ŞEBEKE 1

Page 1

1

Cins RUHUN SOKAK GÜRÜLTÜSÜ DÜŞ RİTMİNDE...

www.sebekefanzin.blogspot.com


Şerh Sureleri Rafet Arslan 1 Kör kuşların geceye belirmesi bir uğursuzluk alametiydi. Yalnızlığın bolca teorisi olsa da, kalp kırmayı öğrenmemiz çok hazin bir yoksunluk haliydi. Biz ki, eskiden sadece kendimizi kırardık, tuz ev buz… 2 Ölüm geliyor, ölüm yaklaşmakta… 3 Bu yaşama oburluğu, egoist bir zaaf. Evrenin tüm kapıları açık oysa, tikel ile birleşmek için. İçimdeki karanlık arttıkça, tümelleşiyor ben’liğim… 4 Yaşamdan atılmak, yaşadıkça hırçınlaştırıyor insanı. Gençlik güzel bir tapınaktı, çeşmelerinden ab-ı hayat akan. Ruhun gün batımında gece puslanıyor, titrekleşiyor yürek ve kararsız artıyor, sari bir rahatsızlığa evriliyor. Kapının hemen ardında, bekliyor yıkım. Kör. 5 Düşünceler kalıplaştıkça, sahte peygamberler üretiyor. Öznelliliğin radikalliği törpülendikçe, yalnızlığın edepsizliğini örtmek için genelin bilgisine sığınıyoruz. Vasatın otoritesine teslim oluyoruz.

6 ‘ben varım’ demek güzel, ama bunu ispatlamakta gerek; yersiz-yurtsuz-sınırsız-şiir hayat! 7 Hayatta kalırsak bir gün, tüm bu pişmanlıklar yakamızı bırakmayacak. Ödenmeden; doğmuş olmanın bedeli, hayatın faturası hiç kapanmayacak. 8 Yaşamasını bilmiyorsan, küçük kız çocuklarından öğren gerçeğin surelerini, ki onlara doğa bile şerh koyamaz! 9 Beklemek, hep bir yazgının parçası; özlem ise hiç bitmiyor bilemediğine, göremediğine, hiçin uçurum bilgisine. 10 Düşündüğün için yazmıyorsun. Bilme süreci acının evrimidir. Düşünmek; sadece yazmanın bir parçası ve beyindeki ödem büyüyor. 11 Ruh; sonsuz çöl; ne vaha ne de serap. 12 Izdırabın da bir sınırı olmalı; ama yok. 13 Boşlukta dengesiz salındığımıza bakma, bizim hiçbir saatimiz olmadı. 14 Var oluş benim hatamsa, bu bedeli ödemeliyim.


sürreal sokak gagaga - cins

Portekiz Sürrealist Grup Day-by-day-by-day collages - I “The music in your head”

BOŞ


Vişne Narkız Çıplak uzun boylu uzun bacaklı biraz göbekli orta yaşlarda uzun sarı saçları olan güzel değil ama çirkinde olmayan bir kadın yatağa uzanmıştı. Yatağı da çirkin değildi güzel de değildi. Bacaklarını kaldırdı hafifçe. Kollarıyla sarmaladı onları. Diz çöktü sonra ve ayağa kalktı yatağın üzerinde. Bu arada konuşuyordu sürekli. Ne söylediğini anlamak zordu. Aslında hızlı ve bağırarak konuşuyordu fakat başka bir lisan ya da kelimeleri yutuyor gibiydi. Belki sarhoştu. Yüzünü anımsamıyorum. Saçlarıyla kapatıyordu suretini. Önemsizdi demekti suratı. Derken aniden acelece bir şeyler yaptı. Bacaklarını birleştirdi ve sanki arkasında ki bir şeyi saklamak istedi. Güldü, kahkahalar attı sonradan. Biz öylece bakıyorduk ne var arkasında ne gizliyor bu diye? Minik bir sopa ya da oyuncak sandık ilkin. Sonra tutamadı ve kaydı bacaklarının arasından kadının. Kayganda bir şeydi bu. Şaşırdık hepimiz. Kadın bozuntuya vermiyordu. Olur, böyle şeyler diyen bir edası vardı. Neredeyse bizde öyleydik. O kaygan şey bir bomba gibi patladı. Hepimiz kaçıştık. Rengi sarı ile kahve arası Alacalıydı. Kadının bacaklarına bulaştı ilkin. Sonra kadın onları aldı vücuduna sürdü ve yüzüne doğru dairesel hareketlerle yedirmeye başladı. Yatağa ve duvarlarda sıçramıştı boz bulanık akıntı, artık, neyse işte. Kalabalık tiksinmeye başlarken bazılarımız kusmaya da başlamıştık. Onu izleyenlerin kusmuğuyla kadının dışkısı birbirine karışmıştı. Artık mekânda bulaşık olmayan nokta kalmamış gibiydi. Kaçışan kalabalık koşturdukça tökezliyor, kayıyor daha çok pisliğe bulanıyordu.

Kan, Cam, Akil ve Yatak Uzerine Pislik içinde yüzmeye başlamıştı herkes. Önce gelip kadını götürdüler. Kadın giderken kahkahalar atıyor elleriyle estetik figürler yapmaya çalışıyordu. Sonra birden bire üzerimize şıp şıp diye bişeyler damlamaya başladı. Gözlerimize damlıyor kirpiklerimizin arasından dudaklarımıza doğru süzülüyordu. Hiç birimizin aklına kafamızı kaldırıp ne oluyor diye bakmak gelmiyordu. Artık atıkların arasında bulanmış çöp olmuş beyinlerimizin üzerine işeyen tanrının ya da ibliste olabilir fark etmez ayırdına varacak değildik. Varsak da ne olurdu ki? işiyordu işte sarı sıcak idrarıyla bizi dezenfekte ediyorlardı kendi yöntemleriyle. Belki onlarda haklıydı zaten. Gösteren ile gözleyenin bir maskaralığıydı hayat. Birilerinin işemesi gerekiyordu olup bitenlere. Fakat tam böyle düşünürken bazılarımız kafamızı kaldırıp bakmaya başladık. Çok korktuk ilkin. Ve bin bir çeşit koku içinde kalmış bedenlerimiz titriyordu. Derken damlalar yoğunluk kazandı. Sadece başını kaldırabilenlerin üzerine akan damlalar kırmızı bir renge dönüşmeye başladılar. Bu kırmızı siyahın içine gizlenmiş bir böğürtlen şurubunu andırıyordu. Damladı damladı kirpiklerimize. Biz bakmaya devam ettikçe yukarılara, biz eğmedikçe başımızı o hızlanmaya devam etti. Yer kırmızı gök kırmızı her yer kana bulanmış gibiydi. Çok korkuyorduk fakat asla aşağıya bakmadık. Kendi kusmuklarında boğulan bir kalabalığın çürük kokularını almaz olmuştuk artık. Şimdi sadece vişne şarabı tadında esrik mayhoş bir tad var dilimizde. Korkuyoruz hem de delice titriyoruz. Yine de başımız gökyüzünde indirmiyoruz. Temmuz,07-Urla

Ozan Durmaz “Sanki” dedi, durdu. Kadın ona döndü... “Sanki hiç böyle olmamıştı” dedi. Kadın dudağını ısırdı önce, sonra gülümsedi. Büyük siyah gözleri vardı. Hep gözleri siyah ve büyük... “Sonra” dedi, “içimde büyük bir kristal vazonun kırıldığını hissettim. Her yere dağıldı sanki” Bembeyaz nevresimin içinde iki esmer bedendiler. Cam kırıkları, her yerini sardı birden, bütün bedeninde küçük kırmızı delikler açıldı. Hafif kan aktı. Pozisyonlarını hiç değiştmediler, yüzlerini... Adam kadına baktı, gözleri ışıldıyor ve bağırıyordu. Adam hayal kırıyordu, bir tavana dikili gözleri, büyüyordu... “Seni hep benimle yatarken düşlemiştim aslında, yanı başımızda bir abajurla, sarı loş bir ışıkta, akşamleyin...” Odaya öğlene koşan bir güneşin bembeyaz ışıkları doluyordu. “Dışarısı soğuk sanırım” dedi tekrar adam.

Adam sorusuna cevap aramadı, başını kadına bile çevirmedi. Kadının büyük gözleri titremeye ve inmeleye başladı. “Seni götünden ilk o zaman sikmiştim” adam neşeyle gülümsedi. Kadın bağırıyor, yataktaki cam kırıkları artıyordu. “Deliklerinin doğumda karışmış olduğu üzerine şakalar yapmıştık, çok komikti...” gülümsemesi büyüdü. Kadının kapalıydı siyah gözleri ve ısırmaktan morarmıştı dudağındaki düşleri... “Sanki...” dedi adam, “Hiç böyle olmamıştı, böyle boşalmamıştım...” Duraksadı, gözlerinden kanlı cam kırıkları ayrıldı... “Bir hastalık gibi... Bir hastalıktan kurtulmak gibi... Sıcaklığı anlıyorsun değil mi?” Kadın boşaldı. Adam kadına dönü p baktı, sadece biraz şaşırdı.

Kadın bakıyor, dudağını ısırıyor ve kendiyle oynuyordu...

“Beni dövsene” dedi kadın, inanılmaz bir arzuyla dudağını ısırdı, sahne kapandı.

“Aslında...” dedi adam, bir cam kırığını dişlerinin arasından umarsızca çekip çıkardı. Kadının sallanan eli hızlandı... Cam kırığını emdi kadın.

Bütün camlar yere saçıldı, herşey kırıldı. Hasta ruhlu bedenlerimiz her gün kanadı...

“...hiç tanışmayabilirdik bile, biliyorsun, ben o zaman üzgündüm ve yağmur vardı. Bir evin girşine oturmuş ağlıyordun sen. Seni umursamadım, arkamdan koşup bana sarıldın, kalakaldın... Hatırlıyorsun değil mi?”


KAOS DUVARI

SET Kollektif Hafriyat Karaköy - Müdehale


BAHÇE

OD

Babam ve baba

Ali Kartal

Vural Uzundağ

Ömer Akay

“yonca sokağı’na”

Ve ben gecikmiş ellerimden hançerlendiğim.. Geceyarıları kim? Dört vuruşluk susken İnceliyorum toprağı bakışlarım gökyüzünde Gidin burdan ulan! diyorum musiki çağırırım Kendisiyle başedemeyen tanrım varsa şayet E ben onun evladı tarih sonunun mükafatıyım!

Ne zamandır o kayanın gölgesinde oturduğumu hatırlamıyorum. Etrafa bakınıyordum ancak hiçbir şey görmüyordum, ne sırtımı yasladığım taşın sonbahar renklerini, ne üzerime düşen kayanın gölgesi değiştirdiklerini, ne ilerideki çalılıklarla karışık tek tük ağaçlı çayırı, ne de şuradan bir yerden geçen, ya da tam ayak ucumda başlayan yolu, çünkü; görmüyordum. Neyi düşünüyordum acaba? Anılarımı mı? Heyhat benim anılarım yoktu, yokluklarını mı görüyordum? Her ne idiyse görmeye çalıştığım şey, aslında o yoktu. Görmem gereken şeylere bakmayıp, göremeyeceğim şeye, aslında hiç olmayan şeye bakarak... Ne zaman fark ettim ya da ilerlemeye başladım bilmiyorum o nereden başladığı belli olmayan yolda. İlerledim, fakat; bu sefer görerek, sanki hayatım boyunca hiçbir şey görmemişim gibi, yutarcasına bakarak. Her şeye baktım, büyük, küçük; önemli, önemsiz görünen şeylere. Ancak bir tanesi o kadar ilgimi çekti ki yoldan ayrılıp oraya vardım. Yolda yürümek o kadar rahat ki, ve yolda ilerlerken her şeyi öylece yanından geçip gitmesini izlemek o kadar zevkli ki, birisini o yoldan ayırabilecek bir şeyin nasıl olması gerektiğini düşünmek gerekir. Orda birisi vardı, oldukça tuhaf ve yaşını göstermeyen ki aslında hiç bir şeyini göstermiyordu, ne olduğu belirsizdi. Ona öyleydi ya da böyleydi diyemezdiniz, aklınızdan o an onun için ne geçiyorsa ona benziyordu, aklınızdan hiçbir şey geçmediği zamansa hiçbir şeye benzetemiyordunuz ama bu zaten aklınızdan bir şey geçmesine sebep olduğu için genellikle bir şeye

benzetebiliyordunuz. Neyse; o aslında bu sadece yolda giderken görebileceğiniz herhangi bir şeyden daha ilgi çekici de değildi zaten, öyle bir sürü şey vardı zaten. Asıl insana tuhaf gelen şey o birisinin ne yaptığıydı. Kısaca tarif edersek; etrafında bahçe malzemeleri vardı. Sıradan malzemeler, kürek, çapa, tırmık, ama bahçe makası ve ya bıçağı gibi şeyler yoktu, sadece ekmek, toprağı düzeltmek ve ya yer açmak için gerekli şeyler. Evet toprağı açmıştı küreğiyle ve çapasıyla, karıklar vardı dizi dizi. Bu karıklar boyunca da filizlenen, büyümekte olan ve ya büyümüş artık bitki mi dersiniz? Yoksa başka bir şey mi bilmem fakat, yetişen şeyler tek ya da bir birlerine karışmış çeşitli, mmmmmmmm, yazılı bitkilerdi, öyle diyebiliriz sanırım, meşe ağacına karışmış kardelenler ve menekşeler, aralardan görünebilen gül dikenleri ve daha adlarını bilemediğim bir sürü karışık çeşit ve dikkatlice bakarsanız, her kıvrımda harfleri görebilirsiniz, ardından kelimeleri ve ardından da cümleleri; anlamlı cümleler, orada öylece durup, bitki diyelim artık, o bitkiyi okuyorsunuz, dal dal, yaprak yaprak, çiçek çiçek ve böyle. Adamın yaptığı iş ise, karıklar açıp, az ilerisindeki el arabasının içinden, boş sayfalı kitapları alıp bunların sayfalarını koparıp ekmek ve sulamak. Ardından yine, yine, ...

kıyılardan da gidilebilir, toprak sürterken ateşe iklim kavını. kiremit rengi bir çocukluk, diz yarası kendi güneşine bağışla bu ormanı. çok kalabalık akşamüstlerinden dönüyor, suç çok sahte denizlerin yerçekimsiz tenhalığında gökyüzü korsanlarıyla kansız düello sokağın ölümü ve teker teker lambaların ölümü ve teker teker fitili ateşlenen barut.

Çocuktum, ağlardım gözlerimde iki tek kan Şimdi, Babam beni dövemeyecek kadar yorgun.

denizin üstünde bir yeryüzü sakla bana!

DALLARI GÖVEREN OLEA, I özgür asan / suudîbohemian eroticaland-.. bensu asan için için.. imzalanmak üzere önüme serilmiş çok tehlikeli çok sakıncalı bir antlaşma metni gibi duruyorsun nora luca sesin ortadoğu’dan bir savaş meydanı zaman sana el sürmeden geçiyor yanından -zaman en çok sana uysal ehlileşmeyecek bir aslan besliyorsun kasıklarında -oje diye onun pençelerini sürüyorsun tırnaklarına onlarla geliyorsun akın akın ve dudaklarından bir ordu geliyor erkekliğime ıslanıyorsun nora luca ıslak ve kaygansın yalnızca sert bir kürekle ilerliyorum

senin o sandalsız vahşi nehrinde kanatlanan çığlığın üzerinde geçiyoruz ormanları kopan yaprakların yerini kuğuların zarif boyunlarıyla tamamlayıp senle ben geceyi de alarak aramıza ortak oluyoruz devasa bir piramide x’in daima y’ye eşit olduğu matematikte sonsuzluk eğilirken ikimizde de uçsuz bir infilâk çıkıyor sivri mağarasından kestiğimiz hiçbir yerimizden akmıyor kan bayılıyorum nora luca bayılıyorsun üzerine nora luca üzerime


Pelin K覺l覺癟

RAD

Oturan Adam


Amokachi ileride hep yalnızdı Aras Keser Anne, bana çay koyma. Ben Ruslarla birlikte sıcak denizlere iniyorum. Ve indikçe patates soyuyorum, Hani bir zamanlar eldiven diktiğin titrek ellerimle. Ya, burada her şey bi katatonik… Yıldızlar falan onun gözlerine düşüyor. Bunlardan çok varmış Anne, Bizim balkondan on-on beş tanesi görünüyor Balık kılçıkları babama sövdü dün gece. Babam demişti hani: “Nebukatnezar ortalığın amına koydu çocuğum” Bunu babam demişti, ben ağlamıştım. Ve o gece televizyonlar düşmüştü kanatlarıma. Karıncalı. Çakıl taşları yuttuğum o yaz, topla beraber ileriye çıktım. Ayak tırnaklarımla patlattım deniz yataklarını. Şimdi ise inmeye devam ediyorum hala, 12 yaşımda futbolu bıraktığım halimle. Ben ne jeneriklik goller attım, Siz orda değildiniz bayan Anne. Barış ile birlikte terk ederken bu mahalle maçını, Arkamda intihar eden bir amokachi bıraktım.

Petrowa Rüya


21.Yüzyılın İlk Liberter Ayaklanmasına

Selam Olsun

Rafet Arslan Alexandros anarchos bir ateşti taşıdığı yer yüzüne ki bunu devletlerden çaldı ezber bozma vakti! devletin üstüne bastığı çocuk polisin ateş etmesiyle isyanda ve yaşama döndü isyanda ateş öyle ya hayat biraz da a(to)nomidir haydi barikatlara! ki Exarhia şimdi anarşi diye de anılır ateşi gör! anarşi aşkına! sinan praksis Öndeyiş Uzun zaman önceydi… Tanrı Zeus ve Olimpos oligarşisi halka ışığı yasak etmişlerdi. Promateus ateşi çalıp insanlığa teslim etti, karanlığı ateşle tutuşturmak için. Promateus’un ateşi 21. yüzyıl başında Atina da ve oradan dünyanın tüm kentlerinde parıldadı. Geleceği tutuşturmak için… Alexıs’in Günleri Bunlar Kuşkusuz 6 Aralık günü 15 yaşındaki bir devrimciyi katledenler, Alexis’in sokağa düşen bedenin yaktığı kıvılcımın Önce Atina’yı ve ardından tüm dünyayı saracak bir özgürlük ateşine dönüşeceğini tahmin etmemişlerdi. Eksarhia mahallesinde Anarşistlerin başlattığı isyan öğrencileri ve öğretmenleri de içine katarak binlerce yürek oldu tüm Yunanistan’ı sardı.insanların yeni yalanlara, baskılara, cinayetleri tahammülü yoktu. Alınan canın, dökülen kanın hesabı günler boyunca sokak muharebelerinde soruldu.

Atina da yanan ateş Meksika’yı, İspanya’yı, İtalya’yı, Belçika’yı, Danimarka’yı da içine alarak büyüdü ve Ege’nin karşı kıyılarına İstanbul’a, İzmir’e de ulaştı. Yeni bir yüzyıl asıl şimdi başlıyordu; insanlar onları köleleştiren, ruhsuz robotlara çeviren, sefil hayatlara mahkum eden egemenlerden hesap soruyordu. Sistem; sadece şiddet edebiyatına sarılabilirken, ayaklanmanın ortasında yeni bir hayat ve yeni bir dünya kardeşliği filizleniyordu. Alexıs’in günleriydi bunlar ve 21. yüzyıl dünyasında izleri kalıcı olacak. ‘Kaldırımlardan sökülüp polis kalkanlarına ya da ticaret tapınaklarına fırlatılan her taş, gecenin karanlığında gökyüzünü aydınlatan her şişe, onların ve bizim bölgelerimizi bölen sokaklara kurulan her barikat, insanları tüketici olmaktan çıkaran devrim ateşinin her alevi ışığında ayın altında kaldırılan her yumruk, sadece direnişe kol kazandırmıyor ama özgürlüğe gövde veriyor. Şimdi; hissedilen bu özgürlük hissi çocukken sabah kalktığımızda hissetiğimiz ve her şey olabileceğimiz anlardaki hislerimize benziyor her şey olabiliriz uyanmış yaratıcı insan olarak bizden beklenen “itaatkar nesne”, “ öğrenci” “yabancılaşmış işçi” “mülk sahibi” “aile kadını/erkeği” olmak zorunda değiliz artık. Özgürlük düşmanlarıyla yüzleşiyoruz artık, onlardan korkmuyoruz. Bu yüzden eskiden olduğu gibi işlerine dönmek isteyenler korkuyorlar. Özgürlüğün hayaleti her zaman dişlerinin arasında bıçak tutarak gelir, zincirleri kırmak için şiddet bu zincirlere bağlı olarak sefalet içinde yaşayanları özgürleştirir’ (Atina Sürrealist Grubu-Bildirisi) Yeni Bir Hayat Doğarken Ayaklanmanın yarattığı hareketi 68 Fransa ve Situasyonist hareket ile karşılaştıran çözümlemeler yapıldı. Ama Atina ile başlayan ayaklanma kuşkusuz Anarşist hareketin

OnstOn

başlatıcılığı, sürdürücü ısrarı ve cüretkarlığı ile 68 Fransa ve Situasyonist pratikten ayrılır. Situasyonistler bir ayaklanmanın hayaletini çağıran bir teori icat edip, bunun gerçekleşmesi için her türlü ajitprop aracını kullanmışlardı. Bu birikim, farklı birimlerle birleşip Mayıs’ta patlarken, Atina ayaklanmasında teorisyen bir grup yoktur. Ayaklanma teorisi eylem alanı içinde gelişmekteydi. Farklı dost kaynaklardan gelen haberler ayaklanmanın karşı-kentçi, öz yönetimci doğrudan demokrasi deneylerine açılmaya başladığını gösteriyor, ki bu da eylem anında gelişen devrimci teoriye güzel bir örnektir. Toplu ulaşıma halkı ücret vermeden binmeye teşvik eden sivil itaatsizlik örnekleri kurulan halk meclisleri ve örgütlenen özgür belediyeler ile yeni bir hayatı bu gün ve burada kurulabileceğinin en canlı kanıtları oldular. Hala işgal altında olan 500’ü aşkın okulda gelişen tüketimin kölesi olmayan, paylaşan alternatif bir hayat biçimi olduğunu söyleyebilir. Kuşkusuz bu örnekler, sanılanın aksine Anarşizmin aslında örgütlenmek olduğunu gösteren pratikler. Kuramın eylem içinde büyümesi doğal bir şey, kimse 150 yıl önce yazılan bir kuram ile gündelik hayatta devrime soyunamaz ve oradan ayaklanmaları kışkırtamaz. Bu günün

teorisi geçmişin devrimci derslerinden kuvvet alsa da bu günün pratiği içinden doğacaktır. Bu noktada ayaklanmadaki Anarşist damar 68’den çok 1936 İspanya devrimi ile karşılaştırabilir belki de. Çünkü ortada her hangi bir sosyalist grubun değil, anarşistlerin öncülük ettiği bir isyan vardır. İsyanı devrime götürme kabiliyeti Atina ayaklanmasının geleceğe bıraktığı temel tartışma olacaktır. Ayaklanmayı anarşistler başlatması 21 yüz yıl devrimci hareketinin özne sorununa bir cevaptır ve çok hayatidir. Seattle ile başlayan süreç Zapatizmo sivil toplumculuğu, salt protestocu tavırlara, her türden reformizme, bizde de örneği görülen mahçup bir Troçkizme evrildi kaldı. Radikal hareketi başlatan, bedel ödeyen, protestoculuğu isyana çeviren Anarşist hareketin büyüttüğü ayaklanmayı sahiplenmesi çok önemli bu açıdan. İsyanı başlatan, büyüten, örgütleyen Anarşizmdir ve bu isyanı tahakküm güçleri dışında herkesi kapsayacak şekilde genişletme görevi de bu hareketin sorumluluğu altındadır. Farklı kesimleri, söylemleri, kesimleri tek bir devrim karnavalında yan yana getirebilmek, çoğalabilmek; işte bu 21 yüz yıl özgürlükçü hareketi için bir mihenk taşı olacaktır.


Yalanlar ve Gerçekler Yunan Komünist Partisi; sistemin içinde seçtiği legal alanla hareketin isyancı yönünü hep törpüleye çalışacaktır ( ki Mayıs 68’de bu olmuştu). 20 yüz yılın faşizm günlerinde, direniş savaşlarında, Elas’ta, Aris’in katlinde yaşanan gerçekler tarihe geçmiştir. Bunun sonucunda önceden belirli genel grev ile liberter ayaklanma iç içe geçmemiştir. Sarı sendikacılığın etkisi ile işçi sınıfı tu kaka anarşistler, otonomlar ve radikal diğer sol içine karıştırılmamıştır. Oysa öğrenciler ve öğretmenler direkt bir parçası olarak ayaklanmaya dahil olabildiler. Burjuva medyanın metafizik ayaklanma tahlilleri sürekli ‘ekonomik-sosyal sebepler ve sorunlu gençlik’ ile başlarken; işçi sınıfının eyleme geçme çekimserliği ayaklanmayı salt sosyoekonomik açıklamalara götüren burjuva medyayı yalanlar (burada medya ile KP’nin benzer ekonomizm hayallerini kurguladıkları ilginç bir detay). Mücadele; sorunlu gençler ve yöneticiler arasında değil, tüm dünya halkı ve onları ablukaya alan devletler arasındadır. Ayaklanma şiddet konusunda herkesten etik bir tutarlılık beklemektedir. Ayaklanmaya sempati duyan herkes şiddet eylemlerini benimsemeyebilir, ama eylem anında bunu eleştirme lüksü kimse de olamaz. Burada Atina Sürrealist Grubun tavrı takdire sayandır, şiddet eylemini benimsemeseler de şiddet eylemlerini meşru sayan ve ayaklanmanın içinde bir parçası olmaktan kaçınmayan bir bakış. Şiddeti benimsemeyen arkadaşlardan aynı etik tavrı her yerde beklemeliyiz. Devletin yurttaşlarına şiddet kullanma hakkına ses çıkarmayanlar, cinayetlere karşı öfke duyamayanlar lütfen sussunlar. Burada şiddet karşıtı reformist söylemden çok ilk günlerin öfkesi ile ateşe verilen sıradan dükkan sahiplerinin sağcı milisler tarafından örgütlenme riski tartışılmalıdır. Bazı yaşanan

örnekler bunu doğrulamıştır. Devlet terörüne karşı patlayacak bir isyanı bastırma görevi –ki aldığı tek bir can ayaklanmayı başlatmışken devlet kan dökememektedir şu an- paramiliter gruplara havale edilecektir. Sondeyiş ‘Anlamak isteyenler anlayacaktır. Şimdi her birinizi zavallı küçük hayatlarına zincirleyen görünmez hücreleri parçalamanın zamanıdır. Bu yalnızca veya zorunlu olarak karakollara saldırmayı, bankalar ve alışveriş merkezlerini ateşe vermeyi gerektirmez. Bir kişinin koltuğunu ve kendi hayati üstüne pasif tefekkürü terk edip, kişisel olan her şeyi geride bırakarak konuşmak ve dinlemek için sokağa çıktığı an, toplumsal ilişkiler alanında nükleer bomba kuvvetinde bir bozma etkisini içerir. Bunun nedeni tam da herkesin kendi mikrokozmosuna (bu ana dek) sabitlenmesinin atomun çekim kuvvetinden kaynaklanmasıdır. (Kapitalist) dünyayı döndüren kuvvet. İkilem budur: isyancılarla ya da yalnız. Bir ikilemin aynı anda hem bu kadar mutlak hem de gerçek olabildiği, gerçekten de az görülen bir zamandayız’ (Atina Ekonomi ve İşletme Okulu İşgal İnisiyatifi - 11.12.2008, Çev: Gökhan –Eylem) Şimdi ayaklanmanın sıcaklığını yüreklerinde hissedenlerin önce düşünme ve ardından yeni bir dünya için harekete geçme vakti. Tanrılar dağından çalınan ateş, şimdi kentleri sarıyor. Bizim yüzyılımız asıl şimdi başlıyor; şimdi ve burada… Yazan ve derleyen: Rafet Arslan

Burak Cirik KPA III


bir nevi müziğin marcos’u. kendi kendini öteliyor, umarsızca. ülkesinin tüm griliğine karşı sapsarı bir saçla -ve sanki güneşe bakar gibi gözleri kısık- gülümseyen bir çocuk, ötelerden, ötelenen, öteleten. bir şeylerin farkına varmamız gerekiyor, evet farkındayız bunun; mesela şimdi savaş oluyor tanımadığımız şehirlerde, veyahut çocuklar var, ayakkabı yapıyorlar okula gitmek yerine, karşısında başka bir çocuk, okula gidiyor, ayakkabıyı giyiyor, thom, dur dur dur, diyor, dursana, diyor; ses çıkar, ses çıkar, ses çıkar. ses çık ar. ah biraz ar, biraz arın. siyah beyaz, eskilerden bir film. fısıldıyor bize, biz aynı yerlerde, aynı şeyleri yapıyorduk, mesela kuş gölgeleri yapıyorduk mumdan dileklerimizde. ve rahibeler eteklerini açıyorlardı, kiliselerimizde. bütün sesler kırılırken güneşin ayasında, thom o en gri sesiyle açıyor bütün kapıları, herkes susarken bağırıyor; o bir nevi müziğin marcos’u, zapataların deyimi bizim deyimlerimiz şimdi: thom ırak’ta ve gazze’de tanka taş atan çocuk, thom

afganistan’da sakalları uzamış amca, thom italya’da bir anarşist, ingiltere festivallerinde bir hippi. ülkesinin tüm griliğine, tüm yağmuruna, tüm çamuruna karşılık sapsarı bir saçla ve sanki güneşe bakar gibi gözleri kısık gülümseyen bir çocuk, ötelerden, ötelenen, öteleten. bazı şeyler düşünüyorum bu aile için, thom’un bir kardeşi de andy. kardeşimsiniz siz, thom ve andy. aileniz size ne yapmış bilmiyorum, siz bunca saçmalık içinde, nasıl böyle güzel şarkı söylersiniz, bilmiyorum. çözülmemiş sorular var cepkenimde, bütün ceplerim sizin seslerinizle dolu iken. velhasıl ı kelam, biz şimdi buralarda seslerini gökyüzüne fırlatan çocuklar, duy bizi thom, duy bizi. bütün kalemler ve kelamlar asılı kalırken semada, ses ver thom, ses ver. sen ses verdikçe, biz burada bin kez sürüneceğiz aşkınla, biz burada bin kez öleceğiz doğuda ölen çocuklarla. duy bizi thom, bizim de savaşlarımız var, gel, gör. gör ki, bir satır daha eklensin, satırlarına.

Merl - London Surrealist Action Group

Giz

Helmetic Birds

Baska 1 acıdan tom yorke


Ellen Von Unwerth revenge

KALE Ali Kartal Orada ne kadar kaldım hatırlamıyorum, sadece o bitkileri okumak, harikaydı. Tekrar yola çıktığımda ki bunun sebebi oradan sıkılmış olmam değildi ya da acele bir işim olduğundan, sadece yola devam ettim. Bahçeden ayrıldığımdan beri, bahçeye varmadan önceki gibi yoluma devam ediyordum. İlerledikçe ufukta bir nokta, sonra da daha da belirginleşmeye başlayan bir şey görüyordum. Bir bina gibiydi, orta çağ kaleleri gibi bir şeydi ancak daha özelliksiz, sadece taş işçiliğinden orta çağ kalesine benziyordu geri kalanı özelliksizdi. Bakmaya değmezdi incelemeye hiç. Ancak kötü olan bir şey vardı ki, yolu tıkıyordu ve bir kez o kaleye yaklaşmaya başladığınızda da, ki aklınızda bulunsun öyle bir şey gördüğünüzde fazla yaklaşmadan hemen etrafından dolaşın, sizi içine doğru çekiyordu. Ne kadar çabalarsanız çabalayın kaçış yolu sunmuyordu hiç. Nasıl bir açlıksa yutuveriyordu dışarıdan kapısız girişinden içeriye ve bir kez içeriye girdiğinizde girdiğiniz yerden çıkamıyordunuz. Ah o karanlık, hafızanızdan hiç silinmeyecek gibidir. O zulüm, acımasızlık ve vurdumduymazlık. İçeride seçme hakkınız yoktur, sadece size ne verilirse onu yapmak zorundasınızdır. Yapmalı mıyım yoksa yapmamalı mıyım? Gibi sorular bile yoktur, dediğim gibi tercih hakkınız yoktur çünkü orada her sorunun cevabı zaten seçilmiştir. Önünüze verdiklerini yemek zorundasınızdır, yemezseniz zindan, tersiniz ve ellerinde lazımlıklarda hemen arkanıza geçerler ve sonuçlarını beklerler, bunu da yapmazsanız, zindan, yaptığınızda da bunu yüzünüze çalarlar. Ve o zindanlar; belki bir tek oralara iyiydi denilebilir, çünkü orada azıcık, azıcığın biraz fazlası değil, sadece azıcık bir alanınız vardır ve rahatsız edilmezsiniz, bir mezarda ne kadar rahatsız edilebilirseniz tabi.

Ancak oranın en kötü yanı böyle bir yeri sevebilecek şeylerinde olmasıydı sanırım. Onlara acıyamazsınız bile, onlar hakkında bir şey düşünemezsiniz ya da yorumda bulunamazsınız çünkü bunu yapabilmenizi sağlayacak herhangi bir özellikleri kalmamıştır. Sadece bu şatonun duvarlarına bir taşa daha dönüşmüşlerdir. Orada en güzel günlerimden bir tanesi oranın bir çıkışı olduğunu öğrendiğim andı, evet, şaşırtıcı ancak bir sonu vardı orasının. Oradan çıkış olduğunu öğrendiğim günden sonra anlatılabilecek pek fazla bir şey yok. Sadece çıkabileceğim günü hayal ederek dayandığımı söyleyebilirim. Ve oradaki ikinci en güzel günüm de çıktığım andı. Belirli şartlara göre çıkabiliyordunuz ancak. Onların verdiği şekle uygun gidebiliyordunuz ve bununla ilgili o kalenin duvarlarındaki taşlar kadar çok mevzuat vardı ancak bunun önemi yoktu. Çünkü hala dışarısını hatırlayabiliyordum. Kale sadece kendi içinde kaleydi. Ve ayarlandığım şeklide çıktım. Her ne kadar da dışarıya yayılmadıklarını bilsem de öylece yolda dosdoğru ilerledim, kafamı sağa sola oynatmadan, ancak gözlerim yuvalarında dört dönüyordu, göz kaslarım ağrıyordu ne uç kenarları bile görmeye uğraşırken. Dışarısının ne denli görülmeye değer bir yer olduğunun iyice bir farkına vararak. Yeteri kadar uzaklaştığıma kanaat getirdikten sonra, eski kendime dönüşmeye başlayabildim. İçerisinin o kasvetini üzerimden atabilmek için bahçeye gidebilmeyi isterdim. Ancak bahçeye giden yolun üzerinde yine o kale vardı ve etrafından dolaşmak da ne kadar zaman yitirirdim bilmiyorum, böylece korktum bahçeye geri gitmeye ve yolumla ilerledim.


Hayali Küçük Meşe Palamudu

Başbakan Alis

SET kollektif - seçim afişleri sergisi Hafriyat Karaköy


Bahar Yaklaşırken Ayşe Özkan Solucanlar çiçekleri emerken uyandım bulutsuz bir gökyüzüne. Kalp rahatsızlığım için doktorun önerdiği ilacı penceremin önünde kırık kuş kanatlarına bakarak içtim. Sabaha karşı toplaşmışlar ve önlerine atılan bir et parçası için kavga edip tüyleri ve kanatlarını ardlarında bırakmışlardı. Evin dört bir tarafına yayılmış kitaplar, yerde gazeteler, boş bira şişeleri, çikolata jelatinlerini gözümün önünde sıraya dizip hepsini bir anda topladım. Kırmızı neon ışığından bir şerit evin zemininde dolanıyordu. Telefon çaldı, telesekreter yanıtladı. “Selam Sarah, bugün öğleden sonra bize gelsene annem senin için bir sürpriz hazırladı. Karnın boş gel ama.” Surinin sesi neşeyle çınladı odanın içinde. Anlaşıldı bugün güzel bir şey yiyeceğim. Günün kalanının nasıl geçeceğine dair bir sıkıntı duymuyordum. Bu endişe hali yaşama hala boşvermemişliğimin bir belirtisi diye avutmuştum kendimi uzun bir süre, ardından beklentisizlik havasının verdiği bir uyuşmayla vaktimin çoğunu uykuda geçirmeye başladım. Dış dünyadan ne kadar uzak kalsam o kadar az endişeliydim. Güneşin hareketlerine uyumlanmalıyım. Belki kanatlarım iyileşir uçmaya başlarım yeniden. Kapıyı Suri’nin annesi açtı. İçerisi zencefilli kurabiye kokusuyla doluydu. Sıcacık, mis, beyaz güvercinler, güneş hepsi bir arada bana gülümsüyordu. Sarışın bir çocuğun saçlarını okşadım. Nora Hanım, beyaz önlüğünü çıkarıp yeşil kanepesine oturdu. Yorgun gözleri parıldayıp gülümsüyordu.

- Nasılsın Sarah? Her şey yolundadır umarım. - iyiyim, evdeyim bugünlerde, pek bir şey yaptığım söylenemez. Suri ne zaman gelecek?” - biraz işi çıkmış, 1 saat içinde gelir. Çay demledim yeni. Suriyi beklemeden başla yemeye canım.” Sevinçle peki dedim. En sevdiğim kurabiyeleri yemek için sabırsızlanıyordum. Güneş iyice dikleşmiş, gözlerimi kamaştırıyordu, ağzımda zencefil tadı, çayı yudumlamaya başladım. Açık pencereden rüzgar perdeleri savuruyordu. İçerisi Nora annenin kurabiyelerinin huzuruyla sakin bir bekleyişteydi. Bu huzurun bozuluşuna şahit olmaya geldiğimi bilemeyecek kadar savunmasızdım. (Kara bulutlar Nora annenin sevimli evine doğru sürüklenmişlerdi. ) çay ve kurabiyelerimin tadını çıkarıyordum. Siyah ceketli 2 adam açık balkon penceresinden oturma odasına girdiklerinde saat son kez yediyi vurdu. Adamların odadaki seri hareketlerini kımıldıyamadan izliyordum. Kısa boylusu bana doğru geldiğinde, elimdeki bardağı yere fırlattım. Adam hiç bir şey yapmadan sadece gülümsedi. Huzur ne demek? Uzun boylusu Nora annenin yanına yaklaştı. - Kurabiyeleriniz ne güzel kokuyor. İçine ne koydunuz?” Nora anne gözlerinde sevgi parıltılarıyla adamlara baktı. Hiçbir şey diyemedi. Uzun boylu adam Nora annenin ellerini çapraz tutup bağladı. Nora anne kara bakışlarla son bir kez gözlerini bana yöneltti.

Adam, ceketinin cebinden parlak bir nesne çıkartıp Nora’nın boynuna sapladı, ufak bir delik adamın bıçağı daha derine saplamasıyla büyüdü. Nora annenin gözleri yerinden fırlayacak denli açıldı, böğürmeye benzer bir ses çıkararak titremeye başladı. Kısa boylu adam akan kanların üzerinde geziniyor, etrafa boş boş bakıyordu. Bıçak boyundan kadının göğsüne doğru gitmeye başladı, göğüs kafesi görünene dek, adam bıçağı kadının göğsünde gezdirdi. Nora annenin bedeni kaskatı kesilmişti. Ayak parmakları birbirine dolanmış ve morarmaya başlamıştı. Nora annenin debelenmeleri birkaç dakika daha sürdükten sonra bitti. Bedeni kaskatı kesilmiş, morarmış ayak parmakları dolanık kalmıştı. Uzun boylu adam anlamsızca gözlerini bana dikti, kalbimin gürültüsü tüm vücudumu sarmıştı. Adamın üzerine iğrenerek ve nefretle saldırmak istedim, hiçbirşey yapamadım. Kısa boylu adam hala kanlara bakıyordu. İşini bitirmiş olan uzun boylusu bıçağı bir bezle temizleyip çantasına yerleştirdi. Ürkütücü bir sakinlik içindeydi. Kapıya doğru yöneldiler ve arkalarına bakmadan evi terk ettiler. Nora teyzeye benzer bir kadın koltukta uzanmış oturuyordu. Kanlar bedeninden aşağıya hala akıyordu. Gözleri kapanmıştı. Şaşkınlık ve dehşet anının sükunete dönmesini yaşayabilmiş miydi? Uzaktaydı. Pencerede rüzgar. Dehşet. Kan. Nedensizlik. Bir bir kelimeler anlamsızlıkta direniyorlardı. Evden çıktım, merdivenlerden aşağıya indim. Kapıda Suri bana gülümsüyordu. - Neden içeride beklemiyorsun, Sarah? - Kapıyı çaldım, kimse açmadı. - Nasıl olur, annem seni bekliyor, senin için zencefilli kurabiye hazırladı.

- Belki bir yere kadar gitti? - Neyse hadi çıkalım, bende anahtar var. Suri kapıyı açtı, içeri girdik. Anne diye seslenerek salona girdi. Nora teyzeyi kanlar içersinde, koltukta uzanır görünce tekinsiz bir çığlık attı. Omzunu tuttum, olamaz olamaz diye bağırıyordu. Bilmiyorum, bilmiyorum demeye başladım. Hiçbirşey bilemiyeceğimi, hiçbirşey söyliyemeyeceğimi ve cinayete tanık olduğum halde tanıklık yapamayacağımı hissettim. Korku bütün benliğimi sarmıştı. Arkadaşımın bu kötü anında olanları söyleyemeyecek kadar kendimi suçlu hissediyordum. Suri dehşet içinde bağırmaya annesinin üzerindeki kanları temizlemeye devam ediyordu. Hareketsizdim, öylece onu seyrettim. Bencillik ve korkaklığımın verdiği rahatlık tüm yaşamım boyunca peşimi bırakmayacaktı. Dehşet dolu gecelerden sabahlara her gecemi bir katil olarak sonlandıracak, kara solucanlar bedenimi yiyip bitirene dek bu azaptan kurtulamayacaktım. Ayşe Özkan Mart 2009


PLASTİK ALEVLER İÇİNDE BU CESEDİM Umut Taylan Serinse üstünü örterim gecenin genzi sorun değil Bütün akar durur bu ellerin ben ellemem sorun değil Seçemediğin bir kıyafet gibi kalırım söylemem Tersine açan bir gülün çapaklarıyım Ardıma alır aklımı ölümün ceplerine sinerim Şafağa çıktı bu tırtıl kelebek olamaz ki Sessiz kaldığım bir duruşma gibi gözlerin Tutuklandığım bir sabah sanki ellerin Politikaya başvuruyor bütün yağmurlar Ne zaman meleklerle araları açılsa Diye bir laf atar ortaya rahmine dönerim

Gri arabalar yanaşınca karlı sokaklara Orada, dudaklarında Brüksel çiçekleri İliklerine kadar tutuşmuş bir klisenin Gotik cumbasına oturmuş beklemektesin Gençliğin az yanında sivri kelimelerin Yaşın belli olmuyor sesindeki çiyden Biraz öteye kaysa eriyecek sanki altın sisin. Serinse, geceyse ve bir Casablanca taklidiyse Üstüme aldığım hayal izlerinin bedeli Plastik alevler içindeki bu cesedim Ağır bir bulantıyla kaldırıp kalbini Fırlatacak senden birkaç intihar öncesine

Babil Nurhak Kaya tuhaf ardında sıradan zahiri bilinç ardın dağ / eteğinde kurşuna dizilmiş hollywood şapkalı bir otobüs gerillası çocuk ölüleriyle örtünen malum sadakat : uzak ülkeler bize uzak kaldıkları kadar yakınlar aslındağ.

rüzgar olmuş gözleri gerilla çocuk bir dağ

o yok sayılmış coğrafyaların hep hissedilen görkemli yoksulluğunda ya da burada örneğin; henüz savrulan eteğinde bir genç kızın

etekten geçerken tüfek sorulmaz kolları kesik hayatlara

birer birer tükür o büyük yenilgiyi kutsayan elleri hançer / kahpe çocukların suratına çünkü dağlar yalnız gözlerde yakın

OnstOn


Bob Arctor A.K.A. ECA dick laurent is dead

KAOS DUVARI

250

169

bitirimin dibinde bir komünal zırva bir sözlük ki yalnızca sevgi sözcüğünü defalarca açımlayan.

güzelyalı’yı yıkarak geçtim ananemin saçlarını yıkamak geldi uçarak.

sevgi: yemine sadakat yemini etmiş bir kuş. bir dik yokuş, üstünde ve altında kendinden birer kanlı parça besleyen. evgi: aşkın çocuğu. çocuğun aşkı. armstrong’un son notasında göğe çıkışı. mor bir fuların sıktığı boğaza giren kapkara bir gemi, bir rüya temi. sevgi: onlar rahat bırakmıyorsa bizi yeşilin en genç tonunda, donunda hangi kadının hangi kanınınizi kaldığı belirsiz bir müdür yanibiz kaçarız, kaçacağımız gibi nihayet hayatın arka bahçesinden, devletin bu okul denen tımarhanesinden. sevgi: iktidarın olduğu yerdeki direniş. uzun bir derenin en kısa saçlarına bezenmiş dedemin bıyıklarının karasına benzemiş yani yurd’un en üvey oğullarının sarılması birbirinine, kemikleri takırdatırcasına. denize düşenin sarıldığı yılanın açılamaz bahsi ve yine düşülen, düşlenen denizin ta kendisi. o sözlüğün gündoğduğunda yakıldığını gördüm meydanda o anda, alevlerin arasına çocukluk fotograflarımı attım. sevgi; nostaljik fetişizm, bir taraftan da. zozan gemilerördü, 2 şubat ‘09, izmir

bir güvercin geliyor az öteden boynunda güzel çocukların ördüğü bir atkı ve o güzel çocukların ellerine bırakacak beni bir güvercin kahverengi. bir yol çizmişim, haberim yok palmiyeler, ananemin ıspanaklı böreği denizden iz olarak birer yeşil göze doğru sarının üzerine kanlarını akıtan bıçkın âşıklar ve tüm bunların aşık attığı bir yol nasılsa çizmişim. işte üzerine bir de güvercin kahverengi. flu bir posta pulu. güzelyalı’yı yıkayarak geçtim ananem saçlarımı yıktım bir palmiyenin üzerine üzerine. zozan gemilerördü, 31 ocak ‘09, izmir


dick laurent is dead2

Bob Arctor A.K.A. ECA

KAOS DUVARI

Barbar’dan geriye kalanlar ya da Grace Jones bu işi nasıl çözecek? Emre Varışlı

Görüntü 1 Erkek göründü. Kadının dijital ekran gölgesinde, gövdesindeki karıncalanmış ekranda, başka bir erkek sallanıyordu. Sallanıyordu ve bilekleri kanıyordu. Sızdırıyor erkek ne varsa gökyüzüyle. Gökyüzü sızdırıyor erkeği. Ve her şey birden başka bir cennetin konusu oluyor. Haritalara sarılmış uyuyor iki kadın. Siyahi olan sayıklıyor “Corporate Cannibal, digital criminal…” Görüntü 2 “Benim küçük paçavralarla işim yok. Benim işim bütün gökyüzüyle” diye babasına bağıran delikanlı, sol üst iç cebinde taşıdığı başka bir delikanlının fotoğrafından gelen seslere kulak verdi. Sesler uzak radyo frekanslarından geliyor gibiydi. Şöyle diyordu ismi Maktul olan “Ona bağır,, kendine bağır.. ona bağırdıkça kendine bağırıyorsun ..” Görüntü 3 Erkek göründü. Yer çekimi tabudur aşk söz konusu olduğunda.. ceza suçun tekrarı, dediğinde açılan epik zindanlar, postmodern şehrin zerresini etkilemiyor. Mitoloji; tanrılar herkesin içinde. Gökyüzü mümkün, toprak tahakküm,, olabildiğince kahkaha-telaş-mahalle maçında kanayan dizler-ataerkil marifetlerMüsaade sizin beyler!


TİNSEL İLİŞKİ

DEVLET VE DÜŞ-GÖRÜCÜ SAPKINLAR ÜZERİNE LEVHALAR

Emre Sert Paslanmış bir plak gibi dinliyorum ismini Ve tenini günahkâr bir lakap gibi sayıklıyorum… Batıyorum, Tutup, kaldırıyorsun efkârı Batıp, can veriyorsun nesneye. Çözünüyoruz gece ansızın, Azalıyoruz birlikte! Birbirimizde azınlık kalıyoruz Gün doluyor, Birden kovuyorsun beni, Ben senden kovalıyorum sözcükleri Azalıyoruz… Kendimize sürgün ediyoruz bedenlerimizi. Durduk yere büyüyordu adın, Hayatın; Bir safranın yere akan katranıydı. Koşuyordun, Yetiş diyordum, yaralıydın Saklıydın derinlerde veya derinin süt kokan yerlerinde Ben buluyordum seni Dinamit bir mevsimin devinimsiz masallarına gömmüştüm ismini Uğrundaki nikotinlere boğuluyordum, Haklıydın. Sana söz veriyorum, Sözcüklere veriyorum etini. Ve tüm kurgulardan korunup, Kitlelerden sakınıyorum ismini… Biliyor musun Eve polisler geldi az önce Bütün şehri böcekler bastı Sırf sen kaç diye benden, tüm insanlık damarlardan konu açtı…

Kurtar beni bebeğim, kurtar bu basanlardan Beni onlara verme sakın, ben suçluyum olanlardan! Bana bizden bahset, ruhum kaşınıyor yoksa Gizem haz veriyor, sağır oluyorum suskunluğunda… ! Kimi geceler lavlar damlattım dudaklarımdan Ruhunu bir var oluşun orta yerine sapladım, Tüm tinsel eğilimlerimi diz çöktürüp karşında, Teninde terimin bulgularına rastladım. ……… Sen ruhuma paralel eşkenar bir sızı, Ben sana dik düşmüş zehirli bir açıortaydım. Yetmez bu dünya bize! Öl sevgilim. Çabucak yak kanatlarını, Seni arafa götürmeliyim… Bulunduğum ikamet, tatsız tuzlu bir tavırsın… Ben sana olmuşum, bana tutunmalısın…

12.12.2007 06:53

Batur Münevver

1. Ey gece rahmine düşen çocuklara sahip çık! Hermeneutik başkalaşımların tantrik uzuvları denli güzel,ikon-kırıcıların ruhlarındaki şarap tortuları.Erektif bilinç kulelerinin,uygarlığı sil baştan tanımlayan ses üstü dekadans tınıları. Lirik hakikat sırlarının tensel izleklere edepsizce eklemlenebilen çıplaklığı. Esarette kalmış düşlerin işgal ettiği sokaklarda tepinen militan zikrin tamtamları..Nur’a kendi kendisinde bir bilgiyle,saf bir varoluş yazgısıyla sahip olan düş-görücünün,yitik cennetsel bağları çağırmak için uluyan şamanlığı. İçkin deneyimlerle,ilahi görme biçimlerine sıçrayabilmenin ışıltılı hazzı.Aşırılığın baştan çıkarıcılığı ve uysallaşmamanın gerici söylemi.Işığa göçümün yada karanlığa dalmanın yasa-dışı uyanıklığı. Kaosun göksel(toprağa dair)müziğini yaşam sanatına dönüştürebilmiş,şölensel ve meleksi düş avcıları.Yıkıcı hiyeroglifleri gülümseyebilmek için kehanetin vicdanına sığınanlar. Devlet vicdansızdır ve düş görmez. 2. Monarşik ironi ve komplocu serenatlardaki deli halayı ihlalci düşler,devletin orgazmını sabote eden poetic bir başkaldırıda bulurlar suretlerini. Hakim; vahşetiyle orgazm olur Ordu;vahşetiyle orgazm olur

Polis;vahşetiyle Orgazm olur Akademisyenler ve sanatçılar! Kültür ve sanat polisleri, Burjuvalar ve sosyalistler vahşetleriyle orgazm olurlar Ve Devlet vahşi zevkler orgazmının en yüksek bilincidir Düş-görücü, vahşi arzunun nesnesi olmayı reddeden imanlı bir teröristtir. Reddin büyüleyici ve sıra dışı silahıyla vurur tanrıyı! kalbinden. 3. Tanrı bilgisinin insan ruhundaki tezahürü, ilham.Pagan ve masalsı sapkınlık.Yılanların kralı Basilisk.Tutkuyla birbirlerini okşayan lanetli düşlerin kaotik, müstehcen coğrafyası.Komünal barınaklarda,squatlarda ve otonomlarda egolarını alt edip kardeşlik ve dostluk bağlarıyla evrensel üst benliğin esrikliğine tapınan düş ülkelerin haiku kafaları. Suçun metafiziksel olarak sosyal tanım ve açılımlarını tahrip eden(“Suçu yaratan toplumdur.”Ravachol);işkenceyi, kültürel tutsaklığı,hegomanik dirimselliği bencil maddi gerçekliğinde uzama dayatarak cisimleşen hayalet devletin katilleri. İktidar ve tahakkümün zihinlerde olduğu bilinciyle simulakr saldırıları örgütleyen,musallat düş cinleri. Tutkuyla,aşkla an’a mürit olan ve nostaljik romantizmle imkansızı pasif, uğursuz bir bilinmezliğe taşımayan mutlak eylem halindeki satori militanları. Dalgalansın ibadetle,düş-görücü sapkınların kara bayrakları.


SİREN Arthur Rimbaud Ben senin göz kapaklarınım. Gözlerinin etrafını kat eden dünyanın imkansız örtüleri. Her sabah uyanmadan ve her gece uyumadan önce bilmeden görmeye durduğun sonlar. Aynanın karşısına geçtiğinde beni görebilmek için gözlerini kapatman gerekecek. Görmek için açmaya çalıştığın gözlerinle sadece kapalı olduğunda görülebilen beni, bu kısacık orta durumda asla yakalayamayacaksın. Bu, orada yaşlandığım gerçeğini değiştirmiyor Isabelle... Çünkü gözlerinin üstüne taşan ve ağır ağır alnına karışan ne varsa önümden geçiyor. “Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu”

Yorgunluğun, ataletin günahını silsin, gümüş tepelere tırman her aşkta ve kapın yoksulluğa hep açık olsun. Arkamda bıraktıklarımdan kurduğun sonsuz sayıdaki çukurun her biri renkli harflerle kutsanmıştır, onlardaki çatlaklara ve her mevsim dönümünde kuduran öfkelerine aldırma.

Ben senin göz kapaklarınım. Gözlerinin etrafını kat eden dünyanın imkansız örtüleri. Her sabah uyanmadan ve her gece uyumadan önce bilmeden görmeye durduğun sonlar. Aynanın karşısına geçtiğinde beni görebilmek için gözlerini kapatman gerekecek. Görmek için açmaya çalıştığın gözlerinle sadece kapalı olduğunda görülebilen beni, bu kısacık

orta durumda asla yakalayamayacaksın. Bu, orada yaşlandığım gerçeğini değiştirmiyor Isabelle... Çünkü gözlerinin üstüne taşan ve ağır ağır alnına karışan ne varsa önümden geçiyor. “Her şey gölge ve kızgın bir akvaryum oldu” Hatırla! Kuleden kuleye gerdiğim iplerin üzerinde yürümeyi öğren, pencereden pencereye, bir yıldızdan diğerine!

Kollektif Diriltme Ayini

Zeynep Özkazanc

Şebeke Özel Gösteri

Bil ki, yine de her biri tarafından gürültüyle yutulmadığın sürece, yazarken duyulan sesin, Kuleden kuleye gerdiğim iplerin üzerinde yürümeyi öğren, pencereden pencereye, bir asla konuşurken duyulduğunu sandığın sesinin çocukluğuna yetişemeyecek! yıldızdan diğerine!

Eros yoksa hayat yok tek bir öpüşteki ürpermeyle yenilenir hayat düşlerimin rengi naif kadifemsi lütfen öldürmeden okşayın, leydim beni... Tutkularının esiri olmayan kişi, diğer her şeyin kölesi.. kendi gerçekliğimizden başka, yaratabileceğimiz tek şey aşk.. Sevgi ve nefret döngüsü dışında, ruha dair geçitler var. zamanı gelince hayatını bir düşe takas etmeyi bilenlere... az sonra başka 1 hayatı geri alacağız..

Hatırla!


dick laurent is dead2

Bob Arctor A.K.A. ECA

Deniz (tutkutut) Sonsuzda objelerin-sanı öttüğünde sarılırsam çalar saatime kurmamışımdır hücrelerimi depreşirler kurulmamış çöllerimde zıplayarak objelerin yediği leziz insanlarım sopalarla tükürülmüş yollarda şuursuz patlayan aşıklar suratsız bir yemek daha elde etmek için yalnızlıkta objeleriyle beraberim senle olduğumdan daha çok bu cesetlerse hep ölmek için kurulurken saatler de ben yine sarıldım şuursuzca objelerinsanına Deniz/Tutkutut

Zeynep Özkazanc


OnstOn


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.