Devlet Denetim Elemanları Derneği Dergisi Sayı: 123

Page 1

DEVLET DENETİM ELEMANLARI DERNEĞİ

Yıl: 26 • Sayı: 123 • Temmuz-Eylül ’13 ISSN: 2146-2992

i ndd e e kki il le e rr i çi çi n

Devlet Denetim Elemanları Derneği Adına Sahibi Ali Alper Orkun

Başkan’dan.......................................................................................... 2 Ali Alper Orkun

Yazı İşleri Müdürü İbrahim Halıcı

Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi ................................................................................................ 4 Metin Çakır

DERNEK YÖNETİM KURULU Ali Alper Orkun - Genel Başkan Kadir Kemaloğlu - Genel Başkan Yardımcısı Aslan Özdemir - Genel Sekreter Harun Cengiz Özmen - Genel Sayman Selim Gökçe - Kültür Yayın İşleri Sekreteri Ertan Örs - Sosyal İşler Sekreteri Ömer Yürekli - Üye Necip Feyzayi Uygun - Üye İsamettin Tolga Kara - Üye İbrahim Halıcı - Üye Erdoğan Şeker - Üye GENEL YAYIN YÖNETMENİ Ömer Yürekli - SB Sağlık Başdenetçisi REKLAM MÜDÜRÜ Aslan Özdemir - İç Denetçi YAYIN KURULU Dr. Şafak Başa - Mülkiye Başmüfettişi Dr. Yusuf Aydın - Sağlık Başdenetçisi Sedat Vahapoğlu - Sağlık Başdenetçisi Nurullah Kemaloğlu - Sağlık Başdenetçisi Emin Bardakçı - İçişleri Başkontrolörü Taha Kemal Keskin - SGK Müfettişi H. Cengiz Özmen - SGK Müfettişi M. Sait Yıldız - Sağlık Denetçisi Selim Gökçe - DMO Başmüfettişi Yasin Kaltar - SGK Müfettişi Tarık Akdaş - SB Sağlık Denetçisi DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Hikmet Kavruk - Gazi Ünv. İİBF Dr. Ertan Toprak – Mülkiye Başmüfettişi Durdu Güneş - Gümrük ve Tic. Bak. Huk.Müşaviri Yrd. Doç. Dr. Ali Osman Balkanlı - İ.Ü.SBF Doç. Dr. Şeref İba - Çankaya Üniversitesi YÖNETİM YERİ - YAZIŞMA ADRESİ İzmir Caddesi Necipbey Apt. No: 22/6-7 Kızılay/ANKARA Tel: 0(312) 419 71 50 - Faks: 418 97 39 http://www.denetde.org.tr e-mail: denetde06@hotmail.com denetde06@gmail.com Dergi Bedeli (KDV Dahil): 10,00.- TL DERNEK HESAP NUMARASI: Vakıfbank Ankara Başkent Şubesi Hesap No: 00158007293623634 IBAN: TR710001500158007293623634 BASKI TARİHİ ??? 2013 TASARIM VE BASKI Allame Ajans&Bilişim&Telekomünikasyon San. ve Tic. Ltd. Şti. Uğur Mumcu Cad. Kız Kulesi Sok. No: 30/6 G.O.P / Çankaya - ANKARA Tel: 0(312) 447 71 56 www.allame.com.tr

Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı KHK Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen Teftiş-Denetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi...... 21 Ayhan Acar Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)..................... 27 Dr. Recep Sanal Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış.. 33 Zeynep Tülin Baldan İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi.............................. 37 Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi.......................................... 45 Kenan Şahin Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı ............................................................................ 55 Nihat Kayar Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış.................................................... 64 Hakan Alkan Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı................................... 70 İbrahim Gül Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti.......................................................... 81 Mehmet Zülfi Camkurt Tarihin İçinden Müfettişlerle İlgili Meclis Zabıtlarına Yansıyan Görüş Ve Düşünceler (2) .................................................................................. 90 Dr. Şafak Başa Denetim Anıları................................................................................. 92 Ömer Yürekli Yaratıcılığı Tetikleyen Mizah............................................................... 95 Durdu Güneş Teftiş Kurullarımızı Tanıyalım.......................................................... 98 Necip F. Uygun Örnek Yargı Kararları...................................................................... 101 Dr. Şafak Başa DENETDE’den Haberler.................................................................. 106 Kadir Kemaloğlu, Ömer Yürekli Kitap Tanıtımı.................................................................................. 108 Yayın İlkeleri................................................................................... 110 Abonelik Formu............................................................................... 111


Başkan’dan

KAMU DENETİM KURULLARI MI - SAVCI / POLİS DENETİMİ Mİ? 2

Değerli Dostlar, Son aylarda yaşanan krizlerin ışığında; Kamu Denetim Kurullarının zayıflatılması, etkisizleştirilmesi ve kenara itilmesinin, vahim sonuçları ile karşı karşıya kalıyoruz. Kamu harcamaları ve denetimi konusunda uzmanlığı tartışmasız nitelikte olan kamu denetim kurullarının, kılı kırk yaran, soğukkanlı ve tarafsız yaklaşımı perde gerisinde bırakılınca; Zabıta kuvvetlerinin, sadece iletişimi dinleme yöntemiyle kurguladığı operasyon zihniyetinin, onarım yapmak üzere zücaciye mağazasına dalan fiilin verdiği zarardan çokta farklı olmadığı görüldü. Zamanın ruhunun, Kamu Denetim Kurullarının, yeni bir anlayışla içinde bulunduğu sorunların telafisi; tarafsızlığının, bağımsızlığının güçlendirilmesi ve mensuplarımızın özlük haklarının yükseltilmesini gerektirdiği açıktır. Karar vericilerin, bu gerekliliği biran önce fark etmelerini ve harekete geçmelerini bekliyoruz... 123. sayımızda; yer bulan makale konuları ve yazarları hakkında sizlere kısa bilgiler arz etmek istiyorum. Bu sayımızda, aramıza ilk kez katılan Milli Eğitim Bakanlığı Denetçisi Sn. Metin Çakır, “Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde MEB

Denetim Sistemi” başlıklı makalesiyle; kamu denetiminin temel ilkeleri ve ülkemizdeki mevcut denetim yapısı hakkında bilgiler verdikten sonra, makalesinin ana konusu olan Milli Eğitim Teşkilatı, il ve merkez denetim birimlerinin bir araya getirilip getirilmemesi tartışmalarını bilimsel bir yaklaşımla irdeleyerek konunun hukuki temellere oturmasını sağlıyor. Makalenin taraftarlık yaklaşımıyla konuyu karartan ve çözümsüz hale getiren yaklaşımlara ışık tutmasını diliyoruz. Sağlık Bakanlığı Başdenetçisi Sn. Ayhan Acar, makalesinde; Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında, 2011 yılı KHK değişiklikleri ile gerçekleştirilen Teftiş/Denetim Dönüşümü ve sonrasında geçen iki yılın ardından, sistemin geldiği son durumun genel bir muhasebesini bizlerle paylaşıyor. Türk Kamu Denetim Sisteminin geleceği açısından önemli mahzurlar doğuran çelişkilere dikkat çekerek, mevcut durumun tekrar gözden geçirilmesi ve sisteme zarar veren yanlış ve eksiklerin çözümüne yönelik önerilerini bizlere sunuyor. Sn. Recep Sanal, demokrasinin kleptokrasiye dönüşüm sürecini ve bu sürecin vahim sonuçlarını incelediği makale serisinin üçüncüsü ile dergimize katkıda bulunmaya devam ediyor. Bu makalede, demokrasi kavYıl: 26 • Sayı: 123


Başkan’dan ramının altında siyasal sistemin nasıl işlediği, demokrasinin neden siyaset baronları ürettiği, siyaset baronlarının yaklaşım tarzları ve sistemin bu gidişe nasıl direneceği konuları analiz ediliyor. Makale serisi sona erdiğinde umuyoruz ki bu makaleler, kamuoyunda ses getirecek kalitede bir kitap haline dönüşecektir. Büyükşehir Belediyelerinde denetimin zorluklarına dair, yönetimin içinden bir bakış açısını, MESKİ Arıtma Tesisleri Daire Başkanı Sn. Zeynep Tülin Baldan, ortak aklın istifadesine sunuyor. Bu makale sayesinde, seçimle iş başına gelen kamu otoritelerinin, çevreyi koruma adına sanayici ve işadamlarına yönelik yaptırımları uygularken ortaya koydukları yaklaşım tarzlarını, karşılaştıkları zorlukları ve çözüm önerilerini görüp, yararlanma imkanı buluyoruz. Yönetici ve uygulayıcıların denetime yaklaşımlarını idrak etmenin bizim bilgi dağarcığımızı zenginleştireceğine ve tutarlılığımızı artıracağına inanıyoruz. Prof. Dr. Sn. Şaban Ali Düzgün hocamız, “insan onuru” kavramını işlediği makalesiyle; yine idrakimiz üzerindeki pasları silerek, bizleri tefekküre yöneltiyor. İnsan hakları ve mutluluğu söz konusu olunca, bunun sadece hukuki düzenlemelerle mümkün olmayacağı, insanın derununa hitap eden din ve ahlak mekanizması ile insanlık onuru anlayışının, olmazsa olmaz hale geldiği ana fikrini bizlerle paylaşıyor. Yine, aramıza ilk kez katılan Hazine Müsteşarlığı Uzmanı Sn. Kenan Şahin; Avrupa Birliği ve Türkiye açısından Enerji Güvenliği konusunu ve Nabucco projelerinin alternatiflerini irdelediği makalesiyle, Türkiye’nin, enerji kaynaklarının batıya taşınmasında transit ülke olarak önemini anlayıp, umutlarımızı tazeliyoruz. Japonya (eski) Ekonomi Müşaviri Sn. Hakan Alkan makalesinde bizlere, Japon ekonomisini ana hatlarıyla tanıtmakta ve bu ekonomik devin içine girdiği bunalım ve bu bunalımı çözmeye yönelik gayretleri, bir anlamda yakın zamana kadar bizzat içinde yaşadığı sistemin kodlarını anlatıyor. Aramıza ilk kez katılan arkadaşımıza hoş geldin diyoruz. Temmuz-Eylül 2013

Dergimizde ikince kez ağırladığımız akademik camiadan değerli yazarımız Sn. Nihat Kayar, yine özellikli ve uzmanlık yaklaşımı isteyen “kamu görevlisi olmayan sözleşmeli aile hekimi ve aile sağlığı elemanı istihdamı “ konusuyla, sayfalarımızda yer alıyor. Yaratılmaya çalışılan bu yeni kamusal istihdam şekliyle ilgili olarak önümüzdeki yıllarda karşılaşılacak krizlere dair yazarımızın uyarılarının, uygulayıcılar tarafından dikkate alınmasında sayısız faydalar görüyoruz. Üretken Yazarımız, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Hukuk Müşaviri Sn. İbrahim Gül, Makalesinde “ kamu yararı” kavramını, bir cerrah yaklaşımı ile ameliyat masasına yatırarak tüm yönleriyle, hukuk mantığımızın gözleri önüne sunuyor. Kamu yararı kavramının, idari Yargılama Usulü Kanuna derc edilmesi gerektiği önerisinin değerlendirilmesini, umut ediyoruz. SGK Başmüfettişi Sn. Zülfi Camkurt, dış politika ve uluslararası ilişkilerin her daim gündemde olduğu bugünlerde, Atatürk’ün dış Türkler siyasetini irdelediği makalesiyle günümüze dair ışık tutmayı başarıyor. Cumhuriyetimizin kurucusunun sahip olduğu vizyon ve ileri görüşlülüğü bir kez daha idrak etmek, bizleri gururlandırıyor. Değişmez klasiğimiz haline gelen ve zevkle okunduğunu düşündüğümüz; Tarihin İçinden - Denetim Anıları - Mizah - Teftiş Kurullarımızı Tanıyalım - Örnek Yargı Kararları - DENETDE ‘den Haberler ve Kitap Tanıtımı, bölümleri bu sayımızda da sizlerle birlikte olmaya devam ediyor. Emeği geçen arkadaşlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Dergimizi, her türlü zor koşullar altında, ülkemizin dört bir yanında, ülkesine hizmet şuuru ile yılmadan, yorulmadan, koşturan saygıdeğer kamu denetimi meslek mensuplarımıza ithaf ediyoruz. Faydalı olmak umuduyla, Saygılar Sunarız.

Ali Alper Orkun DENETDE Genel Başkanı

3


TÜRK KAMU DENETİM SİSTEMİ İÇERİSİNDE MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI DENETİM SİSTEMİ Metin Çakır 1 1. GİRİŞ

4

Yönetim süreçlerinden denetim süreci; bir zırh görevi üstlenerek diğer tüm süreçleri koruyan ve bir lokomotif görevi üstlenerek tüm yönleriyle yönetimi geliştiren bir süreç olarak algılanmalıdır. Bu sürecin etkili işletilebilmesi, iyi bir hazırlık ve planlama ile ilgili olduğu kadar, sonuçların değerlendirilmesi ve düzenli bir geri bildirim sisteminin oluşturulmasıyla da ilgilidir. Zira, denetim büyük küçük her örgütte ve yaşamın her alanında ve her aşamasında var olan bir olgudur ve bir karşı devinim, bir tepki ve bunun sonucunda çeşitli dengeler oluşturan bir işlevdir. Denetim yönetime önderlik ederek, onun gelişmesine yardımcı olan, etkinliğini arttırıcı nitelikteki faaliyetleri kapsayan bir kavramdır (Tortop ve diğerleri, 2005:129). Denetim alanında önemli bir yeri olan soruşturma ise, içeriğini oluşturan suç boyutları açısından bir yönüyle yargıyla ilgili olsa da öncelikle, amaç ve yöntem bakımından kurumsal disiplinle ilgilidir (Uluğ, 2004:117). Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitim Denetçisi (Bakanlık Müfettişi), Kamu Yönetimi Uzmanı 1

Denetim, soruşturmayı da içeren geniş bir kavramdır. Hukuk devleti anlayışında, örgütlerin ve bireylerin, davranışları, faaliyetleri, sorumlulukları/ödevleri ve hakları yasalarla tanımlanmıştır. Hukuk devletinin gereği olarak örgütlerin ve bireylerin bu doğrultuda hareket etmelerinin sağlanmasında denetim oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Özellikle son zamanlarda önemi iyice artan katılımcı, şeffaf, hesap verebilir yönetim anlayışı ile insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir kamu yönetiminin oluşturulmasında denetim en üst düzeyde gerek duyulan bir süreçtir. Tarih boyunca denetim, yolsuzlukların oluşumunu engelleyen, yönetimin asıl amacından sapmasını önleyen bir kavram olarak algılanmıştır. Yöneticinin, becerilerini tam anlamıyla yerine getirebilmesi, örgütsel amaçlara en kısa sürede ve en ekonomik şekilde, yüksek düzeyde kaliteyle ulaşabilmesi için etkili bir denetim faaliyetinin varlığı şarttır. Denetim, yönetime mevcut uygulamalarını kontrol etme, gerekli değişiklikleri ve düzeltmeleri gerçekleştirme imkânı sağYıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır ladığı için örgüte, özellikle yöneticiye kılavuzluk eden bir araç niteliği taşımaktadır. Denetim yapılan her yerde genel olarak uyulması gereken bazı ilkeler bulunmaktadır. Bu ilkeleri; bağımsızlık, yasallık, nesnellik ve dürüstlük olarak betimlemek olasıdır (Geist, 1988:19). 1. Bağımsızlık İlkesi: Denetimin kalitesi, büyük ölçüde denetçinin bağımsızlığına bağlıdır ve bağımsızlık, denetçilerin verecekleri kararlarda kamuya karşı sorumlu olmalarının bir sonucudur. Denetim yapılırken denetleme yapan organın, denetlenen organ karşısında bağımsız olmasının gerekip gerekmediği tartışılabilse de dış denetimlerde, bu bağımsızlık olmazsa olmaz bir kuraldır. Denetleme yapılan kurum karşısında tam bir bağımsızlıktan söz edilmesi zor olsa bile, görevin yerine getirilmesi sırasında ve denetlenen karşısında bağımsızlığın tam olarak sağlanması gerekir. Aksi takdirde, yönetim ve denetim fonksiyonu birbirine karışır ve bunun sonucunda da denetimin etkin olmasından söz edilemez (Atay, 1999:45-46). İç denetimde ise bağımlılığın ne olduğu açıktır ve sınırları çizilmiştir. Ki, bu bağımlılık ancak denetim konusu, yeri ve zamanı belirlenirken söz konusudur. Zira, denetim tarzına ve denetim sonucuna karışıldığında artık denetim yapan kişi ya da organın inisiyatifi ve denetimin etkinliği bütünüyle ortadan kalkar ve biçimsel bir işleve dönüşür, denetim ve yönetim özdeşleşir. 2. Yasallık İlkesi: Hukukilik diye de adlandırılan yasallık ilkesi iki yönde değerlendirilebilir. Birincisi, denetimin konusunda olan ve denetleme normları kapsamında incelenecek olan yasallığın denetlenmesi; ikincisi ise, özellikle kamu denetimlerinde görülen denetimin yani denetleme işinin hukuka uygun olmasıdır (Atay, 1999:46). Yasallık ilkesinin ikinci yönüne göre, denetimin konuları, alanları, denetim organları ve yetkileri hukuki düzenlemelerle (yasa, tüzük, vb) belirlenmelidir ve denetim belir-

Temmuz-Eylül 2013

lenen bu hukuksal çerçevede yapılmalıdır. Bunun içindir ki, üst denetim organları ya da hiyerarşik makamlar tarafından denetimin hukuka uygunluğunun denetlenmesi de yapılmaktadır (Atay, 1999:47). 3. Nesnellik İlkesi: Nesnellik; denetçinin denetleme yaparken sadece olanı dikkate alması ve olması gerekenle karşılaştırma yaparak sonuca varmasıdır. Denetçinin görevini yerine getirirken taraf tutmaması, etki altında kalmaması, duygularına kapılmadan karar vermesi gerekir. Ancak denetçi, görev çerçevesinde ve hizmetin iyi işlemesi için değerlendirmenin özelliğine göre de takdir yetkisini kullanabilmelidir. Aksi durumda, denetim mekanikleşir ve denetçi durumsal hareket edemez. Özellikle kamusal nitelikli denetimlerde, kurumdaki faaliyetlerin amaçları ve ilkeleri önceden nesnel olarak belirlendiğinden, denetimin de nesnel olması gerekmektedir (Köse, 2000:57). Denetimde bir takım ölçütlerin bulunması, nesnellik açısından denetimin ilk ve ön koşulunu oluşturur. Zira denetim, tanımlarından da anlaşılacağı gibi, olması gerekenle olanların karşılaştırılmasıdır. Herhangi bir ölçüt bulunmadığı takdirde bu karşılaştırmanın yapılması mümkün değildir. Bu ölçüt, hukuksallık denetiminde denetleme konusuna göre değişirken, yasama işlemlerinin denetiminde anayasa, yönetim işlemlerinin denetiminde ise yasalardır. Bununla birlikte, denetlenen işlemin normlar hiyerarşisindeki yerine göre ölçütlerin sayısı daha da artabilir. Örneğin; bireysel işlem yetki ve şekil gibi görünebilen unsurlarla birlikte, neden, konu ve amaç yönlerinden de kendisinin üstünde yer alan tüm hukuk normlarına (yönerge, genelge, yönetmelik, tüzük, yasa, anayasa, gibi) uygun olmak zorundadır. Ayrıca, denetim ölçütlerinin belirli olması ve bilinmesi, denetlenenin faaliyetlerini neye göre yapması gerektiği konusunda da yardımcı olmaktadır. 4. Dürüstlük İlkesi: Denetim işlevi, denetlenenin (organ ya da kişilerin) görevleri-

5


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi

6

ni olması gerektiği gibi yapıp yapmadığını belirlemeye yönelik olduğundan, denetim faaliyetinin kendisinin de, kişisel duygulardan uzak, kin ve düşmanlık duygusu güdülmeden dürüst, bir şekilde yapılması gerekmektedir (Köse, 2000:57).

düzensiz olarak denetim yapıldığı zamanlar da olabilmektedir.

Denetçilerin görevlerini yerine getirirken etki altında kalmadan, objektif davranmaları, denetim faaliyetini yasallık, etkinlik, verimlilik, yerindelik ve benzeri noktaları dikkate alarak gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Bağımsızlık ilkesiyle bağlantılı olan dürüstlük ilkesi, denetçilerin nitelikleri ve denetçi seçimiyle doğrudan ilişkilidir. Bu bakımdan, denetçilerin seçilmesinden mesleki bilgilerden daha ziyade bu niteliklere önem verilmesi daha doğru bir yaklaşımdır.

Niteliksel Anlamda Denetim Türleri: Niteliksel anlamda iki tür denetimden söz etmek olasıdır; yapıcı denetim ve düzeltici denetim.

Denetim sürecinin işlemesi ve denetimde uygulanacak yöntem ve ilkeler, denetimin türüne göre farklılıklar göstermektedir. Denetim yazını incelendiğinde, denetimin amaç, konu, kapsam, yapılış gerekçesi, uygulama zamanı, yönetme ve denetim yerine göre pek çok çeşitlendirmeye gidildiği görülmektedir (Uluğ, 2004:99). Denetim türlerini aşağıdaki gibi gruplandırmak olasıdır:

Bu çalışmada, Türk kamu yönetiminin denetlenmesi üzerinde durulmuş, Milli Eğitim Bakanlığının denetim sistemi açıklanmış ve denetimin yapılanma boyutu değerlendirilmiştir. İç denetim kapsam dışı tutulmuştur.

Yöntemleri Açısından Denetim Türleri: Yöntemleri açısından denetim türleri; hukuka uygunluk (biçimsel), yerindelik, etkinlik ve verimlilik denetimi olmak üzere dört grupta toplanabilir. Amaçları Açısından Denetim Türleri: Denetim türleri amaçlarına göre değerlendirildiğinde, klasik bir yaklaşım olan sorunları ve sorumluları tespit etmeye yönelik denetim ile sorunları gidermeye yönelik çağdaş denetimden söz etmek olasıdır. Zamanlaması Açısından Denetim Türleri: Denetim, karar almadan önce ve karar aldıktan sonra yapılabileceği gibi, anında veya sürekli olarak da yapılabilir. Ayrıca belli bir süreye ve düzene bağlı olmaksızın

Sonuçları Açısından Denetim Türleri: Sonuçları açısından, kararlar almaya yönelik ve kamuya bilgi vermeye yönelik olmak üzere iki tür denetim vardır.

Konuları Bakımından Denetim Türleri: Denetim türlerindeki çeşitlilik en fazla konuları bakımından görülür. Zira, konuları bakımından denetim; yönetsel denetim, personel denetimi, performans denetimi, mali denetim, iç denetim, dış denetim, hiyerarşik denetim, vesayet denetimi ve özel denetim olmak üzere dokuz grupta toplanabilir.

2. TÜRK KAMU YÖNETİMİNDE DENETİM Yönetimin eylem ve işlemlerini değerlendirmek, güçlü ve zayıf yönlerini belirlemek ve aksayan yönlerini tespit etmek amacıyla çeşitli denetim yollarına başvurulur. Yönetim üzerindeki denetimler yönetsel kuruluşlar aracılığıyla bizzat yönetimin kendisi tarafından yapılabileceği gibi, yönetimin dışında kalan erkler tarafından da yapılabilir (Gözübüyük ve Akıllıoğlu, 1992:289). Yönetsel kuruluşlar tarafından yapılan denetime “yönetsel denetim”; yargı erekleri tarafından yapılan denetime “yargısal denetim”; yasama organı tarafından yapılan denetime “yasama denetimi”; kamuoyunu oluşturanlar tarafından yapılan denetime ise “kamuoyu denetimi”; bunların dışında, kamu denetçisi tarafından yapılan denetime de “kamu denetçisi (ombudsman) denetimi” denilmektedir.

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır 2.1. YÖNETSEL DENETİM Yönetsel denetim, idarenin işlem ve eylemlerini kendi kendine denetlemesidir. Diğer bir anlatımla, yürütme organının hizmet ve birimlerini, kendi örgütleri içinde yer alan kişi ve organlar tarafından yönetsel hukuki sonuçlar doğuracak şekilde yönetsel usul ve esaslara göre denetlenmesidir. Bu denetim türü organ, usul ve esas ile hukuksal sonuçları bakımından yönetsel olan bir denetimdir. Yönetsel denetim “bireysel denetim”, “kurulsal denetim”, “vesayet denetimi” ve “ön inceleme ve disiplin soruşturması” şeklinde alt başlıklara ayrılmaktadır. 2.1.1. Bireysel Denetim Bireysel denetim, hiyerarşik denetim ile yarı siyasal ve yarı yönetsel nitelikte olan Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakanların denetimini kapsamaktadır. Cumhurbaşkanı ve Başbakanın bireysel denetimleri “Bireysel üst denetim”, bakanların ve diğer hiyerarşik makamların denetimi ise “Hiyerarşik denetim” olarak gruplandırılabilir (Atay, 1999:78). Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın anayasa hukuku ve yönetim hukuku içinde ayrı ve özel birer yeri vardır. 1982 Anayasasının 104’üncü maddesinde Cumhurbaşkanının Devletin başı olduğu; bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil edeceği; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözeteceği belirtilmiştir (2709 S.K./ Md.104). Ayrıca, “Anayasada ve kanunlarda verilen seçme ve atama görevleri ile diğer görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır” denilmek suretiyle denetim alanı genişletilmiştir. İlgili maddenin analizinden de anlaşılacağı gibi, Cumhurbaşkanının görevleri, icrai faaliyetlere ilişkin olduğu kadar denetime de ilişkindir. Bu yetkiler ya doğrudan doğruya denetim yetkileridir ya da denetim aracı olarak kullanılabilecek nitelikte icrai yetkilerdir. Cumhurbaşkanın denetim yetkilerini kullanması; bizzat kendisinin kullanması veya

Temmuz-Eylül 2013

Devlet Denetleme Kurulu aracılığıyla kullanması olmak üzere iki şekilde gerçekleşir. Uygulamaya ilişkin yetkilerin yanında denetim yetkisine sahip olan organlardan bir diğeri de Başbakandır. Başbakan denetim yetkisini bizzat kendisi kullanabileceği gibi, Başbakanlık Teftiş Kurulu aracılığıyla da kullanabilir (Atay, 1999:83). Başbakanın bireysel denetim yetkisi Anayasanın 112’inci maddesinde şu şekilde gruplandırılmıştır: “Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur. Her bakan, Başbakana karşı sorumlu olup ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden de sorumludur. Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici önlemleri almakla yükümlüdür.” (2709 S.K./Md.112). Yetki ile görev arasındaki ayrıma ve göreve ilişkin olarak emretme yetkisine sahip olanlar, yani yetkililerle bu emirleri yerine getirmek zorunda olan görevliler arasındaki ast-üst ilişkisine hiyerarşi denmektedir. Hiyerarşi diğer işlevlerinin yanında denetim işlevini de yerine getirir. Örgütün büyüklüğü ve yaygınlığına paralel olarak artan hiyerarşik kademeler sayesinde çalışanların eylem ve işlemlerinin örgütün amaç, ilke ve kurallarına uygunluğu denetlenebilmektedir. Daha çok hukuki işlemlerin yerindeliğini denetlemek şeklinde yapılmakta olan bu denetimlerde üstler, mevcut şartlar altında o hukuki işlemin yapılmasıyla yerinde bir hareket yapılıp yapılmadığına bakmaktadırlar (Tortop ve diğerleri, 1993:73). Üst, astlar üzerinde iki tür denetim yapma yetkisine sahiptir. Birincisi; esas itibarıyla memur hukukunu ilgilendiren sicil verme, disiplin cezası uygulama ve atama gibi kişisel durumla ilgili üstlerin astlar üzerindeki denetimi, ikincisi; emir verme, yön verme, işlemi uygun bulma ve işlemin uygulamasını geciktirme gibi üstlerin, astların yaptıkları işlem ve eylemleri üzerindeki denetim yetkisidir (Gözübüyük ve Tan, 2001:930-931).

7


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi

8

2.1.2. Kurulsal/Kurumsal Denetim 1982 Anayasasına göre, idarenin hukuka uygunluğunun, düzenli ve verimli şekilde yürütülmesinin ve geliştirilmesinin sağlanması amacıyla, Cumhurbaşkanlığına bağlı olarak kurulan Devlet Denetleme Kurulu, Cumhurbaşkanının isteği üzerine, tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve sermayesinin yarısından fazlasına bu kurum ve kuruluşların katıldığı her türlü kuruluşta, kamu kurumu niteliğinde olan meslek kuruluşlarında, her düzeydeki işçi ve işveren meslek kuruluşlarında, kamuya yararlı derneklerle vakıflarda, her türlü inceleme, araştırma ve denetlemeleri yapar. Silahlı Kuvvetler ve yargı organları, Devlet Denetleme Kurulunun görev alanı dışındadır (2709 S.K./ Md.108). Diğer taraftan, bakanlıkların ve bazı kamu kurumlarının kuruluş yasalarında danışma birimlerinin yanı sıra denetim birimlerine de yer verilmiştir. Bu birimlerin teşkilatlanmaları da yasalara uygun olarak yapılan tüzük ve yönetmelik gibi düzenlemelere göre gerçekleştirilmiştir. Bununla birlikte, bazı disiplin cezaları hakkında karar verme yetkisi disiplin kurullarına bırakılmıştır.

Kurulsal/kurumsal denetimin, genel yetkili denetleme kurulları (Devlet Denetleme Kurulu, Başbakanlık Teftiş Kurulu) ve sınırlı yetkili denetleme kurulları (bakanlıkların denetim birimleri) olarak iki kümede toplanabilir. Yönetimin geleneksel ve yaygın denetim birimi, teftiş kurullarıdır. Bakanlıkların kuruluş ve görev esaslarını düzenleyen kanuna göre, Teftiş Kurulu Başkanlığı, Bakanlık ve bağlı kuruluşlarının merkez teşkilatındaki danışma ve denetim birimleri arasında sayılmıştır (3046 S.K./Md.12). Teftiş Kurulu Başkanlığı, Bakanın emri veya onayı üzerine bakan adına Bakanlık teşkilatı ile Bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek, Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek, mevzuata, plan ve programa uygun çalışmasını temin etmek amacıyla gerekli teklifleri hazırlamak ve bakana sunmak ve özel kanunlarla verilen diğer görevleri yapmakla görevlidir (3046 S.K./Md.12). Bakanlıkların denetim birimlerinin isimleri ve teşkilat içindeki bağlılıkları Tablo 1’de gösterildiği gibidir . 2

Tablo 1. Merkez Teşkilatı (Bakanlıklar) Denetim Birimleri

2

İç denetim birimi kapsam dışı tutulmuştur.

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır

9

Kaynak: Bakanlıkların düzenlendi (Haziran 2013)

mevzuatından

Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi, merkez teşkilatında, 21 bakanlıktan sadece 3 tanesinde denetim birimi bulunmamaktadır. Denetim birimlerinin büyük çoğunluğu, neredeyse tamamına yakını (17 tanesi) Bakana bağlı olarak hizmet vermektedir. Bu da, Türk kamu yönetiminin ilkeleri bağlamında, hizmetlerin siyasal sorumluluğunun denetimi açısından gerekli ve doğru bir yapılanmadır. Hizmetlerinin izlenmesi, denetlenmesi ve değerlendirmesi müfettişlik ya da denetçi yeterliliği gerektirmeyen daha ziyade uzmanlık bilgi ve becerisi gerektiren 1 bakanlıktaki denetim birimi müsteşara bağlı olarak faaliyet göstermektedir. Tüm denetim birimlerinin merkezi Ankara’dır ve taşra veya bölge teşkilatı bulunmamaktadır. Ancak, hizmetin özelliğine göre bazı denetim

Temmuz-Eylül 2013

birimlerinin (Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı ve İş Teftiş Kurulu Başkanlığı gibi) bazı illerde merkeze bağlı olarak faaliyet gösteren grup başkanlıkları vardır. Denetim birimlerinde istihdam edilen denetim elemanlarının büyük çoğunluğunun (14 tanesinin) görev unvanı müfettiştir. Buna karşılık, 4 denetim birimindeki denetim elemanının unvanı denetçi iken bir denetim birimindeki ise uzmandır. Türk kamu yönetiminin yasal yapılanması gereği zorunlu olarak, bakanlıkların merkez teşkilatında yer alan denetim birimlerinin az da olsa Bakan dışında başka makamlara bağlı olması ve denetim elemanlarının unvanlarının farklılık arz etmesi, yönetimin bütünlüğü ilkesine aykırılık teşkil etmekle birlikte, eşitsizliğe yol açmakta ve farklı değerlendirmelere sebebiyet vermektedir. Zira, bakanlıklar bünyesinde yer alan


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi denetim birimleri/teftiş kurulları, genel ve özel denetim olarak iki türlü denetim yapmaktadırlar. Genel denetim; hizmetlerin kaliteli ve etkin sunulması açısından, hizmet birimlerinin amaçlara uygun, kendinden beklenen görev, yetki ve sorumlulukları doğrultusunda, usulüne göre ve etkin çalışıp çalışmadıklarının, herhangi bir birimden ya da kişiden istek veya şikâyet gelmese dahi incelenmesi ve araştırılması, bir başka

genel müdüre/başkana bağlı olup, denetim elemanlarının unvanı müfettiştir ve bölge veya taşra yapılanması yoktur. Diğer taraftan, Tablo 2’de gösterildiği gibi, hizmet alanı coğrafi açıdan geniş ve yaygın olan bazı bakanlıkların (4 bakanlık) merkez teşkilatı dışında taşra örgütlerinde de, valiliklere (il idare şube başkanlıklarına; il müdürlüklerine) bağlı olarak faaliyet gösteren denetim birimleri yer almaktadır.

Tablo 2. Taşra Teşkilatı Denetim Birimleri

10

ifadeyle kurumsal ve bireysel gelişimin sağlanmasıdır. Özel denetim ise; yolsuzlukların önlenmesi açısından, kamu görevlilerinin göreve ilişkin olarak, suç veya kusur (disiplin suçu) oluşturabilecek nitelikteki işlem ve eylemlerinin soruşturulmasıdır. Bunların dışında, bazı bakanlıklarda idari yapılanmalarına bağlı olarak (özerk bütçeli, bağlı, ilgili ve benzeri kuruluş gibi) genel müdürlük veya başkanlıklar bünyesinde de denetim birimleri vardır. Emniyet Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı, Orman Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı, Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı, Spor Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı, Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı bu birimlere örnek olarak verilebilir. Bu denetim birimlerinin tamamı

Kaynak: Bakanlıkların düzenlendi (Haziran 2013)

mevzuatından

Görüldüğü gibi, taşra teşkilatlarında yer alan denetim birilerinde istihdam edilen denetim elemanlarının tamamı denetmen unvanına sahiptirler. Denetmenlerin atama ve yer değiştirme gibi iş ve işlemleri, merkez teşkilatı denetim birimlerince değil, kamu yönetiminin gereği olarak insan kaynakları/ personel genel müdürlüğünce gerçekleştirilmektedir. Diğer taraftan uyarma, kınama ve aylıktan kesme cezaları dışındaki cezalar (kademe ilerlemesinin durdurulması ve devlet memurluğundan çıkarma cezası) ile kurumların özel yasalarında öngörülen buna eşdeğer cezalar, ağırlık derecesine göre disiplin kurulu veya yüksek disiplin kurulu kararı ile verilir (657 S.K./Md.126). Disiplin

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır ve soruşturma işlerinde kanunlarla verilen görevleri yapmak üzere kurum merkezinde bir Yüksek Disiplin Kurulu ile her ilde, bölge esasına göre çalışan kuruluşlarda bölge merkezinde ve her kurum merkezinde, ayrıca İl Milli Eğitim Müdürlüklerinde birer Disiplin Kurulu kurulur. Milli Eğitim Müdürlüklerindeki Disiplin Kurulunun adı İl Milli Eğitim Disiplin Kuruludur (Disiplin Kurulları Ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik, 1982/Md.3). 2.1.3. Vesayet Denetimi Türkiye’de yönetsel örgütlenme (idari teşkilatlanma), merkezden yönetim ve yerinden yönetim şeklinde yapılandırılmıştır (2709 S.K./Md.123). Yerinden yönetim kuruluşları, merkezi yönetimin yönetsel hiyerarşisine tabi olmayan, nispi özerkliğe sahip kuruluşlardır. Yerinden yönetim kuruluşları üzerinde hiyerarşik denetim yapamayan merkezi yönetim, bu kuruluşlar üzerinde vesayet denetimi yapma yetkisine sahiptir (Karatepe, 1993:236). Vesayet denetimi, idarenin bütünlüğü ilkesinin vazgeçilemez bir unsurudur ve kaynağını Anayasadan alır. Nitekim, Anayasanın 127’inci maddesinde yer alan; “Merkezî idare, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir.” hükmüyle, sosyal devlet ilkesinin bir gereği olarak toplum yararının korunması ve idarenin ahenk içinde çalışması hedeflenmiştir (2709 S.K./Md.127). Vesayet denetiminin amacı, merkezi idare tarafından vesayet denetimine tabi tutulmuş olan yerinden denetim kuruluşlarının hak ve menfaatlerini korumak değil, aksine tüzel kişilerin yapacağı işlem ve eylemlere

Temmuz-Eylül 2013

karşı bireylerin ve toplumun yararını korumaktır (Günday, 1999:58). 2.1.4. Ön İnceleme ve Disiplin Soruşturması Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler. Memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri iddia edilen suçlardan ötürü ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında, kanunun gösterdiği idarî merciin iznine bağlıdır (2709 S.K./Md.129). Kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacı ile kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde veya dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlara durumun niteliğine ve ağırlık derecesine göre uyarma, kınama, aylıktan kesme, kademe ilerlemesinin durdurulması ve Devlet memurluğundan çıkarma cezalarından birisi verilir (657 S.K./ Md.124,125). Ancak, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri suçlardan dolayı yargılanabilmeleri, yetkili makamların iznine bağlıdır. Gerek disiplin soruşturmaları ve gerekse memurların yargılanabilmelerine yönelik izin verme yetkisine sahip makamlar tarafından yapılan veya yaptırılan ön inceleme faaliyetleri, yönetsel denetimin bir türüdür ve literatürde özel denetim olarak kabul edilmektedir. 2.2. YARGISAL DENETİM Gerek Kara Avrupa’sı ülkelerinde ve gerekse Anglo-Amerikan ülkelerinde olduğu gibi Türk hukuk sisteminde yönetimin eylem ve işlemlerinden zarar görenler, yargı yerlerine başvurarak yönetsel işlem ya da eylemin iptalini, durdurulmasını veya karşılaştığı haksızlığın giderilmesini isteyebilirler (Gözübüyük ve Akıllıoğlu, 1992:299). Ang-

11


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi lo-Amerikan ülkelerinde yargı birliği sistemi varken, yönetim yapısı itibariyle Türkiye’de, Kara Avrupa’sı ülkelerinde olduğu gibi, iki kanallı (adli yargı ve idari yargı) bir yargı sistemi vardır.

12

Kamu yönetimi, yani idare üzerinde en etkili dış denetim yargısal denetimdir. Anayasanın 125’inci maddesine göre, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (2709 S.K./Md.125). Ancak, Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askerî Şûranın kararları yargı denetimi dışındadır. Yargı yetkisi, idarî eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlıdır. Yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idarî eylem ve işlem niteliğinde veya takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı verilemez. İdarî işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir (2709 S.K./ Md.125). Diğer taraftan, yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez (2709 S.K./Md.138). Böylece, hukuk devleti ilkesinin gereklerinden birisi olan, idarenin eylem ve işlemlerine karşı bireylerin yargıya başvurma yolu, bazı istisnalar dışında en üst hukuk normuyla güvence altına alınmıştır. Yargı denetimi, hukuk devleti düzeninin kökenini, tabanını ve kaynağını oluşturur (Erdoğdu, 1990:33). Çünkü demokratik hukuk devleti olmanın gereği, devletin tüm eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olmasıdır. Devlet yaptığı tüm eylem ve işlemlerinde hukuka uymak zorundadır. Devletin hukuka uygun hareket etmemesi durumun-

da birtakım yaptırımlarla karşı karşıya kalması hukuk devleti olmanın bir sonucudur. 2.3. YASAMA DENETİMİ Yasama organının, yani meclisin, yürütme organını, eylem ve işlemlerini denetlemesine siyasal denetim denmektedir. İdarenin Anayasaya ve yasalara uygunluğunun sağlanması, esas itibariyle yasama denetimi ile mümkündür. Çünkü kanun koymak, kanunları değiştirmek ve kaldırmak; Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek gibi, millet adına birçok görev ve yetkiye sahip parlamento, demokrasinin temelidir. Yasama denetimi ya da parlamento denetimi olarak da adlandırılan siyasal denetim, yasama organının yürütme organını denetleme yetkisi ve bu yetkiyi kullanma yollarıdır (Bozkurt ve Ergun, 1998:222). Siyasal denetimi diğer denetim unsurlarından ayıran en belirgin özellik; denetimin millet egemenliğini kullanan, devlet organları arasında seçkin ve üstün yeri olan bir organ tarafından yapılmasıdır. Demokratik temsile dayanan siyasal rejimlerde Parlamento halkı temsil eder ve yürütme organı olan idarenin her türlü eylem ve işlemlerini, egemenliğinin kaynağı olan millet adına denetler. Türkiye Büyük Millet Meclisi bu denetleme yetkisini soru, genel görüşme, Meclis araştırması, gensoru, Meclis soruşturması, dilek ve şikâyet dilekçelerinin incelenmesi yollarıyla kullanır (2709 S.K./Md.98). Bunların haricinde, Sayıştay aracılığıyla kamu idarelerinin bütün gelir ve giderleri ile mallarının denetimini yapar. 2.4. KAMUOYU DENETİMİ Yönetim üzerindeki denetim türlerinden bir diğeri de kamuoyu denetimidir. Kamu; toplumu meydana getiren bütün kesimleri ifade eder ve sosyolojik anlamda grup kelimesi ile eş anlamlı olarak kullanılır. Kamuoyu ise, en genel ifadeyle halkın tercihleri, istekleri ve kanaatleridir. Türköne (2003:317), kamuoyunu belli bir zamanda, belli bir so-

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır run karşısında, bu sorunla ilgilenen önemli sayıdaki insanın birleşmiş kanaatlerinin iktidarı belli oranda etkileyecek şekilde ifade edilmesi şeklinde tanımlarken, Tutkun (25 Şubat 2005) ise, kamuoyunu, kendini etkin olarak duyuran kanaat olarak tanımlamıştır. Kamuoyu, toplumu oluşturan grupların, yine toplumu ilgilendiren bir konuda sahip olduğu genel eğilim olarak da tanımlanabilir. Yönetsel işlem, eylem ve kararlar kamuoyunu meydana getiren gruplar tarafından denetlenebilir (Ergun ve Polatlıoğlu, 1992:337). Anayasada yer alan bu hükümlere paralel olarak, ilgili birçok hukuksal düzenlemede de düşünce ve ifade özgürlüğüne yer verilmiştir. Özellikle, kamuoyu denetiminin etkili bir şekilde kullanılmasına olanak veren bilgi edinme hakkıyla ilgili mevzuat bu düzenlemelerden en etkili olanıdır. Ancak, unutulmamalıdır ki, halkın bu düzenlemeleri bilmesi, gelişmelerden haberdar olması ve hukuksal düzenlemelerle getirilen hakları kullanma iradesini ortaya koyması çok daha önemlidir. 2.5. KAMU DENETÇİSİ (OMBUDSMAN) DENETİMİ Ombudsman kelimesi temsilci, görevli, koruyucu anlamlarına gelmektedir. Kurum olarak ise ombudsman terimi parlamento tarafından parlamentoyu temsil etmek üzere seçilmiş kişiyi/kişileri ifade etmektedir (Akın, 1998:520-521). Daha çok yargı birliği sisteminin uygulandığı ülkelerde yönetimin hukuka uygun hareket etmesini sağlamada, diğer denetim organlarının yanında, ombudsman (kamu denetçisi) kurumu da yer almaktadır (Gözübüyük ve Akıllıoğlu, 1992:296). Ombudsman sistemi İsveç’te ortaya çıkmış ve birçok ülkeye örnek oluşturmuştur. Fransa’daki “mediateur” ile sosyalist ülkelerde uygulanmış ve halen bazı eski doğu bloku ülkelerde uygulanan “prokuratura” sistemi de kamu denetçisi sisteminin değişik uygulamalarıdır (Atay,

Temmuz-Eylül 2013

1999:271). Ombudsman denetimi, yönetimin dışsal denetim araçlarından birisidir (Sezen, 2001:72). Daha ziyade, yönetimin denetlenmesinde diğer yolların yetersiz kalmasından doğmuştur. Ombudsman (Kamu Denetçisi) halkın, yönetimin karar, işlem ve eylemleriyle ilgili şikâyetlerini alan, bunları araştırıp inceleyerek ve gerekirse ilgililerle görüşerek sonuçta bir karara varan bir kurumdur. Aldığı kararı hem şikâyet edene hem de şikâyet edilen kuruma iletir. Ancak, ombudsmanın aldığı kararların bağlayıcılığı yoktur (Sezer, 2001:75). Ombudsmanı yargı yerlerinden ayıran en belirgin özellik; aldığı kararların bağlayıcılığı olmaması ve yaptırım uygulama yetkisine sahip olmamasıdır. 2.6. ULUSLARARASI DENETİM Özellikle insan hakları açısından, iç hukuk yollarından bir sonuç alınamaması durumunda, yönetsel denetim üzerinde ikincil bir denetim niteliği taşıyan uluslararası denetim yollarına da başvurulabilir. İnsan haklarına saygı, demokrasi, çevrenin korunması, terör gibi uluslararası nitelik kazanan ve ulusal düzeyde çözülemeyeceği düşünülen meseleler, uluslararası örgütlenmeler aracılığıyla çözülmeye çalışılmaktadır. Gittikçe önemi artan bu yöndeki örgütlenmeler, baskı aracı olarak, örgüt kapsamında yer alan ülkelerin ulusal politikalarına yön vermekte ve uluslararası denetimi de beraberinde getirmektedir. Uluslararası örgütlenmeye farklı bir boyut kazandırmış olan AB, uyum süreci çerçevesinde üye devletlerin hukuksal, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal yapılarını, bütünleşmeye uygun hale getirmelerini istemektedir. Bu maksatla da ülke politikalarının oluşumunu etkilemektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında uluslararası sözleşmelerin, iç hukuk statüsüne yönelik olarak getirilen hükümleri, bu denetim türünün yönetim üzerinde güçlenmesini sağlamıştır. İlgili hüküm ile uluslararası sözleşmelerin iç hukukun bir parçası olma-

13


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi sı, ayrı bir düzenleme yapılmasına gerek kalmadan kendiliğinden uygulanması ve Anayasaya aykırılıklarının ileri sürülememesi, uluslararası sözleşmeleri yasalardan daha ayrıcalıklı hale getirmiştir (2709 S.K./ Md.90). Yönetimin bu şekilde uluslararası organlarca denetimi, önemli sonuçlar doğurmaktadır. Sözleşmeci (taraf) devletin, ilgili organların kesin kararına uymaması durumunda ağır yaptırımlara maruz kalabilmesi söz konusu olmaktadır. Bunun da ötesinde aykırı davranışlar sergilendiğinde ülkenin itibarı zedelenmektedir. Bu yüzden uluslararası denetim mekanizmalarının işletilmesine yönelik kişisel girişimlerin artması ve bu bilincin toplum içinde yerleşmesi, yönetimin isleyişinde hukuka uygunluk ve kişisel haklara saygı açısından önemli gelişmelere neden olmaktadır (Özer, 1998:157).

14

Ancak, uluslararası siyasal denetim araçlarının her zaman olumlu sonuçlar vermeyeceği, kararlarının ulusal egemenliği zedeleyebileceği ve devletleri uluslararası örgütlere bağımlı yapabileceği göz ardı edilmemelidir. 3. MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI DENETİM SİSTEMİ Bu bölümde Milli Eğitim Bakanlığında mevcut denetim sisteminin durum analizi yapılmış ve denetim sisteminin yapısal boyutu değerlendirilmiştir. 3.1. DURUM ANALİZİ Türkiye’de eğitim ve öğrenim hakkı Anayasa ile güvence altına alınmıştır. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında

Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez (2709 S.K./Md.42). Eğitim ve öğretim hizmetinin, Devlet adına yürütülmesinden, gözetim ve denetiminden Milli Eğitim Bakanlığı sorumludur (1739 S.K./Md.56). Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğundaki görevlerini merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatlarıyla yerine getirmektedir (652 S.KHK./Md.3). Merkez teşkilatının örgütlenmesi; Bakan, müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile hizmet birimleri (19 hizmet birimi), taşra teşkilatının örgütlenmesi; il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul ve kurumlar, yurtdışı teşkilatının örgütlenmesi ise; 13/12/1983 tarihli ve 189 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Yurtdışı Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname esaslarına uygun olarak, müşavirlik ve ataşelikler ile okullar şeklindedir (652 S.KHK./ Md.4,5,6,30,31). Milli Eğitim Bakanlığının, Devlet adına yürüttüğü eğitim ve öğretim hizmetlerinin ulusal düzeyde izlenmesi, denetimi ve değerlendirmesi, merkez teşkilatı hizmet birimleri arasında yer alan ve doğrudan Bakan’a bağlı olan Rehberlik ve Denetim Başkanlığı tarafından gerçekleştirilir. Bu meyanda, Rehberlik ve Denetim Başkanlığının görevleri şunlardır (652 S.KHK./ Md.17): a) Bakanlığın görev alanına giren konularda Bakanlık personeline, Bakanlık okul ve kurumlarına, özel öğretim kurumlarına ve gerçek ve tüzel kişilere rehberlik etmek. b) Bakanlığın görev alanına giren konularda faaliyet gösteren kamu kurum ve kuruluşları, gerçek ve tüzel kişiler ile gönüllü kuruluşlara, faaliyetlerinde yol gösterecek plan ve programlar oluşturmak ve rehberlik etmek. c) Bakanlık tarafından veya Bakanlığın denetiminde sunulan hizmetlerin kontrol ve denetimini ilgili birimlerle işbirliği içinde yapmak, süreç ve sonuçlarını mevzuata,

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere, performans ölçütlerine ve kalite standartlarına göre analiz etmek, karşılaştırmak ve ölçmek, kanıtlara dayalı olarak değerlendirmek, elde edilen sonuçları rapor hâline getirerek ilgili birimlere ve kişilere iletmek. ç) Bakanlık teşkilatı ile Bakanlığın denetimi altındaki her türlü kuruluşun faaliyet ve işlemlerine ilişkin olarak, usûlsüzlükleri önleyici, eğitici ve rehberlik yaklaşımını ön plana çıkaran bir anlayışla, Bakanlığın görev ve yetkileri çerçevesinde denetim, inceleme ve soruşturmalar yapmak. d) Bakanlık teşkilatı ile personelinin idarî, malî ve hukukî işlemleri hakkında denetim, inceleme ve soruşturma yapmak. e) Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmak. Rehberlik ve Denetim Başkanlığı bu görevlerini milli eğitim denetçileri aracılığıyla yerine getirir. Bu amaçla Bakanlık merkez teşkilatında yeteri kadar milli eğitim denetçisi istihdam edilir. Milli eğitim denetçilerinde, genel şartların yanı sıra bazı yeterlilikler (yarışma sınavı, yeterlilik sınavı, mesleki yeterlilik, yabancı dil, vb) ile tez hazırlama becerisi aranır (652 S.KHK./Md.40). Diğer taraftan, il düzeyinde eğitim, öğretim ve yönetim faaliyetleri ile öğretim programlarının uygulamalarını izlemek, denetlemek ve değerlendirmek için, il millî eğitim müdürlükleri bünyesinde, millî eğitim müdürüne bağlı olarak eğitim denetmenleri başkanlığı oluşturulur (652 S.KHK./Md.40). Eğitim denetmenleri başkanlığının görevleri şunlardır (MEB, 2012/Md.7): a) Öğretim programlarının uygulamalarını izlemek ve rehberlik faaliyeti yürütmek, b) Öğretim materyalleri ile ilgili süreç ve uygulamaları izlemek ve değerlendirmek, c) Sistem boyutunda eğitim ve öğretim süreçleri ile uygulamaları izlemek ve değerlendirmek, ç) Eğitim-öğretim ve yönetim faaliyetlerinin denetim ve değerlendirme çalışmalarını yapmak,

Temmuz-Eylül 2013

d) İzleme ve değerlendirme raporları hazırlayarak ilgili birimlerle paylaşmak, e) İl/ilçe millî eğitim müdürlükleri ile eğitim kurumlarının teftiş, denetim, rehberlik, işbaşında yetiştirme ve değerlendirme hizmetlerini yürütmek, f) İl millî eğitim müdürü hariç yönetici, öğretmen ve diğer memurların denetim ve rehberlik hizmetlerini yürütmek, g) İnceleme, soruşturma veya ön inceleme raporlarıyla ilgili iş ve işlemleri yürütmek, ğ) Öğretmen ve yöneticilerin uyum eğitimi ve gelişimlerine yönelik çalışmalar yapmak, h) Eğitim-öğretim ve yönetim süreçlerinin geliştirilmesinde rehberlik çalışmaları yapmak, ı) Eğitim-öğretim ve yönetim alanlarını geliştirici araştırma ve çalışmalar yapmak. Eğitim denetmenleri başkanlıkları bu görevlerini il eğitim denetmenleri aracılığıyla yerine getirir. Bu amaçla, il millî eğitim müdürlükleri bünyesinde oluşturulan eğitim denetmenleri başkanlığında il eğitim denetmenleri istihdam edilir. İl eğitim denetmenleri öğretmenler arasından yarışma sınavı ile mesleğe alınırlar ve yetiştirme dönemi sonunda yapılacak yeterlilik sınavına göre atanırlar (652 S.KHK./Md.41). 3.2. TARTIŞMA ve YORUM Milli Eğitim Bakanlığının denetim sistemine ilişkin olarak yanlış ve yaygın olan en belirgin algı; iki başlı, ikili veya çoklu bir denetim sisteminin olduğu yönündedir.3 Halbuki, Türkiye’de eğitim denetimi sisteminin yapılanması ulusal ve yerel olmak üzere iki Bazı çevrelerce, 2003 yılında 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Türk kamu yönetimi uygulamalarına giren ve 2006 yılından itibaren Milli Eğitim Bakanlığında üst yöneticiye (Müsteşara) bağlı faaliyet gösteren, idarenin çalışmalarına değer katmak ve geliştirmek için kaynakların ekonomiklik, etkililik ve verimlilik esaslarına göre yönetilip yönetilmediğini değerlendiren ve rehberlik yapan İç Denetim Birimi Başkanlığı da Milli Eğitim Bakanlığının sunduğu eğitim hizmetlerinin denetimini yapan birimler arasında sayılmaktadır. 3

15


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi düzeydedir. Ulusal düzeyde yapılandırılan Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, her kademe ve düzeyde sunulan eğitim ve öğretim hizmetlerinin izlenmesi, denetlenmesi ve değerlendirmesine yönelik faaliyetler ile rehberlik ve yol gösterici faaliyetler yaparken, yerel düzeyde yapılandırılan il eğitim denetmenleri başkanlıkları da il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul ve kurum müdürlüklerinin kurumsal ve bireysel denetim ve rehberliğini yapmakta, öğretim programlarının uygulanma durumunu izlemektedir. Rehberlik ve Denetim Başkanlığı ulusal politika ve stratejilerin uygulanmasını izler ve denetler, eğitime erişimin kolaylaştırılması, fırsat ve imkân eşitliğinin teminat altına alınması ile iyileştirme ve geliştirmeye yönelik önerilerde bulunur ve rehberlik yapar.

16

Diğer taraftan, bazı çevrelerce milli eğitim denetçileri ile il eğitim denetmenlerinin aynı görevleri yaptıkları ileri sürülmektedir. Oysa durum analizinde sunulduğu gibi, milli eğitim denetçilerinin ve il eğitim denetmenlerinin görevleri (hizmet alanı aynı olsa da), temel itibariyle birbirinden tamamen farklıdır. Şöyle ki; milli eğitim denetçileri, Rehberlik ve Denetim Başkanlığının görev tanımı kapsamında, eğitim hizmetlerinin ulusal düzeyde Bakanlığın amaç ve hedefleri ile politika ve stratejileri doğrultusunda sunulmasını izler, denetler ve değerlendirir. Buna karşın il eğitim denetmenleri, eğitim denetmenleri başkanlıklarının görev tanımları kapsamında, il düzeyinde öğretim programlarının uygulamaları (ders etkinlikleri/öğretimsel etkinlikler) ile eğitim kurumlarının (il ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul ve kurumlar) eğitim, öğretim ve yönetim faaliyetlerini izler, denetler ve değerlendirir. Nitekim, milli eğitim denetçileri ve il eğitim denetmenlerinin istihdam politikalarındaki farklılık, görev tanımı ve görev alanındaki bu farklılıklardan kaynaklanmaktadır.

İl eğitim denetmenleri sadece öğretmenler (en az dört yıllık lisans mezunu) arasından seçilirler ve üç yıllık yetişme dönemini takiben yapılacak bir yeterlik sınavı sonucuna göre atanırlar. Milli eğitim denetçileri ise oldukça geniş bir alandan (en az dört yıllık lisans eğitimi veren eğitim, fen-edebiyat, hukuk, siyasal bilgiler, iktisadî ve idarî bilimler, iktisat, işletme fakülteleri ile hizmet birimlerinin görev alanına giren ve yönetmelikle belirlenen yükseköğretim kurumlarından veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu tarafından kabul edilen yurtiçindeki veya yurtdışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olanlar arasından) seçilirler, üç yıllık yetişme döneminde tez hazırlarlar, tezlerinin kabul olmasından sonra yeterlik sınavına girerler ve başarılı olmaları halinde yabancı dil yeterliliğine (en az C seviyesi: 70) sahip olma şartıyla atanırlar. Hal böyle iken, Rehberlik ve Denetim Başkanlığı (milli eğitim denetçileri) ile eğitim denetmenleri başkanlıklarının (il eğitim denetmenlerinin) aynı görevi yaptıkları yönündeki görüş/yargı/algı/kabul/iddianın haklılık payı yoktur, bilimsel ve hukuksal temelden yoksundur. Öğretim programları, Bakanlığın amaç ve hedefleri ile okulun, alanın ve dersin amaç ve hedefleri doğrultusunda okullarda/kurumlarda uygulanır. Dolayısıyla uygulamalarının izlenmesi, denetlenmesi ve değerlendirilmesi de ancak okullarda/kurumlarda gerçekleştirilebilir. Ki, denetleyen organın ismi, yapılanma şekli ve denetim yöntemi ne olursa olsun, tüm dünyada öğretim programlarının uygulanmasının denetimi, temel sistemler olarak fiilen eğitim ve öğretimin gerçekleştirildiği okullarda/kurumlarda yapılmaktadır. Zira, 2012-2013 öğretim yılı itibariyle Türkiye genelinde resmi ve özel toplamı olarak 75 324 okul/kurum (61 592 örgün ve 13 732 yaygın), 944 000 öğretmen

Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır (832 726 örgün ve 111 274 yaygın) ve 25 305 960 öğrenci (17 234 452 örgün ve 8 071 508 yaygın) vardır (MEB/SGB, 2013: 50). Bu kadar fazla sayıda okulun/kurumun kurumsal denetiminin, bu okullarda uygulanan öğretim programlarının izlenmesinin ve öğretmenlerin değerlendirilmesinin merkezden yapılması, rehberlikte bulunulması ve personelin (öğretmen, yönetici ve diğer) işbaşında yetiştirilmesi olanaklı gözükmemektedir. Ayrıca, il milli eğitim müdürleri görev ve sorumlulukları gereği, il düzeyinde sunulan eğitim ve öğretim hizmetleriyle ilgili olarak, kendilerine bağlı birimlerde (il milli eğitim müdürlüğü hizmet birimleri ve ilçe milli eğitim müdürlükleri ile okul ve kurumlar) yürütülen faaliyetlerin izlenmesi ve denetlenmesini eğitim denetmenleri aracılığıyla gerçekleştirir. Bu gerekçelerden hareketle, denetim sisteminin etkililiği açısından yerel düzeydeki (il düzeyinde) denetim birimlerinin merkeze bağlanmasının bilimsel olmadığı ve sistemin geliştirilmesine katkı sağlamayacağı değerlendirilmektedir. Keza, örneklem olarak seçilen 16 ülkenin (Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İspanya, İsveç, İsviçre, Japonya, Kanada, Rusya ve Portekiz) büyük çoğunluğunda (9’unda), değişik adlarla ve değişik yapılanmalarla yerel düzeyde denetim birimi vardır. Hatta yerel düzeyde denetim birimi olan 7 ülkede aynı zamanda ulusal düzeyde merkezi bir denetim birimi bulunmaktadır. Yukarıda, imkânsızlığı gerekçeleriyle açıklanan, il milli eğitim müdürlükleri bünyesindeki eğitim denetmenleri başkanlıklarının (il eğitim denetmenlerinin) merkeze bağlanarak yerel otoritelerin baskısından kurtarılması yönündeki görüş, hem mev-

Temmuz-Eylül 2013

cut hukuksal düzenlemelere aykırılık teşkil etmekte, hem de Türk kamu yönetiminin değişim ilkelerine (yerele daha fazla yetki verilmesi ilkesi) ters düşmektedir. 5442 Sayılı İl İdaresi Kanununda valilerin hukuki durumları, görev ve yetkileri sayılırken, Devlet kurumlarını denetlemesi ve teftiş etmesine de yer verilmiştir (5442 S.K./Md.9). Valiler bu görevlerini bakanlıklardan (bakanlık veya genel müdürlük müfettişlerinden) denetim elamanı talep ederek yaptırabileceği gibi, emri altındaki memurlara ve/veya denetim birimlerine de yaptırabilirler. Kaldı ki, bu kadar fazla kurumu ve personeli olan ve çok geniş bir alanda hizmet veren milli eğitim müdürlüklerinin tüm birimleriyle sunduğu eğitim ve öğretim hizmetlerinin izlenmesi, denetlenmesi ve değerlendirilmesinin valiliklerin emri altındaki denetim birimlerince gerçekleştirilmesi olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Nitekim, “Türk Kamu Yönetiminin Denetlenmesi” bölümünde açıklandığı ve Tablo 2’de sunulduğu gibi, taşra teşkilatında denetim yapılanması sadece Milli Eğitim Bakanlığına mahsus bir uygulama değildir. Hizmet alanı coğrafi açıdan geniş ve yaygın olan başka bakanlıklarda da taşra teşkilatında denetim yapılanmasına gidilmiş ve denetim elemanları için denetmen unvanı kullanılmıştır. İstisnai olarak, Maliye Bakanlığında, daha önce taşra örgütlerinde görev yapan vergi denetmenleri, yeni bir yapılanmayla tek çatı altında toplanarak, misyonu; “Risk odaklı ve çağdaş denetim tekniklerini kullanarak vergi incelemeleri yapmak, vergi kayıp ve kaçağının neden olduğu kayıt dışı ekonomiyi en aza indirmek ve böylelikle mükelleflerin vergiye gönüllü uyumunu artırmak, idarenin etkin ve hukuka uygun işleyişinin sağlanması amacıyla teftiş ve soruşturma faaliyetlerini yürütmek ve maliye politikalarının oluşturulmasına

17


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi yönelik hukuki düzenlemelerin hazırlanmasına katkıda bulunmak” olan Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı kadrolarına alınmıştır. Bu yeni yapılanmayla, Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı; a) Küçük ve Orta Ölçekli Mükellefler Grup Başkanlığı, b) Büyük Ölçekli Mükellefler Grup Başkanlığı, c) Organize Vergi Kaçakçılığı ile Mücadele Grup Başkanlığı ve ç) Örtülü Sermaye, Transfer Fiyatlandırması ve Yurtdışı Kazançlar Grup Başkanlığı şeklinde örgütlenmiştir (646 S.K.H.K./Md.20).

18

Vergi incelemesi yapmak, vergi kaçırma ve vergiden kaçınmayı önlemek gibi uygulamaların ülke genelini ilgilendirdiği ve yerelde sınırlandırılamadığı gerçeği dikkate alındığında, bu yapılanmanın MEB denetim sistemiyle kıyaslanması ve Milli Eğitim Bakanlığında buna benzer bir denetim yapılanmasına gidilmesinin dile getirilmesi gerçekçi ve tutarlı bir yaklaşım değildir. 4. SONUÇ Önceki bölümlerde detaylı bir şekilde değerlendirildiği üzere, il milli eğitim müdürlükleri bünyesindeki eğitim denetmenleri başkanlıklarının (il eğitim denetmenlerinin) yapısal (organik) olarak merkez teşkilatına bağlanması hem bilimsel hem de hukuksal açıdan uygun görülmemekte ve eğitimin niteliğinin yükseltilmesine katkı sağlamayacağı düşünülmektedir. Bilakis, hizmet kargaşasına ve çatışmalara sebebiyet vereceği değerlendirilmektedir. Zira, Milli Eğitim Bakanlığı merkez teşkilatında örgütlenen Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, demokrasinin ve parlamenter rejimin gereği olarak, ulusal düzeyde eğitim hizmetinin sunulması noktasında, Milli Eğitim Bakanının (Bakanlığın tüm birimleriyle) parlamentoya ve kamuoyuna hesap verme sorumluluğu açısından hizmetlerin sunulması izler, denetler ve değerlendirir. Ayrıca, niteliğin arttırılmasına ve yolsuzluk-

ların önlenmesine karşı önerilerde bulunur. Ülke genelinde eğitim hizmeti sunan (resmi ve özel) tüm aktörlere rehberlik yapar ve yol gösterir. Buna karşın, taşra teşkilatında il milli eğitim müdürlükleri bünyesinde örgütlenen il eğitim denetmenleri başkanlıkları il düzeyinde sunulan eğitim ve hizmetleri ile öğretim programlarının uygulanmasını izler, denetler ve değerlendirir. İl düzeyinde eğitim ve öğretim hizmeti sunan kişilere rehberlik yapar ve işbaşında yetişmelerine katkı sağlar. Eğitim hizmetinin hem ulusal düzeyde hem de yerel düzeyde etkili ve nitelikli sunulmasını saylayabilmek için, ulusal ve yerel düzeydeki denetim birimleriyle eşgüdümün sağlanmasına yönelik, süreç ve sonuçları ilişkilendirilebilen etkili bir izleme değerlendirme sisteminin oluşturulması, ortak denetim standartlarının ve çerçeve denetim planlarının oluşturulması önerilmektedir. KAYNAKÇA Akın, C. (1998) “Cumhuriyetimizin 75. Kuruluş Yıldönümünde Yönetimin Denetlenmesinde Yeni Bir Denetim Yolu: Ombudsman (Yüksek Yönetim Denetçisi)”, Türk İdare Dergisi, 421, 517-550. “652 Sayılı Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” (2011, 14 Eylül) T.C. Resmi Gazete, 28054. “657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu” (1965, 23 Temmuz) T.C. Resmi Gazete, 12056. “646 Sayılı Vergi Denetim Kurulu Başkanlığının Kurulması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname” (2011, 10 Temmuz) T.C. Resmi Gazete, 27990. Atay, Cevdet (1999) Devlet Yönetimi ve Yıl: 26 • Sayı: 123


Metin Çakır Denetimi, 2.Baskı, İstanbul: Alfa Yayınları. “Başbakanlık Teftiş Kurulu Yönetmeliği” (1993, 15 Haziran) T.C. Resmi Gazete, 21608. “5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu” (1949, 18 Haziran) T.C. Resmi Gazete, 7236. “5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu” (2003, 24 Aralık) T.C. Resmi Gazete, 25326. “1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu” (1973, 24 Haziran) T.C. Resmi Gazete, 14574. Bozkurt, Ömer, Ergun, Turgay ve Sezen, Seriye (Ed.), (2008) Kamu Yönetimi Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara: TODAİE Yayınları. “Disiplin Kurulları Ve Disiplin Amirleri Hakkında Yönetmelik” (1982, 24 Ekim) T.C. Resmi Gazete, 17848. Erdoğdu, Ahmet (1990) “Yönetsel Yargının Sorunları” 1. Kitap İdari Yargı, 1.Ulusal İdare Hukuku Kongresi, Ankara: Danıştay Yayınları No: 53, 1-4 Mayıs. Geist, Benjamin (1988) Devlet Denetimi, Çev: Beyhan Ataç, Ankara: Sayıştay Yayınları. Gözübüyük, A. Şeref (2004) Yönetim Hukuku, Ankara: Turhan Kitabevi. Gözübüyük, A. Şeref (2001) Türkiye’nin Yönetim Yapısı, 7. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi. Gözübüyük, A. Şeref ve Tan, Turgut (2001) İdare Hukuku, Cilt 1, Genel Esaslar, 2. Baskı, Ankara: Turhan Kitapevi. Gözübüyük, A. Şeref (2000) Yönetim Hukuku, 14. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi. Gözübüyük, A. Şeref (1997) Anayasa Hukuku, 6. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi. Gözübüyük, A. Şeref ve Akıllıoğlu, Tekin (1992) Yönetim Hukuku, 5. Baskı, Ankara: Turhan Kitabevi.

Temmuz-Eylül 2013

Günday, Metin (1999) İdare Hukuku, Ankara: İmaj Yayıncılık. “2709 Sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası” (1982, 9 Kasım) T.C. Resmi Gazete, 17863 Mükerrer. Karatepe, Şükrü (1993) İdare Hukuku, İzmir: Üniversite Kitabevi. Köse, H. Ömer (2000) Dünyada ve Türkiye’de Yüksek Denetim, Ankara: Sayıştay Yayınları. Köse, H.Ömer (2004) “Küreselleşme Sürecinde Uluslararası Denetimin Artan Önemi ve Kamusal Denetimin Uluslararalılaşması Sorunu”, Amme İdaresi Dergisi, 37 (3), Eylül, 37-62. MEB (2013), Milli Eğitim İstatistikleri Örgün Eğitim 2012-2013, Ankara: Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayını. “Milli Eğitim Bakanlığı İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri Yönetmeliği” (2012, 18 Kasım) T. C. Resmi Gazete, 28471. Özer, M. Akif (1998) “Yönetimin Denetiminin Temel Unsurları, İlkeleri ve Kamu Yönetimi Açısından Değerlendirilmesi”, Türk İdare Dergisi, 419 (70), Haziran, 141-161. Sanal, Recep (2002) Türkiye’de Yönetsel Denetim ve Devlet Denetleme Kurumu, Ankara: TODAİE Yayınları. Sezen, Seriye (2001) “Ombudsman: Türkiye İçin Nasıl Bir Çözüm?”, Amme İdaresi Dergisi, 34 (4), Aralık, 71-96. Türköne, Mümtaz’er (2003) Siyaset, Ankara: Lotus Yayınları. Uluğ, Feyzi (2004) “Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı Işığında Kamu Denetim Sisteminde Yeniden Yapılanma” Amme İdaresi Dergisi, 37 (2), Haziran. “3056 Sayılı Başbakanlık Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun” (1984, 19 Ekim) T.C. Resmi Gazete,18550.

19


Türk Kamu Denetim Sistemi İçerisinde Milli Eğitim Bakanlığı Denetim Sistemi “3046 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş Ve Görev Esasları Hakkında 174 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname İle 13/12/1983 Gün Ve 174 Sayılı Bakanlıkların Kuruluş Ve Görev Esasları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Kaldırıl-

ması Ve Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkında 202 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun” (1984, 9 Ekim) T.C. Resmi Gazete, 18540.

20

Yıl: 26 • Sayı: 123


BAKANLIK MERKEZ TEŞKİLAT YAPILARINDA 2011 YILI KHK DEĞİŞİKLİKLERİ İLE GERÇEKLEŞTİRİLEN TEFTİŞ-DENETİM DÖNÜŞÜMÜNÜN DEĞERLENDİRİLMESİ Ayhan Acar * I- GİRİŞ Hukuk devletinde örgütlerin ve kişilerin faaliyetleri, hakları, sorumlulukları mevzuatla düzenlenmiştir. Bunların hukuk düzenine uygun yürütülüp yürütülmediğinin tarafsız ve bağımsız bir şekilde denetlenmesi gerekmektedir. Türk kamu yönetiminde denetim görevi çeşitli organlar eliyle yerine getirilmektedir. Bu organlardan en önemlisi Bakanlık merkez teşkilatlarındaki Teftiş Kurullarıdır. Teftiş Kurulları tüm Bakanlıklarda Bakana bağlı, bünyesinde müfettişlerin görev yaptığı denetim birimleridir. Ancak, 2011 yılı KHK değişiklikleri ile bu standart uygulamaya son verilmiş ve köklü geçmişi olan Teftiş Kurullarının birçoğundan vazgeçilmiştir. Bunların yerine muhtelif adlarla yeni denetim birimleri oluşturulmuş, ancak bu yeni oluşturulan denetim yapısı bu alanda görev yapanlar için farklı sonuçlar doğurmuştur. Her bir bakanlıkta ortaya çıkan bu yeni durum incelemeye değer bulunmuştur. * S.B. Sağlık Başdenetçisi

Temmuz-Eylül 2013

TEFTİŞ KURULLARI VE MÜFETTİŞLİK MESLEĞİ 3046 sayılı Kanun ile kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülebilmesi için bakanlıkların kurulmasına, teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin esas ve usuller düzenlenmiştir. Bu Kanun, Milli Savunma Bakanlığı hariç diğer bakanlıkların merkez, taşra, yurt dışı teşkilatları ile bağlı ve ilgili kuruluşlarını kapsamaktadır. Bakanlıkların yürütmekten sorumlu oldukları hizmet ve görevlerden bağlı kuruluş kurulmasını gerektirmeyenler, bakanlığın merkez teşkilatı bünyesinde kurulan ana hizmet birimlerince yerine getirileceği kanunun 7. maddesinde düzenlenmiştir. Kanunun 12. Maddesinde bakanlık ve bağlı kuruluşların merkez teşkilatındaki danışma ve denetim birimleri düzenlenmiş buna göre Teftiş Kurulu Başkanlığı danışma ve denetim birimleri arasında sayılmıştır. Bakanlık hiyerarşik yapılanmasının düzenlendiği 15. madde de müsteşar en üst amirdir. Müsteşarın görev ve sorumluluklarının düzenlendiği 22. maddede ise, Bakanın

21


Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen TeftişDenetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi emrinde ve onun yardımcısı olup bakanlık hizmetlerini Bakan adına ve bakanın direktif ve emirleri yönünde, Bakanlığın amaç ve politikalarına, kalkınma planlarına ve yıllık programlara, mevzuat hükümlerine uygun olarak düzenler ve yürütür, denilmektedir. Aynı kanun maddesinde, Müsteşarın, Bakanlık kuruluşlarına gereken emirleri vereceği belirtilmiş, buna karşın Bakanlık Teftiş Kurulu hariç tutulmuştur. Yine mezkur kanunun 23. maddesinde, Teftiş Kurulu Başkanlığının, bakanın emri veya onayı üzerine bakan adına aşağıdaki görevleri yapacağı yer almaktadır. “a) Bakanlık teşkilatı ile bakanlığa bağlı ve ilgili kuruluşların her türlü faaliyet ve işlemleriyle ilgili olarak teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini yürütmek,

22

b) Bakanlığın amaçlarını daha iyi gerçekleştirmek, mevzuata, plan ve programa uygun çalışmasını temin etmek amacıyla gerekli teklifleri hazırlamak ve bakana sunmak, c) Özel kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak.”

Genel itibari ile bakanlık merkez teşkilat yapıları içerisinde yer alan teftiş kurulları yukarıda sayılan görevler çerçevesinde kendilerine teşkilat yasaları ile verilen görevleri yürütmekte ve bu görevler bakanlıklara göre çok büyük farklılık arz etmemektedir. Dolayısıyla, bakanlık teşkilatlanmalarının 3046 sayılı kanun uyarınca düzenlendiği, 3046 sayılı Kanunun öngördüğü çerçevede danışma ve denetim birimleri arasında sayılan Teftiş Kurullarının bünyesinde müfettişlerin görev yaptığı, Bakan dışında hiçbir Makam tarafından emir ve görev verilemediği görülmektedir. Türk Kamu Yönetiminde Teftiş ve İç Denetim araştırmasında teftiş faaliyetinin, Türk kamu yönetimi uygulaması bakımından dört temel unsurdan oluştuğu, bunların “denetim”, “soruşturma”, “inceleme” ve “araştırma” olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla, teftişin denetime eş bir kavram yada olgu olmadığı görülmektedir. Soruşturma ve inceleme ile birlikte denetim faaliyeti ancak teftiş başlığı altında toplanabilecektir. Yine bu araştırmada denetim, doğrudan doğruya iş ve işle il-

gili olarak personel ve süreçlerin denetimini içeren ve bunlarla birlikte bir bütünlük oluşturan bir faaliyet olduğu, buna karşın teftişin ise, örgütsel bazda işin denetiminden çok parlamento karşısında yürütülen hizmetten dolayı siyasi olarak sorumlu olan bakanın bu sorumluluğunun gereği olarak, hizmetin denetiminin gerçekleştirilmesi olduğu görülmektedir. Teftişin hizmet denetimi olması, onu yönetimin işlevi olarak denetimden farklılaştırmaktadır. Dolayısıyla, literatürde ve uygulamada sıkça ileri sürüldüğü gibi teftiş faaliyetinin siyasetten tamamen bağımsız bir denetim türü olduğunu iddia etmek zordur. Teftiş denetiminde bağımsızlık sisteminin mantığı gereği siyasi yapıdan değil yönetsel yapıdan ayrı ve müdahale edilemez olmayı içermektedir. Teftiş bakanın siyasi sorumluluğu ve hizmetin kamu adına yerine getirilişine ilişkin bir denetim türüdür. Bundan dolayı yönetim içinde doğrudan doğruya örgütlendirilemez.1 3046 sayılı Kanunla Bakanlık teşkilat yapılarında doğrudan Bakana bağlı olarak kurulmuş olan teftiş kurullarının neden doğrudan Bakana bağlanmış oldukları bu anlatımdan açıkça anlaşılmaktadır. 2011 yılında hükümet tarafından bir dizi KHK çıkarılmıştır. Çıkartılan bu KHK’lar öncesi Teftiş Kurulları bünyesinde tüm bakanlıklarda denetim görevi müfettişler tarafından yürütülmüştür. Dolayısıyla, bu dönemde müfettiş dışında unvan kullanılmamıştır. Müfettişlik kariyer bir meslektir. Danıştay Birinci Dairesinin bir kararında; 2 “…Kamu İdarelerinde teftiş hizmetleri, diğer idari hizmetlerden ayrı olarak dikkate alınmış ve bu hizmetler ayrı bir kariyer olarak düzenlenmiştir. Kuruluş yasalarında ve ilgili tüzük ve yönetmeliklerde müfettişlerin sınavla göreve alınmaları ve bu görev içinde yetiştirilmeleri öngörülmüştür. Bu nedenle müfettişlerin bu kariyer içinde yetiştiril-

Örsan Ö.Akbulut, Hande Mimaroğlu Özgen, Derya Fındık, Ömer Seymenoğlu, Oğuz Almış, Türk Kamu Yönetiminde Teftiş ve İç Denetim, TODAİE yayını, Ankara, 2012, s.4-7 2 Danıştay 5. Dairesi 17/12/1986 tarihli, E:1986/1443, K:1986/887 sayılı karar, 3 Danıştay 5. Dairesi 24/10/2008 tarihli, E:2006/7083, K:2008/5144 sayılı karar 1

Yıl: 26 • Sayı: 123


Ayhan Acar meleri ve kamu hizmetinin selametle yürütülmesini önleyici neden olmadıkça bu hizmet dışında diğer idari hizmetlere atanmamaları gerekmektedir. …”

Şeklinde hüküm kurulmak suretiyle müfettişliğin kariyer meslek olma özelliğine vurgu yapıldığı, Danıştay Beşinci Dairesinin bir kararında3 ise, “657 sayılı Kanun’un 3. maddesinde de, “Sınıflandırma”, “Kariyer” ve “Yeterlik” ilkeleri bu Kanunun temel ilkeleri olarak belirlenmiş; kariyer ilkesi, Devlet memurlarına yaptıkları hizmetler için gerekli bilgilere ve yetişme koşullarına uygun şekilde, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme olanağı sağlamak; yeterlik ilkesi ise, Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini yeterlik sistemine dayandırmak ve bu sistemin eşit olanaklarla uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmak olarak tanımlanmıştır. Görüldüğü üzere Yasa, Devlet memurluğunu bir meslek olarak kabul etmekte ve bunlara, sınıfları içinde en yüksek derecelere kadar ilerleme olanağı sağlanmasını, sınıflar içinde ilerleme ve yükselme işlemlerinin yeterlik sistemine dayandırılmasını öngörmektedir. Bu iki ilkenin temelinde, nesnel kurallar çerçevesinde işin ehline verilmesi ve hak etme kavramı yatmakta olup, kamu hizmetlerinin etkin ve verimli bir şekilde gerçekleştirilmesinin tek güvencesinin de, hizmetin yetişmiş, ehil kamu görevlilerince yerine getirilmesinden geçeceği tabiidir. Birçok yargı kararında da belirtildiği üzere kariyer bir meslek olan müfettişlik mesleğinin, geçmiş dönem hizmetleriyle birlikte bir bütün halinde değerlendirilmesi kariyer ve liyakat ilkelerinin mutlak vazgeçilmez niteliğini oluşturduğu gibi, bu yönde bir yapılanma Teftiş Kurullarının oluşması ve işleyiş sistematiğine de uygun düşmektedir.”

denilmiş olduğu, dolayısıyla, müfettişliğin, Türk kamu bürokrasisinde kariyer bir meslek olarak ifade edildiği rahatlıkla söylenebilir. Müfettişlerin görev aldığı Teftiş Kurulları, Türk kamu bürokrasisine yönetici yetiştiren okul olma görevini de üstlenmiştir.Türk kamu bürokrasisinde ve hatta özel sektörde 3

Dairesi 24/10/2008 tarihli, E:2006/7083, K:2008/5144 sayılı karar

Temmuz-Eylül 2013

üst düzey yöneticilerin birçoğunun kökeni müfettişlik mesleği yada muadili mesleklerdendir. Diğer taraftan Bakanlıklarda müfettiş olma hakkını elde edenler üçlü kararname ile müfettişliğe atanmaktadırlar. Üçlü kararname müfettişlerin bağımsız bir şekilde çalışabilmelerinin güvencesini oluşturan bir faktördür. Müfettişler, müfettişlik güvencesine sahiptirler, tüm teftiş kurulu tüzük ve yönetmeliklerinde yer verilen müfettişlik güvencesi teftiş hizmetleri, diğer idari görevlerden ayrı bir kariyer olarak düzenlendiğinden; müfettişler kendi istekleri dışında veya teftiş hizmetlerinin gerekleriyle bağdaşmayan sıhhi, ahlaki veya mesleki yetersizlikleri tespit edilmedikçe görevden alınamaz, diğer idari görevlere atanamazlar. Sıhhi, ahlaki veya mesleki yetersizlik hallerinin; yargı kararı, sağlık kurulu raporu, müfettiş raporu gibi belgelerle tevsiki esastır. Dolayısıyla bu durum müfettişin görevini ifa ederkenki bağımsızlığının da güvencesini oluşturmaktadır. Bakanlık müfettişleri 657 sayılı DMK’nın 137 ve 138. maddelerinde tanımlanan, zorunlu hallerde kullanılması elzem olan görevden uzaklaştırma yetkisine sahiptir. Bu yetki denetim elemanlarından sadece Bakanlık müfettişlerine verilmiş bir yetkidir. TEFTİŞ-DENETİM DÖNÜŞÜMÜNE İLİŞKİN GENEL DEĞERLENDİRME 3046 sayılı kanunda danışma ve denetim birimleri arasında sayılan Teftiş Kurullarının, 2011 yılı KHK’ları sonrası değişiklik yapılmayan bakanlıklarda aynen devam ettiği, buna karşın, bazı bakanlıklarda Danışma ve Denetim birimleri arasında isim değişikliği yapılarak (Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı, İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, Denetim Hizmetleri Başkanlığı gibi), bazı bakanlıklarda ise hizmet birimleri arasında sayılarak (Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı, Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, Denetim Hizmetleri Başkanlığı gibi) teşkilat içerisinde yerini aldığı görülmektedir. Teftiş Kurullarının yerine oluşturulan ve çoğu bakanlıkta, “Denetim Hizmetleri” adı ile ana hizmet birimleri arasında sayılan denetim birimlerinin görevleri bağlamında denetimin bir hizmet mi olduğu sorusu akla gelmektedir. Bu soruya Teftiş ve İç Denetim

23


Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen TeftişDenetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi

24

Araştırmasında4 Denetimde yeniden yapılanma kapsamında oluşturulacak yeni birimlerin, hizmet birimi olarak yapılandırılmamasının ve adlandırılmamasının önerilmesi ile cevap verildiğinin ve denetim faaliyetinin bir bütün olarak, hizmet niteliği taşımadığının açık bir şekilde belirtildiği görülmektedir. Ancak, bu öneriye karşın birçok Bakanlığın denetim biriminin isminin “denetim hizmetleri” şeklinde değiştirilerek, ana hizmet birimleri arasında sayıldığı da bir gerçektir. Teftiş-denetim dönüşümünde bazı bakanlıklarda kariyer meslek olan müfettişlik unvan ve sıfatının kaybedildiği, bazı bakanlıklarda ise müfettişlik unvan ve sıfatına haiz olmayan denetim görevlilerine bu unvan ve sıfatın verildiği görülmüştür. Örneğin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Denetim Hizmetleri Başkanlığına Denetçi olarak atananlar daha önce Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğünde müfettişlik yapan denetim görevlileridir. Her ne kadar müfettişlik sıfatına haizseler de genel müdürlük müfettişi olduklarından üçlü kararname ile atamaları yapılmamaktadır. Dolayısıyla, bahse konu denetim görevlilerinin genel müdürlük bünyesinde müfettiş olarak görev yaparken doğrudan Bakan’a bağlı Denetçi sıfatına bürünmüşlerdir. Buna karşın, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı müfettişleri için aynı durum söz konusu değildir. Çünkü adı geçen Bakanlık müfettişlerinin 2011 yılı KHK değişiklikleri ile Denetçi yapılması, hem unvan kaybına hem de özlük ve sosyal haklar bakımından bazı kayıplara neden olmuştur. Tüm bunların ötesinde Sağlık Bakanlığı müfettişlerinden bir bölümü Bakanlığın bağlı kuruluşlarına Denetçi olarak atanmışlardır. Bu olumsuz durumların yanı sıra, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nda gümrük ve ticaret müfettişliğine, gümrük (müsteşarlığı) müfettişleri ile genel müdürlük kontrolörleri, Maliye Bakanlığı’nda vergi müfettişliğine, gelirler kontrolörleri ve taşra teşkilatında görevli vergi denetmenleri atanmıştır. Yine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda Türkiye Örsan Ö.Akbulut, Hande Mimaroğlu Özgen, Derya Fındık, Ömer Seymenoğlu, Oğuz Almış, Türk Kamu Yönetiminde Teftiş ve İç Denetim, TODAİE yayını, Ankara, 2012, s.719 4

İş Kurumunda görevli müfettişler Bakanlık iş müfettişliğine atanmışlardır. Bu sayılan kurumlardaki ilgililer açısından bunlar birer kazanımdır. Fakat, 2011 yılı KHK’ları ile yaşanan dönüşümlerden en ilginci ise, yeni kurulan Ekonomi Bakanlığında yaşanmıştır. Bu bakanlıkta Dış Ticaret Uzmanlarına denetim görevi verilmiştir. Ancak, bu uzmanlar daha evvel Dış Ticaret Müsteşarlığı Dış Ticaret Kontrolörleri Kurulunda görevli Dış Ticaret Kontrolörleri’dir. Diğer bir konu ise, teftiş-denetim birimlerinin bağlı olacağı birim konusunda belirsizliklerin bulunmasıdır. Bazı bakanlıklarda teşkilatlanmanın düzenlendiği yasal mevzuatta bu husus açık bir şekilde belirtilirken, bazı bakanlıklarda bağlılık konusu yönetmeliklerle düzenlenmiş, bazı bakanlıklarda ise ne yasal düzenlemelerle ne de ikincil mevzuatla bu hususa açıklık getirilmemiştir. Diğer taraftan bu belirsizliğin yanı sıra Bakanlıkların tüm iş ve işlemlerinin denetimi ile görevlendirilen teftiş-denetim birimlerinin Bakan dışında Müsteşar-Müsteşar yardımcısı gibi alt Makamlara bağlandığı yada bağlanmaya çalışıldığı görülmüştür. Bu uygulamalar denetimin bağımsızlığı açısından dikkat çeken noktalardır. Oysa, 2011 yılındaki tüm KHK’ların dayanağı olan 6223 sayılı Yetki Yasasının genel gerekçesinde kamu yönetimini hantal yapıdan kurtarabilmek, kamu hizmetinin düzenli, etkin, hızlı bir biçimde yürütülmesini sağlamak amaçlanmış ve yetki kanunun 2. maddesinde kanunun ilkeleri ve yetki süresi belirlenirken, “… benzer hizmetlerin tek kuruluş veya birim tarafından yürütülmesini ve kaynak kullanımında israfın önlenmesini, teşkilatların, hizmetlerin özelliğinden kaynaklanan zorunlu farklılıklar saklı kalmak kaydıyla, hiyerarşik bağlılık ve unvan standardizasyonu sağlanacak şekilde düzenlenmesini, …” açık bir şekilde hükme bağlanmışken, yapılan düzenlemelerde; Örneğin, Sağlık Bakanlığında Teftiş Kurulu Başkanlığı 5’e bölünerek bürokrasi arttırılmış, var olan birleşik yapı parçalanmış, aynı teşkilat içerisinde 5 ayrı (Bakanlık Denetim Hizmetleri Başkanlığı, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Denetim Hizmetleri Dairesi Yıl: 26 • Sayı: 123


Ayhan Acar Başkanlığı, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı, Türkiye Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü Sağlık Denetçileri) denetim birimi kurulmuştur. Uygulamada bu durum çeşitli sorunlara yol açabilecektir. Daha önce tüm Bakanlıklarda teftiş kurulları Bakan’a bağlı iken 2011 KHK değişiklikleri ile Bakan’ın yanı sıra alt makamlara bağlı denetim birimlerinin oluşturulduğu, daha önce Teftiş Kurulları olarak tek bir isim kullanılan denetim birimlerinde şimdi, Vergi Denetim Kurulu Başkanlığı, İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı, Rehberlik ve Denetim Başkanlığı, Denetim Hizmetleri Başkanlığı gibi isimler kullanılarak çok çeşitliliğe gidildiği görülmektedir. Daha önce müfettiş olan denetim elemanlarının şimdi, müfettişin yanı sıra, denetçi ve denetim yetkisi verilmiş uzmanlardan oluştuğu, dolayısıyla Bakanlık denetim birimlerinin örgüt yapısında bağlı olacağı birim konusunda, bu birimlerin isimlerinde, denetim elemanlarının unvanlarında varolan standardizasyonun ortadan kaldırıldığı dolayısıyla yetki kanununda yer verilen hiyerarşik bağlılık ve unvan standardizasyonunun sağlanması yönündeki ilkeye uyulmadığı söylenebilir. KHK’larda teftiş-denetimle ilgili olarak yapılan düzenlemelerle ilgili yukarıda yer verilen çoğu hususun, anayasaya aykırılığı nedeni ile Anayasa Mahkemesine iptal davası açıldığı, ancak bu açılan davalardan bu çalışmanın konusunu oluşturan hususlarda bir iptal kararı çıkmadığı, Teftiş ve Denetimle ilgili çıkan iptal kararlarının birkaç istisna dışında esas itibari ile kamu hizmetlerine girme hakkı ile sınırlı kaldığı görülmektedir. 2010 yılı Nisan ayı içerisinde Ankara Barosunda yapılan “Yolsuzluk “ temalı konferansta, Danıştay Başkanı Mustafa BİRDEN’in teftiş ve denetim birimlerine ilişkin aşağıdaki yorumu önemli bir değerlendirmedir. 5 “Yolsuzlukla mücadele de en etkili müesseselerden biri, teftiş ve denetim kurullarıdır. Bu kurulYakup Bozkurt, “Kamu Yönetiminde Teftiş Kurulu Başkanlığının Kaldırılmasına Dönük Sorunlar”, Ankara Barosu Dergisi, Yıl:68, Sayı:2010/4, s.274-275 5

Temmuz-Eylül 2013

lar çalıştırılmaz, teftiş ve denetime gereken önem verilmez, müfettiş raporlarına itibar edilmez ise, yolsuzluk girişimlerinin önlenmesi, yapılanların ise ortaya çıkarılması güçleşir. Hesap verebilirliğin temelinde, denetim ve kontrol mekanizması yatar. Yapılan işin, alınan kararın mevzuata ve hizmet gereklerine uygunluğu bakımından denetim ve kontrol mekanizması başlı başına bir caydırıcılık unsurudur. Bu işlevi, tarafsız ve liyakatli kişilerin elinde yerine getiren teftiş ve denetim birimlerinin, yolsuzlukların önlenmesi, sorumluların ortaya çıkarılıp cezalandırılması konusunda dava ve yargılama sürecine olan ciddi katkısı göz ardı edilemez. Bu nedenle, teftiş ve denetim kurullarını zayıflatan, etkisizleştiren, yasal düzenleme girişimlerinden vazgeçilmeli; aksine, bu kurullar güçlendirilerek, siyasi etki ve yönlendirmelerden uzak, bağımsız bir yapıya kavuşturulmalıdır.”

2011 yılı KHK değişiklikleri ile yapılanlar ise bu değerlendirme ile örtüşmemektedir. Şöyle ki, bazı bakanlıklarda tüm denetim organları tek çatı altında toplanarak güçlü bir denetim birimi oluşturulurken (Maliye Bakanlığı, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı), bazı bakanlıklarda ise var olan güçlü teftiş kurulları(Sağlık Bakanlığı) parçalanarak yada müfettişler; Denetçi yapılarak (Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı) yetki yönünden zayıflatılmıştır. Hatta yeni kurulan Bakanlıkların bazılarında (Avrupa Birliği Bakanlığı, Gençlik ve Spor Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı) ise merkezde denetim birimi hiç oluşturulmamış, daha evvel Bakan’a bağlı olarak faaliyet gösteren Teftiş Kurulları ise bazı Bakanlıklarda (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı gibi) hiyerarşik olarak daha alt birimlere ve makamlara bağlanmıştır. Bağlı olunan birim denetim elemanının bağımsızlığı ile yakından ilgilidir. Denetim birimlerine, kurumların merkez ve taşra teşkilâtı ile personelin idarî, malî ve hukukî işlemleri hakkında denetim, inceleme ve soruşturma yapma görevi verildiğine göre, bakanlık teşkilatlanması içerisinde doğrudan Bakan’a bağlı olmayan bir birimin bu görevi eksiksiz yerine getirmesi hiyerarşik anlamda mümkün olmayacaktır. Diğer taraftan, üçlü kararname müfettişlerin bağımsız bir şekilde çalışabilmelerinin güvencesini oluşturan diğer bir faktördür.

25


Bakanlık Merkez Teşkilat Yapılarında 2011 Yılı Khk Değişiklikleri İle Gerçekleştirilen TeftişDenetim Dönüşümünün Değerlendirilmesi

26

Oysa denetçiler yada denetim yetkisi verilmiş uzmanların atamasında üçlü kararname sözkonusu değildir. Müfettişler üçlü kararname ile göreve atanmış olmasına rağmen, bazı bakanlıklarda müfettişler denetçi yapılarak 2451 sayılı Kanundan kaynaklanan müfettişlik mesleğinin sahip olduğu bu güvenceden mahrum kalmışlardır. Bu güvence şüphesiz yapılan denetimlerde denetim yapan kişinin gelecek kaygısı taşımadan, bağımsız, tarafsız, etkin ve verimli bir şekilde görev yapmasını sağlayacak en önemli unsurlardan birisini teşkil etmektedir. Öte yandan, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 137 nci maddesinde sayılan hallerde memurların görevden uzaklaştırılması hüküm altına alınmış, 138 inci maddesinde ise bu hak ve yetkiyi kullanabilecek olan makam ve merciler arasında müfettişler de sayılmıştır. Bazı bakanlıklarda müfettiş yerine denetim görevi verilen denetçi ve uzman unvanındaki personelin anılan yetkiyi kullanma hak ve yetkisi ortadan kaldırılmış olup bu durum da denetim hizmetinin bağımsız, tarafsız ve hızlı bir şekilde yürütülmesini engelleyecektir. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu olmak üzere birçok kanunda müfettiş unvanına atıflar yapılarak bazı özel yetkiler tanınmıştır. Yine, Sayıştay Kanununda Bakanlık merkez denetim elemanı olarak bir yıl görev yapanlara Sayıştay Üyesi ve dolayısıyla da Başkanı olma hakkı tanınmıştır. Oysa yeni düzenlemelerle birlikte, müfettiş dışındaki denetim elemanları yani denetçiler ile denetim yetkisi verilmiş uzmanlar bu haklardan faydalanamayacaklardır.

SONUÇ VE ÖNERİLER Netice itibariyle; güçlü bir denetim yapısının oluşturulabilmesi ve bu şekilde yolsuzluklarla mücadele edilebilmesi için çalışmada irdelenen konular kapsamında sınırlı olmak kaydıyla aşağıdaki öneriler geliştirilmiştir: - Bakanlık teftiş-denetim birimlerinin tüm Bakanlıklarda doğrudan Bakan’a bağlanması, - Bazı bakanlıklarda teftiş-denetim birimleri, danışma ve denetim birimleri arasında sayılmışken, bazılarında hizmet birimleri arasında sayıldığı dikkate alınarak, eskiden olduğu gibi denetimin bir hizmet olmadığı kabulünden yola çıkıldığında, teftiş-denetim birimlerinin yine danışma ve denetim birimleri altında ve benimsenecek tek bir isim ile yeniden yerini alması, - Bazı bakanlıkların merkez teşkilatında yer verilmeyen teftiş-denetim birimlerinin ilerleyen zamanda bu bakanlıklarda yaşanabilecek muhtemel yolsuzluk ve usulsüzlüklerde çıkmaza girilmesine yol açabileceği düşüncesinden ve bakanlıklarda benzer fonksiyonlara sahip birimlerde standardizasyon sağlanması açısından hareketle, merkez teşkilatında teftiş-denetim birimi oluşturulmayan bakanlıklarda da teftiş-denetim biriminin kurulması, - Görev ve sorumluluklar tüm denetim elemanları için aynı iken, yetki yönünden müfettiş dışındaki denetim elemanları sınırlı yetkilere sahiptirler. Mevzuatta müfettişlerin üçlü kararname ile atanma, görevden uzaklaştırma vb. hak ve yetkileri vardır. Dolayısıyla Bakanlık teftiş-denetim birimlerinde tek bir unvan kullanılması ve mevcut mevzuat yapısı içerisinde atıflar müfettiş unvanına yapıldığından, tüm Bakanlık denetim elemanlarına müfettiş unvanının verilmesi önerilmektedir.

Yıl: 26 • Sayı: 123


DENETIMSIZ DEMOKRASININ FIRSAT ÜRÜNÜ: KLEPTOKRASI (III) Dr. Recep Sanal *

Makalenin ikinci bölümünde, insanlığı yönetme görevini üstlenen siyasal yapılar ve bunları işbaşına getiren seçim sistemleri ile ilgili bazı tespitler yapmış; dünyanın herhangi bir yerinde yönetme yetkisini eline geçiren gücün (bunu hangi siyasal sistem içerisinde ve hangi yöntemle ele geçirmiş olursa olsun) meşruiyetinin sorgulanması gerektiğine değinmiştim. Dışı fevkalade göz alıcı görünen fakat içi yeterince boşaltılmış olan eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi soyut kavramlar üzerinde zaman harcamak yerine; reel gerçeklikten hareketle demokrasi paravanı arkasındaki siyasal sistemlerin nasıl işlediğini analiz etmekte yarar vardır. Ardından da bu sistemlerin tüm insanlık adına etkili bir şekilde nasıl denetlenebileceği konusuna odaklanmalı veya daha etkili işleyebilecek yeni sistemler üzerinde kafa yormak gerekir. Yeryüzündeki siyasal sistemleri incelerken, bunlar arasında en katılımcı görünenin ve meşruiyet açısından en az sorgulanabilecek seçeneğin “demokrasi” olduğunu belirtmiştim. Fakat bu seçeneğin de bir uçta * Emekli Kamu Görevlisi

Temmuz-Eylül 2013

“tam demokrasi” diğer uçta ise “göstermelik demokrasi” olmak üzerine değişik tonlarda tezahür ettiğine dikkat çekmiştim. Demokrasinin tanımı üzerindeki tartışmalar (belirli bir milat atfedilememekle birlikte) Antik Dönem’den bu yana süregelmektedir. Yeryüzündeki siyasal aktörlerin hemen hepsi, kendi yönetim sistemlerini (kapitalist, liberal, muhafazakâr, komünist, faşist…) diğer yönetim sistemlerden üstün göstermek ve uygulamalarını daha meşru bir temele oturtmak amacıyla birbirinden farklı “demokrasi tanımı” yapmakta ve siyasi pratiklerini buna göre şekillendirmektedirler. Her sistemin kendine göre bir hikâyesinin olması ve diğerleri üzerinde üstünlük iddiasında bulunması doğaldır. Fakat konuya başka bir açıdan bakıldığında; uygulandığı ülkelerdeki toplumsal yapıya ve siyasal birikimlere uyumlu olarak, siyasal sistemlerin başkalaşım geçirmelerinin ve her birinin diğerlerinden belirli dozlarda ötekileşmesinin doğal bir süreç olduğunu da belirtmek gerekir. Devlet yönetimi açısından demokrasi kavramına bakıldığında; devlet politikasını şekillendirmede tüm vatandaşların eşit hakka sahip olduğu bir sistem olarak algılamak

27


Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)

28

gerektiği düşünülebilir. Rejimlerin demokratiklik derecesi tartışılırken değişik ölçütler esas alınmaktadır Burada temel nirengi, eşit haklara sahip oldukları varsayılan her vatandaşın kendi hür iradesidir. Hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın veya hangi yönetim sitemine tabi olursa olsun, her vatandaşın ülkesindeki siyasal karar süreçlerine “özgür iradesi” ile ve eşitçe katılması esastır. Öte yandan bu özgür iradenin, siyasal süreçlerde çok çeşitli biçimlerde manipüle edilebildiği bilinmektedir. Bu konuya yeri gelince değineceğiz. Demokrasinin araçları denildiğinde karşımıza temel olarak; anayasa, parlamento ve siyasal partiler çıkmaktadır. Farklı siyasal yapılarda bunlar arasına başka araçlar da (sivil toplum kuruluşları, kanat önderleri, dinsel kuruluşlar vb.) eklenmektedir. Halkın kendini yönetme işlevini doğrudan veya dolaylı olarak (temsilcileri vasıtasıyla) yerine getirebilmesi mümkündür. Doğrudan temsil coğrafi açıdan küçük ölçekli devletlerde kolay olmakla birlikte, büyük ölçekli devletlerde uygulamaya elverişli bulunmamaktadır. Bu nedenle söz konusu ülkelerde seçimler yoluyla belirlenen temsilcilere (dolaylı temsil) yetki verilmesi yoluna gidilmektedir. Temsili demokrasi açısından en fazla kabul gören parlamenter demokrasinin odağında “yasama” işlevini üstlenen parlamento yer aldığından, öncelikle bunun yapısını irdelemekte yarar vardır. Çünkü bir devletin yönetimini üstlenen “yürütme” aygıtı bu organ içinden çıkmaktadır. Keza güçler ayrılığının diğer ayağını oluşturan “yargı” organının biçimlenmesi de yasama organının kararları doğrultusunda gerçekleşmektedir. Demokrasi, siyaset baronu üretme aracına mı dönüşmektedir? Parlamentoların oluşumunda, seçmenlerin hür iradesini esas alan seçim sistemlerinin belirleyici olması gerektiği savunulmaktadır. Ama günümüz demokrasilerinde uygulanan tüm seçim sistemlerinin, seçmenlere geniş bir tercih alanı sağlamaktan ziyade; sadece seçime katılan siyasal partilerin belirlediği adaylar arasından tercih yapmakla sınırlandırıldığını görmekteyiz. Bu durum, herhangi bir siyasal partinin dar kalıpları içerisinde

şekillendirilmiş adayların devlet yönetiminde söz sahibi olmaları sonucunu doğurmaktadır. Seçmenler, ülkeye ve halka daha iyi hizmet edeceğine inandığı kişileri seçebilme hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu durum “hür irade” kavramı ile çelişmektedir. Çünkü mevcut seçim sistemleri, seçim sürecinde hür iradeyi sınırlayıcı kimi yöntemleri esas almaktadırlar. Bunlardan en belirgin olanlarının başında, seçime katılacak siyasal partilerin belirlenmesi; ikinci olarak söz konusu siyasal partilerin belirlediği adayların dışında bir başkasına oy verilememesi hususları gelmektedir. Her ne kadar seçimlere “bağımsız aday” olarak katılma olanağı da sağlanmakla birlikte; seçim barajı veya başka tür engellemeler neticesinde bağımsız adayların seçilebilmeleri güçleştirilmektedir. Tam demokrasi pratiğinde bu tür engellemelerden bahsedilmesi mümkün değildir. Temsilde adaletin ve yönetimde istikrarın sağlanması gerekçesiyle, sadece belirli siyasal partilere mensup kişilerin “siyaset baronu” haline getirilmesinin gerçek demokrasiyle ilgisi yoktur. Bu sorun, günümüz modern demokrasileri arasında gösterilen ülkelerde dahi yaşanmaktadır. Örneğin; devlet hayatında çok kısa sayılacak otuz yıl gibi bir sürede ABD’de aynı ailenin içinden iki “Başkan” çıkmıştır ve siyasal önsezilerime göre üçüncüsü de yoldadır. Bu durum söz konusu ülkede yaşayan yaklaşık üç yüz milyon insan arasından (belirttiğim ailenin fertleri dışında) Başkan olmaya layık başka birilerini bulmakta güçlük çekildiği şeklinde yorumlanabilir. O halde, yönetim erki babadan oğula geçen anti-demokratik sistemler ile vatandaşın özgür iradesine dayanması gereken demokratik sistemler arasında ne fark kalmaktadır? Çağımızda siyasal partiler üzerinden yürütülen içi boşaltılmış bir demokrasi pratiği ile mi karşı karşıyayız acaba? Şimdi şu kritik sorunun cevabını aramalıyız: Siyasal partilerin demokratik hayat içindeki rolleri nasıl gerçekleşmekte ve bunlar üzerinden güç sahibi olan siyasal aktörlerin topluma hizmet idealinden uzaklaşmalarına hangi faktörler yol açmaktadır? Siyasal partilerin, başlangıçta belirli topYıl: 26 • Sayı: 123


Dr. Recep Sanal lumsal gruplarının (sınıfların) devlet aygıtını ele geçirerek kendi çıkarlarını korumak ya da artırmak amacıyla kuruldukları ve bu nedenle keskin söylemler ürettikleri bilinmektedir. Fakat zaman içerisinde daha geniş kitlelerden oy alabilmek amacıyla sivri yönlerini törpülemek ve söylemlerini topumun tümüne hitap edebilecek tarzda yuvarlamak (merkeze çekmek) ihtiyacını duymuşlardır. Bu yüzden tüm ülkelerdeki “kitle partisi” niteliğindeki partilerin programları neredeyse birbirinin kopyası haline gelmiştir. Bunların kadroları da aynı mantık ekseninde oluşmuştur. Seçmenler, neredeyse birbirinin ikizi durumundaki partiler arasından bir tercih yapmaya zorlanmışlardır. Öte yandan, siyasal partilerin kuruluşuna ve işleyişine ilişkin yasal düzenlemeler, parti mensuplarını anlamsız bir “parti disiplini” girdabında boğacak biçimde kurgulanmıştır. Tam demokrasiye uymayan bu durum Anti-demokratik sistemlerdeki tek adam (diktatör, kral, emir, şeyh vb.) sultasının, demokratik sistemlerde parti başkanları üzerinden sürdürülmesine yol açmıştır. Dünyadaki kitle partilerinin (özellikle iktidar alternatifi olabilecek durumdaki partilerin) başına getirilecek kişilerin nasıl belirlendiği ilginç bir araştırma konusu olabilir. Bu düzeneğin nasıl çalıştığı, komplo teorilerine fazla itibar etmeden de sorgulanabilir. Örneği görünüşte her hangi bir siyasal partiye kayıtlı üyeler arasından genel kurul delegesi olarak belirli kişiler seçilmekte ve bunlar da parti başkanını seçmektedirler. Bu aşamada delege kararını etkilemek için hangi faktörlerin devreye girdiğini dikkatlice incelemek gerekir. Makalenin önceki bölümlerinde, demokrasinin kleptokrasiye evrimi sürecinde küresel sermayenin oynadığı kritik role değinmiştim. Jeopolitik açıdan önem taşıyan, stratejik yer altı veya yerüstü zenginliklerine sahip bulunan ülkelerin yöneticilerinin ve halklarının, küresel sermaye güdümündeki güçler tarafından değişik yollarla taciz edildikleri bilinen bir durumdur. Bu yollardan biri de o ülkenin yönetim sistemine örtülü müdahalelerde bulunmaktır. Bu açıdan en pratik yöntem, siyasal partiler üzerinde çeşitli operasyonlar Temmuz-Eylül 2013

yaparak, o partilerin başkanlarını (veya yöneticilerini) kendilerine hizmet edecek kişilerden oluşturmaktır. Böylelikle bir ülkedeki siyasal iktidarın oluşumu sürecinde, iç dinamiklerden ziyade dış dinamiklerin daha etkili olduğu bir aşamaya geçilmektedir. Hiç kuşku yok ki, bu aşamada hizmet alacak ve hizmet verecek olanlar arasında işbirliği anlaşması yapılması gereği vardır. Her iki tarafın da birbirine destek vererek ortaklaşa kazanç temini esasına dayanan işbirliği kısaca “kazan, kazan” formülü ile ifade edilmektedir. Parti yöneticilerinin belirlenmesi sürecinde delegenin kararının nasıl etkilendiği konusu “algı yönetimi” uzmanlarının alanına girmektedir ve seçmen davranışlarını etkilemek için oldukça sofistike teknikler kullanılabilmektedir. Belki de insanın yaratılışından kaynaklanan “kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmemesi” duygusu, insanların kişiliğini ciddi biçimde esneten bir duygudur. Bunun için seçmen üzerinde, yönetim görevlerine seçeceği kişiden “kaz geleceği” algısının yaratılması; hatta başlangıçta muhtemel kazın bazı uzuvlarının gösterilmesi bile istenen sonucu almaya yeterli olabilir. Parti içi demokrasi adıyla işletilen sistemin içeriğine baktığımızda, seçme ve seçilme işinin fasit bir daire içerisine hapsolduğu görülmektedir. Parti genel başkanın kongre delegelerini seçmesi ve onların da genel başkanı seçmesi gibi adeta dar alanda paslaşmalar ile siyasal alan yeni gelebilecek kişilere kapatılmaktadır. Bir partinin daha dinamik bir yapıya ve daha nitelikli kadrolara sahip olmasının önünü kesen bu durum, “küçük olsun ama benim olsun!” sözüyle özetlenebilir. Öte yandan kendi geleceğini genel başkanın varlığı ile özdeşleştiren parti mensupları hemen her konuda yeni fikirlerin önünü kesme gayreti içine girmektedirler. Herhangi bir konuda uzmanlaşmış kişilerin yeni görüş ve önerileri “sen genel başkandan daha mı iyi bileceksin?” yaklaşımıyla dikkate alınmayabilmektedir. Siyasal yaşamda partilerin genel başkanlarını adeta putlaştıran söylem ve eylemler, aslında üzeri örtülü bir diktatörlüğe veya tiranlığa giden yolun taşlarını döşemeye yaramaktadır. Burada üzerinde düşünmemiz gereken

29


Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)

30

diğer bir husus da şudur: Genel başkan seçilen kişi demokratik değerleri yeterince özümsememiş biri ise ne olacaktır? Tıpkı bir gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi halinde sonraki düğmelerin de yanlış iliklenmesi gibi, yanlış genel başkanla başlayan siyasal süreç başka yanlışlarla devam edecektir. Bunun devlet ve toplum hayatındaki en ciddi yansıması yönetimin her geçen gün daha fazla “yozlaşması” olacaktır. Siyaseti düzenleyen kanunlarla veya parti içi denetim aygıtlarıyla da bu aşınmanın önüne geçilemezse ne olacaktır? İşte demokrasinin siyasal partiler ve onun kadroları aracılığıyla kleptokrasiye evrilmesinin belirginleştiği bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Siyaset baronlarının elinde oyuncak olan iktidar/muhalefet aygıtının, devlet hayatı ve toplumsal yaşam üzerindeki olası risklerini tahmin edebiliriz. Bu risklerden biri de halkın vergilerinin kitabına uydurularak aşırılmasıdır. Halkın vergileri siyaset baronlarınca aşırılıyor mu? Dünyanın varoluşundan bu yana, adına ne denilirse denilsin küresel ölçekte etkili güçlerin var olduklarını biliyoruz. Buna ne kadar örnek teşkil edeceğini kestirememekle birlikte günümüzdeki bazı yapılanmalar üzerinde de (illuminati, opus dei, localar, tarikatlar, lobiler…) benzer kuşkular vardır. Bunların ortak yönleri, ülkelerdeki siyasal aktörlere direktif verici pozisyonda olmak istemeleridir ve ülke yönetimlerini kendi amaç veya çıkarları doğrultusunda yapılandırma alışkanlıklarından vazgeçmiş değillerdir. Ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerinin veya halkların kendi yöneticilerini özgür bir şekilde seçememelerinin önündeki engeller arasında bu türden gizli yapılanmalar da yer almaktadır. Yukarıda belirttiğimiz gibi, eğer iktidar potasındaki bir partinin (iktidarda veya muhalefette olabilir) genel başkanlığına yanlış bir kişi seçilmiş ise kendisinin ve ekibinin üzerindeki muhtemel diyet/minnet yükü nasıl hafifletilecektir? Keza o partinin cari giderleri ve girilecek seçimlerin masrafları nasıl finanse edilecektir? Siyasal partilere hazine yardımı konusu ise sadece örtülü finansman

araçlarını perdelemek amacıyla kullanılan bir kılıf niteliğinde olabilir. Esasen siyasal örgütlerce varlıklı kesimlerden toplanan mali yardımlar bir şekilde geri ödenmesi gereken paralardır. Bunlar kimin cebinden ve nasıl ödenecektir? İktidarın ele geçirilmesinden sonraki süreçte en önemli konular arasında, bu işlerin planlanması ve uygulaması için gereken kadroların oluşturulması ile amaca uygun kişilerin uygun yerlerde konumlandırılması hususları yer almaktadır. Bunun anlamı şudur: Küresel güçlerle eklemlenmiş bir şekilde iktidara gelen siyasal partiler, çalışacakları kadroları seçerken azami dikkati göstermedikleri takdirde, küresel ve ulusal güç odakları nezdinde “ettikleri hayrın ürküttükleri kurbağaya değmeyeceği!” sorunlara davetiye çıkarma riskiyle karşı karşıya kalırlar. Dünyanın herhangi bir ülkesinde demokrasinin araçlarını kullanarak siyasal iradeyi ele geçiren kadroların, iktidara taşınmalarına katkı sağlamış olanlara yönelik muhtemel davranış biçimlerinden biri, onlara kamu kaynaklarından menfaat sağlamak olabilir. Parlamenter demokrasilerde eğer bir siyasal parti seçimlerde galip gelmiş ise onun genel başkanı “başkan veya başbakan” olmaktadır. Hükümet üyelerini de bu kişi belirlediğine göre “tek adam” yönetimine geçilmiş demektir. Keyfi yönetim tehlikesinin belirdiği bu süreçte amaca uyumlu kadroların işbaşına getirilmelerinin yanı sıra ülke mevzuatının da gerektiğinde belirli odaklara diyet ödemeyi kolaylaştıracak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekir. Bu iş için tek adamın işaretiyle hareket eden parlamentodaki çoğunluk devreye sokulur. Amaca uygun mevzuat düzenlemeleri parlamentodaki bu çoğunluğun katkısıyla süratle yapılır. Bu durum bir çeşit “yapılacak iş kanuna aykırı ise kanunu yapılacak işe uygun hale getirme” operasyonudur. Buna, yolsuzlukları gizleme veya aklamaya ilişkin diğer hamleler de dâhildir. Kamu kaynaklarının siyaset baronlarınca aşırılmasının çok sayıda yöntemi vardır. Yeryüzündeki uygulamalara bakıldığında bunların başlıca; kamu alımları ve satımları, devlet teşvikleri, kamu finans kuruluşları aracılığıyla kullandırılan kredi veya hibeler, imar düzenlemeleri, kamuya eleman alımı gibi noktaYıl: 26 • Sayı: 123


Dr. Recep Sanal larda yoğunlaştığı görülmektedir. Özellikle kamu alım ve satımları Dünya Ticaret Örgütünün (WTO) en fazla önemsediği konulardan biri olup, bu alandaki uygulamaların sıkı takipçisi ve ulusal düzenlemelerin gönüllü çözüm ortağıdır. Ülkelerdeki kamu alım ve satımına ilişkin mevzuatın gerek düzenlenmesi gerekse uygulamaların takibi açısından son derece ilgili ve heveslidir. Çünkü bu pastanın küresel tüccarlar usulünce bölüştürülmemesi halinde, yolunacak kazın elden kaçırılması tehlikesi baş gösterebilmektedir. Halkın birikimlerinin siyaset yoluyla aşırılması sürecinin üç silahşoru durumundaki işadamı, siyasetçi ve bürokratlardan oluşan sacayağı kurulduktan sonra sıra bunun üzerine sacın (mevzuatın) konulmasına gelir. Bundan sonrası, aşırılacak kamu kaynaklarının sacın üzerine konularak pişirilmesi ve katkıları oranında muhataplarına dağıtılmasından ibarettir. Arada bir “sen çok yedin, ben az yedim!” türünden kayıkçı kavgaları patlak vermekle birlikte, küresel ve ulusal paylaşımcılar arasındaki dostane ilişkiler “kazan, kazan” prensibi dahilinde devam eder. Bunun istisnası, metal yorgunluğu benzeri bir yönetim yorgunluğunun baş göstermesi ve o ülke halkının da bu yorgunluğun farkına varması durumudur. Böyle bir risk belirdiğinde, yedekte tutulan siyasal parti ve onun kadroları piyasaya sürülür. Yerküre üzerinde asırlardır işleyen sistemin özeti budur. Peki, hangi ülke söz konusu olursa olsun o ülkenin vatandaşları bu kirli oyunu bozabilirler mi? Kamu kaynaklarını vatandaşın yararına kullanabilecek bir sistemi kurmak, erdemli (bilgili, dürüst, çalışkan) insanları iş başına getirmek mümkün müdür? Tam demokrasiye geçiş olarak niteleyebileceğimiz bir süreci, halkların kendi iç dinamikleriyle gerçekleştirmeleri mümkün müdür? Halkların daha fazla özgürlük ve daha fazla refah istekleri, küresel ve ulusal güçlerin oluşturduğu kirli ittifakın çelik ağlarını yırtmaya yetebilir mi? Geleceğe ilişkin umutlarımız ve beklentilerimiz bizleri iyimser olmaya zorlamaktadır. Yeryüzünde herkesin mutlu olmasını sağlayacak adil bir sistemin bir gün mutlaka kurulabileceğini veya kurulması gerektiğini kavramak zorundayız. Yoksa zaten kozmik Temmuz-Eylül 2013

bir cezaevi niteliğindeki yerküre hepimiz için yaşanmaz bir hale gelecektir. Buna kendileri de kozmik mahkûm durumunda olan (bu yönüyle diğer insanlardan farkı kalmayan) küresel ve ulusal güç odaklarının mensupları da dâhildir. O halde “tam demokrasi” arayışımızda onları da müttefikimiz olarak görebilmemiz gerekir. Çünkü “mahkeme kadıya mülk değildir!” sözü onlar için de geçerlidir. Dünyanın kuruluşundan beri üzerinde çalışılan “felsefe” ve yeni arayışların öncüsü olan “filozoflar” eğer bir işe yarayacak iseler, tam demokrasinin kurulması için daha fazla emek harcamalarının zamanı gelmiş demektir. Yapısal sorunlarına değinmekte olduğumuz eksik demokrasinin, tam demokrasi yönünde geliştirilebilmesi için bazı küçük katkılar yapmamızda yarar vardır. Demokratik sistemlerdeki siyasal partilerin yozlaşma riskini anlatmış ve buna kaynaklık eden kimi çarpık uygulamalara değinmiştik. Parlamentonun oluşumunu belirleyen seçim sistemi konusu da üzerinde durulması gereken hususlardan biridir. Bu konuda neler yapılması gerektiğini bugünün gözüyle sıralamaktan ziyade, insanlığın geçmişten geleceğe akan siyasal yaşam pratiğinde önem taşıyan bazı ilkeler üzerinde kafa yormayı daha doğru buluyoruz. Konumuz belirli bir ülkedeki demokrasi uygulamalarını incelemek ve onu iyileştirmek değildir. Tüm evrende geçerli olabilecek bir yönetim sisteminin arayışı içerisinde olmaya çalışmalıyız. Kendi ülkemizdeki sistemin sorgulanması ve iyileştirilmesi de yukarıda belirttiğimiz bütünün parçası olarak bir anlam taşır. Dizi halinde yayımlanan makalemizin son bölümlerinde buna ilişkin bazı konulara yer vermeye çalışacağız. Demokrasinin kolayca kleptokrasiye dönüşmesi önlenebilir mi? Demokrasinin en önemli zaafı, hür iradeyi beslemesi gereken damarların kolayca tıkanabilmesidir. Demokrasinin kalbi olan parlamentonun sağlıklı çalışmasını engelleyen hususların ortadan kaldırılması için belki günümüzde var olan sistemlerin dışında yeni bir “özdenetim” sistemini bulmamız gerekmektedir.

31


Denetimsiz Demokrasinin Fırsat Ürünü: Kleptokrasi (III)

32

Demokratik sistemlerde yapılan seçimlerde, siyasi partiler aracılığıyla temsilci seçilen kişilerin (ilgili yasalarda görevini sürdürmesine engel sayılan durumlar hariç) dönem sonuna kadar görevini sürdürmesi esas alınmaktadır. Siyasal iktidarlar bunların sayısına ve kararlarına bağlı olarak iş başında kalabilmektedir. Temsilciler, seçimlerin yenilenmesini gerektiren istisnai durumlar dışında, seçildikleri dönem boyunca görev yapmaktadırlar. Erken seçimi gerekli kılan yasal hükümler dışında, temsilcilerin erken seçim kararı alma arzuları son derece zayıftır. Hiç kimse elde ettiği yasama veya yönetme gücünü mevzuatta öngörülen süreden önce bırakmak istememektedir. Halkın sokaklara dökülerek istifa çağrıları yapması, başlangıçta kaba kuvvetle bastırılmaya çalışılmakta ve ancak önü alınmayacak şekle dönüştüğünde erken seçim gündeme getirilebilmektedir. Bu süreçte maddi veya manevi açılardan zarar gören halkın kayıpları ise telafi edilememektedir. İşte tam bu aşamada “seçmenin bıkma hakkı” olarak adlandıracağımız bir kavramı gündeme getirmemizde yarar vardır. Vatandaşların seçim yoluyla iş başına getirdikleri temsilcilerinden herhangi bir nedene dayalı olmaksızın bıkma hakkına sahip olması neden önemlidir? İnsan doğası gereği, belirli bir süreden fazla aynı işle uğraşanlarda açık ya da gizli bir bıkkınlık oluşur. Bu durum siyasal aktörler için de geçerlidir. Belirli bir süreden fazla iktidarda kalan yöneticiler kendilerini yenilemekte güçlük çekerler ve eski bilgilerini ya da alışkanlıklarını tekrar etme sürecine girerler. Bu durum, ticari hayatta “işletme körlüğü” denilen duruma benzetilebilir. Yani bir insan uzun süre aynı ortamda yaşadığında oradaki eksiklik veya aksaklıkları tespit etmekte güçlük çekebilmektedir. Örneğin; yeni bir ev edinmiş olan bir aile, bu evin eksiklerini taşındığı ilk birkaç ayda daha kolay tespit edebilmekte; bu süreden sonra gözün alışması veya kanıksama diyebileceğimiz kimi psikolojik nedenlerle mecazi anlamda körlük olarak nitelenebilecek bir durum oluşmakta ve eksik tespitinde zaaf doğmaktadır. Siyasal sistem içerisinde

belirli bir dönemden fazla kalan kişilerde de çeşitli psikolojik etkiler sonucunda bir tür “siyasal körlük” oluşmaktadır. Bu durum hem siyasetçiler hem de onların içinde yer aldıkları kurumsal yapılar durumundaki siyasal partiler açısından geçerlidir. Bunlar siyasal konumlarından kendiliklerinden ayrılmak istemediklerinde, yönetim uygulamalarında hata veya donukluk (eskiyi tekrar) riski artmaktadır. Bu durum toplum hayatına olumsuz biçimlerde yansımakta, seçen ve seçilen arasındaki gönül bağı gevşemekte veya iletişim kanalları tıkanmaktadır. O halde bu tıkanıklık nasıl aşılabilecektir? Siyasal aktörlerle ilgili diğer bir sorun da, seçilen kişinin siyasal görevini yerine getirirken seçmen ile arasındaki siyasal bağının zayıflaması halinde nasıl ıskat edileceğidir? Burada kastettiğimiz husus, yasalarda belirtilen seçilme yeterliliğinin kaybedilmesi haricindeki durumlardır. Örneğin; bir kişi temsilci seçildikten sonra seçim bölgesine uğramıyorsa veya seçmenlerinin yasal zeminde çözülmesi gereken sorunlarıyla ilgilenmiyorsa ne olacaktır? Seçmenler, seçim dönemi sonuna kadar o kişiye katlanmak zorunda mıdır? Nitekim bazı ülkelerde adına “geri çağırma” denilen bir sistemle bu türden sorunlar aşılmaya çalışılmaktadır. Söz konusu sistemde seçmenler, temsilci seçtikleri kişileri yasal sürenin bitimini beklemeden görevden alabilmektedirler. Yani temsilci seçilen kişi “artık seçildim ve bunun sefasını sürmeme kimse engel olamaz!” şeklinde düşünemeyecektir. Yeniden seçilme arzusu taşımayan bir temsilci için bu durum, onun sürekli hizmete hazır durumda olmasını engelleyici niteliktedir. Makalenin bundan sonraki bölümünde, kamu kaynaklarının aşırılmasını önleme bağlamında nasıl bir “kamu denetim sistemine” ihtiyaç olduğu konusu irdelenecektir. Keza tam demokrasiye giden yolda, her kademede kendini özgürce ifade edebilecek temsilcilerin seçimini kolaylaştırabilecek alternatif bir seçim sistemine olan ihtiyaç sorgulanacaktır. Devam edecek… Yıl: 26 • Sayı: 123


DENETİMİN ZORLUKLARINA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYELERİ AÇISINDAN BİR BAKIŞ Zeynep Tülin Baldan * GİRİŞ Kentsel veya evsel bir atıksu arıtma tesisinin verimli çalışabilmesi için arıtma tesisine, bu tesisin dizayn parametrelerine uygun atıksuyun giriş yapması gerekir. Bunu sağlamak için de kentte bulunan ve altyapı sistemine deşarj yapan endüstriyel nitelikli atıksu üreticileri, 1988 yılında yürürlüğe giren Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’ne göre ön arıtma sistemleri kurmalıdır. Kentsel ve Evsel Atıksu Arıtma Tesisleri yapan/yaptıran ve işleten/işlettiren Büyükşehir Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İdareleri bu ön arıtma sistemlerini kentsel veya evsel arıtma tesisleri işletmeye alınmadan önce yaptırmak zorundadır. Aksi takdirde bu kapsamlı tesisler arıtma verimini sağlayamadıkları için istenilen amaca tam olarak hizmet edemezler. Sözlük anlamı ile Denetlemek; bir işin doğru ve usulüne uygun olarak yapılıp yapılmadığını incelemek, murakabe etmek, teftiş etmek, kontrol etmektir. Yukarıda tarif edildiği halde bile denetleme eylemi, denetlenen ve hatta çoğu zaman * MESKİ Genel Müdürlüğü Arıtma Tesisleri Dairesi Başkanı

Temmuz-Eylül 2013

denetleyen taraflar için zor ve gergin olabilmektedir. Bundan daha zor olan ise daha önce hiç denetlenmemiş bir sistem, işletme ya da kurumun değişen veya yeni uygulamaya konulan kanun ve yönetmeliklerle denetlenmeye başlanmasıdır. Bu geçiş süreci özellikle kamuda, denetleyen için daha da güç olmaktadır. Denetleyen taraf Büyükşehir Belediyeleri gibi kuruluş amaçları içerisinde çevresel yatırımlar ve vatandaşa hizmet olan kurumlar ise, denetlenen tarafın bir sabah iş yerini açtığında gelen bir ekibin, kendilerinden çevreyi ve altyapı sistemlerini koruma amaçlı yatırımlar yapmalarını talep ettiğini ve bu yatırımların yapılmaması durumunda cezai yaptırımlar olacağını bildirmekte olduğunu düşünün. Denetlenen taraf bu durumda: “Seni ben seçtim, şimdi hizmet sırası sende, benden böyle bir yatırımı neden istiyorsun? ‘’demekle başlıyor söze. İşte ben de bu makalemde, seçimle iş başına gelmiş Büyükşehir Belediyelerinin bazı birimlerinin vatandaş ve vatandaşın oy verdiği yönetim arasında denge kurmaya çalışarak, vatandaşın kâr amacı ile kurduğu tesise gelir getirisi olmayan, üstelik önemli işletme maliyetleri olabilen yatırımlar yapmaya ikna etmeye çalışan bir birimin kurucusu olarak deneyimlerimi anlatmaya çalışacağım.

33


Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış

34

KAOS, DEĞİŞİM VE GELİŞİM Eskiyi bırakmak ile yeniyi başlatmak arasında bir karmaşa ve boşluk dönemi yaşanır. İnsanlar genelde bu dönemde kendilerini kaybolmuş hisseder ve o kaybolmuşluğu, bir şeyin yanlış olduğunu gösteren başka bir işaret olarak yorumlar. Oysa bu sadece, tarafsız bölgenin verimli kaosuna girmiş olduklarını gösteren bir işarettir(William Bridges) Antik Yunan Mitolojisi’ne göre de her şey Kaostan oluşmuştur. … Başlangıçta “Kaos” vardı. Kaos, karışık ve hiçbir şekil almamış olan uçsuz bucaksız boşluğu ve karanlığı temsil ediyordu. Kaos’ tan her şeyin dayanağı olan Gaia (yeryüzü) çıktı. Sonra sevginin temeli, her şeyi birbirine çeken, birleştiren ve çoğalma sembolü olan Eros (aşk) doğdu. Antik Yunan Mitolojisi’ ne göre bir şeyin oluşabilmesi için önce hiçlik ve belirsizlik hali gereklidir. Sonra evrensel sevgi, sizin için tüm parçaları uygun bir şekilde birleştirecektir (Karaaslan,F 2011/08). Değişime direnç göstermek, değişimin statükoyu bozması, bilinenden uzaklaşmayı gerektirmesi, alışılandan vazgeçmeyi öngörmesi nedeni ile rahatsız edici bir olaydır. Bir cismi hareket ettirmek için kuvvet uygulamak gerektiği gibi, insanlarla ilgili değişim için de bir nevi kuvvet uygulamak gerekir (Koçel, Tamer, 1998:485). 2004 yılında Mersin Büyükşehir Belediyesi Su Ve Kanalizasyon İdaresi (MESKİ) Genel Müdürlüğü’nde Kimyager olarak görev yapmakta ve o yıllarda eksikliği duyulan kapsamlı ve akredite bir Su Analiz Laboratuvarı’nı kurmak için çaba göstermekte iken; Mersin’in Karaduvar Mahallesi’nde faaliyet göstermekte olan Petrol Dolum Tesislerinden kaynaklanan ve yeraltı suyuna, denize, toprağa yayılan, arıtılmadan çok yüksek debilerde alt yapı sistemine verilen petrol ürünü içerikli atıksular, önemli ölçüde çevre kirliliği ve aynı zamanda Karaduvar Mahallesi kanalizasyon şebekesinde’ nde ciddi bir patlama tehlikesi de oluşturuyordu. Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği 1988 yılında çıkarılmış ve altyapı tesislerine yapılan endüstriyel nitelikli atıksuların kontrolü ve

ruhsatlandırma yetkisi Büyükşehir Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İdareleri’ne verilmişti. Bu Yönetmelik, endüstriyel nitelikli atıksu üreten tesislere, atıksularını bağlı bulundukları altyapı sisteminin deşarj parametrelerine uygun hale getirmek için ön arıtma yapma zorunluluğu getiriyordu. MESKİ 1993 yılında kurulmuş ve o yıllara kadar kanalizasyon şebekesine deşarj edilen endüstriyel nitelikli atıksular ile ilgili bir denetim mekanizmasını ve bu konuda deneyimli bir teknik personel ve altyapıyı da oluşturamamıştı. Diğer bir çok Su ve Kanalizasyon İdaresi’de (İstanbul İSKİ ve birkaç Büyükşehir Belediyesi dışında)bu konuda MESKİ‘den daha deneyimli değildi. Ancak Karaduvar Mahallesi’ndeki durum birdenbire öylesine bir hal aldı ki; bu durum MESKİ’nin bir an önce çözüm bulması için ivmesini arttırdı. Vatandaşlar evlerinde tuvalet ve lavabolarından petrol kokusu alıyor, bahçe sulama amacı ile açtıkları kuyularından petrol ürünleri karışmış sular çekiyordu. İşte bu dönemde daha önce Adana Büyükşehir Belediyesi’nde görev yapmakta iken endüstriyel atıksu üreten tesisleri denetlerken edindiğim deneyimlerden faydalanarak MESKİ’de bir atıksu denetim biriminin oluşturulmasını önerdim. O dönemde Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapan şu an ki Genel Müdürümüz Sayın M. Kamil ÜLGEN’in gerek laboratuvarın bu yeni duruma uygun hale getirilmesi, gerekse atıksu biriminin kurulması ve personel temini açısından güçlü desteği ile bu birim çok kısa zamanda kurularak denetlemeye esas olacak MESKİ Atıksuların Kanalizasyon Şebekesine Deşarj Yönetmeliği hazırlandı. Daha önce yalnızca içme suyu analizleri yapılması hedeflenen laboratuvarımıza hızla yeni cihazlar alınarak atıksu analizleri de yapılmaya başlandı. Bu arada yeni kurulan ekibimiz, Karaduvar Mahallesi’nde etkin denetimler yaparak kirlilik kaynaklarını tespit etmeye çalıştı. Karaduvar Mahallesi’nde iki tür kirlilik vardı; petrol dolum tesislerinin sızıntı yapan borularından yeraltı sularına ve toprağa geçen kirlilik ve bu tesislerin ürün doldurma işlemleri sırasında tanklarındaki atıkları altyapı sistemine deşarj etmelerinden kaynaklı kirlilik. MESKİ’nin sorumluluk alanı bu ikinci tür kirliliği kapsıyordu. Diğer alan-

Yıl: 26 • Sayı: 123


Zeynep Tülin Baldan daki (toprak, yeraltı suyu ve deniz kirliliği) kirlilik için de kirlilik kaynağının tespiti konusunda ilgili kurumlarla iletişim haline geçilmiş ve ayrıca Üniversitelerle de görüşmeler yapılıyordu. Bu çalışmalar sonucunda petrol ürünü içerikli atıksularını kanalizasyon şebekesine deşarj eden tesis tespit edildi ancak; kanıtlanabilmesi için deşarj anında atıksu deşarj noktasından numune alınması gerekiyordu. Ekibimiz numune almaya gittiğinde ise tesisin deşarjı kesilerek numune alınması engelleniyordu. Akşam saatlerinde ise atıksu deşarjı tekrar başlatılıyordu. Bunun üzerine akşam saatlerinde aniden giderek atıksu numunesi alabilmek için organize olduk ve aynı gün petrol ürünü içerikli atıksu deşarjından numune alarak firmanın itiraz kanallarını kapattık. Ancak numunenin mühürlenmesi sırasında tesis sahibi korumaları ile birlikte saldırgan bir tavırla şahsımı hedef alarak çeşitli hakaretler ve tehditlerde bulundu. Buna rağmen tesisin deşarj noktasından atıksu numunelerini almayı başardık ve hemen yakındaki karakola giderek suç duyurusunda bulundum. Daha sonra ise memura hakaret nedeni ile firma sahibine dava açarak kazandım. Bu olaydan sonra Karaduvar Mahallesi’nde kanalizasyon sistemine deşarjlar hızla kontrol altına alındı ve tüm petrol dolum tesisleri üretim sistemlerini kuru sisteme geçirerek atıksu üretmemeye başladılar. Bu çalışmalar, yalnızca vatandaşlarda değil mesai arkadaşlarımın da farklı bir boyutta direncine neden oluyordu. Ben de aslında zaman zaman yılgınlığa düşmüyor değildim. Mesai arkadaşlarım o zamana kadar bu tür bir denetime çok yabancıydılar ve yaptığım işe temkinli yaklaşarak, vatandaştan bir ön arıtma sistemi yatırımını istemenin siyasi bir yerde çok zor olduğunu söylüyorlardı. Çünkü yaptığımız iş; ön arıtma sistemini yaptırmakla kalmıyor, bu sistemin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek için her tesisin debisine göre yıl içerisinde belirlenen aralıklarla atıksu numuneleri alınarak analize gönderiliyor ve bu analiz ücretleri de tesis tarafından ‘’kirleten öder’’ ilkesine göre ödeniyordu. Analiz sonuçlarının uygun çıkmaması halinde ise büyük rakamlarla ifade edilebilen cezai yaptırımlar uygulanabiliyordu. Bu yüzden Temmuz-Eylül 2013

oluşturmaya çalıştığım denetim ekibine eski personel katılmak istemiyor, yeni işe başlayanlardan alabiliyor ve onları eğitimlere yolluyorduk. Ama yeni mezunlardan oluşan bir denetim ekibi çok daha motive ve idealist çalışarak daha da verimli oldu. Bu arada Laboratuvarımız hızla gelişmeye devam ederken çekirdeğini 3 kişilik laboratuvar personeli ve 2 kişilik atıksu denetim ekibinin oluşturduğu Arıtma Tesisleri Dairesi Başkanlığımız 2007 yılında kurularak; bugün 3 Şube Müdürlüğü ve Kalite Yönetim Birimi’nden oluşan ve bünyesinde 7 Kimyager,3 Biyolog, 6 Çevre Müh., 3 Gıda Müh., 1 Kimya Müh., teknisyenler, teknikerler ve klorlama ekibiyle toplam 35 kişilik teknik personele sahip son derece dinamik bir Daire Başkanlığı haline geldi. Başlangıçta 2 kişi ile çıkılan denetimler bu gün 24 saat çalışma esasına dayalı 2 ayrı ekiple yapılmaktadır. 2010 yılında ise Mersin’in atıksularını arıtan Karaduvar Atıksu Arıtma Tesisi işletmeye alındı. MESKİ olarak, bu tesis işletmeye alınmadan endüstriyel deşarjları büyük ölçüde kontrol altına almayı başarmıştık. Böylece bugün Karaduvar Atıksu Arıtma Tesisimiz ilgili yönetmeliklerin deşarj parametrelerine uygun ve sorunsuz işletilebilmektedir. Bu süreç zarfında yalnız petrol dolum tesisleri değil, sorumluluk alanımızdaki bir çok endüstriyel atıksu üreticisi denetimlerimize direnç gösterdiler. O zamana kadar altyapı sistemine kontrolsüz olarak yaptıkları deşarjları bir yurttaşlık hakkı olarak görüyorlar ve ‘’arıtma tesisi yapmak bizim işimiz değil” diyorlardı. Zamanla bu algı değişti ve artık MESKİ Atıksu Denetim Ekibi birkaç istisna tesis dışında hoşgörü ile karşılanarak, atıksu üreticisi ile bir ön arıtma tesisi gerekliliği konusunda uzlaşmayı kolaylıkla sağlayabilecek hale gelerek nasıl bir ön arıtma tesisi yapılacağı konusunda karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaya başladı. Yine hiç unutmadığım bir olaydan kısaca söz etmek istiyorum. Arıtma tesisi yapmasını istediğimiz bir yemek fabrikası, üst düzeyde çok önemli bir tanıdığının olduğunu, bunu neden kendisinden de istediğimizi sordu. Ben de ‘’Eğer o kişiye bir söz gelmesini istemiyorsanız ilk önce sizin arıtma tesisi

35


Denetimin Zorluklarına Büyükşehir Belediyeleri Açısından Bir Bakış

36

yapmanız gerekir” dedim. O yemek fabrikası çok kısa zamanda güzel bir arıtma tesisi yaptı. Değişimi kontrol altında tutma isteğiyle, direnç enerjisi yaratılmış olur. Direnç, kontrol etmektir. Bu kontrol arzusu bilinmeyene, yeniye duyulan korkudan kaynaklanır. Kontrol, sizi bir yol ayrımına götürür. Olayları istediğiniz yönde kontrol etmeye çabalamak için harcanan güç, aynı zamanda sizin dışınızda kalan ve istemediğiniz yöne doğru bir itişi de gerçekleştirecektir(Karaaslan,F 8/2011). Yukarıda anlattığım Karaduvar Mahallesi’nde yaşanan olay sanki bir milat oldu ve sorumluluk alanımızdaki tüm atıksu üreticileri bu kuralların herkese eşit biçimde uygulandığına ikna oldular. Bu günlere gelinmesinde MESKİ olarak politikamız; uygulamakla yükümlü olduğumuz Kanun ve Yönetmeliklere göre ön arıtma tesisinin neden gerekli olduğundan yola çıkarak, bunun bir zorunluluk olduğu kadar sorumluluk olduğunu da sabırla anlatmaktır. Ön arıtma tesisinin yapımı için denetlenen tarafı sıkıntıya sokmayacak şekilde süreler vermek, denetim ekibine eğitimler vererek vatandaş odaklı bakış açısıyla görev yapmalarını ve iletişim tekniklerini kullanmalarını sağlamak ve yalnızca eksiklikleri dikkate almak değil, yapılan iyi işleri de takdir etmektir. Bu amaçla da, denetimler sırasında alınan atıksu numunelerinin analiz sonuçları MESKİ kabul kriterlerine uygun çıktığında atıksu üreticilerine teşekkür yazıları yazılmaktadır. Ayrıca MESKİ olarak, ön arıtma tesisi yapan firmaların bu çalışmalarının gerek söz konusu firmanın motivasyonunun arttırılması, gerekse diğer atıksu üreticilerine örnek olması amacıyla da yerel basında yer alması sağlanmaktadır. Kamudaki Değişimin Gerekliliği ve Zorluğu: Kamu yönetimi mekanizmasının sağlıklı bir şekilde işlemesi, toplumda meydana gelen değişim ihtiyacı ve beklentileri, uluslararası düzeyde ortaya çıkan dönüşümü

karşılamasına bağlıdır. Değişim ve dönüşüm yeniden yapılanma çalışmaları ile gerçekleştirilir… Etkin ve verimli bir yönetim sistemi için özel sektör uygulamalarının kamuya uyarlanabilirliğini savunan yeni kamu yönetimi anlayışı ihtiyaç duyulan paradigmanın adıdır. Bu anlayış devletin kamu hizmetlerinin sunum sürecinde çeşitli araç ve yöntemlerle küçültülerek etkin bir yapıya kavuşmasını, kaliteli, vatandaş odaklı, yönetişim ilkeleri doğrultusunda düzenlenmesini amaç edinir (Yalçın,2011:IV) . SONUÇ Bana göre kurallar, uygar toplumların, yasaklar ise kuralları uygulatmak için az gelişmiş toplumların kullandığı araçlardır. Uygar toplumlarda birey, kuralların toplumun tüm unsurlarının güvenliği ve düzeni için konulduğunu bilir ve bir otokontrol geliştirerek bunu uygular. Böylece sistemin işleyişinde görev alanların işleri kolaylaşır. Bu sağlanabilirse denetlenen taraf, parçası olduğu toplumun menfaatine olacak her kuralı benimser. Denetim mekanizması da bu sistemde sorgulayan, yargılayan, ceza veren değil, takımın bir üyesi algısı uyandırır. Bu amaç için bir adım bile yol kat edebildim ise, çalışma hayatımda benden sonra gelen gençlere anlatabileceğim en önemli şey bu olacaktır diye düşünüyorum. KAYNAKÇA 1-Karaaslan,Figen (08/2011)” Değişime Direnmek “ İNDİGO DERGİSİ 2- KOÇEL, Tamer (1998) “İşletme Yöneticiliği” Beta Yayınevi, İstanbul 3-TÜRKYILMAZ,A(2013/1) “Kamuda Müşteri/Vatandaş Odaklılık ve Uygulanabilirliği “, DENETİM -Devlet Denetim Elemanları Derneği Dergisi -YIL 26 SAYI 121 4- Yalçın, Rukiye Ülkü (2011).Türk Kamu Yönetimi Reformu Sürecinde Kamu Hizmet Sunumu:Değişim ve Etkinlik Bağlamında Kamu Hizmet Standartları ve Uygulamaları. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

Yıl: 26 • Sayı: 123


İNSAN ONURU: KAYNAĞI, SINIRI ve TEMELLENDİRİLMESİ Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün* ‘İnsan onuru’ Kavramsallaştırmasına Duyulan İhtiyaç ‘İnsan onuru’, insanın kimliğini ve kişiliğini tanımlayan, hiç kimsenin bahşetmesine bağlı olmadığı için dokunulmazlığı/mahremiyeti de kendiliğinden garantiye alınmış olan insanın verili yapısıdır. Bazı şeylerin onuru, bazılarının ise değeri vardır. Kendisine az ya da çok paha biçilebilen şeyler değer kategorisi içinde yer alır. İnsanın başka varlıklardan bütünüyle farklılığını göstermek üzere onun için değer değil onur terimini kullanırız. Özellikle son yıllarda insanın bedenen ve hakları itibariyle istismar edildiğine ilişkin kanaatlerin yaygınlaşması, insan onuru kavramını, insana dair bir koruma duvarı vazifesi görmek üzere gündeme taşımıştır. Örneğin, sperm bankacılığı, taşıyıcı annelik, kök hücre, klonlama, kozmetik (estetik) cerrahi gibi alanlarda, insanlık sınır deneyimleri yaşamaya başlamıştır. Tıptaki bu gelişmelere paralel olarak insanın bedeni üzerindeki haklarının sınırı tartışmaya açılmıştır. Aynı şekilde politik bağlamda bütün insanların eşit olduğu söylemi kendine pratik zeminde hiçbir şekilde karşılık bulamamış, insanın hiç değilse asgari seviyede yararlanacağı temel hakların garantörü olarak insan onuru kavramı burada eşitliğin yerine ikame edilmiştir. İnsanlığa karşı işlenen suçlar, nefret suçları gibi, insanların birbirlerine karşı uyguladıkla-

*A.Ü. İlahiyat Fakültesi Kelam ABD Başkanı, duzgun@ankara.edu.tr

Temmuz-Eylül 2013

rı maddi ve manevi her türlü şiddete karşı da artık insan onuru terimine sığınılmakta ve bu yönde yasal düzenlemelere gitmenin zorunluluğu kabul edilmektedir. Bu ve benzeri gerekçelerle kaçınılmaz olarak bu süreçte, ‘insan onuru’ terimi insanın dokunulmazlığını/ mahremiyetini korumayı amaçlayan kırmızı çizgi terimi olarak iş görmeye başlamıştır. Bu yönüyle de terim bir tür savunma (apoloji) özelliği taşımaktadır. Bu savunmanın tıpta nasıl çalıştığına bir bakalım. Modern söylem, bedenin insan üzerinde hakkı olduğu yönündeki kanaatin aksine, insanın bedeni üzerindeki hakkı olduğunu bir öncül olarak kabul eder ve beden üzerinde sınırsız tasarruf yetkisi olduğunu düşünür.1 İnsanın kendi bedeni veya başka insan bedenleri üzerindeki haklarının sınırını belirlemek gerçekten büyük bir sorundur. Bu noktada tıp, ahlak, hukuk, din vb. alanlar işin içerisine zorunlu olarak girmektedir. Tıbbî gelişmelerin önünü bloke etmeyecek ama aynı zamanda hukuki ve ahlaki sorunlar doğurmayacak uygulamaların önünü açmak gerekir. Bu dengeyi sağlama adına, bireyciliğin çok yüceltildiği bu yeni söylemi

İnsanın bedeni üzerindeki haklarının kontrolsüzlüğün ne tür ütopyaları tetikleyip insanlığı bir drama sürükleyeceğini Nisa suresi 119. ayetten takip edebiliriz: “Allah şeytanı lanetlemiş; o da: “Yemin ederim ki, kullarından belli bir pay edineceğim; onları saptıracağım, onları ütopyalar peşinde koşturacağım, onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve Allah’ın yaratmasını değiştirecekler” dedi. Kim Alah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir kayba uğramıştır”. (Hayvan klonlamasında kök hücrenin hayvanların kulağı yarılarak alındığını burada hatırlamakta yarar var.) 1

37


İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi

38

dengeleyecek unsurlar olarak dinî ve ahlaki standartların otoritesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu üst otoritelere başvurularak, insanın bedenine yahut başka bedenlere her istediğini yapmasına sınır getirilmektedir. İnsanların onurlarına dayalı dokunulamaz hakları Kur’an’da ‘Hudûdullah/Allah’ın sınırları’ olarak ifadesini bulmaktadır.2 ‘Sadaka verirken insanları incitmeme’ emri, Abdullah İbn Mektum’un incinmesine sebep olan olayın ardından Hz.Peygamber’e yapılan ilahî sitem gibi, Allah’ın insan lehine yaptığı bütün müdahaleler, insan onurunun Kur’anî çerçevesini oluşturur. Daha açık ifadesiyle hudûdullah (Allah’ın sınırları) ifadesi, insan onurunun korumaya alındığı sınırlardır. İnsan onuru kavramsallaştırması, bu onuru insana bahşeden bir Varlık fikrinden hareket etmekte ve dokunulmazlığını buraya dayandırmaktadır. İnsanın onurunu koruyacak ilkelere kaynaklık eden bu otoriteler; yerine göre din, yerine göre ahlak, yerine göre de devlet olarak öne çıkar. Ama meselenin bu otoritelere başvurularak tartışılması, konuyu başka bir mecraya taşımaktadır. İnsan onurunu korumada bu kadar çok otoritenin söz sahibi oluşu, insan onuru açısından sorunlu bulunmaktadır. Buna bağlı olarak, hem otorite kullanımının önünü açtığı hem de insanın tıp üzerinden elde edeceği başarıları bloke ettiği iddia edilerek insan onuru kavramsallaştırması bazı düşünürlerce reddedilmektedir. 3 Bunlara göre insan onuru ifadesi, sübjektif/indî/temelsizdir; totaliter eğilimlere hizmet edecek şekilde kullanılmaya müsaittir ve topluma tahakkümde bulunmak isteyenlerin eline kozlar vermektedir.4

Bkz. Bakara 2/187; Talak 65/1. Bkz. Steven Pinker, “The Stupidity of Human Dignity”, The New Republic, 2008. 4 Totaliter kullanımlara karşı insanı korumak üzere felsefi ve dini temelde insan onuru terimini ilk kullananlardan biri olan İtalyan düşünür Pico della Mirandola’yı burada anmak gerekir. Düşünürün, ölümünden sonra Oration on the Dignity of Man (İnsan Onuru Üzerine Söylev) adıyla yayınlanan çalışması, insan felsefesi olması ve Hıristiyanlığın temel kabulleriyle çatışması yönüyle önemsenmektedir. Pico della Mirandola (1463-1494), Hıristiyan düşünürler içinde Yahudi teolojinin mistik eğilimlerini içinde barındıran Kabala öğretisini en iyi bilen ve kendi doktrini içinde eriten bir isimdir. Teolojik olarak Allah’ın isimleri, sıfatları ve teslis meselesini Yahudi teolojisini dikkate alarak yeniden yorumlamaya da çalışmıştır. Pico’yu bizim açımızdan önemli kılan şey ise, hümanizmin kaynağı olarak referans alan bu önemli ismin hocasının İbn Rüşt’çü Yahudi düşünür Elia del Medigo olmasıdır. İbn Rüşd, Siger de Brabant üzerinden Fransa’yı; Spinoza üzerinden Hollanda’yı etkilediği gibi Elia del Medigo üzerinden de İtalyan rönesansını tetiklemiş görünmektedir. Batı’da insan onuru kavramsallaştırmasını yapanların, İbn Rüşt’ün tilmizleri olduklarını dikkatten kaçırmamak gerekir. 2 3

İnsan Onurunun Dinî ve Ahlakî Zemini İnsanın kendi kararlarını verebilen, kendine amaçlar belirleyebilen, akli yeteneklerini kullanarak işlerini yürütebilen bir varlık oluşu, insan onurunun ahlaki temeli olarak kabul edilmektedir. İnsan onuru ahlaki temelde, insanın bir araç değil amaç olarak görülmesini sağlar. Bu ahlaki temele göre, insanın arzuları ve amaçları vardır: Başka şeyler de bu arzulara ve amaçlara araçtırlar. Araç olanlar bilinçsiz varlıklardır. Bu durumda hiçbir insan, doğuştan getirdiği bu onur sebebiyle, başkalarının amaçlarına hizmet edecek bir araca dönüştürülemez. ‘Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de başkalarına öyle davran’ altın kuralı, insan onurunun uygulama zeminidir. İnsan onuruna aykırı duran uygulamalar, ancak bu zeminde anlaşılabilir. Şöyle ki, başkasına zarar veren kişi, kendisine zarar verilmesinin kapısını aralamış olmaktadır. Bu durumda kendisine yapılanın insan onuruna aykırı oluşu, onun başkasına yaptığının insan onuruna aykırı oluşuyla bağlantılıdır. İnsanın dört duvar arasına hapsedilmesi insan onuruna aykırıdır; ama böyle bir insan hapse atılmayı gerektirecek bir eylemde bulunarak zaten kendisine onursuzca davranılmasına sebep olmuştur. Hümanizm Üzerine Mektup adlı çalışmasında Martin Heidegger, bir dünyası olmayan aksine sadece bir çevre içinde konumlanan hayvanın aksine, insanın kendine has bir dünyasından bahsederken, aslında insanın amaç varlığı oluşuna işaret etmektedir. İnsanın bu dünyasını, içinde bulunduğu tabiat ve bu tabiata anlam yükleyen metafizik oluşturur. İnsana evrende yer tutan bütün diğer varlıklardan farklı olduğunu hissettiren bu metafiziksel kökendir. Bu köken; haysiyet, şeref, kendine saygı gibi norm ve değerlerin kaynağıdır. İnsan onuru dediğimiz şeyin kendini hissettirmesi için anılan bu normların, mücadeleyi hak eden birer değere dönüştürülmesi gerekir. Nebileri ve nebevî değerlerle donananları, etkin tarih yapıcıları olarak farklılaştıran, insana onurlu bir varlık olduğunu hissettirecek bu değerler için verdikleri mücadeledir. Bu metafiziksel veya dinî köken, kutsal metinlerce daha açık dile getirilir ve insanın

Yıl: 26 • Sayı: 123


Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün evrende tuttuğu seçkin yere sık sık referansta bulunulur. Tevrat’ın, ‘Allah’ın insanı kendi imgesinde yarattığı’5 ifadesi Yahudi-Hıristiyan gelenek içerisinde insan onurunun dini temeli olarak kabul edilir ve kevod ha-beriyot (yaratılmış olanın onuru) ifadesiyle karşılanır. İnsan onurunun kaynağının Tanrı olduğunu göstermek üzere İbranicede kevod ha-adam (insanın onuru) yerine, kevod ha-beriyot (yaratılmış olanın onuru) ifadesi kullanılmaktadır. Kur’an’ın insanın diğer varlıklar içindeki seçkin yerini göstermek üzere kullandığı terimler çok daha fazladır. İnsanın halifeliği, emaneti yüklenmiş olması, aklî yetilerinin (lübb, fuâd, sadr, kalb, nühâ, hicr) yanı sıra sürekli vahiyle desteklenmiş olması (lütuf ve fadl)6 bu yerin farklılığını göstermektedir. İnsanlar Onura Eşit Olarak Sahip midirler? Bilindiği gibi, insan onuru hukukta ‘doğal hukuk’ adı altında temellendirilmektedir. Doğal/fıtrî halimiz, insanların eşitliği fikrinin en güçlü zeminidir. Zira doğal/fıtrî olanın üzerine giydirilen her kimlik (din, mezhep, meşrep, etnisite, vs.), insanların eşit olduğu savını biraz daha zedelemektedir. Dinlerin mutlak hakikat iddiaları, cennete kimin hak kazandığı gibi tartışmaları, bu çerçevede hatırlamak yeterlidir. Eşitlik fikrinin bu kabuller üzerinden zedelenmesini önlemek üzere, insanın bütün bu kabullerden önceki haline yani fıtrî/ doğal durumuna inerek insanın onurunu temellendirme zorunluluğu doğmaktadır ve bu temellendirme zorunluluğu hangi kimlikten (din, mezhep, etnisite, vs. ) olursa olsun, yapılan hak ihlalinin insan onuruna yapılmış bir ihlal olduğunu ve insan olan herkesin bu hak ihlaline karşı çıkabilmesini sağlayacak temel hakların varlığının kabulü sonucunu doğurmuştur. Can, mal (mülkiyet), nesil, akıl (düşünce) gibi temel hak ve özgürlükler söyleminin kaynağı bu zemindir. Bu tespitten sonra, insanlar onura eşit olarak sahip midirler, sorusuna daha yakından bakabiliriz. Sorunun cevabı, insanların eşit olup olmadıkları sorusuna verilecek cevapla bağlantılıdır. Yine bu soruya cevap verirken dikkate alacağımız bir nokta da,

5

6

Tekvin 1/26. Nisa 4/83.

insanların diğer varlık sınıflarıyla aralarındaki farktır. İnsanlar diğer varlıklardan derece olarak mı sınıf olarak mı farklıdırlar. Bu sınıf farklılığı bütün insanlar için geçerlidir ve bu durum onları diğer varlıklardan farklı olmaları yönüyle eşitler. Pekiyi, diğer varlıklardan farklılıkta eşitlik, bütün insanları birbirine de eşitler mi? Sorumuzu insan onuru bağlamına alarak sorarsak, sadece insan olmak, herkesi aynı derecede saygın yapar mı? Yoksa insanı ‘onurlu’ yapan ve daha saygın kılan, insanlığa eklenen artı değerler midir? Kur’an açısından bakıldığında insan olmaklığı yönüyle herkes onurlu/saygınlığı ilahi korumaya alınmış bir varlık olarak yaratılmaktadır. İnsanın onuruna göndermede bulunan ayet, onu diğer varlıklarla da karşılaştırmaktadır. Bu durumda onurun ilk kaynağı, insanın diğer varlıklardan farklılığı ve taşıdığı artı donanımlardır: “Biz insanı onurlu/saygın bir varlık olarak yarattık ... ve onu başka varlıkların çoğunda bulunmayan üstünlükler/fazlalıklar ile donattık.” 7 İnsanoğlu ‘onurlu/saygın’ kılınmıştır, bu doğru; ama saygın varlığın saygınlığını kaybettiği anların olduğu da bir o kadar gerçektir. Bu durumda onur doğrudan kazanımlarla ve eylemlerle ilişkilendirilmekte ve insan onurunun kaynağı ‘ahlak’a gömülü hale gelmektedir; ahlakı ortaya çıkaran ve anlamlı kılan da, insanın farklı eylemler arasında ayrım yapabilecek özgür bir iradeye sahip olması yani gerçek anlamda fail olmasıdır. Ahlak felsefecileri açısından meseleye bakıldığında, faile ahlaki eylemleri üzerinden onur kazandıran şey de, ya kötülüklerden kaçınmak (I.Kant’ta olduğu gibi) ya da iyi işler yapmak (A.Gewirth’te olduğu gibi) şeklinde tezahür eder. Kur’an, hem iyi işler yapmayı, hem de kötülüklerden kaçınmayı birlikte tavsiye ederek, her iki talebi de karşılamış olmakta ve ahlaka dayalı onuru iki yönlü olarak görmektedir. Dinin insan onuruna yaptığı ek, özgür iradesi, özgür iradesiyle seçtiği eylemler ve bütün bunların onun Allah’la olan ilişkisine verdiği renktir. Bu durumda insan onuru bir potansiyel olarak ortaya çıkmakta; bunun 7

Temmuz-Eylül 2013

İsra 17/70.

39


İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi

40

aktüel hale gelmesi ise iman ve eylemlerle olmaktadır. “Biz insanı en güzel ve kalıcı değerlerle donattık. Bunun ardından onu (yaptıklarıyla sebebiyle) aşağıların aşağısına indirdik. İman eden ve salih amel işleyenlere ise kesintisiz bir ödül (onuru muhafaza ederek esfeli safiline düşmeme ödülü) verdik.” 8 Kur’an açısından bakıldığında onurun varlığı ve devamı şu aktlara bağlanmaktadır: İman etmek; doğruya yönelmek; değer üretmek ve hayatın üzerine oturduğu değerleri korumak için mücadele vermek. Doğru iman, insanda sorgulama kudretini ve hakikate yakın sonuçlar üretme kabiliyetini yaratır. İçinde yaşadıkları toplumsal yapıları aşma kudretini gösteren mağara arkadaşlarından (ashab-ı kehf) behseden ayet, onların iman etmiş olmalarının, onlarda önce hakikat arayışını tetiklediğini sonra da bu anlayışa uygun eylemlerde bulunma cesareti yarattığını anlatır: “Onlar iman ettiler biz de doğruyu bulma kabiliyetlerini (hidayet) artırdık” (Kehf 18.13) ve keşfedilebilecek hakikatlere ulaşmalarını mümkün kılacak bir irtibat imkânını onların kalplerine yerleştirdik” (Kehf 18.14). Kalbin irtibat gücünü artıran bu doğru bağlılık, ardından verili olmayan daha birçok doğrunun keşfini mümkün kılmaktadır. Bu keşif gücüyledir ki, mağara arkadaşları, “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir ...” 9 hakikatini dile getirme yeteneğini ve bu hakikati açıkça dile getirme cesaretini (kıyam edebilme gücü, iz kâmû) gösterebildiler. Hakikatin insanın hem zihninde hem de kalbinde yer tutmasının getirdiği bu çifte kudret, insana en derin sorgulamaları yapabilme, bunun ardından yanlış bağlılıklardan kurtulabilme ve doğru bağlılıklar geliştirebilme yeteneği ve cesareti verir. Ayette mağara arkadaşlarıyla ilgili anılan iz kâmû ifadesi, böyle bir ayağa kalkışı ve yeni değerler (aynı kelimeden türeyen kıymet’e dayalı olarak) üretme gücünü gösterir. Hakikati bulma (akli süreç) ve bunu dile getirme kudreti (kalbi süreç), insanın yapıp ettiklerinin doğru mu yanlış mı olduğunu gösterecek bir basiret geliştirmesini mümkün kılar; zira mağara

8 9

Tin 95/4-6. Kehf 18/14.

arkadaşları bu sürecin sonunda şunu dillendirmektedirler: Bütün bunlardan sonra biz, asla başka birine yakarmayız (kesin inançlılar). Yerin ve göğün yaradanının başka biri olduğunu söylememiz artık çok saçma olurdu (kesin bilgililer). 10 Bu ayette, doğru iman, doğru düşünce, doğru değer üretme ve bunlar için mücadele verme azmi, insanın onurunun kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Böyle bir arayış içinde olanlar, ölü iken diriltilen ve doğruyu bulmalarını sağlayacak bir ışıkla donatılanlar olarak ilan edilmektedir: “Ölü iken (hidayetle) dirilttiğimiz, kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalmış ve ondan çıkamayan kimse gibi olur mu?”11 Kur’an’ın insanın onurunu imana, doğru düşünceye ve değer yüklü eylemlere bağlaması, varoluşçuluğun insan onuru tanımlamasıyla kesişmektedir. İnsanı düşüncelerinin ve eylemlerinin toplamı olarak tanımlayan varoluşçuluk, içinde yaşadığı toplumsal şartların belirlemesini aşma yönündeki iradenin insanı tanımlamak için kullanılabilecek en iyi unsur olduğunu kabul etmektedir. İnsan hürriyetinin temelindeki bu iradeye yapılan vurgunun, varoluşçuluğun en büyük belirleyeni olduğunu biliyoruz. M.Heidegger, J.P.Sartre ve G.Marcel modern zamanlardaki bu varlık hissinin ve anlamın kaybediliyor oluşunu eleştirmektedirler. Buna göre, varlık statik değil, dinamik bir tanım alanıdır. İnsan, tabiattaki statik sebep-sonuç kanunlarına indirgenemeyecek, yahut evrensel kavramlar altında tanımlanamayacak dinamik bir yapıya sahiptir. Böylece insandan bir varlık olarak bahsetmek, aslında ondan bir potansiyel yahut oluş olarak bahsetmek demektir. Buradan insanın kimliği ve neliği tartışmasına geçerek insan onurunu salt nominal bir kabulün ötesine geçirip onu aktüelleştirmenin imkânlarının yolunu aramaya devam edebiliriz. İnsan Onurunun Kaynağı: İnsanın Kimliği ve Neliği Kim ve ne sorusu, insanın doğuştan ge-

10 11

Kehf 18/14. En’am 6/122.

Yıl: 26 • Sayı: 123


Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün tirdikleri ve sonradan kazandıkları dikkate alınarak cevaplandırılmaktadır. Kim sorusu, özneyle ilgilidir. Buna verilecek yanıt, insanın zihinsel ve bedensel emeğiyle yarattıklarıyla ilgilidir. İnsanın bireysel, toplumsal ve politik olaylar karşısında verdiği tepki de bunların içindedir. Dolayısıyla insan kimliği, geliştirilebilen dinamik bir yapıdır; doğumla değil, toplumsal deneyim ve eylemsel iletişim sürecinde kazanılır. Bireyin diğer bireylerle, toplumla, doğayla ve Tanrıyla iletişimi; onun kendini gerçekleştirmesini ve kendi değerini tanımasını sağlamaktadır. Bireyin kimliğinin oluşması da bu sürecin ürünüdür. İnsan bu ilişkilerinin ve kendini farklı kılabilme potansiyelinin farkında olarak birey olur. Birey olabilme yeteneği, aynı zamanda, insanın onur kaynağıdır. Dolayısıyla insan, olmakta olan, toplumsal etkileşim içinde özneleşen ve özgürleşen; özgürleştikçe de kendine tahakküm potansiyeli taşıyan tüm hiyerarşileri reddeden bir varlıktır. İnsan bireyselliğini ve kimliğini, yaratacağı yeni toplumsal anayapıdan alır. Kimlik; toplumsal, siyasal, tarihsel, etnik, dinsel veya kültürel hiçbir kimliğin esiri olmamak, aksine onu değerlendirecek, gözden geçirecek ve aşacak yeni bir kültür yaratabilme yeterliliğidir. Bu sebeple, insanın kimliğine ilişkin sorular, onun ürettikleri ve anlam kazandırdıkları ile cevaplandırılmalıdır. Bireyin belirlemediği ve üretmediği nitelikler, insanı sadece yaratılan değerlerin taşıyıcısı kılar. Bu durumda artık değer kaynağı bir insandan değil, araçsallaştırılmış insandan söz ediyor oluruz. Dolayısıyla insan değil, taşıdığı miras daha anlamlı hale gelmekte ve insan kültür yahut gelenek kargoculuğu yapmaktan öteye geçememektedir. İnsanın neliği ise, insanın dışında gelişen ve oluşan nesnel kriterlerle tanımlanan yapısıdır. İnsanı tanımlarken neliğini öne çıkarmak; onu birey dışı kategorilere göre sınıflandırmak, kurulu ve verili paradigmaların esiri haline getirmek ve yabancılaştırmak demektir. İrademizin dışında bizi belirleyen, yönlendiren veya biçimlendiren her sistem, kaçınılmaz olarak yabancılaştırmanın yeni bir yöntemidir. Bütün insanları, kendi dışında oluşturulan objektif verilerin ışığında değerlendirmek, total kimlikler oluşturmanın bir yoludur; bunu en iyi yapan da ideolojilerdir.

Temmuz-Eylül 2013

Değerin, kimliğin ve onurun kaynağını insandan alıp ırk, milliyet, din, kültür gibi nesnel (tamam nesnel alanlar ama buraya nesnel değil de nesne olan mı desek ? bi sonraki cümleyle de bağlantı kurulmuş olur hem de nesnel daha farklı çağrışımlar yaptı bana) alanlara kaydırmak ve insanın bireyselliğini bu total kimlikler altında soluklaştırmak, en yaygın kimlik tahrifidir. İnsanı kim sorusu yerine ne sorusuna verilecek yanıtlarla tanımlama çabası, insanı nesneleştirmektedir. Bu total verilere dayalı kimlik tanımı, hegemonyalar üretmekte, insan bu hegemonyacı yapı içindeki yerine göre değerini almakta, sürgit işleyen bu süreçte insan, Kur’an’ın ifadesiyle ‘yakıtı insan olan bir cehennem’ yaratmaktadır.12 Sonra Tebbet Sûresinde ifadesini bulduğu gibi (tebbet yedâ), iki eliyle, yani maddi ve entelektüel birikimiyle, yarattığı bu dünyanın ateşinde (çatışmalarda, dünya savaşlarında) yanmaya mahkûm olmaktadır. Niceliksel ve Niteliksel Tanım Alanı İnsan maddi yapısıyla, içinde yaşadığı âleme uyum gösterebilmekte, ruhsallığı/ benliği ile de kendisini bütünüyle bu âlemin sonluluğuna mahkûm etmeyerek onun yok olmasından sonra bile varlığa devam edecek bir öze sahip olduğunu sezinlemektedir. İnsanda süreklilik sezgisine kaynaklık eden bu anlam dünyası, onu kendini salt maddi yapısıyla ve maddi ilişkiler ağıyla tanımlamanın yaratacağı kısırlıktan kurtarmaktadır. Bu bağlamda, varoluşsal psikolojinin kurucularından olan Ludwig Binswanger, insanın ayak uydurmak durumunda olduğu nesneler, biyolojik güdüler ve doğal kanunlar dünyasının (umwelt), insanın bilincinin, zihninin ve ruhunun oluşturduğu kendi dünyasını (Eigenwelt) ele geçirmesine izin verilmemesi gerektiğini söylerken önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. İnsanın bilinç ve zihin üstünlüğü hakim kılınmalıdır. Bu yaklaşım, Freud’un insanı, biyolojik içgüdüleriyle doğa gibi kabul eden ve insanın paralelliğini doğa ile kuran (Homo natura) görüşünü reddederek, bu paralelliği Tanrı ile kurmaya çalışmaktadır. İnsanın doğa ile ortak olan tarafları olduğu gibi, doğaüstü ile ortak olanları da

Detay için bkz. Osman Can, Kimsiniz? Nesne, Yalnızca Bir Nesne! Radikal 2, 3 Aralık 2006. 12

41


İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi

42

vardır. Bu yönlerin birbiriyle ilişkisinde, hangi yönün ağırlık taşıması gerektiği hususu, düşünce sistemlerini birbirinden ayırmaktadır. Din, insanın içgüdülerini değil akıl ve sezgi yetilerini dikkate alarak tanımlar. Bu insanın içgüdülerinin yok sayıldığı anlamına gelmez. Zira içgüdüler dâhil insanın yapısına (fıtratına) yerleştirilen her şeyin bir anlamı vardır. Bu içgüdüler bizatihi kötü değildir. Kötülük, insanın içgüdülerinin hâkim olduğu tutkular alanını kontrol edemediğinde ortaya çıkar. İnsan aklı ve sezgileriyle bu içgüdüleri kontrol eder ve dengeli bir yaşam sürer. Kur’an, akletme yetisinin kaybedilip, içgüdülerin hâkim olmaya başladığı andan itibaren, insanın akıl hastalığına tutulduğunu göstermek üzere ‘maraz’ terimini kullanmaktadır.13 İnsanı antropolojik yönden tanımlamak için onun bilinç, akıl, konuşma yeteneği gibi nitelikleri öne çıkarılır. İnsanın bu niteliklerine eklenmesi gereken bir de dinî boyut vardır. Bu boyut, insanın kendisiyle, diğer insanlarla, çevresiyle ve Tanrı ile ilişkisinde keşfedilir. Dinî ilişkide insan, şüphesiz, sadece ruhsal yönü öne çıkarılarak tanımlanan bir varlık değildir. Bu ruhsallığın dinamizm kazandırdığı maddi bir beden ve ilişkiler ağı (ahlak alanı) vardır. İnsanın kendini ve sosyal çevresindeki kuşatıcı şartları aşma ve fiziksel varlık yapısı içine hapsolup kalmama arzusu, onun Tanrısal değerlerle ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Kur’an, bu Tanrısal değerlerle ilişkisini devam ettirdiği sürece, insanın hayatına kaynaklık eden değer ve normlarda bir gelişmenin yaşanacağına vurgu yapmakta ve yaratılan her bir değerin, daha öncekilerden çok daha gelişmiş olacağını müjdelemektedir: “Biz bir değerin işlerliğini kaldırırsak veya yeni bir değer koyacak olursak, ya öncekinin benzerini yahut daha iyisini getiririz.” 14 “Onlara gönderdiğimiz her ayet, önceki kardeşlerinden daha büyüktür” 15 Daha sonra gelen peygamberin, kendinden öncekilerden daha mütekâmil bir 13 14 15

Bakara 2/10. Bakara 2/106. Zuhruf 43/48.

din getirdiği bu âyetten anlaşılmaktadır. Bu tekâmül, dinin gittikçe yerel karakterden kurtulup daha evrensel ilkeler getirme eğiliminden kaynaklanmıştır. İnsanın Anlam Arayışı: Anlamlı Evrenin Anlamlı Sakini İnsan onurunun dinî ve ahlakî zeminde temellendirilmesine imkân veren bir başka soru, insanın bir anlam dünyasına sahip olup olmadığı yahut anlamlı bir dünyanın sakini olup olmadığıdır. İnsanın, anlamlı bir evren içinde yaşamadığı, dolayısıyla onurlu bir varlık olarak burada hayat sürme çabasının beyhude olduğu seslerinin varoluşçu cepheden geldiğini ve insanın nasıl bir anlama sahip olduğunun varoluşçuluk zemininde 20. yüzyılda sorgulandığını biliyoruz. Bu çerçevede, varlığın anlamsızlığı üzerinde düşünerek kendi varlığının anlamsızlığına nasıl ulaştığını anlattığı eseri Nausea (Bulantı) ile J.P.Sartre’ı; Rebel (Asi) romanında, saçma bir hayata karşı sürekli isyan halinde olduğumuzu seslendiren Albert Camus’yü; yine, evrenin bir bütün olarak saçmalığını, düşüncesinin nirengi noktası yapan ve saçma bir evrende anlamlı bir hayat sürmenin ne kadar mümkün olduğunu sorgulayan F.Kafka’yı hatırlamak gerekir. Varoluşçuluk, varlıkların yaşam ilkelerinin kendi yapılarında birer öz olarak bulunmadığını, aksine bunların sonradan insanlar tarafından yaratıldığını iddia etmektedir. Buna göre varoluş (existence), özü (essence) öncelemektedir. Bu sebeple de, uyum göstermemiz gereken hiçbir doğal kanun, hiçbir ilahi amaç, hiçbir objektif önem yahut değerler hiyerarşisi yoktur. Aksine varoluş sürecinde bütün bu değerleri biz yaratırız. Bütün bunları değerli kılan da sadece onları seçmiş olmamızdır, yoksa kendilerinde bir değerleri yoktur. B.Russell bu anlamsızlığı şöyle betimlemektedir: “İnsan, önceden ulaşacakları amaçları bulunmayan sebep-sonuç zincirinin bir ürünüdür; kökeni, büyümesi, ümitleri, korkuları, aşkları ve inançları atomların tesadüfi birlikteliğinin yarattıklarından başka şeyler değildir; hiçbir ateş, hiçbir kahramanlık, hiçbir düşünce ve his yoğunluğu, insan hayatını mezarın ötesine geçiremez; bütün çağların işleri, bü-

Yıl: 26 • Sayı: 123


Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün tün adamalar, bütün ilhamlar, insan dehasının gün-ortası parlaklığı, güneş sisteminin engin ölümlülüğü içinde yok olmaya mahkûmdur. İnsan başarılarının bu büyük mabedi, kaçınılmaz olarak, kalıntılar içindeki evrenin enkazı altında yok olacaktır...” 16 Russell, insanın bu kapasitesiyle değerler yarattığını, onları idealleştirdiğini ve peşine takıldığını söylemektedir. Ona göre, mutlak madde olan evrenin nihai yaratıcısı maddeye tapmaktansa, kendi yarattığımız ideallerimize tapmamız daha iyidir: “Kısa ve güçsüzdür insanın yaşamı; insanın ve bütün insan ırkının üzerine yavaş ve emin bir şekilde çöker acımasız ve karanlık felaketler. İyi ve kötüye kör olan, durmadan yıkan, her şeye gücü yeten madde, durmadan dinlenmeden hükmünü sürer; bugün en sevdiklerini kaybetmeye, yarın ise karanlığın kapısından kendisi geçmeye kaçınılmaz bir şekilde yazgılanan insana düşen, bütün esip gürlemelerine rağmen, bu kısa zamanını şereflendiren gururlu düşüncelerle değer bulmaya çalışmak, kader’in kölesinin korkak terörüne burun kıvırmak ve kendi elleriyle inşa ettiği mabette ibadete dalmaktır…”17 Aynı şekilde, objektif değerlerin olmadığını söyleyen nihilist postmodernism, bir ahlaki görecelik yaratmış ve dünyanın anlamsızlığını ileri sürmüştür. Evrenin anlamsız bir alan olduğu konusunda varoluşçularla nihilist postmodernistler aynı görüşü paylaşmakla birlikte, bu anlamsızlığa karşı geliştirdikleri tepki birbirinden oldukça farklıdır. Bu anlamsız alan içinde insanın otantik bir ‘ben’inin olduğunu ve bu ‘ben’iyle anlamsızlığa isyan etmesi gerektiğini söyleyen varoluşçulara karşı, nihilistler insanın otantik bir ‘ben’inin de olmadığını, dolayısıyla herhangi bir hakikat yahut doğruluk değerini dikkate alarak bir isyan yahut mücadelenin başlatılmasının da imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Bu nihilist yaklaşım, ‘bütün dünya görüşlerine karşı olma’ durumunu yaratmıştır. B.Russell başta olmak üzere varoluşçu-

ların betimlediklerinin aksine, varlıklarda bir anlam vardır ve anlamlı bir şekilde var olabilmek, varlıklardaki bu anlamlılığı dikkate alarak var olmaktan geçer. İnsan, kendini içinde bulduğu bu varlık yapısına ya uyum gösterecek ya da isyan edecektir. Kör tesadüflerin sonucu var olduğuna inanılan bir varlık alanına uyum göstermek, insanı daha anlamlı kılmaz. Eğer evrende olup biten, kör tesadüflerle oynanan bir oyun ise ve bu oyuna biz de kendimizi katacaksak, yaratacağımız bütün değerler ve katkılar bu anlamsızlığın bir parçası olmaktan öteye gidemez. Orwell’in 1984’ü ve Huxley’in Brave New World’unda olduğu gibi yapacağımız yegâne şey, sosyolojik mühendisliklerle iyi vatandaşlar yetiştirmeye çalışmaktan ibaret olur. Modern dünyanın gidişatı, varoluşçuların anlamsız saydıkları bir dünya ile mücadele etme ve ona anlam katmaktan daha ziyade, bu anlamsızlığa katkıda bulunmaktan ibaret gibi görünmektedir.18 Paul Tillich, The Courage to be’ (Varolma Cesareti) adlı eserinde, bütün objektif anlamsızlığına rağmen insanın anlamlı bir hayat yaratmaya çalışarak var olması gerektiğini savunmaktadır; ama modern yaşam biçimi içinde, kendine bir anlam alanı yaratmak için isyan etmesi istenen insanı mumla arıyoruz. İşin daha ilginci, Tanrı ve objektif değerleri inkâr eden nihilist dünya görüşü içinde, anlamsızlığa isyan ederek değerini kazanacak bir ‘ben’e de yer kalmamıştır. Nihilist düşünce içinde, belli öz değerleri dikkate alarak, kendi kaderini kendisi tayin eden insan görüşü yıkılması gereken bir illüzyon olarak görülmüştür. Buna göre, sözde ‘ben’ sadece dilsel alışkanlıklar ve gelenekler gibi kişisel olmayan güçlerin bir ürünüdür. Anlamsız bir evren içinde bir anlam ve hakikat yaratmak için mücadeleyi öngören varoluşçuların aksine, nihilistler bir anlam ve hakikat kavramının varlığını da reddetmekte ve bütün dünya görüşlerine karşı durmaktadırlar.

Bertrand Russell, “A Free Man’s Worship”, The Basic Writings of Bertrand Russell 1903-1959, Robert Enger ve Lester Dennon, ed. (New York: Simon and Schuster, 1961), 67. 17 Russell, age, 72

18

16

Temmuz-Eylül 2013

Detay için bkz. David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern World, (State Univ. of New York Press, 1989), 19.

43


İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı Ve Temellendirilmesi

44

İnsan Onurunun ve Benlik Şuurunun Aktüelleşmesi Doğru Bilgi ve Doğru Eylem Benliğin gelişmesinde düşünce kadar eylem de önemlidir. Benlik, hem düşünmek (Descartes, cogito) hem de ‘eylemek’ (Kant, categoric imperative) şeklinde tezahür eder. Düşünce eyleme dönüştüğü zaman ancak gerçek kudretini göstermiş olur. Dünya sadece kavramlar aracılığıyla görülen, tanınan bir idealar alanı değil, aksine sürekli faaliyetle tekrar tekrar inşa edilmesi gereken bir eylemler alanıdır. Bunun için de doğru düşünce kadar doğru eyleme ihtiyaç vardır. Tanrı tek taraflı yaratmaz, aksine içlerine bir önem duygusu yerleştirerek yarattıklarının da yaratma sürecine katılmalarını sağlar. Yaratılmış varlık alanının kendi amacına uygun davranış sürekliliği, doğal sürecin zorunlu bir parçasıdır; dışarıdan anlık müdahalelerle gerçekleşmez. Bunu şu Kur’an ayetlerinden takip edelim: “Allah her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyi de kendi amacına uygun olarak belirlemiştir.” 19 “Allah her şeye gerçek doğasını veren ve kendi amaçlarına yönlendirendir.” 20 İnsan tarih içinde öğrenebilir. Bu da önceden belirlenmişliği (determinizmi) değil, bilimde, ahlakta, sanatta ve dinde ifadesini bulduğu şekliyle, insanın yaratıcılığını gösterir. Burada insan tabiatının gelişmekte ve genişlemekte olduğuna işaret eden bir antropoloji söz konusu edilmektedir. 21 İnsan olmuş bitmiş bir varlık değildir, aksine hür olduğu için, nasıl olması gerektiğine kendisi karar verebilen sonsuz esnek bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu bu esneklik ve potansiyel durum, bir süreç dâhilinde kendini açığa vuran bir oluş durumudur. Bu oluş durumu Hegelci-Marx’çı diyalekFurkân 25/2. Tâ-Hâ 20/50. 21 Bkz. Ludwig Binswanger, “Freud’s Conception of Man in the Light of Anthropology”, Meaning-in-the-World. Selected Papers of Ludwig Binswanger, Jacob Heedleman (terc.) Basic boks, New York, 1963. 19 20

tiği andıran ve insanı tarihin bir kuklası haline getiren ‘oluş’tan farklıdır. İnsan ne olması gerektiğine kendisi karar verir ve bu karar aynı zamanda tarihi oluşturur. Diyalektik, tersten işler; insan, tarihi evirip çevirir ve tarih salt tarih olmanın ötesinde insan(ın) tarihi de oluverir. Böylece insan, kaçınılmaz (iyi ya da kötü) bir sona giden sürece eşlik eden edilgen bir varlık değil, aksine, bu sürecin gidişini sağlama sorumluluğunu omuzlayan özgür bir varlıktır. Sonuç İnsanlık evreni keşfederek, dünyada daha iyi yaşamanın imkânlarını araştırarak daha güvenli ve müreffeh bir yaşam sürmek için elinden geleni yaptı. Maddi dünyayla olan bağlantımızdaki bu hassasiyetimiz ve orayı kendimiz için güvenli bir alana çevirme gayretimiz, maddi dünyada yaşayan diğer dinler, ırklar, mezhepler hülâsa başka ‘ben’ler söz konusu olunca tam bir başarısızlık hikâyesidir. Savaşların, etnik temizliklerin, haçlı seferlerinin, sömürge dönemlerinin inkâr ve imha politikalarının tamamı insanın başka insanlarla dünyada bir arada yaşamadaki beceriksizliğinin teknik ifadesiyle ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ın sicil kayıtları durumundadır. Geldiğimiz noktada ‘nefret suçları’ adı altında insanları birbirine karşı korumak için yasa çıkarmak zorunda oluşumuz bile insanlığımızın sınıfta kaldığının resmidir. Bir Arap atasözü ‘sevginin olmadığı yerde adalet onun vekilidir’ der. İnsanlığın sınıfta kaldığı yerde artık işimiz yasalara ve kanunlara kalmış görünüyor. Sırf belli bir dine yahut ırka ait olduğu için bir insandan nefret etmeyi veya ayrım yapmayı artık ‘nefret suçu’ kapsamında yasalaştırmaya başladık. İnsanı insandan korumaya çalışan bütün bu çabaların ortak paydası ‘insan onuru’ kavramsallaştırmasıyla önümüze gelmektedir. Unutulmaması gereken şudur; mesele insan olunca konuyu sadece hukukî düzenlemelerle çözmek mümkün değildir. Özellikle mücadele verilerek elde edilen hakların sadece yasa ile korunması mümkün değildir. Bu tür meseleler çok katmanlıdır ve bunlarda insanın derununa hitap eden din ve ahlak mekânizmasının etkin bir şekilde işletilmesi zorunludur.

Yıl: 26 • Sayı: 123


AVRUPA BİRLİĞİ ENERJİ GÜVENLİĞİ VE TÜRKİYE AÇISINDAN GÜNEY AKIM VE NABUCCO PROJELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ* Kenan Şahin**

GİRİŞ

Doğal gaz, günümüz dünyasında enerji, çevre ve güvenlik politikalarının merkezinde yer alan önemli bir doğal kaynaktır. Henüz dünya ölçeğinde entegre bir piyasaya sahip olmayan doğal gazın üç önemli bölgesel piyasası vardır. Bunlar Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya piyasalarıdır.1 Dünya doğal gaz rezervlerinin % 18’i İran, % 17,6’sı Rusya, % 13,4’ü Katar, % 9,3’ü Türkmenistan, % 4,5’i ABD, 4,4’ü Suudi Arabistan, % 2,8’i Nijerya, % 2,4’ü Cezayir’de bulunmaktadır. Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın toplam doğal gaz rezervleri ise dünya rezervlerinin % 11,4’ü kadardır. Doğal gaz üretiminin % 20,4’ü ABD, % * Bu makalede yer alan görüşler yazarın kişisel fikirleri olup hiçbir kurum veya kuruluşu bağlamamaktadır. ** Hazine Uzmanı, Hazine Müsteşarlığı KSKİ Genel Müdürlüğü 1 The Future of Natural Gas, An Interdiciplinary MIT Study, Interim Report, 2010

Temmuz-Eylül 2013

17,6’sı Rusya, % 4,8’i İran, % 4,6’sı Kanada, % 3,4’ü Norveç tarafından gerçekleştirilmektedir. AB’nin dünya doğal gaz üretimindeki payı ise % 4,4 kadardır. Öte yandan, dünya doğal gaz tüketiminin % 21,9’u ABD, % 13,4’ü AB, % 12,5’i Rusya tarafından yapılmaktadır. 2 AB tükettiği toplam enerjinin % 48’ini kendisi üretip yaklaşık % 52’sini ithal etmektedir. Enerji türü açısından bakıldığında petrolde dışa bağımlılığın % 84, doğal gazda dışa bağımlılığın ise % 64 civarında olduğu görülmektedir. AB tarafından ithal edilen gazın % 34’ü Bu çalışmada kullanılan istatistikler aksi belirtilmedikçe, BP Statistical Review of World Energy 2012, BP Energy Outlook 2030 ile European Commission, Direktorate-General for Energy, Market Observatory for Energy Key Figures 2011 adlı çalışmalardan derlenmiştir. Öte yandan Dünya gaz rezervlerinin her yıl yapılan keşiflerle gerek toplamda ve gerekse ülkeler bazında sürekli değiştiği ve bu sebeple yukarıda gösterilen sıralamanın geçici olabileceği unutulmamalıdır. Nitekim 2013 yılına kadar ispatlanmış rezervlerde Rusya birinci iken, 2013 yılında ilk defa İran öne geçmiş gözükmektedir. Ayrıca sözkonusu istatistikleri düzenleyen kuruluşların da zaman zaman farklı saiklerle bu istatistiklerle oynayabilecekleri göz önünde bulundurulmalıdır. 2

45


Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi

46

Rusya, % 31’i Norveç, % 14’ü Cezayir, % 21’i ise başta Katar olmak üzere diğer ülkelerden sağlanmaktadır. Görüldüğü üzere AB gaz ithalatında üç ülkeye bağımlı haldedir. AB’nin en fazla doğal gaz ithal ettiği Rusya’nın, AB petrol ithalatının % 33’ünü gerçekleştirdiği de dikkate alındığında AB’nin enerji alanında Rusya’ya bağımlılığı daha iyi anlaşılmaktadır. 2010 yılında Rusya’nın AB’ye ihraç ettiği doğal gazın yaklaşık olarak % 70’i Ukrayna ve Belarus üzerinden taşınmıştır. 2006 ve 2009 yıllarında Rusya ile Ukrayna ve Belarus arasında yaşanan siyasi ya da ekonomik problemler Rusya’dan Avrupa’ya gaz akışını zaman zaman kesintiye uğratmış ve AB enerji güvenliği açısından tehdidin büyüklüğünü ortaya koymuştur.3 Özellikle, bu hatlardan gaz alan bazı Doğu Avrupa ülkeleri bu durumdan olumsuz etkilenmişlerdir. Bir yandan Rusya’nın AB enerji güvenliği açısından taşıdığı önem ve riskin büyüklüğü bu şekilde gündeme gelirken, öte yandan yapılan projeksiyonlar AB’nin doğal gaz tüketiminin ve bu çerçevede Rusya’ya bağımlılığın artacağını göstermektedir. AB’nin enerji tüketimi içinde doğal gazın payı 1990 yılında % 18’ken 2009 yılında % 24’e çıkmıştır. Aynı dönemde yenilenebilir enerji kaynaklarının payı % 4’den % 9’a, nükleer enerjinin payı ise % 12’den % 14’e çıkmıştır. Toplam enerji tüketiminde payı azalan enerji kaynağı kömürdür. Karbondioksit emisyonunu azaltmak amacıyla bir yandan yenilenebilir kaynaklar ve doğal gaza ağırlık verilirken, öte yandan kömürün toplam enerji tüketimindeki payı % 27’den % 16’ya düşürülmüştür. Greenhouse gazları ve karbondioksit emisyonunun azaltılması için önümüzdeki yıllarda da AB enerji tüketimi içinde doğal gaz ve

Gazprom’a göre yaşanan bu sorunların mağdurlarından birisi de Gazprom’un kendisidir ve 2009 yılında yaşanan 20 günlük kesintilerden dolayı Gazprom’un uğradığı zarar 2 milyar dolar civarındadır. Bkz. Gazprom, South Stream Energising Europe, Presentation, Brüksel, 25 Mayıs 2011. 3

yenilenebilir kaynakların payının artırılması beklenmektedir. Yapılan projeksiyonlara göre, AB enerji tüketimi içinde doğal gazın payı 2030 yılına kadar % 30’a çıkacaktır. Almanya’nın 17 nükleer reaktörün tamamını 2017 yılına kadar kapatmayı planlaması ve bunun yaratacağı enerji ihtiyacı ile Fransa ve Bulgaristan gibi ülkelerde başlayan kaya gazı çıkarma faaliyetlerine yönelik çevreci tepkiler ve yapılan düzenlemeler de göz önüne alındığında, AB’nin doğal gaz talebinin büyümeye devam edeceği anlaşılmaktadır.4 Avrupa Komisyonu’na göre 2030’da AB enerji ihtiyacının % 30’nu karşılayacak olan doğal gazın da % 80’i ithalatla sağlanacaktır. AB’nin doğal gaz ihtiyacının ve buna bağlı olarak ithalatının artması, dünyanın en büyük doğal gaz rezervlerine sahip olan ve AB’ye enerji ihracı açısından en iyi konumda bulunan Rusya’nın, AB açısından önemini daha da artırmaktadır. Halen AB’nin doğal gaz ihtiyacının % 34’ünü karşılayan Rusya’nın önümüzdeki yıllarda AB enerji ithalatı içindeki önemini artırarak sürdürmesi beklenmektedir. Öte yandan, Rusya açısından doğal gaz ihracatı sadece ekonomik bir faaliyetten ibaret değildir. Rusya Hükümeti hidrokarbon kaynaklarını ekonomik ve siyasi açıdan stratejik kabul etmektedir. Nitekim bugünkü enerji stratejisinin ilk ipuçlarının yer aldığı Rusya Devlet Başkanı Putin’in ‘Rusya Ekonomisinin Kalkınma Stratejisinde Mineral Hammaddeler’ başlıklı tezinde (1997) ve bu teze istinaden yine kendi imzası ile yayımlanan kısa makalede (1999) Rusya’nın doğal kaynaklarının sadece ekonomik kalkınma-

Almanya’nın nükleer enerji santrallarının devre dışı bırakılması ile beraber ihtiyaç duyacağı enerjinin nasıl karşılanacağına dair tartışmalar devam etmektedir. Bu konuda yapılan derli toplu bir değerlendirme için bkz. Friedrich Ebert Stiftung, Expert Opinions and Studies on Economic and Social Policy, Diskurs, Scenarios for Phasing Out Nuclear Energy in Germany, Ekim 2011. Öte yandan AB’de doğal gaza alternatif olarak kaya gazının değerlendirilmesine ilişkin tartışmalar da devam etmektedir. Halen uygulanan fracturing metodu ile kaya gazı çıkarılması Fransa ve Bulgaristan’da yasaklanmışken, bazı AB ülkelerinde lisanslar verilmektedir. Bu konuda bkz. Philippe&Partners, Final Report on Unconventional Gas in Europe, Brüksel, 8 Kasım 2011 ve European Greens Say No to Shale Gas Extraction (Fracking) in Europe, 16. Council Meeting European Green Party Resolution, Kopenhag, 11-13 Mayıs 2012. 4

Yıl: 26 • Sayı: 123


Kenan Şahin sını güvenceye almayacağı, aynı zamanda uluslararası pozisyonunu da belirleyeceği vurgulanmaktadır. Aynı makalede sektör için önceliklerin devlet tarafından belirleneceği, kamu planlamasının gerekliliği, hammadde kaynaklarının değerlendirilmesinde özel teşebbüsün ve yabancı sermayenin de önemli rol oynayacağı, ancak devletin yol göstericiliği ve planlayıcılığının vazgeçilemez olduğu belirtilmektedir.5 AB enerji piyasasında ağırlığı artan Rusya’nın enerji kaynaklarını siyasi amaçlara ulaşmada bir araç olarak ele alması ile geçmişte Ukrayna ve Belarus’la yaşanan krizlerde görüldüğü gibi, AB’ye doğal gaz akışını kesmekte tereddüt etmemesi, AB’nin artan doğal gaz ihtiyacının kısmen de olsa Rusya dışındaki kaynaklardan sağlanmasının önemini ortaya koymuştur. Bu sebeple kaynakların çeşitlendirilmesi açısından Kafkaslarda Azerbaycan, Orta Doğu’da Irak, Mısır ve İran ile Orta Asya’da Türkmenistan ve belki Kazakistan’ın doğal gaz kaynaklarının Nabucco projesi ile Avrupa’ya taşınması önem ve öncelik kazanmıştır. Ancak, AB içinde enerji politikaları alanında yeknesaklık bir türlü sağlanamadığından, Nabucco’da da bir liderlik problemi hep var olmuş ve AB üyesi ülkelerin enerji politikalarını oluştururken bir bütün olarak Birliği değil, kendi ülkelerini esas almaları Birliğin enerji güvenliği açısından önemli sakıncalar yaratmıştır. Nabucco Projesi’nin gündeme gelmesi ile beraber Rusya hemen alternatif arayışlarına girmiş ve daha önce Kuzey Akım ile Almanya’ya ulaştığı gibi bu kez de Güney Akım ile Güney Avrupa ülkelerine ulaşmayı hedeflemiştir. GÜNEY AKIM DOĞAL GAZ BORU HATTI PROJESİ6 Güney Akım Projesi, Rus doğal gazını

Şahin Kenan, Rusya Federasyonu Enerji Sektörünün Yapısı, Sektörde Yaşanan Gelişmeler ve Rusya Federasyonu’nun G-8 Başkanlığı, TC Dışişleri Bakanlığı, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı XX, Şubat 2006. 6 Bu bölümdeki bilgiler Gazprom ve South-Stream web sitelerinden alınmıştır. 5

Temmuz-Eylül 2013

Karadeniz’e döşenecek bir boru hattıyla Bulgaristan’a ve oradan da muhtelif rotalarla AB’nin diğer ülkelerine taşımak için tasarlanmış bir projedir. 2012 yılı sonunda inşasına başlanan boru hattına ilk gazın 2015 yılı Aralık ayında verilmesi beklenmektedir. Bulgaristan’a giriş noktasında 63 bcm/ yıl kapasiteye sahip olması planlanan hattın 923 kilometresi Karadeniz’in altından geçecektir. Hattın deniz dışındaki uzunluğu seçilen rotalara bağlı olarak 1600-2540 km arasında değişmektedir. Hattın başlıca rota opsiyonları; • Rusya-Bulgaristan-Sırbistan-Macaristan-Avusturya • Rusya-Bulgaristan-Sırbistan-Macaristan-Avusturya ve Bulgaristan -Yunanistan-İtalya • Rusya-Romanya-Sırbistan olarak sıralanabilir. Güney Akım Boru Hattı, ilk aşamada Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki Beregovaya doğal gaz pompa istasyonundan başlayarak Karadeniz’den Bulgaristan’ın Varna şehrine ulaşmaktadır. Daha sonra Bulgaristan’da Varna-Plevne güzergahını izleyecek olan hat, buradan güneyde Yunanistan-İyonya Denizi-Güney İtalya, kuzeyde ise SırbistanMacaristan-Avusturya yolunu izleyecektir. Hattın Macaristan’dan sonra bir kolunun Slovenya-Kuzey İtalya güzergahını takip etmesi de düşünülmektedir. Proje maliyetinin, 10 milyar avro Karadeniz geçiş hattı, 5.5 milyar avro da kıtasal hatlar olmak üzere toplam 15.5 milyar avro olması beklenmektedir. Güney Akım Projesi’nin inşa ve işletme sürecinde RusyaGazprom, İtalya-Eni, İngiltere-eDF, AlmanyaWintershall, Bulgaristan-Bulgarian Energy Holding, Yunanistan-DESFA, Sırbistan-Srbijagas, Hırvatistan-Plinacro, Slovenya-Plinovodi, Macaristan-MFB, Avusturya-OMV firmaları görev alacaklardır. Güney Akım Boru Hattı Projesi Nabucco’ya bir alternatif olarak 23 Haziran 2007 tarihinde Rus Gazprom ve İtalyan Eni şirketleri tarafından imzalanan bir memo-

47


Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi

48

randum ile dünya kamuoyuna duyurulmuştur. Aynı yıl Kasım ayında da söz konusu iki firma Moskova’da yaptıkları bir anlaşma ile projenin fizibilite çalışmalarının yapılmasını teminen ortak bir proje şirketi kurma kararı almışlardır. Bulgaristan’ın projeye katılımına ilişkin ön anlaşma 18 Ocak 2008 tarihinde yapılmış ve bu anlaşma Bulgaristan Parlamentosu tarafından aynı yıl 25 Temmuz’da onaylanmıştır. Gazprom ve Sırbistan arasında Bulgaristan’dan Sırbistan’a doğal gaz taşıyacak bir boru hattına ilişkin çalışmalar yapılmasına dair bir anlaşma 2006 yılında zaten yapılmış olduğundan 25 Ocak 2008 tarihinde Rusya ve Sırbistan arasında Güney Akımın Sırbistan kısmına dair anlaşma imzalanmıştır. Bu anlaşma ile Gazprom ve Srbijagas hattın Sırbistan bölümünün işletilmesi ve bir gaz depolama tesisi kurulması için bir joint venture kurma kararı almışlardır. Yine 25 Ocak 2008 tarihinde Rusya ve Macaristan arasında hattın Macaristan bölümünün işletilmesi için gerekli anlaşma imzalanmış ve Macaristan bölümü için bir joint-venture kurulması karara bağlanmıştır. 29 Nisan 2008 tarihinde ise Rusya ve Yunanistan arasında hattın Yunanistan bölümüne ilişkin anlaşma imzalanmıştır. Nihayet, 15 Mayıs 2009 tarihinde Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki şehri Soçi’de Putin ve Berlusconi’nin de hazır bulundukları bir toplantıda Rusya, İtalya, Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan’ın gaz şirketleri Güney Akım Boru Hattı’nın inşasına dair anlaşmayı imzalamışlardır. 6 Ağustos 2009 tarihinde hattın Karadeniz’de Türk karasularından geçmesine ilişkin protokol, 28 Aralık 2011’de ise, bu konudaki nihai anlaşma Türkiye ile Rusya arasında imzalanmıştır. Hattın Hırvatistan bölümüne ilişkin anlaşma Rusya ile Hırvatistan arasında 2 Mart 2010 tarihinde, Slovenya kısmına ilişkin anlaşma ise Rusya ile Slovenya arasında 21 Mart 2011’de imzalanmıştır. 16 Haziran 2011 tarihinde ise hattın Karadeniz bölümünün inşası için Gazprom, Eni, Électricité de France ve Wintershall arasında South Stream Transport AG’nin kurulmasına

ilişkin hissedarlar anlaşması imzalanmıştır. Nihayet bu şirket 3 Ekim 2011’de İsviçre’de kurulmuştur. Bütün boru hattı projelerinin sorunu olan, boru hattını besleyecek gazın hangi kaynaklardan geleceğine ilişkin soru Güney Akım Boru hattı için de açıkça cevaplanmış değildir. AB’nin güney ülkelerine gaz taşıyacak Güney Akım Projesini, kuzeyde Almanya’ya gaz taşıyacak olan Kuzey Akım’dan ayıran en önemli fark da budur. Bu noktada aşağıdaki sorular akla gelmektedir. • Güney Akımı dolduracak doğal gaz Rusya’nın hangi bölge ve projelerinden elde edilecektir? • Güney Akımın doldurulabilmesi için Rusya, Ukrayna’dan geçen hattan ilettiği gazın bir kısmını bu hatta mı aktaracaktır? • Uzun vadede Avrupa’nın hem kuzeyine hem de güneyine iki ayrı hat ile doğal gaz sağlayacak olan Rusya, AB’nin kuzeyi ile güneyi arasındaki ekonomik-siyasi farkları kendi lehine değerlendirecek güce mi erişmektedir? Bu soruların cevapları farklı kesimler tarafından farklı şekillerde verilmektedir. Rusya, AB’nin doğal gaz ihtiyacının artacak olması sebebiyle, Güney Akım yoluyla ihraç edilecek gazın Rusya’nın AB’nin gaz ithalatındaki payını artırmayacağını, 2010 yılında Rusya’dan AB’ye taşınan doğal gazın % 70’inin Ukrayna’dan geçtiğini, Ukrayna ile arasında yaşanan problemlerin hem AB Enerji Güvenliği açısından risk oluşturduğunu hem de kendisi açısından mali kayıplar yarattığını dünya kamuoyuna ilan etmiştir. Nitekim, Güney Akım Boru Hattı’nın Karadeniz’deki bölümünün Ukrayna yerine Türkiye karasularından geçmesi tercih edilmektedir. Güney Akım CEO’su Marcel Kramer Güney Akım Boru Hattı inşa edilse dahi Ukrayna’dan geçen hattın önemini koruyacağını da özellikle vurgulamıştır. Rusya’nın boru hatlarıyla doğal gaz ihraç kapasitesi: • Ukrayna 130bcm/y • Belarus 30 bcm/y • Mavi Akım 16 bcm/y Yıl: 26 • Sayı: 123


Kenan Şahin • Finlandiya, Litvanya, Letonya, Estonya 10 bcm/y • Kuzey Akım 55 bcm/y • Güney Akım 63 bcm/y kadardır. Görüldüğü üzere Kuzey ve Güney Akım Projelerinin tam kapasite çalışmaya başlamaları ile beraber Rusya’nın boru hattıyla doğal gaz ihraç kapasitesi 300 bcm/y’ın üstüne çıkacaktır. Rusya’nın halen yıllık ortalama 180-190 bcm/y doğal gaz ihraç ettiği göz önüne alındığında yeni hatların işletmeye alınması ile beraber 100 bcm/y’ın üstünde ek gaz üretimine ihtiyaç olacağı anlaşılmaktadır. İhtiyaç duyulan bu gaz kısmen YamalBovanenkovskoye ve Shtokman sahalarının üretime başlaması ile karşılanacak ve muhtemelen Türkmenistan’dan alınan gaz miktarının da artırılmasına çalışılacaktır. Ancak, bu iki kaynak da ihtiyacı tam karşılayamayacağından var olan hatların kapasite kullanım oranları değiştirilerek Kuzey ve Güney Akım öncelikli hale getirilecektir. Özellikle, Ukrayna üzerinden geçen hattaki gazın önemli bir kısmının Güney Akıma aktarılması beklenmektedir. Öte taraftan Nabucco Projesinin akamete uğraması halinde Nabucco’ya verilmesi planlanan Türkmen gazının da Rusya’ya dolayısıyla Güney Akım’a verileceği düşünülmektedir. NABUCCO VE NABUCCO’NUN ALTERNATİFLERİ Güney Akım Projesi’nin kendisi Nabucco’ya bir alternatif olarak geliştirilmiştir ve dolayısıyla en önemli rakibi de Nabucco Projesi’dir. Nabucco Projesi Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Irak ve hatta Mısır ve İran’dan elde edilecek doğal gazı, TürkiyeGürcistan ve Türkiye-Irak sınırından başlayıp Türkiye-Bulgaristan-Romanya-MacaristanAvusturya güzergahını izleyecek bir boru hattıyla Avrupa’ya taşımayı hedefleyen bir projedir. AB’nin enerji alanında Rusya’ya bağımlılığını azaltmayı hedefleyen bu proje ile Rusya dışındaki ülkelerden sağlanacak doğal gaz, yine Rusya by-pass edilerek Avrupa’ya taşınacaktır. Uzunluğu 3900 km ve kapasitesi 31 bcm/y olan proje AB ve ABD tarafından desteklenmektedir. Bir fikir olarak ilk defa 2002 yılında gündeme gelen projenin önce ekonomik ve teknik açıdan uygunTemmuz-Eylül 2013

luğu tespit edilmiş, daha sonra da projenin hayata geçirilmesi için 2005 yılında Nabucco Gas Pipeline International GmbH şirketi kurulmuştur.7 Başlangıçta şirketin BOTAŞ, OMV (Avusturya), MOL (Macaristan), Transgaz (Romanya), Bulgargaz (Bulgaristan) olmak üzere beş ortağı varken, 2008 yılında RWE (Almanya)’nin katılmasıyla ortak sayısı altıya çıkmıştır. Nihayet 13 Temmuz 2009 tarihinde, geçiş ülkelerini oluşturan Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Avusturya Başbakanları tarafından Ankara’da Hükümetler arası Anlaşma imzalanmıştır. İmzalanan anlaşma imzacı ülkelerin parlamentoları tarafından 2010 yılında onaylanmaya devam edilmiş ve proje popülerliğini 2011 yılına kadar sürdürmüştür. Nabucco Projesi başta arkasındaki politik destek olmak üzere önemli avantajlara sahip olmakla beraber ciddi dezavantajlara da sahiptir. Her şeyden önce hattı doldurması gereken doğal gazın kaynağı belirsizdir. Hattın ilk aşamada Azerbaycan Şah Denizi II’den elde edilecek gaz ile doldurulması ve daha sonraki aşamalarda başta Türkmenistan olmak üzere diğer ülkelerden alınacak gazın kullanılması düşünülmüştür. Ancak, Şah Denizi II’den elde edilecek gaz konusunda Nabucco’nun ciddi rakipleri olduğu gibi Hazar Denizi’nin doğusundaki ülkelerde üretilen gazın Hazar’ın batısına geçirilmesi konusu da Hazar Denizi’nin hukuki statüsü konusundaki tartışmalar sebebiyle ciddi belirsizlikler ve riskler taşımaktadır. Öte yandan Orta Doğu’da yaşanan siyasi gelişmeler bu bölgeden elde edilecek gazın en azından kısa vadede Nabucco için bir kaynak teşkil etmeyeceğini göstermektedir. Orta Doğu ve Hazar bölgesi’nden gelmesi beklenen gaza ilişkin belirsizliklerin çok yüksek olması, Şah Denizi II gazını Nabucco için olmazsa olmaz noktasına taşımaktadır. Hazar Denizi’nin güneyinde yer alan Şah Denizi sahası Azerbaycan’ın en büyük doğal gaz sahasıdır. 1,2 tcm doğal gaz rezervine sahip olan bu sahayı işleten konsorsiyum BP (% 25,5), Statoil (% 25,5), SOCAR (% 10), Total S.A. (% 10), LukAgip (% 10), NIOC (%

Çisel İleri, İKV Değerlendirme Notu, Dünden Bugüne Nabucco Projesi, Aralık 2011.

49


Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi

50

10), TPAO’dan (% 9) oluşmaktadır. Varlığı, Şah Denizi II’den elde edilecek doğal gaza son derece bağlı olan Nabucco’yu oluşturan şirketlerin hiçbirinin bu sahayı işletmek amacıyla oluşturan konsorsiyumda yer almaması da Nabucco’nun zayıf yönlerinden birisi olarak değerlendirilebilir. Şah Denizi II gazı için Nabucco ile yarışan projeler aşağıda kısaca ele alınmıştır. 1- Interkonnektör Türkiye, Yunanistan, İtalya (ITGI)8 : Türkiye-Yunanistan-İyonya Denizi-İtalya güzergahında yapılması düşünülen hattın kapasitesi 10 bcm/y kadardır. Türkiye’yi Yunanistan’a bağlayan 11,5 bcm kapasiteli interkonnektör zaten 2007 Kasım ayından beri faal vaziyettedir. ITGI Projesi ile Yunanistan İtalya’ya 600 km’si karada Yunanistan’da, 200 km’si ise İyonya Denizi’nde olmak üzere 800 km uzunluğunda ve 9 bcm/y kapasiteli bir boru hattı ile bağlanacaktır. Proje ayrıca Bulgaristan’ı Yunanistan’a bağlayacak 170 km uzunluğunda ve 3-5 bcm/y kapasiteli Bulgaristan-Yunanistan Interkonnektörü inşasını da içermektedir. ITGI projesinin katılımcıları BOTAŞ, DEPA (Yunanistan), Edison (İtalya) şirketleridir. ITGI Şah Denizi II gazını İtalya’ya taşımak üzere Şah Denizi II Konsorsiyumuna teklif vermişse de söz konusu Konsorsiyum Trans-Adriyatik Projesini (TAP) ITGI’ye tercih edeceğini açıklamıştır. Bu tercihte Yunanistan’da yaşanan krizin ve DEPA’nın özelleştirilmesine yönelik çalışmaların da etkili olduğu iddia edilmiştir. 9 2- Trans-Adriyatik Boru Hattı (TAP): Yunanistan-Arnavutluk-Adriyatik Denizi-İtalya güzergahında yapılması düşünülen projenin kapasitesi de amacı da ITGI ile aynıdır. Ancak, hat Yunanistan’dan İtalya’ya İyonya Denizi’nden geçmemekte, bunun yerine Arnavutluk-Adriyatik Denizi yolunu takip etmektedir. Projenin katılımcıları EGL (İsviçre), E.ON.Ruhrgas (Almanya), Statoil (Norveç) firmalarıdır. Şah Denizi Konsosiyumu TAP’ı Azeri gazını İtalya’ya taşıyacak proje olarak tercih ettiğini bildirmiştir. 3- Güney Doğu Avrupa Boru Hattı

Euroactiv, Greek Crisis Kills ITGI Pipeline Project, 21 Şubat 2012 http://www.euractiv.com/energy/greek-crisis-kills-itgi-pipelinenews-510994 9

(SEEP): BP tarafından hiçbir fizibilite yapılmadan gündeme getirilen SEEP, projeden ziyade bir fikir niteliğindedir. 10 bcm/y taşıma kapasitesine sahip olması hedeflenen SEEP, Şah Denizi II’den elde edilecek gazı Nabucco’ya benzer bir rota ile Avusturya’ya taşımayı planlamaktadır. Hattın bir kolu ayrıca Hırvatistan’a ulaşacaktır. SEEP BOTAŞ’ın Türkiye’de sahip olduğu boru hatlarını kullanmayı ve Avrupa’daki mevcut interkonnektörlerden faydalanmayı planladığından sadece 1300 km yeni hat inşa edilmesini öngörmektedir. Projenin maliyetine ilişkin henüz ciddi bir fizibilite çalışması yapılmamış olmakla beraber, Nabucco ile kıyaslandığında inşa edilecek hat uzunluğunun 3900 km’den 1300 km’ye düşmesi ile beraber maliyetlerin de önemli oranda azalması beklenmektedir. 4- Trans-Anadolu Boru Hattı (TANAP): 17 Kasım 2011 tarihinde Üçüncü Karadeniz Enerji ve Ekonomi Forumu’nda, Azerbaycan petrol şirketi SOCAR’ın Başkanı Rovnag Abdullayev tarafından açıklanan TANAP Projesi, 16 bcm/y kapasiteli bir hattın Azerbaycan’dan Türkiye-Bulgaristan sınırına kadar inşa edilmesini öngörmektedir. Daha önce (25 Ekim 2011) SOCAR ile BOTAŞ arasında yapılan görüşmelerde 2017-18 yıllarından başlamak üzere Azerbaycan’ın Türkiye’ye, 6 bcm Türkiye’nin kendi iç ihtiyacını karşılamak 10 bcm de transit olarak Avrupa’ya ihraç edilmek üzere yıllık 16 bcm gaz göndermesi konusunda anlaşmaya zaten varılmıştı.10 TANAP’ın açıklanması ile beraber BP’nin SEEP projesine son derece benzer bir proje de Azerbaycan petrol şirketi SOCAR tarafından açıklanmış oldu. 11 Verilen teklifler ve oluşturulan konsorsi-

Ferruh Demirmen, BP-SOCAR duo deliver ‘coup de grace’ to Nabucco, 19 Aralık 2011, News.Az, 11 Burada ele alınan Nabucco’ya rakip bu dört projenin dışında; • Bakü-Tiflis-Erzurum Hattı olarak da bilinen Güney Kafkasya Boru Hattı’nın kapasitesinin 7 bcm/y ’dan 16 bcm/y’a çıkarılmasına ilişkin proje (SCP), • Azerbaycan-Gürcistan-Karadeniz-Ukrayna ve/veya Romanya- Macaristan-Slovakya-Polonya-Litvanya güzergahını izleyecek 8 bcm/y kapasiteli Beyaz Akım Projesi ve • Azerbaycan-Gürcistan-Romanya Interconnector (AGRI) LNG projeleri de mevcuttur. Ancak, bu projeler Şah Denizi II üretimi için Konsorsiyuma teklif vermediklerinden ve Konsorsiyum üyeleri tarafından açıkça desteklenmediklerinden ayrıca ele alınmamışlardır. 10

Yıl: 26 • Sayı: 123


Kenan Şahin yumlar incelendiğinde, Şah Denizi II gazının Güney Avrupa’da İtalya’ya ve Orta Avrupa’da Avusturya’ya taşınmasının öncelikli olduğu anlaşılmaktadır. Bu çerçevede ITGI ile TAP İtalya güzergahı için rekabet etmişlerdir ve yarışın şimdilik TAP tarafından kazanıldığı görülmektedir. Avusturya güzergahı için ise yarışın Nabucco, SEEP ve TANAP arasında olacağı anlaşılmaktadır. SEEP ve TANAP birbirine son derece yakın iki proje olduğundan büyük olasılıkla bu iki projeyi ayrı ayrı ortaya koyan şirketler bir noktada bir araya gelebileceklerdir. Nabucco Konsorsiyumu da yarışta geri kalmamak için Nabucco Projesinin kapsamı daraltılmış bir versiyonu olan Batı Nabucco projesini ortaya koymuştur. Batı Nabucco Projesi de Türkiye-Bulgaristan sınırından başlayıp Bulgaristan-RomanyaMacaristan-Avusturya yolunu izleyecektir ve uzunluğunun 1300 km olması planlanmaktadır. Özetle, Şah Denizi II’nin üreteceği bütün gaza talip olmayı hedefleyen Nabucco önce Güney Avrupa Hattı için TAP’a verilen destek ve daha sonra da Şah Denizi Konsorsiyumunu oluşturan iki ayrı şirket tarafından ortaya atılan SEEP ve TANAP projeleri ile darbe almıştır. Nabucco Konsorsiyumu bunlara cevap olarak Batı Nabucco’yu ortaya koymuşsa da Batı Nabucco’nun orijinal Nabucco’ya göre bir geri adım olduğu açıktır. Orijinal Nabucco Projesinin ağır darbeler almasının önde gelen sebepleri gaz kaynaklarındaki belirsizlik ve Şah Denizi II gazı için sürdürülen rekabet olmakla beraber yaşanan küresel ekonomik kriz de projeyi olumsuz etkilemiştir. Öte yandan, projenin maliyetine ilişkin tartışmalar da hiç bitmemiştir. 2008 yılında yapılan fizibilite çalışmaları sonucunda proje maliyetinin 7,9 milyar avro civarında olacağını tahmin edilmişse de, başta BP olmak üzere farklı kaynaklar proje maliyetinin 14 milyar avroya kadar çıkabileceğini belirtmekten ve projenin maliyetine ilişkin spekülasyonlar yapmaktan geri durmamışlardır. 12

Nabucco could cost up to 14 bln euros, Oettinger, Reuters, 13 Ekim 2011, http://www.reuters.com/article/2011/10/13/nabucco-idUKL5E7LD2X520111013 ayrıca Vladimir Socor, Nabucco faces cost surge, Asia Times, 26 Şubat 2011, http://www.atimes.com/atimes/Central_Asia/MB26Ag01.html

Projenin gaz kaynaklarına ilişkin belirsizlikler, yaşanan global ekonomik kriz ve proje maliyetinin artma olasılığı Nabucco’yu oluşturan Konsorsiyumun bazı ortaklarını projeyi yeniden değerlendirmeye itmiştir. Nitekim, 2012 yılı içinde önce Avusturya Başbakanı Viktor Orban, Nabucco Gas Pipeline International GmbH’in ortaklarından MOL’in projeden çekilebileceğini söylemiş13 , sonra da Alman RWE şirketi projeye katılımlarını yeniden değerlendirdiklerini açıklamıştır. 14 Sonuç olarak, Güney Akım’ın en ciddi rakibi olan Nabucco en azından kısa vadede Batı Nabucco’ya indirgenmiş ve Güney Akıma ciddi bir alternatif olma şansını kaybetmiş görünmektedir. Her ne kadar Nabucco Konsorsiyumu ve projeyi destekleyen muhtelif ülkelerden Nabucco’nun varlığını sürdürdüğü açıklansa da Nabucco’yu dolduracak gazın kaynağı, projenin maliyeti ve bu maliyete katlanmaya hazır güçlü konsorsiyum üyeleri bulunmadığı takdirde bunlar boş temenniler olmaktan öteye geçemeyeceklerdir. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ Rusya sahip olduğu doğal kaynaklar ve coğrafi konumu itibariyle Avrupa enerji güvenliği için son derece önemli bir ülkedir. Halen AB enerji talebinin önemli bir kısmını karşılayan Rusya, Orta Asya ve Hazar bölgesindeki ülkeler için de bir transit ülke konumundadır. Avrupa enerji güvenliği açısından Rusya’ya alternatif enerji kaynakları bulma ve bu kaynakları Rusya’yı dışarıda bırakarak tüketici ülkelere ulaştırma çabaları önce Bakü-Tiflis-Ceyhan daha sonra da Bakü-Tiflis-Erzurum Projeleri ile önemli bir mesafe kaydetmiş ve Nabucco Projesi ile bu çabalar Hazar Denizi’nin doğusuna geçmeye çalışmıştır. Bu süreç enerji taşımacılığında Türkiye’yi Rusya’nın potansiyel bir rakibi konumuna getirmiştir. Güney Akım Projesi bu çerçevede Rus-

12

Temmuz-Eylül 2013

Hungarian Leader Says Pipeline Project Is In Trouble, The New York Times, 23 Nisan 2012, http://www.nytimes.com/2012/04/24/business/ global/hungarian-leader-says-pipeline-project-is-in-trouble.html 14 Germany’s RWE Revises Nabucco Participation, RIANOVOSTI, 13 Mayıs 2012 http://en.rian.ru/world/20120513/173424873.html 13

51


Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi

52

ya tarafından Nabucco’ya alternatif olarak hazırlanmış bir projedir. Zira Nabucco, Rusya tarafından, Rusya’nın gerek Orta Asya, Kafkaslar ve Hazar bölgesindeki ve gerekse Avrupa’daki ekonomik ve siyasi çıkarları açısından bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır. Projenin gerçekleşmesi halinde bir yandan Rusya’nın transit bir ülke olarak Orta Asya ve Hazar bölgesi ülkeleri üzerindeki siyasi ve ekonomik nüfuzu azalacak, öte yandan projeyle taşınacak gaz Avrupa’da Rus gazı ile rekabet edebilecektir. Rusya açısından gerek Orta Asya-Hazar bölgesinde ve gerekse Avrupa’da stratejik üstünlüğün korunabilmesi için Orta Asya ve Hazar bölgesi kaynaklarının arada Rusya olmaksızın Avrupa’ya ulaşmasının mutlaka engellenmesi gerekmektedir. Rusya-Gürcistan-Ermenistan-İran ekseni bu fonksiyonu görme kapasitesine sahip olmakla birlikte, Gürcistan’ın Rusya ekseninden çıkması sonucu Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum projeleri gündeme gelmiş ve Rusya bu anlamda kısmen güç kaybına uğramıştır. Bunun üzerine Rusya, doğuyu batıdan ayıran ikinci bir hat oluşturma çabasına girmiştir. Bu hat Rusya-Hazar Denizi-İran hattıdır. Rusya Hazar Denizi’ni hukuken sorunlu bir yer noktasına taşıyarak ve İran’ın ne savaş ne de barışla aşılmasına müsaade etmeyerek, Orta Asya ve Hazar bölgesi doğal kaynaklarının batıya ulaşmasını engellemektedir. Doğuda Orta Asya ve Hazar bölgesi ile Türkiye arasında duvar örerek bölgenin doğal kaynaklarının kendi aracılığı olmadan batıya ulaşmasını engelleyen Rusya, batıda Avrupa pazarına doğrudan ulaşmak için eski Baltık Ülkeleri, Ukrayna ve Belarus’un oluşturduğu duvarı yıkmaya çalışmaktadır.15 Rusya nasıl Orta Asya ülkelerinin doğal kaynaklarının batıya aktarılmasında bir transit ülke ise bu ülkeler de gerek Orta Asya ülkelerinin ve gerekse Rusya’nın kaynaklarının batıya aktarılmasında transit ülke konumundadırlar. Bu açıdan Rusya bir yandan kendi transit konumunu korumaya çalışırken öte

Polonya’yı da bu ülkeler grubu içinde ele almak mümkündür. Zira aynı anda hem Polonya hem de Ukrayna ile sorun yaşayan Rusya’nın Avrupa’ya karayolundan ulaşması imkansızdır. 15

yandan kendisi açısından transit olan ülkeleri by-pass etme amacını taşımaktadır. Bu çerçevede Rusya, batısında bulunan Baltık Ülkeleri-Ukrayna-Belarus hattını bypass etmek ve Almanya’ya doğrudan doğal gaz taşımak için önce Kuzey Akım Boru Projesini ortaya koymuştur. Bu proje ile Baltık Denizinden Almanya’ya uzanan 1.224 km uzunluğunda ve 55 bcm doğal gaz taşıma kapasitesine sahip bir hattın inşasına başlanmıştır. Kuzey Akım Projesi, Rusya’dan Almanya’ya karadan yapılacak doğal gaz boru hatlarına kıyasla daha pahalı olması ve bazı AB üyesi ülkeleri de by-pass etmesi sebebiyle ciddi eleştirilere hedef olmuştur. Zira daha ucuza yapılması mümkün olan hatlar varken, üye ülkelerin by-pass edilmesi amacıyla daha pahalı hatların tercih edilmesi AB’nin kuruluş felsefesine aykırıdır. Ancak, Rusya’nın enerji açısından taşıdığı önem ve Almanya’nın AB içindeki ekonomik-siyasi ağırlığı bu projenin sorunsuz olarak gerçekleşmesini mümkün kılabilmiştir. Böylece, Doğu Avrupa ülkelerinin kaderleri tarihte örnekleri defalarca görüldüğü gibi bir kez daha Rus-Alman anlaşmaları ile tayin edilmeye başlanmıştır. Kuzey Akım Boru Hattı ile en önemli hedeflerinden birine ulaşan ve batısındaki ülkeleri by-pass etmeyi başaran Rusya, Nabucco Projesini gerek Orta Asya-Hazar bölgesi ülkeleri ve gerekse AB üzerindeki ekonomiksiyasi nüfuzuna bir tehdit olarak gördüğünden, bu defa Güney Akım Boru Hattı Projesini ortaya koymuştur. Güney Akım Boru Hattı Projesi Nabucco’yu (en azından kısa dönemde) devre dışı bırakarak Rusya’nın Orta Asya-Hazar bölgesinde siyasi ve ekonomik ağırlığını korumasını ve AB pazarında ekonomik ağırlığını artırmasını sağlayacak bir proje olarak tasarlanmıştır. AB’nin artan doğal gaz ihtiyaçlarının güvenli bir şekilde temini için ortaya konulan Nabucco Projesinin, gaz kaynaklarındaki belirsizlikler, yaşanan ekonomik kriz ve bu krizin Nabucco Konsorsiyumu üyesi firmalar üzerindeki etkileri ile proje maliyetine ilişkin belirsizlikler sebebiyle geri plana düşmesi Güney Akımın şansını büyük oranda artırmıştır. Ancak Nabucco Projesi asıl darbeyi GüYıl: 26 • Sayı: 123


Kenan Şahin ney Avrupa Hattı için TAP’a verilen destek ve daha sonra da Şah Denizi Konsorsiyumu’nu oluşturan iki ayrı şirket tarafından ortaya atılan SEEP ve TANAP projeleri ile almıştır. Güney Akım Projesi’nin de doğal gaz kaynaklarına ilişkin sorunları olduğu düşünülmekte ise de, projenin Rusya açısından taşıdığı büyük önem ve dolayısıyla Rusya’nın projeye verdiği büyük destek sebebiyle bu sorunlar ikinci plana itilebilmektedir. Nabucco’nun ikinci plana düşmesi ve Güney Akım Projesinin ön plana çıkması Rusya’nın elini güçlendirirken, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) tarafından ortaya konulan TANAP da Azerbaycan’ı kuvvetlendirmiştir. Sürecin kaybedenleri ise şimdilik Türkiye, Ukrayna ve Hazar Denizi’nin doğusundaki başta Türkmenistan olmak üzere Türk Dünyası olmuştur. Bir yandan Türkiye’nin enerjide transit ülke olma konumu zayıflarken, öte yandan İran-Rusya işbirliği marifetiyle Avrupa’ya doğrudan ulaşması engellenen Türkmenistan ve Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri, Rusya, İran ve Çin arasında tercihler yapmaya zorlanmakta ve yapılan bu tercihler bu ülkelerin rejimlerinden ekonomilerine kadar her alanda belirleyici olabilmektedir. Halen ABD ve AB’nin Türkmen gazının önce Azerbaycan’a ve oradan da Avrupa’ya taşınması amacıyla Trans-Hazar boru hattının inşa edilmesi için girişimlerini sürdürdüğü bilinmektedir. Trans-Hazar boru hattı Hazar’ın doğusu ile batısını birleştirerek, Hazar Denizi’ni doğu ile batı arasında örülmek istenen duvarın bir taşı olmak yerine, doğuyla batıyı birleştiren bir köprü haline getirecektir. Hazar’ın iki kıyısının bir boru hattı ile birbirine bağlanması, bölgenin doğal kaynaklarının Azerbaycan-Türkiye güzergahından batıya taşınmasını mümkün kılacaktır. Bu çerçevede, Nabucco Projesi akamete uğrasa ve Güney Akım inşa edilse bile, Türkiye’nin Trans-Hazar hattının yapılmasına yönelik çabaları desteklemeye devam etmesinin, uzun vadede hem Orta Asya-Hazar bölgesi ülkeleri, hem de Türkiye açısından son derece faydalı olacağı düşünülmektedir. Unutulmamalıdır ki Türkiye transit ülke olarak Rusya’nın en ciddi rakibidir ve eğer Orta Temmuz-Eylül 2013

Asya bölgesi kaynakları Türkiye üzerinden batıya taşınırsa Türkiye hem doğuda, hem de batıda bugünkünden çok daha yüksek bir ekonomik ve siyasi nüfuza sahip olacaktır. KAYNAKLAR BP Energy Outlook 2030 http://www.bp.com/sectiongenericarticle800.do?categoryId=9037134&content Id=7068677 BP Statistical Review of World Energy 2013, http://www.bp.com/content/dam/bp/ pdf/statistical-review/statistical_review_of_ world_energy_2013.pdf Demirmen Ferruh, BP-SOCAR duo deliver ‘coup de grace’ to Nabucco, 19 Aralık 2011, News.Az, h t t p : / / w w w. n e w s . a z / a r t i c l e s / e c o nomy/51212 Edison, Fact sheet: Information and Details on the ITGI and IGB Pipelines, http://www.edison.it/media/ITGIpipeline. pdf Euroactiv, Greek Crisis Kills ITGI Pipeline Project, 21 Şubat 2012 http://www.euractiv.com/energy/greekcrisis-kills-itgi-pipeline-news-510994 European Commission, Direktorate-General for Energy, Market Observatory for Energy Key Figures 2011 http://ec.europa.eu/energy/observatory/ countries/doc/key_figures.pdf European Greens Say No to Shale Gas Extraction (Fracking) in Europe, 16. Council Meeting European Green Party Resolution, Kopenhag, 11-13 Mayıs 2012. http://europeangreens.eu/sites/europe-

53


Avrupa Birliği Enerji Güvenliği Ve Türkiye Açısından Güney Akım Ve Nabucco Projelerinin Değerlendirilmesi angreens.eu/files/NO%20to%20Shale%20 Gas%20Fracking%20in%20Europe%20 as%20Adopted.pdf Friedrich Ebert Stiftung, Expert Opinions and Studies on Economic and Social Policy, Diskurs, Scenarios for Phasing Out Nuclear Energy in Germany, Ekim 2011. http://library.fes.de/pdf-files/wiso/08506. pdf Gazprom, South Stream Energising Europe, Presentation, Brüksel, 25 Mayıs 2011. h t t p : / / w w w. g a z p r o m . c o m / f / posts/85/290063/presentation.pdf Germany’s RWE Revises Nabucco Participation, RIANOVOSTİ, 13 Mayıs 2012 http:// en.rian.ru/world/20120513/173424873.html

54

Hungarian Leader Says Pipeline Project Is In Trouble, The New York Times, 23 Nisan 2012, http://www.nytimes.com/2012/04/24/ business/global/hungarian-leader-sayspipeline-project-is-in-trouble.html?_r=0 İleri Çisel, İKV Değerlendirme Notu, Dünden Bugüne Nabucco Projesi, Aralık 2011. http://www.ikv.org.tr/images/upload/ data/files/dunden_bugune_nabucco_projesi.pdf

MİTei, The Future of Natural Gas, An Interdiciplinary MIT Study, Interim Report, 2010, http://mitei.mit.edu/publications/reportsstudies/future-natural-gas Nabucco could cost up to 14 bln euros, Oettinger, Reuters, 13 Ekim 2011, http:// www.reuters.com/article/2011/10/13/nabucco-idUKL5E7LD2X520111013 Philippe&Partners, Final Report on Unconventional Gas in Europe, Brüksel, 8 Kasım 2011 http://ec.europa.eu/energy/studies/ doc/2012_unconventional_gas_in_europe. pdf Şahin Kenan, Rusya Federasyonu Enerji Sektörünün Yapısı, Sektörde Yaşanan Gelişmeler ve Rusya Federasyonu’nun G-8 Başkanlığı, TC Dışişleri Bakanlığı, Uluslararası Ekonomik Sorunlar Dergisi, Sayı XX, Şubat 2006. h t t p : / / w w w. m f a . g o v. t r / r u s y a federasyonu-enerji-sektorunun-yapisi_sektorde-yasanan-gelismeler-ve-rusyafederasyonu_nun-g-8-baskanligi-.tr.mfa Vladimir Socor, Nabucco faces cost surge, Asia Times, 26 Şubat 2011, http://www.atimes.com/atimes/Central_ Asia/MB26Ag01.html

Yıl: 26 • Sayı: 123


KAMU GÖREVLİSİ OLMAYAN SÖZLEŞMELİ AİLE HEKİMİ VE AİLE SAĞLIĞI ELEMANI İSTİHDAMI Nihat Kayar* A. KONUYA İLİŞKİN MEVZUAT 24 Kasım 2004 tarih ve 5258 sayılı Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun’la, Sağlık Bakanlığı’nın pilot olarak belirleyeceği illerde aile hekimi ve aile sağlığı elemanı istihdamına karar verilmiştir.1 Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra, 6 Temmuz 2005 tarihli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Yönetmelik2 ve 12 Ağustos 2005 tarihli Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Kapsamında Sağlık Bakanlığınca Çalıştırılan Personele Yapılacak Ödemeler ve Sözleşme Şartları Hakkında Yönetmelik yürürlüğe girmiştir.3 12 Ağustos 2005 tarihli Yönetmeliğin iptali için İzmir Tabip Odası tarafından açılan davada Danıştay red kararı vermiştir.4 Daha sonra 6 Temmuz 2005 tarihli Yönetmeliği yürürlükten kaldıran 25 Mayıs 2010 tarihli Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği5 ve son olarak da 12 Ağustos 2005 tarihli Yönetmeliği yürürlükten kaldıran 30 Aralık 2010 tarihli Aile Hekimliği Uygulaması Kapsamında Sağlık Bakanlığın*Öğr. Gör., Mersin Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü 1 Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun, No: 5258,Tarihi: 24/11/2004, R.G.: 9/12/2004, 25665. 2 Resmi Gazete: 6.7.2005, 25867. 3 Resmi Gazete: 12.08.2005, 25904. 4 Danıştay, 5. D., Karar: 2009/2011, Esas: 2007/6860, Karar Tarihi: 15/04/2009. 5 Resmi Gazete: 25.05.2010, 27591.

Temmuz-Eylül 2013

ca Çalıştırılan Personele Yapılacak Ödemeler İle Sözleşme Usul Ve Esasları Hakkında Yönetmelik çıkarılmıştır.6 Günümüzde konu 5258 sayılı Kanuna ve bu iki yönetmeliğe göre yürütülmektedir. Ancak 5258 sayılı Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun yerine Aile Hekimliği Uygulama Kanunu çıkarılacağı ve bunun alt mevzuatının oluşturulacağı Sağlık Bakanlığınca söylenmektedir. 7 B. TANIMI, STATÜLERİ VE MALÎ HAKLARI 1. Aile Hekimi.- Aile hekimi, kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri ile birinci basamak teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini yaş, cinsiyet ve hastalık ayrımı yapmaksızın her kişiye kapsamlı ve devamlı olarak belli bir mekânda vermekle yükümlü, gerektiği ölçüde gezici sağlık hizmeti veren ve tam gün esasına göre çalışan aile hekimliği uzmanı veya Sağlık Bakanlığı’nın öngördüğü eğitimleri alan uzman tabip veya tabipdir (5258 m. 2). Tanımın unsurları.- Aile hekimi, “aile hekimliği uzmanı” ola6 7

Resmi Gazete: 30/12/2010, 27801. Sağlık Bakanlığı, 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 37.

55


Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı

56

bileceği gibi, Sağlık Bakanlığı’nın öngördüğü eğitimleri alan uzman tabip veya tabip de olabilir. - Aile hekimi, kişiye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri ile birinci basamak teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini vermekle yükümlüdür. Bu hizmet, Anayasaya göre, yönetsel bir kamu hizmeti olan ve Devletin yürütmekle yükümlü olduğu asli ve sürekli sağlık kamu hizmetlerinin bir parçasıdır. - Bu hizmetlerin, yaş, cinsiyet ve hastalık ayrımı yapmaksızın her kişiye sunulması zorunludur. 5258 sayılı Kanunun TBMM görüşmelerinde tartışmalar yaşanmış ve doktorların hastalık ayrımı yapabilecekleri dile getirilmiştir. 8 - Aile hekimlerine, hizmetleri, kapsamlı ve sürekli olarak ve belli bir mekânda vermek yükümlülüğü getirilmiştir. Kapsam konusu muğlak ve belirsizdir. Mekân konusunda Kanuna hüküm konulmuştur. Buna göre, Hazine, belediye veya il özel idaresine ait taşınmazlardan aile sağlığı merkezi olarak kullanılması uygun görülenler, Maliye Bakanlığı, belediye veya il özel idarelerince bu amaçla kullanılmak üzere doğrudan aile hekimine kiraya verilebilir (m.4). - Aile hekimi, gerektiği ölçüde gezici sağlık hizmeti ve yerinde sağlık hizmeti de vereMustafa Özyurt - ... sevk ettiği hasta, gönderdiği kurum tarafından geri çevrilmeyecek şekilde sevk edilmelidir. Aile hekimi hastayı sevk ettiğinde, sevk ettiği üniversite hastanesi veya daha büyük bir gelişmiş hastane diyebilecektir ki, ben bu hastayı kabul etmiyorum, al başına çal, geri gönderiyorum... Buna da mutlaka bir müeyyide konulması lazım; mesela “hekimin gönderdiği hasta geri döndürülmeyecektir” veya “aile hekiminin gönderdiği hastaya mutlaka hastanede bakılacaktır” şeklinde bir müeyyide konulması lazım. Bana sorarsanız arkadaşlar -bir hekim olarak söylüyorumbu tasarı çalakalem yazılmıştır, hiç üzerinde düşünülmemiştir./ ... yıllar önce, bazı iktidarlar aile hekimliğine geçmek için girişimlerde bulunmuşlardır. 1990 yılında İngiltere’den Prof. Abel Smith isminde bir hekim çağrılmıştır Türkiye’ye “biz aile hekimliğine geçmek istiyoruz, ne dersiniz” diye kendisine sorulmuştur. Prof. Abel Smith “sakın aile hekimliğine geçmeyin; çünkü, birincisi, ücretsiz olarak bütün hastalarınıza bakamazsınız. İkincisi, sağlık alanındaki insangücünü ülkenize tamamen yaymadıktan sonra, eşit şekilde yaymadıktan sonra, bunda -kelimenin tam anlamıyla, kusura bakmayın- çuvallarsınız” demiştir. Bunları, 1990 yılında söylemiştir. Biz, 2004’e geliyoruz... hekim sayımız da yeterli. Türkiye’nin şu anda 95 000 hekimi var, 10 000 hekimi de işsiz, şurada burada çalışan hekim. Yani, siyasî iktidar, eğer isterse, bu hekimleri düzgün bir şekilde dağıtabilse, ülkenin her tarafına dağıtabilse, şu anda uygulanan 224 sayılı Yasayla çok daha iyi sonuç alınacaktır. 8

bilecektir. Gezici sağlık hizmeti, aile hekimi ve/veya aile sağlığı elemanının, il sağlık müdürlüğü tarafından belirlenen uzak mahalle, belde, köy, mezra gibi yerleşim birimlerine Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslara göre giderek mahallinde vereceği sağlık hizmetidir (A.H.U. Yön. m.3/1-ğ ). Yerinde sağlık hizmeti ise, aile hekimi ve/veya aile sağlığı elemanının, belirlenen cezaevi, çocuk ıslahevi, huzurevi, korunmaya muhtaç çocukların barındığı çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları gibi toplu yaşam alanlarına giderek yerinde vereceği sağlık hizmetidir (m.3/1-k ). - Aile hekimi, tam gün esasına göre çalışan kişidir. Bu nedenle, hizmetin sürekli verilmesi zorunluluğu nedeniyle, A.H.U.Y.’nde “Geçici aile sağlığı elemanı” da öngörülmüştür. Bu kişi, aile sağlığı elemanının yıllık izin, hastalık izni ve benzeri nedenlerle görev başında bulunamadığı sürede yerine bakan veya boş aile sağlığı elemanı pozisyonuna yerleştirme yapılıncaya kadar bu pozisyona görevlendirilen aile sağlığı elemanıdır (A.H.U. Yön. m.3/1-g ). 2. Aile Sağlığı Elemanı.- 5258 sayılı Kanun’da aile sağlığı elemanı, aile hekimi ile birlikte hizmet veren hemşire, ebe, sağlık memuru “gibi” sağlık elemanı olarak tanımlanmıştır (m.2). 12 Ağustos 2005 tarihli Yönetmelik bu tanımı aynen tekrarlamış, ancak halen yürürlükteki Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği’nde (m. 3/1-c) ise, aile sağlığı elemanı, “Aile hekimi ile birlikte hizmet veren, sözleşmeli olarak çalıştırılan veya Bakanlıkça görevlendirilen hemşire, ebe, sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyeni” olarak tanımlanarak “gibi” kelimesinden “sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyeni” anlaşılması gerektiği hükme bağlanmıştır. Yönetmelikteki bu hüküm değişmediği sürece, aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılacaklar yalnızca dört grup çalışan yani hemşire, ebe, sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyenidir. Nitekim Sağlık Bakanlığı’nın kamu görevlisi olmayan 3.000 aile sağlığı elemanı istihdamına ilişkin Temmuz 2011 tarihli yazısında, ilgili pozisyonlara; Türkiye’de mesleğini icra etmeye yetkili ve ortaöğretim veya yüksek öğretim kurumlarının ebelik, hemşirelik, sağlık memuru (toplum sağlığı), Yıl: 26 • Sayı: 123


Nihat Kayar acil tıp teknisyenliği bölümlerinden mezun olanların başvurabileceği belirtilmiştir. 9 3. Kamu Görevlisi Olmayan Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı Alınması.- Sağlık Bakanlığı; Bakanlık veya diğer kamu kurum veya kuruluşları personeli olan uzman tabip, tabip ve aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılacak sağlık personelini, kendilerinin talebi ve kurumlarının veya Bakanlığın muvafakatı üzerine, 657 sayılı Kanun ile diğer kanunların sözleşmeli personel çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın, sözleşmeli olarak çalıştırmaya veya bu nitelikteki Bakanlık personelini aile hekimliği uygulamaları için görevlendirmeye yetkilidir (5258 m. 3/1). Pilot ilde boş aile hekimi ve aile sağlığı elemanı pozisyonları görevlendirme suretiyle doldurulur. Farklı ilçeden görevlendirme yapılması halinde, görevlendirme süresi, personelin rızası olmadıkça 6 ayı geçemez.10 Aile sağlığı elemanları, aile hekimi tarafından belirlenen ve Sağlık Bakanlığı tarafından uygun görülen, kurumlarınca da muvafakati verilen Bakanlık veya diğer kamu kurum ve kuruluşları personeli arasından seçilir ve bunlar sözleşmeli olarak çalıştırılır. Bu suretle eleman temin edilememesi halinde, Sağlık Bakanlığı, personelini bu hizmetler için görevlendirebilir. İhtiyaç duyulması halinde, Türkiye’de mesleğini icra etmeye yetkili ve 657 sayılı Kanunun 48/(A) bendinin (4), (5) ve (7) numaralı alt bentlerindeki şartları11 taşıyan kamu görevlisi olmayan uzman tabip, tabip ve aile sağlığı elemanları; Sağlık Bakanlığının önerisi, Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine sözleşme yapılarak aile hekimliği uygulamalarını yürütmek üzere çalıştırılabilir (5258 m. 3/2). Sözleşmeli olarak çalışan aile hekimi ve aile sağlığı elemanları kurumlarında aylıksız veya ücretsiz izinli sayılırlar ve bunların kadroları ile ilişkileri devam eder. Bu personel,

Vekil ebe-hemşire- sağlık memuru (toplum sağlığı) olarak çalışan kişiler de başvuru yapabilecektir. 10 EK-1 Aile Hekimliği Uygulamasında Atama ve Nakillerle İlgili Usul ve Esaslar m. 4. 11 4. Kamu haklarından mahrum bulunmamak. 5. ... suçlarından mahkûm olmamak. 7. 53 üncü madde hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak. 9

Temmuz-Eylül 2013

talepleri halinde eski görevlerine atanırlar ve sözleşmeli statüde geçen süreleri kazanılmış hak derece ve kademelerinde veya kıdemlerinde değerlendirilir. Sözleşmeli personel statüsünde çalışmakta iken aile hekimi ve aile sağlığı elemanı statüsüne geçenlerden önceki sözleşmeli personel statüsüne dönmek isteyenler, eski kurumlarındaki boş pozisyonlara öncelikle atanırlar ve bu kapsamdaki çalışmaları hizmet sürelerinde dikkate alınır. 6 Temmuz 2005 tarihli Yönetmelik Ek 1 Aile Hekimliği Uygulamasında Atama ve Nakille İlgili Usul ve Esaslar’da (m. 2), aile hekimliği uygulamasına geçilen illerde öncelik sıralaması, aile hekimleri için sözleşme ile çalıştırılacak aile hekimleri (kamu görevlisi olmayanlar dahil değil); ve görevlendirme ile çalışacak aile hekimleri; Aile sağlığı elemanları öncelik sıralaması ise, sözleşme ile çalıştırılacak aile sağlığı elemanları (kamu görevlisi olmayan dahil değil) ve görevlendirme ile çalışacak aile sağlığı elemanlarına tanınmıştır. Görüldüğü gibi kamu görevlisi olmayan sözleşmeli istihdamına yönelik bir hüküm bu Yönetmeliğe konulmamıştır. 25 Mayıs 2010 tarihli yürürlükteki Yönetmelik Ek 1 Aile Hekimliği Uygulamasında Atama ve Nakille İlgili Usul ve Esaslar’da ise açıkça kamu görevlisi olmayan aile hekimi (m. 2/2-b) ve kamu görevlisi olmayan sözleşmeli aile sağlığı elemanı (m. 3/2-b) istihdamı düzenlenmiştir. - Kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve tabiplerin yerleştirilmeleri.- Pilot ilde aile hekimliği pozisyonlarının doldurulamaması halinde Valilik kamu görevlisi olmayan tabip ve uzman tabiplerden aile hekimi olarak çalıştırılmak üzere ihtiyaç duyulan sayıyı belirleyerek Bakanlıktan talepte bulunur. Bakanlığın önerisi ve Maliye Bakanlığının uygun görüşü ile pozisyon adedi belirlenir. Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki şartları taşıyıp kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve tabiplerin başvuruları alınır ve prim ödenmek suretiyle kamu sektörü dışında çalıştıkları süreler de dahil edilerek hizmet puanları hesaplanır. Bu hizmet puanı sadece aile hekimliği ilk yerleştirme ve nakillerinde geçerlidir. Kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve

57


Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı

58

tabiplerin yerleştirilmeleri belirlenen usule12 göre yapılır. - Kamu görevlisi olmayan ebe, hemşire veya sağlık memurlarının (toplum sağlığı) yerleştirilmesi.- Pilot ilde aile sağlığı elemanı pozisyonlarının doldurulamaması halinde Valilik aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılmak üzere ihtiyaç duyulan yerleri ve sayıyı belirleyerek Bakanlıktan talepte bulunur. Bakanlığın önerisi ve Maliye Bakanlığının uygun görüşü ile pozisyon adedi belirlenir. Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasındaki şartları taşıyıp pozisyona yerleşme tarihi itibari ile altı ay öncesine kadar kamu görevlisi olmayan ebe, hemşire veya sağlık memurlarından (toplum sağlığı) aile hekimi ile anlaşanlar anlaştıkları pozisyon için aile sağlığı elemanı sözleşmesi imzalarlar. Bu düzenlemeden sonra kamu görevlisi olmayan uzman tabip ve tabip istihdamı yoluna gidilmiştir. En son 2011 yılının Temmuz ayında kamu görevlisi olmayan aile sağlığı elemanı pozisyonunda 3.000 ebe, hemşire veya sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyeni alımına karar verilmiştir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, ülke genelinde Aile Hekimliği uygulamasına geçildikten sonra 31 Aralık 2010 tarihi itibariyle, toplam 20,185

a) Kamu görevlisi olan tabip ve uzman tabiplerin yerleştirilmeleri: ... Başvuru yapan aile hekimliği uzmanları birinci grup, tabipler ve diğer uzman tabipler ise ikinci grup olacak şekilde hizmet puanına göre sıralanırlar… Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışıp, aile hekimliği eğitimi alarak sertifika sahibi olan ve Bakanlıkça belirlenen usul ve esaslara göre seçilerek birinci aşama uyum eğitiminde eğitici olarak yer aldığını belgeleyenler eğitici olarak katıldıkları her bir eğitim için ..., ek puanlamaya tâbi tutulurlar... Yerleştirmeler önce birinci grup olmak üzere en yüksek hizmet puanından başlanarak yapılır./ Birinci grubun yerleştirilmesi: Aile hekimliği uzmanları, grup çalışmasının sağlanması, uzmanlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve kişilerin hizmet unsurlarından dengeli bir şekilde yararlanabilmeleri için her aile sağlığı merkezinden bir pozisyonu tercih ederek yerleşme hakları vardır. Bununla birlikte dört (dahil) - altı (dahil) birim planlanmış aile sağlığı merkezlerinde ikinci bir aile hekimliği uzmanı, altının üzerinde birim bulunan aile sağlığı merkezlerinde ise her üç birim için bir aile hekimliği uzmanı daha o pozisyonlardan birini tercih ederek yerleşebilir. Aile hekimliği uzmanı, aile hekimliği uzmanı kontenjanı dolan bir aile sağlığı merkezine ancak bir alt gruptan hizmet puanları sıralamasına göre yerleşebilir./ İkinci grubun yerleştirilmesi: Birinci grubun yerleştirilmesinde tercih hakkını kullanmayan aile hekimliği uzmanları, tabipler ve diğer uzman tabipler en yüksek hizmet puanından başlamak üzere tercihlerine göre boş kalan aile hekimliği pozisyonlarına yerleşirler. 12

hekim görev yapmaya başlamıştır.13 2010 sonu itibariyle 3.600 kişiye bir aile hekimi hizmet vermektedir. Yıllar itibariyle aile hekimine kayıtlı kişi sayısının kademeli olarak azaltılması planlanmıştır. 14 - Döner sermaye payı ve verilecek ücret.Kadroya bağlı olarak veya sözleşmeli personel pozisyonlarında görev yapan personelden Sağlık Bakanlığınca aile hekimi veya aile sağlığı elemanı olarak görevlendirilenlere, 209 sayılı Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına Bağlı Sağlık Kuruluşları ile Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında Kanun uyarınca ek ödeme yapılmaz. Bunlara, aylıklarına ve ücretlerine ilaveten, çalıştıkları günler dikkate alınarak belirlenen miktarların yarısını aşmamak üzere tespit edilecek tutarda ödeme yapılır. Sözleşme yapılan aile hekimi ve aile sağlığı elemanlarına, 657 m. 4/(B) bendine göre belirlenen en yüksek brüt sözleşme ücretinin aile hekimi için (6) katını, aile sağlığı elemanı için (1,5) katını aşmamak üzere tespit edilecek tutar, çalışılan ay sonuçlarının ilgili sağlık idaresine bildiriminden itibaren 15 gün içerisinde ödenir. Sözleşmeli olarak çalışmaya başlayanların, daha önce bağlı oldukları sosyal güvenlik kuruluşlarıyla ilişkileri aynı şekilde devam ettirilir. Ancak, her türlü prim, kesenek ve kurum karşılıkları verilecek ücretlerden kesilerek ilgili sosyal güvenlik kuruluşuna aktarılır. Bunlar önceki durumları çerçevesinde tedavi yardımlarından yararlanmaya devam ederler. Aile hekimi ve aile sağlığı elemanlarının durumları ve aile hekimliği uzmanlık eğitimi almış olup olmadıkları da dikkate alınmak suretiyle yapılacak ödeme tutarlarının tespitinde; çalıştığı bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi, aile sağlığı merkezi giderleri, tetkik ve sarf malzemesi giderleri, kayıtlı kişi sayısı ve bunların risk grupları, gezici sağlık hizmetleri ile aile hekimi tarafından karşılanmayan gider unsurları gibi kriterler esas alınır. Sağlık Bakanlığınca belirlenen standartlara göre, koruyucu hekimlik hizmetlerinin eksik uygulaması halinde bu öde13 14

Sağlık Bakanlığı 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 48. Sağlık Bakanlığı 2010 Mali Yılı İdare Faaliyet Raporu, s. 49.

Yıl: 26 • Sayı: 123


Nihat Kayar me tutarından brüt ücretin %20’sine kadar indirim yapılır. Sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi ücreti, aile sağlığı merkezi giderleri, tetkik ve sarf malzemesi giderleri ve gezici sağlık hizmetleri ödemelerinden Damga Vergisi hariç herhangi bir kesinti yapılmaz. Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları, mevzuat ve sözleşme hükümlerine uygunluk ile diğer konularda Bakanlık, ilgili mülkî idare ve sağlık idaresinin denetimine tâbidir. Aile hekimi ve aile sağlığı elemanları, görevleriyle ilgili ya da görevleri başında işledikleri veya kendilerine karşı işlenen suçlarda Devlet memurları gibi kabul edilir. Aile hekimi ve aile sağlığı elemanları, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu gereğince mal bildiriminde bulunmakla yükümlüdür (m.6).

ma yoktur. Burada asıl sorun, kamu görevlisi olmayan ve serbest çalışan uzman tabip, tabip, ebe, hemşire, sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil tıp teknisyenleri ile imzalanan sözleşmenin niteliğidir. Yönetsel hizmet sözleşmesi, yönetsel sözleşmelerin bir türüdür. Bunlar, Anayasanın 128’inci maddesi kapsamında “Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler”i yürütecek olan diğer kamu görevlileri ile yönetim arasında yapılan iki yanlı bir idari işlemdir. Burada karşımıza başka bir sorun çıkmaktadır. O da, kamu görevlisi olmayan aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları diğer kamu görevlisi midir? Çünkü, bunların diğer kamu

Tablo 3.5: Aile Hekimi ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı

59

C. SÖZLEŞMENİN HUKUKİ NİTELİĞİ Aile hekimliği konusunda, Sağlık Bakanlığı personeli veya diğer kamu kurum ve kuruluşları personeli ile yapılan sözleşmenin yönetsel hizmet sözleşmesi olduğunda tartış-

Temmuz-Eylül 2013

görevlisi olarak kabul edilmeleri durumunda, bunlarla yapılan sözleşmeler, yönetsel hizmet sözleşmesi olarak kabul edilecektir. Anayasa Mahkemesinin Çoğunluk Görüşü.- 5258 sayılı Kanunla ilgili olarak açılan iptal davasında Anayasa Mahkemesi, aile


Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı

60

hekimleri ve aile sağlığı elemanlarınca sunulacak olan aile hekimliği hizmetlerinin, Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerden olduğunu kabul etmiş ve aile hekimliği uygulamasında çalıştırılacakları da diğer kamu görevlileri içerisinde saymıştır. Mahkemeye göre, 128’inci maddedeki “diğer kamu görevlileri” kavramı, memurlar ve işçiler dışında, kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerde, kamu hukuku ilişkisiyle çalışanları kapsamakta olup, kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerde memur ve/ veya diğer kamu görevlilerinden hangisinin çalıştırılacağına ilişkin tercih yasakoyucunun takdir alanı içindedir. Mahkeme’ye göre, ihtiyaç duyulması halinde, belirtilen nitelikleri taşıyan kamu görevlisi olmayan kişilerle idari hizmet sözleşmesi yapılarak aile hekimliği uygulamalarını yürütmek olanaklıdır. Çünkü, aile hekimliği uygulamasında çalıştırılacak olan kamu görevlisi olmayan kişiler, “diğer kamu görevlisi” kapsamındadır. 15 Mahkeme, kamu görevlisi olmayan kişilerle yapılacak olan sözleşmenin niteliği üzerinde ve diğer kamu görevlilerinin kimlerden oluştuğu konuları üzerinde, herhangi bir gerekçe ve açıklama getirmeden ya da çok zayıf gerekçelerle, doğrudan bunların diğer kamu görevlileri kapsamına girdiği ve bu nedenle de imzalanan sözleşmenin kamu hukuku ilişkisi anlamında bir yönetsel hizmet sözleşmesi olduğu varsayımı üzerinden hareketle bu sonuca ulaşmıştır. Mahkeme bu görüşe, 6’ya karşı 5 oyla ulaşmıştır. İptal isteminin reddine, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Şevket APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ’ın karşıoyları ve oyçokluğuyla karar verilmiştir. Kararın bir başka ilginç yönü de, çoğunluk görüşünü oluşturan 6 üyeden biri olan Serdar ÖZGÜLDÜR ise, bu görüşe değişik gerekçe ile katılmıştır. Özgüldür, Anayasa’nın 56. ve 47. maddelerine atıfta bulunarak, aile hekimliği uygulamasında istihdam edilen kamu görevlisi olmayan kişilerin “diğer kamu görevlisi” sayılamayacaklarını söylemektedir. Bunların sunduğu sağlık hizmeAnayasa Mahkemesi, Esas: 2005/10, Karar: 2008/63, Karar Günü: 21.2.2008, R.G.: 7.11.2008, 27047. 15

tinin özelliği dikkate alındığında “farklı” bir kategoriyi teşkil ettiği ve kamu hukukundan ziyade özel hukuk hükümlerine tâbi oldukları görülmektedir. Bu “farklı” kategoriye tâbi personelin “sözleşmeli” olarak çalıştırılmaları, kendilerinin 657 sayılı Kanun’un 4. maddesi kapsamına girdiklerini göstermediği gibi, bu sözleşmenin “idari hizmet sözleşmesi” olarak da nitelendirilmesi mümkün değildir. Çünkü, “idari hizmet sözleşmesi” kamuda istihdam edilen ve işçi sayılmayan kişilerle idare arasında akdedilen bir sözleşme türüdür ve söz konusu kişiler 657 sayılı Kanun’un 4. maddesindeki dört istihdam türünden birini oluşturur. Bu sözleşmelerden kaynaklanan uyuşmazlıklar idari yargıda çözümlenmektedir. Sonuç olarak, bu kişileri “diğer kamu görevlisi” saymak mümkün olmadığından, bu kişilerle imzalanan sözleşmeyi de bir “idari hizmet sözleşmesi” saymaya olanak yoktur. Çünkü 5258 sayılı Kanunun tüm hükümleri incelendiğinde, bunların yönetim karşısında güçsüz bırakılmadıkları, bilakis karşılıklı iradelerin uyuşması esasına dayanan ve özel hukukun öngördüğü bir hizmet sözleşmesi olduğu görülür. Gerek anılan yönetmelik hükümleri, gerek bu yönetmelik uyarınca hazırlanan sözleşme metinleri incelendiğinde de, tek taraflı kamu gücünün söz konusu olmadığı, sözleşme feshi nedenlerinin karşılıklı ve dengeli bir biçimde düzenlendiği görülmektedir. Özgüldür, bu farklı gerekçelerle, yani bunların “diğer kamu görevlileri” kapsamına girmediği, bunlarla akdedilen sözleşmenin bir “idari hizmet sözleşmesi” olmayıp, özel hukuka tâbi bir hizmet sözleşmesi niteliğinde bulunduğu, dolayısıyle iptal isteminin bu gerekçelerle reddi gerektiğini düşünmektedir. Bu durumda, 6 üye, aile hekimliği hizmetlerinde çalıştırılan kamu görevlisi olmayanların Anayasanın 128’inci maddesi kapsamında diğer kamu görevlisi olmadıkları ve bunlarla yönetsel yargı denetimine tabi olan yönetsel hizmet sözleşmesi imzalanamayacağını söylemektedirler. Danıştay’ın Görüşü.- İzmir İlinin 5258 sayılı Kanuna dayanılarak pilot il olarak belirlenmesine ilişkin 16 Şubat 2006 tarihli

Yıl: 26 • Sayı: 123


Nihat Kayar Sağlık Bakanlığı işlemi ile 2005/9142 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Kapsamında Sağlık Bakanlığı’nca Çalıştırılan Personele Yapılacak Ödemeler ve Sözleşme Şartları Hakkında Yönetmeliğin tüm hükümlerinin iptali istemiyle açılan iptal davasında, Danıştay, Anayasa Mahkemesinin daha önce verilmiş red kararındaki gerekçeye dayanarak red kararı vermiştir. 16 Danıştay’a göre, kamu kesiminde, özellikle de Sağlık Bakanlığı’nda sözleşmeli personel istihdamı çok yaygın biçimde uygulanmakta olup, asli ve sürekli görevlerde memur ve/veya diğer kamu görevlilerinden hangisinin çalıştırılacağına ilişkin tercih Yasakoyucunun takdir alanı içindedir. Sözleşmeli personel istihdamı, genel olarak, uzmanlık gerektiren yaşamsal önemi haiz sağlık hizmetinin özelliğinden, yurdun tüm bölgelerine sağlık hizmetlerinin sürekli ve düzenli bir biçimde ulaştırılması zorunluluğundan kaynaklanmakta ve sağlık personelinin ücret düzeyinin iyileştirilmesinde bir araç olarak da kullanılmaktadır. Aynı durum, aile hekimliği pilot uygulamasında da geçerlidir. Bu uygulama ile, aile hekimliğinde, birinci basamak sağlık hizmetlerinin kamu hizmeti olma niteliği değişmemekte, bu hizmetler her koşulda kamu görevlileri tarafından yerine getirilmekte ve sözleşme koşulları hizmetin özelliği dikkate alınarak belirlenmektedir. Anayasa Mahkemesinin Azınlık Görüşü.- Kantarcıoğlu ve Perktaş’a göre, Aile hekimliği sağlık hizmetleri, devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu asli ve sürekli görevler kamu hizmetleri kapsamında olduğu için,bu hizmetler, kamu görevlisi niteliği taşımayanlar tarafından yürütülemez. Erten ve Özler’e göre, Devletin asli ve sürekli görevlerinden olan ve genel idare esaslarına göre memur veya diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi gereken aile hekimliği uygulamasına ilişkin sağlık hizmetleri, özel hukuk sözleşmesi ile çalışan ve idari hizmet sözleşmesi olmadığı için kamu hukuku bağlantısı bulunmayan bu nedenle de memur ya da kamu görevlisi sayılması mümkün olmayan kimseler tarafından Danıştay, 5. D., Karar: 2009/2011, Esas: 2007/6860, Karar Tarihi: 15/04/2009. 16

Temmuz-Eylül 2013

yerine getirilemez. Apalak ise yazdığı azlık oyunda, 657 sayılı Kanunda, memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler dışında bir çalıştırma biçimi yasaklandığını, bu kişilerle yapılacak sözleşmenin hukuksal niteliği ve Anayasa’da yer almayan farklı bir görevlendirme yarattığını belirtmektedir. Ayrıca, bunlara sözleşmeli personelle ilgili ücretlerinin üstünde bir ödeme yapılması, Anayasa’nın amaçladığı dizgenin dışına çıkıldığı, kendine özgü, konum ve ücretleriyle eşitlikle de çelişir sonuçlara etken olmaktadır. 1982 Anayasası’na göre, sağlık hizmetleri, yönetsel kamu hizmeti niteliğindedir. “A. Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” başlıklı 56’ncı maddeye göre, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip” olduğu için, “Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler.” ve bu görevini “kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir.”. Anayasanın 47’nci maddesine 13 Ağustos 1999 tarih ve 4446 sayılı Kanunun birinci maddesi ile eklenen son fıkrasına göre, Devlet, KİT ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir. 1982 Anayasası’nın 128’inci maddesine göre, Devletin, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür. Anayasadaki hükümlere bakıldığında, aile hekimliği uygulamalarının Devlet tarafından ya da Devletin sıkı gözetim ve denetimi altında özel kişiler tarafından da yürütülmesi gereken asli ve sürekli bir kamu hizmeti olduğu anlaşılmaktadır. Asli ve sürekli kamu hizmetlerinin Devlet eliyle yürütülmesi durumunda, bunun memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütülmesi gerekir. Genel idare genel idare esaslarına

61


Kamu Görevlisi Olmayan Sözleşmeli Aile Hekimi Ve Aile Sağlığı Elemanı İstihdamı

62

göre yürütülmesi gereken aslî ve sürekli görevlerin 657 sayılı Kanunun 4’üncü maddesinde belirtilen dört istihdam türü (memur, sözleşmeli personel, geçici personel, işçi) dışında bir kategori ile yürütülmesi, 128’inci madde değişmediği sürece olanaklı değildir. Aile hekimliği hizmetlerinin ihtiyaç duyulması halinde kamu görevlisi olmayan kişilere yaptırılması uygulaması, esas itibariyle “hizmet satın alma”dan başka bir şey değildir. Hizmet satın alma denilen durum ise, ihale sistemine göre yürütülen süreç sonunda akdedilen sözleşmeye benzemektedir. Yönetim Hukukunda kabul edildiği şekliyle, ihalenin, ihaleyi kazananla sözleşme akdedilmesine kadar olan aşama yönetsel aşama olup, bu aşamadan kaynaklanan anlaşmazlıklar kamu hukuku ilişkisi olup, yönetsel yargı denetimine tabidir. İhaleyi kazananla akdedilen sözleşme ise özel hukuka tabi olup, bundan kaynaklanan anlaşmazlıklar ise adli yargı denetimine tabidir. Özgüldür’ün atıfta bulunduğu Anayasanın 47’nci madde hükmüne bakıldığında, Devletin, yürütülen yatırım ve hizmetlerden (genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli kamu hizmetlerinden bahsedilmemektedir.) hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceği veya devredilebileceğinin kanunla belirlenmesi konusunda TBMM’ne takdir yetkisi tanındığı görülmektedir. Bu maddeye dayanılarak bazı yatırımların Yap-İşlet17 ve Yap-İşlet-Devret18 yöntemiyle özel kişilerle akdedilen sözleşme gereğince yürütülmesi sırasında bu kişiler ve çalıştırdıkları kişiler kamu görevlisi olarak kabul edilmemektedirler. Çünkü bu kişilerin üstlendiği hizmetler, üretimi ve işletilmesi ekonomik boyut içeren ve genel idare esaslarına göre yürütülmeyen faaliyetlerdir.

Yap-İşlet Modeli İle Elektrik Enerjisi Üretim Tesislerinin Kurulması Ve İşletilmesi İle Enerji Satışının Düzenlenmesi Hakkında Kanun, Kanun No: 4283, Kabul Tarihi: 16/7/1997, R.G.: 19/7/1997, 23054. Madde 3/son (Ek fıkra: 1/7/2006-5539/1 md.) Bu sözleşmeler özel hukuk hükümlerine tâbidir. 18 Bazı Yatırım Ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında Kanun, 3996, K.T.: 8/6/1994, R.G.: 13/6/1994, 21959. Sözleşme M.5-(Değ.: 20/12/1999-4493 m.2) Yüksek Planlama Kurulunca belirlenen idare ile sermaye şirketi veya yabancı şirket arasında yapılacak sözleşme, özel hukuk hükümlerine tabidir. 17

Bu maddeye dayanılarak çıkarılacak bir kanun, ancak, akdedilecek sözleşmenin niteliğini belirlemeye yarar. Yoksa bu kapsamda, özel hukuka tabi olacak sözleşme ile 128’inci madde değişmediği sürece, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken kamu hizmetleri, memurlar ve diğer kamu görevlileri dışında “farklı” kategorideki kişileri kamu görevlisi statüsüne sokarak yürütülemez. Zaten Anayasa Mahkemesinin çoğunluk görüşünü oluşturan 5 üyesinin görüşü de buna dayanmaktadır. Bunlara göre, aile hekimliği hizmetlerinde çalıştırılacak olan kamu görevlisi olmayan kişilerin, sözleşme akdedildikten sonra “diğer kamu görevlisi” olarak kabul edilmesi bunu göstermektedir. Aksi düşünüldüğünde, yani bu kişilerin diğer kamu görevlisi kabul edilmemesi durumunda, aile hekimliği hizmetlerinin bu yolla yürütülmesinin olanaksızlığı da kabul edilmiş olmaktadır. 5258 sayılı Kanunda (m. 6), aile hekimi ve aile sağlığı elemanları, görevleriyle ilgili ya da görevleri başında işledikleri veya kendilerine karşı işlenen suçlarda Devlet memurları gibi kabul edilecekleri ve 3628 sayılı Kanun gereğince mal bildiriminde bulunmakla yükümlü oldukları belirtilmiştir. Bu hüküm dahi, bunların kamu görevlisi olarak kabulüne olanak tanımaz. Anayasa Mahkemesi 1987 yılında verdiği bir kararda, il genel meclisi ve belediye meclisi üyelerinin, “hizmet kadrosuna sürekli biçimde girmiş ve onunla kaynaşmış olmadıkları, kamu hizmetlerine geçici ve arızi katıldıkları, örgüt içinde ve aralarında hiyerarşi bağı bulunmadığı, üstlendikleri kamu hizmetleri dışında varlıklarını, iş ve mesleklerindeki yerlerini korudukları, kamu hizmetlerinin gerektirdiği alan ve ölçülerde uzmanlaşmadıkları için” memur ya da kamu görevlisi sayılamayacaklarını ve bunların olsa olsa kamusal ajan olarak nitelendirilmesi gerektiğini kabul etmiştir. Bunların, görevleri sırasında ve görevlerinden dolayı işledikleri suçları bakımından T.C.K. uygulamasında memur durumunda sayılmaları, ellerinde kamu gücünü ve diğer araçları bulundurmaları nedeniyle ayrı bir korumaya tabi tutulma gereksinimine dayanmaktadır. Ceza hukukuna özgü bu nedenler, onların yönetim hukuku ilkelerine göre de memur ya da kamu görevlisi olarak kabulüne yeterli değildir. 19 Bu gerekçeler, kamu görevlisi ol-

Anayasa Mahkemesi, Esas: 1987/18, Karar: 1988/23, Karar Günü: 22.6.1988, R.G.: 26.11.1988, 20001. 19

Yıl: 26 • Sayı: 123


Nihat Kayar mayan aile hekimi ve aile sağlığı elemanları için de geçerlidir. SONUÇ Kanunun uygulama biçimine bakıldığında, memur ve sözleşmeli personel statüsünden aile hekimliğine geçiş, yeni bir istihdam türü yaratma amacıyla yüksek maaş vererek özendirilmektedir. Kamu görevlisi olmayan aile sağlığı elemanı çalıştırma yaygınlaştıkça ve bunların sayısı arttıkça, bir süre son-

ra, 4/C’li personel krizine benzer sorunlarla karşılaşılacaktır. Mevcut sistem içinde, sözleşmeli personel ve geçici personel uygulamaları nedeniyle zaten sorunlu bir alan olan kamu istihdamı, “kamu görevlisi olmayan aile hekimi ve aile sağlığı elemanı” çalıştırılması ile Anayasaya aykırı biçimde, çok sınırlı güvencesi olan farklı bir kamusal istihdam biçimi yaratılmaya çalışılmaktadır.

Kutu 3.2: 5258 Sayılı Kanunun TBMM Görüşmeleri 20. CHP Grubu Adına Mehmet Uğur Neşşar (Denizli) - ... aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının memur veya diğer kamu görevlileri statüsünde olmayacakları açık... bu hizmetlerin genel idare esaslarına göre yürütülmekle yükümlü bulunan kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevler niteliğinde olmadığı anlamı hâsıl olur ki, bu, anayasal açıdan kabul edilebilir bir şey değildir... ... tasarıyla getirilen statü, özel hukuk hükümlerine tabi sözleşmeli personel çalıştırılması statüsüdür. Bu statünün Anayasaya aykırılığı çok açık biçimde görüldüğü için hükümetin teklif ettiği kanun tasarısının 7 nci maddesinde yer alan “aile hekimi ile aile sağlığı elemanlarının nitelikleri, hak ve yükümlülükleri, (...) Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” hükmü, Plan ve Bütçe Komisyonunda değiştirilerek “çalışma usul ve esasları; (...) Sağlık Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir” haline getirilmiştir. ... bu değişikliğin sözleşmeli çalıştırılacak aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının istihdam biçimlerinin Anayasaya aykırılığını ortadan kaldırmaya yönelik olduğu şüphesizdir; ... tasarıya göre, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları memur veya diğer kamu görevlileri statüsünde olmadığı için, böyle bir değişiklik Anayasaya aykırılığı da ortadan kaldırmaz. Gereksiz yere yapılmış bu değişiklik, tasarıyı hazırlayanların da bir kafa karışıklığı içerisinde olduğunu bu şekilde ortaya koymaktadır. Maddenin uzunluğu dikkate alındığında, bu maddenin içerisinde bir şeylerin saklanmakta olduğu zaten anlaşılıyor... yeni bir sözleşmeli çalışma statüsü ihdas edilmek istenmektedir. Hukuk dili olduğu için biraz daha fazla okuyacağım bu sefer. Söz konusu statü, Sağlık Bakanlığının ve hükümetin aile hekimliği uygulamasıyla oluşturmayı hedeflediği kamusal düzen değişikliğini deşifre etmektedir. ... Hükümet, bu yasayla, devlet memurluğu ve diğer kamu görevlileri tanımlaması dışında, ülkemizde bugüne kadar emsali olmayan yeni bir sözleşmeli personel tanımı ortaya atmaktadır. Bu yolla, Anayasanın kamu hizmetlerinin kimlerle ve nasıl verileceğiyle ilgili hükümleri by-pass edilmek istenmektedir. Biz, bu tanımlamayı, verilmesi amaçlanan hizmetin özelliği ve dolayısıyla Anayasayla çelişkili buluyor ve reddediyoruz. … mevcut anayasal ve idarî yapımız, sözleşmeli personel çalıştırmanın çerçevesini bu şekilde çizmişken, görüşmekte olduğumuz tasarı, bu çerçevenin dışında ve anayasal çerçeveyi zorlayan düzenlemeler getirmektedir. Örneğin, kanun tasarısının 3üncü maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesinde özetle, ihtiyaç duyulması halinde, kamu görevlisi olmayan uzman tabip, tabip ve aile sağlığı elemanları sözleşme yapılarak çalıştırılabilir hükmü yer almaktadır... getirilen statü, özel hukuk hükümlerine tabi sözleşmeli personel çalıştırılması statüsüdür..

TBMM Genel Kurul Tutanağı 22. Dönem 3. Yasama Yılı, 21. Birleşim 24/Kasım /2004 Çarşamba, Dönem: 22, Yasama Yılı: 3, TBMM Tutanak Dergisi, Cilt: 65, 21 inci Birleşim, 24 Kasım 2004 Çarşamba. 20

Temmuz-Eylül 2013

63


JAPON EKONOMİSİNE GENEL BİR BAKIŞ Hakan Alkan*

64

1868 Meiji reformları döneminden itibaren piyasa ekonomisi kavramını benimsemiş olan Japonya, ekonomik yapısını İngiltere ve ABD’nin özel sermayeye dayalı serbest girişim modeline göre yapılandırmıştır. Ancak Japon ekonomik modelinin kendine özgü birçok özelliği bulunmaktadır. II. Dünya savaşı öncesi dikey olarak tekelleşmiş aile şirketlerine (Zaibatsu) dayalı olan Japon ekonomisi, savaş sonrası işgal kuvvetleri komutanı General MacArthur tarafından uygulanan tekellerin dağıtılması politikası sonrası yine kendine özgü yapılanma süreci içine girerek bu kez Keiretsu adı verilen ve büyük bankalar etrafında örgütlenen çok sayıda şirketten oluşan bir yapıya sahip olmuştur. 1990 yılında başlayan durgunluk öncesi altı büyük Keiretsu bulunmaktaydı. Bunlar sırasıyla; Mitsubishi ( Mitsubishi Bank), Mitsui ( Mitsui Bank), Sumitomo ( Sumitomo Bank), Fuyo (Fuji Bank), Dai-Ichi Kangyo ( Dai-Ichi Kangyo Bank) ve Sanwa (Sanwa Bank) şirketlerinden oluşmaktaydı. Ekonomik durgunluk sonrası başlatılan yeniden yapılanma ve reformlar döneminde, Japon hükümeti bu şirketleri birleşmeye zorlamış ve bu nedenle bugün bu şirketlerin ti* Japonya Eski Ekonomi Müşaviri

cari ilişkileri ve ortaklık yapıları karmaşık bir yapıya kavuşmuştur. Günümüze geldiğimizde Japon ekonomisinde onyıllardır yaşanan durgunluğun sadece dış talebin ve ekonomi canlandırma teşviklerinin bitmesi nedenleriyle tarif edilemez olduğu görülmektedir. Japonya’nın global ekonomik krizin olumsuz etkileri ile ciddi bir durgunluk içine düştüğü bir gerçektir, fakat iyileşme hızının yetersiz olmasının önemli nedenlerinden biri yurtiçindeki ekonomik parametrelerden kaynaklanmaktadır. Özellikle, uzun zamandır yaşanan deflasyon ve yüksek seviyede bulunan devlet borcu, nüfusun giderek azalması ve yaşlanması Japonya’nın İkinci Dünya Savaşından beri ilk defa yaşadığı ağır durgunluğun üstesinden gelmesini engellemektedir. 2010 yılında Japon ekonomisi, global ekonomik krizin etkilerine rağmen ABD ve Avrupa ülkelerine göre daha çok ilerleme kaydetmiştir. Ancak, ekonomideki bu düzelme 2010 Ağustos ayından itibaren yavaşlama trendine girmiştir. Devlet tarafından uygulanan teşviklerin kaldırılması, Yen değerinin yükselmesi ve diğer bölge ekonomilerindeki, özellikle Avrupa ülkelerindeki belirsizlikten dolayı ihracatta ve dolayısıyla ekonomide durgunluk söz konusu olmuştur. Diğer yandan Japonya’nın Yıl: 26 • Sayı: 123


Hakan Alkan Japonyanın Sosyal ve Ekonomik Göstergeleri

65

Temmuz-Eylül 2013


Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış

66

doğu bölgesinde 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen büyük deprem felaketi ekonomiyi olumsuz şekilde etkilemiştir. Özelikle depremden etkilenen bölgede tedarik zicirinin bozulması ve TEPCO (Tokyo Electric Power Company) ve Tohoku Elecktric Power Co.’nin elektrik verdiği bölgedeki kesintiler nedeniyle endüstriyel üretim ve ihracat azalmıştır. Dünya ekonomisindeki gelişmeler , Japon Hükümetinin yeniden yapılanma politikaları, vergi ve sosyal güvenlik alanında yapılması düşünülen reformlar dikkate alınarak Japon ekonomisinin gelecek 10 yıl içerisinde yıllık bazda nominal olarak % 2,4 ; reel olarak % 1,8 oranında büyüyeceği tahmin edilmektedir. Japon ekonomisinin büyümesi bağlamında göz önünde bulundurulması gereken üç önemli husus bulunmaktadır. Bunlardan birincisi kurlardaki dalgalanmanın ekonomiye doğrudan etkisi ve dolaylı olarak ihracatçının rekabet edebilmesini etkileyen dolaylı etkisi. İkincisi, 11 Mart depreminden zarar gören Nükleer Santrallerin üretimini durdurması nedeniyle oluşan elektrik sıkıntısının; termal santrallerle ve enerji talebinin kontrol altına alınması yöntemleri ile üstesinden gelinmeye

çalışılmasıdır. Üçüncüsü ise bugün hemen hemen tüm ülkelerde artarak devam eden kamu borcu problematiğidir. Japon kamu maliyesinin durumuna bakıldığında kamu borcu’nun GSYIH’ye oranının % 200 seviyesinde olduğu görülmektedir. Bu yüksek kamu borcunun hafifletilmesi amacıyla vergi sisteminde ve sosyal güvenlik sisteminde bazı değişiklikler yapılması planlanmaktadır. Japon nüfüsünun azalması ekonominin önündeki en büyük engellerden birisidir. Zira nüfus azalışı büyüme potansiyelini düşürerek kamu borcunun azaltılması sürecini uzatmaktadır. Bu problem gelişmiş ülkelerin çoğunda görülmekle beraber; nüfusun azalması ve yaşlanması Japonya için daha ciddi bir problem olarak görülmektedir. Japonyadaki nüfus artış oranı ABD ve birçok Avrupa ülkesinden düşüktür. Yaklaşık iki onyıldır Japon ekonomisinin muzdarip olduğu deflasyon dünya ekonomi literatürüne “Japanization” olarak geçmiştir. Japon Merkez Bankası 14 Şubat 2012 tarihinde almış olduğu parasal kararlar ile orta ve uzun vadede fiyat istikrarını, parasal genişlemeye devam ederek tüketici fiyatları endeksi-

Yıl: 26 • Sayı: 123


Hakan Alkan ni % 1 oranında artırarak deflasyondan çıkışı hedeflemiş ve bu amaçları gerçekleştirmek için Varlık Satınalma Programındaki (JGB satın almak için) miktarları yükseltmeye karar vermiştir. 2011 yılı itibariyle satın alma gücü paritesine göre ABD ve Çin’in ardından dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olan Japonya dünyanın en büyük dördüncü ihracat ve ithalatçı ülkesi konumundadır. Yüksek kaliteli tüketim mallarını ve gelişmiş sermaye mallarını ihraç eden bir ülke olarak Japonya’nın, rekabet gücünün sürekli yüksek seviyede tutulması çok önemlidir. Bu konuda, ekonomik büyümeyi desteklemek açısından, Trans-Pacific Partnership (TPP) ile ticaretin serbest bırakılmasının geliştirilmesine önem verilmekte ve bu bağlamda TPP için üye ülkeler ile müzakereler devam etmektedir. Japonya’nın TTP’ye girmesi halinde üretimde ortalama olarak % 0,5 oranında bir artış olacağı tahmin edilmektedir. Ayrıca, Japon ekonomisindeki yurtiçi talebin artırılması ve iş imkanlarının yaratılması anlamında yeni bir ekonomik dengenin oluşturulması gerekmektedir. Zira, Japonya’da işgücünün yaklaşık dörtte üçü, yurtiçi için üretilen mal veya hizmetlerin üretiminde çalışmaktadır. Ancak, son 10 yıldır devam eden düşük büyüme oranı ve kronik deflasyon nedeniyle, söz konusu yurtiçi mal ve hizmetler için yapılan yatırımlar sürekli düşük seviyede kalmıştır. Yaşlanan nüfus, yaşlı bakımı ve sağlık hizmetleri gibi benzer ihtiyaçları karşılamak için canlı bir piyasa oluşturamamıştır. II. Dünya Savaşında yaşadığı büyük yıkıma rağmen Japonya, kısa süre içinde hızla gelişerek, birçok ülke için örnek bir kalkınma modeli oluşturmuştur. Özellikle 1960-1980 döneminde çok hızlı büyüyen Japon ekonomisi, 1980’ li yıllarda yaşadığı “balon” (bubble economy) büyüme döneminin arkasından 1990’ların başlarından itibaren finans sektöründe başlayan ve reel ekonomiye yayılan durgunluk sürecine girmiştir. Japon ekonomisi, 1990’ların sonları ve 2000’li yılların başlarında da deflasyon, bankacılık ve finansal piyasalar krizi, nüfus, is-

Temmuz-Eylül 2013

tihdam ve sosyal güvenlik sorunları, yüksek oranda kamu borçları gibi sorunlarla boğuşmaya devam etmiştir. Ancak, 2002 yılı başından itibaren dünyada yaşanan hızlı büyüme ve uzakdoğu’nun dünya ekonomisinde dinamizmi ve ağırlığının giderek artmasına paralel olarak bir gelişme ve iyileşme dönemi yaşanmıştır. 2006 yılının sonlarına doğru ekonomik büyümedeki istikrarlı seyir, bu büyümenin gerek ihracatla, gerek iç piyasadaki talep artışı ve sabit sermaye yatırımlarındaki büyüme ile desteklenmesi, böylece ekonomik büyümenin piyasaları canlandırması, Japon ekonomisini yeniden iyimser bir havaya sokmuştur. Bu dönemde ekonomi üzerindeki deflasyonist baskının kalktığına dair işaretler ve Japon Merkez Bankası’nın sıfır faiz ve gevşek para politikalarını terketmesi de ekonomideki olumlu sinyalleri güçlendirmiştir. Şubat 2002 tarihinde başladığı ve Ekim 2007 tarihinde sona erdiği kabul edilen savaş sonrası yaşanan en uzun (69 ay) ekonomik genişleme döneminde Japon ekonomisi yıllık ortalama % 2 büyümüştür. Bu dönemde yaşanan büyüme diğer genişleme dönemlerinden farklı olarak büyük oranda dış talepten kaynaklanmıştır. Alınan bütün tedbirlere rağmen iç tüketim canlandırılamamıştır. Nitekim 2007 yılı sonlarında ABD ekonomisinde başlayan, hızla tüm dünyaya yayılan mali krizin reel sektöre sirayet etmesi ve dış talebin hızla azalmaya başlaması ile , son dönem büyümesi ihracata dayalı olan Japonya yeniden ve daha büyük bir durgunluk sürecine girmiştir. Böylece 12 yıllık durgunluk döneminin ardından yaşanan 6 yıllık toparlanma dönemi ve bunun yarattığı iyimser hava bu kez küresel durgunluğun etkisi ile yerini büyük bir karamsarlığa bırakmıştır. Diğer yandan Japon ekonomisi, 2008 yılı Eylül ayında ABD’li dev yatırım bankası Lehman Brothers’ın iflası ile başlayan büyük global krizin etkilerinden kurtulmaya başladığı dönemde, 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın doğu bölgesinde meydana gelen büyük deprem ve sonrasındaki tsunami felaketi ile sarsılmıştır. Depremin meydana geldiği bölge imalat sanayine yedek parça

67


Japon Ekonomisine Genel Bir Bakış

68

temin eden üretim tesislerinin, ülkenin enerji ihtiyacını karşılayan nükleer santrallerin (Fukushima Daichi Nükleer Santrali) ve tarımsal üretimin yapıldığı bir bölge olup sadece Japonya’daki şirketleri değil çevre ekonomileri de etkilemiştir. Bu bağlamda, üretimdeki tedarik zincirinin bozulması, deprem ve tsunami felaketinden zarar gören nükleer santralden yayılan radyoaktif serpinti nedeniyle tarım ve balıkçılık sektörünün büyük zarar görmesi ve belkide en önemlilerinden biri olan nükleer santrallerden elektrik üretimi konusu, depremde meydana gelen kaza nedeniyle tekrar gözden geçirilerek ülkede mevcut 54 nükleer santralin 53’nün devre dışı bırakılması nedeniyle oluşan enerji sıkıntısı Japonya’nın büyüme beklentilerinin aşağı yönde revize edilmesine neden olmuştur. Japon ekonomisindeki kötüleşme şirketlerin performası açısından da çok kritik bir seviyeye ulaşmıştır. İsviçrede IMD Business School tarafından yayınlanan verilere göre Japonya 1990 yılında rekabet gücü açısından ilk başlarda iken 2009 yılında bu sıralamada 17. sıraya 2013 yılında ise 24. sıraya gerilemiştir. Bu sonucun arkasındaki sebep ise ülke ekonomisinin büyümesinin lokomotifi olan Japon şirketlerinin yatırımlarını yurtdışında yapmalarıdır. Japon ekonomisindeki talep eksikliği fiyatlar üzerinde aşağı yönlü baskı yapmakta ve kronik deflasyona sebep olmaktadır. Japon hükümeti talebin canlı tutulması bağlamında çevre dostu olarak tabir edeceğimiz elektrikle çalışan otomobillerin ve enerji tasarrruflu ev aletlerinin satın alınması gibi indirim ve teşvik sistemlerini uygulamıştır. 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen büyük deprem felaketi sonrasında Tohoku bölgesindeki altyapı yatırımları, binalar ve konutların büyük zarar görmesi nedeniyle hükümet yapmış olduğu ek bütçelerle zarar gören bölgenin yeniden imarını ve yeniden yapılandırılmasını amaçlamıştır. Bu bağlamda yapılan ve yapılacak olan kamu harcamalarının GSYH’yı artıracağı düşünülmüştür. Yapılan kamuoyu yoklamalarında, insanların geleceklerine ilişkin belirsizliklerinden dolayı

memnuniyetsizlikleri dikkat çekmektedir. Bu itibarla devletçe yapılan sübvansiyonlar ve verilen teşviklerden ziyade daha çok istihdam imkanı sağlanması ve bireylerin ekonomik olarak desteklenmelerinin gerektiği düşünülmektedir. Bu noktada Japon hükümeti istihdam yaratılması için yaşlanan nufusunun bakım ve medikal ihtiyaçlarının karşılanması alanlarında iş alanları açmaya çalışmaktadır. Bu alanda yaşanan en önemli sorun yorucu iş ortamına karşılık ücretlerin düşük olması ve çalışanların işi çabuk bırakmaları nedeniyle kronik bir işçi eksikliği yaşanmasıdır. Bu nedenle bu sektörlerde çalışanların iş koşullarının ve ücretlerinin artırılması gerekmektedir. Japonya’nın ekonomik ölçeğinin, doğum oranlarının düşmesi ve yaşlanma sebebiyle daha da küçüleceği düşünülmektedir. Bu nedenle bazı ekonomistler arasında öncelikle yurtdışı talep yoluyla gelirleri artırmak gerektiği görüşü hakimdir. Bu amaç için Japonya orta gelirli yükselen piyasalar denilen ülkelerde , demiryolu, elektrik santrali ve diğer büyük projeleri inşa etmek için çaba sarfetmektedir. Diğer yandan istikrarlı bir büyümeyi yakalamak amacıyla innovative teknoloji alanı kullanılmaya çalışılmaktadır. Bilindiği üzere global ısınma nedeniyle çevre dostu teknolojilere olan talep gün geçtikçe artmaktadır. Bu durum 1970’lerdeki petrol krizinde ileri teknoloji geliştirmeyi başaran Japon şirketleri için büyük bir fırsat olarak görülmektedir. Örneğin prize takılarak şarj edilebilen eletrikli binek araçlarda olduğu gibi buna benzer çevre dostu teknolojiler diyebileceğimiz alanlarda Japonya oldukça ileri düzeyde bir teknolojiye sahiptir. Japonyanın büyümesinde ve rekabet koşulları bağlamında uygulanmakta olan % 40 oranındaki kurumlar vergisi diğer ülkelerle kıyaslandığında oldukça yüksek bir seviyede olduğu ve bu durumun da Japon şirketlerinin rekabette diğer ülke şirketlerinin gerisinde kalmasında önemli bir etken olduğu düşünülmüş ve 2012 mali yılından itibaren uygulanmak üzere bu oran % 35,64’e düşürülmüştür. Japonya’nın orta vadeli makroekonomik görünümüne bakıldığında; Japon ekonomi-

Yıl: 26 • Sayı: 123


Hakan Alkan sinin negatif büyüme alanına gireceği ve bir çok problemle karşılaşacağı öngörülmektedir. Japon ekonomisinin çözmesi gereken dört ana problem mevcuttur. 1- İşgücü azlığı nedeniyle oluşacak düşük büyüme öncesinde işgücü piyasasında reform yapılması, 2- Yüksek kamu borcunun uzun vadede faiz oranlarını artırmadan önce kamu maliyesinin yeniden yapılandırılması ve sosyal güvenlik harcamalarına yönelik yeniden yapılandırmanın gerçekletirilmesi, 3- Tarım sektöründe ve tarımsal endüstri-

de yapılacak reformlarla karlılığın artırılması, 4- Yedi milyara ulaşan Dünya nufüsu ve artan nufusları ile gelişmekte olan ekonomiler enerji fiyatlarının ve tarımsal ürün fiyatlarının artmasına neden olacaktır bu bağlamda Japon sanayinin ve şirketlerinin uluslararası rekabeti güçlendirmeleri gerekmektedir. Japon ekonomisinin duraklamaya başladığı dönemden bu yana iki on yıl geçmiş ve yukarıda belirtilen sorunlarla ilgili olarak, siyasi belirsizlik ve güçlü bir siyasal iradenin bulunmayışı nedeniyle hiçbir reform gerçekleştirilememiştir.

69

Temmuz-Eylül 2013


DANIŞTAY KARARLARINDA “KAMU YARARI “ KAVRAMI İbrahim Gül*

70

GİRİŞ Makale, üzerinde çok konuşulan bir kavram kamu yararının Danıştay uygulamasındaki yeri hakkındadır. Zaman zaman Danıştay’ı bir felsefe ekolü gibi ele alıp “kamu yararı” kavramını kendine has içeriği ve mahkeme kararındaki müessiriyeti göz ardı edilerek bir çeşit olmayana ergi yoluyla kavramı yeniden bir ucube gibi üretim muamelesi görüldüğünü de yadsınamaz bir hukuksal gerçeklik olarak kabul edilmesini göz önüne almaktadır. Oysa, kavram salt bir değer ölçütü olarak içerik bakımından, yalınlık ifade etmemektedir. Somutlaştırma adına, “…kavramın kullanıldığı mahkeme kararının içeriğinden de esasen ayrık” olduğuna vurgu yapmak gerekir. Bir gazete köşesinde yer aldığı şekliyle; “Danıştay’ın ilgili dairesi, ALES sınavına türbanlı fotoğrafla girilmesini iptal ettirmek için bir sendikanın dava açmasının, genel kamu yararına uygun olduğuna karar verdi ve davayı kabul etti! Vahim derecede yanlış bir karardır bu. Çünkü Danıştay, “genel kamu yararı” var mı, yok mu diye bakamaz, bu açıdan karar veremez! Bunu yapması, “yerindelik denetimi”dir, yetki aşımıdır. Davadan bağımsız olarak kavramların anlamını görüştüğüm Prof. *Avukat, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Hukuk Müşaviri

Erdoğan Teziç ve Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu dün şunu söylediler: “Danıştay, önüne gelen bir davada kamu yararı güdülüp güdülmediğine bakar, fakat kamu yararı nedir, nerededir, nasıl olmalıdır diye bakamaz. Kamu yararının nerede, nasıl olduğuna idare karar verir.” Sınav şartlarını yani bu alanda “genel kamu yararı”nın kurallarını belirleme yetkisi idarenindir. Yargı ise, sınava giriş şartlarının kişisel çıkar amacıyla mı, “genel” bir düzenleme olarak mı yapıldığını inceleyebilir sadece... “Kamu yararı denetimi”nin anlamı bundan ibarettir. Yargının kamu yararı kavramını “genel”leştirmesi, yargıyı hukuka uygunluk denetiminin dışında bir vesayet makamı haline getirir ki fevkalade yanlıştır.Kararda eleştirilecek başka yönler de var, “genel kamu yararı” kavramını fevkalade yanlış bulduğum için hukukçuların dikkatine sunuyorum.” Yazar, Danıştay’ın “genel kamu yararı var mı yok mu diye bakamaz!” şeklindeki çıkışı izahtan vareste bir totolojik ve demogojik karşı duruştur. “Kamu yararının genelleştirilmesini” hukuk vehameti olarak gören yazar, görüşüne destek olarak da iki hukukçu profesörün eksik önermelerini kullanmıştır. Kamu yararının haddi zatında “genel”, “objektif” ve idarî işlemlerin gayî unsuru olduğunu göz ardı ederek Yüksek Mahkemenin işlevinin dayandığı bir ilkeyi “uydurma!” bulmak hukuka Yıl: 26 • Sayı: 123


İbrahim Gül saygı ilkesinin ilkelleştiği ülkemizde bir ilkel yorum olarak kalacaktır, düşüncesindeyim. 1 Kavrama ait özgül ağırlık ve çerçevesinin göreceli olduğuna değinmekle başladıktan sonra, “kamu yararı” kavramının, idari örgütlerin iş ve eylemlerini denetleyen idarî yargı mercilerinin yargısal denetimlerini yaparken temel ölçüt olarak kullandığı, kavramın değişik Danıştay kararlarında evrilmesi ve formel bir prensip olarak anılan kararlarda somutlaşmasına ilişkin karar bazında incelemelerde bulunulmuştur. Kararlar seçilirken hemen hemen tüm Danıştay kararları taranmış, kamu yararı kavramının yeniden inşa edildiği değişik Danıştay Daire kararlarında farklı bağlamda kullanılmasına atıflarda bulunan kararlar seçilmiştir. Makalede, belirsiz ve esnek bir kavram olan kamu yararı kavramının Danıştay kararlarındaki fonksiyonu, içeriğinin özgül ağırlığı, benzeşen kavramlar, düzenleme ve sınırlama kriteri olarak kararlarda somutlaşma biçemleri, kamu yararının üstün tutulup tutulmadığına ilişkin değerlendirmelere somut kararlar dolayımı ile cevaplar bulunmaya çalışılmakdadır. Kamu yararı kavramı ile idari istikrar, hizmet gerekleri ve taktir hakkı kavramlarına ilişkili ve ilgili kavramlar olarak değinilmiştir. Makalede

Taha Akyol, ALES kararı üzerine kamu yararı nedir? Milliyet, 25 Ocak 2011, http://gundem.milliyet.com.tr/ als-karari-uzerine-kamu-yarari-nedir-/taha-akyol/guncel/ gundemyazardetay/25.01.2011/1343679/default.htm, (Erişim, 18/11/2011). Sayın yazar Danıştay’ın verdiği kararı okumadan makaleyi yazdığı anlaşılıyor keza anılan kararda bu makalede yer verildiği gibi Sendikanın aleyhine ve dava açma ehliyeti olmadığına karar verilmiştir! Yazar lehe karar verildiği zannıyla yazıyı kaleme almış. Burada mesele zaten başörtüsü değil dava açma ehliyeti. Danıştay 8. Dairesine ait 28.09.2011 tarihli ve olan E. 2010/8496, K. 2011/4223 sayılıkararda, “Genel kamu yararı bulunduğu açık olan dava konusu uyuşmazlıkta davacı Sendikanın yukarıda aktarılan kuruluş amacı ile uyuşmazlık konusu kılavuz hükümlerinin laiklik ilkesini zedelediği ve yargı kararlarına aykırılık taşıdığı iddiaları birlikte değerlendirildiğinde, davacının dava konusu kararlar ile menfaat ilgisinin bulunduğunun kabulü zorunlu olup, davalı idarelerin davacı Sendikanın dava açma ehliyeti bulunmadığı yolundaki iddiaları yerinde görülmeyerek işin esasına geçildi” şeklinde karar verilmişti. Sayın yazar Danıştay’ın verdiği kararı okumadan makaleyi yazdığı anlaşılıyor keza anılan kararda bu makalede yer verildiği gibi Sendikanın aleyhine ve dava açma ehliyeti olmadığına karar verilmiştir! Yazar lehe karar verildiği zannıyla yazıyı kaleme almış. Burada mesele zaten başörtüsü değil dava açma ehliyeti. 1

Temmuz-Eylül 2013

tartışılan kavram boyunca “Genel olarak idari merciiler kamu menfaatlerini korumak için yaratılırlar, bireysel menfaatleri değil/Generally, administrative agencies are created to protect a public interest rather than to vindicate private rights.”2 De jure ve de facto durumu göz önünde tutulmalıdır. I. Kamu Yararı Kamu yararı, (common good of public/ l’interet general) 1789 Fransız Devriminden sonra ortak iyilik (common good) kavramının yerini almıştır. İngilterede “public interest” olarak yer bulmuş bir kavramdır. Türk Anayasa Mahkemesi, kamu yararını, “kişinin ve toplumun huzur ve refahını sağlamak”3 olarak tanımlaya gelmiştir. Kamu yararı kavramının anayasal yargıda ve akademik ortamda kamu menfaati olarak kullanılması yaygındır. “Kamu yararı kavramı, devlet organlarının taktir yetkisini de beraberinde getiren bir unsusurdur. Kural olarak, Avrupa Mahkemesinin kararlarından izlediği genel şema uyarınca, kamu yararının Sözleşme ile bağdaşır biçimde uygulanıp uygulanmadığının, ilk once somut olayda kamu yararının mevcur olup olmadığı saptanmalı, daha sonra da genel yarar ile birey yararı arasındaki adil dengenin sağlanıp sağlanmadığı incelenmelidir. Kamu yararının objektif bir tanımı bulunmamakta, anılan kavram “zamana ve yere gore farklılık” göstermektedir. 4 Kamu yararı kavramının idare hukuk bağlamı ve kapsamında ele alınması, bu kavrama çeşitli bilim alanları tarafından atfedilen esas veya anlamları göz ardı etmek anlamına gelmeyecekse de anılan kavramın salt hukuk

Cornell University, Law School, Legal Information Institute, http:// www.law.cornell.edu/wex/administrative_law, (Erişim 14/01/2014) 3 Tekin Akıllıoğlu, “Kamu Yararı Kavramı Üzerine Düşünceler”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:24, S:2, 1991, s.11 4 Bkn.Lami Bertan Tokuzlu, “Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü”, Sibel İnceoğlu (ed.), İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa,Ankara, 2013, s,518 Yazar her nekadar yukarıda alıntı yapılan makalesinde kamu yararı kavramına denk düşen Fransızca “ l’interet general” kelimesini/ karamını kullanmış ise de Fransız İdarî yargılama Kanunun da bu ibare “l’intérêt public” olarak kullanılmaktadır. Bkn. “Code de justice administrative” http://legislationline.org/topics/country/30/ topic/83, (Erişim, 14/12/2013). 2

71


Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı

72

nosyonu olarak ele alınması zorunluluğunu ortadan kaldırmayacaktır. A. Kamu Yararı Kavramı ve İdare Hukuku İlişkisi Kamu yararı, kamu hizmeti ile somutlaşabilen bir kavramdır. ONAR kamu hizmetini; “Devlet veya diğer amme hükmi şahısları (kamu tüzel kişileri) tarafından veya bunların nezaret ve murakabaları, kontrolleri altında umumi ve kolektif ihtiyaçları karşılamak ve tatmin etmek, amme menfaatini sağlamak için icra edilen ve umuma arzedilmiş bulunan devamlı ve muntazam faaliyetler” olarak tanımlamıştır. 5 Kamu yararı bize göre birey ve topluluk menfaatleri yarışmasında tercih edilen üst yarardır. Kamu yararının topluluk, toplum ve devlet lehine bireysel veya topluluk yararından vazgeçme, topluluk, toplum ve devlet yararlarının yarışması durumunda da büyük olan menfaati koruma amaçlı olarak mahkeme kararlarında yargısal tercihte bulunma durumudur, esasen. Kamu yararı kavramı idarelerin tüm eylem ve işlemlerinde birincil amaç olduğuna gore idareler ve onların hukuksal rejimi olan idare hukuku ile organik bağı olan bir kavramdır. II. Yasal Düzenlemelerde Kamu Yararı İdarelerin, İdari Yargılama Usulü Kanunu 2 inci madddesi “İdarî işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan iptal davaları,”6 şeklindeki düzenleme ile yapalacak iş ve işlemlerin amaç/maksad yönünden hukuka uygun olmasını icbar etmiş bulunmaktadır. Bu maksat ise, kamu yararıdır. “Bütün idari işlemler, biçimi ve konusu ne olursa olsun, kamu yararı için yapılır. Yönetimin kamu yararı dışında bir amaç gütmesi durumunda yapmış olduğu işlem “amaç” yö-

nünden hukuka aykırı olur ve iptali gerekir. 7 Burada, Anayasa Mahkemesinin yerinde tespiti ile “…Türkiye Cumhuriyeti… sosyal bir hukuk devletidir” denilmektedir, hukuk devletinin tanımına giren unsurlardan birisi de, kamu yararı düşüncesi olmaksızın, yalnızca özel çıkarlar için veya yalnızca belli partilerin veya kişilerin yararına olarak herhangi bir yasanın kabul edilmeyeceğidir. 8 Kamu yararı, “kanun, kamu yararıdır” 9 B. Anayasal Düzenlemede Kamu Yararı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında; “ 11- (20.9.1971-1488) (1) Temel hak ve hürriyetler, Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile veya Anayasanın diğer maddelerinde gösterilen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak, ancak kanunla sınırlanabilir. Yine, (ispat hakkı m.34), (Mülkiyet hakkı m. 36),(kamulaştırma m.38), (devletleştirme, m 39), (çalışma ve sözleşme hürriyet m.40), ( devlet ormanları m. 131) maddeleri temel haklar zümresinden olan yukarıda sıralı hakları kamu yararı söz konusu olduğunda kısıtlama olanağı veya onları tümüyle ortadan kaldırma olanağı tanımaktadır. Kanun, temel hak ve hürriyetlerin özüne dokunamaz.” Şeklinde bir düzenlemeye sahip olup, “kamu yararı” söz konusu olduğunda temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanabileceğine hükmetmiştir. İşte bu noktada kamu yararının ne olduğunun ve ne olmadığının yargı mercilerince yorumlanması gerekmektedir. Makalede Danıştay tarafından kavramın nasıl algılandığı irdelenecektir. III. Danıştay Kararlarında Kamu Yararı Kavramı

Şeref Gözübüyük, İdari Yargılama Usulü, Ankara, Turhan Kitapevi,1996, s. 85. 8 AMK, 31.10.2008 tarih ve E.2008/34, K.2008/153 sayılı, Resmi Gazete tarih-sayı, 06.12.2008-27076 9 Tekin Akıllıoğlu, “Kamu Yararı Kavramı Üzerine Düşünceler”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:24, S:2, 1991, s,3. 7

İnanç İşten, “Kamu Hizmeti Kavramı Ve Unsurları”, http://www. msb.gov.tr/ayim/Ayim_makale_detay.asp?IDNO=74 (Erişim, 11/10 2013) s.1 6 20/1/1982 tarihli ve 17580 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2577 sayılı İdari yargılama Usulü kanununun 2 nci maddesi. 5

Yıl: 26 • Sayı: 123


İbrahim Gül İdarenin dayandığı sebebin nitelendirilmesinde denetiminin yargı tarafından yapılabileceği ancak bunun yerindelik denetimi olmaması gerektiği önemli bir temel kabuldür. Örneğin; kamulaştırılacak taşınmazın iyi seçilip seçilmediği, başka taşınmazın seçilmesi gerektiği yönünde bir değerlendirme yapılmaması aksi halde Danıştay’ın idarenin yerine geçerek karar vermesi başka bir ifade ile “yerindelik denetimi” yapmış olacaktır. İdari işlemlerin maç unsuru ile takdir yetkisi ilişkisine değinmek gerekirse bir durum karşısında idare şu veya bu şekilde karar almakta serbestse, hareket tarzı sınırlandırılmamışsa, “ idarenin takdir yetkisi”nden söz edilir bu takti yetkisi ise hizmet gerekleri ve kamu yararı ile sınırlıdır. İdari işlemin amaç unsuru bakımından idarenin takdir yetkisi bulunmamaktadır. Çünkü, idari işlemin amacı mutlaka kamu yararıdır. İdare, bu konuda bağlıdır. Kanunlarda özel amaç belirtilse dahi bu da sonuçta genel amaç olan kamu yararının içinde yer alacaktır. Takdir yetkisinin hangi unsurlar açısından geçerli olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Ancak genel görüş, sebep ve konu bakımından takdir yetkisinin olabileceği, yetki, şekil ve amaç bakımından takdir yetkisinin olamayacağına dair içtihadi ve doktrinsel kabul vardır. İdari işlemin genel amaç bakımından hukuka aykırılık halleri; idarenin kişisel amaç gütmesi, üçüncü kişileri koruma amacı gütmesi ve siyasi amaç gütmesi olarak sayılabilir. C. Kamu Yararının Derecelendirilmesi Danıştay kararlarında, kamu yararı ve benzer ifadeler arasında bir derecelendirme olup olmadığını ayrımlaştırmak zor görünse de “üstün kamu yararı” kavramının öncel ve en üst kamu yararı olduğuna dair kararlar mevcuttur. Benzer biçimde, Anayasa Mahkemesi bir kararında;10 A. Tolunay – M. Korkmaz tarafından Süleyman Demirel Üniversitesi Dergisinde (8-1,

2004, 47-58) yayımlanan “Ormancılıkta Kamu Yararı ve Üstün Kamu Yararı Üzerine Analizler” isimli inceleme yazısında: “Orman kaynaklarından topluma sağlanan faydaların tümünde “kamu yararı” bulunmaktadır. Fakat günümüzde orman ekosistemlerinin kullanımında, başka etkinliğe izin verilmesi gibi durumlarla karşılaşılmakta, bu etkinliğin gerçekleştirilmesinde de “kamu yararı” nın var olduğu belirtilmektedir. Bu durumda, kamu yararı sağlayan iki etkinlikten hangisinde “kamu yararının” daha çok olduğunun, hukuksal anlamda “üstün kamu yararının” hangisinde olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Şeklinde hüküm gerekçesi teşkil ederek yüksek yargı içtihatlarında kamu yararı kavramının lehine bir devinimsel yaklaşım benimsemiştir. Aşağıda yer alan seçilmiş Danıştay Kararlarında da bu hususun vurgulanmaya çalışıldığı görülecektir. Danıştay’ın çeşitli kararlarında, baskın kamu yararı, üstün toplum yararı ifadelerine de rastlanılmaktadır Doktrinde kamu yararı “dar anlamda kamu yararı” ve “geniş anlamda kamu yararı” ayrımları yapılarak da belirlenmeye çalışılmıştır.”11 Ancak Danıştay kararlarında gerçeklik bulmayan bir ayırımdır, bu. 1. Kamu Yararının Yarışması Durumu Kamu yararı olduğu şüphe götürmeyen ve kamu yararı il korunması gerekli olan iki “menfaatin” olduğu hallerde doğal olarak kamu yararları yarışacaktır. Danıştay bu hallerde kamu kavramı kavramını derecelendirerek bir yararı üstün kamu yararı olarak ele alarak sorunsala çözüm bulmuştur. Üstün kamu yararı kavramın toplum yararını koruyan kamu yararı olarak (doğal olarak) benimsemiştir. Danıştay 1950 yıllarından önce kararlarında hükümet devlet teorisi bağlamın-

Ayaydın, Cem, 1982 Anayasası Çerçevesinde Kamu Yararı Kavramı ve Anayasa Mahkemesi, XII Levha, İstanbul, 2010, s.3, Aktaran, C., Kaya, Kamu Yararından Hareketle Kamu Yararı Kavramına Danıştay’ın Bakışı, Ankara, Levha, 2011. 11

Anayasa Mahkemesi Kararı, (E.2004/67), Resmi Gazete, 26761, 19 Ocak 2008. 10

Temmuz-Eylül 2013

73


Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı

74

dan devletin yüksek yararı/siyaseti gerekçesiyle görev yönünden ret ettiği kararlara da rastlanılmaktadır. a) Kamu Yararı Bireysel Menfaat Danıştay 6. Dairesine ait 18.10.2011 tarihli ve E.2009/10109, K.2011/3784 Sayılı KararıKamu yararı kavramına denk olarak toplumsal yarar kavramını da kullanan Danıştay, “Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan, yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gereklidir… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de 23.9.1981 tarihli Sporrong ve Lönnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır. Kamu yararı adına fedakârlığa katlanmak durumunda kalan maliklerin bekletilmesi uygun görülmemiştir.” Gerekçeleriyle idarenin işlemini iptal etmeyen yerel mahkeme kararını bozmuştur. Bu kararda, dikkat çekici husus; kamu ve bireysel menfaat çatışmasında bireysel menfaatin demokratik hukuk devleti gereği olarak tercih edilmesi ile kamu yararı yerine toplumsal yarar kavramını kullanılmasıdır. Başka bir deyişle, menfaatlerin yarışması durumunda açıkça kamu menfaatinin öncellenmesi gerektiğine hükmedilmiştir. 2. Kamu Yararı kavramının Çeşitlenmesi Aşağıda yer verilen kararda, “baskın kamu yararı” kavramı kullanılmakla, kamu yararı kavramının derecelendirilmesini mümkün kılınmıştır. Baskın kamu yararı bu kararda “üstün kamu yararı” kavramına denk bir kavram yükü taşımaktadır. Kamu yararı, toplum yararı, üstüm kamu yararı kavramlarından sonra “baskın kamu yararı” kavramının içtihadi bir terim olarak kullanılmaya başlanıldığına şahit olunulmaktadır. a) Üstün Kamu Yararı Danıştay 6. Dairesine ait 15.5.2001 tarihli ve E.1999/3929, K. 2009/2617 Sayılı Kararı ile “Okul ya da maden işletmeciliği arasında-

ki kamu yararı çatışmasında üstün kamu yararının maden ocağı lehine olacağı tartışmasızdır.” Şeklindeki ifadesi ile Danıştay kamu yararının yarıştığı durumlarda içtihadi bir kavram yaratarak “üstün kamu yararı” kavramını kullanmıştır. Bu yaklaşım neredeyse ilgili tüm Danıştay kararlarında yerleşik hal almıştır. Danıştay, 6. Dairesine ait E.1995/5161, K.1996/1464, K.T. 25.3.1996 sayılı kararı ile Danıştay 5. Dairesine ait 22.5.2009 tarihli ve E.2007/8867, K.2009/5992 sayılı kararlar da bu eğilim görülmektedir. Danıştay 6. Dairesine ait, 23.12.1998 tarihli ve E.1997/6678, K.1998/6744 Sayılı Kararı ile “İmar planlarının yargısal denetimi sırasında şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararı kriterlerinin yanı sıra özelliği itibari ile ilh… gibi olguların yanı sıra “üstün kamu yararı” ilkesinin de gözetilmesi zorunludur.” Şeklinde karar vererek kamu yararı ile üstün kamu yararı arasında bir ayrıma gitmiştir. Dolayısıyla Danıştay’ın artık “kamu yararı” ve “üstün kamu yararı” arasında bir derecelendirme yaptığı anlaşılmaktadır. D. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Atıflar Danıştay’ca öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “toplum yararı”na ilişkin verdiği kararların Danıştay tarafından bir üst ve yerleşik içtihat mercii tarafından oluşturulmuş gibi kararlarından bir atıf veya referans olarak ele alması 12 Anayasanın 90 ıncı maddesi ile verilen açık çek hükmünde olan

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve 20.III.1952 tarihli Ek Protokol’ünde “kamu yararı” kavramı Türkiye Anayasası ile paralel düzenlemeler içermektedir. Burada Anayasa’nın 90 ıncı maddesi olan “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Hükmünün bu tavra açık bir yasal dayanak oluşturduğu da yadsınamaz. 1963 tarihli 4 numaralı Ek protokolün, 2 inci maddesinde “…demokratik toplum içinde, “toplum yararı” kavramına yer verildiği de göz önünde tutulmalıdır. Bkn. European Human Right Convention, http://www.echr.coe.int/Documents/ Convention_ENG.pdf, (Erişim 28/12/2013). 12

Yıl: 26 • Sayı: 123


İbrahim Gül “usulüne uygun yürürlüğe girmiş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir” hükmünün iç hukuka etkisi yadsınamaz. Bu bağlamda Danıştay’ın özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine atıfla karar inşaası sıkça görülür bir durum arz etmektedir. Danıştay 6 ıncı Dairesine ait E.2012/4525, K: 2012/462 sayılı aşağıda yer alan kararda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin bağlayıcı iç hukuk metni gibi değerlendirilerek karara esas tutulmasına şahit olunmaktadır. Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasında: “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 07.05.2004 günlü, 5170 sayılı Yasanın 7. maddesi) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü getirilmiştir. Bu hüküm ile usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası andlaşmaların iç hukuk sistemine yansıtılma yöntemi belirlenmiştir. Buna göre, bu andlaşmalardan temel hak ve özgürlüklere ilişkin olanlarla yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi durumunda uluslararası andlaşma kurallarının esas alınması anayasal bir gerekliliktir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (Sözleşme, AİHS) 6/1. maddesinde: “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.” kuralı yer almıştır. 13 Danıştay 4. Dairesine ait 21.5.2013 tarihli ve E.2011/15285, K.2013/3842 Sayılı Kararı “gerekçede karşı oy” kısmında,

Danıştay Dergisi, 2013, Sayı, 132, S,39-44, http://www.danistay. gov.tr/dergiler/dergiler.html, (Erişim12/01/2013). 13

Temmuz-Eylül 2013

“19.03.1954 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 6366 sayılı Kanun ile Türkiye tarafından da kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek Protokolünün “Mülkiyetin Korunması” başlıklı 1 inci maddesinde; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.”, “AİHM, … sonuç olarak, mülkiyetin korunması ve kamu yararı gereklilikleri arasında kurulması gereken adil dengeyi başvuranlar aleyhine bozduğuna kanaat getirmektedir.” Şeklindeki hukuki tartışma ve irdelemelerle kamu yararını uluslararası sözleşmeler ile de korunan yüksek bir değer haline getirmiştir. Ayrıca ulusal mevzuatın yorumlanıp uygulanmasında usulüne uygun olarak yürürlüğe giren uluslararası antlaşmalara da saygı göstermek ve hatta kararlarda atıflarda bulunmasının yolunu açmaktadır. E. Taktir Hakkı ve Kamu Yararı Danıştay 5. Dairesine ait 14.3.2006 tarihli ve E.2003/3647, K.2006/1140 Sayılı Kararı Baskın kamu yararının bulunmadığı durumlarda, kamu görevlilerinin haklı beklentilerin zedelenmemesinin gerektiği hakkında verilmiş bir karardır. Kamu görevlilerinin haklı beklentilerinin korunması, ancak kişisel kararlarda, yönetimin takdir yetkisini kullanma alanlarında söz konusu olduğundan, baskın kamu yararı olmadığı durumlarda, kamu görevlilerinin haklı beklentilerinin zedelenmemesi gerekirdi. Toplumsal hayatının gereklilikleri idareye takdir yetkisini tanımasını kaçınılmaz hatta, zorunlu kılmaktadır. Ortak ve medenî ihtiyaçların günden güne artması ve devletin görevleriyle ilgili anlayışların değişmesi sonucu idarenin yerine getirmekle yükümlü olduğu kamu hizmetlerinin alanı sürekli genişlemekte ve pek çok bakımlardan teknik ve uzmanlığı gerektirir bir hal almakta olduğundan ve her türlü idari eylemi kodifiye etmek mümkün olmadığından dolayı taktiri hakkı kaçınılmaz olarak gelişmiş bir kavramdır. Bu kavram, İnsan Hakları avrupa Mahke-

75


Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı

76

mesinde, genel yarar ile kamu yararı ifadelerinin biribirlerinden farklı kavramlar olduğu, genel yararın devlete daha çok taktir hakkı tanıdığı ileri sürülmüşse de bu ayrım fonksiyonel bulunmamıştır. 14 Şeklinde anlaşılmıştır. Bu durum yargı kararlarının takdir yetkisinin varlığına değil, takdir yetkisinin sınırına ilişkin olarak değerlendirilmelidir. F. Kamu Yararı Yerindelik Denetimi İlişkisi 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun “İdari dava türleri ve idari yargı yetkisinin sınırı” başlıklı 2 nci maddesinde yer alan “İdari mahkemeler; yerindelik denetimi yapamazlar, yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara uygun olarak yerine getirilmesini kısıtlayacak, idari eylem ve işlem niteliğinde veya idarenin takdir yetkisini kaldıracak biçimde yargı kararı veremezler.” hükmü Danıştay’ı bağlayıcı bir kıstastır. İdari yarcı merciilerin Danıştay da dahil olmak üzere idarenin yerine geçerek karar vermesi mümkün olmadığından bu prensibe Danıştay tarafından sıkıca riayet edildiği görülmektedir. “Mahkemenin fonksiyonu, idarenin yerine geçerek yerindelik denetimi yapmak olmayıp, karar verme süreçlerinde bireylere eşit ve adil muamele sağlandığından emin olmakla sınırlıdır. Dolayısıyla yargısal denetimin amacı, idarenin tercihinin isabetli olup olmadığını değerlendirerek bu tercihi gerektiğinde hakimin kendi tercihi ile değiştirmek değil, karar verme sürecinin eşit ve adil olmasını sağlamaktır.” 15 G. Bireysel Hak İhlaline Yaslanmayan Davalar Bireysel hak ihlaline yaslanmayan davalarda Danıştay kesin ve kati bir tutum benimsemiş bulunmaktadır. Danıştay emsal niteliğindeki kararlarında yoruma olanak verilme-

Lami Bertan Tokuzlu, “Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü”, Sibel İnceoğlu (ed.), İnsan hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa,Ankara, 2013, s, 525 15 Mahmut Şen, “İdarenin yargısal Denetiminin Sınırlarına İlişkin Modeller”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi C. XVII, Y. 2013, S, 1635, 14T

yecek şekilde kamu yararını öncelemektedir. Danıştay 10. Dairesine ait 11.5.2011 tarihli ve E.2010/13350, K.2011/1738 Sayılı Kararı ile “Bireysel hakkın ihlaline dayanmayan kamu yararını doğrudan ilgilendiren konularda açılan iptal davaları, objektif ve somut nitelikte olup; bütünüyle kamu yararını amaçlamaktadırlar. Dolayısıyla iptal davalarında feragat isteminin de kamu yararı ölçütü kullanılarak karara bağlanması gerekir.” Şeklinde hüküm tesis edilmiştir. Bu kararda; bireysel hakkın ihlaline dayanmayan konularda açılan iptal davalarında da kamu yararı ilkesine riayetle karar verileceğine ilişkin karar verilmiş olup, kamu yararının İdari Yargı Kararlarında temel müessir halinde olduğunu teyit edilmiştir. İdari eylem ve işlemlerin asıl amacının “Kamu Yararına Uygunluk” olduğu bu kararla teyit edilmiştir. H. Genel Kamu Yararı Danıştay 2. Dairesine ait 02.2.2011 tarihli ve E.2010/7168, K.2011/307 Sayılı Kararı Kamu Emekçileri Sendikasının taraf olduğu kararda yer alan Danıştay Tetkik Hakimi, Nafi Alantar’a ait düşüncede, “… İnsani davranışların soyut kamu yararı ve hizmet gerekleri kavramlarına feda edilmesinde başkaca amacı olmadığı gibi, kamu yararı ve hizmet gereklerinden amaçlanın da robot insanlar oluşturulmasının olmadığı dikkate alındığında dava konusu uygulamanın hukuki olmadığı…” şeklindeki hukuksal betimlemeleri kamu yararının idari işlem tesis edenlerce bireyin temel hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı argümanlar olarak kullanamayacağı, diğer bir deyişle idarelerin takdir haklarını keyfilik olarak algılayamayacaklarının altı çizilmiştir. Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun E:2001/1, K:2001/4 sayılı kararı, “…toplumun doğru bilgi edinme hakkı ve genel kamu yararı gözetilerek, kamuya sunulan hizmetin yansız, objektif biçimde yürütülmesi için düzenlenmesi gerektiği açıktır. Bir başka deyişle, radyo ve televizyon işletmeciliği düzenlenirken, basın özgürlüğünün toplumun doğru bilgilendirilmesi amacı doğrultusunda ve genel olarak kamu yararı zedelenmeden kullaYıl: 26 • Sayı: 123


İbrahim Gül

nılmasının sağlanması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.” Şeklindeki kullanımı ile kamu yararı “genel kamu yararı” olarak terimleştirmiştir. Oysa kamu yararının özel kamu yararı genel kamu yararı olarak sınıflandırılması pek mümkün gözükmemektedir. 16 İ. Kamu Yararı Kavramı ile Kamu Düzeni kavramı İlişkisi Aşağıda yer verilen kararda “kamu düzeni” ve “kamu yararı” kavramlarının eşit etkiye sahip ve benzer içerikte kullanılması bakımdan kayda değer görülmektedir. Kamu yararı kavramı ve kamu düzeni kavramının ayrılmaz bir bütün olduğu ve idari işlemlerin amaçlarının kamu düzeni (korumak/devam ettirmek) yani kamu yararı olduğunun altı çizilmiştir. Danıştay 10. Dairesine ait 25.5.199 tarihli ve E.1998/7189, K.1999/2637 Kayılı Kararı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile görevli şirketler arasında imzalanacak olan imtiyaz sözleşmelerinde yer alan bazı hususlara ilişkin öneriler içeren kurul kararının ve bunun dayanağı olduğu iddia olunan Tebliğin, BEDAŞ’ta sözleşmeli personel olarak çalışan davacının güncel, kişisel ve aktüel menfaatini ihlal etmediğinden dava açma ehliyetinin bulunmadığı hakkında verilen karardır. Karar metninde, “2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 4001 sayılı yasa ile değişik 2 nci maddesinin 1/a fıkrasında; idari işlemler hakkında, yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için çevre, tarihi ve kültürel değerlerin korunması, imar uygulamaları gibi kamu yararını yakından ilgilendiren hususlar hariç olmak üzere, kişisel menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan iptal davalarının idari dava türlerinden olduğu vurgulanmıştır. Burada kullanılan ki-

Ahmet Arslan, Tuncay Dündar, Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararları, Ankara:Seçkin, s.459 17 Yakup Bal, Mustafa Karabulut, Yahya Şahin, İdari Yargılama Usulü ile İlgili Danıştay 10. Dairesinin Seçilmiş kararları, Ankara:Seçkin, 2003, s.538. 16

Temmuz-Eylül 2013

şisel hakları ihlal edilenler ibaresi Anayasa Mahkemesinin 21.9.1995 tarih ve 1995/47 sayılı Kararı ile Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir. 10.04.1996 tarih ve 22607 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahkemesi kararından iptal nedeniyle doğan “kamu düzenini” ve “kamu yararını” olumsuz etkileyecek hukuksal boşluğun giderilmesi için iptal kararının Resmi Gazetede yayımından başlayarak üç ay sonra yürürlüğe gireceğini belirlemiş bulunmaktadır. 17 J. Kamu Yararı kavramı ve Hukuk Devleti Aşağıda yer verilen kararda Sendikanın Tüzel Kişiliğinden kaynaklanan genel hak ve fiil ehliyetine dayanarak menfaatinin ihlal edilmesi, üyelerin ortak çıkarlarını etkilemesi, …durumunda dava açmasının mümkün olup olmadığına dair tartışma yapılmıştır. Bu karara karşı Danıştay Dava Daireleri Kuruluna temyizde bulunulması üzerine yukarıda yer verilen karar metni neredeyse aynen tekrar edilerek kamu yararı bulunmadığı savına yaslanarak anılan Danıştay kararı onanmıştır. Ayrık oy ile sübjektif ehliyet ve hukuk devleti ilişkisi irdelenerek yargı denetiminin hukuk devletinin vazgeçilmez unsuru olduğuna dair davacının dava açma ehliyetini olduğu tartışılmıştır. Hukuk devleti ile kamu yararı kavramlarının başat ve ayrık düşünülmesi olanaksız kavramlar olarak ele alınmıştır. Danıştay 8. Dairesine ait 28.09.2011 tarihli ve E.2010/8496, K.2011/4223 Sayılı Kararı ile “ALES Sınavına başörtülü olarak girilebilmesi” konulu olarak açılan davada Eğitim ve Bilim İş Görenleri Sendikasının (Eğitim-İş) dava açabilme ehliyetine ilişkin karar verilen davada; yasa ile belirlenen ve yukarıda açıklanan dava açma ehliyeti ile ilgili koşullar arasında yer almayan “genel kamu yararı” kavramından hareketle dava açma ehliyeti bulunduğu sonucuna varılmasına hukuken olanak bulunmamaktadır.” Şeklinde karar verilmiştir. Bu karara, Azlık Oyunda Anayasanın 51. maddesi ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası uyarınca kurulan Sendikanın Tüzüğü “…laik düzenini, demokratikleş-

77


Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı

78

me ve ulusal eğitim hedefini geliştirerek korumak ve sonsuza kadar yaşatmak için elinden gelen çabayı göstermeye çalışmak, sendikanın amaçları arasında sayılmıştır. Genel kamu yararı bulunduğu açık olan dava konusu…” şeklinde görüş serdedilmiştir. Kararda ilginç bir biçimde Danıştay Savcısı görüşüne yer verilmemiştir. K. Kamu Yararı ve İdari İstikrar İlkesi İdari iş ve işlemlerde esas alınan idari istikrar ilkesi idare hukukunda önemli bir yönlendirici bir kavramdır. Aşağıda yer verilen kararda idari istikrar ilkesinin kamu yararı söz konusu olduğunda korunamayacağını ilkeleştirmiştir. Bu karar ile idare hukukunun temel normlarının ve ilkelerinin kamu yararı kavramı karşısında korunmayacağı vurgulanmıştır. Kaldı ki tüm idari iş ve işlemlerde asli amaç kamu yararıdır. Bu karar bu varsayımı teyid eder vaziyettedir. Aşağıda bu hususta verilen karar yer almaktadır. Danıştay 5. Dairesine ait 13.12.2012 tarihli ve E.2012/7438, K.2012/8775 Sayılı Kararı ile Ankara 15. İdare Mahkemesince, Danıştay Beşinci Dairesinin 23.9.2011 tarihli, E:2011/638, K:2011/4781 sayılı bozma kararına uyularak verilen 7.5.2012 tarihli, E:2012/611, K:2012/664 sayılı kararın dilekçede yazılı nedenlerle temyizen incelenerek bozulması isteminden ibaret olan kararda; “Ancak söz konusu İçtihadı Birleştirme Kurulu kararları ile sağlanan korunmanın kamu yararı ve kamu düzeni ile sınırlı olduğunu, idarede istikrar ilkesi esas alınarak sağlanan bu korumanın, kamu düzenini ve bunun sonucu olarak kamu yararını ihlal eden, bozan bir sonuca ulaştığında artık sürdürülmesinin olanaklı olmadığını; korumanın, hukuka aykırı işlemin düzeltildiği tarihe kadar ilgili kişi için doğurduğu kişisel kazanımlarla sınırlı kalacağını kabul etmek gerekmektedir. Daha açık bir anlatımla hukuka aykırı idari işlemle elde edilen statü ve bu statüye dayanılarak yapılan işlem ve eylemler kamuya yönelik etki ve sonuçlar doğruyorsa bu statü korunmayacak, ancak idarece hatalı işlem düzeltilinceye ka-

dar ilgili kişinin bu statü nedeniyle elde ettiği kişisel kazanımlara da dokunulmayacaktır.” L. Milli Yarar Kanunlarda alan bir kavram olan “milli yarar/menfaat” kavramı da Danıştay tarafından kullanılagelen bir kavramdır. Tıpkı kamu yararı gibi üst müessir kavram olarak kullanılmaktadır. Bu kavram üstün kamu yararı kavramına denk hatta daha üst bir kıstas muamelesi görmektedir. Türk Telekomun %55 oranındaki hissesinin blok olarak satılmasına ilişkin ihalenin iptali ile ilgili açılan davada “milli yarar” ifadesi vurgulanmıştır. Bu ifadenin esasında üstün kamu yararının devlet ve tüm vatandaşları alakadar eden menfaat öncelemekten ziyade korunması gereken en üst değere atıfta bulunulmuştur. Böylelikle, üstün kamu yararından da üst bir kavram olarak milli yarar kavramının inşaa edildiği söylenebilir. Buna ilişkin Danıştay 13 üncü Dairesine ait, 22.05.2007 tarihli ve E.2005/7666, K.2007/3376 sayılı kararı bulunmaktadır. 18 IV. SONUÇ 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2 nci maddesi ile “İdarî işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan iptal davaları…” şeklinde va’z edilen hüküm kamu yararı ve hizmet gerekleri kavramlarında somutlaştırılmıştır. Yine, hukuk devleti ilkesinin yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 2. maddesi dolayısı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin idari eylem ve işlemlerin hukuka uygun ve yargı denetimine bağlı olan bir devlet olduğu kesindir. Durum bu iken, kamu yararı (yargı içtihat ve kararlarındaki değişkenlikleri ile) kavramı İdari Yargılama Usulü Kanununa açıkça derç edilmelidir. İdari Yargılama Usulü Kanunu, ” Madde 2 – 1. (Değişik: 10/6/1994 4001/1 md.) İdari dava türleri şunlardır: (İptal: Ana.Mah.nin 21/9/1995 tarih ve E:1995/27, K:1995/47 sayılı kararı ile; Yeni18

Age,s.43-44.

Yıl: 26 • Sayı: 123


İbrahim Gül den Düzenleme: 8/6/2000 - 4577/5 md.) İdarî işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan iptal davaları,” 19 Şeklinde düzenlenmiş olup, Kanun metnine, “kamu yararı” ibaresinin eklenmesi gerekmektedir. Diğer türlü, idari yargı kararlarında temel müessir olan kamu yararı kavramının soyut ve (tartışmalı) içeriği ile mutlak etkisinin sağlıksız devinimine şahit olmaya devam edeceğiz. Çağın gelişen ve değişen koşulları idarenin hizmetlerini komplike bir çeşitliliğe büründürmekte olduğundan kamu yararının nerede ve nasıl gerçekleştirileceği idari mercilerce bilinememekte olduğundan idari iş ve işlemleri tesisi ederken kamu yararını gözetmekte zorluk çekmektedirler. Bu durum, Danıştay’daki dava yüküne olumsuz etki etmekle birlikte kararlarında sürekli bir kamu yararı kavramı buhranı yaşamaktadır. Tekrarında fayda görmekteyim,” bir idari işlemin kamu yararına uygun olup olmadığının denetlenmesi yerindelik denetimi değil, hukuka uygunluk denetimi “ olduğu incelenen Danıştay kararlarında açıkça görülmektedir. Hizmet gerekleri20 ve kamu yararı kavramı Danıştay kararlarında kamu düzeninin işleyişini sağlayan idari kararlarda ereksel bir kavramlar olarak esas alınmış olup idarenin tüm işlemlerine şamil olmak üzere idarenin tekelinde bulunan “takdir hakkının” da hangi yönde kullanılacağına ışık tutmaktadır. Kamu yararı ile kişisel yararın yarışma-

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2 nci maddesi. Takdir yetkisine ilişkin 657 sayılı DMK.nun 76. maddesi ile idarelere tanınan takdir yetkisinin kullanımı mutlak ve sınırsız olmayıp, kamu yararı ve kamu hizmetinin gerekleriyle sınırlıdır. Şeklinde, Danıştay İkinci Dairesine ait Esas sayısı 2004/3266, Karar sayısı 2005/831, Karar tarihi 04.03.2005 olan kararı mevcuttur. 21 Bkn.Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na ait 06.10.2005 günlü ve E.2003/1145, K.2005/2539 kararı ile Danıştay 109,110 ,111,112,113,114,115,116,117,118,119 sayılı Dergilerde yer alan kararlar. 22 Bkn. Danıştay 10 uncu Dairesine ait 16.10.2008 tarihli ve E.2007/5777, K.2008/6696, http://www.danistay.gov.tr/dergiler/ dergiler.html (Erişim 11Ocak 2014). 19 20

Temmuz-Eylül 2013

sında esasen birey ve devlet yararı karşılaştırılmaktadır. Bireyin yararın korunmasında devlet yararına olduğu gerçekliğine rağmen birisinin uğruna diğeri feda edilmektedir. Bireyin özel çıkarlarının topluluk çıkarı için ihlal edilmesinin gerekçesi Danıştay’da kamu yararı kavramı dolayısı ile yapılagelmektedir. Son olarak, Danıştay’ın 2008 yılına kadar olan kararlarında toplum yararı, üstün kamu yararı, baskın kamu yararı kavramları yerine “kamu yararı ve hizmet gerekleri” iki kavramının birlikte kullanıldığı anlaşılmaktadır. Tadat olarak sayılan kavramların Danıştay kararlarında kullanılmasının kamu yararı kavramının evrilmeye başladığının somut göstergesi olmaktadır. 21 Danıştay üstün kamu yararı kavramını, toplumun genelinin menfaatlerini ilgilendiren, toplumun genel yararına olan hususlar için üretmiştir. 22 Danıştay, bütün idari işlemlerin ortak ve mutlak amacının kamu yararı olması dolayısı ile yargısal denetim üst derece yetkili mahkeme mercii olarak inşaa ettiği içtihat ve verdiği kararlarda kamu yararı kavramını temel belirleyici kıstas olarak tutmuştur. Bu maksatla, toplum yararı, devlet yararı, milli yarar, mahalli yarar, idare yararı, üstün kamu yararı, baskın kamu yararı kavramlarını kullanması kamu yararı kavramın evrildiği gösteren somut kanıtlardır. Kamu yararı kavramını, Anayasada düzenlenmiş bulunan, mülkiyet hakkı, çalışma hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı başlıklarından, imar, ihale, kamulaştırma, kolluk kuvvetlerinin kullanımı, idari personel rejimi, (atanma, terfii vs.), idare mallarının tasarrufu ve onlara yönelik işlemler, idari sözleşmeler, idarenin vesayet yetkisi, taktir hakkı, hatta idari yargılama usulüne ilişkin hususlarda

Bkn.Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na ait 06.10.2005 günlü ve E.2003/1145, K.2005/2539 kararı ile Danıştay 109,110 ,111,112,113,114,115,116,117,118,119 sayılı Dergilerde yer alan kararlar. 22 Bkn. Danıştay 10 uncu Dairesine ait 16.10.2008 tarihli ve E.2007/5777, K.2008/6696, http://www.danistay.gov.tr/dergiler/ dergiler.html (Erişim 11Ocak 2014). 21

79


Danıştay Kararlarında “Kamu Yararı “ Kavramı kullanıla gelen bir kavramdır. Kamu yararı kavramı durağan ve içeriği somut bir kavram olmadığından sürekli gelişmekte olan dinamik bir kavramdır. Dolayısı ile Danıştay kararlarının inşaa sürecinde reelpolitik ve sosyo-ekonomik koşullara göre devinim kazanan bir kavramdır.

80

KAYNAKÇA Arslan, Ahmet, Tuncay Dündar, (2002), Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararları, Ankara:Seçkin, Bal, Yakup, Mustafa Karabulut, Yahya Şahin, (2003), İdari yargılama Usulü ile ilgili Danıştay 10. Dairesinin Seçilmiş kararları, Ankara:Seçkin Danıştay Dergisi, (2012) sayı, 129,130, 131. Gözübüyük, Ş., Dinçer G., (1996), İdari Yargılama Usulü, Ankara: Turhan Günday, Metin,(2003), İdare Hukuku,

İmaj, 7. b., Ankara İnceoğlu, S., (2013), İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Anayasa, Ankara:Şen Kaya, Cemil,(2011), Kamu Yararından Hareketle Kamu Yararı Kavramına Danıştay’ın Bakışı, Ankara, Levha İNTERNET KAYNAKLARI http://www.danistay.gov.tr/dergiler/dergiler.html http://emsal.danistay.uyap.gov.tr/VeriBankasiIstemciWeb/ http://www.echr.coe.int/Pages/home. aspx?p=home http://www.msb.gov.tr/ http://www.mevzuat.gov.tr/ http://legislationline.org/topics/country/30/topic/83 http://www.resmigazete.gov.tr

Yıl: 26 • Sayı: 123


ATATÜRK’ ÜN DIŞ TÜRKLER SİYASETİ Mehmet Zülfi Camkurt*

1.

GİRİŞ

Atatürk’ ün Türk dünyası hakkındaki görüş ve düşünceleri; Türk Dünyasının geniş bir coğrafyaya yayıldığı ve bunun tek bir merkezden yönetilmesinin hem çok güç olacağı hem de bu toprakları yaşam alanı olarak gören uluslara hedef teşkil edeceği realitelerinden hareketle, kültür birliğinin gerçekleşmesi temeline dayanmaktadır. Atatürk’ün, Türkler arasında kültür birliğinin sağlanmasına yönelik fikirlerini gerçekleştirmeye yönelik kararlılığı Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyeti kurduktan sonra takip ettiği kültür siyasetinden anlaşılmaktadır. Atatürk’ ün ölümünden sonra, Türk soylu toplulukları birbirine yakınlaştırma ve kaynaştırmayı amaçlayan ortak dil ve tarih bilinci oluşturma çalışmaları durdurulmuş, aynı köklü geleneğe sahip; büyük çoğunluğu Sovyetlerin demir pençesi altında ezilen toplulukların tek yürek, tek ses olmasını sağlayabilecek politikalardan vazgeçilmiştir. Uzağı göremeyen politikalar yüzünden 90’lı yıllarda iki büyük imparatorluktan birinin yıkılacağı görülememiş; Atatürk’ ün 60 yıl sonrası için * SGK Başmüfettişi, Rehberlik ve Teftiş Ankara Grup Başkanı, Yönetim ve Organizasyon Uzmanı

Temmuz-Eylül 2013

öngördüğü dağılmayı toparlayıcı mahiyette çalışmalar olmadığından, Türk Soylu Cumhuriyetler hiçte hazırlıklı olmadıkları bir hayatla baş başa bırakılmışlardır. Bu yazımızda, Atatürk’ ün yüksek lisans ve doktora tezleri ile kitaplara konu olmuş, “Dış Türkler” hakkındaki fikirleri ve bu fikirlerini gerçekleştirmeye yönelik çalışmaları üzerinde durulacaktır. 2. DIŞ TÜRKLER MESELESİ 2.1. Dış Türkler Kavramı Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla birlikte, 1990’ lı yılların başından itibaren Türkiye’nin gündemine giren en önemli konulardan birisi de, “Dış Türkler” olarak ifade edilen ve esas itibariyle Türkiye coğrafyası dışında yaşayan Türk topluluklarıdır. Günümüzde Türkiye dışında yaşayan Türkleri; Azerbaycan Türkleri, Türkistan Türkleri (Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Uygur ve Doğu Türkistan), Hindistan ve Afganistan Türkleri, Balkan Türkleri, Ortadoğu Türkleri ve Kuzey Türkleri şeklinde sınıflandırmak mümkündür. Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra bugün gerek komşu ülkelerin sınırları içersinde olan ve gerekse kendi bağımsız devletlerini kuran Özbek, Kırgız, Kazak, Azeri, Uygur, Tatar, Türkmen gibi çeşitli adlarla altında Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Afrika’ya

81


Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti

82

kadar geniş bir coğrafyada yaşayan ve büyük Türk milletinin bir parçası olan soydaşlarımız “Dış Türkler” daha doğru bir ifadeyle “Türkiye Dışındaki Türkler” şeklinde tanımlanabilir. 2.2. Dış Türkler Meselesinin Ortaya Çıkışı ve Türkçülük “Dış Türkler” konusunun ortaya çıkışı Osmanlı Devletinin çöküş yıllarına rastlamaktadır. Fransız İhtilali (1789)’ yle birlikte Avrupa’ da ivme kazanan milliyetçilik fikirlerinin etkisi ve emperyalist devletlerin de kışkırtmasıyla, gayrimüslim ve gayri Türk unsurların birer birer kendi devletlerini kurarak Osmanlı Devletinden ayrılması, beraberinde, Osmanlı devlet idaresinde ve aydınlarda “Türk” kimliğinin daha açık dille ortaya konulması sonucu getirmiştir. Sultan II. Abdülhamid’ in bu parçalanmayı önlemek için ortaya attığı Pan-İslamizm (İslam Birliği), Osmanlıcılık (Osmanlı Birliği) gibi fikirler de parçalanmayı önlemekten uzak kalmıştır. Önceleri etnik olarak Türk kimliğine vurgu yapmanın, çok milletli Osmanlı Devletinin parçalanmasına yol açacağı düşüncesinden hareketle, “Osmanlı kimliği” tek başına yeterli görülmüş, gerek Osmanlı devlet idaresinde ve gerekse aydınlar arasında “Türk” kimliğine vurgu yapılmamıştır. Osmanlı Devletinin bünyesinden kopmalar başlayınca ve parçalanma kaçınılmaz hale gelince, Osmanlı Devletinin parçalanmasını önlemeye yönelik Pan-İslamizm ve Osmanlıcılık düşüncelerinin yeterli olmayacağını anlayan başta İttihat ve Terakkiciler ile aydınlar, Türk kavramını öne çıkarmak zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği, Türk birliği gibi kavramlar bu süreçte telaffuz edilmeye başlanmıştır. Annesiyle birlikte henüz yedi yaşındayken Rusya’ dan göç ederek Türkiye’ ye gelen Kazanlı aydınlardan Yusuf Akçura, 1904 yılında “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesinde, “Dış Türkler” meselesini “Türkçülük” adıyla siyasallaştırmıştır. Akçura, bu makalesinde Osmanlıcılık ve Panislamizm akımlarını değerlendirerek, bunların başarılı olamadıklarını vurgulayarak, Türkleri birleştirmeye yönelik Türkçülük akımının temellerini atmıştır. Tarih, dil ve edebiyat alanında başlayan çalışmalar-

la önce “Türk” kavramı, sonra da “Türkçülük” kavramı olgunlaşmaya başlamıştır. Bu aşamadan sonra hem Türkçülük akımının felsefi temelleri atılmaya başlanmış, hem de “Dış Türkler” meselesi aydınların ve devlet adamlarının gündemine girmiştir.1 Böylece “Dış Türkler” meselesi, yani Osmanlı Devletinin sınırları dışında da Türklerin olduğu hususu ortaya çıkmıştır. Akçura’ yla temelleri atılan Türk Birliği tezi daha sonra diğer aydınlarca tartışılmış, geliştirilmiş ve değişik dönemlerde farklı tezler de ileri sürülmüştür. Bu dönemin aydınları arasında, Türk Birliği konusunda esas itibariyle iki ayrı görüşün ortaya çıktığı görülmektedir. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu’ nun önderliğindeki grubun, Türkler arasında hem kültürel, hem de siyasi birlik fikrini savundukları, buna karşılık Ziya Gökalp’ in sözcülüğünü yaptığı grubun ise, Türklerin geniş bir coğrafyaya yayıldıklarını ileri sürerek, yalnızca kültürel birlik üzerinde durdukları söylenebilir. 1940’ lı yıllardan başlayıp 1980’ li yılların sonlarına kadar süren 40 yıl gibi uzun bir zaman diliminde, Dış Türkler konusunda ileri sürülen görüşler, yaklaşımlar ve akımlar “ırkçılık, Turancılık, faşistlik” şeklinde değerlendirmelere tabi tutulmuştur.2 Türkiye üzerinde oynanan ve başrolünü de Rusya’ nın oynadığı oyunun da etkisiyle bu suçlama ve yakıştırma kampanyası 1990 yılının başlarına kadar hızını hiç kaybetmemiştir. Bırakın Türklerin birleşmesini, Turan’ ın gerçekleşmesini isteyen görüşleri, sadece Türkiye dışındaki soydaşlarımızla yakın ilişkiler kurulması gerektiğini iyi niyetle dile getirenler bile bu suçlamalardan kendilerini kurtaramamışlardır. Bir siyasi partinin ve birkaç derneğin kısıtlı imkân

1900’lü yılların başında Türkçülük akımının önde gelen isimleri olarak; Rusya’dan kaçarak Türkiye’ye gelenler, Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail, Ali Hüseyinzade, Ahmet Ağaoğlu, Zeki Velidi Togan ile Türkiye’deki Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul ve Hamdullah Suphi Tanrıöver sayılabilir. 2 3 Mayıs 1944 tarihinde, Türkçülük fikrini savunan başta Alparslan Türkeş, Hüseyin Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Orhan Şaik Gökyay olmak üzere 23 kişi “Turancılık” suçuyla işkencelere maruz kalmış, değişik hapis ve sürgün cezalarına maruz kalmışlardır. 1

Yıl: 26 • Sayı: 123


Mehmet Zülfi Camkurt ve platformlarda bu konuyu gündemde tutma gayretleri de aynı şekilde ve anlaşılmaz biçimde kösteklenmiştir.3 Birkaç siyasi ve kültürel kuruluşun Dış Türkler konusunu gündeme taşımaya çalıştığı ve çoğunlukla da tepkiyle karşılandığı çıkışlar hariç tutulduğunda, aradan geçen yarım asra yakın süre içinde Türkiye dışında da Türkler olduğu gerçeğinin görmezden gelindiği söylenebilir. Türkiye’ deki insanların büyük bir çoğunluğu, Türkiye Cumhuriyeti dışında da soydaşlarımız, din kardeşlerimiz olduğunu, Sovyetler Birliği’ nin çöküşünden sonra, Türk Cumhuriyetlerinin kurulması esnasında öğrenmiştir. Özellikle de, çocuklar ve gençler, ancak bu tarihten sonra ders kitaplarına konan bilgiler ışığında Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan adında ülkeler olduğunu, buralarda Türklerin yaşadığını öğrenmişlerdir.4 2.3. Atatürk’ ün Milliyetçilik Anlayışı ve Dış Türkler Konusundaki Politikası Pan-İslamizm ve Osmanlıcılık düşüncelerinin Osmanlı Devletinin parçalanmasını önlemeye yeterli olmayacağını anlayan başta İttihat ve Terakkiciler ile bazı aydınların Türk kavramını ön plana çıkarmaya başladıkları daha önce açıklanmış idi. Bu aydınlardan Ziya Gökalp’ in sözcülüğünü yaptığı, kültürel birlik fikrini savunan grubun görüşleri, daha sonra İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet yıllarında Mustafa Kemal Atatürk’ ü çok etkilemiştir. Atatürk, milleti; “Dil, kültür ve ideal birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasi ve içtimai bir heyet olarak tanımlamaktadır.5 Atatürk’ ün milliyetçilik anlayışının, Ziya Gökalp’ in “hars milliyetçiliği” kavramına dayandığı söylenebilir. Atatürk milliyetçiliği, Osmanlı’ nın son zamanındaki milliyetçiliğin romantik safhasından tamamen farklı ve ayrı http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_ bugune_disturkler.htm 05.04.2008 4 http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_ bugune_disturkler.htm 05.04.2008 5 Ayşe Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000, s.8-18, 3

Temmuz-Eylül 2013

niteliktedir. Atatürk milliyetçiliği; antiemperyalist bir düşünceyi esas almış olup, ulusal bağımsızlık ve laiklik, temellerine oturmaktadır. Atatürk’ ün milliyetçilik anlayışı akılcı, çağdaş, medenî, ileriye dönük, demokratik, toplayıcı, birleştirici, yüceltici, insanî ve barışçıdır.6 Türk milliyetçiliği düşüncesinin, Kemalist projenin teorik altyapısını oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Belirtmek gerekir ki, Devletin milliyetçilikle batılılaşmayı uzlaştırmak şeklindeki hedefinin fikir babası da Ziya Gökalp’ dir. Türk dilinin eskiliğinin, köklülüğünün ve zenginliğinin kanıtlanmasına yönelik Güneş Dil Teorisi7 ve kadın hakları konusu da tarihi temelleriyle birlikte Ziya Gökalp’ in fikirlerinin uygulamaya dönüşen kültürel nitelikli yeniliklerdendir.8 Bu anlamda, Cumhuriyet’ in ilk yıllarında Ziya Gökalp’ in fikirlerinin uygulama alanı bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.9 Atatürk, her şeyden önce büyük bir Türk milliyetçisiydi. Uzun süre Atatürk’ ün yanında bulunmuş Mahmut Esat Bozkurt; Atatürk’ ün Türk birliği ve Türklük hakkında kendisine; “Şu kadarını belirteyim ki, ben her şeyden evvel Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmezsem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içerisinde kapayacağım. Ben Türk birliğinin gerçekleşeceğine inanıyorum. Onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliği ile açacaktır. Dünya ancak böyle sükûn bulacaktır. Kaşğarlı Mahmut’ un Divan-ı Lugati’t Türk adlı eserinde dediği gibi Tanrı, Türk’ ü

Cem Özer, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla İlişkileri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007, s.9-10 7 Güneş Dil Teorisi, içinde ve yurt dışında büyük yankı uyandıran teori, hem Türkçe konuşma yazma bilincinin gelişmesine katkı sağlamış; hem de Türkçe’nin tarihi ve etimolojisi (kökenbilimi) ile ilgili birçok eserin hazırlanmasına vesile olmuştur. 8 Seçil Deren, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, C.3, 2002, s.382 9 Mustafa Talas, “Örnek Bir Dış Siyaset Modeli Olarak Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” Politikası,” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya, C.15, Güz 2004, s.342 6

83


Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti

84

insanlık şakilerden kurtulsun diye yarattı.” dediğini aktarmaktadır.10 Belirtmek gerekir ki, Atatürk, Türk milletini oluşturan unsurları “siyasî varlıkta birlik”, “dil birliği”, “yurt birliği”, “ırk ve menşe birliği”, “tarihî yakınlık” ve “ahlâkî yakınlık” olarak sıraladıktan sonra Türk milletinin oluşumunda yer alan bu şartların diğer milletlerin çoğunda olmadığını ifade etmiştir.11 Millî Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’ nin milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî devlet hüviyetine kavuşmuştur. Yapılan nüfus değişimleriyle bu yapı daha da güçlendirilmiştir. Atatürk kurduğu ülkenin en temel özelliğini ise, “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” sözleri ile ifade etmiştir.12 Bundan hareketle, Atatürk milliyetçiliğinin, ırkçılığı ve dinî farklılıkları reddeden, millî birlik ve beraberliği sağlayıcı bir anlayışa sahip olduğu söylenebilir. Atatürk, Türk milletinin yalnızca Türkiye Türklerinden ibaret olmadığını bildiği için, Türkiye dışındaki Türk halklarına karşı büyük bir sevgi ve yakınlık duymuş, onlarla olan gönül ve kültür bağını devamlı sıcak tutmuştur. Atatürk’ ün Türkiye dışındaki Türklere olan sevgi ve ilgisini birçok defalar ifade etmiştir.13 29 Ekim 1933 tarihinde Cumhuriyetin 10.yıl kutlamalarında, “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını

bilmelidir… Bizim dostluğumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür… Tarih bir köprüdür… Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (dış Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı, kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onun diline yaklaştırmaya ve böylece birbirimizi daha kolay anlar hale gelmeye çalışıyoruz. Tarihimizi ona yaklaştırmaya çalışıyoruz. Ortak bir mazi yaratma peşindeyiz. …” 14 sözleri, Atatürk’ün konuya olan ilgisini, uzak görüşlülüğünü ve dış Türklerle ilgili düşüncelerini ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Atatürk, dış Türkler üzerindeki politikaların sağlam bir kültür politikası üzerine oturtulması gerekliliğini vurgulamış ve bu doğrultuda hareket etmiştir. Şu sözü bu fikrini açıkça göstermektedir: “Türkiye dışında kalmış Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müsbet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.” Millî Mücadele sırasında ve sonrasında ortaya çıkan iç ve dış gelişmeler ve bunun ortaya çıkardığı sonuçlar ile Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türk Cumhuriyetleriyle geliştirmeye çalıştığımız ilişkiler sırasında or-

İbrahim Yılmazçelik, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası ve Dış Türkler”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, C.8.No:89, Mayıs 1994, s.35-37 11 İnan, age, s.455 12 Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırmaları Merkezi, Ankara, 1999, s.206 13 Hikmet Tanyu, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, Töre Devlet Yayınları, Ankara,1981, s.71

14

10

Harp Akademileri Komutanlığı, Türkiye ve Türk Dünyası, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1997., s.447, İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti, Tekin Yayın Dağıtım San. Ltd., İstanbul, 1999., Muharrem Öçalan, Kırgız Türkçesi Türkiye Türkçesi Arasında Halk ve Çocuk Edebiyatı Alanında Karşılıklı Eser Aktarımlarının Önemi ve Moldo Kılıç’ın “Buudayıktın Toyu” Eserinin Çevirisi”, III.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Kırgızistan, Celalabad, 07-09 Haziran 2005, s.232-243

Yıl: 26 • Sayı: 123


Mehmet Zülfi Camkurt taya çıkan sorunlar, Atatürk’ ün bu düşünceleri doğrulamıştır .15 Atatürk, kimilerinin aksine, Türkiye dışındaki Türklerin Türkiye’ ye topyekûn göçlerini çözüm olarak görmemiş ve Türkiye dışındaki Türklerin, bulundukları ülkelerde ulusal kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmeleri gerektiğini düşünmüştür. Bu düşüncenin doğal bir sonucu olarak da, dış Türkler konusundaki temel politikalarını da bu yönde belirlemiştir. Bu temel politikanın en somut örneklerine Lozan Barış Konferansı tutanaklarında rastlanmaktadır. Herhangi bir nedenle, yurt dışından gelen Türk asıllı göçmenleri, “kaybedilmiş ülkelerimizin milli hatıraları” kapsamında değerlendiren ve gereken önemi veren Atatürk, diğer taraftan, Lozan Antlaşmasına ek “Mübadele Protokolü”nde de görüleceği üzere, İstanbul’ daki Rumlara karşılık yaklaşık üç kat daha fazla nüfusa sahip Batı Trakya’ daki Türklerin yerlerinde kalmaları, bir başka ifadeyle mübadele kapsamına alınmamaları için kararlılık göstermiştir .16 Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını koruyup geliştirmeleri ve bulundukları ülkelerin vatandaşlarıyla eşit haklara ve koşullara sahip olarak yaşamalarını sağlayacak politikaların üretilmesi gerektiği düşüncesine sahiptir. Bu bağlamda, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen ülkelerin içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve haklarına saygılı olmalarının sağlanması gerektiğini düşünmüştür. Bilindiği üzere, Türk İstiklal Savaşı’nın ana hedefi olan ve daha sonraki Atatürk döneminde de Türk dış politikasının ruhunu oluşturan “Misak-ı Millî” önce Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilip şekillendikten sonra, 28 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ ında oy birliği ile kabul edilmiştir. Misâk-ı Millî sınırları dahilinde ise, başta Boğazlar hakimi-

Kenan Ziya Taş, “Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Politikası ve Bunun Orta Asya ve Ortadoğu Politikasındaki Yeri” http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/khuka/adgp.htm 02.04.2008 16 Reha Parla, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslararası Temelleri Lozan-Montrö: Türkiye’nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşa, 1985, s. 72-77 ve 101.

yeti, Batı Trakya, Ege Adaları, Hatay, Musul Vilâyeti, Elviye-i Selâse’ nin ülkemize dahil edilmesi ve iktisadî bağımsızlığın sağlanması yer almaktaydı. Yani Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerlerde, her bakımdan bağımsız bir Türk Devleti’ nin kurulması amaçlanmıştır. Misak-ı Milli sınırlarıyla ilgili olarak Atatürk’ ün yaptığı bazı açıklamalar, aslında dış Türkler konusundaki düşüncelerini de tartışmaya yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. TBMM’ nin açılışından sonra, Tayfur (Sökmen) Bey’ in gönderdiği mektupta Hatay’ la ilgili “Sancak Millî Misâk’a dahil midir?” sorusuna Mustafa Kemal Atatürk telgrafla, verdiği cevapta “Türklerin yaşadığı her yer Millî Misâk’ a dahildir.” demektedir . 17 Aynı tarihlerde kendisine Berlin’ den mektuplar yazan Talat Paşa’ ya verdiği bir cevapta da, sınırlarımızdan bahsederken: “Türkçe ve Kürtçe konuşulan bütün vilâyetlerimiz bizim olacaktır.” ifadesini kullanmıştır .18 Amerikalı General Mc. Arthur’ un, “Hatıralarında”, “Büyük devlet adamlarından biri” olarak tanıdığını ifade ettiği Atatürk’ le 1933’ te Ankara’ da yaptığı bir mülâkatta “Sizin Türkiye’ nin geleceği hakkında tasavvurlarınız nedir?” diye sorusuna, Atatürk’ ün, “Allah nasip eder, ömrüm vefa ederse Musul, Kerkük, ve Adalar’ı geri alacağım. Selânik de dahil Batı Trakya’ yı Türkiye hudutları içine katacağım.” cevabını verdiğini nakletmektedir .19 Atatürk’ ün, “Dış Türkler” kapsamında üzerinde durulması gereken düşüncelerinden birisi de Türk tarihinin kısa zamanda araştırılıp ortaya çıkarılması için kesin direktiflerdir. Bu direktiflerin esas itibariyle aşağıdaki amaçlara yönelik olduğu görülmektedir: “1- Türk tarihi başlangıçtan itibaren iyi bir şekilde araştırmak ve Türklerin kültür ve medeniyet dünyasına katkılarını, yetiştirdiği büyük şahsiyetlerin insanlığa hizmetlerini ortaya koymak. Türk milletinin milli birliğini ve

15

Temmuz-Eylül 2013

Tayfur Sökmen, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978, s.35 18 Tahsin Banguoğlu, “Millî Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, İstanbul, Ekim, 1987, s.7 19 Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990, s.52-53 17

85


Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti

86

heyecanını kuvvetlendirecek bu çalışmalar neticesinde milli mücadele yıllarında olduğu gibi, Türkler için güçlükleri yenmede ve muasır (çağdaş) medeniyet seviyesine ulaşmada büyük bir bilinç oluşması sağlanacaktır. Aynı zamanda diğer Türklerle olan ortak tarihimiz ve kültürümüz ortaya çıkacaktır. 2- Batılıların bize vatan olarak çok gördükleri Anadolu’nun tarihinin araştırılması idi. Şayet, tarihin ilk çağlarında, Asya’dan gelerek Anadolu’da medeniyetler kurmuş milletler arasında Türklerin de bulunduğu tespit edilirse, batılı çevrelerin, “Türkler Anadolu’ya sonradan gelen bir millettir, geldiği yere dönmelidir” 20 iddiasını çürütmek mümkün olacaktır. 2.4. Atatürk’ ün Dış Türkler Konusundaki Çalışmaları Atatürk’ e göre, Türkiye dışındaki Türklerin kültürel yapılarını ve ulusal kimliklerini koruyup geliştirmelerini, bulundukları ülkelerde eşit ve rahat yaşamalarını mümkün kılacak politikaların üretilmesi şarttır. Bu açıdan, Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak isteyen özellikle komşu ülkelerin (Yunanistan, Bulgaristan, İran gibi), içlerindeki Türk azınlığa karşı duyarlı ve saygılı olma zorunluluğunu hissetmesi sağlanmalıdır. Bu nedenle, Lozan Barış Antlaşması başta olmak üzere, komşu ülkelerle yapılan ikili antlaşmalarda Türk azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlerin yer alması, bu politikanın somut bir sonucudur .21 Atatürk, bu antlaşmalarda, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin temel insan haklarının güvence altına almanın yanı sıra, burada yaşayan Türklerde tarih bilinci oluşturmaya yönelik olarak bu topraklarda şehit düşmüş askerlerimizin mezarlarını bir araya getirmek suretiyle şehitlikler açılmasını da sağlamıştır .22 Atatürk, ortak dil ve tarih bilincine sahip olan toplulukların birbirlerini anlama güçlükleMehmet Saray, Atatürk’ün Sovyet Politikası, Veli Yayınları, İstanbul, 1984, s.18, Mehmet Saray, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk Kültürü, S.249, Ocak 1984, s.1 21 Necip Hablemitoğlu, “Ebediyetinin 61. Yıldönümüne Armağan: Kemal’in Öğretmenleri Kemal’in Öğretmenleri”, Kırım, 6, 21, Ekim-Aralık 1997, s. 3-13 22 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Yalçın Özalp, Yurt Dışındaki Türk Şehidlikleri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 3 Cilt 1987

rinin ortadan kalkmasının siyasi bir irade göstermenin birinci şartı olduğunu düşünüyordu. Atatürk dil, yazın, tarih, coğrafya ve diğer ilgili alanlar üzerinde yoğunlaşarak, Türklerin görkemli tarihlerini öğrenmesi ve araştırılmasına büyük önem vermiştir. Bu dönemde, Türk tarihinin yeniden yazılması ile ilgili yoğun çalışmalar yapıldığı gibi, dil alanında da çalışmalar gerçekleştirilmiş, özellikle Türk dilinin arındırılmasına yönelik çalışmalar yapılmıştır ki, bu durum Türkiye Türkleri ile Dış Türklerin ortak dilinin yaratılması konusunda bir adım olarak da yorumlanabilir. Türk dünyasının dilinin, tarihinin, kültürünün ilmi biçimde incelenmesi ve tarihi gerçeklerin ortaya çıkarılması için amaçlarına yönelik olarak Atatürk’ün talimatıyla Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu tesis edilmiş ve Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi faaliyete geçirilmiştir.23 Türk kültür birliğinin sağlanmasında kurumsallaşmanın önemini fark eden Atatürk’ ün öncelikle Türk Dil ve Tarih Kurumlarını kurması, Türkiye Türkleri’ nin ve Dış Türklerin dünü ve bugünün bilimsel anlamda incelenmesine zemin hazırlamıştır .24 Atatürk’ ün Türkiye dışındaki Türk topluluklarına olan ilgisi, siyasal ve dinsel sınırlar tanımamaktaydı. Türk tarihini, dünya tarihi içinde olması gereken konuma getirmek için Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini kuran; Sümeroloji dahil Anadolu uygarlıkları kapsamında ölü dilleri bile araştıracak bölümler açtıran; Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi bilimsel merkezlerin oluşumunda öncülük yapan Atatürk, İslamiyet dışı dinlere mensup Türk topluluklarına da -Türk ulusunun ve tarihinin bütünlüğü açısından- özel ilgi duymaktaydı. Örneğin, Türklük bilincine sahip olmayan Anadolu’ daki Ortodoks mezhebine mensup Türklerin, kendilerini dinsel aidiyet duygusu ile “Rum” kabul ederek Lozan sonrası “Mübadele Protokolü” çerçevesinde

20

Belkıs Ulusoy, “Atatürk’ün Rusya Türkleri ve Sovyetler Birliği ile İlişkileri”, 4.Boyut, Ekim 2003, s.4, http://www. istanbul.edu.tr/4. boyut/cumhuriyet/dosyalar/belkis_ulusoy.htm 04.04.2008 24 Cem Özer, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla İlişkileri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007, s.1 23

Yıl: 26 • Sayı: 123


Mehmet Zülfi Camkurt Yunanistan’ a göç etmeleri, Atatürk’ü derinden etkilemiştir. Atatürk, bu Türk soylu vatandaşlarımızı Türkiye’de bırakabilmek için, geç de olsa son bir girişimde bulunarak, Papa Eftim’ e İstanbul’ da bir Türk Ortodoks Patrikhanesi kurdurtmuştu. Bugün, Türkiye’ nin ve Dünya Türklüğünün çıkarlarını, tüm Ortodoks merkezlerine ve de Rusya, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkelere karşı en radikal biçimde savunan Türk Ortodoks Patrikhanesi, Atatürk’ ün ileri görüşlülüğünün ve de bilimsel temellere dayalı duygusallıktan uzak Türklük bilincinin bir göstergesi olarak varlığını sürdürmektedir. Gagavuzlar (Gök Oğuzlar), bu patrikhanenin yönetsel dairesi içinde yer almışlardır .25 Atatürk’ ün Dış Türklere olan ilgisi savaş dönemlerinde bile azalmamıştır. Dış Türklerle ilgili olarak 1920’ de Bekir Sami Bey ve Ali Fuat Paşa başkanlığında iki ayrı heyet Moskova’ ya gönderilmiştir. Moskova’ ya gönderilen Ali Fuat Paşa başkanlığındaki ikinci heyet, tamamen ilmî araştırma amaçlı olup Türkistan’ la ilgilenmeyi de ihmal etmeyen sefaret heyeti niteliğini taşımaktaydı .26 Atatürk, Rusya’ dan Türkiye’ ye sığınmış Türk liderlerini ve aydınlarını sıcak bir ilgiyle kabul etmiş ve hatta bu kadrolara son derece önemli görevler vermiştir. Kazan Türklerinden Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Yusuf Akçura, Başkurt Türklerinden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Abdülkadir İnan, Kırım’dan Cafer Seydahmet Kırımer ve Azeri Türklerinden Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Resulzade, Mirza Bala Mehmetzade ve daha pek çokları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kadroları içinde yer almıştır. Örnek vermek gerekirse, Prof. Dr. Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ nde milletvekili olarak hizmet verirken, Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. İsmail H. Ertaylan, Prof.Dr. İzzet Kantemir, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof. Reşit Rahmeti Arat, Prof.

Hablemitoğlu, agm, s. 3-13 Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995, s.1-2 25 26

Temmuz-Eylül 2013

Dr. Ahmet Temir, Prof. Dr. Akdes Nimet Kurat, Dr. Hamit Zübeyr Koşay gibi çok sayıda bilim adamı Türk üniversitelerinin kuruluşunda görev almışlar ve uluslararası alanda başarı ile Türkiye’ yi temsil etmişlerdir .27 15 Nisan 1931 yılında Atatürk, yeni bir yapılanma içinde ve “bilgisiz fikir olmaz” mantığı çerçevesinde, Türkiye, Rusya, Balkanlar, kısaca tüm Türk Dünyası’ nın tarihini bilimsel nitelikte ele alacak “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni kurdurmuştur. Atatürk, Hamdullah Suphi Tanrıöver’ i Romanya Büyükelçiliği görevine tayin ederek, kendisine Türkçülük ülküsünü hayata geçirme şansı vermiştir. Hamdullah Suphi Tanrıöver de, Bükreş’ teki Büyükelçiliğimizin kapılarını Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine mensup Gagavuz Türklerine açmıştır. Bu kapsamda, büyükelçilik çalışanları Gagavuz Türklerinden seçilmiş, bölgelerinde seçkin konumda bulunan yerel liderlerin çocuklarına öncelik vererek, öğrenim görmeleri için Türkiye’ ye gönderilmiştir . 28 Atatürk, hem Sovyetlerin alfabe değişikliği ile Türk dünyasında yarattıkları dil ve kültür kopukluğunun giderilmesi hem de “Dış Türk” lerle dilde ve kültürde birliğin sağlanması, Türk milleti için hedef olarak gösterdiği Batı âlemi ile olan münasebetlerini daha düzenli bir şekilde yürütülmesi için, öğrenimi daha kolay olan Latin Alfabesi’ne geçişi 1 Kasım 1928’ de gerçekleştirmiştir. 29,30 Atatürk’ün Balkanlarda bıraktığımız -daha doğrusu bırakmak zorunda kaldığımız- Türklerin eğitim ve kültürel sorunlarına ilgisini gösteren pek çok örnek verilebilir. Atatürk’ün “Güvenlik Kuşağı” stratejisi bağlamında gerçekleştirdiği “Balkan Antantı”, “Sadabad Paktı” gibi uluslararası yapılanmaların ve de ikili

Necip Hablemitoğlu, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi”, http://hablemitoglu.com/millimerkezler. htm, 04.04.2008 28 Hablemitoğlu, “Ebediyetinin…….”, s. 3-13 29 Ancak Sovyetler, Atatürk’ün bu hamlesine karşılık, Türk dünyasında dil ve kültür birliğinin gerçekleşmemesi için idaresinde yaşayan Türklere 1927-1930 yılları arasında Arap alfabesi yerine Latin alfabesini, Türkiye’nin 1928 yılında harf inkılâbını gerçekleştirerek Latin alfabesine geçmesi üzerine Kiril alfabesini kullandırmıştır. 30 Özer, age, s.1 27

87


Atatürk’ ün Dış Türkler Siyaseti

88

antlaşmaların özünde, bölgesel güvenliğin yanında, mütekabiliyet ilkesi ile birlikte, aynı zamanda taraf ülkelerde yaşayan Türk azınlıkların durumlarıyla ilgili düzenlemelerde vardır. Bir başka deyişle, Türkiye ile dost olmanın en önemli ve temel koşulunun, bünyelerindeki Türk azınlığa iyi davranmak ve gereken önemi vermek olduğunu dost-düşman bütün bölge ülkeleri kavramışlardır .31 Atatürk, Balkan ve Sadabad Paktlarını kurmakla, Balkanlar’ dan Türkistan’ a, kadar uzanan bir ittifak zinciri meydana getirmiştir. Bununla, hem Türkiye’nin, hem de üzerlerinde milyonlarca Türk’ün yaşadığı bu komşu memleketlerin emniyetini sağlamayı düşünmüştür. Böylece Atatürk, Türk nüfusunun yaygın olduğu bu dost ülkelerde yaşayan Türkler arasında da bir birlik kurmayı ümit etmiş ise de, bunu gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemiştir. 3. DEĞERLENDİRME ve SONUÇ Atatürk, Türk milletinin ve Türk dünyasının milli varlığının ve bütünlüğünün devamı için, milli kültürümüzün esası olan milli tarihimizin ve dilimizin mutlaka iyi bir şekilde araştırılması ve geliştirilmesi gerektiği düşüncesine sahipti. Bu kapsamda, Atatürk ’ün Dış Türkler politikası; Türkiye dâhilinde milli, gururun ve beraberliğin sağlanması, bütün Türk dünyasında dil ve kültür birliğinin gerçekleşmesi, Dış Türklerin yaşadıkları ülkelerde huzur ve güvenini sağlamak şeklinde özetlenebilecek üç ana hedefe yöneliktir. Atatürk, Dış Türkler politikasının hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik olarak; Arap alfabesinden Latin alfabesine geçmiş, şimdiki adlarıyla Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumlarını kurdurmuş, Türkiye dışındaki Türklerle sıcak ilişkiler geliştirmeye özel önem vermiştir. KAYNAKÇA 1. BANGUOĞLU Tahsin, “Millî Misak ve Lozan”, Türk Edebiyatı, İstanbul, Ekim, 1987

31

Hablemitoğlu, “Ebediyetinin…….”, s. 3-13

2. BOZDAĞ İsmet, Atatürk’ün Avrasya Devleti, Tekin Yayın Dağıtım San. Ltd. İstanbul, 1999 3. İNAN Ayşe Afet, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000 4. DEREN Seçil, “Kültürel Batılılaşma”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Modernleşme ve Batıcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, C.3, 2002 5. YILMAZÇELİK İbrahim, “Atatürk’ün Dış Türkler Politikası ve Dış Türkler”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, C.8.No:89, Mayıs 1994 6. KOCATÜRK Utkan, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırmaları Merkezi, Ankara, 1999 7. HABLEMİTOĞLU Necip, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Dış Türkler Stratejisi”, http://hablemitoglu.com/millimerkezler. htm, 04.04.2008 8. HABLEMİTOĞLU Necip, “Ebediyetinin 61. Yıldönümüne Armağan: Kemal’in Öğretmenleri”, Kırım, 6, 21, Ekim-Aralık 1997 9. Harp Akademileri Komutanlığı, Türkiye ve Türk Dünyası, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 1997 10. http://www.mustafatasar.gen.tr/yayinlar/dusunce_g/dunden_bugune_disturkler.htm 05.04.2008 11. KABAKLI Ahmet, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990 12. ÖÇALAN Muharrem, Kırgız Türkçesi Türkiye Türkçesi Arasında Halk ve Çocuk Edebiyatı Alanında Karşılıklı Eser Aktarımlarının Önemi ve Moldo Kılıç’ın “Buudayıktın Toyu” Eserinin Çevirisi”, III.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Kırgızistan, Celalabad, 07-09 Haziran 2005 13. ÖZALP Yalçın, Yurt Dışındaki Türk Şehidlikleri, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 3 Cilt, 1987 14. ÖZER Cem, Atatürk’ün Türk Dünyasıyla İlişkileri, Ankara Üniversitesi, Türk

Yıl: 26 • Sayı: 123


Mehmet Zülfi Camkurt İnkılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007 15. PARLA Reha, Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslararası Temelleri LozanMontrö: Türkiye’nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşa, 1985 16. SARAY Mehmet, Atatürk’ün Sovyet Politikası, Veli Yayınları, İstanbul, 1984 17. SARAY Mehmet, “Atatürk ve Türk Tarihi”, Türk Kültürü, S.249, Ocak 1984 18. SARAY Mehmet, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1995 19. SÖKMEN Tayfur, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1978

20. TAŞ Kenan Ziya, “Atatürk’ün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Politikası ve Bunun Orta Asya ve Ortadoğu Politikasındaki Yeri” http://www.dicle.edu.tr/dictur/suryayin/ khuka/ adgp.htm 02.04.2008 21. TANYU Hikmet, Atatürk ve Türk Milliyetçiliği, Töre Devlet Yayınları, Ankara,1981 22. TALAS Mustafa, “Örnek Bir Dış Siyaset Modeli Olarak Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” Politikası,” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Konya, C.15, Güz 2004 23. ULUSOY Belkıs, “Atatürk’ün Rusya Türkleri ve Sovyetler Birliği ile İlişkileri”, 4.Boyut, Ekim 2003, s.4, http://www. istanbul. edu.tr/4.boyut/cumhuriyet/dosyalar/belkis _ulusoy. htm 04.04.2008

89

Temmuz-Eylül 2013


TARİHİN İÇİNDEN

MÜFETTİŞLERLE İLGİLİ MECLİS ZABITLARINA YANSIYAN GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELER (2) Hazırlayan: Dr. Şafak Başa *

90

Aydın Mebusu Tahsin Bey’in 22 Şubat 1921 tarihli bütçe görüşmelerinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmadan bir kesit: “Dâhiliye Vekili Beyefendinin buyurdukları gibi, mülkiye müfettişliklerine lüzum vardır. Çünkü memurin hakkında, muhik ve gayri mühik, bir takım şikâyet vaki oluyor. Onu herhalde tetkik edip ya memurun hakkını veyahut müstedinin hakkını muhafaza etmek için Dâhiliye Vekâleti o teşkilatı muhafazaya mecburdur. Fakat bu şikâyete meydan vermemek için evvela iyi, mücerrep ve memleketi idareye muktedir adamlar tayin etmek, bu hususu nazarı dikkate almak lazım gelir…” (TBMM Zabıt Ceridesi: Devre: 1, İçtima Senesi: 1, Cilt: 8, Sayfa: 364, İ: 155, C: 2). Kastamonu Mebusu Dr. Suat Bey’in 22 Şubat 1921 tarihli bütçe görüşmelerinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı konuşmadan bir kesit: “Efendim; bu mülkiye müfettişliği ihdas edildiği zaman gösterilen esbabı mucibe layihasında deniliyor ki, Devleti Osmaniye’de muntazam bir teşkilatı idariye yoktur. Bunun hakkında lazım gelen kavmi, milli, coğrafi, tarihi tetebbuatta (arayıp inceleme) bulunsunlar ve Dâhiliye Nezaretine göndersinler. Memleketin icraatı atiyesinde * Mülkiye Başmüfettişi

bu hayırlı bir netice olur. Zikrolunan esbabı mucibe meyanında bu vardır. Efendiler bunun kabul edildiği tarihten sonra Memaliki Osmaniyenin her tarafında bir takım mülkiye müfettişleri bulunuyordu ve diyorlardı ki, bir de bunlara tahkik vazifesini vereceksiniz. Mesela falan yerde bir memur fena icraat yapıyor, bunun tahkiki da mülkiye müfettişlerine verilecektir. Bunun birinci kısmını yapabilmek çok yüksek bir vazifedir. Ben kendi hesabıma Anadolu’da bulunduğum sırada mülkiye müfettişleri içerisinde böyle kavmi, ırki, coğrafi, tarihi tetebbuat yapıp da Devletin işine ve icraatına istikamet verecek mülkiye müfettişlerine hiç rastlamadım. Diğer mesele, yalnız mucibi teftişat ahval zuhurunda orada teftişatı muntazama yapmak meselesi, bunun mahiyeti nihayet bir tahkik memurluğundan ibarettir. Şimdiye kadar yapılmış olan bir takım icraat bu kadar büyük fedakârlığı icabetmiyor. Bu mülkiye müfettişliği ihdas edildiği zaman hakikaten tasavvurumuzun fevkinde fedakârlıklar ihtiyar edilmiş, bir takım masarifat icra edilmiştir. Halbuki bugün bir vilayette, beş vilayette mülkiye müfettişliği ihdas edildiğinden dolayı elde edilen netice nedir rica ederim?...mülkiye müfettişliği teşkil ve kabul

edildikten sonra ne kadar erbabı iktidar varsa memurini idare içerisinde hepsi mülkiye müfettişliğine inhisar etti. O erbabı iktidar Yıl: 26 • Sayı: 123


Dr. Şafak Başa

müfettişlikte vazife alıyorlar. Asıl idarenin başında aciz memurlar kalıyor. İkincisi ve en mühimi, bir Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul ettik. Onun umuru idare kısmında bir takım vezaifi mahalliye, mahalli idareler teşkiline ve bunun da 1337 de tetkikine

Meclis azmetmişti. Onun için müfettişlik idaresinin şimdilik lağvı daha muvafıktır zannederim.” (TBMM Zabıt Ceridesi: Devre: 1, İçtima Senesi: 1, Cilt: 8, Sayfa: 364, İ: 155, C: 2).

91

Temmuz-Eylül 2013


DENETİM ANILARI Derleyen: Ömer Yürekli *

92

Hop Hemşerim Nereye… Her müfettişin teftiş yaptığı yerlerde yaşadığı ilginç, ilginç olduğu kadar komik anıları olmuştur. Bazen öyle anlar olur ki yıllar geçse de unutulmaz, hatırlandığında yüzde bir gülümseme oluşur. O günlere gidilir, hafızada kalan bilgiler yeniden hatırlanır. Bu şekilde unutulmayan, unutulması mümkün olmayan hatıralarımdan birisini aktarmaya çalışacağım. Sene 2009 aylardan Haziran ayı. Şırnak Devlet Hastanesinde verilen teftiş görevinin ifası amacıyla bu hastaneye sabah saat 09.00 gibi geldim. İşe başlamadan önce Başhekim beyi ziyaret etmek için Başhekimlik odasına doğru yöneldim. Tam bu sırada arkamdan tok bir sesin “Hoooop hemşerim nereye..” dediğini duydum. Üzerime alınmayarak yoluma devam edecek iken bu sefer daha yüksek sesle, “Hemşerim duymuyor musun, hop nereye...” diye birisinin bana seslendiğini anladım. Dönüp arkama baktığımda 50 yaşlarında bir güvenlik görevlisi olduğunu gördüm. Ben yanında gitmeden o koşarak yanıma geldi ve “Neden durmuyorsun hemşerim, öyle elini kolunu sallayarak buraya giremezsin” dedi. Bunun üzerine kendimi tanıtma gereği duydum, Müfettiş olduğumu, bu hastaneye teftiş için geldiğimi ve Başhekim ile görüşeceğimi söyledim. Bu açıklamam üzerine bana * S.B., Başdenetçi

yol gösterip Başhekimliğe götüreceğini düşünürken tam tersine “Yok yaaaa, ne müfettişi, buraya müfettiş gelmez, sen kimi kandırıyorsun, hadi hemşerim hadi, beni uğraştırma, hadi çık dışarı” demez mi? Çevreme baktım başka personel görmeyince Müfettişlik Kimliğimi çıkarıp bir türlü ikna olmayan güvenlik görevlisine gösterdim. “Bak, bu müfettişlik kimliği, şimdi inandın mı müfettiş olduğuma” dedim. Güvenlik görevlisi kimliğimi aldı, sağına soluna baktı, bir süre kararsız kaldı, bir şey söylemedi. Ben kimliği elinden alıp Başhekimlik odasına doğru tekrar yürümeye başlamıştım ki, aynı ses arkamdan tekrar “o kimliğin müfettiş kimliği olduğunu nerden bileyim, sen beni mi kandırıyorsun” diyip kolumdan tutarak beni dışarı çıkarmaya çalıştı. Baktım olmayacak, Müfettiş olduğumu bu güvenlik görevlisine inandıramayacağım, gerginlik olmasın diye sinirlerime hakim olup, çaresiz güvenlik görevlisiyle birlikte dışarı çıkmak için hastanenin dış kapısına doğru yürüdüm. Bu sırada bir hemşireyi gördüm, yanına giderek Müfettişlik kimliğimi gösterdim ve güvenlik görevlisinin Başhekimliğe girmeme izin vermediğini söyleyerek yardım istedim. Hemşire hanım kimliğime baktıktan sonra, “Ben sizi Başhekimliğe götüreyim” diyerek o önde ben arkada Başhekimlik odasına geçtik. Güvenlik görevlisi ise hiç bir şey söylemeden arkamızdan baktı. Başhekimlik odasına girdikten sonra durumu Başhekim beye anlattım. Güvenlik göYıl: 26 • Sayı: 123


Ömer Yürekli revlisinin eşkalini tarif ettim. Bunun üzerine Başhekim bey hemen telefon ederek bu güvenlik görevlisinin getirilmesi için sekreterine talimat verdi. Yaklaşık 15 dakika bekledikten sonra sekreter odaya gelerek, güvenlik görevlisini bulamadığını, hastanede araştırmaya devam ettiğini söyleyince hem ben hem Başhekim bey güvenlik görevlisinin acaba bu olay nedeniyle mi ortadan kaybolduğunu merak edip, bulunur bulunmaz hemen haber verilmesini istedik. Bunun üzerine hastanenin her yerinde aranan bu güvenlik görevlisi yaklaşık yarım saat sonra hastane bahçesinin bir köşesinde oturur vaziyette bulunmuş. Meğer hemşire beni Başhekimin odasına bıraktıktan sonra güvenlik görevlisinin yanına gidip “Müfettişe engel olduğun için kesin sana ceza verirler, sen nasıl olur da Müfettişin Başhekim odasına gitmesine engel olursun” diye korkutmuş. Bunun üzerine güvenlik görevlisi işinden olacak korkusuyla ne yapacağını bilemeyerek kendini bahçeye atmış, bir köşede öylece oturup kalmış. Güvenlik görevlisini Başhekimin odasına getirdiklerinde adamcağız süklüm püklüm bir halde başını önüne eğmiş, sürekli “özür dilerim, özür dilerim” diyordu. Ben yanına gidip, “Tamam önemli değil, ama bir daha böyle bir şey olduğunda daha dikkatli ve kibar ol” dedim. “Beni işten çıkaracak mısınız” diye titrek sesiyle sorunca hem ben hem de Başhekim bey “ Yok böyle bir şey, içini rahat tut, işine devam edeceksin” dedik. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi yüzünde bir rahatlama ve gülümseme oluştu ve “Allah razı olsun” diyerek odadan çıktı. Başhekim bey bu güvenlik görevlisinin yaşı büyük olmasına rağmen işe aldıklarını, işe almalarının sebebinin ise bu kişinin oğluyla beraber korucu olduğunu, dağda karakol binasına giden yolu tutma görevinin verildiğini, ordan kimsenin geçmesine izin vermeyeceksiniz diye askerden talimat aldığı için kimseyi geçirmediğini, ancak bir çatışmada oğlu şehit olunca hem oğlunun hem de kendi ailesinin geçimini sağlayabilmesi için hastaneye güvenlik görevlisi olarak aldıklarını, koruculuk döneminden kalma alışkınlık ile tanımadığı

Temmuz-Eylül 2013

kimselerin Başhekimlik katına gitmesine izin vermediğini, Müfettişin ne olduğunu bilmediği için de bana izin vermemiş olabileceğini anlattı. Müfettişlik kimliğimi gösterdiğim halde neden beni bırakmadı diye sormam üzerine Başhekim bey, “Ama o okuma yazma bilmiyor ki..” dedi. Evet dostlar, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Size karşı yapılan olumsuz şeylere karşı sabırlı olup bu olumsuz davranışın nedenini öğrenmeye çalışın ve asla ön yargılı olmayın. (Gönderen: Dr. Yusuf Aydın/SB Başdenetçisi, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Eski Başmüfettişi) Pes Doğrusu! Genel denetim için gittiğim bir İlçe Devlet hastanesinde, uzun süre yönetim boşluğu yaşandıktan sonra Bakanlık tarafından yeni uzman olmuş bir genel cerrahın baştabip olarak atandığını öğrendim. Teftişi bitirdikten sonra hastaneden ayrılmadan önce yeni atanan Başhekimi, makamında ziyaret ederek görevinin hayırlı olmasını diledikten sonra geçmiş tecrübelerimden örnekler vererek bundan sonra onun için faydalı olacağını düşündüğüm bazı nasihatlerde bulunmak istedim. Zira, yeni baştabibi henüz genç ve tecrübesiz bulmuştum. Filhakika o dönemlerde kamuda çalışan hekimlerin, özel muayenehanelerini ön planda tuttukları, Devlet Hastanesini aracı olarak kullandıkları ve birbirleri ile servet yarışına girdikleri, dolaysıyla kısa sürede çok para kazanma hırsı ile hareket ettikleri için başlarını sıkıntıya soktuklarını müfettiş olarak yapmış olduğumuz inceleme ve soruşturmalardan biliyorduk. Bu nedenle, dürüst bir hekimin de bu İlçede para kazabileceğini, önemli olanın kendisini halka sevdirmesi gerektiğini, Devlet Hastanesi ne kadar kaliteli hizmet verir ve çalışır ise kendisinin de branşında isim yapabileceğini, dolaysıyla özel muayenehanesinden meşru bir şekilde para kazanabileceğini, yine de her şeyin para olmadığını, vatandaşın duyarlı olduğunu, parası olmasa dahi etiyle sütüyle yani zirai

93


Denetim Anıları mahsulü ile minnet borcunu karşılayacağını, özetle servet edinmede sabırlı olmasını tavsiye ettikten sonra Hastaneden ayrıldım. Genel denetimi bitirip Ankara’ya döndükten kısa bir süre sonra müfettiş bir arkadaşımın aynı ilçeye soruşturmaya gideceğini, konunun da kendine nasihatte bulunduğum hekimin olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Demek

ki ben yanlış yapmaması için telkinde bulunduğum sırada adam o anda aklından başka şeyler geçiyormuş. Ne diyebilirim! Üstelik cesaretine de pes demek gerekir. Zira, rüşvet olayı özel muayenehanesinde değil de başhekimlik makamında suçüstü yapılmıştı. (Gönderen: M. Ali Yasemin/SB Başdenetçisi)

94

Yıl: 26 • Sayı: 123


YARATICILIĞI TETİKLEYEN MİZAH Durdu Güneş *

Yazıya başlamadan önce özel bir parantez açarak yaratıcılık kavramı üzerine bir açıklama yapmak istiyorum. Yaratıcılık kavramı eski dilde inşa ve ibda kavramları ile ifade ediliyordu. İnşa kavramı var olan şeylerden yeni bir şey oluşturma, yapı yapma, kurma anlamında, ibda kavramı ise yoktan var etme anlamındaki yaratma anlamında kullanılıyordu. Diğer yandan Kuran’da insan için “Sonra onu şekillendirip ona ruhundan üfledi” ayeti yer almaktadır. İnsanda bu nedenle ilahi özellikler vardır. Yaratıcılık da bu özelliklerden biridir. Ama bu insana mahsus bir yaratıcılıktır. Allaha mahsus yaratıcılıkla karıştırılmamalıdır. Günümüzde inşa ve ibda kavramları kullanılmayarak, bu sözcüklerin yerine yaratıcılık kavramı kullanılır olmuştur. Durum böyle olunca inşa anlamındaki insana mahsus yaratıcılıkla, yoktan var etme anlamındaki Allah’a mahsus yaratıcılık birbirine karışarak bir anlam bulanıklığına yol açmaktadır. Yanlış anlaşılma çekincesiyle yaratıcılık kavramı birçokları tarafından tereddütlü kullanılıyor ya da hiç kullanılmıyor. Yazı boyunca kullanacağımız yaratıcılık kavramı eski dilde yer alan inşa anlamında ve insana mahsus yaratıcılık kastedilmektedir. Yaratıcılık kavramının kullanılmaması beraberinde düşüncede fikirde ve üretmede * Yazar, Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Hukuk Müşaviri

Temmuz-Eylül 2013

yenilik getirmeyi de olumsuz etkilemektedir. Çünkü biz kavramlarla düşünüyoruz. Önemli kavramları zihnimizden sildiğimizde ona mahsus düşünce geliştirmeyi de ortadan kaldırmış oluruz. Yaratıcılığın çok değişik tanımları yapılmıştır. Yaratıcılık genel olarak yeni şeyler ortaya koyma yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu yeni bir fikir, eser, yöntem olabilir. Yaratıcılığın doğuştan gelen bir yetenek olduğunu söyleyenler olduğu gibi sonradan geliştirilen öğrenilen bir yetenek olduğunu kabul edenler vardır. Her insanda bir yaratıcılık potansiyeli vardır. Ancak bu eğitim ve yaratıcılık yöntemleriyle geliştirilebilir. İnsanlığın gelişmesi, temelinde yaratıcı düşünce vardır. Yaratıcı düşünce ile bizler hayvanlardan farklı olarak sürekli gelişme kaydederiz. Ülkemizde yaratıcılık kültürüne o kadar çok ihtiyacımız var ki. “Eski köye yeni adet getirme. Böyle gelmiş böyle gider. İcat çıkarma” gibi sözlerle yaratıcı yeteneklere ket vururuz. Yaratıcı düşünceye sahip olanlarda; mizah, matematik, estetik ve felsefe yeteneği de vardır. Yaratıcılık ve mizah arasında çok yakın ilişkinin olduğu tespit edilmiştir. Bir grup öğrenci üzerinde yapılan bir araştırmada, öğrencilerin bir kısmına ciddi diğer bölümüne komedi filmi izlettiriyor. İzleme sonrası yapılan testte komedi filmi izleyen-

95


Yaratıcılığı Tetikleyen Mizah lerin yaratıcılık seviyeleri diğerlerine oranla daha yüksek çıkıyor.

96

Mizah ve Yaratıcılık Arasındaki Benzerlikler: • Mizah ve yaratıcılık özgür düşünmeyi ve bağımsız olmayı gerektirir. • Mizah ve yaratıcılıkta eleştirel düşünce vardır. • Mizah ve yaratıcılık esnek düşünme sonucu ortaya çıkar. • Mizah ve yaratıcılık alışılagelen kalıpları değiştirir. • Mizah ve yaratıcılıkta özgün olmak esastır. • Mizah ve yaratıcılıkta hata yapmaktan korkmaya yer yoktur. • Mizah ve yaratıcılıkta önyargılar yıkılarak ilerlenir. • Mizah ve yaratıcılıkta farklılıklar arasında orijinal bağlantılar kurulur. Burada kastettiğimiz mizah; düşündüren, güldüren zekâ ürünü mizahtır. Şive farklılıkları, argo ve küfür ile veya cinsel içeriğinden kaynaklanan salt güldürme amaçlı mizah ürünleri yazımız kapsamı dışındadır. Mizahın yaratıcılığı körüklediği eğitimciler tarafından da kabul gören bir düşüncedir. Şimdi işin felsefi tarafına fazla dalmadan birazda fıkra yardımıyla yaratıcılık ve mizah ilişkilerine açıklık getirelim. Mizah Yaratıcılığı Nasıl Tetiklemektedir? 1. Mizah yaratıcılıktaki farklı bakış açısını geliştirir. İki batılı turist Afrika’da safariye çıkmış ve yanlarına da iki yerli almışlar. Ormana girdiklerinde yolu kaybetmeyelim diye büyük bir ağaca çaput bağlamışlar. Avlanma sonrası otele dönmek istediklerinde, çaput bağladıkları ağacı bulamayıp paniğe kapılmışlar. İki batılı turist korku içinde “Eyvah ormanda kaybolduk.” diye söylenirken, yerliler ise gayet sakin “Hayır biz kaybolmadık. Biz buradayız. Çaput bağladığımız ağaç kayboldu.” demişler.

2. Mizah yaratıcılıktaki alternatifli düşünmeyi geliştirir. Temel arkadaşı Dursun’a dert yanmış “Muhasebecimle karımı divan üzerinde densizlik yaparken yakaladım.” demiş, “ama ne yapacağımı düşünüyorum.” Aradan zaman geçmiş karşılaşmışlar Dursun sormuş “ O meseleyi ne yaptun?” Temel “O mesele halloldu” demiş. Dursun “Muhasebeciyi mi öldürdün?” “hayır” demiş Temel “Bütün defterler onda ölse, ben mahvolurum.” “Karıyı mı boşadın?” “ Hayır çocuklar var, perişan olurum. Dursun bu kez “Peki nasıl hallettin?” deyince Temel “Divanı sattum.” demiş. 3. Mizah yaratıcılıktaki kavramları farklı anlamda kullanmayı geliştir. Dört fakir Yahudi çok yakın arkadaşlar. İçinden bir tanesi çok zengin olmuş. Bir davet verecek. Diğer üç fakir arkadaşı duymuş, gelmişler. “Bizi de davet et, bizde istifade edelim.” Zengin Yahudi “Olmaz sizin üstünüz başınız çok kötü davetin tadını kaçırırsınız.”demiş. Fakir Yahudiler “ Eğer sorun elbiselerimizse onu elbiselerimizi değiştiririz.” deyip davetiyelerini almışlar. Davet günü zengin Yahudi bakmış ki arkadaşları yine eski ve pis elbiselerle gelmiş. Hemen yanlarına yaklaşıp “Rezil ettiniz beni, hani elbiselerinizi değiştirecektiniz?” Fakir Yahudi’nin biri sakince “ Biz elbiselerimizi değiştirdik.”demiş. “Ama biz fakir adamız, nerden yeni elbise alacağız. Benim elbisemi arkadaş giydi, arkadaşınkini ben giydim böylelikle değiştirdik.” 4. Mizah ve yaratıcılıkta farklı durumlar arasında orijinal bağlantı kurulur. Pazarda kellik ilacı satan delikanlının başı kelmiş. Kadının biri yanaşıp “Senin başın kel saçın yok ki kellik ilacı satıyorsun.” demiş. Satıcı başını sallayıp “Yürü git bacım. Kardeşim de aşağıda ikizlere takke satıyor. Ama kimse sormuyor. Senin ikizlerin var mı diye” demiş. 5. Mizah ve yaratıcıkta özgünlük esastır. Sürekli yeni şeyler üretmek gerekir. Okuyucu tarafından ne yazacağı tahmin edilen mizah yazarı artık bitmiş sayılır. Çünkü beyin öğrendiği her yeni şeyle kalıplar oluşturur ve yeni şeyleri bu kalıplarla değerlendirir. Mizah sürekli bu kalıpları bozarak zihni tuzağa düşürür. Yaratıcılıkta mevcut kalıpları

Yıl: 26 • Sayı: 123


Durdu Güneş değiştirerek ortaya çıkmaktadır. Mizah ve yaratıcılıkta alışılagelen kalıplar kırılır. Bir İngiliz, bir Fransız, bir Endonezyalı ve bizim Temel bir tren kompartımanında gidiyormuş. Temel Endonezyalıya bakıp “Sen bu âlemde yenisin galiba” demiş. 6. Mizah ve yaratıcılık ancak otoriteye karşı çıkarak ilerler. Nasreddin Hoca ile Timur hamamda yıkanırken Timur sorar “ben kaç akçe ederim.” “Elli akçe der. Nasreddin Hoca “Timur “bre gafil üzerimdeki peştamal elli akçe eder.” deyince Nasreddin Hoca, “Bende zaten ona değer biçtim.” der. Mizah ve yaratıcılıkla ilgili örnekleri uzatmak mümkündür. Ancak mizahla; zihinsel esneklik, eleştirel yaklaşım, zihnin özgürleşmesi, beynin keyiflenmesi gibi kazanımların yaratıcılığı da harekete geçirdiğini bilmek yeterli sanıyorum. Mizahla İlgili Neler Yapılmalıdır?

dan Türkçe ve edebiyat derslerinde mizaha gereken ağırlık verilmelidir. 2. Toplumun seçilmişleri olarak siyasetçilerin, özellikle parti liderlerinin argo, küfür ve galiz ifadelerden kurtulması, gerginliğin azaltılması ve yaratıcılıklarının artırılması için mizah eğitimi almaları ya da en azından mizah danışmanı bulundurmaları örnek olmaları açısından çok önemlidir. 3. Mizah bir çeşit neşeli düşündürme sanatıdır. Mizah; gevezelik, sululuk, ciddiyetsizlik olarak algılanmamalıdır. Kişisel gelişim kursları gibi mizah kültürü kursları açılarak mizah ve yaratıcılık işlenmelidir. 4. Mizahın yaratıcı düşünce işlevini tam yapması için eğitimde, kültürde, siyasette doğru algılanması ve geliştirilmesi gerekir. Sadece kuru övünme ile Nasreddin Hocanın torunlarıyız diyerek mizahta yeni atılımlar ve açılımlar yapamayız.

1. Çocuklarda mizah yeteneğinin gelişmesi için komedi filmlerinin izlettirilmesi, mizah dergilerinin, mizah kitaplarının okutulması sağlanmalıdır. Yaratıcı düşünce açısın-

Mizahı ve yaratıcı düşüncesi gelişmiş güler yüzlü bir toplum olmayı diliyorum.

Temmuz-Eylül 2013

97


TEFTİŞ KURULLARIMIZI TANIYALIM

‘‘TMO GENEL MÜDÜRLÜĞÜ TEFTİŞ KURULU BAŞKANLIĞI’’ Hazırlayan: Necip F. Uygun *

98

Merhaba saygıdeğer meslektaşlarım. Bu sayımızda yaklaşık altı yıl görev yaptığım ve meslek hayatımda önemli bir yer tutan Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanlığı’na yer veriyoruz. Türkiye’nin tarımsal ekonomisinde önemli bir yer tutan TMO Genel Müdürlüğü Teftiş Kurulu Başkanı sayın Selami Gülen’ e sözü bırakıyor, çalışmalarınızda muvaffakiyetler diliyorum. Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğünün Kuruluşu

Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kuruluşu, tarımsal üretimdeki küresel ölçekli değişimler * SB S. Başdenetçisi

ve buna bağlı olarak tarımsal ürün fiyatlarında yaşanan dalgalanmalarla yakından ilişkilidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dünyada tarımsal üretimin hızla artmasıyla diğer üretici ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de buğday stokları büyük ölçüde artmıştır. Stoklardaki artışa bağlı olarak buğday fiyatlarda yaşanan düşüşler ve krizler devlet müdahalesini zorunlu kılmıştır. Bu gelişmelere bağlı olarak önce Ziraat Bankası bünyesinde kurulan Buğday Masası Şefliği, 1932 yılında buğday alımıyla, 1933 yılında hububat muhafaza tesisleri kurmakla görevlendirilmiştir. Ancak buğday üretiminin artmaya devam etmesi ve İkinci Dünya Savaşı belirtilerinin gittikçe artması, bu görevlerin ayrı bir kuruluş eliyle yürütülmesini zorunlu hale getirmiştir. Bunun sonucunda 13/7/1938 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 24/6/1938 tarihli ve 3491 sayılı Kanunla iktisadi devlet teşekkülü niteliğinde ve buğday işleri ile iştigal etmek üzere Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Yıl: 26 • Sayı: 123


Necip F. Uygun TMO’nun Görevleri Toprak Mahsulleri Ofisine buğday fiyatlarının üreticiler bakımından normalin altına düşmesinin ve tüketici halk aleyhine yükselmesinin engellenmesi, buğday piyasasının korunması ve düzenlenmesi, gerektiğinde hububat ithalatı ve ihracatı yapması, dünya hububat üretimi ve hareketlerini takip etmesi, uyuşturucu maddelerle ilgili devlet tekelini yürütmesi ve benzeri görevler verilmiştir. TMO birçok hububat ürünü alanında müdahale politikaları uygulamakta, hatta ihtiyaç

halinde hububat dışında çok çeşitli ürünlere ilişkin müdahalelerde bulunabilmektedir. Bu bakımdan, tarihi boyunca arpa ve yulaftan mısıra; bitkisel yağ, et ve balıktan yonca tohumu ve bakliyata kadar çok çeşitli ürünlerin alımında görevlendirilmiştir. Örneğin İkinci Dünya Savaşının hüküm sürdüğü yıllarda ve sonrasında benzin, otomobil lastiği, et kavurması, margarin ve kahve gibi maddelerin tedarik ve dağıtımını yürütmüştür. Yine TMO’nun 2006 – 2009 yılları arasında fındık alımı ile görevlendirilmesi de güncel bir örnektir. TMO, kendisine verilen bu görevleri yerine getirebilmek maksadıyla yurt çapında, limanlar ve yoğun üretim alanları dikkate alınarak çeşitli cins ve tonajlarda depolar yapmıştır. TMO’nun toplam depo kapasitesi 4 milyon tondur. Mevcut kapasitesiyle Toprak Mahsulleri Ofisi, faaliyet alanındaki ürün piyasalarını düzenleme görevini başarıyla yürüten, ülkemizin büyük ölçekli kuruluşlarından birisidir.

Temmuz-Eylül 2013

TMO’da Denetim Yapısı, Teftiş Kurulu ve Görevleri Toprak Mahsulleri Ofisinin teşkilat yapısına bakıldığında, merkezde Genel Müdürlük, taşrada ise görev alanı Türkiye’nin tarımsal faaliyetleri ve Ofisin çalışma yapısı gözetilerek belirlenen ve genelde birden fazla ili içine alan Şube Müdürlükleri, Şube Müdürlüklerine bağlı olarak faaliyet gösteren Ajans Amirlikleri ve Ekip Şefliklerinden oluştuğu görülür. Bu teşkilat temelinde, Toprak Mahsulleri Ofisinde Teftiş Kurulu ve Kontrolörlüklerden oluşan iki kademeli bir denetim yapısı kurulmuştur. Şube Müdürlüklerine bağlı olarak faaliyet gösteren kontrolörlükler, bağlı oldukları Şube Müdürlüğü ile bağlı Ajans Amirliği ve Ekip Şefliklerinin denetimini tarama usulüyle gerçekleştirmektedir. Teftiş Kurulu ise Genel Müdürlüğe bağlı olarak faaliyet göstermekte olup görev merkezi Ankara’dır. Teftiş, soruşturma ve incelemeler Genel Müdürün emir veya onayı üzerine yapılmaktadır. Teftiş Kurulu Başkanlığı, TMO’nun merkez ve taşra birimlerinin her türlü işlerini, işlemlerini ve hesaplarını teftiş ve tetkik etmek, gerekenler hakkında soruşturma yapmak, programlar dışında istenecek inceleme ve araştırmalarda bulunmak ve Genel Müdürlük Makamınca verilen teftiş hizmetleri ile ilgili diğer işleri yapmakla görevlidir. Teftiş Kurulu bir başkan ile yeteri kadar Başmüfettiş, Müfettiş ve Müfettiş Yardımcısından oluşur. Kurulun yazı, hesap, arşiv, kütüphane v.b. gibi işleri Başkanlığa bağlı büro tarafından yürütülmektedir. Halen Teftiş Kurulu bünyesinde 6 Başmüfettiş, 1 Müfettiş ve 11 Müfettiş Yardımcısı görev yapmaktadır. Yeni Müfettiş Yardımcısı alımlarıyla Kurulun daha etkin bir hale gelmesi planlanmaktadır. Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğünün merkez ve taşra birimlerinin her türlü işlemlerinin teftişi Genel Müdür adına Müfettişlerce yapılır. Bu bağlamda TMO Müfettişleri; merkez birimleri, 26 Şube Müdürlüğü, 120 Ajans Amirliği, 72 Tesisli Ekip Şefliği ile Afyonkarahisar ilinin Bolvadin ilçesinde faaliyet gösteren Afyon Alkaloidleri Fabrikası İşletme Müdürlüğünden oluşan yapının teftişini etkin bir biçimde yapmaktadır. Teftiş

99


Teftiş Kurullarımızı Tanıyalım

100 edilen birim hizmetlerine, etkinlik, verimlilik, uygulanan yöntemler açısından bakarak, aksama ve olumsuzluklara neden olan her türlü Ofis mevzuatının yeniden düzenlenmesi, işlerin hızlı, verimli ve kârlı bir biçimde yürütülmesi için inceleme ve gözlemlere dayanan gerekçeli önerilerde bulunmak TMO Müfettişlerinin görevleri arasındadır. Müfettişler, Mevzuatın uygulanmasından doğan sonuçlar üzerinde inceleme yaparak, işlerin istenen seviyede yürümesini sağlamak için alınması gereken tedbirleri raporla Teftiş Kurulu Başkanlığına bildirir. Müfettişler ayrıca, incelenmesi istenilen konular hakkında inceleme yapmak ve gereken personel hakkında

soruşturma yapmakla görevlidir. Teftiş Kurulu, mevzuatı geliştirme çalışmalarına dahil olarak görüş ve önerileriyle teftiş hizmetinden gelen deneyim ve birikimini kurumsal işleyişin ve hizmetin iyileştirilmesi için kullanmaktadır. Öte yandan hizmet içi eğitim faaliyetlerine eğitici olarak katılan Müfettişler beşeri sermayenin iyileşmesine katkıda bulunmakta, teftişte görülen sistematik aksaklıkların giderilmesinde önleyici bir rol üstlenmektedir. Aynı şekilde TMO Müfettişleri, teftiş yapılan birimlerde, rehberlik rolünü ön planda tutarak yol gösterici ve iyileştirici bir teftiş anlayışını hayata geçirmektedir.

Yıl: 26 • Sayı: 123


ÖRNEK YARGI KARARLARI Hazırlayan: Dr. Şafak Başa *

YARGITAY KARARI: Hukuk Genel Kurulu 2006/5-291 E., 2006/267 K. • KAMULAŞTIRMA BEDELİNİN TESPİTİ • 2942 S. KAMULAŞTIRMA KANUNU [ Madde 11] ÖZET: 2942 SAYILI KAMULAŞTIRMA KANUNU’NUN DEĞER TESPİTİ ESASLARINI DÜZENLEYEN 11. MADDESİNDE; TAŞINMAZIN CİNS VE NEVİNİN, YÜZÖLÇÜMÜNÜN, KIYMETİNİ ETKİLEYEBİ-LECEK BÜTÜN NİTELİK VE UNSURLARIN, HER UNSURUN AYRI AYRI DEĞERİNİN, VERGİ BEYA-NININ, KAMULAŞTIRMA TARİHİNDEKİ RESMİ MAKAMLARCA YAPILMIŞ KIYMET TAKDİRLERİ-NİN, ÖZELLİKLE ARSALARDA KAMULAŞTIRMA GÜNÜNDEN ÖNCEKİ ÖZEL AMACI OLMAYAN EMSAL SATIŞLARA GÖRE SATIŞ DEĞERİNİN VE BEDELİN TESPİTİNDE ETKİLİ OLACAK DEĞER OBJEKTİF ÖLÇÜTLERİN ESAS ALINARAK TAŞINMAZ BEDELİNİN TAKDİRİ GEREKTİĞİ ÖNGÖ-RÜLMÜŞTÜR. BU ŞEKİLDE TAŞINMAZIN GERÇEK DEĞERİNİN BELİRLENMESİ AMAÇLANMIŞTIR. KAMULAŞTIRMASIZ EL KOYMA NEDENİYLE BEDEL DAVA* Mülkiye Başmüfettişi

Temmuz-Eylül 2013

LARINDA, KAMULAŞTIRMA KA-NUNU’NUN BEDEL TESPİTİNE İLİŞKİN HÜKÜMLERİ KIYASEN UYGULANMAKLA BİRLİKTE, GEÇERLİ KABUL EDİLEN İLK BİLİRKİŞİ RAPORUNA TARAFLARIN İTİRAZ ETMELERİ HALİNDE, YENİDEN BİLİRKİŞİ İNCELEMESİ YAPTIRILMASI OLANAKLI DEĞİLDİR. İçtihat Metni: Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız elatma nedeniyle tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; (Kartal Üçüncü Asliye Hukuk Mahkemesi)’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 14.10.2003 gün ve 2002/8442003/790 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay Beşinci Hukuk Dairesinin 20.09.2004 gün ve 8726-8576 sayılı ilamı ile (… Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir. Mahkemece bilirkişi incelemeleri yaptırılmıştır. Dava konusu ta-şınmazın arsa niteliğinde kabulü ile emsal karşılaştırması yapılarak değer biçilmesi yöntem iti-bariyle doğrudur. Ancak; Aynı bölgeden Dairemize intikal eden dava dosyalarında taşınmazın niteliği, özellikleri de dikkate alındığında m2 birim bedelinin, değerlendirme tarihi itibariyle 200.000.000 TL’yi geçemeyeceği gözetilmeden, daha yüksek değer biçen bilirkişi kurulu raporu doğrultusunda fazla bedele

101


Örnek Yargı Kararları hükmedilmesi doğru görülmemiştir...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir. TEMYİZ EDEN: Davalı vekili

102

HUKUK GENEL KURULU KARARI: Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süre-sinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü: Dava, kamulaştırması el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir. Davacı vekili; tapuda müvekkilinin paydaş olduğu İstanbul ili, Kartal ilçesi, Şamandıra mahallesi 6829 ada 11 parsel sayılı ve arsa niteliğindeki taşınmaza davalı idarece yol yapılmak suretiyle kamulaştırması el atıldığını ileri sürerek, 46.161.000.000 TL kamulaştırması el koyma karşılığının dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiştir. Davalı idare vekili; talep edilen bedelin çok yüksek olduğunu savunarak, davanın reddine karar veril-mesini talep etmiştir. Mahkemenin, “arsa niteliğindeki taşınmaza 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11/3-g mad-desi uyarınca emsal karşılaştırması yapılarak metrekarede 250.000.000 TL değer biçen bilirkişi kurulu raporlarının usul ve yasaya uygun olduğu” gerekçesiyle “davanın kısmen kabulüne” dair verdiği karar, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Mahkemece “dava konusu taşınmazla aynı bölgede bulunan taşınmazlara metrekarede 200.000.000 TL değer biçildiğine iliş-kin dosyada bilgi ve belge bulunmadığı gibi, aksine aynı yerde bulunan bir başka taşınmaz için biçilen 250.000.000 TL/ m2 bedel esas alınmak suretiyle hükmedilip kesinleşen karar göz önüne alındığında, dava konusu taşınmaz için takdir edilen bedelin çevre parsellerle de uyumlu oldu-ğunun anlaşıldığı” gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir. Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasındaki uyuşmazlık; kamulaştırması el koyma karşılığının, arsa niteliğindeki taşınmaza em-

sal karşılaştırması sonucu 250.000.000 TL/ m2 değer biçen bilirkişi kurulu raporu esas alınarak mı, yoksa bozma ilamında işaret edilen, aynı bölgeden temyizen intikal eden dava dosyalarında belirlenen bedeller göz önüne alınarak en fazla 200.000.000 TL/m2 değer üzerinden mi hüküm altına alınması gerektiği noktasında toplanmaktadır. Bilindiği ve 16.05.1956 gün 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere, usulü dairesinde verilmiş bir kamulaştırma kararı olmadan ve bedeli ödenmeden taşınmazına el konu-lan kimse, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, değer karşılığının verilmesini de isteyebilir. Kamulaştırması el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanunu’na uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır. (11.02.1959 gün E: 1958/17, K: 1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Bir-leştirme Kararı gerekçesinden) Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, kamulaştırması el koyma olgusunun kabul edilebilmesi için, kamulaştırma ile el koyma yetkisi kendisine tanınmış olan gerçek veya özel ve kamu tüzelkişiliği olan kimsenin, kamu yararı gerektirdiği için el koymuş olması gerekir. (Ali Arcak - Edip Doğrusöz, Kamulaştırması Elkoyma, Ankara 1992, S: 20) Kamulaştırması el koyma nedeniyle ister el atmanın önlenmesi davası, isterse yer bedeli veya tazminat ya da ecrimisil davası açılmış olsun, davacının iddiasının araştırılması bilirkişi incele-mesine bağlıdır. (Age, Ankara 1992, S: 55) Bu noktada, bilirkişilerin taşınmazın değerinin tespi-tine ilişkin değer biçme esaslarını düzenleyen herhangi bir yasal düzenleme mevcut değildir. Ancak, öteden beri Yargıtay İçtihatlarında kamulaştırma hukukunda olduğu gibi, Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinde öngörülen emsal incelemesindeki ilkeler aranmaktadır. (Üçüncü Hukuk Dairesi 16.03.1976 gün, E: 1813, K: 2654; Dördüncü Hukuk Dairesi 10.02.1972 gün, E: 10300, K: 1001; Beşinci

Yıl: 26 • Sayı: 123


Dr. Şafak Başa Hukuk Dairesi, 14.11.1985 gün, E: 11780, K: 12446) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun değer tespiti esaslarını düzenleyen 11. maddesinde; Ta-şınmazın cins ve nevinin, yüzölçümünün, kıymetini etkileyebilecek bütün nitelik ve unsurların, her unsurun ayrı ayrı değerinin, vergi beyanının, kamulaştırma tarihindeki resmi makamlarca yapılmış kıymet takdirlerinin, özellikle arsalarda kamulaştırma gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre satış değerinin ve bedelin tespitinde etkili olacak değer objektif ölçütlerin esas alınarak taşınmaz bedelinin takdiri gerektiği öngörülmüştür. Kanunun lafzı ve ruhu göz önüne alındığında; ana ilke, taşınmazın gerçek değerinin tespit edil-mesidir. 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına göre, taşınmazına el konulan kimse, mülkiyet hakkının kamu tüzel kişiliğine devrine razı olarak, taşınmaz malın be-delini dava ettiği takdirde ödenecek bedel, taşınmazın dava tarihindeki değeri olacaktır. Dolayısıyla kamulaştırması el koyma nedeniyle tazminat davalarında da amaç, taşınmazın gerçek değe-rinin tespiti olup, kamulaştırma ile denklik sağlanabilmesi için Kamulaştırma Kanunu’nun değer tespitine ilişkin hükümleri uygulanmalıdır. Bundan ayrı, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu Ta-sarısı gerekçesinde, 11. maddede sayılan ölçütlerin Anayasa’nın 46. maddesindeki unsurlar gözö-nünde tutularak düzenlendiği belirtildiğinden, kamulaştırmasız el koyma nedeniyle bedel davalarında 11. maddedeki esaslara göre bedel tespitinin taraflar açısından Anayasal güvence teşkil edeceği açıktır. Önemle vurgulanmalıdır ki, kamulaştırmasız el koyma nedeniyle bedel davalarında Kamulaştırma Kanunu’nun bedel tespitine ilişkin hükümleri kıya-sen uygulanmakla birlikte; geçerli kabul edilen ilk bilirkişi raporuna tarafların itiraz etmeleri halinde, yeniden bi-lirkişi incelemesi yaptırılması olanaklı değildir. (YHGK’nın 05.05.2004 gün, E: 2004/5-270, K: 2004/261 sayılı kararı) Tüm açıklamalar ışığında somut durum değerlendirildiğinde; hükme dayanak yapılan ve dava konusu taşınmaza metrekarede

Temmuz-Eylül 2013

250.000.000 TL değer biçen ilk bilirkişi kurulu raporu gerekçeli olup, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinde öngörülen ilkeler esas alınarak dü-zenlenmiştir. Yine, bilirkişi raporunda taşınmaza biçilen değerin, aynı mevkide bulunan diğer taşınmazlar için hükmedilip kesinleşen bedellerle de uyumlu olduğu anlaşılmaktadır. Her ne kadar mahkemece ikinci kez bilirkişi incelemesi yaptırılmış ise de; aynı usulle düzenlenen ikinci bilirkişi raporu ilk raporu teyit ettiğinden, bu husus sonuca etkili görülmemiştir. Şu hale göre; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun bedel tespitine ilişkin 11/3-g maddesi hükümleri kıyasen uygulanmak suretiyle, emsal karşılaştırması sonucu taşınmaza metrekarede 250.000.000 TL değer biçen bilirkişi kurulu raporu esas alınarak, kamulaştırmasız el koyma karşılığına hükme-dilmesi usul ve yasaya uygundur. Direnme kararı bu nedenle onanmalıdır. SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan ne-denlerle (ONANMASINA), 03.05.2006 gününde oyçokluğu ile karar verildi. DANIŞTAY KARARI: T.C. DANIŞTAY Birinci Daire Esas No : 2003/34 Karar No : 2003/42 ÖZETİ: BELEDİYE BAŞKANLARI İÇİN HİZMET KARŞILIĞI OLARAK BÜTÇEYE KONULAN ÖDENEKTEN, BAŞKANLIK GÖREVİNİ FİİLEN YERİNE GETİRENLERİN YARARLANMASI GEREKTİĞİ, HERHANGİ BİR NEDENLE, TUTUKLANAN VEYA GÖREVDEN UZAKLAŞTIRILAN VE YETKİLİ MERCİ KARARI ÜZERİNE GÖREVİNE DÖNEN BELEDİYE BAŞKANLARINA GÖREVDEN UZAKTA KALDIKLARI SÜRELER İÇİN BAŞKANLIK ÖDENEĞİ VERİLMEYECEĞİ HK.

103


Örnek Yargı Kararları

104

Herhangi bir nedenle tutuklanan veya görevden uzaklaştırılan ve yetkili merci kararı üzerine görevine dönen belediye başkanlarına, görevden uzakta kaldıkları süreler için başkanlık ödeneği ödenip ödenmeyeceği konusunda düşülen duraksamanın giderilmesine yönelik istişari düşünce istemine ilişkin Başbakanlığın 3.3.2003 günlü, 919 sayılı yazısına ekli İçişleri Bakanlığının 3.2.2003 günlü ve 53266 sayılı yazısında aynen: “Anayasanın 127. maddesi uyarınca Bakanlığımızca görevinden uzaklaştırılan veya herhangibir nedenle tutuklanan belediye başkanlarının görevinden uzakta kaldığı süreler için kendilerine ödenek verilip verilmeyeceği konusunda mevzuatta bir hüküm bulunmamaktadır. Danıştay 11. Dairesinin 26.2.1979 gün ve E:1976/1363, K:1979/486 sayılı kararında herhangi bir sebeple tutuklanan belediye başkanlarının ödeneklerinin ödenemeyeceği, ancak bir suç isnadı ile tutuklanmış fakat, bu tutukluluğu bir ceza kararı ile hükümlülüğe dönüşmemiş olan belediye başkanının başkanlık ödeneğinden yararlanmasına yasal bir engel bulunmadığı ve tutukluluk sonunda bir ceza kararı verilmemişse, belediye başkanının tutukluluk süresine ait ödeneklerini alacağı belirtilmiştir. Ancak Sayıştay Dördüncü Dairesince söz konusu Danıştay kararından sonra verilen, 18.11.1993 tarih ve 27748 sayılı, konuyla ilgili kararda özetle; “işlediği suçtan dolayı tutuklanan ve İdare Mahkemesi kararı ile görevden düşürülen belediye başkanı, sonradan Danıştay kararı ile göreve dönmüş olsa bile, belediye başkanları memur ve müstahdem sınıfına dahil olmayıp aldıkları para da tahsisat olarak ifade edildiğinden çalışılmayan döneme ait başkan ödeneğinin ödenmesi mümkün değildir ve yersiz ödenen miktarın tazminen ödenmesi gerekir” denildiğinden Bakanlığımıza bugüne kadar Sayıştay görüşü doğrultusunda görüşler verilmiş bulunmaktadır. Bakanlığımızca görevinden uzaklaştırıldıktan sonra iade edilen veya tutukluluk hali sona eren belediye başkanlarına yukarıda belirtilen Danıştay kararı doğrultusunda ödenek verilmesi gerektiği düşünülmektedir.

Söz konusu Sayıştay kararı örneği ilişiktir. Konuyla ilgili uygulamaya esas olmak üzere Danıştay Kanununun 42/f maddesi uyarınca Danıştay Başkanlığının görüşlerinin alınması hususunda gereğini müsaadelerinize arz ederim.” denilmektedir. Dairemizce yapılan çağrı üzerine gelen İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdür Yardımcısı … ile Daire Başkanı …’in sözlü açıklamaları dinlendikten sonra konu incelenerek, Gereği Görüşülüp Düşünüldü : Herhangi bir nedenle tutuklanan veya görevden uzaklaştırılan ve yetkili merci kararı üzerine görevine dönen belediye başkanlarına, görevden uzakta kaldıkları süreler için başkanlık ödeneği ödenip ödenemeyeceği konusunda düşülen duraksamanın giderilmesine yönelik istişari düşünce istenilmektedir. Anayasanın 127. maddesinin dördüncü fıkrası ile bu hükme paralel düzenleme içeren 1580 sayılı Belediye Kanununun 93. maddesinin üçüncü fıkrasında İçişleri Bakanının, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahalli idare organlarını veya bu organların üyelerini geçici bir tedbir olarak kesin hükme kadar görevlerinden uzaklaştırabileceği hükme bağlanmıştır. 1580 sayılı Belediye Kanununun 93. maddesinin ikinci fıkrasında, belediye başkanlığının boşaldığı veya başkanın görevden uzaklaştırıldığı hallerde vali tarafından belediye meclisinin on gün içinde toplanmasının sağlanacağı, bu toplantıda meclisin, katılanların salt çoğunluğunun gizli oyuyla ve kendi üyeleri arasından bir başkan vekili seçeceği, başkan vekilinin, yeni başkan seçilinceye veya görevden uzaklaştırılmış olan başkan görevine dönünceye kadar görev yapacağı, 117. maddesinin 2. bendinde, belediye heyetleri, memur ve müstahdemlerine ilişkin ödeneklerin, maaşların, ücretlerin belediyenin giderleri arasında yer aldığı hükme bağlanmıştır. Belediye Başkanları mahalli halkın seçtiği kamu görevlileri olduklarından bunlara gördükleri hizmet karşılığı verilen para da maaş veya ücret değil, ödenektir.

Yıl: 26 • Sayı: 123


Dr. Şafak Başa Belediye başkanlarının herhangi bir nedenle tutuklanması veya görevden uzaklaştırılması durumunda bu görevi, 1580 sayılı Kanunun 93. maddesine göre seçilecek vekil yürüteceğinden başkanlık ödeneğini de, hizmetinin karşılığı olarak vekilin alacağı tabiidir. Belediye başkanının daha sonra görevine dönmesi halinde, tutuklu kaldığı veya görevden uzaklaştırıldığı süre için kendisine ödenek verilmesi, hizmet karşılığı olan ödeneğin niteliği ile bağdaşmayacağı gibi aynı dönemde iki kişiye birden ödeme yapılması sonucunu da doğuracaktır. Açıklanan nedenlerle, belediye başkanları için hizmet karşılığı olarak bütçeye konulan ödenekten, başkanlık görevini fiilen yerine getirenlerin yararlanması gerektiği, herhangi bir nedenle tutuklanan veya görevden uzaklaştırılan ve yetkili merci kararı üzerine görevine dönen belediye başkanlarına görevden uzakta kaldıkları süreler için başkanlık ödeneği verilemeyeceği sonucuna ulaşılarak dosyanın Danıştay Başkanlığına

Temmuz-Eylül 2013

sunulmasına 2.4.2003 gününde oybirliğiyle karar verildi. SAYIŞTAY KARARI: İkinci Daire, Karar Tarihi: 19.9.2006, Tutanak No: 33699 Kararın Konusu: BELEDİYE PARKLARININ ELEKTRİK ABONE TİPİNİN “GENEL AYDINLATMA” YERİNE “RESMÎ DAİRE” ABONE TİPİ KABUL EDİLEREK DÜZENLENEN TARİFE ÜZERİNDEN ÖDEME YAPILAMAYACAĞI. Beşiktaş Belediyesi Saymanlığı 2004: “Enerji Piyasası Üst Kurulunun 8.1.2004 tarih ve 284/2 sayılı Kurul Kararında parkların aydınlatma giderlerinin “Genel Aydınlatma” grubuna girdiği belirtilmektedir. Belediye bünyesinde bulunan parkların elektrik abone tipinin “Genel Aydınlat-ma” yerine “Resmî Daire” abone tipi kabul edilerek yanlış tarife uygulanması sonucu, fazla ödenen elektrik ücretinin sorumlulara ödettirilmesine…”

105


DENETDE’DEN HABERLER GELENEKSEL DENETDE SÖYLEŞİLERİNİN 3 ARALIK 2013 TARİHİNDEKİ KONUĞU PROF. DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN OLDU * doğru anlamak ve yorumlayabilmek için asr-ı saadette ve devamında yaşanan olaylara vurgu yapıldı. Bu çerçevede ayetlerin “Ne dedi?” ve “Ne demek istedi?” şeklinde bir metodolojik yaklaşımla ele alınması gerektiği hatırlatıldı. Bununla birlikte, başta İmam Mâtürîdî ve İmam Eş’ari olmak üzere, din bilginlerinin çalışmalarından örnek aktarımlar yapıldı. Konuşmanın ardından soru cevap kısmına geçildi.

106

DENETDE Söyleşilerinin 3 Aralık 2013 tarihindeki konuğu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün oldu. Söyleşi, Dernek Genel Merkezinde 3 Aralık 2013 Salı günü saat 19.30’da başladı ve yaklaşık 2,5 saat sürdü. Söyleşi, Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN’ün iman ve itikat ile ilgili değerlendirmeleri içeren sunumu ile başladı. Akabinde Kuran-ı Kerimi * Haber: Kadir Kemaloğlu

Yıl: 26 • Sayı: 123


Dentde’den Haberler

2013 YILININ SON SÖYLEŞİSİNİN KONUĞU PROF. DR. SAADETTİN GÖMEÇ OLDU *

2013 yılının son söyleşisi 24 Aralık 2013 tarihinde yapıldı. Söyleşinin konuğu Türk tarihi konusunda otorite bir isim olan Anka-

ra Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Sadetin Y. Gömeç idi. Saat 19.00 sularında başlayan söyleşi, saat 23.00 sularında bitti. Söyleşi, Prof. Gömeç’ in “Türk” kavramının ortaya çıkması, anlamı, gelişimi, Türk tarihinin ve kültürünün temel karakteristikleri üzerindeki yer yer çok ayrıntılı olan yetkin sunumu ile başladı. Sunumdan sonra soru cevap bölümüne geçildi. Hemen her katılımcının soru sorduğu söyleşi, beklenenden uzun sürdü. Tarihin her dönemine ve güncel konulara ilişkin sorular sorulması ve bunlara yetkin cevaplar verilmesi dikkat çekici idi.

107

* Haber: Ömer Yürekli

Temmuz-Eylül 2013


KİTAP TANITIMI Hazırlayan: Arslan Özdemir *

Sosyal Teoloji, İnsanın Yeryüzü Serüveni :(Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, Lotus Yayınevi, Mayıs2012.)

108 Şaban Ali DÜZGÜN; Sosyal Teoloji, İnsanın Yeryüzü Serüveni adlı eserinde; Gelenek ya da kollektif geleneksel düşüncenin kırılma anlarında, dinler üzerinde yeniden düşünen, zamanın evrilmesinin getirdiği sıkıntılara ve iç çekişmelere çözüm üretme teşebbüsünde bulunan birçok düşünürün kutsal kitaplara ilişkin algılarını irdeleyip eleştirmektedir. Yeni bir paradigmanın, zihin haritasının çerçevesini çizmekte ve İslam Kelamının insana dönük yüzü olarak adlandırdığı yeni arayışı; “Sosyal Teoloji” olarak adlandırmaktadır.

Dinlerin; ”Gelenek ve geleneksel düşünceyi mevcut rotasından koparma, kırılmaya uğratma görevi” olduğunu söyleyen Prof. Dr. * DENETDE Genel Sekreteri/İç Denetçi

2010 tarihli baskısına kıyasla, genişletilen ve yeniden tasarlanan eserin yeni baskısında; Tanrı’ya, insana ve tarihe bakış açımızı sakatlayan paradigmanın üzerine oturduğu zeminin, kayganlığı ve dayandığı argümanların tutarsızlığı ortaya konulurken, yazar tarafından yeni bir bakış açısı teklif edilmektedir. Bir postulat olarak insanın, ikinci dereceden bir varlık olarak resmedilmesini yazar reddetmektedir. Yıl: 26 • Sayı: 123


Kitap Tanıtımı Eser; biryandan insanın iradesini, aklını ve kudretini kötürüm hale getirdiği iddia edilerek üstü çizilen dinlerin reddedilme gerekçelerini ortadan kaldırmayı, diğer yandan insanın yeryüzü serüveninde elini ayağını bağlayan güçleri deşifre etmektedir. Tanrıyı yanında gören ve toplumun zorunlu değişimine, sosyal sürece, tarihin devinimine eşlik eden, vahyi algılayan ve yorumlayan özne durumundaki insanla ilgilenen Sosyal Teoloji ile hedeflenen; kutsal kitaplardaki insan anlayışının dünyadaki tüm değişimlere ve gelişmelere kaynaklık edip hızlandırılabileceğinin ortaya konulmasıdır. Tanrı- İnsan-Toplumsal Süreç veya Değişim başlıkları ile üç ana bölümden müteşekkildir. Eserin; Dizin ve Bibliyografya ile birlikte 173 sayfadan ibaret olması, kendi standartlarım bakımından kitapla ilişkilenmek isteyenleri rahatlatacak hacimdedir. Ama içerik; yerleşik bilgi kırıntılarımı ve mevcut algılarımı bir kez daha gözden geçirme kararı almama neden olmuştur. Yazar; Kuranın tarih paradigmasının temel belirleyicisini, değişkenlik ve dönemsellik geriliminin oluşturduğunu ifade eder-

Temmuz-Eylül 2013

ken; Mitik Toplum Modeli ve Ütopik Toplum Modeli ile gerçek insan, gerçek zaman ve gerçek mekan unsurlarına dayanan Kuran’ın Toplum Modeli arasındaki farka değinmiş ve değişimin odak noktasına insanı koyarak okuyucusunun istifadesine sunmuştur. Kitap; konu bağlamında düşünce dünyamıza ilham veren kaynakların matrisini, karşılaştırmalı olarak okurun önüne sererken, tespit ve eleştirilerle birlikte kendi yaklaşımını da ortaya koymaktadır. Kanaatimce; Tanrı, insan ve topluma dair kafa yoran, bir şekilde geleneksel teoloji yaklaşımının insana biçtiği role yönelik kuşkularına cevap arayışında olanlar ve teoloji dünyasında ne oluyor diye merak edenler için okunması gerekli bir kitap. Derneğimizce gerçekleştirilen sohbet toplantılarına iştirak ederek değerli fikirlerini katılımcıların istifadesine sunan, sıra dışı yaklaşım ve tarz sahibi hissine kapıldığım Prof. Şaban Ali Düzgün’ün “Sosyal Teoloji, İnsanın Yeryüzü Serüveni” adlı kitabını siz kıymetli üyelerimizin bilgi ve beğenisine sunmuş olduk. Dergimizin yeni sayısında yeni kitaplarla buluşmak dileğiyle…

109


DENETİM DERGİSİ YAYIN İLKELERİ 1. Denetim Dergisi üçer aylık dönemler halinde yayımlanan bir dergidir. 2. Yayımlanmak üzere gönderilen yazıların yayımlanıp yayımlanmayacağına Dergi Yayın

110

Kurulu karar verir. Yayın Kurulu yazardan yazının kısaltılmasını ve düzeltme yapılmasını isteyebilir. 3. Gönderilen yazılar yayımlansın veya yayımlanmasın iade edilmez. 4. Dergiye gönderilecek yazılarda Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzuna uyulması esastır. 5. Yazıların Dergide yayımlanmış olması, yazarlara ait görüşlerin paylaşıldığı anlamına gelmez. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. 6. Yazarlar unvanlarını, görev yaptıkları kurumları, iletişim adresleri ile telefonlarını ve varsa e-posta adreslerini bildirmelidir. 7. Yayımlanmak üzere gönderilen yazılardan inceleme, araştırma ve makale türü yazıların 10 sayfayı; derleme, çeviri ve tanıtım türü vb. yazıların 6 sayfayı geçmemesi tercih edilir. 8. Yazılar “Microsoft Word” veya “Open Office” programlarının formatlarında kaydedilmiş bir cd’de (yazı tipi Times New Roman, 12 ) teslim edilebilir veya Derginin e-posta adresine gönderilebilir. 9. Dergide yayımlanan yazılardan ancak kaynak gösterilmek suretiyle alıntı yapılabilir. 10. Dergide yayımlanan reklamların sorumluluğu, reklam verenlere aittir. Yıl: 26 • Sayı: 123


DEVLET DENETİM ELEMANLARI DERNEĞİ “DENETİM” DERGİSİ ABONELİK FORMU Adı Soyadı : ……………….………………………………………………………………….…………………….....……… Görev Yeri : ………………….....…………………………………………………………….…………………….....……… Adresi

: ………………….....…………………………………………………………….…………………….....………

………………….....………………………………………………………….…………………….....………… ………………….....…………………………………………………………….…………………….....……… ………………….....………………………………………………………….…………………….....………… Telefon

: …………………....………… Dahili :……….…………………… GSM: ………….……………………

E – Mail

: ……….………………………………………………….………………………….…..

ABONELİK DÖNEMİ VE ÜCRETİ 1 Yıllık (4 Sayı) 40 TL (..........................................................................)

“DENETİM” DERGİSİ İLETİŞİM Adres : İzmir Caddesi Necipbey Apt. No:22/6 Kızılay / ANKARA Tel : (0312) 419 7150 Fax : (0312) 418 9739 Web : www.denetde.org.tr

BANKA HESAP NUMARALARIMIZ

1 - Ziraat Bankası Ankara Bulvar Şubesi: Hesap No: 34554752-5001 IBAN : TR250001001235345547525001 2 - Vakıfbank Ankara Başkent Şubesi: Hesap No: 00158007293623634 IBAN : TR710001500158007293623634 3 - Halk Bankası Ankara Demirtepe Şubesi: Hesap No: 16000076 IBAN : TR960001200938900016000076 4- Posta Çeki : Hesap No: 206253 GÖRÜŞLERİNİZ: ………………….....…….…………………………………………………….…………………….....… ………………….....………………………………………………………….…………………….....…………………………… …………………...…………………………………………………….……........……………….....…………………………… ………………….....………………………………………………………….…………………….....……………………………

(*) Abonelik dönemi ücretinin yatırıldığına dair banka dekontunu bu form ile birlikte iletişim adresine gönderiniz.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.