Lisa genova unutma beni

Page 1

Angie’nin anısına. Alena için…

Daha o zaman, bir yıl önce bile, kafasının içinde, kulaklarından pek de uzak olmayan, ölümüne boğazlanan, ama kadının onları duyamayacağı kadar sessizce can veren nöronlar vardı. Kimileri olayın nöronların, kendi yıkımlarıyla sonuçlanacak olaylar zincirini başlatmasına sebep olacak kadar sinsice ilerlediğini söyleyebilir. Bu molekül cinayeti de olsa, hücresel intihar da olsa, nöronları, kadını neler olduğuna dair uyaramadan öldüler.


EYLÜL 2003 Alice yatak odasında, çalışma masasında otururken John'un zemin kattaki her bir odada koştururken çıkardığı ses dikkatini dağıttı. Uçağa binmeden önce Bilişsel Psikoloji Dergisi’ne. yollanmış bir tezi gözden geçirme işini bitirmesi gerekiyordu ve az önce aynı cümleyi üç kez okumasına rağmen anlayamamıştı. Alarmlı saatlerine bakılacak olursa saat 07:30'du, ama Alice o saatin on dakika ileri olduğunu tahmin ediyordu. Saatten ve John un ayak seslerinin yükselişinden adamın evden çıkmaya çalıştığını, ama bir şey unuttuğunu ve onu bulamadığını anlayabiliyordu. Kırmızı kalemini alt dudağına tık tık vurarak saatin dijital rakamlarını izledi ve John’un sesini duymayı bekledi; onun konuşacağını biliyordu. "Ali?" Kadın kalemini masaya atıp içini çekti. Aşağı indiğinde John u oturma odasında, dizlerinin üzerinde, kanepe minderlerinin altını yoklarken buldu. "Anahtarların mı?" diye sordu. "Gözlüğüm. Lütfen nutuk çekme, geç kaldım." Alice adamın telaşlı bakışlarını izleyerek değeri isabetli olmasıyla ölçülen antika Waltham saatin durduğu şömine rafına baktı. Saat 08:00'i gösteriyordu. John o saate güvenmeyecek kadar akıllı olmalıydı. Evlerindeki saatler, günün hangi saatinde olduklarını nadiren bilirdi. Alice geçmişte onların dürüst görünen yüzlerine birçok kez kanmış, uzun zaman önce kol saatine güvenmeyi öğrenmişti. Gerçekten de, mutfağa girdiğinde mikrodalga fırının saatinin daha 06:52 olduğunu fark ederek zamanda geri sıçradı. Granit tezgâhın pürüzsüz, üzerinde ıvır zıvır olmayan yüzeyine baktığında gözlüğün orada, içi açılmamış mektuplarla dolu, mantar desenli kâsenin yanında olduğunu gördü. Bir şeyin altında, bir şeyin arkasında değildi; apaçık ortadaydı. John gibi zeki biri, bir bilim adamı, nasıl gözünün önündeki şeyi görmezdi? Tabii, Alice in birçok eşyası da yaramazlık yapmaya, ufacık yerlere saklanmaya meyilliydi. Ama Alice bunu John'a itiraf etmiyor, onu işin av bölümüne de kesinlikle


katmıyordu. Daha iki gün önce, Johnun hiçbir şeyden haberi yokken, sabahını Blackberry şarj aletini bulmak için önce evin, sonra ofisin altını üstüne getirerek geçirmişti. Çaresiz kalarak pes etmiş, dükkâna gidip yeni bir şarj aleti almıştı, ama sonra o akşam eski şarj aletini yatağın kendi tarafının hemen yanındaki prizde bulmuştu. Oraya bakmayı akıl etmeliydi. Muhtemelen bu tür şeyleri ikisinin birden sürekli birden fazla şey yapmaya çalışmalarına ve çok meşgul olmalarına bağlayabilirdi. Ve yaşlanıyor olmalarına. John kapıda duruyor, Alice'e değil, onun elindeki gözlüğe bakıyordu. "Bir dahaki sefere ararken kadın olduğunu düşün," dedi Alice gülümseyerek. "Senin eteklerinden birini giyerim. Ali, lütfen, çok geç kaldım." "Mikrodalga fırın daha çok zamanının olduğunu söylüyor," derken gözlüğü adama uzattı. "Sağ ol." John gözlüğü bayrak yarışındaki bir koşucu gibi aldı ve ön kapıya koştu. Koridorda adamın peşi sıra yürüyen Alice, John'un sırtına doğru, "Cumartesi döndüğümde evde olacak mısın?" diye sordu. "Bilmiyorum. Cumartesi laboratuarda çok meşgul olacağım." Evrak çantasını, telefonunu ve anahtarlarını antredeki sehpanın üzerinden aldı. "İyi yolculuklar, Lydia'yı benim için kucaklayıp öp. Ve onunla kavga etmemeye çalış," dedi John. Alice antredeki aynada yansımalarını gördü -ikisi de aynı sonuçsuz tartışmaya girmeye hazır, uzun boylu, aralarında aklar olan kahverengi saçlı, gözlüklü bir adamla minyon, kıvırcık saçlı, kollarını göğsünde kavuşturmuş bir kadın. Alice dişlerini sıkıp yutkundu, kavga etmemeyi seçti. "Birbirimizi epeydir görmüyoruz. Lütfen, evde olmaya çalış," dedi. "Biliyorum. Çalışacağım." John’u öptü ve gitmek için acelesi olsa da, John öpücüğü neredeyse fark edilemeyecek bir an boyunca uzattı. Alice onu iyi tanımıyor olsa, bu öpücükte romantizm görebilirdi. Orada öylece durup öpücüğün, seni seviyorum, seni özleyeceğim, dediğini umabilirdi. Ama John'un tek başına sokakta koşar adım


ilerleyişini izlerken, adamın ona, seni seviyorum, ama cumartesi evde olmadığımı gördüğünde lütfen kızma, dediğinden bayağı emindi. Eskiden her sabah Harvard Yard'a birlikte yürürlerdi. Alice evinden yalnızca bir mil uzakta ve John'la aynı okulda çalışmayı en çok, birlikte seyahat ettikleri için severdi. Hep Jerri'nin yerinde dururlardı -John sütsüz kahve, Alice mevsime göre bazen sıcak, bazen buzlu, ama her zaman limonlu çay içerdi- ve oradan Harvard Yard'a yürürken araştırmalarından, derslerinden, bölümlerindeki sorunlardan, çocuklarından ya da o akşamki planlarından söz ederlerdi. İlk evlendiklerinde, el ele bile tutuşurlardı. Alice sabahları, mesleklerinin ve hırslarının günlük gereksinimleri ikisini de strese sokup tüketmeden önce John'la yaptığı yürüyüşlerin o rahat samimiyetinden çok hoşlanırdı. Ama uzun zamandır Harvard'a ayrı ayrı yürüyorlardı. Alice bütün yaz valizini tam olarak boşaltmamış, Roma'da, New Orleans'ta ve Miami'de psikoloji konferanslarına katılmış, Princeton'daki bir tez savunması için sınav komitesinde görev yapmıştı. Baharda John'un hücre kültürlerinin her sabah absürt bir saatte durulanması gerekmişti; ama adam öğrencilerinden hiçbirinin düzenli olarak laboratuvara geleceğine güvenmediğinden bu işi kendisi üstlenmişti. Alice bahardan önceki sebepleri hatırlamıyordu, ama her seferinde mantıklı ve geçici göründüklerini biliyordu. Masasındaki teze döndüğünde dikkati hâlâ dağınıktı ve şimdi John'la küçük kızları Lydia konusunda tartışmadığına pişmandı. John bir kez olsun arkasında dursa ölür müydü? Tezin geri kalanını her zamanki mükemmel standardından uzak, üstün körü okudu, ama bunun yetmesi gerekecekti, çünkü Alice'in aklı dağınıktı ve zamanı yoktu. Tezle ilgili yorum ve önerileri bitince onu bir zarfa koydu, zarfı mühürledi; tezin tasarımı ya da yorumundaki bir hatayı kaçırmış olabileceğini biliyor, suçluluk hissediyor ve John'a işinin güvenilirliğini etkilediği için lanet okuyordu. Bir önceki seyahatinden bu yana boşaltmaya bile tenezzül etmediği valizini tekrar doldurdu. Önündeki aylarda daha az seyahat etmeyi iple çekiyordu. Sonbahar dönemi takvimine yalnızca birkaç konuşma işaretlemiş ve bunların çoğunu cuma günlerine ayarlamıştı; o gün ders vermiyordu. Ertesi gün de. Ertesi gün Stanford'ın bilişsel


psikoloji sonbahar kolokyum serisini başlatacak etkinlikte, misafir konuşmacı olacaktı. Sonra da Lydia'yla görüşecekti. Onunla münakaşa etmemeye çalışacaktı, ama söz vermiyordu.

ALICE, STANFORD’IN BATI KAMPÜS YOLU’YLA Panama Yolunun kesiştiği noktadaki Cordura Hall'u rahatlıkla buldu. Beyaz, yalancı mermerden dış cephesi, tuğla rengi çatısı ve yemyeşil bahçesi Alice'in Doğu Kıyısı'na alışmış gözlerine, akademik bir binadan ziyade Karayip kumsallarındaki bir otel gibi gözüktü. Alice epeyce erken gelmişti, ama yine de içeri girdi; fazladan zamanını sessiz oditoryumda oturup konuşmasını gözden geçirerek değerlendirebileceğini düşünüyordu. İçeri girip de tıklım tıklım bir salonla karşılaşınca çok şaşırdı. Bir açık büfenin etrafında coşkuyla dolaşan, yiyeceklere bir şehir plajındaki martılar gibi saldıran bir kalabalık vardı. Alice fark edilmeden içeri girmeye çalışıyordu ki, Harvard'da sınıf arkadaşı olan Josh'ı gördü. Alice'in yoluna çıkan adam, ezelden beri saygı gören bir egoistti. Bacakları kadının üzerine saldırmaya hazırmış gibi sağlam ve fazla açık duruyordu. "Bütün bunlar benim için mi?" dedi Alice neşeyle gülümseyerek. "Yok canım, her gün böyle yiyoruz. Bu, dün kadroya alınan gelişimsel psikologlarımızdan biri için. Eee, Harvard'da işler nasıl?" "İyi." "Bunca sene sonra hâlâ orada olduğuna inanamıyorum. Orada çok sıkılırsan buraya gelmeyi düşün." "Haber veririm. Sende ne var, ne yok?" "Her şey şahane. Konuşmadan sonra ofisime gel, en son modelleme verilerimizi gör. Aklını başından alacak." "Kusura bakma, gelemem, buradan çıkar çıkmaz Los Angeles'a uçacağım," diyen Alice, hazırda bahanesi olduğu için minnettardı. "Ah, çok yazık. Seni sanırım son kez geçen yılki psikonomi konferansında görmüştüm. Maalesef sunumunu kaçırmıştım."


"Eh, bugün büyük bir kısmını dinleyebileceksin." "Bugünlerde eski konuşmalarını ısıtıp dinleyicilerin önüne koyuyorsun, ha?" Alice cevap veremeden bölüm başkanı ve Alice'in yeni süper kahramanı Gordon Miller araya girip Josh'dan şampanyayı dolaştırmasını rica ederek Alice'i kurtardı. Harvard'da olduğu gibi, Stanford Psikoloji Bölümü’nde de, herkesin kariyerinde bir dönüm noktası olan kadroya alınma aşamasına ulaşan bütün öğretim görevlileri için şampanya kadehi kaldırmak âdettendi. Bir profesörün kariyerindeki her ilerlemeyi müjdeleyen çok sayıda mihenk taşı yoktu, ama kadroya alınmak kesinlikle önemli bir adımdı. Herkes bardağını kaldırdığında, Gordon sahneye çıktı ve mikrofonuna tık tık vurdu. "Herkes beni dinleyebilir mi?" Gordon sözlerine devam etmeden hemen önce, Josh'ın fazlasıyla yüksek, kesik kesik kahkahası oditoryumda tek başına yankılandı. "Bugün Mark'ı kadroya alındığı için kutluyoruz. Bu noktaya ulaştığı için çok mutlu olduğundan eminim. Umarım gelecekte de heyecan verici işlere imza atar. Kadehimi Mark'a kaldırıyorum!" "Mark'a!" Alice bardağını yakınındaki insanların bardaklarıyla tokuşturdu ve herkes çabucak içme, yeme, tartışma işine döndü. Tepsilerdeki bütün yiyecekler tükendiğinde, son şişedeki son şampanya damlaları da içilip bitirildiğinde, Gordon bir kez daha kürsüye geçti. "Herkes yerine oturursa, bugünün konuşmasına başlayabiliriz." Yaklaşık yetmiş beş kişilik kalabalığın oturup susması için birkaç saniye bekledi. "Bugün size yılın ilk kolokyum konuşmacısını sunma şerefi bana verildi. Dr. Alice Howland, Harvard Üniversitesinde, seçkin William James Psikoloji Profesörü mertebesindedir. Yirmi beş yıllık güzide kariyerinde, ruh- dilbilim alanında dönüm noktası niteliğinde araştırmalara imza atmıştır. Dilin mekanizmalarını konu alan çalışmalara getirilen disiplinlerarası, entegre bir yaklaşımın öncüsü olmuştur ve hâlâ öyledir. Bugün burada, dilin kavramsal ve sinirsel organizasyonu konusundaki konuşmasını dinleme ayrıcalığına sahip olacağız."


Alice, Gordon'la yer değiştirdi ve ona bakan dinleyicileri inceledi. Alkışın dinmesini beklerken, insanların konuşma yapmaktan, ölmekten bile çok korktuğunu iddia eden istatistiği düşündü. O, konuşma yapmaya bayılırdı. Onu dinleyen bir kalabalığın önünde sunum yapmanın -ders vermenin, bir şeyi temsil etmenin, bir hikâye anlatmanın, hararetli bir tartışmayı yönetmenin- bütün zincirleme anlarına bayılırdı. Ayrıca damarlarına yayılan adrenaline de bayılırdı. Risk ne kadar büyük, dinleyici ne kadar sofistike ya da soğuk olursa, tecrübe onu o kadar heyecanlandırırdı. John harikulade bir öğretmendi, ama konuşma yapmak genelde ona acı ve korku verirdi; John, Alice'in konuşma yapma yeteneğine hayret ederdi. Muhtemelen konuşma yapmaktansa ölmeyi yeğlemezdi, ama örümceklerle yılanları tercih edeceği kesindi. "Teşekkürler, Gordon. Bugün dil edinimi, organizasyonu ve kullanımının altında yatan bazı zihinsel süreçlerden söz edeceğim." Alice bu konuşmanın temelini, sayısız konuşmasında kullanmıştı, ama buna bir şeyi ısıtıp yeniden birinin önüne koymak demezdi. Konuşmanın özü dilbilimin ana prensiplerine odaklanıyordu ve bunların çoğunu Alice keşfetmişti. Slaytların bazılarını yıllardır kullanıyordu. Ama utanmıyor, kendisini tembel hissetmiyor, aksine konuşmasının bu kısmı, kendi keşifleri geçerliliğini koruduğu, zamanın sınavından geçtiği için onu gururlandırıyordu. Alice'in katkıları önemliydi ve gelecekteki keşiflere temel hazırlıyordu. Ayrıca gelecekteki o keşifleri de konuşmasına kesinlikle katıyordu. Alice notlarına bakmaya gerek duymadan, rahat el kol hareketleriyle konuşuyordu. Sonra, elli dakikalık sunumunun kırkıncı dakikasında, birden takılıp kaldı. "Verilere göre düzensiz fiiller insanın zihinsel..." Kelimeyi bulamıyordu. Ne söylemek istediğini hayal meyal biliyordu, ama kelimenin kendisi Alice'ten kaçıyordu. Kelime yok olmuştu. Alice kelimenin ilk harfini de, başka hangi kelimeye benzediğini de, kaç heceli olduğunu da bilmiyordu. Kelime dilinin ucunda değildi. Belki sebep şampanyaydı. Alice normalde konuşmadan önce alkol almazdı. Konuşmayı ezbere bilse de, son derece gayrı resmi bir ortamda olsa da, hep zihninin


mümkün olduğunca berrak olmasını isterdi; özellikle de konuşma sonrasındaki, hararetli ve verimli, beklenmeyen tartışmalarla dolu olabilecek soru-cevap bölümü için. Ama Alice kimseyi gücendirmek istememiş ve yine Josh'la pasif agresif bir konuşma yapmaya mecbur kaldığında, muhtemelen içmesi gerekenden biraz fazla içmişti. Belki sebep jet lagdi. Aklı, kıyıda köşede o kelimeyi ve Alice'in kelimeyi kaybetmesinin mantıklı bir sebebini ararken, kalbi küt küt atmaya başladı ve yüzü ısındı. Alice daha önce hiç, dinleyicilerin önünde bir kelimeyi kaybetmemişti. Ama aynı zamanda, dinleyicilerin önünde hiç paniğe de kapılmamıştı ve bundan çok daha büyük, çok daha göz korkutucu dinleyicilerin önünde konuşmuşluğu vardı. Bu yüzden kendisine nefes almasını, olanı unutmasını, devam etmesini söyledi. Hâlâ bulamadığı kelimenin yerine muğlak ve uygunsuz "şey" kelimesini koyarak neden bahsetmeye çalışıyorsa onu bir kenara bıraktı, bir sonraki slayta geçti. Duraksadığı an, ona bariz ve sonsuzluk gibi uzun gelmişti, ama kimsenin bu zihinsel teklemeyi fark edip etmediğini görmek için dinleyicilerin yüzüne baktığında, kimse gözüne endişeli, utanç içinde ya da herhangi bir şekilde rahatsız görünmedi. Sonra Josh'ın kaşlarını kaldırmış olduğunu, yüzünde hafif bir tebessümle yanındaki kadına fısıldadığını gördü.

Kelimeyi hatırladığında uçaktaydı, LAK havaalanına iniyordu. Lügat.

LYDIA ÜÇ YILDIR LOS ANGELES’TA yaşıyordu. Liseden hemen sonra üniversiteye başlamış olsa, geçen ilkbaharda mezun olurdu, öyle olsaydı Alice onunla çok gururlanırdı. Lydia muhtemelen iki kardeşinden de daha zekiydi ve onlar üniversiteye gitmişlerdi. Hukuk fakültesine. Tıp fakültesine. Lydia üniversiteye gitmek yerine, önce Avrupa'ya gitmişti. Alice kızın eve döndüğünde, ne okumak ve ne tür bir okula gitmek istediğiyle ilgili daha net bir fikri olacağını ummuştu. Ama Lydia döndüğünde annesiyle babasına Dublin'de biraz


oyunculuk yaptığını ve bu mesleğe âşık olduğunu söylemişti. Hemen Los Angeles'a taşınacaktı. Alice aklını kaybeder gibi olmuştu. Bu soruna kendi katkısını da görebiliyordu ve bu onu öfkelendiriyor, hüsrana uğratıyordu. Lydia üç çocuklarının en küçüğü, çok çalışan ve düzenli çalışan ebeveynlerin çocuğu ve her zaman iyi bir öğrenci olduğundan, Alice'le John onu çoğunlukla yok saymıştı. Ona kendi dünyasında geniş bir hareket alanı vermişlerdi; kız kendi adına düşünmekte serbestti, hayatına onun yaşındaki birçok çocuğunki gibi müdahale edilmiyordu. Annesiyle babasının meslek hayatları, yüksek ve bireysel olarak eşsiz hedefler belirlemenin, onları tutkuyla, çok çalışarak kovalamanın nasıl bir şey olduğuna dair pırıl pırıl bir örnek teşkil ediyordu. Lydia annesinin üniversite eğitimi almanın önemi konusundaki tavsiyesini anlıyordu, ama bu tavsiyeyi reddedecek güvene ve cürete sahipti. Ayrıca, tamamen tek başına olduğu söylenemezdi. Alice'in John'la ettiği en büyük kavga, adamın bu konudaki fikrini dile getirmesinin ardından vuku bulmuştu: Bence bu şahane, üniversiteye sonra da gidebilir -tabii gitmek istediğine karar verirse. Alice adresi kontrol etmek için BlackBerrysine baktı, yedi numaralı dairenin zilini çaldı ve bekledi. Zile tekrar basmak üzereyken Lydia kapıyı açtı. "Anne, erken geldin," dedi Lydia. Alice saatine baka. "Tam zamanında geldim." "Uçağının sekizde ineceğini söylemiştin." "Beşte, demiştim." "Defterimde sekiz yazıyor." "Lydia, saat beş kırk beş. Buradayım işte." Lydia yolda kendisine doğru gelen bir arabayla karşı karşıya kalan bir sincap gibi, kararsız ve telaşlı görünüyordu. "Özür dilerim, içeri gel." İkisi de, yeni öğrenilen bir dansa başlamak üzerelermiş ve ilk adımdan da, kimin öncülük etmesi gerektiğinden de pek emin değillermiş gibi, kucaklaşmadan önce


tereddüt etti. Ya da bu eski bir danstı, ama o kadar uzun zamandır dans etmiyorlardı ki koreografiden emin değillerdi. Alice, Lydia'nın tişörtünün altından kızın belkemiğiyle kaburgalarının hatlarını görebiliyordu. Lydia, Alice'in hatırladığından en az beş kilo daha zayıf görünüyordu. Alice bunun bilinçli yapılan bir rejimden çok meşgul olmanın sonucu olduğunu umdu. Sarışın ve bir altmış sekiz boyundaki Lydia, Cambridge'deki kısa boylu İtalyan ve Asyalı kadınların arasında göze batardı, ama görünüşe bakılırsa Los Angeles'ta, seçmeye katılanların oturduğu her bekleme odası Lydia ya benzeyen kadınlarla doluydu. "Dokuza rezervasyon yaptırdım. Burada bekle, hemen döneceğim." Alice başını uzatarak koridordan mutfağa ve oturma odasına baktı. Büyük ihtimalle ikinci el mobilya satışlarından satın alınmış ve anne babaların verdiği eşyalar, birlikte bayağı şık görünüyordu -turuncu, bölmeli bir kanepe, ret- ro görünümlü bir sehpa, Brady Bunch tarzı mutfak masası ve sandalyeler. Beyaz duvarlar kanepenin üzerine bantlanmış bir Marlon Brando posteri dışında çıplaktı. Havada, Lily, Alice gelmeden önce evi son anda temizlemiş gibi, kuvvetli bir deterjan kokusu vardı. Aslında, daire biraz fazla temizdi. Etrafta DVD'ler ya da CD'ler yoktu, sehpanın üzerine kitaplar ya da dergiler atılmamıştı, buzdolabının üzerinde fotoğraf yoktu; aslında Lydia'nın ilgi alanlarını ya da estetik hissini yansıtan hiçbir şey yoktu. Burada herhangi biri yaşıyor olabilirdi. Sonra Alice arkasındaki kapının solundaki erkek ayakkabısı yığınını gördü. Lydia cep telefonuyla odasından çıktığında Alice, "Bana ev arkadaşlarından bahset," dedi. "İşteler." "İşleri ne?" "Biri barmen, diğeri restoran kuryesi." "İkisinin de oyuncu olduğunu sanıyordum." "Öyleler." "Anladım. Adları neydi?" "Doug ve Malcolm."


Bu anlık bir şeydi, ama Alice ne olduğunu gördü, Lydia da onun gördüğünü gördü. Lydia, Malcolm'ın adını söylerken kızın yüzü kızardı ve gözlerini gergince annesininkilerden ayırdı. "Neden çıkmıyoruz? Bizi erken alabileceklerini söylediler," dedi Lydia. "Tamam. Önce banyoyu kullanmam lazım, sonra hemen çıkarız."

Alice ellerini yıkarken lavabonun yanındaki masada duran ürünlere baktı Neutrogena yüz sabunu ve nemlendirici, Tom’s of Maine marka naneli diş macunu, erkek deodorantı, bir kutu Playtex tampon. Bir an düşündü. Bütün yaz âdet görmemişti. Mayısta görmüş müydü? Gelecek ay ellisine basacaktı, bu yüzden endişeli değildi. Henüz sıcak basması ya da gece terlemesi gibi şeyler yaşamamıştı, ama menopoza giren bütün kadınlar aynı şeyleri yaşamazdı. Bunun Alice için hiçbir sakıncası yoktu. Ellerini kurularken Lydia'nın saç bakım ürünlerinin arkasında duran bir kutu Trojan prezervatifi fark etti. Bu ev arkadaşlarıyla ilgili daha çok şey öğrenmesi gerekecekti. Özellikle de Malcolm hakkında.

Los Angeles'ın merkezindeki popüler bir restoran olan Ivy'de, bahçedeki bir masaya oturtuldular, iki içki ısmarladılar; Lydia için espresso Martini, Alice içinse kırmızı şarap. "Eee, babamın Bilim yazısı nasıl gidiyor?" diye sordu Lydia. Babasıyla yakın zamanda konuşmuş olmalıydı. Alice Anneler Günü'nden beri kızından telefon almamıştı. "Bitti. Baban yazıyla gururlanıyor." "Anna'yla Tom nasıllar?" "İyiler, meşguller, çok çalışıyorlar. Eee, Doug ve Malcolm'la nasıl tanıştın?" "Bir gece, ben çalışırken Starbucks'a geldiler." Garson geldi, ikisi de yemek ve birer içki daha ısmarladı. Alice alkolün aralarındaki, ona ağır ve yoğun gelen günlük konuların hemen altında olan gerilimi azaltacağını umuyordu. "Eee, Doug ve


Malcolm'la nasıl tanıştın?" diye sordu. "Söyledim ya. Neden söylediğim hiçbir şeyi dinlemiyorsun? Bir gece, ben çalışırken Starbucks'a geldiler ve ev arkadaşı aradıklarından söz ediyorlardı." "Senin bir restoranda garsonluk yaptığını sanıyordum." "Öyle. Haftaiçi Starbucks'ta çalışıyorum, cumartesi akşamları garsonluk yapıyorum." "Oyunculuğa pek vaktin kalmıyor gibi." "Şu anda herhangi bir yapımda rol almıyorum, ama atölye dersleri alıyorum ve birçok seçmeye katılıyorum." "Ne tür dersler?" "Meisner tekniği." "Neyin seçmelerine katılıyorsun, peki?" "Televizyon programları ve yazılı basın." Alice şarabını kadehinde çevirdi, son, büyük yudumu içti ve dudaklarını yaladı. "Lydia, buradaki planın tam olarak nedir?" "Sorduğun buysa, oyunculuğu bırakmayı düşünmüyorum." İçkiler etkisini gösteriyordu ama Alice'in umduğu yönde değil. Alkol, aralarındaki gerilimi tamamen ortaya çıkarıyor ve onları tehlikeli, tanıdık bir konuşmanın eşiğine getiriyordu. "Sonsuza kadar böyle yaşayamazsın. Otuz yaşına geldiğinde hâlâ Starbucks'ta çalışıyor mu olacaksın?" "Daha sekiz yıl var! Sen sekiz yıl sonra ne yapıyor olacağını biliyor musun?" "Evet, biliyorum. Bir noktada sorumlu olman, sağlık sigortası, ev ipoteği, emeklilik birikimi gibi şeylere yetecek kadar para kazanman-" "Sağlık sigortam var. Ayrıca oyunculukta başarılı olabilirim. Biliyorsun, olan insanlar var. Ve babamla ikinizin toplamından çok daha fazla para kazanıyorlar." "Bu yalnızca parayla ilgili değil." "O zaman neyle ilgili? Sana benzemeyişimle mi?" "Sesini alçalt." "Bana ne yapacağımı söyleme." "Bana benzemeni istemiyorum, Lydia. Seçeneklerini sınırlamanı istemiyorum, o kadar." "Benim yerime karar vermek istiyorsun." "Hayır."


"Ben buyum, yapmak istediğim şey bu." "Ne, büyük boy latteler hazırlamak mı? Üniversitede olman gerek. Hayatının bu kısmını bir şeyler öğrenerek geçirmen gerek." "Zaten bir şeyler öğreniyorum! Yalnızca Harvard'daki bir sınıfta oturup uluslararası ilişkiler dersinden A almak için didinmiyorum, o kadar. Haftada on beş saat, ciddi bir oyunculuk kursuna gidiyorum. Senin öğrencilerin haftada kaç saat ders alıyor, on iki mi?" "Bu aynı şey değil." "Eh, babam öyle olduğunu düşünüyor. Kursun parasını o veriyor." Alice eteğinin yanlarını avucuna sıkıştırdı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Şimdi söylemek istediği şeyin hedefi Lydia değildi. "Beni oynarken izlemedin bile." John izlemişti. Geçen kış, kızının oyununu izlemek için tek başına buraya uçmuştu. O sırada birçok acil işi olan Alice, gidecek vakit bulamamıştı. Lydia'nın acı dolu gözlerine bakarken, o acil şeylerin ne olduğunu hatırlayamadı. Oyunculuk kariyerinin kendisine bir itirazı yoktu, ama kızının eğitim almadan yalnızca bunun peşine düşmesinin pervasızlıkla bir olduğuna inanıyordu. Lydia şimdi üniversiteye gitmez, bir bilgi tabanı edinmez ya da bir alanda resmi bir eğitim almazsa, mezun olmazsa, oyunculukta tutunamadığı takdirde ne yapacaktı? Alice banyodaki prezervatifleri düşündü. Ya Lydia hamile kalırsa? Alice, Lydia'nın bir gün kendisini onu tatmin etmeyen, pişmanlıklarla dolu bir hayata mahkûm hâlde bulmasından korkuyordu. Kızına baktığında ziyan edilmiş çok büyük bir potansiyel, boşa harcanmış çok uzun bir zaman dilimi görüyordu. "Gençleşmiyorsun, Lydia. Hayat fazla hızlı geçiyor." "Bence de." Yemekleri geldi, ama ikisi de çatallarına el sürmedi. Lydia el işi kumaş peçetesiyle gözlerini kuruladı. Hep aynı tartışmaya girişirlerdi ve bu Alice'e elleriyle beton bir duvarı yıkmaya çalışmak gibi gelirdi. Bu tartışma hiçbir zaman yapıcı olmayacaktı ve sonuçta hep inciniyorlar, kalıcı bir zarar görüyorlardı. Lydia'nın, kendisinin onun için istediklerindeki sevgi ve bilgeliği görebilmesini diliyordu. Alice masanın üzerinden


uzanıp kızına sarılabilmeyi diliyordu, ama aralarında çok fazla tabak, bardak ve yıllardır büyüyen bir mesafe vardı. Birkaç masa ötedeki ani hareketlenme, dikkatlerini oraya yöneltti. Fotoğraf makinesi flaşları patladı ve müşterilerle garsonlardan oluşan ufak bir kalabalık biraz Lydia'ya benzeyen bir kadına odaklandı. "O kim?" diye sordu Alice. Lydia hem utandığını gösteren, hem de üstünlük hissi veren, on üç yaşında ustası olduğu bir sesle, "Anne," dedi. "O, Jennifer Aniston." Yemeklerini yediler ve yemekler gibi, hava durumu gibi güvenli şeylerden bahsettiler. Alice, Lydia'nın Malcolm'la ilişkisi hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordu, ama Lydia'nın duygularının közleri hâlâ alev alev parlıyordu ve Alice bir başka kavga çıkmasından korkuyordu. Hesabı ödedi, restorandan dolu midelerle, ama tatmin olmamış hâlde çıktılar. "Pardon, hanımefendi!" Garsonları kaldırımda onlara yetişti. "Bunu bıraktınız." Alice duraksadı, garsonlarının BlackBerry sini nasıl eline geçirdiğini anlamaya çalıştı. Restoranda e-postalarına ya da takvimine bakmamıştı. Çantasının içini yokladı. BlackBerry'si yoktu. Onu hesabı ödemek için cüzdanını çıkardığında çıkarmış olmalıydı. "Teşekkürler." Lydia ona soru sorar gibi, bir şey söylemek istermiş gibi, ama o şey yemeklerle ya da havayla ilgili değilmiş gibi baktı, ama sonra bir şey söylemedi. Konuşmadan kızın dairesine yürüdüler.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.