ŞEHİR ve KÜLTÜR - 15. Sayı

Page 1



Biz’den… BİRLİKTE YAŞAMANIN HUKUKUNU BİLMELİYİZ “Sen çalış, sîneye sığmaz deme, âsâr-ı ulûm, Bir küçük âyinede aks-i semâ zâhir olur!” Mahir İz Her şeyden önce kişinin akl-ı selim sahibi olması gerekir. Akıl, insanoğlunun varoluşundan bu yana kullanabileceği en pozitif hasletidir. Yaradanın, kutsal kitabımızda sık sık vurguladığı ; “…aklınızı kullanmazmısınız?” “…Hâla aklınızı başınıza almayacakmısınız..?” “ ..Belki aklınızı başınıza toplarsınız!..” İfadeler, bizi doğru yola götürecek anahtarı göstermektedir. Efendimiz buyurmuşlar, bizim hayat tarzımızı yönlendirmek için: Gerçek Müslüman ol kişidir ki! başkası onun elinden ve dilinden emniyette olup, (zarar görmedikleri ) kimsedir. İslam Şehir dinidir, yani medenî dindir. Medeniyet İslamın varoluşunun varlık sebebidir. Medeniyet; Toplumun sosyal hayat içinde bütün unsurları ile adaletle, barış ile birlikte yaşamanın şartlarını yerine getirmiş şehirli hayat tarzıdır. Şehirlilerin birbirlerine zarar vermeden, ama birlikte yaşamanın erdemini hisseden yaşama şeklidir. Sanatı, mimariyi insana ve doğaya zarar vermeyecek şekilde inşa etmenin kültürüdür medeniyet. Aklını kullanarak insan bütün iyi ve uyumlu hasletleri kurgulayabilir. İslamda Akl-ı selim sahibi olmak bu değerleri yaşatmak demektir. Müslüman’ın bu nedenle hiçbir canlıyı öldürme gibi bir eylemi kabul edilemez İstanbul (Dersaadet ) için özellikle vurguladığım bir cümle vardır; Dersaadet hem muhacirdir, hem ensardır…Tarih boyunca muhacir olanlar gün gelmiş ensar olmuşlardır. Tarihin tekerrür ettiği bir coğrafyada yaşıyoruz ve bu hadiseleri hep yaşayacağız. Kendini yenilemeyen toprağın, mahsulü azalır. Değişen dünya şartlarında, günü güne eşit kılan aldanmıştır ifadesinin gereğini yerine getiremiyorsak aldandığımız muhakkaktır. Geleneksel kültürümüzü de çevre şartlarına, yaşama standartlarımıza uygun hale getiremiyorsak kültürümüz geriliyor demektir.

Attığımız her adımın bir sonraki adıma yön verdiğinin bilincinde olmalı , yön tayin ederken yolu şaşırmamalıyız. Şehirlerimiz, geleneksel kültürümüzle bugüne kadar yozlaşarak geldiler bu muhakkak. Yozlaştırdığımız değerlerimizi artık düzgün hale getirip, istikameti sağlamlaştırmalıyız. Şehirlerde yaşarken, birlikte yaşamanın hukukunu bilmeliyiz, adaletli davranmalıyız. Komşuluk hakkı gibi , geniş manada düşündüğümüzde şehirlilik hakkınında kaidelerini oluşturmalı ve bunun hukukunu korumalıyız. Nefes almanın yaradanın izni ile en doğal hak olduğu dünya üzerinde. Şehirde yaşarken de nefes alabilme hakkını başkalarının nefesini keserek almamalıyız. Sanatı , sevdiğimiz bildiğimiz değerler üzerinden icra ederken, bundan rahatsız olacakların hukunu da düşünmeliyiz… İlim sahibi olmak için çok çalışmalıyız ki , hem kendimize, hem çevremize hem insanlığa faydamız olsun. Şairin dediği gibi, bu sineme sığmaz deme, küçük bir görüntüde semânın aynasını görebiliriz. Kısaca müşterek yaşamanın , adaletini sağlamalıyız…biz insanız… Şehirlerimizi , kültürümüzle birlikte yaşatmayı vazife bilmeliyiz. Kültürümüzü gelecek nesillere aktarmayı , öğretmeyi ilke edinmeliyiz. Bu şuurla çalışıyoruz Şehir ve Kültür dergisi olarak. Bir kutlu vazife bildik. Çalışmayı ibadet kabul ediyoruz. Yazıyoruz, anlatıyoruz, örnekler veriyoruz, bilgilendiriyoruz, bilinçlendiriyoruz… Aslında, farkına varmadan bizde kendimizi tazeliyoruz… Yeni bir sayı ile karşınızdayız…Tertemiz sayfaları düzgün fotoğraflar, bilgi yüklü yazılarla düzenledik, yanlışları sildik. Saçımızı taradık ve yine yeniden merhaba diyoruz efendim. “Adalet nedir? – Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? – Dikene su vermek.” Diyor, Hz.Mevlana. “Hoş bulduk efendim, Hoşça bakın zatınıza..” Mehmet Kamil Berse Genel Yayın Yönetmeni


içindekiler

4 8 14 20

SAVAŞ, BARIŞ, ŞEHİR VİCDAN VE KÜLTÜR Ersin Nazif GÜRDOĞAN

DEĞERLERiMiZ, YEREL KiMLiK VE ŞEHiR

26

BİR ŞEHRİ GÖRMEDEN SEVMEK! Muhsin İlyas SUBAŞI

Cem ERİŞ

DERSAADET’TE “FATiH-SÜLEYMANiYE” ULEMÂ SEMTLERi Mehmet Kâmil BERSE

DiVAN ŞiiRiNDE ŞEHiR KÜLTÜRÜ Prof. Dr. Muhammet Nur DOĞAN

ŞEHİR ve KÜLTÜR, Dersaadet Kültür, Edebiyat, Dil, Sanat ve Tanıtım Platformu Derneği ‘nin Aylık Dergisidir ISSN: 2148-5488. İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni; Mehmet Kamil Berse İcra Kurulu: Eyüp Ensari Ergin- Hüseyin Kansu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yard.Doç.Dr.Recep Çelik Editörler: Fahri Tuna - Giray Tarhanoğlu

42 46

ERDEMLi ŞEHiR/ DEVLET EKSENiNDE CEMiL MERiÇ’LE MEDENiYETi OKUMAK Recep GARiP

iSTANBUL FATiH’TE SOSYO KÜLTÜREL DEĞiŞiM Hasan SUVER

Reklam: Dr.Ali Mazak, Savaş Uğur, Dr.Mustafa Avtepe Pazarlama ve Halkla İlişkiler: Atilla Akdemir Fotoğraf: Kâzım Zaim, Ahmet Dur, Mustafa Cambaz, Erkan Çav, Yaşar Şadoğlu, Mehmet Kamil Berse, İsmail Yılmaz Tashih: Hüseyin Movit Grafik Tasarım: grafilgug@gmail.com / Martı Ajans Ltd.Şti Teknoloji : A.Kemal Dinç Yayın Kurulu: Prof.Dr.Hüsrev Subaşı, Prof.Dr.E.Nazif Gürdoğan, Prof.Dr.Ali Rıza Abay, Prof.Dr.Ahmet Turan Arslan, Prof.Dr.Ali Arslan,


7 DOĞU-BATI EKSENİNDE STRATEJİK REKABETİ YENİDEN YORUMLAMAK / Kitap Tanıtım: Araş. Gör. Sezai DUMLUPINAR 28 BOZKIR iÇiNDE VAHA, SEMERKAND / Dr.Kâmil UĞURLU

66

32 ASIRLIK MENDİLİN HİKÂYESİ / Mehmed BUĞRA

YOLCULARI TARAFINDAN ARANAN ŞEHiRLER İsmail BiNGÖL

34 BÜYÜLÜ ÜLKENİN,BÜYÜLÜ ŞEHİRLERİ FAS – MOROCCO/ Yavuz SUBAŞI 37 ELLERİNDEYKEN / Kâmil UĞURLU 38 TOPRAK ANAYA YAŞLI BABAYA DOĞRU / Ali Arslan CAN

SÖYLEŞİ

50 ELVEDA HAYDARPAŞA / Sabri GÜLTEKİN 52 BALKANLAR YAKOVA / DRENİÇA / ÜSKÜP / Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU 54 ŞEHİRLER VE TABYALAR / Prof.Dr.Ömer ÖZDEN 58 FİLİBE; AKINCI’SININ YOLUNU GÖZLEYEN ŞEHİR / Fahri TUNA 60 ANADOLUCULUK ORTAK VATAN - TÜRKİYE / Yaşar DİNÇKAL 64 ŞEHİR “HATTLARI”/ Kâmi Mehmet EFENDİ 71 KÜLTÜR / MEDENİYET KENTLERDE OLUŞUR / Ayhan ŞİMŞEK 78 ÇİMENTONUN ASIRLIK YOLCULUĞU VE ÖNCÜ KURULUŞLARI / Mehmet MAZAK

72

NECiP TOSUN iLE “EDEBiYATA ADANMIŞLIĞIN” SIRRINA SIZMAK

Mehtap ALTAN

81 DEFNE KÜÇÜK SERAMİK SERGİSİ / Şehir Sanat 82 İDAREYE HUZUR GELİNCE... / Ekrem KAFTAN 86 SANATA GİDEN YOL / Mehmet Lütfü ŞEN 88 14 AY’IN ARDINDAN ŞEHİR VE KÜLTÜR DERGİSİNE BAKMAK / Değerlendirme: Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV* 94 (MTTB) MİLLİ TÜRK TALEBE BİRLİĞİ / Mehmet Nuri YARDIM

84

MUSiKi VE MEDENiYET Hulûsi ÜSTÜN

Prof.Dr.Muhammet Nur Doğan, Prof.Dr.Arzu Tozduman Terzi, Prof.Dr.Celal Erbay, Prof. Dr.Nurullah Genç, Prof.Dr.Recep Toparlı, Prof. Dr.Hamit ER, Prof.Dr.Hüseyin Yıldırım, Prof. Dr.M.Sıtkı Bilgin,Prof.Dr.Hamza Ateş , Doç. Dr.Muharrem Es. Doç.Dr.İbrahim Maraş, Doç. Dr.Önder Bayır, Yard.Doç.Dr.A.Hikmet Atan, Yard. Doç.Dr.Erkan Çav, Recep Garip, Yunus Emre Altuntaş, Şener Mete, Ekrem Kaftan, Muzaffer Doğan, Şakir Kurtulmuş, Nurettin Durman, Yaşar Dinçkal Fiatı: 10 TL. KKTC Fiatı : 13 TL. Abone Yıllık: İstanbul 120 TL. İstanbul Dışı 120 TL.

Banka hesap no: Akbank Atikali Şubesi IBAN: TR69 0004 6000 2888 8000 0564 74 Adres: İskenderpaşa Mahallesi Yeşiltekke Kuyulu Sokak 6/1A Fatih-İstanbul Tel: 0212 534 15 11 Fax: 0212 534 13 27 e-posta : info@sehirvekultur.com www.sehirvekultur.com www.dersaadethaber.com Baskı: Matsis Matbaacılık Hizmetleri Ltd.şti./ Tevfik Bey Mah.dr.ali Demir Cd.51 SefaköyK.çekmece / 0212 624 21 11


nsanların zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için, arz ve talebi gözeten, nimet ve külfet dengesine önem veren, her alanda savurganlığın önüne geçen, bir ekonomik yapı ve kültürel dokuya ihtiyaç vardır. Akıllı ülke, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatın düzenlenmesinde, kaynakların verimli dağıtılmasını ve değerlendirilmesini sağlayacak, hukuki altyapısıyla, nitelikli insanları, bir mıknatıs gibi çeken ülkedir.

SAVAŞ, BARIŞ, ŞEHİR VİCDAN VE KÜLTÜR Ruhları kutsal kültürle yıkananların, sağduyuları hem başlarında hem gönüllerinde olur. Ruhu pak olanın kültürü Ak olur. Ak kültürün kara çevresi olmaz. Prof.Dr.Ersin Nazif GÜRDOĞAN*

Türkiye ekonomik ve siyasal alandaki başarılarıyla, ürün, hizmet ve bilgi üretim gücünü büyütmede, bilgi düzeyi yüksekliğinin, gelir düzeyi yüksekliğinden çok daha fonksiyonel olduğunu gösterdi. Türkiye petrol zengini olmayan zengin ülkedir. Dünyada İbn Haldun’dan bu yana tartışıldığı gibi, devletin önde gelen işlevi üretici olmak değil, denetici olmaktır. Ekonomik gücün lokomotifi, devletten önce millettir. Millet zengin olursa, devlet güçlü olur. İslam dünyası, “Avrupa Birleşik Devletleri” gibi, bir “Orta Doğu Birleşik Devletleri” olamadı. Ancak Türkiye, üç kıta ve üç denizin odak noktasındaki, geniş coğrafyası ve zengin demografik yapısıyla, İslam dünyasının özü ve özetidir. Dünyada köklü bir ekonomik ve kültürel paradigma değişimi yaşanıyor. Artık İstanbul; Londra gibi, Frankfurt gibi, dünyanın nitelikli insan ve finans kaynaklarının çekim merkezi ve İslam dünyasının kutup yıldızıdır. İslam dünyasının geleceği İstanbul’da inşa edilecektir. Akıllı insan olmadan akıllı kent olmaz. Akıl gönülle akıl yolunu bulur. Aklın gözü gönüldedir. Dünyanın dönüşüm hızından daha düşük bir hızla dönüşen ülkeler, dönüştüren ülkeler değil, dönüştürülen ülkeler olurlar. Yeni Türkiye’nin, dünyanın dönüştürücü güçlerinden biri olması, ürün, hizmet ve bilgi üretme gücüne, yeni boyutlar kazandırmasına bağlıdır.

*TC Maltepe Üniversitesi İTİF Dekanı

sayı//15// ekim 4

Yeni Türkiye’nin yeni vizyonunda, üretim gücü düşük, risk almaktan kaçınan, çok hiyerarşik, çok bürokratik, kurum ve kuruluşlara yer yoktur. Yeni Türkiye, “temsili” demokrasiden “katılımcı” demokrasiye, “siyasal” toplumdan “sivil” topluma, “kapalı yerel” ekonomiden, “açık küresel” ekonomiye, “tek kültürlü” ülkeden “çok kültürlü” ülkeye dönüşmeye direnenlerin Türkiye’si değil, dönüşmeyi yönetenlerin Türkiyesi’dir. Türkiye


dönüşmeyen misyonuyla, dönüşen vizyonunu ne kadar hızlı dönüştürürse, ekonomik, siyasal ve kültürel gücünü de o kadar hızlı büyütür. “Türkiye 1453’ten bu yana özenle inşa ettiği misyonu, yeni 2053 vizyonuyla, İstanbul’dan, Brüksel’e, Moskova’ya, Washington’dan, Yeni Delhi’ye, Pekin’e Tokya’ya taşımalıdır. Uzaklık yakınlık farkının olmadığı kare dünyada, pergelin sabit ayağının Türkiye’de olabilmesi için, diğer ayağın bütün ülkeleri, bir bir dolaşması gerekir. Yirmibirinci yüzyılın Avrupası, geçen yüzyılların Avrupası değil. Ömrünü Fransızlara İslamı anlatmaya adayan Muhammed Hamidullah, 1969 yılında Ankara’da yaptığı bir konuşmada, “Paris’in Avrupa’da İstanbul’dan sonra en çok Müslümanın yaşadığı kent” olduğunun üzerinde önemle durmuş, “Paris İslam’ın Yeni Avrupa’da parlayan yıldızı olacak” demişti. Değişen Avrupa’da yalnızca Paris’te değil, bütün Avrupa kentlerinde yüzbinlerce Müslüman yaşıyor. Müslüman Avrupa’da binlerce “çarşı ve cami” inşa ettiler. Fransa’da yaşayan Müslümanlar, toplumda yüzde 10’u aştıkları için, ülkenin ekonomik, siyasal ve kültürel yapısında vazgeçilmez bir yer tutuyorlar. Başta Fransa olmak üzere, bütün Avrupa ülkeleri, kendi ülkelerinde yaşayan Müslümanların kutsallarına saygı göstermek, değerlerine değer vermek zorundalar. Fransa’nın seküler kültürün anavatanı olması, kendisine bütün kutsal değerleri, ölçü ve sınır tanımaz bir biçimde eleştirme hakkı vermez.

Avrupa ya bütün tarihsel birikimiyle kutsal kültüre odaklanacak, ya da bir akrep gibi, seküler kültürün ateş çemberi içinde toptan intihar edecektir. Ancak Avrupa güneşinin battığının farkında değil, hala İslam dünyasına üstünlük taslamaya çalışıyor. Avrupa’da kutsal kültür adına ne varsa, hepsi Asya’dan alınmadır. Avrupa, Avrupa’daki Müslümanları dışlamakla, İslam dünyasından önce Batı dünyasına zarar verir. Müslümanlar Avrupalı olmasalar da Avrupa’da yaşıyorlar, İspanya’da zengin bir tarihe sahipler. İnsanlığın geleceği İslam dünyasının geleceğine bağlıdır. İslam’a düşman olan hayata düşman olur. İslam kutsal kültürün ana kaynağıdır. Herkes Einstein gibi: “Ben, barış için savaşmak istiyorum. İnsanlar kendileri karşı çıkmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramaz. Büyük idealler uğruna, önce küçük bir azınlık savaşım vermiştir” demek zorundadır. Ülkeler savaşlarda silahlara harcadıkları kaynakları, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için harcasalardı, dünyanın hiçbir ülkesinde yoksulluk kalmaz, herkese “aş, iş, ev” sağlanırdı. Türkiye’nin en büyük mirasçısı olduğu Osmanlı Devleti, Söğüt’te küçük bir Anadolu beyliği olarak kuruldu. Kuruluşunun üzerinden iki yüzyıl geçer geçmez, Akdeniz ile Karadeniz arasında yer alan Doğu Asya ve Doğu Avrupa’da kendisine geniş bir alan açtı, yüzyıllarca dünyanın en güçlü devleti 5


Ş ehir

oldu. Osmanlı Devleti, son Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu milletler birliğidir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin ilham kaynağıdır. Abdülhamit’in kişisel bağışıyla başlayan Hicaz Demiryolu kuruluşunu, yaptıkları yardımlarla, bütün dünyadaki Müslümanlar destekledi. Kültür, ekonomi ve politikayı altın oranda harmanlayan, Hicaz Demiryolu’nun finansmanında, kendine özgü bir yol ve yöntem izlendi. “Hicaz Demiryolu”, çalışmasında, R. Tourret, çok boyutlu projenin, “Dünyada belki de borçsuz, faiz ödemesi olmayan ve tamamlandığında, kâr’a geçmiş tek demiryolu girişimi” olduğunu önemle vurgular. İki denizin ve iki kıtanın merkezi İstanbul, Hicaz Demiryolu’nun kalbidir. Haydarpaşa tren istasyonu, İstanbul’un Mekke’ye açılan kapısıdır. Anadolu’nun bağrından geçen Hicaz Demiryolu Medine’ye ulaştı, Mekke’ye ulaşamadı. İşletmeye 1908 yılında açıldı. İstanbul’u, Şam, Amman, Kudüs, Beyrut ve Medine ile bütünleştirdi. Medeniyet yolda olmaktır.Yolda olan yenilenir. İstanbul Türklerin Avrupa’ya, Kazan Rusların Asya’ya açılma kapısı oldu. Avrasya ekseninde Türkiye ve Rusya iki vazgeçilmez ülkedir. Türkiye’nin Avrupa’ya, Rusya’nın Asya’ya genişlemesinde Karadeniz en önemli rekabet alanını oluşturdu. Türkler ve Ruslar Karadeniz çevresinde güç kazanmak için, yüzyıllar boyunca birbirleriyle hem yarıştılar, hem savaştılar. Karadeniz beş yüzyıla yakın bir zaman diliminde, “Türk Gölü”ne dönüştü. Kültürel işbirliğinin olduğu ülkelerde, ekonomik işbirliği, ekonomik işbirliğinin olduğu ülkelerde de kültürel işbirliği vardır. Ülkeler arasındaki ilişkilerde, kültür ekonominin yolunu aydınlatır. Ekonomi kültürün peşinden gider. Nasıl ayçiçeği sayı//15// ekim 6

yüzünü hep güneşe çevirirse, ekonomi de, yüzünü hep kültüre çevirir. Ekonominin gözü sürekli kültürün üzerindedir. Kültür ekonominin gözü sürekli kültürün üzerindedir. Kültür ekonominin olduğu kadar insanın da, vicdanıdır. Vicdan ekonomide adaletin terazisidir. Terazi sağlıklı kültürün, dengeli ekonominin simgesidir. Her yerde ve her zamanda, bütün insanların saygı duyduğu ve sevgiyle bağlandığı değerler, dünya barışını koruyan silahsız güçlerdir. Vicdan dünyada insanları birbirine bağlayan en sağlam zincirdir. Fatih Ayasofya”dan yola çıkarak, Doğu Roma”nın başkenti Yeni Roma”yı, Türk dünyasının başkenti İstanbul”a dönüştürdü. İstanbul, Üsküdar ile Mekke, Eyüp ile Medine, Yarımada ile Kudüs toprağıdır. Dünya şehirlerinin başkenti Mekke”nin, Kurtuba ve Kazan”da batan güneşi, İstanbul”da yeniden doğdu. İstanbul”un odak noktası Fatih”tir. Fatih”i bilen bütün hazineleriyle İstanbul”u bilir. İstanbul”da Ayasofya”nın yerini Süleymaniye aldı. Süleymaniye Türk tarihinin özü ve özetidir. Süleymaniye”ye bakan Türkler”in bin yıllık tarihini görür. Yaşanabilir bir dünya için, bütün ülkeler, kültürü kirleten bir beyin yıkanmasına değil, hayata anlam kazandıran bir ruh yıkanmasına odaklanmalıdır. Kültürleri çağın getirdiği kirlerinden arıtmak için, insanlar akıllarıyla düşünmeli, gönülleriyle yaşamalılar. Ruhları kutsal kültürle yıkananların, sağduyuları hem başlarında hem gönüllerinde olur. Ruhu pak olanın kültürü Ak olur. Ak kültürün kara çevresi olmaz.


İdil Yayıncılık

Kitap Tanıtım: Araş. Gör. Sezai DUMLUPINAR*

rof. Dr. Ali Arslan tarafından kaleme alınan ve Türkiye’de ki önemli bir boşluğu giderecek olan DoğuBatı Ekseninde Stratejik Rekabet isimli çalışma İdil Yayıncılık tarafından geçtiğimiz ay içerisinde yayımlanmıştır. Geçmişten günümüze devletlerarası rekabet sürecinin iyi bir şekilde analiz edilmesi hiç şüphesiz tarihi süreci vukufiyetle kavramaktan geçer. Bu husisiyetten hareketle Prof. Dr. Ali Arslan’ın devletlerarası ilişkileri tarihçi kimliği ile birleştirerek analiz etmesi önemli bir strateji kitabının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Küresel devletlerin rekabet çerçevesinde mutlaka ilişki içerisinde olduğu Türkiye’de strateji alanında belirleyici olan çalışmaların mutlaka öngörücü ve uzun vadeli bir yaklaşımla stratejik ufuğa katkı sunması gerekmektedir. Tüm bu düşünceler çerçevesinde Doğu-Batı Ekseninde Stratejik Rekabet kitabı stratejik bir ufukla Türkiye kamuoyuna kazandırılmıştır. 267 sayfa olan eserin içerisinde son derece önemli konu başlıkları bulunmaktadır. Devletlerin Statüleri isimli başlıkta statüler stratejik bir yaklaşımla bilinen statülendirmelerin dışında ilk kez farklı bir şekilde tanımlanmıştır.

Bu statülerin yeniden belirlenmesi devletlerarası ilişkilerin farklı bir bakış açısı ile değerlendirilmesine katkı sağlayacağı muhakkaktır. Diğer önemli bir başlık Hasan Kanbolat ile birlikte yazdıkları Türkiye ve Anadolu Etki Alanı’dır. Türkiye ve Anadolu’nun gerek coğrafi konumu gerekse kültürel alandaki mümtaz özellikleri belirtilirken, bu özelliklerin iyi bir şekilde değerlendirilmesi halinde devletlerarası rekabette Türkiye’ye sağlayacağı fırsatlar manzumesi işlenmiştir. Stratejik Açıdan Türkiye’nin Doğal Alanı ve Tabii İmkân Sahaları başlığında ise Türkiye’ye imkân sunan potansiyelleri üzerinde bir değerlendirme yapılmıştır. Bu imkân ve potansiyellerin neler olduğu ve Türkiye’nin rekabet kabiliyetine sağlayacağı katkılar derinlemesine incelenmiştir. Prof. Dr. Ali Arslan, Osmanlı’nın Genişleme Stratejileri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türkler, Doğu’nun Çöküş Döneminde Avrupalılar ve Osmanlı , Avrupa’dan Türkiye’ye Yahudi Göçünün Stratejik Olarak Kullanılması( 1880-1920) konularına yer vererek doğu-batı rekabetinin tarihi sürecini işlemiş, Osmanlı’nın izlediği strateji ve buna mukabil batının kurmuş olduğu politik sisteminin gelişimini dikkatlere sunulmuştur. Eserde ayrıca Boğazlar ve Karadeniz’in Stratejik konumu, Ukrayna’da yaşanılan mücadelenin bölgeye etkisi ve Türkiye-Ukrayna ilişkileri, Balkanlardaki rekabette güçlerin stratejileri farklı bir yaklaşımla incelenmiştir. Birbirinden önemli konu başlıkları ile ele alınmış olan eserde Ön Asya’da günümüzde yaşanılan mücadele de Ön Asya’nın Yeniden Dizaynının Fiilen Başlatılması adı altında çok önemli tespitler ve çözüm önerileri yapılmıştır. Suriye-Irak hattında düşünülen yeni devletlerin kurulması projesi etraflıca ele alınırken, Türkiye’nin karşı hamlesinin nasıl olması gerektiği hususu belirtilmiştir. Özellikle Suriye- Irak hattında teşekkülü planlanan Sünni Arap, Kürt, Dürzî, Nusayrî devletlerinin Türkleri Araplardan, Arapları Akdeniz’den ayırma düşüncesinin Ön Asya’da ki dengeleri nasıl etkileyeceği noktasındaki tespitler dikkati çekmektedir. Müdekkik bir nazar ile ele alınan Doğu-Batı Ekseninde Stratejik Rekabet isimli çalışma geçmişten günümüze doğu ve batı arasında ki rekabeti yeniden değerlendirme açısından özellikle politika üreticiler ve stratejiler tarafından etraflıca incelemesi gereken bir bir çalışmadır.

Ş E H İ R K İ TA P

DOĞU-BATI EKSENİNDE STRATEJİK REKABETİ YENİDEN YORUMLAMAK Prof. Dr. Ali Arslan

7


Ş ehir

DEĞERLERİMİZ, YEREL KİMLİK VE ŞEHİR

Git gide birer bina deposuna dönüşen , aslında maişetinden başka bir şeyin insanımızı mekana bağlamadığı bir şehir, nasıl yaşanan, paylaşılan, kültür ve medeniyet boyutu ile beraber miras bırakılan bir şehir olabilir ki? Cem ERİŞ*

imarî, şehir ve medeniyet… Muhterem hocam Prof. Sadettin Ökten, her medeniyetin temsil edildiği simge şehirler olduğundan bahisle “ ….yeni ve yakın çağların simge şehri de İstanbul’dur. Yani İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunun bir kültür olarak ortaya çıktığı , eski tabirle tecelli ve temerküz ettiği şehirdir İstanbul.Bu medeniyetin temel değerleri,batı medeniyetinin temel değerlerinden farklıdır. Dolayısıyla bu değerlerin ürettiği insan tipi de farklıdır.” tespitini yapıyor (Ökten,2009). “Şerefül mekan bil mekin” denilmiştir… İşte biz bugün mekanı şereflendiren, değerli kılan bu insan tipini arıyoruz kadim medeniyetimizden bakiye mimari mirasa bakarak. O insanı ve ruhu kaybettiğimizden bugün yeni yorumları yapmakta zorlanıyoruz. Bu kültürel kesintinin, hafıza kaybının tesiri altında ruhsuz taklitlerden öteye geçmeyen, ne doğuya ait ne de batıya ait bir mimari ile ortaya konan kişiliksiz bina ve mekanların baskısı altında şehirlerimizi dönüştürüyoruz. Bundan en çok zarar görenler de İstanbul gibi simgeleşmiş kadim şehirlerimiz oluyor maalesef. Kaybettiğimiz ve yeniden üretmekte zorlandığımız bu insan tipi Hz Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmış insandır şüphesiz. Tüm bu tanımlar ve tespitleri İstanbul izdüşümünde “ki bu izdüşüm kimlik coğrafyamızdaki her şehrimiz için geçerlidir” daha anlaşılır kılabilmek için sadece Yahya Kemal’in şu cümlelerini hatırlatmakla yetineceğim: “ İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkar, İstanbul’un eski semtlerinden herhangi birini , mesela : Koca Mustafapaşa semtini,yahut Eyüb’ü,yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz milli hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki: bu halk bu iklimde ezelden beridir sakindir ve bu iklime bu mimariden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.Vatan toprağı bizde de ecnebi memleketlerinde de her hissedene bu vehmi veren topraktır.”

* Y.Mimar- Restorasyon Uzmanı İBB Boğaziçi İmar Müdürü İstanbul 4 Numaralı (Fatih-Zeytinburnu) Koruma Kurulu Bşk.

sayı//15// ekim 8

Rahmetli Turgut Cansever hocamızın da dediği gibi “ecdad ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmiştir” adeta. Oysa bugün şehri alabildiğince büyütmek bir marifet olarak telakki ediliyor. Şehri büyüttükçe insanı küçülttüğümüzü ve onu bu büyüklük altında ezerek yalnızlaştırdığımızı ve değersizleştirdiğimizi, şahsiyetsizleştirdiğimizi göz ardı ediyoruz. Bunu bir sorun olarak dahi görmüyoruz. Halbuki insana, onun kimlik ve kişiliğine yapılacak yatırımın en az şehre yapılan


yatırım kadar değerli olduğunu, insan ile şehir ve şehir ile tabiat arasındaki dengenin ne kadar hassas ve kırılgan olduğunu anlamak o kadar zor olmamalıydı bu kadim medeniyetin mirasçıları olan bizler için. Onun için şehri tanımlarken , kadim kültürümüzün ve siyasetinin hakim olduğu asırlarda ortaya konulan ,özgün ve özgüven içindeki yaşam tarzını ve mimariyi anlıyor, konuşuyor olmalıyız. Bu yaklaşım günümüz mimarlık ve şehircilik meselelerinin anlaşılarak geleneğinden ilham alıp bize has tasarım ve biçimlerin ortaya konmasında yönlendirici olacaktır. Bu durumda hiç vakit kaybetmeden günümüz insanının kendi inanç ve medeniyet değerlerinden hareketle yeniden özgüvenini kazandıracak vasıtaları bulmak ve ihya etmek zorundayız. Peki bugün ile geçmişin duruşu arasındaki fark nedir? Bu fark “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturu gereği fiziki planlamanın ötesine geçilip manevi planlama anlayışının temel alınması ve her gayretin ,her eylemin nihayette zaman ve mekan ötesini hedefleyen bir amacı olmasıdır. Git gide birer bina deposuna dönüşen , aslında maişetinden başka bir şeyin insanımızı mekana bağlamadığı bir şehir, nasıl yaşanan, paylaşılan, kültür ve medeniyet boyutu ile beraber miras bırakılan bir şehir olabilir ki? Hele bir de günümüzde inşaat sektörü, istihdam ve ekonomiyi finanse etmekteki önlenemez boyutuyla ve hızıyla şehri dönüştürürken kimlik ve medeniyet merkezli bu hayati ve temel kararlar nasıl alınacak, denge nasıl kurulacak? Kadim medeniyetimizin bugün de yaşayan , nefes alan ve aldıran değerlerinden hareketle özü ve kökü aynı ,bize has bir dil, tarz, mimari geliştirebildik mi? Tüm bu sorulara cevap bulabilmek için öncelikle kendi ruhunu anlayıp öğrenecek ve öğretecek bir ekol ,bir tarzı yeniden ihya ve ihata etmek zorundayız. Kanaatımca bu ihya ve ihata etme hareketinin en temel dinamiği, varlığını toplum tabanında zayıflamışta olsa hala sürdüren “KOMŞULUK MÜESSESESİ “dir. KOMŞULUK MÜESSESESİNİN İHYASI Dedelerimiz görevlerini yaptılar ve tarihin sayfalarındaki şerefli yerlerini aldılar. Ancak bize öyle bir emanet bıraktılar ki bu emanetten vazgeçip inkar edemediğimiz gibi -ki bir dönem inkar siyasetine kurban edilerek talan edilen bir emanetten bahsediyoruz- bugün onu koruma ,bir adım öteye taşıma ve maddi-manevi tüm dinamikleriyle beraber sürdürme zaruretini iliklerimize kadar hissedip kendimize görev

edindiğimiz yeni bir süreçte, mesuliyetin büyüklüğü çok daha görünür hale gelmiştir (Eriş, 2015). Bu mesuliyetin altında bugünü yani aslında yarını biçimlendirirken kendimizi, şehri ve mimariyi yeniden analiz edip bize has bir sentezi ortaya koyacak ruh ve biçimin terkibinde ne kadar başarılı olabildiğimiz hakkında kocaman soru işaretleri ve endişeler altında, aslında reçete elimizde olmasına rağmen yanlış mecralarda yol almaya çalışmanın çile ve eziyetini hem kendimize, şehirlerimize ve mimariye, hem de bize bakan,bizi örnek alan coğrafyamıza karşı çektirdiğimizi de farkında mıyız? Bugün şehirlerimizde asli ve asil medeniyetimizi temsil namına ürettiğimiz, kendimize ve insanlığa örnek olma adına sunabileceğimiz çok fazla bir şey yok , kadim şehir mimari ve yaşam tarzımızdan başka.

Oysa bugün şehri alabildiğince büyütmek bir marifet olarak telakki ediliyor. Şehri büyüttükçe insanı küçülttüğümüzü ve onu bu büyüklük altında ezerek yalnızlaştırdığımızı ve değersizleştirdiğimizi, şahsiyetsizleştirdiğimizi göz ardı ediyoruz.

ÖZELEŞTİRİYİ YAPALIM, Bu yüzden başta yerel idareler olmak üzere tüm kurumlarımızla ve insanımızla, yerel kimlik ve kültürü korumak ve geleceğe model olarak miras bırakabilmek amacıyla tarihi ve kültürel çevremizi, mahallelerimiz ve evlerimizi, ve onları birbirine kenetleyen anıt eserlerimizi insanı ile beraber yerinde korumak, yaşatmak zorundayız. Bu eyleme girişirken de kendimizi test etmek adına doğru soruları kendimize sormak ve samimiyetle cevap vermek zorundayız: Kendinize “bu şehir bana ne veriyor?” diye sorduğunuzda cevabı sadece cüzdanınızda ya da kasanızda arıyorsanız sizde bir problem var demektir. Yok cevabı gönlünüzde, madde ve mana aleminizde arıyorsanız ve ben bu şehre nitelikli, değerli ve özgün olarak neleri katıyorum diye bir endişenin sahibi iseniz ve en önemlisi de maddi ve manevi dünyamız arasında bir denge ve adalet tesis edebiliyorsak doğru bir yerde durduğunuzdan emin olabilirsiniz. Medeniyetimiz ancak bu şekilde sürdürülebilir olacaktır. Peki bize has sürdürülebilir bir şehrin ve komşuluk müessesinin ihyası için neler yapmalıyız?Nereden başlamalıyız? Anadolu’muzda güzel bir söz vardır: “Yiğit düştüğü yerden kalkar” derler. Öncelikli sorunumuz bu düştüğümüz yeri doğru tespit etmek ve kaldığımız yerden ayağa kalkmak için gerekli iradeyi toplum olarak göstermek olacaktır. Bu sorunun cevabı asırlar ötesinden taptaze bir şekilde haber veriliyor bizlere . Bunun için çok uzağa gitmeye gerek yok. Yegane kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’de yüce Rabbimiz emrediyor: “Allah’a ibadet edin. O’na hiçbir şeyi eş tutmayın. Anaya-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinin mâlik olduğu kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenen ve 9


Ş ehir

dâima böbürlenen kimseyi sevmez.”(Nisa 4/356) Komşuluk hakkında Peygamber (SAV) efendimiz pek çok hadis buyurmuşlardır: “ Vallâhi mü’min değildir, vallâhi mü’min değildir, vallâhi mü’min değildir. - Kim Ya Rasulallah, diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle buyurdu: - Komşusu, belâlarından emin olmayan kimse (kamil) mü’min değildir.”(Buhari) “ Komşusu, zararından emin olmayan kimse cennete giremez.”(Müslim) “Allah katında arkadaşların en hayırlısı, arkadaşı için en hayırlı olandır. Allah katında komşuların en hayırlısı da komşusu için en hayırlı olanıdır.”(Tirmizi) “Cibril bana komşu hakkını o kadar çok tavsiye etti ki, neredeyse komşuyu komşuya vâris kılacak zannettim.”(Buhari) “Yanı başınızdaki komşusu açken tok olarak geceleyen kişi (olgun) mü’min değildir.” (İbn Ebî Şeybe) “Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse komşusunu incitmesin. Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse misafirine ikram etsin. Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır söylesin ya da sussun.”(Buhari) gibi hadis-i şeriflerle komşuluk hukukunun çerçevesi kesin bir şekilde belirlenmiş ve bildirilmiştir. ŞEHİRLERDE İMAR EDİLEN SİTELERDE DAYATILAN YAŞAMA ŞEKLİ Bizlere emir ve tavsiye edilen bu ahlak ve yaşam tarzı karşısında bize dayatılan ise Batı Medeniyeti , aklı esas alan seküler , laik yaşam tarzını destekleyen, dini yedeğinde tutan sosyalist veya liberal-kapitalist bir sistem olmuştur maalesef. Bu medeniyetin içindeki uzmanların da kabul ettiği gibi çökmekte olan bu sistem alarm verirken İslam sayı//15// ekim 10

Medeniyeti ise vahyi, tevhidi , ahireti ,mahşeri ve hesap gününü esas alan, Kur’an-ı Kerim’e ve Hazreti Peygamberin tatbikatına yani sünnete dayalı sistemi ve yaşam tarzı ile ilk günkü gibi saf ve tertemiz olarak dünyayı kucaklıyor .Bu sistem bizim kadim inancımızdır ; imanımızın çerçevesidir. Bu sistemde din yani İslam, hayatın tam merkezindedir ; Ve tabii olarak hayatın tüm alanlarını , mekanı , mimariyi ve şehri biçimlendirecek olandır. Konuşmacı olduğum bir panelde konut ilanlarına ait bazı misaller vermiştim. Bunlardan bazılarını sizlerle de paylaşmak isterim: Günümüzde bir “modern” sitenin tanıtım cümleleri: “GÖKYÜZÜNDEKİ UYGARLIK ………………Yaşam mimarınız, hayalini kurduğunuz yaşam biçimiyle ilgili beklentilerinizi daha da yükseklere taşıyor. İstanbul’un en önemli yerleşim merkezlerinden Ataşehir’de bir ilke imza atıyor: bu proje size sadece bir yaşam alanı değil, yepyeni bir yaşam anlayışı sunuyor. Ataşehir’in en değerli bölgesinde kurulan site, modern ve özgün anlayışıyla benzerlerinden çok farklı bir noktada. Hayatın her alanında yüksekte olmayı başaranlar için yeni bir dünyanın kapılarını aralıyor. “ Şimdi burası önemli: “Bu Proje , bulunduğu arazinin konumunu kulelerinin yüksekliği ile birleştirerek size Ataşehir’den İstanbul’un tüm güzelliğini ve denizin en derin mavisini tüm ihtişamıyla seyretme imkânı sunuyor.” Bu vaad karşısında şehirlerinin en değerli ve hakim mevkilerine mabedlerini, külliyelerini inşa eden bir medeniyetin varisi olarak ard arda şu sorular sıralanıyor insanın zihninde: *hangi şehirden bahsediyoruz? *bugünün insanı şehir deyince ne anlıyor? *nereyi anlıyor?


*o şehirle ilişki kurma biçimi artık komşu, sokak ve mahalle ölçeğinden kuleler ölçeği ile mi yer değiştirdi?

amacıyla sizler için hazırlandı !? Maalesef henüz böyle bir proje ve reklamı yok. Ben rastlamadım.Ancak hayalini sizlerle paylaştım.

Şimdi bu örnekleri biraz daha çeşitlendirerek devam etmek istiyorum:...”Firmamızın ilk projesinde 8 75 daire 3 haftada satıldı. Şimdi yenisi başlıyor. Bu iki büyük markanın 2. projesi, sizi yeniden yaşamaya davet ediyor, Topkapı’nın merkezinde herkes için yepyeni bir yaşamın kapılarını açıyor. Modern mimarisi, şehir merkezindeki konumuyla hayatın tadını çıkaracaksınız.

Mevcut duruma ve gidişata bakılırsa böyle bir ilanı bir süre daha göremeyeceğiz. Çünkü bizim dışımızda ve bizi manevi değil maddi değerlerimizden dolayı müşteri olarak gören, değerlerimize uygun şehir kurmak işine gelmeyen yatırımcı, işadamı, belediyeler ve spekülatörler için sizler ,bizler yokuz aslında.

Gelin, konforlu yaşam standartları, şehrin her yerine kolay ulaşımınızı sağlayan metro ve alternatif yolları, keyifle vakit geçirebileceğiniz geniş yeşil alanları ve dünyada tek olan foldhome konsepti ile yeni projemizde yaşamaya baştan başlayın!” ...”Avrupa Yakası’nda, Avcılar E5 Karayolu üzerinde, bölgenin popüler alışveriş merkezlerine yakın konum mesafesinde butik proje anlayışı ile hizmet verecektir. Güler yüzlü ve profesyonel ekibi, çağımızın tüm teknolojik ihtiyaçlarına cevap veren donanımlarıyla keyifle toplanacağınız salonlarında iş toplantılarınızı konforla buluşturanyeniadresinizolacak . Açık-kapalı yüzme havuzu, Türk hamamı, Sauna, Dinlenme odaları, Fitness Center ile profesyonel bir ekip tarafından işletilecek olan sosyal tesislerimizde ruhunuzu yenileyecek, huzurunuza huzur, keyfinize keyif, sağlığınıza sağlık katacaksınız. Ayrıca önemli bir sosyalleşme alanı olan CafeRestaurant ve Snack Bar ortamında sevdikleriniz, aileniz ve misafirleriniz ile bir araya gelip keyifli sohbetler yapabileceksiniz. Konsepti farklı mimarisi, kalitesi ile hotel şıklığı ve residence ayrıcalığının buluştuğu yaşam kalitesi yüksek olan olan N5suites’ de hayatın zevklerini sevdikleriniz ile paylaşabileceğiniz bir yaşam sizi bekliyor.” Örnekler çoğaltılabilir. Son bir örnekle bu faslı bitirelim: işte bu da başka bir proje(!?) : ...”İslam ve mekan temelinde doğa dostu evler yapıyoruz(!?) Projemiz, inancımıza uygun,medeniyet ve kültürümüzün ortaya koyup geliştirdiği mimari tarzı reddetmeyen bir tasarımla, insan fıtratını gözeterek, insanı toplumdan ve topraktan tecrit etmeyen, aynı zamanda tabiata dost bu evler ve oluşturulan mahallaler ,iyi bir çocuk, iyi bir birey,iyi bir aile, iyi bir mahalle, iyi bir toplum inşaasına çalışarak Allah (cc) rızasını kazanmak

Kendinize "bu şehir bana ne veriyor?" diye sorduğunuzda cevabı sadece cüzdanınızda ya da kasanızda arıyorsanız sizde bir problem var demektir.

TOKİ’DE DEĞİŞEN ANLAYIŞ, Özel sektörü bırakıp konut üreten kamu kurumlarımızı incelediğimizde biraz Toki’de bir hareketlenme ve farklı bir yaklaşım var gibi gözüküyor. TOKİ diyor ki: “Temel üretim yaklaşımları arasına “Mahalle Konsepti”ni da dahil eden TOKİ, bu tarzda üretimlerle toplumsal dayanışmanın sürdürülebilirliğini esas almakta ve konut üretimini bu doğrultuda sosyal ihtiyaçlara da cevap verecek şekilde gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Dikey mimariden yatay mimariye geçişle birlikte şehirlerimizde kendine has kimliği olan kaliteli ve nitelikli konutlar, mahalleler inşa etmek İdarenin temel amaçlarındandır. TOKİ, ürettiği yeni yaşam alanlarında yaşayan nüfusun sağlıklı bir sosyal yaşam sürebilmesi için projelere bütüncül bir planlama ve yönetim mantığıyla yaklaşmakta ve gerekli olan altyapı ve sosyal donatıların en yüksek standartlarda oluşturulmasına önem vermektedir. Her yeni proje titizlikle planlanmakta ve konut alanında; yeterli sağlık, eğitim alanlarının, ibadethanelerin, ticari ve kültürel alanlar ile hizmet tesislerinin bulunmasına, ayrıca sağlıklı altyapı ve ulaşım çözümlerinin üretilmesine dikkat edilmektedir.” Ancak sonuçları görmeden konuşmak çok erken olur. NE YAPMALIYIZ ? NE YAPMALIYIM ? “Ben ne yapmalıyım?”,”biz ne yapmalıyız?” sorusunun cevabı havada kalmamalı. Ben kendi adıma bugünlerde bu mevzuya kafayı iyice takdım ve bir projenin taslak çalışmalarını da tamamladım. Şimdilik detay veremeyeceğim bu projede arz ve talebi farklı bir bakış açısıyla ele alarak bizleri silkeleyen, samimiyetimizi turnusol kağıdı gibi ortaya çıkartacak aynı zamanda deneysel bir proje niteliği de taşıyan yaygın olarak denenmemiş bir yaklaşımı ortaya koymayı hedefliyorum. Eşim bu girişimden bir netice alınamayacağını zira kimsenin benim kadar bu meseleyi dert edinmediğini düşünüyor. Ben öyle düşünmüyorum. Ve bunu deneysel bir projeyle 11


Ş ehir

*Kanaatımca bu ihya ve ihata etme hareketinin en temel dinamiği, varlığını toplum tabanında zayıflamışta olsa hala sürdüren "KOMŞULUK MÜESSESESİ "dir.

ispat etmek için kendimce çalışıyorum. Arka arkaya şu soruları sorup hep beraber cevabını bulmaya çalışalım. Şehri kim kurdu ve geliştirdi? Mimarlar mı? Mühendisler mi? Benim cevabım HAYIR olacak! Mimar ya da mühendis bir şehri kuramaz onu ancak inşaa edebilir. İhtiyaç sahibinin ihtiyaçları, yaşam tarzı, inancı, hayalleri, beraberlikleri mimariyi, sokağı ve şehri biçimlendirir. Mimar yada mühendis ise bunu cisimleştirir, ayağa kaldırır. İçinde sevginiz, endişeleriniz, heyecanınız, hayalleriniz, mefkure ve yaşam tarzınız olmayan proje ve inşaatlar size sadece fiziki bir mekan ve şehir sunar. Aslında siz ve sizin değerleriniz orada yoksunuzdur. Bu kurguda siz bir tüketici, parası alınmak için sırada bekleyenlerden birisinizdir sadece. Şüphesiz ki şehri kadim ve muhafazakar inancımız ve değerlerimiz etrafında örgütlenmiş olan birbirlerine komşuluk bağıyla sımsıkı bağlanan insanımız kurdu. Anadolu’da stratejik maksatlar dışında çizili, resimli, raporlu bir planla kurulan kadim bir şehir ben bilmiyorum. Otoritenin güvenlik, asayiş ticaret ve konut alanlarının genel kararları dışında (Ulucami ve mescid odaklı konut alanları, üretim bölgeleri, ticaret, pazar alanları gibi) sokaklar, çıkmaz sokaklar, evler, tekkeler, camiler, medreseler, çeşmeler mektepler vb. ne varsa kadim insanın ortak ihtiyaçları ve değerleri çerçevesinde şekillenen komşuluk ve yardımlaşma odaklı şekillendi. Rahmetli Turgut Cansever hocamızın sözünü bir kez daha hatırlayalım: “ecdad ruhunu taşa ve ahşaba nakşetmiştir”. İşte bu ruh, milletimizn kollektif ruhu, biz biz yapan değerlerin komşuluk bağı ile yan yana gelmesinden oluşan ve ortaya konan şehir medeniyetimizin ta kendisidir. Maalesef bugünkü şehir kurma ve planlama mantalitemizin hiçbir yerinde bu ruhu , inancımızın rengi ve rehberliğini arzu ettiğimiz seviyede göremiyoruz. Mevzu sadece mekan üretimi ve bir fiziki düzenleme olarak telakki edilmektedir. Daha önce de belirttiğim gibi kadim şehirlerimizin bugünkü manada ve teknikte planları yoktu. Turgut Cansever hocamız: “ Osmanlı şehri,başlangıç ve odak noktaları sosyalkültürel tesisler olarak caminin,mescidin,medrese ve hamamın yerleri belirlenerek bunlar vücuda getirildikten sonra bu odakların çevresinde ,birbirine eklenen evlerin ferdiyetlerinin yüceltilmesi ile standartlar, değerler ve davranışlar düzeni içinde mahalleler biçiminde oluşturulur.Bu mahallelerin içinde topoğrafik özelliklere uygun olarak gelişen yollar, yol kenarlarında üzerine yerleştikleri arsanın, komşu yapıların oluşturduğu fiziki,sosyal,kültürel,mimari,tarihi şartlara uyum içinde bağımsız,yüce fertler olarak evler var olur.

sayı//15// ekim 12

Yollar boyunca birbirini takip eden ev dizilerinin tezyini düzeni adeta bir beytin iki mısraı gibi birbirini tamamlar” tespitini yapıyor bizim için (Cansever,2010). Yani aslında her ev bir ferttir, komşuluk hukukuna bağlı bağımsız bir kişiliktir. O halde asırlardır yaşadığımız ve tecrübe ettiğimiz şehir ve medeniyetimizin ihyası için komşuluk müessesinin ayağa kaldırılması olmazsa olmazdır. Bunun gerçekleşmesi de ancak Hz Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmış insanlar ve nesiller yetiştirle mümkündür. Bu insan tipinin ihyası için geçmişte ne yapıyorsak bugün de onu yapmalıyız. “Ecdad, et ve tırnak gibi birbirine bağlı bu insan merkezli yaşam tarzını ve şehri asırlarca nasıl ayakta tuttu?” Buna ilişkin bir kaç ipucunu bazı araştırmalardan anlıyoruz. Şöyleki: Bir görüşe göre” Osmanlı mahallesi “aynı mescidde ibadet eden cemaatin aileleri ile birlikte ikamet ettikleri şehir kesimidir .Halil İnalcık, tarifi Gayr-i Müslimleri de içine alacak şekilde genişletmektedir: “Mahalle, bir mescid, kilise ya da sinagog etrafında yerleşen ve kendine özgü bir kimliği olan organik bir birlik, bir topluluktur.” Her iki tanımda da ifade edildiği gibi, mahalle halkı aynı ibadet mahallinde, yani mescid, kilise ya da sinagogda ibadet etmekte, dini bir topluluk, yani bir “cemaat” teşkil etmektedir. Gerçekten de Osmanlı mahallesindeki beşeri münasebetler ve muhtelif kurumlar tahlil edildiğinde, mahalle halkının cemaat tarzında bir yaşama ve ictimai ilişki şekillerine sahip olduğu görülmektedir. Mahalle ahalisini, birbiri ile yekvücut olmuş, aynı ortak kaderi paylaşan, ortak hakları ve sorumlulukları bulunan bir topluluk şeklinde tanımlamak yanlış olmayacaktır. Mahalle bazında oluşturulan birtakım kurumlar, mahalle halkının kuru bir kalabalık olmayıp kendi kaderi üzerinde söz söyleyebilen, gerektiğinde olayların seyrine müdahale edebilen bir topluluk olduğunu göstermektedir. Mahalle halkı, mahallenin yönetimi, emniyeti, temizliği, bakımı gibi hususların yanında, mahallenin altyapı ihtiyaçlarının giderilmesi, ahaliden ihtiyaç içinde bulunan kişilerin görüp gözetilmesi gibi hususlardan da sorumludur (Özcan ,2015) . OSMANLIDAKİ KOMŞULUK ÖZELLİKLERİ, Osmanlıdaki “Komşuluk” konusunun iki ayrı özelliği bulunmaktadır: Birincisi idarî yönü, ikincisi ise insanî yönü. Osmanlı Devleti, halkı yönetmek, asayişi temin etmek ve vatandaşları arasındaki münasebetlerin sağlıklı bir şekilde yürümesini sağlamak maksadıyla birtakım idarî ve hukukî düzenlemeler yapmıştır. . Bu düzenlemeler “Kanunnameler”le de yazılı hâle getirilerek görevlilere ve halka duyurulmuştur. Bunlara göre, aynı mahalle veya köyde oturan


komşular, orada meydana gelen ve herkesin emniyetini ilgilendiren bazı kamu olaylarından hep birlikte sorumludurlar. Mahalle veya köyde meydana gelen öldürme, hırsızlık gibi hadiselerin eğer suçlusu bilinmiyorsa veya bulunamıyorsa ceza bütün komşulara paylaştırılır. Bu kanunlar ile Osmanlı, asayiş ve huzurun korunması sorumluluğuna toplumu da ortak ederek bir otokontrol sistemi kurmanın yanında, halkın suçluyu saklamasının da önüne geçerek güvenlik güçlerine yardımcı olmalarını sağlamıştır. Sadece asayiş konularında değil, zina, fuhuş, tâciz, sarkıntılık gibi ahlâki hususlarda da durum aynıdır. Bu gibi olaylarda da mahallenin ahlâki düzeni için suçlu veya zanlıları güvenlik kuvvetlerine bildirmek herkese düşen bir görev olarak görülmüştür. Böyle bir ihbar üzerine görevliler gerekli soruşturmayı hemen başlatırlardı. Fakat asılsız ihbar ve isnadlar, bu defa komşusuna haksız yere iftira kabul edildiği için ihbar edenin cezalandırılmasını gerektirirdi. Osmanlıdaki bu uygulamanın adı “kefalet sistemi”dir. Buna göre, mahalle veya köydeki bütün komşular, toplumu ilgilendiren asayiş konularında birbirlerine “kefil” yapılmışlardır. Böylece kötülükleri önleme ve caydırıcı olma amaçlanmıştır. Osmanlıdaki bu “resmi” katkılı komşuluk hayatındaki oto kontrol sadece asayiş konularında değil, yardımlaşma, birbirini gözetme gibi hayır konularında da uygulanmaktadır. Bunun için de her mahallede bir “Avarız vakfı” kurulmuştur. Kurucuları ve yöneticileri o mahalle halkından olan ve devlet tarafından teftiş edilen bu vakfa yine mahalleli aynî ve nakdî yardım, bağış ve hibelerde bulunur. Bu şekilde oluşan vakıf sermayesinden, yine o mahalledeki fakir ve hasta komşulara yardım edilir, iş kurmak isteyip de ekonomik gücü yeterli olmayanlara borç veya kredi verilir, evlenmeyi düşünüp de maddi durumu elverişsiz olanlar evlendirilir, fakirlerin cenaze masrafları karşılanır, mahalleye yeni taşınan kimselere yerleşebilmeleri için yardımda bulunulur, memleketine gidecek olanlara ihtiyaçları olan yol parası verilir, bir sebeple vergisini ödeyemeyenlerin de vergileri buradan karşılanırdı. Ayrıca bütün komşuların istifadesi için olan su yolları, cami, mescit, mektep yaptırılması veya bunların onarılması da bu vakıfça gerçekleştirilir. Böylece komşular arasında oluşturulan bu ortak fon ile kolektif bir şuur içerisinde yardımlaşmaları ve birbirlerini gözetmeleri sağlanmış olmaktadır. Bütün bunlarda temel düşünce insana hizmetti. Komşuluk sistem ve kültürü de bu medeniyetin sadece küçük bir parçasıdır ve onda da temel esas insaniyettir, en büyük insaniyet olan İslâmiyettir. Ancak bu köklerden uzaklaşmanın ve kendimize

yabancılaşmanın getirdiği olumsuzluklar neticesinde maalesef bu gibi değerler kaybolup gitmektedir (Aydın,2004). AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI’nın yaptırdığı “TÜRKİYE AİLE YAPISI ARAŞTIRMASI TESPİTLER, ÖNERİLER 2013” isimli çalışmaya göre; utl Akrabalık ve komşuluğu birlikte ele alan kültürel değerler, göçlerle tam olarak çözülmüş olmasa bile zayıflamış, komşuluğun bir dayanışma mekanizması görevi kısıtlı gruplar ve hemşerilikle pekişmiş yerleşimlerde gözlenebilir olmuştur. Komşuluk ilişkilerinin işlevleri 2006 ve 2011’de yapılan ulusal araştırmalarda tam olarak saptanamamıştır. Çekirdek aile tipi, istikrarlı bir şekilde Türkiye’nin normlaşmış hane tipi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Buna karşılık geniş aile halinde yaşamak oransal olarak azalırken, diğer hane biçimlerinde hafif artışlar gözlenmiştir. Bu bulgular, geniş aile halinde yaşamanın çözüldüğünü göstermektedir.

Şüphesiz ki şehri kadim ve muhafazakar inancımız ve değerlerimiz etrafında örgütlenmiş olan birbirlerine komşuluk bağıyla sımsıkı bağlanan insanımız kurdu.

SONUÇ Gerçek ailenin ve aile bağlarının çözülüp dağılmasını , dolayısıyla sokağın,mahallenin ve şehrin yitirilmesini önlemenin vazgeçilmez koşulu daha önce de vurguladığımız gibi ancak ve ancak “Hz Peygamberin ahlakıyla ahlaklanmış” insanlar ve nesiller yetiştirmekle mümkündür. Bu insan tipinin ihyası için geçmişte ne yapıyorsak bugün de onu yapmalı, bu toprakların kadim tecrübesini bilimsel olarak analiz ederek günümüz insanın ihtiyaçlarına bir reçete olacak şekilde yeniden arz edebilmeliyiz. Tabii ki bu topluma kendi değerlerimizin güzelliklerini göstermek ve buna bağlı olarak şehri, insanca ve kul zemininde yaşanır kılmak için öncelikle talebin toplum tabanında oluşması, toplumun değerlerinden beslenen bilim adamları ve araştırmacılarımızın çalışmalarıyla reçetenin bir ihtiyaç olarak ortaya konması yine insanımızın vazifesi ve sorumluluğundadır.

KAYNAKLAR (1) ÖKTEN,S.,2009,Tarih ve Medeniyet Perspektifinden İstanbul Estetiği, İstanbul Kent ve Medeniyet, Marmara Belediyeleri Birliği Yay., s.180. (2) ERİŞ,C. , 2013, Batı Ve İslami Mimaride Yerellik Ve Evrensellik, VI. Dini Yayınlar Kongresi, İstanbul. (3) CANSEVER, T., 2010, Osmanlı Şehri,Timaş Yay., s.174. (4) ERİŞ,C., 2015, Şehri Bizim Kılan Kadim Varlıklar: Vakıf Eserlerimiz,İstanbul ve Yeni Model Arayışları, Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Yay., Sayı:10, s.150. (5)ÖZCAN,T.,2015,Osmanlı Mahallesi Sosyal Kontrol ve Kefalet Sistemi, Osmanlı Araştırmaları,Makaleler. (6) AYDIN,M.,2004,Osmanlıda Komşuluk, Yeni Ümit,Yıl : 17, Sayı: 65.

13


Ş ehir

DERSAADET’TE

“FATİH-SÜLEYMANİYE”

ULEMÂ SEMTLERİ

Bahar mevsiminde hazirenin mezar taşları üzerinde muhteşem bir görüntü oluşturan mor salkımlar, gördüğüme inandığım cennet bahçesinin çiçeklerindendi, hanımelleri ayrı bir koku ve renk veriyor bu bahçeye. Güller ise remzi oldukları efendimizi temsilen gülden terazi tutulmasını öğretiyorlar yıllardır… Mehmet Kâmil BERSE

stanbul’umuzun tarihi yarımadadaki Fatih-Süleymaniye semtleri asırlardır âlimler,ârifler, bilim adamlarının yetiştiği ders verdiği, kendilerinden sonraki âlimleri yetiştirdikleri uhrevî semtlerdir. Bugünde bu misyonunu korumaktadır. Asırlardır bu sokaklarda ve mahallelerdeki evlerde İlim ve İrfan dersleri verilmiş-alınmış, evlerin sokakların duvarlarına taşlarına bu güzellikler yansımıştır Dünyada Mürekkep tükenene kadarFatih-Süleymaniye Ulema semtlerinin alimlerini tanıtmaya gayret edeceğim. Adını bu şehrin islamla şereflenmesine vesile olan Sultan Fatihten alan, Dersaadetin Merkezi Fatih, Her konuda dünya merkezi idi. İlmin irfanın merkezi de elbette Fatih olmalıydı. Asırlarca böyle olmaya devam etti. Şehrin içindeki irfan ocaklarından İsmetefendi Dergâhı’nın son şeyhi bu yazımın sayfalarının sahibi. AHISKALI ALİ HAYDAR EFENDİ (K.S) Fatihin Çarşamba semtinde, Haliçe yüksekten bakan bir mevkide sokakların birleştiği bir dört yol’un sağ köşesinde bulunan, semte göre büyükçe bir arazinin duvarları içinde şehrin nefes alınacak bir mekânıdır İsmet efendi Dergâhı.. Çocukluğumda cennetten bir köşe alarak algıladığım muhteşem bir bahçe içinde, küçük bir mescid ile çevresinde haziresi. haremlik selamlık bölümleri ile Ahşap-kagir yapıları beni büyüleyen ise cennet bahçesi Asıl bildiğim bu mekânın manevî atmosferidir. Bahar mevsiminde hazirenin mezar taşları üzerinde muhteşem bir görüntü oluşturan mor salkımlar, gördüğüme inandığım cennet bahçesinin çiçeklerindendi, hanımelleri ayrı bir koku ve renk veriyor bu bahçeye. Güller ise remzi oldukları efendimizi temsilen gülden terazi tutulmasını öğretiyorlar yıllardır… Asli işlevi tevhidhane olan yapının nasıl mescid’e çevrildiğini bir usta ile gece gündüz çalışarak kendi gayretleri ile Rahmetli Nuri Efendi amcamızla birlikte bugünkü durumuna getirilip ibadete açtıklarını Rahmetli Babam’dan çok dinlemiştim.Zira Tekke ve Zaviyelerin kapatılması kanunu ile Tevhidhanenin kapısına zincir vurulmuştu yıllarca. İstanbul’un Fatih Çarşamba semtinde Patrikhaneye tepeden bakan bir cennet bahçesinden sözediyorum, bu bahçenin manevi bir bahçevanı vardı , çocuk yaşımda gördüğüm dizinin dibinde oturduğum bana doğduğumda adımı veren isim babam efendi babam Ahıskalı Ali Haydar Efendi (K.S).

sayı//15// ekim 14


O muhterem zâtı görmek,dizinin dibinde oturmak ondan ikramlar almak belki çocukça sohbetler yapmak bu fakîre nasÎb olmuştu.Çocuk gözümde ,kocaman ve heybetli , gösterişli bir insandı, ben hep otururken görmüştüm, kulağı az işitirdi, ihvanı sorularını kağıda yazarak verirler o da gür bir ses ile cevabını verirdi. Yıllarca o cennet bahçesinde aynı bahçenin gülleri yetişmişti . O güllerden biri Babam biri dedem ve onların ihvan kardeşleri… Tanıdıklarımdan hatırlayabildiklerimi isimleri ile burada zikretmeliyim, zira bu büyüklerimin üzerimde hakları vardır mutlaka. Nuri Efendi amcamız Efendi Babamızın Damadı idi, Osman Saraç hocamız Nuri efendi amcamızın damadı dır. Beşiktaşlı Hüseyin Efendi amcamı hiç unutamam, Efendi babamızın damadı Av.Mazhar Sündüs amcamız da bu dergahın güllerinden bizim mahallede otururdu İskenderpaşa camiinin karşısında. Efendi Babamızın evladları Şerif, Halid, Bahaddin Gürbüzler amcalarım , Bandırmadan Tatlıcı Ali Efendi, Eskici Ali efendi,Bugün İsmailağa cemaatinin şeyhi Mahmud Efendi ile Hasbi ağbimiz, Kaptan amcamız, İsmail efendi amcamız. Tabiiki Emin Saraç hocamız, Erenköylü Sami Efendi (K.S) Mehmed Zahid Kotku (K.S.) Ali Yekta Sundu hocaefendi, Fuat Çamdibi hocamız, Bu saydığım isimlerin neredeyse tamamına emri hak vasıl oldu…Hepsini rahmetle saygıyla şükranla anıyorum..Yaşayanlara sağlıklı hayırlı ömür diliyorum… Babam gençliğinde, evlenene kadar bu dergahta kalırmış, yani dergahın sadık bir bendesi olarak kabul edilmiş, Babamdan önce Dedem bu dergahın güllerinden imiş, ben dedemi göremedim. Babam, doğrama mobilya ustası idi yani Marangozluktu mesleği, Marangoz Ömer Efendi derlerdi. Babamın vefatına kadar efendi babamızın hatıralarını ve öğütlerini dinledik yıllarca. Efendi Babamızın vefatından önce geniş bir Şevrole otomobil alıp kendisini o araçla Hacca götürmeye niyetlenmişti, hastalığının artması ve 1960 ihtilal’inin olması sebebiyle bu niyetini gerçekleştirmeye fırsat bulamamıştı. Edirnekapıdaki Sakızağacı şehitliği; Efendi Babamız ve Babamın bütün bu dostları ile beraber oldukları komşu oldukları mahallede “ Yalancı şehrin göbeğinde sahici belde “ de sonsuzluğun sırrına erdiler… Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile ilgili hayat hikâyesini eğitimi,görevleri,ailesi,ilmi yönü nü de burada anlatmamız gerekir. Ciltler dolusu kitaplara sığamayacak kadar dolu bir ömür için burada bir özet yapmam gerekiyor. Efendi Babamızın torununun oğlu sayın Doç.Dr.Mehmet Saraç kardeşimizden bu hususta yardım aldım (Ahıskalı Ali Haydar Efendi (K.S) nin hayat hikayesi aynı

isimde İki ilim adamı ilede karıştırılmaktadır, bu bilgi zafiyeti maalesef internet ortamında çokça görülmektedir, bu nedenle buradaki bilgiler sağlam kaynaklar ve doğru bilgilerdir) İsmet Efendi Dergahı yani benim ifademle bu cennet bahçesinin son yıllarda bir vakfı var . vakıf bu mekânın ihyası için gayret ediyor.Vakfımızın başkanı Mehmet Saraç kardeşimiz yapıların restorasyonu için büyük bir çaba sarfediyor, bu fakirde; Baba yadigarı bu dergahın yaşaması için vakfın mütevellisine ilişti belki bir faydamız olur diye. Yıllar Önce bu dergâhın bir çok yerinde ellerinin izleri bulunan rahmetli Marangoz Ömer Efendinin evlâdı olarak sorumluluğum olduğunun bilincindeyim. Efendi Babamız Ali Haydar Efendi(K.S) yi torunun oğlu Doç.Dr.MEHMED SARAÇ tan okuyalım

Ali Haydar Efendi, 1916-1923 arasında huzur dersleri baş muhatablığı yapmıştır. Huzur dersleri, Sultan Fatih zamanında başlayan sarayda ilmi, dini sohbetlere verilen isimdir.

EĞİTİM HAYATI VE İLMÎ YÖNÜ Ahıskalı Şeyh Ali Haydar Efendi (rahmetullahi aleyh) şu an Gürcistan sınırlarında bulunan Batum’un Ahıska kazasında 1870 senesinde dünyaya gelmiştir. Babası Şerif Efendi’dir. Dört yaşında babasını kaybeden Ali Haydar Efendi (K.S.) ilk tahsilini memleketinde yaptı. Çevresindekiler henüz çocukluğu sıralarında kendisinin zekâ ve muhakeme yeteneğinin tezahürlerine şahit olmuştur. Ali Haydar Efendi (Rahmetullahi Aleyh) Memleketi Ahıska’da başlayan tahsil hayatı, sonrasında zamanının en önemli ilim merkezlerinden biri olan Erzurum Bakırcı Medreselerinde devam etmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelen Ali Haydar Efendi, Fatih Medreselerine intisab etmiştir. İlmi silsiledeki icazetini 1901 yılında Çarşambalı Ahmed Hamdi Efendi’den almış ve 1902’de dersiâm (profesör) olarak ders vermeye başlamıştır. Bu arada Hukuk eğitimine devam etmiş ve 1906’da Medreset’ülKuzat’dan (Hukuk Fakültesi) mezun olmuştur. Fetvahane Fıkıh Müsevvidliği ve Sahn Medresesi Fıkıh Müderrrisliği vazifelerinde bulunmuştur. Huzur Dersleri başmuhatablığı gibi devrinin en mümtaz ilim meclislerinde yer alan Ali Haydar Efendi, son olarak Şeyhülislamlık Telif ve Tercüme Komisyonu reisliği de yapmıştır. Kendisi İslam hukukunda bir otorite idi. O’nun bu ilmi kudretinin kaynağı Allah vergisi zekası yanında, Allah ve Rasulünün rızasını merkeze almış olması, olaylara çok yönlü bakabilmesi, dünyada olup bitenleri iyi gözlemesi ve İslami ilimler dışındaki disiplinler hakkında da bilgi sahibi olmasıdır. Dört mezhebe göre de fetva verecek düzeyde fıkıh bilgisi vardı. HUZUR DERSLERİ-BAŞMUHATABLIĞI Ali Haydar Efendi, 1916-1923 arasında huzur dersleri baş muhatablığı yapmıştır. Huzur dersleri, 15


Ş ehir

heyette yer alan meşhur alimlerden biri de Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Bu heyetin vazifeleri şöyle tarif edilmiştir: “Heyet, Fetva Eminliği tarafindan kendilerine gönderilen hususlan itina ile mütalaa eder, eğer ittifak ederlerse görüşlerini müttifekan tahrir defterine yazıp imzalarlar, ittifak edemezler ve ihtilafa düşerlerse her biri kendi görüşünü yazıp imza/ayarak Fetva Eminliği ‘ne arz ederler.”

Ali Haydar Efendi’nin Dersiamlık Belgesi

Babam gençliğinde, evlenene kadar bu dergahta kalırmış, yani dergahın sadık bir bendesi olarak kabul edilmiş,

Sultan Fatih zamanında başlayan sarayda ilmi, dini sohbetlere verilen isimdir. Bu dersler, III. Mustafa dönemidne bir sisteme bağlandı. Her Ramazan’da 8 gün, padişahın katılımıyla, ‘huzur’ denilen bir hoca ile 5 dinleyicinin (muhatap) bulunduğu derslere huzur dersleri denildi. Yıllar içinde katılımcılar çoğalmıştır. Derste, bir ayet okunup bunun tefsiri yapılır. Dinleyiciler soru sorar, cevapları verilir. Soru-cevap faslında tartışma yapılmaz, çünkü padişah oradadır. Padişahın işaretiyle ders biter. Gelenlere hakkı huzur ve hediye verilirdi. Ali Haydar Efendi’nin İslam Hukuku Alanındaki Çalışmalara Olan Katkısı: Telif-i Mesâil Heyeti Başkanlığı Telif-i Mesail Şubesi, Osmanlı Şeyhülislamlık müessesesinin bir birimi olan Fetvahane’ye bağlı bir şubedir. Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi Meşihatın başına geçtikten sonra Mecellenin eksik bıraktığı aile hukukuyla ilgili hususları tamamlayabilmek için, Fetvahanenin Fetva Odası’nı yeniden düzenleyerek biri “Taharr-i Mesail”, diğeri de “Te’lif-i Mesail Şubesi” olmak üzere bu odayı iki şubeye ayırmıştır. Bu yolla yapmayı planladığı işleri bu şube marifetiyle gerçekleştirmeyi düşünmüştür. Te’lif-i Mesail Şubesi, Mustafa Hayri Efendinin şeyhülislamlığı ve Ali Haydar Efendinin (Küçük) fetva eminliği zamanında 30 Şaban 1332 – 1 Temmuz 1330 [24 Temmuz 1914 ] tarihinde yayımlanan nizarnname ile Fetvahanenin Fetva Odasının bir şubesi olarak kurulmuştur. Ahıskalı Ali Haydar Efendi de bu şubedeki “Telif Heyetinde” başkan olarak görev yapmıştır. Bu

sayı//15// ekim 16

TASAVVUFA BAKIŞINDAKİ DEĞİŞİM Evet, Ali Haydar Efendi RA, hayatının belli bir dönemine kadar tasavvufa mesafeli bir duruş göstermiştir. Zaman zaman İslam tarihinde görüldüğü gibi, Osmanlı’nın son dönemi uleması arasında da tasavvufa mesafeli duran bir kesim vardı. Ancak hani günümüzde de bir sorundur ya; bazı mefhumları veya müesseseleri, O’nu temsil ettiğini iddia edenlere bakıp külliyen red ya da zemmederiz. Bütün mesele bir yolun hakiki temsilcileri ile yaşatılıyor olması. Evet, zamanında bir medeniyetin yapı taşları olan tekkelerin, Osmanlı’nın son döneminde tefessüh ettiği bilinmektedir. Belki Ali Haydar Efendi’nin o tasavvufa muhalif duruşu bundandı. Ama elbette bu yolun hakiki temsilcileri hepten yok değildi, inşaallah hep var olacaklar. O zaten kitapla, yazmakla öğrenilen bir şey de değildir. O, haldedir, mürşid ile müntesip arasındaki bir elektriktedir. Ali Haydar Efendi de, bu ilmin nasıl bir şey olduğunu, 1910’larda Bandırma’daki Haydar Çavuş Camii kürsüsündeki vaazında başına gelen ibretlik bir hadiseden sonra anlayacaktır. Hadise kısaca şöyledir: Ali Haydar Efendi, Haydar Çavuş Camii’ndeki vaazlarında tasavvuf ve Bandırma’daki Nakşibendi Şeyhi Bezzaz Ali Rıza Efendi hakkında menfi görüşlerini beyan eder. Bu durum cemaatten Ali Rıza Efendi’nin müridlerini üzmektedir. Hatta bir keresinde müridlerden Börekçi Hasan Efendi şeyhine giderek durumu anlatır, Ali Rıza Efendi de “Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek.” cevâbını verir. Nitekim bir gün yine tasavvufu tenkid ettiği bir vaazı sırasında birden kürsünün üzerinde notların silinip gittiğini görür. Bu fevkalade durum kendisini çok etkiler ve gönlüne bir nedamet düşer. Hemen koşarak Ali Rıza Efendi’nin yanına varır, Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, evlatlığa kabul etmesini ister. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan sırtını okşar ve; “İstanbul’da Hacı Ahmed Efendi var, ona git.” der. İSMET EFENDİ DERGAHINA GELİŞ Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul’a gelip İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi Hacı Ahmed Efendi’yi bulur. O da; Topkapı’da “Maşlaklı Ali Efendi” namında


bir zat’a gönderir. Topkapı’ya giden Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisine bildirilen köhne bir evin kapısını çalar. Yarım saat kadar kapıda bekler. O anda kendisinin huzur dersleri Baş Mukarrir ve Baş Muhatabı olduğunu düşünüp kendi kendisine; “Böyle bir adamken bu köhne evin kapısında bekliyorum!” der. Daha sonra kapı açılıp, bir kız çocuğu (Lütfiye Hanım) çıkar ve; “Buyurun içeri.” der. İçeri giren Ali Haydar Efendi bir saat daha bekler. Bu bekleyişi sırasında yine makâmını ve mevkıini düşünür. Bu sırada saçı-başı birbirine karışmış, kambur bir adam içeri girer. Bu kimsenin Ali Efendi olduğunu anlayan Ali Haydar Efendi hemen elini öpmek ister. Fakat o kimse; “Çek, çek elini, ben samîmiyetsizlere el vermem.” der. Ahıskalı Ali Haydar Efendi kendisinin sıfatlarını ve makamlarını saymaya başlayınca o zat; “Sus, sus!” diyerek azarlar. Ali Haydar Efendi ağlamaya başlayınca da; “Yâ! Amma da cümbüş hocasıymışsın, şaka yaptım.” der. Bu hadiseden sonra Ali Haydar Efendi’nin tasavvuftaki yolu açılacak, ve Bezzaz Ali Rıza Efendi’nin müridi, sonrasında Halifesi ve nihayetinde Silsile’nin Ali Rıza Efendi’den sonraki son halkası olacaktır. Ali Haydar Efendi’nin Engellenen Postnişinliği Ali Haydar Efendi, müridanın intihabı ve Meclis-i Meşayih’in tensibi 1914 te Fatih Çarşamba’daki İsmet Efendi Tekkesi postnişinliğe tayin edilir ancak, O dönemde, yine aynı Tekke’nin şeyhliği için bir başka namzet de vardır: Tokat’lı Mustafa Haki Efendi. Bu zat da ilim erbabından olup, bir dönem mebusluk da yapmıştır, ancak sonradan mebusluğu düşürülünce kendisine İsmet Efendi Dergahı postnişinliği verilir. Halbuki silsile’deki yeri itibarı ile ve ihvanın arzusuna göre, bu mekanın Ali Haydar Efendi’ye verilmesi icap etmektedir. Ancak o dönemde İttihatçıların hakimiyeti vardır ve Padişah Abdülhamit’i tasvib eden Ali Haydar Efendi’nin postnişinliğini engellerler. Ali Haydar Efendi, o dönemde Meclis-i Meşaihin reisi olan Esad Erbilî hzlerine giderek durumu arzeder, O da “Haydar Efendi oğlum, milletin selameti için şu an bu zatın İstanbul’da tutulması daha münasiptir, biraz sabret, hakkın olan sana nasip olacaktır” der. Nitekim Haki efendi birkaç sene sonra vefat eder ve bu makam Sultan Vahdettin’in beratı ile 1919’da Ali Haydar Efendi’ye verilir. Ali Haydar Efendi’nin Tasavvufi Ciheti : O, Nasıl Bir “Şeyh” İdi? Hayatında balı tatmamış olan birine balın nasıl bir tadı olduğunu ne kadar anlatabilirseniz, hakiki Allah Dostlarını, Onları doğrudan tanımamış O’ndan feyiz almamış insanlara da o kadar anlatabilirsiniz. Ama bu elbette hakikat hakkında bir fikrimizin olmayacağı

anlamına gelmemeli. Dolayısıyla bizlere düşen insanlara ebedi lezzetleri arayıp bulmalarına vesile olacak malumatı nakletmek, Allah dostlarının hatıralarını ve ilim miraslarını yaşatmaktır. Çoğumuz biliriz ki, İslam dini, İlme ve alime en çok veren dindir. Allah’tan hakkı ile korkanların Alimler olduğu, Onların, peygamberlerin varisi olduğu bize bildirilmiştir. Evet, alim öğrendikçe İmanı artandır. Ama O’nu bekleyen çok önemli bir tehlike de vardır: Her alim, aynı zamanda Şeytan’ın en büyük silahlarından biri olan tekebbüre de mağlup olabilir. İlim yolculuğu belirli bir disiplin ve gönül terbiyesi içinde seyretmez ise, alınan bilgi, kibirlenmeye ve teşvişe sebep olabilir, zihin karışıklığı ortaya çıkabilir. İşte Ali Haydar Efendi ilmin tam zirvesinde bu tehlikeye düşmeden, gönül terbiyesinin üstadını bulmuş, kitap ilminin üzerine hâl ilmini de tahsil etmiştir. O, tasavvuftaki üstadı Bezzaz Ali Rıza Efendi (RA)’nin sayesinde şeriattan tarikata, oradan marifet ve hakikata ulaşmıştır. Tasavvuf, O’nu sadece kitap ilmi tahsil eden lerin bir üstadı değil, toplumun her kesiminden insanın gönlünün sultanı olması yolunu açmıştır. Bu nedenledir ki, bu ülkenin en muteber hocaefendileri yanında, Gümrük memuru da, Haliç tersanesinin işçisi de, Karacabeyli kamyoncu da, Bandırmanın Esnafı da O’nda feyiz buldular.

O muhterem zâtı görmek,dizinin dibinde oturmak ondan ikramlar almak belki çocukça sohbetler yapmak bu fakîre nasÎb olmuştu. Çocuk gözümde ,kocaman ve heybetli , gösterişli bir insandı, ben hep otururken görmüştüm, kulağı az işitirdi, ihvanı sorularını kağıda yazarak verirler o da gür bir ses ile cevabını verirdi.

İRŞAD VE HİTABET KABİLİYETİ Bu kadar geniş bir yelpazede bir insan kitlesinin teveccühünün ardında, O’nun insanları kendi meşreplerine göre irşad etme kabiliyeti yatmaktadır ki, zaten Mürşid-i Kâmillik böyle bir şeydir. Gelenleri asla “tektipleştirmemiştir.” Gelen insanlara verdiği ilk mesaj kisvesine dair değildi. Şer’-i Şerif dairesi içinde olduğu sürece insanları dış görünüşüne önem vermez, onlara belirli bir kıyafet telkininde bulunmazdı. Evet, sakal sünnetine çok önem verirdi, ancak tarikatı bir sakal-kıyafet meselesine indirgeyecek bir üsluptan kaçındı. Hele hele zorunluluktan dolayı sakal bırakamayan insanlara asla müdahale etmezdi. Şu hadise buna en çarpıcı örneklerdendir: Son dönemlerine yakın bir gün cemaatle namaz kılınacakken, imamete o sırada Gümrük Müfettişliğinde memur olarak çalışan ve Tekke’de çok büyük emeği geçen damadı Osman Nuri Efendi’yi geçirir. Yanında olan bazı insanlar “ama efendim, O’nun sakalı yok” şeklinde endişelerini izhar edince Ali Haydar Efendi o gür sesi ile “Ben O’nun arkasında namaza duruyorum, beğenmeyen çeker gider!” şeklinde o zevata mukabelede bulunur. Yine Ali Haydar Efendi’nin, sanılanın aksine hiç de taassub sahibi olmadığının ispatı, zamanın araştırmacılarından Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun Galata Mevlevihanesi arşivindeki 17


Ş ehir

Çarşamba Pazarına oğlu Bahattin Efendi ile birlikte gider, bahçesinde yetiştirdiği meyveleri, damadı Merhum Osman Nuri Efendi ile birlikte satılmak üzere esnafa naklederdi

notlarıdır. Sık sık Ali Haydar Efendi’yi ziyarete gelen ve evi de Tekke civarında olan bu zat, bize Ali Haydar Efendi’nin bağnaz bir yapıda olmadığını anlatır. O, Nakşibendi yolunun temel hususiyetlerinden ilme ve şeriata tavizsiz bağlılık ve “için Hakk ile, dışın halk ile olsun” vecizesinde ifadesini bulan mahviyyetin bir numune-i imtisali idi. O’nun hayatı, tasavvuf yolunun kalabalık taraftar toplama, ekonomik ve siyasi güç kazanma faaliyeti olmadığını açıkça gösteren bir tablodur. Padişah’ın Huzur Hocalığını, Mecelle Telif Heyeti azalığı gibi makamlarına rağmen, hayatının sonuna kadar insanların içinde sıradan biri gibi yaşamıştır. Mesela alışverişini kendisi yapar, Tekke’nin ihtiyacı olan ve ihvana ikram edilecek erzakı temin etmek üzere Çarşamba Pazarına oğlu Bahattin Efendi ile birlikte gider, bahçesinde yetiştirdiği meyveleri, damadı Merhum Osman Nuri Efendi ile birlikte satılmak üzere esnafa naklederdi. Bugün Şeyh, Hocaefendi, Kanaat Önderi dediğimiz hangi zatın böylesine sıradan bir insan gibi davrandığını söyleyebilirsiniz? Ulaşılmaz mekanlarda, koruma görevlilerinin ardında, ticari bağlantıların merkezinde, yüksek ve pahalı taşıtlarda Hocaefendi’leri görüyoruz, ama halkın içinde Şeyhleri göremiyoruz. Aslında böylesi hakiki Hocaefendi’ler, yani Veliler elbette hala var, ama hakkı ile kıymeti bilinmiyor. Ali Haydar Efendi, zahiri ilimle hal ilmini en güzel şekilde kendinde toplamış, mürşid-i kâmil sıfatını hak eden belki son birkaç veliden biriydi. Ali Haydar Efendi’nin hayatı size Şeyhliğin insanlara fevkalade haller izhar ederek onları coşturup taşkınlık yaptırmak, beyinlerini ipotek altına alıp uyuşturmak, gelenlerden maddi yardım toplayarak sermaye oluşturmak ve siyasi ve ekonomik güç sağlamak olmadığını açıkça anlatır. Özellikle Son Döneminde Maruz Kaldığı Siyasi Baskılar Ve Bu Sıkıntılar Karşısındaki Tutumu Ali Haydar Efendi, milletlerin tarihindeki en önemli kültürel kırılmalardan birine şahitlik etmiş, bu kırılmanın ıstırabını en çok yaşayan şahsiyetlerden biriydi. Bir dönem devlet başkanının huzurunda ders müzakere eden, en önemli kanun çalışmalarının telif heyetinde yer alan, dönemin Profesör makamında ders veren bir şahsiyetken, o kırılma sonrası itibarsızlaştırılan, ilmi ve sosyal statüsü yok sayılan, ve en kötüsü hapislere atılacak kadar zulme maruz bırakılan bir insanın hikayesidir O’nun hayatı. Evet, O, Osmanlı’nın son ulemasındandı. Redd-i Miras anlayışıyla kurulan yeni düzende O ve O’nun gibi değerl bir çok alim, doğrudan siyasete karışmasa bile potansiyel tehdit algısı ile tutuklandı, hapse atıldı. O’nun Merhum İskilipli Atıf Hoca ile hapishane arkadaşlığı

sayı//15// ekim 18

herkesçe malumdur. Bunun dışında da sıklıkla Tekke’si polis ve jandarma baskınına maruz kalır, kitaplarına ve manevi değeri olan eşyalarına el konulurdu. Bir defasında da Bursa’da iken bir vakit namazı sonrası mutad ezkardan olan 10 kelime-i tehvidi çektiği için tutuklanmış ve müdafaa vermiştir.Fakat burada O’nun hayatı, belki günümüzdeki gelişmeler karşısında doğru tutum geliştirilmesine yardımcı olacak dersler vermektedir: O, bu yeni düzenin hakim unsurlarından en çok eza görmüş insanlardan biri olmasına, etrafında binlerce insanın toplandığı ve itibar ettiği bir kanaat önderi olmasına rağmen, siyasi mülahazalardan uzak durmuş, ilmi ve tasavvufi kişiliğini, siyasete alet etmemiştir. İlmin ve tasavvufun nezahetini her zaman korumuş, gayretlerini siyasi hesaplarla kirletmemiştir. Bu elbette siyaset müessesesinin reddi anlamına gelmez; siyaset siyasetçilerin işidir, alimler ve veliler siyasetçilerin rehberi olabilirler, ama onların görev alanına girecek fiilleri işlemezler, ve idari işlerine müdahil olmazlar. Ali Haydar Efendi hayatını ilme ve gönül terbiyesine vakfetmiş bir Allah dostu idi. Ali Haydar Efendi’nin Döneminde Hayatta Olan Şeyh Efendi Ve Hocaefendi’lerle Münasebeti Ali Haydar Efendi’nin ardında Ehl-i Sünnet anlayışını günümüze ve yarınlara sahih bir şekilde taşıyacak bir çok ilim ve gönül ehli insan yetişti, yetişecek inşaallah. Günümüzde İlmin nezahetini, vakarını ve disiplinini muhafaza eden Emin Saraç Hocaefendi bu isimlerden biridir. Ali Haydar Efendi ile kendi çağdaşı olan bir çok ilim ve gönül ehli arasında derin muhabbet vardı, sürekli görüşürler, meseleleri müzakere ederlerdi. Bunlarda en meşhur üçü Mahmud Sami Efendi, Mehmet Zahit Efendi ve Alvarlı Efe idi. O dönemin alimleri ve kanaat önderleri, bugün ortalıkta yanlış yerlerde kullanılan “diyalog” mefhumunu olması gereken yerde tutan yüce insanlardı. Yani diyalog, öncelikle Ümmet-i Muhammed’in ilim ve fikir önderleri arasında olmalı ki, İslam kardeşliği kuvvetli olsun, ilmi ve dini hizmetler kendi mecraında yürüsün. Bu olmadığı zaman işte bugünkü gibi birbirine muhalif, siyasete bulaşmış cemaatler ortaya çıkar. ALİ HAYDAR EFENDİ’NİN VEFATI Ali Haydar Efendi ömrününün son zamanlarında işitme güçlüğü yaşamaktaydı. O kadar ki, artık insanlarla yazışarak anlaşıyordu. Bizdeki evraklar içinde kendisinin bilhassa küçük dedemiz Nuri Efendi ile aralarındaki ilmi müzakerelere ait notlar vardır. (Demek o dönemde elektronik işitme cihazları bugünkü gibi yaygın değilmiş). Sonra vefatına yakın iyice ağırlaştı, ve yardımsız yürüyemez oldu. Nihayet Ağustos 1960’ta Allah


Evet, O, Osmanlı’nın son ulemasındandı. Redd-i Miras anlayışıyla kurulan yeni düzende O ve O’nun gibi değerl bir çok alim, doğrudan siyasete karışmasa bile potansiyel tehdit algısı ile tutuklandı, hapse atıldı

Allah diyerek Hakkın rahmetine kavuştu. O dönem malum, 27 Mayıs ihtilal dönemi, ve sıkıyönetim etrafta kuş uçurtmaz. Ali Haydar Efendi’nin Fatih Camii haziresine defni için daha evvelden alınmış Bakanlar kurulu kararı olmasına rağmen askeri idare buna izin vermez. Ve merhumun naaşı Edirnekapı Sakızağacı şehitliğine defnedilir. Ama o cenaze günü tam bir kıyamet manzarası gibidir. Tekkenin üzerinde askeri helikopterler, etrafta jandarmalar, polisler kol geziyor. Ama tabii cemaat son derece nezih ve vakur bir şekilde taşkınlık yapmadan cenazeyi defnederler. ALİ HAYDAR EFENDİ’NİN HAYATINDAN HANGİ DERSLERİ ÇIKARMALIYIZ? Ali Haydar Efendi’nin hayatı bize, zahiri ilimle tasavvufun nasıl bir arada olacağını ve bu başarıldığı zaman ortaya ne kadar değerli bir hazine çıkacağını gösteren bir tarihi derstir. Bu dersin bu gün altı çizilmesi gereken en önemli bahsi belki de tasavvuf, tarikat gibi mefhumların doğru anlaşılması meselesidir. Tasavvuf, özellikle de Nakşibendi yolu’nun çok önemli bir prensibi var: “Dil be yâr, dest be kâr”. Yani gönlün Allah ile, elin de işinde gücünde olsun. Yani tarikat hayatın içinde bir şeydir, kişi maişeti için çalışmaya devam edecek, hayatı imar ve inşaya devam edecek, ama herşeyi nihayetinde Allah’ın rızasına bağlayacak. Tarikata girenin ille de işini gücünü bırakıp uzlete çekilmesi, ya da belirli bir kisveye bürünmesi, tarikat mensuplarının hem dış görünüşlerinin, hem de zihinlerinin tektip olması gibi bir şart yoktur. Bunu “İçin Hakk ile dışın halk ile olsun” şeklinde de ifade edebiliriz. Ancak maalesef bugün tarikat adına bir çok oluşumda hem zihinlerin, hem de kisvelerin tektipleştiğini görüyoruz ki, işte bu Ali Haydar Efendi’nin yolu değildir. O’nun her kesimden insana kendi meşrebine göre Hak yolu nasıl talim ettiğini iyi anlamamız gerek. Kendisinin cenaze haberini veren gazetedeki bir fotoğrafın da gösterdiği gibi, kendisine muhabbetle bağlı olanların tektip insanlardan oluşmadığını iyi bilmemiz gerekir. O, hem Ehl-i Sünnet çizgisinden asla taviz vermediği ama aynı zamanda, ümmet içindeki meşrep farklılıklarını inkar etmeden, onlara Ehl-i Sünnet içinde yer bulabildiği için Mürşid-i Kâmil’di vesselam…Şeyh Galib’in ifadesinde yer alan “Merdûm-i dîde-i ekvan olan âdemsin sen “ beytinin Eşref-i mahlukatı, yeryüzünde Nefsine kul değil aleme sultan olan insan. Bir taşın bile kıymet ifade eder hale gelmesi için bir usta elinde işlenmesi gerektiği gibi insanın da işlenmesi, şeytani taraflarının törpülenmesi, hilkatindeki rahmani taraflarının bir kuyumcu titizliğiyle ortaya konması icab eder. İşte dergah, insan hamurunun yoğrulup şekillendirildiği tezgahın adıdır. Mürşid

Tuğralı Berrat

ise insanı insan yapan ustadır. Hazreti Peygamber (s.a.v) zamanında müstakil dergahlar yoktu. Yegane dergah onun huzur-ı saadetleriydi. Aradan bir müddet geçince, şartlar öyle getirdi, insanın manevi cihetine açılan kapı tasavvuf adı altında müesseseleşti. Birbiri ardınca inşa edilen dergahlar ilmin, irfanın, güzel sanatların, insanlığın, Müslümanlığın menbaı oldular. Yetiştirdikleri şahsiyetlerin çoğu tarih sayfalarında şerefli yerlerini aldı; himmetleri ise hala baki. ‘Küllü men aleyha fan’ sırrının her muhatabı gibi dergahlar da kemali ve zevali yaşadılar, Ağustos 1960 tarihinde Dersaadetin merkezinde Fatih-Süleymaniye Ulemalarından bir mübarek kişi daha dünyasını değiştirdi. Alimin Ölümü Âlemin ölümü gibidir cümlesinde belirtildiği gibi bir “Âlem” daha aramızdan ayrıldı. Bu dergah’ın manevi hüviyetinin ve ruhaniyetinin yaşatılması için her türlü gayreti göstermek vazifemizdir.Bizler emanetlere sahip oldukça bereketinin arttığını biliyoruz. Dervişane bir yaklaşımla; “Herkes Allah’ı bir yoldan bulur.Lâkin en kestirmesi Hayrat ve Muhabbet yoludur.” 19


Ş ehir

DİVAN ŞİİRİNDE ŞEHİR KÜLTÜRÜ

Beyitlerden de anlaşılabildiği gibi şehirli ile göçebe, köylü ile kentli, tahsilli ile tahsilsiz arasında tarihin her döneminde ve her toplumda rastlanan bu çelişki Osmanlı toplumunda da kuvvetli bir şekilde kendini hissettirmekte; bunun bir tezahürü olmak üzere de “şehrî” (şehirli) yahut “kitabî (okumuş yazmış) ile “rûstâyî” (köylü), birbiri ile hiç anlaşamayan, biri (şehirli) diğerini (rûstayî) küçük gören, onunla alay eden iki tezat insan tipi olarak divan şiirinin insan ve toplum tasvirleri galerisinde yerini almış bulunmaktadır Prof. Dr. Muhammet Nur DOĞAN*

*T.C.İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

sayı//15// ekim 20

lâsik Türk edebiyatı diye adlandırılan ve milletimizin neredeyse bin yıldır kültür, düşünce, sanat ve medeniyet tarlasını sulayan ulu ırmağın en büyük kolu şüphesiz divan şiiridir. Divan şiirine bu zengin, parıltılı ve verimli edebiyat geleneğinin şah damarı da diyebiliriz. Klâsik Türk edebiyatı ve bu edebiyatın iki büyük dalından biri olan divan şiiri çok şaşırtıcı bir zenginliğe; zaman, mekân, tarih, coğrafya, kültürler, din/ler, mitoloji, tasavvuf, felsefî akımlar, batıl veya hakikî ilimler ve evrensel medenî birikim bakımından çok parıltılı ve hattâ gizemli bir arka plân derinliğine sahiptir. Divan şiirinin bu arka plân derinliği ve zenginliği bu şiir geleneğini milletimizin kültürel geçmişinin tanınıp bilinmesi, kuruluşunu gerçekleştirdiğimiz medeniyetin temellerinin aydınlatılması, inşa ettiğimiz toplum ve insan tipinin psikolojik ve sosyolojik ana hatlarının tespiti bakımından vazgeçilmez kılmakta ve onu bir kültür, dil ve sanat arkeolojisi alanı hâline getirmektedir. Arap, Fars ve Türk toplumlarının İslâmdan önceki dönemlerden başlayarak günümüze kadar gelen binlerce yıllık kültürel birikimin kaynağından beslenen divan şiirinin dili de bu üç medeniyet kurucu milletin kullandığı lisanların müştereken oluşturduğu büyük bir lafız, mana, nüans ve sanat okyanusu görünümündedir. Divan şiirinin konuları çeşitlilik açısından tahmin edilemeyecek kadar zengin ve renklidir. Bu konular içerisinde insan ve toplum hayatını ilgilendiren her şeye divan şiirinin metinleri arasında tesadüf etmek mümkündür. İnsan ve toplum hayatının en kalın çizgilerinden en ince detaylara kadar her husus gerek doğrudan doğruya ve gerekse dolayısıyla klâsik şiirin meselesi olmuş ve akla gelebilecek her obje ve oluşum mecaz ve hakikat paralelliği kuralına uygun bir şekilde şiirin içerisinde yerini almıştır. Divan şiiri, kelimelerin anlamlarının iki temel görünümü olan hakikat ve mecaz unsurlarını çok gelişmiş ve taazzuv etmiş bir estetik anlayış içerisinde zaman zaman birini, zaman zaman da diğerini ön plana çıkartarak, hattâ bazen bu iki unsuru sarmâşık misali biri diğerinden ayrılamayacak ölçüde iç içe geçmiş bir halde kullanmak suretiyle zengin çağrışımlara, beyitleri düşüncenin ve kültürün gizemli hazine sandığına dönüştüren leffüneşirlere ve şiirin sahnesine teatral derinlik kazandıran bilgi ve kültür ağırlıklı telmihlere vücut vermiştir. Divan şiirinin en önemli hususiyetlerinden biri olan hakikat-mecaz paralelliği, bu şiirin metinlerini mecazın insan muhayyilesine zeka eseri oyunlar


oynayan gizemleri ile bireysel ve toplumsal hayatın renkli tezahürlerinin buluşma noktası haline getirmiştir. Bu buluşma ve kavşak olma durumu divan şiiri şerhi ile uğraşanların karşısına, geçmiş kültürün renkli tezahürlerini keşf ve kelimelerin artık hafızalarımızdan silinmiş bulunan nüanslarını tespit (ve geriye kazanma) işinde eşi bulunmaz fırsatlar çıkartmaktadır. 16. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Hayalî Beg klâsik şiirimizin bu temel özelliği ile ilgili olarak şu ilginç tespiti yapmaktadır: Şi’r oldur kim mecâz iken hakîkat-bahş ola Ermedi bî-zevk ana illâ ki akl-ı hurde-bîn2 “Şiir ona derler ki; mecaz görünümlü iken hakikat bilgileri saçar. Zevksizler ve kılı kırk yaran zeka sahibi olmayanlar bu gerçeğin farkına varamadılar.”

sonraki bütün kültürel birikimi ile Osmanlı İmparatorluğunun altı asırlık dinamik tarihinin canlı görüntülerini aksettiren kristal bir endam aynası hâline gelişinde katalizör görevi ifa etmiştir. Yani inci ve elmas gibi kıymetli mücevherlerin ipek kumaşlar içinde saklanışı, yahut -klâsik edebiyatımızda bir telmih unsuru olarak sık sık değinildiği üzere- güzel kokulu misk maddesinin pamuk içerisinde muhafaza edilişi3 gibi, hakikatin eşsiz değerdeki bilgisi de mecazın gizemli örtüsü içerisinde saklanmış ve günümüze kadar kendini muhafaza etmiştir.

Hayalî Beg, bu beytinde bir yandan divan şiirinin mecaz unsuru ile hakikat unsurunun kumaşın atkı ve çözgüsü gibi şiirin dokusunu oluşturduğu gerçeğini veciz bir şekilde dile getirirken, bir yandan da divan şiirini, gerçeği ile ilgisiz kategorilere tabi tutarak, onu sadece “mecaz” ile ilişkilendiren, yani bu köklü edebiyat geleneğini sadece bir “mecazlar edebiyatı, mecazlar saltanatı” olarak tanımlayan bazı günümüz edebiyat araştırıcılarına asırlar öncesinden gereken cevabı verir gibidir.

Divan şiirinin kadrosu içerisinde yer alan her kelime ve her kavramın işte bu hakikat-mecaz birlikteliği içerisinde kendine özgü bir macerası ve ayrıca diğer bazı kelimelerle oluşturduğu ortak anlam ilişkileri mevcuttur. Millî kültürümüzün seması olan dilimizin canlı yapısı içerisinde her biri farklı görevler ve fonksiyonlar üstlenen bu kelime ve kavramlar tıpkı yörüngesi, cesameti ve dünyaya olan uzaklığı nedeniyle kendine özgü bir şekil, renk özelliği arz eden ışınımı, etrafında oluşan ışık hâleleri ve ayrıca diğer gök cisimleri ile oluşturduğu takım yıldız ilişkisi ile kozmik mahşer içinde yerini almış gök cisimleri gibi, farklı görevler ve fonksiyonlar üstlenmekte ve diğer kelime ve kavramlarla birlikte özel ilişkiler içerisine girmektedirler.

Hayır, divan şiiri sadece bir mecazlar, lafız ve mana oyunları edebiyatı değil; aksine zihnî üretim ile hayat gerçeğinin tasviri anlamındaki “mecaz” ve “hakikat” unsurlarının binlerce yıllık kadim medeniyet değerlerinin sonsuzluğu çağrıştıran terennümleri eşliğinde ölümsüz bir dansıdır. Divan şiirinin mecaz unsurları bakımından bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine oluşu, onun binlerce yıllık insan ve toplum gerçeğini, zaman, mekân, tarih, düşünce, mimarî, siyaset, musikî, tıp, hukuk, felsefe, savaş ve barış, aşk ve nefret gibi insan oğlunun hayat macerasının tezahürlerini yansıtmaktan uzak kalışına sebep olmamış; aksine üç büyük milletin İslâmdan önceki ve

“Medeniyet”, “göçebelikten ve kültürsüzlükten kurtulup yerleşik kültüre geçmek”, “bilgi ve iman toplumu özelliği kazanmak” gibi anlam ışıltıları ile millî irfanımızın semasında yıldız gibi parlayan kelimelerden birisi de şüphesiz “şehir”dir. Divan şiirinde çou zaman “şehr”, “şar”, “kent” gibi sözcüklerle karşılanan şehir kavramı ayrıca “Mısır” ve “Medîne” gibi tarih içerisinde önemli kültürel ve medenî özellikleri ile ön plâna çıkan bazı şehirlerin özel isimleri ile de ifade edilegelmiştir. “Şehir” kelimesi de divan şiiri metinlerinde hayatın mücerret ve müşahhas diğer unsurları gibi hem hakikî ve hem de mecazî anlamda çokça kullanılmıştır.

21


Ş ehir

“Şehir” sözcüğünün hakikî anlamda kullanılışı bize divan şiirinin temelinde bulunan kültür ve medeniyet değerlerinin şehir ve şehir ile ilgili kavramlara verdiği önemi; bir anlamda şehirleşmenin, şehir-köy, şehirli-köylü kavramlarının dayandığı sosyolojik temeli göstermekte ve medeniyet kurucu üç büyük milletin asırlar boyu süren koşusu boyunca idrak ettiği kültür değişiminin de fotoğrafını yansıtmaktadır. Yeri gelmişken hemen şu tespiti yapmamız gerekmektedir: Klâsik şiirimizin metinleri içerisinde göstereceğimiz ciddî bir araştırma ve inceleme çabası bize millî tarihimizin tartışmalı meselelerine de açıklık getirebilecektir. Bu tartışmalı meselelerden biri de bazı çevrelerin klâsik şiirimize yönelttiği haksız bir tenkitten neşet etmektedir. Klâsik şiirimizin meselelerine vakıf olmayan, bu şiir geleneğinin temelinde yer alan kültür ve inanç değerlerine rezervi bulunan ve klâsik şiirimizin estetik ve poetik metodu ile ilgili hiçbir doyurucu malumata sahip bulunmadan bu acımasız polemiği dillendiren çevrelere göre; “Divan şairleri Türk kavmini aşağılamakta ve bir anlamda mensubu bulundukları millete hakaretler yağdırmaktadırlar.” Bu çevrelerin böyle bir yargıya varmalarının sebebi, divan şairlerinin, şiirlerinde “Türk-i lâyefhem (bilgisiz Türk)”, “Türk-i bed-nâm (kötü şöhretli Türk)”, “Etrâk-i bî-idrâk (idraksiz Türkler)”, “şerhoş Türkman (sarhoş Türkler, Türkmenler)”, “yağmacı Türk”, “kan dökücü Türk”, “ahmak Türk”, “ayran düşkünü Türk”, “kâfir Türk”, “zalim Türk” gibi nitelemeleri kullanmış olmalarıdır. “Divan şairleri milliyetçi değildiler.” gibi anakronik bir eleştiriyi de içinde taşıyan bu yaklaşım, gerçekten klâsik şiirin metodunu, kaynaklarını, dünya görüşünü doğru tanıyamamanın ve büyük çapta da siyasî ve ideolojik ön yargının eseridir. Halbuki klâsik edebiyatımızın metinleri kendine özgü metodoloji içerisinde kalınarak doğru bir şekilde anlaşıldığında görülür ki, burada “Türk” ismi vesile edinilerek yapılan eleştiri, Türk kavmine ve Türk milletine değil; şehirleşmemiş, göçebe kültürüne sahip cahil yığınlara ve okuma yazma bilmeyen, medenileşememiş kitlelere yöneliktir. Bu ise tarihin her döneminde ve her toplumda var olan temel bir sosyolojik çelişkiye, yani okumuş ile okumamış, göçebe ile yerleşik, köylü ile şehirli insanlar arasında bulunması kaçınılmaz bir tezada işaret etmekte ve bu çelişki, hattâ çatışmanın acı sonuçlarına günümüzde de rastlanmaktadır. Aşağıya aldığımız beyitler bu çelişkinin sayı//15// ekim 22

toplumdaki etkisi ve bilgisi kullanılarak ve bu konuya telmih yapılmak sureti ile üretilmiş örneklerdir: Türkî bağlar diyü kaşmer olasın ey Tırsî Sana şehrî dimek isnâd olur insâfâne4 Kemâl-i i‘tidâl-i kaddi yokdur serv ü ‘ar‘arda Biri gâyetde şehrîdür birisi rûstâyîdür5 Akçalı Türk koyun gütmez idi Tok olan karnını aç tutmaz idi6 İnüp sahrâ-yı başumdan misâl-i halk-ı Türkistân Visâlün şehrine iy meh beyâbândan gelür yaşum7 Fasl-ı hüsnün bana keşf it rûstâyı anlamaz Gülsitânun bâbını yine kitâbîler bilür 8 Beyitlerden de anlaşılabildiği gibi şehirli ile göçebe, köylü ile kentli, tahsilli ile tahsilsiz arasında tarihin her döneminde ve her toplumda rastlanan bu çelişki Osmanlı toplumunda da kuvvetli bir şekilde kendini hissettirmekte; bunun bir tezahürü olmak üzere de “şehrî” (şehirli) yahut “kitabî (okumuş yazmış) ile “rûstâyî” (köylü), birbiri ile hiç anlaşamayan, biri (şehirli) diğerini (rûstayî) küçük gören, onunla alay eden iki tezat insan tipi olarak divan şiirinin insan ve toplum tasvirleri galerisinde yerini almış bulunmaktadır. Örnek verdiğimiz beyitlerde de açıkça görülmektedir ki; “Türk”, “Etrâk”, “Türkman”, “halk-ı Türkistân” gibi kelime ve terkipler Osmanlı toplumunda görülen bu çelişkinin “koyun güden”, “beyabandan” (dağdan bayırdan) gelmiş, “itidalden” (edepli davranıştan, hikmetten) yoksun, “başına Türkî (poşu) bağlayan”, “kaşmer” (el alemin diline düşmüş, maskara), göçebe ve cahil kesimleri temsil eden tarafını yani şehirli (medenî) olmayan kişi ve toplulukları ifade için kullanılmıştır. Dolayısıyla, bunun bir kavmi aşağılamak veya kendi milletine hakaret etmek ile hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. Üstelik yedi düvele hükmeden ve üç kıta yedi denizde büyük bir adalet, hak, iman ve bilgi medeniyeti kurmuş, bunu da büyük bir cihan devleti ile taçlandırmış bir milletin onurlu evlatlarının, günümüz intelijansiyasında kahredici tezahürlerine sıkça rastladığımız, milletini, kültürünü, inancını ve hattâ dilini aşağılama kompleksine kendini kaptırması için herhangi bir sebep yoktur. Bütün ırkları, dilleri Allah’ın ayeti sayan bir inancın müntesipleri olarak, hiçbir ırkı diğerinden üstün veya aşağı görmemiş, Allah’ın bütün kullarını tarağın dişleri gibi müsavî addedip hiçbir inancın mensubunu ötekileştirmemiş, insanlığa bütün tarihî zamanların bahar mevsimi konumunda altı asırlık muhteşem


bir tecrübeyi yaşatmış büyük bir medeniyetin çocuklarının kendi milletine aşağılık nazarlarla bakabileceğini düşünmek akla ve mantığa ters bir durumdur. Klâsik edebiyatımızda şehir ile ilgili metinlere (bunlar kaside, gazel, şarkı, kıt’a, şehrengiz ve beyit şeklinde karşımıza çıkmaktadır) baktığımızda, bunları “şehir” sözcüğünün hakikat ve mecaz anlamlarına uygun olarak; 1. “Şehir” kavramının genel anlamını konu alan, dolayısıyla klâsik edebiyatımızın temelinde yatan kültürün “şehir” kavramına verdiği değer ve Osmanlı toplum sistemi içinde şehrin ifade ettiği anlam hakkında bilgi veren; 2. Tarihî süreçte kültür, sanat, medeniyet ve tarih açısından öne çıkan önemli şehirlerin isimlerini konu edinerek bu meşhur şehir isimleri etrafında oluşan telmih ve çağrışımlara yer veren, yahut bu şehir isimlerini mecaz unsuru olarak değerlendiren metinler; 3. “Şehir”, (“şehir”in genel anlamını veren) “Mısır” ve “Medine” gibi kelimeler etrafında üretilmiş bulunan metaforlara yer veren metinler olmak üzere başlıca üç kısımda toplayabiliriz. Biz bu yazımızda, “şehir” kavramının ifade ettiği genel anlama değinen metinleri ele alacağız. Divan şiirinde şehir ve şehir ile ilgili birtakım kelimeler etrafında oluşmuş bulunan metaforlar ise “Divan Şiirinde Şehir Metaforları” başlıklı ayrı bir çalışmamızın konusu olacaktır. Genel Anlamı İle “Şehir” Kaside, gazel, mesnevî, şarkı gibi nazım şekilleri ile karşımıza çıkan divan şiiri metinleri şehir ve şehir kültürü ile ilgili olarak bize bazen doğrudan doğruya ve bazen de dolayısıyla önemli bilgiler vermektedir. Şehir kavramı ve şehir anlayışı ile ilgili olarak bize doğrudan bilgi veren metinler özellikle bir şehrin önemli özelliklerine tahsis edilerek kaleme alınmış bulunan kasideler, şarkılar veya bir şehrin güzellerinden ve güzelliklerinden dem vuran şehrengizlerdir. Bazı kasidelerde ve gazellerde rastladığımız ve hatta divanların, müstakil beyitleri ihtiva eden “ebyât” bölümlerinde tesadüf ettiğimiz kimi beyitler ise “şehir” kavramı ile ilgili olarak Osmanlı toplumunda geçerli anlayışı, yani divan şiirinin temelinde yatan kültürün şehir kavramına yüklediği anlamı yansıtmaktadır. Şimdi divanlardan derlediğimiz beyitleri ele alıp, bunları “şehir” kültürü açısından tahlil etmeye çalışalım: Şehir İki Şahitle Alınır Alınsa kaşlarına aceb olmaya gönül Bir şehr alınır ey kamer iki güvâh ile9 İnsan gönlünü senin kaşlarına kaptırırsa, buna

şaşılmaz. Çünkü, ey ay yüzlü (sevgili), bir şehir iki şahit ile alınır. Ruhlarunla n’ola gönül alsan İki şâhidle alınur bir şehr 10 (Ey sevgili), yanaklarınla benim gönlümü alırsan buna şaşılmaz. Çünkü bir şehir, iki şahitle alınır. 15. yüzyılın büyük şairi Necatî ile 16. yüzyılın önemli şairi Emrî, sevgilinin kaşları ve yanaklarına gönüllerini verdiklerini söylüyorlar. Bu durum bir şehrin iki şahit ile alınmasına benzemektedir. Bilindiği gibi, divan şiirinde “şehir” gönül kavramının en çok kendisine benzetilenidir. Aslında gönül, aşk (gam) padişahının payitahtıdır. Aşk, gönüle geldiği zaman, orada geçici olarak oturmakta olan akıl ve can bu padişahı karşılamak için çıkar giderler. Bu benzetme yine Necatî’nin aşağıdaki beytinde çok güzel bir şekilde ifade edilmiştir:

İşte, aslında aşk ülkesinin payitahtı olan gönül, oranın gerçek sahibi olan sevgiliye teslim edilir. Ancak bu devir teslim sırasında iki şahit tutmak gerekmektedir. Onlar da ya sevgilinin parlak ve ışıklı yanakları, yahut yay gibi kaşlarıdır.

Geldügince gam gönül mülkine cân karşu çıkar Nice izzet itmesün bir memleket sultânıdur11 Gam (aşk) gönül ülkesine geldiği zaman, can karşılamaya çıkar/çekip gider. Nasıl saygı göstermesin ki, (gelen), bir ülkenin sultanıdır. İşte, aslında aşk ülkesinin payitahtı olan gönül, oranın gerçek sahibi olan sevgiliye teslim edilir. Ancak bu devir teslim sırasında iki şahit tutmak gerekmektedir. Onlar da ya sevgilinin parlak ve ışıklı yanakları, yahut yay gibi kaşlarıdır. Bu iki beyit aşkın mahiyeti ile ilgili bilgi verirken, diğer taraftan bizi Osmanlı savaş hukuku ile ilgili çok önemli bir uygulamadan da haberdar etmektedir. Dünyanın en gelişmiş düzenlerinden biri olan Osmanlı hukukunda, harp sonrası bir şehrin teslim alınışı ancak iki şahidin hazır bulunması ile gerçekleştirilmekteydi. Şehrin bütünü ile el değiştirmesi ancak bu hukukî ve meşrû alt yapının oluşturulması ile mümkün olabiliyordu. Aslında baştan başa mecaz unsurları ile süslenmiş olan beyit, hakikat-mecaz paralelliği anlayışı içerisinde kaleme alınmış olup, bizi mecazın keyif verici anlam katmanından hareketle gerçek hayatın önemli bir malumatına götürmektedir. Asker İtaatkâr Olmazsa Şehir Viran Olur Olmasa bir asker el-hâsıl mutî’-i şehriyâr Şehr olur vîrân gelir hâl-i re’âyâya halel12 Eğer bir asker ülkenin yöneticisine itaat etmezse, şehirler yıkıma uğrar; ülke vatandaşlarının hali perişan olur. Şeyh Galip, ülkelerin imarını veya yıkımını hazırlayan sosyal bir gerçeğe işaret ederek, ülkenin sınırlarını korumak ve güvenliğini 23


Ş ehir

sağlamakla görevli askerlerin itaattan çıkıp isyana sürüklenmeleri hâlinde şehirlerin yıkıma uğrayacağını ve halkın da perişan olacağını söylüyor. Bu, kargaşalık, isyan ve ihtilal hâlidir. İhtilaller ve isyanlar ise, denge, itidal, huzur ve sükûn demek olan şehir ve medeniyet fikrinin zehridir. Şehirleri imar ve medeniyetleri inşa eden, sistemli düşünce, ilim, hikmet, adâlet ve edebiyattır. Medeniyeti inşa eden düşünce, felsefe, hikmet, ilim ve kültür birikiminin temelleri şehirleşme ile birlikte atılır. Yani medeniyet ağacı şehrin toprağında kök salar, şehrin semasında dal budak salar ve şehrin diriltici rüzgârı ile çiçek açıp meyve verir. Bu gerçeği Nev’izâde Atayî, Sohbetü’l-ebkâr adlı mühim mesnevîsinde şöyle dile getirir: Olalı şehr-i Medîne vatanı Oldı bi’t-tab’ her insân medenî13 “Medine şehrini vatan tuttuktan sonra her insan kendiliğinden medenî oldu.” Bu ilginç örneğin de açıkça gösterdiği gibi, klâsik edebiyatımız, köklü ve büyük bir medeniyetin dili olarak şehirde ve şehir kültürünün etkisi altında üretilmiştir. Kur’an, kendisini “şehirlerin anasına hitap eden bir kitap” olarak takdim etmektedir. Öz ilhamını Kur’an’a borçlu olan ve Kur’an belâgatını örnek alarak kaleme alınan klâsik edebiyat metinlerinin de muhatabı şehirler ve şehirlilerdir. Divan şiiri başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Bursa, İznik, Üsküp, Manisa, Mostar, Vardar Yenicesi, Prizren gibi kültür şehirlerinin verimli ortamında gelişme imkânını bulmuş, bu şehirlerin medenî birikiminden ve gündelik hayatının her alandaki tezahürlerinden etkilenmiş ve daha sonra bu şehirlerin ruhunu, sosyo kültürel manzarasını aksettiren kristal aynalar haline gelmiştir. Klâsik edebiyatımız ve divan şiirimiz şehir ve şehir kültürü ile öylesine kopmak bilmeyen bir bağ ile bağlıdır ki; başta “divan”, “kaside”, “gazel”, “belâgat”, “şiir”, “mana”, “lâfız” gibi poetik kavramlar olmak üzere, şiirin doğrudan veya dolayısıyla konusunu teşkil etmiş bulunan sayısız kavram “şiir” metaforu ile (“divan şehri”, “gazel şehri”, “kaside şehri”, “belagat şehri”, “aşk şehri”, “gam ve gussa şehri”, “güzellik şehri”, “gönül şehri”, “ölüm şehri”, “vücud şehri” gibi) ifade edilir olmuştur. Hemen ifade edelim ki, divan şiirinde çok ince hayallere, muhteşem tasvirlere konu olan bu “şehir metaforları” meselesi başlı başına yeni bir ilmî faaliyetin mevzuunu teşkil edecek derecede sayı//15// ekim 24

önemlidir. Bu çalışmanın bütün malzemesi tespit edilmiş, tasnifleri yapılmış ve tarafımızdan “Divan Şiirinde Şehir Metaforları” adı altında hacimli bir makale çalışması başlatılmıştır. Zorla Alınan Şehir Yağma Edilir Aklın aldursa ne var gönlin virüp sana rakîb Şehr-i kâfir kim güc ile alına yağmâ olur14 Rakip sana gönlünü verip aklını aldırırsa buna şaşılmamalı. ( Çünkü) kâfir şehri silah zoru ile alınırsa, yağmalanır. Sevgili ile âşığın kavuşmalarına engel olduğu için “zalim” ve “kâfir” sıfatları ile nitelenen rakip, sevgiliye gönlünü vermiş, bu arada aklını da kaptırmıştır. Bu durum, silahlı direniş gösteren Hristiyan şehirlerinin teslim alınışı esnasında yağmaya uğraması konusunu hatırlatmaktadır. Burada gönül şehre, akıl ise o şehirde bulunan ve yağma edilen kıymetli eşyalara benzetilmiştir. Osmanlı savaş hukukuna göre, direnmeden ve savaşılmadan alınan şehir ahalisi esir edilmez, eşya ve emlâki ise yağmalanmaz. Ancak direnen ve silah zoru ile teslim alınan şehir üç gün yağmaya uğrar ve şehirdeki savaşçı unsurlar esir muamelesi görür. Bunun bir alâmeti olmak üzere de, kılıçla fethedilen şehirlerde cuma hutbesi okumak üzere minbere çıkan imamlar ellerinde bir kılıç bulundurmak zorundadırlar. Alıntıladığımız şu iki beyitte, bu savaş adetine telmih vardır: Tâ hatîbân minbere çıkdıkça seyf-i şer‘ ile Asker-i mansûrına kışlak ola Çîn ü Yemen15 Ey Padişah! Hatipler Şeriatin kılıcı ile minbere çıktıkça, Çin ve Yemen ülkeleri senin muzaffer askerine kışla olsun. Ben degil dâmen-i ebrûyı tutan cebhende Seyf ile minbere çıkmış güzelim bir ‘Arabî16 (Ey sevgilim!) Alnında kaşının eteğini tutan şey, ben değil; kılıç ile minbere çıkmış bir Arap güzelidir. Minareden Yangın Alarmı Tutuşdı mı bu gice şehr-i gülşen ey bülbül Nedür menâre-i şah üzre bang ü efgânın17 Ey bülbül! Yoksa, bu gece gül bahçesi şehri mi tutuştu? Bu, gül dalı minaresi üzerindeki feryat ve figanın neyin nesidir? Yine hayalin ince tülden fırçası ile çizilmiş bir mecazlar tablosu ve yine bu mecaz çizgilerinin içinden gündelik hayatın asırlarca yaşanmış bir uygulamasına açılan kapı. Şair Nev’î


gül bahçesinde vatan tutmuş bülbülün gül dalları üzerindeki bitmez tükenmez feryatlarının sebebini sormakta ve cevabını da yaşadığı hayatın çok hoş bir uygulamasından hareketle vermektedir: “Yoksa yine gül bahçesi şehri tutuştu da, bir gül dalından minarenin şerefesine çıkmış, halka telaş içinde yangının haberini mi veriyorsun?” Evet ahşap mimarîsi ile tanınmış ve bu yüzden tarihte defalarca yanıp kül olmuş İstanbul’da insanların bu felaketten haberdar edilmesinin en güzel yolu, minarelerin şerefelerine çıkıp yüksek sesle yangın alarmı vermekti. Şair alev renkli güllerle dolu bahçeyi alevlerin pençesine düşmüş şehre; ucunda goncalar ve açılmış güller bulunan dalları minareye; bu dal üzerinde ötüp duran bülbülü ise, yangın alarmı veren insanlara benzetmektedir. Fetih Müjdesi İle Süslenen Dükkanlar Donandı lâle gibi hasm kanı ile zemîn Nite ki müjde-i feth ile şehr dükkânı18 Zemin, sanki şehirdeki dükkanların fetih müjdesi ile süslendiği gibi, düşmanın lâle renkli kanı ile donandı. Donanup taze ‘arûsan gibi şehr ü bâzâr Oldu ‘âlem yine pür zîb çü rûy-ı hubân19 Şehrin cadde ve sokakları ile dükkan ve pazar yerleri taze gelinler gibi donandı da, âlem, güzellerin yanakları gibi baştan başa süslendi. Bu beyitlerden, şehirlerin, caddelerin, sokaklar, dükkânlar ve pazar yerlerinin önemli günlerde, bayramlarda, meselâ kadir gecelerinde yahut bir fetih müjdesinin ulaşması ile çeşitli süs eşyalarıyla baştan başa bezendiği anlaşılmaktadır. Bu, toplumsal hayatta öylesine önem verilen bir husustu ki, şehir rengârenk süs eşyaları ile donanır; bu haliyle şehrin görüntüsü, taze gelinlerin düzgünlerle, allıklarla bezenen yanaklarına dönerdi. İlk beyitte tevriyeli olarak kullanılan “lâle”, bayram gecelerinde sokaklara, dükkanlara asılan ve içinde mum yanan kâğıt fener anlamına da gelmektedir. “Lâle”nin bu anlamı ile ilgili Mesihî’nin şu beyti güzel bir örnektir: Yandurdı lâlenün ruhun ey meh çerâgını Şem`ün eritdi hasret odı içi yagını Mesîhî20 Ey ay yüzlü (sevgilim), yanağın lâlenin çerağını yandırdı. Sana olan hasretinin ateşi, mumun içinin yağını eritti. –Divan Şiirinde Şehir Kültürü devam edecek-

KAYNAKÇA

• Hayalî Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1945.   • Üsküplü İshak Çelebi Divanı, haz. Mehmed Çavuşoğ lu, M. Ali Tanyeri. Mimar Sinan Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi, İstanbul 1989. •Nev’izade Atayî, Sohbetü’l-Ebkâr, haz. Muhammet Yelten, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1999. • Kütahyalı Rahimi Divanı, neşr. Ahmet Mermer, Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul 2004.   • Necati Beg Divanı, haz. Ali Nihat Tarlan,: Milli Eğitim Bakanlığı, Ankara 1963. • Taşlıcalı Yahya Divanı, haz. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1977. • Helâkî Divanı, haz.: Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1982. • Hayreti Divanı, haz. Mehmet Çavuşoğlu, M. Ali Tanyeri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1981. • Edith Ambros, Klaus Schwarz Verlag, The lyrics of meali an Ottoman Poet of 16th Century, Berlin 1982. • Nev'î Divanı, haz. A. Mertol Tulum, M. Ali Tanyeri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1977. •Mesihî Divanı, haz. Mine Mengi, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1995. • Mihrî Hatun Divanı, haz. Mehmet Arslan, Amasya Valiliği, Amasya 2007. • Mustafa İsen, Usuli : Hayatı, Sanatı ve Divanı, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Erzurum 1988. • Azmizade Haleti Divanı: Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, haz. Bayram Ali Kaya ; yayınlayanlar Şinasi Tekin, Gönül Alpay Tekin, Harvard Üniversitesi, Cambridge 2003.   • Haluk İpekten, Karamanlı Nizami : Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Ankara 1974.   • Müberra Gürgendereli, Hasan Ziya’i : Hayatı Eserleri Sanatı ve Divanı, Kültür Bakanlığı, Ankara 2002. • Adni Divanı, haz. Bilal Yücel, Akçağ, Ankara 2002. •Şeyh Galib : Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri, Şiirlerinin Umumî Tahlili ve Divanının Tenkidli Metni, haz.: Naci Okçu, Kültür Bakanlığı, Ankara 1993.   • Nef'i Divanı, haz. Metin Akkuş, Akçağ Yayınları, Ankara 1993. • Nedim Divanı, haz. Muhsin Macit, Akçağ Yayınları, Ankara 1997.   • Ümmî Divan Şairleri Ve Enverî Divanı, Haz.: Cemal Kurnaz - Mustafa Tatçı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları İstanbul 2001. • Yaşar Akdoğan, Ahmedî Divanı Transkripsiyonlu Metin ve Dil Hususiyetleri, İstanbul Üniversitesi Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1979. • Muhammet Nur Doğan, Fatih Divanı ve Şerhi, Yelkenli Yayınevi, İstanbul 2005. • Mehmet Arslan, Antepli Aynî Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2007. • Kadriye Yılmaz, İbrahim Tırsî Divanı İncelemeTenkitli Metin-Sözlük, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Isparta 2001. • Murat A. Karavelioğlu, XVI. Yüzyıl Şairlerinden Prizren’li Şem’î’nin Divanının Edisyon Kritiği ve İncelemesi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü basılmamış doktora tezi, 2005. 25


Ş ehir

BİR ŞEHRİ GÖRMEDEN SEVMEK!

Fakat o gri kış günü, ‘İslam Sanat Tarihine Giriş’ dersinin tam ortasında beni adeta bütün sıkıntılarımdan kurtaran bir mucize oldu. Perdeye bir ön bilgi olmaksızın, beni kötümser bezginliğimden adeta sarsarak çıkaran bir slayt düşürülmüştü Muhsin İlyas SUBAŞI

merikalı Yazar dostum Katharine Branning, öğrencilik dönemini Fransa’da Sorbon Üniversitesinde geçirir. Fransa’ya geldiği ilk yıl, Batılı bir genç kızın yine Batılı bir ülkede Tabii, bu olaydan hemen sonra 1978’de kalkar Sivas’a gelir. Büyüleyici o ‘gök taşı’ aslında bir ’X Noktası’ değil, bütünüyle Türkiye’nin genel güzelliğinin bir buketiydi olmasına rağmen, gurbet duygusunu ruhunu öylesine karartır ki, ne yapacağının çaresizliği içerisinde, kıvranırken karşısına hiç beklemediği yerden, tahmin edemeyeceği bir tablo çıkar. Bu tablo, hayata bakışını değiştirdiği gibi, ideallerini de yeni bir zemine doğru çekip oturtur. Kendisi anlatır: “Fransa’da bir üniversiteye gitmek üzere evinden ayrılmış, Ohio’nun orta batısından, 19 yaşında bir kız idim. Bu karşılaşma Paris’te kışın olmuştu. Paris kışları hep olduğu gibi gri ve yağmurluydu; iliklerime kadar üşüten nemli bir hava vardı. Büyük bir üniversite amfisinde Paris’teki ilk aylarımda karanlıkta otururken içime bir yalnızlık hissi çöktü; bu yalnızlık içinde kaybolmuştum. Kaybolmuştum, çünkü henüz dostlarım yoktu; sinirliydim, çünkü Fransıcam her şeyi tamamıyla anlayacak kadar mükemmel değildi; cesaretim yoktu, çünkü Fransızca “Course Magistral” (amfi dersleri) şekli bana sevimli görünmüyordu. Bu büyük sınıflar, benim alışık olduğum Amerikan eğitim sistemindeki küçük katılımcı sınıflara göre bireyi ortadan kaldıran sınıflardı. Amerikan okullarındaki nezaketi, şamatayı, öğrenci öğretmen arasındaki şiddetli rekabeti özlemiştim. Hatta uygun bir çalışma alanı seçtiğim konusunda bile şüphe duymaya baş-lamıştım, çünkü okula başladıktan itibaren benim beklentilerimi karşılamaktan çok uzak bir şekilde hemen her şey sanatla hayat arasındaki herhangi bir gerçeklikten son derece kopuk gözüküyordu. Sanat tarihi sınıfında aylarca tılsımlı rulolardaki sayısız imajla, tamamıyla yok olmuş, şaşırtıcı kültürlerden geriye kalan heykel parçacıklarıyla dolu derslerin yanı sıra Eski Mezopotamya’daki meşhur Fransız arkeolojik kazılarını çalışmıştım. Hepsi benim için ilgi çekici olmaktan çok uzak, amaçsız ve sıkıcı geliyordu. Fakat o gri kış günü, ‘İslam Sanat Tarihine Giriş’ dersinin tam ortasında beni adeta bütün sıkıntılarımdan kurtaran bir mucize oldu. Perdeye bir ön bilgi olmaksızın, beni kötümser bezginliğimden adeta sarsarak çıkaran bir slayt düşürülmüştü. Bu, altın taşlarla yapılmış gibi görünen bir binanın resmiydi. Havanın kapalı olduğu o günün öğle üzeri sanki bir büyü

sayı//15// ekim 26


olmuş gibi aniden güneş çıktı ve kasvetli odayı aydınlatmak için perdeden odaya altın renkli güneş ışıkları akmaya başladı. O anda kendimi sanki bir ilkbahar gününde binanın duvarlarını süslemiş olan seramik Çiniler gibi masmavi olan bir gökyüzünün altında buldum. Bu altın taşlara, şerit süslemelerle çerçevelenmiş, hareket hâlinde hayvanlar, ağaçlar, yıldızlar, bitkiler, ağaçlar, hat yazıları, kuşlar hakkedilmişti. Fransa’daki çok beğendiğim Roma devri manastırlarındaki heykeller gibi güzel ve büyüleyici bir etkiye sahiplerdi. Profesör, “Et maintenant nous voyons ici le Gök Medrese de Sivas” diyordu. Daha önce “medrese”, “gök”, “Sivas” söz-cüklerini hiç duymamıştım ve neresi olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu; aceleyle hemen defterime kaydettim. Bu sözcüklerin benim için yeni bir dilin ilk sözleri olacağını biliyordum.” (Katharine Branning, Bir Çay Daha Lütfen (Çev. Ali Çavuşoğlu) Kaynak Yayınları, İstanbul 2010, s. 21.) Tabii, bu olaydan hemen sonra 1978’de kalkar Sivas’a gelir. Büyüleyici o ‘gök taşı’ aslında bir ’X Noktası’ değil, bütünüyle Türkiye’nin genel güzelliğinin bir buketiydi. Bunun da farkına varır ve bu cazibe, onu 40 yıla yakın bir süredir Türkiye’ye aşk derecesinde bağlı hale getirir. Kendisiyle 2003 yılında tanışıp evimde misafir ettiğimiz zaman, ‘Mademki, Sivas sizi böylesine etkiledi, ufkunuzu değiştirdi, hayata bakışınıza yeni bir kapı açtı, o zaman gelip Sivas’a yerleşin’, dedim. ‘Hayır’, dedi. ‘Sevdiğine uzak olmak, onun hasretini duyarak yaşama heyecanınızı arttır. Böyle bir zevkten mahrum kalmak istemem.’, karşılığını verdi. ‘O zaman sizi Kayseri’de ev sahibi edelim, emekli olduğunuzda gelin buraya yerleşin, burada yalnızlık da çekmezsiniz, eşim ve kızlarım size iyi bir arkadaş olur, ben de size yardım etmeye çalışırım’, teklifinde bulundum. Onu da kabullenmedi, bu defa sordum: “Mademki Türkiye’yi bu kadar çok seviyorsunuz, burada bir ayağınızın olmasını arzu ediyorsunuz, peki, nerede yaşamayı istersiniz?” “Ben Tokat’ta yaşamayı isterim.” Tokat!..

az etkilendiği bir şehirdir Tokat. Geleneksel yaşama biçimini koruyan ender şehirlerden birisi olduğu için, orada doğal hayatla iç içe olmak istiyorum. Gülleriyle gönlümü yıkamak, sıcakkanlı insanlarıyla birlikte yaşamak istiyorum. Kaderimizin akışını dillendiren nehriyle, sevgilinin kanını bir güzel buket halinde bize sunan gülleriyle orada yaşamak istiyorum.” Artık diyeceğim bir şey yoktu, bendeki teklif kapılarını böylece ka-patmıştı.

Benim haritadan tanıdığım, Yeşilırmak nehrinin içinden geçişini büyük bir şans olarak gördüğüm, ancak hakkında, Mehmet Emin Tokadî Hazretlerinin, Ballıca Mağarası’nın ve domatesinin dışında pek fazla bilgiye sahip olmadığım bir şehirdi. Hiç de gitmemiştim. Kendisine bu defa tekrar sordum:

Sonuç itibariyle bu arzusunu gerçekleştirdi. Tokat’ın eski mahallelerinden küçük bir ev aldı. Evi restore edildi ve içinde yaşanılır hale getirildi. Evinin bitişiğindeki komşusu 20 koyunu beslese de, onların kokusu ve seslerine rağmen, o semtin insanlarını sevdi; ‘saf, temiz, içten insanlar, beni anlayabiliyorlar, bana yardımcı oluyorlar, tebessüm eden bir yüzün bana yönelişi, tebessüm eden iki gözün bana sıcak bir buse gibi bakışı neyle izah edilebilir ki’ derken mutluydu. Ben de kendisine, ‘bizim insanımız her yerde öyledir. Bu misafirperverlik bizim sosyal genimizin gereğidir. Biz, dosta dostuz, onunla ekmeğimizi bile bölüşürüz’, dedim. ‘Evet, doğrudur, öyle olmasa 15 yıldan buyana her yıldır gelip evinizde misafiriniz olarak sofranıza oturabilir miydim’, karşılığını verdi.

“Neden Tokat?” “Günümüz insanlığında şehir hayatını silip süpüren modernleşme erozyonundan çok

Şimdi bu sofrayı Katharine (Kadrile) Branning görmeden sevdiğim bu şehirde; Tokat’ta bizlere açacak, ne büyük bir mutluluk değil mi?

Tabii, bu olaydan hemen sonra 1978’de kalkar Sivas’a gelir. Büyüleyici o ‘gök taşı’ aslında bir ’X Noktası’ değil, bütünüyle Türkiye’nin genel güzelliği-nin bir buketiydi.

27


Ş ehir

BOZKIR iÇiNDE VAHA,

SEMERKAND

Ta uzaklardan, dümdüz bir su yüzünde yükselen mavi kabarcıklar gibi, maviş kubbelerin bir kısmı hâlâ görülür. Eski şehri bir kenara bırakmışlar, köhne demişler, yeniden bir Semerkand yapmışlar. Dr.Kâmil UĞURLU

emenkand’ın kültür tarihimizde apayrı bir yeri vardır. Bu hârika şehir, hâlâ, bir bozkır içindeki vaha kimliğini yitirmemiştir. Üzerinde uçarken bir tarafta ünlü Pamir’in eteklerini teşkil eden, derviş külâhı şeklinde dünya damının tepelerini görürsünüz. Ufkun sislerine karışıp giden bahçeler, Mâveraünnehir’in, bahçeleri, kavakları, dut ağaçları, beri tarafta bir yılan gibi kıvrılan, dönen dolaşan Sir-Derya, az ötesinde, anasına yetişmek isteyen oğlak misali koşan-çırpınan, başını o kıyıdan bu kıyıya vuran şımarık, boz bulanık Zerefşan nehri, anlatılabilemez güzellikler sergiler. Sonra türküaz bir dünyanın içinde insan kaybolur gider. Eski Efrasiyâb şehrinin Semerkand olduğu söylenir. Efresiyâb bir Turan hakanıdır. Şehnamede Siyavuş ile mücadelesi anlatılır. Hep onunla savaşmış, kimi yenmiş, kimi yenilmiş, ama Türkistan Türkü’nün gönlündeki yerini hep korumuştur. İskender’den İranlısına, Moğol’undan Arabına birçok istilâya uğramış bu güzel şehir. Sonra Moğollar, âdetleri üzre XIII.yy.da yakmışlar şehri. Timur da XIV. yy’da onarmış. Semerkand’ı yeniden imar etmiş. Şimdi, Türkistân’ın başkenti olarak gururlanan Semerkand bunu haketmiştir. Registan Meydanı, Bibi Hatun Külliyesi, Rasathane, Şah-ı Zinde, Çinhane Köşkü, Hızır Mescidi ta o zamanlar dünyaca meşhurdu. Ali Şir Nevaî burada yaşıyordu. “Semerkand Minyatür Mektebi” burada doğmuştu. İmam Maturûdî 10. yy’da burada yaşamıştı. Şimdi şehrin kıyısında çok mütevâzi bir kabristanın ucunda dinlendiğine bakılmasın, o büyük imamdı. Adı, islâm dünyasının bütün iklimlerinde anılırdı. Babür Semerkand’a hayranda, herkes gibi, her hükümdar gibi. Almak için uzun uğraştı. Alamadı. Hasretini en çok çektiği şeyin Semerkand olduğunu Babürname’de anlatır. Yine Zerefşan’ın boz kıyılarında çiçekler bitiyor, dutlar oluyor, söğütler suya eğiliyor, kavaklar fısıldaşıyor ama, ne yazık, artık tarihlerin sözettiği Dil-küşa ve Nakş-ı Cihan bahçeler yok olmuş. Güldeste Mimar tükenmiş. Eski Efrasiyâb yangın yerine dönmüş. Ta uzaklardan, dümdüz bir su yüzünde yükselen mavi kabarcıklar gibi, maviş kubbelerin bir kısmı hâlâ görülür. Eski şehri bir kenara bırakmışlar, köhne demişler, yeniden bir Semerkand yapmışlar. Bu basit, fakat yüzdeyüz doğru bir sistemdir. Burada öyle yapmışlar. Şimdi Semerkand’in bir açıkhava müzesi olarak düzenlenmesi ve rehabilitasyonu yapılıyor. Semerkand uzun anlatılmalıdır. Buranın her taşında bir tarih, her dönemecinde bir efsane

sayı//15// ekim 28


İskender’den İranlısına, Moğol’undan Arabına birçok istilâya uğra¬mış bu güzel şehir. Sonra Moğollar, âdetleri üzre XIII.yy.da yakmışlar şehri. Timur da XIV. yy’da onarmış. Semerkand’ı yeniden imar etmiş

vardır. Şehre girişte, nizamiyeyi, nöbet yatışına uzanmış arslan şeklinde bir tepe bekler. Üstünde kavun kubbeli, (elbette turkuvaz renkli) dörtköşe plânlı bir türbe vardır. Burası Çoban Ata’nın türbesidir. Asırlardan beri bu koca Türkmen Atası, bıkmadan, usanmadan Semerkand’ı beklemektedir. Batıp giden güneşin, yarısı dökülmüş, dökülenlerin yerine yeşil otlar yürümüş çinileri üzerinde, Çoban Ata ile cilveleşmesi mutlaka görülmelidir. Yoksa bunu anlatmak her babayiğidin harcı değildir. Ayakları altına büyülü bir halı gibi serilen Semerkand düzlüğü, bu halının motiflerini teşkil eden Zerefşan kenar suyu, göbeğinde Şah-ı Zinde güzelliği, köşe desenlerinde Bibi Hanım, Emir Timur, Uluğ Beğ, Tillekâri, Şirdar Medreseleri vardır.

nerdeyse çarpışacaktık. O benden özür diledi, ben ondan. Bir sarılıp yanaklarından öpmediğim kaldı. Tatlı mı tatlı bir kadın. Bir mübârek, bir güleç, bir kırış, kırış, her kırışığında bin güzellik gizli, mavi gözlerine Zerefşan’ın rengini katmış bir kadın..

BU ÇOBAN ATA’NIN GÜZEL BİR HİKAYESİ VARDIR Vaktiyle bu tepe yokmuş burada, Semerkand düşman işgaline uğramış. Halk kurtuluş için dua etmiş, niyâzda bulunmuş. Bir mucize vuku bulmuş. Bu tepe, üzerindeki bu çobanla, sürüsüyle birlikte gelmiş, düşmanın tepesi¬ne çökmüş, onları yok etmiş. Bu yol üzerinde ilerlerken, yolun şehre dokunduğu noktada, yolun sağında, darmadağan olmuş Efrasiyâb harabeleri, yodan geçenleri hüzünle sey¬rederler. Ve yolcular onu hüzünle seyrederler.

Kolunda bir beşik vardı. Tahta beşik, boş bir beşik. Belli ki torununa götürüyor. Boynumuzdaki bir sürü makineyle bizi öteki dünyalardan gelen biri sandı, elindeki tahta beşikten utandı. Oysa ne güzel yapılmıştı, boyanmıştı. Ayakları ustaca yuvarlanmıştı. Herbir noktasına emek verilmişti. Resmini bu yüzden önce çektirmek istemedi. Müthiş bir ciddiyetle beşiği omuzuna kaldırdı. Öteki elini yanına yapıştırda, ayaklarını yapıştırdı. Gülen, o hilkatten gülen mavi güzel gözlerinden o hârika gülüşü birkaç saniye için kovdu, suratına ciddi bir hava verdi ve kendini dondurdu. Sonra yine eski haline döndü. Yürüdü. Kalabalık caddede gözden kayboluncaya kadar geri döndü döndü baktı. Rasathane üstü kapalı, tepeye gömülmüş, 20 metre çapında dairesel bir çukurdur. Tepenin öte ucunda bir küçük yapı

ULUĞBEY RASATHANESİ Şehrin ortasında bir tepe, bu tepede Uluğ Beğ’in rasathanesi yer alıyor. Kapıya yaklaşınca, allıyeşilli-morlu giyinmiş tatlı bir özbek nineyle

“Siz kayerliksiz?” “Ben Türkiye’denmen..” “Huş keldingiz..” “Huş ködük” “Sizni körgenimizge hursendiniz.” “Sağbolun, kop sağbolun..” Konuşmayı anlamamak mümkün değil. Sadece dudaklarını oynatsa, hiç konuşmasa, hatta yüzünüze baksa onu anlıyacaksınız. Öylesine sıcak, öylesine candan.

29


Ş ehir

Vaktiyle bu tepe yokmuş burada, Semerkand düşman işgaline uğramış. Halk kurtuluş için dua etmiş, niyâzda bulunmuş. Bir mucize vuku bulmuş. Bu tepe, üzerindeki bu çobanla, sürüsüyle birlikte gelmiş, düşmanın tepesine çökmüş, onları yok etmiş.

sayı//15// ekim 30

ile son buluyor. Yanında rasatçıların hizmetine verilmiş taş bir merdiven var. Rasathanenin ortaya çıkarılışı 80-90 yıl önce olmuş. Ve enteresan bir hikâyesi var. Viatkin adında bir Rus bilim adamı Semerkand’ dan bir kitap almış. İçinden eski bir tapu senedi çıkmış. Senette belirtilen arazinin komşuları belirtilirken, “doğusunda Uluğ Beğ rasathanesi” ibaresi zikrediliyormuş. Eski Efrasiyab’a ait tapu senedindeki bu adı Viatkin araştırmış ve rasathane, yapılan kazı sonunda bulunmuş. Yanındaki müzede buranın restitüsyon projelerini gördük. Çıkan bütün kazı sonuçlarını ve eşyaları, materyalleri buraya taşımışlar. Bir panoda, Uluğ Beğin ve Timur’un kafataslarının resimleri vardı. Gerasimov adlı bir arkeolog Timur’un kafatasını alçı ile sıvayarak onun muhtemel yüzünü tesbit etmiş ve resmini çekmişler. Kafatasının aslı Moskova’daymış. Ama resmi buradaydı. Müzede yorulanlar için, tepenin hemen eteğinde, altına gün sızdırmayan mübarek çınarlar altına lokantalar, çayhaneler düzenlenmiş. Oraya indik. Piyalelerde kökçay getirdiler. Oturulan yer, yerden yüksekçe, çınarın kucağına yakın, altından üstünden yel geçen bir serin tahta boştu. Buna ihtiyaç vardı. Vakit Temmuz-Ağustos arasıydı ve gölgede sıcaklık kırk dereceydi. Bu sıcaklıkta sıcak çay içilir mi? Elbette içilir. Hertarafı su olan bu güzel yerlerde içecek su yoktu. “Aksu” denilen maden suyu insanı doyurmuyordu. Kıpkırmızı ve yuvarlağı muntazam domatesler ve onu satan hatunların giyimleri. Cart mor, cart mavi, keskin pembe, acı sarı. Herşey net ve sert. Başlarına bağlayıp, ucunu saçlarının altında ve boyunlarında düğümledikleri başörtülerinin renkleri de öyle.

BİBİ HATUN KÜLLİYESİ Bibi Hatun’un külliyesi, Semerkand’da, Uluğ Beğ’in rasathanesine yakındır. Çok uzaklardan görünen bu külliyenin kubbesi ve kapısı tamirdeydi. Cami, eskiden, yani Rus İhtilâli öncesinde cuma camii olarak hizmet görüyormuş. Büyük bir kapıdan girilince bahçeye varılıyor. Bu bahçe zamanının en ünlü, en bakımlı bahçesiymiş. Babürname’de, cami kapısının üstünde, Bakara Suresinin 127. âyetinin yazılı olduğu kayıtlıdır. Köhne Taşkent’te gördüğümüz Hz. Osman’ın Kur’an-ı Kerimi, vaktiyle buradaymış. Rivayete göre o muazzam Kur’an’ı Timur, savaş ganimeti olarak Yıldırım’dan alıp getirmiş buraya ve Hanımının Külliyesine bağışlamış. Bir başka rivayet var. XV.yy’da Osmanlı padişahı bu Kur’an-ı Kerim’i Orta Asya sufîlerinden, daha önce sözünü ettiğimiz Hoca Ubeydullah Ahrar’a hediye etmiş. Kur’an bu sebeple buradaymış. Kubbe tamburunda “Bâkî olan Allah’tır” ve “Kadîm olan Allah’tır” kibar kelâmlarının arapçaları yazılmış, sırlı tuğlalarla istif edilmişti. Yine eşkenar dörtgenler içine plâstik değeri olan harika istifler yazılmıştı. “Ya Kerîm, Ya Azîm, Ya Celâl, Allah, Muhammed, Ali” bunlardan çözebildiklerimiz. Hanımlar adına yapılmış bu külliyeler, Türk-İslâm kültüründe bir ekoldür. İstanbul’daki Edirnekapı Mihrimah Camii, Agra’daki Taç Mahal, Ürgenç’teki Turabek Hatun Türbesi bu şubenin ünlü örnekleridir. Kanunî’nin o hasta, zayıf, nahif, nâzenin kızı Mihrimah Sultan’in solgun yüzündeki tül kadar hafif işlenmiştir, Mihrimah Sultan Camiinde, mermerler… Bu cami de öyle.. Haşmetli kuruluş plânına rağmen, zarif ve kadınsı bir organizasyonu var.


Şehrin ortasında bir tepe, bu tepede Uluğ Beğ’in rasathanesi yer alıyor. Kapıya yaklaşınca, allıyeşilli-morlu giyinmiş tatlı bir özbek nineyle nerdeyse çarpışacaktık. O benden özür diledi, ben ondan.

Bibi Hatun Külliyesi Semerkand’ın en gösterişli yapı gruplarından biridir. Külliyenin camii sadece Semerkand’ın değil nerdeyse Asya’nın en büyük mâbedidir. Timur Çin seferinden dönerken yanında yeni eşi, Çin Hükümdarının kızı Saray Mülk Hatun da vardı. Timur’un bu hanıma muhabbeti fazlaydı. Pazarın yanına, pazara gelenlerin de istifade edebileceği bir cami yapılmasını emretti. Bu iş için Asya’nın en tanınmış mimarları Semerkand’a dâvet edildi. Malzemelerin taşınmasını fillere bıraktılar ve Asya’nın dört bir tarafından malzeme tedarikine giriştiler. Yürüyerek iki günlük mesafede olan mermer ocaklarından sağladıkları mermer bloklarını fillere yüklediler. Aynı zamanda minarelerin yapımına geçip inşaatı hızlandırmak istediler. Bu defa pazar yeri sıkıştı ve millet rahatsız oldu. Bir emirle pazarın yeri değiştirildi. EMİR TİMUR’UN FARKLI BİR YÖNÜ Giriş kapısının yerini ve yapı şeklini Timur beğenmedi. Kendisi iyi yetişmişti. Yapı konusunda bilgiliydi. Kapıyı yıktırdı, kendi tasarladığı şekliyle yeniden yaptırdı. Bibi Hatun külliyesi ile ilgili pek hoş hikâyeler anlatılır Semerkand’da. Hikâyeye göre külliyenin İran’lı mimarı Saray Mülk Hatun’un güzelliğine vurgundur. Bir faninin yapabileceği en büyük hatayı yapmıştır. Timur Han’ın seferde olduğu ve inşaatın devam ettiği bir gün, inşaatı ziyârete gelen Saray Mülk Hatun’a gönlünü açar. Çinli Hatun da bu imkânsız aşkın âşıkına anlayış gösterir ve (olacak şey değil ama, menkibe) peçesinin üstünden yanağını öpmesine izin verir. Hiçbir gizli kabahatin gizlice kalamayacağı prensibine uygun olarak, öpülen yanağın o bölgesi yanmış gibi kapkara kesilir. Bu esnada Merv’de, yani Semerkand’a bir haftalık mesafede olan Emir Timur, gününde Semerkand’a gelir ve son eşinin durmunu sorar. Olanları geç de olsa öğrenir ve hanımı cezalandırır, onu yakar. Zavallı mimara gelince, o fakir, inşa ettiği minarelerden birinin tepesine çıkar. Yaradana sığınıp niyâzda bulunur. Ve kanatlanıp, oradan uçar gider. Bir tanesini de şöyle anlatırlar: Bir gün bir derviş çıkagelmiş ve Hatun’la görüşmek istediğini söylemiş. zor da olsa görüştürmüşler. Derviş, cesaretle, fakat belli bir edep içinde, onun ölümünün zehirli bir böcek sokmasıyla olacağını, dikkatli bulunması gerektiğini söylemiş. Hatun endişelenmiş. Kocasından dilemiş: “Ölümüm her ne şekilde olursa olsun, beni müslüman âdetlerine göre defnetme” demiş. Yani toprağa konulmak istememiş. İçine böcek, yılançıyanın giremiyeceği bir tabut yaptırıp, yüksekçe bir yerde muhafaza edilmesini istemiş. Külliyedeki büyük kabir odası bu talep üzerine

böyle geniş tutulmuş. Ne var ki, Hatun’un inşaatı ziyareti esnasında bir gün, o mekândan koca bir yılan çıkmış, gelmiş bahçeye, kıvrılıp beklemiş. Hizmetkârlar onu öldürmek üzere kazma ile kürekle koşuşturmuşlar. Onlara izin vermemiş Bibi Hatun. Yaklaşmış ve yılanla konuşmuş. Günü gelmiş ve Bibi Hatun vefat etmiş. Onu mücevherleriyle birlikte muhkem bir tabuta koymuşlar ve emir’in talimatıyla kabir odasındaki yüksek kürsünün üzerine konuk etmişler. Onun, ziynetleriyle gömüldüğünü bilen eşkiyalardan bir bölümü, gece karanlığında türbeye girip tabutu açmaya yeltenmişler. Fakat o yılan, sağlığında Hatun’la görüşen o yılan, onları zehirlemiş ve öldürmüş. Sabah, etrafa saçılan mücevherler ve birkaç cesetle karşılaşanlar durumu anlamışlar. Fakat kim, bu etrafa saçılan mücevherleri, hatunun üstüne, yerlerine takacak? Buna kimse cesaret edememiş. Bir ihtiyar adam bu işi üstlenmiş. Nitekim takmış da. Fakat o, mekânı terkederken kapılar kendiliğinden kapanmış. Yaşlı adam içerde kalmış. Uğraşmışlar ama, kapıyı bir türlü açamamışlar. Birkaç yıl sonra açabilmişler. Çarlık Rusya’nın son zamanlarında, külliyenin bahçesi temizlenirken diğer binaların gölgelediği küçük bir mekân ortaya çıkartılmıştır. Bir kapıyla mahzenine geçilebilen bu mekanın altında mezartaşı formunda fakat üzerinde isim yazmayan, sadece kelâm’ı kibar işlenmiş taş plâkalar bulunmuştur. Külliye 1404 yılında tamamlanmıştır. Fakat, bu tarz yapılarda genellikle beklenen hal burada da meydana gelmiş ve kendi yükünü taşımakta zorlanan yapı ucundan-kenarından yıkılmaya başlamıştır. Sonra meydana gelen depremler bu yıkılmayı hızlandırmış ve yapının büyük bir bölümü çökmüştür. Ziyaretimiz esnasında büyük bir onarım faaliyeti devam ediyordu. 31


ultan II. Abdulhamid tarafından dört asır boyunca Bosna Hersek Sancak Beyliği’ni yürüten Çengiç ailesinden Haydar Çengiç’e hediye edilen destmâl-i şerifin (kıymetli mendil) ailenin müzeye bağışladığı bir barut kutusunda şans eseri bulunmasından sonra Bursa Kent Müzesi’nde sergilenmesine başlandığı ve ziyaretçilerden yoğun ilgi gördüğü geçtiğimiz günlerde ulusal basınımızda kendisine ancak küçücük bir yer bulabildi.

ASIRLIK MENDİLİN HİKÂYESİ

Yedi tepeli İstanbul’un protokolde ilk sırada gelen birinci tepesinde Topkapı Sarayı bulunmaktadır. Sarayın kalbi ise Kutsal Emanetler Dairesi’nde atmaktadır. Mehmed BUĞRA

DESTMÂL-İ ŞERİF Bilindiği üzere özellikle ramazan ayında Peygamber Efendimiz ve dostlarından günümüze ulaşan kutsal emanetler, Türk halkı tarafından büyük bir özlem ve heyecanla ziyaret edilmektedir. Birçoğu Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethedip halifeliği devralmasından sonra İstanbul’a getirilen bu emânetlerin içinde, Peygamber Efendimiz’in hırkası ayrı bir yer tutmaktadır. Farsça bir kelime olan destmal de bu kıymetli hırkaya sarılan mendili ifâde etmektedir. Yedi tepeli İstanbul’un protokolde ilk sırada gelen birinci tepesinde Topkapı Sarayı bulunmaktadır. Sarayın kalbi ise Kutsal Emanetler Dairesi’nde atmaktadır. Nasıl atmasın ki? Burada; başta Peygamber Efendimiz’in hırkası, sancağı, kılıcı, oku ve yayı gibi bizzat kullandığı eşyâlar ile sadık arkadaşlarından kalan hatıralar, Hristiyânlarca kutsal kabûl edilen Hz. Yahya’nın rölikleri ve Musevilerce kutsal sayılan Hz. Musa’nın âsası başta olmak üzere birçok kıymetli eser sergilenmektedir. Bu açıdan Kutsal Emânetler Dairesi’ne âdeta üç dinin kutsallarının sergilendiği dinler tarihi müzesi de diyebiliriz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nda müsteşarlık koltuğuna oturduktan sonra Bakanlığın oldukça dinamik bir görüntü vermesini sağlayan Prof. A. Halûk Dursun, Osmanlı döneminin önemli geleneklerinden birisini daha Topkapı Sarayı’nda canlandırdı. Bursa’da bir barutluğun içinde bulunan ve sergilenmesinin ardından ziyaretçi akınına uğrayan destmâl-i şerif, günümüzde de devam eden bir geleneğin habercisi olmasına rağmen ne yazık ki gazetelerde kendisine sadece nostalji kabilinden yer bulabildi. Oysa geçtiğimiz hafta sonu siyasetçiler, bürokratlar, akademisyenler, yazarlar ve sanatçılardan oluşan seçkin bir grup Kutsal Emânetler Dairesi’nde destmâl-i şerif törenine katıldılar. Büyük bir titizlikle gerçekleştirilen programda; Yavuz Sultan Selim’in 1517’de halifelik görevini de yüklendiği Mısır Seferi dönüşünde İstanbul’a getirdiği Peygamber Efendimiz’in hırkası, Osmanlı geleneklerine uygun bir şekilde, mahfazası olan gümüş sandığından çıkartılıp içindeki yeşil ipek

sayı//15// ekim 32


ve kadife örtüler açıldıktan sonra üstündeki inci işlemeli şeritlerin çözülmesiyle birlikte saygıyla ziyaret edildi. Huzurdakiler hırkanın üstüne yerleştirilen destmâli edeple öptükten sonra kendilerine takdim edilen bu biricik hediyeyi; hayatlarının en kıymetli hazinesi kabul ederek saygıyla ellerine alıp yüzlerine sürdüler, uzun uzun kokladılar. Peki nedir destmâl-i şerifin hikâyesi? HIRKANIN YOLCULUĞU İslâm peygamberi, muhtelif zamanlarda kalplerini İslâm’a ısındırmak ya da kendilerine yakınlığını göstermek istediği üç kişiye, giydiği hırkayı hediye etmiştir. Hırkalardan birisi Moğol istilâsında yok olmuş diğer ikisi ise günümüze kadar ulaşmıştır ve her ikisi de İstanbul’da bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz tarafından Kâ’b bin Züheyr’e yazdığı bir kaside dolayısıyla hediye edilen hırka, asırlar içinde el değiştire değiştire İstanbul’a kadar gelmiştir ve Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Veysel Karanî’ye hediye edilen hırka ise İstanbul’un Fâtih ilçesinde bulunmakta ve Sultan Abdulmecid’in yaptırdığı Hırka-i Şerif Camii’nde muhafaza edilmektedir. KUTSAL EMANETLER DAİRESİ Hz. Muhammed’in hatırasına büyük değer veren Osmanlı sultanları, bu konuda ne kadar hassas olduklarını Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler Dairesi’ne verdikleri önemle de göstermişlerdir. Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi dönüşünde beraberinde getirdiği kutsal emanetleri kendisinin Topkapı Sarayı’nda kaldığı Has Oda’ya aldırmakla yetinmemiş ayrıca bu bölümde kesintisiz Kur’ân-ı Kerim okunması emrini de vermiştir. Bu amaçla içlerinde kendisinin de bulunduğu 40 hafız nöbetleşe, Kutsal Emanetler Dairesi’nde Kur’ân-ı Kerim okumaya başlamıştır. 18. yüzyılın başlarında ise her yıl ramazan ayının on beşinci günü Peygamber Efendimiz’in hırkası devlet töreni ile ziyaret edilmeye başlanılmıştır. Şüphesiz bunda Hz. Peygamber’e duyulan büyük saygı ve sevgi ile birlikte Osmanlı sultanlarının halifelik makamını temsil etmelerinin de önemi vardır. GÜL SUYU İLE TEMİZLİK Devlet protokolünün en üst seviyede temsil edileceği destmâl-i şerif töreninin hazırlığı padişahın gözetiminde büyük bir ciddiyetle yapılırdı. Ramazan ayında Kutsal Emanetler Dairesi, Topkapı Sarayı’nın Gülhâne isimli mıntıkasında yetiştirilen güllerden elde edilen gül suyu ile özenle temizlenirdi. Hattâ bu temizlikte padişah da diğer görevliler gibi canla başla çalışırdı. Devlet protokolünün bir numarasında yer alan sultan, elindeki özel süngeri gül suyuna batırarak Peygamber Efendimiz’in hırkasının

içinde muhafaza edildiği gümüş şebekeyi titizlikle silerken, diğer saray görevlileri de ellerindeki süngerler ile duvardaki çinileri gül suyu ile temizlerlerdi. Kutsal Emanetler Dairesi’nin temizliği tamamlandıktan sonra çıkan toz bile zayi edilmez, kapının dışında bulunan toz kuyusunda biriktirilirdi. Hattâ kimi Osmanlı padişahları, toz kuyusunda biriken tozların kabirlerine konulmasını vasiyet bile etmişlerdir. SARAYDAN MENDİL KAPMACA Kutsal Emanetler Dairesi 18. yüzyılın ilk yarısında başlayan bir gelenekle her yıl ramazan ayının on beşinci günü üst düzey devlet protokolünün katılımıyla düzenlenen bir törene sahne olurdu. Bu tören, devlet yönetiminin Dolmabahçe Sarayı ya da Yıldız Sarayı’na kaydığı zaman diliminde bile yapılmıştır. 18. yüzyıl öncesinde ise; Topkapı Sarayı Teşrifât Defterleri’nde yer alan bilgiye göre her yıl ramazan ayında seçilen herhangi bir günde, destmâl-i şerif töreni düzenlenmiştir. Ramazan ayının on beşinci günü üst düzey devlet görevlileri Topkapı Sarayı’nda toplanarak saray görevlileri tarafından Kutsal Emanetler Dairesi’ne büyük bir alay eşliğinde götürülür; ardından da padişah gelerek gümüş şebeke içinde yer alan sandukanın kilidini, okunan Kur’ân-ı Kerim eşliğinde açarak Peygamber Efendimiz’in hırkasını çıkarırdı. Sonrasında davetliler sıra ile hırkanın sağ omuz başına konulan destmâl-i şerifi öperek tekrar yerlerine geçerler, öptükleri destmâl-i şerifler de kendilerine hediye edilirdi. Törene katılan konuklar hayatlarının en kıymetli hediyelerini aldıklarının farkında, onları en değerli hazineleri olarak saklarlardı. İçlerinden büyük bir kısmı da kendisi vefât ettiğinde mendilin yüzüne örtülmesini ve onunla defnedilmeyi vasiyet ederdi. Kim bilir, belki Bosna Hersek Sancak Beyi Haydar Çengiç de kendisine hediye edilen destmâl-i şerifle yüzünü örtmelerini vasiyet etmişti… Fakat o kıymetli hazine barutluğun içine nasıl girdi dersiniz?

33


Ş ehir

BÜYÜLÜ ÜLKENİN,BÜYÜLÜ ŞEHİRLERİ

luslararası İklim değişikliği konferansı için gittiğim Fas’ın 4 şehrine ait notlarımı sizlerle dilimin döndüğünce paylaşmak istiyorum. Kuzey Afrika’nın en batısında, tarihte kuzey Afrika’da olupta Osmanlı Devletinin himayesinde olmayan tek ülke Fas. “ Seyahat ediniz , sıhhat bulursunuz.”(1) Hadis-i Şerifinde ifade edildiği gibi gezmeye,gezip gördüğüm yerler hakkında yazmaya ve fotoğraf çekmeye özel bir ilgim var. Paylaşmayı seviyorum. Benim gördüklerimi objektifimden ve kalemimden, başkalarının da görmesini okumasını istiyorum. 10 Ekim 2015 tarihinde 10.30 ‘ da 4.5 saat sürecek olan Fas Kazablanka yolculuğumuz başladı.

Atlas okyanusundan Akdenize kadar uzanan uzunca bir sahil şeridine sahip bir ülke Fas.

Kazablanka’ya indikten sonra yaklaşık 2.5 saatlik bir kara yolculuğu sonrası ilk durağımız Büyülü ve esrarengiz bir şehir olan Marakeş’e ulaştık. Afrika kıtasının en üst batısında, İspanya’nın güneyinde 32 Milyon nüfuslu bir ülke Fas.

FAS –MOROCCO Yavuz SUBAŞI*

Kazabilanka Kral Hasan Camii

*Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Müşaviri

sayı//15// ekim 34

Orjinal ismi Morocco olmasına rağmen Türkiye’de Fas olarak tanınmakta. Atlas okyanusundan Akdenize kadar uzanan uzunca bir sahil şeridine sahip bir ülke Fas. Kara Kıtanın Büyülü ülkesinde ilk hayat belirtileri M.Ö.8000 ‘li yıllara kadar uzanmakta. 7.yüzyılda Şam Emevi komutanı Ukba bin Nafi ile İslamiyetle tanışmış bir ülke Fas. O günden bugüne , bozulmaya yüz tutsa bile İslami gelenekler sosyal hayatta kendisini göstermektedir. Resmi dili Arapça olmasına rağmen Devlet dairelerinde hakim yazışma ve konuşma dilinin Fransızca olması, Fransız sömürgeciliğinin en çarpıcı göstergesi diyebiliriz. Bugün Afrikadaki toplam 57 ülkenin 43 ü Fransızca konuşuyor, Fransız sömürgeliğini yaşamışlar veya yaşamaya devam ediyorlar. Fransızlar sömürge yaptıkları ülkelerde emperyalist tutum ve idareleri ile yıllarca buraların insanlarını hem sömürüp hemde kendi kültürlerini beyinlerine kazımışlar, Fransızcaları gibi. “Asimile etme eğilimi Fransız halkının büyük sapkınlıklarından biridir” (Valmor-1909: 47) Fas’ın başkenti Rabat olmasına rağmen en büyük şehri ,en ilgi çeken şehri Hollywood’un efsanevi filmi ile ünlenen Kazablanka, tarihten bize gönlünü açıyor. Şehirlerin görünmeyen yüzüdür tarih. Tarih, doku, otantik mekan, tarihin izleri bir şehirde sağlam duruyorsa o şehir nefes alıyor diyebiliriz.(2) Fas’ta tarihin izlerini yıpranmış da olsa, ihmal edilmiş de olsa görme imkanını buluyor, o nefesi hissedebiliyorsunuz. Şehirde yaşamak şehri hissetmektir (3) diyor sevgili


Kara Kıtanın Büyülü ülkesinde ilk hayat belirtileri M.Ö.8000 ‘li yıllara kadar uzanmakta. 7.yüzyılda Şam Emevi komutanı Ukba bin Nafi ile İslamiyetle tanışmış bir ülke Fas.

Marakeş Jemaa El Fena Meydanı

M. Kamil Berse ve siz Marakeş’de, Fes’de bu duyguyu yaşayabiliyorsunuz. “ Bir medeniyetin değerleri , şehirlerin ekonomik , sosyal ve kültürel dokusunu oluşturur. Camiler,çarşılar, çeşmeler,dergahlar,meydanlar ve evler kültürlerin şehirlerdeki elle tutulur gözle görülür bir yansımalarıdır.Medeniyetleri diri tutan, her alanda güçlü kılan onların ruhlarıdır. İç dünyaları canlı ve zengin olmayan medeniyetlerin şehirlerinin bir şiir gibi düzen ve uyum içinde olmaları beklenemez. Çünkü , bir medeniyetin değerleri ; ahlakı, sanatı ve düşünceyi biçimlendiren , bilim ve teknolojiyi yönlendiren geniş bir çerçeveden ,sınırlarını ve kırmızı çizgilerini belirler.(4) 10-14 Ekim 2015 tarihleri arasında bulunduğum Fas’ta görme imkanını bulduğum şehirleri hakkında gözlemlerimi , düşüncelerimi sunmak istiyorum. BAŞKENT: RABAT 1.5 milyon kişinin yaşadığı Rabat 1912 yılında başkent olmuş. Liman şehri olmanın yanısıra başkent olması Rabat’a ayrı bir hareketlilik katmış. Başkent olmasına rağmen pek fazla hareketlilik ve yoğunluğun göze çarpmadığı Rabat’ta gezilmesini , görülmesini tavsiye edebileceğim önemli mekanları şöyle sıralayabilirim. Rabat Kalesi, Hasan Kulesi, 5.Muhammed Mozalesi , Eski –Antik Rabat şehir kalıntıları, Endülüs Bahçesi ile dar ve renkli renkli sokakları ile Rabat görünen ve görünmeyen yüzü ile ziyaretçilerini bekliyor. Rabat’ın Türkiye’de kardeş olan şehirlerinin, İstanbul ve Bursa olduğunu ifade edebilirim. KAZABLANKA Atlantik okyanusuna kıyısı olan Fas’ın en büyük şehri olan Kazablanka 1942 yılında çekilen

Fes Ahmet Ticani’in Kabri

Kazablanka filmi ile ününe ün katmış,bir zamanlar modern mimarinin başkenti olarak tanımlanmış Avrupai görünümlü bir şehir. 1755 yılında meydana gelen büyük deprem sonrası adeta yeniden inşa edilmiş bir şehir Kazablanka. 2.Hasan Camii , Medina (eski çarşı),5.Muhammed Meydanı başlıca gezilecek mekanlar olarak göze çarpmaktadır. MARAKEŞ Tarihi,gizemi ve otantik yapısı ile büyülü bir şehir olan Marakeş Fas’ın ilk başkenti imiş.Kelime anlamı Kırmızı şehir anlamına gelen Marakeş ülkenin en çok turist çeken illerinden birisi. Kazablanka’dan karayolu ile yaklaşık 2.5 35


Ş ehir

Fas’ın başkenti Rabat olmasına rağmen en büyük şehri ,en ilgi çeken şehri Hollywood’un efsanevi filmi ile ünlenen Kazablanka, tarihten bize gönlünü açıyor.

Rabat V. Muhammet Mozolesi

saatlik bir mesafede olan bu gizemli ve büyülü şehir, Fas’ın Güney batısında iç kesimlerde bulunmaktadır. Marakeş’in buram buram mistik bir havası olan tarihi ve dar sokaklarını,Tarihi Kutuba camiini, Kapalı çarşısını, Ali b.Yusuf Medresesini ve ünlü Jemaa el-fena meydanını mutlaka görmeniz gerekir. Özellikle Jemaa elfena meydanında her rengi bir uyum içerisinde görebilir,ücretini veya bahşişini vermek karşılığı yılanlarla,maymunlarla akrobatik gösteri yapanlarla resim çekebilir ve çektirebilirsiniz. Ve, Marakeş’de gece konaklayacaksanız, Chez Ali lokanta ve gösteri merkezine mutlaka gitmenizi, Geleneksel Fas mutfağının lezzetini tattıktan sonra , Binicilik ve Atlı gösteriyi izlemenizi tavsiye ederim. FES Fas’ın Tarihî şehirlerinden birisi olan Fes, Fas Sultanlığının , İdrisi hanedanlığının başkentliğini yapmış Kültür ve Tarih şehri olarak tanımlanabilecek bir şehir. Eski Çarşısı, Ahmet Ticani’nin kabrininde bulunduğu Kaiurun camii ve dünyanın en önemli ilk üniversitelerinden olan 859 tarihinde yapıldığı söylenen Ebu İnaniye Medresesi. Bu medresede, dünyanın ilk üniversitesinde bulunduğunuzda, meşhur sosyoloğ İbn-i Haldun , sanki birazdan dersten çıkacak ve karşılaşacaksınız gibi heyecanlanıyorsunuz. Fes şehrininde buram buram tarih ve gizem kokan renkli ve daracık sokaklarında dolaşmanızı önerebilirim. Fes’in Türkiye’de kardeş olan şehirleri ise Konya ve İzmir. sayı//15// ekim 36

Bu 4 şehre ait özet olarak bu bilgileri vermekle beraber, eğer hediyelik veya yöreye has özel bir şeyler alacaksanız ; Argan yağını,cellabiye, kuka tesbihi, seramik kaplar ve vazoları, bakır işçiliği olan el yapımı eserleri, kaktüs lifinden yapılmış şalları, deri çanta ve valizleri tavsiye edebilirim. Din, Dil, Tarih ve Musiki bir milletin ortak ve asli unsurlarındandır. Fas’a yaptığım bu kısa seyahatte aynı kültürel temelin olduğuna inandığım , bahsettiğim ortak özelliklerin maalesef tahrip edildiğini gördüm. Kültürel eleminasyon projelerinin İslam ülkelerinde nasıl tatbik edildiğini ve bu uygulamanın nasıl etkili olduğunu, üzülerek de olsa gözlemleyebiliyorsunuz. Son söz olarak , Türkiye’yi çok seven insanların yaşadığı dost ve kardeş Fas’ın insanlarında ve şehirlerinde kimlik ve kişiliğini kaybetmenin izlerini , etkilerini gördüğümü ifade edebilirim. Emperyal güçlerce bir milleti yok etmenin, tarihinden koparmanın en kestirme yolu, önce o milletin dilini sonra dinini ve milliyetini yok etmekle olduğunun en bariz örneklerinden biridir Fas.

Kaynak :

1-) Hadis.Ahmet B.Hanbel (3/280) 2-) Şehir ve Kültür (sayı:2- sh.70) 3-) Şehir ve Kültür ( sayı:7-sh.1) 4-) Ersin Nazif Gürdoğan - Şehir ve Kültür ( sayı 1- sh.4)


Ellerindeyken Öylesine sıradan bir şey, Komşunun kapıyı çalışı gibi, Telâşa ne gerek gülüm… Yüzünde solgun bir gül, Ellerin kapıda sevgiyle, besmeleyle Bakarsın, karşında ölüm… Ve gülmek ellerindeyken gülmezler Bugün, burada , bu an, Çağırsan ayağına gelir zaman Ve hüzzam makamında da açabilir güller. Ölümü ölüm bellemezler aslında Ölmezler… İnsanlar bunu bilmezler… İnsan varsa kavga da var Ve herkes kendi gökyüzünü içinde taşır Ve başı üzre kendi mevsiminden yıldızlar Gayrisi olabilmez… Dağları sen yarattın ey emmim oğlu Bunu bilmeyecek ne var?. Bunu biliyor insanlar… Kâmil UĞURLU

37


Ş ehir

TOPRAK ANAYA

YAŞLI BABAYA DOĞRU TARİHİN İZDÜŞÜMÜNDE, KURTULUŞ MÜCADELESİNİN HİKÂYESİ -ONUNCU BÖLÜM-

Belki Ordu nahiyesinin çevresindeki Türk köylerine göre çok geç yerleşim yeri olması buranın eskiden göl olmasından kaynaklanmıştı. Ali Arslan CAN

na özleminin sıcaklığı mı yoksa anayı kaybetme korkusunun kor ateşi mi düşmüştü içine belli değildi Ali’nin. Çıldırmış dense az görünürdü dışarıdan bakıldığında, oysa içerisindeki derinlik gittiği yoldan daha fazlaydı. İçini yakan ateş dibe ulaşamayan bir derinliğe doğru düşüyordu. Binlerce yıldır insanların yürüyerek aşındırdıkları kadim Antakya-Beyrut yolunda, imkân bulsa hepsinin birden ayaklarını kullanarak yürüyecek, başarabilse olsa kuşlar gibi kanatlanacaktı. Neredeyse bin yıldır Türklerin kış aylarında iskan ettikleri Kışlak köyüne uğramadan artık net olarak görünmeye başlayan Cebel-i Akra’nın tepesine bakarak süratle ilerledi. Bu dağ sanki yolunu kaybeden Ordululara kolaylık olsun diye Allah tarafından buraya yerleştirilen bir bellek gibiydi. Lobas gediğine geldiğinde artık evine ulaşmış gibi hissetti kendisini. Ali, yiğit, dürüst ve cesur insanların yaşadığı bölgenin merkezine yukardan baktığında çok duygulandı. Batısında Cebel-i Akra doğusunda Yayla Dağı güney ve kuzeyde daha alçak dağ silsilelerinin bulunduğu, çam ormanları ile çevrili Ordu nahiyesi sanki bir gölün üzerinde nilüfer gibi süzülen, yeşil bahçeleri ile yüzen evlerden oluşan bir şirin mekan idi. Zaten Kureyşi Deresi buranın suyunu alıp götürmese Ordu nahiyesi sular altında kalırdı. Belki Ordu nahiyesinin çevresindeki Türk köylerine göre çok geç yerleşim yeri olması buranın eskiden göl olmasından kaynaklanmıştı. HASRETLİK DİZBOYU Ordu tarafından esen rüzgârı içine derince çeken Ali, bu havada anasının babasının cepheden dönmüşlerse kardeşlerinin kokusunu ayırıp ayrı ayrı koklamak istedi. Heyhat alamadı kokularını tam olarak. “Benim dengem gibi burnumun da dengesi bozulmuş” diye geçirdi içinden. Ana kucağı baba ocağı çiftliğe sadece bin metre kalmıştı. Sonra acele olarak Lobas mafrağına geldi. Bu yol ayrımında biraz bekledikten sonra dayanamadı Hansunu mafrağına doğru koşamaya başladı. Yazıdan yukarıya doğru hızı biraz azaldı ama bayırdan aşağıya tekrar koşmaya devam etti. Yayla Dağı’nın silsilesi başladığı yere geldiğinde sağ tarafta üç yönü tepelere dayanmış, bulunduğu yere göre alçakta olan evlerini görebiliyordu artık. Nizami yolu takip etse vakit kaybeder endişesiyle, bazı kısımları yumuşak toprak bazı kısımları sarp olan yerden yani kestirmeden bir an önce dört yıllık hasreti bitirmek için düm-düz aşağıya doğru yöneldi. Son ayrılışını hatırladı. Babası için, halaka yani daire biçimindeki çiftliğin gölünün etrafındaki

sayı//15// ekim 38


ceviz ağacının altında hüzünlü ama vatan için yola çıkan üç oğlunun gururu ile dışa değil içe ağlayan vakur bir adam resmi canlandı. Anası ile ilgili son hatırladığı; hangi oğlunu son kez kucaklama telaşı yaşayan sonunda hepsini birden kollarının arasına alan, Ali kardeşlerinden küçük boyutta olduğundan ortada kaldığı için biraz da ezildiği manzaraydı. Dört yıl bu sahne hep gözünde tütmüş, otuz yaşına geçse de o ana kucağını bir bebek gibi özlemişti. “Güz mevsiminde iş çok olmaz, anam-babam gölün kenarındaki hafif rüzgârlı sekide beni bekliyorlar, anam benim geldiğimi hisseder” diye düşünerek yokuş aşağı paldır-küldür dereye ulaşmıştı. Sonbaharda derede su azaldığı için bir atlayışta karşıya geçti. Derenin yamacına çıktığında dört yıllık hasret sona erecekti. Kalbi top gibi atıyordu sanki. “Biraz dinleneyim, sakinleşeyim” dedi ama dayanamadı. “Çocuklaşma Ali” dedi. Hızla yamaca tırmandı. Evin ollesini, ikinci katını gördü, düze çıktığında ana ve babasını karşısında bulacaktı! GİDİP DÖNMEMEK GELİP BULAMAMAK VAR Düze çıktığında eve giren kadına “Anaaa..” diye bağıracaktı ki, yürüyüşünden anası olmadığını hemen anladı ve A sesi çıkmadan harfler boğazına düğümlendi. “Zaten anam olsa beni hemen hissederdi” diye düşündü ve ellerini açmış onları birer göz gibi kullanan kadın için üzüldü. Zihninden ihtimalleri sıralamaya başladı; Ne işi vardı bu ama kadının, belki babası hayır için himayesine almıştı, bir akrabası olabilirdi, bir misafirdi… Kafasını sola, büyük ceviz ağacının olduğu yöne çevirdi. Kendisini gören genç bir kadın heyecanla yerinde bir ok gibi fırladı ancak göz göze gelince birkaç saniye içinde yerine çakıldı birden. Beklediğini göremeyince vücudu değil ama ruhunun yıkıldığı her halinden belli olmuştu. Ali, “bu da kim?” diye düşünürken, kadın toparlandı geriye doğru çekildi. Çocukların eteklerine sarılmasından evin gelini olduğu belli olan kadınla beraber, baba beklemekten gözleri yorulmuş çocuklar da şaşkındı. Sahib oldukları analarını kaybetmemek için iyice sarılıyorlardı. O çocukların yerinde olmak ve anasına sarılmak isteyen Ali, etrafa bakınca çiftliğin düzeninin değiştiğini fark etti. Genç kadının arkasından yürüyerek kendine yaklaşan ihtiyar adam kısa ve çok zayıftı. Babasının haşmetinden zerre kadar eser yoktu.. “Belki bir dede dostudur… yok yok kabul et artık Ali, bir terslik var yüzyıllardır ailenin yaşadığı bu çiftlikte. Yoksa vatandan sonra aile de mi dağıldı?” diye düşünürken… yıkılmak üzere iken… İyice yaklaşan yaşlı adam müşfik bir sesle ‘buyur evlat, kime baktın?’ dedi. Ali çok şaşırdı. Baba evinde anaya sarılmayı beklerken “kime baktın?”

diyorlardı. Dört yıl bütün acılara katlanan Ali, yıkılmamak için zor tuttu kendini. “Ben, Sofi Salihlerden Mustafa’nın oğlu..” diyebildi. Yaşlı adam sevinerek; “Sen askerdeki o üç oğlandan birisi misin? Baban Ordu’daki evinizde… Ana…” derken birden durdu, yere baktı, kötü haber vermek istemeyen birisinin bütün vasıflarını yansıtarak Ali’ye sarıldı ve “hoş geldin” diyebildi. Yaşlı adam Ali yıkılmasın diye onu kucaklamış ama hıçkırarak ağlamaktan kendini alamamıştı. Ali, bir süre bir ağaç gibi yaşlı adama dayanarak ayakta durabilmişti. Dermanı kesilen yaşlı adam Ali’yi yavaşça yere oturttu. Ellerini tutu, Ali’nin mavisi ıslak gözlerine baktı; “bizler daha çok acıya katlanacağız oğul… iki oğlum şehit, anaları birisi için ağlamaktan kör oldu… ömrümün uzun olmasını sadece şu yetimler için istiyorum… evlat acısı çok zor oğul…” dedi.

O çocukların yerinde olmak ve anasına sarılmak isteyen Ali, etrafa bakınca çiftliğin düzeninin değiştiğini fark etti.

BAŞKASINI SEVDİĞİNİN YERİNE KOYMAK. Adama teselli vermek isteyen Ali, “ben de senin oğlun sayılırım” diyebildi. Sonra lafı değiştirmek için “buralar kimin?” diye sordu. Adam mahcup, mala mülke konmuş gibi hissetti kendini ve “ne fark eder, her yer ölene kadar yaşanacak yer…” diyebildi. Duyabildikleri ile hareket eden kadın evden çıkarak yanlarına gelirken “Mehmet oğlum mu geldi?” diye bağırıyordu. Gözleri yaşlı baba, “ ikinci oğlu Mehmet’in şehit olduğunu söylemedik… umutla bekliyor gelir diye…” Kör olan ana görenlerden daha hızlı yürüdü hedefe doğru büyük umutla.. ancak açık kolları havada kalınca anladı gelenin oğlu Mehmed’i olmadığını.. devrilen koca bir ağaç gibi yıkıldı dizlerinin üstüne.. hemen yanı başlarına.. Kocası, “çiftliğin eski sahiblerinin oğlu” diye izah etti Kadın, “gel oğul… bütün askerler birdir… ben artık bütün Mehmetlerin anasıyım. Emine ananın yerine ben varım artık..” diyerek ağladı. Ali’yi bir ana gibi kucakladı, hem kendi Mehmed’inin hasretini Ali’de hem de Ali’nin ana hasretini kendisinde bitirmek istedi. Harb-i Umumî felaketi bu çiftliği bile mateme boyamıştı. Şehit anası, “asker kokusu olan bir mendilin var mı?” diye sordu Ali’ye. Ali kirli mendilini bu şehitlerin anasına teslim ederek hızla çiftlikten uzaklaşmaya çalıştı. Mendili koklayan yaşlı kadının; Sen anaya, ben bir oğula hasretim. Yıkıldı büsbütün umudum saadetim. Eksik olanlar tamamlasın birbirini, Ben senin de ananım artık be askerim…. Yakılan ağıt hala kulaklarındaydı. Ancak ayaklarında derman kalmamıştı. “Savaş her yerde olmuş, ateş her yeri herkesi sarmış” diye düşünerek, coşkuyla geldiği çiftlikten hüzünle ayrılmıştı. Ruhsuz bir şekilde yürüyerek 39


Ş ehir

Özledim seni ana, Bak geldim ta yanına, Ellerin yok mu senin, Sar beni toprak ana. *** Al beni kucağına, Kalmayayım yarına, Bende hayat yok sensiz, Dayanamam kahrına. *** Döndüm ben artık ana, Keder yok sana ana, Seni Allah hep ana, İyiysen orada sen, Yaradan yeter bana.

uzaklaşırken, Kara Ahmet’in ana deyince vatandan söz etmemesini dahi iyi anlamıştı. Ahmet haklıydı belki. Ana ile vatan gerçekten kardeşti. Hangisinin başına bir şey geldiğinde diğerinde ne tahribat meydana getireceğini kestirmek mümkün değildi. İki yıldır yaşadıkları gözünün önünden geçti. Vatanın parça parça işgal ile elden çıkışına şahit olmuş, her parça ayrılırken kendilerinin de bir parçası ayrılmıştı. Kendi kendine söyledi: Bahtım her şey tersine döndü, Ana öldü vatan bölündü, Hakikati kim bilir? Belki, Vatan bölündü ana öldü. Dereyi geçerken vatanı koruyamadıklarından dolayı anasını kaybettiğini düşünmeye başladı. Anası hangi mezarlıkta yatıyordu acaba. Öküzdamı Mezarlığı’nda mı yoksa Ordu’daki Musalla’da mı? Babası anasından ölü olsa bile ayrılamazdı. Onu evin yakınına defnetmiştir, diye hükme bağladı. Ali, dereyi geçtiğinde bir şeyler ekmek için yeni sürülmüş beyazımsı toprağa çömeldi. Birden çıldıracak gibi oldu. Anası artık toprak olmuştu. Bu toprak ile anası artık birdi. Nasıl basacaktı bu toprağa? Anasının bir parçasına basmaktan korktu birden. Yattı toprağa anasının kucağına sığınır veya kollarının arasına girmek ister gibi yuvarlandı hatların üzerinde…. “Toprak al beni anam gibi” sözleriyle inledi. Toprağın serinliğini güneşin sıcağını hisseti ama ana süruru ve sıcaklığı yoktu… Kederlendi, hüzünlendi, söylendi bir süre kendi kendine: sayı//15// ekim 40

*** Müjdeler var hak Kitab’ta, Umudum var o yanda, Bilmem ne kaldı bu yanda, Ana-vatan yoksun bilsen, Neyleyeyim ben bu yanda? Anasından ayrılırken son konuşmalarını hatırladı birden. Anası “vatan söz konusu olunca sizin birinizi bile durduramam. Vatan yaşasın siz yaşayın. Ben ölürüm sizlerin yerine” demişti. Ali,“demek en zor durumlarda sağ kalmamın sırrı anamın duası, hatta ölümü” diye düşündü. Bu arada bir beyaz güvercin sağılarak geldi, yanındaki küçük pınardan biraz su içti. Annesinin sevdiği güvercinlerdendi bu. “ Yoksa sen mi geldin ana” diye seslendi kuşa. Ancak kuş, Yayla Kastalı’na doğru uçtu gitti. Toparladı kendini Ali ve yürüdü gediğe doğru. “Vardır bunda bir hikmet” dedi. Bir kuş gibi uçmak ve güvercine sormak istedi geliş sebebini, hatta kim olduğunu veya kimin mesajını getirdiğini. Yorgun ayakları, zihni ve kalbiyle yokuş yukarı Yayla Dağı’nın batı yamacındaki Yayla Kastalı’ndan doya doya su içmek ve gün batmadan önce baba evini ulaşmak istedi. Yürürken “hiç olmazsa babam sağ, kardeşlerinden şehit haberi yok, o zaman gelme ihtimalleri var” diye düşüne düşüne, anasına bildiği duaları okuya okuya pınar başına ulaştı. Ruhu da bedeni de iyice susamıştı. Su içmek için yaklaşınca, ineklerini sulayan keskin bakışlı kızla göz göze geldi. Kız hemen gözlerini kaçırdı, yüzünü yazmasıyla örttü. “Ben bu kadar ürkülüp kaçılacak kadar korkunç muyum? Belki dört yılda çok değiştim, vahşilerle boğuşa boğuşa vahşileştim” diye düşündü. Kızın korkusunu gidermek isteyen Ali beklemeye başladı. Kız rahatladı. İlk karşılaştıklarında gözlerindeki çelik gibi sert ama ayrılırken utangaç


ama umut dolu bakış Ali’nin kalbinde ve ruhunda yeni fasıllar açtı. Bu an dibe vuran Ali’ye yeni hayatı için Allah’ın bahşettiği bir hediye gibi geldi. Böyle bir şokla kendine gelebilirdi belki de. Sanki güvercin ikisi arasında bir bağ kurmuştu. Suya doyan ineklerini alan kız Boyalık Çiftliği’ne doğru gitti. Kastal’ın taş oyuğundan akan sudan içerken tek hatırladığı bir çift keskin gözdü. Kız kardeşi, halası yoktu. Teyzelerini ise o görmemişti. Şimdiye kadar baktığı tek göz anasının gözüydü. Şimdi ise bu çeşme başındaki gözler içine nüfuz etmişti. Bu kız kimdi? Yaşı kendilerinden büyük olmasına rağmen harbe iştirak eden Abuzat Mahmut’un aile efradına benziyordu. Üzüldü birden “o genç bir kız ben yaşlanmış bir adam, imkânsız” dedi ve duygulandı: Akıl kalbe söz dinletemez, Heyhat genç ve yaşlı denk düşmez, Duygular akıp birleşse de, Kadersiz vuslat anı gelmez. Zamanın hükmünün bir kader gibi aleyhine olduğunu kabul etti. Sonra “sevmek te güzel bir şey, vuslat olmasa da” dedi. Umut ile yeis arsanda kalan Ali, hislerini ifade ederek Yayla’dan Ordu merkezine doğru yürümeye iştiyakla başladı. Duygularını gizli gizli ifade etmekten de kendini alamadı: Kız böyle sertlik olur mu? Bu güzelde his olur mu? Görse bari cefakarı, Bilse bu vefalı yari, Red etmek mümkün olur mu? *** ‘Aşık olan denk olur’ mu? Gönlümde bayram olur mu? Seversen belki ta kalbten, Ruhlar el verir her tenden, Ayrılmak mümkün olur mu? Nahiye merkezine ulaşana kadar devamlı sorular sordu, cevaplarını aradı. Üç oğlandan haber alamayan babasının bir de çok sevdiği eşini kaybetmesi aklına gelince onun haline çok üzüldü. Yalnız yaşama becerisi hiç yoktu. Ya komşular ona bakar veya yeniden evlenmiştir. Yaşlı babası için bu bir evlilik değil, yaşamak için elzem olan bir birliktelikti. Babası evlendiyse buna nasıl alışacaktı? Önce anasının mezarının bulunduğunu tahmin ettiği Kasım Bey Camii’nin karşısındaki

Adama teselli vermek isteyen Ali, “ben de senin oğlun sayılırım” diyebildi. Sonra lafı değiştirmek için “buralar kimin?” diye sordu. Adam mahcup, mala mülke konmuş gibi hissetti kendini ve “ne fark eder, her yer ölene kadar yaşanacak yer…” diyebildi. Musalla’daki mezarlığa vardı. İçeriye girmekten korktu “bir daha anamdan ayrılmam” diye. Mezarlığı çevreleyen bağlamanın yanından anasına Fatihalar okuduktan sonra “geldim, artık beraberiz ana” diyebildi. Evlerinin batıya açılan kapısının önünde durdu. Güneş batmak üzereydi. Girip girmemekte tereddüt etti. Birden Halaklıgöl Çiftliği’neki şehit anasının “Eksik olanlar tamamlasın birbirini” cümlesi aklına geldi. Açık kapıdan içeriye girdi. Her tarafından hayat fışkıran havuş neredeyse cansız hale gelmişti. Sol tarafta arka arkaya dizilen ahır, samanlık ve deponun kapılarının pek kullanılmadığı belli oluyordu. Ollenin karşısında, avlunun en yüksek yerinde bulunan asma altında babası ile bir kadın oturuyordu. Kadın birinin geldiğini işaret edince, babası ayağa kalktı heyecanla, elini gözlerini alan akşam güneşine siper yaparak baktı. Bağırdı var gücüyle; “Ali! Oğlum! Sen şehit olmadın mı?” Yaşlı haliyle koşarak geldi Ali’nin yanına. Çocuklardan daha çok sevindiği her haliyle belli oluyordu. Kendisine göre yiğit bir adam olan babası Ali’yi sarıp sarmalamış, hem ağlıyor hem öpüp kokluyordu. “Oğlum, yaşlı ağaç gibi hissediyordum kendimi …. sen geldin ya artık şenlenir ocağımız… tüter bacamız…” Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başadı ve “anan dayanamadı bu dünyanın zarına” dedi ve yere yığıldı. Ali, babası ile birlikte ağladı uzun bir süre. Sonra birbirlerine sarılarak asma altındaki çardağa gelebildiler. Babasını divana oturttu. Güneş batarken babasının arkasına, kendisinin ise yüzüne vuruyor; Cebel-i Akra’nın doğu tarafı da babasının yüzü de gittikçe koyu gölgeli hale geliyordu. Yorulan, yaşlanan baba sanki Osmanlı Devleti’ne benziyordu. Baba, umutla Ali’nin yüzüne bakıyordu. Sonra birden “kardeşlerin de sürpriz yapıp gelirler mi?” diye sordu. Ali, “hepimiz birden şehit olmayız. Daha çok yapacak iş var. Hanifi Toros yamaçlarında, Salman ise Cebel-i Akra’nın Kafkasya’daki kardeşi Elbruz eteklerinde…. Kafkasya’da daha güneş batmadı baba” diyerek başını babasının dizlerine koydu… 41


Ş ehir

ERDEMLİ ŞEHİR/ DEVLET EKSENİNDE

CEMİL MERİÇ’LE MEDENİYETİ OKUMAK

“Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı.” “Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülâkattır.” Recep GARİP

ir medeniyete mensup olanların, edebiyatı, şiiri ve sanatı vardır ve güçlüdür. Çünkü onlar medeniyet inşa edenlerdir. Medeniyetten bahsedilince derin tefekkürün, felsefenin, düşüncenin varlığından da bahsediliyor demektir. Son yüzyıllar, insan emeğinin ucuzladığı yüzyıllardır. Oysa emeğin kutsallığı, insanın var oluşuyla eşdeğerdir. 20. yüzyıl Türkiye’sinin önemli bilgeleri var. Mehmet Akif Ersoy, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Necip Fazıl Kısakürek, Ayhan Songar, Mehmet Kaplan ve kuşkusuz Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil’dir. İsimler artırılabilir, tek tek isimler üzerinde durulması da icap eder. Biz bu yazıda daha çok, Cemil Meriç üstada dair kimi yakalayışlardan söz edeceğiz. “Bu Ülke” eseri için diyor ki “Tanrı beni Bu Ülke’ yi yazmam için gönderdi”. Öylesine özgün, öylesine vurgulu, öylesine tarihin arasatından demlenmiş veciz ifadelerle belirlemelerde bulunuyor. 37. Sayfada “Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır. Zira o, yarınki veya dünkü veya ötelerdeki bir cemiyetin çocuğu, kendi cemiyetinin değil” diyor. Bu belirleyicilik, bizi İbni Haldun, Farabi, İmamı Gazali düşüncesine değin götürüyor. Farabi’de var olan sistematik felsefe ve mantığın, insanlığın ortak temasıyla-bilgi ve tecrübesiyle, düşüncenin insanlık mirasını doğurduğunu görüyoruz. Demek oluyor ki geçmişin yol haritasını ortaya koyan bilgeler, insanlığın ortak düşünce sofrasını oluşturduklarını, dolayısıyla sanatın da, şiirin de, musikinin de, felsefenin de, edebiyatında ortak olduğunu ifade etmiş oluyorlardı. Bilindiği üzere Farabi Türkistanlıdır, eserlerini farsça yazmış olup ikinci Aristo sıfatı verilmiş bir Türk’tür. O zamanlarda milliyetten bahsetmeye gerek duyulmazdı. Elbette bunun da çeşitli nedenleri söz konusudur. Farabi,“Faziletli(erdemli) Devlet” düşüncesini ortaya koymuş, doğu müziğinin ses ve nefesini harlandırmış bir bilgedir. Tam da burada, “Bütün bilimlerin başı olarak eşyalara isim veren, yani cevher kazandıran dilbiliminin olduğunu iddia ediyorum. İkinci bilim grameridir. O, belirtilen eşyalara nasıl isim verileceğini, konuşma ve sözün nasıl oluşacağını, cevher durumunun ve bu sonuçtan çıkan aksanın nasıl ifade edileceğini öğretir. Üçüncü bilim mantıktır: O, mantık figürlerine göre bilinmeyeni bilmemiz ve neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamamız sayesinde onlardan yargı çıkarmak için hikâye cümlelerinin nasıl kullanılacağını öğretir. ” diyordu. Tıpkı Cemil Meriç’in 1966 yılında yazdığı mektuplarında ifade ettiği gibi; “Kitap bir limandı

sayı//15// ekim 42


benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşları kitaplardı.” “Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülâkattır.” diye söyler başka bir yerde. Usta kalemlerin, cins beyinlerin yetişebilmesi için mekânın önemi oldukça büyük. Nasıl bir ortamdaysanız karakteriniz öyle gelişiyor. Nasıl eğitimcileriniz, öğreticileriniz varsa, nasıl bir anne-babaya sahipseniz bunların her birisinin insanoğlunun yetişmesinde önemi büyük. Doğduğunuz şehirden, yaşadığınız eve, sokağa, caddeye, şehre, şehirlere, ülkelere ve eğitimcilere kadar birbirinden ayrılamayacak düzeyde önemlidir. Çünkü insan bulunduğu ortamdan şekil alıyor, düşüncesi, hayata bakışı, kavrayışı, zekâyı kullanışı, istidatları netleşiyor, belirginleşiyor ya da büsbütün heba olup kaybolup gidiyor. 1963 yılında Jurnal’de yazdığı bir mektubunda şöyle ifade eder; “Pamuk ipliğinden biraz daha sağlam tek bağ: Düşünce birliği. O da rüzgârın her an tehdit ettiği bir kandil. Düşünce birliği düşünen insanlar arasında olur. İnsanların kaçta kaçı düşünür? Düşünenlerin kaçta kaçı karşılaşır ve açılır birbirine?” Yaşadığınız topluluğun, toplumun imzasını taşırsınız. Kuşku yok ki taşıdığınız imza, kültürel birikimin de yansımasıdır. Evin giriş kapısından sofasına, cumbalı görüntüsünden pervazlara sinen tarihe, tasarımlardaki ustalıktan estetik kıvrımlara, ev içindeki geçişlerden, salonlara, mutfaklara, yer sofrasından güvercin yuvalarına ve pencere kenarlarından her renkten salkım saçak görüntüsüyle şiirimsi bir hava kazandıran çiçeklere, saksılara varıncaya değin çocuğun dünyası ya büyür, gelişir ya da körleşir. Yaşadığınız ev kadar, komşuların durumları da, davranışları da, üslupları da, düşünceleri de önemlidir. Çünkü çocuk yalnız başına beslenmez. Yalnızca yemek yiyerek, şerbetler içerek beslenmez, aynı zamanda okuma odalarının, sohbet mekânlarının varlıklarıyla komşularda bulunan yaşıt çocukların halleri, giyimleri üslupları ve büyüklerin davranış ve ifadeleriyle birlikte beslenir çocuk. Kırk Ambar 454. sayfada “beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz” ifadesiyle bahsettiğim hususun altını çizmiş oluyor. Ülkemizin geçmişinde var olan tarihi gerçekler, büyük insanlık için değerler ürettiğini anlatır bize. İlim ve irfan meclislerinin şiirsiz olmadığı bilinir. Divan şairleri ilmiye sınıfıyla aynı menzilde, aynı sofrada, sofada, aynı hüznün, şenliğin, ahengin, estetiğin buluştuğu mekânlardan beslenerek şiirine can vermek için ruh üfleme seanslarını

sürdürmüşlerdir. Divan şiirindeki bu tezahür, ilmin merkeze alındığına da vurgu yapar. Dahası, ilimsiz şiirin olmayacağı, olsa da yavan olacağına atıftır. Geçmiş asırlarda, bizim diye ünlediğimiz anlı ve şanlı birikimin, ortak ses, ortak kültür ve ortak hedef halinde insanlık için gayret içinde olunmasından ileri gelir. Burada şiiri canlı tutan iksirin, ilim ve irfanla yan yana, iç içe, nüfuz etmesinden başka bir şey değildir. Demek oluyor ki, değişen dünya önce neleri kaybettiğini idrak emelidir. Geçmişte var olan birikimler, bir anda oluşmuş brikimler değildir. Asırlarca üst üste, yan yana, kol kola gelmiş anlayışlarla ilmik ilmik düşünce örülmüştür. Şiir medeniyetine böyle gelinmiştir. İşte Cemil Meriç Usta, Mağaradakiler 325.sayfada; “Öyle bir ifade yaratmak istiyorum ki Türk insanın uyuşan şuuruna bir alev mızrak gibi saplansın.” Aydın duruşu, söyleyişi, sancısı böyle bir haykırışı taşır omuzlarında. Sorumluluk, tarihe tanıklık böyle bir şeydir. Victor Hugo; “Tarih ile efsanenin amacı birdir: Geçici insanda ebedî insanı anlatmak.”diye söyler.

Ülkemizin geçmişinde var olan tarihi gerçekler, büyük insanlık için değerler ürettiğini anlatır bize. İlim ve irfan meclislerinin şiirsiz olmadığı bilinir.

İnsan, doğduğu evi, yaşadığı köyü unutmaz. Hafızasından silinmeyen kayıtlar, ilk öğrenmeye başladığı andan itibaren 25’li yaşlara gelinceye değin sürüp gelen her olay ve hadise beyin kutucuklarında ebedileşir. Bu nedenledir ki geçmişi bilmek, geçmişe dair doğru bilgilere, doğru belgelerle sahip olmak her insanın ebedi hakkıdır. Yalan tarih yazımı, insanlık ihanetidir. Yalan bilgi ve belgelerle insanlığın mahkûm edilmesidir. Geçmişin bilinmesi geleceğin daha iyi tanzim edilebilmesi için elzemdir. Abdülbâki Gölpınarlı “Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan yarını göremez, yarını inşa edemez; hatta dünden gelen hamlelerin nedenlerini bile düşünemez.” diyor. Peyami Safa “Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur. Hafızası parça parça kopmuş bir akıl hastası gibi, geçmişiyle, hatıralarıyla ve benliğini terkip eden bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir. Yabancı tesir ve müdahalelere, yabancı korumaya hazır ve muhtaç bir hâlde, önce bağımsızlığını sonra da bütün millî şahsiyetini ve varlığını kaybeder.” Görüldüğü üzere tarihe tanıklık, gerçekleri kabulleniştir. Gerçeğin acıtıcı yönleri, insanlığın her daim yaşadığı, yaşayabileceği türden hallerdir. Kendi kökleri üzerinde sağlıklı durabilmek, köklerinden beslenebilmek, tarih ve coğrafya ülküsünden, bilgisinden ve şuurundan nasiplenmek insana sağlıklı olmayı, sağlıklı düşünmeyi getirir. Dolayısıyla yapılandırdığı, fethettiği, inşa ve imar eylediği, ürettiği ne varsa, ne tür eserler ortaya koyuyorsa her birisinde kendi varlığının da görülmesini ister. Bu isteme 43


Ş ehir

“Dünü bilmeyen bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan yarını göremez, yarını inşa edemez; hatta dünden gelen hamlelerin nedenlerini bile düşünemez.”

durumu insan psikolojisinin, var oluşunun bir belgesi niteliğindedir. Kırk Ambar 454.sayfada Üstat Meriç; “İmzamı taşıyan her yazıda ben yaşıyorum. Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… Kalem sahiplerine düşen ilk vazife; telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok eder. Kalemle yapılan fetihler tarihe mal olur, tarih yani ebediyete.” 19.20 ve 21.yüzyıl savaşların yüzyılıdır. Yeryüzünde var olan büyük dünya devletlerinin yıkılıp yerle yeksan olmalarıyla yenilerinin inşa edilirken hala savaşın ve savaşların da sürdüğünü yaşamaktayız. Savaşlar eskisi gibi artık cephede yapılmıyor. Askerle göğüs göğüse harp edilmiyor. Birçokları masada kazanılırken, ekonomik güçte dünyaya hükmeden kapitalist egemenlik, yeryüzünü kana bulamayı sürdürüyor. Az gelişmiş dünya devletleriyle daha çok Türk ve İslamcoğrafyasının içinde bulunduğu insanlık tarihinin petrol merkezli ve yönetimin elde tutulma, sömürme, kontrol etme sevdaları yüzyıllar boyu sürdü ve sürüyor. Bunları söylerken Cemil Meriç’in bir ifadesiyle yan yana nasıl getirilebilir diye hayıflandığım için yazdım. Cümle şuydu; “Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok”, Üstat, haklı çıksa da kan dökülmese. Kudüslü, Afganistanlı, Çeçenistanlı, Bosnalı, Iraklı, Libyalı, Suriyeli Müslümanlar yıllardır yerlerinden, yurtlarından edildiler. Sürgünlere gitmeseler, çocuklar öldürülmese, kırk yıldır sürüp gelen Filistin intifadaları son bularak insanlık ortak sesi, nefesiyle, birlikte biribirine katlanabilen,

sayı//15// ekim 44

insanlık dersini yeniden başlatabilmiş olunsa diye düşlemekten başka elimize geçen bir şey yok. Umuyorum ki, “Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarih yani ebediyete”. Cemil Meriç, çocukluk yıllarında başlayan kitaplarla olan ünsiyetini ömrü boyunca sürdürmüştür. İlkokul yıllarında ailenin ortamı, mahalle mektebi, çevrede konuşulan Fransızca dili, onun dünyasında değişimleri sürekli hale getirir. Yeni şeyler okudukça kıyaslamaları sürer. Kendi kökleri üzerinde var olma duygusunu ömrünce taşır ve savunur. Yabancılaşmaya karşı, batılılaşmaya karşı, emperyalizme karşı ömrünce mücadele verir. Bu nedenledir ki öz kültürün, yerli kültür ve düşüncenin oluşturulmasında dışımızdaki dünyayı tanımaktan geri kalmadan sürdürür, sürdürülmesini ister. Sürekli okuyan, okuduklarını tahlil eden, eleştiren, sistematik bir algı geliştirerek Doğu, Batı ve Hint yazarlarını önemser. Fransız kültüründen ve yazarlarından faydalanır. Victor Hugo en çok sevdiğiFransız yazarıdır. Chateaubriand, Huga’dan aşağı değildir. Ardı ardına yayınladığı Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Kültürden İrfanaeserleri bu tahlillerin, tespitlerin içinde yer aldığı eserlerdir. Jurnalleribaşlı başına edebi nitelikli günce ve mektuplarıdır. Çağdaş dünyayla baş edebilmenin yolu Bu Ülke”yi çok sevmek, kendi öz değerlerimizi iyi öğrenmekle, tarihten alınan emanetleri yerli yerinde kullanmakla mümkün olabileceğinin yollarını öğretir. Yoğun okumaları sonucunda, otuz beşli yaşlara geldiğinde gözlerini kaybeder. O yıllara kadar okuduklarını bu defa öğrencileri, yakınları ve kızı Ümit Meriçhanımefendi gerçekleştirmek durumunda kalır. Kendisine ayaklı kütüphane denilecek


düzeyde bir bilgelik atfı doğru bir tanımlamadır. Fransızcayı Fransızlara öğretecek düzeyde bilir ve çeviriler gerçekleştirir. Okuduklarını ve dinlediklerini hafızasında sistematize eden Meriç, felsefi derinliğini bütün üslubunda gösterir, konferanslarında da ortaya koyar. Kelimeler, hayatın anlamıdır. Her bir kelimeyi seçerek ve severek kullanır. 1966’lı yıllarda yazdığı mektubunda Jurnal’de şöyle ifadelerde bulunur; “Ben heyecandım, şiirdim, bohemdim. Karım, sakin bir yaz akşamı, fırtınasız bir liman. Yıllarca yaşamak ve yaşatmak için Balzac çevirdim. Balzac edebiyatta ilk aşkımdır. Düşünce dünyasına onunla girdim.” Ömrünün son otuz yılında, yakın çevresinin gözüyle ve okumalarıyla hayata tutunur. Dünya gözünü kaybetse de gönül gözü hep açıktır. Güçlü hafızası, güçlü kalemi hayata hükmeder. Konferanslarını verirken asla çıkarmadığı siyah gözlüğüyle, hafiften sallanan başının bir düşünce ürettiğini size fark ettirir gibidir. 1976’lı yıllarda konferanslarını dinleme fırsatı bulduğumda kızı Ümit Meriç Hanım,Kubbe Altına konferansa koluna girmiş bir vaziyette gelirdi genellikle. Konferansın bitimiyle birlikte sorular, yazılı olarak iletilir, sesli olarak okunur ve Cemil Meriç her birisini ciddiye alarak cevaplandırırdı. Kelimeler üzerinde uzunca durduğu felsefi bir tahlile taşıdığı olurdu. Bir mütefekkiri dinlemek bahtiyarlıktı. Fikrin namusunu, düşünce adamları, sanatçılar, edebiyatçılar ve şairler müdafaa eder derdi. Cemil Meriç, bir filozof ve düşünür olarak Voltaire’yi örnek aldığı bilinir. Asıl itibariyle yerli bakmayı ve kadim kültürü önde tutmayı ömrünce önemseyen Meriç, İbni Haldun’u, Farabi’yi hep gündeminde tutar. Rousseau, Nietzsche ve Hegel, eserlerinde ışıltılı gözleriyle bakarlar. Quinet ve Michelet, entelektüel, aydın kimliğinin oluşmasında önemlidir. Edebiyatımızın dünya edebiyatına olan katkılarını asla göz ardı etmez. Ahmet Mithat Efendi, Pınar Kür, Namık Kemal, Necip Fazıl her daim merceğinin altında durur. Aralıklarla onlara dokunur. Yalnızca okumaz, okuduklarından tahliller, yeni açılımlar, tenkitler çıkararak okuyucusunun dikkatlerini çeker. Olumlu-olumsuz eleştiriler yaparken üslubundan asla taviz vermez.Namık Kemal’in “İntibah ve Cezmi”yi roman olarak görmez. Ahmet Mithat Efendi’yi çok beğenir. Tezlerini savunarak; “nesillerin tecessüsünü dünya düşüncesine kanatlandıran bir yol gösterici”olarak görür. Bu Ülke’nin 34.sayfasında bunu bulabilirsiniz. 35. sayfadaysa; “ Ahmet Mithat, saldıran küfür karşısında şahlanan imandır, şahlanan ve hücuma geçen. Avrupa kırk haramilerin mağarası, Ahmet Mithat hazineyi ülkesine taşıyan dev.” dediğinde

hayranlığınız artar. “Kırkambar”ın 295. sayfasında işi bir adım daha güçlendirerek Türk romanının banisi olduğundan şüphe etmez ve “Hikâyeleri on dokuzuncu asrın Bin bir Gece’si. Batı, Doğu, hakikat, hayal, ilim, efsane o bulanık ummana dökülen birer ırmak. Hâce-i Evvel, okumaya yeni başlayan bir kitleye hitap ediyordu. Başka bir iklimde boy atmıştı roman.” “Sosyoloji Notları ve Konferanslar”ın 340. sayfasında; “A. Mithat Efendi’nin gayesi, halkı okumaya alıştırmaktır. Çağının birçok meselelerine ışık saçmak için hikâyeler yazmış ve çok da iyi etmiştir. Roman denen türü Osmanlılaştırmıştır. Başarmıştır.”diye eklemeyi ihmal etmez. “Tefekkür vuzuhla başlar kurtuluş şuurla” dediğinde “Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmaya mahkûm” dur cümlesini okuduğumda kütüphaneden kalkamamıştım. Akabinde lügatleri indirip artık lügat okumam gerektiğine inanmıştım. Bu okumalardan ömrümce çok şey kazandım. Bütün kelimelerin doğdukları cennet, kamuslardı, sözlüklerdi. Şimdi de şöyle bir yol izleyelim; tefekkür kelimesinden yola çıkarak, tekebbür, tefeül, tekâmül, tekaüt, tekellüf, tekellüm, tekerrür, tekessür gibi kelimelerin anlamları üzerinde uzun uzadıya dururdu. Bizler de durmalıyız ki bu kelimeler, hayatımızdan çekip gitmesin. Kelimeler için bizim namusumuz olduğunu ısrarla ifade eder, “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el, namusa uzanmıştır.” Bu Ülke, sayfa 88’de ifadesini böyle buluruz. Burada dilin, dil işçiliğinin, dile vukufiyetin, dile olan hassasiyetin, kamusla, sözlükle, lügatle aramızın nasıl olması gerektiğinin idrakini ve şuurunu oluşturarak, namusumuzun kutsallığınca kutsallık atfeder. Dil, kelimelerden, sözcüklerden oluşarak, şiiri, sanatı, medeniyeti, kültürü oluşturur ve idraklerimize sunar. Otuz beş yaş sonrası için şöyle tefekkür eder; “Gözlerimi kaybettikten sonra sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras. Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek… Kader buna imkân vermedi. Nemesis’in parmakları gözlerime uzandı.” Bize düşen, Bizlere bırakılmış olan kadim kültürün ve kültür hazinemizin idrakinde olmaktır. Cemil Meriç’i okudukça aydınlandığımızı ve bizlere yeni ufuklara hazırlıklı olmamız gerektiğini hatırlatır. Dünyaya düşünce hükmeder. Aydınlar hükmeder. –Bu yazı devam eder-

45


Ş ehir

İSTANBUL FATİH’TE

SOSYO KÜLTÜREL DEĞİŞİM Mahalledeki toplumsal bütünleşmenin önemine dikkat çekmek gerekirse; İngilizler, Fransızlar ve diğer emperyalistler işgal ettikleri bölgelerde hâkimiyet kurmak için önce o bölgenin mahalle teşkilatlarını lağvetmeleri yeterlidir sanırım. Bizde de tek parti döneminde merkeziyetçiliği kurmak için bu mahalli insiyatif kaldırıldı Hasan SUVER*

AHALLE KÜLTÜR DOKUSUNUN ZAYIFLAMASI; Karlofça Antlaşmasından sonra, savaşların uzun sürmesi, kaybedilmesi Osmanlı maliyesini zayıflatmış ve devlet açığını kapatmak için vergileri ağırlaştırma yoluna gitmişti.Azalan tarım arazileri ve artan vergilerden dolayı köylü araziyi terk ederek XVIII y.yılda İstanbul’a ev göçünü başlattı.Bu durum İstanbul’da kiracılık,gecekondulaşma, işportacılık, asayişin ve esnafın işlerinin bozulması gibi olayları getirdi.(18)1731’de işportacıların sayısı 8 bin civarına ulaşınca vergi ödeyen esnafın işleri iyice bozuldu.Vergisini ödeyemez hale geldi.Ve bu durum Patrona Halil İsyanını destekleyen en büyük nedenlerden biri oldu. Devlet giderlerini karşılamak için vakıfların da gelirlerine zaman zaman el koydu. Bundan mahalleler de olumsuz yönde etkilendi. Cami İmamı ve cemaatiyle oluşan mahalle teşkilatı çalışmalarını tekkelerle beraber sürdürmeye devam etti. Mahalledeki toplumsal bütünleşmenin önemine dikkat çekmek gerekirse; İngilizler, Fransızlar ve diğer emperyalistler işgal ettikleri bölgelerde hâkimiyet kurmak için önce o bölgenin mahalle teşkilatlarını lağvetmeleri yeterlidir sanırım. Bizde de tek parti döneminde merkeziyetçiliği kurmak için bu mahalli insiyatif kaldırıldı.(19) Suriçinde mahallelerden oluşan cemaat bazındaki alt kültürlerin varlığını sürdürdüğü ve sarayla birlikte hepsinin desteklediği bir üst kültür vardı. Hemen her mahallede İstanbul’un beyefendileri hanımefendileri ve onların konuştuğu güzel İstanbul Türkçesi vardı. Kültür aile, komşu ve mahalle odakları üzerinde kurulur. Bugün Fatih’te bunları sağlamak zorlaştı. Çünkü savaşlar, savaşların neden olduğu, göçler, Tanzimat’ın getirdiği idari değişiklikler, II.Meşrutiyet, başkentin Ankara’ya taşınması,sanayileşme, nüfus mübadelesi ekalliyetlerin İstanbul’dan ayrılması ve 1950 sonrası yoğun göç İstanbullu bilincini büyük ölçüde bitirmiştir.Ayrıca Tanzimat ile birlikte başlayan Alafranga-Alaturka ikilemi(20) 1950’den sonra Arabesk kültürle beraber “Fatih-Harbiye” çelişkisi ile devam etti.(21)1837‘de İstanbul’un etnik nüfus dağılımı aşağıdaki gibiydi. Türkler Rumlar Ermeniler Yahudiler

*T.C.Fatih Belediyesi Başkan Yardımcısı

sayı//15// ekim 46

597.000 236.000 162.000 47.000 1.059.000 19.y.yılda etnik kompozisyon Rumların aleyhine Ermenilerin lehine değişmiştir.(22) Ayrıca Rumeli ve Kırım’dan bir miktar göçmen


sur içine gelmiştir. I.Dünya Savaşı’na gidilen yolda, ardından İstiklal Savaşı’na ve 6-7 Eylül olaylarına kadar İstanbul nüfus bakımından önemli değişiklikler yaşamıştır. Demokrat Parti (DP) döneminde suriçinde yapılan büyük değişikliklerden sonra yoğun bir göç alınmış ilçenin kültürel dokusu değişmiştir.1927 nüfus sayımına göre 690857 kişi İstanbul’da yaşıyordu. Buna göre 448000 Müslüman, 243066’sı Gayrimüslim.1955’te 6-7 Eylül olayları Yunan teb’ası İstanbul Rumları ve Türk teb’ası bir çok Rum Yunanistan’a göçmüştür. Ayrıca Çarlık Rusyası’nın çökmesiyle de Beyoğlu’ndaki Ruslar ve Balkan aristokratları Avrupa’ya gitmişlerdi.(23) 1955’ten sonra Türkiye’nin yaşadığı ilk büyük göç ile Anadolu’dan gelenler yerleştikleri mahalle kültürüne uymak yerine akraba ve hemşehrilik değerlerine dayanarak şehirde tutunmak mücadelesi vermeye başladılar. Gelenlerin büyük ekseriyeti şehir hayatı sayesinde geçimlerini sağlayacakları bir meslekleri olmadığından ve iş bulmada zorluk çektiklerinden(“Açlık sofuluğu bozdurur”)(24) köydeki değer yargılarını şehrin özgür ortamında hafife alarak ne şehirli ne de köylü olarak kalabilmişlerdir. (25)Özellikle kadınların okuma-yazma ve Türkçe bilmeme gibi sorunları yanında Payitaht gibi üç medeniyete başkentlik etmiş bir şehirde yaşamanın bilincinden de çok uzaktılar. “Süleymaniye yanında oturup Süleymaniye’den habersiz halde idiler.(26) Dışarıdan suriçine gelenlerin birinci kuşağı yoksullardır. Bunlar geldikleri yere göre daha iyi şartlarda yaşadıklarından dolayı; şehrin standartlarına uygun bir hayatları olmasa bile şikayetçi değiller.(27) Ancak bunların çocukları babalarının taşradaki hayatını bilmediğinden ve şehirde yaşadıkları hayatla, diğer zenginlerin yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu gördüklerinden kendilerini dışlanmış, horlanmış gibi algılamaktadırlar.(28)Bu algıda olan gençler kolaylıkla bölücü hareketlerin etkisinde kalarak çevreye zarar verebilirler. Bu gençlerle gelecekte ne olmak istediklerini dikkate alarak eğitim ve öğretim desteği vererek ilgilenmek gerekir. 1837’de İstanbul nüfusu 1.059.000 bunun 597.000 Müslüman Türk 236.000 Rum, 162.000 Ermeni, 47.000 Yahudi idi. Müslüman Türk nüfusa sur içinde (29) hizmet veren 260 tekke (30) 600 civarında cami mevcuttu. Bugün nüfusumuza oranla halkımızla ilgilenen sosyal ve kültürel amaçlı dernek ve vakıf sayımız ne yazık ki eskiye göre çok az. NE YAPMALI? Sosyal ve kültürel değişim kentleşmeyi hızlandırmıştır. Tarım toplumlarında milli kültür

varlığı bölünmüşlük arz ediyordu. Sanayileşme ile kentlerde yoğunlaşan nüfus milli kültürün daha şehirli olmasını sağlamıştır. Kent ve köylü kültürü bağdaşarak daha güçlü sentezlere varmaktadırlar.(31) Sanayileşme ile beraber gelişen bilim ve teknoloji, toplumları daha iletişimli hale getirmiştir. Sanayileşme dünyanın çeşitli şehirlerinde yaşayan insanlara benzer yaşam standartları sunmaktadır. İletişim imkânları sayesinde bütün toplumlar farklı kültürlerden haberdar olmaktadırlar. Maddi ve manevi kültürlerdeki birbirini tanıma, “çoklukta birlik” şeklinde açıklanabilecek çok kültürlülüğün bir arada yaşama sürecini; kültürde küreselleşmeyi başlatmıştır.(32) Bu sürecin temsilcileri ülkelerin önde gelen şehirleridir. Londra, İstanbul, Paris gibi.(33)

1955’ten sonra Türkiye’nin yaşadığı ilk büyük göç ile Anadolu’dan gelenler yerleştikleri mahalle kültürüne uymak yerine akraba ve hemşehrilik değerlerine dayanarak şehirde tutunmak mücadelesi vermeye başladılar

Evrensel düzeyde hal böyle iken şehirleşme sürecinde durum fiziksel ve kültürel bakımdan daha etkindir. Doğduğumuz yeri seçme şansımız yok ama yaşadığımız yeri seçebiliriz. İlk defa dünyayı tanımaya başladığımız coğrafya kişiliğimize katkı sağlar. Yaşadığımız yerlerde gelişmemize. Bunun için “insan yaşadığı yere benzer”.Benzer çünkü burası onun için sevilen bir yerdir. Onun fiziki mekânı ile yaşayanın ruh dünyası bütünleşmiş ve aidiyetlik teessüs etmiştir. Bu mensubu olduğu medeniyetin geçmişinden geleceğe uzanan bilincin algı halidir. SOSYAL VE KÜLTÜREL BÜTÜNLEŞME Kültür hayat tarzımızdır. Doğduğumuz toplumda onu edinmeye başlarız.(34) Yetişkinlik dönemine kadar kazandığımız alışkanlıklar, zevkler, ömür boyu bizi bırakmazlar. Modern dünyada birey olamayan şehirli olamaz. Her kültür kendi değer yargıları içinde insan tipini yetiştirir. Mensubu olduğu medeniyetin değer yargılarına bigâne kalanlarla kültürel bütünleşme gerçekleştirilemez. Küresel süreçte öne çıkan metropol şehirlerden biri olan Fatih bir yandan turizm ve ticarette daha etkin olabilmesi için yabancılara iş ve seyahatlerinde güvenli ve huzurlu bir ortam sağlarken diğer yandan çok kültürlülüğü içinde bir üst kültürel yapı oluşturmalıdır. Bu aynı zamanda şehrin ruhunu temsil eden bir kimlik olmalıdır. Fatih eskiden beri çok merkezli bir kültürel yapı arz etmekle beraber asgari müştereklerde bütünleşmeyi bilmiştir.(35)Küreselleşme de bu zenginliği bütün dünya ile paylaşma imkânını getirmiştir.(36) Suriçinin büyük bir kısmı göçle gelenlerin yaşadığı alanlar haline gelmiştir. Ayrıca pazarcılar, işportacılar, simitçiler, mısır-kestaneciler vs. bunları tamamlayan bütünün parçalarıdır. Daha önce başka bir kentte yaşamamış doğrudan 47


Ş ehir

Şehirli kültürü Osmanlı şehirlerinde doğal olarak edinilirdi. Ailede, mektepte, cami cemaatinde, tekke ve zaviyelerde bu kültür edinilebilirdi. Bu kurumlardan en önemlileri tekke ve zaviyeler kaldırılınca sistem çöktü.(41)Yerine “halkevleri” , “olgunlaşma enstitüleri” açıldı ise de başarı sağlanamadı. Onlar da kapatılınca(42) şehir kültürü hayatımızdan üzüntü vererek çekilmeye başladı.

Fatih eskiden beri çok merkezli bir kültürel yapı arz etmekle beraber asgari müştereklerde bütünleşmeyi bilmiştir.Küreselleşme de bu zenginliği bütün dünya ile paylaşma imkânını getirmiştir

köyünden suriçine gelen vatandaşlarımız (37) bir kentli gibi yaşamanın ötesinde yoksulluğun ağır baskısı altında “var olmak” veya “tutunmak” mücadelesi vermektedir. Ayakta kalabilmek için dayanışmak ve getirdiği kültürünü sürdürmek için pek çok dernekler kurmuşlardır.(38)Fatihteki 1217 dernekten 142 tanesi hemşehri derneğidir. İstanbul gibi metropol bir şehrin kalbi Fatih’te, ortalama bir Anadolu şehrinin homojen kültürünü aramak bunu inşa etmeye gayret etmek doğru olmadığı gibi mümkün de değildir. İlk İstanbul geçmişten beri inançların, dillerin, ırkların, renklerin ve zevklerin ortak şehirli kültürü içinde hoşgörü ile yaşadıkları yerdir. Bugünkü problem şehre aidiyetlik duymamak, kentlileşememektir.(39) Kente gelenlerin büyük çoğunluğu köylü olup istihdam olabilecekleri meslekleri, meslekleri olsa bile iş bulma imkânları yoktur. Şehir gelenlerin ve gençlerin iş taleplerini karşılayamamaktadır. Sorun öncelikle ekonomik, sosyal ve kültüreldir. İnsanlarımızı ortak bir paydada buluşturabilmek için önce onlara geçinmelerini sağlayacak bir iş imkânı sağlanmalıdır. Bunun için de mesleki beceri edinmeleri gerekir. Sonra kurumsal iş bölümü kapsamında bir işe girip fonksiyonel olarak toplumun bir parçası olacaklardır. Bulunduğu kurumda tanımadığı insanlara hizmet edecek, yaşadığı toplumda tanımadığı insanlardan hizmet alır hale gelecektir. Üçüncü aşamamız kültüreldir. Kentlileşmenin en uzun sürecidir. Sosyologlara göre bir kuşaktan fazla bir süreçtir.(40)Ama çeşitli eğitsel faaliyetlerle bu süre kısaltılabilir.

sayı//15// ekim 48

MAHALLE NEDİR? Mahalle; bir şehrin, bir semtin, bir kasabanın veya büyük bir köyün alt parçalarından biri. Mahalle çoğu kez yerleşmenin tarihsel çekirdeğini oluşturur. Osmanlı’da mahallelerin bir cami, tekke veya benzeri bir yapı etrafında olduğu gibi, kent ya da kasaba boyutunda büyük bir yerleşmenin sınırları içinde yerel yönetim amacıyla ayrılmış daha küçük bir birimdir. Mahalle, okulu, camisi belli bir kültürü olan yakın zaman kadar zengin fakirin aynı sokaklarında oturduğu, kendine has bir teşkilatı olan bir birim. Cumhuriyetten önce aynı mahallede oturanlar arasında sıkı bir dayanışma ve yardımlaşma vardı. Mahalle esnaflarının bu yaşantıda katkıları önemli idi. Mahallede oturanlardan birinin namusu, bütünün namusu sayılırdı.Acılar, sevinçler paylaşılırdı.Mahallenin korunmasında, mahalle kabadayılarını kendilerini sorumlu sayardı.Aynı mahalleden olanlar birbirlerini her konuda kollar sahip çıkarlardı.Mahalle düzenini bozanlar hoş görünmez ve bunlara birlikte tavır konulurdu. Bugün modernleşme sürecinde yaşam koşulları ve kültürel değerler değişmiştir.(42) MAHALLEDEKİ SOSYO-KÜLTÜREL DEĞİŞİM Osmanlı döneminde zengini fakiri aynı mahallede yaşardı. Cemaat kültürü zengin ile fakiri yukarıda ifade edildiği gibi dayanışmacı bir ruhla bir arada tutuyordu.Bu anlamda mahalle sadece idari bir birim değil aynı zamanda ortak bir kültürün yaşandığı mekandı.Burada önemli olan farklı zenginlik, eğitim düzeylerine, farklı mesleklere farklı sosyal tabakalara ait kimselerin komşuluk ilişkilerini sürdürebilmeleriydi.Oysa bugün özellikle büyük kentlerde bu durum değişmiştir. Aynı komşuluk çevresinde yer alıp almamanın temel düzenleyicisi, sosyal sınıf olmaya başlamıştır. (43) Dini veya etnik özelliklere göre komşuluk ilişkilerinin sosyal tabaka oluşturması zayıflamış, sosyal sınıf esaslı komşuluk çevreleri ile sosyal tabakalar oluşmaya başlamıştır. Çünkü eskiden tekkelerin, zaviyelerin, camilerin, mescitlerin ve çeşitli dergâhların büyük katkıları ile oluşturulan şehir kültürü herkesin malumu ve ortak yaşam tarzı idi. Ayrıca zengin de fakir de kanaat kültürüne sahipti. Modernleşme ile toplum


daha çok tüketmeye alıştırılınca(44) zenginler önce evlerini değiştirmeye ve sonra yeni hayat tarzının istediği her türlü ürünü alıp kullanmaya başladılar. ”Mimari insanların mekândaki hareketlerini etkiler”.(Faucault)(45) Önce küçük evlerden geniş apartman dairelerine geçildi. Sonra yeni eşyalar alındı. Salon nasıl gecekondu ile apartmanı sosyal sınıf boyutunda ayırıyorsa, salon eşyası da sosyal sınıflar arasındaki bir ayrışma unsurudur. Ve salon eşyaları sadece ekonomik değil aynı zamanda kültürel içerikli olgulardır. Bu süreçte maddi refah artarken yalnızlık da artmaktadır. Samimiyet ve komşuluk ilişkileri ile birlikte huzur azalmaktadır. Zenginlik ve sınıf değiştirme eski komşuluk ilişkilerini zayıflatırken yenilerini de hızlı bir şekilde kurduramamaktadır. Çünkü artık “Komşu komşunun külüne muhtaç değildir.” Bu değişim sürecinde ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyeleri Sencer ve Ayşe Ayata’ ların tespitlerine bakalım. 1.Toplumsal basamaklarda yukarıya doğru çıkıldıkça komşuluk ilişkilerinde doğrudan maddi yarar sağlama boyutu daha az vurgulanır hale gelmektedir. Yani ilişkiler azalmaktadır. 2.Mekâna çakılı veya dışarıya oldukça kapalı toplumsal gruplar gecekonduda kadınlar için özellikle bağlayıcı olsa da, diğer toplum kesimlerinde ve orta sınıf apartman semtlerinde iyice azalmakta, hatta tamamen ortadan kalkmaktadır. 3.Oluşturulan gruplarda kişisel tercihin belirli rolü artmaktadır. Kişiler mekân, akraba, hemşehri, etnik grup, mezhep temelli ilişkilere yer vermeye devam etseler dahi, bu kümeler içinde daha fazla gönlüne göre seçme olanağına kavuşmaktadır. 4.Hangi kümeden olursa olsun, sosyal sınıf yönünden yakın kimseler arasında seçim yapmanın çok güçlü bir eğilim olarak belirmesidir. 5.Genel olarak kent toplumu düzeyinde ve özel olarak sosyal sınıf konumuna bağlı olarak söz konusu topluluk ve örüntülerin birey üzerindeki toplumsal denetim ve yaptırım gücü önemli ölçüde azalmaktadır. “Komşuların ve komşuluk çevrelerinin birey üzerindeki ahlaki denetleme gücü ve ortak davranışa zorlama kapasitesi de azalmaktadır.”Ar etme” deyimi, utanma duygusunu paylaşacak tanıdıkların olmamasından dolayı çok az kullanılmaktadır. Gecekonduda ve orta alt sınıflarda komşuluk çevresinin getirdiği bir normatif yapıya uyum sağlama zorunluluğu birçok davranış için geçerli olmakla birlikte orta sınıf semtlerde komşuluk çevresi sınırlamaları

daha çok birbirini rahatsız etmeyi önleyici kurallar setine uyum gösterme (gürültü-temizlik) haline gelmektedir. Toplumsal denetim zayıfladığı ölçüde ailenin mahremiyeti ve bireyin serbestîsi artmaktadır”. “Cemaatin, dayanışmacı ilişkilerin ve komşuluk temelli ilişkilerin kent toplumunda erimesi ve ortadan kalkması söz konusu değildir. Aslında bu tür birliktelikler ile devam etmekte ama nitelikleri ve örgütlenme ilkeleri değişmektedir”.(46) Tespitler ile Amaçlar ve Hedeflerimizle devam edeceğiz.

DİPNOT

(18) Tabakoğlu Ahmet Prof. Dr. Türk İktisat Tarihi S.147 (19) Cansever Turgut İstanbul’u Anlamak S.125 (20) Yavuz Hilmi Prof.Dr.Alafrangalılığın Tarihi S.156-57 (21) Uğur Aydın Prof.Dr. İstanbul Kent ve Medeniyet S.127 (22) Mülayim Selçuk Prof.Dr.İstanbul Şehir ve Medeniyet S.84 (23) Uğur Ali Prof.Dr.İstanbul Kent Medeniyet S.125 (24) Türkdoğan Orhan Prof.Dr.Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler S.86 (25) Türkdoğan Orhan Prof.Dr.Aydınlıktakiler ve Karanlıktakiler S.27 (26) Meriç Ümit Prof.Dr.İstanbullu Olma Bilinci S.167 (27) Marshall Gordon Sosyoloji Sözlüğü Çevr :Osman Akınay –Derya Kömürcü 2.Baskı Bilimsa Yay. S.825-829 (28) Uğur Ali Prof.Dr.İstanbul Kent ve Medeniyet S.136 (29) Mülayim Selçuk Prof.Dr. İstanbul Şehir ve Medeniyet S.84 (30) Büyük Larousse Cilt 22 S.11362 (31) Karpat Kemal Prof.Dr. Dağı Delen Irmak S.395 (32)Sarıbay Yaşar Ali Prof. Dr. Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji S.81 (33) Uğur Ali Prof.Dr.İstanbul Kent ve Medeniyet S.133 (34)Gürses Hakan Kültür Sosyolojisi S.117 (35) Gürsoy Kenan Prof.Dr.Medeniyet Bilinci ve İstanbul S.171-172 (36)Giddens Anthony Sosyoloji-Küreselleşme ve Değişen Dünya S.86 (37) İstanbul İstihdam Raporu İst.Valiliği 2007 S.50-% 57.9 dışarıda doğmuş. (38) 28. (39) Kaya Erol Modern Kent Yönetimi S. 29 (40)Kaya Erol Modern Kent Yönetimi S.30 (41)Altan Mehmet Prof. Dr. Kent Dindarlığı S.176 (39)01.2010 Fatih Kaymakamlığı Dernekler Masası (42) Büyük Larousse cilt 17 S. 8825 - Büyük Larousse cilt 15-S.7664 (43)Mübeccel Kıray İçin Yazılanlar: Sencer Ayşe ve Ayata Bağlam Yay.S 151-152 (44) Aydemir Ali Mehmet:Kültür Sosyolojisi S.274 (45)Mübeccel Kıray İçin Yazılanlar:Bağlam Yay. S.156 (46)Sencer ve Ayşe Ayata: Mübeccel Kıray İçin Yazılanlar Bağlam Yay. S. 163

49


Ş ehir

ELVEDA

HAYDARPAŞA Başımı kaldırıp, Sultan II. Abülhamid Han’ın 1906-1908 tarihleri arasında Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno’a inşa ettirdiği yapının kalbi niteliğindeki saate bakıyorum. Akrep 3’ü, yelkovan ise 17’yi gösterirken âdeta donup kalmış. Sabri GÜLTEKİN

araköy-Kadıköy Şehir Hatları’nın panoramik vapuruna bindiğim gibi soluğu Haydarpaşa’da alıyorum. Haydarpaşa Garı’ndan uzun bir yolculuğa çıkmamanın rahatlığıyla, İstanbul’un simge eserlerinden olan devasa yapıya bir kez daha hayranlıkla bakıyorum. Haydarpaşa, 15 Kasım 2012’de İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin Haydarpaşa Port Projesi’ni onaylamasıyla birlikte boynuna asılan fermanın ruhunda oluşturduğu acıyla sarsılıyor. Başımı kaldırıp, Sultan II. Abülhamid Han’ın 1906-1908 tarihleri arasında Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno’a inşa ettirdiği yapının kalbi niteliğindeki saate bakıyorum. Akrep 3’ü, yelkovan ise 17’yi gösterirken âdeta donup kalmış. Bir dönemler günü 24 saat yaşayan Haydarpaşa’da zaman durmuş. 26 Mart 1918’de Hicaz’la, 1 Şubat 2012’nin 23.30’unda da Anadolu’yla irtibatı kesilen gar; yaşam sebebi olan damarlarından birini daha kaybetmenin travmasını yaşıyor. Merdivenlerden çıkıp, devasa kapıdan içeri girerken; hiç kimse koşuşturmuyor, hiç kimse birbiriyle çarpışmıyor. Her şey durmaya ayarlanmış bir şekilde aheste aheste hareket ediyor. Bekleme salonlarında bîtap düşüp yatanlar... Uzun yol hazırlığı yapan kondüktörler, makinistler, şimendiferler... Bir yakınını yolcu ederken-beklerken sigarasının birini söndürüp diğerini yakanlar... Asker kaçaklarını arayan inzibatlar... “Kent var, Parlement var, Malboro var” deyip tombala çektirenler... Gardaki saate bakma parası alan Sülün Osmanlar... Hepsi sırra kadem basmışlar. Anadolu’dan gelen saf insanları gözüne kestiren arsız, yolsuz, hırsız ve bitirimlerin derdest edildiği Gar Karakolu en sakin günlerini yaşıyor. Müşterilerinin talebine yetişemeyen büfeler ve Gar Restaurant sinek avlıyor. “Haydarpaşa’dan Kars’a gidecek olan 11410 sefer sayılı Doğu Ekspresi hareket etmek üzere…” anonsundan sonra acı acı çalan siren seslerinin yokluğu kulakları tırmalıyor. 1., 2., 3., ... yol bomboş; in cin top oynuyor. Yüzyıllardır sevgi ve nefret saikleri arasında nefes almaya çabalayan İstanbul; hem doğunun

sayı//15// ekim 50


hem de batının en nadide varlıklarını hâlâ miras olarak saklamaya çabalıyor. Geçmişten haberler verebilmek için bağrında barındırdığı ”ruh”ları; rüzgârlardan, yağmurlardan sakınırken, artık insanlardan korumakta zorlanıyor. Yine de medeniyetlerin beşiğinde büyüttüğü kültürlere ”analık” şefkatiyle sıkı sıkıya sarılıyor. Bir kapısı doğunun, bir kapısı batının sonsuzluğuna açılmaya devam ediyor. Heyhat ki, II. Abdülhamit Han’ın emaneti Haydarpaşa Garı göz göre göre ölüyor. Asya’nın bittiği, hayallerin başladığı garı her geçen gün biraz daha yalnızlığa sürükleniyor. “Zamanın ruhu”nda hayat bulan vefasızlık; Haydarpaşa’nın duvarlarından, raylarından, tavanlarından, merdivenlerinden âdeta ölümcül bir virüs gibi etrafa yayılıyor. Saat 3.17’de duran zaman makinasının altından raylara uzanan “Maziden Geriye Kalan” sergiden üzerimize öyküler dökülüyor. Haydarpaşa’dan İstanbul’a bakarken, “dönüşüm çağı”nda can çekişen hayallerim bir kez daha hafızamda canlanıyor. Mesela, Haydarpaşa Tren Garı olmasa Anadolu’dan gelenlere kim “hoş geldin” deyip, gurbetin ilk rehavetini attıracaktı. Mesela, boğazı öpen kubbesiyle rahmete kapı aralayan Kılıç Ali Paşa Camii olmasa, Tophane Yokuşu’ndan inenler nerede ferahlayacaktı. Mesela, 7 tepenin kandillerinden Beyazıt Camii ve Külliyesi olmasa, sahaflar çarşısını, çınar altı sohbetlerini, yangın kulesini kim hatırlayacaktı. Heyhat ki, bunca elzemliklerine rağmen, bu eserler ne kadar yetimmiş meğer. Elektrik kontağından çıkan yangınlar olmasa; ne yolcuların, ne de şadırvanlarında paklananların bir haber vereceği yoktu medeniyetimizin bu ulaklarından. Son yıllarda şahit olduğumuz yangınların fotoğrafına bakarken, geçmişin kareleri bir kere daha gözlerimin önünden akmaya başladı. İstanbul’a ilk adım atışımda “aha burası Haydarpaşa Garı” diyorlardı. Rayların bitiminde koca bir bina duruyordu, üstelik ne filmlerde gördüklerime ne de kartpostallardakilere hiç benzemiyordu. Üzerinden savaşlar, sabotajlar, yangınlar, hatalı restorasyonlar ve yıllar geçmesine rağmen Sultan II. Abdülhamid Han’ın hayallerini ne kadar da güzel tasvir ediyordu. Rayların diğer ucunda Hicaz olduğundandı belki de. Koskocaman kapılarından dışarı adım attığımda çarpıyordu İstanbul beni.

Bilemiyorum, farkında değilim; belki de yanımdaki herkesi. Efsunlu bir sessizlik “bu kadar minareyi hiç bir arada gördün mü?..” diyordu. Kendimden geçmiş bir şekilde “görmedim” diyordum. O kadar. Sonra yavaş yavaş mermer basamaklardan iniyordum, fakat kendimde değildim. Elimde tahta bavulum olmadığı halde, şehir hatları vapuru ile İstanbul’a gidiyordum. Arkamda kalıyordu, içinde heyecandan bîtap düştüğüm Haydarpaşa. Yıllar sonra “Haydarpaşa yanıyor” (28 Kasım 2010) dediklerinde kartpostal gibi belleğime astığım bu resmi hatırlıyordum. Bir de ilk gördüğümde bir türlü objektife sığdıramadığım İstanbul’u. Artık İstanbul’u Haydarpaşa’dan değil, Haydarpaşa’nın yanışını İstanbul’dan seyrediyordum. Bir yangınla diğer yangınlara yol alıp, geçmişi hatıralarda yaşıyordum. Sıla özlemiyle yanan yüreğimi, rayların en sonundaki kutlu beldeye gönderiyordum. Günün bitip her şeyin silüetleştiği İstanbul’a doğru yol alırken, boynuna idamlık yaftası asılmış Haydarpaşa’ya bir kez daha bakıp, “Bir idamlık “Haydarpaşa” vardı, asıldı; / Kaydını düştüler, mühür basıldı. / Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı...” dizelerini terennüm ediyordum. 51


Ş ehir

BALKANLAR YAKOVA / DRENİÇA / ÜSKÜP Yakova’da Sadi tekkesinden başka Rufai, Halveti, Bektaşi ve Nakşi tarikatlerine ait tekkeler de mevcut. Yakova bir anlamda tekkeler şehri. Yrd.Doç.Dr. Bedri MERMUTLU*

Yakova Büyük Medrese Avlusu

*İstanbul Ticaret Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

sayı//15// ekim 52

YAKOVA Günün ilk ziyareti olarak sabah saatlerinde Kosova’nın batısında bulunan Yakova şehrine gidildi. Yakova, Arnavut nüfus ve baskısının ağır olduğu, 100 bin kadar nüfusa sahip bir şehir. 99 savaşında büyük tahribat görmüş ama önemli ölçüde yenilenmiş durumda. Yollar hâlâ yapılıyor. Merkezî yönetimle Belediye arasında ihtilaftan dolayı işler uzamış. Çarşıda dükkânlar tek katlı ve mütevazi. Sadi Tekkesi çok güzel yenilenmiş. Faal ama sabah erken gittiğimiz için ancak dışarıdan gördük. Yakova’da Sadi tekkesinden başka Rufai, Halveti, Bektaşi ve Nakşi tarikatlerine ait tekkeler de mevcut. Yakova bir anlamda tekkeler şehri. Eski Çarşı harikulade şirin ve otantik. Çarşıya yerli ürün ve zanaatlar hâkim. Büyük Medrese gezildi. 1701 yılında inşa edilmiş. Şimdi hafız yetiştiriliyor. Suudiler savaştan sonra onarmış. 11 Eylül’den sonra Araplara karşı dışlayıcı tavır burada da yaşanmış ve medrese şimdi Somuncubaba Vakfı’nın idaresinde imiş. Dağ eteğinde nefis bir konuma sahip. Geniş avlusu ve mimarisiyle harika bir sadelikte. Çardağında oturup dinlendik. Ders odasında sabah saati olmasına rağmen başlarında takkeleriyle hafızlığa çalışan 14-15 yaşlarında bir öğrenci grubuyla karşılaştık. Hıfza çalışan kırk kadar öğrencileri varmış. Yakova’daki camileri zaman darlığından gezemedik. Mehmet Temelli, fırsat bularak gezdiği 15 kadar mezar taşı bulunan Hadum Ağa Camiini fotoğrafladığını söyledi. Hadum Ağa Camii şehrin en eski camiidir. Şehir 16. yüzyılda Hadım Süleyman Paşa tarafından Yako adlı bir yerliden arazisi satın alınarak kurulmuş. Yako, şehre kendi adının verilmesi şartıyla arazisini sattığı için şehre onun adı verildiği rivayeti yaygın. Diğer bir önemli cami Yusuf Molla Camii. Şehir merkezinde on yedi cami bulunduğu bildirildi. Şehrin yüzde doksanı Müslüman, yüzde onu Katolik. Ama belediye başkanı, Katoliklerden imiş. Mevzuat öyle ayarlanmış. 1999 Kosova Savaşında insan kaybı yanında mabetler de savaş tahribatından payını almış. Hadum Ağa Camii’nin minaresi Sırp milisler tarafından özellikle hedef alınarak vurulmuş ve cami yakılmaya kalkışılmış. Son birkaç senede bu tahribat izleri önemli oranda silinmiş görünmekle birlikte ne yazık ki halktaki ürkeklik yerleşik bir psikoloji halinde devam ediyor. Yakova’da Büyük Medrese’den başka bir de Küçük Medrese var. Ama görülemedi. Priştine Üniversitesine bağlı Faculty of Education burada küçük bir binada hizmet veriyor. Fakülte’nin bahçesinde Bayramiç’in büstü var. DRENİÇA Kosovalıların meşhur direnişçisi Adem Yaşar’ın kabri ve 1998 yılında Sırplar tarafından topa


tutularak tahrip edilen evi görüldü. Adem Yaşar’ın ailesinden 22 kişi bu kuşatmada şehit edilmiş. Yaşar ailesi Sırplara karşı mücadelesiyle tanınan bir aile. Adem Yaşar’ın babası öğretmen. 1949’da Dreniça’ya gelmiş, 1953’te Sırplar tarafından görevine son verilmiş. Ziraatle iştigal ederek geçinmişler. 1998 Kosova Savaşı Yaşar ailesinin katliyle başlıyor. Arnavutlar bu olayın ardından UÇK’ya destek veriyorlar. Adem, kardeşlerinin her birinin bir çocuğunu memleket dışına çıkararak Almanya’ya yerleştiriyor. Böylece, katledilen aile bireylerinin dışında kalarak ailenin devamını katliamdan kurtulan bu çocuklar sürdürüyor. Günümüz itibariyle doğan çocuklarla birlikte Yaşar ailesinin sayısı katledilenlerin sayısı olan 22’ye ulaşmış bulunmakta. Adem Yaşar’ın bir oğlu da yaşıyor. Daha önce iki defa evini kuşatmalarına rağmen Adem Yaşar’ı bulamayan ve yok edemeyen Sırp polisleri Adem Yaşar’ın evde olduğunu istihbar ederek üçüncü kez olarak 4000 askerle evi kuşatıp ağır silahlarla evi ateş altına alıyorlar. Sağ kimse bırakmıyorlar. Üç katlı evin duvarlarındaki şarapnel ve kurşun yaraları bu korkunç katliamın tanığı olarak hâlâ duruyor. 2008’de Kosova Başbakanı olan Haşim Taçi, Dreniçalı olup Kosova Savaşında UÇK gerillalarının liderliğini yapmış bir savaşçıdır. ÜSKÜP Yahya Kemal’in şehrine epeyce zorlukla gelindi. Saat 15 00’ten 20 00’ye kadar şehirde gezildi. Mustafa Paşa Camii, Sultan Murad Camii ve İsabey Camii ziyaret edildi. İsabey Camii’nin bahçesindeki 12 kadar mezar taşının fotoğrafı çekildi. Sultan Murad Camii kapalıydı. Diğer pek çok camiyi de göremedik. Çarşısı ve medreseden bozma işyerleri, batpazarı, arastası, bedesteni gezildi. Arasta meydanındaki kahvede çay içildi. Yemek yendi. Üsküp, Yıldırım Bayezid zamanında 1392 yılında Paşa Yiğit tarafından Osmanlı toprağına katıldıktan sonra getirilen Türk nüfusuyla Türkleştirilmiş ve bölgedeki Katolik nüfusun din değiştirmesiyle Müslümanlaşmıştır. Evliya Çelebi’nin verdiği rakamlarla 17. yüzyılda Üsküp’te 45 cami bulunduğu biliniyor. 1898 yılındaki tespitlere göre ise şehirde 32 cami, 17 mescit, sekiz medrese, 19 tekke, dört kilise mevcuttu. 1963 yılında yaşanan büyük depremde bir kısmı yıkılan tarihî eserlerin yanında zaman zaman yönetimler eliyle de ortadan kaldırılan eserler olmuştur. Bununla birlikte Üsküp’ün Müslüman eserler envanterinde koruduğu önemli bir zenginlikten söz edebiliriz. Mustafa Paşa, Hudavendigâr, Murad Paşa camileri, Davud Paşa Hamamı gibi yapılarla, bedesteniyle bir Osmanlı şehri mirasını kararlılıkla devam ettiriyor. Günümüzde Üsküp nüfusunun yarıdan fazlası Makedon, yarıdan azı ise Müslümandır.

Üsküp Mustafa Paşa Camii’nin Müslümanların büyük çoğunluğu Arnavut, 1498 tarihli Kitabesi ancak yüzde iki kadarı Türk olduğu halde halk Türkçeyi iyi konuşuyor. Her yerde Türkçe konuşabilirsiniz. Türk televizyonları seyrediliyor. Bir yorgunluk kahvesi içmek için oturduğumuz kahvede açık olan televizyondan verilen haberlere arada bir kulak kabartıyorken neden sonra Türkçe bir kanalın izlendiğini fark etmiştik. Halk öncelikle Türk televizyon kanallarını seyretmekte; bunu hem ilgileri hem Türk dünyasıyla olan müşterekleri dolayısıyla tercih etmektedirler. Farkında olmayarak televizyon kanalları vasıtasıyla Türkiye Türkçesi ve Türkiye meseleleri hayatlarına ve gündemlerine girmektedir. Muradiye Camii’ni görmek istediğimizde de bir Türkçe sürpriziyle karşılaşmıştık. Karşıdan bize doğru elindeki külahlı dondurmayı yalayarak gelmekte olan otuz yaşlarında bir adama İngilizce olarak Muradiye Camii’ne giden yolu sorduğumuzda, adam hiç tereddüt etmeden Türkçe olarak, “Şuradan ilerleyin, sol tarafa dönün; karşınıza çıkacak” demez mi? Bir kere daha şaşırmıştık. Üsküp’te Türkçe sıkıntısı olmadığını, başka bir dille konuşmaya ihtiyaç duyulmadığını anlamıştık.

Şehir Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında ikiye bölünmüş. Üsküp, Makedonya’nın başşehri. Ancak Müslüman kesimin yoksulluğu belli oluyor. Camiler ilgiye muhtaç. TİKA ve diğer kurumların yardımı buraya da uzanmak zorunda. Halk kendi imkânlarıyla tarihî eserlere bakım yapamıyor. Üsküp ucuz bir şehir. Para birimi Denar. Kosova’da Avro geçerliyken burada geçerli değil. Yunus Emre Kültür Derneğinin ve Ensar Derneğinin burada da şubeleri var. Bursa İHL ve İlâhiyat mezunu iki gençle karşılaştık. Vardar Nehri Üsküp’ün içinden geçiyor. Şar Dağı hemen arkasında yükseliyor. Yol boyunca uzun süre Vardar Nehri ve Şar Dağı bize eşlik edecekti. Hıristiyan bölgesinde Vardar Tepesi’nde Hıristiyanlığın iki bininci yılı anısına 66 metre boyunda bir haç dikilmiş; gece ışıklandırılıyor. 53


Ş ehir

ŞEHİRLER VE

TABYALAR -evvel-

Hırsızların içeri girebilmeleri, ancak kilidi veya kilitleri kırmalarıyla mümkün olabilir. Bundan dolayı her türlü tedbiri almamıza rağmen evimizi Mevlâ’ya emanet ederiz; çünkü bizi de evimizi de asıl koruyan, kollayıp gözeten, Allah’tır. Prof.Dr.Ömer ÖZDEN*

Aziziye Tabyası Erzurum

*T.C.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

sayı//15// ekim 54

v, mukimlerinin mahremidir, dokunulmazlık alanıdır; her insan, kendini güvenlik içinde hissetmek için evine gelir. Evin bütün bölümleri güvenlidir, ama bu güvenli ortamı asıl sağlayan, kapısıdır. Anadolu’muz, bizim içinde yaşadığımız evimizdir; şehirlerimiz, bu büyük evin odalarıdır ve bu büyük evimizin biri Batı’da adı Çanakkale, diğeri de Doğu’da adı Erzurum olan iki büyük kapısı vardır. Hiç kuşku yok ki kapıları daha güvenli kılan da üzerindeki kilitlerdir. Kilit kapıya asılınca koruma altında oluruz ama ev zengin ve kıymetli eşyayla dolu olunca eve girmek isteyen hırsız veya hırsızlar da çok olur. Hırsızların içeri girebilmeleri, ancak kilidi veya kilitleri kırmalarıyla mümkün olabilir. Bundan dolayı her türlü tedbiri almamıza rağmen evimizi Mevlâ’ya emanet ederiz; çünkü bizi de evimizi de asıl koruyan, kollayıp gözeten, Allah’tır. İşte bundan dolayı Erzurum’un manevi dayanaklarından biri olan Alvarlı Efe Hazretleri, Erzurum Destanı adını verdiği şiirinde Erzurum kilidi mülk-i İslam’ın Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum Erzurum derbendi ehl-i imanın Mevlâ’ya emanet olsun Erzurum diyerek Erzurum’u, yani evimizin önemli bir odasını Allah’a emanet etmiştir. Kilit, kapıya takılır. Alvarlı Efe Hz.lerinin de dediği gibi Erzurum, bir kilit şehirdir. Her kapıya kilit vurulmaz. Önemli yerlerin kapılarına kilit vurulur. Bizim evimiz olan Anadolu, önemlidir ve iki önemli kapısının da kilitleri vardır; bu iki şehrimizin kilitleri, çevrelerindeki tabyalardır. Her kapıya kilit vurulmadığı için her şehirde de tabya yoktur. Evimiz Anadolu’nun Batı’da bazı Rumeli şehirlerinde ve Doğu’da Kars ve Sarıkamış’ta bazı tabyaları varsa da Çanakkale ve Erzurum tabyalarının çokluğuyla ve ehemmiyetiyle bilinir. Bu iki kapımız, onlarca kilitle kilitlenmiştir. Bu şu demektir: Bu iki kapıdan, asla izinsiz girilemez. Girilmek istenirse geri döndürülür. Çünkü evin diğer odalarının ve bu odalarda ikamet edenlerin istikbali, bu iki şehrin kapılarının ev halkından olmayanlara kapalı olmasına bağlıdır. Bunun için bu iki şehrimizin etrafı, sanki boyuna takılan gerdanlık gibi tabyalarla donatılmıştır. Evimiz Anadolu’nun Batı tarafındaki kapısı olan Çanakkale’nin kilitleri olan tabyalar, hem adıyla anılan boğaza birer süs, hem de destursuz gelenleri sigaya çekmek için denize nazır olarak inşa edilmişlerdir. Boğaz’ın iki yakasında da onlarca tabya vardır. Beklenen destursuz geliş, 1915 yılının Mart ayına rastlamıştır. Boğaz’a dayanan ve selamsız geçmek isteyen o zamanın en büyük


Namazgah Tabyası Çanakkale

deniz gücü olan Haçlı donanması, tabyaları topa tutup ‘selam durun biz geldik!’ demek isterken, aldığı isabetle mermi kaldırma vinci arızalandığı için 250 kg.a yakın top mermisini tek başına kaldırıp topun ağzına süren Seyit Onbaşı’nın isabetli atışıyla zırhlı dev savaş gemisi Ocean, yan yatarak tabyalara selam duruşuna geçmiş ve ebedi istirahatgâhı olan Çanakkale Boğazı’nın serin derinliklerine doğru dalışa geçmiştir. Vatanımıza denizden giremeyeceklerini anlayan davetsiz güruhun başındakiler, dünyanın dört bir tarafından topladıkları ve Akif’in “Kimi Hindu, kimi yamyam kimi bilmem ne belâ” diye işaret ettiği destursuz kalabalık, bu kez karadan girmeyi denemişler ve bu sefer de onlar için yaptırılmış tabyaların sert taşlarına toslamışlardır. Denizde ve karada aylar süren çarpışmalar, akıllara durgunluk veren savaşlar sonunda bu kapının kilidini açamayacaklarını anlayıp saygı duruşuna geçerek çekilip gitmişlerdir. Bu destan, “Çanakkale Geçilmez” ifadesiyle tarihe mal olmuştur. Bu destan, İstiklal Marşı’mızın ölmez şairi Mehmet Akif merhum tarafından Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi En kesif orduların yükleniyor dördü beşi mısralarıyla başlayan ‘Çanakkale Şehitlerine’ adını verdiği şiirinde ölümsüzleştirilmiştir. Çanakkale’de, Türklüğün son kalesi olan Türkiye’mizin 1315 doğumlu 15 yaşındaki çocuklarına kadar, tahsilli-tahsilsiz yüz binleri aşan evladı şehit olmuş ama hırsızların evimizin odalarını talan etmelerine izin verilmemiştir. Evimizi yağmalamak isteyenler, sık sık Doğu kapımızı da yoklamaktadırlar. Batıdakiler İngiltere başkanlığında saldırırken Doğudaki kapımıza

Ruslar yüklenmektedirler. Rusların uzun menzilli toplarından Erzurum’u ve dolayısıyla Anadolu’ya Rusların geçişini engelleyebilmek için 1821 yılında önce şehrin neredeyse içi sayılabilecek yerlere toprak tabyalar yaptırılmış, ama 1829 yılında Erzurum bir Rus işgali yaşadığında bunların yetersiz kaldığı anlaşılmıştır. Bu nedenle Doksanüç Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus harbinin öncesinde başlayıp harp sonrasında da yenilerinin inşa edilmeleriyle Erzurum’un doğu, güney, kuzey, kuzeydoğu ve güneydoğusunu çevreleyecek şekilde tıpkı bir gerdanlık gibi tabyalar yaptırılmıştır.

Evimiz Anadolu’nun Batı tarafındaki kapısı olan Çanakkale’nin kilitleri olan tabyalar, hem adıyla anılan boğaza birer süs, hem de destursuz gelenleri sigaya çekmek için denize nazır olarak inşa edilmişlerdir.

Tabyaların yerleri, Fosfor Mustafa Paşa başkanlığındaki bir komisyon tarafından belirlenmiş ve en müstahkem mevkilere inşa edilmişlerdir. Bu tabyaların yapımında şehir halkı da, hiçbir karşılık beklemeksizin, hiçbir ücret talep etmeksizin bilfiil çalıştığı ve devletmillet işbirliğinin en güzel örneklerini ortaya koydukları için, bu fedakârlığa karşılık olmak üzere tabyalardan birine de ‘Ahali Tabyası’ adı verilmiştir. Bu tabya dışındakilerin isimleri, yapıldıkları bölgenin veya köyün yahut dağın adı verilerek belirlenmiştir. Bunlar, Tafta tabyası, Sivişli tabyası, Büyük Palandöken ve Küçük Palandöken tabyaları, Ağzıaçık tabya, Toparlak tabyası, Çobandede tabyası, Dolangez tabyası, İlave tabya, Uzunahmet tabyası, Küçükhöyük ve Büyükhöyük tabyaları, Gez tabyası ve Karagöbek tabyası, Büyük Kiremitlik ve Küçük Kiremitlik tabyalarıdır. Dört tabya ise yapıldıkları dönemde Osmanlı padişahı olan Abdülmecid’e nispetle Mecidiye, Abdülaziz’e nispetle de 1 numaralı, 2 numaralı, 3 numaralı Aziziye tabyaları olarak isimlendirilmişlerdir. 55


Ş ehir

Mecidiye Tabyası İç Kısım

Evimizi yağmalamak isteyenler, sık sık Doğu kapımızı da yoklamaktadırlar. Batıdakiler İngiltere başkanlığında saldırırken Doğudaki kapımıza Ruslar yüklenmektedirler.

Tabyalar, “Taşına Toprağına Kurban Olduğum Erzurum” (Şehir ve Kültür, sayı. 14, ss. 36-39) başlıklı yazımda da ifade ettiğim gibi taşın bol olduğu bir şehir olan Erzurum’da yapıldığı için taş ve toprak malzeme kullanılarak inşa edilmiştir. Bütün taşıyıcı unsurlar, duvarlar taştan yapılırken, tonozlarda genel olarak tuğla kullanılmış, tabyalara cepheden düşman toplarının atılmasına maruz kalabilecek yerleri ve etrafını çevreleyen hilal şeklindeki bölümler toprakla doldurulmuştur. Hatta denilebilir ki hâkim tepelerde yer alan tabyalar, daha da muhkem hale gelsinler diye adeta toprağa gömülmüşlerdir. Şehrin yakınlarında yapılan Büyük ve Küçük Kiremitlik, Aziziye ve Mecidiye tabyalarıyla, Firdevsoğlu Kışlası ve şehir içindeki bazı istihkâmlarda kullanılan taş malzeme, İbrahim Hakkı Konyalı’nın tespitine göre, büyük toplar karşısında şehri savunmakta yetersiz kalan dış surların sökülmeleri ve yıkılmalarıyla oluşturulan taş ocaklarından elde edilmiştir.(İbrahim Hakkı Konyalı, Abideleri ve Kitabeleriyle Erzurum Tarihi, Ankara, 2010, s. 159-161.) Yani Erzurum kalesi bir taş ocağı vazifesi icra etmiştir. İç kale ise mühimmat ve teçhizat ambarı olarak değerlendirilmiştir. Şimdi diyorum ki bu işgal girişimleri olmasaydı, şehri savunabilmek için inşa edilmiş olan ve tarihe tanıklık eden şehrin dış surları bugün ayakta olacaktı. Ancak hiç olmazsa yıkıp viran etmemiş, birini yıkarken, aynı taşlarla başka bir tarih tanığına hayat kazandırmışlar. Bu da bir tesellidir.

sayı//15// ekim 56

Bu tabyalarda taş ile toprağın imtizacını görmemek mümkün değildir. Çanakkale Boğazı’nda sudan gelen saldırı nasıl taştan tabyalarla önlenmişse Erzurum’da da toprağın üzerinden gelen Rus saldırıları, önce yine taş tabyaları çevreleyen toprakla yumuşatılmakta, sonra da taşa çarpıp geri püskürtülmektedir. Taştan tabyaların etrafına yığılan toprak tabyalar, hilal şeklindedir. Nasıl ki ecdadımız, savaşlarda eski bir Türk savaş sanatı olarak önce merkezdeki birliklerin geri çekilip sağ ve sol cenahlardakilerin de yanlardan genişleyip hilal şekline gelerek düşmanı kuşatma yoluyla imha etmişlerse, tabyaların da etrafı hilal şeklinde toprakla kapatılarak uzaktan görülmeleri engellenmiştir. Düşmanın, tabyayı tespit etmesi durumunda yapacakları top atışlarının, bu toprak tabakayla püskürtülmesi, tabyaya yaklaştıklarında ise hilalin içine girdikleri için silah bombardımanıyla kolayca imhası planlanmıştır. Bu tabyalar amacına ulaşmış mı? sorusunu bir sonraki yazıya bırakarak benim tabyalarla ilk tanışmamdan söz etmek istiyorum. Erzurum ve çevresindeki kilitlere ilk ziyaretim, 1980 yılının Temmuz ayında Palandöken tabyalarına olmuştu. Amcazademin mozaik atölyesine işlenmemiş mozaik taşı getiren kamyonlardan biriyle taş getirdikleri Palandöken dağının zirvelerinde bulunan taş ocağına merak sonucu ben de gittim. Yazın en sıcak günlerinde gittiğim bu bölge yaklaşık 3000 metrelik bir rakıma sahipti ve ben henüz 18-19 yaşlarında


Mecidiye Tabyası Giriş

genç bir delikanlıydım. Şehrin sıcağından dolayı üzerimde sadece gömlek vardı ve oraya ulaşıp da kamyondan indiğimde diş dişe vurmaya başladım. Tir tir titrerken işçilerin ikram ettikleri bir bardak çayla az da olsa titremem durdu ve alışınca etrafı kolaçan ettim. Biraz ilerde taştan örülü daire biçiminde derin bir yapı gördüm. Kamyon şoförü buranın bir tabya olduğunu söyledi. Tabyanın içerisi buzlaşmış karla doluydu. Bir anda çocukluğumuzda Palandöken’den getirilip dondurma yapımında kullanılan buz kalıpları aklıma geldi. Dondurma dediysem, bugünkü dondurmalar akla gelmesin. Bakırdan derin konik kapların içerisine doldurulan buzların üzerine vişne suyu veya limon suyu dökülerek elde edilen renkli ve aromalı buzlardı bunlar. İçerisinde bir gram bile sütün bile bulunmadığı bu renkli buzları dondurma niyetine büyük bir keyifle yalardık. İşte o an anladım ki buradaki tabyalar, kışın yağan karın depolanıp yazın da paraya çevrildiği yerlerdi. O gün için gençliğin tecrübesizliğiyle bu tabyaların önemini kavrayamadım. Ama sonraları durumu kavrayarak tabyalar hakkında bilgiler edindim. Tabyalar, Cumhuriyet döneminde ordumuzun kullandığı askeri bölgelerin içinde kalmıştı. Buralar, içerisindeki odaların kullanılmaya devam ettiği stratejik bölgelerdi ve yakın zamana kadar da bu tabyalar, askeri bölge olduğu için ziyaretçilere açık değildi. Ama Palandöken tabyaları, daha 2. Dünya harbinin hemen akabinde askeriye tarafından terkedildiği için, buralar adeta birer buzhaneye döndürülmüştü. Diğer tabyalarımız ise

Aziziye Tabyası

bundan yaklaşık on beş sene kadar evvel askeri bölge olmaktan çıktı ve ziyaretçilerin gezmesi serbest hale geldi. Ondan önce gezebilmek için askeri yetkililerden yazılı izin belgesi almak gerekirdi ki doğal olarak bu da kolay bir iş değildi. Serbest hale geldikten sonra ise özellikle Aziziye zaferimize konu olan Aziziye tabyaları ve yakınındaki Mecidiye tabyası, sık sık ziyaret ettiğimiz tarihi mekanlar arasına girdi. Bir sonraki yazımızda, Aziziye zaferini ve diğer tabyalara yaptığım ziyaretleri anlatmaya çalışacağım. NOT: Önceki sayıda, Beş Şehir’den söz ettiğim ilk sayfada bir dalgınlık sonucu Ahmet Hamdi Tanpınar yerine sehven Mehmet Kaplan ismi yazılmıştır. Dikkatli okuyucularımızın fark ettiği bu hatadan dolayı üzgün olduğumu belirtir, dergi elinde bulunanların bu hatayı bağışlamalarını dilerim.

57


Ş ehir

eriç’in sırdaşı, Tuna’nın yoldaşı, İstanbul’un arkadaşı Filibe. Güzeller güzeli Filibe, yeşiller yeşili Filibe, hikmetler hikmeti Filibe.

FİLİBE; AKINCI’SININ YOLUNU

GÖZLEYEN ŞEHİR Filibe Yahya Kemâl’ın akıncısının yolunu gözler bir süredir. Akıncısı da Filibe’nin hayaliyle yaşamaktadır. Sakarya’nın Meriç’i, Fırat’ın Tuna’yı gözlediği gibi. Fahri TUNA

Osmanlı küçük hesapların ve alınganlıkların devleti olmadığından büyük kalmış asırlarca; İkonya’ya Konya demiş, Stampoli’ye İstanbul; Kayzer’in şehrine Kayseri demiş Smirna’ya İzmir. Skopya’yı Üsküp yapmış İznikmid’i İzmit. Olanı değiştirmemiş, sadece kendi telaffuzuna döndürüp geçmiş. Büyük İskender’in babası II. Filip’in şehrine de Filibe demiş çıkmış. 1364’te Lala Şahin Paşa katmış Devlet-i Aliye-i Osmaniye’ye. Çünkü bilinirmiş ki Filibe’yi alan Üsküp’ü de, Niş’i de Tuna’yı da ancak elinde tutabilir. Bulgaristan’ın bu en güzel, en stratejik, en tarihî şehri, önem ve ağırlığını Osmanlı’da da sürdürmüş; bir yandan ticaret yolları üzerinde olduğundan tüccarlar şehri olmuş, diğer yandan âlim ve fâzıllar şehri olmuş güzelim Filibe. Bağlık bahçelik bir ovanın ortasında, dokuz tepeye kurmuş Osmanlı, üç tepeli şehri: - tepelerin adları da ne kadar bizdendir ya Rab - Canlı Tepe, Boz Tepe, Cambaz Tepesi, Saray Tepesi, Nöbet Tepesi, Saat Tepesi, Pınarcık Tepesi, Gözcü Tepesi, Valeli Tepesi. II. Beyazıt dönemi (1.489) Filibe’si, yirmi altısı Müslüman, dördü Hıristiyan, biri de Roman olmak üzere; otuz bir mahalleden oluşmaktaymış. Evliya Çelebi Türkçesiyle Filibe tüccar oğlu tüccarlar şehriymiş.

Filibe / Bulgaristan

Hanlar, hamamlar, bedestenler, çarşılar, çeşmelerle donatmış şehri Osmanlı; imaretler yaptırtmış, gelip geçenin -hiçbir soru sorulmadan- üç gün özgürce yiyip içip konakladığı… Mektep medreseler kurmuş dört bir yana, tekkeler kervansaraylarla süslemiş dört bir yanı bugün büyük oranda binaları ayakta olan bizim kurumlarımızdan söz edelim kısaca: Dede Mektebi (1487), Karagöz Paşa Medresesi, Sehabettin Paşa Medresesi, Çelebi Ömer Paşa Medresesi, Hacı İsmail Ağa Medresesi… ve daha onlarcası; Evliya Çelebi, döneminin Filibe’sinde yetmiş bir mektebin varlığından söz etmektedir. Evliya Çelebi altı han, Koca Mustafa, Şehabeddin Paşa, Ulu Camii ve birçok imaretten, başta

sayı//15// ekim 58


Hünkâr ve Tahtakale Hamamı olmak üzere birçok hamamdan söz eder. Filibe uzun asırlar sivil mimari özellikleriyle tipik bir Bursa iken bugün büyük oranda Türklüğünü yitirmesine rağmen Balaban, Bayatova ve Bakalov evleri, cumbalarıyla hâlâ Türk, hâlâ Osmanlı, hâlâ Müslüman’dır. Halkın Cumanın atası anlamında Cumayata adıyla isimlendirdiği Ulu Camii/Muradiye Camii, şehre I. Murat Hüdavendigâr’ın hediyesidir. II. Murat tarafından 1440’larda yenilenmiş, bugünkü hâlini almıştır. Ters T camilerin en tipik, en başarılı, en muhteşem örneklerindendir ve hâlâ tüm görkemiyle ayaktadır çok şükür; Evliya Çelebi’nin söz ettiği elli bir camiden de İmaret Camii’yle birlikte Komünist Bulgaristan (1944-91) tahribatı sonrasında ayakta kalabilen iki camiden de biridir. Kale ve çevresi hâlâ biz kokar, bacalardan biz tüter, cumbalardan bizim bakışlar bakar, tarihi sokaklarda bizim izlerimiz vardır. Tarihî Osmanlı Mahallesindeki zarif Mevlevihane, o naif üslubuyla selâmlar, semâlar, hûlar göndermektedir her gün hisseden gönüllere. Abdülmecit’in yaptırttığı dönemin en modern medresesinin kırık camlı pencereleri, el sallamaktadırlar hasretle Edirne’ye, İstanbul’a, Ankara’ya. Erzurum’a, Mardin’e, Maraş’a. Bağdat’a, Kahire’ye, Medine’ye. Gümülcine’ye, Üsküp’e, Prizren’e. Cumayata’dan okunan salâlar bir süredir yanık bir türküdür, Anadolu’ya, Rumeli’ye, Arap Yarımadası’na, Afrika’ya hüznü duyulsun diye okunan. Türküdür; ağıttır, hoyrattır, destandır. Filibe bizi özler, biz de Filibe’yi.

Osmanlı Mahallesinden Bir Sokak Filibe/ Bulgaristan Abdülaziz Medresesi Filibe/ Bulgaristan

Abdülaziz Medresesi Kitabe - Filibe/ Bulgaristan

59


Ş ehir

ANADOLUCULUK

ORTAK VATAN - TÜRKİYE Anadoluculuk akımının ortaya çıkış biçimi için; o dönemdeki mevcut siyasi sisteme ve düşünce akımlarına muhalif bir bakışın tezahürü olduğu söylenebilir. Çünkü bu düşünce sistemi, Tanzimat’tan sonra yayılan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Turancılık gibi siyasi akımlara karşı, bazı aydınların eleştirileri sonucunda ortaya çıkmış bir anti sentezdir. Yaşar DİNÇKAL*

*TBMM Danışmanı

sayı//15// ekim 60

nadoluculuk akımının tarihçesi ; Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında yaşadığı buhranlı durumdan kurtulması için, dönemin aydınları tarafından yeni bir siyaset ve kimlik tanımlaması yapılarak, “toprak milliyetçiliği” temeli üzerine inşa edilen bir düşünce akımıdır. Bu düşünce akımının temel dayanağı, “ortak bir vatan ve kültüre” sahip olunmasıyla millet olunabileceğini, bu unsurlar sağlanamazsa, milletten söz edilemeyeceğini ve “Türk “ kelimesinin, bir millet ismi değil, “ırkı” tanımladığı görüşüdür. Anadolucular bu temel görüşleriyle, sosyolojik bir bakış açısıyla Turancılığı savunan Ziya Gökalp’in fikirleriyle çelişmektedirler. Anadoluculuk akımının ortaya çıkış biçimi için; o dönemdeki mevcut siyasi sisteme ve düşünce akımlarına muhalif bir bakışın tezahürü olduğu söylenebilir. Çünkü bu düşünce sistemi, Tanzimat’tan sonra yayılan Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık ve Turancılık gibi siyasi akımlara karşı, bazı aydınların eleştirileri sonucunda ortaya çıkmış bir anti sentezdir. Bu düşünce ilk defa 1911 yılında Vazife Dergisi’nde Nüzhet Sabit’in yayınladığı makalelerinde görülmektedir . Bu makalelerin ana düşüncesi şöyle ifade edilebilir; “Anadolu, Osmanlıcı aydınların savunduğu gibi kozmopolit değil, Türk olarak görülmelidir. Türk milliyetçiliği Anadolu toprağını vatan olarak kabul ederse, yükselişe geçebilir.” Osmanlı İmparatorluğu’nun Trablusgarp ve Balkan savaşlarından sonra batı Trakya ve Afrika’daki stratejik topraklarını kaybetmesiyle, Anadoluculuk düşüncesini filizlendiren aydınların sayılarında da bir artışın olduğu görülmektedir. İslamcı düşünceleri savunan Sırat-ı Müstakim Mecmuası’ndan ayrılan Musa Kazım, Mehmet Şemseddin (Günaltay) ve Halim Sabit 1913’te yayın hayatına başlayan İslam Mecmuası’nda “Anadolucu” yazılarıyla, Türkçü olan Türk Yurdu ve İslamcı olan Sırat-ı Müstakim dergilerinin sentezi niteliğinde İslamcı-Türkçü karışımı bir yayın politikası benimsenmiştir . Birinci Dünya Savaşı döneminde, İzmir Türk Ocağı Başkanı Necip Türkçü’nün 1915 yılında İzmir’de verdiği konferansta Turancılık akımını eleştirerek, “gerçek vatanın coğrafi sınırları olan vatan olduğu yönünde görüş sunmasıyla,” düşünsel olarak Anadolucu söylemlere katıldığı görülmektedir . Bu söylemler aslında “Turancı” düşüncenin kalesi niteliğinde olan bir dernekte söylenmesi, Turancılık düşüncesinin yavaş yavaş Anadolu Türkçülüğüne doğru dönüştüğünün ya da bölündüğünün habercisi olarak algılanabilir. Ona göre, 1917 yılında dönemin en önemli


düşünce organı olan Türk Ocağı içinde “Büyük Türkçülüğe” karşı “Küçük Türkçülük” veya “Türkiyecilik” şeklinde bu siyasi düşüncenin temeli atılmıştır . Halide Edip Adıvar’ın da Birinci Dünya Savaşı sonrasında Vatan gazetesinde Anadolu milliyetçiliğinin önemine vurgu yapan yazılar kaleme alması, Hilmi Ziya Ülken ve arkadaşlarının görüşlerinin çok geniş bir yelpazeye doğru yayıldığının habercisiydi. Bu düşünce ilk zamanlarında Anadolu’da Türk Milliyetçiliği felsefesi üzerine bina edilmeye çalışılırken, 1918-1919 yılları arasında Hilmi Ziya Ülken, Reşit Kayı ile beraber on iki sayı çıkardığı “Anadolu Mecmuası’nda” Anadolu’nun adetleri ve kültürü destanları gibi alanlarda yazılar neşretmiş ve Anadolu merkezli Türk kültürü oluşturularak, bu kültürün yayılması amaçlanmıştır. Hilmi Ziya Ülken bu akıma, İslam tarihi üzerinden sentezlerle kültürel bir yapı oluşturma gayreti içinde iken, bu akımın diğer bir aktörü olan Mükrimin Halil Yınanç’ta Anadolu tarihi üzerinden sentezler yaparak bu akımda yarı siyasi bir yapının oluşmasına öncülük etmiştir. Yani hareket, kültürcüler ve ideolojiciler olarak iki farklı zemin üzerine oturma sürecine başlamıştır . Osmanlı’nın Birinci Dünya savaşında mağlup olup, galip devletlerin kendi aralarında Sevr antlaşmasıyla ülkeyi parçalamak istemeleri, Anadolu merkezli bir direnişi başlatmıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu merkezli, halkın desteği ile bir mücadeleye girişmişler, Anadolu’nun ve Anadolu halkının yanında olan aydınlar ortaya attıkları “Anadolu Türk Milletinin gerçek vatanıdır.” gibi tezleriyle bu direnişe büyük bir desteğin oluşumunu sağlamışlardır. Anadolu’ya dair yazılar yayınlanmış, Anadolu’nun kurtuluşu için söylemler geliştirilmiştir. Böylece

Anadoluculuk ideolojisi, Milli Mücadele yıllarında somut bir felsefe haline gelmiştir . Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Anadoluculuk ideolojisi, iki önemli yayın organıyla bu dönemin düşünce hayatının şekillenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Bu yayın organları Dergah ve Anadolu Mecmualarıdır. Bu dergiler farklı yıllarda yayınlanış olsalar bile, yayımlandıkları dönem itibariyle içinde bulunulan siyasi ortamın izlerini taşımaktadırlar. Osmanlı’nın dağılmasıyla, Misak-i Milli sınırları içinde kalan toprak ile millet bütünleştirilerek vatan kavramı kutsileştirilmiştir. Bu dergi çatısında yaklaşık seksen yazar Anadolu’nun kurtuluşu sürecinde yazdıklarıyla adeta tek yürek olmuşlardır. Yahya Kemal, Ahmet Hasim, Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Halide Edip, Ruşen Eşref, Abdülhak Şinasi, Mustafa Nihat, Ahmet Hamdi, Ahmet Kutsi, Ali Mümtaz, Necmettin Halil, Kemalettin Kami, Sükufe Nihal gibi aydınlardan oluşan derginin yazar kadrosu, İstanbul ile Ankara merkezli Anadolu harekatı arasında maddi ve manevi bir bağ kurma amacını benimsemiş, bağımsızlık mücadelesi döneminde cihad anlayışı ile ruhçu, mistik bir yaklaşımla da Anadolu Türkçülüğü temalarını işlemişlerdir. Milli Mücadele sonrasında, Dergahçıların temel amacı olan “milli devlet” kurulmuş olmasına rağmen, Anadolucu dönüşüm yerine Batıcı bir dönüşüm gerçekleştirilmesine başlanması, Anadolucuların söylemlerinde de değişim oluşmasına sebep olmuştur. Milli Mücadele günlerinde vatanın bağımsızlığı için siyasi bir duruşu olan Anadolucular, kültürcü bir politika ile, söylemlerini muhafazakar bir çizgide devam ettirmeye başlamışlardır. 61


Ş ehir

ideolojinin belli yönlerine ve CHP iktidarlarının politikalarına muhalif milliyetçi bir duruş sergilemişlerdir.

Dergah dergisi sonrasında, 1 Nisan 1924 tarihinde Mehmet Halit Bayrı’nın “Anadolu” dergisini yayınlamaya başlar. ABD Başkanı Monroe’nin “Amerika Amerikalılarındır” sloganından etkilenen Anadolucular, bu dergi çatısında bir araya gelmişlerdir. Yaklaşık on sayı çıkan derginin yayın politikasının “Anadolu ırkçılığı” olduğu söylenebilir. Bu maksatla, tarih ve milliyet konularında bilinçlendirmeye yönelik yazıların yanında, Anadolu folkloruna ve edebiyatına dair konular kaleme alınmıştır. Anadolucu düşüncenin ilk resmi temsilcisi olarak sayılabilecek olan bu dergi, Anadoluculuk ilmi ve mesleği oluşturulması maksadıyla, başlangıçta Anadolu’nun sosyal ve kültürel açıdan tanıtımının yapılmasını amaç edinmiştir. İlerleyen süreçte siyasi içerikli bir yayın politikasına dönüşen dergi de; Hilmi Ziya Ülken, Mehmed Halid Bayrı, Mükrimin Halil Yinanç, Haydar Necip, Ziyaeddin Fahri Fındıkoglu, Ahmed Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek gibi isimlerin yazıları yayınlanmıştır . Anadolu Mecmuası’nın 1925 yılında kapanmasıyla bu yazarlar, Hüseyin Avni Ulaş önderliğinde “Anadolucular Cemiyeti”ni kurmuşlar olsa bile, Takrir-i Sükun yasası nedeniyle bu cemiyet dağılmıştır. Bu ilk kuşak Anadolucular, dergilerinin ömrünün kısa sürmesinden dolayı, yayıncılık faaliyetlerini bırakıp kendi akademik alanlarına dönmüşlerdir. Daha sonraki yıllarda, Remzi Oğuz Arık ve Hıfzı Oğuz Bekata tarafından çıkartılan Çığır ve Millet dergileri etrafında Anadolucular bir araya gelirken, Türkçü gruplarla ortak hareket edilerek, resmî sayı//15// ekim 62

Bunlardan en önemlisi belki de, birinci kuşak Anadolucuların varisi sayılacak düşünür Nurettin Topçudur. Topçu 1939’da yayınlamaya başladığı Hareket dergisi aracılığıyla, Anadoluculuğu İslamcı ve mistik bir görüşle birleştirmeye çalışmıştır. Nurettin Topçu’nun yanında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Cevat Dursunoğlu, Ahmet Kutsi Tecer gibi Anadolucu eğitimcilerde faaliyetlerini sürdürürler. Bu eğitimcilerde, halk edebiyatı ve folklor ağırlıklı bir Anadoluculuk görüşü ve uygulaması görülür. Bu görüşü CHP yönetimi ve Halkevleri de desteklemişler, Aşık Veysel gibi halk ozanları tanıtılmaya başlanmış, radyoda “Yurttan sesler” programları yayınlanmaya başlanmıştır . Tek parti iktidarı ve sonrasındaki siyasi gelişmeler, Anadoluculuk hareketini de etkilemiştir. Bu dönemde Anadoluculuk düşüncesinden farklı yorumların ortaya çıktığı söylenebilir. Nurettin Topçu 1939 yılında çıkarmaya başladığı Hareket dergisiyle Muhafazakar Anadoluculuk’un temsilcisi olmuş, Cevat Şakir Kabaaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlarda Laik Hümanist Anadoluculuğun, öncülüğünü yapmışlardır. Çok Partili Siyasi hayata geçilmesiyle muhafazakar Anadolucular, görüşlerini daha çok bilimsel ya da sanatsal alanlarda yaymaya başlarlar. Ayrıca bu dönemde bu akım içindeki bazı aydınlar siyasete girerler. Mesela, Remzi Oğuz Arık, tüzüğünde Anadoluculuk ilkelerine geniş ölçüde yer verilen Türkiye Köylü Partisi’ni 1952’de kurmuştur . Türkiye’de muhafazakarların siyasette söz sahibi olmaya başladığı dönemde Nurettin Topçu, 1966 yılında Hareket dergisini dördüncü kez yayımlamaya başlamıştır. Bu dergi, bu yayın döneminde de, İslamcı ve mistik görüşlerini savunmayı sürdürmüş olmasına rağmen, özellikle bazı söylemleri muhafazakar aydınlardan çok tepki almıştır. “Anadolu Sosyalizmi” tezi bu söylemlerin en çok tepki çekeni olmuştur. Laik ve Hümanist Anadolucular ise, yukarıda da değindiğimiz gibi, 1950’lı yıllardan sonra, Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu gibi aydınlar, alışılmışın dışında bir felsefeyi benimsemişlerdir. Onlara göre Türk kültürü, tarih boyunca Anadolu’ da yaşamış halkların, ulusların kültürlerinin sentezinden oluşmaktaydı. Batı medeniyetinin temeli sayılan Yunan uygarlığı, aslında Anadolu’da doğmuş gelişmişti. Türk kültürünün nitelik ve niceliğini belirlemek için, ilkçağ Anadolu uygarlıklarına akılcı, maddeci, pozitif bilime dayalı bir açıdan, hümanist bir


tutumla yaklaşılmalı. Anadolu’daki Hitit, Asur, Urartu, Frig, Truva gibi bütün uygarlıklar Anadolu kültürünün temeli sayılmalıdır. Nurettin Topçu ve Anadoluculuk Anadoluculuk akımın tarihçesini özetlerken değindiğimiz gibi, Nurettin Topçu 1939 yılında Hareket dergisini yayımlamaya başlamasıyla, felsefesini de dönemin katı düşünce şartlarında ortaya koymaya çalışmıştır. Nurettin Topçu’nun çocukluğundan beri tanıdığı Hüseyin Avni Ulaş ve Fransa’da tanıştığı Remzi Oğuz Arık’ın tesiriyle benimsediği Anadoluculuğa, ruhi ve toplumsal bir yapı kazandırmaya çalıştığı söylenebilir. Hareket dergisinin ilk dönemi olarak adlandırılan bu yıllarda, Topçu yazılarında, ruhçu ve mistik düşünüşün felsefî temellerini araştırmış, batı teknolojisinin insanı maneviyattan uzaklaştırdığını, insanın kurtuluşunun ancak özbenliğine dönmesiyle sağlanabileceği görüşünü öne sürmüştür. Batı kaynaklı yayılan materyalizm, pozitivizm, sosyolojizm, pragmatizm gibi akımların insanı benliğinden uzaklaştırdığını maneviyatçı bir akılcılığın, toplumlara benliğini kaybettirmeyeceğini yazılarında işlemiştir. Topçu bu dönemdeki Hareket dergisi yayımlarında ahlak ve irade felsefesini ortaya koyamaya çalışmıştır. Hareket dergisinin 1947-1949 yıllarında yayımlandığı ikinci döneminde ise, siyasi koşulların biraz daha serbestleşmesiyle Topçu yazılarında, İslami referanslarını kavuşturma eğilimini göstermiştir. Milliyetçiliğin İslam ile bütünleştiğini hiçbir şekilde birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini yazılarında ve söylemlerinde işlemiştir. Hareket dergisinin1952-1953 yıları arasındaki üçüncü döneminde de Nurettin Topçu, Başta ABD olmak üzere, batıya doğru kayan toplum yapısına yazılarıyla muhalif bir duruş sergileyerek iki kutuplu dünyada, Türkiye’de İslami bir nizamın önemine vurgu yaparak “yeni nizam”ın ana hatlarını çizmeye çalışmıştır. Hareket dergisinin 1966-1975 dördüncü dönemlerinde ise, önceki dönemlerde ileri sürdüğü düşüncelerini, daha kuvvetli olarak yayımlamıştır. Onun bu tezine göre, “İslami, ruh ve adalete sahip Anadolu insanının büyün hayat kuvvetlerini, ferdi menfaatlerle ihtirasların dışına çıkarılıp bir ilahi bölgede, tam iktidar ve sağlam iradenin disiplini altında, millet selameti yolunda toplulukları seferber etmek gerekir. Komünizmi bertaraf edecek ve siyonizmi toprağa gömecek tek kuvvet budur; öbür adı milliyetçiliktir.” İslam’ı ve Anadolu milliyetçiliğini kaynak alan Anadolu Sosyalizmi, “zenginlerin malında fakirlerin hakkı

vardır.” ve “ey mü’minler, ancak nafakanız size helaldir” örneklerinden hareketle, İslami düzende, her mahallede bir milyoner yaratmaya çalışan zenginler cemiyeti olmadığını savunur. Bu dayanaklarla Topçu, toplumun adil bir iktisadi sisteme kavuşmasını amaçlamaktadır. Bu tez kamuoyuna yansıdıktan sonra, Topçu, sosyalizm kavramını kullandığından, İslamcılardan ve Türkçü aydınlardan çok büyük tepkilere mağruz kalmıştır. Kurucusu olduğu Aydınlar ocağından bu tezi yüzünden ayrılmak zorunda kalmış, İslamcıların önde gelen düşünürlerinden Necip Fazıl Kısakürek’in çok büyük tepkisiyle karşılaşmıştır. Oysa onun sosyalizm anlayışı, Anadolu milliyetçiliğine dayalı İslami bir anlayıştı. Tenkit edenlerin dile getirdiği gibi, komünizmle hiç bir alakası olmadığını kendi sözlerinde görülüyor . Nurettin Topçu’nun savunduğu İslam Sosyalizminin ruhçu, devletçi, otoriter, muhafazakar yapısıyla bir nevi faşizm denebilir. Faşist devlet milletin unsurlarını birleştirici ve toplum üzerindeki tek otorite sahibi olduğundan Topçu’nun sosyalizm anlayışıyla örtüşüldüğü kanaati oluşabilir. Oysa Topçu’nun devletçi, otoriter sosyalizm anlayışı ile Alman faşizmi aynı şeyler değildir. Alman faşizminde esas unsur ırktır. Topçu’da ise, dini değerlerdir. Geleneklere bağlı ve muhafazakar değerlere hakim olan bu Anadolu sosyalizmi, inkılapçılık yerine tekamülcülüğü kabul etmesi, toprağa bağlı gelenekçi bir ekonomik sistemi esas alınmasını savunmasından dolayı batıcı faşizmden ayrı bir anlayıştır . “ Topçu’ya göre Anadolu sosyalizmi şu beş ilkeye dayanmalıdır. 1. Mülkiyet hakkı başıboş bırakılamaz. 2. Devlet herkese iş vermek ve iş oluşturmakla görevlidir. 3. Dış Ticaret devletleştirilmelidir. 4. Devlet iktisadi istismarı, siyasi ve dini istimrarla birlikte ortadan kaldırmalıdır. 5. Bankalar ve sigortalar devletleştirilmelidir. Görüldüğü gibi, Nurettin Topçu’nun savunduğu sosyalizm, kini kinle yok etmeye çalışan, milletin hayat kaynağını ve fertlerin iradesini yok sayan Marksist anlamında bir sosyalizm özelliği taşımamaktadır. O, Toplumun İslami değerlerine uygun iktisadi nizamını ‘sosyalizm’ kavramı ile ifade etmeye çalışmıştır.Sosyalizmi hak ve adalet davası olarak gören Topçu, zenginleri ve Yahudileri fakir – fukaranın hakkını yiyen sosyalizm düşmanı olarak değerlendirir. Sosyalist sistem, gelir adaletine ve mülkiyetçiliğe dayandığı için, bu sınıfın ayrıcalığını ortadan kaldırmayı öngörmektedir. Bundan dolayı sosyalist sistemin uygulanması çok zordur. 63


Ş ehir

ehrin Müslüman ve Türk olduğunun en büyük alametlerinden biri, camilerinde, çeşmelerinde, sebillerinde, medreselerinde, mekteplerinde ve hassaten mezar taşlarında, çağının büyük hattatları tarafından yazılan harikulade Hüsn –ü Hattlarıdır.

ŞEHİR “HATTLARI”

İstanbul’daki tarihi eserlerin kitabeleri, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, kraldan fazla kralcı olan bazı yöneticiler tarafından tahrib edilmiş. Kâmi Mehmet EFENDİ

İstanbul, fethedildiği 1453 yılından itiberin, büyük Hakan Fatih Sultan Mehmed Han’ın fermanıyla, İslam ve Türk mimarisinin en güzel eserleriyle süslenmeye başladı. Selçuklu asırlarında mimarinin bir unsuru gibi bilhassa büyük eserlerin taç kapılarının etrafını baştan başa oyma şeklinde süsleyen Türk- İslam sanatlarının zirvesi Hüsn ü Hatt, Osmanlı asırlarında müstakil bir şah sanat haline geldi. Şeyh Hamdullah’ın, İstanbul’a gelip Aklam-ı Sitte adı verilen altı tür yazıyı yeniden tanzim etmesiyle Hat sanatı, sadece kitaplarda değil, kitabelerde de şehrin önemli süslerinden biri haline gelmeye başladı. Bilhassa Sülüs ve Celi Sülüs yazı üslubunun her geçen yıl daha fazla estetize edilmesiyle Hat sanatının şaheserleri mimaride farklı bir süsleme unsuru olmaya başladı. Camilerin taç kapılarından iç kapılarına ve kuşak yazılarından kubbe yazılarına kadar, her yerde öne çıkan Hüsn ü Hatt sanatımız, 18 ve 19. Asırda güzelliğin şahikasına ulaştı. Hattat Mustafa Rakım’ın (1757, Ünye – 1825, İstanbul) son şeklini verdiği Tuğra üslubu, bütün mimaride en fazla dikkati çeken muhteşem bir sanat oldu. Yaşayan en büyük hattatlarımızdan Hasan Çelebi, Cumhuriyet ve Harf İnkılabı öncesinde sadece Cağaloğlu’nda 3507den fazla hattatın dükkanının bulunduğunu ve bu insanların sadece yazarak hayatlarını kazandığını söylemişti. Harf İnkılabı ile birlikte bütün bu hattatların dükkanlarını kapatmaya mecbur kaldıklarını ve hayatları boyunca maişet sıkıntısı çektiklerini anlatan Hasan Çelebi, Hat sanatının Cumhuriyet yılında çok büyük kayıplara uğradığını belirtmişti. İstanbul’daki tarihi eserlerin kitabeleri, özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında, kraldan fazla kralcı olan bazı yöneticiler tarafından tahrib edilmiş. Mesela, halen Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kullanılan, Cevri Kalfa Mektebi’nin duvar çeşmesinin tuğrası ve kitabesinin bir kısmı özellikle kazınmış. İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan meşhur Bab-ı Seraskeri’nin alnındaki Sultan Abdülaziz’in tuğrası çok uzun yıllar üzeri kapalı kaldı. Üzüldüğümüz bir konu var ki, Süleymaniye Camii’nin iç avlu kapılarının Haliç ve Beyazıt tarafındakilerin üstünde iki kitabe son yıllarda

sayı//15// ekim 64


kayboldu ve hala nerede oldukları bilinmiyor. İstanbul’da sayısız çeşmenin aynaları ve tuğraları söküldü. İstanbul, içinde yaşayanlara her an Allah’ı hatırlatan ayetler, hadisler ve kelam-ı kibarlarla süslü bir şehirdi. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde, zamanın hattatlarının eşsiz üsluplarıyla yazılmış, Kelime-i Tevhidler, Kelime-i Şahadetler, namazın, orucun farz olduğunu hatırlatan ayetler, Hadis-i Şerifler, Lafza-i Celal’ler, Lafza-i Nebi’ler, şiirler, güzel sözler vardır. Bu güzelliklerin mühim bir kısmı özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında yok edilse de halen mevcut olanlar dahi, görenlerin gönüllerine ve gözlerine ilahi neşveler vermeye devam ediyor. Bugün Latin harfleriyle yazılmış, estetik ve sanattan uzak, kuru ve gözlere sadece rahatsızlık veren sayısız tabelanın gerisinde saklanmış, asırlara meydan okuyan, taşlara büyük bir incelik, zarafet ve sanatla yazılan güzelim levhalar, ehlinin sevgisini ve alakasını bekliyor. Ne hazin ki pek çoğumuz, ecdadımızın ruhunun akisleri olan bu güzel ve sanat eseri yazıları okumaktan mahrumuz. Harf İnkılabını yapanların hedefi de bu değil miydi? Milleti köklerinden koparmayı hedefleyenler, ne yazık ki büyük ölçüde hedeflerine ulaştılar. Yeri gelmişken bir hatıramızı nakletmek istiyoruz… 1980’lı yılların sonuna doğru İstanbul Üniversitesi talebesi olarak sık sık Kapalı Çarşı’dan geçerdik. Kapalı Çarşı’nın Nur-ı Osmaniye Kapısının üstünde Sultan II. Abdülhamid Han zamanında yapılmış bir Osmanlı Arması, altında da Ta’lik Hatt ile yazılmış nefis bir kitabe vardır. Fakir, lise yıllarında aldığımız eğitim ile az çok eskimez yazıları okumaya çalışıyoruz. O harikulade kitabeyi görünce durup okumaya çalıştık. Biz binbir zahmetle yazıyı sökmeye çalışırken, yanımızda yaşlı bir adam durdu. Başında fötr şapkasıyla, yüzümüze şaşkın şaşkın

bakıyordu. Bir iki dakika böyle geçtikten sonra dayanamayıp sordu. -Okumayı biliyor musun sen bunları? - Az çok okumaya çalışıyoruz efendim, dedim. Adam hayret ettiğimiz bir cevap verdi. - Bu yazıyı öğrenmek de okumak da yasaktır. Sen nereden öğrendin de okuyorsun? Biraz sonra beraber çarşı içinde yürümeye başladık ve yaşlı adam kendisinin emekli bir asker olduğunu söyledi. Türkiye’mizde ne yazık ki bu tür insanlarımızın sayısı çok fazladır ve hala aynı zihniyet bütün vanlılığını muhafaza ediyor. İstanbul’da yaşayanların kahir ekseriyeti bugün ne yazık ki, şehrin ne mimarisinden, ne estetiğinden ne de tarihinden haberdardır. Bu güzel şehrin en eski üniversitesinde hocalık yapan, profesör unvanına sahip pek çok insan, hergün altından geçtiği Bab-ı Seraskeri’nin kitabesinin okumaktan da acizdir. Yaşadığı şehirden bîhaber milyonlar yaşar bu şehirde. Mesela Vakıf Hat Sanatları Müzesi olarak hizmet veren ve halen restorasyonda olan Sultan II. Beyazıt Han’ın eseri medrese, o koca Beyazıt Meydanı’nın bir köşesindedir ve kimsenin dikkatini çekmez. Halbuki meydandan günde herhalde en az yüzbin kişi geçer. Sadece Aksaray’dan Ordu Caddesi, Yeniçeriler Caddesi ve Divanyolu’nu takiben Eminönü’ne giderken yüzlerce kitabe bizi karşılar da biz bunca güzelliğin farkında bile olmadan geçip gideriz… Eee ne demişler efendim… Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler Varak-ı mihr ü vefayı kim okur kim dinler. "Bülbül, içindekileri güle duyurabilmek için çırpınarak şakıyor!.. Ama boşuna! Çünkü şimdiki zamanda artık dostluk ve vefa sayfasını okuyan da yok, dinleyen de!.." 65


Ş ehir

YOLCULARI TARAFINDAN

ARANAN ŞEHİRLER

Bugün elimizde kalan coğrafyadaki şehirlerin geçmişine göz attığımızda; belli dönemleri bir kenara bırakırsak, hâlâ şehir olma vasfını koruyan, geçirdiği savaşlara, depremlere ve acılara karşın, belli bir seviyede de olsa, kimliğini ayakta tutan kültürel kodlara sahip olmasını bilen şehirler vardır İsmail BiNGÖL

Ayasofya - İstanbul

okusu gitmediğimiz şehirlerin önceden bir baş dönmesiyle kabarıyor hafızamıza sonra ayrılıklar düşüne dalıyoruz: bize ait olan ne kadar uzakta!”

İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı

İnsanoğlu yerleşik kültür kavramını keşfetmeden ya da bu kavramın anlatmak istediği detayın farkına varmadan önce, saf ve gösterişsiz bir halde tabiatın koynunda yaşıyordu. Fakat bir yandan da; korunmasız olduğu veya tam korunamadığı için, vahşi tabiatın ona verdiği zararlardan kurtulmak, kendini sağlama almak istiyordu. Eşyaya ve olaylara bakışı geliştikçe, hayatın yansıttıkları konusundaki düşünceleri derinleştikçe; bilgisi ve kültürü de arttı, evler yapmaya başladı. İlk yaptığı evler, onu çevre şartlarından koruyabilecek vasatta idiler. Bunların bir araya gelmesiyle zaman içerisinde şehirler oluştu. Böylece insan, giderek şehirleşti ve şehirler de medeniyetin beşiği haline geldi. “ŞEHİRLER DÜŞÜNCENİN YURDUDUR” Çünkü mekân üzerine, mekânın önemi ve mekânın kutsallığı üzerine düşünmeye, mekân konusunu irdelemeye başlamıştı insanoğlu... Böylelikle; başta korunma aracı olarak gördüğü şehri, yani içinde yaşadığı mekânı düzenli hale getirmeye, süslemeye, bezemeye, güzelleştirmeye başladı. Estetik bir çehre kazandırmaya çalıştı eserlerine... Yaşadığı yere anlam kazandırmak ve yaşadığı yeri “şehir” kılmak için... Bu arada; ilmin, sanatın ve kültürün de mekânı haline geliyor ve Sokrat’ın da dediği gibi; “felsefe”nin, yani düşünmenin ve düşüncenin yurdu olmaya başlıyordu şehirler... Tarihî boyutu ve günümüzdeki durumu göz önüne getirildiğinde, giderek anlamı etrafında bir tarif oluşmaya başlayan bu yerleşim yerleri için deniyordu ki: “Şehir, insanın hayatını düzenlemek üzere meydana getirdiği en önemli, en büyük fizikî ürün ve insan hayatını yönelten, çerçeveleyen yapıdır. (...)Şehir; toplumsal hayata, insanlar arasındaki ilişkilere biçim veren, sosyal mesafelerin en aza indiği, bu ilişkilerin en büyük yoğunluk kazandığı yerdir. (...) Şehir; ahlakın, sanatın, felsefe ve dini düşüncenin geliştirdiği ortam olarak, insanın bu dünyadaki vazifesini, en üst düzeyde varlığının anlamını tamamladığı ortamdır. Bu idrak, şehir biçiminin oluşmasını da sağlar ve insanın en üst gelişme düzeyine ulaşmasının temelidir.” FOTOKOPİ ŞEHİRLER Kimi şehirler, yukarıda söylendiği gibi kendilerine yüklenen önemlerini tarih boyunca ara sıra kaybetseler bile; çoğu zaman önemli olmasını ve bu önemlerini her zaman korumasını bilmişler;

sayı//15// ekim 66


Mardin

kimileriyse, harabe halini aldıktan sonra zamanla toprağa gömülmüşlerdir. Bugün elimizde kalan coğrafyadaki şehirlerin geçmişine göz attığımızda; belli dönemleri bir kenara bırakırsak, hâlâ şehir olma vasfını koruyan, geçirdiği savaşlara, depremlere ve acılara karşın, belli bir seviyede de olsa, kimliğini ayakta tutan kültürel kodlara sahip olmasını bilen şehirler vardır. Bu direnci gösteremeyen şehirler ise, “fotokopi şehirler” olmaktan ileri geçemediler. Hâlbuki şehirler”...eğer kimliklerini kaybetmeden yaşamak istiyorlarsa; mimarisi, peyzajı, musiki ve raksı ile estetik heyecanları yeniden yakalamak zorundadırlar “. Düzenden, estetikten, temizlikten yoksun bir hale dönüşen, sanayisi olmadığı için para kazanma umudunu öğrencilerle memurlara bağlayan, ekonomik anlamda gereken atılımı yapamadığı için, “üslûbunu” ve “rengini” giderek yitiren ve hayatı kendi başına yaşayan şehirlerin kültürel kimliği ellerinin arasından kayıp gitmektedir. Ve bu gün, bu saydığımız sebeplerden ötürü, birçok şehrin, orada yaşayan ve durumun farkında olan kişiler için, orijinal bir mekân olma özelliğini kaybettiği bir gerçektir. TANPINAR’IN DOST SOHBETİNDE, ŞEHİR DÜŞÜNCESİ Şehir, mekân olarak addettiğimiz alanların en büyüğüdür ve üslûbun, rengin bir şehir için ne ifade ettiğini; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir dostuyla sohbet eder tarzda yazdığı bir yazısından alarak anlatmaya çalışalım. İşte kendisinin ve dostunun şehre dair söyledikleri: “Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu. Bilir misin ki, parasızlık tek başına mühim bir mesele değildir! Fakat fakrın nizamı bir yere yerleşip de hayatı idare etmeye başladı mı, işin ötesi yoktur. Biz çoktan beri şehir

fikrini kaybettik. Bu nizamın emrinde yaşıyoruz. Yahut da ondan kaçıyoruz. (...)Abidelerimiz bir başka gurbette, biz başka gurbette. Şehrin yarısı boş. Öbür yarısı gecekonduların, küçük imalathanelerin emrinde. Biraz imkânı olanlar da, her gün, ya budayacak bir koru buluyorlar yahut ta istedikleri kırda çadır kurar gibi mahalle ve semt kuruyorlar.

Biz şehir mefhumunu kaybettik. İçimizde fukaralığın nizamı kuruldu. Bilir misin ki, parasızlık tek başına mühim bir mesele değildir!

(...)Biz şehir fikrini kaybettik. Eski şehirlerimiz, haraptı, fakir ve biçareydi. Fakat kendine göre bir hayatı ve üslûbu vardı. Her meslek bir ocaktı. Her mal satıcısı, hususi bir makamla malını satardı. Şehir; bir terbiyenin ve zevkin etrafında teşekkül eden müşterek bir hayattır. Mimarî bu hayatın asıl büyük üslûbunu yapar. Vakıa, dün olduğu gibi, artık orkestra şefi vazifesini görmez ama yine de varlığını hissettirir. Ona doğru yürüdükçe hayat o memlekete mahsus bir renk kazanır. VALERY’NİN YENİLİK FİKRİ Bak dostum, Valery’nin bir cümlesi vardır ki, bütün hayatta bir düstûr olabilir. Bu büyük şair, her sabah düşüncelerini yazdığı defterlerden birinde, genç bir meslektaşına soruyor: Her şeyden evvel bana söyleyin, mukavemetiniz nedir? Nelere karşı koyuyorsunuz?.. Bence ileriye hamle kadar ki hayatın bütün yaratıcı sırrı oradadır, bu mukavemetin de bir yeri vardır. Çünkü hakikatin muzaffer olması gereğini ancak onun sayesinde buluruz. Gittikçe artan teklifleri, o mukavemet sıralar ve seçer. Biz bu mukavemet fikrini kaybettik. Çünkü mukavemet demek, yeniye karşı sırtını çevirip oturmak demek değildir. Mukavemet her an uyanık olmak demektir. Ön siperdeki nöbetçi bölüğü gibi. Bizim mukavemetimiz yok. Demin fukaralığı itham

67


Ş ehir

Amasya

ettim. Servete karşı da yok. Ne eskiye, ne yeniye hiçbir şeye mukavemet edemiyoruz. (...) Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz. Devletin ya da belediyenin misafiri gibi. Ve başından beri bu böyle. Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehrin hayatına iştirak edemiyoruz.” ŞEHİRLER, TARİH BOYUNCA OLAYLARIN SERGİLENDİĞİ SAHNELERDİR Oysa; “Tarih dediğimiz olaylar dizisinin sergilendiği sahnelerdir şehirler... Perdeler inip kalktığında sahnedeki dekorlar değişir, oyunlar değişir, oyuncular değişir. Ama her oyunun, her oyuncunun izi kalır. (…) Köşklerle, konaklarla, hanlar ve kervansaraylarla, camiler, türbeler, hamamlar, imaretler, medreseler, çeşmeler ve su değirmenleriyle; kendilerine has şehirlerin dekorlarını ” kuran atalarımız, fethedilen topraklara kendi renklerini öylesine derinden ve inceden inceye işlemişlerdi ki; yıllar geçip bırakmak zorunda kalındığında bile, kolay kolay silinemedi. Yahya Kemal Beyatlı’nın cümleleriyle; “Türklük, Avrupa’ya doğru cezir ve meddi biten deniz gibi, o topraklardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış. Bütün bu toprak Türklük kokuyor.” Büyük şairin sözlerine Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı da eklemenin hata olmayacağını düşünüyoruz. Zaten bunların çoğu, “Fethettiğimizde adlarından başka varlıkları olmayan küçük köylerdi hepsi de. Hemen bir cami, bir han, hamam, imaret kondurup sitenin çekirdeğini oluşturur; yurt edindiğimiz için canımız pahasına korur, yerlilerine de bir emanet

sayı//15// ekim 68

gibi kol kanat gererdik. (…) Böylece yurt edinilen yeni topraklarda kişiliksiz köylerden kısa zamanda parıltılı şehirler doğar ve Osmanlı kâinatının birer parçası haline gelirlerdi.” ESKİ EVLER Ülkemizde, “şehir kimliği üzerine düşünce okumalarının”, tatmin edici olmasa da, az da olsa arttığı son yıllarda, bir şehre rengini ve üslûbunu veren mekânlar hakkında yazılıp çizilmektedir. Evler, camiler, hanlar, hamamlar, medreseler bunların en önemlilerindendir ve bu yapılar; sahip çıkılmadığı için yıkılıp tarihe karıştıklarında, onlarla birlikte artık geri getirilmesi mümkün olmayan bir medeniyetinde yok olacağının farkına varmanın vakti gelmedi mi hâlâ? Hele de bir zamanlar; geleneksel hayat tarzının yaşandığı o “eski evler” yok mu? Bir yeri imar ederken, buna ait kültürü ve düşünceyi elde edememiş olmamızdan ve dolayısıyla, bu işi belli bir plan dâhilinde gerçekleştirmediğimiz için, geleceğe bırakmamız lâzım gelenlere dikkat etmediğimizden olacak; bu gün onlardan pek azı elimizde kaldı ki, bunlara da gerekli ihtimamı, ilgiyi gösterdiğimiz söylenemez. Onun içindir ki, belki koca bir tarihi, eski evlerle birlikte yok ettik. Hâlbuki nice büyük işlere imza atmış olan bu millet o evlerde yaşadı ve sohbet etti. Kurtuluşuna sebep olan düşünceler o evlerde dile getirildi. O mekânları öyle hesapsız ve kitapsız bir hızla yıkarken ya da yıkılmalarına göz yumarken, işin bu yönünü, yani onlarla birlikte şehirlerimizin kimliklerinden ve bizzat kendimizden nelerin kopup gittiğini de düşünmeliydik. Bunun arkasından, şehrin dışında oluşturulan yeni


yerleşim merkezlerinde ise, şehir kimliğine hizmet edecek bir mimarî tarz ortaya konamadı. Sokakları ve evleri hiç bir estetik kaygı taşımadan inşa edilen bu “kent”lerde, her şey birbirinin aynı olarak vücûda getirildi. Bu yeni yerleşim merkezlerinde farklılığın zenginliği oluşturulamadı. Fakat en azından, şehir içinde sökülen ve birilerinin insafına terkedilen, şehrin asıl hüviyetini teşkil eden alanlarda hassasiyet gösterilip, mimarî açıdan daha estetik binalar yapılması sağlanamaz mıydı? Sadece barınmamızı sağlayan beton ve demir yığınları yerine, maziyle az da olsa irtibatımızı temin eden, daha “ev gibi evler “, içinde “huzurun at koşturduğu mekânlar” yapılamaz mıydı? Ki sonrasında; yaşanan yerin, tarihi oldukça eskilere uzanan bir şehir olduğunu ispatlama çabasına gerek kalmasın. Hiç olmazsa; “efendilerini ve onların oturduğu evleri kaybeden” şehirler; çeşmelerini, camilerini, kümbetlerini, medreselerini de yeryüzünden silerse, bir gün gelip, buraların bizim mülkümüz olduğunu nasıl ispatlayacağız, sorusuna cevap aramayalım. Her halde, hiç bir yabancının, tarihi kimliği kendi evlatları tarafından yok edilmiş bir şehri merak edeceğini düşünemeyiz. ŞEHİRLERİN HAFIZASI Zira bazılarının kafası almasa da, “Şehrin tarihine binalar tanıklık eder. ‘Tarihi şehir’ denilen yer de, tarihi yaşayan binalarına saygı gösteren şehirdir ve bu bilinç bizde Avrupa şehirlerini gördükten sonra uyanmıştır. Venedik, Amsterdam, Berlin, Prag ya da Dubrovnik’in şehir dokusunda yaşayan, soluk alıp veren tarih gözümüzü açmıştır.” Peki, o halde soralım; yıllardır yaşadığınız şehri ne kadar tanıyor sunuz? Caddelerine, sokaklarına, meydanlarına ne derece aşinasınız? Belki de, pek çoğunuza, birçok yeri hâlâ yabancı gelmekte... Ömrünüzde bir kere bile olsun, ayağınızı basmadığınız yerleri var. Hâlbuki yaşadığı şehri tanımamak, yaşadığı evi ya da mahalleyi tanımamak gibidir. Hangi köşesinde ne var? Hangi köşesi tarihin hangi döneminin eseri? Doğrusu bu bir alışkanlık olsa gerek ki, çoğumuz, ömrümüzü geçirdiğimiz yerin ayrıntılarını pek de merak etmeyiz. Ona bir bütün olarak bakarız. Herhalde orada yaşadığımızdan, nasıl olsa bir gün, bilmediğimiz köşelerine de yolumuz düşecektir umudunu saklı tutarız içimizde... Bu sebeple, doğup büyüdüğümüz, ekmeğini, aşını yediğimiz yerin sağını solunu görmeye bir türlü vakit ayırmayız. Binlerce kilometre ötedeki bir yer hakkında bilgi sahibiyizdir de, az uzağımızdaki bir yeri hatırlamakta ve tarif etmekte zorlanırız. Büyük ihtimalle, ancak kabataslak bir cevap verebiliriz böyle bir soruya. Bunu da geçelim... Şehrin içine serpiştirilmiş, günbegün harâbezâr olan tarihi eserler var. Bunlardan kaç tanesini doğru dürüst

gezmişizdir. Oysa “Şehirlerin hafızası yeniden okunmak için bizi bekliyor.” NİYE KENT ? Şimdi kentler revaçta... Doğukent, Batıkent, şu kent, bu kent gibi... Ne var ki, “kent”te, “şehrin” sıcaklığını bulmak mümkün değil... Şehrin çağrıştırdığı o evlerdeki tatlı ruh cereyanına, stresten arınmış mekânlara has atmosfere, kent adı verilen yerlerdeki binalarda rastlamak çok zor. Ne hazindir ki; “muhabbetle lebalep dolu” o evler, o şehirlerle birlikte göçüp gittiler. Kent sözcüğü insana pek de çekici gelmiyor. İşte bunu temel alarak bir yazarın söyledikleri: “Siz de farkında mısınız, kent lâfının tarihsizliği ve müzikaliteden mahrum oluşu, bana, mâzisi otuz kırk seneyi geçmeyen nevzuhur yerleşim yerlerini hatırlatıyor. Kent! Tarihsiz, sevimsiz, bir kelime! Şehir biraz da tarihtir! “Şehirlerimiz ‘eskiden bir şehirdi, giderek kentleşiyor.’ Şehirlere hususiyet bahşeden mekânlar vardır. Şehir kendi isminden çok, bu tür yerlerin ona kattığı değerlerin dışarda yankı bulmasıyla tanınır. Ve şurası göz ardı edilemeyecek bir noktadır ki, insanlar gördükleri tahsilden ziyade, bu mekânların hamurlarına eklediği bakış açılarıyla, düşünce ufuklarıyla hayata nazar ederler. Bu manadaki yerlerin, elde edilen kültüre önemli bir ilavede bulunduklarını söyleyebiliriz. Mimarîsi yok edilen, esasta ise; çağın olumsuzluklarına karşı direnmesini sağlayacak üslûbunu ve o kendine has insan unsurunu yitiren şehirlerimiz, ne yazık ki bugün sadece ikamet etmemize yarayan birer alan haline geldiler çoğunlukla. Çünkü şehre anlam kazandıran, “insan, mekân ve geleneksel değerler” üçlüsü, tarihteki öneminden çok şey kaybetmiştir. Bu üçlünün ortasında her zaman olduğu gibi insan vardır. Zira diğerlerini şekillendiren ve estetik ölçülerde belli bir kalıba oturtan, üçlünün birbiriyle bağdaşmasını, bütünleşmesini sağlayan insandır. Geçtiği yerleri güllerle bezemesini bilen de odur, viraneye, harabeye çeviren de...

Bilir misin ki, biz şehrin sahibi değiliz. Sadece içinde oturuyoruz. Devletin ya da belediyenin misafiri gibi. Ve başından beri bu böyle. Hakikat bu ki, yapıcı olarak şehrin hayatına iştirak edemiyoruz."

ESTETİK TAVIRLI BİNALAR VE ŞEHİRLER Dedelerimiz bunu bilip, böyle inandıkları içindir ki, çalıştıkları mekânları olduğu gibi, evlerini de benimsedikleri değerler manzumesini ölçü alarak yapmış olmanın huzuru içindeydiler. Zamanlarını, bizim gibi sunî bir takım bezemeler ve hiç bir orijinalitesi olmayan ev dekorasyonu uğrunda harcamamışlardı. Biliyorlardı ki, insan elinin maharet ve inceliğinden pay almamış bu tür süslemelerle doldurulan ve “huzuru besleyen” öğelerden soyundurularak göğe doğru yükseltilen evler, insan ruhuyla uyuşmaktan uzaktır. Şimdilerde, sanat değeri taşıyan ne bir kapı tokmağımız var, ne de el emeği göz nuru bir dolabımız... Ve de bakınca, insanı hayran bırakan 69


Ş ehir

Amasra

Hiç olmazsa; "efendilerini ve onların oturduğu evleri kaybeden" şehirler; çeşmelerini, camilerini, kümbetlerini, medreselerini de yeryüzünden silerse, bir gün gelip, buraların bizim mülkümüz olduğunu nasıl ispatlayacağız, sorusuna cevap aramayalım

tavan süslemelerimiz... Hepsi ama hepsi makine mamulü, hazır imalat... Ne var ki; “Tarihî kentler ve binalar, yeni kentsel gelişmenin giderek standartlaştığı, şahsiyetsizleştiği çağda bunlar, bir kentin öbür kentten farklı oluşumuyla hemen ayırt edilir. Eski binaları olmayan bir kentte, yeterince şahsiyette yoktur. Şahsiyet yoksunluğu yeni oluşan kentlerin dertlerinden biridir. (...) Bugün psikologlar bireylere ve gruplara, sosyal ve ekonomik gelişmelerin sağladığı fizikî-konfor, güven ve ucuz ürün karşılığında şahsiyetlerini korumanın ne denli önemli olduğunu vurgulayarak belirtiyorlar. Bunların, kişilik yitirme pahasına olmaması gerektiğini savunuyorlar. Çünkü her ülkede bir kenti bir başkasından ayırt eden tek şey; çevresi, dizaynı ve tarihidir. Bunlar dışındaki özelliklerin çoğu ortak özelliklerdir. (...) Her kuşakta, kişilik ifade eden bir geçmiş, öteki geçmişlerle arasında bir iletişim çizgisi taşır; yaşayan kuşak, ölmüş kuşak, ileride doğacak kuşak arasında iletişim vardır; bu geçmiş deneyimlere alıntı sağlar. İnsanın nasıl uygar bir çevre yarattığını anlatır; bu o kişi için tarihî bir keyif deposu ve sonsuz bir keyif kaynağıdır. Kabul edilmesi, tadili, dışlanması, yeniden yorumlanması veya yeniden keşfi gereken bir kültürdür. Geçmişi olmayan bir ülkede kısır bir kıtanın boşluğu vardır; eski binalardan yoksun bir kentse, anılardan yoksun bir adam gibidir.” ŞEHİRLER VE ANILAR Şehirlerimizin anılarına da sahip çıktığımız iddia edilemez. Tıpkı onları yapan ustaların ve o ustalara onları yaptıranların hatıralarına sahip çıkmadığımız gibi... Eskilerin, bugüne ve ötelere ait düşünceyi temel alarak kurdukları, köşesine bucağına dünyevî ve uhrevî hayattan kokuların sindiği bu evlerin, dikkatten kaçırılarak tek tek yok edilmesi, bu söylediğimizin delili sayılabilir.

sayı//15// ekim 70

BALKONLU MU? BALKONSUZMU? Yıkılıp giden balkonsuz evler, bir devri, gelenekleriyle, görenekleriyle, kendine has mimarisiyle birlikte, bu evlerde oturup, güzelliğin sözünü etmenin yanında, onu bizzat nefislerinde uygulayanları da alıp götürdü. Tavanları işlemeli odalar, yüklükler, konudan komşudan çekinilmeden rahatça koşup oynanan sofalar, bin bir çeşit nakışlı kilimlerle, halılarla kaplı sekiler bomboş ve boynu bükük kaldılar. Çünkü içinde oturanlar terk-i diyar etmiş, arkadan gelenler ise, Sezai Karakoç’un sözünü ettiği balkonlu evlere “konuk” olmuşlardı. Artık “misafir” de yoktu bu evlerde, gelen giden, sohbet eden de... Hepsini, yüzlerini bir daha görmemek üzere katlamış bir kenara koymuştuk. Oysa önünden geçtiğiniz, bahçesinde oynadığınız, nefesiniz kesilene kadar odalarında koştuğunuz, en kuytu köşelerine, en tatlı hatıralarınızı gizlediğiniz bir evin yerinde yeller estiğini görseniz ne düşünürsünüz? Hem zaten, evler de insanlar gibidir. Dostları tarafından terkedildiklerinde, yalnızlıklarıyla ölürler. Bugün; “yolcuları tarafından aranan şehirlerin” sayısı her geçen gün artmaktadır. Bu şehirler; en yakın zamanda işinin ehli kişiler tarafından ciddi şekilde el atılacağı günü beklemekte, üslûbuna ve rengine yeniden kavuşacağı günün hayaliyle avunmaktadırlar. ŞEHRE SADECE KALEMLE MÜDAHALE EDENLER Yaşadığı yere önem vermeyip, mekân kavramını sıradanlaştıran ve şehirleri toplum düşmanlarının en çok yetiştikleri yer haline dönüştürenlere gücü yetmeyenler; ancak sözle direnme imkânına sahiptirler. Akif İnan’ın “Şehir Gazeli”nde olduğu gibi: “(...) Ey deprem gel yetiş bu şehirlerin Doğayı çarptıran konumlarına (...) Babamın gölgesi koruyor beni Oh ne güzel şehir bu eski şehir Dönüştür ey kalbim bahçeli eve Anlamı ezen o makinaları ”

KAYNAKLAR:

1. Cogito Dergisi, Kent Kültürü Sayısı, Ankara, Yaz Sayısı, Sayı 8, Yapı ve Kredi Yayınları 1996, Graeme Shaukland,"Tarihi Değeri Olan Kentlere Neden El Atmalıyız?" s.24-25 2. Beşir Ayvazoğlu, Şehir Fotoğrafları, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1997 4.Yerinden sesler. 3. M. Çetin Baydar, Geçidi Bekleyen Şehir, Ank. Akçağ Yayınları 1997, s. 275.


KÜLTÜR / MEDENİYET

KENTLERDE OLUŞUR Kentler sadece insanların bir arada yaşadığı fiziksel mekânlar değildir. Günlük hayatlarındaki davranış kalıpları, düşünce biçimleri, politik tercihleri, sosyal ilişkileri gibi kente özgü sosyal, siyasal ve kültürel özellikler olduğu gibi, fiziksel yapı da mimarisiyle, estetiğiyle kente özgü hız ve ölçeği ile ayrı özellik taşır Ayhan ŞİMŞEK

Bir kimlik öğesi olan kültür, toplumun geleneğini, göreneğini, yaşama biçimini, adetlerini, alışkanlıklarını kapsayan bir kavram olduğu için kültür ve kimlik arasındaki ilişkinin vurgulanması önem taşımaktadır. Bir toplumun kültür düzeyinin seviyesi, toplumu oluşturan bireylerin yarattığı çevrenin kimliğini belirlemede ve yönlendirmede etken olarak görev yapmaktadır. Kentler sadece insanların bir arada yaşadığı fiziksel mekânlar değildir. Günlük hayatlarındaki davranış kalıpları, düşünce biçimleri, politik tercihleri, sosyal ilişkileri gibi kente özgü sosyal, siyasal ve kültürel özellikler olduğu gibi, fiziksel yapı da mimarisiyle, estetiğiyle kente özgü hız ve ölçeği ile ayrı özellik taşır. Kentler, büyük bir toplumun ayrılmaz parçasıdır. Bir toplumda kentlerin sayısı, yayılımı ve işlevleri, kültürünün karmaşıklığına ve kültürel değişikliklerden etkilenme derecesine göre farklılık gösterir. Günümüzde büyük metropoller, küresel/ yerel eksende yeniden şekillenen iktidar ilişkilerinin ana halkasını oluşturuyor. Küreselleşme diye adlandırılan çapraşık ve çok yönlü iktidar ilişkileri ağı büyük metropollerde düğümleniyor, kendini yeniden üretiyor, derinleşip yayılıyor. Küreselleşmenin en görünür ve son yıllarda en çok tartışılan boyutu, dünya ölçeğinde kültürel trafiğin yoğunlaşması ve hızlanması olmuştur. Küresel kültür endüstrisinin dünya piyasalarını istila eden ürünleri karşısında, ulus-devletlerin kendi öz varlıkları olarak tanımladıkları, çeşitli uygulamalarla koruma altına aldıkları “milli kültürlerini” savunmaları giderek zorlaşmıştır.

nsanların toplumsal yaşamı üzerindeki etkileri düşünüldüğünde, kentlerin etkileri oldukça etkilidir. Sokaklar, meydanlar, parklar, açık alanlar kentlilerin toplanacağı, birbirleriyle karşılaşacağı kaynaşacağı, bireysel ve toplumsal olarak kendilerini ifade edecekleri, kent kültürünü oluşturacakları, özgürlük ve toplumsal/ davranışsal uzlaşma alanlarıdır. Kent mekânları ve bu mekânlara yüklenen anlamlar toplum ve bireyler arasındaki iletişimin en önemli unsurlarıdır. Çağdaş dünyanın, bir mekâna “kent” denebilme derecesi, kentlerde yaşayan toplam nüfusun oranı ile ölçülmemektedir. Bu anlayışta son yıllarda kentli kültürü, kentsel tasarımın giderek daha önem kazanan ve üzerinde durulan bir alanı haline gelmiştir. Kimlik, kültürel ve sosyal bir olgudur.

Kent, birbirinden farklı kültürlerin bir araya geldiği mekân olduğu için her zaman içinde belirli bir parçalanma potansiyeli taşıyacaktır, fakat önemli olan bu kültürlerin bir arada yaşayabileceği ve ortak paylaşımlarda bulunabilecekleri mekânlar oluşturabilmektir. Kentler yerleşik kültürün en esaslı ürünleridir. Ulusların yerleşik kültür konusundaki kat ettikleri mesafenin de ölçüsü kentlerdir. Geçmişe bakmak geleceği oluşturmanın ve hatta belirlemenin en temel koşuludur. Kendi kültür kökleri üzerinde yürümeyen toplumların vizyon üretmeleri güçtür. Amerikalı kültürologlar Sullivan ve Harper’ın dedikleri gibi “geçmiş inkâr etmek, kendi gücümüzü inkâr etmektir. Geçmiş kolektif kimliğimizin yansımasıdır”. Kentler ise bu kimliğin aynasıdır. Kentlerin gelenek içinde günümüze taşıdığı (Mahalle, sokak, ev vb.) yerler bir coğrafyada kalıcılığın gerçek kanıtıdır. 71


Ş ehir

NECİP TOSUN İLE

“EDEBİYATA ADANMIŞLIĞIN”

SIRRINA SIZMAK

Şehir bir anda her yandan gelen beyaz kelebeklerle doldu. Vardar Nehri, Taş Köprü, heykeller, haçlar bembeyaz oldu. Bahçe sanki yeni baştan şekilleniyordu. Kalemi bırakıp elimi beyaz kelebeklere doğru uzattım…” Söyleşi: Mehtap ALTAN

ir hikâyeci kendini nasıl anlatır? Evet, tam da bunu bilmek istiyoruz ben ve okuyucularınız. Sayın Necip Tosun bize üzerine biraz hikâye tadı da sinmiş “sizi” anlatır mısınız? Biraz iddialı olacak bağışlayın ama edebiyata adanmış bir ömür diyebilirim. Gündelik hayatımda her zaman öncelikli tercihim edebiyat olur. Hep ona zaman artırmakla geçer günlük uğraşım. Ailemden, işimden, dostlarımdan zaman alır edebiyata aktarırım. Edebiyatla arama girecek her şeyden uzak durmaya çalışırım hatta cep telefonum bile kapalı olur. Çünkü edebiyatın insandan bir hayat talep ettiğine inanırım. Siz ona koşulsuz teslim olmadan o gizlerini, güzelliklerini size açmaz. Ama yine de keşke, edebiyatı hayat tarzı olarak yaşıyorum, edebiyat bütün bir günümü kuşatıyor diyebilseydim. Yazık ki böyle değil. Hayatımızı kazanmak için, günümüzün önemli bir kısmını edebiyat dışı işlerde geçirmek durumundayız. Ve bunun yanında çeşitli toplumsal, ailesel zorunlulukları yerine getiriyoruz. Dolayısıyla edebiyatı bu zorunlulukların/rollerin bir yerlerine sıkıştırmakla karşı karşıya kalıyoruz. Ben bu zorunlulukları verime dönüştürmeye çalışıyorum. Mesai içinde bir “gözlemci” olarak, mesai dışında ise “sıkı okumalar” olarak bunu gerçekleştirme çabası içindeyim. Gözlemek ve okumakla “biriktiriyorum”. Mesai sonrası kitapevlerine uğruyor, kitaplar arasında kendimi kaybediyorum. İlle de sinemaya yer ayırıyorum. Dost sohbetlerinde dikkatimi, gündemi yakalamaya gayret ediyorum. Bütün bu “biriktirdiklerimden” “taşanları” ise yazıya dökmeye, paylaşmaya uğraşıyorum. Bu yaşadıklarımdan dolayı, ekonomik özgürlük ile yazar-iddia arasında ciddi bir bağ olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak benim hayatım, ömrüm okumakla yazmak arasında geçen bir ömürden ibaret. Sayın Tosun, ilk hikâyenizin yayınlanış tarihiyle (1983) ilk kitabınızın (Küller ve Uçurumlar) yayınlanış tarihi arasında (1998) on beş yıl var. Ve bir röportajınızda bu uzun aranın bilinçli bir tercih olduğunu vurgulamışsınız. Bu bilinç özellikle şimdiki yazarlarımızda; ne kadar çok kitap, ne kadar çok satış, o kadar memnuniyet ve tatminkârlık olarak yansıyor. Dolayısıyla belki de yazın dünyasına asıl yarayı yine kalemli şövalyeler veriyor! Nedir bu hastalığın reçetesi desem? Evet, az öykü yazan, daha doğrusu az “yayınlayan” biriyim. İlk öyküm “Yangın” Aylık Dergi’de 1983 yılında yayınlandı. Daha sonra Aylık Dergi, Mavera, Kayıtlar ve Dergâh’ta öykü yayımlamayı sürdürdüm. 1997’de Hece Dergisi’nin yayın hayatına başlamasıyla birlikte düzenli olarak bu

sayı//15// ekim 72


dergide öykülerimi değerlendirdim. Bu süreç içerisinde kendimi test imkânım oldu. Öyküler yayınlandıkça çevresel tepkileri gözledim. Bu nedenle ilk öykülerimi acemiliklerimi atma, kendi dilimi bulma çabalarım olarak görüyorum. Her şeyiyle sahiplendiğim, acemiliklerimi üzerimden attığımı düşündüğüm öykülerimi yayınlamaya başladığımda ise ilk kitabımın dosyasını hazırladım. İlk öykülerimin büyük çoğunluğu bu devrede elendiler ve kitaba giremediler.

süresinde, öykü üzerinde düşündükçe, öykünün inceliklerini öğrendikçe, yazmaktan, özellikle de yayınlamaktan git gide uzaklaştığımı gördüm. Bu olumsuz yanıydı. Olumlu yanı da bu yazılar sayesinde okuduğum bir şeyin öykü olup olmadığını anlamaya başlamam oldu. Öykünün imkânlarını kavramak, onu değerlendirmek diğer yararlarıydı. Ama bana bir kıyas yapın derseniz, bir öykü/ürün için tüm diğer yazılarımı (eleştir/ kuram/inceleme) vermeye hazırım.

Bu nedenle hiçbir dergide gözükmeden, kendini test etmeden öykü kitabı yayınlayan yazarları gördükçe onların bu cesaretlerine şaşıyorum. Oysa dergi yayını çok önemli. Öykü anlayışının rafineleşmesi, oturması çok önemli. Ama artık kimsenin buna aldırdığı yok. Bir an önce şöhret olma tutkusu herkesin gözlerini kamaştırıyor. Tabi aynı durum ustalaştığını düşünen öykücüler için de geçerli. Yazdıkları nitelikli bir-iki kitabın ve isimlerinin arkasına sığınıp peş peşe özensiz, öykü oldukları bile tartışılır metinler yayınlıyorlar. Kendi isimlerini siliyorlar farkında bile değiller. Burada Tomris Uyar’in bir sözünü hatırlatmak isterim: “Çok fazla yazmak, yazarı geriye doğru siler.”

“Mürekkep Lekesi” adlı hikâyenize gelmek istiyorum. Bir ağır ceza hâkiminin ruhunun dehlizlerinde kaybediyorsunuz okuyucuyu. Bazen o mürekkebin lacivert lekesi olmak, bazen de içine düştüğü suskunluk hücresinden babasını kurtarmaya çalışan o narin evlat olmak istiyor insan. Ve an oluyor öğle arasında öksüz kalmış bir mutfak tezgâhında, alelacele pişirilen öğle yemeğinin kokusu geliyor burnunuza. Yazmak efsununu, vefat etmiş eşine mektuplar yazarak keşfeden bir adamın; susarak attığı çığlıklar kulağını çınlatıyor okuyucunun. Belki de sırf bu yazmak üzerine sarf edilen birkaç cümle bile herhangi birinin “yazmak eylemini” keşfetmesine vesile olacaktır. “Mürekkep Lekesi” okuyucunun gözlerine sessizliği giydirip ışık ola der gibiydi! Tıpkı gürültü çıkarmadan zaferin tarifini yapan bir komutan edasıyla… “Mürekkep Lekesi” verdiği mesaj ile beni defalarca bir parka götürdü! Bu hikâyeniz, tecrübenin duyguyla dansıydı adeta. Mükemmeli ararken kan kaybeden kalbimizin öksüzlüğünü anlatıyordu. Sormak istiyorum Sayın Tosun, hikâyelerinizde mesaj kaygısı güder misiniz? Bazı lekeler belki de hiç çıkmamalı ne dersiniz? Öncelikle dikkatli ve incelikli bakışınız için teşekkürler. Mesaj meselesine gelince. Bir yazar yaşadıklarından soyutlanamaz. Elbette yaşadıklarını, tanıklığını, gözlemlerini sanatına aksettirecektir; doğrularını, inançlarını… Yazarın yazdıkları hayata değecek, toplumdan kopmayacaktır. Elbette her insan gibi yazar da ideolojiden, inançlarından, siyasetten soyutlanamaz. Bu anlamda her yazarın dinî, ahlâki, felsefi tavırları şöyle ya da böyle eserlerine yansıyacaktır. Bunda garipsenecek bir yan yoktur. Ama belli bir estetik kaygı güdülmeden öykü sanatının olmazsa olmaz gerekleri yerine getirilmeden, baştan sona somut bir mesaj kaygısıyla, “öykünün neresine ne sokuştururum” tavrı, öykünün paylaşımını zedeler. Çünkü mesaj, “nesnelleşmiş ruh”tur. Yani sorun “siyaset”i, “inancı” edebiyatın merkezine koymak değil, bütün bunları bildik kolaycı yaklaşımlarla, popülist anlayışlarla, öykü türünün gerektirdiği estetik yaklaşımlardan uzak, kaba bir tutumla işlemektir. Öykülerde bir dünya görüşü, bir duyuş, bir bilinç aktarma hedefi elbette olacaktır; açıktır ki aslolan bunun sunumudur.

“Modern öykü Kuramı” “Öykümüzün Kırk Kapısı” “Doğu’nun Hikâye Kuramı” ve şimdi de “Günümüz Öyküsü” Kuramsal yazı ve incelemeleriniz edebiyata çok büyük katkılar sağlayacak başucu kitapları. Ki bu anlamdaki eserlerin; yazanın çok, okuyan ve eleştirenin az olduğu bir ortamda bir eksikliğe ciddi bir adım olduğunu düşünüyorum. Türün kuramı ile de uğraşmak size ve öyküye hangi anlamda katkı sağlıyor? Kuram/inceleme/eleştiri yazılarını, öncelikle yaptığım işi anlama, bu türün ustalarını tanıma ve nihayet vardığım sonuçları belgelendirme/kayda geçirme amacıyla yazıyorum. Yazık ki yazma geleneği az olan bir toplumuz. Daha çok sohbet geleneğinden geliyoruz. Bu yüzden de pek çok duygular, görüşler, saptayımlar dost sohbetlerinde uçup gidiyor. Bütün bunları bir sonraki kuşağa aktaramıyoruz. Biz seksen kuşağı, genelde sanatedebiyatta özelde de öyküde bu eksikliği yakıcı bir şekilde hissettik. İşte bu yazılar bir yandan bu “eksiklik” diğer yandan da benim öyküyü anlama sürecimi okurla paylaşma arzusu sonucu ortaya çıktı. Aslına bakarsanız, kendi yaptığı iş üzerine konuşma “tuhaf” bir durum. Bu kişinin ürün vermesi gerekiyor. Kuramsal tartışmalar eleştirmenlerin işi. Gerçekten bunun hakkını da onlar verir. Ama maalesef kimsenin eleştirmenliğe gönül indirmemesi nedeniyle iş sonunda bu işi bizzat yapanlara kalıyor. Öykü üzerine yazmanın hem olumlu hem de olumsuz etkileri oldu bende. Bu yazılar

73


Ş ehir

Birkaç soru ve karşılığında verilen birkaç cevap bana öyküye âşık bir adamın tablosunu çizdi. Ki bundan hiç şüphem yoktu zaten. Özellikle de şu cümleniz “bir öykü/ürün için tüm diğer yazılarımı (eleştir/kuram/ inceleme) vermeye hazırım.” Evet, Sayın Tosun “Bazı gerçekler hakikat yoluna döşenen muzlar gibidir. İnsanın hakikate ulaşmasını engeller.” demişsiniz ‘Teneffüs’ adlı öykünüzde. Hakikate ulaşmak istemek, sınavın ilk ve en sağlam şıkkı aslında… Dolayısıyla düşme ihtimaliniz olduğunu bilerek yürümek, düştüğünüz yerden daha kolay kalkmanızı sağlamaz mı? Burada yola döşenen muzlar mı asıl sorun, yoksa kendi içimizde çizdiğimiz amaç ve inanç ilişkisi mi? Burada kastettiğim biraz da şuydu: Bir insan hakkında küçücük bir gerçek biliniyor daha sonra onun tüm bir hayatına uyarlanıyor ve buradan da bütünlüklü bir yargıya varıp bir porte çıkarıyoruz. Oysa insanın sadece bir parça hikâyesinden yola çıkarak genel bir yargıya varmak yanıltıcıdır. Hakikate ulaşmak için gerçeğin yanıltıcı, geçici aldanışına kapılmamak gerekir. Her gerçek bizi hakikate ulaştırmayabilir. Elbette asıl amaç dosdoğru olmak ve önümüze çıkanları hesaba katmadan yol almak. Sayın Tosun şartsız teslimiyet, dosdoğru olmanın sırrı! Her cevabınızın içine mutlaka bu şifreleri sıkıştırıyorsunuz. Öykü size borçlu desem abartmış olmam inanın. Gelelim öykünün göverdiği asıl sahaya, yani hayata… Hayat, sınavları neticesindeki sonuçlara binaen merdivenlerini sunar insanlara. İnmek ve çıkmak onların atacakları adımların yankısına göre şekil alır! Ve iddia ediyorum ki hikâyesi olmayan/olmayacak hiçbir kıpırtı yoktur yeryüzünde. sayı//15// ekim 74

Hikâye için bu anlamda tüm oluşların anavatanı diye düşünürken; edebiyat dünyasında üzerinde en az konuşulan yazınsal türlerden biri olması bir ironi değil mi? Gerçekten de öyle… Ancak bunun dönemsel olduğunu düşünüyorum. Yazınsal türlerin, zamanın ritmine, nitelikli yazar kuşağının belli bir dönemde yoğunlaşmasına, yaşanan sosyolojik/ tarihsel konjonktüre bağlı olarak kimi zaman daha yoğun, kimi zaman da daha az gündeme geldiklerini, ilgi gördüklerini biliyoruz. Aranırsa elbette bütün bunların hem istatiksel hem de sosyolojik temelleri bulunabilir. Ama yaşananlar göstermiştir ki, sanat/edebiyat küçük zaman dilimlerinde sabitlenerek, üzerinden kalıcı sonuçlar üretebileceğimiz bir alan değildir. Çünkü sanat/edebiyat zaman aralıklarına hapsedilemez. Öykü insanlığın birikimini aktarmada kullandığı en eski ve köklü anlatım imkânı. Öte yandan öykünün sağlam bir arka planı var bu topraklarda. Bu direnç ve birikime dayanarak, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen, sağlam temeller üzerinde, geleceğe umutla bakıyor. İnsanlara, birikim, tecrübe aktarmaya devam ediyor. Sayın Tosun, hikâye kitaplarınızda aşk baskın değil ki ortalık aşkı rota edinmiş kitaplardan geçilmezken! Sizin bu anlamda bir duruş sergilemenizin özel bir sebebi var mı? Evet, ortalık aşktan geçilmiyor. Ama anlatılanlar gerçekten bir öykünün aradığı aşklar mıdır tartışılır. Oysa aşk ve hikâye birbirine çok yakışır. Hikâyesiz aşk ölmeye mahkûmdur. Bu yüzden her


ölümsüz aşk bir hikâyeye ihtiyaç duyar. Onların aşkını hikâye dile getirir. Yaşanmış bir aşkın kanıtı yaşanmış olması değildir, anlatılmış, dile gelmiş olmasıdır. Yani yazıya geçirenler bu aşkı biçimler. Yaşanan aşklar değil, öyküsünü bulan aşklar kalıcı olur, yarınlara taşar. Bu anlamda önemli olan aşkın bu kadar yoğun bir şekilde işlenmesi değil, öykünün gerektirdiği nitelikte olup olmamasıdır. Benim öykülerime gelince… İlk öykülerim, yaşadığım gençlik hâllerinin de bir sonucu olarak aşk odaklıydı. Ancak tümüyle aşk öykülerinden oluşan bu ilk dosyamı kitaplaştırmadım. İkinci ve üçüncü dosyamda ise aşk baskın değildi ve onlar sırayla kitaplaştı. Dolayısıyla bunlarda aşk öyküleri yok. Ancak şimdilerde yazılan aşk öykülerinin yoğunluğunun da neyin sonucu olduğu düşünülmeli, bu konuya ciddi bir parantez açılmalı. Sizin sosyal medyada öyküsü olan fotoğraf paylaşımlarınız ise başka konu. Ayrı çok ayrı bir konu… Sanki hayatınız öykü, öyküleriniz hayatınız gibi. Aslında bir önceki soruda kitaplarınızda aşk baskın değil dedik. Siz aşkın asıl hırkasını giyiyorsunuz üzerinize. Aşk; inandığın şeye şartsız, hesapsız teslim olmaktır. Ondan bir şey beklemeden ona yağmaktır. Acaba aşkın dervişlerini küstürdük de figüranları aşkı beşer safında mı büyütüyor ne dersiniz? Bence cevap tam da bu… Bir hikâyeci ile söyleşi yapılıyorsa minik sürprizlere de hazırlıklı olmak gerekir diye düşünüyorum. Sizden şimdi, hem de ilk defa burada okunacak, bu söyleşiyi okuyacaklara özel minimal bir hikâye istesek? “Sonunda havanın kararmaya başladığı bir saatte gelip Taş Köprü’nün dibine oturdum. Vardar Nehri’ne baktım. Şar Dağları’nda güneş battı, köprünün altına bisikletli kızlar, delikanlılar indi, sonra sevgililer… Ben orada, öylece Vardar Nehri’ne bakakaldım. Karşımdaki tepedeki haç, meydandaki tıklım tıklım heykeller, kaybolmuş bir şehre geldiğimi hep hatırlattı. Tepelere baktım. Baharı ebediyen solmuş şehir yabancı bir libasın içinde, üstü örtülmüştü. Bu yüzden Vardar da hüzünlü ve hastalıklı akıyordu. Vardar coşmuyor, annesini kaybetmiş bir çocuk gibi gizli gizli iç çekiyordu. Beş yüz yıl yankılanan Türkçeyle beslenmiş Vardar o coşkusunu yitirmiş. Etrafta Vardar’ın anlamadığı yabancısı sesler yankılanıyordu. Kıyısında Ömer Seyfettin’in at koşturduğu Vardar kaybolmuştu. Bir süre sonra kimden geldiğini seçemediğim birkaç Türkçe sözcük geldi kulağıma. Birkaç sözcük daha. Ne güzel, ne güzel… Etrafıma baktım kimse yoktu. Vardar sanki bu sözleri duymuş, anlamış gibiydi, rengi değişti, coştu,

gürül gürül, neşeyle coşkuyla akmaya başladı. Şehrin tepesindeki haç kaybolmuş, kiliseler gözükmüyordu. Çiçeğe durmuş, yeşile durmuş ağaçlardan nefis kokular geliyordu. Yeniden bahar geliyordu Üsküp’e. İşte onu tam o anda gördüm. İçim pır pır havalandı. Beyaz bir kelebek havada uçuşuyordu. Ne siyah, ne kırmızıydı, süt gibi bembeyazdı, ışıklar kanatlarında yankılanıyor, bir kelebek mi yoksa bir ışık mı tam seçilemiyordu, sanki geleceğe ilişkin bir umut taşıyor, her şeyin değişeceğine, hiçbir şeyin anlamsız olmadığına ilişkin işaretler saçıyordu. Cıvıl cıvıl Türkçe Vardar kıyısını doldurmuştu, çocuklar, anneler, babalar herkes Türkçe konuşuyordu. Ömer Seyfettin’in yüzünü tatlı bir gülümseme kaplamış sanki hikâyesini nihayete erdirmişti. Üsküp yeni bir güne uyanıyordu… Şehir bir anda her yandan gelen beyaz kelebeklerle doldu. Vardar Nehri, Taş Köprü, heykeller, haçlar bembeyaz oldu. Bahçe sanki yeni baştan şekilleniyordu. Kalemi bırakıp elimi beyaz kelebeklere doğru uzattım…” Sıfır, bakir daha saçları kimse tarafından taranmamış bir öykünüzden minik bir kesit sundunuz öncelikle bunun için çok teşekkür ediyorum. Kırılmışlıklarımıza gelmek istiyorum. Kırılmışlıklarımız, üşüyen yanlarımız, yaralarımız, ruhumuzun kanaviçesine işlediğimiz yalnızlıklarımız öyküye sığınışın ilk nedenleri. Ama öyküye göz kırpan ilk kıpırtı belki de günlüklerimizdir ne dersiniz? Bu arada size soru sorarken bazen hikâye bazen öykü diye telaffuz ediyorum. Bu karmaşıklığı birçoğumuz sanırım yapıyor. Sayın Tosun öykü ve hikâye arasındaki o ince fark nedir desem? Bilindiği gibi Türk edebiyatında “hikâye” çok geniş anlamlar içeren bir kavramdır. İlk dönemlerde roman için bile “hikâye” terimi kullanılmıştır. Örneğin Halit Ziya’nın “roman” üzerine yazdığı kuramsal kitabının ismi Hikâye’dir. Daha sonra roman terimi kullanılsa bile aynı anlamda hikâye teriminden de vazgeçilmemiştir. İlerleyen zamanla birlikte edebiyat dünyamızda “roman” ve “hikâye” terimleri gerçek anlamlarında kullanılmaya başlanmıştır. Son dönemlerde hikâye yerine öykü terimi yaygınlık kazanmıştır. Dil tartışmalarına girmeden söylersek, hikâye yerine öykü sözcüğünün benimsenmesi, bir anlamda yerinde olmuştur. Çünkü daha çok anlatılan şey, olay ve konuyu kapsayan bir terim olan hikâye, öyküyü içermekle birlikte, gündelik dilde geniş bir anlam alanı olduğu için yanlış anlaşılmalara neden olmaktaydı. Oysa modern bir form olan öykü, hikâyenin belli bir disiplinle anlatılmasıydı. Böylece öykü sözcüğüyle birlikte, yeni form olan öykü de yeni adına kavuşuyordu. Artık roman, öykü değil, 75


Ş ehir

hikâye anlatıyor; roman da öykülerden değil, hikâyelerden oluşuyordu. Ancak hikâye-öykü ayrımı gerçekten de niyet ile sonuç arasında bir oransızlığın yaşandığı kritik tartışmalardan biri hâline geldi. Hikâye-öykü ayrımıyla birlikte, tür olarak öykünün yüz yıllık bir tarihi varmış gibi algılanması sonucunu doğurdu. Oysa bunlar elbette aynı şeyler. Ancak öykü sözcüğü bir karışıklığı önlediği için imdadımıza yetişmişti. Sayın Tosun öyküde bir kadın yazarın ‘erkek’ ya da bir erkek yazarın ‘kadın’ karakteri öykünün başkarakter yapması ve onu bire bir canlandırması konusunda fikrinizi almak isteriz? Bu anlamdaki metaforlar yazara katkı sağlar mı yoksa her cins kendi cinsinin aynası mı olmalı!? Edebiyatın temel tartışma alanlarından biri bu karakter seçiminin cinsiyetidir. Kuşkusuz her kadın yazar kendi cinsinin özelliklerini ve dünyasını, erkek yazar da kendi cinsinin özelliklerini ve dünyasını iyi tanır. Bu edebiyat dünyasında genel kabul görmüş bir tespittir. Ancak bu genellemedir. Oysa bir yazar istediği cinsi yazar ve hakkını verebilir. Edebiyat dünyası erkek cinsini mükemmel anlatan kadın yazarlarla ve kadın dünyasını mükemmel anlatan erkek yazarlarla doludur. Dolayısıyla yazar açısından bir sınırlama yoktur ve olamaz. Bence karşı cinslerin birbirini anlatması her açıdan normaldir ve bir kısıtlama getirilemez. Bazen okuduğumuz hikâyelerde kahraman ya da karakter eğreti durur. Kurgu, anlatım ne kadar mükemmel olursa olsun karakterin emanet duruşu hikâyeyi sekteye uğratır. Ki bunu yazarın hikâyedeki karakterine sahip çıkışına, kendi ruhuna o karakteri giydirmesine bağlıyorum. Sizin hikâyelerinizde de bu böyle. Karakterini seven, onu kendi ruhu ile hemhâl edebilen bir kalemsiniz. Şimdiye dek yazmayı isteyip sayı//15// ekim 76

de yazamadığınız bir karakter oldu mu nedenleriyle birlikte öğrenmek isteriz? Acılarına, yalnızlıklarına, savrulmalarına dokunamadığım, dünyasına yabancı olduğum karakterlerden hep uzak durdum. Beni etkileyen, kendimden bir iz, duygu bulduğum karakterlere yaklaşmayı denedim. Sadece kayda geçirmek istediğim insanları öyküye taşıdım. Belki bunun bir nedeni de o duyguları, düşünceleri var kılmak, onların sesinin yankısı olmak tavrıydı. Biraz daha ileri gidersek, başkalarının hayatlarıyla insanın kendisini, duygularını aktarma çabası diyebiliriz buna. Çünkü insan kimi anlatırsa anlatsın biraz da kendini anlatır. Onun duygularına kendi duygularını katar, orada kendini gizler, söyleyeceklerini oralarda söyler. Yazdığım tüm karakterleri çok iyi biliyorum ve onları çok seviyorum. Çünkü hepsi etrafımda dolaşıyor, yaşıyor ve ben onları sürekli görüyorum. Yazamadığım karakterler evet… Gazetede bir haber okumuştum. Bir anne adayına, eğer doğum yaparsa öleceği söylenmesine karşın çocuğunu aldırmayı reddetmiş ve doğumu beklemiş. Ancak doğacak çocuğuna bir mektup yazmış ve ölürse bu mektubu 18 yıl sonra kendisine verilmesini vasiyetine kaydettirmiş. Ben bu mektubu öyküleştirmek istedim. Yıllarca zihnimde dolaştı, defalarca yazdım. Ama bir türlü istediğim gibi olmadı. Belki de biraz önce sorduğunuz sorunun cevabı burada gizli. Bir anne duygusu yaşamadığım için öyküyü yazamadım. Bir bayan öykücü arkadaşa olayı anlattım. Arkadaş bu olayın çok güzel bir öyküsünü yazdı. Günümüz öyküsünde birçok teknik kullanıldı, kullanılıyor da. Bilinç akışı tekniğine değinmek istiyorum. Bilinç akışı tekniği ile yazan yazarlardan biri sizin de okumayı sevdiğiniz Wirginia Woolf… Onun Dalgalar’ı sanırım bu tekniğe en uygun kitabı…


Freud, bilinçaltına nevroza sebep olan şeyleri ortaya çıkarmak için ‘serbest çağrışım yöntemi’ni kullanmıştır. Bilinç akışı tekniğinin de özünü oluşturan bu yöntem, hastanın aklına gelen her şeyi kesintisiz olarak doktoruna anlatması esasına dayanmaktadır. Bilinç akışı ile edebiyat arasındaki bu ilginç bağ dikkat çekici. Edebiyatta bilinç akışı tekniğine başvurma sebeplerini sormak istiyorum? Neden böyle bir tekniğe ihtiyaç duyuldu ya da başvuruldu? Ben imgelere, çağrışımlara başvurarak öykünün anlam alanının genişletilebileceğini düşünüyorum. Sonuçta yazdıklarımız üç beş sayfalık anlatılar. Bu üç beş sayfada bir yoğunluk yakalama gayreti benimki. İmgelere, sembollere böyle yaklaşıyorum. Okurun kafasındaki çağrışımlarla metnin paylaşımı artırılabilir diye düşünüyorum. Yoğun duygulanım anlarında, bu yoğunluğa denk düşecek bir dil arıyorsunuz. Gündelik dil size yetmiyor. İmgeler, göndermeler, çağrışımlar tam o anda imdadınıza yetişiyor. Yoğunlaşmış duygular aynı çarpıcılıkta dışlaşmış oluyor böylece. Ama burada korkum, çağrışım alanını genişleteyim derken öyküyü büsbütün kapatmak/örtmek. Çünkü öyküyü şiirden ayıran yan biraz da öykünün anlam açıklığını gözetmesi. Ben öykülerimde içsel serüven ve bilinç akışı tekniğini önemsiyorum. İnsan ruhunun gizlerine eğilerek, bireyin zihninde, yüreğinde akıp giden hayatları, duygu ve düşünceleri, oluşumları, birikimleri dışlaştırmak, ona ayna olmak olarak izah edebileceğimiz “içsel serüven” tekniği, günümüz öykücülüğünün önemli bir yönelimi olarak öykücülere geniş imkânlar sunmaktadır. Anlatım tekniği olarak bilinç akış tekniği de öykücüye büyük imkânlar sunar. Çünkü insan zihninde saniyede bir değil, binlerce hayat geçer; umutlar, ihanetler, sevgiler... Ve bunlar damıtılmış hâldedir. Bu kısalık ve yoğunluk da öykünün tam aradığı şeydir. Çünkü burada hayatta yaşanan kaba gerçeklerden çok, yaşananların bireye yansımaları ve bireydeki karşılıklar işlenir. Şehirler öykülerin sancılarını saklayan sandıkların, anahtarını taşır bağrında. Şehirsiz öykü, öyküsüz şehir olmaz! Sayın Tosun sanatın şehirleri ya da şehirlerin sanatı olduğunu düşünecek olursak; şehre soluk aldıran sanat mıdır yoksa sanata soluğunu veren şehir midir demek istiyorum? Ve sizin şehriniz, özellikle de hikâyelerinizi sıkı sıkı kucaklayan şehriniz hangisi? Edebiyat tarihine baktığımızda şehir ve yazarla ya da şehirle karakterlerin özdeşleştiğini görürüz. Bir şehir en iyi edebiyatçının gözünden, duyuşundan okunabilir, anlaşılabilir. Dickens (Londra), Balzac (Paris), Dostoyevski (Petersburg), James Joyce (Dublin), Lawrence Durrell (Akdeniz), Kafka (Prag), Ahmet Hamdi Tanpınar (İstanbul), Paul Auster (New York) bu bağlamda anılabilir. Bu şehirler ve bu

şehirlerin yarattığı karakterler, yazarlar elinde edebiyat dünyasında ölümsüzleşmişlerdir. Bu yazarların kahramanları ancak bulundukları kentin, yaşadıkları coğrafyanın ürünüdür. Anton Çehov’un bozkır kahramanlarını Dublin’in sisli, karanlık sokaklarında dolaştırırsanız, bambaşka karakterlere dönüştürürsünüz. Bu nedenle kentle kahraman birbirinden ayrılamaz bir şekilde iç içe geçmiştir. Hatta kimi kez mekân (kent/kasaba) öyle öne çıkar ki karakter daha geri planda kalır ve kitabın gerçek karakteri bir kent olur. Örneğin Ulysses’in ana karakteri, Leopold Bloom, Stephan, Molly değil, bizzat Dublin kentidir. Romanda, bütün bir Dublin konuşur âdeta; sokakları, köprüleri, fahişeleri, gazetecileri… Ama bu metinler bir gezi rehberi değildir ve kentin ruhuna nüfuz etmiş anlatılardır. Benimse yazdıklarımda odaklaşmış bir kentten çok kentler vardır diyebilirim. Edebiyatçıların şehirler ile bağlarının yeri çok ayrıdır. Şehirlerimiz birçok sebep öne sürülerek geçmişte ve günümüzde defalarca ameliyata maruz kaldı! Yıkıldı yapıldı, yapıldı yeniden yıkıldı! Geçmiş zaman edebiyatçılarımız şahsi şehircilik tasavvurlarını yazılarıyla zaman zaman gündeme getirmiş, düşüncelerini yazmışlardır. Nihad Sami Banarlı: “Türk mimarları önce Türk halkından tevazu öğrenmelidir.” Ahmet Hamdi Tanpınar: “Yıkmak zararlıdır!” Necip Fazıl Kısakürek: “Her belediye reisi sanat ve güzellik anlayışında kurucu değildir.” Peki, Sayın Tosun ülkemiz yenilenmeye bugün dahî devam etmekte ve sizin de bu konuda mutlaka söyleyecek sözünüz vardır diyerek sizin şehir tasavvurlarınızı sormak isterim? Şehrin sadece orada yaşayanların değil, tüm insanlığın mekânları olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda şehrin üzerindeki tasarruflar hiçbir şekilde belli bir anlayışa terk edilemez. Beş yüz yıllık Mostar Köprüsü’nün yıkılışı Bosna’daki insan kıyımlarından neden daha çok acı verdi insanlara? Slavenka Drakuliç demiş ki: “Bunca ölü! Neden Köprü’nün yıkılışı hepsinden acı? Ebediyen hepimizindi.” Çünkü o köprü hepimizindi. Hatta onu vuran topçunundu da. Şimdi buraya gezmeye gelen turistlerin, Çinlinin, Korelinin, Hollandalının ve hepimizindi. Bu yüzden en çok o yaraladı insanları. Bu sembolle yenildi katliamcılar, mahkûm oldular. Çünkü hepimize saldırdılar. Şehre bu açıdan bakmalı… Şehir ve Kültür Dergisi olarak ‘edebiyatın şehrini’ tek tek inşa eden yüreklerle yaptığımız bu anlamdaki sohbetlerimizden biri olan bu söyleşiye eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ederim. 77


Ş ehir

smanlı Devleti’nin son döneminde özel girişimin ilk büyük yatırımlarından biri olan Aslan Çimento bir asırlık geçmişiyle sadece Türk Çimento sektörünün değil, Türk iktisat tarihinin de önemli simge kuruluşlarından birisidir.

ÇİMENTONUN

ASIRLIK YOLCULUĞU

VE ÖNCÜ KURULUŞLARI Bu yeni inşa malzemesi kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nde de yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Bu yeni malzemeyi benimseyen ve niteliklerinin farkında olan Osmanlı mimarlarının ve inşaat sektörünün çimentoya olan talebi her geçen gün artıyordu Mehmet MAZAK

İngiltere’de tuğla işi ile uğraşan Joseph Aspdin 1824 yılında ilk yapay çimentoyu elde etmeyi başarmıştı. Böylece inşa sektöründe kireç harcı yerine yeni bir bağlayıcı madde bulunmuş oluyordu. İnşaat malzemesi olarak sahip olduğu üstün nitelikler kısa sürede anlaşılan çimento, ilk ortaya çıktığı yer olan İngiltere’nin dışında başta kıta Avrupa’sı olmak üzere dünyanın her yerinde irili ufaklı fabrikalar açılarak büyük ölçekte üretilmeye başlandı. Bu yeni inşa malzemesi kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nde de yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Bu yeni malzemeyi benimseyen ve niteliklerinin farkında olan Osmanlı mimarlarının ve inşaat sektörünün çimentoya olan talebi her geçen gün artıyordu. Ortaya çıkan bu talep ve tüketim artışı beraberinde Osmanlı Devleti’nde modern anlamda çimento sanayinin gelişimine yol açtı. Zira bu talep artışı o derece büyüktü ki 20. yüzyılın başında yerli girişimciler karlı bir yatırım alanı olarak gördükleri çimento üretimine yatırım yapmaya karar verdiler. Çimento gibi karlı ve gelecek vadeden bir sektöre yatırım yapmak isteyen yerli girişimciler ilk iş olarak şirketlerini kurdular. Bu sektörde faaliyet yürütmek üzere Arslan ve Eskihisar Çimento Fabrikalarını kurmak ve işletmek adına 1910 ve 1911 yıllarında şirketler oluşturuldu. İstanbul’da yaşayan Osmanlı vatandaşı olan Rum asıllı Andrea Hacikiryakou, Kanstantin Glitsos, Makro G. Langas, Kiryakos Singros, Demetrio Yahakopulos ve Nikolas Zarkalis tarafından 1910 tarihinde Arslan Çimento ya da açık ticari unvanı ile “Memalik-i Osmaniyye’de Suni Çimento ve Hidrolik Kireç İmalına Mahsus Arslan Osmanlı Anonim Şirketi” kuruldu. Şirketin hukuken kuruluşunu belgeleyen dâhili nizamnamesinin Ticaret İdaresi Mümeyyizi tarafından onaylanması 20 Aralık 1910’dur. Gebze kazasının Darıca nahiyesinde suni çimento, su kireci ve türevlerinin üretimi için fabrika inşa etmek ve işletmek amacıyla kurulan şirketin sermayesi, her biri 5 lira değerinde 10000 hisseye bölünen toplam 50000 lira olarak belirlendi. 1919 yılında Arslan Çimento ile birleşecek olan Eskihisar Çimento Şirketi veya açık ticari unvanı ile “Eskihisar Suni Portland Çimentoları ve Su Kireci Anonim Şirketi” ise 30 Mayıs 1911

sayı//15// ekim 78


tarihinde irade-i seniyye ile kuruldu. Kuruluşu Ticaret ve Nafia Nezareti tarafından 12 Temmuz 1911’de tebliğ edildi. 60000 lira sermeye ile kurulan şirket fabrikanın genişletilmesi için sermeye artırımına gidildi ve 1913’de sermayesi 120000 liraya yükseltildi. Darıca Taşliman Mevkii’ndeki Arslan Çimento Fabrikası her yönüyle modern bir sanayi işletmesi olarak kurulmuştu. Fabrikanın inşası ve yurtdışından sipariş edilen makinelerin montajı, kuruluşundan Nisan 1911 tarihine kadar geçen kısa süre içerisinde hemen hemen tamamlanmıştı. Kolera salgını vb. bazı beklenmedik gelişmelerin yaşanması fabrika binasının inşa maliyetinin hesaplanandan 1200 lira daha fazlaya mal olmasına neden olmuştu. Bununla birlikte fabrika çimentoya olan talebin daha da artacağı öngörüsüyle sermayeyi 75000 liraya yükseltmiş böylece fabrikanın üretim kapasitesini artırmıştı. Tüm bunlara rağmen Arslan Çimento, Osmanlı İmparatorluğu’nda 19. yüzyılda birçok örneğine rastlanan bir ilk heves ile başlanan ancak sonu getirilemeyen girişimlerin aksine, kurucularının yaptıkları ciddi hesaplamalar ile faaliyete geçmiştir. Bu ince hesabın sonucudur ki işletme günümüze kadar varlığını sürdürmeyi başarabilmiştir. Arslan Çimento’nun Darıca’da ki fabrikası 1911 yılı Ekim ayı ortalarında işletmeye açıldı. Avrupa’da gerekli tetkikler yaptırarak ürünlerinin kalitesini tescil ettiren Arslan Çimneto’nun ilk müşterileri arasında Anadolu Demiryolu Osmanlı Şirketi, İstanbul Tramvay Şirketi, Şark Demiryolları Şirketi, Dersaadet Rıhtım, Dok ve Antrepo Anonim Şirket-i Osmaniyesi ve

Hicaz Demiryolları bulunuyordu. Mütareke döneminin ağır koşulları altında biri iflas eden diğeri faaliyetlerine zaman zaman ara vermek zorunda kalan Arslan ve Eskihisar fabrikaları 19 Aralık 1919 yılında imzaladıkları sözleşme ile tek bir şirkete dönüşme sürecini başlattılar. 9 Ekim 1920 tarihli irade-i seniyye ile birlikte yeni şirketin kuruluşu resmiyet kazandı. Şirket yeni bir yapılanmaya gitmiş olsa da savaşın yaptığı yıkımı atlatmak kolay olmadı. Mudanya Ateşkesi ve ardından Lozan Antlaşması ile silahlar susmuş Cumhuriyet ilan edilmişti. Böylece başlayan barış dönemi savaşın getirdiği yıkımın izlerinin silinmesi, ülkenin sınırlı imkanlarla da olsa yeniden inşasına imkan tanıdı. Başlayan imar faaliyetleri ülkede çimento tüketimini ve dolayısıyla talebin artmasına neden oldu. Aslan ve Eskihisar Çimento Şirketi, çimento üretimini artırmak için fabrikalarında gerekli modernizasyon çalışmalarını yaptı. Yenilenen fabrikalar 1924 yılında bir önceki yıla göre iki kat fazla üretim gerçekleştirdi. -1929 Dünya Ekonomik Krizi Türkiye’yi de etkiliyordu. Arslan ve Eskihisar Çimento Şirketi ekonomik kriz karısında faaliyetlerini yeniden düzenledi. -1939 yılında II. Dünya Savaşı’nın çıkması çimento sektörünü olumsuz etkilemişti. -Aralık 1942 yılında alınan bir kararla gerek ülke içerisinde üretilen gerekse ithal edilen çimentoların dağıtım ve satışı İktisat Vekâleti’nin denetimine girdi. -1943 yılı boyunca üretim yapılamadı, şirket sonunda nakit bulabilmek, vergi borçlarını

79


Ş ehir

hafifletebilmek amacıyla, şirkete maliyeti büyük olan, askeri mıntıkada bulunan ve demiryoluna da uzak olan Eskihisar Fabrikasını 1945 yılında Sümerbank’a sattı. -1950’lerde Demokrat Parti hükümetlerinin izlediği bayındırlık ve imar politikaları ve kentleşme olgusu, özellikle İstanbul’un imarı, çimento tüketiminde ve dolayısıyla talebin artmasında belirleyici oldu. -Hükümet Milli Koruma Kanunu’na dayanarak 23 Haziran 1958 yılında çimento fiyatlarını belirleyen bir kanun kabul etti. -1989 yılında Fransız kökenli uluslararası bir şirket olan Lafarge Coppe, sermayesinin %96.94’ünü satın alarak Arslan Çimento’nun yeni ve en büyük ortağı oldu. -1996 yılına gelindiğinde Arslan Çimento A.Ş. bir isim değişikliği yaşadı ve Lafarge Arslan Çimento A.Ş. adını aldı. Günümüzde Lafarge Arslan çimento olarak şirket faaliyetlerini devam ettirmektedir. sayı//15// ekim 80

TÜRK ÇİMENTO SEKTÖRÜNÜN 100 YILLLIK TARİHİNİN KİLOMETRE TAŞLARI •1911 yılında Türkiye’de ilk çimento fabrikası 20.000 ton/yıl kapasite ile İstanbul Darıca’da kuruldu. •1912 yılında Türkiye’de, Aslan Osmanlı Anonim Şirketi’ ne ait “Darıca Fabrikası” ile “Eskihisar Portland Çimento ve Su Kireci Osmanlı Anonim Şirketi’ne” ait “Eskihisar Fabrikası” işletmeye alındı. •1919 yılında “Aslan ve Eskihisar Müttehit Çimento Fabrikaları A.Ş.” adı altında birleşti. •1926 yılında Türkiye’nin ilk özel çimento fabrikası Kup Çimento faaliyete geçti. Bunun ardından Ankara Çimento Fabrikası kuruldu. •1959-1960 yılları arasında çimento üretimi arttı ve yakın doğu ülkelerine ihracata başlandı. •1950 - 1960 yılları arasında 13 yeni çimento fabrikası faaliyete geçti ve mevcutların da kapasiteleri artırıldı. •1953 Çimento üretimini tek çatı altında toplamak üzere 1953’te ÇİSAN kuruldu. ÇİSAN’ın kurulması ile birlikte çimento tamamen devlet kontrolünde üretilmeye başlandı. •1957 yılında Türkiye Çimento Müstahsilleri Birliği kuruldu. •1960 yılında Türk Standartları Enstitüsü kuruldu. •1965 yılında Türkiye’nin çimento üretimi 2 milyon tona ulaştı. •1970’te düzenli çimento ihracatı başladı. •1972 yılında TÇMB Avrupa Çimento Üreticileri Birliği’ne üye oldu. 1977 yılında TÇMB ArGe Enstitüsü Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı kapsamına alındı. •1980 yılında ilk özelleştirme ÇİTOSAN ile başladı. •1998 yılının başında özelleştirme çalışmalarının tamamlanmasıyla, özel sektör statüsü kazandı. •1995 yılında Çimento Beton Araştırma ve Geliştirme Enstitüsü faaliyetlerine hız vermeye başladı. •2002 yılında Afyon-İsçehisar ve 2006’da HasdalKemerburgaz arasında ilk “beton yol” yapıldı. •2008 yılından itibaren Türkiy, e Avrupa’da üretim ve ihracatta 1. Ülke statüsüne yükselerek, dünyada ilk 10 üretici ve ilk 3 ihracatçı ülke arasına dahil oldu. •2009 yılı sonu itibariyle tamamı özel sektör tarafından işletilen 47’ i entegre, 17’si öğütmepaketleme tesisi olmak üzere toplam 64 tesiste, modern teknolojiler kullanılarak tüm yurtta üretim yapılıyor.


10 - 31 Aralık 2015/ GALERİ SELVİN 2

964 Paris doğumlu sanatçı, 1982-1986 Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Sanat Tarihi Bölümü Lisans, 2001-2004 D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Ana Sanat Dalı Yüksek Lisansı tamamlamıştır. Sanatçı “Sâde” ismini verdiği sergisi hakkında şöyle diyor; Tabaklarıma Dair “Abartıdan uzak, yalın biçimler bana yakın geliyor. Genellikle tabak formunu kullanıyorum çalışmalarımda. Tabak, türlü şekildeki seramik öğeyle ve bazen multi-medya malzemeyle işleyerek derinlik kattığım kompozisyonlar oluşturduğum bir tuval benim için…

Zaman, zaman sır kullansam da işlerimde eskitilmiş yüzeyler, toprak tonları, matlık hakim.Yaşam ve doğaya dair her şey ilgimi çeker, izlenimlerim zamanı geldiğinde bir duvar tabağında kendisini açığa vurur. Kavram- biçim dengesini kurabilmek ve bunu kendimce en uygun haliyle yansıtabilmek yaratım sürecindeki kaygımdır.” 10 - 31 Aralık 2015 tarihleri arasında Defne Küçük’ün “Sâde” ismini verdiği seramik sergisini Galeri Selvin 2 ‘de görebilirsiniz. Galeri Selvin 2 : Bebek Arnavutköy Cad. (1. Cadde) 20A Arnavutköy Beşiktaş İstanbul Pazar ve Pazartesi günleri hariç 11:00 – 19:00 saatleri arasında açıktır..

Ş E H İ R S A N AT

DEFNE KÜÇÜK SERAMİK SERGİSİ

81


Ş ehir

İDAREYE

HUZUR GELİNCE..

Şimdi yaklaşık bir asır önce yaşanana bu ihanetin hesabını sorma ve devleti yeniden tarihi rayına oturtarak yoluna devam etme zamanıdır. Ekrem KAFTAN

ütün tahsil hayatım boyunca Osmanlı devirlerini anlatan tarih kitapları ve romanları okudum. İlkokul, ortaokul ve lise yıllarında bize Osmanlı Devleti’nin bilhassa son yüzyılını ve Sultan Abdülhamid ile Vahdeddin’i kötüleyen hocalarımız oldu. Tarih dersinden sürekli iyi not aldığım için hocalar da biraz bendenizden çekinirdi. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne ( o zamanki adı Basın-Yayın Yüksekokulu) geldiğimiz 1987 yılının son çeyreğinde İnkılap Tarihi dersine giren bir profesör, aynen şu cümleleri bize söylemişti: “Bir devlet kendini milletine kabul ettirmek için ya kendinden önceki devleti unutturacak derecede büyük işler başarmak zorundadır yahut da kendinden önceki devleti kötülemek zorundadır. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden daha büyük işler başaracak kadar yeterli zamanı geçirmedi, ve haliyle Osmanlı’yı milletin zihninden silemedi. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni kötüleme yolunu tercih etti.” Bu sözleri resmi eğitim sistemimizin bize dayattığı İnkılap Tarihi’ni anlatan bir profesör söylemişti. Necip Fazıl, ne diyordu: “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe” Milletimizin çoğunluğu da inanmadığı için kendini hâlâ Osmanlı hissediyor. Osmanlı Devleti’ni doğru anlatan bütün filmler ve diziler bu ülkede en yüksek seyirciye ulaşıyor. Çünkü millet köksüz olmayı kabul edemiyor. Malumunuz 1 Kasım 1922, Osmanlı Saltanatı’nın kaldırıldığı kara bir tarihtir. Kaderin cilvesine bakınız ki, 1 kasım 2015’te bir seçim oldu ve milletimiz, Osmanlı medeniyetini, kültürünü, tarihini, sanatını ve bütün güzelliklerini çok iyi bilen, sahiplenen, Osmanlı devlet anlayışına hakim bir idareyi tercih etti. 93 yıl sonra aynı günde yapılan bir seçimle iş başına gelen iktidardan milletin beklediği Osmanlı devlet anlayışının iyi yönlerini ve adaletini yeniden hakim kılmaktır.

Eserin İsmi : Galata Kulesi Minyatür : Özcan Özcan

sayı//15// ekim 82

Evet dostlar şimdi devletin haksız hukuksuz tüm sistemlerinin , düzeltilerek ihya edilme zamanıdır. Harf İnkılabı, Saltanat ve Hilafet’in kaldırılması, devletimizin kurucuları ve yegane sahipleri olan Osmanlı Hanedanı mensuplarının bir gecede sınır dışı edilmesi, vakıfların kaldırılması, eğitim sisteminin felç hale getirilmesi, daha pek çok değişiklik, tamamen İngilizlerin dayattığı mülevves işler idi. Bütün bu değişiklikler tatbik edilirken canından olan insanımızın sayısını da hâlâ tam bilmiyoruz.


Kısaca, büyük bir zulümle milleti sindirdiler ve bize lütfen bırakılan topraklar üzerinde güya yeni bir devlet kurarak, geçmişle bütün bağlarımızı koparmak için ne gerekiyorsa yaptılar. Milletin vicdanında mahkum olduklarını bildikleri için de, devletimizin sahiplerini sürekli kötüleme yoluna gittiler. Şimdi yaklaşık bir asır önce yaşanana bu ihanetin hesabını sorma ve devleti yeniden tarihi rayına oturtarak yoluna devam etme zamanıdır. Elbette işimiz kolay değildir ve elbette içeriden ve dışarıdan şiddetli saldırılara maruz kalacağız. Ancak, Osmanlı Devleti de tarih boyunca hiçbir gün çok rahat olmadı. En güçlü zamanlarımızda bile ya doğuda İran’dan ya Batı’da bir Hristiyan Devlet tarafından saldırılara uğradık. Osmanlı öyle bir büyük Kızılelma sahibi idi ki, hiçbir saldırı onu yolundan döndürmedi. Biz de aynı Kızılelma için canımızı dişimize takmaya mecburuz. Bu coğrafyanın hakimi ve hadimi olacak isek başka çaremiz yoktur. Bu coğrafya büyük millet olmaya zorlar bizi. Türk Milleti tarih boyunca daima çok fazla sayıda kavimleri/milletleri aynı devlet çatısı altında toplamış ve idare etmiş bir millettir. Atalarımızın başardığını biz de başarmaya mecburuz. Çünkü gördüğümüz gibi bütün Ortadoğu ve Balkanlar, yani Osmanlı Devletimizin hakim olduğu topraklarda yaşayan milyonlarca insanın ümidi Türk Milleti ve Türk Devleti’dir. Biz yeryüzünde adaleti hakim kılmak için varız. Birinci işimiz bütün mazlumların, muhtaçların hamisi olmak ve zulmedenlere de adaletle hesap sormaktır. İkinci ve milletimizin beklenti içinde olduğu işimiz ise Osmanlı medeniyetini her alanda yeniden ihya ve inşa etmektir. İnsanı kısacık dünya hayatında mutlu eden din dairesinde bir hayattır. Dinimiz ise bütün medeniyet ve kültürümüzün yegane kaynağıdır. Bu kaynağı doğru bilerek, anlayarak, yaşayarak ecdadımızın yolunda gelişerek yürümek, yeniden büyük medeniyeti hakim kılarak, dünyanın da gıbta etmesini ve mümkünse hidayet bulmasını temin için gayret etmektir. Eğitim sistemimizi yeniden kurgulamamız ilk başarmamız gereken iştir. Bu sistemle yetişen gençlerimiz müthiş derecede cahildir. Ne dinden, ne tarihten. Ne medeniyetten haberleri vardır. Hiçbir alanda bilgi sahibi olmadıkları için ortalıkta avare dolaşan bir nesil vardır. Bütün okullarda tarih dersleri gençlerimizin tanıdıklarında sevecekleri ve ideal

insan olarak kabul edecekleri, devlet, sanat, siyaset ve edebiyat adamlarının hayatları öğretilmelidir. Medeniyetimizin en mühim dallarından olan sanatlarımız (Hat, Tezhib, Ebru, Musiki, Mimari, Şiir başta olmak üzere, hayatımızı tanzim eden, huzur veren diğer sanat dallarında eğitimler verilmeli, kabiliyetli olanlar büyük sanatkar olmak üzere yetiştirilmelidir. Enderun Sistemi yeniden kurulmalı, dünyanın her yerinden İslam’a ve insanlığa hizmet etmeye hazır en üstün zekalı insanlar daha küçük yaşta alınıp yetiştirilmeli ve devletimizin lider kadroları yine Enderun’dan çıkmalıdır. Medeni kanun aslımıza ve medeniyetimize uygun hale getirilmelidir. Özellikle mimaride çevre koruma ve ruhu olan şehirler inşa etme devri hızla başlatılmalıdır. Yoksa bu gidişle ne İstanbul kalacak, ne de Anadolu’da eli yüzü düzgün bir şehir. Safranbolu, Birgi, Beypazarı gibi tarihi şehirlerimiz örnek alınmalı. İhtiyaçlar ve estetik anlayışla binalarımız ve şehirlerimiz inşa edilmelidir. Şehirlerim merkezinde yine cami, çeşme, hamam, meydan ve çınar bulunmalıdır. Yaşlılarımızın genç nesillere bilgilerin ve hatıralarını aktaracakları bir eğitim modeli geliştirilmelidir. Bugün maalesef bilenler konuşmuyor, konuşanlar bilmiyor. Öğretmenlerimiz için sürekli kendini geliştiren ve yenileyen eğitim kurumları kurulmalıdır. Bütün şehirlerde sanat merkezleri kurulmalı ve bu merkezlerde geleneksel kültürümüz ve sanatımızın eğitimleri ücretsiz olarak çok kaliteli hocalar vasıtasıyla yapılmalıdır. Milletvekilleri de Her konuda bilgi sahibi, Türk, İslam ve dünya medeniyetlerine vakıf , düşündüğü gibi yaşayan, gelişmek ve geliştirmek için gayret gösteren insanlar arasından seçilmelidir. Özellikle şiir ve edebiyat eğitimine büyük ehemmiyet verilmelidir. Günümüzde gençler nezaket eğitimine muhtaçtırlar. Estetik kaygılardan uzak saygıyı tanımayan sevgiyi bilmeyen nesilleri Edebiyatla şiirle sporla özlediğimiz nesillere dönüştürebiliriz. Sonsuza kadar payidar olacak Devletimiz için ; Herkes elini taşın altına koymalı ve vakıf medeniyeti yeniden ayağa kaldırılmalı, bütün memlekette hayırda yarışma başlatılmalıdır. Bunun için de Osmanlı vakıf kanunları yenilenmeli, yürürlüğe konulmalı. Osmanlı vakıf malları tekrar vakıf malı olarak tarihi hüviyetlerine iade edilmelidir… Daha yapılacak çok işimiz var, bir asırdır örümcek ağına sarılmıştık… 83


Ş ehir

MUSİKİ VE MEDENİYET “o söylediğiniz nağmeyi veren rübabın kendisi değil, tılsımıydı. Alet yine o alettir… ya bozulan tılsım…” Safiye Erol (Ülker Fırtınası)

Hulûsi ÜSTÜN

nne kucağında ana dilinin ilk seslerini duyan bebeklerin yaptığı gibi o sesleri nağmeye döksek… ilk insandan beri, ilk seslerden, ilk kelimelerden, ilk öpücüklerden yola çıkıp musikinin izini sürsek… mavi gökyüzünü kubbe kılma gayretindeki mimarın, kubbeyi kalem işi süslemelerle bezeyen nakkaşın, harf harf mutlak doğruyu arayan yazarın, sözlerle içimizi acıtan, ölümü hissettiren, bizi yaşama sevincine boğan şairin vardığı yere varır mıyız? Dil, edebiyat, mimari ve tarih gibi musiki de medeniyetin unsurlarından biridir. Farklı diyarlarda farklı minarelerden yükselen sese uyan müminler, aynı nağmelerle ürperir yüzlerce yıldır. Hangi dille anlaşırsa anlaşsın, musikinin dili ile hemhal olur bu coğrafyanın insanları. Onları birbirinden ayıran etnik özelliklerin, kültürel özgünlüklerinin üzerinde musiki, en temel ortak değerlerden biridir. Öyle bir ortak değer ki belki sadece bu coğrafyada ruhi çağrışımlar yapan sesten, nağmeden, teganniden ibaret bir ortak dil. ‘Lisan-ı aşk’ diyor ona İbn-ül Emin. Cümle mahlukatı dile getiren o ezeli sevginin lisanı… o sebepten bizde musiki nefsin değil, ruhun tercümanı olmuş daha çok. Şarkın görkemli geçmişinin musiki ile olan iç içe geçmiş ilişkisini irdelerken karşılaşılan bir gerçek bu… musiki ses ile, ses dil ile, dil anlam ile, anlam ilahi arayış ve şiirle irtibatlı. Ses ve ahenk ilişkisini devenin adımlarının ahengi ile uyuklayan bedevinin bıraktığı yerden alıp rebaba, makama, kudüme, semaya döken el ile damları hurma dalından kulübecikleri, kubbeleri işlemeli camilere dönüştüren aynı el… Can alıcı kamalar üzerine nakış işleyen, ümmilerin çocuklarını hafız kılanlar, suya naat, ateşe tahmis, dağa güzelleme yazan aynı el… Bu el Farabi’nin, İbn-i Sina’nın, Abdülkadir Meragi’nin, Rumi’nin ve Itri’nin eli… Dün ruhun ezeli iştiyakını dile getiren rebaba nağmeyi veren tılsım, o ellerin tılsımıydı. Yazının girişinde Safiye Erol’un romanından alıntılanan cümlede olduğu gibi belki başka kültürlerden girmiş, başka ellerde başka duygular uyandırmış çalgılar bu medeniyet coğrafyasında farklı bir tılsımla dillendirilmiş yüzlerce yıldır. Tıpkı bize has kelimeler ve kavramlar gibi her nağme de bin yılın birikimini taşımış biraz. Bu tılsım biraz da musikinin bizim medeniyetimizde bir bilim dalı olarak tanımlanmasından ve havas işi olarak değerlendirilmesinden kaynaklanıyor. Farabi, İbn-i Sina, Meragi, Rumi, Itri, Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumi, Tırsi ve akla gelen diğer musiki üstadlarının aynı zamanda farklı ilim disiplinlerinde çalışmalar yapmış alimler

sayı//15// ekim 84


olduğunu görüyoruz. Onlar musikiyi maddi ve süfli çağrışımlardan sıyırıp ruhu olgunlaştıran bir metod olarak ele almışlardır. Bugün aynı rebabın başka ellerde nefsin tercümanı olması, şehveti, şiddeti, öfkeyi, sövgüyü nağme yapması bu yüzden belki. İbn-ül Emin’in ifadesi ile ‘musikinin ve edebiyatın yükselişi ve düşüşü mensup olduğu milletin yükselişi ve düşüşü ile uyumludur. Bir millet ruhen, ahlaken ve ilmen yükseldikçe musiki ve edebiyatı da yükselir, geri gittikçe musiki ve edebiyat da alçalır. Milletimizin tarihi ile musikimizin ve edebiyatımızın safahatını inceleyenler bu gerçeği teslim ederler.’ Kur’an’ın güzel sesle okunması gayreti neticesinde ortaya çıkan tecvid ve Kıraat kaideleri, dilin musiki ile olan yakınlığının en güzel simgesidir. Çalgı konusu ise kiminin ‘lehiv’, kiminin ihtiyaç kabul ettiği iki uç çizginin arasında gidip gelmiş. Lehiv edenler Kur’ana muhatap eşref-i mahlukun eline rebab yakıştıramamış, ihtiyaç kabul edenler ise musikiyi, zikre eşlik etme noktasına kadar getirmiş, bu noktada da ses ve saz musikisi arasında bir fark görmemişlerdir. Öyle ya, değil kamil insanlar, küçük bebekler bile musikiyle sakinleşip uyurlar. Deliler musiki ile dinginleşir tedavi olunurlar. Kurt kuş dikkat kesilir güzel sese, çiçekler dikkat kesilir… Bu iki uç arasında bir orta yol arayanlar, ‘Musikinin tesiri dinleyenin kabiliyet ve yapısına göre değişiklik arz eder’ hükmünde birleşmişlerdir. Buna göre musiki, nefsin yahut ruhun tercümanı oluşuna göre vasıflandırılıp dinleyenin seviyesine ve musikinin niteliğine göre helal, yahut haram sayılmıştır. Dinleyici vardır, duyduğu her bir nağmeye eşyanın zikrini dinlemek arzusu ile kulak verir, dinleyici vardır o nağmeden hissesine mahluk aşkından ve şehvetten başka pay düşmez. Mevlana Celaleddin-i Rumi bu farklı algılayışın ifadesi olmak üzere der ki; ‘Bizim için rebab sesi cennet kapısının çınlayışıdır. Bir münkir itiraz edip, biz de dinleriz ama senin gibi hissetmeyiz derse bilsin ki, bizim işittiğimiz ses kapının açılış sesi, onun işittiği ise kapanış sesidir.’ Gözünün gördüğü her şeyde Rabb-i Yezdan’ın kudretini arayan sofi için duyduğu her güzel nağme de ilahi sırrın cilvesinden başka bir şey değildir. O anlayış sebebiyle belli bir dönemden sonra kimi tarikat ayinlerinde musiki ve şiir kullanılmış, semaya ilahi eşlik etmiştir. Saz ile icra edilen musiki bazı tarikat ayinlerinde yer bulmakla birlikte genel olarak mutasavvıf, yüreğinin sesine bir başka enstrümanın eşlik etmesini hoş karşılamamıştır. Bununla birlikte musikiyi kullanan tekkeler sayesinde bu sanat

gelişip işlenmiş, son derece önemli eserler, ince bir zevk ile mutasavvıflara arayış yolunda gayret vermiştir. Bizde musikinin bilgi ve görgü isteyen özel bir uğraş olarak ele alınmasının sonucunda saray ve konaklar da musikinin gelişip şekillendiği okullar halini almıştır. Şehir hayatının inceltip estetize ettiği bu sanat, dünyanın çok fark köşelerinden alınan form ve usullerle geliştirilip Klasik Müziği ortaya çıkarmıştır. Bir çok Osmanlı padişahı, saray mensubu ve bürokrat da musiki alanında önemli eserler ortaya çıkarmışlardır.

Kur’an’ın güzel sesle okunması gayreti neticesinde ortaya çıkan tecvid ve Kıraat kaideleri, dilin musiki ile olan yakınlığının en güzel simgesidir.

Yüz yıl önce medeni birikimimizi reddederken musikimizi de küçümseyip batıya benzememizin karşısında bir engel olarak gördük. Tasavvuf merkezlerinin işlevsiz hale getirilmeye çalışılması, ala turka musikinin yasaklanması, yeni bir Türk müziğinin ortaya çıkartılması çabası içine girilmesinin bir sonucu olarak diğer kimlik değerlerimiz gibi musikimiz de reddedildi. Yüz yıl sonra geldiğimiz nokta son derece ibret verici bir nokta. Şairin yaptığını yapıp yüksek bir tepeden şehre baktığımızda gözümüze çarpan tüm mimari güzelliklerin eskiye ait olması gibi, gözümüzü kapadığımızda kulağımıza çalınan tüm ürpertici nağmeler de eskiye ait. İbn-ül Emin’in yukarıda alıntıladığımız görüşünü doğrulayan bir şekilde mimariyle, dille, tarihle, kılık kıyafetle, edebiyatla, şiirle birlikte müzik de alçaldı. Şimdilerde bir bülbül-i Şeyda’dan ziyade mart kedisi misali birbirine hakaretler eden ergen çığlıklarına müzik diyoruz. ‘Hoplayıver çekirge’ diyen adamın sesine müzik, o hoplayışa da dans diyoruz. Nicedir kapının açılış sesi gelmiyor kulaklarımıza ey Mevlana… bu duyduğumuz ve ruhumuzla bedenimizle yorulduğumuz ses senin bahsettiğin cennet kapısının örtülüşü müdür yoksa? 85


Ş ehir

SANATA

GİDEN YOL MURAT FİLİNTE FOTOĞRAF SERGİSİ “Eve Giden Yol” Açılış:13 KASIM 2015 CUMA Saat:18.30 Sergi Süresi: 13 KASIM - 10 ARALIK Yer: Zeytinburnu Kültür Merkezi Küratör: Mehmet Lütfi ŞEN Mehmet Lütfü ŞEN

anat medeniyetlerin omurgasını oluşturur. Sanat ve sanatçının başat olmadığı yerde geleceğe kalacak, geleceği belirleyecek bir yapıdan söz etmek zordur. Her gerçek sanat eserinin varoluşunda, yaşanılan coğrafya, mendeniyet birikimi ve önceki devirlede ortaya konulan sanat eserleri etkindir. Sanatçı bütün bir geçmişiyle hesaplaşarak ortaya koyduğu sanat eseriyle, ait olduğu medeniyetin geleceğini belirleyen kişidir. Gerçek sanat eserleri toplumların üstbellekleridir. Vaoldukları andan geleceğe bulundukları coğrafyanın kimliğini inşa ederler. Karşınızda olduğumuz proje “Eve Giden Yol”, bir fotoğraf sergisi. Deklanşöre basıldığında ortaya çıkan her kare bir belge, bir hafıza ve bir bilgidir. Bu haliyle fotoğraf anda oluşan, fotoğrafçının gördüğünü temsil eden ve geleceğe kalan değerli bir belgeseldir. Ama bir sanat eserinden bahsetmek için bunlar yetmez. Zihnen algıladığımız, anlamlandırdığımızın ötesinde, zihinüstümüze saldıran bir yapıdan doğar sanat. Daha önce tanığı olmadığımız, ezberimizi bozan ve sanatsal ilişki kurmak için bizi yaratıcılığa zorlayan bir yanı vardır sanat eserinin. Böyle bir sanat eseri belki kısa zamanda tamamlanır. Ama bu eserin ortaya çıkmasına, sanatçının bitmez tükenmez çabaları, kuramsal çileleri ve sanata adanmış bir ömür eşlik eder. Murat Filinte, 1983 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Fotoğraf Ana Sanat dalında akademiye başladığı günden doktorasını yaptığı bu güne kadar, imza attığı fotoğrafları, kuramsal yazıları, bitirdiği tezler, yayınladığı makaleler hazırladığı kitaplar, üniversitede verdiği derslerle kendi sanatına giden yolu yürüdü. Aslında “Eve Giden Yol” sanatçımızın sanatı uğruna bütün bir ömür yürüyüp geldiği yeri sizlerle buluşturduğumuz projenin adı. “Eve Giden Yol”da sanatseverler, Murat Filinte’nin daha önce dünya siyah beyaz fotoğraf ustalarının buluştuğu uluslararası platformlarda ülkemizi temsil eden eserlerini ilk kez bir arada izleyebilecekler. Dostum Murat Filinte’ye üniversite, doktora, kuramsal kitap hazırlıkları, Fransa’da yeni biten sergisi gibi bir çok yoğunluğu arasında karşınızda olduğumuz projeye zaman ayırdığı ve katalogda yazdığı, neredeyse siyah beyaz fotoğraf sanatının manifestosu niteliğinde “Fotoğraf Zamanı ve Gerçeklik” yazısı için içten teşekkür ediyorum. Yine katalogtaki yetkin kuramsal kritik yazısı için dostum Hüsnü Kılıç’a, fotoğraf sanatçısı belediye başkanımız Sayın Murat Aydın’a, baskıdan renk ayrımına bu projeye yoğun emeği geçen bütün dostlarıma şükranlarımı sunuyorum.

sayı//15// ekim 86


MURAT FİLİNTE 1967 yılında Malatya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Malatya ve İstanbul’da tamamladı. 1983 yılında İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi Sahne Görüntü Sanatları Fotoğraf Ana Sanat dalına girdi. 1987 yılında mezun olduktan sonra vatani görevini Balıkesir’de Asteğmen olarak tamamladı. 1990 yılları başında serbest çalıştıktan sonra 1994 yılında Edirne Trakya Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu.1997-99 yıllarında 2 yıl ressam İlhami Atalay’dan resim dersleri aldı. “Batı Sanatında Akımlar” adlı yüksek lisans tezini 2000 yılında tamamladı. Murat Filinte halen Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde doktora çalışmasını sürdürmektedir. 2002 yılında Almanya Karlsruhe Sanat Festivali’nde fotoğraf çalışmaları sergilendi. Filinte’nin özel siyah beyaz fotoğraflarından bir seçki 2007 yılında Fransa’nın Arles kentinde “LES RENCONTRES” Siyah Beyazın Ustaları projesinde sergilendi. Sanatçı 2015 yılında ikinci kez LES RENCONTRES Festivali’nde eserleriyle Türk fotoğraf sanatını temsil etti.

87


Ş ehir

İlk sayısı Haziran 2014’te düşünce hayatımızla buluşan Şehir ve Kültür dergisi, 14. sayısını geride bıraktı. Dergi, Şehir ve Kültür odaklı bir süreli yayın olmayı amaç edinerek, ülkemizin medeniyet havzasının tarih ve coğrafya, duygu ve düşünce, arzu ve istek, ideal ve hedef, söylem ve eylem kodlarını çözümlemeyi, anlatmayı, aktarmayı ve paylaşarak topluma ve gelecek nesillere aşılamayı hedeflemektedir.

14 AY’IN ARDINDAN

ŞEHİR VE KÜLTÜR

DERGİSİNE BAKMAK Dergide, şehirleri tarihi, kültürel, sosyal, doğal ve dini yönleriyle ele alan temel yazılar yanında, kültürel ve tarihi olaylara ilişkin aktarımlar, akademik ve sanatsal etkinlikler, kitap tanıtımları, şiirler ile güncel ve farklı konulardaki söyleşiler ve tartışmalar da yer alır.

Değerlendirme: Yrd.Doç.Dr.Erkan ÇAV*

*T.C.Maltepe Üniversitesi

sayı//15// ekim 88

Türkiye’deki, Osmanlı hinterlandındaki ve İslam ülkelerindeki şehirlerle ve kültürlerle birlikte Avrupa ve Amerika şehirleri ve kültürleri de dergide kendi medeniyet havzamız perspektifinden ele alınır. Bu bakımdan dergideki şehir ve kültür yazıları; sadece İslam coğrafyasına değil, onun dışında kalan coğrafyaları ve şehirleri de anlamaya yönelen bir yayın anlayışı, düşünce ufku ve kavrama derinliği geliştirir. Derginin her sayısının kapağında ayrı bir şehir/coğrafya değerine ve özelliklerine dikkat çekilerek içinde bulunulan medeniyet âleminin anlam ve derinliklerine vurgu yapılır. Dergide, şehirleri tarihi, kültürel, sosyal, doğal ve dini yönleriyle ele alan temel yazılar yanında, kültürel ve tarihi olaylara ilişkin aktarımlar, akademik ve sanatsal etkinlikler, kitap tanıtımları, şiirler ile güncel ve farklı konulardaki söyleşiler ve tartışmalar da yer alır. Bu tercih, derginin her sayısını farklı bir düşünsel kaynak ile süsler. Yazıların genelinde akademik yaklaşımdan ziyade metni okumayı, hissetmeyi ve içselleştirmeyi kolaylaştıran anlatım zenginliği, ifade çeşitliliği ve üslup bakımından edebi özellikler öne çıkar. Genelde açık ve sade, ancak kimi zaman edebiyatın kelimeleri parıldatan oyunlarıyla bezenmiş yazılar bulunur. Aşağıda verilen 14 aylık bibliyografya, dile getirdiğimiz hususların yanında, derginin şehir ve kültür odaklı düşünce ve yazın hayatımıza sağladığı bakış çeşitliliğini, arşiv birikimini ve entelektüel katkısını ortaya koyar. Derginin okuyucuya sunulmasında dikkate gelen -elbette ki her dergide olduğu gibi- bazı eksiklikleri, daha iyi bir dergi için dile getirmek gerekir: Son tashihteki atlamalar, doğru yerinden bölümlenmemiş paragraflar, Bu aksaklıkları giderildiğinde; alanında önemli bir boşluğu doldurmaktan öte, medeniyet havuzumuzun inşasında etkili olan coğrafyanın her bir şehrine, ilçesine, beldesine, dini, sosyal, kültürel ve tarihi değerine odaklanmış biçimde derinleşen bir temel oluşturmakta olan derginin; daha güçlü, etkili, kaliteli ve verimli bir şekilde değerli yoluna devam edeceğine inanıyorum. Bu inançla, Şehir ve Kültür dergisini yayın hayatımıza ve bizlere kazandıran


Sayın Mehmet Kamil Berse’ye can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Bibliyografya( Derginin eski sayıları ile ilgili bibliyoğrafyayı her sayımızda eski 2 sayının bibliyoğrafyasını vererek devam edeceğiz. Okurlarımız kaynak olarak araştırdıklarında kolaylık olsun istedik) SAYI 1 Mehmet Kamil Berse, Biz’den: Her Sabah Taze Bir Başlangıç, s. 1 Erzin Nazif Gürdoğan, “Medeniyetlerin Aynası Kutlu Şehirler”, s. 4-6 M. Semih İrtiş, “Bu Dünya’dan İstanbul Aşığı Bir Nusret Geçti”, s. 7 Mustafa Özçelik, “Yunus’u… Şehirlerde Aramak”, s. 8-10 Timuçin Mercanoğlu, “Uluslararası Kazanlı Yenilikçi Alimler Sempozyumu”, s. 11 Mehmet Kamil Berse, “Kazan: Kültürümüzün İzinde”, s. 12-17 Hüseyin Akın, “Ankara Çeşitlemeleri: Bir Asır Öncesinde Ankara’nın Başkent Olacağını Yazan Şeyh”, s.18-21 Metin Önal Mengüşoğlu, “Harput Kaç Dağ Üstünde”, s. 22-25 Muhsin İlyas Subaşı, “El Medinetü’l Fâzıla: Farabi’de Şehir Kavramı”, s. 26-29 Mehmet Kurtoğlu, “Anadolu’nun Medinesi Urfa”, s. 30-33 Rahşan Gürel, “Bir Yazarın Beş Şehri”, s. 34-38 Kamil Uğurlu, “Segâh Vakti”, s. 39 (Şiir) Köksal Alver, “Mahallenin Adı”, s. 40-43 Cihad Meriç, “Külliyeli Şehrin Ahileri”, s. 44-47 “Mehmed Safiyuddin Erhan: Hak Namına Can İçin Değil, Cânan İçin Yaşayabilmek”, Söyleşi: Yunus Emre Altuntaş, s. 48-53 “Matrakçı Nasuh’un Görkemli Dünyası”, s. 54-55 Yavuz Gencer, “Turgut Cansever: Dünyayı Güzelleştiren Adam”, s. 56-57 Yunus Emre Altuntaş, “Turgut Cansever: Osmanlı Şehri Mimarı”, s. 58 “Turgut Cansever Ardından Söylenenler”, Görüşler: Mustafa Armağan, Akif Emre, Beşir Ayvazoğlu, Mustafa Yahya Coşkun, s. 59-61 Mustafa Uçurum, “Sana Bir Türkü Bırakıyorum”, s. 62-63 Kalender Yıldız, “İç Odalar ve Bahçeler”, s. 64-65 “Nurullah Genç”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 66-73 Recep Garip, “Edebiyatta İz Sürme”, s.74-75 Atilla Mülayim, “Teknolojinin Varlık Sebebi: Türk Korkusu”, s. 76-79 “Doç. Dr. Ali Satan: Tarih Dokunulmak İster”, Söyleşi: Ercan Yılmaz, s. 80-83 Samet Sururi, “Vefatının Yüzüncü Yılında İsmail Bey Gaspıralı”, s. 84-86

Mustafa Nejat Sefercioğlu, “Artık Farketmez”, s. 87 (Şiir) Mustafa Oğuz, “Şehirlerin Anası: Mekke”, s. 88-90 Yusuf Özkan Özburun, “İnsanat Bahçesi”, s. 91 “Mehmet Kamil Berse: Dersaadet’de Umut ve Heyecan Işıkları”, Söyleşi-İsimsiz, s. 92-94 “Nazif Gürdoğan, Mehmet Kamil Berse, Recep Garip: Bugünkü Türkiye’nin Üç Mimarından Biri O”, Konferansı Aktaran: Sadullah Yıldız, s. 95-96 SAYI 2 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Şehirlerin De İnsanlar Üzerinde Hakları Vardır”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Düzleşen Dünyada Asya’dan Avrupa’ya Giden Kervan”, s. 4-7 Ali Arslan, “Darülfunun’un Kuruluşu”, s. 8-11 Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’in Şehirleri”, s. 12-17 Arzu Tozduman Terzi, “Fatih Sultan Mehmed’in Hocaları”, s. 18-21 Mustafa Özeçlik, “Yunus’un Şehirleri: Sarıköylü Yunus Emre”, s. 22-24 Bekir Sıtkı Erdoğan, “Anılar Diyarı”, s. 25 (Şiir) “Objektiften, Estetiği ve Zamanı Yakalayan Sanatçı: Kâzım Zaim”, Söyleşi: Savaş Uğur, s. 26-31 Recep Garip, “Nazif Gürdoğan: Görünmeyen Üniversitenin ve Şehrin Güzel İnsansı Yedinci Güzel Adam”, s. 32-34 Recep Garip, “Babam”, s. 35 (Şiir) “Mehmed Safiyyuddin Erhan: Bu Şehirleri Bize Armağan Edenlere Yabancı Nesiller Yetiştirdik”, Söyleşi: Yunus Emre Altuntaş, s. 36-41 Hamit Er, “İslam Sanatı Güzele Adanmıştır”, s. 42-44 “Bir İç Çekişin Şiiri: Huzursuz Rabıta (Yunus Emre 89


Ş ehir

Altuntaş)”, İsimsiz, s. 45 Mona İslam, “Roma’dan Kalan Anılar”, s. 46-47 “Gülnara Seitvanieva: ‘Hayatın Hami-i Hakîkîsi Millettir, Ben Yalnız Onun Tercümanıyım”, Söyleşi: Tümuçin Mercanoğlu, s. 48-51 Önder Bayır, “Osmanlı Devleti Şehirlerinde Gayr-i Müslim Teb’a”, s. 52-55 Yavuz Gencer, “Bir İstanbul Efendisi’nden – Sadettin Ökten- Medeniyet Tasavvuruna Dair Serzenişler: ‘Fincanımda Kola Var’ ”, s. 56-60 “Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Etkisi (Fuat Köprülü)”, İsimsiz, s. 61 Mehmet Kurtoğlu, “Tanpınar’dan Calvino’ya Şehri Okumak”, s. 62-66 Hüseyin Akın, “Ankara’nın Özelleri Özel Hikayeleri”, s. 67-69 Mustafa Uçurum, “Mevlana’dan Evliya Çelebi’ye: Tokat Şehri”, s. 70-71 Mustafa Atlar, “Bosna’nın Müslümanlaşması” ve Ayvaz Dede Şenlikleri”, s. 72-75 Mustafa İlyas Subaşı, “İstanbul’da Sinan’ın İzinde: Büyük Ustanın Üç Eserine Güzelleme”, s. 76-79 Mehmet Nuri Yardım, “Yedinci Şehir ve Özkan Yalçın”, s. 80-83 Mehmet Refii Kileci, “Yirminci Yüzyıldaki Hattatların Pîri Kuzey Yıldızı Hattat Hamid Aytaç”, s. 84-86 Nurettin Durman, “Sokakların Ruhunda: Beylerbeyi Eski Çınar Sokak”, s. 87 “Sadık Yalsızuçanlar: Üç Şehrim Oldu, Biri De İstanbul…”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 88-90 Erkan Çav, “Şehr’e Dibace”, s. 91 Samet Sururi, “Türk Mutfağı Denince”, s. 92-93 “Evren Temel ‘Kentin yüzleri’ (Resim Sergisi)”, s. 94-95 Hüseyin Emiroğlu, “Şehir Notları”, s. 96 sayı//15// ekim 90

SAYI 3 Mehmet Kamil Berse, “Şehirde Estetik ve Kültüre Saygı”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Globalleşmeye Karşı ‘Mevlana’nın Pergel Teorisi’ ”, s. 4-7 Ali Arslan, “Osmanlı Döneminde Darülfünun İlahiyat Fakültesi”, s. 8-10 Yusuf Dinç, “Şehrin Çekim Yeri: Tiyatro”, s. 11 Mehmet Kamil Berse, “Şehrin Ruhuna Kimlik Katan Kitabeci”, s. 12-17 Mehmet Kurtoğlu, “Yahya Kemal’in Şehirleri”, s. 18-23 Metin Eriş, “Fethi Gemuhluoğlu: Hoş Ahbâb Ararım”, s. 24 Erkan Çav, “Metrûk Şehirler Kahrolur”, s. 27 Mustafa Özçelik, “Karamanlı Yunus Emre”, s. 28-31 Recep Garip, “Şehir ve Sanat, s. 32-34 “Bir Semtin Hikayesi: Babıali’de Hayat (Osman Esgice)”, İsimsiz, s. 35 Vedat Sağlam, “Şehir ve Kimlik”, s. 36-37 Yıldırım Aganoğlu, “Batı’da Bir Medeniyet Burcu: Endülüs”, s. 38-46 Nurettin Durman, “Şehirde Edebi ile Açan Çiçek: Kardelen”, s. 47 Önder Bayır, “Rumeli’de Osmanlı Yönetim Anlayışı”, s. 48-51 Mehmet Mazak, “Şehr-i İstanbul’da Zamanı Ayarlayanlar”, s. 52-55 “Ömer Lekesiz: Ve Kudüs Şehri Gökte Yapılıp Yere İndirilen Şehir”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 56-60 Şakir Kurtulmuş, “Büyük Doğu Kapaklarının Dili”, s. 61 Mona İslam, “Bir Payitaht Şehri : Bursa”, s. 62-64 Muhsin İlyas Subaşı, “Kurtarın Bu Şehirleri!”, s. 64 (Şiir) Ekrem Kaftan, “İstanbullu Olmak”, s. 66-67 “Oğuzhan Ceylan: Türk Sineması Kendine Has Bir Dil Oluşturamadı”, Söyleşi: Recep Garip, s. 68-70 Yunus emre Altuntaş, “Vatan Yahut İnternet (Mustafa Kutlu)”, s. 71 Mustafa Atalar, “Balkanlarda Bıraktıklarımız”, s. 72-75 Nidayi Sevim, “Evrensel İyiliğin Sembolü: Sadaka Taşları”, s. 76-79 Selçuk Küpçük, Maraş Ekibi’nin Keskin Kalemi: Cahit Zarifoğlu”, s. 80-83 Hasan Ejderha, “Maraş’ın Cezbeli Gülleri”, s. 8487 Mehmet Nuri Yardım, “Kerpiç Evlerdeki Huzur”, s. 88-89 Mehmet Sılay, “Kaşgarlı Mahmud’un Diyarından”, s. 90-91 Mustafa Uçurum, “ Kitaplara Da Sığar Şehirler”, s. 92-94 Recep Çelik, “Osmanlı Kudüsü’nde Kültür Erozyonu ve Misyonerler”, s. 95-96


SAYI 4 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Sevgiyle Yoğrulmuş Şehir ve Kültür”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Entelektüel Sermaye ve Geleceğin İmarı”, s. 4-6 Mustafa Yazgan, “Şehir’in Ruhu”, s. 7 “Prof. Dr. Suphi Saatçi: Medeniyet Tarihi Şehirlerin Tarihidir”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 8-12 Yusuf Dinç, “Tiyatromuzda Bir Dram: Bir Yer Bir Olay Değil; Kerbela”, s. 13 Mehmet Kamil Berse, “Kudüs Osmanlıdır”, s. 14-20 Mehmet Sılay, “Şen Olası Halep Şehri, Yanıyor”, s. 21 Mustafa Özçelik, “Afyonkarahisarlı Yunus Emre”, s. 22-25 Mehmet Kurtoğlu, “Sezai Karakoç’a Göre Şehirlerin Ruhu ve Anlamı”, s. 26-29 “Dr. İ. Aydın Yüksel: Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Medeniyetinin Son Temsilcilerindendi”, s. 30-37 Dursun Gürlek, “Yeraltı Camii İmamı: Üsküdarlı Ali Efendi”, s. 38-43 Recep Garip, “Cemil Meriç’te Şiir Şehir ve Kültür”, s. 44-47 Muhsin İlyas Subaşı, “Beş Bin Öncenin Şehrine Kısa Bir Yolculuk”, s. 48-50 Erkan Çav, “Kediler”, s. 51 Hulusi Üstün, “Nakşın ve Şiirin Şehri: Tebriz”, s. 52-57 İbrahim Sadri Eren, “İstanbul Tuhafiyesi”, s. 58-59 Mustafa Atalar, “Ali Yakup Cenkçiler Hoca’dan Anılar: Balkanlarda Türk Olmak”, s. 60-63 Rahşan Gürel, “Bir Tekkenin Hikayesi”, s. 64-67 Nurdal Durmuş, “Memleket Makedonya”, 68-71 İsimsiz Seyyah Venividivici, “Hayal Şehir Venedik”, s. 72-75 Ahmet Dur, “Kültürlerin Harman Olduğu Şehir: Mardin”, s. 76-79 Sabri Gültekin, “Düşlerimizi Süsleyen Derviş: Âşık Ruhsatî”, s. 80-82 İsmail Yılmaz, “Güney Kore’de Türk Fırtınası Esti”, s. 83 “Safiyyuddin Erhan: Şehrimiz Kimliğimizdir”, Haber: Emre Coşkunsu”, s. 84-85 “Leyla İpekçi ile Ruhun Tenha Sokaklarında ‘Şehrim Aşk’ ”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 86-89 Nidayi Sevim, “Osmanlı Mezar Taşlarının Dili”, s. 90-93 Mehmet Nuri Yardım, “Fethin Sembol Kuruluşu: İstanbul Fetih Cemiyeti”, s. 94-96 SAYI 5 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Şehirli ve Kültürlü İnsan Olmak”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Tüketen Şehirlerden Üreten Şehirlere”, s. 4-6

“Yüz Yıl Sonra Gaspıralı; Fikirleri İle Gündemde”, Dersaadet Kültür Platformu ile İstanbul Üniversitesi Tarafından Ortaklaşa Düzenlenen İsmail Bey Gaspıralı Konferansı, Haber: Timuçin Mercanoğlu, s. 7 “Korkut Tuna: Şehirleşmenin Âdâbı”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 8-13 Mehmet Kamil Berse, “Yazı’ndan / Kitab’a Bir Medeniyet Hikayesi”, s. 14-17 Ali Arslan Can, “Türkler Gelirse Musul Mamur Olur”, s. 18-20 “Devletlerarası Kafkasya’da Göç Kongresi”, Haber: Timuçin Mercanoğlu, s. 21 Mustafa Özçelik, “Aksaray’daki Yunus Emre”, s. 22-25 Mehmet Kurtoğlu, “Max Weber’e Göre Şehir”, s. 26-31 Önder Bayır, “Osmanlı’dan Günümüze İmparatorluğun Hafızası: Osmanlı Arşivleri Daire Başkanlığı”, s. 32-35 Yahya Düzenli, “Trabzon: Kadîm Bir Medeniyet Şehrinden Yorgun Bir Kent’e…”, s. 36-38 Kamil Uğurlu, “Mahalle”, s. 39 (Şiir) Süleyman Doğan, “Şark’ın Hüzünlü Şehri: Kudüs-i Şerif”, s. 40-43 Recep Garip, “Tefekkür Kültürü”, s. 44-45 “Ortaköy Ressamı Fethi Baba İle”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 46-51 Nidayi Sevim, “Beyoğlu’nda Bir Huzur Abidesi: Arap Camii”, s. 52-54 Yunus Emre Altuntaş, “Yunus Emre’nin Dostları (Mustafa Özçelik)”, s. 55 Yunus Emre Altuntaş, “Bursa Aşığı Bir gönül Adamı: Kâzım Baykal”, s. 56-57 Rahşan Gürel, “Şehir Medeniyeti’nin Temel Direklerinden Ahiliğin Doğuşu”, s. 58-61 Hulusi Üstün, “Üç Hızır’ın Ülkesi: Cezayir”, s. 91


Ş ehir

62-65 Muharrem Varol, “Şehre Hizmet Eden Özbek Tekkelerinin Eyüp’teki Kolu: Kalenderhâne Tekkesi”, s. 66-69 Fatih Doğru, “Şehrin Tarihini Yaşayan; Beyoğlu’nda Bir Dükkan”, s. 70-73 Sabri Gültekin, “Dersaadetin Ezanları”, s. 74-75 Vedat Sağlam, “Şehir Medeniyetini Kuran Kadınlardan Hunat Hatun”, s. 76-79 Ekrem Kaftan, “Şehre Ruh Veren Şiir Medeniyeti”, s. 80-81 “Şair Haydar Ergülen İle Sanatı ve Şehri Sevemek”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 82-85 Erkan Çav, “Şehirlerin Kimi Dingin Kimi Saldırgan Bekçileri: Köpekler”, s. 86-87 Ali Yurtgezen, “Şehirlerin Şiiri: Maraş”, s. 88-89 Fatma Koçak, “Şehirde Seher Medeniyeti Kuran Adam: Erdem Beyazıt”, s. 91 Mehmet Mazak, “Türkiye’nin Asırlık firmaları; Şıklık ve Parlaklık / Necip Bey 1917”, s. 92-93 Mehmet Nuri Yardım, “Millî Edebiyatın Sönmeyen Işığı: Türk Edebiyatı Vakfı”, s. 94-96 SAYI 6 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Kültürlü Olmanın Erdemi…”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Dünya ve Türk Şehirlerinde Fazilet Farkı”, s. 4-7 Kamil Uğurlu, “Şehirlerin Ruhu, Mimarların Ufku”, s. 8-11 Mustafa Özçelik, “Manisa (Kula)’daki Yunus Emre”, s. 12-15 Mehmet Kamil Berse, “Dersaadetin Huzur Sokağı ‘Yeşiltekke Sokak’ ”, s. 16-21 “Semih İrteş: Tezyinatta Rönesansımızı Yapmak Zorundayız”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı ve E.Yılmaz, s. 22-25 Ali Arslan Can, “Merzifon’da Atılan Taş Paris’e

sayı//15// ekim 92

Ulaştı”, s. 26-29 Mehmet Kurtoğlu, “İbn-i Haldun’a Göre Şehir”, s. 30-35 Rahşan Gürel, “Osmanlı Şehirlerinin ‘Muhsinler’ Tekkesi”, s. 36-37 Melek Gençboyacı, “İstanbul’da Bir Diyarbekirli: Ali Emîrî Efendi”, s. 38-45 Mahmut Kaya, “Tanıdığım Mahir İz Bey”, s. 46-47 Hulusi Üstün, “Nevzuhur Bir Şehrin Öyküsü”, s. 48-50 Kamil Uğurlu, “Müşteri”, s. 51 Fahri Tuna, “Şiir Gibi Şehir: Mardin”, s. 52-53 Sabri Gültekin, “İstanbul’un Yaşayan Ekonomisi: Hanlar”, s. 54-55 Yıldırım Ağanoğlu, “(Evlad-ı Fatihân) Üsküp”, s. 56-59 Recep Garip, “Mehmet Akif İnan’ın Şehirleri”, s. 60-63 Nurettin Durman, “Şair Her Çağda Devrimci”, s. 64-65 Mustafa Atalar, “Güzeller Güzeli, Müslüman Şehirler Nehri: Tuna”, s. 66-67 Nizar Nabee Abumunshar, “Nablus’taki Osmanlı Eseri: Hamidiye Kulesi”, Çeviren: Mustafa Hamzah, s. 68-69 Nidayi Sevim, “Açık Mekân Kültürünün Zarif Abideleri Namazgâhlar”, s. 70-73 Erkan Çav, “Şehrin Koruyucu Saçakları: Kuşlar”, s. 74-75 Fatih Ordu, “Ünye’de Son Ağaçlara Veda”, s. 76-77 Muhsin İlyas Subaşı, “Şehirlerle Kazandıklarımız ve Kaybettiklerimiz”, s. 78-80 “Eski Dünyaya Seyahat (Fatma Koçak)”, İsimsiz, s. 81 Süleyman Doğan, “Deniz ve Yeşilin Kucaklaştığı Şehir: Batum”, s. 82-85 Mehmet Narlı, “Maraş İçin, Düşe Dalmak”, s. 86-87 Mehtap Altan, “Kar Kokulu Şehir: Muş”, s. 88-89 Mehmet Nuri Yardım, “Şehrilerin İrfan Merkezleri: Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı”, s. 90-93 Mehmet Mazak, “Keşiş Dağı’ndan Uludağ’a Bir Maden Suyunun Öyküsü”, s. 94-96 SAYI 7 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: Şehirli Olmak, Öncelikle ‘Selam’ Vermektir”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Şehirlerin Değişimi, Komşuluk Kültürü, Şehir Mimarı”, s. 4-6 Önder Bayır, “(Muhtar Ahmet) Ensarî Heyeti”, s. 7 Kamil Uğurlu, “Şehircilik Tarihimizin Dönemeçleri Şehir Masalları -Evvel-”, s. 8-10 Kamil Uğurlu, “Azarlanmış Su Gibi”, s. 11 (Şiir) Mehmet Kamil Berse, “Dersaadet’e Kar Yağıyor”, s. 12-13 Ali Arslan Can, “Yüreği Olan Her Zaman İş Yapar”,


s. 14-17 Nizar Nabee Abumunshar, “Kudüs’te Habeş Hıristiyanları Kilisesi”, Çeviren: Mustafa Hamzah, s. 18-19 Rahşan Gürel, “Müstesna Bir Şehir Efendisi Ord. Prof. Dr. Ahmet Süheyl Ünver”, s. 20-25 Olcay Yazıcı, “Ölümsüz Şehirler…”, s. 26-29 Muhsin İlyas Subaşı, “İslâm Uygarlığı Semerkant’tan Kurtuba’ya Bir Şehir Uygarlığıdır!”, s. 30-33 “Ali Haydar Haksal: Üsküdar’ın İzleri Bende Çok Derindir”, Söyleşi: Şakir Kurtulmuş, s. 34-36 Fatma Koçak, “Yer Gök Medeniyet”, s. 37 Ahmet Turan Arslan, Siyah İnsanların Ülkesi Sudan’dan İzlenimler, s. 38-41 Mehmet Kurtoğlu, “Şehre Ulu Nazarla Bakmak”, s. 42-44 Ahmet Dur, “Ayna Ressamları”, s. 45 Mustafa Özçelik, “Bursa’daki Yûnus Emre”, s. 46-49 Recep Garip, “İstanbul Şairlerinden ‘Garip’ Orhan Veli”, s. 50-52 Samet Sururi, “Bir Ankara Şehrengizi ‘Ömrüm Ankara’ Kitap Kritiği”, s. 53 Hüseyin Yorulmaz, “Köprülü Şehir Mostar”, s. 54-57 Ömer Özden, “Kapılarımız”, s. 58-61 Yıldırım Ağanoğlu, “Değişim Sürecinde Üsküp”, s. 62-67 Süleyman Doğan, “Dağlık Buda İle Ovalık Peşte’nin Birleştiği Başkent: Budapeşte”, s. 68-71 Erkan Çav, “Paris-Roma-Viyana-Atina Gözlemlerim Sonunda Batı Şehirleri Üzerine Tespitler”, s. 72-75 Katharine Branning, “X İşaretli nokta ve Dünyada Sivas Diye Bir Yer!”, Çeviren: Ali Çavuşoğlu, s. 76-77 Sabri Gültekin, “Mercan Yokuşu”, s. 78-79 Mustafa Uçurum, “Tokat Yolları Taşlı”, s. 80-81 Nazım Payam, “Bizim Külliye’nin Hikayesi”, s. 82-83 Abdülhamid Güler, “Ruhsuz Sinemada Çanakkale Ruhu’nu Var Etmek”, s. 84-85 “Hilmi Yavuz İle Yara Şiirleri’ne Şehirli Cümleler”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 86-89 Mehmet Nuri Yardım, “Şehirlerin İrfan Merkezleri: Birlik Vakfı”, s. 90-91 Fahri Tuna, “Urfa: Güzel İnsanların Şehri”, s. 92-93 Nidayi Sevim, “Eyüp Sultan’da Bir siyaset Bilimci: İdrsi-î Bitlisi”, s. 94-96 SAYI 8 Mehmet Kamil Berse, “Biz’den: ‘Birlikte Yaşanılan Yeryüzü Ortak Mekânımızdır’ ”, s. 1 Nazif Gürdoğan, “Şehir İçin Milli Modelimiz: Mahalle Kültürü”, s. 4-5 Yusuf Dursun, “Bir Şehirli Hasleti: Nezaket”, s. 6-7

Kamil Uğurlu, “Şehircilik Tarihimizin Dönemeçleri: Şehir Masalları -İkinci-”, s. 8-11 Mehmet Kamil Berse, “Fatih/Süleymaniye; Ulema Semtleri”, s. 12-13 Ali Arslan, “Stratejik Açıdan Türkiye’nin Doğal Alanı ve tabiî İmkân Sahaları”, s. 14-19 “Aysel Başer: Restorasyona İnsandan Başlamalı I”, Söyleşi: Mahmut Bıyıklı, s. 20-23 Mustafa Özçelik, “Erzurum’daki Yûnus Emre”, s. 24-26 Mehmet Baş, “Şehrin Merkezi”, s. 27 Rahşan Gürel, “Derin Bir Sevda: İstanbul”, s. 2830 Fahri Tuna, “İstanbul Türkiye’dir”, s. 31 Erkan Çav, “Batı Şehirleri Üzerine Tespitler: Atina Selanik Kavala”, s. 32-37 Recep Garip, “İçimizde Büyüyen Şehir ‘Kudüs’ ”, s. 38-41 Kamil Yeşil, “Bağdat’ın Manevi Dinamikleri”, s. 42-44 Abdülhamit Güler, “Kütahya’dan Evrensele Uzanan Sanatçı (Ödüllü Yönetmen) Ahmet Uluçay”, s. 45 Sabri Gültekin, “Nevruz ve İnancımızın Kadim Mekânları”, s. 46-47 Ekrem Kaftan, “Şehre Bahar Gelirken”, s. 48-49 Melek Gençboyacı, “Yüzüncü Yılında Çanakkale Savaşları ve Fotoğraflarla Çanakkale Zaferi”, s. 50-55 Mustafa Atalar, “Bayrağın ve Türk Bayrağının Önemi”, s. 56-59 Ali Yurtgezen, “Zerefşan Irmağının Suladığı Tarihi Şehir: Buhara”, s. 60-63 Muhsin İlyas Subaşı, “2050 Yılında Şehirler”, s. 64-67 “Şehirlerin ve Portrelerin Dilini Çözen Seyyah: Fahri Tuna”, Söyleşi: Mehtap Altan, s. 68-71 Mehmet Kamil Berse, “Elli Yıllık Bir Dost, Mücadele Adamı; Abdurrahman Şen”, s. 72-73 Ali Arslan Can, “Yolbaşını İngiliz Tutmuş”, s. 74-75 Abdurrahman Adıyan, “ ‘İçinde Şamran Akar…’ Edremit”, s. 76-78 Kamil Uğurlu, “Oralı Olmadım”, s. 79 (Şiir) Hasan Ejderha, “Şehre Varmak”, s. 80-81 Mehmet Kurtoğlu, “Evliya Çelebi’nin Şehir Tanımlamaları”, s. 82-85 İsmail Gümüş, “Devletlerarası Kırım’dan Göçler Kongresi I (3-4 Mart 2015), s. 86-88 Timuçin Mercanoğlu, “Dersaadet Kültür Platformu Kültür Programları”, s. 89 Vedat Sağlam, “Toplu Konut Ormanı Şehirler”, s. 90-91 Mehmet Nuri Yardım, “Şehirlerin İrfan Merkezleri: ESKADER”, s. 92-93 Ercan Yılmaz, “Bozkırda Açan Gül: Kırşehir”, s. 94-96 93


Ş ehir

ŞEHRİN İRFAN MERKEZLERİ

(MTTB)

MİLLİ TÜRK

TALEBE BİRLİĞİ Türkiye’de gençlik hareketinin ilk ve en önemli buluşma yeri olan, uzun yıllar yüksek öğrenim talebelerine hitap eden MTTB, 14 Aralık 1916 tarihinde kuruldu. Millete hedef tayininde, gençliğin öneminin farkında olan Cumhuriyet’in yönetim kadrosu da resmi görüşü doğrultusunda örgütlediği MTTB’ye devlet olarak destek verdi Mehmet Nuri YARDIM

ürkiye’de sivil toplum kuruluşları çoğalıyor. Ama aralarında öyleleri var ki, onlar tarihî kökleriyle aziz milletimizin bağrından çıkmış ve pek çok seneyi, hatta yüzyılı geride bırakmışlardır. İşte o efsane kuruluşlardan biri de Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)’dir. Kuruluş yılı 1916. Yani asırlık bir kurum. “Türk Talebe Cemiyeti” olarak kurulan ve bugün yine öğrencilerimizin, gençlerimizin en çok rağbet ettiği bir mekân olarak Cağaloğlu’ndaki tarihî binada hizmetlerine devam eden bir irfan ocağı. Bugün artık dede diyebileceğimiz, yaşı 70 civarındaki bir çok kültür, sanat, ilim ve edebiyat adamı ile görüştüğümüzde, “Biz MTTB’de yetiştik. Başta üstat Necip Fazıl olmak üzere bir çok büyüğümüzü orada dinledik, tanıdık, onlardan istifade ettik, feyz aldık.” demektedirler. Bu nasıl bir irfan merkezidir ki, çerağı yüzyıldır yanıyor. 1960’lı yılların sonunda Rasim Cinisli’nin öncülüğündeki milliyetçi muhafazakâr ve mukaddesatçı gençlik, kuruluşun yanlış istikametlere doğru çekildiğini görerek harekete geçerler ve MTTB’yi ele geçirirler. O günden bu yana kuruluş, millî ve manevî değerlere bağlı nesillerin, vatansever ve inançlı gençlerin yetiştiği, piştiği ve memleket hizmetine buradan koştuğu bir mektep olmuştur. Kuruluşun misyonu şöyle ifade ediliyor: “Geleceğini kendisi, toplumu ve dünya insanlığı için en iyi şekilde inşa edecek; üniversite gençliğinin taşıması gereken sosyal, kültürel ve fikri donanıma sahip; ahlaklı, kararlı ve gücünü geleneğinden alan bir neslin yetişebilmesi için teşkilat olmak ve her yönü ile Büyük Türkiye idealine ulaşmaktır.” Vizyonu ise şu ifadelerde kendisini buluyor: “Cihan devletleri kurmuş ecdadının, kuruluşundan beri büyük ve ideal teşkilat olmuş MTTB’nin örnekliğini, tecrübesini ve gücünü ortaya koymak, milli ve manevi değerlerine bağlı, tarihin bilincinde, ilme ve projeye önem veren, kültürlü, ufuk sahibi gençlerle durgunlaşmış medeniyetini yeniden diriltmek, tarihinden aldığı misyonu yarına taşırken daha yaşanabilir bir dünya için; çağın medeniyet ve kültür algılayışının üzerine çıkarak, irfan sahibi nesillerin yetişmesini sağlamak ve medeniyetinin asıl varlığını ortaya koymaktır.” UZUN VE HEYECANLI BİR TARİH Türkiye’de gençlik hareketinin ilk ve en önemli buluşma yeri olan, uzun yıllar yüksek öğrenim talebelerine hitap eden MTTB, 14 Aralık 1916 tarihinde kuruldu. Millete hedef tayininde, gençliğin öneminin farkında olan Cumhuriyet’in yönetim kadrosu da resmi görüşü doğrultusunda örgütlediği MTTB’ye devlet olarak destek verdi.

sayı//15// ekim 94


1916’dan 1980’e kadar, (arada kapalı olduğu dönemler hariç), faaliyet gösteren MTTB’de bundan önce dört devre yaşanmıştır diyebiliriz. Birinci Devre, 1916-1920 yılları arasındadır. MTTB’nin ilk kuruluşunu İttihat ve Terakki iktidarı gerçekleştirdi. Osmanlı devletimizin batışının müsebbibi olan ve Pan Türkist bir cereyan geliştiren İttihat ve Terakki Fırkası’nın kurduğu teşkilâtlardan birisi de o zamanki adıyla Türk Talebe Cemiyeti’ydi. Bu devirde siyasi çekişmeler dikkat çekiyordu. Cemiyetin ikinci devresi ise 1926’da başladı ve 1936’da sona erdi. Cemiyet, Cumhuriyet kadrosunun resmi görüşü doğrultusunda devlet desteğiyle bir takım çalışmalar yaptı. Kozmopolitliğe karşıydı ve Turancı bir düşünceye sahipti. Ülke meseleleri konusunda hassastı. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasını başlatıp yaygınlaştırdı. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakında, Suriye’yle Türkiye arasında oluşan problemler üzerine izinsiz miting düzenledi. 22 Kasım 1936 tarihinde başka cemiyetlerle birlikte kapatıldı. O devirde faaliyetleri devam eden tek kuruluş ise Cumhuriyet Halk Partisi’nin yan kuruluşu olan ‘halkevleri’ydi. MTTB’nin suskunluk zamanı diyebileceğimiz bu fetret dönemi yaklaşık on yıl sürdü. Birlik, 1946 yılında, merkezi İstanbul’da olmak üzere “Türk Talebe Birliği” adıyla tekrar kuruldu, daha sonra yapılan müracaat sonucunda Bakanlar Kurulu kararıyla başına ‘Milli’ kelimesi eklendi. Esasen MTTB’nin bugünkü çizgisinin temelini oluşturan ilk dönüşüm 1946 yılında gerçekleşti. 1946 yılında yeniden kurulmasıyla başlayan bu dönemi de kendi içinde iki ayrı devre olarak düşünmek mümkün. 1946–1965 yılları arasında daha ziyade sol cereyanların etkisindeki birliği görüyoruz. 1965 yılından sonra kuruluş daha milliyetçi, muhafazakâr bir kesimin eline geçti. Kendilerini mukaddesatçı gençlik olarak tanımlayan bu gençlerin MTTB üzerindeki egemenliği 1980’e kadar, yani 12 Eylül darbesine kadar devam etti. MTTB’de 1950 ilâ 1965 yılları arasında şu kişiler Genel Başkanlık yaptı: Kâmuran Evliyaoğlu, Nejat Cerman, Orhan Sakarya, Yaşar Özdemir, Faruk Narin ve Yüksel Çengel. MTTB’DE ALTIN YILLAR Şüphesiz MTTB’nin altın dönemi ve dördüncü devresi, 1965-1980 yılları arasında yaşanmıştır. MTTB, 1965 yılından itibaren faaliyetlerini milliyetçi bir yapıda sürdürmeye başlar. Komünizmle mücadele alanında toplantılar tertip edilir ve kampanyalar başlatılır. “İlk olarak düşünülmesi icap eden husus; ‘Milli Birlik’ fikrini sağlam unsurlara dayayıp kökleştirmektir.” gibi sloganlarla mücadele gayesi ortaya konulur. 18 Mart 1965 tarihinde yapılan Genel Kurul’da Genel Başkanlığa Rasim Cinisli seçilir. Cinisli

ile birlikte bir anlamda yeniden doğuş yaşanır. Zira bu dönem; milli ruh ve milli şuura bağlı bir kuruluş haline gelişin başlangıcı sayılır. Yeniden kazanılan milliyetçi ve mukaddesatçı Anadolu gençliği ile MTTB’nin müspet çalışmalarına hız kazandırılır ve birlik tarihine ve misyonuna uygun çizgisine oturtulur. Rasim Cinisli’den sonra 48. Dönem Genel Başkanlığı’na seçilen İsmail Kahraman’la MTTB’nin fikrî çizgisi daha da netleşir. Bu dönemde sol öğrenci olaylarına karşı ortak bir zemin oluşur. MTTB, milliyetçi ve mukaddesatçı görüşün buluşma ve yönetim yeri haline gelir, milliyetçi çizgide olduğu gibi muhafazakâr çizgide de belirgin bir tavır alır. 53. Dönem Genel Başkanı Rüştü Ecevit’in döneminde göze çarpan çalışma MTTB’nin ambleminin değiştirilmesi olmuştur. Kurulduğu yıldan beri birliği temsil eden ‘bozkurt’ resmi, ‘kitap’ resmi ile değiştirilmiştir. Artık kuruluşta İslâmî çizgi daha belirgin hâle gelmiştir. 1965-1980 yılları arasında MTTB’nin Genel Başkanları sırasıyla Rasim Cinisli, İsmail Kahraman, Burhaneddin Kayhan, Ömer Öztürk, Raşit Ürper, Abid Özmen, Rüştü Ecevit, Cemalettin Tayla, Kasım Yıpıcı, Haşmet Oğuzalp, Vehbi Ecevit’tir. 12 Eylül 1980 darbesi ile MTTB’nin dördüncü devresi de sona ermiş oluyordu. KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞDU Darbe ile birlikte faaliyetleri sona eren ve binası Halk Eğitim Merkezi olarak hizmet vermeye başlayan MTTB’nin yeniden doğuşu için 27 Mart 2008 tarihini beklememiz gerekiyor. “Yeni bir başlangıç” ve “yeniden doğuş” bu tarihten sonradır. Birliğin beşinci devresinde MTTB’nin örnekliğini, tecrübesini ve gücünü ortaya koyan bir grup idealist gencin; “Milli ve Manevi değerlerine bağlı, tarihinin bilincinde, ilme ve projeye önem veren, kültürlü, ufuk sahibi gençlerle, durgunlaşmış medeniyetini yeniden diriltmek, tarihinden aldığı misyonu yarına taşırken çağın medeniyet ve kültür algılayışının da üzerine çıkarak, daha yaşanabilir bir dünya için; irfan sahibi nesillerin yetişmesini sağlamak ve medeniyetinin asıl varlığını ortaya koyabilmek” vizyonu ve gayretleri ile yeniden kuruldu.

95


Ş ehir

BÜYÜK TÜRKİYE İDEALİ Yeni oluşumunda bir grup idealist başta İstanbul olmak üzere dört ayrı ilde toplam sekiz aktif üniversite talebe derneği MTTB’yi yeniden canlandırmak gayesi ile bir araya gelirler. Bu çalışmaları yürüten tertip heyeti adına Kurucular Kurulu Başkanı Taha Enes Şener, 16 Aralık 2006 tarihinde, MTTB’nin 90. Kuruluş yıl dönümü münasebeti ile tertipledikleri toplantıda bir konuşma yapar. Şener, “Büyük Türkiye” ideali ile MTTB’yi yeniden kurma çalışmalarına başladıklarını ilan eder. 90. Yıl toplantısına MTTB’nin hayatta olan başkanları, yönetim kurulu üyeleri de katılırlar. Bugün siyaset, iş ve sanat dünyasının tanınmış bir çok ismi yeni oluşumla ilgili ilk programa katılır. Yeniden kuruluş çalışmalarını başlatan tertip heyeti, daha sonra 18 Mart 2007 tarihinde Çanakkale Zaferi münasebetiyle teşkilâta gönül vermiş yeni MTTB’lilerin katılımıyla Çanakkale Şehitliği’ne bir gezi tertiplenir ve Çanakkale Şehitlerini Anma Töreni gerçekleştirilir. Nihayet 27 Mart 2008 tarihinde MTTB’nin yeniden kurulmasıyla birliğin 58. Dönemi de başlamış olur. Kurucu Genel Başkan Taha Enes Şener, ideallerini şu sözlerle özetler: “Üniversitelerde okuyan, zamanını zamanlar ötesinde idrak etmiş, bulunduğu mekânın farkına varmış, kendisini kişisel ve mesleki olarak yetiştirmiş, devam eden tarihe yeni kayıtlar düşerek, ülkenin ahlaki ve yönetimsel bozulmalarına karşın ‘Zaman Bendedir ve Mekân Bana Emanettir’ şuurunda, kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin idrakine sahip, bir ayağını bu büyük tarihe ve coğrafyaya basan, diğer ayağını çağın getirdiklerine koyan ve insanlığın sancısını paylaşan bir gençlik hareketini MTTB’yi yeniden kurarak tekrar oluşturmaktayız. Burada esas olan; bağımsız, hiçbir kurum ve kuruluşun sözcüsü olmadan, rüzgârın sürüklediği yere değil, yelkenlerimizi doğrulttuğumuz istikamete yürümektir. Unutulmamalıdır ki; dün ile bugün arasında kavga çıkarırsak, yarınımızı kaybederiz. Lâkin bizim kaybedecek tek bir anımızın olmadığı bilinci ile MTTB bugün de eskiden olduğu gibi bir ‘çatı’ kuruluş olarak faaliyetlerini sürdürecektir. Bizler bu çalışmalarımızla, büyük bir boşluğu doldurmak gayesiyle ve emin adımlarla ideallerimize doğru koşacağız. Misyonumuz; her yönü ile ‘Büyük Türkiye’ idealine ulaşmaktır. Misyonumuza ulaşmanın ana unsurları ise; Birlik, Beraberlik, İnanç, Cesaret ve İstikrardır. Bu süreçte bize yakışmayan üç şey; Korku, Öfke ve Ümitsizlik’tir. Korku içinde yaşayan hür olamaz, öfkeyle dolan huzura ulaşamaz ve ümidini kaybeden yolunu bulamaz. Bu prensiple inandığımız idealler doğrultusunda çalışmalarımıza devam etmeliyiz.” sayı//15// ekim 96

DİNAMİK KADRO İLE YENİ PROJELER MTTB’nin 26 Şubat 2011 tarihinde gerçekleştirilen 3. Genel Kurulu’nda, Genel Başkanlığa yeniden aday olmayan Kurucular Kurulu Başkanı Taha Enes Şener, Genel Başkanlık görevini İsmail Emrah Karayel’e devreder. Artık 61. Dönem başlamıştır. Bugün İsmail Emrah Karayel başkanlığındaki birliğin diğer yönetim kurulu üyeleri, Hasan Hüseyin Koç, Mehmet Âkif Olgun, Muhammed Serdar Şanlıer, Cihan Keskin, Cem Çatpınar, Abdullah Safa Çelik ve Muhammed Sinan Özhüsrev’den meydana geliyor. Kurulan çeşitli komisyonlarla kültürel faaliyetler ve hizmetler, canlı ve dinamik tutuluyor. Kitap okuma grupları oluşturulurken konusunda uzman kişilerin katılımı ile sosyal, kültürel ve eğitici konferans ve paneller devam ediyor. Bu paneller, “İz Bırakanlar”, “Bir Kitap Bir Yazar” ve “Ayın Konuğu” başlıkları ile gerçekleşiyor. MTTB, Çatı dergisini de yeniden yayımlayarak üniversite gençliğine, kendini ifade edebilme, öneri ve projelerini paylaşabilme ve enerjisini topluma aktarabilme imkânı sunmaya başlamıştır. Dergide yeni yazarların, şairlerin ve düşünürlerin topluma kazandırılması hedeflenmektedir. Milli Türk Talebe Birliği’nin bugün Türkiye genelinde ve yurtdışında aktif şubeleri bulunuyor. Bu şubelerin isimleri ise şöyle: Adana, Adıyaman, Afyonkarahisar, Aksaray, Ankara, Bilecik, Bolu, Bosna Hersek, Bulgaristan, Bursa, Edirne, Elazığ, Erzurum, Gaziantep, Isparta, İstanbul, İzmir, Kahramanmaraş, Kayseri, Kocaeli, Konya, Kütahya, Malatya, Rize Sakarya, Sivas. Bugün büyük bir heyecanla yeni dönemde hizmetlerine başlayan ve sağlam ilkeleri bulunan MTTB’li gençler, çeşitli toplantılar, paneller, kurslar, seminerler ile Cağaloğlu’ndaki mekânı -uzun bir aradan sonra- tekrar eski fonksiyonuna kavuşturmuş, dinamizm dolu bir fikir, sanat ve kültür merkezi haline getirmişlerdir. Milli sinemanın seçkin yönetmenlerinden Mesut Uçakan, kendisinin de yetiştiği ve ilk sinema çalışmalarını yaptığı bu kuruluşun yüzyıllık hikâyesini bir belgesel film olarak hazırlamaktadır. Yakın bir tarihte Osmanlı’dan günümüze uzanan bir kesit içinde MTTB’nin destanını seyredebileceğiz. Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi Yrd.Doç.Dr.Erkan Çav tarafından MTTB nin geçmişten bugüne tarihi geniş bir araştırma eseri olarak yazılıyor, yakın zamanda yayınlanacağını Erkan beyden öğrendik. Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) Genel Merkezi adresi ve iletişim bilgileri şöyle: Bâbıâli Caddesi, Cağaloğlu No. 17 Fatih –




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.