bile; Siyonist olan veya olmayan bütün Yahudilerin; monofizit olan veya olmayan bütün Hristiyanların zihin dünyasında bu coğrafya yok mudur? Müslümanlar ilk kıblelerini düşünürken, Yahudiler Süleyman Mabedini, Hristiyanlar da Doğuş Kilisesini düşünmemekte midirler? Aslında Siyonistlerden önce Batılılar, geçmişlerinin hatıralarını canlı tutmak adına 19. yüzyıl boyunca bu bölgede kıyasıya rekabet etmişlerdir. Sadece Hristiyanlık adına değil, farklı mezhep ve inançlar adına giriştikleri nüfuz mücadeleleri tarihin sahifelerinde canlılıklarını hala korumaktadırlar. Kudüs’te nüfûz ve nüfuslarını arttırmak için, Avrupa devletleri himayelerinde inşa edilen kilise, mektep, hastane, manastır ve misafirhane gibi yüzlerce odası olan büyük müesseseleri, hemen hemen her gün çoğaltmak için büyük gayretler sarf etmediler mi? Filistin’de Katolik-Ortodoks Rekabeti Kudüs’teki tarihî Hristiyan-Hıristiyan çekişmelerinin izleri hala hatırdadır. Uzun yıllar Kudüs, Ortodoks ve Katolikler arasındaki Kamame ve Beytullahm kiliseleri şiddetli çekişmelere ve rekabete sahne olmuş, ve yıllarca İstanbul’u meşgul etmiştir. Ortodoks Kilisesi’ni Kudüs’teki Rum Patrikhanesi; Katolik Mezhebini ise Kırım muharebesinden sonra Ruslara karşı rekabet için ihdas edilen ve Küşûdî denilen Latin papazlarından oluşan ruhbanlar (Latin patrikhanesi) temsil etmekteydiler.


Aynı dönemde, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi sırasında Rumlara bahşettiği, Osmanlı Sultanları tarafından da fermanlarla teyid edilen müsaade ve imtiyazlardan istifade etmekte olan Rum Patrikhanesi doğrudan Osmanlı Devleti’ne bağlı olmasına rağmen tartışmaların dışında kalamamıştır. Fransızların “Kutsal Makamların Muhafızları” diye isimlendirdiği çıplak ayaklı Küşûdî rahipleri ile Latin Patrikhanesi’nin arkasında hep Fransızlar yer alırken; Ortodoksları Ruslar, Rum Patrikhanesini de Hellenizm sevdalıları Yunanlılar ve İngilizler tahrik etmekteydiler.İsrail’in kurulmasından önce bütün bu rekabet ve çatışmaların tartışmaları Paris, Londra, Moskova ve Atina’da yapılmaktaydı. Nihayet hep birlikte icat ettikleri Kutsal Mekanlar meselesi ile uzun yıllar sürecek Kırım Savaşı’nın çıkmasına sebep olmuşlardı. Hatta bu savaş bu coğrafya üzerindeki batı tasavvurlarını öyle belirginleştirmiştir ki, batılı Katolik ve Protestanlar tarihte ilk defa Müslümanlar ile birlikte Ortodokslar ile savaşmışlardır. Aynı süreçte Avrupa kendi içinde antisemitizmi yani Yahudi karşıtlığını geliştirmiştir. Ancak bundan hareketle bir önceki tecrübeyi kendi topraklarında denemeye cesaret edememişlerdir. BÜYÜK SAVAŞ’A DOĞRU

Bu çıkmaz sokaktan yürüyen Batılılar, sonunda kendi içlerinde çözemeyecekleri Yahudi meselesini Filistin coğrafyasına taşıyarak şimdilik zaman kazanmışlardır. Müslümanlar ile Yahudilerin karşı karşıya getirilmesi antisemitik bir algı ve anlayışın ürünüdür. Fakat bu şekilde iki taşla bir kuş avlamayı hesaplayan bu proje tutmamıştır. Zira iki önemli hususu hesaplayamamışlardır. Birincisi Siyonizm’in bu derece katı ve saldırgan bir tutumla bölgede

kalıcı olamayacağını zannetmeleridir. İkincisi husus ise antisemitizmin Müslümanlar arasında da kendilerinde olduğu gibi rağbet göreceğini düşünmeleridir. Oysa İslamiyet sahip olduğu değer yargıları ile kendisinden önce gelen dinleri kabul etmesinden dolayı antisemitizmi reddeder. Bu yüzden Siyonistlerin saldırgan tavırları ve yarattıkları devlet terörüne rağmen hala Müslümanlar arasında sınırlı bazı radikal gurupların dışında, Almanya gibi Filistin dahil antisemitizmi benimseyen bir devlet veya topluluk çıkmamıştır. Şimdi asıl iddiamızı söyleyebiliriz. Filistin’deki çatışma bugün bir Müslüman Filistin-Siyonist İsrail çatışması gibi görülse de aslında Batılıların Yahudilikle bir hesaplaşmasıdır. Bütün ArapYahudi veya Arap-İsrail savaşlarına rağmen hala bu bölgede kutsal mekanlar bahanesi ile yapılan Kırım Savaşı ölçeğinde bir savaş yaşanmamıştır. Savaş kışkırtıcılığı yapmak ahlaki bir şey değildir. Ancak tarihi okumalarımızdan yaptığımız çıkarımları saklamak da aynı derecede gayr-i ahlakidir. Maalesef bizlere bugün Müslümanlık-Yahudilik (Siyonizm) çatışması olarak gösterilen bu mesele yakın gelecekte Hristiyanlık-Yahudilik çatışması eksenine taşınacaktır. Başka bir ifadeyle “Büyük Savaş” o zaman yaşanacaktır. Bu durumda her halükarda Türkiye, Ortadoğu veya Batı ittifakı içinde bile olsa meseleye taraftır ve taraf olmaya devam edecektir. Burada asıl mesele Türkiye’nin bu büyük krizi nasıl yönetmesi gerektiğidir. Bu yüzden Türkiye’nin nerede duracağı üzerinde değil, nasıl davranacağı üzerinde kafa yormak daha isabetli olacaktır. 7


ARİHE YOLCULUK

BİLGELİK

KAZANDIRAN ŞEHİRLER “Dünya Barışına Giden Yol, Barış Şehri Kudüs’ten Geçer”

Kudüs’te kılıç kullananlar, önünde ya da sonunda kılıçla yok olurlar. Kudüs’te iyi savaş, kötü barış yoktur. Prof.Dr.Nazif GÜRDOĞAN*

Duvarların yıkıldığı bir dünyada kültürlerarası yarışta güç, ülkelerden şehirlere geçiyor. Bir kültürün zenginliği şehirlerine somut bir biçimde yansır. Şehirler mabetleri, çarşıları, okulları, işyerleri ve evleriyle ait olduğu medeniyetlerin bilgelik kaynaklarını oluştururlar. Yüzyılların içinde oluşmuş tarih yüklü şehirleri olmayan medeniyetlerin, yeterli kültürel derinlikleri ve gerekli ekonomik zenginlikleri olmaz. Şehirler dünyanın her yerinde, bir yaşama biçimi olan medeniyetlerin açık üniversiteleridir. Tarih içinde her medeniyetin çatısız açık üniversiteleri olmuş, bilgi ve bilgelik kaynağı kutlu şehirleri vardır. İslam medeniyetinin kutlu şehirleri de Mekke, Medine ve Kudüs’tür. Tarihin derinliklerindeki İslam medeniyetini bugüne taşımak için, her şeyden önce kutlu şehirlere yolculuk yapmasını bilmek gerekir. Mekke’nin tarihi bütün insanlığın ataları olan Adem ve Havva ile başlar. Mekke, Medine ve Kudüs’ü kapsayan bir yolculuk, bilinen bütün peygamberlerle birlikte bütün insanlığın tarihine yapılmış uzun bir yolculuktur. Kutsal kültürün kutlu kentlerinin tarihi, insanlığın bilinen dört bin yıllık düşünce ve eylem tarihidir. Tarihin ana dinamiklerini keşfetmek ve onların geçmişten geleceğe uzanan yansımalarını izlemek, kutlu şehirlerin ekonomik, siyasal ve kültürel bütün boyutlarıyla yeniden yazılmasına ve yeniden yorumlanmasına bağlıdır. Kutsal kültürün kutlu şehirlerine dost olmayanlar, tarihe, coğrafyaya, düşünceye ve kültüre dost olmazlar. Tarihin derinliklerine doğru uzun yolculuklar yapmadan, bütün toplumların kendilerini yenilenmeleri mümkün değildir. Toplumların bir elleri kendi şehirlerinde, bir elleri de kutlu şehirlerde gözleri de gelecekte olmalıdır. Bilgi ve bilgelik kaynağı kutlu şehirler zaman kadar eski şehirlerdir. KUDÜS MİRAC ŞEHRİDİR

*TC.Maltepe Üniversitesi

sayı//42// ocak

8

Kudüs de Mekke ve Medine gibi, bulunduğu ülkenin sınırlarının içine sığmayan bir şehirdir. Kudüs binlerce yıllık tarihiyle yalnızca ne Yahudilere ne Hristiyanlara ne de Müslümanlara aittir. Kudüs göklere açılan Miraç şehridir. İbrahimi dinlerin kutlu başşehridir. Kutsal geleneğin üç kolundan birisi Yahudiler gibi tek başına Kudüs’e sahip olmaya kalkarsa, barış şehrini savaş şehrine dönüştürür.


Osmanlılar dört yüzyıl kaldıkları Kudüs’ün gerçek sahiplerinin Peygamberler olduklarını bildikleri için, hiçbir zaman ona tek başına sahip olmayı düşünmediler. Onlar her zaman kendilerini kutsal geleneğin koruyucusu olarak gördüler. Hiç kimsenin inancını yasaklamayı akıllarından bile geçirmediler. Türkler İspanyolların Latin Amerika’da yaptıklarını Filistin’de yapsalardı, bugün Kudüs’te ne Hristiyan ne de Musevi kalırdı. Osmanlılar her zaman kendilerini kutsal şehirlerin emanetçileri olarak görmüşlerdir. Bu yüzden de devletlerinin ömrü uzun olmuştur. Onlar kesinlikle biliyorlardı ki herkesin inancı kendinedir. Kimse kimseyi inancını değiştirmeye zorlayamaz. Doğru ile yanlışın sınırları çizilmiştir. İsteyen istediğini seçmede özgürdür. Özgürlüğün olmadığı bir ülkede, hiçbir alanda özgün bir atılım, özgün bir gelişme, özgün bir düşünce olmaz. Kudüs İbrahim, Musa, İsa, Davut ve Süleyman Peygamberlerin olduğu gibi Muhammed Peygamberin de şehridir. O gökyüzüne yaptığı gizemli yolculuk sırasında Mukaddes Beyt’te yüz yirmi dört bin peygambere namaz kıldırmıştır. İlk Peygamber Adem’le başlayan İslam, Son Peygamber Muhammed’le tamamlanmıştır. İslam kitap sahibi dinler arasında en sonda gelen, ancak en başta olandır. Dört bin yıllık tarihe dayanan kutsal geleneğin en büyük temsilcisi olan İslam, dört kitap arasında bütünlük ve sürekliliğin hem

güvencesi hem de koruyucusudur. Kudüs’ün Müslüman, Hristiyan ve Musevi kesimleri Mısır, Babil, Yunan ve Roma kültürlerinin ana kaynağının kutsal kitaplar olduğunun en açık ve en somut göstergesidir. İnsanlık tarihi içinde ortaya çıkan bütün kültür ve medeniyetler, kutsal geleneğe düşülmüş uzun dipnotlardır . Dünya barışına giden yol, barış şehri Kudüs’ten geçer. Kudüs’te savaş olursa, dünyanın hiçbir yerinde barış olmaz. Dünya barışının başkenti Kudüs’tür. Kudüs’te kılıç kullananlar, önünde ya da sonunda kılıçla yok olurlar. Kudüs’te iyi savaş, kötü barış yoktur.

Kudüs’te savaş olursa, dünyanın hiçbir yerinde barış olmaz.

MEKKE ŞEHİRLERİN ANASIDIR

Mekke’nin tarihi, zamanın tarihi, insanlığın tarihi , peygamberlerin tarihidir. Mekke İslam’ın, Kabe Mekke’nin kalbidir. Etrafı kayalık dağlarla çevrili şehir, Kabe’nin çevresinde halka halka büyümüştür. Mekke İslam kültüründe şehirlerin anası olarak görülür. Dünyada Mekke’nin ışığının ulaşamadığı hiçbir şehir yoktur. Aşkın kutsal kültür Mekke’den beslenir. Mekke İbrahimoğullarının olduğu kadar Ademoğullarının da anavatanı ve başkentidir. Gerçeğin tek ve değişmezliğinin simgesi olan Kabe, bilinen yeryüzünün bilinmeyen gökyüzüne açılan kapısıdır. İnsanlık tarihi boyunca bilinmeyen dünyanın anahtarlarını yalnızca peygamberler taşımıştır. İlkinden sonuncusuna kadar peygamberlerin dışında hiç kimsenin öteki dünyadan haberler 9


Mekke’de insanlarla birlikte hayvanlar, ağaçlar ve bitkileriyle doğal hayat da korunmuştur.

getirmesi söz konusu değildir.Hayatın ölümü içinde taşıdığı gibi, öteki dünya da dünyayı içinde taşır. Öteki dünyasız bir dünya önünde ya da sonunda anlamını yitirmekten, aydınlık içinde karanlığa düşmekten kurtulamaz. Mekke’nin ışığı düşmeyen bir şehir, güneş altında bile karanlıktadır. Kabe kendisini ilk görende ürperti ve coşkuyla karışık, bir saygı ve sevgi uyandırır. Onun yalınlık içindeki görkemi karşısında herkesin dili tutulur. Çevresinde her renk, her ırk ve her dilden inanmış insanı çeken, çok geniş bir manyetik alan oluşturur. Onun çağrısı yeryüzünde bir yerde bitmeden, başka bir yerde başlar. O Allah’ın evidir. Dünyanın hangi köşesinden gelirse gelsin, hiç kimse Mekke’de yabancılık çekmez. Herkes kendi evine gelmiş gibi olur. Mekke bütün insanlığın anne ve babasının kentidir.Mekke’de herkes insanlığın ataları Adem ve Havva’nın misafiridir. Mekke İslam’ın doğduğu şehir olarak, Müslümanların tarih, kültür ve sanatında vazgeçilmez bir yer tutar. Mekke toprağında baskı ve şiddete izin verilmez. Harem bölgesinde kan dökülmez, hayvanlar öldürülmez, ağaçlar kesilmez ve bitkiler koparılmaz. Mekke’de insanlarla birlikte hayvanlar, ağaçlar ve bitkileriyle doğal hayat da korunmuştur. Ziyarete gelen herkes gibi, Mekke’de canlı ve cansız varlıklarıyla bütün çevre de Allah’ın dostudur. Allah’la barış içinde olan insan, tarih, kültür, coğrafya, sanat ve edebiyatla savaş içinde olmaz. Bütün dünyayı kapsayan bir barış eylemi olan Hac, Mekke merkezli çok boyutlu bir ibadettir.

sayı//42// ocak

10

Allah’ın evinin bulunduğu şehir, dünyanın neresinde doğarsa doğsun, her inanan insanın ana şehridir. Müslümanların anadilleri Arapça olduğu gibi, anavatanları da Mekke’dir. Bu yüzden, her Müslüman ömründe en az bir defa ihrama girmek, Kabe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında say yapmak, Ara-fat’ta duaya durmak, Mina’da şeytan taşlamak ve Mekke’de kurban kesmek zorundadır. Kuşkusuz Doğu ve Batı gibi, Güney ve Kuzey de Allah’ındır. Namazın kılındığı her şehir, Müslümanların vatanıdır. Ancak bu Müslümanların anaşehirleri Mekke’yi unutmaları anlamına gelmez. Hiçbir Müslüman anadili gibi, ana şehrini de unutmaz. Kabe’yi merkez alan Hac, İbrahimi geleneğin bütünlükle birlikte sürekliliğin de en çarpıcı bir biçimde yaşanmasıdır. Kabe her Müslümanın namazda yüzünü dönmek zorunda olduğu nirengi noktası ve kutsal sanatın simgesel kaynağıdır. Dünyanın herhangi bir yerinde gözlerini kapatıp gönlünün derinliklerine dalan bir kişi kendini hemen Kabe’de bulur. Dünya ile öteki dünya, gökyüzü ile yeryüzü gibi, Kabe’de bütünleşir. Mekke’de herkes, hayatın ölümü içinde taşıdığı gibi, öteki dünyanın da dünyayı içinde taşıdığının bilincine varır. Dünya ve öteki dünya bir bütündür. Dünyayı yaşanır kılmadan, öteki dünyada kurtuluşa ermek mümkün değildir. Mekke’nin neresinde olunursa olunsun, Kabe’nin minareleri ve Hira mağarasının bulunduğu Nur dağı görülür. Hira mağarası Kabe’ye bakar ve yönü ona dönüktür. Hira mağarası görünen dünyanın, görünmeyen dünyaya açıldığı kapıdır. Kur’an’ın ilk ayeti “Oku” bu dağda Son Peygambere vahyedilmiştir. İnsan bilmediğini Kur’an’la öğrenmeye başlar. Nur dağında başlayan Kur’an yirmi üç yılda Rahmet dağında tamamlanır. Kabe’de başlayan zaman sonunda yine Kabe’ye döner. Mekke ve Medine’de zaman Kur’an’la doruk noktasına ulaşır. Ondan öncekiler ona gelmek, sonrakiler de ona gitmek için vardır. Onun dışında dünya, onun dışında hayat, onun dışında güzellik, onun dışında doğruluk, onun dışında zenginlik yoktur. MEDİNE ERDEMLİ ŞEHİRDİR

Medine, Uhud dağının eteklerinde, volkanik arazi üzerine kurulmuş bir şehirdir. Medine’de dağ, şehir ve Peygamber mescidi birbiriyle bütünleşmiştir. Medine’ye giden herkes Uhud dağıyla bir dostluk ku-rar. Son Peygamber Uhud dağının Cennet dağlarından bir dağ


olduğu haberini verir. Uhud Medine’yi sever. Medine de Uhud’u sever. Kendisini rahmet ve savaş Peygamberi olarak niteleyen Peygamber Muhammed, Uhud Savaşında üzerlerine gelen orduyu Medine dışında karşılama yolunda verilen ortak karardan dönmez. Uhud savaşı ilk Müslümanların değişik yönlerden sınandığı bir ölüm kalım mücadelesidir. Mekke’nin kalbi Kabe ise, Medine’nin kalbi de Son Peygamber’in Mescidi’dir. Mekke Adem Peygamber’den sonra gelen bütün inananların başşehri ise, Medine de yeryüzünde Son Peygamber’e bağlananların başşehridir. Mekke’de imanın esasları, Medine’de İslam’ın ilkeleri öne çıkar. Ravza’yı ziyaret eden, Son Peygamber’i sağlığında ziyaret etmiş gibi olur. Medine’nin her köşesi ilk Müslümanların izleriyle doludur. Nasıl Uhud dağı Cennet dağlarından bir dağ ise, Peygamber Mescid’i de Cennet bahçelerinden bir bahçedir. İslam düşünce tarihi içinde Mekke ile Medine’nin üstünlüğü hep tartışılmıştır. Erdemde kimileri Mekke’yi, kimileri de Medine’yi üstün tutmuştur. Kabul gören genel görüşe göre, Ravza yeryüzünün her yerinden daha üstündür. Mekke de Ravza hariç Medine’den üstün tutulur. Medine hicret yurdudur. Kabe de Cennet’in kapısıdır. Bütün insanlığın yitirdiği Cennet Ravza’dadır. Mekke’de olduğu gibi, Medine’de de eski ve yeni mescit binaları iç içe birbirini tamamlar. Osmanlı dönemi yapısının zarifliği yanında, ilave yapılar albenisizdir. Son Peygamber’in evinin üzerinde yükselen büyük yeşil kubbe ve güzel minaresi Medine’nin simgesidir. Büyük kubbenin etrafına serpiştirilen kubbeler de dört büyük

halifeyle birlikte Son Peygamber’in arkadaşlarını simgeler. Küçük kubbelerin iç çevresine Kur’an’dan sureler yazılmıştır. Peygamber Mescidi’nde Kur’an ve Sünnet el eledir. Kabe gibi, Ravza da bütün dünyadan inananları kendine çeker. İslam’ın iki ana kaynağının yan yana ve el ele bir arada bulunması Ravza’yı ziyaret edenlere büyük güç ve coşku verir. Mekke ve Medine’yi ziyaret edenler, İslam’ın ana kaynaklarının canlılığını görünce onun Kıyamet’e kadar varlığını koruyacağından emin olurlar. İslam tarihi bütün ayrıntılarıyla ortadadır. İslam tarihinde hiçbir karanlık nokta olmadığı gibi, kaynaklarının sağlamlığı konusunda hiç kimsenin kuşkusu yoktur. Mekke ve Medine’yi adım adım ziyaret etmeden İslam’ın kaynaklarının ne kadar güçlü ve ne kadar sağlam olduğunu kavramak mümkün değildir. Bunun için her inananın bu erdemli şehirleri görmesi, ana kaynaklarda sürekli tavsiye edilir. Hicret’ten sonra daha bir yüzyıl bile geçmeden İslam’ın bütün dünyayı hilal gibi kuşatması, ana kaynaklarının berraklığından kaynaklanır. Tarihte hiçbir medeniyet bu kadar kısa zamanda böylesine geniş bir coğrafyada, değişik toplumlar tarafından bu kadar büyük bir coşku ve sevgiyle karşılanmamıştır. Bu bağlamda hiçbir medeniyet İslam kültürüyle boy ölçüşemez. İslam, medeniyetleri içselleştiren tek ve gerçek medeniyettir. Diğer bütün medeniyetler onun ana yolundan ayrılan yan yollardır. Bütün yan yollar tekrar anayola çıkacak ya da izleri silinip gidecektir. 11


ÇÖL ORTASINDAKİ MEDENİYET HAVZASI

TURFAN Karız; kuyu, kehriz ve yeraltı suyolu anlamlarına gelmektedir. Turfan Karızları, karların erimesiyle Tanrı Dağlarının zirve ve yamaçlarından dökülen milyonlarca metreküp buzul ve kar sularını, Od Vahasının kızgın çöllük arazisinin altından geçirip, 60 kilometre uzaklıktaki Turfan vahasına ulaştırır. Böylece, suların buharlaşıp yok olmasını engelleyerek yılın her günü istifade edilebilen tükenmez bir kaynak haline getirir.

Doç. Dr. Abdulhamid AVŞAR*

*TRT İstanbul Müdürü

sayı//42// ocak

12

us kâşif Kuznetsov, “Orta Asya’yı gezen herhangi birine ayrımların dışında aklında ne kaldığını soracak olursanız, size ‘çelişkiler’ diyecektir” der. Gerçekten de anayurdun uçsuz bucaksız coğrafyasında, her yerde ve her şeyde insanda hayranlık uyandıran bir tenakuzla karşılaşmak âdeta tabii bir durumdur. Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar. Şehrin kuzeyinde uzanan efsanevi Tanrı Dağlarının 5445 metre yüksekliğindeki Bogda Tepesi, yılın her günü buzullar ve karlarla örtülü iken, dünyanın Lut Gölünden sonraki ikinci çukurunda yerleşen Turfan ise, denizden 154 metre aşağıda kurulmuştur ve sıcaklık yılın pek çok ayı boyunca 40 derecenin üstünde seyreder, yazın ise 50 dereceyi bulur. Bu sebeple "od vahası", “alev vahası” olarak da adlandırılır. Şehrin etrafını çevreleyen dağların adları da bu tenakuzu gözler önüne serer ve coğrafya hakkında önemli bilgiler verir: Kumtağ, Çöltağ, -ateşin sıcaklığına ithafen- Kızıltağ… Yine Turfan bir yeşillik ve serinlik vahası iken, etrafını, şiddetli rüzgârların gezindiği Taklamakan Çölü’nün savrulan kumları çevreler. Aynı şekilde, sıcaklığı yazın 80 dereceye kadar ulaşan ve üzerinde hiçbir bitkinin yetişmediği Kızıltağ’ın hemen aşağısında uzanan ve yılın 365 günü tarım hasadı yapılan vaha da bu çelişkiler yumağının birer parçasıdır. Alev Dağı /Od (Ateş) Dağı olarak da bilinen Kızıltağ eteklerinde de pek çok dere kıvrılarak akar ve yeşilliklerle dolu nice vadiler yer alır. “Üzüm Vadisi” bunlardan biridir. Göz alıcı bir manzaraya sahip olan vadi, yüzlerce hektarlık bir alana yayılmış durumdadır. Turfan’da 500 çeşit civarında üzüm hasat edilmektedir. Yüzde 20-24 oranında şeker içeren Turfan üzümleri, dünyanın en tatlı üzümleri olarak da tanınır. Aynı şekilde Gülbağ köyünde de Türkistan'ın en tatlı kavunları yetişir. Sıcaklık, zaman zaman 50 derecenin üzerine çıkıyor demiştik. Bu durum halk arasında "Temmuz güneşi, Turfan'daki kumları bile çatlatır" şeklinde bir darbımesele dahi dönüşmüştür. Böylesine sıcak havalarda insanlar, yüzyıllardır devam eden bir anane olarak, genellikle üzüm bağlarında serinlerler. Ancak, bunun tersini yapanlar da vardır. Kadim bir geleneksel tıp yöntemi


olarak, güneş altında 70-80 derece sıcaklığa ulaşan kumla hastalıklarını tedavi etmek üzere özellikle Turfan’a gelenler de vardır. Kumla tedavi, geleneksel Uygur tıbbında önemli tedavi yöntemlerinden biridir. Romatizma, bel ve bacak ağrıları, solunum ve kadın hastalıkları gibi kimi hastalıklar sıcak kumlarla tedavi edilirler. Hatta herhangi bir hastalığı olmayanlar bile, sağlıklarını korumanın bir yolu olarak, sıcak kumlara gömülmeyi tercih ederler. Bugün, Çin başta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinden kum tedavisi görmek için Turfan'a gelenlerin sayısında önemli artış olduğu ifade edilmektedir. Uygur Türkçesindeki telâffuzuyla “Turpan”, Doğu Türkistan’ın kuzeyinde yer alan kadim bir Türk yerleşim bölgesidir ve tarihi kayıtlarda “İdikut”, “Koço”, “Kara-Hoca”, “Beşbalık” vb. adlarla da zikredilir. Çok eski zamanlardan beri verimli bir vaha ve önemli bir ticaret merkezi olagelmiştir. Bugünkü başkent Urumçi’ye 180 km uzaklıktaki şehir, ülkeyi doğudan batıya kateden Tanrı Dağları’nın eteklerinde, Tarım Havzasında yer almaktadır. Ve aslında Turfan’ı, -sahip olduğu olağanüstü ve bir o kadar da çekici olan çelişkileri içindeböylesine zengin ve önemli bir yerleşim yeri kılan, 2500 yıl önce inşa edilen yer altı sulama sistemleri, Uygur Türkçesindeki ifadesiyle “karız”lardır. Karız; kuyu, kehriz ve yeraltı suyolu anlamlarına gelmektedir. Turfan Karızları, karların erimesiyle Tanrı Dağlarının zirve ve yamaçlarından dökülen milyonlarca metreküp buzul ve kar sularını, Od Vahasının kızgın çöllük arazisinin altından geçirip, 60 kilometre uzaklıktaki Turfan vahasına ulaştırır.

Böylece, suların buharlaşıp yok olmasını engelleyerek yılın her günü istifade edilebilen tükenmez bir kaynak haline getirir. Uygur Karızları, her yönüyle bir harikuladeliğe sahiptir ve kadim Doğu Türkistan insanının çok önemli bir icadı, dünya uygarlık tarihinin en büyük miraslarından, dünya harikası eserlerden birisidir. Her şeyden önce, bugün dünya sahnesinde bulunan birçok millet ve medeniyetin henüz adının bile bilinmediği bir dönemde, M. Ö. 500’lü yıllarda inşa edilmiştir. Karız kanallarının, Od Vahasında kar suyunun buharlaşmamasını gaye edinen bir mühendislik düşüncesiyle yapılmış olduğunu ifade etmiştik. Bu bağlamda Tanrı Dağlarının eteklerinde 110 metre derinlikte başlayan karız kanallarının yeryüzüne olan mesafesi, Turfan şehrine, yani sulama bölgesine ulaştığınca 10 metreye kadar düşer. Ve sistem, tamamen yer çekimi kuvvetine bağlı olarak çalışır. Demem odur ki, Newton’un yerçekimini keşfetmesinden iki bin yıl önce, Türkistan’da yaşayanlar, yerçekimi esasına dayanan binlerce kilometrelik bir yer altı su kanal sistemi inşa etmişler ve çölün ortasında bir vaha oluşturmuşlardır. Kanallar içindeki suyun doğal akar eğimi ise, asgari %1 seviyesindedir ve bu, konuyla ilgili önemli çalışmaları olan Dursun Özden’in ifadesiyle, “kot ve koordinatlı topoğrafya hesapları ve ölçme bilgisi-jeodezi- uygulama tekniği açısından” ideal bir seviyedir. -Bu bilgiyi okurken lütfen karızların inşa tarihinin M.Ö. 500’lü yıllar olduğunu göz önünde bulundurunuz-. Kanalın toplam uzunluğunun, yani kaynak ile son varış noktası arasındaki uzaklığın 5300 km olduğu düşünüldüğünde, bu mühendislik hesabının o tarihlerde nasıl

Kadim İpek Yolu’nun en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Doğu Türkistan’ın Turfan şehri, bu çelişkilerin en bariz misallerinden biri olarak karşımıza çıkar.

13


yapıldığı halen bir muammadır. Binlerce kilometre uzunluğundaki karız kanalları her birinde sayıları binlere ulaşan 20-30 metre aralıklarla açılmış dik kuyular, yeraltı tünelleri ve barajlarla desteklenmiştir. Kuyular, her biri 3 ila 30 km uzunluğunda yeraltı tünelleri ile birbirlerine bağlanır. Yer altında inşa edilen barajlar da, 5300 kilometre uzunluğundaki yer altı tünelleri ile sayıları 200 bini aşan kuyular arasındaki su miktarını ayarlayan depolar olarak işlev görürler. 18. Yüzyıl sonlarında bile Karızlardaki bu sistem yoluyla doğrudan bağlara ve tarlalara su taşınırken, yalnızca içme suyu için dahi on binlerce kuyu mevcuttu. (Kuyular, Karızların inşası sırasında ise, yer altında çalışan işçilerin nefes alabilmesi ve kazılan toprağın yukarı taşınması amacıyla kullanılmıştır.) Tanrı Dağlarının yüce zirvelerindeki karların erimesiyle dökülen suların, olağanüstü bir mühendislikle tasarlanan ve Turfan Havzasının altını bir örümcek ağı gibi sarmalayan Karızlar yoluyla, halen yılda 150 milyon metreküp su taşınıyor ve Turfan için hayat kaynağı olmaya devam ediyor. Sanırım 2500 yıl önce ortaya konulan bilgi ve teknolojinin bu kusursuzluğu, hatta yalnızca kuyular arasındaki kot farkıyla ilgili mühendislik zekâsı bile, eseri, bir uygarlık harikası olarak tanımlamaya yeterlidir. Ne var ki, Doğu Türkistan’ın Turfan havzasındaki bu şaheserin 2500 yıllık direnci son yıllarda artık yok olmaya başlamıştır. Mesela, 1957 yılında faal karız sayısı 1500’e yakın ve taşınan su miktarı 563 milyon metreküp iken, bugün, suyu akan karız sayısı 446’ya, taşınan su miktarı ise 150 milyon metreküpe düşmüştür. Ülkeyi 1949’dan beri sayı//42// ocak

14

işgal etmiş olan Çin Halk Cumhuriyeti, bu kadim Türk mühendislik harikasını sembolik bir turistik mekân haline dönüştürmeye çalışmakta, Karız sisteminin yok olmasını âdeta teşvik eder bir politika izlemektedir. Çünkü Turfan Karızları, günümüzden 2500 yıl önce Türk anayurdunda ulaşılan medeniyet ve teknoloji seviyesini gözler önüne seren bir eserdir. Böyle bir sistemi, ancak matematiğin, fiziğin, mühendislik ve mimarinin ileri düzeyde olduğu yerleşik ve tarımla uğraşan bir toplum inşa edebilirdi. Zaten, Çin tarafından gizlense de, bunu destekleyen pek çok bulgu vardır. Mesela, 1959 yılında milattan sonra 5. yüzyıla ait bir mezarda kavun çekirdeği, buğday ve pamuk tohumları bulunmuştur. Aynı şekilde, bilim dünyasında Turfan ya da Tarım Mumyaları olarak bilinen ve en eskisi milattan önce 4000 yılına tarihlenen mumyaların gün yüzüne çıkarılması da bölgede yerleşik bir hayatın olduğunu desteklemektedir. -Çinliler, mumyaların Çinlilerle bir ilgisinin olmadığını ve Uygurların sahip çıktığını görünce, bunların bilim adamlarınca incelenmesine engel olmaya ve dünyanın gözünden saklamaya başlamışlardır.Neticede şu hususun altını çizmek istiyorum: Turfan Karızları, Türkistan (Orta Asya)’da yaşayan kadim Türkleri yalnızca göçebe olarak tasnif ve takdim eden tarih anlayışına da anlamlı bir cevap teşkil eder. Çin’in kaygısı da buradan kaynaklanıyor şüphesiz. Turfan’ın -Türkiye’de okutulan Türk tarihi bakımından geçmişi- Büyük Hun İmparatorluğu zamanına dayanır. Mete Han döneminden başlayarak Turfan, uzun süre Hunlar’ın elinde kaldı. Büyük Hun Devleti’nin sükûtundan sonra da uzun müddet Çin’in kuzeyinde kurulan Hun beylikleri arasında el değiştirdi. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’ın tespitlerine göre, Göktürkler’in menşeiyle ilgili rivayetlerin birinde bölgenin kuzeyi Göktürkler’in çıktığı ilk yer diye gösterilmektedir. Bu bilgi de çok önemlidir ve Turfan’ın Türk tarihindeki rolünü ortaya koymaktadır. Göktürklerden sonra kısa bir dönem bölgeyi işgal eden Çinliler, 751’deki Talas Savaşı’nın ardından Doğu Türkistan’dan uzaklaştırıldılar. Zaten şehir, 745’te kurulan Büyük Uygur Kağanlığının hâkimiyetinde bulunuyordu. Uygur Devleti dönemi, Turfan’ın kültürel zenginliğinin zirveye ulaştığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde Koço, Beşbalık, Yargöl ve bunların etrafında Astana, Bezeklik-Murtuk, Toyuk gibi güçlü kültür merkezleri oluşturuldu. Bugün elimizde olan ilk Türk hukuk kayıtları,


ticaret senetleri gibi belgeler söz konusu devre aittir. Aynı şekilde Müslüman Araplar da kâğıt imalini Uygurlardan öğrenmişler, ardından onlar yoluyla Avrupa’ya yayılmıştır. Turfan Uygurları mimari sahada da pek çok eser vermişlerdir. Uygur mimarisinde dikkati çeken hususlardan biri dini külliyelerin, Türk şehir yapısına uygun şekilde, iç içe iki surla çevrili olmasıdır. Dört köşede büyük dağları temsil eden kuleler yer alıyordu ve bunlar, zamanla “Türk minaresi”ne dönüşecektir. Bu anlamda Uygur Türklerinin İslâm medeniyetine, dolayısıyla dünya medeniyet mirasına pek çok katkıları vardır. Bunun içindir ki, Cumhuriyetin ilk yıllarında “medeniyet” kavramına karşılık aranırken “uygur” kelimesinden yola çıkılarak “uygarlık” sözü türetilmiştir. Diğer yandan Turfan Karızlarının ihtişamı, tüm Türklerin içtimai hafızalarında da derin bir yer edinmiştir. Bunun Anadolu’ya taşınan tipik bir örneği “turfanda” sözüdür. Malum olduğu üzere turfanda kelimesi, ilk olarak yetişen sebze ve meyve hasadını tanımlamak için kullanılır. Yukarıda sözünü ettiğimiz sulama sistemi sayesinde Doğu Türkistan’da ilk sebze ve meyve Turfan şehrinde üretiliyor ve iklimden dolayı henüz yetişmeyen diğer bölgelere sevk ediliyordu. Oralarda da menşeine ithâfen “turfanda” olarak adlandırılıyordu. İşte, bugün artık unutulmaya yüz tutan Türkiye Türkçesindeki “turfanda” sözü buradan gelmektedir. -Aslında, Türkiye’deki yer adlarına ve bazı otantik kavramlara bir de bu gözle bakmak, iki coğrafya arasında nasıl kopmaz sosyal ve kültürel bir bağın olduğunu daha açık görmemizi sağlar: Seyhan-Ceyhan (Seyhun-Ceyhun), Talas gibi…- Turfan’daki harikuladelikler yalnızca Karızlarla sınırlı değil elbette. Turfan’ın Bezeklik (kelime, Türkiye Türkçesinde de var olan “bezemek” kökünden geliyor) bölgesindeki tarihi kalıntılar da önemli bir değere sahiptir. Kızıltağ eteklerindeki Bezeklik Mağaraları, bölgedeki mevcut 90 sit alanının en önemlilerinden biridir. Uygurların Budizm’i kabul ettikleri dönemin mirası olan mağaralarda, çok sayıda dini temalı duvar resimleri yer almaktadır. Parlak renklerini bugün bile koruyan bu duvar resimleri eşsiz birer hazine durumundadır. Bezeklik Mağaralarında duvarlara işlenen resim ve tasvirlerdeki sanatçılık, Emevilerle başlayıp Selçuklularla zirveye ulaşan Türk nüfus hareketiyle batıya taşınmış, minyatür ve nakkaşlık başta olmak üzere birçok resim sanatının temelini teşkil etmiştir. Bezeklik

bölgesinde yalnızca Budizm’e ait izler görülmez. Hıristiyanlık ve İslâmiyet’le ilgili de çok sayıda bilgi ve belge bulunmuştur. -Bu eserlerin önemli bir bölümü, 20. yüzyıl başlarında Albert Von Le Gog başkanlığındaki arkeologlar tarafından Almanya'ya götürülmüştür ve hâlihazırda Berlin Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir.- Bunlardan yola çıkarak, Turfan’ın tarih boyunca çeşitli dinlere mensup insanların buluşma yeri olduğu da söylenebilir. Türk medeniyet ve kültür tarihinin en kadim ve önemli merkezlerinden biri olan Turfan ile ilgili söylenecek pek çok söz, zikredilecek sayısız tarihi ve kültürel miras vardır. Kuşan İmparatorluğu döneminden kalan Yargöl (Yargol-Yarhoto) antik şehri ile bundan 1500 yıl sonra inşa edilen 1777 tarihli Emin Hoca Camii ve 44 metre yüksekliğindeki görkemli minaresi gibi… Ne var ki, yazımızın da bir sınırı var. Başka bir vesile ile Turfan hakkında burada anlatamadıklarımızı da paylaşırız nasip olursa. Ama bir hakikat de tüm zulmetiyle karşımızda duruyor. O da şu: Turfan’ın kendisi de, bağrında barındırdığı binlerce yıllık eserlerle birlikte var olma mücadelesi veriyor bugün. 1 Ekim 1949’da başlayan Çin istilası, Doğu Türkistan’ın her yerinde olduğu gibi, Turfan’da da tarihi ve sosyal mirası yok etmeye devam ediyor. Kurulduğundan beri Türk şehri olan Turfan’ın demografik yapısı bugün büyük ölçüde değişmiş durumda… Bölgeyi ziyaret izne bağlı... Özellikle Anadolu Türkleri için ziyaret neredeyse imkânsız bir halde... Türkiye’de yeni nesiller, “sera”nın ortaya çıkmasından sonra “turfanda”yı unuttular. Ümit ederiz ki bizler, Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin ile yakınlaşma, ekonomik ve ticari bağlar derken kadim şehrimiz, medeniyetimizin nüvelerinin yeşerdiği Turfan’ı unutmayız. 15


ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK

BAKANLIĞIMIZA ÖNERİMİZDİR İyi bir belediyecilik uzmanı ve dostumuz olan ilgili Bakanımız (Sn. Mehmet Özhaseki) Çevre Şûrâsı sonuç bildirgesine de birebir uyan bu durumu, umut ediyoruz, temenni ediyoruz, dua ediyoruz, niyâz ediyoruz ki, dikkate alır ve bu konuda biraz kendimize gelmiş oluruz. Kâmil UĞURLU*

üz insanımızdan yetmişi, bugün şehirlerde yaşamaktadır. Yani şehirlidir, yani medenidir. Fakat bu “medenî”lerin çoğunluğunu teşkil eden kısmı, şehri, içinde günlük hayatın devam ettiği, alışılmış, anlamlıanlamsız birtakım hareketlerin, hâdiselerin yaşandığı ve alışkanlıkların sürüp gittiği sıradan bir mekânlar manzumesi olarak görür. Böyle gördüğü için de, o mekânlar ona hizmet etmek için acele etmezler ve çaba göstermezler. Bu kişilerin fikrine göre, şehrin yaşayan bir canlı, bir organizma olduğunu söyleyenler, gerçekçi olmayan birtakım romantiklerdir. Halbuki şehir canlıdır. İnsanlar gibidir. Doğarlar, gelişirler büyürler. Bakımlarına ve eğitimlerine dikkat edilirse çevrelerine iyilik sunarlar, bereket sunarlar. Dikkat edilmezse, kötü beslenirlerse obez olurlar, hastalıklı olurlar. Sonra yaşlanırlar ve zeval bulurlar, tabiî sonuçtur. Arkalarında bıraktıkları miras onların aynası olur. Bu bazan yüzaklığı, övüncü, bazan ise sıkıntısı olabilir. Fakat onun bir mazisi vardır teşekkül eden ve onun derunundadır. Bir şehirle ilgi kurulacaksa önce onun geçmişindeki, maddî-mânevi unsurlardan oluşan bu maziyi, hatıralarını bilmek, çözmek ve işe oradan başlamak gerekecektir. Eski şehirciler, bugün de geçerli olan şu değerlendirmeyi yaparlardı: “Bir şehirde yaşayanlar, yani toplum, işçisi, memuru, hocası, politikacısıyla, adına “medeniyet tasavvuru” denilen bir zeminde buluşurlarsa, ancak o zaman, o şehri kurmak, yeniden kurmak veya dönüştürmek konusunda fikir ve hak sahibi olabilirler. Bu zemin bir değerler sistemidir ve halkın tamamının üzerinde uzlaştığı bir zemindir. Halkın anladığı, sevdiği, akla, kalbe hitap eden, kimlik belirleyici, mensubiyet sağlayıcı bir sistemdir. Şehir, bu zemin üzerinde inşa edilir veya dönüştürülür.” (Ökten, 2010) Çünkü hak, adalet, saygı, sevgi ve huzur böyle bir zeminde gelişebilir. Böylece, şehir faziletli insanı mutlu ve huzurlu kılan mensubiyeti şerefli kılan bir şehir olur.

Dr. Yüksek Mimar / TOKİ E. Başkanı / Başbakanlık E. Müşaviri / Karaman ili E. Belediye Başkanı

sayı//42// ocak

16

Şehri dönüştürmek genelde bir inşaî faaliyettir. Bunun sonunda, insanların çeşitli ihtiyaçlarına göre şekillenecek hacimler ortaya çıkar. Bu hacimler bu şekilleriyle sadece cisimdirler, hacimdirler. Onlara fonksiyonlar yüklerken tasarımcı, toplumsal bir zevk, bir ruh, bir şekil verir, kendi kültürümüze ait bir mensubiyet, özgür bir kimlik, bir heyecan eklerse, bu


takdirde o cansız hacimler bir hüviyet kazanır ve “mekân” vasfına ererler. Bu faaliyete de “imar” denilir. İmar ile inşaat birbirini izleyen, fakat tamamen ayrı olan iki unsurdur. İnşaî faaliyetler imar faaliyeti değildir. Bu tasarımcı, halkla, ekonomiye bakanlar, bu şehri yönetenlerle, cami ile çalışanla, çalışmayanla özgün bir medeniyet çizgisinde mutabık değilse, daha doğrusu böyle bir çizgi, bir zemin yoksa, ne yaparsa yanlış olur, eksik olur, zaman zaman aykırı olur. Yani işler yolunda gitmez. Gelişmeler şimdiki gibi hastalıklı olur. Bugün bazılarını hayranlıkla andığımız, resimlerini gördüğümüz, az bile olsa, bazılarının içinden geçtiğimiz şehirler, hep bu ortak zemin, ortak hayal ve ortak değerlerin uzlaşısı sonunda teşekkül etmiştir. İslâm şehirlerinin oluşmaları bu yüzden insana huzur veren destanlardır. Kentsel dönüşüm hâdisesiyle ilgili olarak, bizim, tarihten gelen bir sâbıkamız vardır. Sözünü sıkça ettiğimiz o ortak değerler sistemi, Tanzimat’a kadar (iyi veya kötü) gelmiştir. Fakat Tanzimat süresince sıkça sorgulandı, tartışıldı. Cumhuriyet ile de sistem tamamen terk edildi. Onların yerine batılı ölçüler ikâme edildi, edilmek istendi. Bu ölçüler önce ve ağırlıklı olarak biçimlerde, şekil ve görünüşlerde uygulandı. Umuldu ki, bu şeklî değişim zamanla “öz”e intikal eder ve değerler sistemini de değiştirir. Olmadı. Zorlandı, yine olmadı. Geçen asrın tam ortasında, yani 1950’lerde şiddetli bir değişim dalgası daha geldi ülkemize. Etkisini önce birkaç büyük şehirde gösteren bu dalga daha sonra memleket sathına

yayıldı. Bu dalga köyden şehre olan düzensiz akındı, intikallerdi. Hasar, başlangıçta küçük ve mâsum iken giderek tahribatı büyüdü. Tarımdan sanayiye geçiş, batıda birkaç yüzyılda gerçekleşmiştir. Süreç yavaş ve gündelik hayatın tabiî akışı içinde karşılandığı için zorlama veya zorlanma olmamıştır. Bu sebeple onların ortak değerler manzumesinin teşekkülü bir birikimin ve tecrübenin sonucudur. Bizde öyle olmamıştır. Kısa zaman dilimlerinde değişimler, dönüşümler yapılmaya çalışıldı. Elbette niyet hâlisane idi. Ama eşyanın tabiatına aykırılık vardı. Bu zor gidişatın içinde, derininde, ardında, birtakım duygu, düşünce, birikim ve bedel konularında açıklıklar, boşluklar, eksiklik ve yanlışlıklar ve çelişkiler vardı. Böylece bu zor dönüşüm iyice zorlandı ve bugünkü, içinden çıkılmaz halini aldı. Bir maceraya dönüştü. Ekonomi, rantı elinde tutan ve güçlü olanın egemen olduğu sonu belli bir maceraya dönüştü. İnsana saygı, sevgi, hak, adalet mefhumları kayboldu. Onların yerini başka şeyler doldurdu. Son yirmi yıldır Amerika ve Avrupa’da yaygın olan ve onların gerek ekonomik, gerekse kültür yapılarına, aile anlayışlarına ve insan münâsebetlerine çok da ters olmayan yapılaşma ve şehirleşme anlayışları bize apansız gelmiştir. Bir fırtına, bir âfet, bir kasırga olarak gelmiş ve büyük şehirlerimizden itibaren tahribata başlamıştır. Bizlerin kişiler olarak bir medeniyet tasavvurumuz yoktur, böyle bir hayal ve talebimiz de yoktur. Bu durum elbette yaşadığımız topluma da yansımaktadır. Öyleyse bu durum sürecektir. Bu müktesabatsız modernleşmenin sonunda, 17


bu sonucu nasıl yorumlayacağını bilmeyen, bu konuda karar sahibi olmayan bir toplum olduk ve bocalıyoruz. Bu gidişatı okuyabilen, yorumlayabilen, bize ait geçmişi olan ve o mazide izleri olan, aynı zamanda bugünkü çıkmazlarımıza da cevap verebilen, “Ortak Değerler Sistemi”ni devrede tutan, müşterek bir medeniyet tasavvurunda bizi birleştirecek şehirler yapabilmek, bütün bu olumsuzluklara rağmen hâlâ mümkün müdür? Evet, mümkündür.

sayı//42// ocak

18

güce, hem de zekâya sahip olduğumuzu herkes biliyor. Devletin babalık edip, finansman imkânlarını da vatandaşın lehine düzenlemesi zor değildir.)

Şimdi daha mümkündür. “Kentsel Dönüşüm” sihirli bir değneğe dönüştürülebilir. Eski yerleşim alanlarının inşâ faaliyetlerini zayıflatıp, zamanla sıfırlayıp yeni yerleşim alanları üretmekle mümkündür. Halkın ekonomik gücü seviyesinde ele alınır, altyapılı, düşük dansiteyle planlanmış arsalar devreye sokulursa bu hastalıklı gidişat yavaşlatılabilir.

Yirmi senedir yüksek sesle yazıyor, konuşuyor, anlatmaya çalışıyoruz: Bizim her şehrimizin mücavirinde hâlâ tescili yapılmamış, yani envanterde görünmeyen ve yok hükmünde olan binlerce hektarlık alan, arazi mevcuttur. Buralar devlet eliyle plânlanabilir. Plânlama o şehrin ve bölgenin mimarîsi gözetilerek yapılabilir. Bu plânlamaya uygun altyapı tesisleri yapılabilir. Ve buralar, spekülasyona meydan verilmeden, düzgün bir sistemle, gerçek ihtiyaç sahiplerine, yine devletin denetiminde tahsis edilebilir. Altyapı ve plânlama maliyeti, tahsis sahibinden (uzun zamanda ve faizsiz olarak) geri istenebilir devlete maliyeti sıfırlanır veya en aza getirilebilir.

Ve bu son çâredir. Daha önce devreye konulan “Gayrimenkul Sertifikaları”, borsa meselesine henüz yabancı olan bu sosyolojide başarılı olamamıştır. 42 lira ile açılış yapan bu sertifikaların değeri bugün 35 liralara gerilemiştir ve talibi yoktur. Bu sistem yanlış değildir, ama zamana ihtiyacı vardır.

Bu kadar kolay anlatılan ve anlaşılan bir çözüme neden gidilmez, anlaşılabilir bir durum değildir. Teşekkül etmiş, hatasıyla, sevabıyla bugüne gelmiş yerleşimin üzerinde hâlâ oynayıp durmak, işi bilmemektir. Ankara’yı planlayanların ilki, Prof. Jansenn şöyle diyordu ve herkes kös diniyordu: (mealen)

Halbuki sel odaları basmıştır, hızlı tedbire ihtiyaç vardır. Plânlı ve altyapılı arsayı devletten, küçük bir bedelle (altyapı maliyetine) alan ihtiyaç sahibi, inanıyoruz ki, finansman konusunda zorlanmayacaktır. Banka sistemine alıştık. (Ayrıca bir gecekonduyu iki günde yapabilecek hem cesarete, hem ekonomik

“Eski Ankara’yı bir biblo, bir hatıra, bir emanet, eskilerin bir hediyesi kabul ediniz ve onun üzerinde bir cam fanus olduğunu farzediniz. Dokunmayınız, fakat muhafaza ediniz. Yeni şehri, yeni alanda, yeni ölçülerle ve parametrelerle kurunuz. Öngörünüz de en az ikiyüzyıl olmalı.”


nefes alabileceklerdir ve şu an yaşamakta oldukları sıkıntıdan kurtulmuş, sanatlarını özgürce icra etme imkânına kavuşmuş olacaklardır. Altyapılı arsa teklifi vücut kazanırsa şunların olacağı beklenmelidir: 1. Şu anki durumu baştan sona değiştirecektir. Eski şehirde kimse bu kadar rahat at oynatamayacağı için, vahşi rant piyasasının önü alınmış olacaktır. Bedava arsa var iken kimse kucak dolusu parayı arsaya yatırmaz. 2. Yeni plânlama deprem için güvenlikli alanlara yapılacağı için halktan bir itiraz gelmeyecektir, çünkü dönüşüm, risk taşıyan alanlarda önceliklidir. 3. Hep şikâyet ettiğimiz “çarpık şehirleşme”, anlamsız, gereksiz, taklit, bizimle ilgisi olmayan plânlamalar ortadan kalkmış olacaktır. Kimlikli, kişilikli, akıllı-uslu, yatay gelişen, bahçesi olan evler, mahalleler, toplanma tesisleri, şehirlerimizin tebessümü olacaktır. 4. Tescil dışı bırakılmış, atıl durumdaki araziler ekonomiye dahil edilmiş olacaktır. Böylece, buraların yağma edilmesinin önüne geçilecektir. 5. Tarım arazileri kurtarılmış olacaktır. Çok önemlidir. Şu anda birinci sınıf tarım toprakları, bir yolu-yordamı bulunup yapılaşmaya açılmaktadır. 6. Şehirlerin etrafında türeyen ve gerçek manada birer “şehir kanseri” olan illegal ve çirkin yapılaşmanın, gecekondunun önüne geçilmiş olacaktır. Planlı, altyapılı, yasal ve bedava hükmünde olan bir arsa varken, kimse, sonu belli olmayan bir maceraya girmez. 7. Sektör ve piyasa bir düzene girecek, gerçeklik ve istikrar kazanacaktır. Mimarlar ve şehirciler

8. İmar ve inşaat sektöründeki dengeli gidişat ve istikrar bu sektörün sürüklediği diğer şubeleri de müspet olarak etkileyecektir. İyi bir belediyecilik uzmanı ve dostumuz olan ilgili Bakanlık (Sn. Mehmet Özhaseki) Çevre Şûrâsı sonuç bildirgesine de birebir uyan bu durumu, umut ediyoruz, temenni ediyoruz, dua ediyoruz, niyâz ediyoruz ki, dikkate alır ve bu konuda biraz kendimize gelmiş oluruz. (3. Kültür Şurasında, Mimarlık ve Şehircilik Komisyonu olarak bu konuyu oldukça detaylı bir şeklide dikkate sunmuştuk.) Bazı gerçekler vardır, hangi kültür ortamında ve katmanında olursa olsun, gerçektir. Bizim teklif ettiğimiz ve savunduğumuz formül, bugün takdir ve taklit ettiğimiz birçok ülkenin (batıdadoğuda) uyguladığı ve meselesini, problemini ancak bu şeklide çözebildiği bir formüldür. Denenmiş ve başarılı olunmuştur. Bizde bunun zemini hazırdır. Alınacak ciddi bir tavır ve kararlı bir duruşla mesele başarılı kılınabilecektir. Bunu yapabilecek irade şu anda işbaşındadır ve şehirlerin kaderini yüzyıllar boyunca değiştirebilme şansı kapımızın önündedir. Hayır için gayret edeni Mevlâ hiçbir zaman yalnız bırakmamıştır, vesselâm… Not:

• Makalede sunulan Perspektifler TOKİ’nin Üsküdar Ferah ve Kirazlıtepe Mahalleleri Kentsel Tasarım önerileridir. • Pozitif destekleri için dostumuz Hasan Nokay’a (Harita Y. Müh.) teşekkür ederiz.

19


nsanlar tarih boyunca doğdukları şehirle anılırlar. İslam toplumunda ve Müslüman Türk tarihinde bu böyledir. Hatta ilk isminin ardından doğduğu şehre nispet edilen nispet (Y) si ile aidiyetleri belirlenir..Bursevî , Konevî gibi.. Bazılarıda doğdukları yer bellidir ve o şehrin yetiştirdiği kişi olarak şehre onur verirler, kilometrelerce uzakta olsalar bile..

MEKÂNLAR VE YAŞAYANLARI -altıncı-

İSTANBUL’UN KÜLTÜR

VE DÎNÎ MEKÂNLARINDAN..

Ali Emîrî Efendi, 1916 yılında büyük bir özveriye bir araya topladığı eserlerle kendisine tahsis edilen Feyzullah Efendi Medresesinde bir kütüphane kurmuş ve bütün ısrarlara rağmen kütüphaneye kendi ismini değil de “Ben bu kitapları Milletim için topladım ve Milletime vakfediyorum “ diyerek kütüphanenin adını “Millet Kütüphanesi “ koymuştur. Mehmet Kâmil BERSE

Bu insanlar sadece yaşadıkları zaman değil, öldükten sonra da eserleriyle, yaptıkları güzel işlerle hayırlarla yad edilirler. İstanbul’un Fatih ilçesinde yani Dersaadet’de merkez mahallelerde mekanları ve mekanlarda yaşamış olanları anlatmaya devam ediyorum.. Sofular caddesinin Fatih camiine çıkış yolunun bitiminde tarihî ve kültürel bir yapı var.. Tarihten gelen sıcacık havasını dışarıdan belli eden..Millet Kütüphanesi ,bu mekânın güzel adı..Adeta -Küçük kapısından içeri geliverde bu havayı teneffüs et! diyen bir mekân.. Çocukluk yıllarımdan bu yana bu güzel mekânın kokusunu havasını teneffüs etmiş ve hep yaşamışımdır.. Fatih Taş Mektepte ilkokulu okurken bile bu mekana girer kitaplarla haşır neşir olurdum..Önce mekânın son kurumunu bize armağan eden, Kültürümüze tarihî katkıları olan bir efendiden bahsedelim.. 1857 yılında Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendiden .. Ailesi Diyarbakır’ın köklü ve aydın bir ailesi olup, seyyid ve şerif soyundan gelmektedir. Diyarbakır’ın ünlü şairlerinden Saim Mehmet Emiri Çelebi’nin torunlarından Seyyid Mehmet Şerif Efendi’nin oğludur. İyi bir öğrenim görmesinde ve yetişmesinde ailesinin büyük rolü olmuştur. İlk öğrenimini Sülûkiyye Medresesi’nde tamamlamıştır.

Millet Kütüphanesi, arkadaki yıkık minare Halil Paşa Camii.

Amcası Fethullah Feyzi Efendi’den ve büyük amcası Şaban Kâmil Efendi’den alet ilimleri ve hat dersleri , Şirvan Kaymakamı olan dayısından Farsça dersleri alır. Kısa zamanda Arapça ve Farsça’sını ilerletir. Bu arada eski tarzda şiirler kaleme almaya başladı. Küçük yaştan itibaren okumaya ve öğrenmeye olan merakı yaşamı boyunca da devam etmiş ve hayatının gayesi haline gelmiştir. Ali Emîrî Efendi, 1916 yılında büyük bir özveriye bir araya topladığı eserlerle kendisine tahsis edilen Feyzullah Efendi Medresesinde bir kütüphane kurmuş ve bütün ısrarlara rağmen

sayı//42// ocak

20


kütüphaneye kendi ismini değil de “Ben bu kitapları Milletim için topladım ve Milletime vakfediyorum “ diyerek kütüphanenin adını “Millet Kütüphanesi “ koymuştur. Ali Emîrî Efendi ‘nin Kitap ile Kültür ile içiçe bir hayatı olmuş yaşadığı sürece. Çok ilginç hatıraları var anlatılması gereken, bu başka bir bahis.. 17 Nisan 1916 tarihinde kurup 23 Ocak 1924 yılına kadar, yani ölümüne kadar yaşadığı sürede kurduğu kütüphanesinin müdürlüğünü de yapan Ali Emîrî Efendi’nin ölümü üzerine birçok meşhur edebiyatçı ve şair yazı yazmıştır. Ancak O’nu en iyi anlatan, ebedileştiren şiir, şüphesiz Yahya Kemal’in yazdığı şu gazeldir. Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin. Mekân’ın hikâyesi de sayfalarla anlatılacak farklılıkta.. MİLLET YAZMA ESER KÜTÜPHANESİ

1112 H. (1700-1701 M.) yılında Erzurumlu Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından Dârü’l Hadis (Hadis İlimleri Fakültesi) olarak yaptırılan bina kurucusunun adıyla” Feyziyye Medresesi olarak tanınmıştır. Mimarının kim olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber Kayserili Mehmet Ağa olduğu tahmin ediliyor. İnşa tarihinden bu yana çeşitli tamirler görmüş olan yapı 1894’teki İstanbul zelzelesi ve daha sonra Fatih yangınında hasar görünce Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle tamir ettirilmiş ve Feyzullah Efendi’nin vakfettiği kitaplar Evkaf Nezâreti’nce koruma altına alınmıştır. Toplam 1650 m� alan üstüne kurulan medrese, (L) şeklinde ön kısmı revaklı 10 küçük oda ile karşısında taş avludan merdivenle çıkılan simetrik, kubbeli iki salondan oluşan ana bina olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Bahçesinde şadırvanı, kuyusu ve ayrıca yan yüzünde bulunan kitabeli çeşmesiyle Osmanlı Mimarisinin klasik döneminin sonuna aittir. Lale Devrinin başlangıcına işaret eden ayrıntılar varsa da genel olarak klasik çizgiler egemendir . Kitâbe ve vakfiyesine göre 1112 H.(1700-1701 M.) yılında Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi tarafından inşa ettirilmiştir. XX. yy. başlarına harap bir durumda ulaştığından belediyece yıkılarak yerine park yapılması düşünülmüş, ancak İstanbul Muhibleri Cemiyetinin (İstanbul’u Sevenler Topluluğu) teşebbüsü ve Evkaf Nâzırı Şeyhülislâm Mustafa Hayri Efendi’nin gayretleriyle tamir ettirilerek yok olmaktan kurtarılmıştır (1334/1916). 1916

Millet Kütüphanesi bahçesinden Halil Paşa Camii.

Yılında, kütüphanesinde bulunan Feyzullah Efendi’nin vakfı 2189 yazma esere ilâveten Ali Emîrî Efendi’nin bağışladığı 16.000 kitapla Fatih Millet Kütüphanesi adı altında genel kitaplık haline getirilmiştir; Kütüphanenin Geçirdiği evreler/ 1924 yılından itibaren binaları kullanılamayacak durumda bulunan Reşid Efendi, Carullah Efendi, Hekimoğlu Ali Paşa ve Pertev Paşa Kütüphaneleri gibi önemli vakıf kütüphanelerinin kitapları, Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin kendi kütüphanesi ile birlikte Millet Kütüphanesinde toplanmış ancak 1962 yılında kütüphane Halk kütüphanesi konumuna geçince bu vakıf kütüphanelerin kitapları Süleymaniye Kütüphanesine nakledilmiştir. 1981 yılında kütüphanede hizmet veren İl Halk Kütüphanesinin Lâleli’de bulunan Simkeşhane Binasına taşınması üzerine kütüphane tekrar Millet Kütüphanesi kimliğine kavuşarak “Fatih İlçe Halk Kütüphanesi” olarak hizmete devam etmiştir. Kütüphaneye Murad Molla, Adile Sultan, Yusuf Paşa, Hekimoğlu Ali Paşa Halk Kütüphaneleri ile Ebu Bekir Paşa, Yavuz Selim, Zembilli Ali Efendi Çocuk kütüphaneleride bağlı birim olarak hizmet vermiş ancak bugün bu kütüphaneler vakıflara devredilmiştir. Murad Molla Halk Kütüphanesi’nin yazma Eserleri ise 2000 yılında Süleymaniye Kütüphanesine devredilerek orada istifadeye sunulmaktadır. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğüne bağlı olarak hizmet vermekte olan Millet Kütüphanesinde bulunan yeni eser kitaplar da Sakarya

21


Millet Kütüphanesi müze odası.

Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Merkezine devredilerek, kütüphane araştırma ve ihtisas kütüphanesi konumuna gelmiştir. Kütüphane bugün “Millet Yazma Eser Kütüphanesi” adı ile hizmete devam etmektedir.. Millet Kütüphanesi bir kültür evi gibi çalışmaktadır..Araştırmacı ve akademisyenlerin çalışma yapabildiği bir kütüphane olması ile beraber, Divan-ü Lügat-üt Türk adlı Türk dilinin efsane eserinin elde mevcut tek nüshasına sahip olması ilede bir müze hüviyetinde kıskanılacak bir kütüphanedir..3 asırlık tarihi orijinal yapısında kullanılan seminer salonunda; Uzun bir süre Dersaadet Kültür Platformu derneği ve Türkiye Yazma Eserler Kurumu ile işbirliği yapılarak Kütüphane müdiresi Melek hanım’ında katkılarıyla “Dersaadet Ali Emîri sohbetleri” gerçekleştirdik..Beyazıd Kütüophenesinin efsane Müdürü Saip Sencer beyefendinin kedileri kadar olmasada bugün Millet kütüphanesinin kedileri de bahçede ve kuytularda sizlerden sevgi bekliyor, sevgilerini paylaşmak için.. Millet Kütüphanesinin Feyzullah efendi sokaktaki kapısından çıkar çıkmaz karşımızda bugünkü kullanımıyla bir restoran binası var..Bu mekân’ın orijinal halini anlatacağız burada…Doğma büyüme Fatihli olarak sorumluluğumuzu yerine getirmek için , tarihin arşiv sayfalarından ve eski fotoğraflardan paylaşalım.. HALİL PAŞA CAMİİ,

1617 yılnda imar edilmiş bir camiyi anlatırken caminin banisini anlatmak gerekir.. Halil Paşa’nın çok ilginç bir hayat hikayesi var.. ; “Halil Paşa, Maraş’a bağlı Zeytun köyü sayı//42// ocak

22

civarındaki karnos köyünde doğmuş.Ermeni asıllıdır,Devşirme olarak İstanbul’a getirildi ve Enderunda yetiştirildi.3.Murad’ın musahibi Beylerbeyi Mehmet Paşanın kardeşidir. Sarayda çakırcıbaşı iken, 1607 de yeniçeri ağası tayin edildi, Kuyucu murat paşa’nın isyanı sırasında, hizmeti seçti..1608 de Kaptanı Deryalığa getirildi.Dört kez kaptanı deryalığa getirildi. 2 kez sadrzamllık yaptı.1609 da Kıbrısta Maltalılarla yapılan savaşta, Türklerin kara cehennem dedikleri (Kızıl Kalyon) büyük ve meşhur kalyonu ele geçirmiş, bunun üzerine kendisine vezirlik verilmiş.. Aziz Mahmud Hüdai hz.nin müridi olan Halil Paşa , ömrünün son yıllarında tekkede inzivaya çekildi. 1630 yılında vefat edince şeyhinin türbesinin yanında yaptırdığı türbesine defnoldu. Batılı müellifler kendisinden sitayişle bahseder, itidal ve adalet perverliğinden bahsedilir..savaşlarda çok büyük zaferleri olmasada, Kaptanı deryalığında umumiyetle muvaffak olmuştur. Son derece dindar bir zat olduğunu vakfiyesindeki vakıf şartlarından anlıyoruz..Osmanzade Taif, kendisinden bahsederken, Derviş yaradılışlı, temiz inançlı bir vezir idi der.” Halil Paşa, sadrazamlık yaptığı dönemde Fatih Feyzullah efendi Medresesinin hemen bitişiğinde Fatih Camiine en yakınında bir cami yaptırmak ister, ve küçük de olsa bir arsa bulur, hatta yolun alt tarafında vakfiyesine akar olarak evler ve dükkanlar satın alır… Camiin arşiv kayıtlarındaki adres ve bilgiler aynen şöyledir; Fatih Sultan Mehmet Hz.Mihmanhaneleri (Misafirhaneleri) yakınında Mustafa Ağa mahallesinde. Feyzullah efendi medresesi ve çeşmesi karşısında bugünkü Millet Kütüphanesi nin batısında, 2017 ada 15 ve 6. Parsellerde yapılmıştır.. Banisi vakıf: Halil Paşa bin pîri vakfı(Halil Paşa Vakfiyesi) Vakfın tespit edilen hayırlarından bazıları: 1-Fatih camiinin mihrabı tarafındaki çeşmeler.2-Her sene camii şerif te Mevlid kandilinde Mevlid-i şerif kıraati. 3-Üsküdarda Hz.Aziz Mahmud Hüdai camiinde ihdas edilen, Muharrem ayında aşure gününde fukaraya aşure dağıtımı. 4-Hz.Hüdai türbesi civarında 7 kapı hücre. 5-Maraşta zeytun köyde yolcular ve islam askerleri için menzil olarak biri kendi adına biri kardeşi Mehmet Paşa ruhu için 2 büyük han. 6-Merkez kalesi yakınında nehir üzerine benzersiz bir köprü 7-Üsküdarda Sarı kadı namındaki azizin mübarek merkadine gidiş için köprü. 8-Galatada sarayı sultanide


cüz okunması. 9-Rumelihisarında Baltaoğlu limanında bir köprü. 10-İstanbul Haznedar köyünde çiftlikte bir çeşme. 11- Eyüpteki bahçesinin kapısında anayolda bir çeşme ve sebil. 12-gazalarında uğradıkları kilidbahir ve Rumeli tarafında boğazhisarında Sarıkale dibinde hisarda bulunan Fatih Sultan Camiinin imamına meşruta,camiye kandiller.13- Yine aynı hisarda Piyalepaşa bahçesinde 2 çeşme 2 havuz. 14-Kızılhisar isimli kasabada bir havuz. 15-İnecikte bir çeşme. 16-Ağrıboz kasabasında bir kuyu , han ,çeşme ve musalla.. 17-Anılan kalede ve kasabada kırktan fazla çeşme..18Anazin Kalesi camiinde çeşitli Vazifeler..19-500 bin akçe nukudi mevkufedir..20-Halil Paşa mürşidi Aziz Mahmud Hüdai hz.ne çok bağlı olduğunu ifade açısından Tekkeye bitişik Kapıcı tekkesi yaptırmış bu tekke, Hüdai tekkesine bitişik birkaç hücreden ibarettir.. Vakfın Akarları: Bulgurlu Yakınında Kısıklı köyünde 28 bin cedit akçeye Saliha Hatundan aldığı fırınlı, hamamlı büyük bir ev- Fatihte camii yanında müteaddid evler ve on dükkan-İzmitin karşı tarafında ,yeniçeri ağası olduğu dönemde aldığı Kazıklı Derbendi,(Günümüzde,Gölcükün Kavaklı ve Şirinköy mahalleleri)Siyavuşpaşa çifliği ve Kurd paşa Çifliği denilen mezraları şamil Kılanca köyü (Bugün karınca deresi civarı) Maraş Zeytunköyde, Diyarbakırda, ağrıbozda, Kastel köyünde, tarlalar zeytin bahçeleri yağhaneler, çiflikler… Vakfın diğer bilgileri arşiv kayıtlarında şöyle devam eder. VAKFIN TEVLİYETİ:

Halil paşa tevliyeti, önce Rumeli beylerbeyi iken şehit olan Mehmet Paşanın Azatlı kölesi Hacı Süleyman ağaya, ondan sonrada Ümerayı piyadegandan İbrahim Ağaya meşruta kılmış, onların vefatından sonra hakimin atayacağı kimseye verilmesini istemiştir. Mütevellinin müstakim ve mütedeyyin , emanet ve sadakati ortaya çıkmış, görüş ,fikir sahibi akıllı, kamil, müttaki, müteverri, müteşerri, dindar bir kimsenin mütevelli atanmasını şart koşmuştur. SON MÜTEVELLİ

Vakıf 1836 yılında Evkaf nezareti kurulduktan sonra nezaret tarafından idare olunmuş.(Evkafı Mazbuta) Son hayrat görevlisi, 17.01.1918 de ücretine zam yapılan İmam Seyyid Mehmed Efendi b.Hüseyindir. HALİL PAŞA Camii nin 1617 yılındaki yapımından 1927 deki yıktırılmasına kadar adında değişiklik

olmamıştır. İkinci banisi olmamış,1856 yılında caminin avlu duvarları ,çerçeveleri, minaresinin külahı, su yolları , cami görevlilerine meşruta, üç ev tamir olundu.1894 depreminde zarar gören cami onarılmış. 1927 senesinin Eylül ayında Halil Paşa camii yıktırıldı !

Millet Kütüphanesi okuma odası.

Yıkılmadan önceki kayıtlarda; Mühendishane haritasında ,Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yayınladığı haritada Halil Paşa camii olarak kaydedilmiş iken 1918 tarihli Necip bey haritasında sadece karşısındaki Feyzullah efendi Medresesi (Feyziye Medresesi) adıyla belirtilmiştir. Alman mavileri haritasında, ismi tasrih edilmeksizin Halil Paşa Camii ve Feyzullah efendi medresesi işaretlenmiştir. 1927 yılında yıkılmasından sonra yerine 2 bina yapılmış.. Bugün ise işyeri mevcuttur… İşyeri mülkiyeti özeldir, Mevcut ticarethane ise kiracı konumundadır.. Ancak, Planlarda 2011 yılında Dîni alan olarak not düşülmüştür.. Tarihle içiçe yaşadığımız mekânlardaki yapıları ve tarih boyunca buralarda yaşamış kişileri tanıtmaya anlatmaya , bugüne ve geleceğe bilgi aktarmaya devam edeceğiz elbette.. KAYNAKLAR:

• Türkiye Yazma Eserler Kurumu , kütüphaneleri. • BOA, çeşitli varaklar. • Halil Paşa vakfiyesi. • Fatih Camileri • İstanbul’un Kaybolan Kültür Varlıkları-İBB-Ahmet Nezih Galitekin

23


ergimizin 38. sayısında yayımlanan "Helal Şehir Kavramına Doğru" başlıklı yazımızda tartışılmasını önerdiğimiz "Helal Şehir" üzerine bu yazımızda da düşünmeye ve sorular sormaya devam edeceğiz.

TOPLUMSAL HELALLEŞME

"Asıl mesele toplumda neyin marifet, hüner olarak telakki edildiği ve yasal olsa dahi bunun helal ve ahlaki olup olmadığıdır."

Cem ERİŞ*

Helal Şehir kavramı üzerinden demiştik ki "...asıl meselenin medeniyetimizin manevi değerleri istikametinde ahlaklı insan yetiştirmek olduğunu ısrarla her yazımda belirtiyorum. Tabii ki insanımızın fıtratına aykırı, ruhları karartıcı fiziki bir çevre ve mekanın maneviyat üzerinde menfi tesirleri olacağı hususundaki gerçeği atlamadan konuyu değerlendirdiğimizde, Müslüman insanın her şart altında bulunduğu çevreden ne dereceye kadar etkilenip sonra onu biçimlendirip nasıl inancı çerçevesinde dönüştürme kudretine sahip olduğuna dair yurdumuzda ve gönül coğrafyamızda nice misaller bulmak mümkün. İnanan insanın bu kudretinin ve azminin mahreci ve rehberi olan Asr-ı Saadet hayatı tüm ihtişamıyla önümüzde duruyor." Buradan hareketle de yine demiştik ki "... toplumun refahını hedefleyen bir kalkınmanın kadim ve milli değerlerle barışık bir düzenleme içinde gerçekleşmemesi her şeye rağmen elde edilecek bir kalkınma ve refahı kullanacak ve tüketecek legal-illegal başka bir sınıfa , madde için manevi değerlerinden vazgeçebilecek bir topluma dönüşme riskini ve tehlikesini de her zaman içinde barındıracaktır." Kanaatim o ki bütün mesele şurada düğümlenip kalıyor:

*Y.Mimar-Restorasyon Uzmanı İstanbul 4 Numaralı Koruma Bölge Kurulu Üyesi

sayı//42// ocak

24

Toplum olarak hangi şart altında olursa olsun kendi medeniyetimizin değerlerinden beslenen biçimlendirme, dönüştürme, örnek olma, ihya etme kabiliyetimizi maalesef büyük oranda kaybettik. Batının bize de bulaştırdığı sosyal-ekonomik-ahlaki zafiyetlerinin ürünü meselelere bakışı ve çözümünü, kendi yaratılış, fıtrat ve medeniyet değerlerimizi inkar eden kurumsal ve akademik bir körlük üzerinden analiz edip çözümler üreten bir anlayışın tuzağına düşerek Batının tüm hastalıklı toplumsal üretim ve tüketim biçimlerinin gönüllü-gönülsüz tutsağı olduk. Batının ve coğrafyamızın bu buhranını Cumhurbaşkanlığı 2014 Büyük Edebiyat Ödülü teşekkür konuşmasında sayın Alev Alatlı şöyle tanımlıyor: "İnsanı evrenin merkezine


yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemeleri misali muhasebeleştirildiği, ülkelerin sınırlarının cetvelle çizildiği, mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrildi." İşte biz de bugün bu yoldayız maalesef. Fetih ve ihya ruhunu içselleştirip kurumsallaştırmış bir devlet modeli ve ahireti için kendi iç ve dış dünyasını düzenleyen ahlak, kanaat, tevekkül, edeb toplumundan nefsinin hazları peşinde koşturan bir gösteriş ve rekabet toplumuna süratle geçişin altında dönüşüyoruz maalesef. Bu, bizim için meşru her alanda bir tükeniş, bir bitiş sürecidir ve toplumsal kimyası , fıtratı Batıdan çok farklı toplumumuz için sürdürülebilir de değildir. Yeniden kendi medeniyet ve inanç değerlerimize dönerek kurumsallaştırmadıkça da ihya mümkün gözükmüyor. Tarihte böyle bir misal de yok. En az son 200 yıllık ,belki de çok daha fazlası bir zamandır maceramızı belirleyen bir buhran bu. Bu şartlar altında Helal Şehri kurmak ve sürdürmek mümkün gözükmüyor. Zira üzerinde durduğumuz üretim-tüketim zemini bize ait değil. Öncelikle bu konuda sosyal bir istikrar temin etmek amacıyla kendimizle, kendi medeniyet ve inanç değerlerimizle barışmak yani bir nevi helalleşmek üzerine bir toplumsal mutabakatın tesisi, kurumsallaştırılması elzem gözüküyor. Sayın Alatlı ödül törenindeki teşekkür konuşmasında bu hususu da içeren değerlendirmesiyle son noktayı koyuyor: "Oysa, aslolan, hakkın helal edilmesi

olmalıydı. Helalleşmek olmalıydı.Helalleşmek, mahkemede dava kazanmaktan daha üstün olmalıydı...Çünkü, her yasal hak, helâl değildir...İmar ruhsatı olan bir müteahhit, şehrin ufkuna tecavüz ederken yasal olarak suçsuzdur.Yeni ve çok daha ucuz bir enerji türünün pazara girmesini önlemek üzere üretim haklarını satın alıp sümen altı eden bir petrol şirketi de yasal olarak suçsuzdur. Raf ömrünü uzatmak için ekmeğin hamuruna kanserojen madde katan gıda üreticisi, formülü ambalajın üstünde yazdığı sürece suçsuzdur... Tarihin bize öğrettiği, ister en mükemmel yönetim sistemini, ister ekonomik kalkınmayı gerçekleştirmiş olsun, bir medeniyetin sevgi ve nefs terbiyesi dumura uğramış, manevi enerjisi tükenmişse, o medeniyeti, ne Birleşmiş Milletler'in tüzüğü, ne Helsinki Beyannamesi, ne AİHM mevzuatı, ne de üstün silâhların kurtarabildiğidir." Şüphesiz kaynağı ne olursa olsun, bize nereden bulaşmış olursa olsun tüm bu sosyal ve beşeri hastalıklar bizim hastalıklarımızdır artık. Çözümü de sadece biz bulacağız kendi medeniyet ve inanç değerlerimizden hareketle. Şehre dair helal ve helalleşmek kavramlarını, son zamanlarda sıkça gündeme gelen ve tartışılan, Sayın Alatlı'nın da verdiği bir örnekten hareketle şu soruyu da sorarak değerlendirmeliyiz: Helalleşmenin tarafları kimlerdir? Helalleşmeye konu hukukun nesnesi yanında öznesi kimlerdir? 25


dikkate alınmalıdır. Hatta belki müteahhitten bile daha çok dikkate alınmalıdır.

Mesela "imar ruhsatları" yönünden verilen örnekte yasal olan ile helal olan karşılaştırılırken elde ettiği şey yasal olsa da müteahhidin şehre ve topluma karşı mesuliyeti üzerinden bir değerlendirme yapılmaktadır. Muhakkak ki aynı zamanda müteahhidin elde ettiği yasal hakkı kurumsallaştıran iradeyi yani yasa ve imar planı yapıcıyı ve yasal üretilmiş görünen yapının alıcısı ve kullanıcısı olan, aynı toplum içinden çıkan tüketiciyi de burada tartışmanın öznesi haline getirmek zorundayız. Yani şehrin ufkuna tecavüz eden bir imar planının yasallaşmasını temin eden merkezi ya da yerel idarenin yanında imar planlarına uygun ve yasal olsa da şehrin ufkuna tecavüz eden gökdelendeki daireleri satın alan insanımızın burada hiç mi mesuliyeti yoktur? Bu arz ve talebin sosyal,ekonomik, yasal ne gerekçesi olursa olsun sonuçta şehrin ufkuna ve hukukuna tecavüz edilmiştir. Burada söz konusu arzda bulunan müteahhit, vakanın sadece bir tarafıdır. Oysa müteahhitin yaptığı mütecaviz yapıyı satın alan diğer "şehirli" nin konumu ve sorumluluğu en az müteahhit kadar sayı//42// ocak

26

“Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” denilmiştir. "Marifet"e konu kabiliyet veya üretim her ne olursa olsun, devamlılığı, arzı, geliştirilmesi, niceliğinin ve niteliğinin arttırılması, her daim bu iltifata yani rağbete, takdire, değerli kılınmaya, ticarette alım satıma yani sürüme bağlıdır. Asıl mesele de toplumda neyin marifet, hüner olarak telakki edildiği ve yasal olsa dahi bunun helal ve ahlaki olup olmadığıdır. Bu tamamen sizin, kişinin, ailenin, mahallenin, milletin,devletin nerede durduğu, ayağını, sırtını hangi değerlere dayadığı ile alakalı bir durumdur. Bu millet kadim medeniyet değerlerini vitrinde tutup arkada başka işler çevirmiyorsa yani münafıklık alametleri göstermiyorsa bu soruya bu coğrafyanın cevabı ve duruşu gayet açıktır. Bu duruşun bu coğrafyada 1000 yıllık bir zemini ve 1400 yıllık bir derinliği vardır. Sayın Alatlı'nın konuşmasını desteklemek için verdiği örnekler hepimizin hayatımızda şahit olup yaşadığı, tepki verdiği örnekler değil mi? Çözüm için önerileni de dikkate almak gerekiyor: "21.yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek. Kadim değerlerle rabıtası zedelenen özgürlüklerin şerden yana bükülmelerinin önüne geçmek, yasaların tanıdığı haklardan insanlık veya Allah adına feragat etmenin garipsenmeyeceği bir dünya yaratmak."


NEFSİM, NEFESİM VE

Etrafa bakındım, durak civarında yaşlı bir çift, üç-dört öğrenci ve yorgun duruşlu, uyuklayan bir sokak köpeği vardı. Akşamüzeriydi.

Otobüsüm geldi gelecek olmasa, karşıdaki kuru kontörcüden bir şişe su alıp hararetimi dindireceğim…

Boğazım, birkaç yudum su için beni yoğun bir baskıya almıştı ama…

İbrahim BAŞER

Evet, caddenin karşısındaki, kontör yüklediğini kendi çapında bir ‘club’ edasıyla yürüyen, dönen, yanan-sönen led tabelasıyla insanın gözüne sokan kuruyemişçide kesin su vardı.

BARIŞ ABİ

…ama yapacak bir şey yoktu. Birazdan geleceğini düşündüğüm otobüsü kaçırmayı göze alamazdım.

erin derin nefes aldım, duruşumu değiştirdim, tekrar nefes… Dikeldim, tekrar nefes… I-ıh ! İçimdeki sıkıntı sanki ciğerime yerleşen sırnaşık mendil satıcısı edasıyla engel çıkarıyor, nefesimin derinlere nüfuz etmesine müsaade etmiyordu. Bu oksijensizlik durumuyla mücadele etmenin beyhudeliği üzerine teori geliştirecek enerjiyi hissedip hissetmediğimi tartayım derken tekrar derin bir nefes almayı denedim… Eh, sanki biraz rahatladım ama yetmedi tabii. “-Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” dedi iç sesim… Bu ifadenin kulağıma mehter edasıyla gelmesi gerekirdi aslında. Ne de olsa sözün sahibi Kânûnî idi! …ama ne hikmetse ritmik bir pop şarkısının notaları ve bol yüzüklü bir erkek eliyle geldi geçti kelimeler! “-Ah Barış abi, rahmet olsun sana” repliğine tutunan zihnim, Kânûnî ile Barış abi arasında bir sarkacın gel gitlerinde tatlı tatlı salındı bir vakit. Nefsine hâkim olmakla nefesine söz geçirmek arasındaki münasebete şöyle bir temas edecekken boğazımdaki karıncalanmayı hissettim. Öksürmeyi denedim, beceremedim. Hırıltı ile mırıltı arasındaki sesi duyan birisi detone tondan bir şarkı mırıldandığımı zannederdi emin olun.

“-Olmaya devlet cihanda…” …yahu Barış abi, bi dur da! İki satır ciddi bir düşünelim diyoruz, sen dımbır dımbır saplama yapıp duruyorsun araya! Nefsine hâkim, nefesine mukayyet olmak bu hayattaki en mühi.. “…nefsine haakim oolursan kurulursun tahtıına çalakaşık saldıırırsan ne çıkarsaa bahtıına…” Anlaşıldı Barış abi, sen rahmet istedin bugün… …ve bula bula, şu nefesi daralmış, boğazı kurumuş garibi buldun. Nefes alamıyorum diyorum, boğazım Kerbelâ, bir yudum suya muhtacım diyorum, kime diyorum! Otobüsüm geldi gelecek olmasa, karşıdaki kurukontörcüden bir şişe su alıp hararetimi dindireceğim… …ama hayat kolay cevaplı soruları bana hep zor zamanlarda soruyor işte! Cevabı biliyorum ama sürem yetmeyecek korkusuyla kâğıdım hep boş kalıyor Barışım Mançom abim! Al işte, otobüs geldi. Yaşlı çifte yol verip canımı atıyorum otobüse, öğrenciler de peşim sıra binince hareket ediyoruz; durak, yorgun köpeğe kalıyor. Jan janlı tabelanın ışıkları göz kırpar gibi sönüp yeniden yanıyorlar karşıdan. Yutkunuyorum gayriihtiyari… …yutkunabiliyorum! “-Oh be!” deyip, derin bir nefes çekiyorum… …nefesim de yetiyor yâhu! Hay ceddine, ruhuna rahmet Barış abi… …bir nefes sıhhat gibisi yok gerçekten. 27


BENİM EVLERİM, BENİM ŞEHİRLERİM

-evvel-

Sonra sofralık zeytin ve mahserelerde (küçük fabrika) imal ettiğimiz zeytinyağı her aileyi mutlu ediyor, çiftçinin yüzünü güldürüyordu. Mehmet Cemal ÇİFÇİGÜZELİ

950’li yılların ortasında çiftçinin ürünü para ediyordu. Tarlamızda ekilen buğday, arpa, mercimek, küncü(susam), kavun, karpuz, Leylit bahçemizdeki sebze ve meyve ürünleri para ediyordu. Kilis bağlarında 42 çeşit üzüm yetiştiriliyordu. Ancak dedem sadece evin ihtiyacı için horoz karası, hommusu, yedivereni öne çıkarıyor; fabrika ve pekmezcilik, ceviz, fıstık ve badem sucuğu, bastık, muska yapımı ve pazarı için de şirelik, dımışkı, dökülgen ve urumu üzümü hep ön sıralardaydı. Yaptığımız pekmezler teneke ve tahta kutularda Doğu Anadolu’da ve özellik ile Erzurum’da aranan bir marka olmuştu. Sonra sofralık zeytin ve mahserelerde (küçük fabrika) imal ettiğimiz zeytinyağı her aileyi mutlu ediyor, çiftçinin yüzünü güldürüyordu. Tebessüm ederek hatırlıyorum o günleri, hane halkından elbisesi ve ayakkabıları yenilenmeyen kalmadı. Kilis Belediyesi de toprak olan yollarımızı siyah taşlarla döşüyordu. Oh be cici giysilerimiz ile okula giderken artık toz-toprak bulaşmayacaktı. Gelir girdilerimiz artınca “Göriçke” marka Çekoslavakya yapımı bir de bisikletim olmuştu. Çiftçi, üretici kazanınca Belediyemiz de zenginleşmişti. Yazın sıcak günleri caddeleri serinletmek için bir arazöz aracı alınmıştı. Atlı çöp arabalarının sayısı artmıştı. Belediye bandosu kurulmuştu. Elektrik direklerine hoparlör bağlanmış, belediyenin anonslarını buradan duyabiliyorduk. Özellikle vefat edenlerin, su ve elektrik kesintilerinin ve kayıpların haberi veriliyordu. Buna üzülenler ise Tellal Eroğlu başta olmak üzere bu işten ekmek yiyenler oldu. Çünkü tellal eşeği kaybolanlar, katırı çalınanlar, koyunundan haber alamayanlar, ev satmak isteyenler Tellal Eroğlu’nun sokak sokak dolaşarak duyurusuyla rahatlarlardı. Demokrat Parti iktidarıyla şehrimizde değişim başlamıştı. Üstelik Nedim Ökmen adında bir de Kilisli bakanımız vardı. Amerikan Asma fidanlığı kuruldu. Kilis İslahiye Yolu yapıldı. Okulların sayısı arttı. Lise eğitime başladı en önemlisi. Bir sinema daha açıldı. Birkaç da dondurmacı, tatlıcı, künefeci. Kıraathanelerin sayısı ikiye katlandı. Kilis-Gaziantep ve Kilis Suriye sınırındaki Tibil arasında kaptıkaçtılar sefere başladı. Köylere seferler konuldu. Köylünün satmak için Kilis’e küleklerle getirdiği süt, ağız, kaymak ve yoğurtta bereket başladı. Kabını alan bakkalların önünde sıraya girdi. Müthiş bir değişim gözleniyordu.

sayı//42// ocak

28


ZENGİNLİK BABAERKİL AİLELERİ ÇÖZDÜ

İnsanlar kendisini Paris’te yaşadığını sanıyordu öylesine mutluydu! Ailelerin yüzü gülüyordu. Kentin zenginleşmesi babaerkil aileleri çözdü. Dedem ve amcamlarda oturduğumuz taş yapı Kilis evinden, mahseremiz ve pekmezhanemizin üzerine bir kat çıkarak beyaz taştan bir ev yaptık. Taş ustaları kesmelikten getirdikleri taşları evin bahçesinde yontarak öne iki oda, birer mutfak, banyo ve tuvalet yaptılar. Dedem ve amcamlardan ayrılmıştık. Karşı komşumuzda evini ortadan ikiye bölerek kardeş çocuklarını ayırdı. Bir moda boşlamıştı ayrı, müstakil evde oturmak. İki oda bize kafi gelmeyince önce pekmezhaneyi bozduk, bütün malzemelerini attık ve iki oda, bir mutfak, banyo ve tuvalet ekledik. Ancak havuşumuz(avlu) yine genişti. Öyle ki bir de mini havuz yaptırmıştı babam. Su sıkıntısı çekilen ve haftada iki defa su verilen kentimizde bu hovardalık diye hiç düşünmedik. Havuzun fıskıyesini açıyor, üzerindeki beyaz mika topların yükselip alçalmasını keyifle izliyorduk. Evimizin manyetolu telefonunu da çok sevmiştim. PTT’de çalışan bir akrabamız olduğundan bize iletişimde yardımcı da oluyordu. Bir önceki evimizdeki gibi kuş tağası(penceresi), su kuyusu, erzakların saklandığı serin mağaramız, damlardan su akışını sağlayan taş çörtenlerimiz yoktu. Bahçemiz taş değil vişne çürüğü renkli çimento ile sıvanmıştı. Odalarımız sabun sıvaydı. İki evimizin tek ortak yanı kapı ve pencerelerimizin yine marangozlar tarafından kereste ile yapılmasıydı. Bir öncekiler cilalı, yenileri ise boyalıydı. Bir dikkat çeken değişim

de daha önceki kalın kare demir parmaklıkların yerine, bu defa daha süslü, çiçekli, geometrik şekilli ince demir pencerelerin yerleşmesiydi. Damımız toprak değil, tutya ile döşendi. Artık yer sofrasını terk etmiştik. Masada yemek yiyor, hatta orada ders bile çalışıyordum. Lambamızın yerini lüksler almıştı. İNSANDA VE MEKANDA HIZLI DÖNÜŞÜM

1960’lı yıllara girdiğimizde evimize sık sık kesilen elektrikler yüzünden babam eski radyomuzun yanına pilli-elektrikli bir radyo aldı. Bu pikap aynı zamanda 45’lik plak da çalıyordu. Babam Nuri Sesigüzel’in, Zeki Müren ve Alaattin Yavaça’nın plaklarını alırken, ben Nesrin Sipahi, Kutlu Payaslı ve İsmet Nedim’in şarkılarını dinliyordum. Babam ile müzik konusunda ortak yanımız ise Ankara Radyosunun saat 12.30/13.00 arasında iki solist söylüyor programıydı. Annem her iki tarafa da hoşgörülüydü. Halkın zenginleşmesi camilere yardımı artırdı. Mescit halıları değişiyor; gırgır veya elektrik süpürgesiyle temizleniyordu. Kur’an Kurslarının sayısı fazlalaştı. Kur’an Kursu için ev veya para bağışlayanlar isimlerini hep saklı tuttular. Mevlithanlar artan sünnet düğünlerine artık sadece sesiyle değil, elinde mikrofon ve amfisiyle birlikte gelmeye başladılar. Giyimleri de kaçak ceketten, terzinin diktiğine terfi etmişti. Babam bir İstanbul dönüşünde hepimize süpriz yapmış, Bosch marka küçük bir buzdolabı almıştı. Artık çarşıdaki buzcuda kalıplardan kestirerek buz almayacak, buzdolabımızdan karşılayacaktık. Şehirde buz dolaplarının sayısı arttıkça buzcuların sayısı azalmaya başladı. 29


dört bir yanından turlar başladı Kilis’e kaçak mal almak için. Özellikle çay, sigara, mutfak malzemeleri, kumaşlar vs. Yol genişletmesi için yerel özelliğe sahip ve görme özürlülerin ustalıklarını sergiledikleri Arasa Çarşısı yıkılırken, Cumhuriyet Caddesi’ndeki tarihi dokulu evlerin yerine pasajlar yapıldı. Her geçen gün Beyrut, Halep, Paris ve Amerikan Pasajı derken, kasaplar, terziler, çiftçiler her meslek grubu uzmanı olduğu işini bırakarak bu malları satmak için tuhafiyeciliğe başladı. Bazılarında zenginlik katlanarak arttı. Her sokakta ezan sesinin duyulduğu, çok sayıda sahabe makamının bulunduğu Kilis’te pavyon açıldı. Cezaevi büyüdü. Tek Buzcumuz Muharrem Amca, Kara Kadı Camii’nin çapraz köşesinde dondurmacılara servis yapıyordu sadece. Kentimizdeki buz fabrikası da daha sonra kapandı. Elektrikli traş makinasını doktor dayım hediye etmişti. Berberim Mahmut Amca bile merak etti, ama sevemedi. Yüzünü kıpkırmızı yapmıştı. Ben de sevmedim. Hele yazın, terli yüzümün kıllarını çekerek acıtıyordu ayrıca. Yılların kitapçısı Nuri Günal dükkanını kapattı. Ama gazete bayilerinin sayısı arttı. Üç gün sonra ancak gelebilen İstanbul gazeteleri ise yok satıyor, sadece abone olanlar alınabiliyordu. Bayi Vakıf Akbaba gazete ve dergileri ilaç gibi veriyordu. Terziler, kunduracılar bal ayı yaşıyordu. Çünkü büyüklerin eski elbiselerini artık çocuklar için, ters yüz ederek dikmiyorlardı. Kumaştan ölçüp, biçip öyle gerçekleştiriyorlardı elbiseleri. Memurlar bağ bahçe sahibi olmuşlardı. Öğretmenlerimiz çoğu zaman derste anlatırlardı hafta sonu bağ budamaya, tarla bellemeye ve ekin ekmeye gittiklerini. OLMAZ OLMAZ DEME, OLMAZ OLMAZ DE

Bir teknolojik fırtına, yönetimlerdeki acımasız hırs, dar ufuk her şeyi ters yüz etti. Kilis-Suriye sınırına mayın döşenmişti yıllar önce ama birden bire “kaçakçılık” hortladı. Mayınların arasından nasıl geçilirdi ki? Mayınsız küçük geçiş yolunu sadece askerler ve gümrükçüler bilirdi. Böyle masallar başladı, öyküler dinledik, filmler çekildi. Fikret Hakan ve Fatma Girik gibi sanatçıları bu yüzden gördük memleketimizde. Hudutların Kanunu ve Ezo Gelin kapalı gişe oynadı. Türkiye’nin sayı//42// ocak

30

Üniversite eğitimi için büyük şehirlere gidenler bu gelişmeden nasiplenmedi, eğitimlerini tamamladı, atama bekledi. Ancak kentte tarım ürünleri her geçen gün geriledi, esnaf çeşitliliği azaldı. Zenginleşenler büyük şehirlere yerleşti. Kent varlık sahiplerinden yoksun kaldı. Malını satan satmayan uzaklaştı. BİR KENT VE KÜLTÜR ANATOMİSİ

Ya Suriyeli fakir, eğitimsiz, amaçsız, idealsiz, tevekkül sahibi soydaş ve dindaş, genç-ihtiyar mülteci göçüne ne dersiniz? Yıllardır hızlanan iç göç, komşu dış ülke göçüyle tedavi edilmedi tam tersine sorun yumağı haline dönüştü. Ankara katkı da verse sorunun çözümüne; iki ucu bir araya gelemiyor Kent’in. Gelir girdilerinin artması, zoraki zenginliğin fırlaması, kentin ve insanlarının çözülmesine mani olamıyor. Şehir ve kültür; taşralı politikacıların, özürlü muhterislerin, zavallı kibirlilerin, gittikçe çoğalan sonradan görmelerin, liyakatsiz bürokratların ve sivil toplumun arasında ”Ah nerede o eski günler” diyen grupların arenası haline geliyor. Ne zaman doğduğum, büyüdüğüm kenti ve insanlarımızı hatırlasam, bu değişimi, bu çözülmeyi acımasız bir şekilde yaşıyorum. Sonra da nostalji yapıyorum; Nerede o eski günler.


Muhafızın Son Mektubu Kuds’û Şerif ,/ Yevm’ül Cuma

Ben Hasan Onbaşıyım Yirminci Kolordu, Artçı Bölükten Tevellüd üçyüziki, Iğdır, / Ferhat oğlu, Hâlise’den olma, Her daim semâdadır, / ve tetikdedir ellerim. Mektubu geciktirdim, kusuruma bakmayın Okuyan efendiye, dinleyene bâkî selâm ederim. Bölüğün yekûnu tam elliüç neferdi Ve bir yazıcı ve bir kumandandılar Mütarekede onu başımızdan aldılar Bir ben kaldım buralarda / gözlerden nihan / Onbaşı Hasan Yolunuz düşerse mutlak beklerim… Kumandanım Kolağası, yiğit adamdı Adını sorarsanız Karaman’lı Kerim Ona deyin ki, el’ân sağsa, deyin ki; Hasan Onbaşı şu ân seksensekiz yaşında / ve nöbetinin başında Ben onun ellerinden öperim… Tasalanmasın, aha buradayım Ben bin yıldır müslümanın kıblesini beklerim, O beni hatırlar, / Makineli Tüfek Takımından derseniz

Hani, tüfeğini Aksâ’nın kapılarına asan / Iğdır’lı Deli Hasan Hanesi halkına âfiyetler dilerim… Yolu Yozgat’a düşen olursa Hancı Halil’e uğrayıversin, bîzahmet Ona desin ki, oğlum Ahmet Yurt tuttu oraları, kök saldı, derin Hem onu everdik buralarda biz Düğün evi Zeytindağı Kabristanı Ve Kudüs toprağıdır aldığımız gelin Usulca deyiverin… Rahatı yerindedir, kaygılanmasın Kudüs’ün havası her zaman serin Bebe gibi kucağında, mavzeriyle övünür Bir güzel taş dikmiş ayak ucuna Ucu uzaklardan, tâ Konya’dan görünür. Palaskasını oğluna verin… Gözünüz arkada kalmasın he mi, Ben buradayım, nöbetteyim Mahşere kadar da buradayım / merak etmeyin. Mahşerden sonrasına da… Allah kerîm… Kâmil UĞURLU

31


atar ile diğer körfez ülkeleri arasında yaşanan derin kriz devam ederken bu ülkeye bir ziyaret gerçekleştirdim. Orada kaldığım süre zarfında edindiğim intibaları sizlerle paylaşmak istedim. Bu kısa yazıyla coğrafi sınırları küçük ama çok zengin olan ülkeye farklı bir pencere açmayı ümit ediyorum. GELİYORUM DİYEN KRİZ:

BİR İLAHİYATÇI GÖZÜYLE

“KATAR”

Suud’un ülkeyi yutup bir vilayeti haline getirme çabası öteden beri Katar’lılarca zaten bilinmektedir. Askeri bir operasyona maruz kalmaktan her zaman endişe duymaktaydılar

Prof.Dr.Enbiya YILDIRIM*

ABD’nin körfez ülkelerini haraca bağlamak istemesi karşısında Katar’ın buna yanaşmaması başta Suud yönetimi olmak üzere diğer körfez ülkelerini kızdırmış olmakla birlikte patlayan kriz esasında bir anda ortaya çıkmış değil. Suud’un ülkeyi yutup bir vilayeti haline getirme çabası öteden beri Katar’lılarca zaten bilinmektedir. Askeri bir operasyona maruz kalmaktan her zaman endişe duymaktaydılar. Bu nedenle Türkiye’nin orada üs açması yani sırtlarını büyük bir ülkeye dayamış olmaları bütün planları bozmuş oldu. Bunun yanında iktisaden bir ambargo ile karşı karşıya kalmayı zaten beklemekteydiler. Bu nedenle Katar yönetimi kriz öncesinde çok akıllı hamleler yaparak yaşanan krizden en çok baskı uygulayan ülkelerin etkilenmesini sağlamış oldu. Öyle ki Katar bu baskıları neredeyse ülkede hiç hissettirmedi ve ekonomik savaşın zarar gören tarafı özellikle Suud oldu. Çünkü gelen fırtınayı önceden gören Katar yönetimi ellerindeki fonları dünyanın her tarafında değerlendirdi. İngiltere’de çok büyük emlak yatırımları yaptılar. Ülkemizde olduğu gibi dünyanın her yanında şirketler aldılar. Bu yüzden ülke her açıdan ekonomik darboğaza sokulsa bile yapılan yatırımların geliri bu küçük ülkeyi refah içinde yaşatmaya devam edecek düzeye yükseldi. DEVLET HALK BÜTÜNLEŞMESİ:

*T.C.Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//42// ocak

32

Katar yönetimi ülkenin yeraltı imkânlarını üç yüz bin nüfuslu halkına sunduğundan ve bu durum yaşam standardını son derece yükselttiğinden dolayı devlet ile halk arasında ciddi bir kenetlenme oluşmuş. Çünkü devlet kazandıklarını halkından esirgemiyor. Kriz sonrasında araçlar başta olmak üzere ülkenin her tarafında emirin fotoğraflarını görmek bunun bir göstergesidir. Ben oradayken yurt dışından dönen emiri karşılamak için yol boyu biriken kalabalıklardan bunu anlamak mümkündü. Ancak şunu unutmamak gerekir ki, Suud-i Arabistan’ın Katar hamlesi ülke insanını oldukça korkutmuş durumda ve


iltihak edilip ellerindeki nimetlerden olacakları endişesine kapılmışlar. Bu endişe de onların safları sıklaştırmasında etkili olmuştur. KATARLILARI ESAS ÜZEN:

Kriz öncesinde Suud-i Arabistan ile Katar aynı ailenin iki ayrı evi gibiydi. Çünkü sonuçta emir de Suud kralı gibi Necd kökenliydi. Lakin yaşanan kriz sonrasında halkın yüreğinde derin bir yara oluştu. Bu yara eldeki nimetlerden olmanın ötesinde bir yaradır. Zira kız alıp kız verilmiş ve günübirlik karşılıklı geliş gidişler söz konusuydu. Hatta beni evinde ağırlayan bir Katarlının şu sözü her şeyi özetlemektedir: “Önceleri bir Suudlu ülkemize geldiğinde arabası bozulsa veya kaza yapacak olsa ona kendi arabamızı verir ve ülkesine selametle gitmesini temin ederdik. Öylesine bir yakınlık içindeydik. Ama şu anda geldiğimiz duruma bak!” KATAR’IN DUYARLI YÖNETİMİ:

Yeryüzünde İslami hareketlerde yönetici konumunda olan pek çok insanla yaptığınız görüşmelerde Katar’ı idare eden emir Temîm başta olmak üzere üst yönetimin diğer körfez ülkelerinden çok farklı olduğunu, şımarık olmadıklarını ve dini hassasiyetlere sahip olduklarını tespit edersiniz. Katar’da yaşayanlar da bu hususu teyit ederler. Zaten diğer körfez ülkeleri ile özellikle Mısır’dan gelen şikâyetler bu hususu perçinler. Çünkü Katar hem Filistin davasındaki net tavrı ve desteği hem de İslami faaliyetlerinden dolayı ülkelerinden ayrılmak durumunda kalan pek çok kişiye kucak açmış durumdadır. Bu yönüyle Türkiye’ye benzemektedir.

YUSUF KARADAVİ:

Mısır tarafından terörist ilan edilen ve aranan, oğlu hapsedilen Dünya İslam Alimleri Birliği başkanı hocamızı ofisinde ziyaret ettim. Gittiğimde yanında dünyanın farklı ülkelerinden Müslümanlar vardı. Benimle yarım saate yakın Türkiye merkezli bir konuşma gerçekleştirdi. Ülkemizi doksanı aşan yaşına rağmen yakından takip etmesi beni çok etkiledi. Cumhurbaşkanımıza yönelik muhabbetini ise anlatamam. Onu dünya Müslümanlarının örnek alacağı bir lider olarak görüyor. Ayrıca burada bir şey daha dikkatimi çekti: Dünyanın her yanındaki Müslümanların durumuna dair bilgi akışı söz konusu. Bu durum merkezi çok farklı bir konuma getirmiş. Çalışanlarla yaptığım görüşmelerde ülkemiz hakkındaki her önemli gelişmeyi yakından takip ettiklerine şahit oluyorum. Burada Karadavi Hocayla ilgili bir hususu arz etmek istiyorum. Malum olduğu üzere Katar’a baskı kurulmasının nedenlerinden birisi onun bu ülkede bulunması ve civar ülkelerdeki siyasal İslami hareketlerin hocadan manevi güç almasıydı. Çünkü hoca İhvan-ı Müslimin kökenli olduğundan dolayı aksiyon boyutu öndedir ve bu durum başta ABD olmak üzere diğer dış güçlere bağımlı bir politika yürüten körfez ülkelerini çok rahatsız etmştir. Bu nedenle Katar’dan çıkarılmasını talep ettiler. Ancak Katar onurlu bir duruş sergiledi ve hocaya sahip çıktı. Esasında hocanın doksanıncı yaş gününü kutlayacaklardı. Bunun için dünyanın her yerinden bin İslam alimini davet etmişlerdi ancak ortamın müsait olmaması 33


ARAPÇA YERİNE İNGİLİZCE:

Katarlıların büyük kısmı eğitimli olduğundan dolayı İngilizceyi rahat konuşabiliyorlar. Bunun yanında Asya’dan gelenler de İngilizceyi öğrenmiş olarak geliyor. Bu nedenle Katar’da çarşıda pazarda Arapça neredeyse konuşulmuyor. İngilizce ülkenin günlük konuşma dili olmuş. Bu olgu nedeniyle Arapça öğrenmek için Katar’a gidilmesi çok yanlış olur. HAYAT PAHALILIĞI:

Katar riyali Türk lirasıyla hemen hemen aynı değerde. Bununla birlikte hayat bize göre çok pahalı. Şöyle ki, ortalama bir yemekle karnı doyurmak yüz lira civarında. Bu nedenle ülkeye seyahat edecekler buna hazır olmalılar. Katarla ilişkilerimizin düzeyi:

Yusuf Karadavi

nedeniyle bu etkinlik iptal edilmişti. İşte söz konusu baskının zirve yaptığı günlerde Karadavi Hoca devletimizi aradı ve şöyle dedi: “Bu ülkeye benim yüzümden ayrıca baskı uyguluyorlar. Benden kaynaklı olumsuzluğu kaldırmak için bu yaşımda burayı da terk etmeyi düşünüyorum. Size gelsem beni misafir edebilir misiniz?” Aldığı cevap şu oldu: “Bizler hepimiz sizin öğrencininiz. Gelmeniz bizim için şeref olur. Hizmetinize amadeyiz.” İlerleyen süreçte Hoca, Katar’ın kendisine sahip çıkarak baskılara dik durması nedeniyle ülkede kalmayı sürdürdü. Bu arada şunu da eklemem gerekiyor: Diğer Haliç ülkelerinde şöyle veya böyle İhvan’ın faaliyetleri söz konusu iken, Katar yönetimi “Ben sizi temsil ediyorum, bu nedenle doğrudan gelip faaliyet yapmanıza gerek yok” diyerek ülkeye bir de İhvan yüzünden yüklenilmesinin önüne geçti. Bu açıdan yönetimi takdir etmek gerekiyor. ASYA MÜSLÜMANLARINA UZANAN EL:

Diğer körfez ülkeleri gibi Katar’ın Asyadaki Müslümanlara görünmeyen büyük bir desteği söz konusudur. Başta Hindistan olmak üzere Asya ülkelerinden gelen ve çoğu Müslüman olan insanlar bu ülkede çalışmak suretiyle ailelerin geçimlerine katkı yapmaktadırlar. Nitekim iki buçuk milyondan fazla insanı topraklarında iskan eden ülkenin kendi nüfusunun üç yüz bin olduğu gerçeği göz önünde bulundurulursa Asya Müslümanları için ne kadar büyük bir nimet olduğu hemen anlaşılır. sayı//42// ocak

34

Kriz sonrasında ülkemizin bu ülkede üs açması, gıda sevkiyatında bulunması ve yanlarında olduğumuzu deklare etmesinin müspet yansımalarını herkes tahmin edebilir. Çünkü Türkiye gibi güçlü bir ülkenin desteğini almak hem anlamlı hem de güven sağlar. Bunun hayata nasıl yansıdığına dair yaşadığım bir olayı anlatmak istiyorum: Havaalanında pasaport kontrolündeydim. Türk olduğumu gören görevliyle muhabbete başladım ve sonunda ona dedim ki: “Dışarıda kız kardeşim bekliyor, telefonum da kapalı. Sizinkini kullanabilir miyim?” Hemen çıkarıp telefonunu bana uzattı. Böylesi bir şeyi başka bir ülkede yapabilmeniz veya yaptığınıza olumlu yanıt almanız mümkün mü? Değil elbette ancak bunda benim cüretkârlığımın da büyük etkisi var elbette. SONUÇ:

Ümidimiz odur ki, körfezde sular durulsun ve bütün ülkelerle ilişkilerimiz eski kıvamına gelsin. İslamın emrettiği gibi tekrar kardeş olalım. Ancak yaşı nedeniyle ülke yönetiminde fazla etkinliği olmayan Selman’dan sonra iktidarı devralacak olan Muhammed’in İslami hassasiyetlerinin son derece az olması, ABD ve batıyla siyasetin gerektirdiğinin ötesinde ilişkiler içinde bulunması keza Birleşik Arap Emirlikleri’nin körfezi karıştıran politikaları endişelere neden olmakta. Her şeye rağmen, biz güçlü olduğumuz sürece bölgede dengeler bozulamayacaktır. O yüzden Katar-Türkiye dostluğuna selam olsun.


KÜLTÜR MİRASINI YÖNETME SORUNU Hulasa, her yönüyle muhteşem bir tarihi miras… Peki bu kültürel değeri yeterince doğru yönetebiliyor muyuz? H.Hümeyra ŞAHİN

umalıkızık Köyü… Bursa’da Uludağ’ın eteklerinde 700 yıllık bir köy. Yaklaşık 175’i tescilli 250 civarında ev var. Her biri, Osmanlı erken dönem konut mimarisinin özelliklerini taşıyor. Köy yöresel malzeme ile oluşturulmuş bir yaşam kültürüne sahip. Taş duvarlar, kerpiç malzemeler. Çivit mavi, yeşil, sarı, beyaz evler… Öte yanda anıt ağaçlar, tarihi mezar taşları, Uludağ’dan inen buz gibi su… Cevizi, kestanesi, kirazı, ahududusu ile tarımsal zenginlik…

Zamanda yolculuk yapmak, 700 yıl öncesine gitmek gibi fantastik hevesleri olanlar için muhteşem bir deneyim. Osmanlı’nın Bursa’yı ele geçirmesinden sonra Kayı Boyu Türklerinden Kızıkların kurduğu yedi köyden biri… Özgün mimari dokusunu koruyan tek köy… Bölgede birkaç manastır kalıntısı dışında Osmanlı öncesi yerleşimi gösteren buluntu yok. Köye dair en eski belge, 1339 tarihli Orhan Gazi Vakfiyesi. Cumalıkızık, bir vakıf köyü olarak kuruluyor. Orhan Bey imaretine hem mutfak malzemesi, hem de gelir sağlayacak şekilde meyvecilik, değirmencilik yapılması, köyün kuruluş amacını oluşturuyor. Hulasa, her yönüyle muhteşem bir tarihi miras… Peki bu kültürel değeri yeterince doğru yönetebiliyor muyuz? Kültür yönetimi, ne yazık ki, bir disiplin olarak ülkemizde yeterince gelişmiş değil. Kültürel miras ya sıradan bir yönetim faaliyetinin nesnesi olarak görülüyor ya da kültür ehlinin yönetim işinin inceliklerini bilmeden hasbelkader ilgisiyle şekilleniyor. Oysa ‘kültür yönetimi’ diye başlı başına bir disiplin, sektör var. Her ne kadar ülkemizde bu alanda akademik eğitim veren, meslek elemanı yetiştiren sadece 1 veya 2 bölüm olsa da, dünyada akademik olarak oturmuş bölümler/enstitüler var. Sözgelimi, Çumalıkızık Köyü, gerçek anlamda bir ‘kültür yönetimi’ süzgecinden geçseydi, bugün çok daha farklı olabilirdi. Bugünkü durum; basmaya kıyamadığınız 700 yıllık taş köy yollarının üstünde araba tekerlerinin dönmesi, köyün, tarihi dokuyu gölgede bırakan bir pazar meydanına dönmüş olmasıdır. 700 yıllık bir tarihin sesini dinlemek üzere Cumalıkızık’a gidenler, ne yazık ki satıcıların uğultusu ve görüntü karmaşasıyla muhatap oluyorlar. Gözünüzü hediyelik eşya tezgahlarından arındırabilirseniz, 14.yy.’dan bugüne kalmış Osmanlı konut mimarisinin özelliklerini fark edebiliyorsunuz. Cumalıkızık Köyü’nün tamamen araç trafiğine kapatılması, satış tezgahlarının belli bir alanda konumlandırılarak arı-duru bir tarihi miras teşhirinin sağlanması gerekiyor. Elbette bu yönetimsel dokunuşun çok rafine bir elle, köyün doğallığının tamamen korunarak yapılması icap ediyor. Hafta sonu Bursa’ya yaptığım kısa bir ziyaret sırasında uğradığım Cumalıkızık Köyü’nden bu düşüncelerle ayrıldım. Ne yazık ki on yıllardır hükümetlerinden sivil toplumuna, ‘kültür yönetimi’ ülkemizde zafiyetli bir alan. Ya tarih düşmanlığının konusu olmuş ya da belediyelerde alanın ehli olmayan müdürlere teslim edilmiş. Aynı şekilde bireyler olarak da bu konuda günahkârız. Restore edilip, bugüne kazandırılmış nice mekan, ya sokaklarda serserice karalamalara ya da estetikten ve tarihi duyarlılıktan uzak işletmelere maruz kalmış. Tarihi seviyor, kültürü yüceltiyor ama ne yazık ki, yönetiminde zafiyet gösteriyoruz. 35


EDİRNE SEYAHAT

İNTİBALARI

Edirne, Osmanlı'nın beylik dönemindeki sade-selefi hayattan konforlu bir saray ve devlet hayatına geçiş noktası olan bir dönemi yansıtıyor aynı zamanda. Hüseyin YÜRÜK

Edirne Meriç Köprüsü arkada Selimiye Camii

sayı//42// ocak

36

aha önce birkaç defa Edirne'yi ziyaret etmiş olmakla birlikte ailece bir seyahat gerçekleştirememiştik. Ne zamandır gündemimizdeydi. Kısmet Ramazan Bayramına imiş. Bayramın 1. Günü İstanbul’un tenhalığından istifadeyle Eyüp Sultan, Fatih, Yavuz Selim, Süleymaniye, Üsküdar Selimiye ziyaretlerini gerçekleştirdikten sonra Bayramın 2. Günü Edirne'ye yola çıktık. Öğle saatlerinde Selimiye Camii’nin kalabalık ve ihtişamlı dış avlusundaydık. İstanbul’un fethinden önce Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan Edirne’nin en önemli anıtsal eseri olan ve şehrin siluetini taçlandıran Selimiye Camii ve Külliyesi, 16. yy.’da Sultan II. Selim adına yaptırılmış. Teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle döneminin ve sonraki zamanların en muhteşem eseri olan Camii ve Külliye, Mimar Sinan’ın Ustalık Dönemi eseri, mimarlık sanatının en görkemli örneklerinden biri ve insanın dehasının önemli bir başyapıtı olarak kabul edilmekte. İnce ve zarif dört minareye sahip büyük kubbesiyle görkemli Camii, iç tasarımında kullanılan ve döneminin en iyi örnekleri olan taş, mermer, ahşap, sedef ve özellikle çini motifleri ve ince işçilikleri ile kubbe ve kemerlerindeki kalem işleri, mermer döşemeli avlusu ve yapıyla bağlantılı el yazması kütüphanesi, eğitim kurumları, dış avlusu ve arastası ile bir sanat türünün zirvesini temsil etmekte. Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi, UNESCO tarafından 2011 yılında kültürel varlık olarak Dünya Miras Listesi’ne dahil edilmiş. (kulturvarlukları.gov.tr) Selimiye Camii birçok yönüyle Sultanahmet Camii'ne çok benziyor. Selimiye'nin giriş kapılarında satıcı ve dilencilerin ziyaretçilere yoğun bir baskısı var. Valiliğin bu olaya el atıp çözümlemesi gerekir diye düşünüyorum. Selimiye Camii ziyaretinin ardından önce Üç Şerefeli Cami'yi ziyaret ettik. Özgün mimariye sahip bu cami aslında bir büyük külliyenin parçası. Üç Şerefeli Camii’yi 1443-1447 arasında, Sultan II. Murat yaptırmış. Cami Osmanlı sanatında erken ile Klasik dönem uslübu arasında yer alıyormuş. Üç Şerefeli Camii, Selçuklu Mimarisindeki çok kubbeli dönemden tek Kubbeli döneme geçişin ilk denemelerinden olup Osmanlı Mimari Tarihinin ilk büyük revaklı avlusuna sahip imiş. (edirnevdb.gov.tr) Cami yakın zamanda tamir edilmiş. Ancak haziresi ve tam karşısındaki


Edirne Beyazıt Külliyesi

Sokollu Hamamı'nın iyi bir düzenlemeye ihtiyacı var gibi gözüküyor. Hemen yakınında bulunan kale burcu da sahiplenmeye muhtaç. Cami ziyaretinin ardından Edirne'nin eski mesire yerleri olan Meriç Nehri yanındaki Pazarkule civarına gittik. Eskiden yabancı elçilikler tıpkı İstanbul Boğazı kenarına yerleşir gibi ikametlerini buraya yaparlarmış. Mesire yeri yolunu izleyerek 10-15 km mesafedeki Pazarkule Gümrük kapısına kadar gittik. Burası Türkiye ile Yunanistan sınırındaki bir gümrük kapısı. Müteakiben geri dönerek Edirne merkezdeki Eski Camii'ne geldik. İçinde dev hat yazılarının yer aldığı bu cami de yine özgün bir mimariye sahip. Eski Camii; Edirne'de Osmanlılar'dan günümüze ulaşmış en eski anıtsal yapı imiş. Eski Camiinin yapımına 1403'te başlanmış, Çelebi Sultan Mehmet zamanında 1414'te bitirilmiş. Cami, 1748'de yangından, 1752'de depremden zarar görmüş. II. Murat döneminde Edirne'ye gelen ve Camiye girerek vaaz verdiği Söylenen Hacı Bayram Veli'nin anısına duyulan saygı nedeniyle vaaz Kürsüsü imamlarca kullanılmaz imiş.Osmanlı Padişahlarından II. Ahmet ve II. Mustafa'ya bu camide "Kılıç Kuşanma" törenleri yapılmış. (edirnevdb.gov.tr) Eski Camii ziyaretinin ardından bu kez 2. Beyazıt tarafından yaptırılan ve içinde dünyanın ilk akıl hastanesinin olduğu söylenen şifahaneli külliyeye gittik. Edirne-Kapıkule yolu üzerinde 5-6 km mesafedeki bu külliyenin güzel bir camisi ve ruh dinlendiren büyük bir avlusu var. Tunca Nehri kıyısında bulunan 2. Beyazıt Külliyesi; Edirne'nin en önemli yapıtlarından.

Cami, tıp medresesi, imaret, darüşşifa, hamam, mutfak, erzak depoları ve öbür bölümleriyle geniş bir alana yayılmış. Sultan II. Beyazıd'in 1484-1488 yılları arasında yaptırdığı külliyenin mimari Hayreddin imiş. Burada on kişiden oluşan musiki topluluğu tarafından haftada üç gün musiki konserleri verilirdi. Evliya Çelebi burada "hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def'i sevda olmak üzere" on adet hanende ve sazende ayrıldığı, bunların üçü hanende, biri neyzen, biri kanuni, biri musikari,biri cengi santuri, biri udi olup haftada üç gün hastalara ve delilere büyük kubbenin altında musiki faslı verdiklerini; neva, rast, dügah, çargah ve suzinak makamlarını çaldıklarını bildirmektedir. Mevsim çiçeklerinin (gül, karanfil, sümbül, reyhan ve misk-i rum) koku ve renklerinde de tedavi yapıldığını yazmaktadır.Binanın her tarafından dinlenebilen bu konserler kadar; su sesi ve güzel kokulardan yararlanarak ruh hastalarının tedavisi yoluna gidilirdi.Aslında hastahane her türlü hastanın kabul edildiği bir yerdi ve tedavi parasızdı. Örneğin burası, göz tedavisi için de önemli bir merkezdi. Bu hastahanede, zincire vurulması gereken akıl hastalarına, paslı demirin olumsuz etki yapma olasılığı düşünülerek bu demir aksam altın ve gümüşle yaldızlanmıştırSultan II.Beyazid Külliyesi Hastahane kadrosunda 1 baştabip, 2 tabip, 2 göz uzmanı, 2 operatör, 1 eczacı bulunmaktaydı. (edirnevdb.gov.tr) Ne yazık ki halen müze konumunda olan Şifahane ise Bayram münasebetiyle kapalıydı. 37


Eski Camii

Müzelerin tatil günlerinde kapalı olması eski çağdan kalma kötü bir alışkanlık olsa gerek. Müzeler en çok ve en kolay Bayram ve tatil günlerinde gezilebileceğine göre devlet bu eski alışkanlığı bir an önce terk etmeli. Mesai sistemiyle görevli çalıştırarak müzeleri bayram ve tatil günlerinde de açık tutmayı başarabilmeli. Nitekim bizim gibi İstanbul'dan gelmiş baybayan yaklaşık 10 kişilik bir doktor grubu müzeyi kapalı görünce bir hayli hayıflandılar. Devlet tarafından kolayca çözülebilecek basit bir konu. Bakalım Hangi Kültür Bakanına nasip olacak? Beyazıt Külliyesi tarafı da dahil olmak üzere Selimiye Camii, Edirne'nin her tarafından büyük bir ihtişamla gözüküyor. Beyazıt Külliyesi sonrası bu kez 10-15 km mesafedeki Türkiye-Bulgaristan Kapıkule Gümrük kapısına gittik. Burada bazı hayırseverler güzel bir cami yaptırmışlar. Yurda giren misafirleri karşılayan güzel bir eser olmuş. Kapıkule dönüşü, Beyazıt Külliyesi'nin yol dönüşü sapağındaki Gazi Mihal Bey Camii'ni ziyaret ettik. Soğan tipli özgün mimarisiyle 1421 yılında yapılmış bu cami eski zamanların suskun bir şahidi gibi ziyaretçilerini bekliyordu. Cami, erken Osmanlı döneminde yaygın olarak yapılan Kanunî Sultan Süleyman’ın ilk yıllarına kadar inşasına devam edilen, yanlarında tabhâne odaları bulunan zaviyecamilerin günümüze harap da olsa ulaşan bir örneği. Gazi Mihal Bey ailesinin Sofya yakınında İhtiman’daki camii de bu tipin temsilcisi. Caminin 1920’de çekilmiş bir fotoğrafında görülen şadırvan bugün mevcut değil. Camii,1953’teki şiddetli zelzelede zarar görmüş ve hiçbir sahip çıkanı olmadığından terkedilmiş. 1963’te içindeki halılar ve çeşitli mefruşat pislik ve enkaz içinde bulunuyordu. sayı//42// ocak

38

Bu çok değerli tarihî eserin ihyasına ancak iyice soyulduktan kırk yıl sonra 1995 yılında tekrar başlanmış.Sağ taraftaki hazîrede ise Gazi Mihaloğlu ailesine ait kabirler bulunmakta. (/ www.islamansiklopedisi) Gazi Mihal Bey, Osman Gazi'nin bir savaş sırasında esir aldıktan sonra affettiği, bunun üzerine Müslüman olup akıncı beyi olan Köse Mihal'in torunu. Bilecik civarındaki bu Bizans tekfuru aile uzun dönem Osmanlı Akıncı Beyi olarak devlete ve İslam'a hizmet etmişler. Gazi Mihal'in Edirne'nin fethinden sonra yaptırdığı külliyenin aslında hamam ve imareti de varmış. Ne yazık ki bugün geriye sadece cami ve köprü kalmış. İmaret ve hamamın yerinde saman deposu ve mermer atölyesi yer alıyor. Camii bizim gittiğimizde kapalıydı. Umarım ki ibadete açıktır. Cami haziresinin elden geçmesinde fayda var. Cami haziresindeki mezarların ilginç bir özelliği var. Bazı mezar taşları tıpkı Bitlis/Ahlat'taki Selçuklu mezar taşlarına benzeyen ilk dönem mezar taşlarından oluşuyor. Yani üzerinde isim ve süsleme yer almayan büyük düz taşlar. Edirne, Osmanlı'nın beylik dönemindeki sade-selefi hayattan konforlu bir saray ve devlet hayatına geçiş noktası olan bir dönemi yansıtıyor aynı zamanda. 'Gazi Mihal'in ruhunu yaşatacak bir alperen derneği veya vakfı Edirne'ye ne kadar çok yakışır' diye düşündüm. Selimiye Camii'ndeki akşam namazı o günkü son ziyaret faaliyetimizdi. Öğle saatlerinde daha kalabalık olan Selimiye'den el ayak çekilmiş daha sınırlı sayıda bir ziyaretçi kalmıştı. Selimiye gece ışıklandırılmış haliyle insanları


kuşatıyor ve kendisini hissettiriyor. Gökyüzüne doğru uzanan dev minareler, gökyüzünde dolaşan ışıktan martılar Edirne gecesine kuşatıcı bir heybet katıyor. Ertesi sabah Kırkpınar Güreşlerinin yapıldığı Fatih Sultan Mehmet'in doğduğu Eski Saray bölgesine gittik. Zamanında burada yapılmış Topkapı Sarayı'ndan daha büyük saray, Balkan Savaşı sırasında içindeki cephane düşman eline geçmesin diye infilak ettirilmiş. Koca saraydan geriye bir Matbah-ı Amire, bir hamam ve bir de Adalet Kulesi kalıntısı kalmış. Ben doğrusu hep televizyondan izlediğim ve üst düzey devlet görevlilerinin de katıldığı Kırkpınar Alanını gariban ve amatör buldum. Yahya Kemal'in tabiriyle; harcıalem. Bence devlet buraya bir an önce el atmalı. Tıpkı saray gibi Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı alan ve tesisler de yıkılarak yeni baştan şanına ve doğal yapıya uygun yapılmalı. Kanuni'nin yaptığı Adalet Kulesi 600 yıldır bütün ihtişamıyla duruyor, Kırkpınar Güreş Alanı ve tribünler ise amatörce sırıtıyor. Bilahare 2. Murat tarafından şehrin bir başka tepesine yaptırılmış Muradiye Camii'ne gittik. Zamanında caminin bahçesinde bir Mevlevi tekkesi varmış. Şevket Süreyya Aydemir'in çocukluk anılarını süsleyen bu tekke bugün yok. Şevket Süreyya Aydemir, çocukluk günlerinde buradaki Mevlevi Tekkesinde yaşadıklarını şöyle anlatıyor: Burada her şey sessiz ve derin bir ibadet içindeydi. Burada, yollardan, meydanlardan geçenler daha yavaş yürüyorlardı. Bu sapa yerin zaten pek yolcusu da yoktu. Dedelerde, dervişlerde, camiye ibadet ve tekkeye ayin için gelenlerin hepsinde istiğraka, kendi içine gömülmüşlüğe benzer dalgın ve müşterek bir ruh hali vardı. Fakat bu

tenhalık, bu ruh, bu binaların azameti, benim ruhumu her nedense ezmiyordu. Ben bu havaya sanki evvelden hazırlanmış gibiydim. Her tarafına büyük taş yapıların gölgeleri düşen serin yollarda; avlular, meydanlar, taklar, revaklar arasında sanki evimde gibi dolaşırdım. Bir süre sonra bu âleme o kadar bağlandım ki, gün akşama yaklaştığı zaman kendi mahallemize inince, mahalle sokaklarındaki eski arkadaşlarımı, onların kendi aralarındaki itişip kakışmalarını, artık manasız görmeye başlamıştım. Asıl beklediğim günler perşembe günleriydi. O gün mektep erken kapanırdı. Çocuklara imaretten fodla, pilav, zerde verirlerdi. Öğleden sonra Mevlevi tekkesinde ayin yapılırdı. Ayin saatından önce cami boş veya tenha idi. Bu camiye girdiğim zaman, kendimi herkesin yaşadığı alemden ayrılmış birtakım burçlara yükselmiş sanırdım. Ağaçlar arasından süzülebilen ışıklar, mermer kornişli büyük pencerelerin demir parmaklıklarından sızınca, evvela, ceviz pencere kapaklarının arabesk işlemelerini aydınlatırdı. Aralarına renk renk camlar geçirilmiş alçı tezyinatlı kubbe pencerelerinden içeriye ancak loş bir aydınlık süzülürdü. Bir köşede, mermer sütunlar üzerine oturtulmuş, yaldızlı kafeslerle çevrili bir bölme, padişahlar içindi. Camiin iç cephe duvarı boyunca insan boyunu aşan pirinç şamdanlar konulmuştu. Sedef işlemeli rahIeler üzerinde el yazması, altın ziynetli büyük Kur’anlar dururdu ... Duvarlar çepçevre mavi, yeşil çinilerle kaplıydı. Belki beş yüz yıldan beri bu duvarları süsleyen bu çinilerde hala, taze bir çiçek bahçesinin yaşayan renkliliği vardı. Daha yukarılarda yazılar, motifler sıralanmıştı. Nihayet renk renk 39


nakışlar, şekiller, şaşırtıcı bir intizam içinde yükselerek büyük kubbenin mihrak noktasında toplanır, düğümlenirdi ... Namazdan sonra cami avlusunda dalları her tarafa gölge veren ulu ağaçların gövdelerini çeviren sedirlere otururdum. Yahut da büyük şadırvanın serin sayvanı altındaki peyklere ilişirdim. Küçük, köpüklü billur damlaların havuzun yüzünde kovalaşmalarını seyreder, ayin saatını beklerdim ... Ayin yaklaştıkça tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bunların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlarındaydı. Hayderiyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için bazen, konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.Dede bahçede daima yapacak bir iş bulurdu. Tarhları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı... Bana, dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahiler, belki dualar... Zaman zaman asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan sonra ellerini Allah’a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı... Ayin yaklaştıkça tekke kapıları açılırdı. Yaya, yahut faytonlar, konak arabaları içinde misafirler görünmeye başlarlardı.Herkes yerini alıp da, şeyh postuna yerleşince, ayin başlardı. Yüksek yapısı kumral bir sakalla çevrilen renkli yüzü, sakin ve heybetli görünüşü ile şeyh, temiz ve güzel bir insandı. Bu haliyle o, bana, insanların üstünde ve üstün bir varlık gibi görünürdü. Ayinin başında evvela ney, zinç, kudüm sesleri arasında hafif bir musiki havayı doldururdu. Dinleyenler sanki kendi derinliklerinde kaybolurlardı. Sonra sesler hamle hamle yükselirdi. Rubailer, gazeller, ilahiler, birbirini takip ederdi. Ney ve kudüm, şevki denizler sayı//42// ocak

40

gibi coştururdu. Zinç, tiz işaretlerini verirdi. O zaman sofanın etrafında sıralanmış dervişlerin, dedelerin harekete geldikleri görülürdü. Nihayet sema başlardı. Bu başka bir âlemdi. Ruhları çeken sürükleyen bir âlem. Bana öyle gelirdi ki, bu dönüşler, bu devran içinde bu sofa, sanki bu dünyadan kopardı. Bu topraktan kurtulurdu. Sanki yıldızların ebedi devranı içine karışırdı. Nurdan bir küre gibi döne döne sonsuzluklara doğru uçar giderdi. Bugün; o ihtişamdan, o ulu ağaçlardan, o sudan, şadırvandan, imaretten, tekkeden, mektepten, çevre binalarından, hatta o sayılı insanlar mezarlığından, hulasa renkler ve manalar aleminden orada, haraba yüz tutmuş bir cami yalnızlığından başka, hiç bir hayat eseri kalmamıştır. Şimdi ben, bu yalnızlık ve terkedilmişlik alemine her gidişimde, hem kaybolan bir geçmişe, hem kendi ellerimizle tahrip ettiğimiz bir ulu tarihin ve ihtişamın, yadımda kalan hatırasına, sessiz göz yaşlarımla ağlarım.(Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam) Muradiye Bölgesinden ayrıldıktan sonra Selimiye ve çarşısını ziyaret edip Edirne'den ayrıldık.Burnumuzun dibindeki Edirne'yi ziyaret etmekte neden bu kadar geç kaldım diye hayıflandım. Edirne bende kitap ve gezi programlarından gördüğüm bir Endülüs Hüznü oluşturdu. Bir dönem 350 bin nüfusuyla Avrupa'nın dördüncü büyük şehri olan, Osmanlı'nın ikinci başkenti Edirne'de tam 1.650 cami varmış. Bugün 36 cami ve 136 bin nüfusuyla Edirne sınırda unutulmuş, kendi halinde gariban bir şehir gibi. İhtişamın geriye kalan izlerini şehrin sokaklarında sürerken az önce bahsettiğim Endülüs hüznü sizi kuşatıveriyor. Endülüs'te de zamanında 1.600 cami varmış. Bugün sadece Kurtuba Camii ayakta. Bu ülkenin münevverleri Edirne'ye çokça sahip çıkmalı diye düşünüyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir'inde yer almayı fazlasıyla hak eden Edirne maalesef biraz sahipsiz gibi. Sivaslıların 6. Şehri, Amasyalıların 7. Şehri, Elazığlıların 8.şehri yazdığı günümüzde Edirne'yi de 9. Şehir olarak birisi yazmalı. Şehre mühür vurulur gibi, imza atılır gibi gerçekleştirilmiş ihtişamlı mimarisiyle Selimiye, onun yanındaki Üç Şerefeli Camii, onun yanındaki Eski Camii, bir derviş sükunet ve vakarıyla, Lafzai Celali zikrederek, zamanın tüm hayhuyuna rağmen her an ‘biz buradayız’ der gibi Edirne'yi bekliyorlar.


AKİDE ŞEKERİ VE

TÜRK LOKUMU

İki tarafın da memnun kalarak birbirlerine şeker ikram ettiği törene “akid” denmiş, daha sonra da ikram edilen şekere “akide şekeri” adı verilmiştir. Nermin TAYLAN

Yeniçeri Ocağı’nda bulunan askerlere her üç ayda bir ulufe yani maaşları verilirdi. Ulufe dağıtılacağı gün Divân-ı Hümâyûn toplanır sadrazam umerâ, vüzera ve devletin ileri gelenleri kubbe altında bulunur, padişah da tahtına oturarak, ulufe dağıtım törenini seyredilirdi. Ulufe dağıtım işi gerçekleştikten sonra saray avlusunda çorba, zerde ve pilavdan oluşan bir yemek verilir ve bu tören içerisinde bir de akide merasimi gerçekleşirdi. Merasim, Kapıkulu askerlerinin aldıkları aylıktan ve yedikleri yemekten hoşnut kaldıklarını gösteren bir törenden ibaretti. Yeniçerilerin maaşlarını almalarının akabinde gerçekleşen bu törenin asıl manası, aldıklarından memnun oldukları ve ayaklanmaya herhangi bir sebep olmadığı manası taşımaktaydı. İki tarafın da memnun kalarak birbirlerine şeker ikram ettiği törene “akid” denmiş, daha sonra da ikram edilen şekere “akide şekeri” adı verilmiştir. Osmanlı sarayında gerçekleşen bu törendeki derin mana dolayısıyla payitahta yaşayan Osmanlı tebası akide şekerini güvenliğin ve huzurun simgesi olarak görmüşlerdir. Osmanlı ülkesinde güvenin sembolü olarak görülen akide şekeri Osmanlı sarayında uzun yıllar bu şekilde ikram edilmiştir. Daha sonraki yıllarda da bizzat padişahın isteği üzerine biraz yumuşatılması istenmiş ve dünyaya Türk Lokumu diye ün salan lokum, 18.yy son çeyreğinde Osmanlı sarayında ilk kez üretilmiştir. TÜRK LOKUMUNUN ORTAYA ÇIKIŞ HİKÂYESİ;

smanlı’da şeker mi vardı diye sual edenler, belli ki Nam-ı değer Türk Lokumunu ömürlerinde hiç görmemişler. Öyle ise bu görmemişlere bir tarihçi olarak Osmanlı’da Akide Şekeri ve Türk Lokumu en anlaşılır şekilde anlatmak vazifemizdir. Akide şekerinin dünyada tek üretildiği yer Türkiye’dir. Dillere destan bu şekerin ilk üretimi ise Osmanlı döneminde gerçekleşmiştir. Akide kelimesi; sözleşmek, bağlanmak, birbirinden ayrılmamak, yapışmak manasındadır.

Sultan I. Abdülhamid dönemimde Topkapı Sarayı’nda bir gün sadrazam ve yeniçeri arasında merasimin gerçekleşmesinin ardından dağıtılan akide şekeri oldukça sert olduğundan yenirken padişahın boğazını biraz yorar. Padişah sadrazamı huzura çağırarak “bu şekerin birazdaha yumuşak olmasını ve boğazdan geçerken boğazı yormak yerine rahatlatması gerektiğini” söyler. Sultan’ın yumuşak şekerleme isteği üzerine bir yarışma açılır. Neticesi açılırken belirlenmiş bu yarışmada Muhittin Hacı Bekir isimli saray helvacısı birinci olur. Muhittin Hacı Bekir’in lokumu padişah tarafından oldukça beğenilir, zamanla bu lokum İstanbul’a sonra da tüm Osmanlı ülkesine yayılır. Osmanlı zamanında ilk başlarda günümüz Türkçesi ile boğazı rahatlatan anlamına gelen "rahat ul-hulküm" şeklinde adlandırılırken sonraları "rahat lokum" en sonunda da modern Türkçe'deki "lokum" adını almıştır. 18. yy da bir İngiliz seyyah tarafından İngiltere’ye götürülür ve ”Turkish Delight” olarak tanıtılır. İlk başlarda bal ve/veya pekmez ile kıvam verici olarak undan yararlanılarak üretilmişse de 18. yüzyıl ortalarına doğru Osmanlı Devleti’nin bir kararnameyle ülkeye rafine şeker girişini sağlamasıyla pekmez ve bal yerine şeker kullanılarak üretilmeğe başlanmıştır. 41


ERZURUM’DA

HAMAM KÜLTÜRÜ Erzurum’da, ya yerin altından çıkan sularla yıkanılan ya da dağdan gelen sularla yıkanılan iki tür hamam vardır. Yer suyu, Sözgelimi Kırkçeşme ve Hanım hamamlarında yer suyu ile yıkanılırken, Şeyhler vs. gibi hamamlarda dağ sularıyla yıkanılır. Ömer ÖZDEN*

ürk kültürü, temizliğe çok önem veren bir yapıya sahiptir. Temizliğin imandan kaynaklandığını kabul eden Türk-İslam medeniyetinde ecdadımız, oturacağı her semte camiyle birlikte hamam da yaptırmıştır. Erzurum da bu anlamda hamamlarının çokluğuyla tanınmaktadır. Ev temizliğini olduğu kadar, beden temizliğini de önemseyen Erzurumluların, en çok uğradıkları yerler arasında hamamlar vardır. Eski Erzurum mahallelerinde caminin yanında veya yakınında mutlaka hamam da inşa edilmiştir. Bu eski mahallelerin çoğu, birbirlerine çok yakın, hatta iç içe olduklarından dolayı bazı mahallelerin sakinleri, komşu mahallenin hamamına da giderlerdi.

*T.C.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//42// ocak

42

Erzurum’da, ya yerin altından çıkan sularla yıkanılan ya da dağdan gelen sularla yıkanılan iki tür hamam vardır. Yer suyu, Sözgelimi Kırkçeşme ve Hanım hamamlarında yer suyu ile yıkanılırken, Şeyhler vs. gibi hamamlarda dağ sularıyla yıkanılır. Hamamların suları, yıkanılan bölümün altında yer alan külhan veya cehennemlik olarak da adlandırılan ocaklar ya da ateş odasında yakılan yakacakla ısıtılır. Bu külhanlarında eskiden cil denilen bir tür ot yakılarak ısıtılırmış. Cil, Karasu nehrinin kenarında hüda-yi nabit (kendiliğinden) bir şekilde yetişen sazlıktan elde edilirmiş ve Erzurum hamam külhanlarının yegâne yakıtıymış. Ben o yıllara tam yetiştiğimi söyleyemem ama bulunduğumuz mahalledeki Şeyhler hamamında cil yakıldığını hayal meyal hatırlar gibiyim. Fakat bu durumu asıl büyüklerimin anlatılarından duyduğumu çok iyi hatırlıyorum. Çok eski zamanlardan beri Karasu’yun kenarları yaz boyu cil ile dolup taşarmış. Tabii bu durum, yörenin bir kuş cenneti olmasını da sağlarmış. İşte burada yetişen ciller, iyice büyüyüp de biçilecek vaziyete gelince, nehrin yakınlarındaki köylüler tarafından biçilip desteler halinde develere yüklenip şehre getirilerek fırınlara ve hamamlara satılırmış. Bu kuru ciller, hiçbir şekilde hava kirliliği de yapmadığı için şehirde tertemiz bir hava olurmuş. Karasu kenarındaki geniş sulak arazi, giderek bataklığa dönüştüğü ve sivrisinekler çoğaldığı için şehirde sıtma hastalığı yaygınlaşmış. Annemin, yaklaşık yedi yıl sıtma tedavisi gördüğünü çocukluğum boyunca dinlemişimdir. Bir salgın halini alan sıtma hastalığının önüne geçilmesi amacıyla bu sazlık, drenaj kanalları vasıtasıyla kurutulmuş. Dolayısıyla Karasu civarı bir kuş cenneti olmaktan çıkmış. Bu durum, şehrin fırınlarıyla hamamlarının yakıtı ve civar köylülerin geçim kaynağı olan cil üretimini de ortadan kaldırmış. 1940’lı yıllar ve sonrasında hamam ve fırınlarda odun ve kömür yanmaya başlamasıyla birlikte yavaş yavaş şehrimizin o temiz havası da ortadan kalkmış. Özellikle seksenli yıllarla başlayan hava kirliliği, iki binli yılların başladığı zamanlarda şehrimize doğal gazın getirilmesiyle bir nebze azaldıysa da gazın pahalı oluşu, çoğu kimsenin tekrar kömür yakmağa başlamasıyla yeniden had safhaya ulaştı. Şimdilerde fırınların bir kısmında doğal gaz kullanılıyor ama sanıyorum ki hamamların ısıtması yine odun ve kömürle sağlanıyor. Hava kirliliği derdimize de değindikten sonra tekrar hamamlara dönelim.


Erzurum hamamlarından bazıları sadece erkeklere, bazıları da sırf hanımlara hizmet verir. Fuadiye hamamı ve Küçük hamam gibi bazı hamamlar sadece erkeklerin gittiği hamamlarken; Hanım hamamı, Saray hamamı gibi bazıları sırf hanımlara açıktı. Bazıları da sabahtan öğleye kadar erkeklere, öğleden itibaren de hanımlara tahsis edilirdi. Mesela Şeyhler hamamına, sabah namazından öğleye kadar erkekler; bir saat kapalı tutulup temizlik yapıldıktan sonra akşama kadar da hanımlar giderdi. Kırkçeşme hamamları iki kısımdı ve halen de öyledir. Yan yana yapılmış bu iki hamamdan üst tarafta olanında sürekli erkekler, alt tarafta olanında ise devamlı kadınlar yıkanır. Çocukluk yıllarımda ve öncesinde, günümüzde olduğu gibi evlerde banyo bulunmadığından dolayı, beden temizliği hamamlarda yapılırdı. Evlerin odalarında kerhiz adı verilen bir yıkanma yeri bulunurdu. Aslında kerhiz, bugünkü ebeveyn banyosu gibiydi. Su, tandırda, sobada ya da maltızda ısıtılarak kovayla kerhize getirilirdi. Çünkü evlerin çoğunda musluktan akan su yoktu. Bizim kuşaktan daha öncekilerde ise bütün evlerin suyu, mahallenin çeşmesinden temin edilirmiş. Varlıklı aileler, sularını sakalara getirtip evdeki büyük su kurunlarına doldurtur ve gün boyunca bu su kullanılırdı. Suyun teminindeki zorluğundan dolayı haftalık beden temizliği hamamlarda yapılırdı. Özellikle de hanımların hamama gidişleri, tam anlamıyla bir tören havasında olurdu. Hanımların hamama gidişleri ve hamamdaki kurnalarda oturma yerleri, statülerine göre olurdu. Toplumdaki yeri üst düzeyde olup evleri hamama uzak olanlar, hamama fayton tutarak giderlerdi. Bu hanımların hamamlardaki kurnaları bile isme tahsisli olurdu. Bundan ailenin diğer fertleri de istifade ederdi. Sözgelimi Şeyhler hamamının sıcaklık kısmına girişte sol taraftaki açık ve geniş kemerin iç tarafındaki kurna, babamın büyük halası Yıldız Paşa’ya aitti. Erzurum’da asalet sahibi ailelerin hanımlarına, hatta bazen erkeklerine de ‘paşa’ unvanı verilirdi. Yeni adı Ortabahçe olan Cinis, Erzurum’un en tanınmış köylerinden olup, Cinis Beylerinin hanımlarına köyde olduğu gibi şehirde de ‘paşa’ denilir ve saygı gösterilirdi. Rahmetli halam Nuriye Paşa ve bizim aile de Şeyhler hamamının müdavimleriydi. Gittiklerinde de 19. yüzyılın sonlarıyla 20. asrın başlarında yaşamış olan Yıldız Paşa’nın kurnasında yıkanırlardı. Böyle tahsisli kurnalara, kurna sahiplerinden

başkası oturmazdı; sadece kurna sahibiyle birlikte gelenler veya kurna sahibinin davet ettiği kimseler oturup yıkanabilirdi. Hamama gidilecek gün, evde sıkı bir temizlik yapılır; belki çabuk hazırlanmasından dolayı bulgurdan yapılan, içerisine kemikli et konulan ‘şile’ pişirilir, fakat yapılış nedeni kolaylığına değil, şile yemeğinin, keseleme sırasında kiri çabuk çıkardığına dayandırılırdı. Yemekten önce evin küçük çocuklarından biriyle kadama bohça hamama gönderilir ve kadın hamamlarının görevlisi olan natıra teslim edilirdi. Natır, bu bohçayı her zamanki yerine götürüp hamam halısını veya süseniyi (süseni, hamam halısı yerine geçen daha kullanışlı bir örtü) çıkarıp serer, sonra da hamam tasının içerisindeki kese, lif, sabun gibi malzemeleri götürüp kurnaya koyardı. Tas konulan kurnaya başkası izinsiz oturamazdı. Ben, hamama annemin kadama bohçasını çok götürmüşümdür. O günlerden, bir bohçe götürüş hatırası, hafızamdaki tazeliğini hâlâ korumaktadır. Karların hızla eridiği bahar aylarından birindeydik. Öğlen saatlerinde bohçayı hazırladı ve hamama götürmem üzere kucağıma yükledi. Evden ayrıldıktan bir müddet sonra ayağım kaydı ve annemin çok sevip değer verdiği kadama bohçayla birlikte bir çamur deryasının içerisine düştüm. Üstüm başım, bohça ve içindekiler çamura bölendi. Çaresiz bohçayı alıp evin yolunu tuttum. Anacığım bir anda ne yapacağını şaşırdı. Beni içeri alıp üstümü değiştirdi, başka bir bohçaya yeniden hazırlık yapıp tekrar gönderdi; ama derhal yıkanıp kurumaya bırakılan o kadama bohça, maalesef o eski estetiğini kaybetti. Bununla birlikte o bohça, halen evimizde bulunmakta ve tezyinî amaçla kullanılmaktadır. Hanımların hamam malzemeleri, peştamal, nalın -tabii ki bu nalın gümüşten olur-, fildişi veya kemik tarak, gümüş tas, çocukların eğlenerek yıkanmalarını temin etmek için orta noktasına monte edilmiş balıklı tas, kese, lif ve sabundan ibaretti. Peştemalsız olarak hamama gitmek, ayıp sayılırdı. Bohçada gönderilen diğer malzeme ise, hamamdan çıktıktan sonra giyilecek olan temiz çamaşırlar ve elbiselerdi. Bu malzemeler arasında Keşan peştemalı kadar, fildişi tarak da önemli bir statü aracıydı. Çünkü herkesin bohçasında fildişi tarak olmazdı. Zaman zaman fildişi tarağın dişlerinin kırıldığı olurdu. O zaman evin beyi, bu tarağı alıp tarakçıya götürür yeni diş açtırırdı. Eğer diş açtıracak yeri kalmamışsa, o zaman yeni bir 43


fildişi tarak almanın peşine düşülürdü ki bu o kadar kolay olmazdı. Şimdilerde ise zaten fildişi tarak kalmadı. Günümüzde artık bütün bu tarakların yerini plastik taraklar almış durumda. Erkek çocukları, dört-beş, bilemediniz en fazla altı-yedi yaşlarına kadar anneleriyle hamama gidebilirlerdi. Eğer iri yapılı bir çocuksa daha erken yaşta kadın hamamına gidişine mani olunurdu. Yedi-sekiz yaşına gelmiş bir çocuğu annesi hamama götürdüğünde hanımlar itiraz ederler, ‘bari babasını da getirseydin!’ şeklinde alaycı bir tavır sergilediklerinde çocuk bir daha götürülemezdi. Dışarının soğuğu, hamamda unutulur ve insan iliklerine kadar ısınırdı. İşte böyle bir kış gününde hamamda yıkanan bir kadına “kocan dağda donmuş!” diye bir haber getirmişler. Kadın oralıklı bile olmaksızın “torpah başına biz burda yanirıh, o dağda donir!” (biz burda yanarken o dağda donuyor) demiş. Bu fıkrada görüldü üzere Erzurum gibi soğuk memleketlerde hamam oldukça önemli bir mekândır. Kadınlar hamamdan çıkar çıkmaz vakit kaybetmeksizin eve gelirler. Çünkü kadın hamamlarında çay bulunmaz. Kış aylarında bulunuluyorsa ve evde biri varsa, önceden sobanın üzerine çayı koyup demlemiştir bile. Ama evde biri yoksa da dert değildir. Yanan sobanın üzerinde kaynayan soba kazanından çaydanlığa aktarılan suyla derhal çay demlenir ve hamamın keyfine evde devam edilir. Hamamda atılan terden başka bir de evde ter atılarak vücuda girmiş soğuktan tamamen kurtulunur. Ama çay keyfinden önce yapılması gereken bir şey daha vardır ki o da hamamdan gelen hanımlar ve çocuklar, evdeki büyüklerin ellerini öperler. Eli öpülen evin büyükleri, elini öpene “saatler olsun! (aslı sıhhatler olsun!), güle güle kirlen!” der ve böylece gelecek hamama kadarki tören tamamlanmış olur. Hamam, önemli bir kültür olduğu için, nişanlanan genç kıza erkek tarafından gönderilen ilk hediyeler arasında ‘hamam takımı’ bulunur. Mevsimine göre kasalarla taze meyveler de alınarak, çocuklukla gençlik arasındaki bir delikanlı ile kız evine gönderilir. Hamam takımını getiren, içeri davet edilip ikramda bulunulduktan sonra, ayrılırken hatırı sayılır bir bahşiş de verilerek uğurlanır. Hamam takımı gönderildikten sonra kız tarafı, hısım akraba ve komşularının ve erkek tarafının hanımlarını hamama davet eder. Böylece kız ve erkek tarafı, birbiriyle daha bir kaynaşmış olur. sayı//42// ocak

44

Aslında kadın hamamları, iyi bir kız beğenme yeridir de. Evlendirecek delikanlısı bulunan hanımlar, hamamda görüp beğendikleri kızların, büyüklerine karşı davranışlarını, küçüklerine tavırlarını gözlem altına alırlar ve beğendikleri takdirde ilerleyen günlerde sorup soruşturduktan sonra uygun görüldüyse istemeye giderler. Hamamlarda yeni gelinler ve genç kızlar, ailenin büyüklerini ve küçüklerini yıkamakla adeta gizli bir şekilde görevlendirilmiş gibidirler. Ne kadar iyi yıkarlarsa o kadar hamarat sayılırlar ve göze girerler. Bu işleri iyi yapamıyorlarsa gözden düşerler. Benzer bir hamam merasimi de düğünden bir veya iki gün önce ‘gelin hamamı’ adıyla yapılır. Gelin hamamına yukarıda yazdığımız hamam takımı artık gönderilmez ama gelin hamamının masrafları da yine erkek tarafınca karşılanır. Kadınların hamamla ilgili gelenekleri oldukça çeşitlidir. Bunlardan biri de doğumdan kırk gün sonra gerçekleştirilen ‘kırk hamamı’dır. Doğumun üzerinden yirmi gün geçmesine ‘yarı kırk’, kırk gün geçmesine ‘kırkı çıkmak’ denilir. Yarı kırk çıkınca, hamama gidilmez, evde yıkanılır. Yıkanma suyunun içine Kulhuvallah (İhlas) okunmuş yirmi arpa veya çakıl parçası atılarak yıkanılır. Asıl temizlenme ve yıkanma kırk çıkınca olur ve kırk çıkarma, tam bir törene dönüşür. Kırk çıkınca önce ev iyice temizlenir, annenin yattığı tüm yatak yorgan hepsi yıkanır; sonra hamama gidilir. Hamamdaki bir kurna, bebek ve annesi için özel olarak ayrılır, iyice temizlendikten sonra içi su doldurulur. Su dolu kurnaya, üzerlerine Kulhuvallah okunmuş kırk arpa veya buğday ile bir de altın atılır. Bebeğin ebesi, annesini ve bebeği okunmuş suyla yıkar ve kurnanın dibindeki altını alır; bu onun bahşişi olur. Yıkanma evde olursa, bir teşt içerisinde yıkanılır ve kirli su, temiz bir yere dökülür. Kadınların uyguladıkları hamama gitme çeşitlerinden biri de ‘yas hamamı’dır. Evde birisi öldüğünde, birinci derece yakınlarının yaklaşık on beş-yirmi gün boyunca hamama gitmesi ayıplandığı için hamama gidilmez. Bu nedenle ölen kişinin birinci derece yakınlarını yastan çıkarmak için yirmi gün kadar sonra ikinci dereceden yakınları hamama davet ederler. Böylece yastan çıkılmış olur. Erkeklerin hamama gidişleri, kadınlarınki gibi tantanalı olmaz. Bir kere hamama bohça göndermek gibi bir adet, erkeklerde yoktur. Erkekler de yaz aylarında çok fazla hamama gitmezler, ama kışın haftada birkaç gün hamama


gidenler bile olur. Erkek hamamlarında kadın hamamlarındaki gibi suların belli bir vakitte akıtılıp kesilmesi söz konusu değildir. Bunun nedeni, zannederim erkeklerin, suyu daha iktisatlı kullanmalarından kaynaklanıyor olsa gerek. Erkek hamamları, sabah namazından itibaren açıktır. Kimileri sabahı, kimileri hafta sonunu, kimileri de akşam hamamını tercih ederler. Genç delikanlılar, kendi arkadaş çevreleriyle giderken, küçük çocuklar, babaları, amcaları, dayılarıyla hamama giderler. Babalar, hafta sonlarında çocuklarını, yeğenlerini, kardeşlerini de alarak kalabalık bir şekilde gitmeyi tercih ederler, çünkü hamama ne kadar kalabalık gidilirse o kadar keyifli ve neşeli olur. Özellikle küçük çocukların hamamdaki eğlenmeleri görülmeye değerdir. Kendi çocukluğuma dair hamamla ilgili fazla bir şey hatırlayamıyorum, ama oğlum Melih’le birlikte hamama gidişlerimiz çok güzel olurdu. O zamanlar babam da henüz orta yaşlarda olduğu için onsuz gitmezdik. Canım Babam, torununu güzel güzel yıkar, hamamın sıcaklığından ürkmesin diye de çeşitli oyunlar oynatırdı. Aklıma gelen oyunlar arasında, içerisine sabunlu su konulan hamam tasının üzerine peştemalın bir bölümünün gerilerek kenarından üflenmesiyle oluşturulan baloncuklar çıkarmak bulunuyor. Bu, çocukların hamamın sıcaklığından sıkılmalarını önlemek için, güzel bir hamam eğlencesiydi. Bir diğeri, elleri sabunlayıp baş parmak ile işaret parmağını birleştirip hafice üfleyerek balon yapılmasıydı. Buna küçüklüğümde ben de çok meraklıydım, sonradan oğlumda da aynı merakı gördüm. En büyük balonu yapma yarışına tutuşurduk. Sonra bu balonu uçurup patlatmaksızın havadayken avuçlarımızın arasına almayı denerdik. Erkekler, kışın o soğuk günlerinde hamama bakır bakraçlarla lahana turşusu, çortutu yani şalgam turşusu gibi turşular götürürlerdi. Hamam göbeğinde terlerken turşular yenir. Bazen de mevsimine göre meyve götürülürdü. Erkek hamamlarında keseleme yapanlara tellak yerine Erzurum’da ‘tellek’ denir. Tellakların daimi müşterileri vardır. Bu daimi müşterilerine özel bir itina gösteren tellaklar, hamamın sıcaklık bölümüne çay ve meşrubat bile getirirler. Yıkanma bittikten sonra sıcak bölümden dinlenme yerine geçilir ve burada havlulara sarılan müşteriler, dinlenirken sıcak çay içerek ikinci kez ter atar ve tam anlamıyla dinlenmiş ve rahatlamış olurlar. Ter

soğuduktan sonra hesap ödenirken bahşişler de dağıtılır ve ertesi hamamın ne zaman olacağı hesabı yapılmaya başlanır. Erkeklerin peştamal ve havluları, gidilen hamama aittir. Bu peştamal ve havlular, yaz aylarında hamamın kubbesinin kenarlarındaki çamaşır iplerine serilerek kurutulurken kış aylarında kurutma işlemi, hamamın giyinme bölümüne kurulan sobanın etrafındaki ahşaptan yapılmış kafes tarzı çamaşırlıkta gerçekleştirilir. Kadınların törensel hamam gelenekleri daha çok olmakla birlikte erkeklerde de törensel anlamda hamam gelenekleri vardır. Bunlardan biri güveğinin evlenmesi öncesinde hamama götürülmesidir. Düğünden bir gün önce veya düğün günü sabahı sağdıç, güveğiyi ve arkadaşlarını alıp önce berbere götürerek güveği tıraşı yaptırır, sonra da hep birlikte hamama giderler. Bunun güveyi hamamı olduğu bilindiği için hamam çalışanları da bundan nasiplenir ve bol bahşiş alırlar. Erkeklerdeki bir başka törensel hamam, sünnet olacak çocukların hamama götürülmesidir. Çocuğun sünnetinin daha kolay olması amacıyla kirvesi tarafından düzenlenen bu hamamda sünnet olacak çocuklar, özenle yıkanır ve eğlenmeleri sağlanır. Günümüzde hamam kültürü giderek unutulmaya yüz tuttu. Bunun en önemli nedeni, her evde banyonun bulunmasıdır. Yıkanma işi evlere aktarılınca, hamama olan ihtiyaç da zamanla azaldı ve artık çoğu kişi hamama hiç gitmediğinden hamam kültüründen habersiz yaşamakta. Bu işlev azalması, şehrimizdeki tarihi hamamlardan bir kısmının maalesef, çalışamaz hale gelmesine sebep oldu. Bunlardan bazıları, dış görünüşü muhafaza edilmek kaydıyla restore edilerek başka bir gayeye göre şekillendirildiler. Sözgelimi Yoncalık mahallesindeki Askeriye hamamı, yapılan düzenleme ve tadilatla Erzurumlu Emrah Müze-Kütüphanesi adıyla kütüphaneye dönüştürüldü. Şeyhler hamamı, bakımsızlıktan yıkılmaya yüz tutmuşken, Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından onarılıp düzenlemeler yapılarak Yazma Eserler Müzesi’ne dönüştürüldü. Bazı hamamlar ise tadilattan geçirilip yenilenerek çalıştırılmaya devam etmektedir. Her ne kadar evlerde yıkanma yaygınlaşmış olsa da hamam sefasının yerini tutmadığı da bir hakikat olarak karşımızda durmaktadır. Bu bakımdan benim gibi geleneklerine bağlı olanlar, hamama gitme geleneğini devam ettirmeye çalışmaktadırlar. 45


BURASI DÜNYA, CENNET DEĞİL Hayat; öğrenmek isteyene, görmek isteyene, bilmek isteyene, fark etmek isteyene, fark ettirmek isteyene, fark edilmek isteyene, fark ortaya koymak isteyene en büyük öğretmendir. Hayat döne döne, evire çevire insana öğretir lakin farkında bile olmaz insan. Recep GARİP

ldum olası dünyaya gelişimden dolayı işkilleniyorum. Buradaki işkillenmek sorguya muhatap kılınmış olmaktan gelen bir tedirginliğe işaret ediyor. Durup dururken kişi sorgunun tamda ortasına düşmüş gibi geliyor bana. Nedensiz, niçinsiz, mekânsız, mesnetsiz, menşeysiz, meşrepsiz, menfezsiz, mektepsiz durumdayken birdenbire her şey değişiyor ve olan bitenden sorguya çekiliyorsunuz. İşte ben buna işkilleniyorum. Bir de vurdumduymazlık, aymazlık, haşarılık, bilmemezlik, umursamazlık gibi hususlar var ki böylesine bir takılma eyleminde dahi size takılanlar olacaktır. Aslında her takılan biraz da kendisine takılmaktadır dense bile birileriyle olan ünsiyet gereği sorgu genişliyor. Demek oluyor ki her hâlükârda sorgunun da çetrefilli bir şey olduğunda şüphe yok. Aslında dokunsak bir dert dokunmasak bin dert. Ona benzer dünyanın hali. Dünya halini geçici kabul edenlerle-etmeyenler arasında sürüp giden bir aymazlık olsa da, sürgünde oluşun faturası Adem ve Havva’ya biçilmektedir. Böylelikle aymazlarda bulununca keyfin hali dünya halidir. Sürgün oluş dünyanın müsebbibidir ki buna bağlı olarak var oluşun çetelesi tutulur, metresi hesap edilir, kilometresi ömre konulur. Burada şöyle demek doğru geliyor bana; kırmızıda dur, sarıda hazır ol, yeşilde geç. Kısaca mesele budur. Dolanıp duruyorsun evin içinde başım dönüyor diye çıkışıyor anne evladına. Evladım dönüp durma. Otur şuraya. Ayaklarını kır ve otur. Başım döndü sabah beri. Bu betimleme yolu da bize dönmekte olan bir dünyanın varlığına götürüyor. Çocuklar artık sapanı-sapan taşını bilmiyorlar. Fırıldak nedir, fırıldaklık nedir bilmiyorlar desem de fırıldaklık o kadar revaçta ki bilmemelerine imkân yoktur. Ülkemdeki çocukların oyunları değişse de değişmeyen gerçeklikler de var. Örneğin Filistinli Çocuklar İsrailli askerlerin otomatik silahları karşısında ya elleriyle ya da sapan taşlarıyla taş atıyorlar. Bunu bildim bile izlerken her defasında bir Filistinli çocuk olarak ölüyorum. Örneğin Türkistan’da öldürülen çocuklar, Kırımda, Bosna’da, Suriye’de öldürülen, sürgün edilenler… Sürgüne gönderilen insanın, sürgünde yaşadıkları ile kamplarda yaşayanlarla bir de

sayı//42// ocak

46


zindanda ömürlerini kaybedenler var. Bunlar ve benzeri olayların her birisinin sürgünden işaretler taşıdığında kuşku yok. Bütün olaylar aslında dünyanın debdebesine, alacasına, aldatıcı iksirine, cilvesine aldanmadan hayatı anlamlı hale dönüştürmektir. Çaba, iyi insan olma, doğru kişi olma, adalet sahibi olma, vefalı olma gibi hassasiyetleri de beraberinde taşımaktır. Sürgün aklı başımıza devşirmek için verilmiştir. Zindan, suçun zararlı olduğuna dikkatleri çekmekten ibaret olduğunun çoğunluk tarafından anlaşılmasına yöneliktir. Aslında zindan iki türlüdür biri içte diğeri dışta yaşanan. İç zindan daha ağırdır, imtihanı zordur lakin dıştaki ise kabukta olandır. Mesele her iki zindanı da hissederek uzak durmanın yolu idraktir. Sürgün geldiğin yerden uzak kalmaktır. Doğuştan elde edilenleri kaybetmek, en yakınlarından en uzaktakilere değin uzaklaşma mecburiyeti, yerden, yurttan, vatandan, ülkeden uzak kalışın adıdır sürgün. Sevdiğinden, sevdiklerinden uzakta kalmaktır gurbet. Uzun uzadıya çekip gitmek, bir daha dönmemek üzere yola koyulmak, esir düşmektir sürgün. Hayat döne döne, evire çevire insana öğretir lakin farkında bile olmaz insan. İnsanın bu yönü gaflete işaret eder. Hayatın öğretilerinden yararlanabilenler gafletten uzak kalabilenlerdir. Hayat öylesine insanı sarıp sarmalar ki oyalandıkça oyalanır, vaktin nasıl eriyip gittiğinin bile farkına varamazsınız. Oysa hayat, dengede durmanın da adıdır. Dengeli yaşamanın, dengeli bakabilmenin, ortadan çözümler bulabilmenin, orta yolu takip edebilmenin adıdır aslında. Baktığımız, gördüğümüz, gözlerimizin dokunduğu ne varsa her birisinden bizde bir iz vardır bizim de bıraktığımız izler vardır. Yürürken sağa sola bakma derdi babam. Başın önüne eğik olsun, ayakuçlarına bakmaya çalış doğrusu bu derdi. Nedendi böyle bir nasihat? Uslu olunmalıymış, insanın uslanabilmesi için usu kullanmalıymış meğerse. Us dediğimiz cevherin kadrini kıymetini bilemez isek hayatı çarçur edermişiz. Ne çok izleri var insanın. Ne çok izleyeni var. Farkında mısın deminden beri beni takip ediyorlar? Bak şu geçen adam yan gözüyle bana baktı. Bakışından hiç hoşlanmadım. Fark etmeden ölüp gidiyor birileri ya eyvah diyorum, adam hayatın farkına bile varmadan ölüp gitti. Ne garip şey fark edememek,

edilmemek, öylece çekip gitmek? Adam diyor ki; senden uzakta hiç iyi değilim. Yaralarıma sen basıyordun. Oldukça ironik gelse de hiç fena değil bu söylem. İnsan insanın yaralarına basar mı? Bu basma eyleminde kast edilen mana hangi makamda yüzümüze, gözümüze, kulağımıza aksediyor? Aralıklarla geçitler yaptığımız bu dünya kahrolası bir dünyadır. Kesinlikle bu dünyada gördüğüm dilimin tutulur gibi olduğu manzaralar karşısında suphanallah dediğim vakitler yok değil. İşte cennet bu diye haykırışlarım sayısız. Böyle olsa bile bunların geçici olduğunu bildiğimden birden bire bu güzelliklerin gözümde pörsüdüğünü, yol olup gittiğini düşündüğümde hiç de yaşanılır bir yer değilsin be dünya diye serzenişlerimin de sayısı az değil. İşte gidiyoruz… Yol uzun. Yolun halini bilenimiz yok. Yolluğunuz var mı diye sorsanız nevaleleri tek tek önünüze koyarlar ki asıl yolluk bu değil ki? Ne var ki insanoğlu çok az düşünmektedir. İdrak edemediğimiz husus yolun bize ne kadar dayanacağıdır. Yol insana ne kadar dayanır cümlesini tersine çevirelim şöyle bir betimleme doğuyor; ömür biter yol bitmez. Diyeceksiniz ki şimdi hoppala nerden nereye doğru geldik? Bence dosdoğru gidiyoruz işte. Mesele zaten dosdoğru yol üzre olmaktır. Burası dünyadır ve asla yanıltıcı, kandırıcı, oyalayıcı, cilvelerinden, boyalarından, fısfıslarından, vesveselerinden arınmak, kurtulmak en doğru olanıdır. Bunlardan kurtulabilirseniz yolun size dayanacağından kuşku duymuyorum. Burası dünya cennet değil; her an değişen, her mevsim diğerine zıt, her gün diğerinden farklı, her yağmur bir öncekinden ayrı, her doğan güneşin ısısı diğerini tutmuyor, her baktığın insan, her içtiğin su, her yediğin ekmek, her yazdığın şiir, her okuduğun kitap, her dokunduğun el bin bir çeşitliliklerle karşımıza çıkıyor. Bütün bu değişimler kayboluşa işaret ediyor. Sahte bir yanı var hayranlıkla baktığımız eleğimsağmanın, denizin, çiçeğin ve aşkın. Dünya adım adım bitiyor hissini uyandırıyor bende. Testideki suyun bitişi gibi, gülün soluşu gibi, ömrün bitişi gibi. Cennet gibi bir mekânı bulduğunda insan asla ayrılmak istemez ya işte cennet ebed yurdudur ve asla bitmez. 47


u gibi aziz ol; hem su gibi tevazu sahibi, su gibi değerli. Çocukluğumdan bilirim. Sıcak yaz günlerinde kayısı bahçesinde Babam ’a su götürdüğümde, suyu besmeleyle iki yudumda içtikten sonra: “Su gibi aziz ol, ömrün uzun olsun evladım” derdi. Çok haşarı bir çocuk olmama rağmen bu sözü duyduktan sonra garip bir sükûnet çöküyordu üzerime, sanki ben serinliyordum.

ADELL AB-I HAYAT

ANADOLU SU MEDENİYETLERİ

KOLEKSİYONU / MÜZESİ “Bu güğümden su içene şifalar olsun. Eğer dahi Gayr-i Müslim içerse İslam’la müşerref olsun. Tarih 1266’dır. Cümle hakkında hayır olsun. Fetoğlu Hüseyin Ağa Tul-i ömrüyle muammer olsun.” Salih DOĞAN*

Gecen yıl bir toplantıda tanıştığım Recep Ali ve Dr. Ercan ve Ergun Topçu kardeşlerin bir müzeyi oluşturacak kadar büyük bir su kültürü koleksiyonuna sahip olduklarını hatta suya adanmış bir çift ömür olduğunu öğreniyorum. Müze, müzecilik, koleksiyon gibi konular gündeme gelince merak duygularım ister istemez artıyor. Kendilerine en kısa zamanda koleksiyonlarını görmek istediğimi söyledim. Sağ olsun Recep Bey; “Ne zaman isterseniz buyurun, bizi mutlu edersiniz.” diye açık uçlu bir davet yaptı Altı ay kadar e-mail yoluyla iletişimde kaldık. Kurum olarak katkı sağladıkları su kültürü ve hilye-i şerif sergilerinden haberdar oldum. İki gün önce dostlarımla ‘gelmek istediğimi’ yazınca (sağ olsun) büyük bir nezaketle davetini tekrarladı. Bir aksam üstü İkitelli Başakşehir’de bulunan ailenin sahibi olduğu Adell Armatür ve Vana Fabrikası A.Ş. genel müdürlüğündeki su kültürü müzesini gezmek üzere gittik. Recep Ali Bey bizi büyük bir nezaketle karşılayıp çay kahve ikramından sonra birlikte önce kısa bir armatür üretim aşamalarını gösterdikten sonra asıl müzeyi kuran, uzun yıllar boyunca koleksiyonu bir araya getiren diğer kardeşleri Dr. Ercan Bey’i odasında ziyaret ediyoruz. Ercan DAMLAYA DAMLAYA OLUŞAN BİR KOLEKSİYON

*İBB Panaroma 1453 Müzesi Müdürü

sayı//42// ocak

48

Bey, bir koleksiyon tutkunu ve yaptığı işten çok heyecan duyan hareketli biri. Ağabeyi olan Recep Bey daha sakin ve naif bir kişiliğe sahip. Birlikte müze katına geçiyoruz. Dr. Ercan Bey, heyecanla söze başladı: “Otuz yıl önce Anadolu Su Kültürü’ne ait bir objeyi satın alınmakla başladım. Bu iş bende bir tutkuya dönüştü. Başlangıçta her türlü tarihi eser toplarken sonraları üretimini yaptığımız endüstri koluyla da bağlantılı olarak sadece su ve su kültürüne odaklandık. Gördüğünüz gibi


Topçu Kardeşlerin bir hedefi var; Anadolu’muza ait bu kültürel mirasın Tarihi Yarımada’da bir mekânda müze olarak sergilenmesi

Adell olarak dünyada örneğine ender rastlanan bir muhteşem koleksiyon oluşturmayı başardık. Bugün Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyetleri Müzesi coğrafyamız tarihine ışık tutuyor. Suya dair Anadolu’nun kültürel mirasını geleceğe taşıyor. Yaptığım etkinliklerle, ziyaretlerle, konferanslarla insanımızı, gençlerimizi kadim su medeniyet değerlerimizle buluşturma gayreti içindeyiz. Böylelikle hem geçmişimize vefa borcumuzu ifa etmiş ve gelecek nesillerine de sürdürülebilir bir dünyanın vazgeçilmezi olan su emanetine el vermiş oluyoruz. ” Tarih boyunca bütün medeniyetlerde ve inançlar da su, “ab-ı hayat” kabul edilmiş aynı zamanda kutsanmıştır. Bütün inançlarda su arınmanın, temizlenmenin saflığın tazeliğin, bilgeliğin ve tevazünün sembolü olarak kabullenilmiştir. Posof’lu bir ailenin çocukları olan üç kardeş, tamamen amatör anlayışıyla ilk önce aile büyüklerinin özel eşyalarından koleksiyona başlamış, ailenin sosyal sorumluluk açısından yürüttüğü, dinamik ve sürekli gelişen bir projesi olmuş. Bir nevi kendi işletmelerinin ruhuna uygun olarak tematik su kültürü müzesi oluşturulmuşlar. KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN BİR HAZİNE

Sergi salonunun sağ tarafından devam ederek gezmeye başladığımız vitrinler içerisindeki sergilemenin yapıldığı 2000-2500 yıllık Roma döneminden başlayarak; Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri su kültürüne ait objeler sergileniyor. Çeşme tabloları, özellikle bakır su kapları, çok çeşitli metal su kapları, 49


dair duygusal bir yolculuğa çıkarmasıdır. Bu ortamda farkında olmadan eşyalarla duygusal bir iletişime giriyor insan. Bambaşka bir nostalji duygusu yaşıyorsunuz. Geçmişe dedelerimizin ninelerimizin yasadığı dönemlerde kullandığı ahşap sürahiler, ahşap mataralar, su kapları film gibi gözlerinizin önünden geçip giden hikmetli ve irfani neşe ile dolu bir hayat...“su gibi akıp geçti yıllar” yıllar öncesine götürdü bizleri. Bir deneyim yaşatıyor müze, “anı” duygusu oluşturuyor. Müze, bir anlamda modernizmin kıskacında olan ziyaretçilerinin bilinçaltındakilerle yüzleşmesini sağlamaktadır. ANADOLU İNSANIN ÜRETKENLİĞİNİ YANSITAN ESERLER

ibrikler, musluklar, maşrapalar, güğümler, şifa tasları, cam, ahşap, tekstil, deri fotoğraflar, gravürler, su belgelerinden oluşan birçok parçanın sergilendiği inanılmaz bir koleksiyon... Geçmişten günümüze “Su’ya dair her şeyi” kapsayan ve keşfedilmeyi bekleyen bir hazine olarak tanımlayacağımız koleksiyon bizi hayretler içerisinde bırakıyor. Doğrusu şu ki, tahminlerimin çok çok ötesinde bir durumla karşı karşıya kaldığımı hissediyorum. ESERLERE YANSIYAN VE TÜM CANLILARI KAPSAYAN BİR ŞEFKAT

Müzede bulunan zerafet abidesi bakır güğümlerin birinin üzerindeki yazı, aslında; kültürümüzün estetik anlayışımızın ve insana saygı bakımından her şeyi özetliyor: Hicri 1266 tarihinde Fetoğlu Hüseyin Ağa’ya gönderilen Bakır Güğüm üzerinde yazanlara bakalım: “Bu güğümden su içene şifalar olsun. Eğer dahi Gayr-i Müslim içerse İslam’la müşerref olsun. Tarih 1266’dır. Cümle hakkında hayır olsun. Fetoğlu Hüseyin Ağa Tul-i ömrüyle muammer olsun.” Tüm canlılara şefkatle bakan ecdadımız yolda yürürken karıncaları incitmemek için ayaklarına çıngırak bağlayarak yürür ve toplum içinde de “karınca incitmez efendi” olarak tanımlanırlardı. Birçok eser, bugün toplumda unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş durumdadır. Bu eserler bize geçmişten gelen zaman tanıkları olarak aslında gündelik yaşamdaki su’ya dair pek çok değeri taşımaktadır. Anadolu coğrafyamızda yaşayan sakinlerin suyla, su’dan yaratılmış canlarla olan iletişimi yansımız eserlerle gelen hikâyelere. Müzenin en önemli özelliği ise ziyaretçisini alıp geçmişe sayı//42// ocak

50

Koleksiyonda bulunan her bir eser Anadolu insanının üretkenliğini, su’ya, su’dan yaratılmış su kardeşlerimize, hayvanlara, ağaçlara velhasıl tüm yaratılmışlara hürmet duygusunu anlatan, kendine dair bir hikâyesi bir kullanım kültürü ve bir ritüeli mevcut olduğunu gösteren bir hakikattir. İbriklerin yönü kıbleyi göstermelidir, abdest alınacak musluk kıble yönünde olmalı, geline su dolu testi kırdırılır, giden yolcuların arkasından su serpilir... Bütün bunlar medeniyetimizin inanç ve bilgeliğine dair yaşam biçimlerindeki kültürel kodlarıdır. Medeniyetimiz suyu hayatın merkezine koymuştur. Çünkü o insanın; “Sevgi ile anne rahmine düşmüş bir damla suyun serüvenidir, doğum ile ölüm arasındaki yolculuğu özetliyor.“ Sonra, eski kasaba köy ve mahallelerde, sokakların başında, yolların buluştuğu noktada, insanımızın geçmiş tarihindeki çeşmelerimiz bir ressama özel siparişle yaptırılmış yağlı boya tablolar muhteşem. Su küpleri Roma’dan başlayıp cam damacanalara kadar suyun ev ortamında muhafazası için kullanılan eserler... Çeşme alınlıkları, sokak tabelaları, seramik kaplar kupalar, hamam tasları, havlu takımları, takunyalar, banyo, mutfak, musluk ve armatürleri, sabunlar, kurnalar eski hamam takımlarına varıncaya kadar bütün objelerle bir illiyet bağı kuruyoruz. İster istemez onları zihnimizde bir obje olmanın ötesine taşıyoruz adeta. Çünkü onlarla, geçmişinize dair farklı farklı anlamlar yükleyip bütünleşiyorsunuz. Topçu Kardeşlerin bir hedefi var; Anadolu’muza ait bu kültürel mirasın Tarihi Yarımada’da bir mekânda müze olarak sergilenmesi ve daha çok ziyaretçiye özelliklede yabancılara ve tüm dünya insanlığına tanıtılması. Çünkü onlar mükemmel su medeniyet değerlerimizin tüm


insanlığın sevgiyle, buluşması, bütünleşmesi, tüm dünyanın içinde yaşayan tüm canlılarla, yaratılmışlarla huzura ermesinde önemli bir vesile yapılabileceğine inanıyorlar. Tüm insanların, canlıların en büyük ortak değeri olan su’yun etrafında kucaklaşabilir, buluşabiliriz. Bizce de çok yerinde bir amaç, çünkü mevcut mekan turistik destinasyona çok uzak bir yerde bulunuyor. STK’LAR, MERKEZİ VE YEREL YÖNETİMLER İŞBİRLİĞİ İLE YAKALANAN SİNERJİ

Zaman zaman bazı sergilere eser verdiklerini belirten Dr. Ercan Bey özellikle eserlerin de kayıtlı olduğu Türk İslam Eserleri Müzesi’nde 2010 Yılı’nda İstanbul’un “Kültür Başkenti” olduğu sırada “Ab-ı Hayat” isimli önemli bir sergi gerçekleştirmişler. TC. Kültür Bakanlığı, TC. Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, TC Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile birlikte programlara, etkinliklere imza atmışlar. Sonrasında ise 2011 yılında “Su Kültürü ve Musluklar”, ”Türk Yıkanma Kültürü-Hamam, Suyun Yarenleri”, ”Kaynaktan Damacanaya” isimli sergiler açıldığını öğreniyoruz. Adell Ab-ı Hayat Su Medeniyetleri Koleksiyonu’yla henüz Avrupa’da 200 yıllık bile bir geçmişi olmayan su kültürü, bizde derin bir geçmişe dayanmaktadır. Köklü su kültürümüz ve medeniyetimizin bu kültüre dair geçirdiği merhalelerin anlatıldığı gerek evlerimizde gerekse toplumsal alanlarda suyun kullanımına dair her şeyin çok çeşitli obje ve eserlerle oluşturulan bu mekan mutlak görülmeye değerdir. İstanbul’un marka

değerine kesinlikle katkı sağlayacak düzeyde bir koleksiyon. Su kültürümüze dair bu mirasın ülkemiz insanı başta olmak üzere yabancı ziyaretçiler ve dünya vatandaşlarına erişilebilir kılmak milli ve manevi bir sorumluluktur diye düşünüyorum. Bu ve benzeri çalışmaların sayısının artması, tüm iş adamlarımıza, sanayicilerimize rol model ve feyiz kaynağı olmasını, her birinin kültür ve sanata verecekleri el ile ülkemizin özlediğimiz refah seviyesini çok daha kısa sürede yakalayacağına inanıyorum. Bu duygularla “suya” ömrünü adayan Recep Ali ve Dr. Ercan ve Ergun Topçu kardeşlere güzel misafirperverliklerinden ötürü teşekkür ederek tekrar gelme sözüyle vedalaşıyoruz. Başak şehir İkitelli Organize sanayi bölgesinde Adell A.Ş. genel müdürlük binasında Ab-ı Hayat Anadolu Su Medeniyetleri Koleksiyonu / Müzesi hafta içi çalışma saatleri içerisinde ziyaret ücretsiz olarak edilebilir. Asıl adı Süleymanoğlu Mehmet olan Fuzuli büyüğümüzün sergide yer alan Su Kasidesinden bir bölüm ile yazımı tamamlıyorum. Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su (O mahşer günü, güzel yüzüne susamış olan bana vuslat çeşmenin su vereceğini, beni mahrum bırakmayacağını ummaktayım.) Su gibi aziz olunuz. 51


YERLİ UÇAĞIN BABAYİĞİDİ,

ÜLKESİNE SEVDALI GİRİŞİMCİ:

NURİ DEMİRAĞ

-evvel-

93 Harbi’nden yeni çıkmış olan 2. Abdülhamid Han etrafını saran sırtlanlara karşı amansız bir mücadele vermektedir. Hadiseler cereyan ederken Sivas’ın Divriği kasabasında sorgu hakimi Mühürzâde Ömer Bey nurtopu gibi bir evlada kavuşmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Divriği Ulu Camii’nin gölgesinde 7 Mayıs 1886 yılında dünyaya gözlerini açan bu çocuğun ismi Nuri’dir. Sabri GÜLTEKİN

arihler13 Kasım’ı gösterdiğinde, takvimlerin sararmış yaprakları arasında bir vefata dair not vardır. Fakat pek bilinmez; ne yazılı ve görsel basın, ne de erkân-ı devlet bu “Anadolu irfanı”nı yeşerten insana fazla ilgi göstermez. Vefasızlık ikliminin gölgesinde teğet geçilir, ömrünü millet ve vatanına adayarak Türkiye’nin sanayileşmesinde büyük rol oynayan bu mümtaz şahsiyet. Kim midir “vefasızlık çukuru”na attığımız bu nev’i şahsına münhasır adam?.. Uzun gibi gözükse de, kısaca bahsedelim… ULU CAMİİ’NİN GÖLGESİNDE DOĞAN ÇOCUK

Cihan Devleti Osmanlı’nın “tesbih taneleri” gibi dağılma sürecinin temellerinin atıldığı günlerin arefesidir. Bu dönemde 93 Harbi’nden yeni çıkmış olan 2. Abdülhamid Han etrafını saran sırtlanlara karşı amansız bir mücadele vermektedir. Dünyada bu hadiseler cereyan ederken Sivas’ın Divriği kasabasında sorgu hakimi Mühürzâde Ömer Bey nurtopu gibi bir evlada kavuşmanın mutluluğunu yaşamaktadır. Divriği Ulu Camii’nin gölgesinde 7 Mayıs 1886 yılında dünyaya gözlerini açan bu çocuğun ismi Nuri’dir. Fakat Mühürzâdelerin bu mutluluğu uzun sürmez; baba Ömer Bey at çiftesinden yaralanır ve arkasından nükseden şeker hastalığı sebebiyle 1889’da vefat eder. Nuri 3 yaşında, Abdurrahman Naci ise 3 üç aylıkken yetim kalır. Nuri, karakterini şekillendirecek olan ilk ahlâkî ve dinî telkinleri annesi Ayşe hanımdan alır. Sonra devreye Divriği Rüştüye Mehtebi’nin kurucusu ve başmuallimi Süt Molla girer. Mühürzâde Nuri, Rüştiye Mektebi’ni bitirdiğinde Süt Molla ona resmi olarak muallim yardımcılığı görevini verir. Çocukluk ve gençlik yıllarının ilk devresini Divriği’de geçiren Mühürzâde Nuri, Ziraat Bankası’nın açtığı sınavla artık kendini bulacağı gurbetin kapılarını yavaş yavaş aralamaya başlar. Tarihler 1906’yı gösterirken ilk görev yeri Divriği’nin çıkış kapısı konumundaki Kangal’dır. Malî, idarî ve ekonomik konulardaki hizmetleri sayesinde Kangallılar onu çok sever, o da Kangallıları. Bir buçuk yıl aradan sonra Zara’nın yollarına düşer. Bu dönemde “Büyük Kıtlık” baş gösterince, depolarda terk edilen tahılları halka dağıtarak felaketin büyümesini engeller.

sayı//42// ocak

52


EMPERYALİSTLERİN HAKARETLERİNE MARUZ KALDI

Bu süreçte, Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları’nın felaketli yıllarından geriye kalan halk, açlık, yokluk ve salgın hastalıkların pençesinde zor günler geçirmektedir. Sultan 2. Abdülhamid’in, ağalık, paşalık gibi rütbe ve payeler vererek dizginlemeye çalıştığı aşiret reisleri âdeta birer çeteye dönüşmektedir. Tarih sahnesi yeni bir devre tanıklık ederken, İstanbul’da Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra maliye teşkilatında büyük bir yenileşme hareketi başlar. Ve bu dönemde Mühürzâde Nuri gibi bankacılık bürokrasisiyle genç yaşta tanışmış insanlara ihtiyaç vardır. Mühürzâde Nuri, 1911 yılında İstanbul’a gelerek Maliye Nezareti’nde memuriyete başlar. Taksim Kışlası ve Talimhane gibi millî varlıkların Fransızlara peşkeş çekilmesini engeller. Görev yaptığı bu dönemde bir taraftan da Maliye Mekteb-i Âli’ye (Yüksek Ticaret Okul) devam ederek yüksek tahsilini tamamlar. 1918 yılında Maliye Müfettişi olur. Maliye’nin Tatavla (Kurtuluş) Şubesi’ni denetlerken emperyalistlerin işbirlikçisi Rum, Ermeni, Yahudi ve Levantenlerin hakaretlerine maruz kalır. İLK TÜRK SİGARA KAĞIDI “TÜRK ZAFERİ”Nİ ÜRETTİ

Bu günler; işgalcilere sempatik görünmek isteyen işbirlikçiler ve ayrılıkçı unsurların Galata Rıhtımı, Tophane, Yüksek Kaldırım, Beyoğlu Caddeleri’ni İngiliz ve Fransız bayraklarıyla donattığı günlerdir. Mühürzâde Nuri artık mücadelenin bu şekilde yürümeyeceğine

karar verir ve memuriyetten istifa eder. İlk işe yabancıların tekelinde olan sigara kağıdı ile başlar. Biriktirdiği 252 kağıt lirayla 1922 yılında ilk Türk sigara kağıdı olan “Türk Zaferi”ni üretir. Rağbet gören Türk Zaferi, Mühürzâde Nuri’yi 3 yıl içerisinde 84 bin kağıt lira sermayeye ulaştırır. Fakat bu yerli müteşebbisin faaliyetleri birilerinin hoşuna gitmez. 1928’de tütün mamulleri üretimi İnhisarlar İdaresi’nce devlet “TEKEL”ine alınır. Mühürzâde Nuri şirketini kapatmak zorunda kalır. YURDUN DÖRT BİR TARAFINI DEMİR AĞLARLA ÖRDÜ

“Hasta Adam” ilan edilen Osmanlı Devleti, çakalların saldırısı altında ölümcül darbelere direnmeye çalışmaktadır. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesiyle birlikte millî mücadele için oluşturulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin neferlerinden birisi de Mühürzâde Nuri Bey’dir. Ve o ticarette aldığı yaraya rağmen cemiyetin 53


Maçka Şubesi’nde gösterdiği gayretleriyle takdir edilecek işlere imza atar. Bu sürecin sonunda koskoca Cihan Devleti âdeta mum gibi erimiş, yerine 23 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile milletin bu topraklardaki bekası teminat altına alınmıştır. Artık kolları sıvayıp, yaraları sarmanın zamanıdır. Perişan haldeki ülke insanı iş, aş ve hizmet beklemektedir. Cumhuriyet’in ilanından sonra Fransızlar üstlendikleri demiryolu işini bırakınca, 1926 yılında Mühürzâde Nuri ve kardeşi yüksek mühendis Abdurrahman Naci Bey’e hizmet etme fırsatı doğar. Türkiye Cumhuriyeti’nin demiryol ve şoşelerini imar etme işini büyük bir gayret ve müteşebbis ruhuyla yerine getirerek, devlete en uygun tekliflerle müteahhitlik alanında büyük başarılar gösterir. “Milletten kazandığını millete verme ilkesi”nden asla ödün vermeyerek vatan ve milletinin hizmetkârı olur. Mühürzâde Nuri Bey, “ilk Türk demiryolu müteahhidi” olmanın inanç, heyecan ve azmiyle yurdun dört bir yanını demir ağlarla örmeye başlar. Yol Medeniyeti’nin kalkınma için en önemli unsur olduğunu her fırsatta dile getiren Mühürzâde Nuri Bey; Samsun’dan Sivas’a, Fevzipaşa’dan Diyarbakır’a, Afyon’dan Antalya’ya, Sivas’tan Erzurum’a, Irmak’tan Filyos’a uzanan 1012 kilometrelik yolu demir ağlarla örer. ATATÜRK, “DEMİRAĞ” SAYIDIYLA ÖDÜLLENDİRDİ

Soyadı Kanunu’nun hayata geçirildiği 1936’da bu hizmetlerin nişanesi olarak Gazi Mustafa sayı//42// ocak

54

Kemal Atatürk, Mühürzâde Nuri Bey’e, “Demirağ” soyadını uygun görür. Nuri ve kardeşi Abdurrahman Naci Bey, dedelerinden gelen “Mühürzâde” unvanını bırakıp, “Demirağ” soyadını kullanmaya başlar. Bursa’da Merinos, Karabük’te Demir-Çelik, İzmit’te Selüloz, Sivas’ta Çimento Fabrikaları’nı, Ecabât-Havza Şoşesi’ni, İstanbul’da Haliç Hal Binası inşaatlarının müteahhitliğini yaparak, bu faaliyetleriyle büyük ve yerli müteahhidin doğmasına yol açar. Daima “milletin parası” anlayışıyla hareket eden Mühürzâde Nuri Bey, bitirdiği her eserin önüne bir “hayrat çeşmesi” yaptırmayı da ihmal etmez. NURİ DEMİRAĞ, SULTAN 2. ABDÜLHAMİD’İN HAYALİNİN PEŞİNDE

İLKLERIN adamı rahmetli Nuri Demirağ’ın mücadele ve yol hikâyesindeki anekdotlardan satırbaşlarını serdetmeye devam edelim. 1930’lu yıllar dünyanın “Büyük Buhran” yaşadığı günlerdir. Türkiye hissesine düşen sıkıntıyı had safhada hissetmektedir. Ordunun uçak ve benzeri ihtiyaçları halkın himmetleriyle alınabilmektedir. Her vilayette düzenlenen kampanyalarda toplanan parayla uçak alınıyor ve uçağa o ilin ismi yazılıyordu. Bununla birlikte zengin işadamları tek başına uçak alarak devlete hibe ediyor, o zengin işadamının ismi de uçağın kuyruğuna yazılıyordu. 1932’de yine uçak almak için böyle bir himmet kampanyası yapılıyor, büyük zenginlerin kapısı birer birer çalınıyordu. Demirağ’ın damadı Mansur Azak anlatıyor: “O zamanlar devletin bütçesi 212 milyon lira. Vehbi Koç


ise Ankara’nın en zengini. Koç’a gidilip durum izah ediliyor. Koç, ‘hay hay, ne kadar yardım edelim?..’ diyor. Muhataplarının, ‘Efendim gönlünüzden ne koparsa’ cevabı karşısında Vehbi Koç 5 bin liralık himmette bulunuyor. Arkasından Abdurrahman Naci Bey’e geliyorlar. O da 120 bin lira yardımda bulunuyor. Sonra Nuri Demirağ’a gelerek, durumu en ince ayrıntısına kadar izah ediyorlar. Anlatılanlar karşısında hayrete düşen Demirağ, ‘Siz ne diyorsunuz?.. Benden bu millet için bir şey istiyorsanız, en mükemmelini istemelisiniz. Mademki bir millet teyyaresiz yaşayamaz, öyleyse bu yaşama vasıtasını başkalarının lütfundan beklememeliyiz. Ben bu uçakların fabrikasını yapmaya talibim’ diyor. Sonra da hazırlıklara başlıyor.” MİLLETİN ZENGİNLERİNE BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR

Nuri Demirağ, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin zayıf düşmemesi için milletin zenginlerine daha çok görev düştüğüne inanmaktadır. Bu gelişmelerin yaşandığı 1936’da Türkiye’nin bütçesinin 212 milyon lirayken, Demirağ’ın bütçesi 11 milyon lirayla ülkenin yaklaşık yüzde 5’lik servetine tekabül etmektedir. Demirağ, uçak üretmenin zor ve pahalı bir iş olduğunun farkındadır. Yanına kendisi gibi düşünen ve Türk tasarımı uçak üretimine destek veren ilk pilot bröveli uçak mühendisimiz Selahaddin Reşit Alan’ı ortak alır. Demirağ, mühendis ve teknisyenlerle seyahatlere çıkarak incelemelerde bulunmaya başlar. Almanya, Çekoslovakya ve İngiltere’deki uçak fabrikalarını gezer.

“Avrupa’dan, Amerika’dan lisanslar alıp tayyare yapmak kopyacılıktan ibarettir. Demode tipler için lisans verilmektedir. Yeni icat edilenler ise bir sır gibi, büyük bir kıskançlıkla saklanmaktadır. Binaenaleyh kopyacılıkla devam edilirse, demode şeylerle beyhude yere vakit geçirilecektir. Şu halde Avrupa ve Amerika’nın son sistem teyyarelerine mukabil, yepyeni bir Türk tipi vücuda getirilmelidir” diyen Nuri Demirağ, 1936 senesi ortalarına doğru uçak fabrikası için hazırlıklara başlar. 55


BİR GÖÇMEN TÜRKÜSÜNDEN ARTA KALAN HÜZÜN

“ŞUMNU” Tombul Camii’nin ana girişinde, silinmeye yüz tutmuş, yarı var yarı yok, hem tarihten hem gönülden silinmiş, kapının sağındaki Allah, solundaki Muhammed hat yazıları gelir benim aklıma Şumnu denilince. Fahri TUNA

umnu deyince Cüneyd Suavi (Prof. Dr.Şükrü Şumnu) gelir benim aklıma ilkin. “Hayatın İçinden” gelir, yüzlerce hikâye gelir, ‘Yeşil Elbise’ gelir, ‘Doktor’ gelir. Cüneyd Suavi’nin ağabeyi İbrahim Erdinç Şumnu gelir. Şiirleri, besteleri, tarihî yazıları gelir. Şumnu denince Tarkan gelir, Tarkan’ın çizeri Sezgin Burak gelir. Tarkan’ın serüvenleri gelir. Türklük gelir. Şumnuların halaoğludur rahmetli Sezgin Burak çünkü. İki Şumnu ile Sezgin Burak’ın dedeleri Şumnu göçmenidir zira. Yeryüzünde kimsenin yenemediği, sporun da tarihin de mertliğin de yüz akı Koca Yusuf gelir aklıma. Şumnu’nun Karalar Köyü’ndendir o büyük pehlivan. Kaytan bıyığı (Osmanlı bıyığı mı desek), özgüvenle kararlılığın harmanlandığı duruşu, ‘benden büyük Allah var, O Allah’a eğilirim sadece’ diye haykıran bakışları gelir Koca Yusuf’umuzun. Kurtdereli Mehmet Pehlivan gelir aklıma. Mertliğin yiğitliğin vatanperverliğin kitabını yazan adamdır. O da Şumnuludur, Deliormanlıdır. Medrese’tün-Nüvvab gelir. Nüvvab Mektebi / Şumnu İlahiyat Lisesi gelir. 1922 gelir, Müslüman Türklerin bulduğu çözüm gelir. Oradan yetişen yüzlerce Türk aydını arasında İstanbulluları kürsü kürsü yıllarca aydınlatan Ahmet Davutoğlu Hocaefendi gelir. Tombul Camii gelir aklıma benim en çok Şumnu denince. Kara mizahtır aslında adı camiinin. 1744 yılında Şerif Halil Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bulgaristan’da kalan az sayıdaki camiler arasında - hiç tartışmasız – Filibe’deki Muradiye Camii’nden sonra – Balkanların en büyük camiidir. Şişmanca bir adam olan Şerif Halil Paşa’dan mı alır adını, yoksa tombulca bir görünüm çizen kubbesinden mi, bilinmez; halk Tombul Camii der çıkar senelerdir. Ve otuz üç camimizden, son yüz elli yıldır önce Romen sonra da Bulgar egemenliği nedeniyle ayakta kalabilen tek camidir şehirde. Ki, Şumnu Kuzey Bulgaristan’ın yani Deliorman Bölgesinin ilim irfan ve tasavvuf merkeziydi, son beş asrında Osmanlı’nın. Tombul Camii’nin ana girişinde, silinmeye yüz tutmuş, yarı var yarı yok, hem tarihten hem gönülden silinmiş, kapının

sayı//42// ocak

56


sağındaki Allah, solundaki Muhammed hat yazıları gelir benim aklıma Şumnu denilince. Edirnekâri ahşap işlemeleri gelir aklıma Şumnu Tombul Camii denince. Girilmeye girilmeye, görülmeye görülmeye, bakılmaya bakılmaya yok olmaya yüz tutmuş, rengi solmuş Edirnekârileri gelir camiin. Sultan İkinci Abdülhamit’in bütün bir Osmanlı coğrafyasına armağanı, Şumnu Saat Kulesi gelir aklıma, ‘sizin zamanınız geçti, saate ne hacet’ manasında artık saati doğru göstermese de. Dik, dimdik sarp bir kalesi vardır. Çıkınız; oradan Şumnu’yu seyre doyulmaz güzelliktedir, hiç abartısız. Kalenin kendisi de eşsiz güzelliktedir. Gerçi Rusların, Komünist dönemi Şumnu’suna – güya- armağanı çirkin ve kaba bir abideler bütünü vardır ya. Her kültür kendi özelliğini yansıtacaktır; başka ne beklenebilir ki. Rölyefleri heykelleri gelir kalenin aklıma. Şumnu Kalesi denilince, Razgrat kökenli Şair Adem Turan’ın hakem ve cazgırlığında Yanbolu kökenli Şair Rıdvan Canım ile tuttuğumuz ve bir türlü yeniş(tiril)emediğimiz güreşler gelir. Masal âleminde midir o güreşler, yoksa hayal âleminde midir, gerçek midir; Ademciğimin bir ‘yalaza ustalığı’nda şairane anlatımıyla zihnimizde bıraktığı enfes enstantaneler gelir. Sırtını kaleye dayamış, ayaklarını ovaya uzatmış, sarışın muhacir yüzlü torunlarını etrafına toplamış onlara – ille de sonu hep göçle biten – hüzünlü masallar anlatan yetmiş beşlik bir dede gelir gözümün önüne benim, ne zaman Şumnu dese birisi. Sibel Cenap gelir, inci bakışlı kardeşi (ben ona ablası derim) İnci kızımız gelir. Anneanneleri gelir bütün ciddiliği sevimliliği ve toparlayıcılığıyla. Özlem Tevfikova gelir. Özlem’den yola çıkarak, yüzünde gözünde bakışlarında bin bir hüzün inkisar hayal kırıklığı okunan Türk gençleri gelir. Emine Halil gelir, Menent Şükriyeva gelir, “Biz” gelir. Siz gelir, biz gelir, bizsiz siz gelir. Göz alabildiğince ova gelir, göz alabildiğince yeşil gelir, göz alabildiğinde bereket gelir Şumnu denince benim aklıma. Babaannemin işlediği uçkur gelir aklıma, anneannemim ördüğü yün çoraplar gelir

aklıma, annemin dokuduğu çözme kumaşlar gelir aklıma, İzmit türküsünün ‘kişi sevdiğine çevre bağışlar’ dediği rengarenk çevreler gelir aklıma Şumnu denince. Neden mi, bir bir ayrı ayrı hepsini de gittim bizzat gördüm efendim; neredeyse tıpatıp bizimkilerle aynılar. Allı güllü pembeli şalvarlı entarili genç kızlar, karalı beyazlı cepkenli zeybek oynayan genç erkekler gelir aklıma Şumnu deyince benim. Şumnu denince ova gelir, bereket gelir, bolluk gelir. Yanık bir türkü gelir aklıma içli içli. Hüzün gelir hazan gelir sonbahar gelir. Göç gelir, göçler gelir, göçmekler gelir. Fonda Şükriye Tutkun’un buğulu sesinden, buram buram dağılan hüzün huzmeli bir yağmur: Telgırafın tellerinden haber var mıdır? Ne haber var ne mektup var kalmışım öksüz Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır Ne annem var ne babam var kalmışım öksüz Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni Alayımda gurbet elde sarayım seni Evet evet; Şumnu bir göçmen kızı kalbi taşımaktadır. Şumnu: Bir Göçmen Türküsünden arta kalan hüzün sağanağıdır bizim için. Hüzün sağanağı. Hüzün sığınağı hatta. 57


MİNYATÜR SU

SARAYLARI

Makalemize “Boğaziçi’nde Minyatür Su Sarayları” başlığını vermemizin ilham kaynağını Şair Leyla Saz Hanım’dan almaktayız. Leyla Saz Hanım Saltanat Kayıklarını tarif ederken ‘’ Yeryüzünde değil eşleri, benzerleri dahi olmayan birer minyatür su sarayları dense yeridir’’ ifadesini kullanmıştır. Mehmet MAZAK*

oğaziçi; şairlerin ilham kaynağı, suyun taçlandırdığı güzellikler beldesi, aşıkların vuslata erdiği aziz mekan. Boğaziçi; dünya kentlerinin kraliçesinin zümrüt gerdanlığı. Gözlerin ve gönüllerin doyuma ulaştığı, zarafet ve güzelliği yüz yıllardır edebiyatımıza konu olan güzel mekan. Boğaziçi, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle birlikte Türklerin elinde yeryüzü cennetine dönüşen güzel belde. Türkler çok değer verdiklerine aziz derlermiş. Aziz kelime olarak: “İslâm dininde Allah'ın 99 isminden biridir: hiçbir yönden mağlup edilemeyen, her işinde mutlak gâlip gelen, son derece izzetli ve yüce olan” anlamını taşımaktadır Türk milleti İstanbul’u bağrına basmış, medeniyetin merkezi yapmış ve mağlup edilemeyen güzelliğine karşılık “Aziz İstanbul” olarak taçlandırılmıştır. Türkler karınlarını doyurdukları ekmeğe “Nan-ı Aziz”, susadıklarında kana kana içtikleri suya “Su gibi Aziz ol” diyerek en yüce şekilde bu değerleri baş tacı yapmışlardır. Türkler bir şeye daha aziz demişlerdir. Türklerin elinde güzelliği, ihtişamı, zarafeti ile aziz mertebesine ulaşan Boğaziçi’ne “Nehr-i Aziz” denmiştir. Boğaziçi, Osmanlı gök kubbesinde tesadüfen oluşmuş ücra ve yalnız bir gezegen değil, sonsuzluğa çakılmış bir yıldız gibi parlayarak günümüze kadar ulaşmış, incelmiş bir medeniyet anlayışının ebedî örneklerini bizlere sunmaktadır. Minyatür; Çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen addır. Saray; Hükümdarların, devlet başkanlarının oturduğu veya kamu işlerinin yürütüldüğü büyük yapılara verilen addır.

*T.C.Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü

sayı//42// ocak

58

Makale başlığımızdaki kelimelerin anlamlarını bu şekilde tanımladıktan sonra Boğaziçi’nin minyatür su sarayları olarak karşımıza, Osmanlı İstanbul’unda henüz buharlı gemilerin icat edilip denize inmediği dönemlerde mekanlar arası insan naklini sağlayan kayıklar çıkar. Genelde bütün kayıklar, özelde ise saltanat kayıkları minyatür su sarayları olarak algılanmalı ve bilinmelidir. Ancak saltanat kayıklarının dışında kalan, elçilik kayıkları, hususi kayıklar, piyade kayıkları da tezyinat ve işlemeleriyle birer minyatür su sarayları görünümündeydi. Makalemize “Boğaziçi’nde Minyatür Su


Sarayları” başlığını vermemizin ilham kaynağını Şair Leyla Saz Hanım’dan almaktayız. Leyla Saz Hanım Saltanat Kayıklarını tarif ederken ‘’ Yeryüzünde değil eşleri, benzerleri dahi olmayan birer minyatür su sarayları dense yeridir’’ ifadesini kullanmıştır. Oryantalist Ressam Amadeo Preziosi’nin tablolarında Boğaziçi’nin minyatür su saraylarının göz nuru gibi işlenmiş nakışları, ipek örtüleri göz kamaştırmaktadır. Preziosi’nin tablolarındaki kayıklarda, Türk oymacılık sanatının da eşsiz örnekleri sergilenmekte, bordalarının ve küpeştelerinin gayet zarif olarak süslendiği görülmektedir. Kalkık burunlarıyla su üzerinde kuğu gibi süzülerek hızla yol alışları görülmektedir. Kayıklarda kürekleri çekenlere hamlacı denir. Amadeo Preziosi’nin tablolarında kadın figürleri bolca yer almaktadır. Bu figürlerden birinde kayıkçı, kayığında kadın müşteri olduğu zaman asla onları rahatsız etmez, rahatsız olmamaları içinde sağ veya sol omuz hizasından yan tarafa baktığı tasvir edilmiştir. Ayrıca hanımlar, kayığa binerken ya da inerken öndeki hamlacı, hanıma elini değil omzunu uzatır, hanımlar hamlacıların omuzlarından kuvvet almış olurlardı. Hamlacıların kibarlıkları ve fiziki üstünlükleri Boğaziçi’nin incelmiş bir medeniyetinin göstergesiydi. Melling'in gravürlerinde (19. yüzyıl başı) kayıklar ince uzun, çok kürekli, zarif, saraylı ve varlıklı insanlara ait kayıkların Boğaziçi'ne şiirsel ve sanatsal bir güzellik kattığı görülür. Boğaziçi sahillerinin süsü, mücevherleri olan bu kayıklar Osmanlı döneminde kullanıldığı

yerlere ve kullanan kişilere göre adlandırılırdı: Pereme, piyade, kırlangıç, pazar kayığı, ateş kayığı ve saraya özgü olan saltanat kayıkları gibi. Osmanlı Devleti'nde padişahların ve saray mensuplarının, Boğaziçi, Haliç gezilerinde bindikleri teknelere "saltanat kayıkları" denilirdi. Saltanat Kayıkları tezyinat ve süslemeleriyle birer yüzen minyatür saray görünümünde olurdu. Bu kayıklar, İstanbul'da Tersane-i Amire'de inşa edilirdi. Kayıklar, bindirme veya armuz kaplama tarzında yapılır, özel olarak biçimlenir ve süslenirdi. Uç kısımları helezonik kıvrımlı baş şekilli Kancabaş, ileriye doğru mahmuz şeklinde uzamış baş şekilli kemanebaş, veya bordalarında hilal şekilli kabartmalar tüm bu koleksiyonu, dönem ve üslup olarak birbirlerinden ayırırdı. Saltanat kayıklarının bütün gövdeleri süslemelerle kaplı olup, bunlar baş ve kıç tarafında en gösterişli hallerini alırdı. Saltanat kayığının baş tarafında, güç ve eğemenliğin sembolü olan kanat açmış kartal figürü bulunurdu. Kayığın kıç tarafında kırmızı çuhadan sırma saçaklı bir sayeban (gölgelik) ya da tak ile örtülü olur, padişah burada otururdu. Bu tak veya köşklerin içi sedef, kaplumbaga kabuğu, fildişi, abonoz kaplı, turkuaz taşlarla bezenirdi. Boğazın en meşhur minyatür su saraylarından olan Sultan Abdülmecit'e ait 7 Çifte Saltanat Kayığı; armuz kaplama ve kemanebaş formundadır. 1850 yılında inşa edilmiştir. Dış bordürü yağlıboya çiçek motifleri, iç bordürü ve oturakları, sedefli marketöri ile süslüdür. Baş kasara üzerinde gümüşten yapılmış kanatları açık bir kuş figürü ve önünde altın varaklı alem bulunurdu. Sultan Abdülaziz'e ait 13 çifte 59


köşklü minyatür su sarayı; Armuz kaplama olup kancabaş formundadır. 1865 yılında yapılmıştır. Dış bordürde yağlıboya stilize yapraklar, kıç tarafta altın varaklı kabartma saltanat armaları ve bitkisel kıvrımlar vardır. Kıç bordanın üzerinde ajurlu bölme, iç bordürde kabartma bitkisel ve geometrik desenler bulunur. Baş kasara üzerinde, kanatları açık bir kartal, kıç tarafta dört sütun üzerinde yükselen, köşkün her bir yönünde saltanat armaları bulunurdu. Son Osmanlı Sultanı Mehmet Reşat'a ait 10 Çifte minyatür su sarayı; Armuz kaplama olup, dikbaş ve hilalkıç formundadır. Baş kısmında kanatları açık, ağzında inci taşıyan kuş figürü; kıç aynalıkta tuğra bulunurdu. Boğaziçi’nin incelmiş sanat anlayışının ruhunu piyade kayığında görebiliriz. Hızla yol alan piyadeler çok hafif, ince, martı gibi uçan, kuğu gibi süzülen narin ve süslü yaratıklardı. Piyadelere zarafetinden dolayı hanım iğnesi de denmekteydi. Piyadeler, genellikle iki ya da üç çifte kürekli olarak özellikle çok hafif olan ıhlamur ağacından yapılırdı. Bu teknelerin denize temas eden kısmı “küherba yağı” denen bir tür vernik sürülürdü. Piyadenin yan tarafına istenilen renkte ve kalınlıkta kuşak çekilir, kıç üstüne de muşamba kaplanırdı. Varlıklı kimseler daha çok piyadelere binerler ve kayığın o küçücük bedenine Boğaziçi estetiğini ve nakışlarını işletirlerdi. Boğaziçi’ne özgü “piyade”ler, Boğaz’ın en zarif, en rafine tekneleriydi. Soylu bir güzellikleri vardı. Boğaziçi'nde bilhassa sularla ışıkların oyun oynadığı mehtaplı bir gecede Boğaz'ın nazlı çiçekleri gibi hareket eden birer gezinti tekneleriydi bunlar. Hele uzak yerlere kısa sayı//42// ocak

60

zamanda ulaşmak için yapılan ve “zangoç” denen büyük piyadeler, suyun üzerinde ok gibi kayıp giderdi. “Boğaziçi Konuşuyor” kitabının yazarı Cabir Vada, “Denize piyade kadar yakışan bir başka deniz taşıtı yapılmamıştır ve de yapılamaz!” diye belirtir. Boğaziçi ve Haliç’in kenarlarında oturan halkın her gün İstanbul’a (Eminönü) gidip gelmesi, yapmış oldukları alış veriş malzemelerini taşıması için kullandıkları kayık ilk toplu taşıma vasıtası olan Pazar kayıklarıydı. Bunlar 40-50 kişi taşıyabilen ve güvenlikli yolculuk yapmaya elverişli, çok süslü olmayan ancak Osmanlı estetiğini yansıtan yapılarda imal edilmiş kayıklardı. İstanbul’daki yabancı elçilik görevlilerinin kullandığı elçi kayıkları tezyinatı, süslemesi ve gösterişi ile ülkelerinin Boğaziçi’nde yüzen birer minyatür su saraylarına benzemekteydi. Boğaziçi’nin Haliç’in hatta Marmara’nın daha birçok estetiğin sanatın doruğa ulaştığı yüzen minyatür sarayları vardı. Bunalar; Ticari dolmuş gibi insan taşıyan Peremeler, hayvan taşınan at Kayıları, odun ve kömür taşınan odun kayıkları, yangın söndürmek için kullanılan Ateş kayıkları, kar ve buz naklinde kullanılan özel imal edilmiş buz kayıkları, Kırlangıç kayığı, Yılandili kayık, Filikalar, Futalar, Balıkçı Kayığı vb. İstanbul sularında arz-ı endam eden su perileri mevcuttu. Teri Sonman, Boğaziçi’nin Su Perileri kayıklarımızı hazırlamış olduğu eserde gönülleri feth eden güzel bir kadına benzeterek “Su Yolu'nun Dilberleri” adını koymuştur. Boğaziçi’nde kayıklarımızın zarafeti ve karşıdan karşıya geçerkenki hareketlerini suda dans eden dilberlere benzetmiştir. İngiliz Amiral Adolphus Slade, kayıkları, Boğaziçi’ne ve İstanbul’a bir başka güzellik katan ya da bir başka deyimle İstanbul’un özelliklerinden olan birer sanat eseri olarak belirtmekte, kayıkçı kalfaları, inşa ettikleri teknelerin narinliği ve suda akışıyla ün yapmışlardır şeklinde anılarında anlatmaktadır. İstanbul sularının en gösterişlisinden en basit yapılmış kayıklarına kadar hepsi devrinin birer sanat eseri, yüzen minyatür sarayları gibi algılanmıştır. 1835 yılında İstanbul’a gelen İngiliz Yazar Bayan Julia Partoe, saltanat kayıklarından tutunda en basit kayıklara bile hayran olmuştur. Kayıkların kalkık burunlarının akıntıya doğru batıp çıktığını gördükçe onları, parlayan tüylerini duru suyun içinde dinlendiren deniz kuşları olarak tasvir etmesi kayıklarımızın zarafetini göstermektedir.


Dünya bir bedendir. Bu bedenin `ruhu` insandır. İnsan (Hz. Adem ve Hz. Havva), dünya`ya ışınlandıkları an, ``müstakbel tüm şehirler``in ruhları, kader projesinde ``diriliş canlılığı``na kavuşmuşlardır.

ŞEHR’İN RUHU Dünya bir bedendir. Bu bedenin `ruhu´ insandır Mustafa YAZGAN

Hz. Adem (a.s.) ile Hz. Havva, uzun bir ayrılık, hasret, yakarış ve tevbe imtihanından sonra, meleklerin rehberliğinde `Àrafat``ta tanışıp, ``Müzdelife``de Cebrail`in gerçekleştirdiği `ìlk nikah``la evlendiler. Bu evlilikten doğan çocuklar, yeryüzünde, ``kentleşme`` oluşumunu, ``Beşeri hayat``ın vazgeçilmez şartı olarak şekillendirdiler. Böylece ŞEHİR, insan ile ``RUH``a ererken, ``İNSAN`` tıpkı Hz. Adem (a.s.)`ın cennette kupkuru bir çamurdan (salsal) ve porselen gibi ses çıkaran (fehrar) halden `ìlahi nefha-RUH` ile dirilişine benzer bir canlılıkta ŞEHİRleşti İnsanlık ve medeniyet şehirlerde bir kimlik özelliğine bir karakter yapisina bir farkli yüceliğe kavuştu. İnsan şehriyle ve şehir insanıyla bütünleşti. Unutmayalımki insan dört farklı ozelliğin kompozisyonu ile bir bütündür. 1) Beden-Vucut-Anatomik yapı. Görünen varlık 2) Ruh-İlahi sır-Mutlak pozitif yaradılış. Görülmez 3)Nefs-Benlik-Ego-Negatif özellik. Görülmez 4)Kalb-Gönül-Sonsuzluğa açılan çanak anten- Görülmez

nsan (Hz. Adem ve Hz. Havva) cennet boyutundan, yeryüzü coğrafyası boyutlarına ışınlandı. Hz. Adem (a.s.) Güneydoğu Hindistan`a deniz içinde jeolojik bir köprü (1) ile bağlı ``Srilanka=Seylan Adası``nın Güneybatısında 2343 metre yükseklikteki `Àdem Tepesi-Adem Doruğu-Samanalakanda`ya ışınlandı(2). Cennet, insanın doğum yeridir. Arkadaşlığın, sevginin, kulluğun metafizik mekanıdır. Fakat aynı metafizik boyut, tecessüsün (merakın) İblis`in aldatma, kin, intikam hırsının uygulandığı, Hz. Adem (a.s.) ile Hz. Havva`nın mutluluklarını ebedileştirmek emeli ile, İblis`in tuzağına düştükleri (zelle) alandır.

İnsanların her biri, bu dört özellikleriyle bir araya gelip, maddi ve manevi varlıklarını birleştirerek, bir `ŞEHİR` de kollektif (içtimai-sosyolojik) hayat yaşamaya başlayınca, ŞEHİR bir taş, toprak, bina beton, mermer, ağaç, hayvanlar, sokaklar, meydanlar, çarşılar topluluğu, bir `Beyaban-Kır,çöl` olmaktan çıkar. Kollektif` RUH `ŞEHİR` in üstüne siner. O belde`de ikamet edenlerin çoğunluğu, iyiye, güzele, doğruya yönelmiş asil, nezih, seviyeli, kaliteli, erdemli kişilerse `ŞEHİR` Medine olur. Medine-tül Fazıla diye tanınır. Belde-i Tayyibe olarak söylenir. Mekke-i Mükerreme diye anılır. Medine-i Münevvere adı geçtikçe, bir gül kokusu afakı doldurur. Bir nur iner gül bahçelerine... O beldeye kuy-i Mahbubi Huda derler. Yerler gökler şehrin ruhuna imrenir. Şehir Endülüs bahçelerinden, Kurtuba`dan, Bursa`dan, Ruha (Urfa) dan, Gilan`dan, Semerkant`tan, Buhara`dan, Kudüs`ten, Zülfazıl köyünden, Konya`dan esen tevhid, sevgi, aşk rüzgarlarını, dağlara, ovalara, yaylalara taşır. Bu beldelerde dereler, ırmaklar, şelaleler coşkun akarlar. Kültür pınarından medeniyetler fışkırır... Ve aziz dostlar! Alem bir başka alem olur... Kaynakça

1) Adam`s Brıdge (Adem Köprüsü)- Ana Britanica c1 sh91 2) Adam`s Peak (Adem Zirvesi)- Ana Britanica c1 sh90 Büyük Dünya Atlası- Utarid- sh84 3) Ferid Develioğlu- Osmalıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat 1962 Ankara sh158

61


ayatını şiire adamış bir fakir olarak, her meseleye estetik ve şiir zaviyesinden baktığımız zaman nasıl bir netice çıkar, yazılarımızda her halde görünüyordur.

ŞEHİRLER ŞİİRLEŞTİKÇE

GÜZELDİR

Mabedler, merkez olunca, insanlar merkezi tabii bir saikle ve hiç aramadan bulurlardı. Ekrem KAFTAN

Şehir ve Kültür dergisi, sevgili Mehmet Kamil Berse’nin anlattığına göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ziyadesiyle istifade ettiği bir kaynak imiş. Bu, yazarı olduğumuz dergi için elbette bir iftihar vesilesidir. Ancak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın derginin yazılarından ve dergide ortaya konulan fikirlerden istifade ettiğine dair bir emare maalesef biz göremiziyoruz. Osmanlı’nın şiiri şehirleri imar eden bir sanat idi. Şehirlerin temel hususiyeti, bütün hayatın, mabedler çevresinde teşekkül etmesi, mabedlerin boyunu aşan evlerin inşa edilmemesi idi. Kimse kimsenin güneşini ve denizini kesemezdi. Merkezde bulunan mabede açılan bütün yollar, Müslümanların mabede giderken ve gelirken görüşmesini, selamlaşmasını, hal hatır sormasını ve inançlarının emrettiği sosyal, kültürel, medenî münasebetleri kurmasını temin ederdi. Mabedler, merkez olunca, insanlar merkezi tabii bir saikle ve hiç aramadan bulurlardı. 1996 yılında yapılan Habitat Konferansları sırasında, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Taksim metrosunun salonlarında alternatif Habitat toplantıları düzenlemişti. Fakir de o dönemde Türkiye gazetesinde kültür sanat muhabiri idim. Resmi Habitat toplantılarından ziyade bu alternatif toplantıları takip etmek bizi daha çok mutlu ediyordu. İşte bu toplantıların birinde Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan Hoca, konferansında “Şehirler Kabe’ye Bakardı” demişti, biz de bu sözü kültür sanat sayfasının manşetine taşımış idik. Osmanlı’da bütün evlerin giriş kapıları Kabe’ye bakardı. Böylece evin içinden kapı istikametine dönen herkes kıbleye dönmüş olurdu. Osmanlı, fertten cemiyete, hayatının tamamını İslam’ın incelik, zarafet ve estetik ölçülerine göre yaşamayı prensip edinmiş bir milletti. Şiir de Osmanlı’nın günlük hayatında düz konuşmadan daha çok yere sahipti. Cemiyetin

sayı//42// ocak

62


her sınıfından insan, şiir yazar, şiir okur, şiirle konuşurdu. Cumhuriyet yıllarında bin yıllık kültür ve medeniyetimizi terk edince, şiirimizi de terk ettik ve nesiller artık ruhsuz, maneviyatsız, bilgisiz, kültürsüz ve en acısı merhametsiz yetişmeye, anne babasını, akrabalarını, öğretmenlerini öldürmekten çekinmemeye başladı. Karıncayı incitmekten korkan milletin çocukları, katil olmaktan, en yakınlarını ve hocalarını öldürmekten çekinmez hale geldi. Şiir, ruhun terbiyesi, ruhun terbiyesi de şiir idi. Bugün yaşanan sosyal ve kültürel buhranların temelinde maalesef asırlık ihanetlerin, kültür ve medeniyet inkârının payı en mühim sebep olarak yatmaktadır. Bu acı hakikatin devletimiz maalesef hala farkına varmış görünmüyor. Sayın Cumhurbaşkanımız, kültür ve sanatta, eğitimde geri kaldığımızı sürekli haykırdığı halde, çare olarak aranan yollar da yok… Bütün bu menfi manzaraya rağmen, ülkemizde şiir adına ümit verici gelişmelerin olduğunu da sevinerek müşahede ediyoruz. Memleketimiz Denizli’nin Büyükşehir Belediyesi, bu sene üçüncü defa tertib ettiği Uluslararası 3. Yâren Şairler Şöleni ile, Denizli insanını şiirin namütenahi ufuklarına taşımayı başarıyor. Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Zolan olmak üzere, bu büyük prograının bütün yükünü çeken Kültür Daire Başkanı Hüdaverdi Otaklı, her türlü takdirin üzerinde bir gayret gösteriyor. Ülkenin ve Türk dünyasının farklı şehirlerinden davet edilen şairlerin buluştuğu Yaren Şairler Şöleni, şiirin geleceği kadar, milletin şiirle buluşarak aslını hatırlaması bakımından da son derece mühim bir faaliyet olarak hatırlanacaktır. Büyükşehir Belediyesi’nin 17 Aralık’ta Hazreti Mevlânâ’nın vuslatının 744. Yılı dolayısıyla tertib ettiği Şeb-i Arus programı da takdire şayandı. Hem semazenlerin, hem programı takip eden 5 bin kişinin salondaki vakarı, gecenin mana ve ehemmiyetini göstermesi bakımından son

derece dikkati çekti. Konya’da tertib edilen ve artık son yıllarda siyasi mesajların öne geçtiği Şeb-i Arus programından çok daha müessir olan sema ayini ve icra edilen eserler, salondaki 5 bin kişiyi adeta yerlerine mıhladı. Eğitim sistemimizden şiirin sökülüp atılması sebebiyle, şiirin ne olduğu konusu maalesef çok bilinmiyor. Büyükşehir Belediyesi, sadece şairlerin şiir okumasıyla iktifa etmeyerek, Denizli merkezinde ve ilçelerdeki okullarda da şairlerle halkı buluşturuyor. Şairler, sanata ve şiire bakışlarını dinleyicilerle ve bilhassa okullardaki talebelerle paylaşma imkanı buluyor.

Resmi Habitat toplantılarından ziyade bu alternatif toplantıları takip etmek bizi daha çok mutlu ediyordu. İşte bu toplantıların birinde Prof. Dr. Ersin Nazif Gürdoğan Hoca, konferansında “Şehirler Kabe’ye Bakardı” demişti, biz de bu sözü kültür sanat sayfasının manşetine taşımış idik.

Şiir gecelerinden ziyade kanaatimizde müessir olan da budur. Zira gerçek şiiri bilen şairlerin anlatacakları ve okuyacakları şiirler, belki de bilhassa talebelerin zihninde izler bırakacaktır. Elbette şiirin bilinmesi, okunması, anlaşılması ve yeniden tarihteki ihtişamlı günlerine dönmesi için sadece şiir geceleri yetmez. Eğitim sistemimizde Nihad Sami Banarlı gibi üstad edebiyatçıların hazırladığı edebiyat ders kitaplarına geri dönülmeli, şiirin nasıl yazılacağı hece ve aruz vezinleri de teferruatlı bir şekilde öğretilmelidir. Şiir, belli ve artık çoğu hayata çoktan veda etmiş şairlerin birkaç şiirinden ibaret değildir. Şiir sadece hamaset değildir. Şiir ruhtur, maneviyattır, ıstıraptır, aşktır, neşedir, elemdir, imandır, tasavvuftur, kederdir, gözyaşıdır, türküdür, şarkıdır, ağıttır, coşkudur…Şiir hayattır. Şehirlerin bir kültür ve medeniyet hayatı olacaksa, İslam’ın üç lisanının mezcedildiği şiire dönmeye mecburuz. Aksi takdirde şehirlerin betona teslim olmasına, insanların insanlıktan çıkıp, gençlerin öğretmenlerini gözünü kırpmadan öldürmesine razı olacağız. Sevgili rical-i devletimiz, bu yazıyı okuyorsa, şehirleri sadece betondan ibaret, insan yığınlarının üst üste yaşadığı mekanlar haline getirmekten vazgeçer. Tarihte olduğu gibi yine şiir şehirler inşa eder. İnsanları da şiir gönüllü insanlar olarak yetiştirir vesselam… 63


stanbul’umuzun tarihî ve uhrevi mekânlarını bilmemiz gerekir.. Bu evliyalar şehrinin önemli ziyaretgâhlarından birisi de hiç kuşkusuz Sünbül Efendi Dergâhı’dır. Kurucusuna nispetle Sünbüliyye adını alan tarikat, Halvetiyye’nin önemli bir kolu olan Cemâliyye’nin devamıdır. Sünbül Efendi Dergâhı’nın da yer aldığı Koca Mustafa Paşa Külliyesi, Fatih ilçesi dâhilinde, Koca Mustafa Paşa semtinde ve Yedikule yakınlarında yer alır.. Bazı Bizans kalıntılarının yer aldığı bölgenin fetihten önce de dini ve tarihi açıdan önemli bir konumda olduğu kimi kaynaklarda zikredilir.

İSTANBUL’UN MANEVÎ EFENDİLERİNDEN:

SÜNBÜL SİNAN HZ. Sünbül Efendi Dergâhı’nın da yer aldığı Koca Mustafa Paşa Külliyesi, Fatih ilçesi dâhilinde, Koca Mustafa Paşa semtinde ve Yedikule yakınlarında yer alır.. Nidayi SEVİM

Bugünkü Sünbül Efendi Külliyesi’nin bulunduğu yerin geçmişi ile ilgili farklı farklı rivayetler vardır. Bununla beraber Bizans döneminde burada bir kilise-manastırın olduğu kesindir. Bizanslılara Hıristiyanlığı kabul ettirdiği söylenen havarilerden Hagios Andreas (Aya Andre)’a ithafen inşa ettirilmiş kilisesi olan bir manastır olduğu görüşü kuvvetlidir. İnşa tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte bu manastırdan ilk olarak VIII. asırda bahsedildiği tespit edilmiştir. Manastır’ın İmparator I. Basileios ve İmparotor VIII. Mikhael Palailogos’un zamanlarında tamir gördüğü kimi kaynaklarda zikredilir. Semavi Eyice, “Koca Mustafa Paşa Cami ve Külliyesi” isimli makalesinde, burada yer alan Ayios Andreas Manastırı ve Kilisesi’nin 1284 yılında VIII. Mikhael Palailogos’un yeğeni Protovestiarissa Theodora Raouleina tarafından yaptırıldığını zikreder. Kimi kaynaklarda mekân ismi “Kızlar Kilisesi” ve “Kızlar Manastırı” olarak da geçer. Buna göre 13. yüzyılda Prenses Theodora’nın burada inzivaya çekildiği ve öldüğünde de yine buraya defnedildiği varsayılır. SÜNBÜL EFENDİ İLE ANILAN CAMİ VE KÜLLİYE

Bizans’tan intikal eden, fakat o sırada atıl durumda bulunan kilise, manastır ve küçük ibadet yerlerinin bir kısmının “yeniden yapılandırma” siyaseti gereğince padişah, devlet erkânı ve bazı nüfuzlu şahıslar tarafından cami ve medreseye çevrildiği biliniyor. İstanbul’un fethinden sonra bakımsız ve harap halde olan buradaki kilise de aynı minval üzere semte ismini de veren II. Bayezid’in vezir-i azamı Koca Mustafa Paşa tarafından (1489) tarihlerinde camiye çevrilmiştir. Bu caminin ismi Koca Mustafa Paşa Camii’dir. İstanbul’daki aynı adı taşıyan iki camiden birisidir. Günümüzde daha ziyade Sünbül Efendi Camii olarak bilinir. Cami sayı//42// ocak

64


zamanla yapılan ilavelerle tekke külliyesi halini almıştır. Cami ve külliyenin Sünbül Efendi ile anılması, özdeşleşmesi Sünbül Efendi’nin burada şeyh olarak vazife almasından sonra başlar. Semavi Eyice, adı geçen makalesinde 1546 yılına ait “İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri”nde Koca Mustafa Paşa Külliyesi’nin cami, medrese, imaret ve hankahtan oluştuğunu belirtilmektedir. İlerleyen zamanlarda bunlara tekke, hamam, mektep, muvakkithane, şadırvan, çeşme ve türbe gibi yapılar ilave edilerek günümüzdeki halini almıştır. Külliyenin kuzey giriş kapısının sağında Zakirbaşı odasının arkasında bulunduğu rivayet edilen imareti günümüze intikal etmemiştir. Hamamı ise yine külliyenin kuzey yönündeki revakların arka kısmında yer alan dükkânların arasında olup caddeye cephelidir. Hamam günümüzde de faaldir. Kısa zamanda gelişen, şehrin ruhaniyetli ve önemli ziyaretgâhlarından biri haline gelen Sünbül Efendi Külliyesi, bu özelliği sayesinde Müslümanların yoğun olarak yaşadığı bir mahalleye dönüşmüştür. Yakın tarihlere kadar da bu durumunu korumuştur. Eski İstanbul mahalle karakteri, Yahya Kemal Beyatlı’nın bu semtin adını verdiği bir şiirinde de tasvir edilmiştir. Yahya Kemal’in bahsekonu şiirinin bir bölümü şöyle: “Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr / Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr” DİĞER KİLİSEDEN ÇEVRİLME CAMİLERLE HİÇ BİR BENZERLİĞİ KALMAMIŞ

Külliyeyenin üç giriş kapısı bulunuyor. Koca Mustafa Paşa Caddesi yönündeki ana giriş kapısından içeri kısma giriyoruz. Kapı, üstü kemerli, kesme küfeki taşından yapılmıştır. Üzerinde Yeserizade Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmış, şair Ziver’in üç beyitlik bir parçası bulunur. Tarih beyti şöyledir: “Bu tarihi güherfer fal- i hayrolsun ebed Ziver / Bu ra’na hânikah binayı şah-ı devrandır” Avlu kapısı, Sultan Abdülmecid tarafından (1847) yılında yaptırılmıştır. Kuzey tarafındaki ikinci kapıda da benzer bir kitabe vardır. Hattı yine Yeserizade Mustafa İzzet Efendi’ye aittir. Giriş kapısından Külliye meydanına kadar uzanan yolun her iki tarafı da tarihi mezar taşlarıyla doludur. Türbelerin etrafında da yer yer mezar taşları vardır. Cami, Osmanlı mimarisi üslûbunda dört sütun ve fil ayağına istinad eden bir merkezi kubbe yapılarak, kuzey ve güneyden iki yarım kubbe ile desteklenmiş, dış duvarları da

Osmanlı üslûbuna uygun hale getirilmiştir. Son cemaat yeri de eklenen yapı, böylece tamamen Osmanlı hüviyetine büründürülmüştür. Cami bünyesinde o kadar önemli değişiklikler yapılmıştır ki diğer kiliseden çevrilme camilerle hiç bir benzerliği kalmamıştır.

Sümbül Efendi Türbesi

Caminin sağ tarafında yer alan tek minaresi mimari özellikleri sebebiyle kıymetli bir sanat eseri olarak gösterilir. Sağdaki kapı üzerinde Şeyhü’l-Islâm Efdalzade Seyyid Hamidüddin’e ait olduğu rivayet edilen “Mescidi üssise ale’ttakva” yazılı ve Ebced hesabıyla (895/1489) tarihini gösteren manzume ile sol taraftaki kapı üzerinde kopyası Künhü’l-ahbâr’da ve Hadîkatü’l-cevâmi’de verilen Heşt Behişt sahibi İdrîs-i Bitlisî’nin kitâbesini gözlemleyemedik. Beş küçük kubbe ile örtülmüş son cemaat yerini Şeyhülislam Veliyüddin Efendi inşa ettirmiş. Yine kimi kaynaklara göre Veliyüddin Efendi, kapının sağ tarafındaki muvakkithaneyi de yaptırmıştır. 1766 yılında meydana gelen büyük depremde hasara uğrayan cami büyük bir tamir görmüştür. Caminin son cemaat yerinin önünde birisi Sultan II. Mahmud, (1834) diğeri Sultan Abdülmecid (1847) tuğralı iki muhteşem kitabe bulunmaktadır. Bu iki kitabe de hattat Yesarizade Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılmıştır. Camiden ana giriş kapısına doğru ilerlediğimizde, sağ kolda, cenaze namazının kılındığı bölümde, kârgir, kubbeli bir türbe görürüz. Semavi Eyice, adı geçen makalesinde kitabesi bulunmayan bu türbeyi Koca Mustafa Paşa’nın kendisi için yaptırdığını zikreder. Bilindiği üzere Koca Mustafa Paşa Bursa’da idam ettirilip Pınarbaşı’nda defnedilmiştir. 65


Sünbül Efendi Tekke Meşrutası

Nazif Öztürk, “Koca Mustafa Paşa Vakıfları ve Külliyesi” isimli makalesinde bu türbede Koca Mustafa Paşa’nın kızı Safiye Hatun’un medfun olduğunu bildirir. Tahsin Öz de “İstanbul Camileri” isimli eserinde bu bilgiyi teyid eder. Nazif Öztürk, adı geçen makalesinde türbedeki Safiye Hatun’un, Sümbül Sinan’ın eşi Safiye Hanım olduğuna dair rivayetlerin bulunduğunu ancak bunların doğru olmadığını ifade eder. “Sefinetü’l-Evliya”nın yazarı Hüseyin Vassaf, “Harem-i âlileri Safiye Hatun’un (Sünbül Efendinin muhterem zevceleri) nerede ve ne zaman irtihal eylediklerini bilen yoktur. Nereye defnedildiği de malum değildir” demektedir. Aynı konuda doğrulanamayan bir başka rivayet de Şeyhü’l-Islâm Veliyuddin Efendi’nin bu türbeyi kendisi için yaptırdığı, fakat türbede kızı Safiye Hatun’un yattığı yönündedir. Bu rivayet de doğrulanamamaktadır. En iyisini Allah bilir. Klasik Osmanlı mimarisi tarzındaki bu türbenin önünde iki adet yeşil somaki sütundan sadaka taşı bulunur. İki adet beyaz mermer sütundan sadaka taşı da türbenin ilerisindeki hazirenin içerisinde yer alır. Aralarından birkaç metre mesafe olan bu taşlar ana yola cephelidir. FARKLI DEVİRLERİN SANAT ANLAYIŞINA AYNA TUTUYOR KÜLLİYENİN HAZİRESİ

Camiden çıkışta sağ çaprazda, tarihi servi ağacı ile tekke meşrutası arasında, ilki 1529 yılında inşa edilen Sümbül Sinan Efendi Hazretleri’nin türbesi bulunur. Türbe, bugünkü görünümüne Sultan II. Mahmut zamanında yapılan onarım ve Serasker Mehmet Rıza Paşa’nın 1920 yılından önce yaptırdığı restorasyonla kavuşmuştur. Türbelerdeki kitabeler de yine hattat Yesarizade sayı//42// ocak

66

Mustafa İzzet Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Türbenin altında ve yanında Rıza Paşa ve Hekimoğlu Ali Paşa’nın büyük biraderi talik üstadı Ömer Efendi’nin mezarı mevcuttur. Ayrıca burada bir de kuyu bulunmaktadır. Sultan II. Mahmud, Sümbül Efendi Türbesi ve diğer türbelerle Hz. Hüseyin’in (r.a.) Sükeyne (Sakine) ve Fatıma (r.a.) adındaki iki kızının kabirleri olduğu ve Hz. Cabir (r.a.) tarafından gömülerek başına dikildiği iddia edilen servi ağacının dibindeki kabirleri tamir ettirmiş, türbelere kitabeler koydurmuş, servi dibindeki iki mezar üzerine de tunç şebekeden açık bir türbe yaptırmıştır. Bu türbeye “Çifte Sultanlar Türbesi” de denir. Bahse konu ulu servi ağacı kurumuş, ancak günümüzde varlığını devam ettirmektedir. Tahsin Öz, adı geçen eserinde vaktiyle bu servi ağacında asılı vaziyette duran ve türlü efsaneler isnat edilen zincirin müzeye kaldırıldığını zikreder. Caminin avlusunda Hacı Beşir Ağa’nın (1737) tarihli sütun şeklinde halen akan zarif bir çeşmesi vardır. Yine mermer sütundan, kuşlar için yapılmış bir kuş sulağı-çeşmesi de tarihi servi ağacının dibinde bulunmaktadır. Caminin güneybatısında yer alan medrese bir duvarla ayrılmıştır. Ayvansarâyî, o tarihlerde medresenin kırk hücreli olduğunu bildirir. Rifat Paşa Sebili’nin bitişiğinde Sünbül Efendi Dergâhı’nın şeyhlerine ait türbeler bulunmaktadır. Koca Mustafa Paşa Külliyesi’ni meydana getiren yapılardan birisi de Sümbül Efendi Hânigâhı’dır. Külliyeye kitabeli doğu kapısından girildiğinde, sağ tarafta, cadde kenarındaki ahşap üç katlı konak, şeyhin meşruta binasıdır. Meşruta binası


günümüzde bir sivil toplum kuruluşuna tahsis edilmiş durumda. İki tarafı hazire olan dar geçitten ilerlediğimizde, daha evvel kız Kur'an kursu olarak kullanılan kısım, külliyenin zaviye bölümüdür. Farklı devirlerin sanat anlayışına ayna tutan külliye haziresinde tekke şeyhleriyle birlikte pek çok tanınmış kişinin kabri bulunuyor. Bunlardan biri de üstad hattatlardan Hafız Osman Efendi’nin kabridir. Süleyman Berk, “İstanbul Açıkhava Hat Müzesi” isimli makalesinde Hattat Sâmi Efendi’nin ta’lik hocası Kıbrısîzâde İsmâil Hakkı Efendi’nin de kabrinin burada yer aldığını, Hâfız Osman Efendi’nin kabri karşısında olduğunu, Kıbrısîzâde’nin mezar taşının Sâmi Efendi’nin imzasını taşıdığını, yine bu hazîrede Sâmi Efendi imzalı bir başka mezar taşı kitabesinin bulunduğunu zikreder. Ancak restorasyon sebebiyle branda ile perdelendiğinden bahse konu mezar taşlarına temasımız mümkün olmadı. MEKÂNIN TEKRAR TARİHİ VE ASLİ HÜVİYETİNE KAVUŞTURULMASI BEKLENİYOR

17 Ağustos 1999’da meydana gelen İzmit ve Adapazarı depremi sebebiyle camide ve diğer yapılarda yer yer çatlaklar oluşmuştu. Bu minvalde Sünbül Efendi Külliyesi’nde 2014 yılı itibarıyla İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü tarafından esaslı bir restorasyon süreci başlatıldı. Külliye dahilinde bulunan hazire de restorasyon kapsamına alındı. Burada yer alan tarihi mezar taşlarının tamamı elden geçirilecek. Çalışmalar hummalı bir şekilde halen devam ediyor. Restorasyonun bilim heyetinde eserlerinden faydalandığımız M. Baha Tanman gibi tekkeler konusunda uzman isimlerin yer alması hakikaten bizleri sevindiriyor, adeta yüreğimize su serpiyor. Külliyenin birkaç yıldır ziyarete kapalı olması elbette üzüntü verici bir durum. Ancak mekânın selameti ve ortaya güzel bir eserin çıkması için de bu gecikmenin kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz. Harap vaziyette olan birimlerin ihya edilmesi, sonradan yapılan gereksiz ilavelerin ise bu restorasyon sırasında ortadan kaldırılarak mekânın tekrar tarihi ve asli hüviyetine kavuşturulması bekleniyor. Tek tesellimiz de zaten bu. Umarız bu beklentimiz boşa çıkmaz. Zira özensiz, derme çatma uygulamaları görmekten bıktık usandık. Zararı yok, biz biraz daha sabrederiz. Geç olsun ama temiz olsun!. İSTANBUL’DAKİ İLK HALVETÎ TEKKESİ

Sünbüliyye’nin kuruluş süreci, Sünbül Efendi’nin şeyhi olan, “Cemaleddin Efendi”

ve “Çelebi Halife” olarak da bilinen Cemâl-i Halvetî’nin vefatından sonra başlar. II. Bayezid’in Koca Mustafa Paşa Külliyesi’ni tahsis ettiği Cemâl-i Halvetî, Halvetiyye’nin önemli temsilcilerindendir. Koca Mustafa Paşa Külliyesi, İstanbul’da ilk Halvetî tekkesi olması bakımından Halvetiyye’nin İstanbul’daki diğer bütün kollarınca tarikatın âsitânesi olarak kabul edilir. Sünbül Sinan Efendi (1452) Merzifon doğumludur. Asıl adı Yûsuf Sinan’dır. “Sünbül” lakabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından verilmiştir. İlköğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti. Medrese tahsiline başlayarak devrin tanınmış âlimlerinden Efdalzâde Hamîdüddin’in talebesi ve ardından mülâzımı oldu. Medrese tahsili sırasında tasavvuf aleyhtarı olarak bilinen Sünbül Sinan, bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı Cemâl-i Halvetî’ye intisap ederek tasavvuf yoluna girdi. Medrese öğrenimini tamamladıktan sonra bütünüyle tasavvufa yöneldi. Üç yıl süren sıkı bir eğitim ve seyrü sülûk döneminden sonra hilâfet alarak irşad göreviyle Mısır’a gönderildi. Burada üç yıl irşad faaliyetlerinde bulundu. Cemâl-i Halvetî 1494 yılında hacca gitmek üzere yola çıktığı sırada vefat edince onun vasiyeti üzerine İstanbul’a dönerek kızı Safiye Hatun’la evlendi ve Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda postnişin oldu. Sünbül Efendi’nin Sünbül ismini almasının hikâyesi de var. Benzer hikâye Aziz Mahmûd Hüdâyi Hazretlerine de atfedilir. Hikâye şöyle: Sünbül Efendi’nin hocası Cemâl-i Halvetî Efendi bir gün öğrencilerinden kırlara çıkıp çiçek toplayıp getirmelerini ister. Öğrencilerin hepsi birbirinden güzel çiçeklerle hocalarının huzuruna çıkar. Yusuf-i Sinan ise arkadaşlarından epey sonra solmuş, kurumak üzere olan bir sümbülle, biraz da mahcup vaziyette huzura varır. Hocası bunun hikmetini sorduğunda ise, “Hangi çiçeğe el attıysam hepsi Allah’ı zikir ve tespihle meşguldü. Onları dalından koparıp da Allah’a ülfetlerini kesmeye gönlüm elvermedi. Baktım bu zavallı sümbül dalından kopmuş, ben de bu çiçeği size getirdim” deyiverir. Bu olaydan sonra hocası ona Sünbül lakabını takar. Rivayetlere göre kim Sünbül Efendi’yi görse elinde, sarığında ve dergâhının çevresinde sünbüllerle haşır neşir olduğuna şahid olur. Böylece halk arasında da ismi nam salar. Bu sebeple sünbül çiçeği Sünbüliyye’nin sembolü olmuş, yüz yıllardır 67


sevenleri tarafından kullanılmıştır. Tekkelerde, türbelerde hatta mezar taşlarında dahi sümbül motifine rastlamak mümkün… Sünbüliye’nin bütün ilke ve kuralları Cemaliye’nin, dolayısıyla Halvetiye’nin aynıdır. Bu sebeple Cemaliye’nin bir kolu sayılmıştır. Bir tarikat olarak tek özelliği, Sünbül Sinan Efendi’nin coşkulu mizacından kaynaklanan bir uygulama olarak, zikir sırasında Mevlevilik’teki semaya benzer hareketlerde bulunulmasıdır. İstanbul’da oldukça yaygın bir tarikat durumuna gelen Sünbüliye’nin Kocamustafapaşa’daki merkez dergâhından başka 20 civarında tekkeye sahip olduğu bilinmektedir. Sünbüliye, Sünbül Sinan Efendi’nin vefatından sonra Merkez Efendi adıyla ünlenen halifesi Şeyh Mûsâ Muslihuddin Efendi tarafından devam ettirilmiştir. YAVUZ SULTAN SELİM’İN YANINDA SÜNBÜL SİNAN

Bir kimse ile yalnız kalmak anlamına gelen halvet kelimesi, dilimizde “ıssız yerde yalnız kalma” anlamında kullanılmaktadır. Geniş anlamda halvet, büsbütün yalnız durmak, tenha yer, tenhada kalma, halvete girme, ibadet, zikir ve riyazet ile meşgul olmak üzere tenha bir hücreye kapanma, hamamın özel bölmesi manalarına gelir. Tasavvuf anlayışında halvetten gaye, tasavvufi hayata yeni başlayan kimsenin belli bir müddet hemcinslerinden ayrı kalıp, zihnini Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İlk tasavvuf kaynaklarında, halvetin, uzletle birlikte zikredildiğini görüyoruz. Halvet, bir tarikata ad olarak ortaya çıkmadan önce ve sonrasında hemen hemen diğer pek çok mutasavvıf tarafından uygulanmıştır. Ancak bu tarikatta bahsedilen halvet, halktan kopuk, insanlardan büsbütün uzaklaşma niteliğinde değil, halk içinde “Hak” ile birlikte olmak anlamına gelen “Halvet der Encümen” esaslı bir halvettir. Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nda irşad faaliyetini sürdüren Sünbül Efendi’nin cuma günleri Ayasofya ve Fâtih camilerinde vaaz verdiği, vaazların ardından dervişleriyle Halvetî devranı icra ettiği rivayet edilir. Yavuz Sultan Selim’in yaptırdığı caminin açılış merasimi sırasında vaaz etme görevini ona vermesi, onun padişah nezdindeki itibarını gösteren bir delil olarak gösterilir. II. Bayezid’in yanında Cemâl-i Halvetî, Yavuz Sultan Selim’in yanında Sünbül Sinan, Kanûnî Sultan Süleyman’ın yanında Merkez Efendi bulunmaktadır. Mustafa Aşkar, “Bir Türk Tarikatı Olarak Halvetiyyenin Tarihi Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin Tahlili” sayı//42// ocak

68

isimli makalesinde Halvetiye tarikatının sadece Osmanlı padişahlarını değil, siyaset, askerlik, fikir ve sanat dünyasının önde gelen isimlerini de etkilediğini, doğrudan veya dolaylı olarak bu tarikattan feyz aldıklarını dile getirir. Hür Mahmut Yücer, “Sünbül Sinan” isimli makalesinde medrese kökenli bir müfessir ve vâiz olan Sünbül Sinan’ın bu özelliği sayesinde kendisinden sonraki postnişinlere de tesir ettiğini, pek çok Sünbülî şeyhinin selâtin camilerde kürsü şeyhliği ve vâizlik yaptığını zikreder. SÜNBÜLİYYE’NİN GENİŞ BİR COĞRAFYADA İZLERİNİ SÜRMEK MÜMKÜN

Sünbül Efendi, Kocaamustafapaşa’da bulunan dergâhındaki şeyhliğini ömrünün sonuna kadar sürdürdü. Zikir sırasında cezbeye kapılarak ayakta dönmeye başlaması (devran) ve müritlerinin de kendisini izlemesi çeşitli tartışmalara neden oldu. Arapça Risaletü'tTahkikiyye ve Risâle Der Hakk-ı Zikr ü Devrân’ı, devranı savunmak amacıyla yazmıştır. Risaletü’l-Etvar isimli diğer eseri ise tarikatın ilke ve kurallarına ilişkindir. Bazı kaynaklarda Tarîkatnâme ve Risâle fî deverâni’s-sûfiyye isimli iki eseri daha zikredilir. Anadolu’da 16. ve 17. yüzyıllarda daha ziyade Kütahya, Amasya, Manisa, Kastamonu gibi şehirlerde faaliyet gösteren Sünbüliyye’nin Balkanlar’dan Afrika’ya, Asya’dan Kafkasya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada izlerini sürmek mümkün. Mustafa Aşkar, adı geçen makalesinde bu tarikatın Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Eski Yugoslavya (bugünkü Bosna-Hersek Cumhuriyeti) ve Uzak-Doğu ülkelerinden Endenozya’da oldukça yaygın olduğunu bildirir. Hür Mahmut Yücer ise adı geçen makalesinde Dimetoka, Yanbolu, Filibe, Niğbolu, Lofça, Yenice-i Karasu, Drama, Siroz, Nevrekop, Usturumca, İnebahtı, Avlonya ve Selânik civarında Sünbülî Âsitânesi’ne ait vakıf arazilerinin varlığından söz eder. Tarikatın bu kadar geniş bir alana nüfuz etmesinde Sünbül Efendi’nin halifesi olan Merkez Efendi’nin büyük payı olmalı. Zira onun yaklaşık 500 halifesinin bulunduğu çeşitli kaynaklarda dile getirilir. SÜNBÜL SİNAN’IN MÜRİDLERİNDEN İSTEĞİ

Hür Mahmut Yücer, Sünbüliyye tarikatında uyulması gereken bazı prensipleri de Sünbül Sinan’ın “Tarîkatnâme” adlı risâlesinden nakleder. Buna göre Sünbül Sinan, müridlerin


abdestsiz gezmemelerini, teheccüd ve evrada dikkat etmelerini, maksatlarının Allah rızası olmasını, şeyhe muhalefet etmekten kaçınmalarını, verilen görevleri yapmalarını, rüyalarını şeyhe arzetmelerini, huzurunda başka şeylerle meşgul olmamalarını, yüksek sesle konuşmamalarını ve gülmemelerini, öfkelenince susmalarını, günlük virdleri bitirmeden yatağa girmemelerini, sabah namazından işrak vaktine kadar yatmamalarını, yatsı namazından sonra ve abdest alırken dünya kelâmı etmemelerini, pazartesi ve perşembe oruçlarına devam etmelerini, cuma günü gusül abdesti almalarını, kimseden bir şey istememelerini tavsiye ve telkin eder. Görüldüğü gibi bu tavsiyeler esasen bütün müminlerde bulunması geren hasletleri içeriyor. Bu sebeple sahih tarikatlar birer gül bahçesine benzetilmiştir. Rengi, kokusu neşvesi farklı güllerden mürekkep bir bahçedir bu. Dönemlerinin bir nevi sivil toplum kuruluşu işlevini gören, bünyesinde farklı zenginlikleri barındıran, ilim irfan meclisi bu tekkeler, Osmanlı toplum hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. Önyargıdan ve taassuptan uzak olarak geniş çaplı araştırmalar yapıldığında bu kurumların kültür, tefekkür ve medeniyet tarihimizdeki yeri daha iyi kavranacaktır diye düşünüyoruz. İSTANBUL KÜLTÜRÜNDE SÜNBÜLİ ASİTANESİ

II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerini idrak eden Sünbül Efendi 78 yaşındayken 1529 yılında vefat etti. Cenaze namazı Fâtih Camii’nde Kemalpaşazâde tarafından kıldırıldı ve dergâhının hazîresine defnedildi. Türbesi bilindiği üzere İstanbul’un en önemli ziyaretgâhlarından biridir. Ölümüne düşürülen pek çok tarihten ikisi şöyledir: “Canına Sümbül Sinan’ın Fatiha” (Müstakimzâde Süleyman Efendi)“Nûr ola Sünbül Sinân’ın kabri hep” (Şeyhülislâm Kemalpaşazâde) Gülgün Uyar, Çifte Sultanlar ile ilgili bir makalesinde buradaki caminin I. Ahmet zamanından itibaren minaresinde kandil yakılan ilk cami olduğunu zikreder. Vaktiyle İstanbul’un en kıdemli âsitânesi olan Sünbülî Âsitânesi’nde her yıl on Muharrem günü aşûre pişirilip fukaraya dağıtıldığı da yine kaynaklarda yer alır. Bu gelenek günümüzde de devam ettiriliyor. Bir zamanlar kadınlar yeni doğan çocuklar için bir avuç üzüm ile bir kamış kalemi Sünbül Efendi türbesine koyarlarmış. Çocukların üzümleri

yediğinde zeki, kalemle yazdıklarında ise âlim olacaklarına dair bir inanç hasıl olmuş o zamanlarda. 1900 yılında Koca Mustafapaşa, Beyçayırı Sokağında dünyaya gelen tarihçi Enver Behnan Şapolyo, hatıralarında büyükannesinin de bu âdete uyarak Sünbül Efendi’ye üzüm ve kamış kalem götürdüğünü ve yazıya o kamış kalemle başladığını yazar. Şapolyo, kalemi hayat boyu elinden bırakmayışını Sünbül Efendi’nin ruhaniyetine bağlar. Feyizlerinden yararlanmak için hattatların kalemlerini devrin namlı hattatlarından Şeyh Hamdullah’ın Karacaahmet’teki kabrine gömdüklerine ve bir müddet sonra çıkarıp bu kalemle yazı yazdıklarına daha önceleri bir yazımızda değinmiştik. Okumak, yazmak, âlim olmak veya âlim yetiştirmeyi murad etmek fevkalade bir düşünce. Ameller niyetlere göredir. Niyet halis olunca, Allah vesileler yaratıp bereketini de ihsan ediyor. Elverir ki bu talep ve temenni türbe ile sınırlı kalmasın. Çocuğa gerekli eğitim koşulları oluşturulsun ve süreç sonuna kadar, aynı kararlılıkla devam ettirilsin. Sünbül Efendi Dergâhı da tıpkı, Merkez Efendi, Yahya Efendi ve Aziz Mahmûd Hüdâyi dergâhları gibi yüzyıllardır insanımıza bir sığınma, arınma ve nefes alma mekânı oldu. Zira nice incelik ve güzellik bu medeniyet üniversitelerinin sinesinde saklıdır. Bu hazineleri keşfetmek, feyizlerinden faydalanmak birazda nasip işi öyle değil mi? 69


ŞEHİR SOHBETLERİ -dördüncü-

Şehrin birikimlerine kültür deriz. Bu kültürü taşıyanlara şehirli desek haksız sayılamayız Mesela, sosyolojik bir tespite göre şehre yerleşen ikinci kuşaklarda şehirli olarak sayılmaktadır. Yerlilik süresi kırk yıldır. Ahmet NARİNOĞLU

ehir kültüründen hasbihal edelim. Şehri kültürden ayırmak mümkün mü? Âdem insan, insan ademse, şehirle kültür de öyle. Etle tırnak gibi. Şehir kültür üretir, kültür şehri var eder. Şehir kültürü insan hafızasına benzer. Nasıl insan biriktire biriktire (yani tığla üstüne tuğla koya koya) hafızası gelişirse, şehirde kültür ürete ürete zenginleşir. Şehir kültürü öylesine zengin ki; dönme dolap gibi göz göz döne döne dolar, taşar . Şehir kültürü öylesine zengin ki dönme dolap gibi göz göz ayıra mümkün. Hemen görelim • Kasaba Kültürü • Mahalle kültürü • Çarşı, pazar kültürü • Sokak kültürü • Komşuluk kültürü • Hane kültürü • Yeme, içme, sofra kültürü • Eğlenme kültürü, dinlenme kültürü • Ticaret, alışveriş kültürü • Temizlik kültürü • Yaşam kültürü • İnanç, ibadet kültürü • Giyim, kuşam kültürü • Çalışma kültürü • Esnaf kültürü • Kahve kültürü • Radyo Kültürü • Sinema kültürü • Televizyon Kültürü • Misafirlik kültürü • Ziyaret Kültürü • Hediye Kültürü • Sadaka Kültürü Hepsi şehir kültürünün renkleri, desenleri. Böylesine zengin bir kültür harmanımız vardı. Bu kültürlerle ilgili yazılan eserler var. Anı kitapları var. Araştırıcıları bekleyen bakir saha, şehir kültürü. Şehir, şehirliyi efendileştirmiş, daha mahrum kalan(taşrada yaşayanlar) kabaca kalmıştı. Bir zaman bizde de köylü şehirli ayrımına kültürel ayrımından bakılıyordu. Göçle beraber, şehrin taşrayı kuşatmasıyla ayrım kalmadı. Yine bir zamanlar medeniyet öğrenilsin diye şehre göçülürdü. Eğitim, okumak için taşradan şehre gelenler hem bilgiyi, hem medeniliği aldılar. Yani şehirlilere benzediler. Naifleştiler. Bu tespit yeni değil. Medeniyet, şehir üzerine kafa yoran bilginler, insanlığın seyrini şehrin seyri ile izah

sayı//42// ocak

70


ederler. İbni Haldun bunu “ asabiyet” ile izah eder. Asabi topluluklar şehri işgal eder, daha sonra şehirleşirler yerine başka topluluk gelir. Devran böyle sürer gider. Bizim şehirlerde de öyle olmadı mı? Şehrin yeni zenginleri, gözdeleri, dünün dışarıdan/ taşradan/kırsaldan gelenleri değimliydi? Okumuşlar aydınlarda öyle diyebiliriz. O zaman bu döngü içinde yani şehir dönme dolap gibi dolup başlıyorsa şehirlerde kültür nasıl birikiyor? Bunu da üretimin, ticaretin, dolaşımın, merkezi şehrin canlı ve dinamik oluşuna bağlıyoruz. Döngüye rağmen şehirlerin yerleşik hayata ağaç gibi tutunuşuna bağlıyoruz. Demek istiyoruz ki şehirlerin merkez oluşu onu kalıcı kılmaktadır. Şehrin birikimlerine kültür deriz. Bu kültürü taşıyanlara şehirli desek haksız sayılamayız Mesela, sosyolojik bir tespite göre şehre yerleşen ikinci kuşaklarda şehirli olarak sayılmaktadır. Yerlilik süresi kırk yıldır. Çevremizde baktığımızda öyle değil mi? Birinci kuşak yarı kırsal/taşra/köylü, yarı şehirli. İkinci kuşak memleket bağlantılı. Üçüncü kuşak şehirli. Sen nerelisin? Diye sorarak ta anlarız. Camilerde okunan salaları da çarşıda anlarız. Ya köklerinden kopmamak için şehirde yaşasa da memleketini söyler. Yahut annem şuralı, babam buralı der bu şehirde oturuyoruz der. Almanya’da öyle. Ancak üçüncü kuşak yerleşik duruma geçmiş durumda. Yerleşik olmak şehir kültürünün teminatı oluyor. Bilgi şehirlerde üretiliyor. Düşünenler yazarlar çizenler şehir’e yerleşiyor hafıza şehirlerde birikiyor. Yazılı görsel her çeşit kaynaklar şehirde toplanıyor. Üniversiteler, okullar, eğitim yerleri hepsi şehirde. Üretim, şehirler de veya onun ekseninde oluyor. Bizde üretimin gelişmiş bölgelerinde (Marmara, Ege gibi) onların merkezinde de büyük şehirler var olmuştur. Hani eskiden derlerdi. Ankara devletin başkenti, İstanbul kültürün başkenti. Dolaşımın, ulaşımın merkezi şehirler. Bu yönlü zayıf olan Anadolu’daki şehirler (il/ilçe) merkezi olmakta zorlanıyorlar. Yani gelişemiyor, ilerleyemiyorlar. İnsanın yoğunlaştığı yerlerde kültürün canlılığına tanık oluyorsunuz. Bizde şehir kültürü dediğimiz kasaba kültürü vardı. ilk bozulma kasaba kültürü ile başlar. Köyden şehirlere göç kasabayı atlayarak başlar. Kasaba kültürü birikimiyle gelmeyen köylüler şehri hazmedemez. Bir yandan kasaba

kültürü yok olurken öte yandan şehir kültürü düzen tutmaz. Şöyle diyenlerde var. “Biz şehri hazmedemedik, şehir bizi hazmedemedi”. Batı medeniyetinin koloni kültürü bizde olmadığından varoşlar oluşur şehirlerimizde. İstanbul’dan bir örnek misal vereyim. Kâğıthane de iken beş yüz elli civarında dernek vardı. Çoğu hem şehri dernekleri idi. (Mesela Sivas’ı Koyulhisar ilçesinin Boyalı Köyü Derneği gibi) Köy dernekleri, ilçe dernekleri. Bütün dernekler harıl harıl kentlerine çalışıyorlar. Paran, malzeme vs. Ama mahallelerinde sokağın, parkın meselesi ile uğraşmıyorlar. Dernekleri topladık. Üç şey istedik. 1.Şehir kültürü ile kaynaşın 2.Çocukları şehirli yetiştirin 3.Kazancınızı oturduğun yerle fitti fitti (%50) paylaşın İstanbul’un gerçeği buydu. Bütün, şehirlerimizde kültür göçü yaşıyoruz. Eskiden şehir’e gelenler şehrin kültürü hayatına karışır, erirdi. Köyden şehre göç dalgasıyla durum değişti. Yine şehir sosyologları şöyle diyor. Eskiden köylü göçü vardı, şehir kültürü içinde erirlerdi. Varoşlar, arka semtler oluşmazdı. Şimdi köy göçü var. Taşra/kırsal kesim/köy kültürü ile birlikte göçüyor. Şehirde her memleketten gelenler topluca yerleşiyorlar. Mahallede memleket isimlerine göre söyleniyor. Burada memleket kültürü yaşatılıyor. Tepeden baktığımızda bir tek şehir kültüründen çok, kültür mozaiği görüyoruz. Tek şehir kültürü oluşması içinde göçün durması, birkaç neslin geçmesi gerekiyor. Ama başka bir hakikat daha var. Şehre göçenlerin temel meselesi ‘’şehir’e tutunmak ‘’ Hayat yolunda memleketten 71


şehir kültürünü ayakta tutuyorlar. Mesela müşteriye yemek, çay ikram etmek, hal hatır sormak, veresiye yazmak, ödünç para vermek, dükkânını açık tutmak, komşu ile sohbet etmek, sefer tası ile yemek yemek, yanında çırak çalıştırmak gibi.

kopmamak. Memleketleri ile birlikte yaşamak. Mesela şehirde yaşayanlar yazın, bayramlarda, tatillerde memleketine giderler. Sılayı rahim yaparlar. Erzak, yiyecek öteberi ile dönerler. Emekli olanlar, şehirde işi bitirenler, Kendileri dönse de aileleri dönmezler. Öyle yaparlar bu halleri onlara şehir de tutunma yolları olur. Artık şehirlere mahkûmuz diyebiliriz. Öyleyse şehirde var olma yolları aramalıyız. Yanişehir kültürü üreterek yaşamalıyız. Birde kültür taşıyanlar var. Bunlara keşke kültür elçileri dense. Aslında kaybolan, yozlaşan kültür hayatında kültür misyonerlerine ihtiyacımız var. Hatta kültür bekçilerine ihtiyaç var. Bizim kelimelerimizle söylersek ‘’ kültür davası güden adamlara’’. Şehirliler yani yerliler, şehrin kadim kültürünü temsil ederler. Kültür onlarla şekillenir. Bu yönüyle tutucu olurlar. Değişime ‘’ah eski günler‘’ tepkisini verirler. Bir şehirli; giyiminden kuşamından, davranışından, konuşmalarından efendiliği/ hanımefendiliğinden fark edilir. Yığılan şehirlerde bu kesim numune gibi kaldılar. Şehirli aileleri inadına kültürlerini yaşatırlar. Daha doğrusu geleneksel yaşadıkça kültürlerini muhafaza ederler. Ama hangi şehre gitsek eski şehrin kalmadığını , bu ailelerin göçüne bağlarlar. Kalanlarda geçmiş ile avunurlar. Esnaf tam bir kültür elçisi. Eskiden şehrin sahibi derlerdi. Sadece şehri düşünen dert edinen, kucaklayan saygın insanlar. Modern çağda yerlerini Odalar, STK’lar alıyor deseler de boşluk dolmuyor. Esnaf kültür iklimi sunar. Aslında esnaf erimeye başladı. Anadolu şehir ve kasabalarında tutunmaya çalışıyorlar. Bu hallerine rağmen sayı//42// ocak

72

Aydınlar da öyle. Her bölgede, şehirde sürekli ayaktadırlar okumuş, yazmışlar. Belki bu aydın, emektar insanların şehirlerde isimleri bilinir. Yetiştirdiği insanlar eliyle silsile yaşarlar. Sözleri, davranışları rolleri yaşamaları ile kültür taşırlar yayarlar Kadınlar şehrin göstergesidir. Çoğu şehirler kadınların toplumdaki rolleriyle kültürlerini ileriliğini anlatırlar. Anadolu’da kahvelerde, lokantalarda kadınların çalışması oranın gelişmişliğini anlatmak için ifade edilirdi. Kadınlar hem geleneksel kültürü yaşarlar hem de yeni kültürlere de açıktırlar. Kadınların çok yönlülüğü ve renkliliği zenginlik katar şehir kültürüne. Gençleri yok sayamayız. Gençlik dışarıdan gelen her cereyana açık. Yeniliklere açık. Eski geleneklere dava diye sarılırken değişime gelişme/ilerleme olarak bakar. Gençler kültür değişimini üzerlerinde taşırlar. Kuşakların arası kültür değişimini gençlerde bariz şekilde görürüz. Gençleri sahiplendikçe/korudukça yerli kalıyorlar. Şehirlerde kültür değişimi kaçınılmaz. Değişim mukadder. Açık toplumlar da değişim şehirlerden başlar. Şehir kültürü ağır, derin, geniş teferruatlı bir konu. Pek çok ilmin, başta sosyolojinin sahası. Kaç sosyolog kent üzerinde çalışıyor? Kent sosyologları ne kadar? Kent kültürü üzerine ilmi saha çalışmaları yapılıyor nereye gittiğimize dair ışık tutuluyor mu? Kaç şehirde Kent Araştırmaları merkezi var? Şehirler üzerine yazılan çizilenler şehirlilere mal ediyor mu? Sunuluyor mu? Kaç kitap okuduk şehrimize dair. Elimiz kalem tutuyorsa kaç yazı yazdık? Şehir kültürü, en kaygılı yanımız. Korkmadan üzerine gideceğimiz en elzem yanımız da. Bir düşünür “şehir bizim medeniyet maceramız” der. Desem ki, medeniyet yaşatma davası güden bizler, kültürlerimizi yaşamadan/yaşatmadan buna nasıl muvaffak olacağız? Kızmadınız umarım.


İÇİMİZE DÖNELİM

ŞEHRİMİZE DÖNELİM

“İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…/” Mustafa UÇURUM

arifsiz bir hızla yaşıyoruz ve baş döndüren bu hız bizi kendi çarkına o kadar mahir bir şekilde çekiyor ki değiştiğimizi bile fark etmeden yaşamaya devam ediyoruz. Değişim öyle sinsi bir süzülüşle hücrelerimize kadar giriyor ki yaşamak denen sanrıda bazı şeyleri fark etmekte bile zorlanıyoruz. Yaşadığımız mekânlar da artık bize benzemeye başladı. Yerleşim yerlerinin işlevi günümüzde insan isteklerini aşan bir seviyeye ulaştı. Sınır tanımaz bir iştihayla daha fazlasını istiyoruz ve bu da ister istemez bizleri doyumsuz ve huzursuz ediyor. Kentlerin sosyal yaşantıyla bire bir ilgisi vardır. Özellikle kentin çağa ayak uydurması noktasında günümüzün şartları kentleri içinden çıkılmaz hallere soktu. Huzurun ve refahın adresi olarak kent insanı kendine yeni mekânlar aramaya başladı. Kentler, artık yaşamaktan çok kaçılacak merkezler haline geldi. Kentlerin yeni misyonu “iş merkezi” olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemeye başladı.

Edip Cansever Mendilimde Kan Sesleri şiirinde; “insan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine…/ der. İnsanla yaşadığı yer arasında bir bağ kurar ki adeta insan yaşadığı yerin rengine, şekline benzer. Yaşam alanlarının ferah ve yaşanabilir olması ilk esastır. İnsan, ömrünü sürdüreceği alanlarda mutlu olmayı arzular. Huzur denen iklime yaşadığı yerlerde kavuşmayı diler. İbn-i Haldun; “Şehirler, ferah ve onun vasıtalarından matlûb olan gayenin hasıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir.” der. Ferahlık ve güvende olma hali, şehirlerin temel noktasını oluşturmaktadır. Şehirlerin geniş alanlara kurulması, yaşam alanlarının yanında sosyal zenginlik sunacak alanların da düzenlenmesi, şehirleri güvenli ve yaşanan yerler haline getirecektir. Modernizmle birlikte yaşantımıza giren “kent” kavramı şehir kavramıyla birçok yönden ayrılan bir özelliğe sahiptir. Aslında insanları boğan, bir cendereye hapseden şehir değil kenttir. Şehirler, içinde “yaşam” denen canlılığı barındırırken kentler ise ardı ardına yükselen modern yapıların, bir ağ gibi dört bir yanı saran yolların arasında şehirlikten uzaklaşıp kent olmaya başladılar ve içinde yaşayanlar için bir zulüm merkezleri olmaya başladı. Şehir sıcaktır ve kuşatıcıdır. Şehirler şiirlere daha çok yakışır ve kalbî bir yeşilliğe teslimdir. Şehrin ucunda kıyısında biraz da olsa Anadolu vardır. Bir ağaç gölgesi şehrin bir yerlerinde sizi bekleyebilir. Dar sokaklar karşılar sizi, çocuklar sokakta oyunlar oynayabilirler. Balkonlarda çamaşırlar, kenar mahallelerde teyzeler kapı önlerinde sohbet edebilirler. Rüzgâr çıkar, bezlerin üzerine serilmiş kışlık yiyecekler savrulabilir. Camdan cama hal hatır sorulabilir. Akşam oturmasına gidenler olur ve misafir odaları gelecek misafirleri dört gözle bekler. Şehir-kent ayrımına varmadan bu kavramlar eşitmiş gibi kullanılsa da aralarına giren modernlik çizgisi, şehirleri daha sıcak ve daha bizden yaparken kentleri soğuk ve insanların ilk fırsatta kaçmayı düşündüğü yerler haline getirdi. Her gün bir yanımızı yitirdiğimiz dünyada, hiç olmazda bir avuç mutluluk için kentler değil şehirler inşa edilse. Hırs, daha fazlası ve sınır tanımayan isteklere biraz olsun ara verilse ve büyük usta Turgut Cansever’in işaret ettiği; “kalbimizin sesini duyduğumuz” evlerimiz olsa. Bir umut bu, kim bilir, bir şiir düşer kalbe, bir şehir bir şiire hapsolur ve evlerimiz tekrar cennetimiz olur. Bizden umut etmesi. 73


MEHMET AKİF ERSOY’UN DİLİNDEN

KUDÜS İÇİN

SAFAHAT’TAN MESAJLAR Tarih başlangıcından kıyamete kadar bütün semavi dinlerde Kudüs ve Filistin meselesi, ulusal ya da ekonomik bir mesele değil, dini bir meseledir. Bunu Mehmet Akif gözüyle görüp açıkça ifade etmiştir. Doç. Dr. Hazem Said MOHEMMED*

Akif bunun Sebebini otelciye sorduğunda şu cevabı alır; “Duymadın mı, haç hilale galip geldi..Kudüs artık Müslümanlardan alınmış, Hristiyanların eline geçmiş. Bu çanlar da bunu duyurmak ve kutlamak için çalıyor. Bundan daha mutlu, daha büyük ve daha kutlanmaya değer bir olay olabilir mi?” Mehmet Akif şaşırarak sorar: İyi ama siz Türklerle müttefiksiniz, Filistin’i ve Kudüs’ü İngilizlere karşı birlikte savunuyoruz, üstelik o cephenin genel komutanı da bir Alman! Nasıl olur da, beraber savunduğunuz Kudüs, İngilizlerin eline geçti diye sevinirsiniz? Bu nasıl iştir?” der. Aldığı cevap şöyledir: ‘Olsun! Kudüs Hıristiyanların eline geçti ya gerisi önemli değil. Bu bize yeter!’ .. Onun için bu mesele din meselesidir. Akif’e yüz sene önce “Doğuda ne gördün?” diye sorulduğunda, cevaben doğunun geçmişi ve büyüklüğünü şöyle anlatmıştır: Cihanın Garb'ı vahşet-zar iken, Şark'ında, Karnak'lar, Herem'ler, Tak-ı Kisra'lar, Havernak'lar, Sur-i Babil vardı. Mehmet Akif, bu soruya cevap verirken geçmişteki İslam Aleminin genel durumunu niteler. Mehmet Akif, o gün doğunun eski halini anlatırken bu günkü Irak, Suriye ve Filistinin kötü durumlarını ve bu düşüşün dini, siyasi ve sosyal sebeplerini ise açıkça şöyle anlatmıştır:

eryüzündeki en eski şehirlerden olan Kudüs, üç semavi din için kutsaldır. Onun için, tarih boyunca birçok ümmet ve devletin ilgi odağı olmuştur. Kudüs, Müslümanların üçüncü haremi, ilk kıblesi ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) İsra ve Mirac mucizesine ev sahipliği yapan mekândır.. Tarih başlangıcından kıyamete kadar bütün semavi dinlerde Kudüs ve Filistin meselesi, ulusal ya da ekonomik bir mesele değil, dini bir meseledir. Bunu Mehmet Akif , gözüyle görüp açıkça ifade etmiştir. Mehmet Akif, Berlin yolculuğu sırasında birdenbire bütün kiliselerin çanlarının çaldığını duyar. Çanların sürekli bir şekilde çalmasından, olağanüstü bir durum olduğunu anlar.

*Ezher Üni. Diller ve Tercüme Fakültesi Türkoloji Bölümü Başkanı

sayı//42// ocak

74

Gördüğüm: Yer yer, Harab iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler; Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar; Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar; Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar; Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar; Tegallübler, esaretler; tehakkümler, mezelletler; Riyalar; türlü iğrenç ibtilalar; türlü illetler; Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar; Cema'atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar; Gaza namıyle dindaş öldüren biçare dindaşlar; Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar! Mehmet Âkif’in Doğunun geri kalmışlığı konusunda parmak bastığı nedenlerin başında ; Dini yanlış anlamak, tembellik, cahillik, ve


doğunun hem siyasi hem de duygusal ve zihinsel parçalanmasıdır. Mehmet Âkif kendi çizdiği acı veren bu tablonun karşısında kendide şaşırdı.. “Şarkta ne gördün?” sorusuna cevap verirken, şiirinde kendi kendine şu soruları sormaya başladı: İlahi ! Gördüğüm alem mi insaniyyetin mehdi? Bütün ümranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi? Şu zairsiz bucaklar mıydı vahdaniyyetin yurdu? Bu kumlardan mı, Allah'ım, nebiler fışkırıp durdu? Bu iklimin mi, İbrahim'e yol gösterdi ecramı? Harem'ler, Beyt-i Makdis'ler bu topraktan mı yoğruldu? Hira'lar, Tür-i Sina'lar, bu afakın mı şaheseri? Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Ruhullah'ın esrarı? Doğunun tarihini bilen ve durumunu gören birinin şaşırması imkânsızdır. Mehmet Âkif bu şaşkınlığından sonra , mevcut kötü durum karşısında ümitsizliğe kapılmayıp çareler aramaya başlar. Akif safahatında bu meselenin çözümünü değişik kasidelerde belirlemiştir. Doğunun kurtuluşa ermesi ve leylasına varması için bir reçete yazmıştır. Bu reçeteye göre yapılacak ilk şey ümitsizliğe düşmemektir.. Mehmet Âkif, “Ye'se Düşenler Müslüman Değildir” adlı bir makalesinde ümitsizliğe savaş ilan ettikten sonra “yeis yok” adlı şiirinde bütün Müslümanlara şöyle bir çağrıda bulunmuştur: : Tek sen uluyan ye’si gebert, azmi uyandır. Kâfî ona can vermeye bir nefha-i îman; Mehmet Âkif’e göre, ümitsizlikten kurtuluş yolu: geçmiş acıları ve sızıları susturmak, gelecek nesillere ümit vermek ve Allaha dayanıp çalışmaktır. Bunu da şöyle ifade etmiştir: Mâzîdeki hicranları susturmaya başla; Evlâdına sağlam bir emel mâyesi aşıla. Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol... Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol Mehmet Âkif’ e göre, asrın bilimlerini kucaklamadan, tarım ve sanayide üretime yönelmeden kurtuluşa kavuşmak imkânsızdır.. Bunu açıkça ifade etmektedir: “Zavallı milletin idrâki târumâr olalı, Muhît-i ilme giren yok, diyâr-ı fen kapalı Sanâyi’in adı batmış, ticâret öylesine, Zira’at olsa da...Hz.Âdem usûlü yine! Hulâsa, hepsi çalışmak, yorulmak isteyecek. Fakat çalışmak için önce şart olan: İstek. O yoksa, hangi vesîleyle biz ilerleyelim?

Mehmet Âkif, “Müslümanların Esbab-ı İnhitat ve Meskeneti” adlı makalesinde imandan mahrum olanın saadetten mahrum olduğunu belirleyip dinin yanlış anlaşılması, ve öğretilerinin yanlış uygulanışı, doğunun geri kalma nedenlerinden biri olduğunu saymıştır. Mehmet Âkif, bunu şiirinde sert bir dille tenkit etmiştir:

Ye'se Düşenler Müslüman Değildir”

“ Çalış dedikçe şeriat, çalışmadın durdun, Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun! Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya, Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya! Mehmet Âkif’e göre doğunun geri kalma nedenlerden biri de doğunun hem siyasi hem de duygusal ve zihinsel parçalanmasıdır. Mehmet Âkif, Müslümanları birliğe, vahdete bir çok şiirinde şöyle çağırdı: Artık ey milleti merhume, sabah oldu uyan ! "Medeniyet !" size çoktan beridir diş biliyor; Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor Ne Kürtlük, ne de Türklük kalacak aç gözünü ! Dinle Peygamber-i Zişanın İlahi sözünü. Değil mi milletimizin sinesinde iman bir; Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; Mehmet Âkif, İslam alemin iki ayağı, iki eli, iki kanadı, iki gözü olan Türkler ve Araplar arasında birliği sağlamak için söyle diyor: Türk Arapsız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der delidir! Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. Veriniz başbaşa, zira sonu hüsran-ı mübin Ne Hılâfet kalıyor ortada, billahi ne din! Mehmet Âkif, toplum için ayrılığı şöyle tenkit etmiştir: Şikaak için mi eder, sâde, kalbiniz darabân? Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza? Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza? Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki yaptığınız? Sözün kısası Akif’e göre Küdüs ve İslam dünyasının kurtuluş yolu iman ve dine tutunmak, ümitsizliğe uğramayıp ümit vermek, tembelliği bırakıp öğrenmek ve çalışmak ve üretmek ve ayrılıktan uzak durup birliğe yönelmektir. Allah’ın izniyle bu yolla doğunun nuru doğar, leylasına ve istiklaline varır. Batının bataklarından kurtulur. Sonunda Filistinde ve Çanakkalede, altı ekim , İstiklal ve hak savaşlarımızda tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. 75


KUDÜS’E AĞLAMAK

ONU KURTARMAZ! Şerif Hüseyin’e vaat edilen Arap Devletini kurma elbette nasip olmadı, sonunda ortada sahipsiz kaldı, Kıbrıs’a sığındı ve Osmanlı’ya ihanetinin bedelini kafasını duvarlara vurarak ölmek suretiyle ödedi. Muhsin İlyas SUBAŞI

udüs, İslam Dünyası’nın önemli şehirlerinden birisidir. Osmanlı Devleti’nin 1831 yılında Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın bu şehri fethedip Osmanlı topraklarına katmasından sonra, buradaki sancılı dönem başlamıştır. Bu tarihten birkaç yıl sonra İngilizler burayı fethe kalkışmışlar, Osmanlı 1840’da yeniden fethederek oradaki Mukaddes değerleri korumuştur. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin Batılılar tarafından kuşatmaya alınmasıyla 19. Asırda, burada yaşadığı problemler günümüze kadar devam etmiştir. 1915’te Çanakkale’de, bir yıl sonra 1816’da Ku-tül Amare’de Osmanlı Ordusu karşısında ağır yenilgiler alan İngilizler, bu defa 1917’de Filistin topraklarına yönelmişler ve burada başarılı olmuşlardır. Onları burada başarıya götüren ana faktör neydi? Burada önemli bir dikkat noktası vardır: İngiliz aynı İngiliz, ordu aynı ordu? Bu güç, 1915 ve 1916’da ağır silahlarına kontrole alınamaz deniz gücüne rağmen, bize karşı neden başarılı olamadı da bir yıl sonra Filistin topraklarında bu iki yenilginin rövanşını alabildi? İlk iki savaşta da, bir milletin imanı ve iradesi vardı. Son savaşta yine bir milletin imanı ve iradesi vardı, ama içerinden hainler bunu baltalayabiliyorlardı. Kandırılmış liderlerle savaşa giderseniz o önce kendi milletine ihanet eder! Nitekim öyle olmuştur; petrolün ve İpek Yolu’nun kontrollerinde olmasını isteyen İngiltere’ye içten desteği Şerif Hüseyin adında bir hain vermiştir. Onun Osmanlı’ya başkaldırarak kendince yeni bir Arap Devleti kurma hayalinin arkasında İngiliz Mandacılığı vardı. Bu ittifaka rağmen, Osmanlı Devleti 1917’de İngilizlerin Gazze’ye düzenlediği iki saldırıya da püskürtmüş, ama bu toprakların geleceği kurtarılamamıştı. 9 Kasım 1917’de Osmanlı Devleti bu toprakları kaybetmiştir. Şerif Hüseyin’e vaat edilen Arap Devletini kurma elbette nasip olmadı, sonunda ortada sahipsiz kaldı, Kıbrıs’a sığındı ve Osmanlı’ya ihanetinin bedelini kafasını duvarlara vurarak ölmek suretiyle ödedi. Son bir asır içerisinde bizim bu topraklarda yaşadıklarımız, siyasi tarih açısından elbette bunlarla sınırlı değildir. Bakınız, bizde meşhur 31 Mart Vakasını düzenleyenlerden Filozof Rıza Tevfik’e İngiliz elçisi ne cevap veriyor: “Biz sizden Sultan’ın tahttan indirilmesiyle

sayı//42// ocak

76


birlikte, Hilafetin kaldırılmasını da gerçekleştirmenizi bekliyorduk. Siz yalnızca Padişahı tahtından indirdiniz. Bizim amacımıza uygun hizmet yapılmamıştır. Biz Mısır’da bilhassa Hindistan’da İslâm kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık. Başarılı olamadık. Hâlbuki Sultan (Padişah) yılda bir defa bir “Selam-ı Şahane” bir de Hafız Osman Hattı Kur’an-ı Kerim gönderiyor, bütün İslâm ümmetini sonsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyor. İşte biz ihtilalinizden ve siz Jön Türkler’den ihtilal sonunda, Sultanların da, Hilafetin de, yani bir selam-ı Şahane ve bir Hafız Osman Hattı Kuranıyla kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, ama aldandık. İşte bu sebeple bizden soğukluk gördünüz” (Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul-1989, s.137.) 1968’lerden itibaren, yani son 50 yılın önemli bir diliminde Filistin Kurtuluş Örgütü, adeta Türkiye’ye ve Türk İnsanına bir kıyım ocağına dönüştü. Ülke yönetimine savaş açan, Marksist ihtilalci militanların lider kadrosunu Filistin Kurtuluş Örgütü eğitip ülkemize gönderdi ve bize karşı kullandı. Filistinli liderlerin, özellikle Yaser Arafat’ın bizden alıp veremediği neydi? Oturup düşünüyorsunuz ciddi bir gerekçe yok! Batılıların bu ahmak milleti kandırarak, Osmanlı’yı kendi topraklarında emperyalist göstermesine inanmak gibi bir ilkelliğe alet olmuşlardır. Yakın tarihe gelince: Sosyal Paylaşım platformlarında Filistin Ulusal Yönetimi Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın, “Büyük Ermenistan görmek arzusundayım. İnanıyorum ki, Ermenistan bu savaşı zaferle bitirip Azerbaycan’ı tamamen işgal edecek” sözleri internet kullanıcıları tarafından

paylaşılmaktaydı. Filistin Ulusal Yönetimi ilk Devlet Başkanı Yaser Arafat da, “Ermeniler Karabağ’da hak savaşı veriyor. Onlar da bizim gibi ezilmiş halktır. Biz bu savaşta Ermeni halkının yanındayız”, şeklinde açıklamalarda bulunarak bir skandala da imza atmıştı. Bu adamların Müslüman Azerbaycan’a karşı Hıristiyan Ermeni’yi savunmalarının mantığını anlamak mümkün mü? Tepelerinde emperyalizmin kanlı dişlerine rağmen bu hamakat örneğini hangi gerekçelerle izah edeceklerdir? Şimdi biz oturmuş, Yahudilerin hunharca katlettiği Filistinlilere ağlıyoruz! Evet, insan olarak, Müslüman olarak, bu meselede tarafız ve taraf olduğumuz kesimin haklarını da savunacağız. Bir milletin başına bela geliyorsa, bu tür liderlerin ihanetinden dolayı geliyor. Şu gerçeği göz ardı etmeden, Araplarla ilişkilerimizi şekillendirmeye bakmalıyız: Bugün Arap toplumunda suni bir Türkiye düşmanlığı teşvik edilmektedir. Bunun arka planında Batılı oryantalistlerin ve onlara alet olan yerli piyonların payı büyüktür. Bakınız, Amerika’nın Kudüs’ü İsrail’in Başkenti olarak tanıma çabasına Türkiye’nin liderliğinde karşı çıkılırken, Arap toplumunun lider devletleri; Suudi Arabistan ve Mısır, yanlarına bir kabileler devleti olan Birleşik Arap Emirliklerini de alarak, Türkiye’nin çıkışına karşı tavır aldı ve Amerika’nın emrine girdi. BU NEYİN İFADESİDİR?

Bu, Arap kültür ve siyasetinin parçalanmış ve köleliğe sürüklenmiş halinin ifadesidir. Millet olamadıklarının, dolayısıyla milli duruşlarının olmadığının ifadesidir. Anlaşılan o ki, Petro doların köleleştirdiği toplumun duyarlılığı olmuyor. 77


ŞEHİR VE TELEVİZYON “SİZE TÜRK FİLMİ İZLEMEYE GELECEĞİZ YENGE” Evler, misafir beklerdi. Misafir odası, konuğunu beklerdi en temiz haliyle. Misafir odası, misafirindi ve ev halkı kullanmaya çekinirdi bu odayı. ALİ BAL

ayallerin renkli, televizyonun renksiz olduğu dönemlerden geliyorum. İletişim kanallarımızın çoklu, televizyonun tekli olduğu dönemlerde günleri, zamanı ve hayatı dolduran sohbetler ile kurulan muhabbet halkalarından göğe çekilen her kelam şimdilerde yağmur olup yağsa. Göğe çekilen kelamlar yağsa ve kalbimize bir nazar olup değse, değse en mahrem hayallerimize. Evler, evlerimiz ve evlerimizin en köşesine kurulan televizyonumuz. Evler davetkâr dururdu her zaman. Evler, misafir beklerdi. Misafir odası, konuğunu beklerdi en temiz haliyle. Misafir odası, misafirindi ve ev halkı kullanmaya çekinirdi bu odayı. Son güzü uğurlar ve yüce dağlardan önce serinliğini gönderen, sonra kendisi gelen kışı beklerdik. Kış, umudumuzu ısıtan bembeyaz örtüsünü tarlalarımıza serdiği anlar, biz, evimize çekilirdik. Evlerde soba yansa da aslında evlerimiz muhabbetle ısınırdı. Muhabbete sebep çok şey vardı. En güzeli toplanıp Türk filmi izlemekti. Film izlemek öyle kolay da değildi. Biraz şans biraz da imkân lazımdı. Herkesin televizyonu yoktu. Evinde televizyonu olanlar çokça ve biraz da zorunlu misafir ağırlardı. Türk filmi izlemek için böyle evler tercih edilirdi. Haftalar, günler öncesinden bir heyecan kaplardı herkesi. Önce sokakta, sonra meydanlarda lafı başlardı muhtemel oynayacak filmin. Aslında herkes çok sevdiği artistlerin filmini dillendirirdi. Haftalar öncesinden hangi filmin oynayacağını bilmek zordu aslında, daha doğrusu hatırladığım kadarıyla böyle bir bilgiye sahip olmak imkânsızdı bizler için. Ancak bir hayalin gerçekleşmesini bekleyedururduk. Çoğumuzun evinde televizyon yoktu ama televizyonu olan komşumuz, akrabamız vardı. Kafaya yazardık ve sıraya koyardık film izleyeceğimiz evi. Hepimiz, bir başkasının zamanla hane halkından saymaya başladığı kadrolu film izleyicileriydik. Türk filmleri cumartesi günleri yayına konurdu. O gün herkes, film saatine kurardı kendini. Başka bir iş asla düşünülmezdi. Film saatinde hayat dururdu. Gözler, dünyaya, bambaşka dünyalara açılan o kutuya düşerdi. Evin köşesini dolduran, birazca yükseğe kurulan televizyon başköşede otururdu. Televizyon, evin hanımı tarafından titiz bir şekilde korunurdu. Kapalı olduğu zamanlar ekranı dantelli örtüler ile kapatılırdı. Evin en özel eşyası televizyondu. Kimsede bulunmayan veya çok az evde bulunan bir eşyaydı televizyon. Farklı bir hava

sayı//42// ocak

78


katardı o eve. Televizyonu vardı onların! Film günü, film saati yaklaştıkça heyecan artardı. Hatta bazı zamanlar haftalardır beklediğiniz film bir türlü başlamaz, sonunda gün biter, hayaller başka bir cumartesiye kalırdı. Önce müzik-eğlence programı olurdu cumartesileri. Ardından başlayacak film böyle beklenirdi. Koşa oynaya film izlemeye gittiğiniz akrabanızın evinden babanızın omzunda uykulu ve yorgun bir halde eve dönerdiniz. Filmle kalkıp filmle yattığınız için belki de uykuda bir rüyada devam edebilirdi Türk filmi. Uyanmak istemez, yorganı çektikçe çekerdiniz üstünüze. Film bitmiştir, hayaller başka bir cumartesiye ve başka bir filme ertelenmiştir. İstiklal Marşı ile açılıp, İstiklal Marşı ile kapanan TRT, evlerimizin daimî misafiriydi. Hatta TRT demek, televizyon demekti. Günümüzde ne kadar kanal olursa olsun TRT, hafızalarımızda daima canlı bir şekilde geçmişimizin ve en güzel hatıralarımızın şahidi olarak duruyor. Bugün bile televizyon demek, TRT demektir bizim yaşımızda olanlar için. Türk filmi izlemek amacıyla toplanılan evlerdeki muhabbetleri şimdilerde özlemle anımsıyoruz. İyi ki o günlerden geliyoruz. Televizyonların çoğu renksizdi. Filmler renkli olsa bile biz, siyah beyaz izlerdik filmleri; zira renkli televizyon alabilmek büyük imkân meselesiydi. Televizyon yayınları zaman zaman kesilirdi. Bazen filmin en güzel yerinde birden kapkara kesilen bir ekran bizi karşılardı. Sabit bir görüntü belirirdi. Mesela Çamlıca. Bizler Çamlıca’yı ilkin bu kesintiler ile öğrendik. Çamlıca’da bulunan vericiler en meşhur görüntüdür hatırladığım. Bazı zamanlarda ise kuvvetli esen bir rüzgâr ile anteninizin yönü değişir ve yayınız giderdi. Hemen çatıya çıkardı iyi kötü bu işten anlayan birisi. “Biraz sağ, biraz yukarı, evet, evet olduuu!” diye sesler karanlığa kavuşurdu gecenin bir vaktinde. Anten düzeltme uğruna çatıdan düşenler bile olurdu. Karıncalı gösteren televizyonlar, şimdiki hd yayınlardan daha netmiş aslında. Çünkü daha sahici ve bizden filmler izlerdik. Bizi anlatan ve bizi aydınlatan televizyon ne kadar da inandırıcı idi. Ağır geçen kışları, hafif müzikli televizyon programlarıyla geçirirdik. Türk hafif müziği diye bir şey, pek anlayamadığımız ama ne olursa olsun alkış tutuğumuz müzikti. Mecburî de olsa dinlediğimiz pop şarkıların ardından beklediğimiz Türk filmi çıkacaktı ya, gerisi önemli değildi. Kış mevsimi… Bembeyaz örtü kaplıyor her yeri. Sobalar yandıkça yanıyor, dumanlar yükseldikçe yükseliyordu göğe.

Bir göz oda olabildiğince insanla dolardı. Ev sahibinin yer yer ikramı da olurdu. Tabii ki akraba veya komşu olduğunuz için bu evde kendinizi rahat hissederdiniz. Kuzine sobanın fırını veya üzerinde kavurga, patates, nohut gibi ikramlık yiyecekler pişerdi. Demlikte sadece çay demlenmez, zamanla birlikte sohbet de demlenirdi. Film saatini beklemek sabır isterdi. Bekler dururdunuz. Film saati… Derin sessizlik! Bazen sadece televizyon ışığı bile yeterdi. Bu adeta sinema havası verirdi. Çocuklar en önde. Kimimiz yer minderinde bir yer tutardık. Tüm efkârınız dağılırdı filmle. İçine girerdiniz televizyonun, sanki filmdeki dünyalar yaşadığınız dünyadan daha gerçekti veya filmlerin gerçek olmasını isterdiniz. Çocuklar, “Gözünüz bozulacak evladım, uzak durun!” diye ikaz edilirdi. Cüneyt Arkın’dan cesareti, Türkân Şoray’dan güzelliği, Kadir İnanır’dan aşkı, Ediz Hun’dan naifliği ve nezaketi, Filiz Akın’dan hanımefendiliği, Hülya Koçyiğit’ten fedakârlığı, Erol Taş’tan kötülüğü, Kadir Savun’dan dostluğu ve babalığı, Hüseyin Peyda’dan kabadayılığı, Zeki-Metin’den arkadaşlığı, Kemal Sunal’dan gülmeyi öğrendik. Saymakla bitmez gerçi Türk filmlerinin hayatımızdaki yeri. Film izlenirken bir taraftan film eleştirmenliği yapılırdı. En çok da filmin nasıl biteceği merak edilirdi. Çoğu kez başroldeki oyuncunun ölmeyeceğine inanılırdı. Hele hele Cüneyt Arkın asla ölmemeliydi. Dünyada ne kadar kötü insan varsa Cüneyt Arkın tarafından yok edilmeliydi. Filmlerden fırlayıp hayatımıza girecek kadar güçlü ve gerçekçi gelirdi Cüneyt Arkın. Sevdalar yarım kalır, âşıklar tam kavuşacakları zaman öldürülürdü. Erol Taş, filmden sonra karşımıza çıksa kesin iyi bir dayak yerdi. Filmlerdeki fakirlik bizim, zenginlik düşmanlarımızındı. Zengin olanlar asla iyi insanlar olmadı filmlerde. Filmlerde kendimizi arardık. İstemediğimiz şekilde biten bir film sonrası boynumuz büyük, içimiz sancılı ve acılı bir şekilde evimizin yolunu tutardık. Uyku tutmaz, filme dönerdik. Keşke derdik, keşke şöyle bitseydi! Tıpkı hayatımızda da öyleydi ya! Keşke, keşke diye diye biten ömrümüz sanki bir Türk filmi. Şimdilerde her evde televizyon var. Hiçbir evde Türk filmi beklenmiyor. Hayatımızdan silinen misafir ise lügatten bile silinecek gibi. Hayallerin renkli, televizyonun renksiz olduğu dönemlerden geliyorum. Evimizde televizyon yoktu ama “Size Türk filmi izlemeye geleceğiz yenge!” diyebildiğimiz güzel insanlar vardı. 79


ehir kuramayan medeniyet kuramaz. Hatta bırakın kurmayı meselenin hayalini bile kurması düşünülemez. Zira şehir, medeniyetin pilot uygulamasıdır. Kurulacak olan medeniyetin önayağıdır şehir inşâsı. Zira şehir, medeniyetin alt birimleridir. Bu birimlerin yekûnu medeniyeti oluşturur.

ŞEHİR VE MEDENİYET Şehir, fikrin tecessüm etmiş halidir. Fikir üç şeye nüfuz eder, insan, hayat, şehir… Metin ACIPAYAM

O halde medeniyet tasavvurundan önce şehir tasavvuru oluşturmak gerekiyor, şehir hakkında fikri olmayanın medeniyet meselesinde herhangi bir fikir beyan etmesi, yersiz ve manasızdır. ŞEHİR VE FİKİR

Hiçbir mesele yoktur ki fikirden bağımsız değerlendirilebilsin… Fikir, hayatın her sahasına müdahil tavır içindedir. Fikrin külli idrak çerçevesinde ele alınmasıyla beraber, hayatın tüm meseleleri “bütün” etrafında derlenip toplanacak, böylece külli idrake ulaşan şahıslar “parça fikir” müptezelliğinden kurtulacaktır. Parça fikir meselesi marazi bir durumdur. Günümüzde yanlış ihtisaslaşmayla beraber fikrin kırıntısı nev’inden bölünmelerle “parça fikir” bataklığında kıvranan dünya, kurtuluşun alameti farikasını gösterememektedir. Bu sebepten şehircilik meselesi seviyeli ve düzeyli bir “fikir” platformunda değil de, hayatın kaosu olarak izah edeceğimiz sahalarda konuşulup değerlendirilmektedir. Oysa şehrin fikir münasebeti sıhhatli şekilde kurulabilirse o, hayatın kaosu olmaktan çıkarak fikrin nazım planı oluverir. Bu oluşla beraber şehir, fikrin taşa, toprağa bulanmış halidir veya fikrin toprakla buluşma noktasıdır. Şehir ve fikir; birbirine o kadar sıkı sıkıya münasebet halindedir ki, biri birinden tefrik edilemez. Şehir fikre, fikir şehre muhtaçtır. Her fikri hareket, kendine “şehir” de saha bulur. Şehir ise fikrin, fikir dolu hamleleriyle “bedii” mimariyetlere ev sahipliği yapması, şehirfikir münasebetinin ne kadar iç içe olduğunu gösterir bizlere… Şehir, fikrin tecessüm etmiş halidir. Fikir üç şeye nüfuz eder, insan, hayat, şehir… İnsanda şahsiyet inşa eder, hayatta ahlak olur, şehirde tecessüm hayatta hareket, şehirde nizam olarak görünür. Her mesele fikir, insan, hayat, şehir mevzularında cem olmuştur, anlayış ise bu dört temel unsuru terkip etmiştir. sayı//42// ocak

80


ŞEHİR İMAJI

Turgut Cansever’den naklen: Şehir imajı İslam kültüründe cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. Cennet bütün çelişkilerin yok olduğu ortamdır. Cenneti yeniden inşa edenler, insanın, her yüce ferdin, yalnız Allah’a karşı sorumlu varlıkların dünyevi ilişkiler ortamında şeytani sapmaların çelişkilerine düşmesini önleyecek olan bir büyük erdemin, yaradılışın yasalarının bilgisine ve bu yasalara kayıtsız şartsız uyarak bu cennetleri (şehirleri) inşa edebilmişlerdir… Kendi cennetini, şehirlerini inşa edecek insanın, vücuda getireceği şehrin, bu temeller üzerinde vücuda getireceği mimarinin vasıfları ile biçim ve uslüb özelliklerini belirlemek ilk ve en önemli görevidir…” Kadim Medeniyetimizi önemseyen, onlardan “zamanın yenisini” bulup çıkarabilmiş, şehir fikrinin son asırdaki önemli ismi Turgut Cansever’e göre, şehir imajı demek, cennet tasavvurunun bir yansımasıdır. İSLAM ŞEHRİ

İnsanın her meselesini izah eden, hayatın her mevzuunu tanzim ve tasnif eden İslamiyet’in her sahada sunduğu teklif ve tenkitlerinden anlıyoruz ki; İslamiyet külli idrak çerçevesinde anlama mecburiyetindeyiz. İslam şehir telakkisi, kitaplık çapta tetkike ve terkibe muhtaç olan zor meseledir. Yukarıda bahsini ettiğimiz “Şehir ve Medeniyet” bahsinde görülecektir ki, şehir tasavvuru olmadan medeniyet tasavvurundan bahsedilemez. Zira şehir, medeniyetin birer şubesidir. Medeniyet ise, “bütünü” içinde barındıran İslamiyet’in… O halde burada üçlü bir terkibe gitmemiz gerekir. Bu üçlü terkip; Şehir-Medeniyet-İslamiyet terkibidir. Buradan hareketle şu söylenebilir ki; şehir medeniyetin, medeniyet ise İslamiyet’in içindedir. Şehrin İslamiyet ile buluşmasına Medeniyet aracılık edecek, lakin o medeniyeti de yine şehir tasavvuru inşâ edecektir. İSLAM MİMARİ ANLAYIŞI

İslamiyet, öylesine genişliğine ve derinliğine idrak hassasiyeti kazandırır ki, ona muhatap olan insan başka ne istesin? Ana rahminden tuvalet adabına, tuvalet adabından hayatın her sahasında “ahkâmı” olan İslamiyet gibi ulvi bir dinin, İslam mimari anlayışını sadece kum, çimento, taş, demirden ibaret görmesi düşünebilir mi? İslam Mimari anlayışın sahibi,

şeri ilimlerle beraber matematiğe, matematikten fiziğe, fizikten de bazı sanat dallarına da hâkim olmalıdır. Zira, şekil ilmi olan matematik (riyaziye) idrak edilmeden, “şekle” hakim olunamaz. Bu olunamamaktan dolayıdır ki, kainat ve uzay tasavvurunu içinde barındıran fizikle hemhaliyet kurulamaz. Bunlar yok ise, sanat dumura uğramıştır. Sanatında güme gitmesiyle beraber mimar, selim bir İslam Mimari anlayışın alt yapısını kuramaz. İSLAM ŞEHRİ VE MEDRESE

İslam şehrinin akl-ı selimi medresedir. Medrese, İslam’ın ve kâinatın muhtevasında mahfuz bulunan fikir, ilim, hikmet ve irfanı keşfedecek, tertip edecek, tatbik edilecek hale getiren müessesesidir. İSLAM ŞEHRİ VE TEKKE

İslam şehrinin kalbi tekkedir, yani tasavvuftur. İslam şehrinin her köşesi tasavvufi aşk ile yanıp kavrulacak bedii noktadadır. Hikmetin keşfini tasavvuf, zaptını medrese, tatbikini ise idare yapar. İslam, her an yeniden keşfedilmesi gereken bir mana haznesidir. Zamanın kâinata ve yeryüzüne saçtığı mana (kaderin tecellisi), her dem yenidir, asla tekrar yoktur. İnsanın da bir şeyi hariç her şeyi her dem değişir. Değişen sahada yeryüzüne saçılmış mana vahitlerini, mana haleleri içinde keşfedecek, zapt edecek, tertip edecek, idrak ve tatbikini mümkün kılacak, Şehrin insanlarını şehirleştirecek olan müessese tekke; yani tasavvuftur. 81


GEÇMİŞİ OLMAYAN KENTLER YAPMAK Asırlarca insanî endişeler ön plana çıkarılarak ve insanın ruhî durumu gözönüne alınarak oluşturulan yerleşim bölgeleri, son asrın insanı tarafından sadece barınma aracına dönüştürüldü. İsmail BİNGÖL*

Alınteriyle birlikte aynı zamanda düşüncenin de eseri o güzelim evler, bu evlerin manevî havayla dolu odaları ve bu odaların, bakıldığında insanı rahatlatan ağaç işleriyle süslü tavanları, dolapları, işlemeli kapıları, taştan örülü duvarları ve daha başka bir çok özellik taşıyan yönleri bir anda göz den düştü. Yaşadığı yere önem vermeyip, mekân kavramını sıradanlaştıran ve şehirleri toplum düşmanlarının en çok yetiştikleri yer haline dönüştürenlere gücü yetmeyenler; ancak sözle saldırıda bulunma imkânına sahiptirler onlara... Akif İnan’ın Hicret adlı kitabındaki “Şehir Gazeli”nde olduğu gibi: Her eylem yeniden diriltir beni Nehirler düşlerim göl kenarında Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin Doğayı çarptıran konumlarına Doğ ey güneş erit taştan adamı Ve kurut taşları diken elleri Babamın gölgesi koruyor beni Oh ne güzel şehir bu eski şehir Dönüştür ey kalbim bahçeli eve Anlamı ezen o makinaları Kurtuluş haberi olsun dünyaya Ayrma üstümden bir an gölgeni

e kuşların intihar tasarısından sözediliyor bu kentte” Kendilerine mekân olarak seçtikleri yerlerin hoyrat eller tarafından yerle bir edilişini görme talihsizliğine uğramış kuşlar, elbette intihar tasarısından sözederler. Tutkunlukları sebebiyle, göçüp gidemedikleri, ağaçlarında yuva yaptıkları ve göğünde pervasızca uçtukları bu yerleri bırakamıyorlarsa; bu gidiş de böyle devam ederse, gün gelir tasarısından sözettikleri intihar onlar tasarı olmaktan bile çıkabilir bu kentte... Kirli bir gökyüzü ve her nasılsa ayakta kalmış bir kaç ağacın beton binalar arasında kaybolduğu bir kent ne verebilir kuşlara... Tıpkı insanlar gibi... Onların da içleri daraldığı için yaşayamıyorlar daralmış kentlerde... Şairce bir söyleyişle diyelim ki; Bu kent boğuyor bizi/ Ve boğuluyor kendisi.(İ.B) Asırlarca insanî endişeler ön plana çıkarılarak ve insanın ruhî durumu gözönüne alınarak oluşturulan yerleşim bölgeleri, son asrın insanı tarafından sadece barınma aracına dönüştürüldü.

*TRT Erzurum Radyosu

sayı//42// ocak

82

Bu kent (Kim nerede yaşıyorsa, orası için geçerlidir.); şehir olduğu zamanlarda kendi içinde bir göçe sahne oldu. Hemde hızlı bir biçimde... Şehri bütünüyle terketmeyi göze alamayanlar, semtlerini terketmek zorunda bırakıldılar. Evleri bir yerde, komşuları ve komşulukları bir yerde, dostlukları bir yerde kaldı. Şimdi herkeste bir tatminsizlik, bir iç sıkıntısı... Yüzeysel kahkahalar da örtemiyor bu görüntüyü... Bir misafirliğe, bir kapı tıkırtısına, candan ve yürekten bir selâma hasret kaldık. Gönlümüz hatıralarla meşgul. Bedenimizse uyum gösteremedi henüz bu yaşantıya... Hâlâ birbirimize önceden hangi mahallede oturduğumuzu sorup durmadayız. Eee... Mahalle bu; öyle çabucak unutulup, kolayca silinmiyor hafızadan... Şehirler vardır; sokaklarında, caddelerinde gezdiğinizde, içiniz açılır, yüreğiniz ferahlar. Her yanını sürekli dolaşmak, köşesini, bucağını yeniden keşfetmek arzusuyla dolarsınız. Her dolaşmada, karşılaştığınız bazı şeyler, onları ilk defa görüyormuşcasına şaşırtır sizi... Bunları yapanı, yaptıranı, bu haliyle saklamasına bileni ve özetle emeği geçen herkesi iyilikle ve güzellikle yadedersiniz. Hürmet ve minnet duygunuz kabarır ve yürekten bir selam gönderirsiniz.


Bazıları, çağrışmalarıyla hatıraların derinliğine çeker sizi, hayal dünyanızda yeni kavramların oluşmasına sebep olur. Bütün bunlar olurken, gezdiğiniz şehrin ne kadar rahat, temiz ve huzur verici olduğu geçer aklınızdan... Çünkü, bu tür şehirler imâr edilirken; her şeyin biribiriyle uyum içinde olmasına dikkat edilmiş; maddîyatla ilgili olanlarla, manevî olanlar arasında bir ahenk, bir bütünlük olmasına özen gösterilmiştir. Bu anlamda, hiç bir işin estetik yanı ihmâl edilmemiş, şehir planı da buna göre kemâli ciddiyetle yapılmıştır. Böylesi şehirlerin binaları, sokakları, caddelerinin genişliği ve uzunluğu, evlerin duruşu her haliyle şehre yakışacak ve insana “işte şehir” dedirtecek vasıftadır. Fazlalıklar ya da gözünüzü rahatsız edecek bozukluklar çok azdır. Yeşillikleri, park ve bahçeleri bol olan bu yerleşim birimlerinde, yapılaşma tıkış tıkış değil de, insanların ikâmetine tahsis edilmiş bir mekânın gerektirdiği şekil ve tarzdadır. Ne caddelerin kenarlarına iğreti bir şekilde oturtulmuş klübeler görürsünüz bu yerlerde ve ne de insanın üstüne üstüne gelecekmiş gibi duran binalar... Hele hele, bir yerden yol geçilirilirken, falan da faydalansın diye, yol güzergâhının değiştirilmesi gibi bir garipliğe hiç rastlayamazsınız. Yolun nerden geçmesi lâzım geliyorsa ordan geçer ancak... Ayrıca, sadece yakın zaman gözönüne alınarak değilde, bu şehirde gelecekte de insanların yaşayacağı bilinerek, düzenleme ona göre yapılır. Her gelenin böyle işlerle temelden uğraşması demek, yapılanların da bir şeye benzemeyeceği demektir. Her seçilen, eksikleri gidermeyle ve güzelliklere yeni güzellikler eklemeyle uğraşmalıdır. Bu durumu gerçekleştirmek için ise, bilgili, ehliyetli, ileri görüşlü ve ferâset sahibi kişilere tevdi edilmelidir, sorumluluğu ve vebâli hakikaten büyük olan bu tür işler... Ancak, bu saydığımız özellikleri hâiz insanların elinden çıkmış şehirler, şehir ünvanını almaya hak kazanmışlardır. Zira, şehri imar eden kişiler, şehir kelimesiyle ifade edilmek istenen gerçeğin farkına varmış kişilerdir. Ve bu işleri yaparken, şehirleri sadece büyütmeyi ve genişletmeyi amaç edinmemişler, bütün bunların estetik bir çizgi içinde oluşmasına da dikkat etmişlerdir. Düşünceyi ve düşünmeyi ölçü aldıklarını söyleyebileceğimiz bu kişilerde, yaptığımız işler belki gelecekte hayırla yâdedilmemize vesile olur kanaati hakimdir. Bir geçmişi resmettikleri halde, bir kaç kuruş uğruna yıkılanlarına mı

acıyasınız, yoksa, bunların yerine kondurulan dikkat edin yapılan demiyoruz; çünkü yapılanın bir orijinalliği vardır ne idüğü belirsiz tarzdaki binalarla şehrin daha bed bir görünüm almasına mı? Bir ağaç altı bulup, gölgesine sığınmak için kırk, elli kilometre yol gidiyor insanlar bu şehirde... Düşünün halini imkânı olmayıp da darda kalanın... Yukarıda yazdıklarımıza ek olarak denilebilir ki; bu tür şehirlerin, şehir olma vasfı kazandıran bir kaç tarihi eser dışında, hepten betonlaştırılmasına az kaldı. Ancak şurası unutulmamalıdır ki; “Tarihî kentler ve binalar, yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı oluşumuyla hemen ayırt edilir. Eski binaları olmayan bir kentte, yeterince şahsiyet de yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir. “(...) Bugün psikologlar bireylere ve gruplara, sosyal ve ekonomik gelişmelerin sağladığı fiziki-konfor, güven ve ucuz ürün karşılığında şahsiyetlerini korumanın ne denli önemli olduğunu vurgulayarak belirtiyorlar. Bunların, kişilik yitirme pahasına olmaması gerektiğini savunuyorlar. Çünkü her ülkede bir kenti bir başkasından ayırt eden tek şey, çevresi, dizaynı ve tarihidir. Bunlar dışındaki özelliklerin çoğu ortak özelliklerdir. “(...) Her kuşakta, kişilik ifade eden bir geçmiş öteki geçmişlerle arasında bir iletişim çizgisi taşır; yaşayan kuşak, ölmüş kuşak, ileride doğacak kuşak arasında iletişim vardır; bu geçmiş deneyimlere alıntı sağlar. İnsanın nasıl uygar bir çevre yarattığını anlatır; bu o kişi için tarihî bir keyif deposu ve sonsuz bir keyif kaynağıdır. Kabul edilmesi, tadili, dışlanması, yeniden yorumlanması veya yeniden keşfi gereken bir kültürdür. “Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse, anılardan yoksun bir adam gibidir.”* Graeme Shaukland - Tarihi Değeri Olan Kentlere Neden El Atmalıyız? Cogito sayı 8-Kent ve Kültürü Ferdi şahsiyetin korunmasının bu kadar önemli olduğu bir çağda, şehirlerin ya da özelde bir şehrin şahsiyetinin korunmasının, belli özellikleriyle diğer şehirlerden ayırtedilmesinin hiç mi önemi yok? Herhalde önemi yok ki, “işlem devam ediyor.” E, ne diyelim? Ha gayret (!) 83


ANADOLU MEDENİYET DOLU...

HARRAN

ARRAN- KARRAN Woolley, kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, o devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlendiğinde, çamurların altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Münir BALICA

nsanoğlu’nun ,ilk insandan bugüne dünyanın çeşitli evrelerinde bıraktığı medeniyet izleri, Anadolu topraklarında çok yerde fışkırmaktadır adeta… Bu izlerde çıkan örnekler ,şehir ve medeniyet kalıntıları olmasa, tarihin derinliklerinden ve medeniyetlerden haberimiz olmayacaktı..Harran’da hem şehrin kendisi hem ilk çağ felsefe ekolü ( Harran okulu ) okulunun varlığından haberimiz olmayacağı kesindir.. İslami dönemlerde XI. yüzyıla kadar tercüme, öğretim faaliyetleri ile her yerin makber gibi karanlığın, kötülüğün insanlığa galebe çaldığı bir zaman diliminde Harran, bir “Nur” gibi parlayan medeniyetin simgesi, bir avuç “sır”dır. Günümüzde Tel-El Muhayer olarak isimlendirilen Ur şehrinde yapılan kazılarda ele geçirilen medeniyet kalıntılarının en eskisi (M.Ö.7000)'li yıllara kadar uzanmaktadır. İnsanların ilk uygarlık kurdukları yerlerden birisi olan Ur şehri, tarih boyunca, sırası ile birçok medeniyetin birbiri ardına gelip geçtiği bir yerleşim bölgesi olmuştur. Ur, şehrinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan arkeolojik bulgular, buradaki medeniyetin çok büyük bir sel felaketi sonunda kesintiye uğradığını, daha sonra zaman içinde tekrar yeni uygarlıkların meydana çıkmaya başladığını göstermektedir. Leonard Woolley, başkanlığında British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen kazılar Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti.. Reader’s Digest dergisinde Woolley’in kazıları şöyle anlatılmaktadır: Kazı yapılan bölgede, derine inildikçe çok önemli bir buluntular ortaya çıkarılıyordu. Bu Ur, şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar, Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları… Arkeolojik bulgulara göre; Nuh Tufanı Mezopotamya Ovası’nda meydana geldiği sanılmaktadır. Ova o zamanki şekli bugünkünden farklıydı. Kazılarda çalışan işçiler, çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. Ve sonra birdenbire her şey durdu. Ufak bir şaşırmanın sonucunda kendine gelen Woolley, böyle yazıyordu; “ Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı, yalnız suyun

sayı//42// ocak

84


getirdiği temiz çamur vardı” Woolley, kazıya devam etti, iki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, o devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlendiğinde, çamurların altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın, eski Sümer, uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan sonrasında buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Gılgamış Destanı ile Nuh’un öyküsünde, Mezopotamya Çölü’nde kazılan bir kuyuda ortak bir kaynaklar ve bilgiler birleşmiş oluyordu. Ayrıca Max Mallowan, kazıyı yürüten Leonard Woolley’in, düşüncelerini şöyle aktarıyordu: “Tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir kil kütlesinin sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabileceğini belirterek, Sümer Ur’u ile Al-Ubaid’in boyalı çanak çömlek kullanan halkı tarafından kurulan kenti ayıran sel tabakasını, efsanevi Tufan’ın kalıntıları olarak tanımladı.. Bu veriler, Tufan’ın etkilediği yerlerden birinin Ur, şehri olduğunu gösteriyordu. Alman arkeolog Werner Keller’ de söz konusu kazının önemini şöyle ifade etmekteydi; “Mezopotamya’da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu kesinkes ispatlıyordu” Tufan’ın izlerini taşıyan bir başka Mezopotamya şehri ise günümüzde Tel El-Uhaymer, olarak isimlendirilen, Sümerlilerin Kış şehridir. Eski Sümer kayıtlarında, bu şehir Büyük Tufan’dan sonra başa geçen ilk hanedanlığın başkenti

olarak nitelendirilmektedir. Günümüzde, Tel El-Fara, olarak adlandırılan Güney Mezopotamya’daki “Şuruppak” kenti de Tufan’ın açık izlerini taşımaktadır. Bu kentteki arkeolojik çalışmalar (1920-1930) yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi’nden Erich Schmidt, tarafından yürütüldü. Kazılarda (M .Ö. 3000-2000) yılları arasında var olan bir uygarlığın doğuşu ve gelişmesi değişik tabakalarda rahatlıkla meydana çıkıyordu. Çivi yazılı kayıtlardan anlaşılan oydu ki, bu bölgede (M.Ö.3000) 'li yıllarda, kültürel olarak oldukça gelişmiş bir medeniyet yaşıyordu. Asıl önemli nokta ise, bu şehirde de (MÖ 3000-2900 ) yılları civarında büyük bir sel felaketinin gerçekleştiğinin anlaşılmasıydı. Schmidt’in, çalışmalarını anlatan Mallowan, şöyle demektedir: “Schmidt, 4-5 metre derinlikte kil ve kum karışımı sarı topraktan bir tabakaya erişti. (bu tabaka selle beraber oluşmuştu). Bu tabaka, höyük kesitine göre ova seviyesine yakın bir düzeyde yer alıyordu ve höyüğün her yerinde izlenebiliyordu” Cemdet Nasr, dönemini Eski Krallık döneminden ayıran kil ve kum karışımı tabakayı Schmidt; “Tamamen nehir kökenli bir kum” olarak tanımlamış Nuh Tufanı ile ilişkilendirmiştir.. Kısacası Şuruppak, kentinde yapılan kazılarda da yaklaşık (M.Ö. 3000-2900) yıllarına rastgelen bir selin kalıntıları ortaya çıkartılmıştı. Diğer şehirlerle beraber Şuruppak kenti de muhtemelen Tufan’dan etkilenmişti . İslam öncesine dayanan dünyaca ünlü “Harran okulu ve üniversitesi ” Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında daha da gelişti. Şöhreti alimlerin ilgisini çekiyordu. İlk çağ Hellenizminin ,İskenderiye’deki bilim ve felsefe okulu 85


dağıtılınca buradaki alimler, Hz. Ömer zamanında 7. yüzyılın ilk yarısı Antakya ve Harran’daki okullara yerleştirildiler. Harran’daki İslam Üniversitesinde, Sabiiler, Hristiyan ve Müslümanlardan oluşan aydın gruplar vardı ve bunlar araştırmalar yapıyorlardı .Harran okulundaki Sabii alimlerinden büyük kısmı sonradan Müslüman oldular.. (M.Ö. III Bin) yıllarından sonraki tarihi kaynaklarda adı geçen Harran, mezopotamya’nın en eski yerleşim birimlerindendir. İnançları Hz. İdris (a.s ) kadar dayandırılan Sabii’lerin merkezi ve Sin Mabedinin bulunduğu şehirdir. Hitit kralı Suppilulima ile Mttani kralı Mativ arasındaki anlaşma burada bulunan Sin, mabedinde imzalanmıştır. Sümer, Akad, Asur, Hitit ve Mari (Son kaynaklara göre ) Ebla tabletlerinde adı geçmektedir. İslami dönemde II.Mervan ile Emeviler’ e başkentlik yaptıktan sonra 1260 yılında Moğol istilası ile yerle bir edilerek, yakılıp yıkıldıktan sonra bir harabe haline gelmiştir. XX. Yüzyıl başlarına kadar, terk edilen Harran, tarihi eser kaçakçılarının , mekanı haline gelmesiyle bir daha toparlanamadı. Ancak son senelerde, 1980’lerde sulama projeleri ile ailelerin yerleşimi ile köy olarak kullanılmaya, sonrasında Devlet desteğiyle gelişmesi ve tarihteki yerini alması ile zamanın hükümeti tarafından ilçe merkezi yapıldı. Devletin, güney Anadolu’da etkili olmasından sonra Harran, Şanlıurfa’ya gelen yerli ve yabancı turistlerin ilgisi ile kendine gelerek, cazibe yolunda adımlar atmaktadır. Şanlıurfa’ya 45 km. mesafede olan bu tarihi belde Harran, Hz İbrahim (a.s ) hayatının 15 yılında oldukça yer tutmaktadır. Adı ile anılan Hz. İbrahim, Mescidinde ibadet ettiği, menkıbelere göre söylenmektedir. Hz. İbrahim’in ( a.s ) babası Azer vefat ettiğinde, “Şeyh Yahya Hayat-i Harrani” türbesinin yanına defin edildiği çok büyük olasılık olarak tarihçiler tarafından görülmektedir. Seyahatnamelerde, Hz. İbrahim ( a.s) yorulduğunda, sırtını dayadığı taştan sıkça bahsedilmektedir. Son yüzyıla kadar bu taşın, ziyaretçi akınına uğradığı da yazılmakta ve anlatılmaktadır. Harran, adı hakkında üç tane şık bulunmaktadır. 1- Hz. Nuh.( a.s ) oğlu Erfahsez, ve onun oğlu

sayı//42// ocak

86

HARRAN..! 2- Dört kuşak sonra Hz. İbrahim’in dedesi Nahor’un oğulları Azer ve HARRAN... 3-Azer’in oğulları, İbrahim, Nahor ve HARRAN...! Bu üç Harran’da, Hz. İbrahim’in (a.s) soyundan gelmektedirler. İlk dönemlerde şehirler, onları kuranlar tarafından isimlendirilmekteydi. XIII. yüzyıl gezginlerin seyahatnamelerinde, Mogol istilası öncesinde, Harran’da, 4 medrese, 1 Hastahane, 1 düşkünler yurdu ve 8 hamamın mevcudiyetinden bahsedilmektedir.. Harran, bu günkü ününü bağrında yetiştirdiği çok değerli, doktor, matematikçiler ve astronomi bilgilerinden almaktadır. X11. yüzyılda doğmuş olan Hayat bin Kays ElHarrani, ömrünün 50 yılını Harran’da, yaşadığı bilinmektedir. . 1184 yılında, Selahaddin Eyyubi , Hayat bin Kays El- Harrani’nin elini öperek, hayır dualarını aldıktan sonra, Harrani’nin, ölümünden iki yıl sonra, Haçlılar tarafından işgal edilen Kudüs’ü, yeniden fethedip İslam birliğine hediye etmiştir. Bu bakımdan Hayat bin Kays El- Harrani, yaşadığı müddetçe tarihin önemli bu önemli noktasında hayati önem taşıyan Harran’ın, Mezotopamya’daki önemine işaret etmektedir. Yapılan araştırmalara göre Hayat bin Kays el Harrani’nin yaşadığı dönemde, Şeyh Abdulkadir Geylani ve Şeyh Ahmed er-Rufai Hazretleri gibi büyük zatların çağdaşı olduğu anlaşılmaktadır. Şeyh Abdulkadir Geylani’nin yanında tedrisatını tamamlamış bir müridi olduğu kaynaklarda görülmektedir. Tabi o dönemde İslam dünyası çok büyük bir karışıklık içerisindeydi. Doğudan Moğolların, batıdan Haçlıların kıskacı altındaydılar. Ümmetin eli silah tutan ,kılıç tutan erkekleri cihad ile savaşırken, kalanların eğitim durumları ile ilgili, manevi takviyesi bu zatlar tarafından yapılmaktaydı. Bu bölge Alimlerinden bazılarını zikretmeliyiz Harran’ı anlatırken.. Hayat bin Kays El- Harrani, Hazretlerine baktığımız zaman en dikkat ettiği noktalardan birisi sünnetle ameldir. Bazı sözlerinde sünnetle amelin çok önemli olduğundan bahsetmektedir. Çok önemle üzerinde durduğu bir diğer mesele “helal lokmadır ” Cabir Bin Hayyan; Abbasi halifesi Harun Reşit’in sarayında yaşadı.


İslami ve fen bilimlerini birlikte öğrendiler Halit Bin Yezit ve Cafer-i Sadık’tan dersler aldı. Simya’nın bir fen ilimi olmadığını gördü. Denemeye, analize ve matematiğe dayalı, olarak bugünkü Kimya’nın, temellerini attı. Kimyasal maddelerin bileşimlerini tespit etti ve açıkladı. Kimyada kullanılabilecek bazı metodları ortaya koydu... Kimyayla ilgili hassas ölçü aletleri yaptı. Tam olarak doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. XIII.-XIX . yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Kimya, Tıp, Eczacılık, Metalürji, Astronomi, Felsefe, Mantık, Fizik ve Mekanik üzerine çok büyük buluşlar yapmış olan Türkİslâm Alimidir. Tam ismi ‘Câbir Bin Hayyan Abdullah El-Ezdi’ olup, Batıda Al-Geber olarak tanınmaktadır. Sabit Bin Kurra; (821-901 ) Harran’ da doğdu Dünyanın çapını ve iki meridyen arası uzaklığı hesaplayan ilk bilginlerindendir.

vermeden kendisine ezberden söylemesini ister. İbn Teymiyye, hadisleri yazdığı tahtayı bu zata verir ve dinle diyerek hadisleri dinlediğinden daha güzel ezbere okuyuverir. Bunun üzerine Halep’ li âlim; "Eğer bu çocuk yaşarsa onun çok büyük bir şöhreti ile muhteşem bir bilim olacak,böyle zeki bir insan görülmemiştir" der.

Batlamus’un ünlü eserini Arapça’ya “ Algamesti “ ismiyle yorumlamıştır. Kendi çalışmalarını ve görüşlerini yeni olan “trigonometri “ astronomi bilgilerini eklemiştir. El yazma eserlerini, (1114-1185) Arapça’dan , Semerkand, Bağdat ve İstanbul’da Latinceye ve Fransız diline tercüme etti.. Halife Me’mun, tarafından dünyanın yarı çapını ölçmekle görevlendirildi .Onun ve diğer bu konuda bilginlerin ortaya koyduğu ölçümleri sonraki senelerde Endülüs yoluyla Avrupa’geçti. Tüm insanlığın bundan faydalandığa kesindir. Kamus’ul Alam, adlı eserde, matematiğin bir kolu olan Kalkulusun keşfi ona aittir. Başka bir kaynakta, diferansiyel hesabını “ Newton “ dan önce Sabit Bin Kurra’nın bulduğu söylenmektedir. Astronomi ile birlikte Felsefede de ilerlemeler kaydetti. İbn-ı Teymiye, (22 Ocak 1263) Harran'da dünyaya gelmiştir. Ailesi ilim ve dindarlıkla meşhur Hanbeli, mezhebine mensup ders, fetva ve telifle meşgul olmuş tanınmış bir aileydi.. Bu aile zeka, hatırlama, hafıza ve surat-i intikal hususunda eşsiz bir aile olarak şöhret bulmuştur. Lakin İbn-ı Teymiyye, bütün bu özelliklerinde ailesinden daha ileri seviyede di..

Dedesi Mecduddin, için muasırı olan bazı âlimler mutlak müctehid, ifadesini kullanmışlardır. Babası da büyük bir âlimdir. Dımaşk'taki, Sıkeriyye medresesinin hocalığı İbn Teymiyye'ye, babasından geçmiştir. Moğolların Harran'ı işgalinden sonra İbn Teymiyye, yedi yaşında iken ailesi Dımaşk (Şam)'a hicret etmiştir. İbn Teymiyye , Kur'an'ın tefsiri ile de ciddi bir şekilde ilgilenmiş ve bu konuda çok çaba sarfetmiştir. İbn Teymiyye'ye göre Kur'an'da öyle ayetler vardır ki...! Bir tanesi tefsir edildiğinde onun benzeri olan bir çokları ona benzetilerek tefsir edilebilir... İşte bu ayetlerin tefsirine delilleri de önem verilmesi gerektiğini devamlı dile getirmiştir. Çünkü bunlardan bir tanesi tam manasıyla anlaşılırsa benzerleri de onun gibi tefsir edilebilir. Hapiste kaldığı müddetçe haline razı olarak ve hayrı yalnızca Allah'tan isteyerek, sabır ederek şöyle demiştir: "Düşmanlarım bana ne yapabilirler, ben cennetimi kalbimde, bahçemi göğsümde taşıyorum. Nereye götürülsem onlar benimle beraberdir. Hapsedilmem halvet, öldürülmem şehâdet ve memleketimden sürülmem ise seyahattir." Hapiste iken bir defasında düşmanlarına "Şu kaleyi altınla doldursanız, hapsetmek suretiyle benim için sebep olduğunuz iyiliği bana veremezsiniz." demiştir.

Halep şehrinden bir âlim İbn Teymiyye'nin, bu özelliklerini işitmiş ve onu görmek için Dımaşk'a, gelmişti. İbn Teymiyye, Halepli Alim’in söylediği hadisleri bir tahta üzerine yazar .. Halebli âlim, İbn Teymiyye' e yazdırdığı hadisleri tekrar okumasına fırsat

Kazılarda çalışan işçiler, çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar

Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak GAP projesi kapsamında bu bölgeye yapılan yatırımların tarihten gelen bir sorumluluk olduğunu gördüm..Kıyamete kadar yaşayacak Devletime sonsuz teşekkürler ediyorum… 87


Ş EH İ R T İ YAT R O

BERLİN SHAUBÜHNE’DE

‘OSTERMEIER’İN’ YÖNETTİĞİ HAMLET OYUNU VE ELEŞTİRİSİ 2017 Aralığında Berlin’de 3.kez izledikten sonra büyük bir paylaşma isteği duydum. Yasin ÇETİN

012 yılında İKSV tiyatro festivali kapsamına Türkiye’ye gelen ve izleme fırsatı bulduğum Ostermeier’in yönettiği Hamlet oyununu 2014’te tekrar izlemiş ve yazma fırsatı bulamamıştım. 2017 Aralığında Berlin’de 3.kez izledikten sonra büyük bir paylaşma isteği duydum. 2008 yılında prömiyer yapan bu oyun daha ne kadar temsil verir bilinmez ama hala izlemeyen sanatsever varsa bir an önce oyun listesine eklemesi gerektiği kanaatindeyim. OSTERMEİER’İN REJİ ANLAYIŞI

Ostermeier’in reji anlayışı hakkında birçok ülkede çeşitli yazılıp çizilen bilgiler var. Fakat bizim perspektifimizden bizde kalanları özetle aktarmak gerekmektedir. Yaptığı tüm işlerin dünyada turneye çıkması, büyük ilgi görmesi, izleyiciden büyük beğeni görmesi arkasında Ostermeier’in kendince oluşturduğu bu çizgiden kaynaklanmaktadır. Kendine has üslubu ve seçtiği metindeki önermeleri çok güzel sembollere indirgeyip bunu tutarlı bir reji ekseninde izleyiciye aktarabilmesi ona başarıyı getiriyor. Öncelikle göstergebilimi dünyada en iyi kullanabilen rejisörler arasındadır. Bu konuyu Hamlet oyunu üzerinden daha da açacağız. Thomas Ostermeier yaptığı rejilerde teknolojiden de son derece istifade ediyor. Teknolojinin olanaklarını da kullanarak yaptığı multimedya uygulamalarıyla oyuna farklı bir estetik algısı getiriyor. Bir oyunun kendi sürecince olan gerçekliği bu uygulamalarla başka bir biçimde tutarlı hale gelerek seyirciyi oyunun içerisine çekiyor. Kimi zaman yaptığı Brechtiyen yabancılaştırmalarla seyirciye bir şeyler söylerken kimi zamanda tamamen gerçeklik içerisinde seyirciyi farklı bir yolculuğa çıkartıyor. Bu sayede Hamlet oyunu üzerinden örnek verilecek olursa 2 saat 45 dakika süren oyunda hiç ara vermeden ve seyircilerden en ufak bir sıkılma belirtisi görülmeden bir solukta oyun sona eriyor. Yaptığı Shakespeare rejilerinde kesinlikle metni bozmadan tamamen metnin niyeti üzerinden çağdaş yorumlar getirdiği gözlemleniyor. Birçok izlediğimiz çağdaş uyarlamalardan sonra metnin anlaşılmadığı ya da Shakespeare tadı alınamadığı yönündeki şikayetler Ostermeier uyarlamalarında görülmüyor.

sayı//42// ocak

88


OSTERMEİER’İN HAMLET’İNE DAİR

Ostermeier’in göstergeleri çok iyi kullanabildiğinden bahsetmiştik. Buradaki Hamlet oyunu Kral’ın tabutunun gömülmesi ile başlıyor. Ve ardından hemen yemek sahnesine geçiliyor. Tüm sahne toprakla kaplanmış olarak sahnenin ortasında bir mezar çukuru vardır. Kral buraya gömülürken gömen kişi tamamen bir koreografi ile dans tiyatrosunu andıran bir üslup ile gömüyor. O tabutu çuakura koyabilmek için bazen içine düşüyor. Bazen onunla birlikte kendisi de girmek zorunda kalıyor. Herkes sırayla toprak atıyor. Toprak atış şekillerinden Kral’ın ölümünde kimin ne kadar payı varsa çok rahat bir şekilde anlaşılabiliyor. Bu gösterge tamamen metne hizmet eden ve yazarın niyetini çok iyi bir biçimde seyirciye aktaran reji önermesi olarak ilk görülen durumdur. Hamlet karakteri olarak bu zamana kadar izlediğim tüm yorumlarda Hamlet fit bir genç tarafından oynanmaktaydı. Bu yorumda ise özel bir kıyafetle göbekli, göğüsleri sarkan tıknaz bir fiziksel özelliğe sahip karakter olarak sunulmuştu. Hollywood filmlerinde hamburgerle beslenen ofiste çalışan ve iş arkadaşları tarafından dışlanan ya da sömürülen masum karakter gibi sunulmuştu. Bununla birlikte oyunun 3 yerinde babasının katilini ararken artık çıldırma raddesine geldiği anlarda ortaya çıkan ve oyuncunun başarı ile yaptığı tik hareketi ile metni belki 30 defa okumuş biri olarak işte idealize Hamlet bu olmalı söylemini akla getirmeye sebep oluyor. Ophelia ve Hamlet’in annesi Gertrude’u tek bir kadın oyuncu oynuyordu. Yine bu

uygulama da metne son derece hizmet eden bir düşünceydi. Ophelia ve Gertrude’a Hamlet’in penceresinden bakıldığında ortak birçok yönleri bulunmaktadır. İşte bu sebepten ötürü ikisini tek oyuncuya oynatmak hem estetik açıdan, hem metne yorum açısından hem de prodüksiyon açısından birçok avantajı olan akıllıca bir uygulama olarak gerçekleştirilmişti. İngiliz yazar Bryony Lavery’in yazdığı Ophelia oyunu vardır. Shakespeare’in başta Hamlet’i olmak üzere yaklaşık 6-7 oyununa referansla oyun karakterlerini harmanladığı ve Ophelia hakkında oyunda olmadığı anlara yazdığı doğaçlamalardan oluşan bir oyundur. Talimhane Tiyatrosunda İAÜRT(İstanbul Aydın Üniversitesi Repertuvar Tiyatrosu) 2015 yılında sahnelenmişti. (İlgilenenler için o oyunun incelemesini de yazmıştık. İnternet ortamında mevcuttur.) O oyunda Ophelia’nın abisi Leartes’in Ophelia’ya tacizde bulunduğu varsayımı yapılmaktadır. Ostermeier’de bu Hamlet uyarlamasında Ophelia’ya bu perspektiften yaklaşmaktadır. Bir sahnede Leartes’in Ophelia’ya tacizi söz konusudur. Oyunda kullanılan metaforlar, göstergeler ve oyunculuklar bağlamında seyirciyi tamamen içine çeken başarılı bir yorum olmuş; Ostermeier’in Hamlet’i. Tiyatroseverlerin muhakkak görmesi gereken oyun hafızasında yer alması gereken bir prodüksiyon olduğu kanısındayım. Oyun başarılı Alman çağdaş yazar Mayenburg tarafından Almanca’ya çevrilmiş ve ayın belli günlerinde sahneleme metni yine Mayenburg tarafından İngilizce’ye çevrilmiş şekilde üstyazı ile temsil veriyor. tekamultiyatrosu@gmail.com 89


GAZİANTEP KUYUMCULUĞU

Selçuklu Devri'nin önemli maden üretim merkezleri arasında Ayntab'ta vardır. Kanuni Sultan Süleyman 1552'de Halep, Ayıntap ve Birecik'te altınlı kumaş dokumasını yasaklamıştı. Öğ.Gör. Nuri DURUCU*

argamış, Dülük (Antik Dolichenos kenti) ve Belkıs’ta (Roma dönemi Zeugma), bulunan tarihi takılar bize İpek Yolundaki çok önemli bir coğrafyada yaşandığını ispatlamaktadır. Zeugma mozaiklerinden en çok bilinen çingene kızı mozaiğinde kulakta küpe ve diğer mozaiklerde de farklı mücevher örneklerine sıkça rastlanmaktadır. Ayntab (Gaziantep) kalesinin inşası ile ilgili bir efsaneye göre kale "Ayni" adında bir kız tarafından yaptırılmıştır. Bununla ilgili bir rivayete göre Ayni değerli yüzüğünü satarak kaleyi yaptırmaya başlar. İnşaat sırasında bir gün karşı yoldaki kalabalığı görür. Ayni bu kalabalığın sebebini sorar. Cenaze merasimi olduğu cevabını alınca buna çok üzülür. Madem sonunda ölüm var der ve inşaatı durdurur. Daha sonra başka bir kız bu yarım kalan kalenin inşaatını tamamlatır. Kalenin bir adı da "Kala-i Füsus" dur. "Füsus" yüzük taşı manasına gelir. Ayni'nin yüzüğü üzerinde kaleyi inşa edecek kadar değerli bir taş olması tahmin edilebilir. Bu örnek bölgenin ve şehrin ekonomik, kültürel ve sosyal zenginliğine işarettir. Selçuklu Devri'nin önemli maden üretim merkezleri arasında Ayntab'ta vardır. Kanuni Sultan Süleyman 1552'de Halep, Ayıntap ve Birecik'te altınlı kumaş dokumasını yasaklamıştı. Yasak sonrası "Aba-yi zerbaft" kumaş on beş altına satılmaya başladı. Şehirde altın tel üretiminin önemli bir ticari faaliyet olduğu buradan anlaşılır. 1635 yılında adı ilk defa geçen Yüzükçü Hanı’ndan ise kuyumcu esnafının verdiği önemli vergi ve bağış miktarından dolayı şeri mahkeme sicillerinde bahsedilir.

Gaziantep Üniversitesi GMYO Kuyumculuk ve Takı Tasarımı

sayı//42// ocak

90

17. yüzyıl seyyahı Evliya Çelebi Ayntab hakkında "Kadınlar ayaklarına sarı çizme, başlarına gümüşten sivri takke üzerine çarşaf bürünürler" diye yazmıştır. 18. yüzyılın ikinci yarısında tespit edilen dokuz kuyumcudan biri müslümandır. 19. yüzyılda gümüşten yapılmış saç tarağı, sigara takımı, kemer tokası, iğne, sürmedanlıkların Osmanlı Devleti'nde ilk defa açılan Amerikan Sergisine gönderildiğini ve bu sergiye ilk iştirak eden şehrin Ayntab olduğu Hasırcızade Mustafa Fehim Efendi'nin risalesinde yazılıdır. O dönemde Ayntab’ta kuyumculuk yapan ermeni ailelerin en ünlüsü Nazaretyan'dır. Ayntab ismi Cumhuriyet'ten sonra Gaziantep oldu. Sarraf Niyazi Bey


Rusya'daki devrimden dolayı Medine'ye yerleşmiştir. Daha sonra, oradan da ayrılıp 1918'de Ayntab'a gelmiştir. Kuyumcu olan oğlu Sait Türkistanlı Antep harbi sırasında bomba dökümünde çalışmıştır. Kendisi Cumhuriyetin kurulmasıyla o dönemde en çok kullanılan gümüş hülliyattan işe başlamıştır. Yanında pek çok kişi yetiştirmiştir. Ahmet Karakaş, Müftah Arslanoğlu, Mahmut Uğurgel, Remzi Karslıgil ve Mehmet Alemli en çok usta yetiştirenlerdir. Nizipli Sırrı Özkaya'nın da önemli katkıları olmuştur. İstanbul Kapalıçarşı Derneğinin ilk kurucu başkanı olan Celal Bozkurt Eriş'in aldığı bröve Gaziantep'in en iyi mücevher sanatkarı olduğunun delilidir. Mesal İnci'nin sahibi Sait Alıcı 9 Eylül 1971'de PG damgalı bilezik imalatına başlamıştır. Türkiye'de T.C. Darphanesi ve Gürbüz Kıtal'dan sonra Ticaret ve Sanayi Bakanlığı resmi müsaadeli üçüncü altın ziynet imalatıdır. Sedat Özdinç 2005'ten itibaren Gaziantep Kuyumcular Odası başkanıdır. Odaya kayıtlı 60 imalatçı ve 400'den fazla perakendeci vardır. 10. Ortadoğu Altın ve Mücevher Fuarı Gaziantep'te düzenlenmiştir. Buraya kadar yazılanlar Gaziantep’te takı kültürünün zengin bir tarihi birikimi olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Türkiye, mücevher ihracatında dünyanın önde gelen ülkelerindendir. Ülkemizin kültür mirası içerisinde Gazianteplilerin kendi öz kimliğini

araştırması sonucu yapılan yeni mücevher tasarımları ile sektörün ihracatı artacak, yerli ve yabancı turistin Gaziantep'e gelmesi kuyumculuk ve bölge hizmet sektörünü kazançlı çıkacaktır. Türkiye mücevher sektöründeki pastadan da bölge imalatçıları pay almaktadır ve büyük şehirlerdeki resmi mücevher ihracatı kervanına katılarak teknolojik ve fikir altyapısını hazırlamaktadırlar. GTO'nın Endüstriyel Tasarım ve Modelleme Merkezi (GETAM) Projesi kapsamındaki meslekler arasında kuyumculukta vardır. Gaziantep Üniversitesi Gaziantep Meslek Yüksek Okulu bünyesinde 2003'de kurulan ‘Kuyumculuk ve Takı Tasarımı Programı’ üniversite sanayi işbirliğini gerçekleştirmek yolunda katıldığı yarışmalarla yeni mücevher tasarımları meydana getirmekte ve piyasaya eğitimli eleman yetiştirerek bu konudaki nitelikli insan boşluğuna katkı sağlamaktadır. 91


ÜSKÜDAR’DA SANATA RUH VEREN ÇINAR

NİYAZİ SAYIN

Üsküdar deyince Mustafa Düzgünman’ı, Ahmed Yüksel Özemre’yi ve Niyazi Sayın’ı hatırlarım. Bu şahsiyetler, selefleri ve halefleriyle birlikte “Üsküdar Yârânı”dır. Mehmet Nuri YARDIM

sayı//42// ocak

92

stanbul camileri, çeşmeleri, medreseleri, sebilleri, kuşevleri, sadaka taşları ve diğer tarihî eserleriyle olduğu kadar, hazine kadar değerli olan vefat etmiş veya yaşayan üstatlarıyla, sanatkârlarıyla, abide şahsiyetleriyle de sevilir. Mahalleler, semtler, şehirler büyük ölçüde mümtaz sâkinleriyle bilinir ve tanınır. Meselâ Beylerbeyi benim için Münevver Ayaşlı’dır, Fatih Sâmiha Ayverdi’dir. Üsküdar deyince Mustafa Düzgünman’ı, Ahmed Yüksel Özemre’yi ve Niyazi Sayın’ı hatırlarım. Bu şahsiyetler, selefleri ve halefleriyle birlikte “Üsküdar Yârân”ıdır. İşte semtin o müstesna simalarından biri de şüphesiz ki kıymetli sanatkâr Niyazi Sayın’dır. Yıllar önce ESKADER olarak Ali Emiri Efendi Kültür Merkezi’nde üstada takdim ettiğimiz ödül gecesinde buluşmuş, hasret gidermiştik. O gece çevresinde bir sevgi halesi oluşmuştu. Sonra Üsküdar Belediyesi onun için İslâm Araştırmaları Merkezi bahçesinde bir gece tertip etmişti. Niyazi Sayın’ın da iştirak ettiği gecenin sunucusu İncilâ Bertuğ’du. Dia gösterisini ise Fikret Bertuğ yapmıştı. Merhum Selahattin İçli, rahmetli Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Hikmet Barutçugil, Mehmet Güntekin, Mustafa Fayda, Muhittin Serin, Sadretin Özçimi, Mehmet Âkif Aydın ve Ahmet Şahin geceye iştirak edenler arasındaydı. Bu programdan sonra Zeytinburnu Belediyesi de uzun süre devam ettirdiğim “Zeytinburnu’nun Ebedî Sâkinleri” toplantılarının birini Tanburî Cemil’e ayırmıştı. O nezih gecede sanat dünyamızın yıldızları bir araya gelmişti. Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, Uğur Derman, Aydın Yüksel ve diğer üstatlar... ARTIK MEVCUDLARI ÇOK AZALAN BİR HEZARFEN Niyazi Sayın bir ‘ney efsanesi’ olarak bilinir, o aynı zamanda bir ‘musıkî dehası’dır. Âsûde geçirdiği hayatı binbir güzellikle doludur; bereketli ömründe sanatın şahikasına erişmiştir. Bulunduğu mekânlar bir şölene dönüşmüştür. Niyazi Sayın kelimenin tam manasıyla bir ‘hezarfen’dir, bin hünerlidir. Birçok sanat dalını en iyi, en mükemmel şekilde icra etmiş bir İstanbul beyefendisidir. Ebru sanatkârı, fotoğrafçı, tesbihçi, sedef kakmacı, elektronikçi, tornacı, gülcü, balıkçı ve yemek ustasıdır. Kuşçudur, ağaç işlerinden iyi anlar. Kilim dokumacılığına ziyadesiyle meraklıdır. Ve tabii ki fevkâlâde bir neyzendir. Ney’i en


iyi üfleyen olmakla birlikte imal de etmiştir yıllar boyu. Bir ömür boyu iskan ettiği eski evi, birçok sanatın icra edildiği geniş bir atölye olarak hizmet vermiştir. Bir sergi, bir müze, bir teşhir yeri olmuştur. Bir sanat merkezi vazifesi gören bu mekân, ebru, tesbih ve mûsikî odalarının bulunduğu bir saz ve söz bahçesi gibi görülmüştür. O güzel evde, kelâm ehli ve kalem erbabı buluşmuş, huzur sohbeti etmiş, tatlı kelamlar ederek musahabelerde bulunmuşlardır. Niyazi Sayın’ın bu çok yönlülüğünü, merhum Necmeddin Okyay’a çok benzetirim. NEY: RUHUN SESİ, KALBİN NEFESİ Her sazın bizim musıkî tarihimizde farklı bir yeri vardır, amenna! Ama ney’in değeri farklıdır. O âdeta Mevlâna’nın şahsiyetiyle, ulvi Mevlevîlik tarikiyle özdeşmiş özge bir sazdır, sazdan öte ruhların sesi, kalplerin nefesidir. Ney, bezm-i elestten kopuşun simgesi, ayrılık acısının terennümü, hicranın iniltisi, melalin aksidir. Firakların vuslatlara, teessürlerin sevinçlere, kederlerin hüzünlere karildığı benzersiz, nefesli ve kutlu bir vasıtadır. Nefsin terbiye edildiği bu mistik sazın yaşayan dev sanatkârı Niyazi Sayın’ı, dostları, talebeleri ve kültür sanat camiası çok seviyor. Onu ziyaret etmek, onunla birlikte olmak ahbabına bir şifa gibidir. Bulunduğu iklimde manevi bir sürurun hâkim olması asla tesadüfi değildir. EZAN-I MUHAMMEDÎ İLE BAŞLAYAN DİRİLİŞ VE UYANIŞ Rumelili bir aileden gelen ve “Hürriyet Kahramanı” olarak bilinen Resneli Niyazi Bey’in akrabası olan Niyazi Sayın, doğma büyüme İstanbulludur, Üsküdar’da yetişmiş, evdeki

gramofon, tanbur ve kemençe nağmeleri arasında büyümüştür. Tanburî Cemil Bey’i dinleyerek mûsikî dünyasını zenginleştirmiş, ney’in yanısıra ebruyla da ciddi olarak meşgul olmuştur. Çocukluğunda resim yapan, ağaçları oyarak küçük heykeller üreten sanatkârımız, 1947 yılında dinlediği muhteşem bir ezanla sarsılır. Ebrunun son büyük üstatlarından Mustafa Düzgünman’ın okuduğu Ezan-ı Muhammedî, ruhunda büyük dalgalanmalar meydana getirmiştir. O günden sonra ebrunun dâhisi, attar Mustafa Düzgünman’la dostluğunu arttıran Niyazi Sayın, sazın hasını, sözün güzelini bilen ve dinleyen bir meclise dahil olmuştur. Tasavvufu önce tadar, sonra da zerre zerre bünyesinde yaşar. Bir süre sonra Mustafa Düzgünman’ın Üsküdar’daki meşhur attar dükkânında çalışmaya başlar. Böylece üstadıyla daha fazla birlikte olur ve kendisinden daha çok istifade etme imkânı bulur. İlk ney’i 4 Mart 1948 tarihinde Bâyezid semtinden satın alan ve Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Abdülbaki Dede’nin oğlu Neyzen Gavsi Baykara’dan 31 Aralık 1948 tarihinde başlangıç dersi gören Niyazi Sayın, bugün ney üfleyen sanatkârların neredeyse çoğunun hocasıdır. “Emin Dede’nin talebesi ve Türkiye’nin en büyük neyzeni” Halil Dikmen’in aziz talebesi olan Niyazi Sayın, 21 Ocak 1949 tarihinde bu hocadan ilk dersi alır. Kasımpaşa’da askerlik yaptığı sırada ise geceleri, Belediye Konservatuvarı’na devam eder. CEMİL BEYİN EVİNİN ÖNÜNDE... Gönlünü sanatın büyülü havasına kaptıran Niyazi Sayın’ı 1950’den sonra Üsküdar Mûsikî Cemiyeti’nin icra heyetinde görüyoruz. 93


Cemiyet, zamanla radyoda konser verme imkânı bulur. Ve neyzenimiz, eski tabirle “ilk neşriyatı”nı Süleyman Erguner, Hurşit Ungay ve Kemal Batanay’la birlikte 12 Mayıs 1953 tarihinde yapar. İstanbul Radyosu’nun o devirdeki müdürü Nevzat Atlığ’dan davet alır. Radyonun kadrolu mensubudur artık. Birkaç yıl sonra Münir Nureddin Selçuk’un arzusu üzerine istifa ederek Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde görev alır. 13 yıl sonra İstanbul Radyosu’na neyzen olarak döner sanatkârımız. Üniversitelerde hocalık yapar ve talebe yetiştirir. Amerika’ya gider ve Washington Seattle Üniversitesi’nde Tanburî Necdet Yaşar’la birlikte ders ve konserler verir. Doğduğu semtten kopmayan Niyazi Bey vefalıdır, toprağına, mekânına ve hâtıralarına sıkı sıkıya bağlıdır. Doğancılar’daki evinden uzun süre ayrılmamıştır. Kadirbilirdir, hocalarını unutmamış, candan dostlarını ise hiç bırakmamıştır. 1950’lerde Tanburi Cemil Bey’in Aksaray’daki evinin önünden tesadüfen geçerken binanın yıktırıldığını görür. Bu duruma çok üzülür, kederlenir, hüzünlenir. Çocukluğunu hatırlar o an. Evdeyken dinlediği tanbur ve kemençe sesi, köklü biçimde yüreğinde yer etmiştir zira. Bu tarihî evin tamamen yok olmasına gönlü razı olmaz. Hiç olmazsa bir kaç parçasını kurtarmak ister. Evin kapısını, kapı tokmaklarını, pencere kafesini satın alıp kurtarır. Daha sonra evin kapısını kadîm dostu Tanburî Necdet Yaşar’a hediye eder, pencere kafesi ve kapı tokmaklarını evinde uzun yıllar sergiler. sayı//42// ocak

94

ÜSKÜDAR’IN DOST IŞIĞI...

Niyazi Sayın tabii ki çok büyük bir sanatkâr, naif bir insandır. O da hocaları gibi bütün sanat, marifet ve maharetlerden önce ‘ahlâk’a değer veren bir fazilet timsalidir aynı zamanda. Ona göre sanat, insanı güzel ahlâka, erdemli olmaya yönlendirmeli, hatta eriştirmelidir. Bu hususta kulağına çalınan ilk nağmelerin sahibi olan, ilk muallimi Tanburî Cemil hakkında söylenen sözü benimsemiş ve hayatına da tatbik etmiştir. Mesut Cemil’in, babası Tanburî Cemil Bey için sarfettigi “Babamın ahlâkı mûsikîsinden üstündür.” sözü, onun için rehber olmuştur. Ona göre sanattan maksat, toplumda dürüst insanlar, ahlâklı nesiller yetiştirmek olmalıdır. Ney’de geleneğin gücünden yararlanarak yenilikler yapan ve ney’i en üst seviyeye taşıyan sanatkârımız, kendisine has bir üslûp geliştirmiş ve mûsikîde kendi adıyla birlikte kutlu bir devir başlatmıştır. Sanatıyla mûsikîmizi taçlandıran ve gönül denizimizi dalgalandiran sanatkârımıza şükran borçluyuz. Üsküdar’a yolum düştüğünde, ‘Kâbe toprağı’na ayak bastığımda heyecanlanır ve müşevveş zihnimden şu düşünceler akar gider: “Bu mübarek muhitte, bu camilerin ardındaki mahallelerin birinde bir sanatkâr yaşıyor. İyi ki aramızda. Niyazi Sayın’a muhabbet, vatan toprağını sevmek, köklerimize bağlanmaktır. Kimbilir belki de şu anda bir tekkenin lahuti köşesinde zikir veya tefekkür hâlindedir. Ona ve sevenlerine selâm olsun!”


İSLÂM TARİHİ

Hazırlayan: Mustafa S. KAÇALİN Büyüyen Ay Yayınları Tanıtım: Fatma DERİN

Tarihin ana vazifesi eskiden olanları bugünkülere anlatmaktır. Tarih görüp ibret çıkarmak, okuyup ders almak için bir destek bilgisidir. Tarih bazen bir milletin tarihidir. Tarih bazen bir devletin tarihidir. Tarih bazen bir toprağın tarihidir. İslâm tarihi ise bir kişinin, bir kabilenin, bir ırkın, bir coğrafyanın değil geniş manada bir ümmetin tarihidir. Çekirdekte peygamber zamanına mukayyet manasıyla bir ümmetin doğuşunun, oluşunun ve bazı ilk örneklerin tarihidir.

ŞEHİR K İ TAP

KEMÂL EDÎB KÜRKÇÜOĞLU

arih vakit tayin eylemektir. Tarih zaman ile birlikte mekânı zikreylemektir. Tıpkı baba anaya ebeveyn derken ana babaya valideyn derkenki gibi. Zamanı zikrediyorsak mekânı da mekânı telaffuz ediyorsak zamanı da kastediyoruz. Zaman ile mekân bir kâğıdın iki yüzü gibidir. Mıknatısın iki kutbu gibi. Birbirinden ayrı düşünülemez. Kâğıdın bir yüzünü kaldırsan yine iki yüzü bulunan kâğıt olur. Mıknatısın bir kutbunu koparsan yine iki kutuplu bir mıknatıs olur. Bir çift eldiven, bir çift çorap gibi tarih, zaman mekân çiftidir. Zaman tarih olunca mekân da coğrafya olur. Tarih coğrafyada tekrar edince coğrafya vatan olur. Mekândan zaman silinince efsane (Ergine-kun) zamandan mekân kalkınca destan (göç) doğuyor. Zamana ve mekâna bağlanmayan doğru bilgi kişilere bağlanınca kıssa, bir kişiye bağlı olunca menkıbe (övgünlük, övülesi hâller) oluyor (Oğuz Kağan, Köroğlu). Zamansız mekânsız kişi varsa masal (Keloğlan) anlatılıyordur. Bu kıssa, bu menkıbe zamanıyla mekânıyla her türlü ayrıntıyla hâl ü hareket tavr u hâlet ile beslenince siyer oluyor.

95





Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.