ŞEHİR ve KÜLTÜR - 26. Sayı

Page 1



Biz’den…

Eğitim / Kültür / Bayram “Her kimin lisanı tatlı olursa, dostları çok olur...” Hz.Ali

Dünya üzerinde; Devletin, Milletin, Bireylerin huzuru , mutluğu ve refahı için eğitim en iyi çözüm yoludur. İnsanlığın var olduğu tarihten bu yana eğitim, insanları en çok üzerinde çalıştıkları en önemli sorun olmuştur. Dünya döndükçe bu sorun devam edecektir. Her çocuk eğitimle ve öğretimle aklını yönetecek bir yeteneğe sahip olur, akıllı ve akılsız kavramları aklı kullanmaktan kaynaklıdır. Eflatun diyor ki , Halkın yaşaması ve mutlu olması isteniyorsa, eğitim ön plana alınmalıdır. Eğitimin amacında aslolan Fazilet duygusunun genç kuşaklara aşılanmasıdır. Erdemli olmayan kişinin başkasını erdemli yapacağını düşünemeyiz. Bu saygıyı kazanmak küçük yaştan başlar, eğitim ve öğretimin yaşı yoktur. Her çocuk ana kucağından itibaren eğitim ve öğretim görür. Ebeveyn ,öncelikle ve özellikle çocuğun ruhunu eğitmelidir. Gösterdiği örnekler iyi örnekler olmalıdır. Çocuklar, eğitimle iyiye, doğruya ,güzele yönlendirilmeli özendirilmelidir. Çocuklara iyi seçilmiş örnek kişilerin hayat hikayeleri, davranışları, anlatılmalıdır. Eğitimin yöntemleri, klasik veya modern tarzda musiki , edebiyat masal hikaye roman gibi eserlerle sağlanmalıdır. İnsanın ruh ve zihin sağlığı çok önemlidir. “Hz.Mevlana der ki; Sen bir kemik ve et yığınından ibaretsin. Esas olan ruhtur. İnsana hareket emrini veren ve yönlendiren ruh yapısıdır. Ruh sağlığı yerinde olmayan insandan fayda gelmez” Çocuklar, okudukları eserler, dinledikleri müzikler, sayesinde Cesareti, cömertliği, dürüstlüğü, iyiliği, kötülüğü, kavramalıdırlar.. Çocukların ruh eğitimi gelenek ve göreneklerle donatılmalı, sanatla aşılmalı, akıl ve mantık yolu ile süzgeçten geçirilmelidir. Yazarlar, çizerler , medya mensupları, sanatçılar bu konulara titizlikle eğilmeli ve moral veren davranışlarda bulunmaları gerekir. Teknolojiden, soysuzlaşmaya yol açmadan genel ahlak anlayışımıza uygun şeyleri almak zarureti vardır. Hoşumuza giden her şeyi yapamayız. Bünyemizin gerektirdiğini yerine getirmek zorundayız. Medeniyet tabii kanunları hesaba katmak zorundadır. Değişmesi lazımdır. Modern cemiyetin, ilmi tatbikatların insana zararlı olmayacak şekilde değişmesi lazımdır. Cemiyet, bize zarar vermeden, hayat şartlarının nasıl değiştirileceğini ve intibak edemeyeceğimiz değişmelerin çaresini araştırmalıdır. Kültürümüz ,bu konularda kriterimizdir. Bir üniversite, sadece teknik ve nazariyat öğretmemeli. Her şeyden önce aklı geliştirmeli ve ona dünyada

yararlanabileceği pratik bilgiler de vermelidir… Güzergahı bilmek kafi değildir, yolculuğun hedefini de bilmek gerekir. Hem madde, hem mana aleminde yol almalıyız. Yolculugun gayesi; Muhakkak ki vücudun , ruhun ve ruhi yükselişin ifade ettiği her şeyin âzami derecede gelişmesine çalışmak dır. Öyle görünüyor ki ruhun madde dışına bu itişi insan hayatında başarı için şarttır. Düşüncemize inanmak, içimizde doğru olduğuna inandığımız şeyin herkes için doğru olduğuna inanmak… işte deha budur. “Kendine bağlı kal ve sebat et. Hiç taklid etme. Sana huzuru, senden başkası veremez. Prensipler zaferinin getireceği huzuru sana kimse veremez.” Kaybetmeyi göze almazsak hiçbir şey kazanamayız. Daima emniyette olmayı arzu eden bir kişi kurumuş, katılaşmış bir varlıktır. Tenkide kulak asma .Tenkidi; Ekseriya hiçbir işin üstesinden gelememiş, bir teşebbüsün muvaffak olamamasına sevinen kimseler yapar. Siz ki bir akla sahip olma saadetine ermişsiniz, şüphe edenleri, soru soranları ve araştıranları hakir görmeyin… Eğitim ve öğretimin pratiğinde ; Anlamak istemedikleri için anlamayanlara gelince, onlardan yüz çevirin… Onlar affedilmez bir hata işliyorlar. Saldırgan kimseler ile hiç münakaşa etmeyiniz, sessizce onların faaliyet sahalarını her vasıtaya başvurarak daraltmak, onları tecrid etmek, hainliklerini göstermek için çalışın. Kötü bir adama karşı da bütün gücünüzü toplayın. Bütün bunlar hayatın içinden süzülmüş bilgilerdir, yaşadıkça öğrenilir. Bu nedenle öğrenmenin yaşı yoktur. Kültürümüz de; yaşanılarak öğrenilen öğütler ve öğretilerdir, davranışlar sanatlar, mimari ve zenaatlardır..Bayramlar, İnanç dünyamızın mutlu duraklarıdır.. Her birinin anlatılan özellikleri kültürü asırlardır bizi ruhen diri tutmuşlardır... Eylül ayı bu yılın Kurban bayramını içinde taşıyor… Şehir ve Kültür dergimizin 26.sayısı ile, yine kültürle dolu bir eserle karşınızdayız... Güzel kıyafetlerimizi giydik, saçımızı taradık ve aynaya bakarak üzerimizi düzelttik; Bayramınız Kutlu olsun sevgili dostlar …

Hz.Mevlana diyor ki! “İnsanları tanımak için tüm gücünüzü verin, ama tüm sevginizi vermeyin. Çünkü onları tanımaya başladıkça verdiğiniz sevgiye acıyacaksınız. . . ! “ “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

SÖYLEŞİ

4 FiLiSTiN 18 500.YIL ANISINA KANAYAN YARA:

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN

8

SiNAN GiBi îMAR EDELiM, YUNUS GİBİ YAŞAYALIM

NAZiF GÜRDOĞAN iLE SÖYLEŞi İbrahim ÇELİK

VATAN SEVGiSi NEREDE BAŞLAR? Vehbi VAKKASOĞLU

28KAZDAĞLARI

EFSANELER DiYARI Sabri GÜLTEKİN

10 17

BiR MEDENiYET MASALI

“VATAN, MiLLET, KÜLTÜR,”

Mehmet Kâmil BERSE

ALAADDiN CAMiiNiN

KAPISINDAKi SIR! Dr.Süleyman GÜNDÜZ

38 iZLENiMLER

YENi DÜNYA ABD’DEN Doç.Dr. Süleyman DOĞAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR: Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488.

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse

Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz

İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Edebiyat,Tarih/ Fahri Tuna Medeniyet/ Yrd.Doç. Dr.Recep Çelik Şehirler/ Yrd.Doç.Dr.Ali Mazak Sanat,Kültür / Giray Tarhanoğlu

Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof.Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof.Dr.Hamit ER,


14 İLME AÇILAN KAPILAR KARATAY VE İNCE MİNARELİ MEDRESELERİN KAPILARI-II- / Kâmil UĞURLU 24 ŞEHİRLERİNYARASINA MİLLET DEMİ!.. / Mehtap ALTAN 26 SERÇE KUŞUNUN AĞIDI - şiir-/ Kâmil UĞURLU

50 iSMAiL ALEPPOLU

27 SAKARYA VADİSİ; KURULUŞUN, KURTULUŞUN ADI / Fahri TUNA

Serdar TAŞTANOĞLU

37 LONDRA MANZARALARI VIRGINIA WOOLF -şehir kitap / Mustafa UÇURUM

34 MİLLİ DEVLET DÜŞÜNCESİ VE KÜLTÜR / Recep GARİP

42 DERSAADETTE TARİHÎ BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ; DARÜLACEZE “BEŞİKTEKİNDEN MEMÂT EŞİĞİNDEKİNE BÂB-I ŞEFKÂT” / Fatih DALGALI

56

SEYRiMDE BiR

46 İSTANBUL’UN ÇEKİM MERKEZLERİNDEN BİRİ; MERKEZ EFENDİ/ Nidayi SEVİM

Hüseyin YÜRÜK

54 BAYRAMLARI, YAHYA KEMAL GİBİ ANLAYABİLSEK! / Muhsin İlyas SUBAŞI

ŞEHRE VARDIM

58 KIRIM TOPRAKLARI, KIRIM TÜRKLERİNİN ÖZ VATANIDIR / Ammar İMRAN

64 MARDiN

KADÎM KÜLTÜRLERiN ŞEHRi,

Salih DOĞAN

60 (GÜLNÛŞ EMETULLAH) VALİDE SULTAN CAMİİ (YENİ VALİDE CAMİİ) / Nermin TAYLAN 72 YOLLAR VE KÖPRÜLER, ÜLKE REFAHINI VE ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜ BESLER / M. İlyas SUBAŞI 75 SIRADIŞI MARTI OYUNU - İNCELEME VE ELEŞTİRİ - / Yasin ÇETİN 76 BOSNALI BİR ARİF: HASAN KAIMÎ / Mikail Türker BAL 78 KENDİNİ TANI, FAZİLETİ ARA, HAYATI İNCELE -TİYATRO’NUN GENEL DURUMU- /Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA

88

ETNOSPOR FESTiVALi “TÜRK DÜNYASININ KÜLTÜR BİRİKİMİ”

Emine HALİL

Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof.Dr.M.Sıtkı Bilgin, Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç.Dr.Muharrem Es. Doç. Dr.İbrahim Maraş, Doç.Dr.Önder Bayır, Yard.Doç. Dr.A.Hikmet Atan, Yard.Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL. Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR3100 0460 0028 8880 0005 6479 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul

80 SULTAN IV. MURAD’IN HAC VE HAREMEYN HATT-I HUMAYUNLARI / Dr. Önder BAYIR 84 TARİH VE GİZEMİN BELDESİ KUDÜS / Münir BALICA 92 ŞAİRLERDE VATAN KÜLTÜRÜ / Mehmet Nuri YARDIM Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com

www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com

Baskı: Gök Matbaacılık Promosyon Reklam ve Tekstil San. Tic.Ltd. Şti. | Tevfik bey Mah Halkalı Cad. No:162 / 7 Sefaköy - İstanbul Tel: (0212) 693 68 59 Fax: (0212) 697 70 70

Kapak Resmi: Mardin Genel Görünüm


500.YIL ANISINA KANAYAN YARA:

FİLİSTİN 20. yüzyıldan 21. yüzyıla intikal etmiş olan ve dünyada hala çözüm bekleyen en büyük sorunlardan bir tanesi kuşkusuz Filistin sorunudur.

Prof.Dr.Zekeriya KURŞUN*

ilistin’in Osmanlı topraklarının bir parçası haline haline gelmesinin 500 yılındayız. 2017 ise bu toprakların, Kudüs’ün Osmanlı idaresinden çıkışının 100. yılı olacaktır. İki dönemin bugüne kadar çokça mukayesesi yapıldığı gibi özellikle önümüzdeki yıl da yüz yıllık muhasebe yeniden gündeme gelecektir. 20. yüzyıldan 21. yüzyıla intikal etmiş olan ve dünyada hala çözüm bekleyen en büyük sorunlardan bir tanesi kuşkusuz Filistin sorunudur. Yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci ile hem hatıralarda hem de gündelik hayatta önemini koruyan bu sorun binlerce görüşme, yüzlerce karar ve onlarca anlaşmaya konu olmuştur. Dünya 21. yüzyılın başında soruna daha fazla ilgi göstermiş ama bu sefer de yüzleşilen gerçekler çözümü daha da zorlaştırmıştır. Filistin İdaresi BM’ye gözlemci alınırken, iki devlet formülünün hayata geçebileceği düşünülmüştü. Ancak fiilen bölünmüş bir halde olan Gazze ve Ramallah’ın birleşme girişimleri bu son planların da yönünü değiştirerek, yeniden çok toplumlu (belki çok dinli demek daha yerinde olacak) tek devlet modelini de yeniden gündeme getirmiştir. Bütün bunlar olup biterken doğal olarak tarihten uzaklaşarak mevcut problemler üzerinde yoğunlaşırmıştır. Oysa bölgedeki sorunlar gittikçe derinleşmektedir. Bir taraf yok olma tehdit ve korkusu ile şiddeti artırırken diğer taraf da varlık mücadelesi sergilemektedir. Filistin sorununa nerede ise “sil-baştan” mantığı ile yaklaşıldığı bugünlerde tarihi geçmişi Osmanlı Devletini son yıllarında kaleme alınan bir rapor üzerinden hatırlatmak istedik. SİYONİZM’E DOĞRU

*T.C.Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesi

sayı//26// eylül 4

Avrupa’da genelde kabul görmemiş olan Yahudiler, yurt arama fikrini daima canlı tutmuşlardır. Zihinlerinde mevcut “vaat edilmiş topraklar” fikri ise, onları Filistin’e yönlendirmiştir. 18. yüzyılın sonlarında Musevileri kutsal topraklara yerleştirme düşüncelerini dile getiren Napolyon, Yahudilerin bu yöndeki umutlarını yeşertti. Öte yandan 1818’de Amerika’da Mordehay Manual Noah ve 1830’da da Fransız tarihçi Joseph Salvador Siyonizm’den bahsederek Yahudilere hedef göstermiş; hatta, Salvador bunun için bir kongre toplanmasını önermiştir. İngiltere’de Hollingsworth ve Almanya’da Sosyalist Moses Hessile Hahambaşı Hirsch Kalisherde Siyonizm


fikirlerine katkıda bulundular. Bu konudaki ilk adım 1870’de Alliance İsraélite tarafından Yafa yakınlarında bir ziraat mektebi açılması ve orada “Siyon Muhibbânı” namında bir cemiyetin kurulmasıyla atılmıştır; ancak, şurası bir hakikattir ki, Siyonizm’in yaygınlaşması için en büyük gayreti Theodor Herzl göstemiştir. Theodor Herzl, Yahudi Devleti adıyla 1896’da bir kitap neşrederek Yahudilerin devlet kurma fikirlerini ve planlarını ortaya koyar; bu tarihten sonra Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanan kongrelerde bu düşünce daha da geliştirilir. Birkaç kere İstanbul’a gelen ve II. Abdülhamid’den Filistin’de bir yer talep eden Theodor Herzl, bu konuda başarılı olamadığı gibi, Filistin’e Yahudi göçünü engelleyen kararların çıkmasına sebep olur. 1904’teki ölümüne kadar dünya liderleriyle görüşerek Avrupa Yahudilerine yer bulmaya çalışan Herzl, bu konuda başarılı olamaz. Filistin dışında gündeme gelen Sina ve Doğu Afrika gibi bazı seçenekler ise, Yahudiler tarafından benimsenmez. Bu arada Osmanlı vatandaşı olan Filistin Yahudileri desteklenir ve kurulan şirketler aracılığıyla daha fazla toprak sahibi olmaları sağlanır; kaçak göçmenlerle yavaş yavaş Filistin topraklarında Yahudi kolonileri oluşturulur. Filistin meselesi, ortaya çıktığı günden beri dünya barışını tehdit eden konuların başında gelmiştir. Sorun, 19. yüzyılın sonunda Filistin’e başlayan Yahudi göçü neticesinde bölgede bir Yahudi devleti kurulmasından ibaret değil; aynı zamanda bir kısım Yahudilerin din-devlet ve dünya algılarını şekillendiren Siyonizm meselesi olarak gelişmiştir. Bu yüzden çözümü zor ve çetrefillidir. FİLİSTİN MESELESİ-SİYONİZM DAVASI RAPORU

Osmanlı Hariciye Nezareti tarafından hazırlatılan 3 Mart 1918 (3 Mart 1334) tarihli ve Filistin Meselesi-Siyonizm Davası başlıklı rapor bu konuda önemli öngörüler içermektedir. Bu yazıda, üzerinde çokça çalışılmış olan Osmanlı-Yahudi ilişkilerini tekrardan ziyade, bu raporun yaklaşımı ele alınacaktır. Raporu hazırlayan diplomatın ismi belli değildir; ancak o tarihlerde Hariciye Nezareti’ne bağlı olan Hukuk Müşavirliği tarafından hazırlatıldığı bilinmektedir. Rapor hazırlanırken o dönemin Osmanlı Bern Büyükelçisi Fuad Selim’in raporlarından istifade edildiği de açıkça anlaşılmaktadır.

Esasında Filistin meselesi 19. Yüzyılın son çeyreğinde çok konuşulmakla birlikte, Osmanlı diplomasisinde en son ortaya çıkan sorunlardandı. Zira Osmanlı Devleti özellikle II. Abdülhamid’in benimsediği temel yaklaşımı tartışmaya bile ihtiyaç duymuyordu. Hatta ondan sonra uygulamada zaman zaman bazı farklılıklar olmuşsa da temel politika değişmemişti. Bu yüzden konunun tartışılıp devletler arasında istismar edilen bir diplomasi meselesi olması istenmemiştir. Nitekim, bu yazıya konu olan raporun da, meselenin özünü teşkil eden Kudüs’ün İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra duyulan ihtiyaç üzerine hazırlandığı anlaşılmaktadır. İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour tarafından Lord Rothschild’e yazılan ve daha sonra Balfour Deklarasyonu diye adlandırılan mektubun akabinde Filistin’de bir Yahudi Devleti kurulması fikri tartışılmaya başlanır. Balfour’un mektubu esasında Yahudilere net bir vaat içermez; fakat, bunu bir vaat olarak algılayan İngiltere’deki Siyonistler, Londra’da elli bin kişilik büyük bir miting düzenleyerek Filistin konusundaki niyet ve arzularını bütün dünyaya ilan ederler. Büyük bir yankı yapan bu toplantı Avrupa kamuoyunda da geniş yer bulur. Burada istifade ettiğimiz ve ağırlıklı olarak Avrupa matbuatı kullanılarak hazırlanan rapor, bu haliyle, aslında bugüne kadar Türkçede konuyla ilgili yapılan çalışmalarda ihmal edilen bir malzemeyi de gözler önüne sermektedir. Raporun başında, Osmanlı Devleti için “bir çıban gibi sivrilmiş olan Siyonizm’in” başlangıcından itibaren önemli hedeflerinin olduğu vurgulanır. Gerçekte başta Avrupalılar olmak üzere kimi Yahudiler tarafından bile uzak bir hayal olarak görülen Siyonizm’in hedeflerinin Osmanlı Hariciyesi tarafından nasıl algılandığı bu raporda açıkça görülmektedir. Nitekim, bu raporda hiç şüphesiz bunun arkasında, Yahudilerin yaklaşık yarım asırdır Filistin’e yönelik mevcut politikalarının biliniyor olması vurgusu yapılarak Siyonizm’e karşı takınılan tavır ortaya konulmaktadır. I. DÜNYA SAVAŞI VE SİYONİST FAALİYETLER

Savaştan bir hayli önce sadece bir hayal olarak ortaya çıkan Siyonizm, yani Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri, Avrupalı Yahudi sermayedarların işin içine girmesiyle birlikte hayata geçme imkânı bulur. Aslında, Yahudi siyasetçiler, savaş öncesinde uluslararası

5


bütün dünyaya yayarak Filistin’de Yahudi devleti kurma yolunda önemli adımlar atar. Öte yandan bu rapor, Osmanlı’ya sığınan Yahudilerin hiçbir zaman ihanet etmedikleri yönündeki efsaneyi de yıkacak mahiyettedir; nitekim, raporda, Siyonist fikirleri benimseyen Osmanlı uyruklu bazı Filistinli Yahudilerin, Çanakkale’de İngiliz ordusu saflarında Osmanlı askerlerine kurşun sıktıkları belirtilir. “Katırlı Birlikler diye anılan bu küçük Yahudi birliğinin maksadı, İngilizlerin Siyonizm davasına daha olumlu yaklaşmalarını sağlamaktı” tezini ileri sürer. Raporda, bu konuda İsviçre’de yayımlanan Le Suisse gazetesinin 1 Ekim 1915 nüshasından şu ilginç alıntı yapılır: rekabetten çekindikleri için devlet kurma fikirlerini düşük perdeden seslendirirse de, savaşın çıkmasıyla birlikte önlerine çıkan bu altın fırsatı değerlendirmek için her çareye başvururlar. Böylece İngiltere, Fransa ve Rusya’dan oluşan İtilâf Devletleri’nin Osmanlı Devleti’nin taksimini ön gören planlarının içine kendi fikirlerini de yerleştirirler. Hariciye raporunda, 1917 yılında Petersburg’da neşredilen belgelerden alıntı yapılır ve İtilâf Devletleri’nin fikirleri, “Kudüs ve Makamât-ı Mübareke üç devlet beyninde akdedilecek mukavele ahkâmına tevfikan hususi bir idareye tâbi olacaktır” ifadeleriyle özetlenir. Aslında, İtilâf Devletleri’nin bu yaklaşımı, dünyadaki pek çok kuruluşun da bu yönde düşünmesine imkân tanır ve Filistin meselesi daha savaşın başından itibaren en çok tartışılan konular arasına girer. Siyonistlerin Avrupa basınını elde ederek lehlerinde yazılar yazdırmaları da bu yaygınlıkta önemli bir rol oynar. Bir gazeteciye verdiği beyanatta Yahudilerin bu konuda ulaştıkları sonucu özetleyen Hollanda Sosyal Demokrat İşçi Partisi Başkanı M. P. Troelstra, Yahudilik meselesinin diğer milli meseleler arasında özel bir konuma sahip olduğunu, sadece fikri ve ilmi özerklik bahşederek bu problemin çözülemeyeceğini ve dolayısıyla iktisadi alanda da Yahudilerin gelişmesine imkân tanımak amacıyla Musevi örgütüne bir kısım özerklikler verilmesi gerektiğini belirtir. Bu ve benzeri fikirler meyvelerini verir; Museviler kısa zamanda o sıralarda tarafsız olan Cenevre, Bern ve Lahey’de birer istihbarat şubesi kurar ve başta Avrupa olmak üzere fikirlerini sayı//26// eylül 6

İngiltere ordusunda kendi ırkdaşları olan zâbitleri ve İbranî lisanı ile tanzim ve idare olunan küçük bir gönüllü Yahudi ordusu vardır ki, bu ordu başlıbaşına bir vâhid-i kıyasi teşkil ediyor. Bu ordunun efradı, Filistin’de mütemekkin olan genç Siyonistler’den ibarettir. Bunlar efrad-ı âileleriyle beraber Yafa’ya kadar kaçmağa muvaffak olmuşlardı. Oradan bilâhare İskenderiye’ye nakledilmişlerdir. İşte İskenderiye’de bu genç Siyonistler’in British in Palestine ordusuna kaydı icra edilmiş ve ordunun ester-süvâr müfrezesini teşkil eylemişlerdir. Bu küçük müfreze altı hafta talimden sonra Gelibolu dârü’l-harekâtına sevkolunmuşlardır. Çanakkale heyet-i seferiyyesi karargâh-ı umumîsinden yazdığı bir mektupta General Sir Hamilton münhasıran Yahudilerden mürekkep olan bu fırka-i askeriyyenin fedakârlık ve bahadırlığından bir lisan-ı sitâyiş ile bahsetmektedir. (Bâbıâli Hariciye Nezareti, Filistin MeselesiSiyonizm Davası, İstanbul 1334, s. 7; raporın yayımlanmış hali için bakınız: A. Akyıldız-Z. Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyasında Avrupa Emperyalizmi, İstanbul 2015) Avrupa’daki Yahudi sermayedarlar savaşın kendilerine yarattığı fırsatları kullanarak servetlerini arttırır ve hem savaştan dolayı sıkıntı içinde olan Avrupa devletlerini etkileri altına alma hem de Siyonizm fikrini yayma imkânını bulurlar. 12 Aralık 1917 tarihli Reichspost gazetesinde yayımlanan bir makalede bu husus açıkça dile getirilerek Wilson ve Lloyd George gibi liderlerin Musevilerin ellerinde oyuncak oldukları iddia edilir. Siyonistlerin


buna rağmen Osmanlı Devleti hakkında olumsuz bir beyanatta bulunmaması da dikkat çekicidir. Bunda, Yahudilerin dünyada en rahat yaşadıkları ülkenin Osmanlı Devleti olduğu gerçeğinin yanı sıra, hedeflenen devletin Osmanlı topraklarında kurulacak olması dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin tepkisini çekmeme gayretinin de etkili olduğu muhakkaktır. Yahudi etkisindeki gazeteler, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları Osmanlı Kudüs’ünü sıklıkla gündeme getirir. İngilizlerin Kudüs’ü işgal etmelerinden sonra Yahudilerin yayımladıkları bir beyanname de oldukça dikkat çekicidir. Correspondence Bureau Telgraf Ajansı’nın 18 Aralık 1917 tarihiyle Varşova’dan tebliğ ettiği bir telgrafta şu ifadelere yer verilir: “Yahudi Sözü gazetesi, İngiliz Yahudilerine hitaben bir beyanname neşretmiştir. Bu beyannamede, Kudüs’ü işgal ile ele geçiren İngilizlerin oradaki Yahudi yerlerine ve kutsal mekanlarına taarruzda bulunulmaması için Yahudilerin sahip oldukları bütün nüfuzu, İngiltere hükümeti nezdinde kullanmaları lâzım geldiği bildirilmekteydi. Ayrıca; “Türkler bu şehr-i mukaddesi top ateşi altında bırakmamak içün muharebesiz terk edecek kadar yüksek bir uluvv-i cenabî izhar etmişlerdir” dendikten sonra, İngilizlerden şehrin kutsiyetine uygun davranmaları istenir. İngilizlerin Mısır’daki ve Hindistan’daki uygulamalarından, işgal ettikleri yerlerde kazı ve araştırmaları başlatarak buldukları kıymetli eserleri kendi müzelerine naklettiklerini bilen Yahudiler bu konuda onları uyarır. Öte yandan Hıristiyan çevreler de, Kudüs’ün işgali ve Yahudilere verilme ihtimaline karşı bir kampanya başlatırlar. Ancak, Siyonistlerin ulaştığı güç karşısında bu söylemler çok cılız kalır. Zira, o sırada Osmanlı Devleti’ne karşı olan her politikaya yakın duran İngiliz siyaseti, savaş sonunda mali kayıplarını Yahudi sermayedarların yardımıyla karşılayacağını umuyordu. Buna rağmen, bu mesele, İtilâf Devletleri arasındaki en önemli anlaşmazlık konusunu oluşturur ve sorunu bugüne kadar taşır. O tarihte gerek siyasi mahfillerde ve gerekse basında başlayan tartışmalar, sadece Kudüs’teki kutsal mekânlarla sınırlı değildi; Müslümanların kutsal mekânları da gündeme getirilerek bir noktada Osmanlı Devleti ile Hilâfetinin geleceği de tartışılmaya başlanır ve Arap coğrafyasının savaş sonrasında şekillendirilmesi sorunu ortaya çıkar. Bütün

bu anlatılanlar, Modern Ortadoğu’nun Filistin meselesi üzerinden şekillendiğini ve bu sorun çözümlenmeden burada barışı sağlamanın mümkün olmadığını açıkça ortaya koyuyor. Osmanlı hükümeti, savaşın sonunda bile Filistin’in daha fazla Yahudi göçüne uygun olmadığını belirterek işgalci İngilizleri uyarır ve savaş sonunda işgalin Osmanlı lehinde kaldırılması beklentilerini bir temenni olarak ortaya koyar. İtilâf Devletlerinin Filistin üzerindeki ihtilâfları ve özellikle Papalığın Yahudilere karşı olan itirazları, Osmanlıların bu bağlamda güvenebileceği argümanlardı. Ancak, unuttukları bir şey vardı ki, artık değişen değerler üzerinden kurulan yeni dünyada, dönemin bir çok imparatorluğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’na da yer yoktu. Sonuç olarak bugün başka bir dünyada ve başka şartlarda yaşıyoruz. Ancak Türkiye Cumhuriyeti gerek konumu gerekse Osmanlıdan devraldığı mirası gereği Filistin meselesinden uzak duramaz. Fakat aradan geçen yüzyıllık dönüşümler de mutlaka dikkate alınarak siyaset geliştirmek zorundadır. Genel olarak siyaset belirlemede mevcut şartlar ağır basmakta ve günü kurtaracak adımlar yeğlenmektedir. Belki bu uluslararası politikada realist bir davranış gibi görülebilir. Fakat Türkiye’nin tarihi mirası göz ardı edilerek salt günübirlik politikalar üretmek çözüm olmasa gerektir. Bu açıdan özellikle Dışişleri mensuplarının çok iyi tarih bilmeleri özellikle Osmanlının son döneminde üretilmiş olan metinleri ve çözümlemeleri çok dikkatli okumaları gerekmektedir. Filistin sorunu ile ilgili bu rapor bir başlangıç olabilir.

7


oğrusu,ilk duyduğumda şaşırmıştım.Hollandalı bir kadın,benim de eski bir öğrencim olan Türk eşinden boşanmak istiyordu.O sırada Almanya’da çalışıyordum. Bey’inin daveti üzerine arabulucu olmayı kabul ettim. Kadının boşanma gerekçesi, şahsi değil, milli bir meseleydi.

VATAN SEVGİSİ NEREDE BAŞLAR?

Sokaklarını kirletmeye kıyamayacak kadar sevilen bir vatan bilinci nasıl hasıl olur? Herhalde nasıl bir toprak parçasının vatanımız olduğunu öğrenerek…Her bakımdan değerini, kıymetini, önemini, eşsizliğini öğretemediğimiz bir vatanı, maddi manevi tertemiz tutmanın imkanı var mıdır? Vehbi VAKKASOĞLU*

“Eşim aslında evcil, çok iyi biri, beni de seviyor. Ancak ülkeme bir türlü ısınmadı.Sevmemesi neyse ama,saygı da duymuyor” diyordu. Bizim Türk’ün bardağı taşıran son hakaret tavrı da, içtiği meşrubatın kutusunu, otoyolda arabasından rastgele fırlatmasıydı… “Artık bu kadarına dayanamadım!” diyordu Hollandalı eş.Ve bizim yanımızda kocasını büyük bir hınç ve hışımla azarlıyordu: “Sen, benim Hollanda’mı ne hakla kirletebilirsin?” Bizimkisinin, “Ama orası dağın başıydı… Ormana fırlattığım bir teneke kutucukla Hollanda berbat mı oldu yani?” deyişleri, kadını daha da coşturuyordu. Hollandalı kadın ülkesinin her yanına eviymiş gibi sahipleniyordu. Yıllar yılı, “Benim Hollanda’m!” lafını unutamadım. Bu deyiş, içimde “Benim Türkiyem!” diyenlerin ve diyecek olanların hasretini depreştirip durdu. 80’li yıllardı.Bir gün,sabah namazı için Eyüb Sultan’a gidiyorduk. Baktım, tam da yolun camiye kıvrılan köşesine bir sürücü, arabasının küllüğünü boşaltıyor.Yanında durdum ve selamlayıp hatır sorduktan sonra, “Hayırdır” dedim. “Hayırdır, hayır. Bu saatte şer olur mu, mübarek camiye namaza geldik” dedi. “Ama bu yaptığınız hayır değil” deyince de şaşırdı. Durdu, öyle bana bakakaldı. “Arabanızı temizlediniz ama, caddeyi kirlettiniz” dedim. Adam hiddetlendi ve “Sana ne? Cadde babanın malı mı?” diye bağırdı.

* Eğitimci,Yazar

sayı//26// eylül 8

“Beyefendi, sakin olun.Cadde babamın malı olsa karışmam. Ama benim malım…Tabii senin de... Aslında hepimizin, bütün milletimizin malı…Temizliğinden de hepimiz sorumluyuz” cevabım üzerine, tavrı değişti. “Boş bulundum, özür dilerim” dedi.Ben de bu yumuşamasından yararlanarak, o halde döktüklerinizi toplayın da


tanışalım” dedim. O döktüklerini topladı, ben de onu kucakladım. Sonra da camiye birlikte gittik. O an anladım ki, insanımız hala eğitime en yatkın grubta… Sanki bir uygun işaret bekliyor gibi… Bir yıl kadar sonraydı, bu hatıramı içim acıyarak hatırladım. Bir Alman Doktor Müslüman olmuş, ülkemize gelmişti. Yazar dostum Ali Erkan Kavaklı’nın da dostu olan bu Alman, Türkiye intibalarını sorunca,çok ilginç açıklamaları arasında şunları da söylemişti: “-Sizin evleriniz, bizimkilere göre, kıyaslanamayacak kadar temiz. Fakat sokaklarınız, caddeleriniz, meydanlarınız da bizimkilerle kıyas kabul etmeyecek derecede daha kirli, daha pis… Öyle sanıyorum ki, siz evlerinizin sizin olduğuna yüzde yüz inanıyorsunuz ama; caddenin,meydanın herhalde hala Bizans’a ait olduğunu sanıyorsunuz…”

daha iyi.Ancak, tabiatı korumanın ve çevrecilik bilincinin de Vatan sevgisine dahil olduğunu daha çok bilmemiz ve daha sık hatırlamamız gerekir diye düşünüyorum. Sokaklarını kirletmeye kıyamayacak kadar sevilen bir vatan bilinci nasıl hasıl olur? Herhalde nasıl bir toprak parçasının vatanımız olduğunu öğrenerek… Her bakımdan değerini, kıymetini, önemini, eşsizliğini öğretemediğimiz bir vatanı,maddi manevi tertemiz tutmanın imkanı var mıdır? Hele de “Temizlik imandandır” hakikatine yabancıysak…Yaratılmışın bütününe saygının inancımızın bir gereği olduğunu bilmiyor ve dolayısıyla onları korumuyorsak… Bizim dışımızdaki varlıkların hayatlarını tehdit edecek pis ve pasaklı ortamların oluşmasına sebep oluyorsak… Evet bu kirli işlerin içindeysek,bilelim ki biz de temiz değiliz.

Tabii ki bu yorumu çok ağır bulup hemen savunmaya geçmiştik ama, Alman hiç tınmamış, hakikaten acı ve acıtacı müşahedelerini peş peşe sıralamıştı.

Çünkü her güzellik gibi,temizlik de önce insanda başlar; insanı insan eden vicdanında, kalbinde olur ; sonra da yayılır dışarıya,tabiata dalga dalga… Bir başka deyişle içeriyi yeşertememişsek,dışarısının çölleşmemesi imkansızdır.

Çeyrek asrı çoktan geride bıraktık. Bugün geldiğimiz nokta, hiç şüphesiz ki geçmişten

Zira içimizin temizliği yansır dışarıya. 9


stad Arif Hikmet Müftüoğlu Çağlayanlarda şöyle der; -Ey güneş! Rüzgardan kanatlarını ger! Işıklardan saçlarını dök! Mavi bulutlardan tüllerine bürün! Bu güzellikle bize daima görün!

BİR MEDENİYET MASALI “VATAN, MİLLET, KÜLTÜR,”

Oğul ! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gururla bak! Ayağının altında görünen şu geniş cihanın hakimi sensin, senin neslin olacaktır.

Mehmet Kâmil BERSE

Ruhumuzu bir çiğ damlası gibi göğsüne çek ki senin gibi temiz doğup temiz ölelim! Bize boğa gibi kuvvetli , at gibi ilerlemek isteyen, tugrul gibi yükselmeyi seven, koyun gibi sakin oğullar kızlar ver! Dünyayı ışıkların gibi çocuklarımızla doldur! Çocuklarımızla doldur! Dua bitmiş Alparslan kükremiş bağırıyordu. Çocuklarımızla doldur, ..etraftaki kayalar dağlar cevap veriyordu: “ Doldur!...dur…dur…” …. Türkân Hatun yavaş, ağırbaşlı, heybetli, tatlı bir kadın sesiyle hitab etti; “Oğul ! Ey Türk oğlu! Alnını yükselt, göğsünü ger, etrafına gururla bak! Ayağının altında görünen şu geniş cihanın hakimi sensin, senin neslin olacaktır.Evrenin en büyük kahramanları, savaşçıları bütün senden doğacaktır… Bu öğütten sonra Alpaslan, hiçbir hayal gücünün ulaşamadığı bu heybetli manzaraya bir güneş büyüklüğüyle baktı, baktı, baktı…ve diz çökerek annesinin iki eline sarıldığı zaman ağaç da kımıldadı ve sarsılarak göğe doğru yükseldi… Bu bir masaldı elbette, ama tarihte masalı birbirine anlatanların onu gerçek yaptıkları bir masal..

Alparsalan Heykeli / Fotoğraf: Tarhan İrtem

Masallar çocuklara çok anlatılması gereken metinlerdir…Çocukların hayal güçlerini genişletir. Onlar zamanla onu gerçek yaparlar… Ben de bir masalla başlayayım ve devam edeyim ülkemin atalarından ,analarından, şehirlerinden, milletinden ,kültüründen,medeniyetinden bahsetmeye… Biraz bilgi biraz menkıbe biraz şiir anlatacaklarımın hepsi budur işte…Buyrun diyeyim size… Sultan Alparslanla başlayan Anadoluyu yurt edinme rüyamızda geçmişten geleceğe yazılan bir masal gibidir…Remzi Oğuz Arık’ın önce insan kütlesi dediği gurupların bu adsız coğrafyada yaşama ve mutlu olma şartlarını oluştururken birleşmeleri, zaman sürecinde müşterek hareketleri Millet olmanın ilk temel şartını yerine getirir…

sayı//26// eylül 10


Millet ,olgusuyla doğuşun karanlığını yırtmıştır. Millet toprağına bağlıdır, insan ve millet toprağın , toprak ve insan milletin adını almıştır.. Bu toprağı ve hedefindeki toprakları savunmak için hücum ederken artık muayyen bir millet ve onun vatanı vardır.. Türk Milleti ve Türk Vatanı… “ Yerin, göğün, hülasa; Kaza ve kaderin yazısıyla başlayan vatan meselesinin bugünkü halinde, Türk milleti tarihte sahip olduğu toprakları vatan bildiği toprakları gönül rızasıyla bırakmamıştır, bırakamaz. Bunun için Vatan ve Millet bizim lügatimizde ayrılmaz bir bütündür…” Onun için denir ya, Tarih boyunca Türk Milleti ; Ezan okunan yeri vatan bellemişler, ezan okunmayan yerde ezan okumayı görev bilmişlerdir… Tarih boyunca, sefer üzere olan milletimiz Allah nasib ederse takdir ederse ve sabrederse Zafer’e ulaşmıştır. Seferde adaleti, hakkı hukuku gözeten bir anlayışla , Allahın ipine sımsıkı sarılırcasına inancına sımsıkı bağlı amel eden bir milletin zaferden münezzeh olması düşünülemezdi elbet.. Bir fatiha suresini tefsire başlarken bile Rabbine yalvarıp şükreden İskilipli Atıf hoca gibi şöyle bir nazm düşüren bir estetik gönüle sahip bir milletiz; Sen Muvaffak buyur beni yâ Rab Resûlü muhteremin hürmetine Ba’de’l –İtmam yâdigâr olsun O resulün sevimli hürmetine. Türk topraklarını ve Anadoluyu, yurt yapıp başka yurtların üzerine çıkaran mucize de Türk Kadınıdır. Bu, cümlemizi bir Millet ve vatana mensubiyet duygumuza kavuşturan Türk kadınıdır. Toprağı toprak oduğuna inandırandır, bu vatana Mehmetçik doğurandır..eski masalda anlatılanları gerçeğe dönüştürendir. Ertuğrul gazinin annesi ne Hayme Ana denir..Hayme Çadır demektir, Hayme Ana Çadır anası demektir. O dönemlerde bozkır kültürüne bağlı göçebe yaşadıkları için çadırlardan oluşan obalarda yaşanmaktaydı. Bu nedenle Obanın direği kabul edilen orta direk Hayme Ana idi…

Devletin oluşmasında ve birarada tutulmasında önemli bir rol oynamıştır. Bir diğer adı da Devletin kuruluşunda önemli rolü olduğu için kendisine Devlet Ana denmektedir..Bugün Devlet Ana tabiri de buradan gelmektedir.. Sultan II.Abdülhamid , devletin en zor günlerinde sultanlık yapmıştır, fakat ülkenin ekonomisine, yollarına, eğitimine, tarihi mirasına onun kadar sahip çıkan ve yatırım yapan azdır..Bir çok yerde onun vefa örneği yapılarını görürsünüz..İşte Domaniç ilçesine bağlı Çarşamba köyündeki Hayme Ana nın mezarının üzerine de 1886 yılında Muhteşem bir türbeyi Sultan II.Abdülhamid yaptırmıştır.ve etrafınada Hayme Ana Külliyesini yaptırmıştır… Her yıl Eylül ayının ilk Pazar günü bu mekanda Hayme Ana anma törenleri yapılır. Şair Ahmed Urfalının Hayme Ana adına yazdığı uzunca şiirin son 2 kıtasını yazmadan geçemeyeceğim. …. Coşkun nehirlerin,yüce dağların, Münbit ovaların, yeşil bağların, Yüceden, âtîden Türklük çağların, Şafak Rüzgarıla toza, Ay ana.

Seferde adaleti, hakkı hukuku gözeten bir anlayışla , Allahın ipine sımsıkı sarılırcasına inancına sımsıkı bağlı amel eden bir milletin zaferden münezzeh olması düşünülemezdi elbet

Büyük Ana,Hayme Ana , Ay-Ana, Torunların bugün geldi kapına, Minnetler şükranlar sundular sana, Bakınca küllenen köze, Ay-Ana. Medeniyetimizin nesillere baliğ olmasındaki düğümler ve ipler Türk kadınının el emeği göz nuru ile büyük ölçüde başarılmıştır… Vatan’ı vatan yapan duygularımızın Millet olma şuurumuzda var olduğunu ifade ederken, Devlet töremiz Milletimizin geleneksel yapısıdır.. Dünyanın hiçbir kavminin geçmişinde yaşamadığı kadar birlikteliği sağlamak hukuku korumak için Devlet olma kurma çabası Türkler kadar olmamıştır.. Türk milletinin Devlet şuuru ve ulül emre itaat imanı kıyamete kadar Hür Devletsiz bir gün bile geçiremeyeceğinin garantisidir. Anadoluda Selçukluların, Anadolu Selçuklularının ,Anadolu beyliklerinin, Devlet-i Âli osman’ın ve bakiyesi Türkiye Cumhuriyeti Devletinin varlığı bin yıllık bir tarihi kapsar. Hep seferlerle geçen tarih içinde genişleyen coğrafyamızın sınırlarında bugün 52 devlet vardır, 24 milyon km2 toprağın mutlak hakimi olan devlet-i ali osman’ın Kültür coğrafyamızda paha biçilmez zenginlikleri vardır. Ancak 11


Ertuğrul Gazi Türbesi/ Söğüt- Bilecik

Mekke ve Medine nin kutsallığında devlet hadimlik yapmıştır bu şehirlere, hiçbir zaman bir güç gösterisi yapmamıştır..

tarih boyunca tarih hırsızlarınca çalınan her türlü kültür mirasımız maalesef bugün bir çok ülkenin müzelerinin varlık sebeplerini oluştururlar.

Adalet hak ve hukuk dağıtarak yerleştikleri heryerde aranan idare olmuşlardı, bu nedenle ortak yaşamanın hukukunu da çok adil bir şekilde gerçekleştirmişlerdi.

Çadır hayatında iken bile eğitime önem veren bir milletin , eğitime çocuk yaşta başlamaları yazılı yerine sözlü eğitimi tercih etmeleri güçlü belleği olan çocukların ve gençlerin varlığındandır.

Konya’dan, Kayseri’ye, Afyondan, Manisaya, Amasyadan, Tokat’a, Bursa’dan Edirneye, Erzurumdan Kars’a ve İstanbul’dan Trabzona Türk-İslam Osmanlı Medeniyeti nakşedilmişti…

Edebi, daha yürümeye başlarken öğrenen bir çocuğun savaş meydanlarındaki cengaverliği yanında ilim sahipleri karşısında karıncaezmezliği şayan-ı dikkattir…

Fethi ile İstanbul, Şehirlerin Sultanı olmuştu her milletçe, gözbebeği veya göz dikilen şehir.. Irak dan, Balkanlara. Afrikadan Mekke Medine Kudüs Yemen; Medeniyetimizden nasiplenmişlerdi…

Ertuğrul Gazi oglu Osman’a vasiyeti şöyledir; Bak oğul! Beni kır , Şeyh Edebaliyi kırma. Terazisi dirhem şaşmaz. Bana karşı gel, o’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim. O’na karşı gelirsengözlerim, sana bakmaz olur; Baksada görmez olur. Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir. Bu dediklerimi vasiyet say! Bu şuurla yetişen gençlerden oluşan bir devlet, bu şuurla devam etseydi hükümranlığını azaltmadan yaşatacaktı.. Obadan Şehirleşmeye geçen bir devlette , ortak yaşama kültürü de oluştu. sayı//26// eylül 12

Osman Gazi

Zaferler fetihleri, fetihler zenginlikleri getirmişti… Eğitim tabiiki önemli idi..günün eğitim sistemine göre sıbyan mektepleri,medreseler ihtiyaç olan heryere açılmaktaydı…İstanbul Gibi büyük şehirlerin Üniversiteleri, Medreselerdi.. Fatih Sahnı seman, Ayasofya, Eyüp…. Ticarette bir dünya şehriydi uzunca bir süre İstanbul…Askeriyede gıpta edilen şehir.. Estetik bir şehir yapısıydı şehrin silüetini oluşturan istanbul’da, Bursada, Edirnede.. Taş yapılar , Ahşap konaklar,saraylar, çarşılar, kervansaraylar, Minareler servi gibi Allaha açılan


kollar gibiydi..Müslümanlıkla yoğrulan yurdu Müslümansız bırakmamak için… Şakirdleri taş yonarlar, Yonup üstada sunarlar, Çalabın adın amarlar, Ol taşın her paresinde ..dediği gibi Hacı Bayram Veli’nin… Mekke ve Medine nin kutsallığında devlet hadimlik yapmıştır bu şehirlere, hiçbir zaman bir güç gösterisi yapmamıştır.. Kudüs’ü en son Zeytindağı’ndan terkeden askeri birlik aslında İmparatorluğun çöküş kararını vermiş oluyordu 400 yıllık bir hadimliği, İngiliz despot piskopat komutanı General Allenby ye teslim ederken. Kahire tarihin içindeki şehri ellerimizle verdik İngilizlere…Kıbrıs’ı İngilizlere emanet ederken kediye ciğer teslim ettiğimizi biliyorduk aslında ama ah mecburiyet.. Kuzey Afrika hüzünle kaydı ellerimizden.. Balkanlar planlı bir şekilde koparıldı ciğerimizden…Bosna ,Saraybosna Fatih’in emaneti şehirler, koparıldı birer birer… Evlâd-ı Fatihan yurdu topraklardan bize hatıra bugün oralarda azınlıkta yaşayan Müslüman kardeşlerimiz kaldı… Şöyle denirmiş o yıllarda; Makedonya dağlarının ormanlarında ateş yakılırmış, dersaadetin ciğerini yakmak için… Kırım, ahh kırım…1783 te koparıldı ak topraklardan ve Osmanlı çökmeye başladı… kıymetini anladık ama ruslar kırım için 11 kez savaştılar Osmanlı ile… Romanyayı, Lehistanı, Kanijeyi, Niğboluyu,Akyar’ı, Uyvar’ı ,Varnayı, Bükreşi, Belgradı, hiç unutmadık bizler, unutmadık unutturmayacağız çocuklarımıza…çünkü oralarda ezan okunmuştu !… Bugün 785 bin km2 kalan toprağımızla 79 milyon insanımızla Anadolu ve Trakyamız da bağımsız bir Devlet olarak Türkiye Cumhurıyeti Devletiyiz…1900 lü yılların başlarında vatan topraklarımızın her yanından gelen saldırılara rağmen bugünkü topraklarımız kadarını koruyabildik. Eğer, sahip olursak bu vatan ilelebet bizim olarak yaşayacaktır..

Ayasofya

Milletimiz hamdolsun ki bu şuura sahip olduğunu 100 yıl sonra gösterdi. Ülkemizi işgal etme planları yapanlar içimizdeki hainleri kullanarak yüz yıl sonrada olsa emellerini gerçekleştirmek istediler Bu vatanda… bu milletin evlatlarının Kalblerindeki maziden gelen kor ateşi, Hayma ananın yaktığı Devlet ateşi hala kıpkırmızı kor gibiydi torunlarında.. bir üflediki o kor’u Başkomutan…

Sahneler bir bir canlandı bir gecede, kısaltılmış sıkıştırılmış bir tarih hikayesi gibi

Sahneler bir bir canlandı bir gecede, kısaltılmış sıkıştırılmış bir tarih hikayesi gibi, Bursanın , Edirnenin,İstanbul’un, Belgradın,Bosnanın, Bağdat’ın,Kıbrıs’ın ,Kahirenin, Kudüsün fethi gibiydi o gece her köşe başında… Mohaç mıydı, Niğbolumuydu, Kanijemiydi… Çok çalışmalıyız namerde muhtaç olmamak için…çok akıllı olmalıyız şerefsizlere fırsat vermemek için…çook uyanık olmalıyız çakallara yem olmamak için.. Kısaca birlik içinde olmalıyız, vahdet şuuruna sahip olmalıyız…Tarihten ders almalıyız… Özünde diyeceklerim budur... Vatan bizim namusumuzdur… sevgisi imanımızdır… 13


ONYA’DAKİ İNCE MİNARELİ MEDRESE’NİN KAPISI

İLME AÇILAN KAPILAR KARATAY VE İNCE MİNARELİ MEDRESELERİN KAPILARI-IIİnce Minareli Medrese, dindar ve dahî yönetici Sahib-i Ata Fahreddin Ali’nin talimatıyla yapılmıştır. Kâmil UĞURLU

XIII. yy. ortalarındaki Konya’ya, şimdilerde herhangi bir yeri benzetmek zordur. Bütün dünyanın ilgisini üzerinde toplamış büyük sufî Mevlânâ Celâleddin bu şehirde oturuyordu. Ve yedi iklimden onu ziyarete geliyorlardı. Tebrizli Şems adında efsanevi bir bilgin, tasavvuf vâdisinde fırtınalar estiriyordu. Sadreddin Konevî, farklı ve orijinal bir akımın lideriydi. İbn Arabî denilen fenomen bu ortamdaydı. İslâm dünyasının kalbi olan Bağdad halifenin yaşadığı yerdi, fakat güvenliğini ve hayatiyetini Konya sağlıyordu. Dünya devleti durumunda olan Selçuklu Devlet-i Âlisi, yetkin hükümdarlarla ve büyük bürokratlarla yönetiliyordu. Sahib-i Âta Fahreddin Ali, Nizamü’l Mülk, Mümin Hâlife, Dr. Ekmelüd’din, Celâleddin Karatay, Şemsüddin Altınâbâ, Şemsüddin Isfahanî, Necmuddin Tusî, Muiniddin Pervane... gibi siyasî otoriteler âdil ve mükemmel yönetimleriyle Konya’yı dünyanın hem kültür, hem mimarlık başkenti kılmışlardı. Bu uygun ortamda sanatın gelişmesi, kolay açıklanabilecek bir durumdur. Ünü dünyayı tutmuş birçok sanatkâr bu “sebeple Konya’yı kendilerine mekân tutmuş idiler. Sadece mimarlar düşünüldüğünde hemen şu isimler hatırlanacaktır: Tuşlu Mehmed Usta (Sırçalı Medrese), Şam’lı Muhammed Havlan Usta (Karatay ve Konya Ulu Cami), Abdülgaffar el Cuhi (Kılınçarslan Türbesi), Ahlatlı Mengüm Berti, Kerimüddin Erdişah, Hacı Ferruh, Ramazan bin Kuneş, Abdülvahid bin Selim, Mehmed bin Künmak, Tebrizli Bedreddin, Aynüddevle, Bedreddin Yavaşî, Alâeddin Süryanus, Halepli Abdurrahman ve Kölük Usta. Tam söylenişiyle Kölük bin Abdullah el Konevî. XIII. yy’da bir merkezde bu kadar vasıflı sanatkar arasından sıyrılıp tarihe mal olabilmek kolay değildir. Kölük Usta, yaptığı birçok eser yanında dört tanesiyle, özellikle İnce Minareli Medrese’yle Mimarlık tarihinin unutulmazları arasına girmiştir (Diğer önemli üç eseri Sahib-i Âta Külliyesi, Felekâbâd Köşkü, Nalıncı Baba Türbe ve Medresesi). Kölük Usta veya Kölük bin Abdullah, kaynakların belirttiğine göre, İslâmiyeti sonradan kabul etmiş Ortodoks bir Türk’tür. Konya’da doğmuş, genç yaşta saraya kabul

sayı//26// eylül 14


edilmiş, orada özel olarak yetiştirilmiştir. Ünlü mimar ve nakkaşlardan özel dersler almış, yönetimin gözdesi olmuştur. Aynüddevle, Bedreddin Yavaşî Alâeddin Süryanus gibi ustalara çıraklık etme şansını yakalamıştır. İmzasını eserlerine okunur tarzda atmış, kendini gizlememiştir (İlginçtir, Karatay’da eseri yaptıranın adı var, mimarın adı yok, burada ise mimarın adı var, baninin adı yok). İmzasını bazan Kölük bin Abdullah, Kaluyan’ı Konevî, bazan Kalûvam olarak atmıştır. Mimar Abdullah oğlu Kölük’ün diğer mimarlardan farklı olduğu taraf, her eserinde, tıpkı Osmanlı’nın dahî mimarı Sinan gibi farklı yöntemler kullanması ve olağandışı sonuçlar almasıdır. Aynı devirde, aynı zeminde, aynı kaynaktan sağlanan finansmanlarla çalışmış olmasına rağmen bu sanatkâr diğerlerinden daima farklıdır. Sahib-i Ata’nın portali Türk mimarlığında bir devrimdir. İnce Minareli’nin portali, daha önce benzeri olmayan, daha sonra da tekrar edilemeyen bir baş eserdir. İnce Minareli Medrese’nin kapısını seyredenler, orada üç kademeli bir işleme organizasyonu görürler. Yazı, başka hiçbir eserde estetik değeriyle bu kadar fonksiyonel bir rol üstlenmemiştir. Ortada sivri kemerli bir kapı açıklığı vardır. İnsan nisbetindedir. Bunu

çevreleyen ve mimarlıkta “Bursa Kemeri” olarak tanımlanan niş, bezemenin birinci kademesini oluşturur. Benzerlerinde bu niş (veya kavsara) genellikle mukarnaslarla gölgelendirilir iken, burada bu usul terkedilmiştir. İkinci bölüm olarak, üstlerindeki oyma desenlerle derinlik kazandırılmış üç sütunçe ile biten ve bütün tabloyu boydan boya kateden şeritler kabul edilebilir. Üçüncü bölümü ise, kapının, yani tablonun ana motifi olan iki yazı bordürünün harika bir istifle merkezden kenarlara akışı teşkil eder. Bu üç kuşak öylesine ustaca tasarlanmıştır ki bütün bir portal yüzeyinde, birbirleriyle armoni (harmonie) içinde, göze fevkalâde güzel görünen, gerçekten usta işi bir tablo ortaya çıkmıştır. En dışta, tablonun çerçevesi, silme kaval profillerden bir sınır çizgisi, soma bitkisel motiflerle kaynaştırılmış rumî desenlerin süslediği bir başka bordür, bir akış ve üçüncü kuşakta iki yazılı bordur. 40 cm. genişliğindeki son yazı bordürlerinde, Yasin ve Fetih suresinin ayetleri kabartılmıştır. Selçuklu sülüsü denilen ve harfleri yuvarlatılan yazının istifi usta işidir. Yazının tabiatı gereği boş kalan küçük alanlar bazan bitkisel bir motifle, bazan yazının harekeleriyle doldurulmuş, bordür bezeme olarak zengin kılınmıştır. Kapı sövesinde ve insan nisbetinde başlayan bu 15


zamanlar içinde, sahip olduğu imkânları kullanmış, devletini bir dünya devleti olarak organize etmiştir. Buna paralel olarak o çağda kültür ve sanat konularında Rönesans olarak nitelenebilecek durum yaşanmıştır. Karatay Medresesi, ünlü devlet adamı Celâleddin Karatay’ın talimatı ve ödeneğiyle Şam kökenli mimar Muhammed Havlan’a yaptırılmıştır. Özellikle kapısında malzeme kullanımından kompozisyon çeşitlemesine kadar, o zaman için alışılmış çizginin dışına çıkan bir eser ortaya getirilmiştir. Devam eden bir tradisyonun yapı geleneğinin böylesine dışına çıkmak, sanatçı kişiliği teşekkül eden sanatkârların harcıdır. Ayrıca onların eserlerini anlayabilmek, değerlendirmek ve onları onurlandırmak da özellik isteyen bir durumdur. Bu özellikleriyle Karatay Medresesi önemlidir. İnce Minareli Medrese ise, dindar ve dahî yönetici Sahib-i Ata Fahreddin Ali’nin talimatıyla yapılmıştır.

kutsal kelâmlar, bütün cepheyi katettikten sonra kenarlarda sonlanır. Kapının sağ ve solundan hareketle önce sivri bir kemer oluştururlar ve hemen oracıkta Selçuklu çadırının ipine uygun bir düğüm yaptıktan sonra yükselirler. Kapının tam alnında ikinci bir düğümle yön değiştirip sağa ve sola ayrılırlar ve yollarına devam ederler. Kavsara içinde yer alan iki yazı bordüründen başka köşelerde yelpaze şeklinde ve dilimlenmiş, bazılarının stilize vazo dediği, ağzı bilezikli iki yontu, enginar bitkisi ve çiçekleri vardır. Son derece cesaretle yontulmuş ve plastik değeri yüksek bir sonuç alınmıştır. Yazı ve Rumilerle sâkin devam eden bir bezemenin birdenbire böyle bir dinamik kazanması, meseleyi bilenleri heyecanlandırmaktadır. Orta kuşak bezemesinin içinde silme profilli ve geçmeli, bir görüşe göre “Allah” kelâmının yazılı olduğu son derece ilginç bir çift motif bulunmaktadır. Bu motifin üstündeki iki küçük yuvarlak rozetin içinde ise mimarın imzası istif edilmiştir: Amel’i Keluk bin Abdullah. Sohbeti şöyle toplayalım ve sonuçlandıralım: Selçuklu Devlet-i Âlisi hükümran olduğu sayı//26// eylül 16

Hadis tedris etmek üzere bir fakülte yapısı olarak mimar Abdullah oğlu Kölük’e yaptırılmıştır. Bu yapıya gelinceye kadar yazı, bezeme sanatında bu derece öne çıkarılmamış, bu derece başarılı olunamamıştır. Ayrıca, göçebe çadırının kütlesel etkisini hissettiren ve otağın bazı unsurlarım yapıya ve süslemeye aktaran mimarın, ulaşılması zor bir başarıya imza attığı iddia edilebilir. Burada aynı zamanda hoş bir ironi de hissedilmektedir: Türk kültürünün bir göçebe kültürü olduğunu iddia ederek onu fazla ciddiye almamak eğiliminde olanlara, farklı dinde iken Müslüman olan bir mimar, dinî ilimlerin tahsil edileceği bir yapı tasarlarken yapıyı bir otağa, kapıyı çevreleyen bordürleri çadır ipine, kütle oranlarını yine bir topak eve göre ayarlayarak, zaman zaman doğruyu söylemekte ve yazmakta zorlanan tarih ile âdeta alay etmek istemiştir. Bu iki kapının olağanüstü tarihi değerleri buradadır. Şu anda biri taş ve ahşap eserler müzesi, diğeri ise çini eserler müzesi olarak hizmet görmektedir. Karatay Medresesi, sahip olduğu Kubâd Âbad kazısında bulunan çini eserler koleksiyonu ile dünyanın bu konudaki en zengin müzesi olarak kabul edilmektedir. Dünyanın sonu gelmeden mutlaka görülmesi gerektiğini hatırlatmak gerekir.


ALAADDİN CAMİİNİN

KAPISINDAKİ SIR!

Dünyada eşi benzeri olmayan bu eşsiz sanat eseri Niğde Kalesinde tüm dünyaya aşkın büyüklüğünü, sevginin yüceliğini ve temizliğini yansıtmaya devam ediyor. Mehmet BAŞ

iğde’nin en güzel camisi hangi camidir diye sorsanız hiç düşünmeden Alaaddin Camii derim. Çocukluğumun geçtiği evin karşısındaki cami. Bu caminin nev-i şahsına münhasır bir cami olduğuna inanmışımdır hep. Küçükken kar yağdığında toprak olan evimizin damından karları temizlerken bir masal gibi karşımda hep onu görürdüm. Bu cami ta o zamandan kalbime nakış nakış işlenmiş olmalı. Alaaddin Cami’nin kendine mahsus hususiyeti nedir diye sorsanız ilk etapta vereceğim cevap; kapısındaki taç başlı bir kadın figürünün olması. Uygun güneş ışığının düşmesiyle kapıda beliren taç giymiş bir kız siluetinin ortaya çıktığını görmek ne güzel bir duygu. Güneşin ziyalarının baharda belirli bir açıyla caminin kapısına yansıdığında buradaki taş işlemelerin oyuntu ve çıkıntılarında bu ışık ve gölgeler vasıtasıyla fesli veya taçlı, örgülü saçlarıysa yanlarından sarkan, boynunda takıları olan bir genç kız görüntüsü ortaya çıkması fevkalade bir görüntü.

Bu kapının ilk hikâyesini duyduğumda merak duygusunun etkisiyle kütüphanenin yolunu tuttuğumu hatırlıyorum. Şimdi bir iş merkezi kılıklı beton yığının yükseldiği eski Niğde halk kütüphanesindeki ansiklopedilerde, il yıllıklarında kaç defa aradım bu caminin hikâyesini. Karşıma efsanelere karışmış hep şu hikâye çıktı. Devir Selçukluların hüküm sürdüğü altın bir devir. Yıllardan 1223. Niğde sancakbeyi Zeyneddin Beşere Selçuklu hükümdarı 1. Alaaddin Keykubat adına, şimdiki caminin olduğu alana bir cami yapılması için emir verir. Camiyi yapan taş ustası, sancakbeyinin kızına âşıktır ve aşkını dile getirecek imkânlardan yoksundur. Neticede o bir taş ustası, sevdiği ise bir beyin kızıdır. O aşkını haykırmak istiyor fakat her seferinde gerçeklerin taş gibi soğuk yüzüyle karşılaşmaya devam ediyordu. Fakat usta ne yapıp edip aşkını bir şekilde ortaya koymaya bir kere karar vermişti artık. Bunu en iyi sanatıyla anlatabilirdi. Ve usta sevdiği kızın yüzünü güneşle birlikte aydınlansın diye caminin giriş kapısına işledi. Artık aşkını doğan güneş haykırıyor, taş dile geliyordu. Ümitsiz aşka tutulmuş ustanın yüreği böylece bir nebze olsun felah buldu. Ve aşkı o kadar büyüktü ki bunu ancak güneş dillendirebilirdi. Bu hikâye halk arasında da anlatılan ve efsaneleşen bir hikâyedir. Buradaki hikâyenin kahramanı taş ustası ne güzel bir âşıktır ki imkânsız aşkını kalbine, sevdiğinin cemalini ise taşlara yansıtmış aşkıyla taşı bile yumuşatmayı başarmıştır. Dünyada eşi benzeri olmayan bu eşsiz sanat eseri Niğde Kalesinde tüm dünyaya aşkın büyüklüğünü, sevginin yüceliğini ve temizliğini yansıtmaya devam ediyor. Ve Alaattin Cami çocuk düşlerimin kalbinde açan en güzel çağların dörtnala koşan atlarında ve bilinçaltı mahzenlerimin en gizli odalarında ve ruh meclisimin başköşesinde kurulmuş en vakur haliyle şehrimin en güzel yerinde bir manevi santral gibi çalışıyor çalışıyor... Taşlara işlenmiş bu aşkı ve Alaattin camini bir şiirimizde şöyle anlatmıştık.. Gül asrından ne diye sorarlarsa eğer Gülün bir kokusu kaldı dersiniz Saçlarında karanfiller tütsülenen kızların yanaklarında Bir uçurumum adı konmamış gamzesi durur Yârin bir gülüşüne hangi taş ağlamaz Doğan her güne güneşle birlikte gülse de İpini kaybetmiş bir uçurtmanın kederini Özgürlük diyerek anlatmasın kimse Gel at sürelim Nahita şehrine Orada taşlara yazılmış bir mektup var Kalbini bir mühür gibi vurmuş oraya Kapının eşiğinde bir gül ağlar 17


SİNAN GİBİ ÎMAR EDELİM,

YUNUS GİBİ YAŞAYALIM

NAZİF GÜRDOĞAN İLE SÖYLEŞİ İslam medeniyeti, iki dünya medeniyetidir. İslam medeniyetinde hiçbir zaman ya da dünya ya öteki dünya denilmez, hem dünya, hem öteki dünya denilir. Söyleşi:İbrahim ÇELİK

izin yazılarınızın çoğu, bir karşılaşma noktasında yazılmış gibi. Bu karşılaşmada kendini ve kimliğini ortaya koyma çabası dikkatten kaçmıyor. Bizim medeniyetimizin Batı ile karşılaşmasında neler oldu? Dünyanın hiçbir yerinde, toplumlar bulundukları yerde durmazlar. İnsanlar da sular gibi akarlar. ‘’Her şey akar’’, edebiyatlar, medeniyetler, ülkeler, kültürler ve değerler. ‘’Oluklar çift’’, birinden kutsal kültürler akar, diğerinden seküler kültürler. Geçmişten geleceğe doğru olan bu akışta, medeniyetler ya da kültürler, birbirleriyle hem yarışırlar, hem çatışırlar. Dünyadaki ekonomik siyasal ve toplumsal canlılık, kültürlerin, bir yandan yarışması, bir yandan çatışmasından kaynaklanır. Hayatın her alanında, her şeyin karşıtlarıyla bir arada bulunması gibi, kültürler de zıtlarıyla birlikte bulunurlar. Nasıl hayat, ölüme ihtiyaç duyarsa, kültürler de birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Farklı kültürlerin bir arada bulunmadığı toplumlarda, hayatın hiçbir alanında gelişme olmaz. Kültürler birbirleriyle yarışarak gelişirler, gelişerek yarışırlar. Ekonomik siyasal ve kültürel alanda yarışmanın olmadığı toplumlarda gelişme olmaz. Kapılarını dünyaya kapatan bir kültür, ekonomik ya da kültürel hayatın hiçbir alanında büyük atılımlar yapamaz. Kültürler harman olduğu Asya ve Avrupa ekseninde, Türkler Doğu’dan Batı’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkmış, büyük bir kervana benzerler. Türkler Asya’dan Avrupa’ya doğru giden büyük yürüyüşlerinde, ezan okunan coğrafyayı vatan, ezan okunmayan coğrafyada ezan okumayı görev bilmişler. Erdem Beyazıt’ın bir dizesinde vurguladığı gibi; Türkler yeryüzüne bir mescit gözüyle bakmışlar, dünyanın her yerini ulaşılması gereken kızıl elma diye görmüşler. Bu yüzden, Türklerin çok canlı bir tarihleri vardır. Ondokuz ve Yirminci yüzyılda İslam medeniyeti Batı medeniyeti karşısında üstünlüğünü yitirdi. Müslüman ülkeler dünyadaki değişmelere uyum sağlayamadıkları için, ekonomik siyasal ve kültürel alanda, yeni atılımlar yapamadılar. İbn Haldun’un “ Mağluplar galipleri taklit ederler’’ değişim yasası uyarınca, dönemin en güçlü, İslam ülkesi Osmanlı Devleti’nin en büyük mirasçısı

sayı//26// eylül 18


Türkiye Anadolu insanının geleceğini kendi medeniyetinin değerlerinden daha çok Batı medeniyetinin değerlerinden aradı. Devlet her alanda baskı ve şiddete dayanan çok yoğun, çok köklü bir Batılılaşma politikası izledi. Türkiye’de ve dünyada, İslam ve Batı medeniyetinin karşılaşmasının yol açtığı sancılar ve sorunlar yaşanıyor. Bir fille bir ceylan karşılaştı. Yolda Fille karşı karşıya gelen ceylan bir kenara çekildi. Fil, eşsiz kristal ürünlerin satıldığı bir mağazaya girmişçesine, her şeyi kırdı döktü. Ve Batı dünyasının estirdiği seküler fırtına bütün dünyada çok etkili oldu. Son iki yüzyıl boyunca bütün dünyada Batılılaşma, daha açıklayıcı bir kavramla Sekülerleşme tartışıldı. Batı’nın Seküler kültürü yeryüzüne sel su gibi yayıldı. Mağlupların galipleri taklit etmeleri, mağlupları galiplerin konumuna taşımadı. Dünya’da hiçbir taklit, aslının yerini tutmaz.Medeniyetler birbirlerine benzeyerek değil,birbirlerinden ayrışarak yeni boyutlar kazanırlar. Batılaşmaya gelen Seküler kültür bütün dünyada çok etkili oldu. Türkiye’de olduğu gibi, bütün ülkelerde, kutsal kültürün değerleri, hayatın bütün boyutlarından bir bir sökülerek, ekonomik yapılardan ve kültürel dokulardan uzaklaştırıldı. Türkiye’nin öncülüğünde, İslam dünyası, Batı dünyasının tüketim değerlerini benimsemede çok başarılı oldu. Ancak Batı dünyası gibi tüketmek, İslam dünyasını Batı dünyasının üretim gücüne ulaştırmadı. Türkiye Batılılar gibi, tüketmede çok başarılı oldu, buna karşılık Batılar gibi üretmede, büyük başarısızlığa uğradı. Sınırların silikleştiği, globalleşmenin bütün teknik imkanlarıyla zirveye ulaştığı bir zamandayız. Kimlik vurgularının, aidiyetlerin, yerli ve yerel kimliklerin yani birtakım özel durumların önem kazanacağı bir dönem başlar mı sizce? İnsanların yüzlerinin silikleştiği gibi, ülkelerin sınırları da silikleşti. Doğu ve Batı Berlin’i birbirinden ayıran duvar yıkıldıktan sonra, dünyadaki bütün duvarlar tek tek yıkıldı. Yirmibirinci yüzyılın dünyası duvarsız, kapısız bir dünya. Herkesin birbirin görmediği yuvarlak küre dünyaya gitti, herkesin herkesi gördüğü düz kare dünya geldi. Küre dünyada gece ve gündüz farkı vardı. Kare dünya sürekli aydınlık, gece ve gündüz farkı ortadan kalktı.Kare dünyada Mevlana’nın vurguladığı gibi :Herkes’’ göründüğü gibi olmak, olduğu gibi görünmek

“zorunda. Hiçbir alanda çifte standarda yer yok. Kare dünya, küreselleşerek yerelleşenlerin dünyasıdır. Kare dünyada, İstanbul’da olmak için, Tokyo’dan New York’a, Jakarta’dan Londra’ya kadar dünyanın bütün şehirlerinde olmak gerekir, Nuri Pakdil , ‘’Paris’te, Londra’da ve Berlin’de yürümeyenler, Ankara’da İstanbul’da kimseyi ayağa kaldırmazlar’’ derdi. Kare dünyada merkez ve çevre farkı ortadan kalktı. Ankara gibi Paris, Londra, Berlin hem çevre hem merkezdir, başarılı olmak için, hem yerel, hem de küresel olmak gerekir. Mevlana’nın pergel stratejisinde olduğu gibi bir ayak yerel kültürde diğer ayak küresel kültürde olmalıdır.

Her şey akar’’, edebiyatlar, medeniyetler, ülkeler, kültürler ve değerler…

Sosyolog John J. Macionis , Sosyoloji’yi ‘’Özeldeki geneli yakalamak’’ olarak tanımlar. Aynı tanım edebiyat için de geçerlidir. Edebiyat ve Medeniyet de, yerel kimliklerde, küresel kimlikleri yakalamaktır. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera Dergilerinin kurucuları ve çevrelerinde toplanan edebiyatçıların sürekli vurguladıkları gibi: Edebiyatsız medeniyet, Medeniyetsiz edebiyat olmaz. Bütün ülkelerin, düz bilgisayar ekranında buluştukları kare dünyada, edebiyat medeniyet için bilinir. Sezai Karakoç’a göre, tek bir medeniyet vardır, o medeniyet de, gerçek medeniyetidir. Kare dünyada gerçeğin vatanı yoktur. Medeniyetin vatanının olmadığı kare dünyada, bütün insanlığın ekonomik zenginlikten önce kültürel zenginliğe ihtiyacı vardır. Kültürel zenginliğin olmadığı ülkelerde ekonomik zenginlik olmaz. Belirleyici olan ekonomik zenginlik değil, kültürel zenginliktir. Düşünce ve eylemin ana kaynağı olan kültür, gerçek medeniyetine dayanarak , hayatın bütün boyutlarında , yeni yorumların, yeni açılımların yolunu açar. Tarih geçmişte olanlar araştırır, edebiyat gelecekte olacakları açıklar. Bu yüzden, her kuşak, tarihin değişmeyen olguların, yeniden araştırmak ve yeniden yorumlamak zorundadır. Her kuşağın elindeki en zengin kaynak edebiyattır. Edebiyatlar medeniyetlerin topluma yansıyan yüzleridir. Bir medeniyetin değerleri, edebiyatlarıyla toplumun bütün kesimlerine ulaştırılır. Edebiyatlar medeniyetlerin senfonileridir. Hayatın vazgeçilmez unsurları haline getirilen ilkeler , medeniyetlerin temel değerleri olurlar. 19


Zahirin ne ise, odur batının’’ ya da ‘’dış dünya ne ise, odur iç dünyan’ demekten hiç geri durmaz. İnsanların kültürleri ne ise, teknolojileri de kültürlerinin bir uzantısıdır. İnsan hayatının hiç önemsenmediği bir kültürün teknolojisi, nükleer silahlar olur. Anadolu insanın sevgiyle silahlanan kültüründe, bir insanı öldürmekle bütün insanlığı öldürmenin arasında bir fark yoktur.Teknolojisiyle bir insanı koruyan bütün insanlığı korur.

Sezai Karakoç’a göre, tek bir medeniyet vardır, o medeniyet de, gerçek medeniyetidir.

Teknoloji konusunda özel bir duruşunuz var Teknolojinin bir hayat tarzının, bir düşüncenin sonucu olduğunu mu düşünüyorsunuz? Teknoloji en geniş anlamıyla, bilimsel bilgilerin, hayatın değişik alanlarında üretim gücünü büyütmede yararlanılan birikime dönüştürülmesidir. Tarihin her döneminin kendine özgü bir bilimsel ve teknolojik bilgi birikimi vardır. Ve tarih boyunca teknoloji, insanın elinde, değişimin kültürel güçlerden sonra gelen, en büyük ve en önemli sürükleyici güç olmuştur. Ancak teknoloji iki yarı keskin bir kılıçtır. Teknolojiden yararlanan insanın kültürüne göre, iyilikleri büyütme yolunda yararlanıldığı gibi, kötülükleri büyütme yolunda da yararlanılabilir. İster iyilik, ister kötülük yolunda kullanılsın, teknolojinin arkasındaki güç, insan ve insanın yoğuran kültürdür. Sezai Karakoç’un ‘’Kültürsüz ekonomi, ekonomisiz kültür olmaz” ilkesi, ekonomi için geçerli olduğu gibi, teknoloji için de geçerlidir. Kültürsüz teknoloji, teknolojisiz kültür olmaz. Ancak belirleyici olan, Aydınlanma döneminden bu yana sürekli vurguladığı gibi, ekonomi ya da teknoloji değil, kültürdür. Bu yüzden, Alfred Nort Whitehead,” kültürel bir gelişme, teknolojik bir gelişmeden çok daha önemlidir” demektedir. Her teknolojik gelişmenin arkasında bir kültürle yoğrulmuş, bir düşünce tarzıyla donanmış insan vardır. Anadolu insanının kültüründe, iyilikte yaşamak, güzellikte, doğrulukta, yararlılıkta ve kalitede yarışmak, yaşı, işi ne olursa olsun, herkesin görevidir. Çünkü söz konusu alanlarda yarışma olmadan, hiçbir alanda gelişme olmaz. Bunun için Anadolu’nun hiç batmayan güneşi Yunus, ‘’

sayı//26// eylül 20

Bu aşamada ne yapılabilir(di)? Yani Batı’dan modelleri alıp uyarlamanın dışında teknolojide, ekonomide… nasıl bir yeniden üretim yapılabilir, bize özgü bir model yeniden nasıl ortaya konulabilir? Hayatın bütün boyutlarıyla, yaşanır kılınmasında ve yeni boyutlar kazanmasında belirleyici olan, ekonomi değildir. Son iki yüzyıldır Batı dünyasının öncülüğünde, belirleyici olanı kültürden daha çok ekonomi olduğu vurgulandı. Marx ekonomi derken Weber Protestan ahlakı diyordu. Ancak Yirminci yüzyılın sonunda , ‘’Din toplumların afyonudur’’diyen Marx ile ‘’Tanrı öldü’’ diyen Nietzche’nin büyük ölçüde yanıldıkları görüldü. Dünya sanayi devriminden, bilgi devrimine geçti. Seküler kültürün güneşi battı. Kutsal kültürün güneşinin hiç batmadığı için , bütün açıklığıyla ortaya çıktı. İslam medeniyeti, iki dünya medeniyetidir. İslam medeniyetinde hiçbir zaman ya da dünya ya öteki dünya denilmez, hem dünya, hem öteki dünya denilir. Ya dünya, ya öteki dünya diyenler, hem dünyayı, hem öteki dünyayı birden yitirirler. Bu yüzden, Sezai Karakoç’un, ‘’Diriliş Neslinin Amentüsü’’ kitabında açıkça ortaya koyduğu gibi: ‘Ekonomi kültürün, üretime dönük yüzüdür” ve “ Hafif kültürle ağır sanayi olmaz.’’ Tarihin her döneminde, toplumların ekonomik yapıları, kültürel dokularının görünen yüzleri olmuştur. Derin kültüre sahip olmayan toplumların, zengin ekonomiye sahip oldukları görülmemiştir.Kültürde yoksul olan ekonomide yoksul olur.Ekonominin meyvasını yemek için kültür ağacına çıkmak gerekir. Külterel, toplumsal, siyasal ve ekonomik hayatta her şey değişir. Bir toplum ne kadar çok değişirse , o kadar aynı kalır, o kadar da yenilenir. Her kültür her gün yeniden doğmalıdır. Her gün yeniden doğmasını bilen kültürlerden kimse usanmaz. Bu yüzden, yönetim uzmanları


değişime direnilemeyeceğini, değişimin yönetilmesi gerektiği üzerinden önemle dururlar. Önemli olan, değişmeden değişmektir. Değişmeyen canlılığını koruyamaz. İki yılı birbirine eşit olan, toplumlar siyasal,ekonomik ve kültürel yoksulluktan kurtulamazlar. Müslümanların modern dünyada geri çekildiği iddialarına karşı siz ne düşünüyorsunuz? Müslümanların kendilerine özgü modelleri, üretim biçimleri üzerinde düşünmek yerine ithal medeniyete yönelmeleri bunda ne derece etkili? Yirminci yüzyılın başında Avrupa karşısında üstünlüğünü yitiren Anadolu, aynı yüzyılın sonunda, yeniden Avrupa’ya açıldı. Artık Türkiye, Batı’dan yardım isteyen bir ülke değil, Batı’ya yardım eden bir ülke. Son iki yüzyılın dünyanın Batılılaşması tartışıldı. Gelecek iki yüzyılda da dünyanın Doğululaşması tartışılacak. Eskiden dünya denilince akla Avrupa geliyordu, şimdi dünya denilince akla, İslam dünyası, Çin ve Hindistan geliyor. Geleceğin dünyası, seküler kültürün dünyası olmaktan daha çok kutsal kültürel dünyası olacaktır. Kutsal kültürün güneşi asla batmaz. Tarihçi Henri Piremne, Batı’da Medeniyet adına ne varsa, hepsinin Doğu’dan ithal edildiğini vurgular. Avrupa Rönesansı’nın temelinde, Şam Bağdat, Buhara, Semerkant, Kurtuba ve Gırnata’yı eşsiz kültür kentlerine dönüştüren İslam Medeniyeti vardır. Nasıl Müslümanlar Babil, Mısır, Yunan ve Roma’yı içselleştirerek, kutsal kültüre dayanan yeni bir medeniyete inşa etmişlerse, Avrupalılar da İslam Medeniyeti’nin birikimini, kendi değerleri içinde içselleştirerek, yeni bir Seküler medeniyet inşa ettiler. Ancak yirmi birinci yüzyılda, bu Seküler medeniyetin güneşi battı. Bütün dünyada, kutsal kültürden beslenen yeni bir medeniyet inşa ediliyor. Bu medeniyetin inşasında en büyük görev ve sorumluluk Müslümanlara düşmektedir.İslam medenyeti en sonda gelen,ancak en başta olan medeniyettir. Berlin duvarı yıkıldıktan sonra dünyada bütün duvarlar yıkıldı. Artık bilinen küre dünya gitti, yeni kare bir dünya geldi. Kare dünyada duvar, kapı, pencere ve çatı yok. Nasıl bilginin vatanı yoksa, Amerika’da da olsa alınırsa, ekonominin, teknolojinin , sermayenin, vatanı yoktur. Ve edebiyatında vatanı yoktur. Mevlana Shakespeare, Goethe, Yunus, bütün dünyayı pasaportsuz dolaşıyır. Dünyanın hiçbir ülkesinde, kimse onlara vize sormaz. Yeni medeniyetin inşacıları, İbn Haldun, ve Mevlana

olacaktır. Biri, iç dünyanın, diğeri dış dünyanın mimarıdır.Geleceği inşa edeceklerin bir ellerinde Mesnevi, bir ellerinde de Mukaddime olacaktır. Anadolu insanı üzerinde çok duruyorsunuz. Anadolu’nun kendine özgü yapısı, kendine özgü yapısı, kendine özgü yerli üretim, yönetim ve benzer modellerini eleştirmeleri bunda etkili değil mi? Buna bağlı olarak Anadolu insanın mayasının yoğrulduğu tasavvufun medeniyet inşasındaki rolü nedir? Anadolu insanı Asya’nın içlerinden Avrupa’nın içlerine doğru uzun ve büyük bir yolculuğunun, bir kesitini Nuri Pakdil ‘’ Düşsel Bir Yürüyüş’’ denemesinde, çok çarpıcı, çok simgesel bir dille anlatır. Anadolu insanı tarihi boyunca bütün bir dünyayı ulaşılacak bir kızıl elma gibi görmüştür. Onun kültüründe karamsarlığa, kötümserliğe, ümitsizliğe yer yoktur. O hep ‘’ Yarın elbet bizim elbet bizimdir/ Gün doğmuş gün batmış, elbet bizimdir’’ demeyi bilmiştir. Anadolu insanın, büyük ve uzun yürüyüşünde, omzunda taşıdığı en büyük, en önemli ve en etkili silahı Yahya Kemal’in vurguladığı gibi, Mesnevi olmuştur. Anadolu insanı dünyaya Mesnevi ile açılmış, coğrafyalardan önce gönülleri fethetmiştir. Ömer Lütfi Barkan’ın Balkanlardaki ‘’Kolonizatör Türk Dervişleri’’ araştırmasında vurguladığı gibi, Anadolu insanları Balkanlara silahlı güçlerinden önce silahsız güçleriyle gitmiştir. Tarihin her döneminde, dünyanın her yerinde insanlar silahlı güçlere değil, silahsız güçlere saygı gösterirler. Bunun için Anadolu’da, ‘’Zorla güzellik olmaz’’ denilir.

Berlin duvarı yıkıldıktan sonra dünyada bütün duvarlar yıkıldı. Artık bilinen küre dünya gitti, yeni kare bir dünya geldi. Kare dünyada duvar, kapı, pencere ve çatı yok.

Tasavvuf güzellikle silahlanmaktır. Tasavvuf kültürüyle yoğrulan toplumlarda, güzellik alınır, güzellik satılır, güzellikten terazi tutulur, güzellik güzellikle tartılır, hayatın her boyutunda, güzellik vardır. Güzel insanların, yönetimleri, ekonomileri, kültürleri güzel olur. Güzellikte sınır yoktur, güzellikten kimse usanmaz. Önceki yüzyıllarda Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bayram Veli’nin bugün karşılığı var mı? Görünmeyen Üniversite kitabınızda bunun bir cephesini, İki Dünyanın Hesaplaşması’nda diğer cephesini anlatıyorsunuz. Kutsal kültürün, en sonda gelip, en başta geleni olan İslam Medeniyeti, bir cihat medeniyetidir. Anadolu’yu dönüştüren ‘’Görünmeyen Üniversite’’ler, ezanın okunduğu coğrafyayı vatan, ezan okunmayan coğrafyada ezan okumayı bir görev bilmişlerdir. Onların dinamizmi cihat kültüründen kaynaklanır. 21


Cihat iki boyutlu bir eylemdir. Bir boyutu iç dünyaya, bir boyutu da dış dünyaya dönüktür. İç dünyayı görünmeyen dış dünyayı görünen üniversiteler inşa etmişlerdir. İç dünyanın yol haritası Mesnevi’de dış dünyanın yol haritası da Mukaddime’dedir. Mevlana ve İbn Haldun, kutsal kültürün iki eşsiz zirvesidir. Her ikisinin de halefleri ve selefleri yoktur. Mevlana ve İbn Haldun Eski Yunan’a da hiçbir borçları yoktur. Kutsal kitaplara dayanan kutsal kültür, ‘Dört kitabın manasını bir Elif’te’’ bulur. Kutsal kültür hiçbir zaman ya iç dünya ya dış dünya ayrımı yapmaz, her zaman, hem iç dünya hem dış üzerinde önemle durur. Kutsal kültürün bayrağını bütün dünyaya taşıyanlar, Mimar Sinan gibi inşa etmişler, Yunus gibi yaşamışlardır. Onlar ne varlığa sevinmişler, ne yokluğa yerinmişler. Onlar dünyanın peşinden değil, dünya onların peşinden koşmuştur. Onlar kendilerini değiştirmesini bildikleri gibi, dünyayı da değiştirmesini, bilmişler. Onların dünyasında karamsarlığa, kötümserliğe kesinlikle yer yoktur. İki dünya mimarları, bütün boyutlarıyla hayatı iman için bilmişler. Onların gözünde iç dünya ve dış dünya, değişen dünyada değişmeyen dünyayı aramaktır. Onlar her zaman değişmeden değişmeyi bilmişler, değişerek değiştirmişler, değiştirerek değişmişler. Onlar güzeldirler, güzellikte sınır tanımazlar. İç ve dış dünyanın mimarları, iki dünyada da güzellik avcılarıdır. Güzellik aradıkları için, güzelliğin de ana kaynaklarında olmuşlardır. İsminiz özellikle Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri çizgisiyle birlikte anılıyor. Kitabınızda kendi kuşağınızdakilere ek olarak Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil gibi 20 yy. İslam düşüncesinin önemli isimleri hakkında da yazılarınız var. Farklılıkları da bulunmasında rağmen, İslamî düşünce çizgisi böylece yeniden mi oluşuyor? Yoksa bu çizgide bir kesinti, bir farklılaşma mı var? Alfred Nort Whitehead, Batı düşüncesini Platon’a düşülmüş bir dipnot olduğunu vurgular. Whitehead’e benzetilerek söylenirse, ‘’Bütün insanlığın birikimi, kutsal kitaplara düşülmüş bir dipnottur.Adem oğulları, büyük bir ailedir. Bu bağlamda, bütün insanlık, peygamberlerin çağrısına kulak verenler ve kulak verecekler olarak iki ana gruba ayrılır. Bu yüzden, Sezai Karakoç, ‘’Tek medeniyet vardır, o medeniyet gerçek medeniyetidir’’, bütün medeniyetler tek kaynaktan beslendikleri sayı//26// eylül 22

vurgular. O kaynak da kutsal kitaplardır. Gerçek medeniyet’in çizgisi yüzyılların içinde süzülerek, bugünlere kadar gelmiştir. Türk toplumu, son iki yüzyılda, tarihinde benzeri olmayan, büyük ve uzun bir yabancılaşma sürecinden geçti. Türk toplumu da Avrupa karşısında ekonomik ve siyasal üstünlüğünü yitirince, kurtuluşu kendi medeniyetinde değil, Batı medeniyetinde aradı. Anadolu insanını uç kıtaya taşıyan medeniyet değerleri bir kenara itilerek, Batı medeniyetinin değerleri, devletten gelen baskıyla, toplumun bütün kesimlerine benzetilmeye çalışıldı. Edebiyatı medeniyet için bilenler, bu zorla gelen medeniyet değişimine karşı çıktılar. Medeniyet değişimiyle gelen, yabancılaşmaya karşı çıkanların öncülüğünü edebiyatı iman için bilen edebiyat dergileri yaptılar. Söz konusu dergilerin başında Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri gelir. Onlar için yol devletin yolu değil, milletin yolu oldu. Onların çevresinde toplanan yazarlar, ömürleri boyunca, ‘’değişim tavandan değil, tabandan gelir’’ diyerek, devletin estirdiği yabancılaşma rüzgarına karşı çıktılar. Yabancılaşmaya karşı çıkan edebiyatçı ve aydınlar, devletin çorak topraklarına değil , milletin bereketli topraklarına odaklandılar Karşı çıkmada ana ilkeleri : ‘’Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak’’ demek oldu.. Onların peşinden Yedi İklim ve Hece dergileri geldi. Çok fazla dergi ve yayın var. İlk ekip çalışmasını Mavera’da sizler yaptınız. Kişilerin değil, bir ekibin merkez olduğu bir dergiydi Mavera. Mavera dergisinin mirasının bugün nerelerde yaşadığını düşünüyorsunuz? Mavera, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat dergilerinin geleneğini sürdüren bir dergidir. Ancak kendisinden önceki dergilerin bir tek kurucuları olmasına karşılılık, Mavera’nın kurucuları vardır. Büyük Doğu Necip Fazıl’la, Diriliş Sezai Karakoç’la, Edebiyat Nuri Pakdil’le özdeşleşmiştir. Mavera’nın ise, yedi kurcusu vardır. Nerede Mavera’nın adı geçse, yedi kurcusunun adı, akla gelir. Yedisi birlikte anılır. Mavera yedi kurucuyla birlikte anılan dergidir. Yedi kurucusu Mavera’nın yedi güzel adamı diye bilinir. Onlar; Rasim Özdenören, Nazif Gürdoğan, Hasan Seyithanoğlı, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Akif İnan ve Alaeddin Özdenören’dir.Mavera tam bir takım çalışması örneği verdi.Takımın etkisinin toplamı takımda yer alanların etkilerinin tek tek toplamından çok


daha büyük, çok daha güçlü oldu.Bu yüzden Mavera’nın dört şairi öldü,ancak eserleri ,şiirleri ölmedi,tartışılmaya devam ediyorlar.Onlar defterleri Kıyamet’e kadar kapanmayanlardan oldular. Mavera’nın geleneğini Hece ve Yedi İklim dergiler sürdürmektedir. Her iki dergi de Mavera’nın güzel kurucuları için, güzel sayılar çıkarmışlardır. Söz konusu, dergilerin ana özellikleri edebiyat sanatı, iman için bilmeleridir. Onlar Türkiye’nin geleceğini Paris’te Londra’da, Whashington’da, Moskova’da, Pekin’de değil, Mekke’de, Medine’de, Kudüs’te arıyorlar. Onlar Mekke’yi bütün şehirlerin anası olarak görüyorler. Mekke’de olmayanların, dünya’nın hiçbir yerinde olamayacağını biliyorlar. Edebiyat dergileri, toplumların açık üniversiteleridir. İnsanlığın yaşanabilir bir dünyaya uyanmaları için, edebiyat dergilerinin sayılarının artması gerekir. Edebiyat dergileri ne kadar çok olursa, kültür ve sanat çalışmaları da, o kadar yeni boyutlar kazanır. Dünyanın ekonomik, siyasal ve kültürel yapısının, kültür ve sanat dergileri değiştirecektir. Son iki yüz yılda bütün dünyada iddia edildiği gibi, belirleyici olan ekonomi değil, kültürdür.Bu bağlamda Marx yanıldı,Weber doğrulandı. Var olan mücadele ekonomilerin değil, medeniyetlerin mücadelesidir, diyorsunuz. O halde iki dünyanın hesaplaşmasında durum nedir? Yuvarlak küre dünyanın düze kare dünyaya dönüşmesiyle, dünyada devletlerden daha çok medeniyetlerin savaştığı ortaya çıktı. Artık politika ordularla savaş meydanlarında değil, toplumsal ve kurumsal girişimcilerle kültür meydanlarında yapılıyor. Kültür meydanlarında üniversiteler var,önüllü kuruluşlar var, sosyal girişimciler var, aydınlar var, sanatçılar var. Dünya standartlarını yakalayan kültür ve sanat çalışmaları, bütün dünyayı pasaportsuz dolaşıyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde, medeniyet değerlerinin taşıyıcısı olan aydınlara kurumlara, kuruluşlara kimlik sorulmaz. Mevlana’ya, Shakeaspear’e, Geothe’ye, kimse pasaport sormayı düşünmez. Onlar dünyanın bütün açık üniversitelerinde, sevgiyle karşılanırlar, sevgiyle uğurlanırlar. Son iki yüzyılda, Seküler kültürün misyonerliğini yapan Batı dünyası, bütün

dünyanın bilimsel ve teknolojik birikimine dayanan çalışmalarıyla, bütün dünyada çok etkili oldu. Ancak Batı’nın Seküler kültürünün batmakta olan güneşi, giderek parlaklığını yitiriyor. Kutsal kültürün güneşi ise, yeterince parlak görünmese de doğuyor. İlk Peygamberle başlayan, Son Peygamberle tamamlanan kutsal kültür ışığı hiçbir zaman sönmez. Kutsal kültür güneş gibidir, bir coğrafyada batarsa, başka bir coğrafyada doğar. Kutsal kültüre dayanan Medeniyet, yeni yüzyılda, bütün insanlığın birikimine yaslanarak, yeniden doğacaktır. Zaten Batı dünyasında, Kutsal kültür olarak ne varsa, hepsi, Doğu’dan ödünç alınmıştır. Batılılar,Kutsal kültür kaynaklı değerlerinin hepsini hepsini Doğululara borçlular. İçinde bulunduğumuz dönemle ilgili tespitleriniz var mı? 2000’li yıllarda nasıl bir düşünme biçimi gelişti, bu konudaki gözlemleriniz nedir? Üçüncü bin yılın ilk yüzyılı şairlerin yüzyılı olacaktır. Şairler geçmişi bugüne taşıdıkları gibi, geleceği de bugüne taşırlar. Onlar güzellik peşinde koşan güzellik arayıcılarıdır, güzelliği en güzel, en yalın ve en etkili bir biçimde dile getirirler. Bu yüzden şairler, tarih boyunca en güçlü kültür taşıyıcıları olmuşlardır. Ümmi Sinan’ın dört dizesi, bütün insanlığın özlediği ve beklediği, yüzyılın, nasıl bir yüzyıl olması gerektiği çok yalın ve çok çarpıcı bir dille anlatır. Gül alır gül satarlar. Gülden terazi tutarlar. Gülü gülle tartarlar. Çarşı Pazar güldür gül. Yirmi birinci yüzyıl, Ümmi Sinan’ın haber verdiği, güzelliğin alındığı, güzelliğin satıldığı, güzelliğin güzellikte tartıldığı bir yüzyıl olmalıdır. Bunun için de, geçen yüzyılda olduğu gibi, dünyanın nasıl Batılılaşacağı değil, dünyanın nasıl Doğululaşacağı tartışılmalıdır. Yeni Dünyanın mimarları, aklı başında olan mühendisler değil, aklı gönlünde olan şairler olacaktır. Üçüncü bin yıla damgasını, ya dünya ya öteki dünya diyenler değil, hem dünya hem öteki dünya diyenler vuracaktır. Rimbaud’un vurguladığı ‘’gerçek hayat yaşanılan hayat değildir.’’ Gerçek hayat yaşanılacak olan hayattır. Yaşanılan hayatta ekilenler, yaşanılacak hayatta biçilirler.

23


ŞEHİRLERİN YARASINA

MİLLET DEMİ!..

Öykünmesi olmayan hiçbir şehir, geleceğin beşiğini sallayamaz çünkü. Mehtap ALTAN

ehirlerin avlusuna tarihin hazinesinden kopup gelen sesleri terennüm edip; dinlemek geleceğin bakir çığlığını… Sonra eklemek kaldırımlarına, köy kokusundan doğan öykülerin mahcup tebessümünü... Bir de şehirlerin saçlarını, bitmek tükenmek bilmez öykülerle tarayan otogarların, insan ruhuna saldığı haritalarda yok ola ola bulmak kendi içimizdeki şehri! Dağın, tepenin duvak olması bazı şehirlerin keskin çehresine… Medeniyetin betona çalan sıcakayaz tonu! Ve şehirlerin anadilini meâl eden insan… Evet, şehirlerin anadili! Hangi şehre giderseniz gidin mutlaka bir ilk dili vardır. Tarihin sayfasından firar eden ya da kendini geleceğe hazırlayan her şehir, ilk dilinin refakâti ile sunar kendini insana ki, geleceğe ayna misâli öykünmeler miras bıraksın… Öykünmesi olmayan hiçbir şehir, geleceğin beşiğini sallayamaz çünkü. Ninnilerini bağrında taşıdığı insanların ruhuna sağan her şehir, yeryüzünün çehresine kalıcı mührünü bırakmış mirastır. Dolayısıyla şehirlerin anadili; insanlar ile arasındaki bağın ilk yoludur. Ve asıl dil! Şehir ile insanı birbirine kenetleyen dil. Geçmiş ile geleceği birbirine kerten dil. İşte o dil, insanlığa şahitlik edecek olan helâl dildir. “Helâl dil de neymiş?” demeyin. Yaradılışın sırrını bilen, insanı insana kırdırmayan, çoluğun çocuğun kanına susamayan, vatandaşı olduğu yurdun/bayrağın yanmasına göz yummayanların konuştuğu ruh dilidir helâl olan dil. Şehirlerin dili ile insanın dilini birleştiren bu görünmeyen ama herkesin bildiği soyut şefkati ise zaman besler. Kültürümüzün huzur çatısını, ince işçiliğini oluşturan edebiyatsa, hudutsuz bir kucaklayışın adımıdır. Edebiyatın rüzgârı berekettir; öykünmeler, suskunluklar, hüzünler, aşklar, şehirlere meftun yalnızlıklar bu bereketi doğurur her esişteki sancıda… Ve ân gelir… Evet, ân gelir helâl süt emmemişlerin kirli düşleri, hançerler şehirlerin ve insanlarının avlusunu. Sonra çıkar birileri, şehirlerin döşüne kan haritası çizmek ister! Kaldırımlarına, sokaklarına, köprüsüne, caddesine kan kusturur! Yetmez, çocukların bisiklet sürdüğü sokaklara, kalplerinin namlularına sürdükleri ihanet kurşunlarını sıkarlar önlerine gelen herkese! O kurşunlar

sayı//26// eylül 24


eli bastonlu bir teyzeyi de hedef alır, yeni yetme bir ergeni de! Ve şehirlerin duvağını ölümle açar gece… Akıllarda geçen tek bir cümle vardır artık: “Takvim yaprakları hiçbir tarihi, 15 Temmuz gecesini kucakladığı gibi kucaklamayacak!..” O gece… Evet, 15 Temmuz ve sonrasındaki geceler, milletin yıllardır biriktirdiği sesinin, yeniden göverdiği gece de olacaktır aslında. İşte şehirlerin kanına girip; toprağın umuda banmış türküsüne kefen giydirmeye niyetlenenlerin eseridir bazı ânlar… Ne medeniyetin sessiz tanıkları olan mezar taşları, ne cami avlusuna sığınan öyküler, ne de bayrağının kokusunu kendi kokusu bilmişler, bu çirkinliğe sessiz kalmayacaktır o gece ve diğer geceler… Sonrası ülkem şehirlerinin her bir yerinde bir meşâle gibi yanacak olan inanç birliğidir. Tüm çirkinliklerin, vatana ihanet kalkışmasının, derin kalleşlik bataklığının hesabını kesense; birliğin düğününü yapan millet olacaktır, millet… İhanetlerinin acısı içlerine çöken vatan hainlerinin sesi; terör olaylarına çok da alet olmayan, huzurun ırmağını ülkem topraklarının döşünde akıtan şehirlerimizde duyulmaya başlayacaktır bir süre sonra. Kan… Yine oluk oluk akıtılacaktır masum halkın kanı! Ama tek bir ağızdan çıkıyormuş gibi göklerde yankılanan şu sözler; yurdumuzu, şehirlerimizi kanatmaya çalışanlara kansız/ ölümsüz/mermisiz bir uyarı olacaktır: “Siz, o bayrak göğün döşünden iner mi sandınız? Siz, inancına vatan rengi sürmüş nakkaşları, ölümden korkar mı sandınız? Ve ki siz, Gaziantep, Elazığ, Van, Bitlis kanayınca; kalleşliğinizin/hainliğinizin adı değişir mi sandınız?!..” Evet, ihanet nöbetidir bunlar! Hainin birinin bırakıp diğerinin devraldığı… Bir şehit polis eşinin ağzından dökülen; “Ben ona daha sütlü kahve yapacaktım...” cümlesinin bağrımızı dağlayan ama bizi daha da güçlü kılacak ânlarınadır artık şahitlikler… Şimdi herkes kendi şehrinin en yüksek yerine çıkıp, öpmeye dursun bayrağının alnından!.. Kılcal damarlarına hainlerin sızdığı şehirlerimizi; inanç/umut/aşk-ı vatan duygularıyla daha da güçlendirmek zamanıdır. Haydi!..

25


Serçe Kuşunun Ağıdı Ben bir garip kuş idim Serçeyidi adım Herkes kanatlandı da gitti Ben ise uçamadım / kanadımı açamadım / dost iline göçemedim Akşam oldu, ibibikler ötüverdi ansızın Ötelere geçemedim Gececi kuşlar geldiler, akşamı aralayıp / selâm verdiler / garip olduğumu bildiler / evime mihman oldular Ay battı, göz gözü görmez / yüzlerini seçemedim / iltimas geçemedim Turnalar, turnalar, allı turnalar Al bulutlardan inip eşiğimde durdular / divan kurdular Kimi telli-duvaklı / kimi aklı-karalı / yürekleri yaralı Hâyy dediler, hayrân oldum / ben ağzımı açamadım. Gâh oldu, Ankâ oldum / cümle kuşların şâhı / göklerin padişâhı Bir ayağım Süphan’daydı / bir ayağım Kafdağı Aşka süvâr olanda / bir tümseği aşamadım / dosta ulaşamadım

sayı//26// eylül 26

Yel esende Şâr Dağı’nın sazları Hû deyûben boyun büker / eğleşir Sarı çiçek derviş ilen söyleşir Cümle yapraklar duaya durmuş / gördüm / üstlerinden geçemedim / kanat vurup kaçamadım Gördüğüm düş hayın mı hayın Boşuna hayra yormayın / ben farkındayım Serçe kaderli bir kuşum ben Kolum yok, kanadım kırık / hem biliyor, gel diyor Ardısıra varamadım, / dost bağına giremedim / bir gül olsun deremedim Güneş çoktan el etmiş, eyvâh Varamadım farkına Zaman takılmış çarkına Saatimi kuramadım / zembereği kıramadım / dost hırkası giyemedim Diyeceğim diyemedim Hâl sırrına eremedim, eyvâh...

Kâmil Uğurlu


SAKARYA VADİSİ;

KURULUŞUN,

KURTULUŞUN ADI Yunus Emrelerin, Nasrettin Hocaların, Şeyh Edebalilerin hazırladığı ruh ikliminde Osmanlının kurulduğu vadidir Sakarya. Fahri TUNA

Şairin “Kırım kıvrım akar ya!” dediği Sakarya, yedi ilin topraklarına “hayat vermekte”: Eskişehir, Afyon, Kütahya, Polatlı (Ankara), Bilecik, Bolu, Sakarya. Türk-İslam Medeniyetinin yedi büyük ismi bu vadide yaşamış: Yunus Emre, Şeyh Edebali, Akşemsettin, Nasrettin Hoca, Evliya Çelebi, Aşıkpaşa, Köroğlu. Yani tasavvuf, hukuk (fıkıh), mizah, gezi, tarih, folklor; yani hayat; yani toplum, devlet; yani medeniyet… Yunus Emrelerin, Nasrettin Hocaların, Şeyh Edebalilerin hazırladığı ruh ikliminde Osmanlının kurulduğu vadidir Sakarya. Viyana önlerinden başlayan gerileyişimizin son noktasıdır Polatlı; yedi düvelin (bütün emperyalist devletlerin) leş kargaları gibi üzerimize üşüştüğünde, talana son verdiğimiz yerdir Polatlı; İstiklal Harbimizin ilk zaferinin, “yeniden dirilişin” mekânıdır Polatlı; Yunan’ı 9 Eylülde İzmir’den denize döküşümüzün ilk adımıdır Polatlı; yani Duatepe. Sakarya Meydan Muharebesi Türkiye Cumhuriyetinin temelidir; tarih boyunca “hür doğmuş hür yaşamış bir milletin” küllerinden yeniden doğuşunun destanıdır o muharebe. “Elmanın top top” yapıldığı (Adapazarı), “siyah giyenin toz beyaz giyenin söz”lendiği (Bolu), “kara kaşların ferman” (Bilecik) yazdırdığı, “bağa, bostana” (Eskişehir) gelinip “halkalı şeker” in yendiği, “Kütahya’nın pınarları” akışırken “allı güllü Fadimelerin uyanıp sabah namazına kalktığı” (Afyon) vadinin adıdır Sakarya.

edeniyetin, medeniyetlerin beşiği. Türk milletinin başı ne zaman dara düşse, yeniden var olduğu, her şeye yeniden başladığı vadi. Arap turistlerin her gördüklerinde artık klişeleşen bir söylemleri var: “Biz cennete gitmek için uğraşırken, siz zaten cennette yaşıyorsunuz!” Sakarya vadisi için söylenen sözlerdir bunlar. Vadiden yedi medeniyet neşet etmiş yeryüzüne; Frig, Galat, Bitinya, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti. Nehir dolayısıyla vadi adını Bitinya kraliçesi Sangaryus’tan almış; yakışmış da böyle güzel bir vadiye güzeller güzeli bir kraliçenin adı. Eskişehir’in 70 km güney doğusundaki Çifteler ilçesinin Sakarbaşı’ndan “kaynak” olarak yeryüzüne “merhaba” diyen Sakarya, dağları bayırları aşıp, dereleri çayları bağrına basıp, 824 km ovalarla koyun koyuna ilerleyip, Sakarya’nın 55 km kuzeyindeki Karasu’dan Karadeniz’e kavuşarak sakinleşmektedir.

Gaymakla balla (Bolu) besmele çekip, enfes Yarma çorbasının (Polatlı) ardından leziz Islama köfte (Adapazarı) veya Balaban köftenin (Eskişehir) üstüne, Cimcik yahut Tosunumla (Kütahya) doyulduğu, Kaymaklı ekmek kadayıfı (Afyon) veya Uğut (Taraklı) tatlısıyla “elhamdülillah” denildiği sofranın adıdır Sakarya vadisi. Mertliğin, dürüstlüğün, gösterişsizliğin, vatana ve devlete çıkarsız ve ölçüsüz bağlılığın, evi fakir ama gönlü zenginliğin, gariban ama dik başlılığın yurdudur Sakarya vadisi. Bu vadinin insanlarının bir ayağı “Garaosman” dır (Osman Gazi), bir eli Nilüfer Hatun’dur, bir gözü Dursun Fakih’tir, bir sözü Nasrettin Hoca’dır. Bu vadinin insanlarının feraseti, cehaletlerinin bin fersah önündedir; bilesiniz… Sakarya vadisi, “kuruluşun”, “kurtuluşun”, “varoluşun” adıdır. “Yeniden diriliş destanımızın” ta kendisidir. 27


EFSANELER DİYARI

KAZDAĞLARI Edremit Körfezi’nin sahillerini bırakarak, yeni efsaneleri yerinde keşfetmek için Kazdağları’nın zirvelerine seyahate devam ediyoruz. Bakalım vadiler, kanyonlar, şelaleler, asırlık çınarlar mazi ve âtiye dair kulağımıza neler fısıldayacak?.. Sabri GÜLTEKİN

azdağları’nın birinci yüzü olan kuzey bölümünü bir önceki sayımızda bütün güzellikleriyle anlatmaya gayret etmiştik. Sırada ikinci yüzü olan güney bölümü var. Bakalım ikinci yüzünde bizleri neler karşılayacak? Umduğumuzla değil, bulduğumuzla yetineceğiz. Külcüler Koç Termal Tesisleri’nden ayrılıp Bayramiç’e doğru ilerliyoruz. Dağları, yamaçları, çağlayanları bir bir arkada bırakıyoruz. 22 kilometrelik yolculuktan sonra Bayramiç’e ulaşıyoruz. Bayramiç ana-baba günü, sıcağa rağmen kıpır kıpır kaynıyor. Sebebini Pazar yerini görünce anlıyoruz. Çarşamba günleri Bayramiç’e büyük pazar kuruluyormuş. Kimileri alışveriş telaşında, kimileri ise pazarın etrafındaki kahvehanelerde çaylarını yudumluyor. Parklarda gördüğümüz yüzlerce motosikletten anlıyoruz ki, burada ulaşımın yükünü bu araçlar çekiyor. Vakit tamam, artık Ezine üzerinden Edremit’e hareket etme zamanı. Kısa bir yolculuktan sonra Ezine terminaline ulaşıp, Çanakkale’den Konya yönüne seyahat eden otobüsle Küçükkuyu, Altınoluk, Güre ve Akçay üzerinden Edremit’e ulaşıyoruz. DÜNYANIN EN GÜZEL GÖKYÜZÜ VE AKARSULARI

Edremit Körfezi/ Balıkesir

Edremit Körfezi’ni “Dünyanın en güzel gökyüzüne, en iyi iklimine ve en güzel akarsularına sahip belde” diye tarif eden Heredot’un haklılığını bir bir hissetmeye başlıyoruz. Uçsuz bucaksız zeytin ağaçlarından, buraya “Zeytinliklerin Rivierası” denilmesinin nedenini daha iyi anlıyoruz. Yörükler diyarı Edremit ilçesi, Ege Bölgesi’nin kuzeyinde Çanakkale-İzmir karayolunun üstünde, Körfez’in 8 kilometre içerisinde kurulmuş. Zeytin ve zeytinyağı ile ünlü olan ilçe; M.Ö. 548’de Perslerin, 422’de Delosluların, 334’de İskender’in, M.S. 132’de Romalıların eline geçmiş. Selçuklu Sultanı Süleyman Şah, Edremit’i 1076 yılında Türk topraklarına katmış. Daha sonra 1099 yılında, Edremit ve civarı Bizans İmparatoru Aleksi Kommen’in hükümranlığı altına girmiş. Edremit’i tekrar 1231 yılında Türk yurdu yapan, Selçuklu Komutanı Yusuf Sinan, fethettiği şehrin anahtarlarını alır almaz, bir hamam ve cami yaptırmakla başlamış hizmetlerine. Bu camiye “Kurşunlu Camii” denilmesinin sebebi, kubbesinin kurşunla örtülü olmasından ileri

sayı//26// eylül 28


Hasan Boğuldu / Kaz Dağları

geliyormuş. Kabri cami avlusunda bulunan, Yusuf Sinan’ın başucundaki yazı ise Balıkesir sınırları içindeki en eski kitabe olma özelliğini taşıyormuş. FIRSATÇILIK ZİRVE YAPMIŞ!..

Edremit’teki bu kısa tarihî gezintiden sonra yavaş yavaş Akçay’a yöneliyoruz. Minibüse bindikten 20 dakika sonra Akçay’a iniyoruz. Burada hayat İstanbul’dan daha pahalı. Turizmi fırsatçılığa dönüştürenlerin sayısı bir hayli fazla. Körfez’i gören bir mekanda konaklamak bize göre değil!.. En uygunu Fatma İleri!.. Tarif ve tarifeyi alıp bavulumuzu Fatih Caddesi’nden sürükleye sürükleye motele varıyoruz. Bahçesi büyük, iki katlı mekanlardan oluşan ferah bir konaklama tesisi. El sıkışıp, iki günde Akçay’ı devr-i âlemde karar kılıyoruz. Müdüriyetin önünde oturan bir beyefendi ilgimizi çekiyor, merhabalaşıyoruz. Sonra mevzu “siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?”a geliyor. Meğer müşerref olduğumuz kişi motelin sahibi Dr. Hasan İleri beyefendiymiş. Önce o, sonra ben kartımı çekiyorum. Bütün iplikler pazara dökülüyor. Hasan beyin kartviziti çok kalabalık; infeksiyon hastalıkları ve halkla ilişkiler uzmanı, araştırmacı-yazar, siyasetçi vs. uzayıp gidiyor. Hasan bey, aynı zamanda Adnan Menderes’le siyaset yapıp zulme maruz kalmış Ali İleri’nin yeğeniymiş. Bazı

Kaz Dağları

Edremit Körfezi’ni “Dünyanın en güzel gökyüzüne, en iyi Motelde biraz dinlendikten sonra, ucube iklimine ve en güzel beton yığınlarının arasındaki sokaklara bir akarsularına sahip dalıyoruz ki, çıkmak mesele. Her yirmi belde” diye tarif eden adımda hayır sahiplerinin kurduğu soğuk sulu Heredot’un haklılığını sokak tulumbaların yerlerinden yeller esiyor. bir bir hissetmeye Artık Akçay sahilinde kalabalık ve pejmürde başlıyoruz. Uçsuz yapılardan dolayı nefes alınamıyor. Körfez’in bucaksız zeytin neredeyse tamamı âdeta İstanbul’un eski “Pis ağaçlarından, buraya Haliç”ini andırıyor. Sahildeki banklara oturmaya “Zeytinliklerin fırsat bulabilirseniz eğer, Edremit Körfezi hâlâ Rivierası” denilmesinin alabildiğine önünüzde. Solunuzdaki sahil şeridi nedenini daha iyi Zeytinli’den başlayıp, Yolören, Kadıköy, Ören, Pelitköy, Karaağaç, Gömeç ve Ayvalık’a uzayıp anlıyoruz. noktalarda ayrışsak da bir noktada buluşuyoruz; nihayetinde o hancı ben yolcuyum!..

giderken, sağınızda Güre’den başlayıp Avcılar, Altınoluk, Küçükkuyu ve Behramkale (Asos) bir çırpıda film karesi önünüzden akıp gidiyor. İskelenin sol tarafında, sahilden yaklaşık 9-10 metre ilerdeki adacıkta fışkıran artezyen tatlı suları ise, buraları görmeye gelenlerin ilgi odağı olmaya devam ediyor. KARTPOSTALLIK MANZARA TEHLİKEDE

Edremit’e 8 kilometre uzaklıkta olan Akçay, “Edremit Körfezi”nin tam ucunda kurulmuş. Kazdağları’ndan süzülerek sahile inen Kızılkeçili Çayı’nın zirvelerden sürükleyerek getirdiği beyaz mermer kütlelerinden dolayı bu belde Akçay ismini almış. 1800’lü yıllarda Akçay’da

29


Sabahın erken saatlerinde arabaya bindiğimiz gibi Kazdağları’ndaki efsanelerin gizemini keşfetmek için yola koyuluyoruz. Rehber, ziyaretçilerle Zeytinli köyüne doğru ilerlerken, bölgeyle ilgili mitolojik bilgiler vererek başlıyor sözlerine...

sayı//26// eylül 30

Zeus Altarı (sunağı) Kaz Dağları

Antandros Antik Kenti/ Altınoluk - Edremit

Rumlardan kalma sabunhane, üç-beş ev ve balıkçı barınaklarından başka herhangi bir yapı yokmuş. 1935 yılında 30 hanelik bir yerleşim yeri olan Akçay’ın günümüzdeki yerleşik nüfusu 30.000 civarındaymış. Yaz aylarında ise bu rakam 300.000’leri buluyormuş.

bir ayı bebeği emzirir. Bir süre sonra da, bir çoban Paris’i bulur ve büyütür. Paris, büyüyüp yakışıklı bir delikanlı olunca şehre iner. Bir vesile ile Zeus, Paris’i hakan tayin eder. Daha sonra Paris, Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helene’yi kaçırınca on yıl sürecek olan kanlı Troia Savaşı’nın çıkmasına sebep olur. Paris’in annesinin gördüğü düş gerçekleşmiş ve Troia, bu savaşlar sonunda yıkılmıştır.”

DÜŞ, GERÇEĞE DÖNÜŞÜYOR

Sahil yolunda İstiklal Caddesi’nden daha yoğun kalabalıklar arasında ilerlerken, birisinin elime gezi turlarına ait broşürlerden tutuşturduğunu farkediyoruz. Broşürü inceleyip, “Şelale Turları”nda karar kılıyoruz. Kişi başı 75 Türk Lirası’na kıyıp, telefonla rezervasyon yaptırıyoruz. Sabahın erken saatlerinde arabaya bindiğimiz gibi Kazdağları’ndaki efsanelerin gizemini keşfetmek için yola koyuluyoruz. Rehber, ziyaretçilerle Zeytinli köyüne doğru ilerlerken, bölgeyle ilgili mitolojik bilgiler vererek başlıyor sözlerine: “Körfez’i boydan boya çevreleyen ve Antik çağlardaki adı “İda” olan Kazdağları, mitolojide önemli sayılabilecek olaylara tanıklık etmiş. Paris (kısa ömürlü), Troia Kralı Priamos’un en küçük oğludur. Annesi Hakabe, Paris’i doğurmadan önce bir düş görür. Düşünde karnından çıkan bir alev Troia surlarını sarmakta ve alevler tüm kente yayılmaktadır. Gördüğü düşü çevresindekilere anlatınca; yeni doğacak çocuğun kenti yıkıma sürükleyeceği yorumunda bulunurlar. Bunun üzerine doğan bebek babası Kral Priamos tarafından İda Dağı’na bırakılır. Paris, artık bu dağda ölüme terkedilmiştir. Ancak dişi

EFSANELERİN SIR PERDESİ ARALANIYOR

Bölgeyle ilgili mitolojik bilgilendirmeden sonra rehberimiz tırmanmaya başladığımız Kazdağları’nın coğrafi yapısını ise şöyle özetliyor: “Biga Yarımadası üzerinde Edremit Körfezi’nin kuzey kıyısını takiben doğubatı yönünde 60-70 kilometre uzanan Kazdağları, batıda Ege Denizi boyunca ve kuzeyde Marmara Denizi’ne doğru, araya nehirleri ve vadileri alarak devam eder. Karataş Tepesi 1774 metre ile Kazdağları’nın zirvesini oluşturur. Onu 1767 metre ile Babadağı tepesi ve 1726 metre ile Sarıkız tepesi izliyor. Üçü de yörük Türkmenlerin “Cılbak” olarak isimlendirdiği ağaçsız bir kütlenin üzerindedir...” Bizler, bir taraftan rehberi dinlerken, diğer taraftan da zeytin, çınar, köknar, karaçam ve kızılçam ağaçlarının arasındaki vadilerden geçerek zirveye doğru ilerliyorduk. Kızılkeçili Çayı üzerindeki Hasan Boğuldu mevkiine yaklaştıkça, aşağıda yaşadığımız bunaltıcı sıcaklık, yerini yavaş yavaş serin bir havaya bırakıyordu. Arabamız durduğunda, rehberimiz


Adatepe Köyü / Edremit

100 metre kadar daha yürüyeceğimizi söyleyerek taktı bizleri peşine. Gürül gürül akan suların ve asırlık çınarların arasından geçtikten sonra bir şelalenin karşısında toplandık. Rehber biraz nefeslendikten sonra çevresinde toplaşan meraklılara “Hasan Boğuldu” efsanesini aktarıyor: UMUTSUZ ÇIĞLIKLAR GÖKBÜVET’İ İNLETİYOR

“Bugün olduğu gibi 1800’lü yılların sonunda da Edremit Pazarı, Çarşamba günleri kurulurdu. Kazdağları’nın 1500 metre yüksekliğinde Sarıkız zirvesinin eteğinde kurulu obanın güzel kızı Emine, bir Çarşamba günü Edremit Pazarı’na iner ve Zeytinli köyünün yakışıklı delikanlısı Hasan’la gözgöze gelir. Sevdalanan iki genç her Çarşamba günü buluşurlar. Emine 5 saatlik yoldan getirdiği sütü, peyniri ve balı Hasan’a verir, bahçıvan olan Hasan’dan ihtiyacı olan sebzeyi alırdı. Bir müddet sonra Hasan ile Emine evlenmeye karar verirler. Emine’nin ailesi bu evliliğe karşı çıkar. Oba yörük obasıdır. Aile, Hasan’ın zor doğa şartlarına dayanıp dayanamayacağını sınamaya karar verir. Hasan, anlaşma gereği kırk okka (yaklaşık 60 kg) tuz dolu çuvalı sırtlanır ve Emine ile obaya doğru yola çıkarlar. Gökbüvet’e geldiklerinde Hasan’ın gücü biter ve yere düşer. Emine çaresizlik içinde Hasan’ı yüreklendirmeye çalışır, ancak Hasan ayağa kalkamaz. Emine’ye yalvarır ve başka yerlere kaçmayı teklif eder. Emine, bu yalvarışlara

cevap vermeden çuvalı sırtlayarak obasının yolunu tutar. Hasan ise ardından; “Beni bırakma, senin köyüne gelemiyorum, köyüme de asla dönemem!..” diye yalvarır. Hasan’ın umutsuz çığlıkları kulaklarında çınlayan Emine, obaya vardığında pişman olur ve geri dönmek ister. Ancak ailesi buna müsaade etmez. Emine sabahın ilk ışıkları ile Gökbüvet’e koşar, ama Hasan’ı bulamaz. Edremit’te soruşturur, ancak kimse Hasan’ı görmemiştir. Bir daha obasına dönmeyen Emine, kulaklarında Hasan’ın onu çağıran sesiyle dere boyunca mecnun gibi dolaşır durur. Günler sonra Hasan’a hediye ettiği çevreyi Gökbüvet’in çılgın suları içeresinde fark eder. “Yanına geliyorum Hasan” diyerek, bulduğu çevre ile kendini ulu çınara asar. O gün bugün Gökbüvet’in adı Hasan Boğuldu, dallarını büvetin suları içinde sallandıran çınarın adı Emine Çınarı olur.”

Kazdağları’nın 1500 metre yüksekliğinde Sarıkız zirvesinin eteğinde kurulu obanın güzel kızı Emine, bir Çarşamba günü Edremit Pazarı’na iner ve Zeytinli köyünün yakışıklı delikanlısı Hasan’la gözgöze gelir

KAZLAĞLARI’NDAKİ SAKLI GÜZELLİKLERİN KEŞFİ

Yeni efsaneleri yerinde keşfetmek için Kazdağları’nın zirvelerine seyahate devam ediyoruz. Bakalım vadiler, kanyonlar, şelaleler, asırlık çınarlar mazi ve âtiye dair kulağımıza neler fısıldayacak?.. Hareket saati gelmiş, herkes koltuklarındaki yerini almıştı. İnsanlar kendilerini keşfedecekleri güzelliklerin sırlarını çözmek için hayal girdabına çoktan bırakmıştı. Bizler yörük yaylalarından bir bir geçerek Edremit Körfezi’ne

31


Babayı “Cılbak Baba Tepesi”ne, kızı ise “Sarıkız Tepesi”ne gömerek taştan birer türbe yaparlar.”

doğru ilerlerken, Kazdağları uçsuz bucaksız yeşil ormanlarıyla, Ege Denizi masmavi sularıyla farkedebilenlere mutluluk seremonisi sunuyordu. Bu esnada aramızdakilerden birinin gözüne zirvedeki çıplak kaya parçası ilişmişti. Rehbere, eliyle işaret ederek, orasının bir özelliğinin olup olmadığını sordu. SARIKIZ’IN YÜREK BURKAN HİKÂYESİ

Rehber devreye girdi ve başladı merak edilen çıplak kaya parçasının hikâyesini anlatmaya: “O gösterdiğiniz tepe Sarıkız Tepesi’dir. Rivayete göre, Çanakkale’nin Ayvacık beldesinde “Cılbak Baba” adında bir çoban, karısı öldükten sonra kızını alarak Edremit’in Güre köyüne yerleşir. Baba sürülerini otlatırken, kızının canı sıkılmasın diye ona da birkaç tane “kaz” alır. Dağlara birlikte çıkıp dönerler. Cılbak Baba’daki bazı olağanüstü halleri farkeden yöre halkı, onun “ermiş” olduğuna kanaat getirir. Bir müddet sonra Cılbak Baba, Hacca gitmeye karar verir ve biricik kızını Güre köyünde bir aileye emanet eder. Zaman geçmiş, Sarıkız genç ve güzel bir kız olmuştur. Köyün delikanlıları onunla evlenmek için bir yarış içine girmiştir. Ama Sarıkız hiçbirine yüz vermemektedir. Buna katlanamayan delikanlılar Sarıkız’ın namusu hakkında olmadık dedikodular yaparak, Hac’dan dönen babasına bu safsataları anlatırlar. Bunlara inanan baba, kızının ölüm fermanını imzalar. Ama kendi elleriyle biricik kızını öldürmeye kıyamaz. Ertesi günün sabahı Sarıkız’ı ve kazları da yanına alarak Kazdağları’na doğru hareket eder. Sarıkız, köyün çıkışında kendisine bozuk yumurta atarak hakaret eden kızlara çok içerler. Biraz yürüdükten sonra yönünü köye dönüp, ellerini semaya kaldırarak, “Sularınız soğuk, kızlarınız kavruk olsun” diye beddua eder. Cılbak Baba, kızını dağda yalnız bırakarak köye geri döner. O güne kadar kimse Kazdağı’nda yalnız başına sabahlayıp geri dönmemiştir. Yıllar sonra Sarıkız’ın erişmişlik mertebesine yükselip, kazlarıyla birlikte dağlarda dolaştığına dair söylentileri duyan baba, kızının hasretine dayanamayarak, onu ilk bıraktığı yer olan Sarıkız Tepesi’ne çıkar. Kızını karşısında görünce, pişmanlığını anlatır. Namaz vakti yaklaşınca abdest olmak için kızından acele su ister. Sarıkız, babasına su dolu bir testi getirir. Ancak su, tatlı değil tuzludur. Baba, suyun tuzlu su olduğunu söylediğinde Sarıkız; “Acele ettin, denizden alıverdim” der. Ve su aniden tatlı suya dönüşür. Gözleri yaşla dolan baba, artık kızının ermiş olduğuna inanmıştır. Cılbak sayı//26// eylül 32

Baba kızından özür diler. Sarıkız da, “Benim masumiyetini git köylüye haber ver. Çünkü ben artık oralara gidemem” der. Bu sözler Sarıkız’ın son sözleri olur. Baba, utancından karşı tepeye koşar. Çok geçmeden Kazdağı’nın üzerine siyah bir bulut çöker. Bulutlar dağıldıktan sonra Sarıkız ve babasını arayan çobanlar, onları iki ayrı tepede ölü olarak bulurlar. Babayı “Cılbak Baba Tepesi”ne, kızı ise “Sarıkız Tepesi”ne gömerek taştan birer türbe yaparlar.” GÜRE, SAĞLIK TURİZMİNE SOYUNMUŞ

Rehberimiz, Sarıkız efsanesini anlatırken çoktan Güre Kaplıcası’nın bulunduğu tesislere gelmiştik bile. Orijinal bölümlerinin İlkçağ Roma Hamamı özellikleri taşıyan kaplıca; mimarisi, kabartmalı mermerleri, sütunlarıyla ilgi çekiyor. 64 derece sıcaklıktaki su; potasyum, sodyum, kalsiyum, magnezyum, demir ve alüminyum gibi mineralleri içinde barındırıyor. Güre Kaplıcası cilt hastalıkları, müzmin romatizma, guatr, kireçlenme, sedef, böbrek taşı ve karaciğer rahatsızlıkları gibi hastalıklardan muzdarip olanların uğrak yeri. Kazdağları’nın eteğinde bulunan Güre Afrodit, Saruhan, Hattuşa ve Adrina gibi kaplıca tesislerinin artmasıyla birlikte bölge sağlık turizmindeki yerini çoktan almış bile. Kısa bir çay molasından sonra, Güre köyünün otantik yapılarla bezeli sokaklarından geçerek, Millî Park rekreasyon alanında bulunan Pınarbaşı’na doğru yöneliyoruz. Kazdağları’nın eteğindeki Pınarbaşı mevkii bölgede kendini saklamayı becermiş doğa harikası bir yer. Buz gibi akan suların kenarlarında, ziyaretçilerin piknik yapması için her şey düşünülmüş. Burada çınar, zeytin ve değişik türdeki ağaçların rengarenk köklerini seyre doyamıyorsunuz. Hiç tahmin edemediğiniz uzunluktaki ağaç köklerinden şırıl şırıl sular akıyor. Bizler de kıvrım kırım kıvrılan yollardan süzülerek Mıhlı Çayı, Başdeğirmen ve Kara Büvet’i görmek üzere Altınoluk tarafına doğru yöneliyoruz. BÖLGEYE HAYAT VEREN KANYON

Körfez’in en önemli yerleşim beldelerinden olan Altınoluk da Edremit gibi değişik medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Antandros Pelesgoiler tarafından kurulan kent; Midillilerin, İranlıların, Romalıların istilasına uğramış. Bizans döneminde ise piskoposluk merkezi olmuş. Şimdilerde ise kıyı şeridi adeta beton yığınlarına teslim bayrağı çekmiş durumda. Altınoluk’un hemen girişinde gözümüze devasa bir kanyon çarpıyor. Adı “Şahinderesi Kanyonu”. Bu kanyon, dünyada Alpler’den


sonra yüzde 55 oranında oksijen üreten ikinci yer olma özelliğine sahipmiş. Denizden aldığı havayı dağa, dağdan aldığı havayı da denize dağıtarak baca vazifesi görüyormuş. 27 kilometre uzunluğundaki kanyonun yüksekliği yer yer 600 metreyi buluyormuş. Çevresi 1000’den fazla şifalı ot ve bitkilerle bezeliymiş. ZEYTİNLİKLER “TAHTAKUŞLAR”IN ESERİ

Altınoluk’tan Küçükkuyu istikametine ilerlerken, rehberimiz Körfez’in zeytinleriyle ilgili bilgileri aktarmaya çalışıyor bir taraftan. Bölgedeki zeytinliklerin oluşmasında “Tahtakuş”ların çok büyük katkısı olmuş. Tahtakuşlar kursaklarına doldurdukları 5 ila 10 kadar zeytini sindirdikten sonra dışkı yoluyla atarlarmış, değişik bölgelere. Bu sayede başka bitki örtüleriyle kaplı olan arazi zamanla zeytinliklere dönüşmüş. Yani normal şartlarda yetiştirilmesi güç olan zeytin ağacının yetişmesi için illa kursaktan geçmesi şartmış. Bir zeytin ağacının ortalama ömrü, bin ila iki bin yıl arasında değişiyormuş. Zeytincilikte önemli bir yere sahip olan İspanya ve İtalya; Edremit Körfezi’nde yetişen zeytin yağlarını, kendi ürünlerine “esans” olarak katıyorlarmış. KARABÜVET’İN SULARI BUZ GİBİ

Vadilerden, çaylardan, şelalerden, yörük köylerinden, zeytinliklerden geçerek BalıkesirÇanakkale il sınırında bulunan Mıhlı Çayı’na ulaşıyoruz. Altınoluk’un 5 kilometre ilerisinde olan Körfez manzaralı, deli rüzgârlı ve çam kokulu tepelerin arasından süzülerek akan Mıhlı Çayı; Kara Büvet’te yükseklerden gürül gürül çağlarken, Başdeğirmen’de tarihî köprünün altında geçmişin resmini nakşediyor hüzünlü hüzünlü. Kazdağları’nın gözyaşlarından hayat bulan bu suların; yemyeşil vadilerde oluşturdukları kanyonları, çağlayanları ve yabancılara mahrem kıldığı güzellikleriyle birer doğal şaheser. Hülasa; hepsi birer efsanenin şahidi. Anlatmaya cümleler kifayet etmiyor. Ama bir gün buralara yolunuz düşerse, Kara Büvet’in buz gibi sularına kendinizi bırakmayı ihmal etmeyin. ADATEPE’DE YORGUNLUK ÇAYI

Küçükkuyu’dan zirveye doğru 4 kilometrelik bir yol katettiğinizde, karşınıza karakteristik Rum mimarisinin özelliklerini taşıyan bir köy çıkıyor. Burası meşhur Adatepe. Küçükkuyu’nun merkezinden Kazdağları yönüne doğru kıvrıla kıvrıla zirveye ilerlediğinizde önce kuş sesleri, sonra Adatepe köyü karşılar yaşlı çınarın gölgesinde, misafir etmek üzere sizi. Onca

Tahtakuşlar Köyü Etnografya Müzesi/ Edremit

yorgunluktan sonra, rüzgârdan yaprakları hışır hışır eden asırlık çınarın gölgesinde bir bardak çay içmek kaçınılmaz olmuştur. Adatepe köyünde tamamen Rum yapı tarzı hakim. Bir dönem Müslümanlarla Rumlar beraberce yaşıyorlarmış bu köyde. 1923’ten sonra Rumların tamamı Sakız Adası’na göç etmiş. Yıllarca kaderine terkedilen köy, sit alanı ilan edilmesiyle birlikte cazibe merkezi olmuş. Çoğu virane olan evler yeni sahiplerinin, aslına uygun restoresiyle birlikte tekrar hayata döndürülmüş. Şimdilerde öyle ki, buradaki yapılar İstanbul Boğazı’ndaki yalı fiyatlarıyla yarışıyor.

Adatepe köyü girişinden sağa yöneldiğinizde, şok eden bir manzara çıkıyor karşınıza. Körfez, adeta ayaklarınızın altında.

EDREMİT KÖRFEZİ AYAKLARIMIZIN ALTINDA! Adatepe köyü girişinden sağa yöneldiğinizde, şok eden bir manzara çıkıyor karşınıza. Körfez, adeta ayaklarınızın altında. Bu panaromayı yakaladığınız yer Erdem Baba Türbesi. Adatepe köyünün hemen yanıbaşında bulunan dev kaya kütlesi, Truva’yı gün yüzüne çıkartan Alman maceraperest Heinrich Sehlineman ve arkeoloj Judeich tarafından İda Zeus Altarı (sunağı) olarak tanımlanmış. Oysa buraların kimliğini kanıtlayacak hiçbir bulgu mevcut değildir halen. Yöredekilerin iddiasına göre ise burasının, Erdem Baba isimli ulu bir kişinin mezarı olduğu yönündedir. Mekan doğal yönüyle herkesi cezbedecek “Körfez’in Terası” konumunda. Biz sadece efsaneler diyarı “Kazdağları’nın iki yüzü”nü gezip görebildik. Bir başka mekânda ve güzelliklerde buluşuruz elbet... 33


ültür, kendisini fikirle irşat eder. Fikrin ve düşüncenin zafiyete uğraması demek, karakterin, huyun, asaletin, duruşun, tekâmülün, ahlakın, hamiyetin, vefanın incinmesi demektir. Vatan, bayrak, millet, din, dil, tarih sevgisi asla ölçülemez.

MİLLİ DEVLET

DÜŞÜNCESİ VE KÜLTÜR Vatandaşlarının memnuniyeti ve huzuru her şeyin üstünde gelir, aynıyla özgürlükler ve insan hakları kul haklarıyla yan yana durmaktadır. Güvenliğin, emniyetin, sosyal hizmetin ana temeli bireylerin huzurunun sağlanmasıdır. Recep GARİP

Milli Devlet, tarihindeki değerlerden beslenerek, çağdaş dünyanın hiçbir kuralına, hukukuna, ahlakına, tarz ve tavrına ihtiyaç duymadan yetebilen, taklitten uzak, yalnızca kendi köklerinden beslenmeyi değer olarak gören ve böylece halkına mutlu, huzurlu, hukuki, ahlaki, sosyal, siyasal, içtimai ve ekonomik değerler üreterek kalkınmayı sağlayan devletin adına denir. Kalkınmanın, refahın, siyasal ve kültürel kotların toplumu mutlu ettiği milli anlayışla, sanatın, siyasetin, edebiyatın, kültürün, mimarinin ve her türlü sosyal başarının sağlandığı kardeşliğin, komşuluğun, kul hakkının ve insan haklarının asla çiğnenmediği, adaletin kılıcının herkese eşit mesafede olduğu bir sosyal devlet anlayışıdır milli devlet anlayışı. Dünyanın hiçbir devletine muhtaç olmadan kalkınabilen, kendi iç dinamiklerini harekete geçirerek yer Altı, yer üstü ve her türlü değerin kıymetinin bilindiği, çevre bilincinin en üst düzeyde olduğu bir yönetimdir milli anlayış. Milli düşünce, milli tarih, milli politika, milli sanat, milli ekonomi modelleriyle örnek olabilecek hususiyetlerin inşa edildiği milli devlet; Bireyden topluma, maddeden manaya açılabilen unsurlarıyla bir toplum, bir uygarlık, bir medeniyet şuuru oluşturmayı başardığında bütün dünyanın örnek alabileceği bir yapı ortaya konulmuş olacaktır. Bu oluşumlar için, asırlar boyu ecdadımızın kurduğu 16 Büyük Türk Devletlerine bakıldığında görülecektir. Anavatanımız Orta Asya’dır. 9. Yüzyıldan itibaren bu topraklar bizim yurdumuz olmuştur. En uzun devletimiz Osmanlı Devletidir. Vatandaşlarının memnuniyeti ve huzuru her şeyin üstünde gelir, aynıyla özgürlükler ve insan hakları kul haklarıyla yan yana durmaktadır. Güvenliğin, emniyetin, sosyal hizmetin ana temeli bireylerin huzurunun sağlanmasıdır. Bireyin inanç ve inancını yaşama özgürlüğü doğuştan kazanılmış olan haklar olarak görülür. Hiçbir birey, inancından dolayı, kılık ve kıyafetinden dolayı kınanamaz, bireysel

sayı//26// eylül 34


özgürlükler diğer bireylerin özgürlükleriyle sınırlıdır. Herkesin eşit olduğu bu milli değerler bütünü, uzun asırlardan birikerek sağlanan ana unsurlardır ve asla terki söz konusu değildir. Her bir değer geçmişten dersler çıkarılarak toplumsal mutabakatı sağlamıştır. Elbette ki günümüzde de yeni durumların değerlendirilmesi ve ortak bir bilinç oluşmasıyla zaman içinde toplumun vaz geçilmez değerleri, anlayışları olduğu-olacağı göz ardı edilmemelidir. Eşitlik ilkesi, bireylerin hukuk karşısında, davranışlar çerçevesinde, cemiyet hayatında, aile içi ve dışında her ne surette olursa olsun hukuk kurallarının ön gördüğü sorumluluklar muvacehesindedir. Milli devlet anlayışında, ırkların, renklerin, dillerin farklı olması zenginlik olarak ele alınır. Aynı coğrafyada aynı acıların, aynı hislerin, aynı duyguların, aynı kavrayışların, karşı koyuşların, kabullerin yan yana durmasıyla bir ülkü beraberliği oluşmuş olur. Bütün bu çabaları kendi harmanında harmanlayıp kaynaştıran, sapı samandan ayıran yalnızca din birliğidir. Din, yani inanç birliği, ülkü birliğini de, ülke birliğini de, devlet, toplum, bayrak, sancak birliğini de yanında getirmiş olur. Din bütün ayrıntıları bir araya getirerek bir bütün halinde toplumu, topluluğu tevhit eder. Uslandırıcı olan yalnızca dindir. Gelenekler, görenekler toplumların hareket halindeyken edindikleri, biriktirdikleri tecrübelerden, deneyimlerden, kazanımlardan elde ettikleri vaz geçilmez umdelerdir. Devleti ayakta tutan ana unsur, aile yapısının sağlamlığıdır. Ailenin çatısı, gövdesi, temelleri, bireyleri sağlam olursa içinde yaşanılan cemiyette, şehirde kasabada, millette, memlekette sağlam olur. Aile bireylerinin ünsiyeti, aileler arası ünsiyeti, dolayısıyla cemiyetteki sistemi, sağlamlığı, dayanışmayı, yekvücut olmayı, aynı şeyler için üzülüp, aynı hususlar için sevinmeyi sağlar. İşte mesele budur. Demek oluyor ki, aileler, cemiyete hükmeder, cemiyetler şehre, şehirler de devlete hükmeder. Günümüzdeki Türk aile yapısını çözmeye çalışan haçlı taarruzlarına karşı yenilenmeye, özümüze döneye mecbur olduğumuzu hatırlatmakta yarar görmekteyim. Aile ve devlet en önemli unsurdur ve bunu destekleyen bir diğer husus da askeri güçtür. Asker gücünüz yani ordunuz yoksa devletinizin payidar olması mümkün değildir. Milletin sürekliliği, gücü

Kültür, kendisini fikirle irşat eder. Fikrin ve düşüncenin zafiyete uğraması demek, karakterin, huyun, asaletin, duruşun, tekâmülün, ahlakın, Milliyetçi-ırkçı bir devlet anlayışı değil hamiyetin, vefanın kastettiğim, milli yani meseleye yerli bakan, yerli incinmesi demektir. bu üç unsurla kaim olur. Aile, devlet ve ordu vaz geçilmez ana temeldir. Bu üç unsurun güçlülüğü dinden alınan hayat ölçüsüdür. Din gerçeği toplumun öz mayasıdır. Öz mayada sarsıntı, sıkıntı, tökezleme devleti sıkıntıya sokar.

düşünen ve yerli birikimin, üretimin, kültürün, örf ve adetlerin vaz geçilmezliğine din, dil ve ahlak merkezli bakmaktır. Çok renkli, çok dilli olmanın üstünde dinde, yani inançta, yani Allah ve son Peygamber Hazreti Muhammedin getirdiği Kuran ve sünnetle hayatını tanzim eden yapının adıdır Milli Devlet. Bütün bu saydıklarım ve sayamadıklarımın tamamı kültürel miras olarak karşımıza çıkar. Milli kültür, büyük bir coğrafyada var olan kültürün, sanatın, musikinin, şiirin, edebiyatın, ilmin ve irfanın nefesiyle ferahlanmaktır. Nesillerden nesillere aktarılarak gelişir kültür. Vatan, bayrak, millet, din, dil, tarih sevgisi asla ölçülemez. Dolayısıyla milli devlet yapısında bu yapı zirve noktadadır. Kardeşlik akdi dini bir akittir ve ümmetçi bir yakalayışı sağlar. Böylece toplumun arasında var olan aksamalar, kırılmalar kendiliğinden yok olup gider. Geçmişten geleceğe, aynı coğrafyada aynı inanç etrafında, aynı tarih bilinciyle bir araya gelmiş toplulukların ortaya koydukları ahlaki unsurların, düşünüşlerin, duyuşların, duruşların, yaşayışların, gelenek ve göreneklerin, hayat ve insan anlayışlarının oluşturduğu kolektif şuura, Millet olma bilinci denir. Bu bilinç ve şuur, aynı zamanda din, dil ve tarih şuurunu sanata, estetiğe dönüştürerek musikiyle bütünleştiren sağlam inanışından bir çınar meydana getirerek kök saldıkça gövdesi genişleyip insanlığı kuşatan maddi ve manevi unsurlardır. Kültür, bu havzada kendini var eder, milli ahlak, milli anlayış, milli tarih, milli karakter ve milli düşünceyle geleceğe emin adımlarla toplumunu taşır. Böylelikle medeniyetini de oluşturmuş olur. Mustafa Kemal Atatürk’ün, Osmanlının sukut etmesindeki hayati sebebi “Türklerin milli benliğinden uzaklaşması” olarak gösterilmesi de kültürün önemini teyit etmektedir. Onun 1923 yılında Konya Türk Ocağında gençlere hitaben söylemiş olduğu şu sözler bu anlamda değerlendirilmelidir:

35


İstiklal harbine, Çanakkale’ye uzanan fetih ruhu, Milli görüş ruhudur Rahmetli Necmeddin Erbakan hocaya göre. Bugün bu iddiaların ne kadar aziz ve kıymetli olduğunu bir kez daha görmekteyiz. Yeniden bir istiklal mücadelesi verdiğimiz On Beş Temmuz Gecesi, Türk Milletinin kıyam edişindeki ruh, Çanakkale ruhudur, Malazgirt ruhudur, İstiklal mücadelesi ruhudur dolayısıyla Milli görüş ruhudur.

Cihana hükmetmek Bu durumu, Semih Yalçın şöyle ifade geleceğe hükmetmekle ediyor; “..Milletimiz, milliyetinden tegafül mümkündür. (anlamazlıktan gelme) edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvalı muhtelife hep milli akidelere sarılarak milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir-hakaret-, tezlil –zillet- ettiler, anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış.”

Kültür, kendisini fikirle irşat eder. Fikrin ve düşüncenin zafiyete uğraması demek, karakterin, huyun, asaletin, duruşun, tekâmülün, ahlakın, hamiyetin, vefanın incinmesi demektir. Öyle olunca sıkıntılar baş gösterir ve akıbet milli benliği, milli duruşu zedeler. Biz kendi milletimize, milliyetimize, kültürel mirasımıza evvelen sahip çıkmamız ve bütün hallerimizle, kavillerimizle, yaşayışlarımızla ortaya koymamız icap eder. Rahmetli Başbakanlardan Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’ın ömrünce verdiği mücadeleye bakıldığında önce ahlak ve maneviyat iddiasıyla yola çıktığı dikkatleri çeker. Asırlar boyu bütün fetihlerin ruh kökeninde “Milli görüş düşüncesinin yattığına” işaret etmiştir. Malazgirt’ten -Anadolu’nun kapılarını ebediyyen Türklük ve İslam’a açan- Kudüs’e, Roma’dan sayı//26// eylül 36

Toplumun ahlak ve maneviyatının en önemli birleştirici unsuru olduğunu kayda düşmeliyiz. Ezanların, salaların, bayrak, vatan, millet ve ülkü beraberliğinin en önemli tutkalı ahlak ve maneviyattır. Cihat erleri, İslam Birliği Bakanlığı, İslam Ekonomik İşbirliği, İslam Ortak Pazarı, Ortak Ordu anlayışı gibi iddialarında yer tuttuğunu ve bu gün buna ne kadar çok muhtaç olunduğunu ifade etmekte yarar vardır. Aynı istikamette yola devam eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da iddiaları 2023-2053 ve 2071 i gösteren hedefiyle maneviyatçı gençliğin yetişmesi gerektiğine vurgu yapıyor olmasıdır. “Gençler, hedefiniz 2023-2053 ve 2071 dir” demişlerdir. Cihana hükmetmek geleceğe hükmetmekle mümkündür. İçinden geçtiğimiz karanlık süreçlerin bir gün mutlaka aydınlık günlere çıakacağı muhakkaktır. Burada milli anlayışın, milli kültürün, milli mücadelenin, milli sanatın, milli düşüncenin, milli kalkınmanın, milli savunmanın, milli devletin olmazsa olmazlarıdır. Milli Devlet Düşüncesi, kültürel değerlerin ortak dil, düşünce, kültür, akıl, savunma, para, pazar oluşturması gibi iddiaların, 1960’lı yıllarda eserlerinde yazarak bir ömür mücadele eden şiir, düşünce, fikir ve edebiyatta üstadımız Sezai Karakoç’un zengin medeniyet sofrasından devşirildiğini de kayda düşmek anlamlı olacaktır. Demek oluyor ki Milli Devlet Düşüncesi, sanatsız, edebiyatsız ve fikirsiz olmaz. İşte bu gün tamda yaşadığımız vahim gerçeklere bakıldığında ortak temennilerden öte ortak gerçekliklerin var olduğunu ve bundan sonraki yüzyıllar için olmazsa olmaz diye ifade edilebilecek Türk - İslam ümmet buluşmasının vaz geçilmezliğine işaret etmektir. Şimdi yeniden toparlanıp, ayıklanıp, temizlenip, tövbelenip, ruhumuzu sürgünlere, umutlarımızı geleceğe yönlendirmeliyiz.


VIRGINIA WOOLF Mustafa UÇURUM

ayatın kıyısında bir yaşam, çokça gel gitler ve anlam verilemeyen bir gri bulut. Mahzun bir yüz, içine kapanık gibi görünen ama bir fırtınaya hazır tufanın arifesi. Okuduğunuz yazarın hayatını da biliyorsanız satır aralarında yazarın siluetini görmek istersiniz. Bir cümlenin kıyısından dünyayı temaşa eylerken ya da bir paragrafın kıyısında köşesinde yazar sizi karşılasın diye beklersiniz. Çoğu kez de olur bu. Yazar bir şekilde çıkar karşınıza. Bazen bir ses olarak bazen de gölge halinde süzülür yanı başınıza. Virginia Woolf okurken yazarla aranızda görünmez bir perde vardır. Sakin sakin ilerlersiniz cümleler arasından. Sanki parmak uçlarında gezersiniz bir şehri. Hafif karanlık bir sokak, sessiz akan bir nehir, bir kadının uçuşan etekleri ve cümlelerin o ışıldayan serinliği. Virginia Woolf’un Hece Yayınları arasından çıkan “Londra Manzaraları” adlı kitabı çok inceliği olan bir kitap. Daha önce yazarın romanlarını okuyanlar Londra Manzaraları’nı okurken çok da yabancılık çekmezler. Yazar yine aynı ağırbaşlılıkla dile getiriyor içinde kopan fırtınaları. Kısa sayılabilecek bir ömür süren yazar, kadın hakları konusunda oldukça etkili çalışmaların içerisinde yer almıştır. Kitaptaki Londra üzerine yazılmış yazıları çıkarırsak, kadın vurgusu açıkça dikkat çekiyor kitapta. Kadın Romancılar yazısında, yazılan eserlerde cinsiyet ayrımından çok eserin edebi kalitesinin ön planda tutulmasına dikkat

çekiyor Woolf. Yazarın kişiliğinin ya da dış görünüşünün değil anlattıklarının bir kıstas olması gerektiğinin üzerinde duruyor. Kadınlara Elverişli Meslekler yazısında da aynı hassasiyet devam ediyor. Kendi hayatından kesitlerle meslek-cinsiyet ayrımına karşı çıktığını anlatıyor Woolf. Kitabın en önemli yazılarından biri de “Kurmaca Yazında Kadın Yazarlara Dair Notlar” yazısı. Kuramsal ögeler içeren bu yazı yazara özgü bir duruşu da temsil etmesinden dolayı dikkatle okunması gereken notlar da barındırıyor içinde. W.L. Courtney’in bir yazısına cevap niteliği taşıyan bu yazıda Woolf, kadınların içgüdülerinin güçlü olmasından dolayı kadın yazarların kurgusal metinlerde daha başarılı olduklarını ifade ediyor. Kitabın son bölümü Londra üzerine yazılan yazılara ayrılmış. Altı yazı var bu bölümde. Bir Londra aşığı olan Woolf’un şehre bakışını, şehri duyuşunu, şehirle nefes alışını hissedebiliyoruz. Şehir yazıları arasında Londra Yazıları’nın özel bir yeri olmalı. Bir şehri sevmek derken Virginia Woolf’un bu şehir yazılarını başucunda tutmak gerek. Lonra’nın Limanları yazısı masalsı bir anlatıma sahip. Bu şehri görmemiş olanların içlerini titreten, şehre karşı bir görme arzusu uyandıran içtenlik var anlatımda. “Ne kadar; romantik, özgür ve kararsız görünseler de denizin üzerinde, Londra limanlarında hâlâ yelken açan, demirlememiş gemi bulmak oldukça zor.” Ustaların Evleri yazısında Woolf, önce Londra evlerini anlatıyor. Dickens’in, Johnson’un, Carlyle’nin ve Keats’ın evlerinden hareketle şehir ve evler bağlamında bir ressam hassasiyetiyle Londra portresi çiziyor bize. Şehrin her köşesine hayrandır yazar. Bunu cümlelerinde de açıkça söyler. Güzellik ve huzur onun aradığı iki değişmez kuraldır. “Bütün bu şehirde, huzur veren nadir yerler; muhtemelen sadece, şu an bahçe ve oyun alanı olarak kullanılan bu eski mezarlıklardır. Londra Manzaraları kitabına ek olarak “ve başka yazılar” da ekleyerek okuyucuya ulaştırmış Hece Yayınları Virginia Woolf’un bu önemli eserini. Daha zengin bir içerikle yazarın hem şehir yazıları hem de kadınlar üzerine düşünceleri de böylelikle bir araya getirilmiş. Kitabı bitirdiğinizde içinizden geçen Londra manzaraları sizi gizemli bir yazarın ruhunu beslediği şehrin gizli saklı kalmış köşelerine de ulaştırıyor. Yazarın diğer kitaplarını da okumadıysanız yeni serüvenlere açılmanız için bir girizgâh olacak Londra Manzaraları.

ŞEHİR K İ TA P

LONDRA MANZARALARI

37


YENİ DÜNYA

ABD’DEN İZLENİMLER New York ABD’nin en kalabalık şehri ve dünyanın en kalabalık metropolitan alanlarından New York metropolitan bölgesinin merkezidir. Doç.Dr. Süleyman DOĞAN*

merika’da eyaletler arası yollarda seyahat ederken hiç mübalağasız yeşil bir kanaldan geçiyorsunuz sanki. Her yanınız türlü ağaçlarla çevrili. Mahallelere girerken, yapılar topluluğu değil sizi bir yeşil cenneti karşılıyor. Meskûn mahaller genellikle yatay olarak yayılmış durumda, evler de araziler içerisinde ve müstakil olarak planlanmış ve yapılmış. Evlerin etrafı çimen, türlü çiçek ve ağaçlarla bezenmiş. Bu evlerin bulunduğu araziler de öyle yüksek duvarlar ve çitlerle de çevrilmiş değil. Evlerin bulunduğu çimleri düzenli olarak biçmeyen hane sakinine ceza hemen geliyor. Sükûnet her yere hâkim durumda. Trafik kuralları dahil bir çok uygulama eyaletten eyalete değişiyor. Otoban ücretleri ise Türkiye’ye göre çok pahalı. “Sistemi oturtmuşlar” sözü Batı uygarlığı için çok sıkça söylenen sözdür; doğrudur da. Düzenli şehirleşme herhalde Batı uygarlığının en önemli vasfı olsa gerektir. Dünyanın göz bebeği şehri olan İstanbul’u ne hale getirdiğimizi görünce bu sözün önemi daha da artmaktadır. Vatandaşlarımız, devletimizin de desteğiyle artık yurt dışında daha faal bir haldeler. Camiler, kültür merkezleri, işyerleri ve evlerde artık vatandaşlarımız başları daha bir dik olarak kültürlerini yaşaya ve yaşatmaya çalışmaktadırlar. Görüştüğümüz vatandaşlarımız özellikle devletten ve diyanetten ölenlere sahip çıkmasını ve cenaze işleriyle ilgilenmelerini istiyorlar. DÜNYA HARİKASI NİAGARA ŞELALESİ

Niagara Şelalesi

*YTÜ İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

sayı//26// eylül 38

Niagara Şelaleler Kuzey Amerika’nın doğusunda ABD ile Kanada sınırı arasında Niagara Nehri’nin üzerinde kurulan üç büyük şelaleden oluşur ve yüksekliği 51 metredir. Horseshoe (Atnalı Şelalesi) bunların en büyükleridir. American Falls ve Bridal Veils Falldiğer iki küçük şelalelerdir. Niagara Şelalesi’nden yarım dakikada 168 bin metreköp su akıyor. Kuzey Amerika’nin en büyük şelalesi olan Niagara, 10 bin yıl önce Kuzey Kutbu’ndan gelen buz kütlelerinin yol açtığı çöküntülerdir. Niagara isminin yerli dilindeki “Onguiaahra” (düz) kelimesinden geldiği sanılmaktadır. Nehir çevresindeki Nikola Tesla tarafından yapılan birkaç hidroelektrik santrali hem ABD hem Kanada için elektrik üretmektedir. Niagara Şelalesi 1932 yılında tamamen donarak buz olmuştur. Niagara şelalesi dünyada ters akan tek şelaledir. Rainbow köprüsünden diğer ülkeye temaşa etmek çok güzel bir gezinti. Şelalenin


Beyaz Saray

suyu taşlara çarparak geri gelir. Bu da dünyada eşi benzeri görülmemiş bir durumdur. Şelalerde dikkatimi çeken en fazla turistlerin Hintli ve Çinlilerden olmasıydı. 51 metreden düşen su damlacıkları yaklaşık yüz kişilik botumuzda çığlıklara yol açıyordu. Üzerimize gelen rüzgârlı su damlaları kısa zamanda insanları bir taraftan ıslatırken diğer yandan küçük bir kıyamet provası görünümündeydi. Şelalenin Kanada tarafı Amerika tarafına nazaran daha gelişmiştir. Kanada tarafındaki botlar ve organize daha profesyonel görünüyordu.

Fakat şehir aynı zamanda alüminyum, cam, petrol maddeleri üretimi; gemi imalatı, beyaz eşya ve elektrik/elektronik ev aletleri, elektronik, bilgisayar, otomotiv endüstri ve ulaşım üzerinde de yeniliklerin getirilmesine önayak olmuş ve önemli rol oynamıştır. Şehirde en önemli iki yüksek eğitim ve araştırma kurumu Carnegie Mellon ve Pittsburgh üniversiteleri dahil toplam 68 tane üniversite vardır. Bu nedenle Pittsburgh’a ciddi yayımlar tarafından “en zeki kişilerin şehri” niteliği verilmiştir.

KÖPRÜLER ŞEHRİ: PİTTSBURGH

Washington DC, ABD’nin başkentidir. DC kısaltmasının açılımı “District of Columbia” (Kolumbiya Bölgesi)’dir. Marylan ve Virginia eyaletlerinin arasında yer alır. Kendi başına bir eyalet değildir ve hiçbir eyaletin sınırları içinde yer almaz. Direkt olarak federal devlete bağlıdır. Beyaz Saray, ABD Kongresi, ABD Yüksek Mahkemesi, Dünya ülkelerinin büyükelçilikleri, kabine sekreterlikleri (bakanlıklar) gibi bütün federal kurumlar bu kentte yer alır. ABD başkentinin herhangi bir eyaletinin sınırları içinde yer almasının o eyalete çok büyük bir ayrıcalık sağlayacağı düşüncesiyle bu kent District of Columbia denilen özel statüde bir bölge olarak kabul edilmiştir. Şehrin belediye başkanı vardır, ancak valisi yoktur. Washington DC kenti, dünyada başka örneği bulunmayan bir statüye sahiptir. Başkent bir müzeler şehridir. Müzeler Smithsonian Institute: Bir müze değil, 14 müzeyi toplayan kapsamlı bir enstitüdür. Bu müzelerin 13 tane Washington’da, bir taneside New York’ta yer alır. Enstitü, müzelerde sadece yüzde biri sergilenen, 75 milyonun üzerinde sanatsal ve bilimsel esere sahiptir. Bütün müzelere giriş ücretsizdir. Washington

Pittsburgh, ABD’nin doğusunda Pensilvanya eyaletindeki Philadelphia’dan sonra 2. büyük şehirdir. Etrafındaki bağlı varoşları ile şehirleşmiş Pittsburg nüfusu iki milyon civarındadır. ABD’ndeki metropoliten bölgeler arasından 22. sırayı almaktadır. Şehir bir takma adıyla “Çelik Şehri” olarak da bilinir. Çünkü şehirde sayısı 300’ü aşkın çelik üretimi ve ticareti ile yakından bağları bulunan işletme bulunmaktadır. Şehrin bir diğer takma adı “Köprüler Şehri”dir. Şehir merkezi üç büyük nehrin kavşak noktasında bir yarımada üzerinde kuruludur. Alleghny Nehri ve Monongahela Nehri şehir merkezi kenarından gelip şehrin bulunduğu yarımada burnu önünde birleşirler. Bu nehirler üzerinde, diğer akarsular üzerinde ve kara yolları ve demir yolları geçişleri dahil şehirde 446 tane köprünün bulunduğu ve bunun bir rekor teşkil ettiği bildirilmektedir. Şehirde 29 tane gökdelen bin, iki tane füniküler raylı taşıma vardır. Ayrıca koloni döneminden kalma askeri korunak bulunmaktadır. Şehir1990’ları öncesinde ABD’nin en büyük demir-çelik endüstri merkezi olarak bilinir.

BEYAZ SARAY VE WASHİNGTON DC

39


New York Metropolitan Kütüphanesi

New York

New York Metropolitan Kütüphanesi

DC’de bulunan Beyaz Saray binası önü fotoğraf çektirenlerle dolup taşıyor. Biz de bu geleneğe uyarak bol bol fotoğraf çektirdik. Bu fotoğrafları çeken Dr.Emrah İlik’i epey yorduk.

yanı sıraİspanyolca da İngilizce kadar yoğun konuşulmaktadır. Little Italy (Küçük İtalya) semtinde İtalyanca, China Town’da (Çin mahallesi) Çince konuşulur. New York birçok Amerikan kültürel hareketinin de doğum yeridir. Özgürlük heykeli, Empire State Binası, Central Park ve Times Meydanı, Modern Sanat Müzesi, Guggenheim Müzesi ve Modern Tarih Müzeleri şehrin ilgi çekici mekânlarıdır. Gökdelenleri, caddeleri, lokantaları, alışveriş merkezleri ve insanlarıyla, New York turistleri cezbetmektedir. Biz Türkiye’de köprüler yapmakla övünüyoruz ancak New York’un Manhattan’ı diğer yerlere bağlayan 28 köprü vardır. Bunların en büyüklerinden tarihi köprü ise George Washington köprüsüdür.

EKONOMİ BAŞKENTİ NEW YORK

New York ABD’nin en kalabalık şehri ve dünyanın en kalabalık metropolitan alanlarından New York metropolitan bölgesinin merkezidir. Şehir bir parçası olduğu New York Eyaleti ile karıştırıldığı için İngilizcede New York City (kısaca NYC) veya The City Of New York olarak da anılır. New York’un Manhattan adası Amerika yerlilerinden 1626 yılında bugünün tutarıyla 1000 dolara satın alındı. 1664 yılında İngilizler tarafından fethedilen şehre York ve Albany İngiliz Dükü’ne ithafen New York adı verildi. Şehir; ticaret, finans, medya, sanat, moda, araştırma, teknoloji, eğitim ve eğlence sektöründe önemli katkı yaptığından dolayı küresel kent olarak anılmaktadır. Önemli bir uluslararası diplomasi merkezi olan kent, Birleşmiş Milletler genel merkezinde ev sahipliği yapmaktadır ve dünyanın kültür başkenti olarak tanımlanır. Şehir, dünyanın en büyük doğal limanlarından birinin üstüne kurulmuştur. New York borough adı verilen ve her bir bölümün bir county olduğu 5 kısımdan oluşur. Bu 5 borough the Bronx, Brookklyn, Manhattan, Queens ve Staten Island 1898 yılında tek şehir olarak birleştirilmiştir. New York, bir göçmen kentidir. Kentte yaklaşık 170 ayrı dil konuşulmaktadır ve her üç kişiden biri ABD dışında bir ülke doğumludur. İngilizce çeşitli aksanlarla konuşulur. İngilizcenin sayı//26// eylül 40

ÜNİVERSİTELER ŞEHRİ BOSTON

Boston ABD’nin Massachusetts Eyaletinin başkenti ve en büyük şehridir. Boston ABD’nin en eski ve varlıklı şehirlerinden biri olarak bilinir. Boston bölgesine ilk yerleşenlerin çoğu İngiliz asıllı Anglikan ve Püritenlerdi ve şehre İngiltere’nin Boston şehrinin ismini verdiler. 19.yüzyıl başlarında şehrin nüfus yapısında köklü değişiklikler oldu. Bu dönemde Boston’a gelen göçmenlerin çoğu İtalyan ve İrlandalı asıllıydı ve şehirde Protestanlık yerine Katolik mezhebi ağırlık kazanmaya başladı. Şu anda Boston ABD’de İrlanda kökenlilerin en etkin oldukları şehir olarak bilinir. Boston günümüzde bir eğitim, sağlık, finans ve teknoloji merkezidir. MIT, Harvard Üniversitesi, Tufts Üniversitesi, Massachusetts Üniversitesi, Northeasten Üniversitesi, Boston Koleji, Wellesley Koleji ve Boston Üniversitesi


gibi dünyaca ünlü eğitim kurumları Boston ve civarında yer alırlar. Boston adeta bir üniversite ve dolaysıyla bir öğrenci şehridir. Bu şehirde her renkten insan görmek mümkündür. NEW YORK METROPOLİTAN KÜTÜPHANESİ

New York Central Park’ın yanında dünyanın en önemli ve en çok ziyaret edilen müzelerinden birisidir. Müzeye giriş bağış usulüyle, 1 dolar da verebilirsiniz daha fazla da. Müzede teşhir dönem dönem olduğu gibi bölgelere göre ve kültürlere göre de düzenlenmiş. 2 milyondan fazla eserin bulunduğu müzeyi hakkıyla gezmek isterseniz çok fazla vakit ayırmanız gerekmektedir. Buna değer de. Müzede flaşsız fotoğraf çekimi serbest; aslında New York’ta hiçbir yerde fotoğraf çekme konusunda sıkıntıyla karşılaşmıyorsunuz. Metropolitan Museum of Art, Modern Sanat Müzesi, Guggenheim Müzesi gibi müzeleri dünyanın en değerli sanat kolleksiyonlarına sahiptir. Şehrin gazetelerinden New York Times dünyanın en saygın gazetelerinden biridir. Amerika’nın üç büyük televizyon kanalı olan ABC, CBS ve NBC’nin merkezleri New York’ta yer alır. Şehrin önemli sembollerinden Özgürlük Heykeli’ni yılda yaklaşık 40 milyon turist ziyaret ediyor. New York, her birine “borough” denilen beş bölgeden oluşur. Bunlardan Manhattan kendi başına bir adadır ve şehrin merkezini oluşturur. Manhattan’dan East River (Doğu Nehri) ile ayrılan Brooklyn ve Queens bölgeleri Long Island adasının batı ucunu oluşturur. ABD’NİN EN BÜYÜK İKİ MİNARELİ CAMİSİNDE HAMAMDA VAR YÜZME HAVUZU DA…

Merkezin projesi Klasik Osmanlı mimarisiyle Mimar Sinan’ın çizgisini yansıtan Washington Cami ve külleyişi görenleri hayran bırakıyor. Maryland’in Lanham şehrinde bulunan merkez, Washington DC’nin merkezine 10 mil uzaklıkta ve NASA Uzay Araştırmaları Merkezi’nin hemen yanında bulunuyor. 60 dönüm üzerinde toplam 26 bin 903 metrekare kapalı alan bulunan projede, 1879 metrekare üzerine yapılan 915 metrekarelik dışı altın varakla kaplı cemaat binası, hamam, sauna, kapalı yüzme havuzu, spor salonu, 1717 metrekarelik misafirhane, sanat atölyeleri, kütüphane, 180 kişilik restoran, 500 araçlık otopark, 10 adet geleneksel Türk evi, açık spor ve piknik alanı, çocuk bahçesi, geleneksel tasarımlı iki çeşme ile değişik çiçek bahçeleri bulunuyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açtığı merkezde bulunan 760 kişilik cami, ABD’nin en büyük ve çifte minareli ilk

camisi. Camide kapalı alan ve avluyla birlikte aynı anda 3 bin kişi ibadet edebiliyor. Açılışta Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez üç dilde hutbe okumuş. Külliyenin mimari Hilmi Şenalp de insan odaklı diye nitelediği, projenin detaylarını şu sözlerle anlattı: “Külliye; Klâsik Osmanlı mimari üslubunda bir cami, Selçuklu mimari çizgilerini taşıyan bir kültür merkezi, müze, sergi salonları, Türk hamamı, misafirhane, okul, sanat galerisi ve 10 adet geleneksel Türk evinden oluşuyor. Merkez hem temsil açısından hem de toplumun ihtiyaçlarına cevap vermesi açısından önem arz etmekte olup, insan merkezli geleneksel Türk mimarisi ile Amerikan inşaat tecrübesinin birleşmesi sonucu, ülkemizin iftihar ve gururu, Amerika kültür ve medeniyet tarihine de zenginlik katacak olan bir eser meydana geldi.” Caminin kültür merkez tarafından çocuk kulübü ve sergi salonu da var. Camide Ramazan sohbetçilerin hiç birinin Türk olmayışı dikkatimi çekti.

Vatandaşlarımız, devletimizin de desteğiyle artık yurt dışında daha faal bir haldeler. Camiler, kültür merkezleri, işyerleri ve evlerde artık vatandaşlarımız başları daha bir dik olarak kültürlerini yaşaya ve yaşatmaya çalışmaktadırlar.

41


DERSAADETTE TARİHÎ BİR ŞEHİR KÜLTÜRÜ;

DARÜLACEZE “BEŞİKTEKİNDEN MEMÂT EŞİĞİNDEKİNE BÂB-I ŞEFKÂT”

“Bizden sonra bizi tanımak isterseniz bıraktığımız eserlere bakın. Çünkü bizi en iyi tanıtan eserlerimizdir. Fatih DALGALI

Yetîmler Koğuşlarında Dadılarıyla Oynarlarken

evleti oluşturan ve oluşumu tetikleyen amillerin başında birlik ve beraberlik duygusu vardır. Devlet-i Aliye de bu fikirle ortaya çıkmış, uzun yıllar cihâna hükmederek adalet dağıtıcısı ve koruyucusu olmuştur. Halkın iaşesini, güvenliğini ve huzurunu sağlamakla yükümlü olduğu anlayışıyla hareket eden Osmanlı Devleti, bilindiği üzere farklı din, dil, ırk ve kültüre sahip topluluklardan oluşan, çok uluslu bir yapıya sahipti. Bu farklı uluslar, Osmanlı Devleti’nin kendilerine uyguladığı hoşgörü ve adalet politikası sayesinde refah içinde yaşıyorlardı. Düşkün, sakat, ihtiyar, bir iş tutup kendini geçindirmekten aciz ve bakacak kimsesi de olmayan garipleri barındırmak, yedirip içirmek maksadıyla hiçbir ayrım gözetmeksizin kurulan Dârülaceze, Osmanlı Devleti’nin sosyal devlet anlayışının göstergesi olan örneklerden sadece biridir. İstanbul’da 1895 yılında Sultan II. Abdülhamid ve Sadrazam Halil Rifat Paşa tarafından kurulan Dârülaceze 118 yıllık geçmişiyle günümüzde de kimsesizlere, yaşlılara sıcak bir yuva olmaya devam eden asırlık bir kurumdur. Yirmi yedi bin metrekarelik bir arazi üzerine inşa edilen yapılar 72.000 altın liraya mal olmuştur . Dârülaceze, İstanbul ve buna bağlı olara Osmanlı Devleti’nin en önemli kurumlarından biri olmuştur. Dârülaceze, yapısı ve işleyişi itibariyle de dünyada benzeri olmayan bir şefkât kapısı özelliği taşımaktadır. Yazımıza konu olan Dârülaceze’nin, Aralık 1925 tarihli İstanbul Şehremaneti Mecmuası’nda yer alan “Dârülaceze Nedir?” adlı yazı Dârülaceze’nin târihçesi, Dârülaceze’nin sûret-i idâresi, Dârülaceze’nin gelir kaynakları ve Dârülaceze’nin ahvâl-i umûmiyesi başlıklarının içermektedir. Şehremaneti Mecmuası’na, Emanet Mecmuası’ndan alınan bu yazının yazarı mecmuada belli değildir. DÂRÜLACEZE NEDİR?

Dârülaceze… Şehirden uzakta, Kâğıthane deresi sırtlarında kâin bir yurt… bütün sekenesi; beşiktekinden memât eşiğindekine kadar cümlesi Türklük câmiasının en bedbaht ve en muhtâc-ı himâye ve tesellî kısmı. Hayâtı çok yakından tanımış, mes’ûd günler yaşamış erkeklerden kadınlardan, hayâta gelir gelmez bir câmi kenarına, kuru bir çeşme yalağına bırakılıvermiş, anası, babası mechûl çocuklardan müteşekkil siyah tâli’li bir âlem.

sayı//26// eylül 42


İrza'hanede Bebekler Tartılırken

Bunların yegâne melce’leri, yegâne penâh-ı teselliyetleri Dârülaceze ismi verilen bu şefkat ve re’fet (merhamet etmek) yurdudur. Ben Dârülaceze’yi ekserîmiz gibi yalnız ölüme yaklaşan kimsesiz ihtiyarların birkaç gün misâfir kaldıkları basit bir mesken zannederdim. Gezdim ve içinde çalıştım da gördüm ki, bu zannım çok yanlışmış. Dârülaceze hastahânesi, ırzâ-hânesi (emzirme yeri), dârü’s-sanâaları (sanat yeri) ve mektebi ile mühim ve geniş bir müessese-i hayriye ve sınâiyedir. Âdetâ Dârülaceze sükkânıyla, te’sîsâtıyla başlı başına bir şehirdir. Mecmûamız bu bî-kesler, bedbahtlar şehrini kâri’lerine daha iyi tanıtmak emeliyle, ber-vech-i zîr îzâhâtı (izâh edildiği gibi) vermektedir. DÂRÜLACEZE’NİN TÂRİHÇESİ

Sokaklarda tese’ül (dilenme) etmekte olan kimsesiz çocuklarla alîl (kör, a’mâ) ve sakat ve her vechile muhtâc-ı muâvenet olan erkek ve kadınların züll-i suâlden bi’t-tahlîs vücûdlarının tahammülü derecesinde sa’y ü amel ile geçinebilmelerinin te’mîni ve bunlardan işe güce yaramayanların iâşesi ve çocukların talîm ve terbiyesi için binâ-yı mahsûs inşâsı hakkındaki ilk teşebbüs 306 (M. 1890-91) senesinde başlamış ve “Dârülaceze” nâmı verilecek olan binâ-yı mezkûrun bin beş yüz kişi istîâb edecek vüs’atte olmak üzere ciyâdet ve letâfet havasıyla şöhret-yâb (şöhret bulan) olan Kağıthâne’deki poligonun üst taraflarında ve mürtefi bir noktada inşâsı ve binânın bil-münâkasa tebeyyün eden “71900” küsür lira bedel ile inşâsı ve bedel-i inşââtın erbâb-ı

fünûn ve hamiyet tarafından ihdâ olunan eşyâ-yı nefîse emânı ile tab olunan elli bin liralık iâne bileti bedelinden tesviyesi bi’t-tensîb Şişli’de Hacı Reşid Ağa veresesi uhdesinde olan arâzîden on ve Balmumcu veresesi arâzîsinden yedi buçuk dönüm mahal istimlâ olunarak 29 Teşrîn-i Evvel 308 (M. 10 Kasım 1892) tarihinde dâr-ı mezkûrun inşââtına mübâşeret edilmiştir. (Darülaceze’nin kurulmasında ilk teşebbüs II. Abdülhamid tarafından alındığını o zamanki gazetelerin neşriyatından öğreniyoruz. 5 Mart 1306 (1890) tarihli günlük gazetelerde Payitahtta birçok fakir ve kimsesiz çocukların sefalet içinde yüzdükleri işitilmesi ve görülmesi üzerine bunların sayıları tahkik ve tesbit olunarak, işe güze kudreti olanların bir Dârülaceze yapılarak orada terbiye ve iâşeleri çarelerinin araştırılması irade edilmiş ve 30 Mart 1306 (1890) tarihli gazetelerde de şu izahat görülmüştür: “ Sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla alil ve sakat erkek ve kadınların dilencilikten kurtarılarak vücutlarının tahammülü derecesinde el işleriyle geçinmelerinin temini ve bunlardan işe güze yaramayanların iâşesi ve çocukların talim ve terbiyesi için bir bina yapılması” hususunun Devlet Şurası’nca düşünülmesi… ) İbtidâr olunan inşââta evvelâ me’mûrîn dâiresi ile İzzet Paşa Çiftliği’nden Dârülaceze’ye mümted olarak yapılmakta olan şose ameliyâtı hitâm bulmuş ve daha sonraları dârın aksâm-ı sâiresi de ikmâl edilerek 20 Kânûn-ı Sânî 311 (M. 1 Şubat 1896) tarihinde resm-i küşâdı icrâ ve ibtidâ çiftlikte kâin atîk bîmârhâne derûnundaki yüz elliyi mütecâviz ma’lûlîn ve aceze naklolunmuş 43


Türkiye Cumhuriyeti İstanbul Şehremaneti Mecmuası

ve muahharen etfâl-ı melkûta ve metrûkenin bakımına mahsûs olmak üzere ırzâ’hâne te’sîs edilmiştir. DÂRÜLACEZE’NİN SÛRET-İ İDÂRESİ

Dârülaceze’nin sûret-i idâresi 16 Kânûn-ı Sânî 311 (M. 28 Ocak 1896) tarihli men-i tese’ül ve 12 Nisan 332 (M. 25 Nisan 1916) tarihli Dârülaceze nizâmnâmeleri ile tayîn ve tahdîd edilmiştir. Bu nizâmnâmelerden birincisinde Dârülaceze’nin emr-i idâresiyle vâridâtının mikdâr ve envâı ve sûret-i cibâyeti hakkındaki ahkâm münderic olup ikincisi dahi men-i tese’ül nizâmnâmesinin mevâdd-ı münderecesi mûcibince, Dârülaceze’nin umûr-ı idâresi müdîr ve sertabîb, muhâsebeci, başkâtib ve eczâcıbaşıdan mürekkeb bir hey’et-i dâime tarafından ru’yet edilmektedir. 10 Temmus 324 (M. 23 Temmuz 1908) tarihinden sonra Şehremânet-i celîlesine rabt u ilhâk edilmiş ve bir müddet sonra cihet-i irtibâtı mülgâ Dâhiliye Nezâreti’ne ve inkılâb-ı mesûd-ı ahîr üzerine bir müddet mülgâ İstanbul Muâvenet-i İctimâiye Vekâlet-i celîlesine ve ahîren 27 Teşrîn-i Evvel 340 (M. 27 Ekim 1924) tarihinde Hey’et-i Celîle-i Vekîle karârıyla tekrâr Şehremânet-i celîlesine tahvîl olunmuştur. Evvelce mülgâ Dâhiliye nâzırının riyâseti altında ve dârın nef’ine hâdim tedâbîri ittihâz eylemek üzere müteşekkil komisyon şimdi Himâye Komisyonu nâmı altında ve Şehremîni Beyefendi hazretlerinin riyâseti tahtında ictimâ eylemekte bulunmuştur. sayı//26// eylül 44

DÂRÜLACEZE’NİN MENÂBİ-İ VÂRİDÂTI

Dârülaceze’nin men-i tese’ül nizâmnâmesinin yedinci ve Dârülaceze nizâmnâmesinin beşinci faslının yirmi üçüncü maddesinde muharrer menâbi-i vâridâtı Şirket-i Hayriye’den senevî maktû’an alınan yedi bin lira ve seyr-i sefâin idâresinin sevâhil-i mütecâvire azîmet biletlerine mevzû on paranın hâsılı ve tapu senedâtı hisse-i iânesi, tiyatrolar âidâtı, noksanü’l-vezn ekmekler hâzılâtı, Dârülaceze’deki imâlâthânenin hâsılâtı, mevhûbât ve teberruât ve İstanbul Vilâyeti ile Şehremânet-i celîlesinden muâvenetem verilecek mebâliğ ve vâridât-ı müteferrika-i sâireden ibârettir. Bu aksâm-ı vâridâttan en mühimmi tiyatrolar âidâtı olup müessesece idâre edildiği 337 (M. 1921) senesinde yüz on bin ve mülgâ mâliyece temâşâ vergisiyle birlikte tahsîl edildiği 338 (M. 1922) senesinde 72949 ve tekrâr müessesece tahsîline ibtidâr olunduğu 339 (M. 1923) senesinde 83516 lira tahakkuk ve tahsîl edilip bu vâridât 340 (M. 1924) senesinde 90896 liraya çıkmış ve tedâbîr-i müttehize sâyesinde sene-i hâliye Teşrîn-i Sânîsine kadar tahsîlât seksen iki bin yedi yüz seksen beş liraya bâliğ olarak geçen seneye nazaran yirmi beş bin lira fazla gösterip bu sûretle 339 (M. 1923) senesi tahsîlâtını bulmuştur. Tapu senedâtı hisse-i iânesi iki seneden beri ve İstanbul Vilâyeti’nden muâveneten verilecek olan mebâliğ dahi bu sene alınamamış ve men-i tese’ül nizâmnâmelerinin bütün vilâyâtta


tatbîki hakkındaki Hey’et-i Celîle-i Vekîle’nin karâr-ı ahîri üzerine ba’demâ dâra tesviye ve itâ ettirilmesi esbâbının istikmâline teşebbüs olunmuştur. Emânet-i celîlece bu sene için ayrıca 28800 lira tahsîsât vaz ve te’diye edilmiş ve teftîşât ve takîbât-ı mütemâdiye netîcesinde noksânül-vezn ekmekler hâsılâtı bir misli tezâyüd eylemiştir. DÂRÜLACEZE’NİN AHVÂL-İ UMÛMİYESİ

Ber-vech-i bâlâ ahvâl-i tarihiyesi îzâh edilmiş olan Dârülaceze zükûr ve inâs hastahâneleri ile ırzâ’hâne, eytâmhâne, me’mûrîn, etfâl, zükûr, inâs-ı aceze devâirini ve mekteb, imâlâthâne, çamaşırhâne, câmi-i şerîf, hamâm ve teferruât-ı sâireyi hâvî ve pavyon tarzında olmak üzere yirmi parça binâdan mürekkeb yegâne bir müessese-i ictimâiye ve medeniyedir. Şehremânet-i celîlesine rabt u ilhâk üzerine müessesenin bütün devâir ve müştemilâtı elektrikle tenvîr edildiği gibi kaloriferle teshîni için ameliyâta ibtidâr olunmuştur. Hâlen 313 zükûr ve 268 inâs, 224 zükûr-ı etfâl, 116 inâs-ı etfâl ile müstahdemîninden 152 kişi ibâte ve iâşe olunmaktadır. Irzâ’hâne bir hâl-i mükemmeliyete îsâl olunup hâl-ı hazırda zükûr ve inâs 68 meme ve 38 de mama çocuğu mevcûd bulunmuş ve ırzâ’hânenin daha asrî bir hâle ifrâğı ve beklenilen müsmir fevâidin istihsâli için 342 senesinde şehir dâhiline nalki takarrur etmiştir. Terzihâne, kundurahâne, çoraphâne, marangozhâne, dokumahâne ve demirhâneden ibâret olan imâlâthânelerde aceze ve etfâl-i mevcûdeden işe elverişli bulunanlar işgâl ve talîm-i san’at gibi makâsıd-ı hayye ve nâfiaya çalışılmakta ve bu sûretle etfâl-i eytâma müstakbelde kendini geçindirecek bir sanat öğretilmekte ve oldukça kudreti olan aceze de çalışarak iktisâb-i sıhhat ve kuvvet etmektedir. Vatanın en ziyâde muhtâc olduğu nimet maârifi tevsî ve teşmîl için hükûmet-i cumhûriyenin hazırlattığı mühim fefâkârlıkları Dârülacceze dahi derpîş ederek ve kimsesiz eytâmın yüzlere bâliğ olduğunu görerek bunların kendini idâre edecek sinne bâliğ olunacaya değin tedrîs ve terbiyesini düşünmüş ve bir dâire-i mahsûsa küşâdıyla mekteb ittihâz edip senelerden beri bu sûretle tedrîsâtta bulundurmuş ve bugün Dârülaceze mektebinde zükûr ve inâs “111”i mütecâviz çocuk bulunmaktadır. Müstahdemîn-i mevcûde nâfiz bir nazar-ı takîb altında mütemâdî bir say ile vezâif-i tanzîfiyeyi bir an ihmâl etmediğinden Dârülaceze nezâfet nokta-i nazarından milel-i mütemeddine

İstanbul Şehremaneti Mecmuası, "Darülaceze Nedir?". c. II, sy. 16 (Kanun-ı evvel 1341/Aralık 1925), s. 172.

müessesât-i ictimâiyelerine mukayyes mertebeyi ihrâz eylediği gibi azîm bir tasarruf ve iktisâd ile beraber et’ime mükemmel ve nefîs olarak itâ edilmektedir. Müessesede zükûr ve inâsa mahsûs olmak üzere iki hastahâne mevcûd olup hiss-i sahîh-i hamiyyetle mütehassis olan hey’et-i sıhhiye say-i mütemâdî ile îfâ-yı hizmet etmektedir. Bugün Dârülaceze şehremîn-i muhteremi beyefendi hazretlerinin muâvenet ve muzâhereti ve mücerreb, müdebbir, muktesid bir hey’etin hakkıyla çalışmış netîcesinde vâridâtını tezyîd eylemiş ve borçlarını da ödeyip vâridâtıyla kendisini idâre edebilecek bir hâle gelmiştir. Memleketin ve İstanbul’un yegâne melce’-i bîçâregân olan bu müessesesini her an bir derece daha ıslâh ve beklenilen gâyeye takrîb etmek arzu ve endişesinden bir lahza fâriğ kalamayan zât-ı sâmî-i emânet-penâhî riyâset-i aliyyelerindeki Dârülaceze himâye ve idâre komisyonuna dâr-ı mezkûrdaki etfâlden mürekkev bir muzıka takımı vücûda getirilmesini emrettikleri gibi öğretilmekte olan muhtelif sanâyiye zamîmeten kese kâğıtçılığı, kolacılık gibi zamanımızda çok geçen sanatların da etfâle talîmini işâret buyurmuşlardır. Komisyon el-yevm bu husûsâtın te’mîniyle ciddiyetle meşgûl bulunmaktadır. Mecmûamız bu münâsebetle bütün kâri’lerinden bu çok hayırlı müesseseye yardım etmelerini ricâ ve vukû bulacak teberruâtı ma’a’l-memnûniye kabûl eyleyeceğini beyân eyler. (Emânet Mecmûası) KAYNAKÇA

1-Bu meblağ çevirisini sunduğumuz yazıda “71900 küsür lira bedel ile inşâsı...” şeklinde zikrolunmaktadır. 2- Emin Nedret İşli, İstanbul’un 100 Kitabı, İstanbul, 2012, s. 61.

45


İSTANBUL’UN ÇEKİM MERKEZLERİNDEN BİRİ;

MERKEZ EFENDİ

Merkez Efendi Külliyesi, Topkapı İstikametinden sur boyunca sahile ilerlerken Zeytinburnu sınırları içerisinde Mevlanakapı’da yer alıyor. Merkez Efendi Mezarlığı ile Tahir Ağa Mezarlılığı arasındaki yoldan içeri girdikten sonra sağda yüz metre ileridedir. Nidayi SEVİM

Merkez Efendi Camii Girişi

stanbul’umuzun kadim zamandan beri bazı çekim merkezleri vardır. Eyüp Sultan, Yahya Efendi, Sümbül Efendi, Aziz Mahmud Hüdai gibi. Bu merkezlerin hepsinin ayrı bir hikâyesi, zenginliği ve uhrevi havası var. Ömür biter de bu gönül mekânlarının hepsini ziyaret etmek her âdeme nasip olmaz. Bazı nasipli insanlar vardır, özellikle Anadolu’muzun bağrından kopup bir vesile İstanbul’a gelen insanlar. Daha bir soluk bile almadan Hazreti Eyüp Sultan Efendimizden başlayarak bir çırpıda bütün gönül mekânlarını tek tek ziyaret eder, feyizlerinden bereketlerinden nasipdâr olurlar. Bazıları da vardır ki bizim gibi ancak bir vesile yolu düşünce bu güzide mekânlardan haberdar olur… Bugüne kadar hakkında çok şey duyduğumuz, okuduğumuz, zaman zamanda önünden geçtiğimiz fakat bir türlü kapısına varamadığımız mekânlarımızdan biri de hiç şüphesiz Merkez Efendidir. Ahireti hatırlatan, geçmişe seyahat etmemize vesile olan bu ziyaretgâh hakkında şimdiye kadar kim bilir neler yazılmıştır neler. Biz kısaca bir ziyaretçi gözüyle notlar aktarmaya çalışacağız. Merkez Efendi Külliyesi, Topkapı İstikametinden sur boyunca sahile ilerlerken Zeytinburnu sınırları içerisinde Mevlanakapı’da yer alıyor. Merkez Efendi Mezarlığı ile Tahir Ağa Mezarlılığı arasındaki yoldan içeri girdikten sonra sağda yüz metre ileridedir. Yaya olarak Merkez Efendi Mezarlığının içerisinde bulunan yoldan da gidilebiliyor. Sur boyunca uzanan tarihi mezarlıklarda birbirinden kıymetli büyüğümüzün mezarı yer alıyor. İlgili olanlar Süleyman Berk hocamızın yönetiminde Zeytinburnu Belediyesi Yayınları arasında çıkan “Zamanı Aşan Taşlar” isimli esere müracaat edebilir. Tabi bir fırsatını bulup Kültür Tarihçisi Dursun Gürlek üstadımızın Merkez Efendi’nin ebedi sakinleri sohbetine katılabilirsek aliyyül ala olur… Zamanında ilim-irfan meclisleri ile ün yapan Merkez Efendi günümüzde köftecileri ile daha çok biliniyor. Ne olur midelerimizin açlığını giderirken gönüllerimizin, ruhlarımızın açlığını da giderebilsek! Yakın zamanlarda buraya birde organik ürünler pazarı kurulmuş. Cumartesi günleri açık bulunuyor. Diğer günler ise zaman zaman sergi-tanıtım gibi etkinlikler için kullanılıyor. Organik pazarın burada yer alması elbette rastlantı değil. Biraz

sayı//26// eylül 46


Merkez Efendi Türbesi

sonra değineceğimiz üzere Merkez Efendinin tabiplik yönüne, bitkilerden tedavi yöntemine bir gönderme, geleneği sürdürme çabasıdır. İnsanlığa tıbbi hizmetler götüren “Yeryüzü Doktorları” nın genel merkezi burada yer alıyor. Yine insanlığa mimari, mühendislik ve teknik hizmetler götüren “Yeryüzü Mühendisleri”nin genel merkezi de yakın zaman kadar burada idi. Merkez Efendi Külliyesinin 150-200 metre ilerisinde restorasyonu biten Yenikapı Mevlevihanesi, Fatih Sultan Mehmed Vakıf Üniversitesine ev sahipliği yapıyor. Haziresindeki mezarlıklar fevkalade bir şekilde elden geçirilmiş. Ne kadar güzel… Yenikapı Mevlevihanesinin karşısında, Organik Pazara dönülen yerde bir yıkım var. Herhalde gece kondu bölgesiymiş. Dönüşüm yapılıyor. İşte bu yıkım yapılan yerin Mevlevihaneye bakan tarafında elektrik direğinin yanında, tam köşe de bir sadaka taşı vardı. İhtimal ki yakın zamanda moloz diye çöpe atılacaktı. Örneğini çok gördük. “Bir himmet ehli çıkıp bu kültürel mirasımızı kurtarmaya ön ayak olsa ne iyi olur. Taş deyip geçmeyelim. Başımıza ne geldiyse hep bu yüzden geldi. Nemelazımcılık!..” dedik ve Zeytinburnu Belediyesini durumdan haberdar ettik. Sağ olsun yetkililer hemen harekete geçerek sadaka taşını bulunduğu yerden alarak civarda bulunan tarihi bir mekanda korumaya aldı. Ümit ediyoruz en kısa süre içerisinde teşhiri de sağlanır ve “sağ elin verdiğini sol el görmeyecek” düsturuna denk düşen sadaka taşı kültürü gelecek nesillere aktarılır…

Külliyeye yaklaşıyoruz. Camiye varmadan yolun hemen altında klasik Osmanlı üslûbunu yansıtan, küfeki taşından yapılmış, kare planlı ve kubbeli bir yapı bulunuyor. Burası Abdülbâki Paşa tarafından yaptırılan Daru’l Kurradır. Kapı üzerindeki kitabeye göre 1608 tarihinde yaptırılmış. Mekânın avlusundaki küçük hazire de Abdülbâki Paşa ile Sultan Ahmed Camii kürsü şeyhi Mehmed Eşref Efendi’nin kabirleri bulunuyor. Darul kurra, günümüzde Namedar ismi ile Zeytinburnu Belediyesinin kültürel hizmet birimi olarak faaliyet gösteriyor. Cumartesi günleri burada musiki icrası da var. Çok güzel teşrif edilmiş. Duvarların alt kısmını hüsnü hat yazıları süslerken pencerelerin üstünde yakın dönemde musikimizde iz bırakmış isimlerin fotoğrafları yer alıyor. Duvar içerisine gömülü dolaplar Zeytinburnu Belediyesinin yayınladığı kitaplarla dolu. Çay ve soğuk su ikramları her daim ücretsiz… Bu vesileyle Merkez Efendi külliyesini şanına yakışır bir vaziyete getirdiği için Zeytinburnu Belediyesine teşekkür ediyoruz. Merkez Efendi yenileme projesi bütün tarihi ziyaretgâhlar için model oluşturabilir. Ne demek istediğimizi ancak bu külliyeyi yerinde inceleyerek anlayabilirsiniz. Belediyenin kültür ve medeniyet tarihimize kazandırdığı eserler de her türlü takdirin üzerindedir.

1493’te Halvetiye Tarikatı şeyhlerinden, Sünbüliye kolunun kurucusu Sünbül Sinan Efendi’ye bağlandı. I. Süleyman’ın (Kanuni) annesi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imaretin yanındaki zaviyeye şeyh oldu.

Merkez Efendi, İstanbul’da önemli bir ziyaretgâh olma özelliğini günümüzde de sürdüren XVI. yüzyıla ait bir tarikat külliyesi olarak nitelendiriliyor. Külliyenin çekirdeğini

47


Dar-ul Kurra

O mübârek zat mesir macununu hazırlayıp sunar. Macunu yiyen Vâlide Sultan kısa zamanda iyileşir.

oluşturan ve İstanbul’un en önemli tasavvuf merkezlerinden biri olan tekkenin kurucusu Merkez Efendi, Halvetiyye’nin Sünbüliyye koluna mensup, döneminin ileri gelen sûfîye hekimlerindendir. Lakabı Şeyh Mûsâ Muslihuddin Efendidir. 1464 yılında Denizli’nin Sarı Mahmudlu köyünde (Bugün Buldan kazasına bağlı Akçaköy) dünyaya geldi. Ailesinin Selçuklu, Germiyanoğulları’nın bir koluna bağlı olduğu tahmin edilmektedir. Önce kendi memleketinde, sonra Bursa ve İstanbul’daki medreselerde tahsîl yaparak tefsîr, hadîs, fıkıh ve tıb ilminde mesafe kat etti. Medrese tahsîline devâm ettiği sıralarda tekkelere gidip, oralardaki tanınmış âlimlerin ve şeyhlerin sohbetlerine katıldığı rivayetlerde yer alır. Ayasofya Camii’nde vaaz ettiği, Beyzâvî tefsirinden nakillerde bulunduğu, ayrıca tefsir ve hadis dersleri verdiği de anlatılır. 1493’te Halvetiye Tarikatı şeyhlerinden, Sünbüliye kolunun kurucusu Sünbül Sinan Efendi’ye bağlandı. I. Süleyman’ın (Kanuni) annesi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı imaretin yanındaki zaviyeye şeyh oldu. Burada, yalnız şeyhliği, eğitim-öğretim etkinlikleri ile değil, aynı zamanda hekimliği ile de ünlendi. Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, alternatif tıb biliminin öncülerinden kabul edilen Merkez Efendinin tabiplik yönüne dikkat çekerek onun için şöyle der:”Tahsil ettiği muhtelif ilimler arasında tıp ilmini dahi merak ederek kendi zamanındaki gelişme nispetinde tıp ve tedavi ilimleri üzerinde bilgi sahibi olmuştur. Bu tıbbi malumatı vesilesiyle Sümbül Efendi tarafından Manisa Bimarhanesi’ ne memur edilmiştir. Bu gün 500 yıllık bir mazisi olan ve kendine

sayı//26// eylül 48

has bir geleneği ile 41 çeşit baharattan imal edilen ‘Mesir Macunu’ nu icad etmiştir” Mesir Macununun meşhur olmasına dair bir hikaye rivayet edilir. Rivayete göre Kânûnî’nin annesi Hafsa Sultan bir gün hastalanır. Gün geçtikçe artan hastalığına doktorlar bir çare bulamazlar. En son Merkez Efendi Hazretleri’ne müracaat edilir. O mübârek zat mesir macununu hazırlayıp sunar. Macunu yiyen Vâlide Sultan kısa zamanda iyileşir. Bunun üzerine bu macundan bol miktarda yapılarak halka da dağıtılması irade olunur ve öyle yapılır. Halka mesir dağıtımı 400 sene devam eder. 41 çeşit baharattan meydana gelen ve 500 yıllık bir mazisi olan Mesir Macunu hoş ve lezzetli kokuya sahiptir. Ağrılara, sancılara, soğuk algınlıklarına, hazımsızlıklara, iştahsızlıklara ve ağız kokusuna karşı iyi gelir. İştah açıcı; gaz giderici, kuvvet verici, idrar yaptırıcı, dimağı dinlendirici, sinirleri gevşetip yorgunluğu giderici, kan dolaşımını düzenleyici kadınların hamilelik döneminde rahatlık verici, hormonları kuvvetlendirici özelliği vardır. Bunların yanı sıra zehirli hayvan sokmalarına karşın bir etkisi de mevcuttur. Macunun yapımında Yenibahar, Zencefil, Galanya, Krem tartar, Kişniş, Havlıcan, Anason, Sakız, Safran, Tarçın, Udülkahr, Hardal, Misrafi, İksir, Meyan Kökü, Kalemi barit, Tiryak, Sarı helile, Kara helile, Raziyane, Zerdecub gibi baharatlar kullanılıyor… Merkez Efendi’nin tabiblik yönüne dikkat çekmek ve gelecek kuşaklara aktarmak üzere her yıl “Merkezefendi Geleneksel Tıp Festivali” tertip edilmesini takdire şayan bir ahde vefa örneği olarak telakki ediyoruz. Merkez


Merkez Efendi Haziresi

Efendi’nin soyundan gelen Emel Esin’in Latin harflerine aktararak yayımladığı, İstanbul’daki Merkez Efendi Külliyesi’nin hamam ve müştemilâtına dair1552 tarihli vakfiyeden anlaşıldığına göre Merkez Efendi, Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan ile evlenmiş ancak bu evlilik uzun sürmemiştir. Kanûnî Sultan Süleyman ile Merkez Efendi arasında Manisa’da başlayan yakın ilişki İstanbul’da da sürmüş, padişah 1537 Korfu seferine çıkarken onu ordu şeyhi olarak tayin etmiştir. Sultanın kendisinden söz ederken “Bizim Merkez” dediği nakledilir. Şah Sultan, mensup olduğu Halvetiyye tarikatının yaygınlaşması için birtakım maddî imkânlar sağlamış, Merkez Efendi’nin Mevlânâkapı dışında yaptırdığı bu zâviye ve camiye vakıflar tahsis etmiştir. Bugün Merkez Efendi’nin türbesinin bulunduğu yerde kurulan zâviyenin inşa tarihi 1514 olarak kaydedilmiştir. Merkez Efendi’nin 500’den fazla halifesinin varlığından söz edilir. Buna nispetle “merkez” ismi aldığı da söylenir. Kaynaklar, mümtaz şahsiyeti ve ilmi birikimiyle az zamanda İstanbul’da müstesna bir mevki sahibi olan Merkez Efendinin ibadet hususunda gayet titiz davrandığını, namazlarını cemaatle kılmaya azami gayret sarf ettiğini, bütün ömrünü ibadet, hayır, hasenat, irşad, talim, zikir ile geçirdiğini, fakir ve zayıfları himaye ettiğini zikreder. Sümbül Sinan Efendi’nin vefatından sonra uzun yıllar Koca Mustafa Paşa dergâhında şeylik yaptıktan sonra burada kendi adıyla anılan dergâhında çilehaneye çekilmiş 1552 yılında 91 yaşında vefat ederek yine dergâhın yanına defnedilmiştir. Kabrinin

üzerine daha sonra bir türbe inşa edilmiştir. Cami çevresi Merkez Efendinin soyundan gelenlerin mezarları ile doludur. Kenan-ı Rıfai Hazretleri, Ekrem Hakkı Ayverdi ve ünlü edebiyatçılarımızdan Samiha Ayverdi’nin kabirleri de buradadır. Caminin hemen yanı başında tekkenin müştemilatı olduğu sanılan tarihi yapı yenilenerek Türk Dünyası Belediyeler Birliği’ne tahsis edilmiş durumda. Bu yapının bitişiğinde bir de hafız yetiştiren kur’an kursu bulunuyor.

41 çeşit baharattan meydana gelen ve 500 yıllık bir mazisi olan Mesir Macunu hoş ve lezzetli kokuya sahiptir

Binaları çeşitli tarihlerde onarılmış, yenilenmiş, birtakım ek yapılarla geliştirilmiş olduğundan Merkez Efendi külliyesinin zaman içinde geçirdiği bütün aşamaları tespit etmek imkânsız gibidir. Tekkelerin kapatılmasından (1925) sonra cami tevhidhâne pek çok benzerinde olduğu gibi cami olarak kullanılmak suretiyle varlığını sürdürmüş ve 1965’te yapılan bir onarımla günümüze ulaşabilmiştir. Cami, Türbe, çilehâne, su kuyusu, hazire, hamam ve çevre düzenlemesi son yenileme çalışmalarıyla nihayet arzulanan noktaya gelmiştir. Türbe ve şadırvandan başlayarak geniş bir alanı kaplayan meydan mermerle kaplanmış, Topkapı yönünde U biçiminde ahşap malzeme ile veranda oluşturulmuştur. Önemli gün ve gecelerde burada ibadet yapılabiliyor. Tuvaletler bu zeminin altında olup son derece temiz ve tertiplidir. Temizliğin tuvaletten başladığına mükemmel bir örnek… Özellikle ramazan aylarında ve mübarek gecelerde tarihte olduğu gibi günümüzde de Merkez Efendi ziyaretçi akınına uğramaktadır… 49


eredesin lacivert gözlü, uzun siyah kirpikli, güleç yüzlü çocuk!...

ALEPPOLU İSMAİL Bir zamanlar Osmanlı Devleti Vilayeti olan Şam Vilayeti’nin(Suriye) Halep şehrine, iç savaştan önce yapılan bir seyahatin ve bir çocuk üzerinden düşünülen son yıllarda bile yaşayan Osmanlı Halep’inin insan ve hayat yapısının özlemini ve anılarını anlatmaktadır. Serdar TAŞTANOĞLU

Halep Kalesi

Yıllardır hemen hemen her gün gündemimizde olan Suriye ve Suriyelilere ait haberler halkımızı derinden üzmekte, aklı başında herkes anlamsız savaşın son bularak barışın gelmesini ve Suriye den ülkemize mülteci olarak gelen milyonlarca Suriyeli nin bir an önce vatanlarına dönerek mutlu, huzurlu yaşamlarına yeniden kavuşmasını temenni etmekteler. Ben de aynı üzüntüyü hissetmenin ötesinde Suriye de patlayan her bomba haberinde, katliam görüntülerinde ve Ege den botlarla Yunanistan a geçmek isterken batan, boğulan mülteci haberlerinde o lacivert gözleri, uzun siyah kirpikleri ve güleç yüzü ile İsmail i düşünmeden edemem. Suriye olayları başladığından beri yanıtını bulamadığım sorularla boğuşurum. İsmail e bir şey oldu mu ?.. Acaba hala Suriye de hayatta mı ? Yoksa Türkiye deki kamplarda mı?.. Ya da tekne veya botlarla Yunanistan a geçen gruplar içinde mi.. ? diye meraklanır; yok yok inşallah hayattadır, sağlıklıdır, ona ve sevdiklerine bir şey olmamıştır diye dua ederim. Zira bize Halep i sevdiren İsmail dir. Bugün hala yanımda duran “Arap Ud’umu onun sayesinde bulduğumdan, bir anlamda Udumu onun bana hatırası olarak görürüm ve her çalışımda aklıma İsmail düşer. Gaziantep i sanırım beş altı yaşlarımda Urfa’da otururken, ailece yaptığımız bir geziden hatırlarım ama gördüklerim yoğun bir sis perdesi altında kalmış gibiydi. Urfa dan biraz daha gelişmiş bir şehir olduğunu ve Urfa ya dönerken Antep fıstığı aldığımızı anımsıyorum. Ancak hiçbir şey kafamda net olarak şekillenmiyordu. Gaziantep le buluşma çocukluğuma ait anılarıma tekrar dönme mutluluğunu yaşattı. Benim gibi tarih merakı ve damağına düşkün biri için burası muhteşem bir hazineydi. Her ikisi de bu şehirde oldukça çoktu. Eşimin tüm engellemelerine rağmen ana cadde üzerinden başlayarak kaleye eski çarşıya kadar olan baklavacıların baklavalarını tada tada ilerleyip kendime göre not verdim. Üniversite yıllarında iddia üzerine bir kilo baklavayı yedikten sonra hasta düşmeme rağmen tatlı merakım hep devam etmiştir. Burada üretilen baklavaların gerçekten geneli güzeldi ama elbette her değerlendirmede olduğu gibi en iyiler arasından bile ilk beş

sayı//26// eylül 50


baklavacıyı tespit gibi kişisel değerlendirmemi gerçekleştirdim. Antep yemekleri de gerçekten çok lezzetliydi. Bazılarına verilen isimler beni hep gülümsetir. “Analı, kızlı ‘’ , “Pirpirim aşı ‘’ “Cağırtlak kebabı ‘’ , “Serçe dili“ gibi. Antep te tarihi konaklar, müzeler, tarihi bakırcılar çarşısı görülmeye değerdi. Antep kalesini gezerken bu kalenin benzerinin birkaç gün sonra gideceğimiz Halep de olduğunu öğrendim. Bu bilgi iki kaleyi mukayese etme merakı uyandırdı. Acaba hangisi daha güzel sorusu aklıma takıldı. Halep ismi Urfa da yaşadığımız yıllarda çok duyduğumuzdan mı, bilemiyorum ama çocukluğumdan beri kafamda çok görmek istediğim yerlerden biriydi. Urfa da yaşadığımız dönemde her hafta anneme gelen o günkü tabirle kaçakçı kadınlar dev bohçalarını açıp rengarenk kumaşları, örtüleri ortaya saçıp ballandıra, ballandıra anlatırken bunların Halep den geldiğini söylerlerdi. Ben de çocuk halimle bu renkli pandora kutusu gibi açılan bohçadan çıkan rengarenk kumaşlara, örtülere, duvar halılarına hayran hayran bakardım. Suriye ye birkaç yıl öncesine kadar iki kapıdan geçiş vardı, Gaziantep ve Hatay dan. Oysa şimdi sınır kapısı falan kalmadığı bilgisi ile her yerin yol geçen hanı olduğu haberlerini almaktayız. Halep e geçiş için en uygun vasıtanın Gaziantep ten günlük kalkan taksi dolmuşlar olduğunu öğrendik. Dört yada beş yolcu oluştuğunda hemen kalkan dolmuşlar oldukça cüzi bir ücret karşılığında bu işi yapıyorlardı. Eşimle bir gün önce bu dolmuş durağına gittik. Orhan isimli genç şoför ile samimiyet kurdum. Ben ona bilmediğimiz yolcularla yolculuk yapmak istemediğimizi, aile ya da bayan yolcular olursa gideceğimizi ifade edince “Abicim. Merak etme. Benim her hafta götürdüğüm bayan müşterilerim var. Şimdi onları arayıp, sizin dışınızdaki yolcu sayısını tamamlarız. Ben sizi yarın sabah kaldığınız yerden alır ve Halep e devam ederiz ‘’ dedi. Çok sevindik. Dediği gibi sabah kaldığımız yerin önünde bizi bekliyorlardı. Dolmuşun içinde iki bayan vardı. Antepli bu bayanlar oldukça neşeli, samimi insanlardı. İlk on dakika içinde kaynaştık. Böylece neşeli bir şekilde yolculuğumuz başlamış oldu. Yolculuk sırasında bu bayanların, Halep ten getirdikleri makyaj, kozmetik, kumaş, saat oyuncak ve elektronikleri Antep te sattıklarını

böylece ailelerine maddi katkıda bulunduklarını öğrendik. Bizim Halep e gezmeye gittiğimizi öğrenince her biri öneride bulunmaya başladı. Şoföründe bayanların da Halep i avuçlarının içi gibi bildikleri belliydi ve bize gezilecek alışveriş yapılacak yerleri sıraladılar ancak hepsinin meşguliyeti olduğundan bize refakat edemeyeceklerine üzüldüklerini defalarca tekrarladılar. Kilis den Suriye ye girerken çok şaşırdım zira bazı resimlerden ve duyduklarımdan kafamda çöl gibi kıraç bir Suriye bekliyordum. Oysa yemyeşil zeytin ve fıstık ağaçları ile kaplı verimli arazilerden geçerek Suriye ye girdik. Yabancıların ifadesi ile “Aleppo ‘’ yani Halep, Türkiye ye çok yakınmış. Halep in içine varınca da bu kez tersine bir hayal kırıklığı yaşadım. Sanki elli yıl önceki Türkiye nin bir taşra şehrine gelmiştik. En çok rahatsız eden durum ortalığın toz, toprak olması ve çevrenin çok kötü kullanılmış olmasıydı.

Kilis den Suriye ye girerken çok şaşırdım zira bazı resimlerden ve duyduklarımdan kafamda çöl gibi kıraç bir Suriye bekliyordum. Oysa yemyeşil zeytin ve fıstık ağaçları ile kaplı verimli arazilerden geçerek Suriye ye girdik.

Trafik keşmekeşti kural yoktu. Ama itiraf etmeliyim ki bütün bu görünüşüne rağmen şehirde bir sıcaklık ve bir büyü vardı. İnsanı içine çekiyordu. Bu tozlu topraklı trafiği keşmekeş şehri; kaldırımda tek gazoz kapağı göremediğim birçok batı şehrinden daha çok sevdim. Ne kadar batı kültüründe yetişmiş olsam da şark kültürünün çekici cazibesine kapıldığımı inkar edemem. Dolmuştan indikten sonra yol arkadaşlarımızdan aldığımız bilgiler ışığında nereden başlayacağımızı bilmez vaziyette sağa sola bakarken, yanımıza lacivert gözlü, uzun siyah kirpikli, güler yüzlü on bir on iki yaşlarında bir çocuk geldi. Arap aksanıyla Türkçe “hoş geldiniz. ‘’ dedikten sonra kendisine verilecek ücretle bize Halep i gezdireceğini söyledi. Aslında biz yalnız gezmeyi tercih etmemize rağmen bu tatlı delikanlıyı reddedemedik. İşte İsmail ile karşılaşmamız böyle olmuştu. “Bizi kaç saat gezdireceksin ve ne ücret isteyeceksin” dediğimde talep ettiği ücret bizi güldürdü. Zira istediği akşam saatine kadar gezdirmesi karşılığı yirmi Türk lirası ya da karşılığı Suriye dinarıydı. Önce şaşırdık ama taksi ile bir saatlik yolculuğa beş Türk lirası ödendiğini öğrenince İsmail in talebinin makul olduğunu anladık. İsmail Kerkük Türklerindendi. Türkçesi gayet

51


kuşbaşı etle ve bol ekşili yenen bize göre muhteşem bir yemektir. Her Kıbrıs a gittiğimde kurutulmuş paketlemiş 100 gramlık mulihiyayı 10-15 TL arasında bir bedelle alırım. Bir başka ifade ile kilosu 150 TL falan gelmektedir. Halep teki mulihiyacının kilosu 10 TL karşılığı Dinara vermesi üzerine 5 kilogramlık çuvalı tereddütsüz aldım. Sahip olduğum mulihiya çuvalım bir servet demekti.

Halep’te Bir Sokak

İsmail Kerkük Türklerindendi. Türkçesi gayet net anlaşılıyordu. Zaten yaptığı rehberlik sayesinde genelde Türklerle olan münasebeti ile Türkçesini düzelttiğini ifade etti. İsmail müzikle ilgilendiğimizi öğrenince bizi Osmanlılar zamanında yapılan akıl ve ruh hastalarının müzikle tedavi edildiği şifahaneye götürdü.

net anlaşılıyordu. Zaten yaptığı rehberlik sayesinde genelde Türklerle olan münasebeti ile Türkçesini düzelttiğini ifade etti. İsmail müzikle ilgilendiğimizi öğrenince bizi Osmanlılar zamanında yapılan akıl ve ruh hastalarının müzikle tedavi edildiği şifahaneye götürdü. Müzeye dönüştürülen ve animasyonlarla ilginç hale getirilen bu şifahaneye çok benzeyen ikizini de birkaç yıl sonra Edirne de gezme şansı yakalayacaktım. Eşim ve ben de Halep kapalı çarşısını çok beğendik. Bizim İstanbul daki Mısır çarşısı ve Kapalıçarşı karışımı büyük bir çarşıydı ve çok renkliydi. Özellikle bayanlara çok cazip gelecek taşlar, kumaşlar şallar ve kuyumcu dükkanları ile benim gibi ilginçlikleri seven birisi için açıkta kesilen hayvan eti satışı yapan kasaplar, sakatatçılar, ızgaracılar her çeşit baharat, süs ve el yapımı hediyelik eşya satan dükkanların ağırlıklı yer aldığı bu çarşıda olmaktan çok keyif almıştık. Bu mutluğuma bir büyük mutluluk eklendi ki; anlatamam, tam anlamı ile define bulmuş gibi sevindim. Benim için çok özel ve kıymetli bir şeyi bulmuştum. Tüm Kıbrıslıların çok sevdiği ve vazgeçilmezi “Mulihiya ‘’ ya oldukça düşkün biri olarak karşıma mulihiya satan bir dükkan çıkacağını hiç düşünemezdim. Bu bitki nane yapraklarına benzeyen ve genelde kurutulmuşu kullanılan ama pişince bamya gibi bir salgı bırakan bir Kıbrıs bitkisidir. Kıbrıs dışında hiçbir yerde rastlamamışımdır. Özelikle

sayı//26// eylül 52

Bayanların tanınmış markalı orijinal makyaj malzemeleri inanılmaz ucuzdu. İsmail neşe ile bilgi veriyor, bizim adımıza pazarlık yapıyordu. İsmail bize temiz güzel bir dürümcü tavsiye etti. Ona da almak istememize önce “yok ‘’ dedi. Bunu kibarlığından yaptığını anladığımızdan ısrar edip kabul ettirince ve dürümü eline alınca o güzel lacivert gözlerinin gülümsediğini görmek müthiş bir mutluluktu. Öyle iştahla yedi ki onu seyretmek, yemekten daha zevkli geldi. Çok zeki bir çocuk olduğu sorularımıza verdiği yanıtlar ve davranış şeklinden belli oluyordu. Eşimle ona okuması, asla okulunu bırakmaması gibi tavsiyelerde bulunduk. O da okuyacağına söz verdi. “Bak bir gün karşılaşırız yine ‘’ dedik . Ama Suriye nin düştüğü bugünkü durum karşısında İsmail in sadece hayatta olduğunu ummak bile mutlu ediyor. Halep te dikkatimizi çeken şeylerden biri kapkara çarşaflarla dolaşan kadınlar yanında oldukça açık askılı bluzlar ve dar pantolonlu ya da mini etekli genç kızlarında olmasıydı. İsmail den Gaziantep teki kalenin ikizine götürmesini istedik. Halep kalesi Antep tekine çok benziyordu ama biraz daha heybetliydi. “İsmail senden bir isteğim var. Ben uygun fiyatlı bir ud almak istiyorum. Gidebileceğimiz bildiğin yerler var mı ? “ demem üzerine o lacivert gözlerle gülümsedi. “Tabi beyim gösterem. ‘’ Gittiğimiz müzik aletleri satan dükkanda muhtelif enstrümanlar vardı. Yan yana asılmış udları görünce şaşırdım. Bizim Türkiye de gördüklerimizden çok büyük hatta köşeli udlardı. Onları şaşkınlıkla incelemem üzerine İngilizce bilen satıcı gençle müzik üzerine sohbete başladık. O büyük udların Arap udu olduğunu, bizim Türkiye de bildiklerimizden de olduğunu söyledi. Bana gösterilenler içinden birini seçtim. Fiyatı yine şaşırttı 250 TL idi. Böyle bir udu İstanbul da 1000 TL den aşağı alamayacağımı bildiğimden hemen almaya karar verdim.


İsmail ile birlikte Arapça, Türkçe, İngilizce pazarlık sonunda udu 200 TL ye aldık. Çok uygun fiyata bir de zilli bendir aldık. İsmail ile çocuklar gibi neşelenmiştik. Ben udu İsmail Bendiri taşıyordu. Yoldan geçerken görenler bize tebessümle bakıyorlardı. Sonunda ayrılık vakti geldi. İsmail ile kucaklaştık, hepimizin gözleri dolu doluydu. 4-5 saatlik bu birliktelik ve dostluğun bitmesini hiçbirimiz istemiyorduk. Antep yolcusu arkadaşlarımız araca gelmişler, canhıraş bir halde o koca poşetleri yerleştirmeye uğraşıyorlardı. Benim ud, bendir ve muhiliya çuvalım eşimin makyaj malzemesi ve hediyelik eşyaların bulunduğu poşetlerimiz, iki Antepli bayanın yükleri yanında çok masum kalıyordu. Bagaj tıka basa dolduğu gibi kucaklarına da almışlardı. Onlara takıldım; “Hanımlar bu ne iş böyle. Halep i mi satın aldınız.? “Abi ne yapalım ucuz bulduğumuz malları ve siparişleri alıyoruz. Size de arabada yer bırakmadık kusura bakmayın ‘’ dediler. “Önemli değil ben udumu bendirimi yanıma alırım ‘’ dedim ve dönüş yolculuğuna başladık. Kapıya yaklaşmaya başlayınca bir tanesinin yüksek sesle “ inşallah mallarımızı zayi olmadan sağ salim geçeriz ‘’ sözleri yanında dualar okuması üzerine “Nasıl yani, Bir sıkıntı mı söz konusu? ‘’ dedim. ‘’ Evet abi. Gümrük bizim gibi sıkça giriş çıkış yapanların çok fazla buldukları malların bir kısmına el koyuyorlar. Mümkünse sizin yükünüz az, oyuncak makyaj malzemesi ve çayların bir kısmı bizim der misiniz.“ “Peki“ dedik, kabul ettik. Evlerine üç beş kuruş gelir için bu cefayı çeken bu sıcak insanlara yok denemezdi. Sınır kapısına geldiğimizde bagaj kontrolü başladı. Hakikaten gümrük memuru pasaportları inceledikten sonra bayanlara bunlar çok fazla diyerek malları indirmeye kalkınca, ben müdahale ettim. “Memur bey bakın eşimle ilk kez giriş çıkış yapıyoruz. Biz biraz fazla kaçırdık eş dost da çok İstanbul da , ucuz bulunca epey şey aldık . ‘’ demem üzerine memur baktı, düşündü ve “tamam geçin ‘’ dedi. Sınırdan geçtikten beş dakika sonra iki kadın sevinç çığlıkları attılar. Eşimle bana ne dualar ettiler. Şoför de onlara takılıp durdu; “abi olmasaydı malınızın yarısı gitmişti. Ona ne ısmarlıyorsunuz? ‘’ Antep e geldik. Halep maceramızın refakatçileri Antepli bayanlar ve şoförle telefon numarası

Halep Genel Görünüm

Halep Kapalı Çarşı

Onlara takıldım; “Hanımlar bu ne iş böyle. Halep i mi satın aldınız.? Yolcu bekleme salonunda çok sevdiğim “Abi ne yapalım Türk Halk Müziği sanatçısı Bedia Akartürk ü ucuz bulduğumuz görünce hemen yanına oturduk. Beni ud ve malları ve siparişleri bendirle görmesine rağmen hiç şaşırmadan alıyoruz. Size çok samimi sohbete başladı. Sanırım hayatı de arabada yer hep müzisyenlerle geçtiğinden olsa gerek doğal bırakmadık kusura bir durumdu benim görüntüm. İkimizin de bakmayın '' dediler. hayatının büyük kesimi Bostancı da geçmişti alıp verme ve kucaklaşıp vedalaşma seremonisi yapıldıktan sonra akşam İstanbul a dönmek üzere havaalanına gittik.

ve ortak dostlarımız çıkmıştı. Bu durum diyaloğumuzu pekiştirdi. Nereden geldiğimizi sorunca “ALLEPOO, yani HALEP“ şeklindeki esprili cevabım üzerine çok sıcak ve çok neşeli sanatçı hemen neşe içinde şu türküyü mırıldandı:

HALEB İN DE YOLLARI DA A SEVDİĞİM AMAN , AMAN DA DARDIR DA GEÇİLMEZ SOĞUKTUR DA SULARI A SEVDİĞİM AMAN BİR TASDA İÇİLMEZ SENDE PEK DE GÜCÜCÜKSÜN DE A SÜRMELİM AMAN, AMAN DA SENİN KAHRIN DA ÇEKİLMEZ. 53


“Müslümanların bu ibadeti olmasaydı, biz bu şansı kullanamazdık. Onlara bir minnet borcumuz var herhalde”, dedirtebilecektir.

BAYRAMLARI,

YAHYA KEMAL GİBİ

ANLAYABİLSEK!

Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da farklı kültürlerden gelen insanlar farklı anlayışlar ortaya koyabilirler. Muhsin İlyas SUBAŞI

ürkiye’de halkın bayramı algılama ve kutlama şekli değişti mi dersiniz? Bayram tatilleri uzun oldukça yollarımızın bereketi artıyor. Bunda, tatile gidenleri ayrı bir kefeye, bayram dolayısıyla Anadolu’da yakınlarını ziyarete gidenleri ayrı bir kefeye koymak gerekiyor. İslam’a göre, Bayram’ın kutsiyeti, ailesiyle, akrabalarıyla ve çevresindeki insanlarla mutluluğu paylaşılarak yaşanır. Büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da farklı kültürlerden gelen insanlar farklı anlayışlar ortaya koyabilirler. Tatil Müslüman için veriliyor ama, Müslüman olmayan, Müslüman olduğu halde oruç tutmayan, Müslüman ismi taşımasına rağmen orucu ve bayramı kabullenmeyen ama tatilinden yararlanan insanlara; “bu tatil oruç tutanların hakkıdır”, gibi bir dayatma hakkınız yok, olamaz da. Bırakalım, onlar da İslam’ın bu izzetinden faydalansın, kendine göre bunu tatile dönüştürsün. Belki içlerinden bazılarına bir ses,

sayı//26// eylül 54

Bizim üzerinde esas duracağımız mesele: Bayram’ın kültür ve medeniyetimiz içerisindeki belirleyici rolünün artıp artmadığı olmalıdır. Öyle sanıyorum ki, Bayram’ı bir medeniyet hareketi olarak algılayışımızın yanında onun kültürel cephesini bize ilk hatırlatan Yahya Kemal olmuştur. O’nun “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli şiiri, bizde bayramı halk geleneği içindeki kendi hususi halinden alarak entelektüel kavrama seviyesine çıkarmış ve millî idealizmle dinî duyarlılığın sentezini yapmıştır: Tarihle hayat arasındaki her düşünce, insanın ölüm gerçeğiyle yüzleşmesine de kapı aralar. tarihine aşık olan Yahya Kemal, hayatı Bayram Sabahı’nda bir başka cephesinden kavramaya yönelmiş bir farklı kimlikle Süleymaniye Camii’ndedir. Onun bu şiirinde Bayram namazını yalnızca halk kılmamaktadır. “Gökte kanat, yerde ayak sesleri”ni duyarken camiye şehitlerle insanların birlikte girdiğine dikkatimizi çeker ve bunun sevinçten ziyade tarihe dönüşen bir kıyam halini aldığına işaret eder: Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya. Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor. Her ufuktan yola düşen binlerce hayalet, “Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, / Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.” Dolayısıyla “ruh orduları”nın neferleriyle, Müslüman halkın müminleri burada Süleymaniye’yi tarihe dönüştürmenin huzuru içindedirler. Burada iki ayrı ruhun bir bütünün ana parçalarını oluşturduğunu görürüz. Birisi, şehitlerin ruhaniyetleriyle orada olmaları, ikincisi orada olanların caminin ve bayram namazının ruhaniyetiyle kendi ruh dünyalarını ilahi tecelliye teslim etmeleri…Yüce Yaratıcı, kendi lisanıyla, Kur’an’ın indiği Kadir gecesinden söz ederken; “O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar”, (Kadir, 97/4) buyurur. Bu, meleklerin yeryüzüne indiğinin ifadesidir. Şair, bu mübarek geceden üç gün sonra gelen


Bayram sabahında melekleri değil, şehitleri indirmektedir. Kur’an’da şehitler için, özendirici ve olumlu ve hatta müjdeleyici ifadeler yer alır: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler. Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızklara mahzar olmaktadırlar.” (Ali İmran 3/169.) Şimdi böyle bir ortamı oluşturan bu caminin varlığını da ayrı bir ulvî tecelli olarak görür ve şiir de bu da özel olarak dillendirilir: Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı. Bu bayram sabahında camide ruh ve beden bütünleşmesi, insanın kendi deruniliğine yönelişiyle birlikte şehitlerin insanlarla bir araya gelmesi şeklinde anlatılmaktadır. Hatta öylesine bir anlatış vardır ki, getirir şehitleri saflara yerleştirir ve onları bize nefer (asker) figürüyle bütünleştirerek tanıtmayı da ihmal etmez: Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü’min neferin! Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin? Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Camide, asker elbiseli bir gencin vect hali, kendisini tarihin o eşsiz derinliğine götürür, O gencin şahsında, “Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz”i görür.Aslında Yahya Kemal’in şiirinde bir figür olarak aldığı saftaki bir asker’in duruşu, masumiyeti, saflığı, gücü, bir yerde gelir vatanın bütünlüğü için anıtlaşan Müslüman Türk iradesinin resmi haline dönüşür. Şair, Bayram Namazı’nın, o teslimiyet panayırının içerisine bu askerle birlikte şehitlerimizi de getirmeyi ihmal etmez. Şehitlerin ruhaniyetine kendi gönlündeki cismaniyeti giydirir. Onları mücessem hale getirir ve tablo halinde anlatır. Burada Malazgirt’ten gelenlere işaret ederken, şiirinin devamında, Kosova’dan Niğbolu’dan Varna’dan, Belgrad’dan, Budin’den, Uyvar’dan Adalar’dan,

Tunus’tan, Cezayir’den Çaldıran’dan Mohaç’tan ve hatta “Yeni Doğmuş aya baktıkları yerden” gelmekte olduklarını dillendirir. Yahya Kemal, bu şiirinde öylesine bir uhreviyet çadırı kurmuştur ki, sadece şehitleri ve bayram’a gelenleri toplamaz buraya. Caminin içerisindeki o ses mahşeri içerisinde, “Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; / Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine”, diyerek Anadolu’nun bütün şehirlerinin siluetini görür. Hatta bu ulvî ortamda top seslerini yalnız kendisi duymaz: Oraya gelenle birlikte paylaşır bu geçmişin ihtişamını: Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. Bu şiir modern ifadesiyle pastoral bir şiirdir. Burada, caminin neresine bakarsanız bakın, askerleri, şehitleri, müminleri, Anadolu şehirlerinin aynı heyecanı yaşayan hareketliliğini gösterir bize. Sonra döner, bir teselli yumağını açar gönümüze ve “Senelerden beri rüyâda görüp özlediği Cedlerin mağfiret iklimine” girerek, oradan bize “Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan”ların portelerini sunar. Artık Şair, bu mabed’in taştan bir yapı olmadığının da idrakine ulaşır. Şiirini kendi inanç muhasebesini yaparak bitirir: Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum; Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi; Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi, Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi! Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine. Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı. Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı. Bayram’ı kendi ulvî ortamından çıkararak tatile dönüştürenler ve hatta bayramı bir gelenek coşkusu içerisinde görenler de keşke Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirindeki bu duyarlılığının farkında olabilseler… 55


SEYRİMDE BİR ŞEHRE VARDIM Bütün sokakların tabelalarını sökmüşler yerlerine başka dilden isimler yazmışlardı. Sokağa bir kaç adım girince yerde bir eski tabela gözüme ilişti.Üzerinde ‘Suhulet Sokağı’ yazıyordu.Bu, benim çocukluğumda en güzel günlerimi yaşadığım sokağın ismiydi. Hüseyin YÜRÜK*

eyrimde bir şehre vardım.Dört bir yandan tatlı bir esintiyle gelen gül rayihalarından dolayı burayı Şair Seyid Nesimi’nin 14.yüzyılda kurduğu ‘Gül alınıp gül satılan şehir’ sandım.Yoldaki işaretleri takip edip şehrin meydanına varınca yeryüzünün hali birden değişti. Meydan sanki mahşer yeri gibiydi. Şehir halkı sanki korkunç bir rüyadan uyanmış olmanın dehşetli ruh haliyle oraya buraya kaçışıyor, feryadü figan ederek sığınacak bir yer arıyordu. Bir ara yedi vecihten bir nida geldi. “Burası artık Şeyh Efendi’nin Rüyasındaki Ülke!” diyorlardı. Ne yapacağımı şaşırdım. Yaşadığım şaşkınlığı üzerimden atmaya çalışırken meydana bakan kapılardan birinden siyah elbiseli eski zamanlardan kalma cellat tipli adamlar girdiler. Vahşi kahkahalar atarak ve canavar sesleri çıkartarak meydana darağaçları kurmaya başladılar. Tepeden tırnağa ter içinde kaldım.Ne yapacağımı bulmaya çalışırken bana bir ilham geldi. “Tanıdığın isimleri ara, tanıdığın ismi bul, tanıdığın isme koş!” Diyordu. Can havliye bir insiyakla meydanın karşısındaki ilk sokağa doğru koştum. Bütün sokakların tabelalarını sökmüşler yerlerine başka dilden isimler yazmışlardı. Sokağa bir kaç adım girince yerde bir eski tabela gözüme ilişti. Üzerinde ‘Suhulet Sokağı’ yazıyordu.Bu, benim çocukluğumda en güzel günlerimi yaşadığım sokağın ismiydi. Ona doğru koştum.Sokağa girince bir büyük iştiyakla tanıdık isim aramaya başladım. Aylardan Ramazanı Şerif, mevsimlerden yaz, vakitlerden iftar vaktiydi. Bir hararettir bastırmıştı.Bütün azalarımla suyu arzuladım. Ezan okunmuş muydu vakit girmiş miydi anlayamadım. Birden madeni bir ses duydum. Birisi “Tanrı Uludur” diye bağırıyordu. Başımı kaldırınca gördüm. Yüksek bir yere çıkmış bağıran bu adamın hali, gökyüzünden ruh çağıran eski çağlardan kalma bir şaman rahibin haline benziyordu.

*Çevre Şehircilik Bakanlığı Müşaviri

sayı//26// eylül 56

Beni bu hafakanlardan kurtaracak, bir kase su verecek, bir tanıdık kapı aradım. Ah işte! Şimdi


girdiğim şu sokak bizim Suhulet Sokak’a ne kadar benziyordu. Sokağın hemen girişindeki ‘Refik Amca ile Refika Teyze’nin yaşadığı ahşap konağın kapısını çaldım. Aklıma gelen ilk tanıdık isim onlar olmuşlardı çünkü. Kısa süren bir sessizlikten sonra içerden madeni bir ses geldi. “Kim o?” diyordu. Bu sesten ve sorgulamasından ürktüm. Bir an ne diyeceğimi şaşırdım.Bana bir hal oldu,kendimi bile hatırlayamadım. “Burası Refik Amca ile Refika Teyze’nin evi değil mi?” diyebildim. İçeriden aynı ses cevap verdi. “Hayır burası Koray ile Nilay’ın evi” dedi. Kestirip attı. Çaresizlik içinde gerisin geriye döndüm. ‘Bir bardak su bulayım iftar edeyim.Sadece ciğerlerimi değil yüreğimi de yakan şu hararetten kurtulayım’ diyorum. Aranırken birden gözüme çocukluk arkadaşlarım ‘Halis ve Muhlis’in evi geldi. Çocukluk günlerimden kalma bir heyecanla onların evine doğru seyirttim.Kapıyı çaldım. İçeriden yine madeni bir ses geldi. “Kimi aramıştınız?” diye soruyordu. Ben “Burası Halis ve Muhlis’in evi değil mi ?” dedim. Adam “Burası Serkan ile Erkan kardeşlerin evi. Öyle birileri burada yok” dedi.Kestirip attı. Kollarım yana düştü. İşte bu kapıdan kaç kere girip çıkmıştım çocukluğumda.Kapı tanıdıktı da isimler değişmişti.Bir hal olmuştu bizim sokağa. “Tanıdığın isimleri ara, tanıdığın ismi bul, tanıdığın isme koş!” sözleri bir esrarengiz şifre gibi zihnimde dolaşıyor bir yandan da çaldığım her kapı yüzüme kapanıyordu. Çaresizlik içinde yeni bir kapı aramak için evin bahçesinden çıktığımda bir de ne göreyim? Siyah elbiseli eski zaman cellatları birer hayalet gibi süzülerek sokaktan giriş yapıyorlardı.Beni yine kan ter bastı.Gerisin geriye sokağın derinliğine doğru kaçtım. Biraz

ilerleyince iyice harap olmuş bir cami gördüm. Bu, çocukluğumda elifbayı öğrendiğimiz camimizdi.Gözüme mahalle camisinin imamı Ebu Bekir Efendi’nin mütevazi evi ilişti.Son bir gayret ile oraya doğru koştum.Kapıyı vurdum. İçerden havf ve reca arasında* ruhani bir ses geldi. “Buyurun!” diyordu “Ebu Bekir Efendi evde mi?” Dedim. Daha cevap gelmeden kapı usulca açıldı. Ebu Bekir Efendi tıpkı çocukluk günlerimdeki gibi ak sakalıyla, nurani çehresiyle şimdi karşımdaydı. Onu böyle tanıdık bir vaziyette karşımda görünce yaşadıklarımın bütün hıncını alırcasına “Sokağa ne olmuş böyle? Hiç tanıdık isim kalmamış” dedim. Ebu Bekir Efendi’de bir tedirgin hal vardı. Omuzlarımın üzerinden sokağa doğru baktı. Sonra mahzun bir sesle tane tane konuşarak beni cevapladı. “Kitapta ve sokakta ne kadar tanıdık isim varsa hepsini değiştirdiler. Tanıdık isim kalmadı.Tanıdık isim bilenleri ya ‘Deliler Irmağı’na’* götürüyorlar ya da ‘mankurtlaştırıyorlar’* dedi. Kafam karışmıştı. Ebu Bekir Efendi’nin ne dediğini anlayabilmiş nede kavrayabilmiştim. O usulca devam etti. “Sokakta tanıdığın son isim ben kalmıştım. Bak şimdi beni de almaya geliyorlar” dedi.Gerisin geriye döndüm. Birden dizlerimin bağı çözüldü, nutkum tutuldu,bayılmamak için kapıya dayandım. Meydandaki bütün kara elbiseli cellatlar şehrin bütün darağaçlarını toplamışlar Ebu Bekir Efendi’nin üzerine doğru geliyorlardı. Ebu Bekir Efendi “Haydi evladım! Sen sana bir zarar gelmeden ortalıktan savuş” dedi. Sağ elini omzuma dokundurdu.Beni o mübarek eliyle bir anda sanki başka zamanlara ‘tayyi mekan’ladı.* Geriye doğru son bir bakışla bakayım dedim. Ebu Bekir Efendi “Tekrar mülaki oluruz bezmi ezelde /Evvel giden ahbaba selam olsun erenler” diyerek Necmeddini Kübra’dan* Ahi Evran’dan* kalma bir halle vakur ve heybetli bir şekilde,tıpkı Moğolları bekler gibi, siyah elbiseli cellatları bekliyordu.

57


smanlı döneminde asırlar devamında Osmnanlıya bağlı olan Kırım toprakları şu anda dünya çapında Ukrayna toprağı olarak kabul ediliyor.

KIRIM TOPRAKLARI, KIRIM TÜRKLERİNİN

ÖZ VATANIDIR

Aradan asırlar geçtiği için, şu an itibariyle Türkiyede yaşayan, aslen Kırım türkü olan nüfusun sayısı tam olarak belli değil. Kimine göre 5 milyon, kimine göre 8 milyon diye biliniyor. Ammar İMRAN

Ancak son 2,5 senedir Rusya Kırımı işgal edince Kırım’da iktidarlık yapan şu anda Rusyadır. Kırım topraklarında oluşan temel halk Kırım Türkleridir. Kırımlılar Kıpçak Türklerindendir. Tarih boyunca, coğrafi konumu dolayısıyla, Kırım dünyanın stratejik bölgelerinden biri olarak görülmüştür. Asırlar boyunca Kırım hanlığı’nın hükmettiği bu toprakları, hanlık yıkıldıktan sonra Rusya işgal etmişti. İşgalin ilki 1783 senesi olup bir çok Kırım türkünün Osmanlı topraklarına göç etme zorunda kalmalarına sebep olur. Halkın bir kısmı hemen günümüzdeki Türkiye topraklarına, diğer bir kısmı önce Romanya ve Bulgaristana ( Dobruca bölgesine) , sonradan ise Türkiye’ye sığınıyor. Aradan asırlar geçtiği için, şu an itibariyle Türkiyede yaşayan, aslen Kırım türkü olan nüfusun sayısı tam olarak belli değil. Kimine göre 5 milyon, kimine göre 8 milyon diye biliniyor. Tabiki bunca zaman içerisinde halkın çoğu Türkiyedeki Türkler ile aile kuruyor, karışıyor ve bir oluyorlar, tek millet olmanın onurunu taşıyorlar. Ancak hâlâ, Türkiye’de günümüze kadar saklanabilen, Kırım Türklerinin toplu halde yaşadığı köyleri bulunmakta. Bu köylerdeki ahali , bir zamanlar ataları tarafından Kırımdan getirilen adet - gelenekleri, yemek kültürünü ve Kırım Türkçesi olan dilini günümüze dek sürdürüp yaşatmakta. 1944 te Stalin Kırımda kalan Kırım Türklerinin hepsini bir gece içerisinde Orta asya ve Sibirya topraklarına sürgün edip, soykırım yaptı. Sürülen nüfusun yarısından çoğu öldü. Bir kısmı yolda, hayvan taşıma vagonlarında, geri kalan kısmı sürgün edildikleri topraklarda açlık ve hastalıklardan can verdi. Bu çilelere rağmen, millet direnip, mücadele etti, sürgünden 46 sene sonra, Sovyetler Birliği yıkıldığında, Kırım Türkleri sürüldükleri yerlerden vatan toprağına geri dönmeye başladı.

sayı//26// eylül 58


O zamana kadar Sovyet hükümeti, Kırım türklerini sıkı yönetim içerisinde tutarak, Kırıma geri dönüp yerleşmelerine müsaade etmiyordu. 1990 senesinden itibaren halk kendi çaba ve imkanları ile vatanına geri dönüp, yeniden yerleşmeye başladı. Bıraktıkları topraklar yoktu zorla çıkarıldıkları evleri başkalarınındı... Olmayan vatanı tekrar Vatan yapmaya çalıştılar, tırnaklarıyla tutundular. Bu toplum ezan okunan yeri vatan bildi, ezan okunmayan yerde ezan okumayı görev bildi. Önce sürgün topraklarındaki zor şartlar, sonra ise yeniden yerleşme çabaları milleti oldukça yıprattı ve maddi-manevi çok şeylerin kaybına neden oldu. Bunların arasında bir milletin hayatta kalıp kendini ifade edebilmesi için şart olan önemli şeylerden din, gelenek, kültür, dil gibi konularda kendi özünden bayağı uzaklaşmış şekile dönüşmüştü. Az sayıda olan bilim adamları bu eksik kalmış olan konuların üzerinde çalışarak son 25 sene içerisinde mevcut olan durumun iyileşmesi için çok çaba gösterdiler. Şu anda bir çok memlekette ve topraklarda yayılmış Kırım Türklerinin ortak bir medeniyeti, kültürü ve dili olduğunu, farklı bölgelerde bulunan bu halkın aynı noktası olan bu konular etrafında devamlı bir çalışma çerçevesinde bilgi alışverişi yapılması gerektiği önemli bir gerekçedir. Türkiye dünyada bulunan tüm Türkî milletlerini bir arada tutabilen, maddi ve manevi destekçisi olan bir devlet olarak, Kırım Türklerini de hiç bir zaman yalnız bırakmadı. Kırım halkının günümüzdeki hali ve elde ettiklerinin çoğu kazancı Türkiye Cumhuriyeti sayesinde oldu. Bu yola devam ederek, aynı ırktan, aynı kandan olan halkların bir bütün olarak birleşmesi için Türkiye’de yaşayan Türk halkınında biraz fazla ilgi göstermesi ve bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Bu biliçlendirme, bu topraklarda yaşayan Kırım kökenli veya başka kökenli vatandaşlarımıza kim olursa olsun yapılmalıdır. Kırım bizim öz vatanımızdır, Kırım 1500 yıldır bir Türk Vatanıdır…

59


Doyumsuz güzelliğinin tadına varabilmek için zamanın durmasının istendiği, tarih ve sanatın engin kültürüyle donanmış yapıların insana huzur nakşettiği, tarihin ve zamanın sultanı addedilen bir semtte, Üsküdar’dayız… Dersaadet’ten Üsküdar’a bir Valide Sultan’ın insanlara armağan külliyesinde, padişah bir evladın anneye hürmetinin en bedihi örneğinde, Yeni Valide Camii’ndeyiz.

(GÜLNÛŞ EMETULLAH) VALİDE SULTAN CAMİİ

(YENİ VALİDE CAMİİ)

Üsküdar’ın en hakim yerinde bulunan Gülnüş Emetullah Valide Sultan Camii (Yeni Camii) bölgedeki beş selatin camiinden biridir. Nermin TAYLAN

Kelime-i tevhidle girerken taç kapıdan… bir huzur işlenir kalbe, ilmek ilmek semadan… gök kubbeden yer kubbeye misak- bu eşsiz yapıdan.. bir haber var elbet tarihten, ecdaddan, asumandan.. Üsküdar’ın en hakim yerinde bulunan Gülnüş Emetullah Valide Sultan Camii (Yeni Camii) bölgedeki beş selatin camiinden biridir. Zarafetiyle Üsküdar’a ayrı bir güzellik katan bu muhteşem eser, Sultan II. Mustafa ve III. Ahmed’in valideleri olan Emetullah Gülnûş Sultan tarafından ve o sıralarda tahtta olan Sultan III. Ahmed’in de katkı sağlamasıyla, 1708-1711 yılları arasında, Lale Devri mimarı olarak bilinen Mimar Kayserili Mehmet Ağa’ya yaptırılmıştır. Caminin yapılış aşamasına tanık olan Fındıklılı Mehmet Ağa Nusretname isimli eserinde caminin temel atma esnasından başlayarak yapılış aşamasını şu cümlelerle anlatır; “Padişahın annesi Gülnûş Valide Sultan, Üsküdar’da iskele yakınında, Zincirlikuyu alanında bir cami yaptırmak kararını almıştı. Bunun için temel açılmış ve inşaat malzemesi de hazırlanmış bulunuyordu. Bu münasebetle Şaban ayının 23. Çarşamba günü (7 Kasım 1708), padişahın emri üzerine vezirler, şeyhler, ulema ve ileri gelenler toplu olarak inşaat sahasına gelmişler, Sultan Bayezid şeyhi Yenibahçeli Ahmet Efendi’nin duasından sonra, Üsküdar Kadısı Mehmet Efendi temele ilk harcı koymuştu. Temel atma töreninden sonra davetliler topluca Ayazma Sarayı’na giderek Valide Sultan’ın hazırlattığı yemekte bulunduktan sonra dağıldılar”. Zikri geçen yazar, caminin açılış merasimini ise mezkûr eserinde ise şu şekilde dile getirir. “Valide Sultan’ın iki buçuk yıldan beri, Üsküdar’da inşa ettirmekte olduğu cami tamamlanmıştı. Bu münasebetle ayın 15. Perşembe günü (15 Muharrem / 4 Mart 1711), padişahla birlikte Valide Sultan Üsküdar’a

sayı//26// eylül 60


geçtiler ve camiye yakın eski Bostancıbaşı Mustafa Ağa’nın evine indiler. Cuma günü vezirler, ulema ve şeyh efendiler, ocak ağaları davet edilerek Ayazma Bahçesi’nde kendilerine bir yemek verildikten sonra camiye gidildi. Kalabalık bir cemaatle Cuma namazı kılındı, bütün ileri gelenler caminin köşkünde huzura çağrıldılar. Önce Şeyhülislâm Seyyid Ali Efendi, ondan sonra Sadrazam Mehmet Paşa, ikinci vezir Fazıl Ali Paşa, üçüncü vezir Nişancı Süleyman Paşa, Kazasker Efendiler, Darü’ssaâde ağası Süleyman Ağa, Valide Sultan Baş Ağası hepsi kürkler giydiler. Valide Sultan kethüdası Kürt Mehmet Efendi’ye de ayrıca hizmetinden ötürü samur bir kürk giydirildi, on kese para armağan edildi. Onun kethüdası olup bu inşaata bina eminliği yapan Abdülvahap Ağa’ya da bir kürkle beş kese akçe ve kapı ortası sandığından 150 akçe emeklilik ulûfesi tanındı ve ayrıca ileri gelen memurlara da bu münasebetle kaftanlar giydirildi. Caminin suları Büyük Çamlıca yöresinde açılmış bulunan harklardan getirilmişti. Ancak, bunların geçtiği yerler kıraç topraklar olduğundan su geçtiği yol boyunca azalmakta ve caminin ihtiyacını karşılayamamaktaydı. Bunun üzerine Padişah müsaadesiyle Gafûrî Tekkesi’nin suyu, ana boruya aktarıldı ve böylece hem cami, hem de Üsküdar semtini bol suya kavuşturacak yerinde bir tedbir alınmış oldu. Caminin inşa masrafları hesap edilerek bu eser için 1200 kese sarf edilmiş olduğu anlaşıldı. Ertesi gün Valide Sultan, Harem-i Hümâyunla camiyi ziyarete geldi, burada nafile namazı kılıp uzunca bir duada bulunduktan sonra, İstanbul’a döndü”. Günümüzde dört caddenin çevrelediği yapı,

diğer camilerden kendini ayıran bir özelliği olan yüksek duvarlarıyla caddeden ayrılmaktadır. Dış avludan merdivenler ile fevkani avluya çıkılmaktadır. Caminin birbirinden güzel çinileri sadece mihrabın iki yanından başlayıp üst tarafındaki alınlığın etrafını sararak noktalanır. Kare formda olan camiyi merkezi bir kubbe örtmektedir. Yüksek tutulan kubbe kasnağına küçük pencereler konularak, muadillerine nazaran daha aydınlık bir hale getirilmiştir. Basık şeklinde olan kubbeyi taşıyan sekiz kemerden dördü düz, dördü de yarım kubbedir. Ana mekânda ortaya çıkan sekiz paye üzerine bu kemerler oturur. İkişer şerefeli iki minaresi olan bu mümtaz eserde her vakit okunan ezanlar semtin sakinlerini ve gelip geçen misafirleri asumana yükselen sesle mest etmektedir.

Caminin birbirinden güzel çinileri sadece mihrabın iki yanından başlayıp üst tarafındaki alınlığın etrafını sararak noktalanır.

Caminin birbirinden güzel çinileri sadece mihrabın iki yanından başlayıp üst tarafındaki alınlığın etrafını sararak noktalanır. Yapıda karo ve bordür olarak iki tür çini kullanıldığı görülmektedir. Tekfur Sarayı imali olan bu değerli çiniler, sır altı tekniğinde yapılmıştır. Mihrabın üst kısmında ise 40 adet ulama çini yer almaktadır. Mihrabın sol tarafında 13. ve 14. çiniler bozuk haldedir. Zeminden sonra 5 adet ulama çini sonradan monte edilmiştir. Çinilerin sonradan boyanmış olmaları bu çinilerin çalındıktan sonra yerlerine konmuş ve anlaşılmasın diye de boyanmış oldukları fikri uyandırmaktadır. Yüzyıllarca camii içerisinde bulunan Kâbe örtüsü ise yerinden çıkartılarak çalınmıştır. Ayrıca üzeri lacivert ve cam göbeği renginde olan hatâyî çiçek 61


Caminin birbirinden güzel çinileri sadece mihrabın iki yanından başlayıp üst tarafındaki alınlığın etrafını sararak noktalanır.

desenli, 25 x 25 boyutlarında olan birkaç İznik çinisi de 1998 yılında çalınmıştır. Caminin tamamlanmasının ardından, inşaat sırasında yardımlarını esirgemeyen Sultan III. Ahmed, sülüs hattı ile iki adet levha yazıp camiye hediye etmiştir. Validesine olan hürmetini anlatırcasına ve gelecek nesillere padişah dahi olsa ‘anneye hürmet her şeyin üstündedir’ şeklinde nasihat edercesine levhaların birinde “El-Cennetü tahte ekdâmil ümmehat” (Cennet annelerin ayakları altındadır), diğer levhada ise bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğini vurgularcasına “Ra’sü’lhikmeti mehafetullah” (Hikmetin başı Allah korkusudur) yazmıştır. Birbirinden değerli bu iki levha günümüzde camii cemaatine hâlâ nasihate devam etmektedir. Eserin avlu kısmına, caddelerden açılan beş kapıdan girmek mümkündür. Hakimiyet-i Milliye Caddesi’ne açılan kapı, çarşı tarafında bulunduğundan ‘Çarşı Kapısı’, eski Bit Pazarı kapısının karşısında bulunan ikinci kapı, ‘Bit Pazarı Kapısı’ veya ‘Sebil yahut Hünkâr Kapısı’ isimleriyle, üçüncü kapı, Arasta Çarşısı’na açıldığından ‘Arasta veya Bedesten Kapısı’, Balaban Caddesi tarafındaki dördüncü kapı, ‘Balaban Kapısı, Cümle Kapısı, İmaret Kapısı veya Mektep Kapısı’ adlarıyla bilinirmiş vakti zamanında. Beşinci ve son kapı ise, ‘Uncular Kapısı, Değirmen Kapısı, Mescit Kapısı, İmam Kapısı’ isimleriyle meşhurmuş. Bu yöndeki kapıların isimlerini, burada bulunan ve yakın zamana kadar duran bir değirmenin taşlarından, Geredeli Mescidi’nden ve İmam Nasır’ın yaptırmış olduğu bir çeşmeden aldığı bilinmektedir. Camiinin Balaban Caddesi’ne açılan sebil kapısının karşısında, üç ahşap ve bir mermer sütunun taşıdığı, ahşap hünkâr mahfili yer almaktadır. Zamanla harab olmuş bu yer, 1976 tarihinde tamir edilmiş ve son yapılan restorasyonla birlikte büyük ölçüde eski haline kavuşturulmuştur. Ahşap bir merdivenle üst kata çıkılan Hünkâr mahfilinde oda ve bir tuvalet bulunmaktadır. Bu bölümden cami sahnının sol tarafında bulunan kafesli hünkâr mahfiline geçilir. Hünkâr mahfilinin pencereleri vitraylıdır. Burada ayrıca bir mihrap bulunmaktadır. Çarşı kapısından caminin dış avlusuna girdiğimizde karşımıza kesme taştan imal kirpi saçaklı, tonoz çatılı büyük bir su deposu çıkar. Burada Valide Bağı’ndan gelen su depolanmaktadır. Yine mektep altındaki kemerin solunda 34

sayı//26// eylül 62

musluklu abdest yeri vardır. Dokuz ahşap sütunun taşıdığı üzeri kiremit örtülü ahşap bir gölgeliği bulunmaktadır. Arasta çarşısına açılan kapının sol cenahında ise Mimar Mehmed Ağa’nın yaptırmış olduğu büyük mermer bir tekne yer alır. Camiye Arasta çarşısı ile beraber akar sağlaması için yaptırılan dokuz adet dükkân döneminde, caminin arka tarafında bulunmaktaydı. Balaban kapısı karşısında bulunan çeşme ise 1194 (1780) tarihinde Sineperver Valide Sultan tarafından yaptırılmıştır. Türbe ile çarşı kapısı arasındaki bölümde caminin haziresi yer almaktadır. Bunun sağ tarafında ise üç yüzlü ve üç pencereli muvakkithane binası vardır. Ahşap çatısı kiremit örtülü, giriş kapısı mermer sövelidir. Namaz vakitleri burada tayin edildiğinden Üsküdar’ın birçok camileri namaz vakitlerini buradan öğrenirdi. Bu muazzam külliye ilk yapıldığı vakitlerde cami, hünkâr mahfili, çeşme, sebil, türbe, muvakkithane, mektep, imaret, şadırvan, havuz, su deposu, çarşı, bedesten ve meşruta evlerinden oluşmaktaydı. Ancak diğer bazı Osmanlı külliyeleri gibi bu külliyenin de ilk yapıldığı zamanki bazı parçaları kendisinden koparılmıştır. Külliyenin camii oldukça büyük bir avlunun ortasında yer almaktadır. Düz bir sahada ve sel yataklarının ortasında yaptırıldığı için su basmaz merdivenlerle çıkılmaktadır mabede. İç avlu veya şadırvan avlusunun iki yanlarında ve bir de cümle kapısı tarafında olmak üzere üç kapısı vardır. Avlunun zemini mermer kaplıdır. Üç tarafında 14 mermer sütunun taşıdığı 17 kubbeli revak ile çevrilmiştir. Her cephesinde alt ve üst kısım olmak suretiyle altışar penceresi ile toplam 36 pencere vardır. Bu pencereler dönem eserlerinde görüldüğü üzere demir parmaklıklı ve içten tahta kapaklıdır. Avlunun tam orta kısmında olan şadırvan sekiz köşelidir. Tamamıyla mermerden yapılan bu şadırvan devrin en güzel örneklerindendir. 1710 yılında yapıya eklenen Cedid Valide Sıbyan Mektebi; caminin kuzeyinde, Balaban Ağa caddesine açılan kemerli kapının üstünde olup, girişi avludandır. Kurşun kaplı ve biri daha basık olan iki tonozla örtülü olan mektep, devrin en huzur verici manzarasına sahip sıbyan mektebidir. Cephelerinden beşer pencere ile aydınlatılan mektebe dik bir taş merdivenden çıkılmaktadır. Yapının zemin katında, giriş kemerinin yan taraflarında iki


oda bulunmaktadır. Tuğla ve kesme taştan yapılan eserin saçaklarında kirpi saçak modeli kullanılmıştır. Caminin duvarlarına dört kuş evi yapılmıştır. Özellikle musalla taşı tarafına bakan, üç kubbeli ve iki minareli zarif ve güzel kuş evi Türk taş işçiliğinin bir şaheseri olarak nitelendirilebilir. Diğer üçü ise, şadırvan avlusunun, Balaban veya Mektep kapısına bakan duvarında yer almaktadır. Sağ tarafta ve üst kısımdaki oldukça basit olup onun altındaki sadece iki gözden ibarettir. Sol taraftaki ise birincisinin bir benzeridir. Bu iki eserin bir benzeri dahi İstanbul’da mevcut değildir. CAMİNİN BÂNİYESİ GÜLNÛŞ VALİDE SULTAN (1642-1715)

Sultan IV. Mehmed’in Başhasekisi olan Gülnûş Valide Sultan, Sultan II. Mustafa ile Sultan III. Ahmed’in de validesidir. Sultan Mustafa’yı 5 Haziran 1664’de Edirne Sarayı’nda, Sultan Ahmet’i ise 30/31 Aralık 1673 gecesi Topkapı Sarayı’nda dünyaya getirmiştir. Eşi IV. Mehmed ile aralarındaki derin muhabbet sebebiyle pek ayrı kalmayan Sultan, onun sık sık gittiği ve uzun süre kaldığı şehirlere birlikte gitmiş, Edirne’den Dimetoka’ya, Filibe, Karinâbâd, Yanbolu, Bulgaristan, Makedonya ve Selanik gibi şehirlerde de uzun süreler kalmıştır. Haseki ve Valide sultanların en mutlusu olarak nitelendirilen Gülnûş Valide Sultan, IV. Mehmed’in bir taht darbesi ile tahttan indirilmesinin ardından oldukça zor günler yaşasa da oğlu II. Mustafa’nın 6 Şubat 1695 tarihinde tahta çıkması üzerine Valide Sultan olmuş ve eski mutlu günlerine kavuşmuştur. Hayatının en mesut günlerini III. Ahmet’in saltanatının ilk devirlerinde yaşayan ve Osmanlı Tarihi’nde pek az kadına nasip olan yirmi yıl süren Valide sultanlığı, 7 Zilkaâde 1127 Pazartesi günü (4 Kasım 1715) oğlu ile beraber gittiği ve çok sevdiği Edirne’de vefatıyla son bulmuştur. Salı günü İstanbul’a ulaşan cenaze Çarşamba günü İstanbul Kaymakamı tarafından Davut Paşa Sarayı’nda karşılanmış, Perşembe günü saraydan alınarak Yalı Köşkü’ne, oradan da Padişahın emri üzerine saltanat kayığıyla Üsküdar’a getirilip, türbesine defnedilmiştir. Rivayetlere göre oldukça dindar ve taatkâr olan Valide Sultan, İslam dininin derinliklerine vakıf olmuş ve tüm hayatını bu şekilde geçirmiştir. Öyle ki diğer Osmanlı sultanları gibi kendisine üstü kapalı bir türbe yapılmasını istememiş, külliyesinin hemen yanı başında, çocuk mektebinden gelecek Kur’an seslerinin duyulabileceği bir yerde ve Allah’ın rahmeti

yağmurdan mahrum kalmayacak şekilde üstü açık bir mezarda gömülmeyi vasiyet etmiştir. Yetiştirdiği iki evladı ile Osmanlı Devleti’ne hizmet etmenin yanı sıra yaptırdığı hayır eserleri ile hâlâ ismini yaşatmaya devam eden bu mübarek kadın, şimdilerde Üsküdar’ın en kalabalık yerinde yatmakta ve her gün binlerce insanın geçtiği yanı başından insanlara her nefsin bir gün öleceğini hatırlatmaktadır. Siz de bir gün mutlaka bu eşsiz esere düşürün yolunuzu. Belki bir simit, belki de bir çay ikram ederek kendinize, bir vapur sefasıyla ulaşın Üsküdar’a. Boğazın derin sularını arşınlarken vapur, siz de tarihin derinliklerine bir yolculuk yapın dünya meşgalelerini karşı kıtaya bırakarak. Anadolu’nun havasını soluyarak inin vapurdan ve bir hanım sultanın huzuruna gider gibi adımlayın sahil yolunu. Marmaray, otobüs vs tüm duraklardan süzülürken Doğancılara doğru bir anne edasıyla sizi içeri çağıran kapıdan vakarla girin içeri ve kapatın kendinizi dış dünyaya. Kapı kitabesindeki Kelime-i Şehadet’i okuyarak tazeleyin imanınızı ve ılgın ılgın esen Boğaziçi rüzgârıyla dinlendirin ruhunuzu.

Caminin tamamlanmasının ardından, inşaat sırasında yardımlarını esirgemeyen Sultan III. Ahmed, sülüs hattı ile iki adet levha yazıp camiye hediye etmiştir.

Birbirinden narin kalem işlemelerini, devrin en değerli İznik çini örneklerini, vitraylardaki muhteşemliği, mukarnaslardaki inceliği, kubbedeki şaheserliği, kırmızı halılar eşliğinde size ansızın Osmanlı’yı hatırlatan harim kısmındaki turkuaz çinileri seyredin uzun uzun ve cami içerisindeki ihtişamla mütevazılık arasındaki farkı keşfedin. Padişah nasihati levhaların altında bir namaz kılın ruhunuza ve dinleyin asırların emaneti bir abidenin ANNE nasihatini.. FOĞRAFLAR

http://zekeriyaipek.blogspot.com.tr/2015/11/istanbul-camileri-uskudar-yeni-valide.html

63


KADÎM KÜLTÜRLERİN ŞEHRİ,

MARDİN Mezopotamya’dan tutun da Doğu Roma’ya kadar bütün bu kültürlerin bir nevi harmanlandığı bir şehirdir Mardin… Salih DOĞAN

Mardin Genel Görünüm

urası benim çocukluk gökyüzüm nereye gitsem başımın üstünde” Murathan Mungan. Şehirlerin ruhu vardır ve herkese farklı kapılar aralar gizemli daracık sokaklarda çoğu kişilerin fark edemediği sırlar fısıldar sessizce kulaklarınıza… Bu sırlar giderek sizi şehrin mimarisinden başlayıp çarşılarına kadar, oradan arka sokaklarındaki yaşamlara varıncaya dek bir bakıma sizi yorumlamaya başlar ve kendinizi kadim bir şehrin derinliklerine buluverirsiniz. Gezi tutkumun depreştiği bir günde, sevgili dostum Mahmut’u arayıp uzun zamandır tekrar edip durduğun Mardin daveti hala geçerli mi diye soruyorum, ‘hiç durma hemen gel’ sözünü duyar duymaz ertesi gün soluğu Mardin’de alıveriyorum. Yine şehirde eski dostlarımızdan biri olan Murat bey haber almış beni sabah Mardin havalimanından alıp yeni şehir denilen eski Mardin’in eteklerinde kurulmuş yarı modern yerleşim merkezinde bir araya gelip eski günlerin yâd edildiği nostaljik bir kahvaltı ediyoruz. Uzun zamandır planladığım kadim şehir Mardin’i keşfetmek üzere sıcak havaya aldırış etmeden nabzımı tutmuş bir an önce şehrin olanca bereketine vakıf olmak anlamında; nereden başlıyoruz diye soruyorum. Tabi dostlarımın kendine dair meşguliyetleri olduğundan onları kendi işleriyle baş başa bırakıp biran önce şehrin atar damarlarına girmek niyetindeyim... Mahmut daha önce benim İstanbul’dan tanıdığım öğrenci arkadaşımız Hüseyin’ ve onun yakın arkadaşı Furkan’ı gezi esnasında bana eşlik etsinler diye ayarlamış, birazdan gençlerle buluşup kendisinin de sadece Kasımiye Medresesi gezisinde bize eşlik edeceği bilgisiyle yola çıkıp delikanlıları alıyoruz. Hüseyin esmer tenli Marmara Uluslararası İlişkiler okuyan Mardinli bir delikanlı ; Furkan onun aksine beyaz tenli işletme okuyan bir arkadaş her ikisi de gözlük kullanıyor. KASIMİYE MEDRESESİ

Birinci günde ilk durağımız Kasımiye, Artuklular döneminde başlayıp Akkoyunlu Sultanı Kasım İbni Cihangir döneminde tamamlanmış olup 15. yy ait bir medresedir. Tuğlu tonozlu revaklar ve derin tonozlarla tromp iki kubbeli cami olmasının yanında revaklı büyük bir avluda oluşturulan orta havuzu besleyen eyvanın selsebili insan havsalasını zorlayan bir estetiğin mimariyle

sayı//26// eylül 64


bütünleşmiştir. 700 yıllık muhteşem mimarisiyle iki katlı medrese; astronomi ve tıp gibi bilimlerin yanında dini ilimlerin de tahsil edildiği bu işlev görmüştür. Medrese öyle tasarlanmış ki gün doğumundan gün batımına değin külliyenin bütün hücreleri aydınlık ve güneş alacak bir şekilde inşa edilmiş bir külliye hala dimdik ayakta zamanın acımasızlığına karşı meydan okuyor... Böylece Mardin şehir kimliğinin önemli sembol eserlerinden ilkini gezip oradan eski Mardin’in tek caddesi olan bir nevi mecburiyet caddesine çıkıyoruz. Hüseyin ve Furkan’ın rehberliğinde şehrin bize kollarını açtığı bu düzlemde ilk olarak müzeci kimliği reflexi ile Mardin Müzesine gidelim diyorum gençler ‘hocam oraya henüz var; caddenin iki tarafında alt yahut üst sokaklara dalıp önemli mekanları gezdikten sonra müzeye gidebileceğimizi’ söylüyorlar. Ben de onlara hayır demiyorum… Birçok farklı kültürü birlikte barındıran şehir bütün bereketiyle bana her şeyini vermeye hazır gibi… Lakin ben ne kadarını alabileceğim bunu göreceğiz… Hüseyin ‘Mezopotamya’dan tutun da Doğu Roma’ya kadar bütün bu kültürlerin bir nevi harmanlandığı bir şehirdir Mardin… Bunu antik şehir kalıntılarından, şehir mimarisinden ve çok kültürlü yaşama biçiminden anlayabilirsiniz’ diyor. Furkan daha sesiz ve içe dönük bir genç, çok sık fikirlerini ifade ediyor olmamakla birlikte bir şeyler sorduğumda gayet tatminkâr bilgiler verdiğini fark ediyorum… Furkan’ın önerisi ile caddenin hemen sağ alt kısmında merdivenlerle inilen Şeyh Çabuk Camiini göreceğiz ŞEYH ÇABUK CAMİİ;

15.yy Akkoyunlu dönemi eseri olan bu cami İslam Peygamberi Hz. Muhammed (sav)’in ulaklarından birisi olan Abdullah Bin Enes El Cüheyni Hazretlerinin kabrinin de bulunduğu bu cami tipik Mardin camilerinden biri olup enine iki beşik tonozla örtülü neften meydana gelmektedir. Mescidin güney kısmında bulunan çapraz tonozlarla örtülü kısım türbe ya da zikir mekanı olarak tasarlanmış görünüyor. Biraz uzakta toz bulutları arasından seçmeye çalıştığımız Suriye yönüne doğru manzarayı seyredip daracık sokaklar arasında keşfe devam ediyoruz… Taşın mimarideki görkemi bize adım adım eşlik ediyor. ‘Taş’a dokunup onun ruhunu hissedemezseniz şehir size kesinlikle sırlarını fısıldamaz. Bunu bilin’ diye beni uyarmayı ihmal etmiyor Hüseyin...

Kasımiye Medresesi Dışarıdan ve içeriden görünüm

65


PROTESTAN KİLİSESİ:

Latifiye mahallesinde Mardin Protestan kilisesine giriyoruz. Papaz efendinin söylediğine göre binanın tarihinin, 3000 yıl civarındaymış. Ortadoğu’nun en eski Protestan kilisesi olarak kabul edilen bu kilisenin mimarisi taş işçiliği ile taçlandırılmış. Girişteki avlusu dikkatimizi çekecek kadar güzel. Papaz efendi gelen ziyaretçilerle yakından alakadar oluyor: ‘Sorusu olan var mı? Din değiştirmek isteyen var mı?’ gibi sorularla doğrudan yardımcı olmaya çalışıyor herkese… Yakın ilgisi münasebetiyle kendisine teşekkür edip ayrılıyoruz. LATİFİYE CAMİİ:

Mardin Müzesi

sayı//26// eylül 66

Artuklu Sultanlarından Abdüllatif tarafından 1371 yılında 2. Sultanlık döneminde yaptırmıştır. Camii’nin şu anki minaresi ise 1845 yılında Musul Valisi olan Gürcü Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır. Doğu tarafında bulunan görkemli Taç kapıdan avluya giriyoruz Güney kısımdaki kapılar ise zamanla revize edilmiş, ufaltılmış veya kapatılmıştır. Camide bulunan minber ve mahfil görkemli Selçuklu döneminde yapılan ahşap işçiliğinin en nadide örneklerindendir. Kare bir mekanı kaplamakta olan yapı; kuzeyi revaklı bir avlunun, güneyinde yer alan orta bölümü kubbe ile örtülü mihrap duvarına paralel iki nefli bir alandan oluşmaktadır. Doğuda ana mekan ile avlunun birleştiği yerde anıtsal bir portalı ve simetriği de bulunan basit kemerli bir kapı yapının iki girişini sağlamakta. Kuzey doğusunda ise geleneksel Mardin camilerinde olduğu gibi bir tek minaresi mevcut bu muhteşem eseri gezmek, onun içindeki huzura ve ruhun yüksekliğine tanık olmak gerçekten çok zevk verici… Lakin avludaki Muhteşem Ayvam çeşmesi hem farklı ve görkemli mimarisi hem de o sıcak ortama katmış olduğu kadim serinlik mutlaka hissedilmeli. ‘Gündüzü mezarlık gecesi gerdanlık’ denen doğunun incisi, zamanın durduğu şehir diye söyleniyor, lakin benim de fark ettiğim sanki yavaş yavaş akıyor gibi zaman gerçekten bu şehirde... Bölgenin genel şartları gereği terör tehdidi başta olmak üzere şehir büyük bir sükûnete teslim olmuş belki de biraz sıcağın da etkisiyle zamanın bu şehirde çivilenmiş olduğu kanaatine sevk eden şey bu belki de. Gençlere dönüp; en azından yeni şehir denilen yerdeki çarpık kentleşmenin uydu antenlerinin şehir siluetine vermiş olduğu görsel kirliliği saymazsak eski Mardin’in korunuyor olması teselli edici diyorum… Şehrin kimliğinin korunması bakımından


1985’ten beri gittikçe artan bir ivmeyle gerçekleştirilen restorasyonlarla büyük tarihi konakların turizme kazandırılmış olması gibi şehrin kültürel mirasının korunmasına yönelik çalışmaların yapılmış olması ülkemiz adına umudumuzu artırıyor… KAYSERİYE BEDESTENİ:

Dar sokaklar arasında hızla iniş çıkışlar ve sayısız merdivenleri adımlayarak dolaştığımız bu şehirde şehir kimliğinde yeri olan lakin tamamı mevcut olmayan yani bir kısmının yıkıldığı, bir kısım dükkanların halen hayatiyetini sürdürdüğü bu çarşının kesin olmamakla birlikte 1487-1502 yılları arasında yapıldığı rivayet edilmektedir. Bu çarşıda bir masal dünyasından kopup gelen rengarenk sabunlar başta olmak üzere aklınıza gelen her şeyi alabilirsiniz. Tesbihçileri geziyoruz arasta pazarda. Antika eşyalar satan dükkanlarda gümüş işleri, hediyelik eşyalar, yöresel kıyafetler,Mardin’e özgü özellikle Süryani kültürüne dair başta Şahmaran olmak üzere önemli semboller ve birçok eski Mardin hatırası eşyaların sergilendiği ve satışının yapıldığı arastayı geziyoruz. Sonra baharatçıları gezip merdivenlerden aşağı güzel sabun kokularını takip ediyoruz. Sabun satan çocuklarla sohbet ediyoruz ‘Abi hemen foturafı facebooka koy, olur mu’ diye de beni tembihlemeyi unutmuyor ismi Ali olan sabuncu çocuk. Sırada benim için çok önemli olan Mardin Müzesi var caddenin üst kısmında yer alan müzeye geçiyoruz.

Mardin Sokakları

MARDİN MÜZESİ:

Tarihi şehrin meydanında yer alan müze 1895 yılında Antakya Patriği İgnatios Behnam Banni tarafından ‘Süryani Katolik Patrikhanesi’ olarak yaptırılmış bir yapıdır. Doğu kısmında Meryem ana kilisesi mevcuttur. Kapalı olduğu için çok istememize rağmen gezemiyoruz. Müze binasını, Bakanlık, Süryani Katolik vakfından satın almış ve 2000’de müze olarak hizmete açmış. Müze binası geleneksel Mardin mimarisi ile evlerde uygulanan U planlı ve üç katlı karakteristik Mardin mimarisi olarak inşa edilmiş… Asurlulardan, Bizans’a, Artuklulardan Osmanlı dönemine uzanan periyotta yer alan ve Mezopotamya uygarlıklarına dair seramik eşyalar ve taşlar sergilenmektedir… Girişte bir arkeoparka da sahip olan müze; eğitim salonları, sanat galerisi, bir ihtisas kütüphanesi ve bir de restorasyon ve konservasyon labratuarına sahip bu şehrin olmazsa olmaz görülmesi gereken mekanlarından…

Mardin Telkâri küpe

67


Mardin Telkâri Tabak

SUPHİ USTANIN TELKÂRİ ATÖLYESİ:

Müze ziyaretinden sonra Hüseyin’in önerisiyle Telkâri zanaatının son iki Süryani ustasından biri olan Suphi Hindi Yerli beyin atölyesini ziyaret ediyoruz. Hakikaten samimi sıcak ve güler yüzlü bir insan... Bizi olanca misafirperverliği ile karşılıyor. Çay ikram edip koyu bir sohbete dalıyoruz Telkâri sanatının geleceğinden endişesinden tutun da turizmin yok oluşuna kadar, başka ülkelerden aldığı cazip teklifleri reddedişini ve her şeye rağmen kendi memleketinde sade bir yaşamı tercih edip bu sanatın yok olmasına direnen bir ustamız. Mahir ellerinden çıkmış bir telkâri ürünü satın alıp hoşsohbeti için teşekkür ederek ayrılıyoruz... SULTAN SOFRASI:

Vakit öğleyi çoktan geçti gençlerden ses yok lakin Geleneksel Mardin Mutfağının tadına bakma vakti geldi diye düşünüyorum. Bu geleneksel mutfak yemeklerini yiyebileceğimiz söylenen sultan sofrasına geçiyoruz. Mardin manzaralı cam kenarına oturuyoruz. Gençler döner söylüyor ben ise bir Mardin tabağı istiyorum: İçinde tava kebap, Mardin pilavı ve etli ekmek bulunan bu nefis tabak, yöresel yemeklerin hepsinden tattığımız bir deneyim oldu. Aç olmama rağmen tabağı tüketmekte zorlandığımı söylemem gerek… KIZ MESLEK LİSESİ:

Cumhuriyet caddesinde yer alan tarihi sayı//26// eylül 68

Kuyumcular Çarşısı’nın ortasından geçerek sol tarafta bulunan kız meslek lisesi olarak kullanıldığını gençlerden öğrendiğim bu taş yapıyı görmek istiyorum. Taş kapısı hakikaten kullanılan Türk motifleri ve taş işçiliğinin zirvesi bu yapı, terasından Cami-i Kebir’i ve Mardin Panoramasını görmek mümkün. Mutlaka görülmeli diye düşünüyorum… CUMBALI EV:

Farklı mimarisiyle Mardin’de iki tane olduğu bilinen Cumbalı Mardin evinin en önemlisi olan 19 yy.da Ermeni Mimarbaşı Lole Serkiz Gizo tarafından eşrafın ileri gelenlerinden İsmail Efendi için Konak olarak yapılmış olan bu ev üçgen alınlıklı pencere ile Rönesans üslubunu yansıttığı gibi kemerli pencereleri bordür bezemelidir. 3 katlı ve ahşap çatılı olarak inşa edilmiştir. Üst katta ise şu an restoran cafe olarak kullanılan eyvana açılan cumbalı oda ile baş oda olmak üzere iki odadan oluşup arka tarafta kubbeli aydınlık bir hamam inşa edilmiştir. Ayrıca tavan mimarisi ahşaptan olup farklı bir estetiği mevcuttur. Harika bir mekan… Görülmeye değer... MARDİN ULU CAMİİ:

Anadolu’nun bilinen en eski camilerinden birisidir. 6 payanda üzerine oturtulmuş olan kubbesi ile bütün mekana hakimiyetini hissettiriyor. Cami üzerinde, ilki XI. yy.’a ait olup Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı üsluplarında on altı kitabe bulunmaktadır.


Başlangıçta iki minaresi bulunan caminin, günümüze ancak doğu minaresi ulaşabilmiştir. Bu minaresi, Artuklu Hükümdarı Kudbeddin İlgazi zamanında inşa edilmiştir (1176). Doğunun en güzel ibadet mekanlarından biri olan Mardin Ulu Cami, medeniyetimizin mimarisinin en önemli göstergelerinden biri olarak tarihi ihtişamını sürdürmektedir... Mardin Kalesi: Şehir siluetinin yegâne omurgasını oluşturan dağın zirvesinde bulunan Mardin Kalesi, 10. yüzyılda Hamdaniler tarafından inşa edilmiştir. 1 km. uzunluğunda, 30-150 m. genişliğinde, doğal kayalar üzerine inşa edilmiş olan kaleyi çok merak ettiğim bir mekan olmasına rağmen ziyarete kapalı olduğunu Furkan’dan öğrenmek birazcık içimi burkuyor. Cadde boyunca Mardin’e dair dikkatimi çeken fırında kızartılmış peksimet ekmeği, güzel kokulu bıttım sabunu ve daha birçok çeşit sabunun yanında ayrıca daracık sokaklarda taşımacılık için kullanılan eşeklerin de farklı bir figür olarak şehre kattığı renk dikkatinizi çekebilir. Kuyumculuk altın ve özellikle Mardin’i dünya markası haline getirmiş gümüş telkâri ziynet ve süs eşyaları işçiliği özellikle el yapımı gümüş bilezikler yoğun olarak tercih ediliyormuş. Fakat bugünlerde ne yerli ne yabancı turist hiç kimse yok… Konuştuğumuz birçok esnaf kapatmak zorunda kalacaklarını söyleyince üzülüyoruz lakin yapacak başka bir şey de yok gibi. Bu arada genç rehber dostlarım, bir kitap kafeden bahsediyorlar, ‘orayı da mutlak görün, farklı bir

tarzı ve otantik bir mekân’ diye ısrar ediyorlar. Yolumuzun üzerinde imiş. Fırsat olursa uğrayıp göreceğiz.

Mardin’in Meşhur Güvercinleri

MARDİNİN MEŞHUR GÜVERCİNLERİ: Mardin şehir kültürünün önemli sembollerinden biri de şüphesiz güvercinlerdir. İddia o ki ben de gençlerin yalancısıyım; dünyada 100 km hızla 15 saat boyunca uçabilen ve takla atabilen tek güvercin cinsi Mardin de bulunuyormuş. Diğer taraftan bu güvercinler, Mardin taş mimarisi ile hakikaten özdeşleşmiş bir figür haline gelmişlerdir. Eskiden beri de evlerde güvercin besleniyormuş. ‘Tabi şimdi eskisi kadar olmamakla birlikte’ diye ekliyor Hüseyin… Ertesi gün ziyaret planımızda Kırklar Kilisesi, Zinciriye Medresesi, Sabancı Müzesi ve son olarak Deyruzzaferan Kilisesi var… KIRKLAR KİLİSESİ

Kırklar Kilisesine gidiyoruz müzenin yanından devam edip taş sokaklar arasından ulaşıyoruz kiliseye. Lakin kapı duvar! Mecburen dönüyoruz çünkü kapalı… Son zamanlarda pek açık olduğu da görülmezmiş zaten, sorduklarımızın bize söyledikleri bunlar maalesef. Bu burukluğun ardından bir çayı hak ettiğimize karar veriyoruz. Güne geç başladık bugün. Dünden onca yürüyüş ve in-çık’lar beni yorgun düşürmüştü. Sabancı Müzesini gezmezden önce Atilla Çay bahçesinde Mardin panoramasına karşı kaçak çay içmek ve biraz 69


Mardin’in Ulu Camii Sabancı Müzesi

Deyrul Zeferan Kilisesi

müzik dinleyip dinlenmek istiyoruz… Çay iyi geliyor. Biraz internet ve Hüseyin’le biraz sohbet. Çünkü Furkan’ın başka bir randevusu olduğu için bize eşlik edemedi bugün. Onun yerine bugün Mahmut eşlik edecek bana… ZİNCİRİYE MEDRESESİ:

Caddeden yukarı nefes nefese 88 basamakla çıktığım dimdik taş merdivenlerin sonunda başımı yukarı kaldırdığımda muhteşem bir mukarnaslı kapı, dilimli kubbeleri ile iki avlu ve iki kattan oluşan bu muhteşem medrese, 1385 yılında yaptırılmıştır. Melik Necmeddin İsa Bin Muzaffer Davut Bin El Melik Salih tarafından inşa ettirilmiştir. Medresede Sultan İsa Türbesi ve birçok eski kitabe mevcut. Medrese aynı zamanda rasathane olarak kullanılması dolayısıyla yüksekte kurulmuş. İçindeki mescid kısmının mihrabı ve taş kapı tek kelime ile sayı//26// eylül 70

muhteşem. Mihrapta kullanılan parıldayan kuvars taşlar, insanı hayretler içerisinde bırakıyor. Işığı yansıtan şeffaf taşlar hem şık bir estetik sunuyor hem de serinlik veriyor… Aynı zamanda Sultan İsa’nın türbesi medrese içerisinde girişte sol tarafta bulunuyor. Zinciriye ismi ise şuradan geliyormuş: Mardin’deki Ulu Caminin iki minaresi arasına gerilmiş olan bu minarelerden biri Timur tarafından tahrip edilince bu zincir rivayete göre bu medresenin iki kubbesi arasına gerilmiş. Bundan sonra Medrese Zinciriye ismiyle anılır olmuş… Medreselerde bir çeşme ve bir havuz bulunur bu yapılarda sembolik ve felsefi bir çağrışım mevcuttur: İnsan doğar (çeşme). Bu çeşmeden akan su önce küçük bir havuza ve oradan da ortadaki büyük havuza akar (gençlik dönemi ). Sonra olgunluk ve yaşlılık dönemini ifade eden büyük havuza dökülür. Oradan da toprağa karışması ölümü temsil eder. SABANCI MÜZESİ

Sabancı müzesi; şehrin oluşum süreçlerini ve kültürel yaşamını esas almış koleksiyon ve objelerden oluşmakta,ayrıca Dilek Sabancı Sanat Galerisinde “Batının Gözüyle Doğu Fotoğrafları ve Mardin’de bir Oryantalist;Marius Bauer” kalıcı sergileri görmeye değer.. Deyruzzaferan Manastırı: Mardin’in 4 km doğusunda dağ yamacında zeytinler arasında yer alan ve Hz. İsa’dan sonra 5. yy.da inşa edilen bu manastır muhteşem mimarisinin yanında Süryani kilisesinin en önemli merkezlerinden biri olmuştur.1932’ye kadar Süryani Ortodoks patriklerinin ikamet yeriymiş… Manastır’ın girişinde bizi başrahip Gabriel karşılıyor. Ve


kısım kısım anlatmaya başlıyor: Bodrum katı 5. yy’da inşa edilmiştir.Güneş Tapınağı olarak kullanılmıştır. Tavanı oluşturan her bir taşın 4 ton ağırlığında; taşların dizilimlerinin ortadan V şeklinde olduğunu ve çatının tam ortasında bir kilit taşla kilitlendiğini anlatıyor. Başrahip, Manastırın bugünkü haline ancak 18.yy da geldiğini söylüyor. Azizlerin lahitlerinin olduğu bölümü gezdirdikten sonra hep birlikte 15 kadar ziyaretçiyi ayin yapılan kiliseye alıyor. Büyük yangın geçirmiş olan bu kısımda mevcut turkuvaz renkli tavan mimarisinden geriye sadece sağ duvardaki bir freskin kalmış olduğunu anlatıyor ardından. Meryem Ana Kilisesi olarak anılan aslında manastırında ilk kilise kısmında müze olarak kullanılan alanda 3 kduşkudşin ve 3 ahşap kapı mevcut. Bunların yanı sıra duvarda bez freskler ve ilk basımı yapan İncil kalıplar ve baskı malzemeleri sergilenmekte… Sonra orta avluya çıkıyoruz genel bilgilerin verilmesinin ardından Baş Rahip Gabriel beye alakasından dolayı teşekkür edip manastırı zeytinler arasından geçerek terk edip Mardin’e dönüyoruz… Mardin’in olmazsa olmaz görülmesi gereken mekânlarından birisi…

Mardin’in Ulu Camii

MARDİN’E VEDA

Mezepotamyanın Antik Şehri Dara ve Ünlü Midyat: Mardin ile Nusaybin yolu arasında yer alan ve Mardin’e 15-20 km. uzaklıkta olan tarihi Dara Antik Kenti için Mezopotamya’nın Efes’i deniyor. Mardin’in şehir içi oldukça güvenli, misafirperver ve paylaşmayı seven dürüst insanların şehri lakin tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan antik kenti gezme arzumuz bugünlerde maalesef güvenlik açısından risk arz ediyormuş... Bir dahaki ziyaretimize erteliyoruz Dara ve Midyat’ı… Umuyorum Ülkemiz yeniden kardeşliğin, barışın yaşandığı günlere en kısa zamanda dönecek ve bu dünya ölçeğinde önemi olan kültürel miraslarımızı rahatlıkla huzur içinde tüm yerli ve yabancı ziyaretçilerin hizmetinde olur… diyerek dostum Murat Beyle vedalaşıp İstanbul’a 18.25 uçağına yetişmek üzere yola Mahmut beyle çıkıyoruz. Mardin Havalimanında beni muhabbetle kucaklayıp uğurlayan Mahmut, Murat, Hüseyin, Furkan kardeşlerimi bana bu güzel anları yaşattıkları için teşekkür ederek İstanbul’a dönüyorum...

Zinciriye Medresesi

Bir daha ki sefere Midyat ve Dara için gelmek üzere kadim şehir Mardin’e gün batmadan veda ediyorum...

71


YOLLAR VE KÖPRÜLER,

ÜLKE REFAHINI VE ŞEHİR KÜLTÜRÜNÜ BESLER

Yavuz Sultan Selim Köprüsünün muhteşem silueti, Karadeniz’e yaptığım ve yolların mükemmelliği sayesinde yorulmadığım bir vakitte içimi öylesine ısıttı ki, böyle bir yol yorumu yazmayı arzu ettim. M. İlyas SUBAŞI

ugün çok şeritli temiz asfalt yollarda seyahatin tadını çıkarmaya başladık. Çocukluğumdaki yolları hatırlıyorum. İllerimizin çoğu birbirine stabilize yollarla bağlıydı. Yollar daracıktı ve arabalar bozuk yollarda sık sık parça kırarlardı. Hiç unutmam, Çorum’dan İskilip’e gidiyoruz. Yolda bizi taşıyan eski bir otobüs yolun gadrine uğradı ve arızalandı. Saatlerce soğuk bir kış gününde yolda beklemek zorunda kaldık. Yolcular da şoföre yardım ederek arabanın arızasını giderdiler yolumuza devam edebildik. Aslında, bir yol arızasını burada gündeme getirmek belki de gereksiz görülebilir, elbette bunun orijinal tarafı da yok. Ancak bu arıza, bana hayatın arka planına itilen ve halkın nasıl istismar edildiğini gösteren bir olayın fotoğrafını da verdiği için burada önemsedim. Onu size de anlatmak istiyorum. Araba arızalanınca, hırpani kılıklı bir adam hemen bir kenara çömeldi, önüne bir mendil açtı ve seslenmeye başladı: “-Müslüman kardeşlerim, bana yardım edin dua edeyim. İnşaallahu Teala araba çalışacaktır.” Adama önce kadınlar ilgi duymaya başladılar ve baktım ceplerinden çıkardıkları bozuk paraları önündeki mendile bırakıyorlar. Adam da kafasını önüne yıkmış, her bırakılan paraya karşılık elini göğsüne götürüp başıyla selam veriyor ve okumasına devam ediyor. Dayanamadım, adamın yanına yaklaştım: -Senin bu yaptığın ayıp değil mi? Madem böyle maharetin vardı, araba bozulmasın diye dua etsen de bu sıkıntıya uğramasaydık ya?” Adam cevap vermeden birisi atıldı: -Olur mu delikanlı, bu araba bozulacak ki, adam para toplayabilsin. Böyle bir kerameti varsa, böyle para toplamak için onu arabanın bozulması için göstermiştir belki de…” Mantıklı bir yaklaşımdı. Tabii, benim tepkime katılanlar arttı. Adamı karga tulumba kaldırdılar. Onun şarlatanlığının bir katkısının olduğunu sanmıyorum. Uzun ve yorucu çabalardan sonra araba tamir edildi ve biz yolumuza devam ettik. Bundan yarım asır öncesinin böyle yol dramı ile bugünün yolları elbette kıyaslanamaz. O dönemin araçlarıyla bugünün ulaşım araçları da. Ancak, bu duruma gelmeden önce, mesela Selçuklular döneminde yollarımız nasıldı? Güvenlik var mıydı? Osmanlılar döneminde ulaşım şartları nasıldı? Şehirlerin atardamarı da toplardamarı da

sayı//26// eylül 72


yollardır. Bir şehir güvenli ve işlek yollarla başka şehirlere bağlanabiliyorsa, o ülkede kalkınma mutlaka hızlanacaktır. Bugünün İpekyolu Efsanesi, dünün gerçek ticaret ağını temsil ediyordu. Selçuklular, büyük şehirleri birbirine bağlayan yolları kervansaraylarla, hanlarla donatmışlar. Her 35-40 km.de bir kervansaray inşa etmişler, Üstelik burada konaklayan insanlara üç gün ücretsiz bakım lüksünü de getirmişler: Adam uzun ve yorucu bir yoldan gelmişse, hanın hamamında yıkanır, berberinde tıraş olur, mutfağında karnını doyurur, hastaysa tedavisini yaptırır, hayvanının bakımını yapar, gerekirse nallarını yeniletir. İsterse, burada alışverişini de yapabilir. Sonra kalkar, kervansaray münadisinin, “malında eşyasında eksiği olan var mı, varsa gelsin berü!” nidasına muhatap olur, malını kontrol eder ve zinde bir şekilde şehre ya da şehrin pazarına iner. Çin’den, Hindistan’dan kalkıp Türklerin hâkimiyeti altındaki topraklarda binlerce km. yolu kat ederek Anadolu’ya gelen kervanlar, bu uzun ve zahmetli yollarda Kervankıran haydutlara, yol kesen eşkıyaya rastlamıyorsa, ortada bir güç ve irade, yani bir otorite var demektir. Selçuklu topraklarında, 200’ü Anadolu’da olmak üzere 800’ün üzerinde kervansaray olduğu nakledilir. Sadece Kayseri-Sivas arasında 24 hanın bulunduğundan söz edilir. Hatta ticaret öylesine canlıdır ki, Sivas’ta 15 ülke konsolosluk açarak Anadolu’daki işlerini buradan takip etmişlerdir. Yerine göre

bin deveden oluşan 2.500 insanı peşinden sürükleyen ve 300 ton mal taşıyan bu kervanlar, şehirlerin ana besleyicisi durumundaydı. Şehirlerin böylesine bir ilgi odağı haline gelmesi, elbette güçlü ekonomisinin olmasındandı. Adam gelecek burada malını satacak ve ülkesine yeni mallar alarak dönecektir. Rahmetli Prof. Dr. Faruk Sümer, Kaniş-Karum geleneğinin, Selçuklular döneminde, Kaniş-Karum’dan 50 Km. daha doğu’da bugünkü Pazarören köyü yakınındaki Zamantı Kalesi, (ki büyük ihtimalle bir kervansarayı da olmalıdır) yakınındaki Yabanlu Pazarı’nda sürdürüldüğünü anlatır. Bu Pazar, Selçukluların bir nevi yaz fuarı durumundaydı. Ticaret kervanları ve mal alacaklar ve kendi mallarını yabancılara satacaklar burada buluşurlardı. Bu ticaret, Kayseri’ye o tarihlerde çok büyük bir canlılık getirmişti. Selçuklular dönemindeki bu ticari potansiyel ve hareketlilikten söz eden Prof. Hakkı Acun, Prof. Dr. Turan Yazgan’ın hesaplamalarına göre yalnızca Sivas’ta toplanan verginin dört milyar altın, Büyük Britanya İmparatorluğunda toplanan vergininse yedi buçuk milyar altın olduğunu söylemektedir. Tabiî ki bu zenginlik kısa zamanda Moğol çapulcusunun dikkatini çekecekti. Bir taraftan haçlılar, Bizans, Gürcüler vs. ile de mücadele eden Selçuklu bir de Baba İshak Türkmen ayaklanmasıyla uğraşmak zorunda kalınca zayıf düştü. Moğollara mağlup oldu. Türkmen, Moğol zulmünden memnun kalmış mıdır acaba?

Selçuklu topraklarında, 200’ü Anadolu’da olmak üzere 800’ün üzerinde kervansaray olduğu nakledilir.

73


Şehirleri doyuran da, batıran da demek oluyor ki, bu servet akışı oldu. Gerçekten de, 13. asrın ortalarında Alaeddin Keykubad’ın öldürülmesinden hemen sonra, Selçuklular, 1243’de Kösedağa’da Moğollara karşı hezimete uğradı ve Moğollar Önce Sivas’ı, Sonra’da Kayseri’yi yakıp yıkarak devletin Başkenti Konya’yı kontrole aldılar. Moğollar Anadolu’daki bu birikimi talan ettiler. Kayseri’deki insan katliamından söz eden Prof. Dr. Osman Turan şehirdeki cesetlerin arasından geçen askerlerin çizmelerinin içine kan dolduğunu söyler. Bu vahşetten sonra şehirler bir daha eski güzelliğine ve gücüne kavuşamadı. Yollardaki güvenlik zayıfladı, ticaret durdu ve fakirlik başladı. O tarihlerde Moğolların büyük tahribatına uğrayan kervansaraylar, hanlar yıkık halleriyle Osmanlı döneminde de hizmet verdilerse de, zamanla fonksiyonlarını kaybettiler. Bugün, o 800’ün üzerindeki Han’dan ancak 40 kadarı ayakta kalabilmiş ve geçmişin macerasına tanıklık etmektedirler. Osmanlı İmparatorluğu bu çökmüş, çözülmüş Anadolu şehirlerini yeniden ihya için harekete geçtiyse de, Doğu’da İran’la, Batı da ise Haçlı despotizmini taşıyan Hıristiyan devletlerle uğraştığı için şehirlerin çoğu kendi yaralarını kendileri sardılar. Bugünkü Anadolu sayı//26// eylül 74

şehirlerinin hemen tamamında geçmişin bu ağır tahribat izini görmemiz mümkündür. Buna rağmen, Türkiye toparlanmış ve şehirler, geçmişten kendilerine emanet edilen yolları genişleterek ve daha rahat ulaşım sağlayacak kaliteye kavuşturmuştur. Bugün insanımız iki şehir arasında yerine göre bir aylık yolculuğa karşılık günümüzde birkaç saatte çok lüks araçlarla ulaşım sağlamanın konforuna kavuşmuştur. Artık yollarda ne deve, ne de kağnı arabası, ya da kervan katarları var. Bu işleri şimdi güçlü ve hızlı otomobil ve motorlu araçlar yerine getiriyor. Ufukta geçmişin korkusunu yaşatacak bir Moğol ya da Haçlı zihniyetini taşıyan Batılının gizli tehdidi olsa da, açık saldırısı gözükmüyor. İçimizdeki Moğol zihniyetinin ihtirasları ve saldırganlığı kırılabilse, dış güçlerin hazmedemediği gelişmemiz daha hızlanacak ve belki bu şehirler çok daha hızlı bir şekilde gelişebilecektir! Yavuz Sultan Selim Köprüsünün muhteşem silueti, Karadeniz’e yaptığım ve yolların mükemmelliği sayesinde yorulmadığım bir vakitte içimi öylesine ısıttı ki, böyle bir yol yorumu yazmayı arzu ettim. Yollar ülke refahının kan damarlarıdır. Ne kadar iyi olursa o kadar refahta yaşarız!


OYUNU - İNCELEME VE ELEŞTİRİ-

Yakaza Tiyatrosu ayrıca çağdaş normları ve reji uygulamalarını da yakalayarak, yeni tekniklerinden de faydalanarak ortaya günümüz şartlarıyla bir “Hasan Nail Canat” perspektifinde oyun çıkartmış. Yasin ÇETİN

her yeni oyununda onların yüzünü değiştirmekten başka bir imkânı bulunmayan bu emekçi, Anadolu’yu karış karış gezerek suyu olmayan köye mezraya tiyatro götürmüştür. Genellikle bu mücadelesinde yalnız olduğundan belirli bir çevrenin bildiği ustalardandır. Kendine has çizgileri ve biçimleri vardır. Sıradışı Martı oyununu kızı Hale Canat Cürgül kaleme alırken, başrolünü damadı ve ayrıca o dönemler oyuncusu olan Birol Cürgül oynuyor. Yönetmenliğini ise uzun süre bu ustanın tiyatrosunda oyunculuk yapmış olan Mehmet Fatih Koç yapmış. Ustadan çizgiler ve izler taşıyan bu oyunu incelemeden önce büyük usta hakkında öz de olsa bir bilgi vermek gerekirdi. OYUN ATMOSFERİ; “USTA YAŞIYOR” DİYORDU

u sezon merak ettiğimiz oyunlar arasında yer alan Yakaza Tiyatrosunun “Sıradışı Martı” oyununu, sezonun son temsilinde izleme fırsatı bulduk. Tabi bu merakın altında yatan bir takım sebepler vardı. Bu sebeplerin altında da Yakaza Tiyatrosunun öz ve biçimsel özellikleri gelir. Yeni sezonda da devam edecek olan bu oyunu metin, oyunculuklar ve prodüksiyon olarak inceledik. GERÇEK BİR TİYATRO EMEKÇİSİ; HASAN NAİL CANAT! Yokluk ve imkânsızlıklar içerisinde tiyatrosunun sancağını asla yere indirmeyen, mücadelesinde asla pes etmeyen ama bir taraftan da bu mücadeleyi sessiz sedasız kameralardan uzak vermiş olmaktan dolayı çok fazla duyulmamış bir emekçidir; Hasan Nail Canat. 2004 yılında aramızdan ayrılan usta yönetmenin devamı niteliğindedir; Yakaza Tiyatrosu. Tüm varlığı boyalı paravanları olan ve

Oyunda ilk göze çarpan iyi kurulmuş bir oyun atmosferiydi. Merhum ustayı tanıyan ve en az bir oyununu izlemiş olanlar bilirler; onun oyunlarında ilk göze çarpan iyi kurulu bir oyun atmosferidir. Bu atmosfer bazen bir girdap gibi sahne ile seyirci arasındaki dördüncü, görünmeyen duvarı parçalayıp seyirciyi içine çekerken bazen de araya zırhlı bir duvar örerek kati surette seyircinin yabancılaşmasını sağlar. Bu özellik oyunun metnine ve olay/duruma göre değişkenlik gösterir. Bu oyunda da oyunculuğa başladığım yıllarda son zamanlarına yetiştiğim ustanın manevi havasını tattım. Yakaza Tiyatrosu ayrıca çağdaş normları ve reji uygulamalarını da yakalayarak, yeni tekniklerinden de faydalanarak ortaya günümüz şartlarıyla bir “Hasan Nail Canat” perspektifinde oyun çıkartmış. PRODÜKSİYON; TAMAMEN EMEĞİN ÜRÜNÜYDÜ

Oyunda en çok göze çarpanların başında olan, oyunculuklardan, kostüme dekora, ışık uygulama ve efektlere kadar büyük bir emek verildiği aşikardı. Dolayısıyla bu emek, oyunun başarısını hep zirvede tuttu. Oyunun metninde birkaç güçlendirilmesi gereken nokta dışında ve dramaturjik birkaç düzeltme dışında kusur yok denecek kadar azdı. Mükemmele yakın bir yapımdı. Metin içerisindeki birkaç üzerinde durulması gereken nokta da yazarın ilk oyunu olmasından kaynaklansa gerek diyerek; ilerleyen günlerde daha güzel eserler izleyeceğimizden eminim. Hem oyuncuların, hem yazarın eğitim almamış olmasına rağmen büyük ustanın tedrisatından geçmiş olmanın verdiği profesyonellikle güzel bir iş çıkartmışlardı. Umarım yeni sezonda bol bol temsil vererek daha geniş kitlelerle buluşur.

ŞEHİR T İ YAT R O

SIRADIŞI MARTI

75


BOSNALI BİR ARİF:

HASAN KAİMÎ

Daha çok kaside yazmış olan Hasan Kaimî Varidât isimli bir divana sahiptir. Şiirlerinde tasavvufî özelliklerin hakim olduğu Kaimî Yunus Emre çizgisinde bir şairdir. Mikail Türker BAL

angi yıl doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber 1625-35 yılları arasında Saraybosna’da doğduğu tahmin edilmektedir. 17. Yüzyılın güçlü tasavvuf şairlerindendir. Asıl adı Hasan’dır. Kaimî(ayakta duran anlamında) mahlasını ise kırk gün ayakta durarak çıkardığı halvetten aldığı veya Sırpça ‘Ka’i mi’ (bizim gibi) anlamına gelen kelimeden aldığı rivayet edilir. Sarajevo(Saraybosna)’da ilköğrenimini tamamlayınca Sofya’ya medrese eğitimine gitmiştir. Orada tasavvufa meyledip Halvetî şeyhi Şeyh Muslihiddin Efendi’ye bende olmuştur. İcazetnamesini bu zatın elinden alıp, İstanbul ve Konya’ya gitti. Daha sonra Saraybosna’ya dönerek Hacı Sinan Tekkesi’nin ilk şeyhi oldu. Rivayete göre 1682-83 yıllarında ülkede bir kıtlık yaşanmıştır. Zenginler depolarını ağzına kadar doldurunca kıtlığın halk üzerindeki etkisi daha da bir etkili olmuştur. Kaimî, devletin zenginlerin depolarındaki tahılı halka dağıtmaları gerektiğini vaazlarında bahseder. Bunun aynı zamanda dinin bir emri olduğunu yüksek sesle dile getirir. Halk da onu destekleyerek şeyhin yanında yer alır. Tabiki bu durumun neticesinde Saraybosna’nın zenginleri ve hükümet görevlileri ile ters düşerek Saraybosna’da istenmeyen adam ilan edilir. Muhalif tavırları ve gelecekle ilgili bilgiler içeren şiirleri ile devlet erkânınca daha da tepki çekince Saraybosna’dan İzvornik’e sürgüne gönderilir. Ömrünün sonuna kadar artık burada yaşayacaktır. Hacı İdris Camiinde ömrünün sonuna kadar imamlık yapar. Sürgüne geldiği bu şehrin halkının iltifatı ile karşılanmıştır. Daha sonra Saraybosna’ya dönmesi istenmiş ise de o bu teklifi kabul etmemiştir. Kaimî Efendi ölüm tarihi 1692 yılına kadar İzvornik’te kalmıştır. Bu gün Sırp kantonu içinde kalan bu şehirdeki kalenin yamacında kendi adına yaptırılan beyaz kireç badanalı türbesinde medfundur. Ey bu bezme gelenler Hû diyelim aşk ile. Mest-i ebed olanlar Hû diyelim aşk ile Gör bu elest demini Sürer dünya gâmını Unut câm-ı Cemini Hû diyelim aşk ile.

sayı//26// eylül 76


İş bu zevkten alanlar Kaimî’ye uyanlar Can sırrını duyanlar Hû diyelim aşk ile

Bir başka rivate göre; Bosna’nın AvusturyaMacaristan idaresi altında bulunduğu dönemlerde, Hasan Kaimî Zvornik’e geldiğinde, halkı olumsuz fikirlere sevkedebileceğpi gerekçesiyle, Avusturya askerleri tarafından tutuklanarak hapse atılmıştır. Hapis hayatı süresince de mahkumlara dinî ve ahlakî dersler vermiştir. Hapisten kurtulduktan bir süre sonra, bir süre daha Zvornik’te kalmaya karar verir.

Hasan Kaimî Efendi’nin, Boşnakların tarihinde önemli bir yeri vardır. Sözünü daldan budaktan esirgemez, halk arasında inandıklarından taviz vermeyen bir şeyh olarak tanındığından dolayı ona sahip çıkılmıştır. Son yıllarda onunla ilgili etkinlikler artmıştır. Ölümünün 300. Yılında İzvornik’te düzenlenen ‘Kaimî Günleri’ o tarihten sonra gelişerek her yıl devam etmektedir.

Hasan Kaimî’nin Zvornik’te bulunmasından büyük rahatsızlık duyan Avusturya askerleri bir bahane ile ona saldırıp başını kesmişlerdir. Başını koltuğu altına alan Kaimî, bu şekilde epey bir yol aldıktan sonra ‘Kola Grad’ adı verilen yerde, atından düşmüştür. Onun bu durumuna şahit olan halk, Hasan Kaimî’nin düştüğü yerde bir türbe inşa ederek onu oraya defnetmiştir.

Şöyle gezme serseri Bul kendine rehberi Sâdıkâne gel beri Hû diyelim aşk ile.

Daha çok kaside yazmış olan Hasan Kaimî Varidât isimli bir divana sahiptir. Şiirlerinde tasavvufî özelliklerin hakim olduğu Kaimî Yunus Emre çizgisinde bir şairdir. İnsanın yaradılışı üzerinde durur ve dünyaya geliş gayesini hatırlatır. Olup biten herşeyden insanoğlunun ibret almasını tavsiye eder. Menkıbelerinden Rivayete göre; Hasan Kaimî, bir gece rüyasında tüm Saraybosna’nın ateşler içinde kaldığını görür. Sabah, bu durumu halka söylemeye çalışır ama bu habere kimse inanmadığı gibi Kaimî’yi şehirden kovarlar. Hasan Kaimî şehirden çıkar çıkmaz ise şehir ateşler içinde kalır. Bu büyük yangında çok insan hayatını kaybeder.

DÜNYALUKDAN BERİDUR

Dünyalukdan beridur Allah deyen dervişler, Mahlukun serveridur Allah deyen dervişler. Terk iderler taht u tac, yine alurlar harac, Kudretten yakar sirac Allah deyen dervişler. Geçup dokuz feleki, kodi cümle meleki, Dost vaslidur dilegi, Allah deyen dervişler. Zikru fikri aşk-ı Hakk, dilde canda sidk-i Hakk, Demleridur şevk-i Hakk, Allah deyen dervişler. Kur’an, hadis delildur, cennetun bulbulidur, Şavk-i ahmar gulidur, Allah deyen dervişler. Vasl-i Hakk’dur dayagi, kanda kusa ayagi, Adam olmus bayagi, Hakk Hakk deyen dervişler. Kaimi’ye geldiler, sur paydagi dediler, Şahi bende kodilar, Allah deyen dervişler. 77


KENDİNİ TANI, FAZİLETİ ARA,

HAYATI İNCELE -TİYATRO’NUN GENEL DURUMU”Sokrates” e göre ölüm tenin ve bedenin ruhtan ayrılarak kendinde kalmasıdır. ve ruhun tenden ayrıldıktan sonra var olmaya devam etmesidir. Doç.Dr. Svetlana KERİMOVA*

*Kırım Mühendislik ve Pedogoji Üniversitesi

sayı//26// eylül 78

esleği maddeyi yontmak olan ve mermeri şekillendiren bir babanın oğludur. Babası mermerleri şekillendirdikçe bunu düşüncelerinde, insanları beyinleri ve fikirlerinin yanlış olduğunu, acaba mermerler gibi şekillenebilecek mi diye devamlı kendisine sormuştur. Fikirlerinin temel felsefesi “Kendini bil” düsturu ile durup dinlenmeden anlattığı görüşleri bilhassa gençler arasında çok rağbet bulmuştu. “Sokrates” MÖ 399-496 tarihleri arasında Atina’da yaşamış, Antik çağ yunan filozofudur. “Kendi kendini tanı, fazileti ara, hayatı incele, sahteliklere tapma” diyerek felsefe ve düşüncelerini öğütlerken ve taraftarları ile sevgisi günden güne arttı. Felsefeden başka uğraşı yoktu. Ahlak felsefesinin kurucu kabul edilir. İnsanları yanlış düşüncelerle zehirlediği için suçlanır. Tutuklanır. “Sokrates” muhakeme edilişinde gayet metin ve korkusuz bir şekilde ölümden korkmadığını, (Atlarınız ve köpekleriniz eğitimlerini düşünürken , niçin çocuklarının eğitimlerinle ilgilenmedikleri söyledi. “Sokrates” e göre ölüm tenin ve bedenin ruhtan ayrılarak kendinde kalmasıdır. ve ruhun tenden ayrıldıktan sonra var olmaya devam etmesidir. “Ölümden kaçmak güç iş değil; kötülüklerden kaçmak çok daha zor… Zira kötülükler her zaman ölümden daha tez koşar. Yetmiş yaşındaki “Sokrates” zilletle yaşamaktansa gerçekleri insanların gözleri önüne serip. İzzetle ölmeyi tercih ediyordu. Hapiste iken yakınları ile görüşmesi serbest bırakılmıştı. Kaçması için çok tekliflere karşı durdu. Kabul etmedi. Hapisliğinin 30. Günü Baldıran zehiri içerek öldürülmesi kararlaştırıldı. Zehiri getiren uşaktan aldı. Sakin ve sükunet içersinde hiç bir heyecan göstermeden bir dikişte içti. Etrafında bulunan talebeler ve dostları çoğu ağlamaya başladı, “Sokrates” kızarak (Ne yapıyorsunuz dostlar? Bunu kadınlar yapar. Sakin olunuz. Metanetinizi (bozmayınız) diye söylendi. ”Sokrates “ artık ölüyordu. Birden doğruldu, güçlükle, “Asklepyos”’ a bir horoz borçluyuz. Parasını veriniz. Unutmayınız! Horoz’un borcu unutulup, unutulmadığı bilinmemekle beraber. Son sözlerinde ise; bu iş ne benimle başladı, nede benimle bitecek! Hak ve hakikatı günlük hayat kaygılarının üstünde tutanları,


dahima benim akibetim gibi kovalayacak! Evet. zindanlarda zehirlenen hak ve hakikat kurbanlar hiçbir devirde eksik olmamışlardır. Fakat savundukları hakikatlar ile gönüllerde taht kurmuşlardır. Unutulmamak üzere. Aristophanes gibi çağdaş yazarlar Platon ve Ksenophon gibi talebeleri onun için devamlı methiyeler yazmışlardır. Perge tiyatrosunda Roma ve Grek mimari özellikleri bir arada görülmektedir. Buna karşın bir yamaç üzerine inşa edilmiştir. Yaklaşık 15.000 kişi kapasiteli olan tiyatroya 2. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş olan sahne iki katlıydı ve oldukça zengin biçimdeydi. Hem kör, hem sağır olan ünlü yazar “Helen Keler” dış dünya ile sadece dokuma hissinin yardımıyla temas sağlıyordu. (Radecliffe ) koleji mezunu olan 12 kitabın yazarının söylediklerinde;bütün hayatımca görebileceğimi görseydim, düşünmeden hayatımı tabiattaki ve diğer sanat eserlerine tetkik etmeye, incelemeye ve onlarla yaşamaya vakfederdim. “Helen Keller” (27 Haziran 1880-1 Haziran 1968) ABD.li pedagog ve aktivis. Bebeklik çağında itibaren kör – Sağır ve dilsiz olması ile bu kadar engelinle efsanevi bir kişilik haline gelmiştir. Beş lisan bilen, bisiklet, kano ve yelkenli ile gezintiye çıkan,yüzen, satranç oynayan “ Helen Keller’in yazdığı kitap ve makalelerle engellilere kendini adamıştır.Sezar, Büyük İskender, Napolyon, Homeros, Shakespeare ve bütün ölümsüzler gibi aynı kulüpte buluşan insan. Bundan bin yıl sonra da en az bu günkü kadar ünlü olmaya devam edecek” “Helen Keller”(Mark Twain) Yaradanın bir lütfu ,kudretin bir çiçeği olan “Helen Keller” olumsuzlukları en güzel şekilde değerlendirirken, biz sabırsız insanlara çok güzel ders veriyor. Her mevsimde ve değişik yerlerde böyle bu kudretin çiçekleri açarlar. Bu kudretin çiçekleri Kırım’da örnek olarak başta Noman Çelebi Cihan ve İsmail Gaspıralı olmak üzere çok değerli insanlarımızda olumsuzlukları,olumlu yapmaya çalışmış ve çalışmaktadırlar. Özgürlük mücadelesi veren insanlarımızın çoğunun tiyatro ile ilgiler vardır. Çünkü tiyatro dünyaya en güzel mesaj veren iletişim aracıdır. Kırım Türklerine çok büyük onur veren muhteşem kıymetlerimiz canlarının bedelini idam mangalarının karşısında vermişlerdir. Antik kent ve antik tiyatrolar denince Türkiye’de ve dünyada akla gelen ilk isim “Efes”tir. İzmir ili Selçuk

ilçesi sınırları içindeki Antik Efes kentinin ilk kuruluşu MÖ. 6000 yıllarına dayanmaktadır. Hellenistik ve Roma çağlarında en görkemli dönemli Efes, Asya eyaletinin başkenti ve en büyük liman kenti olarak 200.000 kişilik bir nüfusa sahipti. Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen (Artemis) tapınağı Efes antik kentinin içersindedir. Efes harabelerinin en güzel yapılarından biri olan Efes Antik tiyatrosu oldukça sağlam kalmıştır. 25.000 kişilik tiyatronun ilk kez Hellenistik dönemde yapıldığı bilinmekte. Efes antik kenti; insanları silahtan evvel akıl ve fikir ile ilme bağlı olarak kurulmuş bu tarihi yerde, ilmi olan insanlarım medeniyetle iç içe yaşadıklarının bizlere göstergesidir. Güç ile ilmi birlikte hüküm etmeden kullananların hakimiyetleri çok daha uzundur. Efes gibi antik tiyatronun beşiği olan bu yerde, dünyanın yedi ha sanatın kutsallığıdır. (ArtemisTapınağı) yunanca “Artemision; Latince “Artemisium” aynı zamanda (Diana Tapınağı) olarak bilinmektedir. Mitoloji de tanrı “Artemis’e “ithaf edilmiştir. Efes Antik kente MÖ.550 yıllarında yapıldığı belgelerden sanılmaktadır. Tapınak tamamen mermerden inşa edilmiştir. Dünyanın yedi harikasından sayılan bu tapınaktan bu gün sadece iki mermer parçası kalmıştır. Antik kent Selçuk’ta bulunmaktadır. “…Doğup yaşıyoruz. Günahlarımızla yaşıyoruz. Ölürken, belki ölmeden önce insan bütün günahlarından arınıyor. Ölürken, belki henüz ölmeden önce insan, insan değil de başka bir şey oluyor sanırım. Ne? Ama insandan daha değerli bir şey olduğuna inanıyorum. (Cengiz Dağcı) Ebedi sahada ilerleyenler düzgün yazar ve konuşurlar. Muhataplarını ikna ederler. Böylece başkalarını tesir altına alırlar. “Dağcı” nın dediği gibi insanlar değerli insanlık tarihidir. Çünkü geçmişi olmayanın geleceği de yoktur. Geçmiş ise bize belgeler ve canlı olarak arkelojik tarihi eserlerde bize ulaşmıştır. Genelde Antik çağda tiyatronun önemi, günümüze kadar gelen kalıntılarından belli olmaktadır. Perge, Efes, Aizanoi, Prina, Zeugma ve diğer Antik kent ve tiyatrolar ile sanki geçmişime gidiyoruz. Bir ses gelir gibi oluyor kulaklarıma, Çünkü bu gün ki gibi bu yaşam gözlerimin önünden geçiyor. “ilmi” tiyatro incelemelerimde bunun geçmemesi imkansız. Kırım, Türkiye ve Dünya tiyatrolarını genelde birbirinden ayrı düşünülmez. Hayatımızda “büyük muvaffakiyetler, fedakarlıkların zaferi ile elde edilmiştir”. 79


SULTAN IV. MURAD’IN

HAC VE HAREMEYN

HATT-I HUMAYUNLARI Dördüncü Murad’ın hatt-ı hümâyûnlarında oldukça sade bir ifade kendini gösterdiği gibi, metinler içerisinde, bugün bile pek kullanılmayıp, eski Anadolu Türkçesi’nde kullanılan kelimeler yer almaktadır. Bu kelimeler o gün kullanılan dili göstermeleri açısından önem arzetmektedir. Dr. Önder BAYIR*

*T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Daire Başkanı

sayı//26// eylül 80

att-ı Hümayûn, padişahların el yazılarına verilen isim olup, padişahların yazılı emirleri anlamında da kullanılmaktadır. Hat-ı hümayûnlar sadrazamların tahrirî olarak ve kısaca arzettikleri meseleler dolayısıyla telhis denilen kâğıdın üzerine yazıldığı gibi, doğrudan padişahlar tarafından da kaleme alınanlar olurdu. Hatt-ı hümayunlar, Osmanlı Devleti’nin o zamanki siyasi ve sosyal yapısını göstermesi bakımından oldukça ehemmiyetlidir. Devleti meşgul eden hemen her siyasi mevzu ile alakalı hatt-ı hümayun bulunmaktadır. IV. Murad’ın Hatt-ı Hümayunları, Beğlikçi-i Divan Mehmed Raşid ile sabık Rumeli Kazaskeri Mehmed Arif efendiler tarafından “Sûver-i Hutût-ı Hümâyûn” isimli bir mecmuada toplanmıştır. Bu mecmua, halen İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler Kütüphanesinde T.6110 numarada bulunmaktadır. Mecmua tarafımca, Yüksek Lisans tezi olarak ele alınmış ve bu çalışma “Sultan Dördüncü Murad’ın Hatt-ı Hümâyûnları” ismiyle 2014 senesinde İstanbul’da bir kitap olarak neşredilmiştir. Dördüncü Murad’ın hatt-ı hümâyûnlarında oldukça sade bir ifade kendini gösterdiği gibi, metinler içerisinde, bugün bile pek kullanılmayıp, eski Anadolu Türkçesi’nde kullanılan kelimeler yer almaktadır. Bu kelimeler o gün kullanılan dili göstermeleri açısından önem arzetmektedir. Yazımızda Sultan IV. Murad’ın hac ve Haremeyn’le ilgili hatt-ı hümayunları, seçilmiştir. Osmanlı döneminde Mekke-Medine (Haremeyn) bölgesinin yönetimi Mısır Valiliği uhdesindedir, dolayısıyla bölgeyle ilgili bütün emirler Vezir payeli Mısır Beylerine (valilerine) gönderilmiştir. Hacıların ve hac yollarının güvenliği, Osmanlı Devleti için en öncelikli hususlardan olmuştur. Bu durum hatlarda kendisini açıkça göstermektedir. Bir diğer dikkat çeken husus da Yemen’in muhafazasıdır. Yemen, Haremeyn bölgesinin güneydeki tampon koruma bölgesi olarak addedilmiş ve bu sebeple de muhafazası oldukça önem arzetmiştir. Bilhassa bu bölglerle Portekiz, İspanyol ve ileriki dönemlerde İngilizlerin ilgilendiği ve hatta zaman zaman saldırılarda bulundukları düşünülürse, bölgenin ve dolayısıyla hacıların ve hac yollarının korunması daha da önemli bir hale gelmiştir. Yazıda, hatt-ı hümayunların transkripsiyonları (çeviri-yazıları) olduğu gibi verilmiş,


meselenin ve dönemin diplomatik dilinin daha iyi anlaşılması için sedeleştirme yoluna gidilmemiştir. Hatt-ı hümayunların her birinin üzerinde birer özet yer almaktadır. Bunların bir kısmı, mecmuanın orijinalinde bulunmaktadır, özeti olmayanlar da tarafımca ilave edilmiştir. Bu çalışmada yalnızca IV. Murad döneminde Haremeyn bölgesi ile ilgili hatlara yer verilmiştir. Ancak, bunlar genel olarak, Osmanlı taribi boyunca Devletin bölgeyle ilgili genel ideolojisini ve takip ettiği siyaseti göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ecdadımız, Haremeyn bölgesine hizmeti en öncelikle husus olarak görmüş ve muhafası için de her türlü tedbiri almıştır. Bu hattı hümayunlardan bazılarını buraya aldık. HATT-I HÜMAYUNLAR Padişahın Annesinin Hatırını Sorması ve Dua Talebi

Sa‘âdetlü ve izzetlü vâlide-i Mükerreme hazretlerinin huzûr-ı aliyye-i izzet-karârlarına nesîm-i subh ü mesâ güzâr-birle îsâr ü nisâr olundukdan sonra inhâ vü iş‘âr olunan budur ki, hâlâ mizâc-ı şeref-nitâcları ne minvâl ve ne minhâc üzrelerdir, eyüler hoşlar mıdır? Benim sa‘âdetim gerek oğlunuzu, gerek sizi hakîkat üzre sevenlerdeniz. Mahal düşdükce devletlü arslânımın yanında her vechile gayretinizi çeküp, kelime-i tayyibe ve hüsn-i terbiyye ile yâd eylemeden hâlî değiliz. Hemân sizlerden ricâmız budur ki, bizi hayır du‘âdan ferâmûş itmeyüp, âyenda ve revende ile ahbâr-ı sıhhatinizi bildirmeden hâlî olmayasız ki, MISIR MUHÂFAZASINDA OLAN VÜZERÂYA YAZILANLARDIR

Sen ki, Mısır muhâfazasında olan Vezîr-i muhteremim Mehmed Paşasın. Hâlâ südde-i seniyye-i sa‘âdet-medârıma mektûb gönderüp, münderic olan mazmûnu mukârin-i nazar-ı hümâyûn ve mukâbil-i mir’ât-ı hâtır-ı izzetmeşhûnum oldukda cümle ahvâl müntekaş-ı zihn-i sâf-nihâdım ve mütemekkin-i zamîr-i mâ-fî’l-fu‘âdım olmuşdur. Ana göre basîret ve itmâm-ı hidmet eyleyesin. HACC-I ŞERÎF YOLUNDA VAKT-İ SA‘ÂDETDE ÂRÂM-I KÂFİLE İÇÜNDÜR

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Mehmed Paşasın, şöyle ma‘lûmun ola ki: Her sene Yemen’den tavâf ve ziyâret kasdıyla Ka‘be-i Müşerrefe ve Kıble-i Mutahhara taraflarına azîmet iden huccâcın kâ‘ideleri bu imiş ki, yolda yürürken vakt-i salât erişse cümle huccâc ve

kâfile tevakkuf eyleyüp, edâ-i salât iderler imiş. Ba‘dehû yine tarîklerine giderler imiş. Ammâ, Mısır huccâcının bu nev‘ âdetleri olmayup, namâz kılmak içün biri devesinden inse, konağa varınca tekrâr kâfileye ermek mümkün olmaz imiş. Bu ecilden Müslümânlar ıztırâb çekerler imiş. İmdi Mısır’ın Emîr-i hâccına dahi tenbîh idesin ki, Yemen huccâcı namâz vakti olundukda yolda tevakkuf idüb salâtların niçe huzûr-ı kalble edâ iderler ise min-ba‘d Mısır’ın huccâcı dahi Yemen huccâcının kâ‘ideleri üzre yolda yürürken namâz vakti olsa, cümle huccâc ve kâfile tevakkuf eyleyüp, huccâc-ı Müslimîn huzûr-ı kalble edâ-i salât idüp, ba‘dehû yine yollarına gideler ve bu kâ‘ide Mısır huccâcının kâfilesinde ilâ yevmi’l-kıyâm bâkî kalup, icrâ oluna ve vech-i meşrûh üzre husûs-ı mezbûre mukayyed olasın, şöyle bilesin. MISIR BEĞLERBEĞİSİ MEHMED PAŞA’NIN MISIR’I MUHÂFAZASI, HAZÎNEYİ VAKTİYLE GÖNDERMESİ, AHÂLİ VE FUKARÂYI GÖZETMESİ.

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Mehmed Paşasın. Hâliyâ mezîd-i inâyet-i aliyye-i mülûkânemden sana bir kabza-i şemşîr adüvv-tedmîr ve hila‘-ı fâhiremden iki sevb hil‘at-i mûrisü’l-behcet-i sultânî inâyet ve erzanî kılınup, irsâl olunmuşdur. Vusûl buldukda gerekdir ki, ihsân olunan şemşîr ve hil‘atleri envâ‘-ı i‘zâz ile istikbâl idüp, kılıç kuşanup ve hila‘-ı fâhiremi ta‘zîm ile giyüp, mübâhât eyledikden sonra mahrûse-i Mısır’ın 81


muhâfazasında ve kul tâ’ifesinin zabt ü rabtında gereği gibi mukayyed olup, ve re‘âyâ vü berâyânın eyyâm-ı adâlet-encâmımda refâh-ı hâl üzre olmaları bâbında ziyâde ihtimâm eyleyesin ve Haremeyn-i Şerîfeyn fukarâsına ve sâ’ir ahâlîsine ta‘yîn olunan vezâyif ve cerâyâlarının zamânıyla gönderüp, devâm-ı devlet-i ebedpeyvendime irsâli lâzım olan Hazîne-i Âmiremi dahi vaktiyle irsâl eylemekde bezl-i makdûr idüp, ol vilâyetin ahvâlini ale’t-tevâlî südde-i seniyyeme arz ü i‘lâmdan hâlî olmayasın.

itdirmekden hâlî olmayasız. Hâlâ avâtıf-ı mülûkâne ve inâyet-i şâhânemden bir kabza şemşîr ve iki sevb hil‘at-ı mûrisü’l-behcet irsâl ve inâyet eyledim. İclâl ü ikrâmla giyüp, hidemât-ı aliyyeme kıyâm gösteresin.

DİYÂR-I YEMEN’E MÜTE‘ALLİK YAZILAN HATT-I HÜMÂYÛNDUR

Sen ki Mısır muhâfazasında olan Vezîrim Ahmed Paşasın. Hatt-ı hümâyûn-ı sa‘âdetmakrûnum vusûl buldukda ma‘lûmun ola ki: Hâliyâ Mısır Hazînesinden Surre içün elli bin altın lâzım gelmişdir. İmdi eğlendirmeyüp mu‘temedün-aleyh âdemlerinle. Âsitâne-i sa‘adetime îsâl bâbında tekayyüd-i tâm eyleyesin. Ve bundan akdem üç bin kantar barut-ı siyâh işletdirüp, irsâl idesin deyü tenbîh-i hümâyûnum olmuşidi. Anı dahi eğlendirmeyüp, vakt ü zamânı ile Âsitâne-i sa‘âdetime gönderesin. Olmaya ki, ihmâl müsâhale eyleyesin.

Sen ki, Mısır muhâfazasında Vezîrim Halîl Paşasın. Hâlâ Vilâyet-i Yemen ile ziyâde tekayyüd olunmak umûr-ı dîn ü devlet ve muktezâ-yı namus-ı saltanatdan olmağın lâbüdd, senin üzerine lâzımdır ki, Vilâyet-i Yemen ahvâliyle bi’z-zât tekayyüd idüp ve Âsitâne-i sa‘âdetime irsâli mu‘tâd olan kâmili hazîneye noksan gelmemek üzre Mısır’dan müstevfâ hazîne ve sâ’ir âlât-ı sefer ve mühimmât-ı rehber tedârik idüp, vakt ü zamânıyla Yemen’e gönderüp irsâl ü îsâl bâbında bir vechile dakîka fevt itmeyesin. Vilâlet-i Yemen sedd-i sedîd-i Mekke-i Mükerremedir; mahall-i gaflet ve cây-ı mühlet değildir. Ana göre basîret ve bâb-ı dikkatde bezl-i himmet idesin ve mâl ü cânla uğur-ı hümâyûnumda edâ-i hidmet eyleyesin. Vücûda gelen hidmetin zâyi‘ olmayup, mukâbelesinde inâyat-ı aliyyeme mazhar ve mükâfât-ı celîleme manzar olman mukarrerdir. Rüşvet ve tama‘ı kaldurup zerre kadar kimesnenin mâlına tama‘ eylemeyesin. HAZÎNE-İ MISIRİYYE GELDÜKDE YAZILAN HATT-I HÜMÂYÛNDUR

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Mustafa Paşasın. Hatt-ı Hümâyûn-ı sa‘âdet-makrûnum vusûl buldukda ma‘lûmun ola ki: Hâliyâ, irsâl eyledüğün hızâne-i Mısıriyye bi-fazlillâhi ta‘âla, gelüp Âsitâne-i sa‘âdet-âşiyâneme vusûl bulup hakkında mezîd-i hayr-ı icâbetmakrûnum sudûr bulmuşdur; berhurdâr olasın. İmdi, göreyim seni. Memâlik-i Mısıriyye’nin her vechile hıfz ü hırâset ve zabt ü rabtı ve hazîne-i âtiyenin cem‘ ü tahsîli ve bi’l-cümle Haremeyn-i muhteremeyn fukarâsının irsâliyye ve zehâyirlerini vakt ü zamânıyla îsâl eylemek bâbında sa‘y ü ikdâm ve ihtimâm idüp, makdûrunu sarf eyleyesin ve re‘âyâ vü berâyâ ve fukarâ vü zu‘afâya dâ’imâ rıfk ü şefkat ve adl ü adâlet üzre olup, devâm-ı ömr ü devletim ve bekâ-yı eyyâm-ı saltanatım içün, hayır du‘âlar sayı//26// eylül 82

MISIR BEĞLERBEYİ MEHMED PAŞA’NIN SURRE İÇİN LÂZIM OLAN ÜÇ BİN ALTINI VE ÜÇ BİN KANTAR BARUTU İŞLETTİRİP GÖNDERMESİ, HAREMEYN’İN İHTİYÂCI OLAN ZAHÎRENİN VAKTİNDE İRSÂLİ

MUKARRER-NÂME-İ HATT-I HÜMÂYÛNDUR

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Halîl Paşasın. Şöyle ma‘lûmun ola ki, sen Âsitâne-i sa‘âdet-medârımın emekdârı ve âşiyâne-i izzetkarârımın sadâkatle hidmet-güzârı olduğun ecilden, hâliyâ Eyâlet-i Mısır kemâ-kân sana mukarrer ve ibkâ olunub, merâhim-i aliyye-i hâkânî ve atiyye-i seniyye-i mülûkânemden bir kabza şemşîr-i adüvv-tedmîr ve iki kıt‘a hil‘at-ı mûrisü’l-behcetim inâyet ve erzânî kılınup, irsâl olunmuşdur. Varup vusûl buldukda, gerekdir ki, seyf-i cihân-güşâmı miyânına bend ve hil‘at-ı fâhiremi kendüne kisve-i sud-mend idüp, dahi Âsitâne-i sa‘âdet-âşiyâneme mu‘tâd-ı kadîm üzre, irsâli lâzım gelen hazîneyi cem‘ ü tahsîl ve vakt ü zamânı ile tetmîm ü tekmîl idüp, bervech-i müsâre‘at, irsâl ü îsâl eylemen bâbında bezl-i himmet ve sarf-ı dikkat eyleyesin ki, kable’l-vakt dahil-i Hazîne-i Âmire olup, huzûr-ı izzet-mevfûrumda hidmetin meşkûr ola. MEKKE VE MEDÎNE ETRÂFİNDA DEF‘-İ İHTİLÂL İÇÜN YAZILMIŞDIR

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Mehmed Paşasın, selâm-ı selâmet-nümâ-yı sultânî iblâgıyla ma‘lûmun ola ki: Kadîmü’l-eyyâmdan ilâ haze’l-ân Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere taraflarında ve Yemen ve Habeş câniblerinde vâki‘ olan cüz’î ve küllî ihtilâlin def‘


ü ref‘i ve zikrolunan vilâyetlere îsâl-i mazarrat kasdında olan eşkıyânın kal‘ ü kam‘ı husûsunda Mısır kulları bezl-i kuvvet ve kudret idegelüp, ecdâd-ı âlî-nejâdım zamânlarından berü her ne tarafa gitmeleri fermân olunmuşlar ise emr-i şerîfim üzre teveccüh ü azîmet ve fermân-ı hümâyûnumun icrâsında sarf-ı tâb ü tâkat idüp, envâ‘-ı hidemât-ı mebrûreleri vücûda gelmişdir; Berhurdâr olsunlar ve nân ü ni‘metim kendülere helâl olsun, yüzleri ak ve kılıncları a‘dâ yüzünde keskîn ve berrâk olsun. VAKFİYYE-İ PÂDİŞÂHÎ MAHALLİNE KAYD İTDİRİLMEK İÇÜN HATT-I HÜMÂYÛN

Mısır muhâfazasında sen ki Vezîrim Ahmed Paşasın. Şöyle ma‘lûmun ola ki, Haremeyn-i şerîfeyn’e şerefehâllâhü te‘âlâ vakf itdüğümiz kurâların ve sâ’ir hayrât ve hasenâtımızın vakfiyyesin bu cânibe gönderesin. İmdi zikrolunan vakfiyye tashîh olunup ve sûret-i şer‘a konulup yine bir sûreti ol cânibe irsâl olunmuşdur. Vâsıl oldukda mahalline kayd itdürüp hıfz idesin. MEKKE-İ MÜKERREME VE RAVZA-İ MUTAHHARAYA VAKF OLAN ŞEM‘DÂNLAR İÇÜN

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Mehmed Paşasın. Şöyle ma‘lûmun ola ki, bir büyük şem‘dân ve bir küçük şem‘dân irsâl olunmuş; numûne içün büyük şem‘dâna göre on iki şem‘dân işlenüp ve küçük şem‘dâna göre yirmi dört şem‘dân işlenüp gönderilmişdir. Mekke-i Mükerreme’ye ve Medîne-i Münevvere’ye yerli yerlerine tevzî‘ oluna ve Medîne-i Münevvere içün bir altun şem‘dân ve dört sîm şem‘dân ve yedi buhûrdân mezkûr altun ve gümüş şem‘dânlar Hazret-i Habîb-i Ekrem ve Şefî‘u’lümem hazretlerinin ve Ravza-i Mutahharalarına vakf eylemişimdir. İmdi bu mezkûrları mu‘temedün-aleyh bir âdem ile Medîne-i Münevvere’ye irsâl eyleyesin. Ol cânibde yerlü yerine vâsıl olduğuna şeyhü’l-harâmdan ve hazîne-i dârü’l-harâmdan ve nâ’ibü’l-harâmdan temessük olup Rikâb-ı Hümâyûnuma irsâl eyleyesin. CİDDE KAL‘ASIN TA‘MÎRİ VE KA‘BE’DE HUTABÂ İÇÜNDÜR

Sen ki Mısır muhâfazasında Vezîrim Ahmed Paşasın. Şöyle ma‘lûmun ola ki: Hâliyâ bender-i Cidde Kal‘ası harâb ü yebâb olup kal‘a-i mezbûrun evvelden bekçileri ve cenk erleri olur imiş. Şimdi askerden kimse olmayup, şöyle hâlî vü vîrân yatur imiş. İşbu kal‘anın ta‘mîr

ü termîmi ehemm-i mühimmâtdan olmağın, gerekdir ki, bu hatt-ı şerîfim sana vâsıl oldukda fermân-ı şerîfim üzre zikr olunan kal‘ayı bir hoşca ta‘mîr itdüresin. Ve üslûb-ı kadîm üzre yât ü yarâğını ve sâ’ir levâzımını zahîre ve barut gibi dahi her ne lâzım ise müstevfi koyup kal‘a mustahfızların ta‘yîn itdürüp ve vazîfeleri kadîmden nereden tahsîl olunup virile gelmiş ise vazîfelerin yine ol üslûb üzre ta‘yîn itdüresin. MEDÎNE-İ MÜNEVVERE KULUNUN ULÛFELERİYÇÜN YAZILMIŞDIR

Siz ki hâliyâ Mısır muhâfazasında olan Vezîr-i celîlü’l-i‘tibârım ve Harem-i Muhteremimde perverde olmuş emekdâr ve müşîr-i nâmdârım Mûsâ Paşasın. Selâm-ı selâmet-nümâ-yı sultânî ve peyâm-ı meserret-efzâ-yı hâkânî ile ser-efrâz olundukdan sonra ma‘lûmun ola ki, hâliyâ merdân ve müstahfızân-ı kal‘a-i Medîne-i Münevvere fukarâ vü zu‘afâsı Rikâb-ı Hümâyûnuma mahzar gönderüp ve ahvâllerin bildirüp bu âna gelince mezkûrların ulûfeleri virile gelmiş iken Bayram Paşa’dan sonra Mehmed Paşa iki yıl ulûfelerin virüp bakî iki yıllık ulûfeleri kalmışdır. Bir yıllık ulûfeleri altı kîse akçe ider imiş. İmdi işbu hatt-ı şerîf ve mektûb-ı münîfim vusûl buldukda gerekdir ki, mezkûrûnun müstahıkk oldukları ulûfelerin ve bâkî kalmış bir buçuk yıllık cerâyelerin ale’l-isti‘câl bilâ-tevakkuf ihmâl olunmayup, Bender-i Süveyş’den Bender-i Yenbû‘a irsâl ü îsâl idesin ve bundan sonra mâdem ki ol cânibde mezkûrların işliyen ulûfelerin ve cerâyelerin vakt ü zamânıyla mahalline ulaşdırmağa himmet ü dikkat-i tâm eyleyesin ki, ol fukarâların geçinmesi ulûfe ve cerâye iledir. Varmadıkdan sonra hâlleri mükedder olması mukarrerdir. 83


TARİH VE GİZEMİN BELDESİ

KUDÜS

Kudüs, biz insanlara emanet bırakılmış bir medeniyettir. Semavi dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın ortak mirasıdır. Münir BALICA

izim sevdamız, Ruhumuzda sarıp sarmaladığımız. Bıçak sırtı üstünde hayatların yaşandığı, gönül ve yüreklerin gülmediği, hayat ile ölümün devamlı kol kola gezdiği, şiir gibi tüm insanlık aleminin özetidir. Her taşının ve toprağı tarihin sıcaklığını yaşamış, zeytin dağından seyredilmenin anlatılmaz güzelliği ile kutsal kent; Kudüs Arkeolojik kazılar ve çeşitli kaynaklar ve belgelere Kudüs’te bulunan çömlek buluntular, bu paylaşılmayan kentin, Bakır çağında kurulduğu sanılmaktadır. Yerleşimin ise , Bronz çağında başladığını göstermektedir. Kathleen Kenyon’unda içinde bulunduğu bazı Arkeologlara göre, Kudüs, Kuzeybatı Samiler tarafından, milattan önce 2600 yılında organize yerleşim alanı olarak kurulmuştur. İlk yerleşim alanları, Ofel Tepesi’ne kurulmuştur. Kutsal kitap ilk olarak Kudüs’ten, İbrahim’in müttefiki Melchizedek’in yönettiği şehir olarak bahsetmektedir. Bronz çağı ’ ın sonlarına doğru, Kudüs, Mısır’a bağlı bir şehir devletiydi Birkaç ücra köy ve pastoral bölgeleri yöneten mütevazı bir şehir olup, küçük bir Mısır garnizonuna ve” Kral Abdi-Heba” gibi atanmış yöneticilere sahipti . Birinci Seti ve İkinci Ramses zamanında, artan çok büyük zenginliklerle Kudüs mimari olarak gelişmesi gözlendi. Kudüs, biz insanlara emanet bırakılmış bir medeniyettir. Semavi dinler olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın ortak mirasıdır. Gök yüzüne en yakın bir belde olarak dillendirilen; Hz. İbrahim, Hz. Davut, Hz. Yahya, Hz. Zekeriya, Hz. Yusuf ,Hz. İsa (A.s. ) bir çok peygamberin burada Allah’ın nuruna mazhar oldukları mukaddes beldedir. Son Peygamber, kainatının efendisine (S.A.V) Miraç’a çıkarken Mescid- Haram’dan Kudüs’teki Mescidü-l Aksa’ya yolculuğunda Kubbetüsahra’daki muallak taşı üzerinden mirac’a yüce yolculuğuna yükselmiştir. Bizler bunu devamlı içimizde hissettikçe, yüreklerimizdeki ilahi ateş ile yanacaktır. Bu acıdan Kudüs; Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler için ayrı ayrı kutsiyet ifade etmektedir. Her bir molekülü harika olan taş parçaları, böylesine muhteşem yapılarıyla kendilerini yaratan sanatkarı hiçbir zaman inkar etmezler. O sert kayalar, şu kainatın Halıkı’nın emirlerine itaat ederek balmumu gibi yumuşarlar. Bizler yere basarken sırlarla

sayı//26// eylül 84


dolu bir dünyanın orkestralarını bilmeden çiğnemekteyiz. Tabiat ve unsurları olan çeşmelerin, ,ırmakların dağların arasından kaynaya kaynaya bizlere ulaşan buz gibi suların sunulması tesadüfi değildir Osmanlı ile “Kudüs”( Etle kemik gibi idi ) Osmanlı askerlerinin kenti İngiliz işgalcilere teslim ettiklerinde; Filistinli kadınların sözleri bu şekildeydi. “ Nasırlı kadınlar yürürken ibni Amir vadisinde… Göz yaşları sel olur akar…. Kimisi hamile, kimisi emzikte, Kimisin kucağında yavrusu, Kızlarımız…Asil kızlarımız bizim…. Gidin yiğitler….Kızlarınız bize emanet. Onlar himayemizde bizim…. Kızlarımız… ..Asil kızlarımız….”.( FilistinMahmut Derviş ) Peygamber Efendimiz’ den (SAV.) Rivayet edilen hadislerden edilen bilgilere göre, ( Mescid-i Aksa ( Beylü-I Makdis/ Kudüs) – Kabe-i Şerif’ den sonra yeryüzünde ibadet için inşa edilen ikinci evdir. Tarihin seyri içersinde çeşitli zaman ve milletler tarafından fazla isimlerle anılmıştır Yüksek bir makama sahip olduğundan genelde hep manası” Barış ve Kutsallık” içeren isimler olmuştur. Arap yarım adasından geldiği bilinen (Kenanlılar) “Kudüs” ü ilk hakimiyeti altına alan milletti. (Kenanlılar) dönemindeki ismi Ursalim’dir.” Jebus-Yebus ise Hz. Davut (A.S ) eline geçtikten önceki isimlerdir. Yerushalim ve Zion, İbranice ( Allah’ın evi) isimlerdir. Hz. Davud (A.S) zamanında “Davud’ un şehri manasında

ismi ( City of David) ismidir. Eski Yunanlılar tarafından verilen isim ise ( Hierosolyyma ) ‘dır. Latince ise İlia- Aelia- Capitolina dır. Beht Makdesa ,ise Aramice/ Beht ha Mikdaş ise İbranice (mukaddes ve kutsanmış ve arınmış ev manasında) gelen bu isimle de adlandırılmıştır. Genelde bu isimler hadislerde de geçmektedir. Müslümanlar tarafından fethi edildikten sonra ( Temiz, arı, kutsal ve mukaddes) anlamına gelen isim olan Kudüs daha sonraları Osmanlılar beldeyi Memlüklülerin elinden alınca, şehre Şerif sıfatını taktılar. El- Karye kasaba, köy anlamı olan “karye “ /”Kudüs”ün bakara suresinde geçen ismidir. Batılılar tarafından da “ Jerusalem “ ismi şehre verilen isimlerdendir. “Zeytun” Bazı kişilere ve bilgilere göre ( Tin ) suresinde geçtiğinde böylede anılmıştır. El- Kıble; İslam’ın ilk kıblesi olduğundan, elMihrab ; ise Hz. Davud,Hz. Zekeriyya ve Hz. Meryem’in mihrabı olduğu için bu isimlerle dillendirilmiştir.

Hz.Peygamberimiz ( S.A.V.) zamanında, ilk dönemlerde “Kudüs” kıble olarak sayılmakta, ona doğru namaz kılınmaktaydı. Sonunda Vahiy” geldiği esnada Hz.Peygamber (S.A.V.) Medine’de namaz kılıyordu. Namaz iki rekat kılındıktan sonra geri kalanı “Kabe” ye doğru dönülerek kılındı.

Kudüs’e peygamberlerin kokuları sinmiştir. Bir çok peygamber maneviyat izlerini “Kudüs”ün bağrına bir nakış gibi işlediler. Yahudiler Tevrat ve Zebur’u da kapsayan kutsal kitap ‘Tanah”/ “ Kudüs”ü dünyanın merkezinde tanımlar. Yahudi din kaynaklarında oluşan rabbani literatüründe “Kudüs” oldukça methiyeli bir şekilde anlatmaktadır. Bu görüş ışığında Tanrı dünyayı yaratırken güzelliği on’a ayırmış ve dokuz parça’ sınla “Kudüs” ü yaratmış, Diğer geri kalanınla da dünyaya meydana getirmiştir. inanışlarına göre dünyanın merkezi Kudüs’tür. Bu beldenin merkezide “ Even Şatiah” üzerine inşa edilen kutsal tapınaktır. İslam dünyasının 85


Hz.Süleyman; Kur’an’ daki bilgiler ışığında “ Rabbim” beni bağışla ,bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı güç ver, Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın “diye dua etti. Allah’ın ona müsaade ettiği sonsuz gizem ve izinle, tüm tabiat olayları, rüzgar ve kasırgalar ,ağaçlar, hayvanlar, ve tabi kî kuşlar ile konuşabiliyordu.

“ Mirac” ın basamağı kabul edildiği (Muallak) kayası olarak isimlendirilen taş, Yahudilerin “ Even Şatiah “adlı taş aynı taştır. Aslında bu taş büyük bir kaya parçasıdır .İsrail oğullarının bir başka inancıda, büyük Yahudi devletinin gelecek olan (Mesih) tarafından kurulacağı inancıdır. Davut, İbranicede çok sevilen ve yürekli kişi anlamındadır. Tanah’a ya göre Golyat (Calut) denilen yenilmez devin karşısına kimsenin karşı koyamadığın gören kral Saul (Talut) onu yenecek kişiye kızını ve mallarının yarını vereceğini açıklar. “Hz.Davut” Golyatın karşısına bir sapanla dikilir. İki kaşının arasına atmış olduğu taş ile beynini parçalayarak öldürür. Saul söz verdiği gibi kızını verir ve kısa bir aradan sonra Saul bir savaş sonucu, katıldığı savaşta ölünce yerine Hz.Davut Kral olur.Hz. Davut 40 yıl boyunca kendine yakışan şekilde hüküm sürdü. Belgeler göre ( M.Ö.970 ) yıllarında vefatından sonra yerine oğlu” Hz.Süleyman” geçti. Yahudiler hiçbir şekilde” Hz.Süleyman’”ı peygamber olarak kabul etmediler. Onlar için sadece tanrının yardımını alan bir Kraldı. Kuran-ı Kerim olmak üzere tüm hadis, tarih, tefsir, kısas-ı enbiya kitaplarının tümünde bir hükümdar ve peygamber olarak ve çok üstün vasıfları anlatılmaktadır. Kaynaklara göre 12-13 yaşlarında hükümdar olduğudur. Hz.Süleyman; Kur’an’ daki bilgiler ışığında “Rabbim” beni bağışla ,bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı güç ver,Şüphesiz sen daima bağışta bulunansın “diye dua etti. Allah’ın ona müsaade ettiği sonsuz gizem ve izinle, tüm tabiat olayları, rüzgar ve kasırgalar ,ağaçlar, hayvanlar, ve tabi kî kuşlar ile konuşabiliyordu. Ruhlar aleminin görünmez varlıkları, dolayısıyla dünyanın karanlık düşüncesindeki varlıklarla ilişki kurabiliyordu. Bunlar cin’ler ve kötü ruhlardı. Devamlı insanların hastalıklarından şifa bulması için Allah’ın ona vermiş olduğu kudreti kullanmıştır. Menkıbelere göre, Cebrail cennetten Hz. Adem Peygamber’e üzerinde sembol bulunan bir yüzük verir. Hz.Adem bin yıl yaşadıktan sonra vefat edince yüzük geldiği yere, cennet’e yerine döner (“Cebrail” on soru ve yüzük ile Hz. Davut’a gelir. Bu on soruyu çocuklarına sor. Kim bilirse yüzüğü ona ver der ) Hz. Davut, soruları çocuklarına sorar.kimse cevap veremez. En son ufak oğlu Hz.Süleyman kalmıştır. Bütün soruları bilir. Her sorunun sonunda da gülümsüyordur. Buna Hz.Davut

sayı//26// eylül 86

ciddiyetsizliğinden kızar ve niye güldüğünü sorduğunda ( Şurada bir karınca var, bana tüm cevapları söylüyordu ) açıklamasını yaptığında en ufak oğlunun değerli bir insan olacağından seve seve ona yüzüğü verir. Hz. Süleyman’ın bu yüzüğün gücü sayesinde insanlar dışındaki varlıklara, cinlere, hayvanlara ve tabiatın tüm unsurlarına hükmettiğine inanılır. Hz.Süleyman yaptırmış olduğu sarayı için bakır madenleri oluk oluk ilahi bir emirle akmıştır. Raziye göre; Hz. Süleyman bazen tam bir gündüz, gece ayakta Allah’a ibadet ederdi.Hata bazen daha da uzatırdı.Bir asası vardı. Ona dayanarak, Allah’ın huzurunda dururdu. İşte böyle bir ibadet sırasında değneğe dayanmış olarak vefat etti. Askerleri kendisini ibadette sanıyorlardı. Böylece günler, aylar geçti. Sonra İlahı hak durumun ortaya çıkmasını isteyince kurtlar Hz. Süleyman’ın değneğini kemirerek çürüttü ve Hz.Süleyman yere düştü.Hz.Süleyman’ın daha önce fark edemeyen ve kendilerinin gaybı bildiğini zanneden cin’ler, Bu durum karşısında kaybı bilmediklerini anladılar. Hz. Süleyman’ın ölümüyle (M.Ö. 930) çok sayıda kabile İsrail krallığından ayrıldı. Menkıbelere göre; Ahit sandığı, içinde Hz. Harun ve Hz. Musa’nın eşyaları olan, çok değerli ve oldukça da gizemli bir sandıktır. Bu sandık hakkında bilgiler, Kur’an-ı Kerim’de de yer almaktadır. Tarihi kaynaklar ve kutsal kitaplar incelendiğinde bu sandık hakkında bir çok bilgi bulunmaktadır. İslam alimlerine göre ( M.Ö. 587 ) yılından beri gizemli sandık kayıptır. Hz.Muhammed’in hadislerinde ve kutsal kitaplardan bir tanesi olan Tevrat’da da yer almaktadır. Ahit Sandığı ile ilgili tarihi kaynaklar incelendiğinde, bu sandık Hz. Harun dönemi bittikten sonra, Hz. Davud döneminde Kudüs’e taşınmış ve burada Hz. Süleyman tarafından yaptırılmış olan mabede konulmuştur. Gizemini günümüze kadar korumayı başarmıştır. Bu tarihte, oldukça ünlü olan ve Babil’in Asma Bahçelerini yaptıran Babil Kralı tarafından Kudüs işgal edildiğinde kaybolmuştur. Ağlama duvarı, Yahudi Kralı ,Herod’un yaptırdığı mabedin etrafını kuşatan duvarın bir kısmıdır. Kudüs’ün doğu kesiminde ”Kubbet-üs Sahra’nın” bulunduğu “Harem-i Şerif’in batı yakasında Tyropean vadisinin kayalık alanı üzerindedir. Yahudilerin “Kudüs” te en kutsal alan olarak günümüze kadar gelmiştir. Yahudiler, Buraya dua etmek, avunmak, erkekliğe giriş ve evlilik törenleri kutsanması için geliyorlar. Gelmektedirler.


“Kudüs” Müslümanlar için değeri çok olan kutsal bir beldedir. Şehir adı olarak Kuran’da bahsedilmese de, İsra mucizesiyle, Kuran’da yer alan el- Mescidü’l- Aksa’nın Hz.Süleyman mabedi, dolayısıyla “Kudüs” olarak dolaylı olarak kabul edilir. Zira “Kudüs” beldesine içinde barındırdığı mukaddes kutsiyete binaen “Mescid-i Aksa da denilmektedir “Kudüs” ün kutsallığı hadislerde sık sık geçmektedir. Hz. Peygamberimiz (S.A.V.) efendimiz, namaz ve ibadet için üç mescid-e sefer edilmesi çok geçerlidir .Bunlar; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa diye buyurmuşlardır. Burak Mescidi, Hz. Peygamberimizin (S.A.V.) Mirac gecesinde “Kudüs”e ulaştığında Burak adlı bineğin bağlandığı yerdir. Burak Mescid-inin hemen arkasında ağlama duvarı bulunmaktadır. Dinlerin ve insanların inançlarını iç içe yaşadığı beldedir. Hz.Peygamberimiz (S.A.V.) zamanında, ilk dönemlerde “Kudüs” kıble olarak sayılmakta, ona doğru namaz kılınmaktaydı. Sonunda Vahiy” geldiği esnada Hz.Peygamber (S.A.V.) Medine’de namaz kılıyordu. Namaz iki rekat kılındıktan sonra geri kalanı “Kabe” ye doğru dönülerek kılındı. “Muallak Kayası” Menkıbe ve kaynak ile hadislere göre Hz.Süleyman mabedinin Kudsü-l Akdes bölümünü teşkil ettiği ve dünyanın tam ortası durduğu, Hz.Nuh gemisinin tufandan sonra bu kayanın üstüne oturduğu,Hz.İbrahim’in oğlu Hz.İsak’ı bu taşa yatırarak kurban etmek istediği, Hz. Davut’un tövbeleri bu taşın üstünde yaptığı, kayanın üstünde Hz.Cebrail’in parmak izi ile Hz. Peygamberin (S.A.V.) ve Hz. İdris’in ayak izleri bulunduğudur. “Evliya Çelebi” seyahatname’sinde kayanın havada asılı duruşunun hikmetini şöyle anlatmaktadır.” Resul-i Ekrem efendimiz sahratullah üzerinde iki rekat namaz kılarak, bisbillah diyerek “Refref’e binip de, (Hud 41) suresi ayetini okuduğunda göklere çıkmaya başladığında arkasından “Sahratullah taşı ” yerinden kopup, “Ya Muhammed, (S.A.V.) Beni de” Cenabı hakkın huzuruna götür” diye dile gelir. Hz. Peygamber de -Ya sahra, Allah’ın emriyle boşlukta dur ! deyince taş ne kadar havaya kalktı ise o şekilde kalmıştır. O zamandan bu güne kadar taş boşlukta durmaktadır. Menkıbelere göre Muallak Kayası’nın altındaki ruhlar mağarasında Mirac gecesi Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz ile Hz.İbrahim, Hz.Musa, Hz. Davut, Hz.

Süleyman ve Hz.İlyas peygamberlerle buluşmuş ve onlara imamlık yapmıştır. Ruhlar kuyusu adı verilen Berzah Alemi’ne açılan bir kapı bulunmaktadır. Hz.Süleyman muhteşem hazineleri burada saklandığı sanılmaktadır. Ancak bu kuyu açılmayacak bir şekilde kapatılmıştır. Tarihin sayfaları devamlı dünya son bulunana kadar değişecektir. “Kudüs” te Osmanlı hakimiyetinin izleri ve Osmanlının bu topraklara vermiş olduğu ehemmiyet ve hatıraları hiçbir şekilde unutulmamış görülmektedir. “Yavuz Sultan Selim” Mercidabık’ta Memlükler’e karşı kazanılan zafer sonrası (29 Aralık 1516) aralarında İdris-i Bitlisi’nin de bulunduğu askeri ile birlikle Kudüs’ü aldı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa dönemi hariç ( 1831-1840 ) dört asır “Kudüs” Osmanlı yönetimi altında (1917) hep sancak statüsünde kaldı.

“Kudüs” Müslümanlar için değeri çok olan kutsal bir beldedir. Şehir adı olarak Kuran’da bahsedilmese de, İsra mucizesiyle, Kuran’da yer alan el- Mescidü’l- Aksa’nın Hz.Süleyman mabedi, dolayısıyla “Kudüs” olarak dolaylı olarak kabul edilir.

Kudüs, Ortadoğu’da bulunan dünyanın en eski beldelerindendir. Akdeniz ve ölü deniz’in kuzey sınırında yer almaktadır. Doğu Kudüs ile düşünüldüğünde İsrail’in en büyük şehridir. 800.000 nufüs’a, 125.1 Km2 alana sahiptir Uzun tarihi buyunca Kudüs , iki defa yok edildi. 23 defa işgal ve 52 defa olmak üzere saldırıya uğradı. 44 defa da tekrar ele geçirilip kurtarıldı. Yani tarihi boyunca gizemi ve önemi bakımından topraklarında hiç savaş eksik olmadı. Bu gün duvarlarla Ermeni, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlar olarak dörde bölünmüştür. Bu gün “Eski Kudüs” (1981) yılında dünya mirasları arasındadır. Ayrıca tehlike altında dünya mirasları arasındadır. Modern “Kudüs” eski “Kudüs” ün sınırlarını aşarak çok büyümüştür. Müslümanlar için gizemli” Kudüs” en kutsal yerlerdendir. 87


ETNOSPOR FESTİVALİ

“TÜRK DÜNYASININ KÜLTÜR BİRİKİMİ”

Şu anda bizler yakın zamanda 15 Temmuz hadisesinin de ortaya koyduğu gibi geleceğe millet olarak çok daha iddialı bir yürüyüş sergileyeceksek, unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizle, kültürümüzle, edebiyatımızla, dilimizle, müziğimizle, sanatımızla, estetik anlayışımızla, sporlarımızla yeniden kuşanmak zorundayız. Emine HALİL*

6-28 Ağustos ayının da İstanbul’da Küçükçekmece Bezirganbahçe meydanında Dünya Etnospor kültürel Festivali düzenlendi. Dünya Etnospor Konfederasyonu tarafından düzenlenen ve Küçükçekmece Belediyesi’nin ev sahipliğinde Bezirganbahçe Meydan’da gerçekleştirilen Etnospor Kültür Festivali’nin açılışı renkli görüntülere sahne oldu. Atlı gösteriler nefesleri kesti. Bu festival, tarihi Türki spor türlerini Türk halkına ve dünyaya, kimine tanıtma, kimine hatırlatma amacıyla başlatıldı. “Okçuluk vakfı” tarafından gerçekleştirilen bu festival, dünyada ilk kez bu büyüklükte olup, içeriğine sadece spor değil, aynı zamanda kültür, sanat, medeniyet, folklor gibi milletler için önem taşıyan konuları sığdırmış oldu. 800 000 metre karelik alanın her tarafında geçen çeşitli etkinlikler ziyaretçilerin hem eğlenmelerini, hemde bilgilenmelerini sağladı. Bir yandan spor yarışmaları ve gösteriler, çocuklar için kurulmuş salıncak ve oyun alanları, diğer yandan Türki milletlerin büyük çadırlar içerisinde kendi kültür ve folklörlerinin tanıtımı çocuklara ve yetişkinlere çok faydalı ve sevinç dolu zaman yaşattı. Milli çadırlarda Türki milletlerin temsilcileri kendilerini farklı şekilde tanıtmaya çalıştılar. Özgürlüğü, Devleti olan milletler el işleri sanatları, müzikleri, milli kıyafetleri ve yemekleri ile kültür ve folklörlarını sundular. Bazı halkların temsilcileri ise bu festivalde milli dava ve problemlerine, yaşadıkları zorluklar ve mücadeleye dikkat çektiler. Azerbeycan Hocalı trajedisini, Uygur türkleri Çin işgalini, Kırım türkleri rus işgalini ve bundan dolayı kaynaklanan zorlukları ve baskıyı anlatan fotoğraflar ve pankartlar ile kendilerini tanıttılar. Bu festival şu anda zulüm görmeye devam eden halklara seslerini bir kez daha dünyaya duyurmak için bir fırsat oluşturdu. Günümüzde bazı Türk soyundan gelen, müslüman halklar zor şartlar altında kaldıkları için, bu gibi etkinlikler Türki milletlerin birlik ve beraberlik içerisinde olduklarını, ortak amaç ve gayelerin oluşturulması gerektiğini, aslında büyük ve güçlü bir topluluk olduklarını hatırlatmak için önemli rol taşımakta.

* Kırım ATR TV. Türkiye Muhabiri

sayı//26// eylül 88

Uluslararası Etnospor Festivali ilk kez düzenlendiği için, bu sene spor dallarındaki yarışmalara ağırlıklı olarak Türk vatandaşları ve az sayıda yurtdışından katılan sporcular oldu.


ileride her sene yapılması planlanan bu fesivale yarışmalar için daha fazla yabancı katılması bekleniliyor. Açılışta konuşan Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan, festivalin unutulmuş ve unutturulmuş kültürümüzün yeniden canlanması için organize edildiğinin altını çizerek, “İstanbul’da bu güzel mevkide dünyada ilk defa, geleneksel sporlarımızın böylesine şık ve profesyonel şekilde, kültürümüzün tarihimizin halkımızla buluşturulduğu bu güzel organizasyona katılımınızdan dolayı hepinize teşekkür ederim. Elbette bölgemizde geçtiğimiz 15 yıllık süreçte çok daha güçlü çok daha iddialı, çok daha duruş sahibi bir pozisyon almış durumdayız. Bunun devam edebilmesi için bizim aynı zamanda kendi kültürel değerlerimizle de kuşanmaya ihtiyacımız var. Maalesef egemen güçlerin baskısıyla biz kendi kültürümüzden uzaklaştırılmak istendik. Bunun bir nebze de olsa başarıya ulaştığını kimse inkar edemez. Şu anda bizler yakın zamanda 15 Temmuz hadisesinin de ortaya koyduğu gibi geleceğe millet olarak çok daha iddialı bir yürüyüş sergileyeceksek, unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizle, kültürümüzle, edebiyatımızla, dilimizle, müziğimizle, sanatımızla, estetik anlayışımızla, sporlarımızla yeniden kuşanmak zorundayız. Bizler, Etnospor Konfederasyonu olarak sadece Türk milletinin değil, bütün milletlerin kendi geleneksel sporlarıyla yeniden ayağa kalkmasını arzu ediyoruz. Bugün dünyadaki kültürel adaletsizliğin ortadan kalkmasının yolu her milletin, kültürün kendi değerleriyle bağımsız bir şekilde buluşabilmesiyle mümkün olacaktır. Etnospor kelimesine takılanlar oluyor. Yıllarca geleneksel sporlar dendiği zaman hak ettiği ilgiyi görmediğini biliyoruz. Etnospor deyince, ilgi çekiyor. Türk milleti olarak kendi renklerimizle boyanalım diye dua ediyorum. 15 Temmuz darbe girişimine dikkat çeken Erdoğan, konuşmasına şöyle devam etti: “15 Temmuz öncesi ve sonrasında Türkiye üzerinde belli odakların savaş açtığını görüyoruz. 21. yüzyılın savaşları demek ki böyle olacak. Bizlerin güçlü olmamızın yolu aynı zamanda birlik olmamızdan geçiyor. Bu etkinliğin kardeşlik hukukumuzun gelişmesine katkı sağlamasını diliyorum.

89


“BELEDİYELERİMİZ GELENEKSEL SPORLARLA İLGİLİ KULÜPLER KURMALI”

İstanbul Valisi Vasip Şahin ise Türk medeniyetinin kadim bir kültürün mirasçısı olduğunu söyleyerek, ‘Bizler, iddia sahibiyiz. Bu iddiamızı gür sesle dile getirmeye başladık. Medeniyet iddiasında bulunmak tek başına bir şey ifade etmez. Biz eğer dünyaya yeni bir medeniyet sunacaksak bütün unsurlarıyla canlı ve albenili olmalı. Kendi kadim sporlarımızı, müziğimizi dünyaya sunmak için önce kendimiz tanıyacağız. “BİZİM MEDENİYETİMİZİN DÜNYAYA ÖĞRETECEĞİ ÇOK ŞEY VAR”

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, “Milletleri millet yapan, kendi inançlarından, örf ve adetlerinden geleneklerinden kaynaklanan ve onlara kimlik veren değerler vardır. Biz kadim bir medeniyet mensubuyuz. Bu topraklarda bin yılı aşkın bir süre içerisinde ve Orta Asya’da çok daha derin izleri olan büyük bir geçmişin mensubuyuz. Kimliğimizi yeniden belirleyen bir etkinlikteyiz. Organizasyona ev sahipliği yapan Küçükçekmece Belediye Başkanı Temel Karadeniz, Küçükçekmece’de böyle bir festivali organize ettikleri için Dünya Etnospor Konfederasyonu Başkanı Bilal Erdoğan ve çalışma arkadaşlarına teşekkür ederek, “Bu bir diriliş, uyanış, silkiniş, kültürümüzle barışma ve buluşma festivalidir... BİLAL ERDOĞAN, DERVİŞLERİN DUASININ ARDINDAN AÇILIŞ KURDELASINI KESTİ

Festivalde konuşmaların ardından, okçuluk, kılıç kalkan ekibi, atlı akrobasi ekiplerinin kortej geçişi ilgiyle izlendi. Ardından protokol üyeleri; atlı oyunlar, güreş, okçuluk, oba meydanı alanını gezdi. Dervişlerin duasının ardından Erdoğan, Etnospor Kültür Festivali’nin açılış kurdelesini kesti. Alana kurulan obada, Cuma selası ve duaların ardından Cuma namazı kılındı. 3 gün devam eden festivalde, atlı cirit oyunları, mas güreşi, aba güreşleri, geçmişten günümüze geleneksel çocuk oyunları, Orta Asya ve Anadolu mutfağının eşsiz lezzetleri, uzmanlar eşliğinde Osmanlı okçuluğu atış talimleri, geleneksel kıl çadırlarda oba yaşamı ve kültür tarihimiz, tarihi el sanatları çarşısı, kılıç kalkan gösterileri, atlı akrobasilerle Orta Asya ve Türk tarihi canlandı. sayı//26// eylül 90


Fotoğraflar

• http://www.aksam.com.tr/foto-galeri/kultursanat/ etnospor-kultur-festivali-son-gununde/32434/6 • http://www.yolpusulasi.com/uncategorized/etnospor-kultur-festivali-sona-erdi/ • http://genceksen.org.tr/sporcularimiz-geleneksel-okculuk-etnospor-kultur-festivaline-katildi/

91


ŞAİRLERDE VATAN KÜLTÜRÜ

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! Ak tolgayı beylerbeyi haykırdı: İlerle! Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilerle… Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. Mehmet Nuri YARDIM

izim edebiyatımızda vatan ve kahramanlık şiirlerine dudak bükerek bakanların sayısı az değil. Ne yazık ki, hamaset türünü, edebiyatın has konularından biri olarak kabul etmeyenler var. Hâlbuki geçmişten beri millet olarak bizi ayakta ve diri tutan biraz da bu ruh, kahramanlık şiirleri, serhat türküleri ve mehter marşları değil midir? Meselâ Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya ait olan ve 93 Harbi’ni anlatan şu marşı çocukluğumdan beri sever ve zaman zaman terennüm ederim. Şiirin ilk mısraları şöyledir: “Gafil ne bilir neş’ve-i pür-şevk-i vegâyı / Meydân-ı celâdetteki envar-ı sefâyı / Merdân-ı gazâ aşk ile tekbirler alınca / Titretti yine, rû-yı zemin arş-ı semâyı. / Allah yoluna cenk edelim şân alalım şan / Kur’an’da zafer vaadediyor Hazret-i Yezdan.” Nice zaferimizin şiiri yazılmış, nice seferimiz ve savaşımız bestelenmiş, şarkı olmuş, türkü olmuş, marş olmuş. Onlardan biri de coşkulu Tuna marşımızdır ve şu kıtayla başlar: “Estergon kal’ası subaşı durak / Kemiririr gönlümü bir sinsi firak / Gönül yâr peşinde yâr ondan ırak / Akma Tuna akma ben bir dertliyim / Yâr peşinde gezer koşar kara bahtlıyım” Vatan sevdası ile ve gaza aşkıyla kaleme alınmış şiirlere Divan edebiyatında da bol miktarda rastlarız. Meselâ Kadı Burhaneddin’in “Tuyuğ”u buna bir örnektir: “Erenler öz yolunda er tek gerek / Meydanda erkek kişi nertek gerek / Yahyı yaman katı yumşak olsa hoş / Serverem diyen kişi erkek gerek”

Ömer Öztürkmen • Faruk Nafiz Çamlıbel • 6 Dilaver Cebeci • Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu • Mehmet Akif Ersoy • Namık Kemal

Türk Halk edebiyatında mertlik, kahramanlık ve yiğitlik üzerine o kadar güzel şiirler kaleme alınmış ki, bunlar toplansa çok güzel bir antoloji ortaya çıkar. Ama biz şimdilik sadece Dadaloğlu’nun bir dörtlüğüyle yetinelim: “Dadaloğlu’m yarın kavga kurulur / Öter tüfek davlumbazlar vurulur / Nice koç yiğitler yere serilir / Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” Tanzimat’tan sonra gelişen yeni Türk edebiyatında ‘Vatan şairi” olarak bilinen Namık Kemal’in bu temayı işleyen birbirinden güzel şiirleri var. Şair, “Murabba”ında şöyle diyor: “Sıdk ile terk edelim her emeli, her hevesi, / Kıralım hail ise azmimize ten kafesi. / İnledikçe eleminden, vatanın her nefesi / ‘Gelin imdada!’ diyor. Bak budur Allah sesi!..”

sayı//26// eylül 92


Namık Kemal’in “Vatan Şarkısı”nda da bir mümin için şehadetin önemi vurgulanır ve millet olarak kahramanlığımıza işaret edilir. O şiirin de ilk mısralarını görelim: “Amalimiz efkârımız ikbal-i vatandır / Serhaddimize kale bizim hak-i bedendir / Kahraman Türkleriz ziynetimiz kanlı kefendir / Kavgada şehadetle bütün kam alırız biz / Kahraman Türkleriz can veririz nam alırız biz”. Şiirin devamında “Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda / Can korkusu gezmez ovamızda dağımızda / Her köşede bir şir yatar toprağımızda” denildikten sonra ölüme dostça bakan bir mütevekkil insan hâli görürüz: “Top patlasın ateşler etrafa saçılsın / Cennet kapısı can veren ihvana açılsın / Dünyada ne bulduk ki ölmeden de kaçılsın” Mehmet Emin Yurdakul’un “Türk İlâhisi” adlı şiirinde âdeta hain 15 Temmuz darbe ve işgâl hareketine karşı büyük bir dirilişe geçen, uyanan ve şahlanan aziz milletimizin ruh halini görürüz: “Dedem koynunda yattıkça, benimsin ey güzel toprak, / Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak. / Yerim sensin, göğüm sensin, cihanım, cennetim hep sen / Nasıl bir zinde millet çıktı gördüm hasta sînenden…” Millî şiirleriyle tanınan ve sade bir üslupla kaleme aldığı vatan şiirlerini yazan Mehmet Emin’in metinlerinde ‘Türk’ ırkı kadar ‘Osmanlı’ ve ‘İslâm’ inancı da geniş bir yer tutar. Meselâ şu mısralarda Kur’an-ı Kerim’e olan derin hürmeti hissederiz: “Yaradan’ın kitabını kaldırtmam, / Osmancık’ın bayrağını aldırtmam; / Düşmanımı vatanıma saldırtmam, / Tanrı evi vîran olmaz; giderim!” “İstiklâl Marşı” ve “Çanakkale Şehitlerine” şiirleriyle herkesin gönlünde taht kuran büyük şairimiz Mehmed Âkif’in sevdiğim eserlerinden birisi de “Cenk Şarkısı”dır. Âkif, şiirinde savaşa gidecek olan askere büyük bir moral verir. Şiirin coşkun hisleri Âkif’in ustalığındandır. İlk iki kıtasını paylaşalım ve aziz şairimizi rahmetle analım: “Yurdunu Allah’a bırak çık yola, / ‘Cenge!’ deyip çık ki vatan kurtula. / Böyle müyesser mi gaza her kula, / Haydi levent asker, uğurlar ola. / Ey sürüden arkada kalmış yiğit! / Arkadaşın gitti, yetiş sen de git. / Bak, ne diyor ceddi şehidin, işit: / Durma, git evladım uğurlar ola.”

benzetirken haksız değildir. Önce şu mısraları okuyalım: “Eski dünya, yeni dünya bütün akvam-ı beşer / Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mi hakikat mahşer. / Yedi iklimi cihanın duruyor karşında, / Osrtralya’yla beraber bakıyorsun; Kanada! / Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk. / Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk. / Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ... / Hani tauna da zuldür bu rezil istilâ...”

“Çanakkale Şehitlerine” şiirinde aslında bizim yüzyıllardır süregelen medeniyetimiz ve insana bakışımız anlatılır. Âkif, vahşete alkış tutan ‘Avrupalı’yı ‘tek dişi kalmış canavar’a

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, / Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.” Âkif’in yakın dostu ve ruh kardeşi Süleyman Nazif de “Türk İlahisi”nde tarihten bugüne akıp

Faruk Nafiz Çamlıbel, “Zafer Türküsü”nde ölüme koşarak giden cengaverlerin yürek yangınını anlatır,

Bugün de aynı oyunlar sahnelenmiyor mu? Başta ABD olmak üzere Batının sömürgeci, emperyalist devletleri, 15 Temmuz’dan beri bize hasım olmadı mı? Darbe ve işgali görmeyip, zalimleri korumaya kalkmadı mı? Âkif’in bir ‘Asım Nesli’ vardır. İşte o muhteşem nesil, sözde altın nesil olarak yetiştirilen ‘katil’lerin tanklarına, toplarına ve uçaklarına meydan okudu. Şehitleriyle, gazileriyle dünyaya muazzam ders verdi, büyük bir destana imza attı. Âkif bence bu mısralarında tam da bugünleri anlatıyor ve direnişin kahramanlarını, ahlâk ve fazilet âbidelerini anlatıyor: “Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: / İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek. / Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... / O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar, / Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, / Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! / Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! / Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer. / Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i... / Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi. / Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? / ‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.” Şair, Ömer Halisdemir ve diğer şehitlerimizi anlatmıyor mu? Âdeta bugünleri görmüş, yaşamış ve yazmış gibidir koca Âkif. 15 Temmuz Destanı, Çanakkale Harbi’den, İstiklâl Harbi’den asla aşağı değildir. Hatta daha hayatîdir, mühimdir denilebilir. Zira bir beka, istiklâl ve istikbal mücadelesidir. Geçmişte düşmanlar belliydi, ama şimdi hunhar Batılı emperyalistlerin yanı sıra FETÖ, PKK, DAEŞ, PYD gibi iç düşmanlar da kalleşçe halkımıza, askerimize, polisimize saldırıyorlar. Biz yine Âkif’e kulak verelim: “Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhat, / Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat... /

93


Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır / Bir tarih boyunca onun uğrunda / Kendini tarihe verenlerindir.”.

sayı//26// eylül 94

gelen vatan sevgisinin izleri üstünde durur ve şöyle der: “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak, / Neler yapmış bu millet en yakın tarihe bir sor, bak. / Yerim sensin, göğüm sensin, cihanım, cennetim hep sen, / Nasıl bir zinde millet çıktı gördüm hasta sinenden!” Âkif’in yakın dostlarından ve onun hakkında kıymetli bir monografi yazan Mithat Cemal Kuntay, “Yurt Duyguları”nda ‘bayrak’ın bizim için taşıdığı mânâya işaret eder: “Düşmez yere hâşâ o bizim bayrağımızdır, / Bir fecr olarak doğmadadır her dağımızdan. / Ay yıldız o mâzideki bir süstür, emin ol, / Âtide güneşler doğacak bayrağımızdan.” Kuntay’ın “Vatan Hisleri” şiiri de, benzer hisleri taşımaktadır. Şiir güzel ama en can alıcı ve düşündürücü mısraları şair sona saklamıştır: “Ölmez bu vatan, farzı muhal, ölse de hatta / Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi!..” ‘Feylesof’ şairimiz Rıza Tevfik Bölükbaşı, uzun yıllar gurbette yaşamanın hasretiyle lirik şiirlere imza atmıştır. Onlardan biri de “Anadolu”dur. Şair, burada bir coğrafyanın vatan oluşunun mâcerasını usulca anlatır bize. Şöyle ki: “Anadolu, Sultan Osman’ın yurdu, / Tuğrul Bey’in konağıdır o eller! / Milletimiz orda doğdu, büyüdü, / Bize ana kucağıdır o eller! / Osmanlılar unutmasın soyunu, / Anadolu’dan aştık hudut boyunu. / Orda oldu zorlu ateş oyunu, / Ataların ocağıdır o eller!” Şiir bir su gibi akıp gidiyor. Bölükbaşı, alperenlerin Anadolu’yu yurt edişlerinden, Selçuklulardan, Osmanlılardan bahseder ve Kayı Boyu’nun alplerinden bahsederken büyük bir imanı taşıyan yüreklerine, ruh ve duygu dünyalarına da temas eder. Sonra da Anadolu’yu bir boydan bir boya kuşatan erenlerin, ermişlerin türbelerine bakmamızı ister. Bu mısralar Devlet-i Aliyye’nin zafer takıdır ve bize bazı hakikatleri fısıldar: “Hep gaziler oradan gelip geçtiler / O çaylardan abdest alıp, içtiler. / Memleketler fetheyleyip göçtüler, / Erenlerin durağıdır o eller! / Her bir viran köşesinde bir er var, / Türbelerde nice nice server var. / Bilmem nerde böyle, mutlu bir yer var? / Ulu Kâbe toprağıdır o eller!...” Şairin temennisi bir dua hükmündedir ve şiiri şöyle bağlar: “Rıza! Canım o ellere kurbandır, / Sinesinde yatan, atan, anandır; / Anadolu asıl eski vatandır, / Anamızın kucağıdır o eller!...” Yahya Kemal’in “Akıncı” şiirini, hangimiz okul ders kitaplarında hissederek ve yaşayarak

okuyup sevmedik ki. Ne diyordu evlâd-ı Fatihan şairi: “Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik; / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! / Ak tolgayı beylerbeyi haykırdı: İlerle! / Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilerle… / Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan, / Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan. / Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla / Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla… / Cennette bugün gülleri açmış görürüz de / Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde! / Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik, / Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!” Cumhuriyet devrinin iyi ediblerinden, “Han Duvarları”nın şairi Faruk Nafiz Çamlıbel, “Zafer Türküsü”nde ölüme koşarak giden cengaverlerin yürek yangınını anlatır, onların vatan ve bayrak sevdasını ifade eder: “Yaşamaz ölümü göze almayan / Zafer, göz yummadan koşana gider. / Bayrağa kanının alı çalmayan, / Gözyaşı boşana boşana gider!” “Çoban Çeşmesi”nin has şairi, “Şehitlerin Türküsü”nde genç fidanların şehadetlerini anlatırken bizi bambaşka duygu âlemlerine alıp götürür. Bu hüzünlü mısraları okurken yine 15 Temmuz’da meydanlarda, Köprü’de, Saraçhane’de, Ankara’da kanını feda eden çocuklarımızı, gençlerimizi, kadın erkek kahramanlarımızı hatırlıyor ve duygulanıyoruz: “Yücelik bizlere alın yazısı, / Gökteyiz toprağa serilsek bile, / Barışta adımız vatan kuzusu, / Savaşta koçyiğit görülsek bile. / Nasıl ayrılmazsa güller fidandan, / Biz yurda öylece bağlıyız candan, / Gözümüz ayrılıp gitmez vatandan, / Cennet-i âlâya verilsek bile. / Doymadık vatanda seyran etmeğe, / Düşmanla boy ölçüp meydan etmeğe, / Canları yurt için kurban etmeğe / Hazırız yeniden dirilsek bile.” Beş Hececi’lerden Yusuf Ziya Ortaç, “Akdeniz’e” isimli şiirinde 26 Ağustos Zaferi’ni şu mısralarla dillenir: “26 Ağustos, gece sabaha karşı, / Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı. / Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar, / Altüst oldu siperler, eridi demir ağlar. / Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı, / Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.” Ortaç’ın “Mehmetçik” şiiri de bizim üç kıtada asırlarca at koşturan ecdadımızın küçük bir menkıbesi gibidir. Şiir şöyle başlar: “Göğü bir fecre sarar açtığımız bayraklar, / Yurdu, topraklara mıhlamış adımlar saklar. / Çarpar ecdadımızın nabzı damarlarda bugün, / Koşar


üç kıtada nal sesleri hâlâ Türk’ün!..” Asır asır tarihe ve coğrafyaya bir kanaviçe gibi işlenen seferleri anlatan Yusuf Ziya, şiirin son bölümünde Mohaç’tan Çanakkale’ye uzanan zafer zincirinin son halkasında coşkuyla inancını söyler: “Yedi kat toprağın altıyla bizimdir bu diyar, / Can verirken, bizi ecdadımızın ruhu duyar. / Kalbi Allah’a dayanmış, dayanır dipçiğine, / Güvenir milletimiz yine Mehmetçiğine!” Aynı milliyetçi duyguları taşıyan Ziya Gökalp “Balkanlar Destanı”nda bir savaşı tasvir ederken mahşeri anlatır gibidir: “Yıldırım kanatlı kasırga canlı / Bir şahin sürüsü gibi Osmanlı / Soldadır: Gözleri ateşli, kanlı. / Kaldı dağlar, taşlar tufan içinde.” Yerli ve milli kaynaklardan beslenen şairimiz Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiiri ne kadar güzeldir. Hele ilk mısraları hakikaten doyumsuzdur: “Ey mavi göklerin / Kızıl ve beyaz süsü, / Kız kardeşimin gelinliği, / Şehidimin son örtüsü. / Işık, ışık dalga dalga bayrağım, / Senin destanını okudum. / Senin destanını yazacağım.” Bir şelale gibi akıp giden şiir, şu sultan mısralarla taçlanır: “Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim, / Yeryüzünde yer beğen / Nereye dikilmek istersen, / Söyle seni oraya dikeceğim…” Asya, “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” şiirinde Mehmetçik’imizden bahsederken aslında anlattığı yine biziz, vatanımızdır, Mehmetçik’imizdir: “Şehitler tepesi boş değil, / Biri var bekliyor… / Ve bir göğüs nefes almak için / Rüzgâr bekliyor. / Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye, / Yattığı toprak belli, / Tuttuğu bayrak belli… / Kim demiş meçhul asker diye?” Marş olup dillerde söylenen bir başka şiir de İbrahim Alaeddin Gövsa’nın “Türk Bayrağı”dır. Şair, albayrağı mısralarıyla selâmlarken destanlaşan tarihimize de uzanır ve o kutlu çağlardan övgüyle bahseder. Şiirin ilk kıtasıyla yetinelim: “Kahramanlar bucağında uyandın, / Şehitlerin kanlarıyla boyandın, / Nice düşman kalasına uzandın. / Sana selâm ey şanlı Türk bayrağı” Kahramanlık şiirleri hâfızalara yerleşmiş şairlerimizden Orhan Şaik Gökyay’ın “Destan”ı önemlidir ve şöyle biter: “Atlar şahlanmalıdır, yaslar saklanmalıdır, / Sesine ses katmalı seller coşkunluğundan, / Gökler haber alsın bir kahraman vurulduğundan; / Ordular bir

Arif Nihat Asya

Necip Fazıl Kısakürek

meçhûle doğru yaylanmalıdır, / Sancaklar düşsün öne! Bu senin son cengindir...” Gökyay’ın meşhur şiiri “Bu Vatan Kimin?”, yıllardır okula giden çocuklarımızın, gençlerimizin ve şiirseverlerin en çok sevdiği, ezberlediği ve dost meclislerinde seslendirdiği şiirlerdendir. Her şeyin bir bedeli var. Vatan sevgisi de işte böyle emek verilmiş kıymetli şiirlerle beslenir, büyür. Hâfızalara nakşolunan bu şiirin ilk kıtasında, soruya cevap verilir: “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır / Bir tarih boyunca onun uğrunda / Kendini tarihe verenlerindir.” Şiirin ilerleyen bölümlerinde şu yürek yakıcı mısralarla karşılaşırız: “Tarihin dilinden düşmez bu destan, / Nehirler gazidir, dağlar kahraman / Her taşı yakut olan bu vatan / Can verme sırrına erenlerindir.” Mehmetçiğimize destan yazanlar, ona şiir adayanların sayısı çok. Şair Cemal Oğuz Öcal da “Eşsiz Mehmetçik” dedikten sonra devam eder: “Sanmayın el toprağında, / Gözü vardır Mehmetçiğin!... / Destan destan bayrağında, / Sözü vardır Mehmetçiğin!...” Kosova’dan Niğbolu’ya, Çanakkale’den Dumlupınar’a atılmış zafer adımlarından bahsedilir ve şiirin sonunda milletimizi ayakta tutan temel unsurlara dikkat çeker: “Milliyet de, Din de tektir, / Dilinden hiç düşmez tekbir, / Allah’ından aldığı bir, / Hızı vardır Mehmetçiğin!..” Halil Bedii Yönetken, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairlerin yanı sıra hanım şairlerimizden Halide Edib Zorlutuna da, şöyle seslenecektir Mehmetçiklerimize: “Ey kanıyla toprağı

“Bir Cuma sabahı Allah’a karşı / Malazgirt’te ellidörtbin er / Söylediler en güzel marşı / Allahu Ekber, Allahu Ekber”.

95


Yahya Kemal Beyatlı

vatanlaştıran erler, / Ey gözlerin ışığı, gönüllerin baharı, / Tende can, tarihte şan; ezelden er oğlu er, / Ölümsüz milletimin ölümsüz çocukları…” Arif Hikmet Par, “İstanbul Fetih Destanı”nda Hazret-i Peygamber tarafından müjdelenmiş şehrin şiirini bir kıtada bölüşür: “Bir devir açan hücum nihayet başladı, / Sancaklar, dalgalanır orman gibi uğultularla, / Allah Allah sesleriyle binlerce insan saldırır, / Silâhlar, merdivenler, ipler ve mızraklarla.” Hayatımız boyunca pek çok şiir okuruz. Ama bazıları var ki, gerçekten de ciğerdelen tesirlidir. Alıp okuyanı sallar ve bambaşka ufuklarda at üstünde koşturur. Necmettin Halil Onan, “Bir Yolcuya” şiirinde Anadolu’nun imanlı, cesaretli ve vatanperver çocuklarını anlatır. “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın / Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. / Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, / Bir vatan kalbinin attığı yerdir. / Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda / Gördüğün bu tümsek, Anadolu’nda, / İstiklâl uğrunda, namus yolunda / Can veren Mehmed’in yattığı yerdir. / Bu tümsek koparken büyük zelzele, / Son vatan parçası geçerken ele, / Mehmed’in düşmanı boğduğu sele / Mübarek kanını kattığı yerdir. / Düşün ki, haşrolan kan, kemik, etin / Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin, / Bir harbin sonunda bütün milletin / Hürriyet zevkini tattığı yerdir.” Şairler Sultanı Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Sakarya Türküsü”, Türkiye’de en çok sevilen, ezberlenen ve okunan şaheser şiirlerimizdendir. Şanlı geçmişin anıldığı mısralar bize bir tarih yolculuğu yaptırıyor: “Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu; / Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu? / Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna; / Giden şanlı akıncı, ne gün döner sayı//26// eylül 96

yurduna? / Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir? / Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!” İsmi az duyulmuş olan Baha Vefa Karatay’ın da bu vadide şiirleri var ama Destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun mısralarıyla maziyi ve zaferleri yaşıyoruz: “Nağramızdır bugün gök gürültüsü, / Kanımızdır bugün yerin örtüsü… / Gazi atlarının nal parıltısı… / Kılıçlarımızdır çakan şimşekler… / Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!...” Gençosmanoğlu, Türk edebiyatının kanaatimce son büyük ‘Destan Şairi’dir. Yoksa bu mısraları hissedip ifade etmek kolay değildir: “Sakarya nesli yiğitler… / Bağrı kan süslü yiğitler… / Sübhan göğüslü yiğitler / Gitti ise, benim gitti.” Gençosmanoğlu inanıyorum ki o temiz vicdanı, yüksek imanı ile âdeta günümüze geçmişten bakmış ve şu dört mısra ile 242 şehidimizin hikâyesini kısaca, özlüce ifade etmiştir: “Bölünmesin diye millet / Baki kalsın diye devlet / Dağlar gibi kemikle et / Seller gibi kanım gitti...” Anadolu’ya açılan kapı Malazgirt Zaferi’ni Ömer Öztürkmen şu özlü mısralarla bize anlatıyor: “Bir Cuma sabahı Allah’a karşı / Malazgirt’te ellidörtbin er / Söylediler en güzel marşı / Allahu Ekber, Allahu Ekber” Ağustos ayının 27’sinde Hakka yürüyen Ankara’nın Hisar şairlerinden Nurettin Özdemir, bakınız “vatan”ı ne güzel tarif ediyor: “Vatan, / Hudut boylarında dalgalanan / Güzel bayrağımızda / Hare hâredir. / Vatan / Küçük ellerinin avuçladığı / Sâde bir toprak parçası değil çocuğum, / Toprakla büyüyen bir kutsal düşüncedir. / Vatan, / Isparta halısında bir gül / Ve Kütahya çinisinde / Ateşten bir lâledir. / Vatan, / Hazar Gölü’nde şiirli bir akşam / Ve eski Harput’ta / Burcu yıkılmış bir kaledir. / Vatan, / Ayder Yaylası’nın yeşilliğinde / Dağların, bulutların gözyaşı / Bir şelaledir. / Vatan, / Hakkari’de sıra dağlar / Ki bölünmez; / Yürek yüreğe, el eledir.” Bugün de yaşayan bir çok şairimiz vatan sevdasıyla, bayrak aşkıyla, memleket hasretiyle birbirinden güzel şiirler kaleme almıştır, almaya devam ediyor. Sanırım bazı şiirler de demleniyor. Onları da ayrı bir bahis olarak görmek gerek. Zira yaşadıklarımızın üzerinden henüz çok fazla zaman geçmedi. Yazıma, şehitlerimize rahmet dileyerek son veriyorum.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.