Sebeke 2

Page 1

SEBEKE

Ferzan AktaĹ&#x;

fanzin


2

Ferzan AktaĹ&#x;


BU KENTTE GREV VAR Şebeke

Bir türlü artmayan işçi ücretleriyle sadece maddi olarak değil ruhsal, düşsel ve düşünsel olarak da köşeye sıkıştırılan, özel iş bulma kurumları ve kiralık işçilik yasa tasarıları ile sadece kazanılmış ve yasal haklarına değil hayatı hakkında söz sahibi olmasını sağlayan tüm haklarına göz dikilen, kıdem tazminatına el koyma girişimleriyle sadece emeğinin karşılığını kaybetmek ve sermayeye yatırım unsuru olmaktan öteye gidemeyen, hayatının her noktası işgal altına alınmak istenen, bir üretim elemanı gibi tanımlanan ve kendi hayatına yabancılaştırılan sadece işçiler değil aynı dayatmalarla, tahakkümlerle hayatsal alanları makro ya da mikro boyutta sürekli ve tekrar tekrar işgal edilen hepimiziz. İşçilerin, yani hepimizin isyanının; devlet ile yapılan kağıtlardaki peşkeş çekme antlaşmalarındaki sözde zaferlerle, kurum, dernek ya da sendika üyelikleriyle, iki gün sonra vazgeçilecek grevlerle, sistemin politikalarına alet edilmeye çalışılarak kısıtlanan, kısırlaştırılan, yalnızlaştırılan, gözleri ve gönlü bağlanan bir algılama ile savunulması mümkün değildir. Hayatımızı bombalayan, zihinlerimizi kanatan sistemin tüm saldırılarına karşı, sokak sokak, düş düş, ruhlarımızı titrete titrete, sürekli ve büyüyen, kenti saran bizim, hepimizin grevi için yürekten haykıralım; BU KENTTE GREV VAR!

3


merci melsi Amelis

her kesimine başka bir yüzümü süsleyip ,siliniyorum yoksa aynalarında küfleneceğine bilgin diri öpücü fareler dayanamaz kemirirlerdi camdaki parçalarımı yoksa bir ters dönüşlük gün düzmeleri olmaz ve ne kadar anka büküğü boyun varsa kuğuların öğlenlerine açardı kurt donlarını. kapıları ben örtmüyorum,ah tüm suç gıcırtı! ve kısmıyorum pencere seslerini.o rüzgar kayıpları! yüzleri unutamama törenine beni giydiren hep ötekileri. terimi siliyorum,ateşimi onlarla düşürdüm yüzünü,kusacağım çamur kabarcıklarına temizleyen yenileri kasıklarımdaki dokuz günlük yataklarından bugün kalkıyorlar ilerilere onlar devam ederken suyun içindeki tesadüflere ben geriye sarılacak 1983 disko kaset şeridine sarmal mat zemin oluyorum. ve düzleştirmeye gidiyorum tüm acılı geçmişleri.

4

25ağustos.


Mao’cu Seks Aras Keser

SUNU filinta gibi daldan kopmuş üç kova su ile yıkanır halvet zamanlarında fikr’i sabit mi,eşeysiz üreme mi,Filipin asıllı mı koşar küçükparkta realize olmamış toynaklarla MUAHHHH! beni ikiye kurban kesin ve alkışlayın lan orospuları çin seddi boyunca alkışlayın –çükler içerdebu bir babasındannefretedençocuklar manifestosudur uyun ve atletle dolaşıp hürriyet okuyun bundan sonra kırsal tenime uymaz benim usta devrim yapalım üç vakit beş vakit devrim yapalım ulan allahına kadar devrim yapalım ama bu delil kifayetsizliğine ne çare bulunacak? -örneğin 8 yaşındaki s.ı.’yı okuldan evine dönerken çektiği belirsiz acıdan hangi devrim kurtaracak?o değil de ben yine tümden gelim sevişiyorum tüme varıyorum -mao kağıt helva istiyorbabasız kısrakların koşusu bitiyor vücudumda intiristink olaylar oluyor kemalettin tuğcu ölüyor küçük besleme ile birlikte piramitlerce ağlıyoruz mao bu işe çok kızıyor

5


6

OnstOn


Burjuvazi Siker Burjuvazi Keser Bay Perşembe

0 Epilog ya da monolog… Cepkenimize doldurduğumuz taşları yan yana getirince, düşüncenin radikalliği gösterinin ışıltısına yenik düşmekten kurtulabilir. Topluma karşı silahlanmaya başlayabilir. En azından ilk adım olarak taşla. 1 Egemen küresel kültür her ne kadar sınıf çatışması yok oldu desin. Çatışma kan revan devam ediyor, yaşamın her cephesinde… 2 Kitlenin sürüye, gündeliğin pornografiye döndüğü ve Gerçek’in kaybına dair bu sürece kıssaca gerçeklik terörü diyorum. 3 Modern baskı rejimleri(ki tüm devletler böyleydi, tüm nüans farklarına rağmen) kamu denen gösteri içinde kendi snuff filmini çekerlerdi. İzleyicilerinden beklenen ise korku ve itaatti. Oysa günümüzde her türlü otoritenin ürettiği snuff toplumca keyifle izlenmekte, takip edilmekte. Hatta gelinen aşamada her bireye kendi snuff filmini üretme hakkı da verilmiştir. Gerçeği kurşuna dizen, gerçekliğin terör halidir bu yaşanılan…

4 70 yıllar… Her gün okullarda, fabrikalarda onlarca insan katledilirken sinemalarda Ertem Eğilmez filmleri izleniyordu. Topluma, aileye, aşka, uzlaşmaya dair ütopik bakışın öne çıktığı bu filmler, belki de yaşanan toplumsal travmanın realitesinden bir çeşit çocukluk fantezisine kaçış imkanlarıydı. Ülkenin yaşadığı kan banyosu ortasında, Tarık Akan, Gülşen Bubikoğlu, Minur Özkul, Adile Naşit ile geçen ‘neşeli günler’. Bu ütopik manzara arasında sınıf savaşımına dair naif ama gururlu bir emsel de ortaya konmuştu: Yaşar Usta… Yaşar Usta; Türkiye işçi sınıfının ilk ve belki de tek kahramanıydı, görebilen kalplere… 5 Gerçek genelde hep göz ucunda, ulu orta durur; hatta görememek mümkün değildir. Ama dün gösteri, bu gün geldiği noktada gerçeklik terörü onu sürekli gizilleştirecek hazlar, partiler, seçenekler oluşturur. Görebilecek gözler körleştirilir. Oysa hep Gerçek masanın üzerinde çırılçıplak durur. Tıpkı Poe’nun kayıp mektubu gibi…

7


6 Münevver Karabulut katline dahil tüm Gerçek de ayan beyan ortadadır. Katil bir aile şirketi üyesidir, mensup olduğu holding de bu ülkede söz sahibidir. Kurban ise mülksüz sınıfa mensup 17 yaşında bir kızdır. 7 Gerçek bazen koca cilt teorinin anlatmaya zorlanacağı bir durumun çok basit ve net prototiplerini ortaya koyar. Karabulut’un katlinde ortaya çıkan fotoğraf gibi: burjuvazi siker, isterse de keser… Ne kurban Gülşen Bubikoğlu’dur, ne de katil Tarık Akan. Süreyya Karabulut’ta Yaşar Usta değildir. Ve bu günde olmamasının bedelini ödemektedir. 8 Toplum; cinayet hikayesinin tüm sürecini, 17 yaşında bir kızın kesik başına odaklanarak iştahla seyretmektedir. Sadece bu sapkın gözetleme süreci bile, toplumu cinayetin suç ortağı yapmaktadır.

8

9 Kan davası, kan parası gibi adetleri olan bir toplumda, kitlelerin katilin ailesinden para istediği söylenen babayı cadı kazanına atması ironiktir. Şöyle diyor Süreyya Karabulut: ben yanlış şeyler söylemiş olabilirim. Ama şerefsiz değilim... Ama topluma hakaret etmiyorum’ Bu açıklama tüm bu süreçte Münevver’in katlinden sonraki en hazin gelişmedir. Akli dengesini yitirme noktasındaki babanın, katil ailenin holdinginin önünde elinde kanlı bir testere ile eylem yaparken söylediği bu sözleri üzerine düşünmek gerek.

Çünkü bu sözler gerçeklik terörünün yarattığı körlüğün açık tezahürüdür. Gösterinin figüranına çevrilen baba, asıl suçlaması gereken topluma HALA hakaret etmemektedir. 10 Çocuklarına sahip çıkmayınca davulcuya da kaçar, her şey olurdiyen iktidar bu sözlerle sadece kendi muhafazakar ideolojisini aklamaparlatmaya çalışmaz. Aynı zamanda, çok Türkçe ve açık bir şey söyler: ahlak dediğiniz erdem her zaman güçlünün, iktidarın, zenginin yanındadır. Bu sözleri doğru okuduğumuz da, Benjamin dediği gibi mülksüz sınıfa ilk düşen ödev ahlaki metaforu kapı dışına atmaktır. Tüm toplumsal işleyişlerin pornolaştırıldığı yerde, onu ahlak ile terbiye etmeye çalışan egemenlere karşı; ahlaksızlığını haykırmaktır. 11 Görüntünün pornografisi ve şiddeti üzerine tezlerde, zenginlerin kaçırılan isimsiz kurbanları kesip biçtiği Hostel filmlerinin çoktan gerçek hayata dönüştüğü anlatmıştık. Yaşanılan hazin olay ile Gerçek yeniden kendini gözümüzün içine sokmuştur. Toplumun gerçeklik terörü metodu ile katlettiği Münevver’in başı mülksüzler içinde etik bir sembole dönüşmelidir. Devletlere, holdinglere, topluma karşı havaya kaldırılacak, düşmanın gözünü kör edebilecek bir medusa sembolüne. 12 Bir gün bu çöl ülkesinde bile, radikal öznellik silahlanırsa; topluma karşı ilk mermiyi atacak milislere Münevver Karabulut müfrezesi adı verilmedir.


9

akrock

Cins


209 Zozan Gemilerördü i. beni bir körfezin kendini nehir sandığı o yerlerde bırakın. ağaçların çocuk kalplerini kovuklarında sakladığı ağaçların çocuk oyunlarına müdahaleyi yasakladığı ağaçların çocuk suçlarını düşünmeden akladığı o yerlerde, beni bırakın. ii. cemile hanım, tersine bir hayat. kızlığı, çamlıçayın kıyısında unutulmuş çay taşmış sonra. kunduracı mehmet bey’in ebedi karısı. bir sadakat anıtı: yarısı mezarında erkeğinin yarısı aşkın kanıtı. cemile hanım, o çayın yanına yaklaştırmazdı torunlarını lanetine inanıp. gırtlağında saklambaç oynayan yeşil böcekleri sevdiğinden beri, konuşmak; pek kalmamış geri. yalnız bir girit radyosu’nun hüzünlü cızırtıları. iv. şimdi ben hep bu otobüse binince cemile hanım, incecik bir sızı oturur şoför koltuğuna kraliçe arı. ineceğim yeri bilir: son durak. iii. karşı mahalle bir korku filmi senaryosu. cemile hanım, ebedi ortak! o çekmişti yıllar önce. ben seni uçurmaya talibim sen otobüsleri bırak. zihnin yerelliğine yeltenmişti. memo’nun anısına iki selam çakarak sonra vaz geçti sessizce. memo’nun anısına iki kanat takarak.

10

mart ’09, ankara


İlhan Berk defteri #2 Şenol Erdoğan

hani dolaşmışsınız ya dağlarda evde yokmuşsunuz, evin olmazlığının dert edildiği kare bir masada giacometti ben ve siz ve şu an her birimiz evsiziz evde olmayışınızın boşluğu ile dağlara gidişiniz arasındaki mesafe kat ettiğiniz yol ve boyunca kuradurduğunuz dizeler usunuzda giacometti’in ayakları, uzun, ve gölgeler ki sizin de yolunuza düştüler ki düştüler dolaştığınızca bir eviniz yok idi ve evinizde olduğunuzca yoktu dağ iki varın da yokun da bağlandığı: dize. şiir bir konstrüksiyon ve mimarlığınız -ın coğrafyasızlığı- burada başlıyor soyut bir mimari uçuşgan geometri dağlarda derdiğinizi <yapı/için malzeme> eve vardırdığınızda alfabetik bir yapının inşaası sözkonusu dağlarda dolaştığınız sürece evde olmamaklık söz edilen değildi evde olduğunuzda yazdığınız dağlarda dolaştığınız yol boyu düşündüğünüz de değildi dolaşmak ve durmak ki bir yandan dolaşılan dağ denli evdi de siz evde de dolaştınız ve evde yoktunuz ki zaten mimarlığınıza metafizik bulaşacaktı da “ev geçmişte kalmıştı/r” moda 2009 sonbahar sonu

11


Acolyte The Libertine* Ozan Durmaz

Requiem æternam dona eis, Domine, et lux perpetua luceat eis.1 hiç bir şeyin ortasındayım. o kadar büyük ki dünya baktıkça tutsaklaşıyorum, üşüyorum. yanımda yatan bir kadın var, çıplak. o da üşüyor bir beton üstünde upuzun. etrafında yattığmız yerden göremediğimiz kırmızı çizgiler ve onun üzerine işeyen bir adam var. adamın siyah pelerini var, etrafta bir çok kişi var. bir ona bakıyorlar bir bana bakıyorlar. yorganımı kafamın üstünden geçiriyorum. bir bahçedeyim. nar ağaçları var, elma ağaçları var. limon ağaçları yok, ama kokuları var. toprak inişli çıkışlı, ağaçlar arasında yürümesi zor. halbuki ben küçükken dümdüz ve pürüzsüzdü. ayaklarımı çeker karnıma uyurdum. ayaklarımı bulamıyorum. hissetmiyorum da. ağaçların arasından bir adam çıkıyor, yanaşıyor, ağzı yüzü sarılı, avucunu açıyor, içinde haşhaş tohumları... bir hançerin tenimize değdiğini hissediyorum. güney fransa, Lacoste’da bir kalenin duvarına dönük odamızın penceresi. tüm duvarlar siyah. tüm yazılar küçük. ayrı ayrı yalnızız. çişim var. tuvalet uzaklaştıkça uzaklaşıyor. uykular da öyle. acıyla uyanmaya çalışıyorum. aynı ben küçükken de böyleydi.

12

ve içimden bir damladan fazla değil çıkan kan. ama çığlığın çığlığın

çığlığın ve kan ve sen; Acolyte... altına tuttuğum tüm çanağı dolduran bu karanlık içinde salınarak dans eden birilerinin olduğunu hissediyorum tenimden... kanı çanağa damlatıp odanın duvarlarına sıçratıyor o kara rahip. etrafımda sevişen insanlar var. biri sensin. bir kaçı duvara bağlı ve bir kaçı da bir kaçının ağzına oturuyor. ara: bir kaç resim geçer; Shakespeare, Goethe, Marquis de Sade, Leopold von Sacher-Masoch, Anton Szandor LaVey, Edgar Alan Poe, Georges Bataille ve Tanrı... iki de yarım resim, birleştirilmiş: Kafka ve Milena... ara biter. uyandım. ağzımda okunmuş olduğunu düşündüğüm bir kesme şeker eriyor. şimdi gene herkes gitmiş. yerler çiş ve metal. dilime bir kan tadı geliyor; tam da mutlu olmak üzerine düşünüyorken... kalkıp duvardan seni çözüyorum. ayaklarıma kapanıyorsun, kararıyoruz ve tırnak aralarımızı yararak açan mor çiçekler eşliğinde bağırıyoruz: “Vos amo! Vos amo!..”2 gerçekten uyanıyorum, yorganın içinde bir bahçedeyim. bahçede göğe değen ağaçlar var. kafamı kaldırıp bakıyorum... gökten üç elma düşüyor... biri elma ağacın altında oturan gerzek bir adamın başına düşüyor. adam


sevinerek uzaklaşıyor: “buldum! buldum!” tam bir rasyonel salak işte!..

1. “lordum, onlara sonsuz huzur bağışla, ve onların üstünde kutsal ışığının parlamasını sağla.”

bir diğer elmayı bir kadın tutup bir Adam’a uzatıyor. Adam elmayı ısırıyor ve sahne kararıyor, dekorlar değişiyor son elma için...

Requiem Mass (Hristiyan Cenaze Ayini), diğer adıyla Missa defunctorum (Ayrılanın Ayini) Introit (Giriş) kısmından alıntı.

gökten sonuncu elma düşüyor, düştüğü yerde çürüyor. O elma benim. Lux æterna luceat eis, Domine, quia pius es. 3 Et ab hominibus iniquis eripe me! 4

* Ahlaksız Rahip Yamağı

2. Latince; “seni seviyorum” 3. “lordum, üstlerinde sonsuz ışığın parlamasına izin ver, çünkü sen merhametli olansın.” Requiem Mass (Hristiyan Cenaze Ayini), diğer adıyla Missa Defunctorum (Ayrılanın Ayini) Communion (Komünyon) kısmından alıntı, ayinin son kısmıdır. 4. “Ve beni adaletsiz insanlardan kurtar!” Black Mass (Kara Ayin), Introit (Giriş) kısmından alıntı.

13


T Kaan Koç

bilemem hiçbir dağın, mağaranın adresini vahî uğramaz bu yüzden bana tanrı ki, elinde boş testiyle ufak kızları kesen bir kulampara avcunu attığı eteklerden uzanır göğsüme kanı üstünde kurumuş bir falçata sevap sayıyorsun sen öpüşmeyi benim çektiğim çok oldu bu ağızlardan içinde bir yılan taşıyan şu mağaram kapandı ağlarıyla örümceklerin ne zaman açmaya çalışsam herkesin mesihliği kendine çıkarın elbiseleri aranalım lütfen kanatmadan bir tırnağımı bile çekemem ve sulara değdikçe onulmaz bulanıyor midem o zaman alkol diyoruz! o zaman alkol sana! çal eteklerinde ateşli raksıyla adamların çal eteklerin tutuşuversin yalnızım sütyenin kadar ben de göğüs kemiğimi beğenip de gelmiyor bana havva şimdi ne acı halimiz her yerde insan varken ve hepsinin boynunda bir çarmıh silah gibi doğrultup göğe, bekliyorlar isa’yı,

14

germek için yeniden.


Ölüm Geldiğinde, En Yakınındaki Ona Erişemez Allen Ginsberg

Çeviri: Ayşe Özkan

hepimiz ölümü biliriz çünkü doğmadan tattık onu yaşam iki kapılı bir han karanlığa uzanan her ikisi de aynı ve tamamı ile sonsuz belki de diyebiliriz ki sonsuzlukta buluşacağız zamanın doğası bu iki sonsuz buluşmayla aydınlanacak insanın sonsuzluğa geçişinde düşünce ve kişiliğin etrafa saçılacağını düşünmek ne muhteşem ve bir tek an bütün zamandır mezardan dışarı baktığımızda…

(in death, connot reach what is most near) New york-mid-1949

15


16

Bill Brandt


Toplum Düşmanı Olabilmek İçin

Son 30 yıl içinde uzlaşma/konsensus kavramları küresel kültürün-hayat tarzının temel değerleri haline geldi. Çatışma yerine müzakereyi temel alan bu kültür geliştikçe, insan var oluşunun uysallık eğilimi artmaktadır. Gündelik hayatın sunduğu her seçenek, sistem içi rol modelleri arasından ‘özgürce’ seçim yapmak üzerine kuruludur. Oysa insanoğlu verili düzenekler içinde seçim yaptıkça köleliliği daha da artmaktadır. Artık bu kölelik her hangi bir kiliseye olduğu gibi, bir şirkete de yönelebilmektedir. Politik doğruculuk denen kavramın ilerleyişiyle, dış sansür yanında otosansür de tek tek bireylerin beyinlerinde yer sahibi olmuştur. Dünya ile uygarlık ile insan ile kökten hesaplaşmayı, yalnız kalmayı göze almayan her üretim ya da varoluş sistemi güçlendirmekten başka işe yaramayacaktır. Bu yüzden kötümserliğimizi örgütlemek zorundayız. Çünkü kötümserliği örgütlemek demek, kelimenin Benjaminci anlamıyla ilk başta ahlaki metaforu kapı dışarı etmek demektir. Gündelik hayatı ele geçiren şiddet karşısında, şiddetli olmalıyız. Nihilist saldırganlığın doğurgan enerjisini hatırlayarak işe başlayabiliriz Sistemim hayatın her alanında ürettiği pornografiden çıkış, içten patlayarak pornografiyi aşacak; yeni bir pornografi ile olacaktır; porno politik ile mümkün olacaktır. Toplum düşmanı politikaya karşıdır, iktidara olduğu kadar muhalefete de karşıdır, bir rol modeline dönen muhalifliği de karşıdır. İhtiyacımız toplumun taşıdığı her türlü hastalığa karşı, total bir reddiyedir. Yeni var oluşları, durumları, mutasyonları büyütmek için.

TOPLUM DÜŞMANI Sergi-fanzin-sokak-forum Kış 2010

17


küfür Ersin Şen

-bay perşembe’ye

umarsızca bağırsana küfürlerini doğumhanede yok olurken tüm edeplerimiz sen puşt de piç de ağızın tuttugun da bilinmedik kelimelerini içinden savurduğuna dudakların eşlik etsin. savur küfürlerini günahına söv ciğerlerini doldur efkarla gelmişine gecmişine dokun sik anasını güneş doğmayan günlerin geceden ıslaktır -tenimiz sokak aralarında sevişir ihanetler -ışıkların cesedleriyle. öp dudaklarından namahremini yetim bir cocuk gibi saydır dinine dinsizlerin imanına allahsızların saydır ki uyansın uykusundan saatte üç posta düzülen orospu saatine beş para verilmez pezevenk uyansın uykusundan cenabet cinler başlasınlar düş kapısında mastürbasyon yapmaya sahte bedenlerine an düşsün ortasına anarşist yüreğin çıkmazlarda öldürülelim tıkanırken götümüze bir kilo pamuk soyuna sopuna haykıralım oz diyarını sorduğumuz da tarif etmeyen oğlancı zenginlerin

18


veresiye Öykü t.k.

uyuyamıyor bazı geceler insan. sonra günün ilk ışıklarına benzer hayatın kısa farları gözlerini alıyor. ve gece öyle ani vuruyor ki göğe, bir direksiyon kıvrılıyor. ardından ambulans sesleri itfaiyeler ve olay yerine hep en son en geç intikal eden yalnızlar.

Fatagaga

Max Ernst

bir veresiye defteri gibi sevdiğinin omzunda aldığın her soluk borç bilinip canla ödetiliyor. o an anlıyor insan gerek yok silaha, bıçağa. böyle de ölünüyor. haziran ‘09 izmir

Morasko Baran N.

Eğer şanslıysan, meteor yağmurunu görebilirsin bu gece Ve rüyanda kelebekler duvarların ardında uçan Ama unutursan gerçeği Küsecektir sana pamuk tarlasındaki kız Çünkü onun rüyaları bile ödünçtür bir geceliğine

19


20

Bob Archtor A.K.A. ECA


Otostop Gözde Genç

Yola çıkıp otostop çektim. Fazla beklemek gerekmedi. Az ileride bir kamyonet durdu, koştum, bindim. “Eğrelci’ye gidiyoruz,” dedi adam. “İyi,” dedim, “Çok iyi.” Şöförle aramızda sıska, biçimsiz bir kadın oturuyordu. Kadına dönüp bakmadım, şimdi sorun çıksın istemiyordum. Camdan dışarı baktım. Kamyonet şöförleri olmadık şeyden kavga çıkarır. Kavgaya karışmak istemiyordum hiç. Bela istemiyordum. Kadının neredeyse varlığını bile unutmuştum ki bacağını hissettim. Sonra da kalçasını. Çok fena sıkıldım. Kıpırdasam yanlış anlardı. Kıpırdamadım, çekilsin diye bekledim. Çekilmedi, iyice yapıştı. Göğsüm daraldı. “Bela” dedim. “Bela. Bela.” Soğuk terler dökmeye başladım. Avuçlarım da terliyordu. Ellerimi pantolonuma silmeye çekiniyordum. Bacaklarımı ovuşturduğumu sanacak, yanlış anlayacaktı. Kıpırdamadan oturmaya devam ettim. Midem bulanmaya başladı. “Şimdi kadın ağzını açıp bir kelime etse, bela hücceten başımdaydı. Ama kadın gıkını bile çıkarmadı. Ne var ki çekilmedi de. Öyle, bitişik, oturduk. Kafamı çevirip yüzüne bakamıyordum. Sanki ona döndüğüm anda kıyamet kopacakmış gibi geliyordu bana. Hala içim bulanıyordu. Allahın belası kadın çekilip gitmiyordu dibimden, ellerini gevşekçe önüne bırakmış, hiçbir şey olmuyormuş gibi oturuyordu. “Anlayacak” dedim içimden, karnım sancımaya başladı. “Anlamaması mümkün değil, farkında.

Anlamamış olabilir mi? Olamaz!” vücudunun baskısı hissedilmeyecek gibi değildi. Demek oluyordu ki o da benimkini hissediyordu. Biliyordu, emindim, biliyordu. Kahpe kılını bile oynatmadı, irkilmedi bile. Kadın tam bir belaydı. “Çattık” dedim. Bir milim oynamadan vücudunun yarı ağırlığını soluma yüklemeye devam etti. “Ben burada ineyim” demeyi düşündüm. Aklıma bin türlü şey geldi. Birden insem adam şüphelenebilirdi. Sonra, kadın arkamdan ne söyleyecekti kimbilir. Herif arkamdan gelmeye yeltenmese bile çok uzaklaşamadan enselenirdim. Sinirden, gerginlikten damarlarım zonkluyordu. Çaresizlikten kıvrandım, yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Düşünmemeye çalışıp oturacaktım oturduğum yerde. Elimden başka bir şey gelmiyordu. Bir süre sonra duruma alışmaya başladım. Kadın bir halt edecek olsa şimdiye kadar ederdi, belli ki öyle bir niyeti yoktu. Kımıldamıyordu da. Hiçbir şey yapmıyordu. Biraz rahatlamıştım ama vücudunu aynı şiddette hissediyordum hala. Ne istiyordu? İçimdeki endişenin yerini merak almaya başladı. “Bu kadın benden ne istiyor?” İsterikti herhalde. Ya da belki gerizekalıydı. Gerizekalı olabilirdi, bindiğimden beri tek kelime etmemeişti. Şöför mır mır şarkı söyleyip duruyordu. Salak herif, hiçbir şeyin farkında değildi. Dönüp bakmaya korkuyordum. Şimdilik başım dertte değildi ama yine de huzursuzdum. Kadının yüzünü düşünmeden edemiyordum. Çıldırtıcı bir merak beynimi kemiriyordu,

21


22

gülümsüyor muydu, ciddi miydi, bön bön mü bakıyordu, dönüp baksam hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi mi davranırdı? Kamyonete binerken ona daha dikkatli bakmadığıma yanıyordum. Hatırlamak için kendimi zorluyordum, başında üstünkörü bağlanmış bir yazma vardı, yüzü ince, uzun, ölü gibi beyazdı. Aklımda kalanların hepsi buydu. Hastalıklı bir kadın olduğunu düşünmüştüm, ilk anda değil, sonradan düşünmüştüm bunu. İlk anda onun hakkında hiçbir şey düşünmemiştim, önemsememiştim. Ah, şimdi pişmandım. İnsan nasıl yanılıyor. Kadın tehlikeliydi, şu an benim için çok tehlikeliydi, çok. Ve dönüp yüzüne bile bakamıyordum. Sadece gözümün ucuyla eteğini, eteğin üstünde duran ellerini görebiliyordum. Elleri beyazdı, mavimsi denebilecek kadar beyaz, ince ama kemikli ellerdi. İnce, ama zarif değil. Parmakları eğri, tırnakları fazla yuvarlak, dibinden kesilmiş, insan eline benzemiyor. Bacakları açık. Elleri eteğin havzasına bırakılmış, bacaklarının ortasındaki açıklıkta kuş ölüsü gibi duruyordu. Çirkin, balçık rengi kumaşın üstünde soluk, yamuk yumuk, uğursuz eller, bir tuhaf tezat, içime ürküntü veriyordu. Bu ellerin sahibinden korkmakta haklıydım. Bir daha bakmadım. Görmeden camdan dışarı bakmaya devam ettim ve bambaşka düşüncelerin kafama üşüşüp beni meşgul etmesine izin verdim. Sadece yolun bitmesini bekleyecektim, bu arada kötü bir şey olmamasını umacaktım. Şöför sövmeye başladı. İkimiz birden ona döndük. Adam sövüp duruyordu, kadının yüzü ona dönüktü, ben de boynuna, başına öylesine iliştirilivermiş yıpranmış örtünün altından akan saçlarına baktım. Kızıl saçlar. Daha doğrusu araya parlak kızıl pırıltılı teller sıkışmış donuk koyu turuncu saçlar. Yüzü çilli olmalı.

Hatırlayamadım. Boynu da o hastalıklı renkte. Bakımsız, çöp çöp, belli ki son zamanlarda taranmamış, cılız mat saçlar. Bu saçın görüntüsü beni hepten rahatsız etti, ama yine de bakmaya devam ettim. Hatta eğilip, örtüyü çekip koklamak için istek duyduğumu farkedince dehşete düştüm. Şöför son sunturlu küfürünü savurup yumruğunu direksiyona indirdi ve elindeki dikiş bu şekilde açıldı. Elinin dış kenarını, patlayan yeri ağzına götürmek için kısa bir süre sustu. Sonra koltuğun altından çektiği pis bezi eline sarıp kapısını açtı. “İdere etmedi,” dedi, “Bok gibi kaldık yolun ortasında, istasyon da şuracıkta. İki kilometre ya var ya yok.” “Ne oldu?” dedim, iyice aptallaşmıştım, bundan kötüsü, kadın hala bana yapışıktı. Şöför cevap vermedi, aşağı indi, kapıyı çarpıp kapadı. Ne söylediği anlaşılmadığı halde küfrettiği barizdi, kamyoneti tekmeledi birkaç kez. Her tekmede yüreğim ağzıma geldi, kamyonet sarsıldıkça kadın daha bir üstüme yükleniyordu. “Anladı, şimdiye kadar anlamadıysa da şimdi anladı.” Kalça kemiği darbelerle baskı yaptıkça sertlik canımı acıtıyordu, onun da acıyordu kesin. Kendimi kamyonetten dışarı atmak için duyduğum dayanılmaz istekle birlikte, bunu yapmak için uygun zaman olduğunu kavradım. Kapı kolunu arandım, yoktu. İnip gidecektim işte ama kahrolası kapının kolu yoktu. Döndüm. Bana bakıyordu. Dönmemle başını çevirip ön camdan dışarı bakmaya başladı yine. Belimin altında bir yer seğiriyordu. Yüzünü iyice görmüştüm sonunda. Gözlerinin altı mavimsiydi. Doğal olmayan bir şekilde çilsizdi. Bu kuru yüzün etkisinden, o kararlı, inatçı, cılız vücudun temasından kurtulmak için çığlık çığlığa bağırasım geldi. Şöför kendi kapısının önünde


belirdi.Kapıyı açtı. “Ben istasyona gidip benzin alacağım,” dedi. “İki elinde iki bidon vardı. “Ben gideyim,” dedim. Biraz düşünüp şüpheli bakışlarla beni tarttı. “Bidonları alıp gideceksin, öyle mi?” “Evet,” dedim. Parmağımla elini gösterdim. “Sen yaralısın zaten.” Biraz daha düşündü. “Yağma yok,” dedi, “Elli metre ötede bidonları okutup ortadan kaybolursan ne yapacağız? Kendim giderim.” “Vallahi yapmam,” dedim. Bidonları okutmakla uğraşacak değildim. Fırlatıp yolun kenarına attığım gibi basıp gidecektim. Buradan bir kurtulsam başka bir şey istemiyordum. “Bari seninle geleyim, hiç değilse birini ben taşırım.” Tek istediğim dışarı çıkmaktı. “Kapıyı aç,” dedim. Gerisini sonra düşünürdüm. “Kapıyı aç, içerden açılmıyor.” Dinlemedi bile. Ben daha lafımı bitirmeden kapıyı çarpıp kapattı. Ben ne olduğunu anlayana kadar kapıyı kilitledi. Bidonları sallaya sallaya yürüyüp gitti. O zaman kaçırıldığımı anladım. İşte şimdi başım fena halde dertteydi. Kafam çalışmıyordu, hiçbir şey anlamıyordum. Bu adam beni ne yapacaktı, niyeti neydi, doğru düzgün düşünemiyordum. Bildiğim, kapana sıkışmıştım. Omzumdan ayak bileğime kadar kadının varlığını hissediyordum, sırtım sırılsıklam olmuştu, bir de çarpıntı tuttu. Bu halde birkaç dakika düşünmeye çalışarak oturdum. Bu durumdan nasıl kurtulacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Korkmuyordum artık, bundan kötü ne olabilirdi ki? Sonumu tahmin edemiyordum ama pek iç açıcı bir durum olmadığının

gayet farkındaydım. Korktuğumdan beteri başıma gelmişti zaten. Hayatta kalma şansım nedir diye düşünmeden edemiyordum, düşünebildiğim tek şey buydu. Sakinleşmeye çalıştım. “Düşün!” Camı kırıp dışarı çıkmak için bir şeyler arandım. Eğilip elimi koltuğun altına soktum. Eğilir eğilmez kadın elini belimden içeri soktu. Şeytan çarpmışa döndüm. Artık hiçbir şey beni şaşırtabilir miydi? Sanmıyordum. Yavaş yavaş doğruldum. Başındaki yazma sırtına kaymıştı. Saçları önüne dökülmüştü, başı eğikti, yüzü görünmüyordu. Bana doğru biraz daha eğilince saçlarının kokusu beni şaşırttı. Güzel kokuyordu, çok güzel, temiz çamaşırlar gibi. Bir an halimden hoşnutluk duydum, güven veren bir kokuydu bu. Böyle kokan bir şeyden bela gelmezdi. Bela! Evet, bu karı belanın ta kendisiydi. Elleri pantolonumun belinde dolanıyordu. Elleri gözümün önüne gelince irkildim. Onu itmek istedim. Camı nasıl kıracağımı biliyordum artık. Son çareydi, tehlikesi düşünülünce, iyi bir fikir değildi, ama umrumda bile değildi. Sadece, yapamıyordum. Bir tarafım ne yapmam gerektiğini kesin olarak biliyordu, bir tarafım da hiçbir şey yapmamamı söylüyordu. Endişeden geberiyordum, ama hiçbir şey yapmamak öyle kolaydı ki. Kadın iki eliyle gömleğimi yukarı sıyırıp iyice eğildi, karnımı öptü. Ellerin kemerimi çözdüğünü hissetim. Birden elini tuttum, durdu, bıraktım, devam etti. Elini kasığımda hissettiğimde paniğe kapıldım. İstemiyordum. “Dur” dedim. Ama artık çok geçti. “Yapamam,” dedim, “Şimdi olmaz. Ben biraz önce birini öldürdüm.” İstemiyordum, ama onu itemiyordum. O koku içimi uyuşturuyordu. Turuncu saçlar. “Duydun mu?” dedim, “Ben birini öldürdüm, bir saat önce.”

23


Biliyordu. Tabbi ki biliyordu. Anlamaması mümkün değildi. O kadar zaman kıçını tabancaya yapıştırıp otururken her şeyi düşünmüş olmalıydı. Elini kasığımdan biraz yana kaydırıp eliyle koymuş gibi çıkardı silahı donumdan. Ona elimi bile süremedim. Sadece tehditkar bir sesle, “Ben katilim,” dedim, “Adam öldürdüm. Onunla kafasını dağıttım.” Benimle ilgilenmiyordu Nihayet benden uzaklaştı. Bütün bu zaman boyunca beni rahatsız ettiği halde, temasına alışmışım, birden üşüme geldi, kendimi korkunç bir boşlukta hissettim. Artık vücudunu hissetmiyordum. İşte ancak o zaman silahımı kaptırmış olduğum kafama dank etti. Silah ondaydı. Ben ona bakıyordum. O da ağzı aralık, kendinden geçmiş, silahı seyrediyordu. Gerizekalı falan değildi. İsterik de değildi. Daha çok ne istediğini biliyordu denebilir. Kendimi berbat hissettim. “Nasıl çalışır bu?” deyip tetiğe asıldı. Pürüzsüz bir sesi vardı. Aklımı kaçırmış olmalıydım. “Öyle olmaz. Emniyetini indireceksin” dedim. Parmağını tetikten ayırmadan silahı bana uzattı. “Nasıl?” Emniyeti indirdim. Silahı çevirip karnına dayadı. Ateşledi. Sonra yaptığına baktı. Silahı biraz yana kaydırıp bir el daha ateşledi. Bir daha konuşmadı. Sadece bağırdı. Sadece bağırdı. O can çekişirken ben de oturup bekledim. Artık silahla camı kırıp kaçmayı düşünmüyordum. Üstüm başım kan içinde nereye gidebilirdim ki?

24

nggshow

TV petrowa


Bir Cenaze, Bir İmam Ve Üç Kişi Umut Taylan

Kendi yok oluşunu hazırlayan kimselerle, Hep onlarla, onlar gittikten sonra, gitmeden önce Toprağın dudaklarına sür kolonyayı ki pis kalmasın etim, Zaten Bu ayrılığı önce kendi zarif ve zayıf bileklerime kendim müjdelemiştim Soyarak bir kadını kör hatlarından gecenin, gecedeki müziğin Öyle kısıktı ki sesi bütün sevgililerimin, enstrümantal sevişirdik Bir dönem de böyle gitsin böyle ıslak kalsın geceliklerin Balkondaki tavşan deliklerini kapatan siyahlıklar misali Düşmekle suçlanıyoruz Ailem, Sevgilim, Devletim, Rabbim Korkunun taşına bakarken başak taneleri, papatyalar uzakta Çıldırmış çilek tarlaları ardına dağılan çıplak ayaklı kadınların Upuzun bacaklarında ağır ağır usul usul Allah’ı seyrediyorum Çağırdığım bir felaket sanki gözlerin, ve ben gözlerinin gölünde kötürümüm Nasıl biter insan, nasıl başlar bir öykü yeniden yırtıldığı yerin ince izlerinden Öyle sakin öyle boştu ki giderken sende bıraktığım sabahlar, ve o sabahları avutan uzun geceler Göyküzünün gözlerine sür kolonyayı ki ağlamadan bitsin, her şeyi yine o siyah örtsün

25


Bilim Kurgunun Unutulmuş Öncüsü: Jack London Rafet Arslan

Edebiyat tarihi; eleştirmenler, egemen eğilimler, ideolojik yorumlar ile Gerçek tarihi dışında eksik ya da kurgusal olarak tasarlanır. Kimi yazarlar-kitaplar lanetlenir, kimisi unutulur, kimisi de sadece aktarıldığı kadarmış gibisunulur. Bu yüzden edebi kanonun dışında, karşıt-kültürün kendi edebi hafızasını oluşturması önemlidir.

26

1998 yılında Amerikalı editör Dale Walker, usta kurgucu P.Jose Farmer’ın desteğiyle Jack London’ın daha önce basılmış bilim kurgu öykülerini “Fantastik Tales” başlığıyla yeniden yayınlanmıştı. Derleme üzerine Clinton Lawrence’in internetteki yazısında, Londan’ın öyküleri “erken bilimkurgu örneklerinden biri, hatta ilki” olarak değerlendirilmişti. Bu kitapta yer alan birçok öykü dilimize, Borges’in Babil Kitaplığı şeçkisinden çıkan “Midas’ ın Müritleri” ve Yalçın yayınlarından çıkan “Kızıl Veba” kitaplarında yer almıştı.

Lawrence’in tespitini London’ın 1907 tarihinde “ Demir Ökçe- İron Wheel” romanını yazarken, Amerikan bilimkurgusun henüz oluşma döneminde olduğu gerçeğinden doğrulayabiliriz. 20. yy’ın başlarına kadar Avrupalı yazarların etkisinde Robert D. Milne, Edward P. Mitchell, Edward Bellamy gibi isimlerin birkaç bilimkurgusal çalışması yayınlanmıştı. Dönemin Amerikan yazını; bilimkurgu, fantezi, gotik korkunun farlı türler olarak tam ayrışmadığı bir süreçteydi. 20. yy.’ın başında ABD kurgusunda en güçlü eğilimi E. A. Poe’nun bir taraftan gotik korkuya, diğer taraftan da araştırmaya, mantık düzlemindeki çözümlemelere açık, özerk mikro dünya yaratımlarının uzantıları oluşturuyordu. London’ın bilim kurgu anlayışı Amerikalı yazarlardan çok, G. H. Wells’in geniş hayal gücüne ve


geleceğin alternatif yaşamlarına açılan yazının etkisindeydi. Wells’i örnek almasında diğer önemli faktör ise, sosyalizme inanan London’la Wells’ in ortak politik idealleri olmasıydı. Fakat birçok kaynakta London’ın tersine, Amerikan bilimkurgusunun öncüsü olarak Hugo Gensbeck’ in ismi görülür. 1924’ te bilim kurgu sanatının isim babalığını yapan Gensbeck’in, 1911 tarihli tefrika romanı “Ralph 124 C +” genelde bir milat kabul edilir. Gensbeck, özellikle çıkardığı dergilerde izlediği rasyonalist bilimsel görüşü, teknokratik geleceğin olumlu tasviri ile tamamlayan kurgu geleneği, Bilimkurgunun ‘altınçağı’ olarak anılan 40 ve 50 yıllara damgasını vurmuştur. Gensbeck geleneği, genelde dış uzay maceralarına yönelen “ Space Opera” tarzıyla ve I. Asimov, R. Heinlein, A. E. Van Vogt, C. Sidmak gibi önemli bilim kurgu yazarlarını ortaya çıkarmıştı. London yazını ise, Amerikan “Altın Çağ” dönemi bilim kurgu yazını ile, ilk dönem Avrupa kökenli felsefientelektüel temalara ağırlık veren bilim kurgu anlayışı arasında unutulmuş bir ara durak, bir köprü gibi durur. Fakat şimdiye kadar bir çok bilim kurgu antolojisi ve incelemesinde, London adından ya bahsedilmedi yada “Demir Ökçe” nin ütoya, anti-ütopya ekseninde bir örnek teşkil ettiğine vurgu yapıldı. Lawrence yazısında bu noktaya da değiniyor ve London’ın hakettiği halde, bilimkurgunun büyüklerinden biri olarak anılmadığının altını çiziyor. Gerçekten de London’un bilimkurguya katkısı Demir Ökçe yapıtıyla sınırlı kalmamış, bir çok öncü öyküye de imza atmıştır. Bu unutulma yada önemsenmeme de London’ın gerçekçi, ana akım edebiyat yazarı olarak kazandığı büyük ünün de etkisi vardır. Hayatının çeşitli uğraklarında denizcilik, altın

avcılığı, gazete muhabirliği, boksörlük, gönüllü serserilik gibi uğraşları London edebiyatına vahşi doğa ile insanın savaşımı teması üzerinde yansımıştır. Çok üretken bir yazar olan London birçok farklı teknik kullanarak, aşağı yukarı edebiyatın her türünde eserler üretmiştir. Örneğin; Vahşetin Çağrısı bir köpeğin insanlara kızak çekiciliği yapmadan vahşi doğaya kaçıp bir kurt sürüsü liderliğine yükselen macerasını; hayvanın gözünden aktarır. Geniş yelpazede verdiği yapıtlar, London’ın bilimkurgu macerasının diğer farklı deneyleri arasında gizlenmesinde rol oynamış olmalı. London’ın kurgusunda politik ideallerinin yansımaları ilk bakışta göze çarpar. Bugünden bakıldığında London’ın bilimkurgu öyküleri biraz kaba anlatımına sahip, öğretme edasında görülebilir. Fakat tüm yapıtlarını seçkin entelektüellere değil, geniş halk yığınlarına yönelik yazan bir kalemin iyi niyetli ve samimiyeti her satırında ortaya çıkar. London’ın ideal toplum yolunda, politik dönüşümcü çizgisi sadece G. H. Wells ve onun öncülü aydınlanma çağı yazınına değil; daha eskilere More’nin ütopyasına ve Campenella’nın güneş ülkesine kadar uzanan güçlü bir geleneği temsil eder. Varolana yergi ve daha ileriye dönüşüm isteğini öne çıkaran bu gelenek 20. yy’ın başında Capek, Butler, Huxley, Zamyatin gibi yazarlarla güç kazansa da, 40-50’li yıllardan itibaren bilim kurgunun merkezinin Amerikan kökenli, teknoloji ağırlıklı dış uzay seferlerine kaymasıyla ikinci plana düşmüştü. Fakat “Altınçağ” da belirginleşen bu egemen anlayışa karşı çıkan muhalif, sosyalizme ve anarşizme açık, felsefi ve psikolojik temalara ağırlık veren “Futurians” grubu, London ve Wells geleneğinin

27


devamcısı oldu. Bu önemli gelenek yer yer güç kaybetse de, 60’ların “Yeni Dalga” hareketi ve 70’lerin ütopyacı yazınından günümüze ulaşmıştır.

28

Borges’in seçkisinde yer alan iki bilimkurgu öyküsünden “Gölge ve Parıltı” farklı bir görünmezlik fantezisidir. Öyküde Loyd ve Paul adlı iki gencin nefrete varan rekabeti, üçüncü bir kişinin gözünden aktarılır. Öğrenimden, sevgili seçimine kadar hayatın her alanındaki bu vahşi rekabet, ilerdeki bilim adamlığı yaşamlarında da artarak devam eder. Her ikisi de, iki farklı yol izleyerek (gölgeyi ve parıltıyı ortadan kaldırma) görünmez olma yarışına girerler.“Midas’ın Müritleri” ise London’ ın “Demir Ökçe”deki politik kurgu tarzının devamı, zekice bir öyküdür. Devasa demiryolu şirketinin sahibi Eben Hale’in ölümünün ardından, mirasçısı Wade Alseler’de intihar eder. Gizemli ölümlerden geriye kalan, bir dizi garip mektuptu Mektuplarda adını, çok sevdiği altınlara dokunduğunda lanetlenen kraldan alan Midas’ın Müritleri örgütünün karanlık yüzü gözükür. “Biz sanayii ve toplumsal yanlışların bir sonucuyuz... Biz bu çağın becerikli mağluplarıyız, rezil bir medeniyetin baş belasıyız’. Kapitalizmin vahşi, açgözlü yüzünden doğan ve namluyu tersine çeviren bir grubun neler yapabileceğini London, derin toplumsal eleştiri ile aktarır. “Kızıl Veba” derlemesinde yer alan yazı ile dört öyküden üçü London’ın politik bilimkurgu tarzının örneklerindendir. “Dünyaya düşman olan adam” öyküsünün anti-kahramanı Emin Gluck, Midas’ın Müritleri gibi vahşi kapitalizm yarattığı bir canavardır. Gluck adaletsiz bir toplumda zor şartlarda büyüyüp kendini yetiştirmiş ve profösör olmayı

başarmıştır. Ancak “Deneme amacı ile evlenmeler sistemi”,“Toplumda meydana gelen sınai ve sosyal devrim”gibi sıra dışı çalışmaları ile basının yoğun saldırısına uğrar ve ardından üniversiteden kovulur. Yaşamın acı süprizleri artık canına taketmiş Gluck’un psikolojisi gitgide bozulur. Bir deli dahi olarak medya başta olmak üzere tüm toplumsal kurumlara saldırır. London büyük bir ileri görüşlülükle,20 yy.’ın yaşamını en çok etkileyecek üst yapı kurumu medyaya karşı etken uyarılarda bulunur. Bilimkurgu da medyanın hedef gösteren manipülatif haberciliğinin nelere yol açabileceğini üzerine getirilen bu eleştiri, ardından gelen 1984, Freinheit 451, Running Man, Robocop gibi edebiyat ve sinemadaki örneklerle büyümüştür. “Garip Bir Belge Kalıntısı” öyküsünde, Demir Ökçe romanı gibi yüzyıllar sonrasının özgür geleceğinde bulunan geçmişe ait notlar aktarılır. Belge, işçi sınıfının alfabeyi bile öğrenmesinin ölümle cezalandırıldığı, köleliğin yeniden yaşandığı 2700’lerin dünyasından kalmadır. Kölelik metaforu hem vahşi kapitalizmin gelişiminde tekrarlanacak bir uğrak, hem de o günkü koşullarda yaşanan ücretli kölelik sistemine bir göndermedir Sistemin kurbanı işçi Vanderwater’ın özgürlük arayışı, dönemin okur-yazarlık oranı çok düşük olan işçi sınıfını uyaran ve onları okumaya teşvik eden bir içeriğe sahiptir. “Kızıl Veba”* adlı uzun öykü ise genelde Einstein’ın 4.Dünya Savaşının taş ve mızrakla yapılacağı tespiti ile somutlanan “DoomsdayKıyamet sonrası” apokaliptik kurgunun ilk örneklerindendir. Wells’in yolundan çıkmış teknoloji yada dış uzaydan gelen tehdit yoluyla aktardığı temayı,


London salgın bir virüse bağlar. Yüzyıllarca öncenin ilkelliğine dönmüş dünyada, felaketi yaşamış bir ihtiyar torunlarına uygar dünyayı aktarıp, dersler vermeye çalışır.Fakat umut, sevgi, gelişme gibi kavramların vahşi torunlara ne ifade ettiği kuşkuludur. Uygarlığın sonu, ilkelliğe dönüş gibi modern yaşamın dile gelmeyen korkularını London okurlara ustaca bir anlatımla aktarır.Ardından gelen Bradbury’nin mükemmel öyküsü “Gülümseme” ya da Madmax gibi kıyamet sonrası filmlerle bu tema özellikle soğuk savaşın nükleer tehdit günlerinde artarak devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Çok bilinen Demir Ökçe romanına geçmeden, London’ın diğer bir gündeme pek gelmeyen bilimkurgu romanı Adem’den Önce’ye de değinelim. Romanın 20.yy’ da yaşayan başkişisi düşlerinde, insanlığın ilk çağlarındaki maymunsu atalarının yaşamına geri dönmektedir. Romanın bilimsel çıkış noktasını genetik üzerine araştırmalar ve ruh bilimin kollektif bilinçaltı kuramları ile açıklamak mümkün. London’ın bazı eleştirmenlerce bilim kurgu kapsamında ele alınan Yıldızlar Korsanı romanını ben, fantastik edebiyata dahil gördüğüm için bu makale kapsamnda değerlendirmiyorum. Borges dermeye için yazdığı önsözde Kipling ve Nietzche adlarını anarak London kişiliğinde insancıl paylaşımcı yön ile şiddet ve iktidar hırsı gibi olumsuz yönler arasındaki çelişkiye değinir. Kuşkusuz genel olarak haklı olsa da Borges usta, üçüncü bir isme yani Marx’a değinmemiştir. London’ daki Marx-Nietzche buluşmasının en belirgin örneklerinden biride bilimkurgu

klasiği Demir Ökçe romanıdır. Marksist klasiklerin büyük çoğunluğunun ABD ‘de çevrilmediği, sosyalist bilinç ve kültürün zayıf olduğu bir dönemde, London bu boşluğu Nietzche’nin üstün insan tanımlamasına uyan Evenheard karakteri ile doldurur. Eser bilimkurgunun sayılı pozitif ütopyaları arasında sayılsa da,net bir politik dönüşüm yerine tıpkı örnek aldığı Wells gibi uzun,sancılı,geri dönüş ve ilerlemenin içiçe geçtiği bir rota izler. Roman, bilim ve kültürle yoğrulmuş 400 yıl sonranın özgür dünyasından, 20.yy.’ın ilk yarısına ait kayıtlar sunar.Geleceğin insanları ibret, öfke şaşkınlık gibi karmaşık duygularla, halkı ezen vahşi kapitalizmin varacağı son noktayı (Demir Ökçe oligarşisini) ve ona karşı üstün kahramanımız Evenheard önderliğinde verilen kahramanca şavaşımı aktarırlar.Yarım kalan 1905 ihtilalinin etkisinde London, II.ihtilali, Chichago komününün kanlı imhasını, 3. ve 4. devrim hareketlerini etkileyici bir anlatımla okura aktarır. Bu gerçekçi anlatım şiddetin en açık, kanı durdurucu bir üslupla aktarıldığıayaklanma ve onun kanlı bir kıyımla bastırılmasını anlatan satırlarda doruğa ulaşır.Başta öğretici, ajitasyon gibi başlayan Evenheard’ın tartışmaları gitgide retoriksel bir coşkunluk yakalar. Geleceğin teknik gelişimine ilişkin estetik müdahale ile fiziğin değişimi gibi birkaç parlak tahmin dışında,Wells’in futuristik gelecek kenti tasarımlarıyla halleden London’un asıl doğrulanacak tespitleri politik olanlardır.Faşizm, sosyalist devrim, dünya savaşları, Asya’nın yükselişi medyanın artacak manipülasyon gücü,önü alınamayacak tekelleşme, 3.Dünya ülkelerinde oligarşik iktidarlar ve ona karşı yürütülen gerilla savaşı

29


gibi 20.yy.’da yaşanacakların portresini London bir kahin gibi kurgular.Yıllar yılı sosyalist bir el kitabına dönüşmüş bu klasiğin,London’un sabit ve net ideallerini yansıttığını söylemek güçtür.Demir Ökçe’ de doğaya kaçışa, bireysel kurtuluşa savaş açan London “Ay Vadisi” yapıtında tam tersi bir duruşta bulunur.Okland’ın kanlı grevlerinin ortasındaki Billy-Saxonne çifti,mutluluğu bir tür “Adanmış Toprakların” cisimlenmiş hali olan Ay Vadisi’nin metropol çılgınlığından uzak ,doğal cennetinde bulurlar. Evenheard‘da idealleştirdiği devrimci karaktere bir türlü ulaşamayan London, kısa hayatını vahşi doğa ve insanlarla dövüşerek geçirdikten sonra genç yaşta sorunlu, çelişik küçük burjuva karakterli kahramanı “Martin Eden”gibi intiharı seçer. London’ın intiharı kuşkusuz edebiyat dünyasının en acı kayıplarından biridir. Belki de büyük usta, yaşamı boyunca her türlü maceraya atılıp bulamadığı dinginliği ölümde aradı. Geçen uzun yıllarda değerlerinden bir şey kaybetmemiş London kurgularına eğilmek, bilim kurgu dünyasında hak ettiği yeri ona vermek için atılacak ilk adımları oluşturuyor. Eğer R.Bradbury’nin tarifi ile “Bilimkurgu gerçekten de gelecek ile ilgili sosyolojik bir çalışmaysa”döneminin ilklerinden biri olmanın tüm dezavantajlarına rağmen, London bu türün iyi örneklerini vermiştir diyebiliriz.

________________ * Kızıl Veba , son olarak Züftü Bayar’ın çevirisi ile

Kıyametten Sonra adı ile Broy yayınları tarafından basıldı. Ayrıca Kızıl Veba adlı öykü derlemesinin, Geleceğin Öyküleri adıyla geçmiş yıllarda birkaç farklı baskısının olduğunu da belirtelim.

30

macbucaille


Sen kim değildin? Emre Varışlı

öyle olsun! büyük aşkın kurumsal seanslarında öldüğünde nasıl bir sarılmalar memleketinde gömüleceğini unutma! dert! orada oldukları anlaşılan babaların kızlarından bahsetmek istiyorsan konuyu ne ‘olay yeri inceleme’ye ne de sert rüzgarın dağıttığı yataklara getir sert! ölümcül bir ritim ilerliyor duvara vuran yan komşu eşlik ediyor canlanan gitara -kimliğinizi görebilir miyim diye soruyor bir melek, hepimiz akvaryumun camından el sallıyoruz birazı bizim olan hayata gam! bakımlı gayri meşru çocuklar sağlam rica etsem bu şiire biraz uçak, biraz cennet biraz erkek, biraz cinnet ve biraz adalet alabilir miyim, belki biraz da tokat yoksa etrafta dolanan şu ian curtis hepimizi parçalayacak sen! bu kollarla, bu açlıkla, bu denizci ağzıyla oynama karşımda belki her şey sadece sevap kırık burunlar iste, kırık şarkılar iste kendini iste yoksa hiç yoktan cinayet rol çalacak

31


svankmajer

32


emr3-wide-rad-cins-edok emr3-wide-edok-perĹ&#x;embe

33


şebek -e* taammüden ihanettir tarih -e! (şebek)-eMRe

MR’ı çekilmiş bir düş kadar sakatım, en çok da önüne gelen dizenin dizlerini kıran şairleri affedemediğim den, ‘den den’i kullanarak ateş ettim iki imge : dan! dan! -aa kan! meydanda kalmaz hiçbir muharebe inşası tamamlanamayan bir düş gibi, kalamıyorum kurulduğum yerde öylece... düşük yaptı alfabe gerilimin ulaştığı rezonansta konuşlandı ilkel tepelerine düşlemin, ses : bir türlü yürürlüğe girmeyen yasama yaş-âmâ arıyordu orada hala, kaybettiği “-y”sini soyadının cemal süreya** düşü diken terzileri topuğundan vurmak suretiye gömdük tarihin esrik sayfalarına – o lal laa! lalalar, şehzadeleri boğdurulurken utanırlar mıydı yaşamaya, unuturlar mıydı yoksa uygun adımda silah kuşanan militarist “-O”ların asla yalnız kalmadığı muhtemel dikişleri temelli patlak coğrafyalarda? – “tarih tekerrürde ibadettir” babalar! – değil mi ya? kanamaz hiçbir yara doğrudan ve kafa sallamaz yanlışlara dizleri kırık dizeler, ‘rock’cu değildir çünkü hiçbir harf punk alfabemizde düştü tüm anlamlar cebimden, MR’ı çekilmiş bir düştü, adımın düzleminde diğer harfleri hoyratça tekmeleyen şebek -e

postalla ezilebildikleri doğru, yine de rahatta kurulur her düş yerçekimli- yerçekimsiz tüm ortamlarda ve görülemez gerçek gözler dolaylı yoldan bakınca –”tarih taammüden ihanettir” babalar! –vay canına!

*eskişehir ‘arkadaşiir söylenceleri’ etkinliğinde okunmuştur. **imgeyle eşanlamlı kullanılır şiirlerde

34

10atlı.sıfırbeş.sıfırdokuz


Dilim Dilim Dillendim Ayşegül insancıl değil bakışım dünyaya sana kendime temsiline koduğum anlam bombardmanı anlamsız çıktı çooook üzgünüm hadi ordan kendime nerden çıktı bu yavşak anglosakson anglosaksocu üzgünüm ayakları ağzını topla bu da insan değilim anlamam lütfen bak hala anglo konuşuyor susar mısın bi sanata bir sanatsızlığa iki üç dört kere yetmez sabaha kadar kanırta kanırta öğrenilmiş pozlardan ben de sıkıldım baksana pozsuz bakarsan alsana diline medeniyetine içinde başı keşke bozuk olsa homona sapsız sapiensine görürsem diycem olum adam olsana dil öyle yıkılmaz böyle yıkılır demek kolay olmasa söylemezdim iki dakkada hem de yaza yaza yaz gelir geçer gibi olursa diye sen şemsiyesiz çıkarsan yağan yağmur benden gelir sana geçer senden gelenden ne haber bana böyle delilik nasip olsun diye mi koydun buraya sen bunca karmaşa karmaktan kura kura kurulan kurulabilen kurabiyeyle ilgisi olmayan neye benzer bilinmeyen sembol mü dedi biri baksen hatta allasen göster bana gösterebilirsen maymunun olayım dersem elma da derim ardından bi siktirsen erinçle dolar ruhum yersen elmamı elmalarından versen ben de yerim gerçekten dallarından sıyırsan ağacından kovsan sonra pişman olsan kovuğuna alsan kovuğunda versem bi dakkaaaa biri bişi mi satıyo al gülüm ver gülüm partisi mi yapılıyo heeeeyoooo biri dili si...yoooo her boyut için bir ziro zilyonkere dedim akıllanmıyo

bence akla inanmıyo hiç mi hiç adam olmuyo bu ne ciddiyet kuzum die kızıyo allamın kuzusu hatta diyo dört kere ziro beş eder de bu bağlam sana dar gelir de bak şimdi de susuyo. ... biri bişiyi yıkarken ya da yıkmaya çalışırken yani yeni bişi yaparken eski şeyin yapıldığı malzemenin aynısını kullanmaya çalışırsa yıktığı şeyden yapacağı yeni şey eski şeye benzemeye-onun devamı olmaya zorunludur çünkü eldeki malzeme budur. bu ne kaddar kıssır bir açıklamaysa döngüsel olmayan o kaddar kıssır bi karşıçıkkıştır sanatınıza bir tokat da bisden lan kapitalist piçler deyü sanata sarılmak. yine çünkü. insan dediğimiz ( bilinen tek söyleyen insan dediğimizdir bir anlamda kendimiz çalıp kendimiz oynamaktayızdır fakat bunun konuyla ilgisi dolaylıdır zaten başımıza gelen dolaylamadan gelmiştir hay aksi şeytan demek zorunlu değil isteğe bağlıdır ) içinde bulunduğu şeyler dünyasından köklü kopuşunu dile borçludur değil dikilmeye. sanat da dilin süper gelişmiş devamı olarak kopuşa kopuş ekleyerek zaten ne idüğü belirsiz bir ucubeye dönüşmüş manyağı iyice serserileştirmektedir bu arada gerçeğin ağır katı serin kanlı yasaları (demin tokatlamaya çalışırken okşadığımıs) bize evcillik(iki anlamlı olarak henüz tasarlandı ) oynatırken başımıza örülen çoraplar artık nanodur gözümüz aydın yüreğimiz şen aklımız çocuk bilincimiz safsalaktır ve asıl nokta oturmaya mı geldik ayıp oluyor azcık daha oynamalımadır...

35


..İnsanın küçülmesine dair… Suat Başkır “…Bedenimden kopmuşum göremiyorum onu, Bilincim sadece, kendime ”ben” diyemiyorum.” Beckett (Adlandırılamayan)

“İnsan özel bir varlıktır.”

36

Hepimizin aklı erdiğinden beri bize dikte edilen en kral gazlardan biridir bu. Oğlum biz özel bir varlığız. Baksana, diğer hayvanlara, bitkilere, her şeyi biz yönetiyoruz. Dünya bize sunulmuş bir hediye, kullanım alanı. Pekte çabuk sevip, kabullenmişizdir, bu dünyanın kralının biz olduğumuz gerçeğini. Halbu ki atladığımız çok basit bir nokta vardır. Bu ‘özel’ olma durumu insanın ‘insan’a bakışından kaynaklanır. Ve o bakışan insanların, oluşturduğu bütün, yani, ‘Dünya’ denen olgunun vazgeçilmez varlığı olan ‘toplumsal insan’ oluşturmuş olduğu bu birlik ile hükmetme becerisini gösterir dünya bahçesine. Ancak bu arkadaş aynı zamanda da ‘yeryüzü’ dediğimiz olgunun ‘doğal’ bir yaratığı olduğu için, kendi kendine de içgüdüsel, hayvansal olarak aynı teknikle yaklaşır. Böylece, savaşır, didişir, bir yandan kendisiyle. Aslında insan varlığına psikolojik bir bakış attığımızda durumlar karşısında, olmadığı kadar büyük, ya da olmadığı kadar küçük davranabilen, yetenekli bir varlık olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu cesur olamama, kendine has bir duruş yaratamama yeteneksizliğinden kaynaklanan yapmacık bir güçlülük veya güçsüzlük halidir, durumlara ayak uyduran(AKILLI) doğasından kaynaklanan. Daha tuhaf karşıladığımız ise bu hal içinden çıkardığımız sonuçtur. Çünkü cesur olanlar yada, kendine has olup bu

farkındalığı keşfedebilmiş olanlar, insan türünün kendi içinde en kolay yok ettiği, fakat şansı yaver gittiğinde de diğerlerini onun duruşunu taklit ettirecek kadar hakimiyeti altına alabilen modellerdir. Bu durumda sonunda tutturabilen, bakar ki “İnsan özel bir varlıktır”. Bu durumda tutturulan da bakar ki “İnsanın ki özel bir varlıktır.” Bu ikilem, insan ırkı içinde, ciddi problemler oluşturduğu için, güçlü ve özel olan insan düzenine hakim olabilmek adına, toplum insanı kurallarını devam etmek ettirmek zorunda kalır.Ve toplum içindeki var oluş, örgütlenmeyi, planlamayı, her tür üretimi ve yönetimi, içerdiğinden ‘tanrısal olan’a daha yakın bir düşünce demetiyle hareket ederek; özel olan insan varlığını‘ölümsüzlük’ özlemine özendirir. Ancak gazdan uzak olan tutturulan takımı bilir ki yeryüzündeki doğal var oluş ‘ölümün kaçınılmazlığı’ gerçeğiyle yüz yüzedir.. Bu durumda tutturan bakar ki “İnsan ölümsüz olacak kadar özel varlıktır.” Bu durumda tutturulan bakar ki “İnsanın ki ölümsüz olamayacak kadar küçük ve gittikçe de küçülmeye devam eden bir varlıktır.” Böylece sonsuz bir ikilem içinde yaşamaya tutsak insanoğlu: ‘Tanrısal’ özellikler taşımasına karşın ‘ölümlü’... dür. Öleceğini ve unutulacağını bilen


Bu durumda tutturabilen bakar ki “ Gerçek olan bu durum karşısında “ölümsüz” olma çabası pek gülünçtür.” Bu durumda tutturulan bakar ki “ Gerçek olan bu durum karşısında “ ölümlü” olmayı kabullenmekte pek gülünçtür. Bu durumda hükmedilen dünya bahçesi bakar ki “ ‘ilkel’ denen insanın yarattığı ‘söylenceler ile ‘uygar’ denen insanların bilimsel-sanatsal üretimleri arasında özde bir ayrım yoktur. Bu iki tip varlıkta, bu gerçek karşısında pek küçüktür.

cins-wide-emr3

ama ‘tanrısal’ yanıyla ürettikleriyle de ölümsüzleşmeye çırpınan insan öyküsünü ‘söz’ yoluyla kuşaktan kuşağa ulaştırma çabasına girer. Ve bunun en iyi yolu olarak ta bilim ve sanatı seçer. Dünya bahçesindeki özel olma durumunu sürdüreceği dil her ne ise onu arar, bulur. (Herkül öykülerine karşılık artık Süpermen öyküleri yazıldığını, tanrı/tanrıçaların yerini alacak tarihsel ya da çağdaş ‘idol’ler yaratıldığını, tanrıların dağı Olympos’u ele geçirircesine ‘uzay’a seferler düzenlendiğini, kimilerinin koca Zeus gibi evrene egemen olmaya heveslendiğini); ancak, bütün bunların ‘aldanış’ olmaktan öteye gidemediğini; yaşam karşısında tek gerçek olarak ‘ölüm’ün durduğunu, anlamaya çalışır çaresizce.

İşte yukarıda belirttiğimiz özel olma durumu, kendini yaratırken bu doğallığı unutarak, ve yok ederek hükmeder. İstediği vasfı kazandığı zaman,oluşturduğu yapay kavga ortamından sonra, hükmettikleri keten helvaları, yakar ve dert yanarlar sonra güllerine.. Bu durumda görmeliyiz ki “ İnsan her an biraz daha kendini küçültebilen nadir özel bir varlıktır.”

37


Dalları Göveren Olea, II Özgür Asan ii. yalnızca iki gözüm kör

prenses julia için için..

i. Karanlıktayız daha sonra saat atı buçuğa gelirken birinin B. Üzülüyorsun, kanını akıtıyorsun sütün. Aynı saat aynı şekilde; bak, dedi, ben geldim. Karanlıktayız. Benim bedenim var fakat senin bedenin yok, yani yanyanayız. Belki yalnızca sesin var. Belki bir tek yalnızcam var benim de, yani çok oldu aklı işten kovalı. demez miyiz bir aşka? Mezarlık zambağı. (İki kere ölmenin içini, boyun kıran ayrılıklarla boyuyorum. -Gittiği, yittiği sonra bir çevrende V biçiminde orası gibi Y’ye benzer B.’ nin.-* Bir kere ölümün hesabını dahi açamıyorum bu coğrafyada.) ki nerede kaldı aşk?

38

Aşk. Boynunun açık adresini istiyorum.

gözleri en çok büyüyor kadının en çok kadının gözleri büyüyor bir dağı kopan kıl gibi ağırlığıyla kaşın bir dağı vurmuştu alnının tam ortasından azı dişleri sökülen çiçek kokuyordu işte onun uzağına gidiyorum yine gözleri en çok büyüyor kadının değil sanırım bir mesafe kanarım ishakkuşun bilmeden açtığı kanatları he bir de kendi canlıma baksam umutsuzluğun kabus görürken onlarla diktiği her ne varsa ilk bir kez göremediği ölü fil sesli kazıklara çekilen kara bayrak he bir de sesimi duymaya kalksam otursam sessizliğin marşıyla kendi gözlerimde sesim kovduğunu söylüyor kendimi onun memeleri evreninden işittiğim her soluk solgun çayırsarısı elimi kopmaya bağlayan huysuz gecede dedim peki ayna nereye bakacak saçlarını taramak istediğinde bunu çok iyi biliyoruz yavrum iyi ki varsın yoksa kim nasıl harlayacaktı cehennemi gözleri en çok büyüyor kadının kaç cehennem hem bıçak körlüğünün nesi olur aşk oğlum gece toprak misali atılırken diri diri bırakıldığımız zeminde üzerimize ve neredeyiz neredeyiz neredeyiz evet tabi dünya elbette dünyada fakat nedendir ne zaman öldük biz biz sorular zamanın gelinlik tüle değdirerek kirlettiği ulus çamurlu elleri


iii. diğerleri ise Gün uyuyordu melûn. Gürültülü. Korkacak bir şey yok. Sağanak biçimlerde yağıyordum memelerine yobaz. Duvarlarını tırmanıyordum çıplak dudak çıplak elle. Perdeni dişlerime kurulu ceylan pençeleriyle parçalayıp pencerende bitiyordu yüzüm. Bu barbarlığım kayıklarıyla taşındı içime Vikinglerin. Güzel Asteria’m. Kim gördüm portakal kabuğunun içinde enfes bir ebediyet gizliydi. Sözleri aynı milyonlarca türküydü halk. Halktı ağzın, kasıklarıma ayaklanan. Halktı ağzın, oradan boynuna akıyordu diri balıklı nehrim. Kopya edilmiş Datça yoluydun altımda; bol sıcak, bol kaygan, bol uçurum.

BoySırasıylaYunus Nurhak Kaya

ütülenmiş okyanuslar gibi dalgaları dalgalarında nice gemiler boğulduğum okyanusların toplu gezegen cinayetleri ardında tek delil bırakmayan - bir tanrı yüzülmüş kulaçları olur henüz doğan tüm yunusların alt sınıfta kalakalmış yırtık cepleriyle tabiattan pekiyi müzmin çocuklar sonsuz ağlarlar; varoş tüm sokağın döviz çıkmazında. belki bu yüzden intiharsız kimse kaçamaz olur; ütülenmiş çocukları yollar için katlı tek sıralı yoksul devlet okullarından. yunuslar ayna diplerinde alın çizgilerini saymaktalar hâlâ!

39


De Ay Ali Kartal Beni izliyor, şüphesiz onu izliyor her gece. Her seferinde onun ışığının altında yürürken. Gölgelere saklandığında biliyor her huzmesi onu arıyor nereye kaçtığını bulmak için. Geceleri kaçamıyor, kaçmanın imkanı yok. Nereye gidebilir ki, nasıl saklanabilir ki koskoca parlak bir göz onu her gece izlerken. Onu ilk fark ettiğinde deniz kıyısındaydı, rüzgarsız sakin bir gündü, fakat her nedense denizin rengi mattı gökyüzünde kara bulutlar yerine berrak bir mavilik olmasına rağmen. Ancak dalgalar ona doğru uzanıyordu, onu yakalamak isten parmaklarmışçasına sahile vuran dalgalarla fark etti bunu, güneş batmak üzereydi ve gece karanlık olacaktı. Rüzgarsız bir gün de dalgaları sadece bir tek o harekete geçirebilirdi. Biliyordu o, onu istiyordu. Denize biraz daha yaklaşsaydı dalgalar onu ele geçireceklerdi fakat o kaçtı, farkına vardı arandığının ve yakalanmak istendiğinin ve kaçtı. Her günü bu durumdan nasıl kurtulacağını düşündü fakat biliyordu, orada yukarılarda onu göremese dahi, izlendiğini biliyordu. Bir yol bulması gerekirdi. Bir yol bulmalıydı.

40

Odasında oturup düşündü günlerce, hiç dışarıya çıkmadı. Karanlıkta oturup düşündü. Sigarasından üflediği dumanlarla onu izleyen dev gözü yarattı ve sigarasının közüyle onu aydınlattı, evet, ona çok benziyordu, tıpkı onun gibiydi, hep aynı yüzü karanlıkta kalan onun gibiydi.

Hep Aynı yüzü Karanlıkta kalan Onu bir harekete geçirip, karanlıkta kalan yüzünü aydınlatabilse ve aydınlıkta kalan yüzünü de karanlıkla tanıştırsa sanki, sanki bir şeyler başarabilecekmiş gibi hissediyordu ancak neyi başaracaktı. Her gece o orada olacaktı, onu izleyecekti yine bıkıp usanmadan ona ulaşmaya çalışarak. Her gece binaların arasında yürürken bir görünüp bir kaybolan o dev göz her ortaya çıkışında daha da yakına gelerek üzerine düşecekmiş gibi, o ezilmek istemiyordu onun altında. Neden onu ezmek zorundaydı, oysa o ona hep gitmek istemişti ancak ona gidebileceği bir yol yoktu, ne bir merdiven, ne bir asansör, ne de sırıkla atlayabileceği bir yükseklik. Günler artık bu baskının dayanılmaz olduğu ana geldiğinde bulunabilecek en yüksek binada bu işe bir son vermek için konuşuyordu; “De Ay; Üstüme düşmesen olur mu?” Ve kendini binanın tepesinden yerçekimine bıraktı. Düştü, sanki bir düşteymişçesine sürekli bir şekilde yavaşça düştü yukarıya doğru, ta ki Ay’a varana kadar. Oraya vardığında Ay’ın karanlık yüzüyle görünen yüzünün arasında yüzükoyun yatıp Ay’a sarılmış; “De Ay; Seni döndürebilir miyim?”


Linda Lieberman Love Fuck Machine Zeynep ร zkazanรง 41


Van Gogh Nurhak Kaya sesin şiddetiyle sağır içimdeki toy mahlûk işkencenin tebessümü bu sınanmış; tükendikçe büyüyen çığlıklar. öldüğüm kadınlar yaşadım jilete yaslı kadınlar kaplan ağzımda parçalanmış ; şimdisi kanlı ömrün. yaşam benim son ağzımdı uykusu kaplan doğumdan ölüme dilsiz... dil/sizdiniz aslında ben sestim. sonsuz uyanışların sudan yoksun dalgasında rüzgârdım - durmadan estim. susturmak için içimdeki kanlı çığlığı gözlerimi kapatıp kulağımı kestim.

kepenk Fantom

42

benim kimseye zararım yoktu sen uçurumdayken o halde bağlaçları tükendi tüm akademinin bir izmarit daha değerliydi benim için sen menüde kartını yoklarken garson aşkını düşünüyordu hiçlik kimseye aldırmadan kol geziyordu herkes çocukluğum kedi olmamak için girdim masanın altına herkes kampanyada örgütlenmişti mohikan mürevettinde ister sosyalist ister apolitik seviyordu tizzzz ipeksiz odunca sevişmelerin kıymığında


43

Hilda Kovacq


Ferzan AktaĹ&#x; www.sebekefanzin.blogspot.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.