EVP0803-KAMLUMBAĞA TERBİYECİSİ

Page 1

n Hamdi Bey'in

RomanÄą



Bu topraklarda aydınlanma düşüncesinin filizlenmesi için emek sarf eden tüm kaplumbağa terbiyeci/erine ...




Öğrencilik yılları, Paris 1860'lar.


Elinde tahta bir bavul tutan on sekiz yaşındaki genç adam önünde durup, uzun uzun etrafına bakındı. 1860 Nisanı'ydı. Paris'te olduğuna hala inanamıyordu. Pera'da gördüğü yüksek betonarme binalardan · amma da çok vardı burada. Kubbelere, renkli vitraylara, en çok da insanın içinde orada yaşamak isteği uyandıran sevimli çatı katlarına takıldı gözleri. Ya heykellere ne demeliydi? Sokağın ortasına konulmuş kocaman bir heykelle ömründe ilk defa karşılaşıyordu. Kendi ülkesinde yasaktı insan suretini taşlara oymak. Büyük günahtı. Heykellerden birinin karşısına geçip canlı bir varlıkmış gibi ona baktı uzun uzun. Taştan memeleri görünce hafifçe gülümsedi. Sokaklar kalabalıktı. Her köşeden bir at arabası çıkıyor­ du . Dört atın çektiği uzun yük arabaları ve çift at koşulmuş özel yolcu arabaları vızır VIZlr geçiyordu yanından. Birörnek siyah pardösü giymiş arabacıların kırbaçları havada uçuşu­ yordu. Daha önce görmediği yoğunlukta bir trafik akıyordu Paris sokaklarında. garın

9


Osman Hamdi koca bir

imparatorluğun

bütün renklerini

barındıran kozmopolit bir şehirde doğup büyümüştü. İlkoku­

la Beşiktaş'ta gitmiş, ardından Osmanlı devlet yönetiminde söz sahibi olan birçok kişinin devam ettiği Mektebi Maarifi Adliye'ye kaydolmuştu. Babası İbrahim Edhem Paşa onun için sonrasını da düşünmüştü. Oğlu hukuk okumalıydı. Hem de Paris'te . Osman Hamdi babasına karşı her zaman büyük bir saygı beslemişti. Ne de olsa paşa, Hariciye Nazırlığı'na kadar yükselmiş önemli bir devlet adamıydı. Üstelik dediğim dedik bir karaktere sahipti. Paşanın sözünden dışarı çıkmak her babayiğidin harcı değildi.

Osman Hamdi de dinledi

babasını.

Kendisi için belirlenParis'e gitmeyi o da canı gönülden istiyordu. Nasıl istemesin ki? Kim bilir orada neler neler bekliyordu onu. İstanbul'daki son gecesinde babasının karşısına oturup uzun uzun nasihat dinledi. Paşa oğlunun Paris'te nelerle karşılaşacağını çok iyi biliyordu. Çünkü İbrahim Edhem, imparatorluğun yurtdışına eğitim için gönderdiği ilk dört öğrenciden biriydi. On yaşında gittiği Paris'te uzun yıllar kalmıştı. İlk önce hazırlık okullarını başa­ rıyla tamamlamış, sonra da üniversiteye devam etmişti. Diğer üç arkadaşı askeri okullara yollanmışken, İbrahim Edhem madenler üzerine eğitim alan ilk mühendis olarak ülkesine miş geleceğe doğru hazırladı bavullarını. Aslında

dönmüştü.

"İçkiden ve kadınlardan uzak durmalısın!"

Genç adam babasına, "Merak etmeyin efendim," dedikten sonra kafasını salladı mahcup bir gülümsemeyle. Heyecanlıydı. Bir yandan da tüm ailesini doğup büyüdüğü şehirde bırakacağından dolayı üzgündü. Annesi Fatma Hanım'ı, kardeşleri Mustafa, Galip ve henüz iki yaşında olan küçük Abdullah'ı çok özleyeceğini biliyor-

10


du . Kim bilir kaç yıl sonra dönebilecekti evine. Babası gibi o da ilk önce hazırlık sınıfına kayıt yaptıracaktı. Olgunluk sınavı ve sonrasında da kabul edilirse hukuk fakültesi onu bekliyordu. En azından altı yıl süreceğini tahmin ediyordu Paris macerasının . Belki de on yıl. Ama kararlıydı. Kaç yıl sürerse sürsün ailesinin yüzünü kara çıkarmayacaktı oralarda. Vedalaşma anı gelip çattığında gözyaşlarına güçlükle hakim olmuştu. Tüm ailesi onu yolcu etmek için Galata Rıhtı­ mı 'na kadar gelmişti. İlk önce kardeşleri Mustafa ve Galib'i kucakladı. Ardından uzun uzun Fatma Hanım'a sarıldı. "Gider gitmez bana mektup yazmayı unutma Hamdi," dedi ağlamamak için kendisini zor tutan annesi. Olur gibisinden kafasını salladı. Annesinin kucağında ne olup bittiğini anlamadan etrafına bakan Abdullah'ı sevip kokladı biraz . Sonra da paşanın elini öptü bir asker ciddiyetiyle. "Bizim yolculuğumuz tam kırk gün sürmüştü," dedi Edhem Paşa. "Küçük bir yelkenli gemiyle gitmiştik. Kaç kere dalgaların arasında kaybolduk. Sen şanslısın. Bu buharlı gemi seni bir haftada ulaştırır Fransa'ya." Marsilya gemisi hareket ettiğinde yakınlarına mendil sallayarak veda eden güvertedeki kalabalığın arasına karışmıştı Osman Hamdi. Ama Edhem Paşa her zamanki gibi aceleci davranmış, ailesiyle beraber çoktan ayrılmıştı limandan . Akdeniz kıştan bahara dönen mevsimle uyum içindeydi. Yolculuk oldukça sakin geçti. Sadece Adriyatik açıklarında kuvvetlenen ters akıntı gemiyi biraz sallamıştı. Gemideki birçok yolcu gibi Osman Hamdi de Toulon'da vakit kaybetmeden kendisini Paris'e ulaştıracak trene bindi. İstanbul'dan ayrıldıktan tam dokuz gün sonra Fransa'nın başkentine ulaşmıştı.

"Sefahate değil tahsile gidiyorsun, bunu sakın aklından çı­ karma. Bir an önce eğitimini tamamlayıp ülkene dönmeli, Dev11


leti Aliye Osmaniye için yararlı hizmetlerde bulunmaya bakmalısın!" diye kulaklarında çınlayan babasının sesini duymaz olmuştu artık.

Bir süredir

karşısında dikildiği

ayırıp yürümeye

heykelden gözünü güçlükle

başladı. İnsanların kafasındaki fese hafif bir

gülümsemeyle baktığından habersizdi. Birden kadınlara takıl­ dı gözü . Her yerdeydiler! Ne yağmur yağıyordu ne de kızgın bir güneş vardı tepede. Ama kadınlar bir fırıldak gibi çevirdikleri şemsiyelerinin altında tek başlarına yürüyorlardı. Bazıla­ rıysa hiç çekinmeden bir erkeğin koluna girmişti. Erkekler, kabarık etekleriyle Paris sokaklarının tozunu alan güzel bir kadı­ nın yanından geçerken silindir şeklindeki komik şapkalarını çıkarıp selam veriyorlardı. Kadınlarsa kaçamak bir gülümsemenin eşliğinde başlarını hafifçe öne doğru eğip, erkeklerin jestini kabul ettiklerini belirtiyorlardı. Osman Hamdi'nin alışık olmadığı bir seyir keyfiydi bu. On sekiz yaşındaydı ama bir toplumun yarısının kadınlardan oluştuğu gerçeğini daha yeni fark etmişti. Kağıthane ve Göksu Çayırı'nda gezintiye çıktığı günlerde arabalarının camından kafalarını uzatıp ürkekçe etrafa bakan Osmanlı kadınları geldi aklına . Ne kadar da farklıy­ dı bu iki ülke. Derin bir nefes aldı. Az ilerde bir tören kıtasına denk geldi. Fransız İmparator­ luğu'nun mavi üniformalı askerleri geniş bir meydanda top lanmış hazır olda bekliyorlardı. Neler olup bittiğini anlama dan, askerleri seyreden insanların arasına karıştı. Birden öte taraftan alkışlar yükseldi. Atlılar geliyordu. Bandonun çaldı­ ğı marşlar bile duyulmaz olmuştu. Göz alıcı kırmızı pantolonlar giymiş süvariler onarlı sıralar halinde geçiş yaptılar. Bir bayram mıydı kutlanan, yoksa askeri bir zaferin yıldönümü mü, bilemedi. Böylesine bir cümbüş ancak cuma selamlığın­ da yaşanırdı. Padişah cumaları saat öğlene vurmadan saray12


saltanat arabasına bir güzel kurulur ve korumaları eşliğinde namaz kılacağı camiye giderdi. Güzergah üzerinde toplanan halksa, "Padişahım çok yaşa! Padişahım çok yaşa!" diye bağırırdı. Osman Hamdi de okul arkadaşlarıyla beraber kim bilir kaç kez selamlamıştı yeni yapılan Dolmabahçe Camisi'ne giden sultanı . Abdülmecid'in kafasından hiç eksik etmediği, kocaman bir elmas ve beyaz tüy ile süslenmiş komik fesini çok iyi anımsıyordu. İstanbul'da bulunan yaban"Osmanlı sultanını gözlecılar da, ülkelerine döndüklerinde arasındaki yerlekalabalığın rimle gördüm", diyebilmek için rini alırlardı. Paris'teki geçit törenini seyrederken, cuma selamlığını izleyen o yabancılar geldi aklına. Şimdi kendisi de başka bir ülkedeydi ve meraklı gözlerle etrafına bakınıyordu. Saatler süren geçit törenine öyle bir dalmıştı ki, havanın kararmaya başladı­ ğını güçlükle fark etti. Kalacağı pansiyonu bir an önce bulması gerekiyordu. Aldığı özel dersler ve babasıyla yaptığı pratik sayesinde Fransızcası iyi sayılırdı. Fesini eline alıp yaşlı bir Fransız'ı durdurdu. Ardından cebindeki kağıdı çıkartıp kalacağı pansiyonun adresini sordu. Adam yolu tarif etmeden önce Osman Hamdi'yi tepeden tırnağa süzdü. Büyük bir bulvarı geçti ilk önce . Sonra da geniş bahçeli büyük bir konağı. Kaybolduğu endişesine kapılıp başka birine daha sordu gideceği yeri. Doğru yol üzerindeydi. Yürümeye devam etti. Az sonra karşısına çıktı aradığı sokak . Bir zamanlar babasının da kaldı­ ğı pansiyonun kapısını sabırsızca çaldı. Çok geçmeden yaşlı bir kadıncağız araladı koca ahşap kapıyı. Osman Hamdi'yi karşısında görünce kadının ilk sorusu, "Türk müsün?" demek oldu . "Evet, Madam. Boş odanız varsa burada kalmak istiyorum." Kadın kapıyı ardına kadar açıp yeni müşterisini içeri davet etti.

dan

çıkar,

13


Osman Hamdi

babasının

tavsiyesine uyarak kendisini ta-

mttı. Yaşlı kadın İbrahim Edhem'i hemen hatırlamıştı.

"En az yirmi beş sene önceydi," dedi. Ardından Osman Hamdi'ye babasını anlatmaya başladı: "Çok efendi bir çocuktu . Sessiz, sakin. Çok da tertipliydi. Doğruyu söylemek gerekirse benim başıma hiç iş açmamıştı. Şimdi nasıl? Neler yapıyor?" Osman Hamdi babasının devlet yönetiminde olduğunu, bir dönem nazırlık yaptığını övünerek anlattı. Kadın duyduklarına inanamamıştı. Ama yüzündeki ifadeden Edhem için sevindiği belli oluyordu. Sohbet bittiğinde genç Türk'e kalacağı yeri gösterdi. Sade, küçük bir odaydı burası. Karyola, ahşap bir komodin, birkaç parça eşyanın konulabildiği dar bir dolap, bir de çalışma masası. Hepsi o kadar. Pansiyoncu kadın elinde tuttuğu şamdanı masanın üzerine koyarken, "Bu gecelik böyle olsun ," dedi. "Bütün mumları yaktım . Haberin olsun, sonraki geceler mumları idareli kullanman gerekecek. Eğer kitap okumak istersen şamdanın tam karşısına bir ayna yerleştirirsin. Böylece içerisi daha aydınlık olur." Osman Hamdi odada yalnız kalınca perdeyi aralayıp dışarı baktı. Öyle ahım şahım bir manzara yoktu. Pansiyon dar bir sokağa bakıyordu. Birden dışarıda bir tuhaflık sezdi. Gün ışığı Paris'i çoktan terk etmişti ama ortalık hala gündüz gibi ışıl ışıl­ dı. Gece ne renk bu şehirde diye düşündü. Her köşe başına konulmuş olan havagazı lambalarına hayran hayran baktı. Bu aydınlık şehre kanı ısınmıştı.

Yol yorgunuydu. Günlerdir kamara ve kompartımanda yatmak zorunda kalmıştı. Bavullarını bile açacak gücü yoktu. Sadece ailecek çektirdikleri fotoğrafı çıkardı bavulundan . Başu­ cunda duran komodinin üzerine özenle yerleştirdi çerçeveyi. Ardından kendini yatağa attı. Ama saatlerce uyuyamadı. Bundan böyle yeni bir ülkede yaşayacaktı. Sokaklarında farklı bir 14


dilin konuşulduğu ve kadınların özgürce bir medeniyete dahil olmuştu artık. İçi kıpır kıpırdı. ..

giyindiği bambaşka

Fransa XIX.yüzyılın ikinci yarısına 111.Napolyon'un mutlak iktidarında girmişti. Ülkede son yüz yıl içerisinde eşi benzeri olmayan çalkantılılar yaşanmıştı. 1789 Devrimi'nin ardından ilan edilen cumhuriyet fazla uzun ömürlü olmamış, halk yönetimi Napolyon Bonapart'ın imparatorluğunu ilan etmesiyle son bulmuştu. St. Helena Adası'nda noktalanan meşhur hikayeden sonra krallık dönemi kurumlarının tekrar canlandığı bir restorasyon yaşanmıştı. Bu dönemde monarşi yeniden güçlenmiş, soylular mutlu günlerine geri dönmüş ve din adamları eski saygınlıklarına kavuşmuşlardı. 1848 Devrimi Cumhuriyetçiler için yeni umutlar doğurmuşsa da, zaman halk iktidarını savunanların heveslerini kursaklarında bırakmıştı. Daha önce darbe girişimlerinde bulunduğu için zindanlara kapatılan, ardından oradan bir duvar işçisi kılığında kaçan III. Napolyon , yapılan seçimlerde milyonlarca Fransız'ın oyunu alarak cumhuriyetin reisi olmayı başarmıştı. Anayasaya bağlılık andı içtiği halde yemininden caymış ve bir oldubittiden yararlanıp imparatorluğunu ilan etmişti. 1860 yılı Fransa için nispi bir sakinlik içinde geçiyordu. Yıl­ lardır devam eden isyanlar artık durulmuş gibiydi. Cumhuriyetçilerin sesi soluğu çıkmıyordu. "Küçük Napolyon" isimli siyasal bir taşlama yazarak imparatoru yerlere çalan Viktor Hugo sürgündeydi. Siyasi atmosferin sütliman olması Paris Vali Yardımcısı Haussmann'a yaramıştı. Paris tepeden tırnağa yeniden yapılanıyordu . Şehirde başlatılan imar planı kapsamın­ da geniş bulvarlar oluşturulmuş, kaldırımlar döşenmiş ve her yer ışıklandırılmıştı. Köprüler, süs havuzlan ve parklar yapılı­ yor , devasa oteller, opera ve tiyatro salonları bir bir hizmete ıs


giriyordu. Ayrıca Paris 'in her köşesi tramvay hatlarıyla birbirine bağlanıyordu. Bu başarılı imar hareketinin perde arkasın­ daysa bir sürü karanlık nokta vardı. Her şeyden önce yüzlerce tarihi yapı yerle bir edilmişti. Şehrin merkezinde kiralar üçe katlanmış , oralar bir seçkinler cennetine dönüşmüştü. İş­ çilerse banliyö denilen dış mahallere yerleştirilmişti. Vali Yardımcısı Haussmann'ın bulvarları geniş tutmasının nedeninin, ayaklanmaya alışkın olan Parislilerin barikatlar kurmalarını önlemek olduğu da konuşuluyordu . Osman Hamdi'nin ayak bastığı kentte dünyaca ünlü ressamlar, heykeltıraşlar, yazarlar, şairler ve filozoflar yaşıyor­ du. Tanzimat'tan beri Osmanlı elitinin Fransız kültürüne hayran olduğunu bilmeyen yoktu . Aslında Osmanlılar daha birkaç yüzyıl öncesine kadar arzın merkezinin Topkapı Sarayı olduğunu düşünüyorlardı. Avrupa'da neler olup bittiğiyle hiç mi hiç ilgilenmemişlerdi. Ama şimdi zaman geçmiş, devran değiş­ mişti. Osmanlı; elçileriyle, gezginleriyle, askeri uzmanları ve öğrencileriyle Batı'yı öğrenme derdine düşmüştü . Artık Avrupa 'da bulunan tüm Osmanlıların birincil görevi gördüklerini, duyduklarını ülkelerine taşımaktı. Eşzamanlı olarak Batı'da da egzotik motiflerle süslenmiş bir Doğu merakı uyanmıştı. Doğu, kendisine medeni diyenler için eskinin tinsel masalını temsil ediyordu . Sömürgecilik yarışının iyiden iyiye hızlandığı o günlerde kibirli Batı, Doğu'yu ötekileştirip kurduğu hakimiyeti meşru göstermek arzusundaydı. Osman Hamdi iki farklı uygarlık arasında karşılıklı köprülerin kurulduğu böylesine bir dönemde Paris'te yaşamaya baş­ lamıştı. Vakit kaybetmeden Jean-François Barbet isimli bir Fransız'ın sahibi olduğu ünlü hazırlık okuluna kayıt yaptırdı. Barbet, yetiştirdiği Osmanlı öğrencilerinden dolayı bizzat padişah tarafından iftihar nişanıyla ödüllendirilmiş meşhur bir eğitimciydi. İbrahim Edhem Paşa da Institution Barbet'te öğ16


renim görmüştü. Bu nedenle Müdür Barbet, yeni Türk öğren­ cisiyle yakından ilgilendi. "Siz de babanız gibi çalışkan bir gence benziyorsunuz. Burayı bitirdikten sonra hangi üniversiteye gideceksiniz?" Osman Hamdi hiç duraksamadan, "Hukuk okumak istiyorum," diye cevap verdi. Barbet bu kesin cevaptan memnun olmuş gözüküyordu. "O zaman çok çalışmalısınız," dedi. "Birçok zeki Fransız genci bile hukuk fakültesini bitirmeyi başaramıyor." Osman Hamdi hocasının uyarısını dikkate alacağını belli etmek için ağır ağır kafasını salladı. Ardından Müdür Barbet otoriter bir sesle tekrar konuşmaya başladı: "Babanız Edhem Paşa burada öğrenciyken şimdinin meşhur bilim adamı Pasteur ile aynı sınıftaydı. Edhem ile Pasteur arasın­ da sınıf birinciliği için kıyasıya bir yarış yaşandığını daha dün gibi hatırlıyorum. Edhem o kadar zekiydi ki, kıl payı da olsa Pasteur'ü geçmeyi başarmıştı. Ödülünü de İmparator lll. Napolyon'un elinden alma onurunu yaşamıştı. Eminim babanız o günleri size uzun uzun anlatmıştır. Umarım siz de benzer başarılar gösterirsiniz. Bu benim için de çok önemli. Unutmayın, ben hem babanıza, hem de Sultan Abdülmecid'e karşı sorumluyum." Osman Hamdi on sekiz yaşındaki bütün gençler gibi kimseyle kıyaslanmak istemiyordu. Ama babasının parlak geçmişi onu sürekli olarak takip ediyordu. Paşanın gölgesinde kalmamak için var gücüyle çalışmalıydı. Paris 'te hukuk eğitimi almış biri olarak İstanbul'a döneceği günü hayal etti. Kim bilir İbrahim Edhem Paşa nasıl da gurur duyacaktı kendisiyle. Ya annesi Fatma Hanım ... Az dua etmemişti oğlu için. Kimseyi utandırmak istemiyordu. Institution Barbet'ta ağırlıklı olarak Fransızca gramer görüyor, ayrıca geometri, tarih ve sosyal bilimler dersleri alıyor­ du. Kendini birdenbire yoğun bir çalışma temposunun orta-

17


sında bulmuştu .

Olgunluk sınavını başarıyla verebilmek için daha çok kafa patlatması gerekecekti. Ama yılgınlığa kapılma­ dı. Okuldan sonra doğruca pansiyona geliyor, o gün derste gördüğü konuları tekrar ediyordu. Henüz Paris'i bile doğru düzgün dolaşamamıştı. Osman Hamdi'nin Fransızcası kısa sürede kusursuz denebilecek düzeye ulaştı. Aksanı tam bir Parisliye benzemişti. Dil bilgisindeki gelişimini babasına kanıtlamak için İstanbul'a neredeyse günaşırı mektup yazıyordu. Cümlelerinde yeni öğren­ diği Fransızca deyimleri kullanıyor, kulağa hoş gelen mecazlar yapmaya çalışıyordu. Bu arada İbrahim Edhem Paşa oğlundan gizli olarak okul müdürü Barbet'le de sık sık mektuplaşıyordu. Mösyö Barbet, Osman Hamdi'den memnun olmasına memnundu ama baba ile oğlu arasında bir kıyaslama yaptığında genç kuşağı daha gayretsiz bulduğunu gizlemiyordu. Son mektubunda paşaya, "Sizin kadar olmasa da Hamdi de çalışkan bir öğrenci," diye yazmıştı. Osman Hamdi bu mektuptan iki hafta sonra her zamanki gibi sabah erkenden okuluna gitti. Ama dersten önce Müdür Barbet'in . kendisini odasında beklediğini öğrendi. Meraklanmıştı. Acaba İstanbul'dan gelen kötü bir haber mi vardı? Hemen müdürün odasına koştu. İçeride Fransız edebiyatı öğret­ meni Mösyö Dupre'yi de görünce şaşırdı. Müdür Barbet, genç öğrencisine karşısındaki iskemleyi işaret edip oturmasını söyledi. Sonra da, "Babanla beraber bir karar aldık Hamdi," dedi. Osman Hamdi oturduğu iskemlede kıpırdanmaya başladı. Demek ki babasıyla Müdür Barbet haberleşiyordu. Kim bilir ne çıkacak bu işin altından diye düşünürken, "Senin pansiyonda kalmanı istemiyoruz," diye devam etti Müdür Barbet. "Edhem Paşa'nın da uygun gördüğü üzere edebiyat öğretmenin Mösyö Dupre'nin evine taşınacaksın." 18


Osman Hamdi bu habere hiç sevinmemişti. Zaten bütün gün disipliniyle meşhur bir okula gidiyordu. Akşamları da hocasının evinde tıkılıp kalma düşüncesi tüylerini diken diken etmişti. Pansiyonda özgürdü. Hiç olmazsa istediği saatte dışa­ rı çıkıp, istediği saatte geri dönebiliyordu. Ama peki efendim, demekten başka bir çaresi olmadığını da iyi biliyordu. "Paşa babam da öyle uygun görmüşlerse ... " diye mırıldandı. Tam o sırada Mösyö Dupre lafa karışıp, "O zaman bu akşam seni bekliyorum Hamdi," dedi. Ardın­ dan da genç adamın eline evinin adresinin yazılı olduğu bir kağıt tutuşturdu. Osman Hamdi her iki öğretmenine de teşekkür ettikten sonra odadan çıktı. Yumruklarını sımsıkı sıkmıştı. Sı­ nıfına gidip sırasına oturdu. Sinirinden ne yaptığını bilemez haldeydi. Dakikalar sonra avucunu açmayı akıl edebildi. Buruşmuş kağıdı sıranın üzerine koyup eliyle düzeltmeye çalıştı. pansiyondaki hesabını kapattı. Yaşlı kadına sarılarak veda ettikten sonra Mösyö Dupre'nin evine doğru yola koyuldu. Dupre Paris'in merkezine yakın bir bölgede gösterişli sayılabilecek bir evde yaşıyordu. Osman Hamdi elinde tahta bavulu kerhen dayandı edebiyat öğretmeninin kapısına. Mösyö Dupre'nin kendisi için hazırlattığı oda pansiyondakinden çok daha büyüktü. Yine de memnun olmadı. Çalışma masasının altına gömülmüş deri kaplı ahşap iskemle bile rahat görünmedi gözüne. Odayı gösteren hizmetçi kadın, sabah altından kahvaltılarının yedi buçukta, akşam yemeklerininse sonra yendiğini söyleyip dışarı çıktı. Osman Hamdi'nin Mösyö Dupre'nin evindeki düzene alış­ ması kolay olmadı. Okuldan yorgun argın eve dönüyor ve yemeğini yedikten sonra tek isteği odasına çekilmek oluyordu. Ama ev sahibi buna izin vermiyordu. Geceleri evde kalan diğer öğrencilerle beraber bazen piyona çalışılıyor, bazen de reAkşamüzeri

19


sim yapılıyordu . Osman Hamdi kendini bildi bileli defterlerine bir şeyler karalanmaktan geri durmamıştı. Üstelik çizimleri hayli başarılıydı. Mösyö Dupre öğrencisindeki bu yeteneği keşfetmekte gecikmedi. Bu yüzden de resim derslerini uzattık­ ça uzatıyordu. Osman Hamdi ise hocasının elinden kurtulmak için bahaneler bulmaya çalışıyordu. Evet, resim yapmak onun için büyük bir zevkti. Ama başka birinin dayatmaları altında çalıştığında tüm hevesini kaybediyordu. Osman Hamdi Fransız akranlarıyla arkadaşlık kurmakta zorlanmamıştı. Gerçi Institution Barbet'taki öğrenciler sınıfla­ rındaki Osmanlı gencine karşı ilk başlarda mesafeli durmuş­ lardı. Ardından ufak tefek takılmalar gelmiş, sonra sohbet baş­ lamış, zaman geçtikçe de kültürel farklar gençlik çağının deli dolu temposu arasında kaybolup gitmişti. Fransız ordusundan bir subayın oğlu olan Dikran isimli bir gençle gerçekten iyi anlaşıyorlardı. Yeni arkadaşıyla birlikte Paris gecelerinin tadını çıkarmaya da başlamıştı. Gurbetteki ilk yılını tamamladığında keyfi yerindeydi. Paris' e çoktan alışmıştı. Hatta kendisini doğduğundan beri bu şehirde yaşıyormuş gibi hissediyordu. Medeniyet denilen şe­ yin ne olduğunu artık iyice kavramıştı. Fransa'yla kendi ülkesi arasında gözle görülür bir fark vardı. Bu farkın nedenleri üzerinde düşünmemek elde değildi. Osmanlı neden böylesine geri kalmıştı? Hata neredeydi? İmparatorluğun Avrupa seviyesine ulaşması için neler yapılması gerekiyordu? Yoksa çok mu geç kalınmıştı? Kafasındaki sorulara cevaplar bulabilmek için Fransa tarihiyle ilgili kitaplar okumaya başladı. Bu kitaplarda Osmanlı'nın geçmişinde kendine hiç yer bulamamış aydınlan­ ma, sanayi, devrim gibi yeni kavramlarla karşılaşıyordu. Kafası iyice allak bullak olmuştu . Ama yine de okumayı sürdürdü. Kitaplara o kadar gömülmüştü ki, Kurban Bayramı'nın yaklaşmakta olduğunu son anda hatırladı. İstanbul'a göndereceği

20


kutlama kartını en az bir hafta öncesinden postalaması gerekiyordu. Annesi Fatma Hanım hamileydi. Doğum çok yaklaş­ mış olmalıydı. Hatta Edhem Paşa ailesi çifte bayram bile yaşa­ yabilirdi. Bir kardeşi daha olacağı için seviniyordu sevinmesine ama, onu ne zaman görebileceğini hiç bilemiyordu . Bayramın ikinci günü bir erkek kardeşi daha oldu. Bebeğe Halil ismi konmuştu. Edhem Paşa konsolosluk vasıtasıyla haberi tez elden Paris'teki büyük oğluna ulaştırdı. Osman Hamdi o günlerde ailesinin yanında olmayı çok istedi. Geceler boyunca İstanbul'daki evde yaşanan telaşı kafasında canlandırmaya çalıştı. Ebe kadının minik bebeği getirip babasının kucağına verdiği o anı görür gibi oldu. Annesi loğusa yatağında yatıyor olmalıydı. Konaktaki hizmetçiler oradan oraya koşturuyorlar­ dı muhakkak. Gelen giden hiç eksik olmazdı böyle günlerde . Misafirlere loğusa şerbeti ikram edilirdi. Kardeşleri Mustafa ve Galip gizli gizli bebeğin yanına sokulup onunla oynuyorlardı kuşkusuz . Beşinci çocuğu da erkek olan Edhem Paşa'nınsa şimdi ne kadar gururlu olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ama bu mutluluk kısa sürecekti. Birkaç gün sonra Osmanlı sultanının öldüğü haberi Paris'te yankılandı. İmparatorluğu yirmi yılı aşkın bir süredir Abdülmecid yönetiyordu. Osmanlı­ yı Batı'ya yaklaştıran Tanzimat ve Islahat fermanları hep onun iktidarında ilan edilmişti. İngiliz ve Fransızların Osmanlı'nın yanında savaştıkları Kırım Savaşı da onun döneminde olmuş­ tu. Osman Hamdi , padişahın uzun zamadır sağlık sorunların­ dan mustarip olduğunu biliyordu. Ama yine de bu haberi hiç beklemiyordu. Çünkü padişah daha kırkına bile basmamıştı. Doğup büyüdüğü evde sultan için, velinimetimiz efendimiz, denirdi. Ne de olsa babası Abdülmecid'in zamanında paşa olmuş, ardından da nazırlığa kadar yükselmişti. Ama paşa hepsinden çok sultanın Fransızca hocası olduğu için gururlanırdı. Padişahın genç bir şehzadeyken başladığı Fransızca eğitimi 21


Edhem Paşa'nın refakatinde yıllar yılı sürmüştü . Osman Hamdi hemen babasına bir mektup yazıp taziyelerini iletti. Paşa­ nın ne kadar üzgün olduğunu tahmin edebiliyordu. Birkaç gün sonra annesinin gönderdiği mektuptan , babasının sultanın öldüğü gece sabaha kadar ağladığını öğrendi. Paşayı ayakta tutansa minik Halil'in gülümsemesi olmuştu . Osman Hamdi, Abdülmecid 'den başka bir hükümdarın yönetiminde yaşamamıştı hiç. Şimdi Osmanlı tahtına Abdülaziz geçmişti. Yeni padişah hakkında detaylı bir bilgiye sahip değildi. Abdülaziz 'in güreş tutmaya meraklı, heybetli bir şehza­ de olduğunu duymuştu sadece . Aslında babası için değişen fazla bir şey olmayacağını biliyordu . Paşa bundan böyle tüm sadakatiyle yeni padişaha hizmet edecekti. .. Zaman akıp gittikçe Osman Hamdi gerçek bir Fransız centilmeni olup çıkmıştı. Konstantinopolis'e gelen yabancı sanatçılar nasıl sakal uzatıp yerel giysilere bürünüyorlarsa, Osman Hamdi'nin dış görünüşü de kısa sürede yaşadığı şehre adapte oldu. İlk önce fesini çıkartıp bir şapka aldı. Modaya uygun bir takım elbise de diktirmişti. Aile yadigarı köstekli saatini her zaman cebinde taşıyordu . Gece dışarı çıktığındaysa bastonunu yanından ayırmıyordu. Yeni görünümünden kendisi çok memnundu ama Mösyö Dupre öğrencisindeki değişimi İbrahim Edhem Paşa'ya iletmekte gecikmedi: Oğlunuz nazik ve cana yakın bir genç. Yaz mevsimi çok sıcak geçti burada . Hamdi bunaltıcı havayı bahane edip milli şapkasını çıkardı kafasından. Onu bu konuda uyardım. Ama bana sizin kızmayacağınızı söyledi . Fesini sadece Türk konsolosluğuna giderken başına takıyor. Okula ise Fransızlar gibi şapkayla geliyor.

22


notlar fena sayılmaz. Yakında hazırlık okulunu tamamlayacak. Bu arada yaptığı çizimleri çok beğeniyorum. Estetik hissi gelişmiş biri olduğuna hiç şüphem yok. Ama Hamdi benimle resim çalışmak istemiyor. "Öğreneceğimi öğrendim," deyip ayak diretiyor. Oysa ben onun çok çalışırsa başarılı bir ressam olacağı­ na inanıyorum .. . İmtihanlarından aldığı

Ama Osman Hamdi'nin aklı bir karış havadaydı. Nasıl olmasın ki! Daha yirmisine bile basmamıştı. Cumartesileri tam gece yarısı sokağın köşesinde buluşmak için arkadaşı Dikran'la sözleşiyordu. Evde herkes uyuduktan sonra en şık takım elbisesini giyiyor, bastonunu ve ayakkabısını eline alıyor, ardından da parmak uçlarında yürüyerek yavaşça kapıdan dı­ şarı süzülüyordu. Sokağın köşesine vardığında arkadaşı elleri pantolonunun cebinde onu bekliyor oluyordu. Yine böyle bir akşam Dikran, "Her zamanki gibi geç kaldın Hamdi," dedi. "Mösyö Dupre yatmak bilmedi. Salonda oturup saatlerce roman okudu. Az kalsın çıkamıyordum." İki arkadaş kol kola girip ıssız sokaklarda yürümeye başla­ dılar. Ama Paris gece hayatının hızla aktığı Seine Nehri kıyısı­ na doğru değil, daha çok işçilerin ikamet ettiği kenar mahallere doğru ilerliyorlardı. Osman Hamdi, "Nereye gidiyoruz böyle," diye sordu arkadaşına. Dikran hınzırca gülümsedi. "Yeni bir yer keşfettim, seni oraya götüreceğim bu akşam." Gittikleri meyhane Osman Hamdi'nin alışık olduğu bol ışıklı lüks salonlara hiç benzemiyordu. Dansçı kızların eteklerini cömertçe havalandırdıkları, dolan kültablalarının talaş serpilmiş zemine boca edildiği, nakarat kısımlarının kafiyeli küfürlerle değiştirildiği şarkıların hep bir ağızdan söylendiği, bah-

23


şiş

verdikten sonra garson kadınların popolarına şaplak atserbest olduğu ve sık sık kavgaların çıktığı bir yerdi burası. İki arkadaş, birkaç bira yuvarladıktan sonra meyhanenin kurallarına uyum sağlamakta hiç zorlanmadı. Osman Hamdi hayatında daha önce duymadığı küfürlerin bağıra çağıra söylendiği şarkılara gülümseyerek eşlik etmeye başla­ mıştı. Salondaki genç kızlarla flört etmekte de Dikran'dan aşa­ manın

ğı kalmıyordu.

"İyi

ki gelmişiz buraya! " dedi. biliyordum Hamdi. Biraz eğlenmek bizim de hakkımız, öyle değil mi?" ., Osman Hamdi o gece sabaha karşı çakırkeyif bir halde, yine sessizce döndü odasına . Ama cumartesileri yaptığı firarların tadına doyamadan, bir gece dönüş saatinde onu Mösyö Dupre karşıladı kapıda . Edebiyat öğretmeni tek bir söz söylemedi öğrencisine. Sadece kafasını iki yana sallamakla yetindi. Bir haftaya kalmadan da İbrahim Edhem Paşa haberdar oldu durumdan . Neyse ki lnstitution Barbet'taki eğitimini tamamlamıştı. Olgunluk sınavını da başarıyla verdi. Paşa bu yüzden oğlunun kaçamaklarını görmezden gelmişti. Paris'te genç olmanın ne anlama geldiğini kendisi de iyi biliyordu. Hem artık oğlu hukuk fakültesine kayıt yaptırmıştı. " Beğeneceğini

Osman Hamdi bir üniversite öğrencisi olmuştu sonunda . Paris sokaklarında elinde kalın hukuk kitaplarıyla dolaşıyordu artık. Yıllardır gözünde büyüttüğü olgunluk sınavını zorlanmadan geçmiş, fakültedeki mülakatta Fransızcasının kusursuz olduğunu tüm hocalarına kanıtlamıştı. Önceden kaldığı pansiyona da geri dönmüştü. Bundan sonrası daha kolay olacak, diye geçirdi aklından. Ne de olsa işin en zor kısmını atlatmıştı. Ama umduğunun tersiyle karşılaştı. Hukuk fakültesinde 24


gördüğü

dersler hiç ilgisini çekmemişti. Ezberlemek zorunda kaldığı hukuk deyimlerinden nefret ediyordu. Okula gitmektense bütün gün pansiyondaki odasına kapanıp defterine karakalem resimler çizmeyi tercih ediyordu. Hukuk öğrencileri için zorunlu olmayan arkeoloji derslerine girmekten zevk alı­ yordu sadece. O ders de haftada sadece bir saatti. Aylar geçtikçe memnuniyetsizliği dayanılmaz bir hal almaya başladı. Sı­ navları kötü geçiyordu hep. Bu yılı tekrar etmesi gerekecekti. Babasına yazdığı mektuplarda durumu örtbas etmeyi becerse de, paşaya gerçekleri bildiren bir hocasının olup olmadığın­ dan emin değildi. Babası not çizelgesini görürse kim bilir neler yapardı ona. Korkuyordu. Kaderini zamana bırakmanın ezikliği günlerini boğmaya başlamıştı! Artık on sekiz yaşındaki o toy delikanlı değildi. Paris'e ayak basmasının üzerinden tam dört yıl geçmişti. Dış görünüşü olgunlaştıkça varoluşuyla ilgili tasavvuru da netleşiyordu. Bir gün yaşlı bir Fransız profesörün saatler süren Roma hukuku dersinden çıktıktan sonra öğrencilerin sıklıkla gittiği bir kafeye oturdu. Kendisine içecek bir şeyler söyleyip düşünmeye başladı. Gerçekten hukuk okumak istiyor muydu? Daha önce kimse sormamıştı ona bu soruyu. Şimdi kendi kendine dillendiriyordu işte. Hukuk okuması babasının kararıydı. Daha küçük bir çocukken Mektebi Maarifi Adliye'ye yollandığı gün verilmiş bir karardı. Ben ne istiyorum, diye sordu. Resim yapmak istiyordu. Sadece resim yapmak! Cevap bu kadar basitti işte. Konyak katıl­ mış kahvesini yudumlarken çocukluğuna dalıp gitti. On bir yaşındaki hali canlandı gözünün önünde. Bir gün babası eve Fransız bir ressamla beraber gelmiş ve Osman Hamdi'ye derhal hazırlanmasını söylemişti . Fatma Hanım oğlunu özenle giydirmişti. Altın rengi işlemeleri olan lacivert ceketi ve ufacık kırmızı fesiyle süslenmiş küçük model, nefesini tutup saatler-

25


ce Fransız ressama poz vermişti. O gün her fırça darbesinden sonra yerinden kalkıp tuvale bakmak i stediğini daha dün gibi hatırlıyordu. Ama uzun süre beklemesi gerekmişti. Üstelik ressam işini bitirdikten sonra tabloyu ilk olarak Edhem Paşa'ya göstermişti. Osman Hamdi babasının elindeki resmi ilk kez gördüğü anı ömrü boyunca unutamamıştı. Karşısında kendini bulmuş, büyülenmişti. Hukuk okulunu bırakma fikri onu dehşete düşürüyordu . Ama istediği tam olarak buydu . Bir devlet bursuna sahip olmadığı için öğrenim masraflarının tamamını İbrahim Edhem Paşa karşılıyordu. Eve bir mektup yazıp babasının ağzını aramaya karar verdi. Gerçi bunun nafile bir çaba olacağını biliyordu. Paşa birkaç ay önce Maarif Nazırı olmuştu . Koca bir imparatorluğun eğitim işlerini o düzenliyordu. Kendi oğluna mı söz geçiremeyecekti? Osman Hamdi mektubunda hukuk okulunun iyi gittiğini ama bu aralar resme merak sardığını uygun bir dille belirtti. Paşaya, "Resim yapıyorum diye bana sakın kızmayın babaciğım, bundan asla vazgeçmem," diyebilecek kadar kararlıydı. Zarfı postaya verince kendini .oldukça rahatlamış hissetti. Artık dilediği gibi resim yapabileceğinLdüşünüyordu. Ama çok geçmeden babasının yanıtını aldı. Edhem Paşa oğlunun resme duyduğu ilgi üzerine pek bir şey yazmamıştı. "Resim önemli bir sanattır," filan diyordu sadece . Osman Hamdi mektubu heyecanla okurken babasının kendisini desteklediğini düşündü ilk satırlarda. Ama "Bir hukukçu olarak ilerde pek boş vaktin olmayacak. .." diyordu mektubun sonu. Osman Hamdi hayal kırıklığına uğramıştı. Paşa ayrıca jeoloji üzerine yazdığı ve Mecmua-i Fünün'da yayınlanan makalelerini yollamıştı oğluna. Madenler ve gazlar hakkındaki bu ilmi yazılar Osman Hamdi'nin ilgisini hiç çekmiyordu . Ama paşa gazete yapraklarını göndermeye ısrarla devam ediyordu .

26


Osman Hamdi kendisini tam olarak anlatamadığını hissetti Ama ziyanı yoktu. Bundan böyle hukuk eğitimiyle resim çalışmalarını birlikte yürütmeye karar verdi. Hukuk derslerinin sınavlarına giriyor ama bütün boş vakitlerini Paris'teki resim atölyelerini dolaşarak geçiriyordu. Bir yıl önce Ecole des Heaux Arts'ta köklü bir eğitim reformu yapılmıştı. Okulun özerkliği sağlanmış, resim, heykel, mimarlık ve gravür olarak çatallanan müfredat bütüncül bir güzel sanatlar eğitimi haline getirilmişti. Üstelik bu reformla beraber akademi kapılarını yabancı öğrencilere de açmıştı. Osman Hamdi doğruca Paris 'in merkezindeki 6. Bölge'de bulunan Beaux Arts'ın yolunu tuttu. İki yüz on altı yıllık tarihi akademinin yeni binasının önüne geldiğinde durup derin bir nefes aldı. Ünlü Fransız sanatçılar Nicolas Poussin ve Pierre Puget'un büstleriyle süslenmiş anıt­ sal giriş kapısından girerken kalbi küt küt atıyordu. Okulun iç avlusunda kaidelerin üzerine yerleştirilmiş onlarca heykel vardı. Meraklı gözlerle onları inceledi. Mavi önlükler giymiş resim ve heykel öğrencileri neşe içinde avluda dolaşıyorlardı. Ne kadar da güzeldi burası. Hukuk fakültesine hiç benzemiyordu! Vakit geçirmeden kayıt bölümüne gidip başvuru için nelerin gerektiğini öğrendi. Dünyanın en saygın eğitim kurumlarından biri olan bu okula kabul edilmeyi her şeyden çok istiyordu. Ama yabancı öğrenciler için kayıt olmak hiç de kolay değildi. Fransızca bilgisinden ve resim yeteneğinden emindi gerçi ama bürokrasi çok daha fazlasını istiyordu. Giriş sına­ vında Fransız tarihi ve kültürüyle ilgili sorulan sorular özbeöz Fransızların bile cevaplayamayacağı cinstendi. Okul sanki yabancılara tanınan hakkı uygulamaya geçirmek istemiyor gibiydi. Osman Hamdi günlerce uğraştı ama okula asli öğrenci olarak kayıt yaptırmayı başaramadı. Hevesi kursağında kalmıştı. babasına.

Uykuları kaçtı.

27


Tam da o günlerde İstanbul'dan gelen kötü bir haberle derinden sarsıldı. Altı yaşına birkaç ay önce basan kardeşi Abdullah hayatını kaybetmişti. Tam dört yıldır onu görmemişti. Yine de çok üzüldü kardeşi için . Paşa, bir çocuk hastalığı aldı onu bizden, diye yazmıştı mektubunda. Çaresizdi. Bir ara ailesinin yanına dönmeyi düşündü . Ama elden ne gelirdi ki ölüm karşısında. Hayat devam ediyordu . Hem İstanbul'da resim eği­ timi alabileceği bir akademinin olmadığını çok iyi biliyordu . Bu yüzden Paris 'te kalıp Beaux Arts ' ın kapılarını zorlamaya devam etmeliydi. Bir süre sonra konuk öğrenci olarak dersleri takip etme izni almayı başardı. Bir diploma şansı hiçbir zaman olmayacaktı ama bu gelişme hiç yoktan iyiydi. O yıllarda Beaux Arts'ta klasik sanat eğitimi veriliyordu . Akademi kendi ekolünü tüm dünyaya benimsetmeyi başarmış­ tı. Resim bölümündeyse ·lsidore Pils, Gustave Boulanger ve Jean Leon Gerome gibi çok önemli üstatlar, kendi atölyelerine kabul ettikleri öğrencileriyle çalışmalarını sürdürüyorlardı. Akademideki eğitimin temeli usta çırak ilişkisine dayanıyordu. Öğrenciler ilk olarak ustalarının gözetiminde karakalem çizimler yapıyorlardı. Klasikleri taklit etmek çok yaygın bir yöntem di. Sonra canlı modellere bakarak çalışılıyordu. Akademin en çok üzerinde durduğu konular tarihsel figürler, pagan mitolojisine ait hikayeler ve Hıristiyanlık temalı resimlerdi. Osman Hamdi kendini birden sanat eğitiminin merkezinde bulmuştu. Bir şövale satın alıp atölyelerdeki kalabalığın arası­ na karıştı. Dünyanın dört bir köşesinden gelen gençlerle aynı sınıfı paylaştığı akademide dersler oldukça renkli geçiyordu. Antik heykellerin kopyaları, taştan yapılmış el, ayak figürleri ve canlı modellerin arasında kaybolmuştu sanki. Piyasaya yeni çıkmış tüp içindeki yağlıboyalarla çalışmak herkes gibi onun da hoşuna gitmişti. Paris'e adımını attığı günden beri bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu . 28


O günlerde sık sık atölye değiştiriyor, kendine en uygun hocayı bulmak için gözlem yapıyordu. Şimdilik favori ustası Gustave Boulanger idi. Boulanger Türk öğrencisiyle yakından ilgileniyordu. Osman Hamdi esmer teni sayesinde tam da akademi hocalarının aradığı bir Doğulu modeldi. Bir seferinde sarık giyip hocasına poz verdi. Boulanger'in "Hamdi Bey'in Portresi" isimli tablosu kısa bir süre sonra Paris sergi salonlarında teş­ hire çıktı. Osman Hamdi sergide kendi yüzü yerine imzasını görmeyi tercih ederdi. Ama yine de hukuk fakültesinden sergi salonlarına doğru hızlı bir geçiş yaptığı için memnun olmuştu. Akademideki Fransız öğrenciler ise tam bir alemdi. Osman Hamdi'ye sokulup, "Nerelisiniz Mösyö" diye lafa başlıyorlardı. Daha sonra da, "Siz burada yenisiniz, bize bira ısmarlamalısınız," deyip genç Türk'ü doğruca meyhaneye çekiştiriyorlardı. Osman Hamdi de çaresizce bu Beaux Arts geleneğine boyun eğiyordu . Resim öğrencileri, Osman Hamdi'nin hukuk fakültesindeki arkadaşla­ rına hiç benzemiyorlardı. Hukuktakiler siyasetle yakından ilgiliydi. Hemen hemen hepsi İmparator HI. Napolyon'dan nefret eden ve yeniden bir cumhuriyet kurmak gerektiğinden bahseden gençlerdi. Birçoğunun cebinde Robespierre, Marat, Danton ve Babeuf gibi devrimcilerin resimleri bulunurdu. Sakın­ calı kabul edilen Voltaire ve Rousseau'nun kitaplarını el altın­ dan birbirlerine verirlerdi. Ayrıca hepsinin en sevdiği roman birkaç yıl önce basılan Sefiller idi. Hukuk öğrencilerinin görüş­ lerini dinledikçe Osman Hamdi de onlara hak verirdi. Ama bir yandan da böyle düşündüğü için sultanına karşı suç işlediği hissine kapılır, pişman olurdu. Güzel Sanatlar Okulu'na giden gençlerinse akılları bir karış havadaydı. Genç sanatçılar biralarını içerken durmadan Osman Hamdi'yi sıkıştırıyorlardı. Merak ettikleri hep belden aşa­ ğı konulardı:

29


"Sizin orada kadınların yüzü gerçekten gözükmüyor mu? evleniyor o zaman? Peki ya yatakta .. ." Osman Hamdi kendisini özgür hissediyordu. Hayatında ilk defa içinden geldiği gibi davranmış, geleceğini şekillendiren bir konuda kendi seçimini yapmıştı. Hukuk fakültesinin yolunu çoktan unutmuştu! Bütün gününü akademinin koridorların­ da bir atölyeden diğerine koşturarak geçiriyordu . Elbette ki İbrahim Edhem Paşa durumun bu denli vahim olduğundan haberdar değildi. Osman Hamdi sadece elbiselerini yıkamaktan usanmış olan yaşlı pansiyoncunun yakınmalarını dinlemek zorunda kalıyordu: "Baban hiç böyle pasaklı değildi! Şu gömleklerinin haline bak. Boya kazanına mı düştün sen?" Ama hiçbi r şey Osman Hamdi'nin keyfini kaçıramazdı. Metrelerce yüksekliğindeki yeşil fon perdesi, modellerin yerleşti­ ği döner masa ve kocaman bir sobadan oluşan atölyeye girip fırçasını eline aldığında zaman duruyordu onun için. Bir sabah arkadaşları sırıtarak girdiler sınıfa. Aralarından biri , "Bugün yaşadık Türk," diye seslendi. Osman Hamdi neler olduğunu anlamamıştı. "Niye ki?" diye sordu. "Biraz sabredersen görürsün." Az sonra Magripli olduğu belli esmer bir kız girdi atölyeye . Sanki odasında bir başınaymış gibi elbiselerini çıkarmaya baş­ ladı hemen . Ardından anadan doğma model masasına yerleş­ ti. Vücudunun üzerinde gezinen onlarca erkek gözüne aldır­ madan sakince duruyordu kızcağız. Osman Hamdi'nin kalbiyse küt küt atmaya başlamıştı. İlk defa çıplak modelle çalışan birinin karşısındaki insanı seyredalmaması mümkün değildi. Daha sonra, üzerinde kıyafetleri olmayan bir bedene dönüşür­ dü model. Ona da alıştıktan sonra ressam karşısında kemik ler, kaslar ve damarlar görürdü sadece. Osman Hamdi için de İnsanlar nasıl

30


öyle oldu. Çıplaklık doğallaştı. Sanat, onu muhafazakar köklerinden koparıp özgür bir evrene taşımıştı. Resim eğitimine başladı başlayalı sık sık Louvre Müzesi'ne gidiyordu. Müze binasından içeri adımını atar atmaz sanki baş­ ka bir dünyaya geçiş yapmış gibi ayakları yerden kesiliyordu. Neredeydi, hangi zamanda yaşıyordu hepten unutuyordu. İn­ sanın tarihi ve sanatı ancak böylesi müzelerin içinde görüp koklayabileceğini fark etmişti. Louvre onun için ikinci bir okul olmuştu adeta. Aslında Louvre Müzesi Fransız Devrimi'nin bir simgesiydi. Devrimciler alaşağı ettikleri krallığın tüm zenginliklerini eski bir saray olan Louvre'da halka teşhir ederek devrimin haklılığını kanıtlamak istemişlerdi. Osman Hamdi dünyanın bu en eski devlet müzesini ilk kez ziyaret ettiğinde, Topkapı Sarayı'nın da halka açık bir müze olduğu belirsiz bir geleceği hayal etmişti. Sarayın kapısında birkaç kuruş ödeyen herkesin saltanatın değerli eşyalarına ve kutsal emanetlere bakması, dahası hareme girip çıkması akıl alır şey değildi doğrusu. Osman Hamdi Louvre'a her gittiğinde içeride saatlerce kalıyordu. Özellikle Rönesans sanatının başyapıtlarını uzun uzun inceliyordu. Usta fırçaların sırlarını keşfetmek arzusundaydı. Tablolarda betimlenen insan anatomisinin ayrıntılarına dikkat kesildikçe ışığın renklerle oynadığı büyülü oyuna dalıp gitmekten kendini alamıyordu. Ünlü "Milo Venüsü"nün karşı­ sında durduğu bir günse derin derin iç geçirdi. "Milo Venüsü" kırk küsur sene evvel Ege'deki Milos Adası'nda bulunmuştu. Ada bir Osmanlı toprağıydı. Ama ne yazık ki heykeli bulanlar onu Fransa'ya göndermişlerdi. Antik Yunan medeniyetinin aşk ve güzellik tanrıçalarından kim bilir kaç tane daha vardı Osmanlı topraklarının altında. Bir an önce onların çıkarılması gerektiğini düşündü. Ama bu işi kim yapacaktı? Anadolu'ya gelen tüm arkeologlar Avrupalıydı. Onlar da bulduklarını vakit 31


kaybetmeden kendi ülkelerine kaçırıyorlardı. Gerçi eserler İs­ tanbul' a gelse ne olacaktı ki sanki! Buluntuların sergileneceği bir müze binası bile yoktu. Hem şu karşısında durduğu çıplak venüsün İstanbul'da teşhir edilmesi pek mümkün görünmü yordu. Din adamları, ahlaksızlık aldı başını gitti diye ayağa kalkarlardı. Oldu ki sergilendi; kim gelip bakardı bu taştan kadına. Aşılamaz bir sıkıntı hissetti içinde. Kendi ülkesindeki yoksunlukla bir kez daha yüzleşmişti. Oysa Fransa'da her köşe başına heykeller yerleştirilmişti. Dahası düzenlenen sergileri binlerce kişi geziyordu. Eğer hafta sonu bir resim sergisinin açılışı varsa kapılarda kuyruklar oluşurdu. Gerçi o kalabalığın asıl sebebi halkın sanat sevgisinden çok Fransız sosyetesinin gösteriş merakıydı. Ama Osmanlı' da o güne kadar tek bir tane bile resim sergisinin düzenlenmediği düşünülürse Paris'teki burjuvaların arsız sanat merakı bile takdire değerdi. Osman Hamdi çağdaş Fransız ressamlarını da yakından takip ediyordu. "Halka Yol Gösteren Özgürlük" isimli tablosunda, göğüsleri açılmış olduğu halde savaş meydanında Fransız bayrağı taşımaktan geri durmayan bir kadını betimleyen Delacroix yeni ölmüştü. Osmanlı kadınlarına meraklı Ingres ise oldukça yaşlanmıştı. Ama Manet, Renoir, Degas ve Cezanne gibi genç ressamlar Fransız resmine yeni bir soluk getirmeye başlamışlardı. Kendilerini izlenimci olarak tanımlayan genç sanatçılar, akademinin savunduğu kalıpları yıkmak niyetindeydiler. Bu yüzden onların eserleri akademi hocalarından geçer not alamıyor ve dolayısıyla sergi salonlarına kabul edilmiyordu. Onlar da inadım inat deyip kendi salonlarını açmaya başlamışlardı. Her sergilerinde büyük tartışmalar çıkıyordu. Manet'nin 1863 yılında sergilenen "Kırda Kahvaltı" isimli eseri de büyük tepki çekmişti. Resmin ön planında, ağaçların dibinde oturan iki giyinik adam ve bir çıplak kadın betimlenmiş-

32


ti.

Çıplağın sıradan

bir

kadın olması

ve

açık

havada erkeklerin rahatça oturması insanları şaşkınlığa uğratmıştı. Yaygın kabule göre çıplaklık, bedenin kusursuz güzelliğini simgelemeli, daha da önemlisi baştan ayağa tanrısal olmalıy­ dı. Tepkilere rağmen bazı aydınlar akademiye karşı gelen bu genç ressamlara destek veriyordu. En başta da Cezanne'ın çocukluk arkadaşı olan genç sanat eleştirmeni Emile Zola resim sanatına getirilen bu yeni açılıma alkış tutuyordu . Osman Hamdi ise ar~dığı ilham perisini akademinin sınırla­ rı içinde bulmuştu. Jean Leon Gerome'e karşı uzaktan uzağa duyduğu saygı artık açık bir hayranlığa dönüşmüştü. Gerome sabırlıydı. Öğrencileriyle tek tek ilgileniyor, onlarla dost oluyordu . Zaman zaman yüz kişiye yaklaşan bir kalabalık birikiyordu sınıfında . Okul yönetimi Gerome ve öğrencilerine sık sık uyarı cezası vermek zorunda kalsa da, o atölyede şakalaş­ maların, gülüşmelerin ve daha birçok haylazlığın olmasını kimse engelleyemiyordu . Osman Hamdi de Gerome'ün sınıfın­ da yaşanan curcunanın çekimine kapılmıştı. Antik mitolojiye, erotizme ve Doğu figürlerine meraklı olan ünlü ressamın yönettiği atölyenin müdavimlerinden biri olup çıktı. Fransız aristokrasisi Gerome'ün eserlerine yoğun ilgi gösteriyordu. Son yıllarda iyice palazlanan burjuvalar da soyluların izinden gidip evlerine Gerome asmak için sırada bekliyorlardı. Ressamın daha son fırça darbesini vurmadan tabloları­ nı sattığı söyleniyordu. Bir kopya baskı tüccarı olan kayınpe­ derinin sayesinde Gerome'ün ünü Amerika 'dan Avustralya'ya kadar uzanmıştı. Tabloların bu şekilde pazarlanması sanat çevrelerinden kimilerini rahatsız etse de, Gerome ve ailesi bu işten memnun görünüyordu . Ama çok geçmeden Emile Zola yayınladığı bir makalede Gerome'ü yerden yere vurdu. Gerome makalede her çeşit zevke hitap eden bir imalatçı olmakla suçlanıyordu . Zola'ya göre ressamın asıl amacı sanatla uğraşkarşısında

33


mak değildi; röprodüksiyonlarının çok satmasıydı. Zola'nın sert eleştirileri akademide bomba etkisi yarattı. Ertesi gün Gerome'ü destekleyen öğrenciler hocalarının atölyesini her zamanki gibi hınca hınç doldurdu. Zola'yı haklı bulan gençlerse ünlü yazarın yazılarının yayınlandığı Le Figaro gazetesini okul koridorlarında göstere göstere okumaya başlamışlardı. Osman Hamdi bu kamplaşmada tarafsız kalmayı seçti. Her zamanki gibi derslerine devam edecekti. Hocasından öğrenece­ ği kim bilir daha neler vardı. Onu asıl düşündüren, artık hukuk fakültesine uğramadığı gerçeğini babasına nasıl anlatacağıydı. Paşa oğluna yazdığı

her mektupta derslerinin ne durumda olduğunu soruyordu. Osman Hamdi akademiden çıktığı bir gün doğruca fotoğraf çektirmeye gitti. Hazırlıklıydı. Yanında fesini ve hukuk kitaplarını da getirmişti. Fotoğrafçıya ayakta poz vermek istediğini söyledi. Başına fesini takarak uzamış saçlarını kamufle etmeyi başardı. Ardından kalın hukuk kitaplarını yanındaki masanın üzerine koydu. Sol elini kitapların üzerine özenle yerleştirdik­ ten sonra hazırım, diye seslendi. Bu arada fotoğrafçı anı yakalayan kutusunu üç ayaklı tahta bir kaidenin üzerine sabitlemişti. Sonra da kafasını siyah örtünün altına soktu ... Osman Hamdi ertesi hafta fotoğrafı almaya gitti. Sonuç tam da beklediği gibiydi. İdeal bir öğrenci gibi görünüyordu. Gerçi koyu renk ceketinin sağ göğsündeki boya lekeleri açıkça belli oluyordu ama çok da önemli değildi bu ayrıntı. Kimse bir şey anlayamazdı. Fotoğrafı hiç vakit kaybetmeden annesi Fatma Hanım'a yolladı. Resme babasının da bir göz atacağına emindi. Osman Hamdi hocası Jean Leon Gerome'e kendisini sevdirmeyi başarmıştı. Tam bir oryantalist olan Gerome öğrenci­ sinin İstanbullu olduğunu öğrendikten sonra ona daha bir yakınlık göstermişti. 1850'li yıllarda yaptığı Doğu gezisini uzun 34


uzun anlattı Osman Hamdi'ye. Ardından da meraklı sorular sordu sultan ve Konstantinopolis hakkında. O günlerde Ahmed Ali isimli bir genç de Beaux Arts'taki resim derslerine katılmaya başlamıştı. Osman Hamdi, Ahmed Ali ile hemen arkadaş oldu. Uzun zamandır ilk defa bir arkadaşıyla kendi dilinde konuştuğu için mutluydu . Ahmed Ali bir devlet bursuna sahipti. Resim tahsil etmesi için saray tarafın­ dan Paris'e gönderilmişti. Osman Hamdi ona kendi hikayesini anlattı. Arkadaşını can kulağıyla dinleyen Ahmed Ali, "Aslında ikimiz de aynı durumdayız," dedi. "Beni ilk önce tıbbiyeye yollamışlardı. Ama kısa sürede doktor olmak istemediğimi fark ettim. Sonra harbiyeye başladım . Askeri okulda da mutlu olamadım. Sadece resim derslerini seviyordum. Hocalarım resimlerimi Sultan Aziz'e göstermiş . Biliyorsun efendimiz sanata karşı meraklıdır. Kendi.mi birden burada buldum." Osman Hamdi arkadaşına gıpta etmişti. Onun yerinde olmayı çok isterdi. Kendisini tüm benliğiyle tuvallere, fırçalara ve renklere adamıştı. Artık bu durumdan İbrahim Edhem Paşa da haberdar olmalıydı. Bu gizi daha fazla içinde taşıyamaya­ caktı. Babasıyla her şeyi açık açık konuşmaya karar verdi. Ertesi gün İstanbul'a gönderdiği mektupta hukuk fakültesi ile ilişkisini kestiğini anlatan satırlar vardı. Osman Hamdi'nin tek korkusu paşanın onu derhal İstanbul'a çağırmasıydı. Babasının cevabını beklerken Ahmed Ali ile beraber Mektebi Osmaniye'de vakit geçirmeye başladı. Osmanlı Devleti tarafından Paris'te açılan bu okul, gurbetteki öğrencilerin zapturapt altına alınmasını amaçlıyordu. Paris'teki öğrencilerin disiplini elden bıraktıklarına dair alınan duyumlar nedeniyle böyle bir yola gidilmişti. Mektebi Osmaniye çatısı altında bir araya toplanan öğrenciler aralarında Fransızca konuşuyorlar­ dı ve tarih , geometri , aritmetik, fizik, jimnastik gibi dersler görüyorlardı. Buradan mezun olanlardan bazısı askeri bir okula

35


gidiyor, kimi de mühendis oluyordu . Gençler yakalarında ay yıldız olan üniformalar giymek zorundaydı. Feslerini çıkarma­ larınaysa asla izin verilmiyordu. Osman Hamdi oradaki yaşan­ tıyı görünce babasına şükretti. Devlet bursuyla okusaydı o da şimdi Mektebi Osmaniye bünyesinde olmak zorunda kalacaktı. Kışla disiplini ona göre değildi. Pansiyon yaşantısı doğası­ na çok daha uygundu . Akdeniz üzerinde hızla yol alan buharlı posta gemileri sayesinde Edhem Paşa'nın cevabı iki haftaya kalmadan geldi. Paşa hayal kırıklığına uğramıştı. Üzüntüsü büyüktü. Ama öfkesi tepesindeyken bir karar almayacak kadar tecrübeli bir insandı. Aslında paşanın istediği oğlunun medeni alemin içinde yetişmesiydi. Osman Hamdi'nin Avrupa 'da kalması ve Batı'nın geleneklerini özümsemesi paşanın nezdinde hukuk okumasın­ dan bile daha önemliydi. Bu yüzden İbrahim Edhem Paşa oğ­ lunun Paris'te yaşamaya devam etmesine izin verdi. Osman Hamdi yıllardır omuzlarında taşıdığı yükten kurtulmuş gibiydi. Artık gizli kapaklı işler yapmasına gerek kalmamış­ tı. Mutluluktan havalara uçtuğu o günlerde neşesine neşe katan bir olay daha yaşandı. Maria isimli bir kızla tanışmıştı. Osm·an Hamdi tam bir Fransız centilmeni gibi davrandığından, Maria karşısındaki adamın farklı bir kültürden geldiğini anlamamıştı. Hatta Osman Hamdi Maria'ya Türk olduğunu ilk söylediği zaman genç kız buna inanmamış, şaka yapıldığını zannetmişti. Ama kısa sürede bu durumun da bir önemi kalmadı. Çünkü genç çift çok iyi anlaşıyordu. Aslında Osman Hamdi, bir Fransız kızına tutulmayı hiç düşünmemiş değildi. Paris'e ayak bastığı andan beri kafasının bir köşesinde biriktirmişti bu fikri. Neden olmasındı ki? Karşı cinsi bu şehirde keşfetmemiş miydi? Hem Batılı bir kadınla daha iyi anlaşacağını düşünmüştü hep . Maria birkaç ay sonra erkek arkadaşını ailesiyle tanıştırdı. Yaşlı çift kızlarının bir Türk'le flört etmesine karşı değildi. üs-

36


man Hamdi'nin babasının sultanın şehrinde nazır olmasını da memnuniyetle karşılamışlardı. Genç Türk'ü sık sık yemeye davet ediyor ve ona durmadan sorular yöneltiyorlardı. Maria kaş göz ederek ailesini engellemeye çalışsa da uğraşı boşu­ naydı. Neyse ki erkek arkadaşı halinden şikayetçi görünmüyordu. Osman Hamdi ülkesindeki evliliklerin hemen hemen hepsinin görücü usulüne göre yapıldığını çok iyi biliyordu. Evlenmeden önce çiftlerin birbirlerini tanımalarına izin veren Avrupa'daki kurallar mantığına daha uygundu. Bu nedenle Maria'nın ailesinin tüm sorularına içtenlikle cevap veriyordu. "Daha ne kadar Paris'te yaşamayı düşünüyorsunuz?" Aslında bu sorunun cevabını kendisi de bilmiyordu. Ama Maria'nın babasının neden endişe ettiğini anlamıştı. Hangi baba yabancı birinin gelmesini ve kızını alıp uzak diyarlara götürmesini isterdi ki. Osman Hamdi kendinden emin bir vaziyette, "Ömrümün sonuna kadar burada yaşamayı istiyorum efendim," dedi. "İstanbul'a sadece arada sırada, ailemi ziyaret etmek için gideceğim." Bu cevap üzerine yaşlı karıkoca rahatlamış gözüküyordu. Ama kısa süre sonra Osman Hamdi'yi köşeye sıkıştıran ikinci bir soru geldi: "Resim yaparak geçinebiliyor musunuz?" Osman Hamdi'nin başı öne eğilmişti. Utanarak, "Paşa babam da yardımcı oluyor şimdilik," diyebildi. Maria erkek arkadaşının daha fazla zor durumda kalmasını önlemek için konuyu değiştirdi. Onun ne kadar yetenekli bir ressam olduğundan bahsedip durdu. Genç çift bütün boş vakitlerini birlikte geçirmeye başlamış­ tı. Paris sokaklarında büyüyen bu aşk kısa zamanda iyice alevlenmiş, evlilik planları yapılır olmuştu. Osman Hamdi babası­ na bir mektup daha yazacak, sevdiği bir Fransız kız olduğunu, izni olursa onunla evlenmek istediğini söyleyecekti. Ama lafa

37


nereden

başlayacağını

bilemedi. Son günlerde babasından çok şey istediğinin farkındaydı. Bir an durakladı. Sonra tüy kalemini mürekkep şişesine batırıp içini cesaretle satırlara döktü.

Çok Kıymetli Pederim, Soğukkanlılıkla kendi {idetlerimize göre evlilik yapmaktan aciz olduğumu ilan ederim . Yani bir aile büyüğü­ müzün genç bir kızın burnu veya gözleri hakkında yapacağı tavsiyeye göre. Demek istiyorum ki evlilikte güzel çizilmiş bir burundan, kalp şeklindeki bir ağızdan veya bir fincan kahve getirilmesinden bambaşka şeyler ararım . Sevgili ailem ve başka birkaç aile dışında çevrenize bir bakın. Ailelerde ne görüyorsunuz? Kokuşmuşluk, ahlak bozukluğu, kavga ve boşanma. Koca kendi alemindeyken karısı kendi yolunda. Hiçbir zaman el ele vermiyorlar. Hiçbir zaman gerçek bir aile olamıyorlar. Ve bütün bunların sebebi yozlaşmış iidetlerimizdir; erkeğin kadın alırken gözlerini kapatmasını isteyen gülünç bir anlaşmadır. Buna göre evlilik kadının ve erkeğin hür rıza­ sından değil, aile büyüklerinin istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu şartlarda fikirlerinizi paylaşan, hisleri sizinkilerle uyumlu bir kadın bulmak rastlantıya kalmıştır. Tanrı 'ya şükürler olsun ki, istisnai kusursuzluktaki bir evliliğin ve hiçbir zaman kokuşmuşluğun girmemiş olduğu bir evin ürünüyüm. Benim evliliğim de böyle olmalı.

Birkaç hafta sonra Maria ile her zaman buluştukları katede otururken cebinden bir mektup çıkardı Osman Hamdi. Ardın­ dan genç kıza büyük bir gururla uzattı ağzı açılmış zarfı. Maria Fransızca yazılmış mektubu yüksek sesle okumaya başla­ dı. İbrahim Edhem Paşa izdivaç kararından dolayı oğlunu teb38


rik ediyor ve hemen bir ev tutmasını tavsiye ediyordu. Pansiyon köşelerinde evli bir çift rahat edemezdi. Merak etmesindi. Paşa maddi desteğini de artıracaktı. Maria sevincinden havalara uçtu. Haberi hemen kendi ailesine ulaştırdı. Onların da onayını aldıktan sonra genç çift vakit kaybetmeden Paris'in merkezine yakın küçük bir daire aramaya koyuldu. Çok geçmeden keselerine uygun bir ev buldular. Birkaç parça gösterişsiz mobilya satın aldıktan sonra da evlendiler. Nikah günü Osman Hamdi'nin yanında ailesinden kimse yoktu. Ama uzakta olsalar da onların desteğini hep arkasında hissediyordu. Annesinin ona dualar okuduğunu, kardeşlerinin sık sık beraber çektirdikleri fotoğraflara baktıklarını görür gibi oluyordu. Babası ise zaten hep onun yanındaydı. .. Zaman kimseye belli etmeden hızla akıp gitmeyi sürdürüyordu. Osman Hamdi akademideki derslerine devam ediyor, karısıyla Paris'in tadını çıkartıyor, boş vakitlerindeyse bol bol resim yapıyordu. 1867 Mayısı'nın son günlerinde Fransız gazeteleri İmparator III. Napolyon'un Türk sultanını Milletlerarası Paris Sergisi'ne davet ettiğini ve Abdülaziz'in bu davete olumlu cevap verdiğini yazdı. Osman Hamdi okuduklarına bir türlü inanamamıştı. Yüzlerce yıldır hiçbir Osmanlı sultanı savaş nedeni dışında imparatorluk topraklarının ötesine adımını atmamıştı. Şimdi nasıl olacaktı da padişah Dolmabahçe Sarayı'ndan kalkıp buralara kadar gelecekti. Osman Hamdi hemen babasına bir mektup yazıp işin aslını sordu. Ya bir yanlış anlama vardı ya da Fransız gazeteleri bu haberi sansasyon yaratmak için uydurmuş olmalıydı. Ama Edhem Paşa da söylentileri doğruladı. Abdülaziz gerçekten Paris'e geliyordu! Osman Hamdi babasının mektubundan Batılılaşmayı savunan saray çevrelerinin bu geziyi desteklediklerini öğrendi. Ali

39


ve Fuad paşalara göre bir padişahın kendi gözleriyle Avrupa medeniyetini görmesi, Devleti Aliye'nin geleceği için çok önemliydi. Düşününce Osman Hamdi de paşalara hak verdi. Babasının da bu fikirde olduğuna emindi. Aslında Dolmabahçe'deki hazırlıklar biraz sancılı geçmişti. Padişah ilk önce bu ziyaretin kaç gün süreceğini sormuş, bir ayı bulacağı cevabını aldıktan sonra epey tereddüt etmişti. Gezinin sadece Fransa ile sınırlı kalmaması için çalışmalar yapılıyordu. Oradan Londra'ya geçilip, Kraliçe Viktorya ile de tahtını görüşmeler yapılması planlanıyordu. Abdülaziz'se gibi o padişah Her günlerce sahipsiz bırakmak istemiyordu. da muhaliflerinin şehzadelerden birini tahta oturmak için fır­ sat kolladığını düşünüyordu . Ama paşalar bu soruna da bir çözüm bulmuşlardı. Şehzade Murad ve Abdülhamid efendiler de geziye katılacaklardı. Bin bir ikna çabasından sonra nihayet sultan, Frengistan'a ayak basmayı kabul etmişti! Padişahı Fransa'ya götürecek Sultaniye yatı hemen Haliç Tersanesi'ne çekilmiş, gerekli tadilatlara başlanmıştı. Sultaniye'nin içi en kaliteli Hereke halılarıyla kaplandı ve Abdülaziz'in kalacağı kamaraya saraydan getirtilen yatak takımları konuldu. Gemideki tüm mutfak araç gereçleri de yenilenmişti. Sultanın ziyaret edeceği Milletlerarası Paris Sergisi o güne kadar düzenlenmiş en büyük ticari fuar olacaktı. Sergide bir Osmanlı pavyonu da yer alacaktı. Paris'te bulunan Türk öğ­ renciler, sergi çalışmalarına ellerinden geldiği kadar yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Osman Hamdi de sık sık sergi alanına gidip çalışmalara katılıyordu. 21 Haziran'da Sultaniye yatı yola koyuldu. Yata, kafileye seyahat süresince gerekli olan eşyaları ve hizmetçileri taşıyan Pertevniyale gemisi eşlik edecekti. Ayrıca güvenliği sağlamak­ la yükümlü iki firkateyn de konvoya katılmıştı. İrili ufaklı yüzlerce gemi Çekmece açıklarına kadar padişahı yalnız bırakma-

40


mıştı. İstanbul halkı da Abdülaziz'i uğurlamak için kıyılara akın etmişti.

Kafile, Çanakkale'den geçerken Boğaz'ın iki yakasına kurulmuş tabyaların top ateşiyle selamlandı. Boğaz'm çı­ kışındaysa Fransız donanması Türk sultanına eşlik etmek için bekliyordu. Sultanın vapuru Fransa'ya doğru yol alırken Paris'teki Türklerden bazıları da Londra'ya gidiyordu. Başta Namık Kemal olmak üzere mutlak monarşi sistemine karşı çıkan Jön Türkler, Paris elçisinin girişimleriyle zorunlu bir yolculuğa çı­ . karılmışlardı. Osman Hamdi bu haberi duyduğunda tedbirin gereksiz olduğunu düşündü. Paris'te sürgünde bulunan üç beş aydın padişaha ne zarar verebilirdi ki? Ziyaret yaklaştıkça siyasi söylentiler de artıyordu. Adeta her kafadan bir ses çıkıyordu. Fransa imparatorunun bu fırsat­ tan istifade edip sultandan yapım halinde olan Süveyş Kanalı 'yla ilgili bazı isteklerde bulunacağı söyleniyordu. III. Napolyon'un Rus çarı ile sultanı sarayında buluşturacağını iddia edenler bile vardı. Dedikoduların ne kadarının gerçek olduğunu kimse bilmese de, Paris nefesini tutmuş Abdülaziz'i bekliyordu . Sonunda beklenen gün geldi. Sultanı Toulon Limanı'nda büyük bir kalabalık karşıladı. Abdülaziz Fransa topraklarına ayak bastığında herkesin gözü Osmanlı sultanın üzerindeydi. Kafile karşılama merasiminin ve öğlen yemeğinin ardından kendilerini Paris'e götürecek trene bindi. Temmuzun ilk günü öğleden sonra saat dört buçukta saltanat treni Paris'e vardı. Gar, kırmızı kumaş üzerine beyaz renkte dikilmiş ay yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Bando marşlar çalıyor, kalabalık, "Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!" diye bağırıyordu. O gün Paris'te yaşayan ne kadar Türk varsa hepsi oradaydı. Mektebi Osmaniye öğrencileri ellerinde bayraklar kalabalığın en önünde duruyorlardı. Osman Hamdi de Maria ile beraber insanların arasına karışmış Abdülaziz'i görmeyi bekliyordu . 41


Dev yapılı Osmanlı padişahını İmparator III. Napolyon bizzat karşıladı. Osman Hamdi resimlerini birçok kez gördüğü sultanı kalabalığın arasından güçlükle seçebildi. Abdülaziz gerçekten de Paris 'teydi ve tam karşısında duruyordu. Kırk yıl düşünse hayal bile edemeyeceği bir olaydı bu . Sultan ve imparator kendileri için hazırlanmış saltanat arabasına yerleştiler. Arkalarındaki arabada şehzadeler Murad ve Abdülhamid efendiler va~dı. Sonra paşalar ve elçiler bindi arabalarına. Fransız refakatçilerle birlikte otuz araçlık bir konvoy oluşmuştu . Paris'in her kaldırımı insanlarca işgal edilmişti sanki. Geçiş güzergahına bakan evlerin pencereleri, balkonları ve terasları hınca hınç doluydu. Çatılarda bile insanlar vardı. Paris Paris olalı böylesine meraklı bir kalabalık görülmemişti. İmparator­ luk muhafız alayı ve süvariler konvoyun güvenliğini sağlamak için her köşebaşını tutmuşlardı. At arabaları Louvre'un önünden geçerek Sencerman Meydanı'na ulaştı. Zafer takları iki ülkenin bayraklarıyla donatılmıştı. Kalabalık sözleşmişçesine, "Çok yaşa imparator, çok yaşa sultan!" diye bağırmayı sürdürüyordu. İmparatorun yanında oturan Abdülaziz ise eliyle sokaktaki insanları selamlıyordu. Tuileries Sarayı önünde de mahşeri bir kalabalık vardı. Çok geçmeden konvoy hızla sarayın büyük kapısından içeri girdi : O anda askeri bando Osmanlı Marşı'nı çalmaya başladı. Protokolün ardından sultan konaklaması için kendisine tahsis edilmiş Elysees Sarayı'nda istirahate çekildi. Ertesi gün Abdülaziz şeref konuğu olduğu Milletlerarası Paris Sergisi'ne maiyetiyle beraber geldiğinde tüm gözler yine onun üzerindeydi. Osmanlı padişahına jest olsun diye serginin ana giriş kapısı, Topkapı Sarayı'nın ikinci avlusuna açılan Babüsselam'a benzetilmişti. Sergi alanının tam ortasında, at nalı şeklindeki devasa merasim solunuysa tıklım tıklım doluydu. İçerde yirmi bin kişinin olduğu tahmin ediliyordu. 42


Abdülaziz'in teşrifiyle resmi törenler başladı. Padişah salonun tam ortasında altın yaldızlı kırmızı bir perdeyle çevrelenmiş bölmeye çıkıp taht benzeri koltuğuna oturdu. Hemen yanında İmparator III. Napolyon yerini almıştı. Bin iki yüz kişilik bando yine marşlar çaldı. Ardından komiteler birbirlerine pek değerli hediyeler sundular. Sonrasında, tüm Müslüman aleminin halifesi Osmanlı Sultan'ı Abdülaziz olarak takdim edilen padişah kulakları sağır eden alkışlar eşliğinde katılımcılara mükafatlar dağıttı. Bu arada Osman Hamdi sahneye birkaç metre uzaklıkta yerini almış, tüm olup biteni gözünü kırpma: dan seyrediyordu. Törenler sona erince Osmanlı heyeti sergiyi gezmeye baş­ ladı. Özellikle sanayi üretiminde kullanılan dev makineler İs­ tanbul' dan gelen konukları hayrete düşürmüştü. Kafiledeki mühendisler aralarında fısıldaşıp makinelerin ne işe yaradık­ larını birbirlerine soruyorlardı. Askeri araç gereçlerin sergilendiği salonlar da aynı şekilde Osmanlıları hem şaşırtmış, hem de korkutmuştu. Birçok askeri uzman böylesine büyük topları hayatında ilk kez Paris Sergisi'nde görüyordu. Sanat eserlerinin sergilendiği salonlardaysa bütün Türklerin adımla­ rı hızlandı. Çünkü kadın ve erkek heykellerinin birçoğu anadan üryan karşılarında dikiliyordu. Sergideki Osmanlı pavyonu imparatorluğun kültürünü tanıtan ürünlerle doluydu. Pavyonda; çinilerle süslü vazolar, el işi dokumalar, etnik kıyafetler, eski dönemlerde kullanılmış Türk kılıçları, kahve, çay ve nargile takımları sergileniyordu. Ayrıca imparatorluk topraklarında yetişen birbirinden lezzetli meyve ve sebzeler ziyaretçilere ikram ediliyordu. Osmanlı pavyonu sanayi ürünleri bakımından Avrupa ülkeleriyle kıyas­ landığında oldukça geri kalmış durumdaydı. Bire bir ölçülerde inşa edilen Türk konağı ve Türk kahvehanesi ise pavyonun en çok ilgi çeken bölümleriydi. Parisli kadınlar konağın içine 43


girip minderlerin üzerinde oturmaya, sonra da yan tarafa geçip Türk kahvesi içmeye bayılmışlardı. Osman Hamdi, Abdülaziz'in büyük boy portresini sergide teşhir eden arkadaşı Ahmed Ali ile birlikte resim pavyonunda görevliydi. Kendisi de zeybekleri konu alan iki tablo ile sergiye katılmıştı. Sultanın fotoğraflarını çekerek üne kavuşan Abdullah Biraderlerin fotoğraf pavyonu da hemen yanla rındaydı. Pera'nın bu meşhur kardeşleri dört yıldır sultanın resmi fotoğrafçısı görevini yürütmekteydiler . Sergi boyunca panoramalarıyla ünlerine ün kat sattıkları Konstantinopolis mışlardı.

Sultan birkaç gün sonra sergiye ikinci bir ziyaret daha yaptı. Bu sefer resmi törenler olmadığı için Osmanlı pavyonuna epey bir zaman ayırdı. Sergide görevli Türklere çeşitli nişan­ lar verdi. Osman Hamdi de tablolarından dolayı nişana layık görünenler arasındaydı. Genç ressam, aldığı bu ilk ödülü gururla göğsüne iğneledi. Abdülaziz ertesi gün Kraliçe Viktorya ile buluşmak için Londra'ya hareket etti. Ama Paris kafelerinde günlerce Türk sultanından başka bir konu konuşulmadı. Fransız gazeteleri gravürlerinde Abdülaziz ile Napolyon 'u bir boyda resmetse de, padişahın iriliği çoktan kadınların dedikodularına malzeme olmuştu. Elysees Sarayı'nda kendisi için tahsis edilmiş koltuğa bir türlü sığamadığı kulaktan kulağa yayılıyordu. Ama insanları en çok eğlendiren, sultanın gavur bir memlekete ayak basmış olmamak için ayakkabılarının içine kendi ülkesinin toprağıyla dolu özel bir tabanlık yaptırdığı söylentisiydi... Abdülaziz'in Paris'ten ayrılmasından birkaç ay sonra Maria doğum yaptı. Osman Hamdi minik kıza annesinin ismini verdi. Fatma bebeğin doğumu Osman Hamdi'yi sevindirmesine sevindirmişti ama bir yandan da gelecekle ilgili kaygılan-

44


neden olmuştu . Bir an önce yepyeni bir başlangıç yapve bundan böyle kendi ayakları üzerinde durmalıydı. Artık yetişkin bir adamdı, baba olmuştu. Hayatını Paris'te idame ettirmenin bir yolunu bulmalıydı. Bir süredir Osmanlı sefaretinde çalışıyordu. Hiçbir resmi görevi olmamasına rağmen büyükelçi Osman Hamdi'yi sevmiş, ona güvenmişti. Gizlilik gerektiren özel mektuplarını bile Osman Hamdi'ye yazdırıyordu. Elçilikte maaşlı bir göreve atansa hiç fena olmazdı doğrusu. Bir ara babasından bu işi ayarlamasını rica etmeyi düşündü . Ama İbrahim Edhem Paşa'nın, hayır diyeceğine emindi. Çünkü paşa bir süredir, "İstanbul'a dönmenin zamanı geldi Hamdi" diye yazıyordu mektuplarında. Osman Hamdi hayatını fırçasıyla kazanmayı her şeyden çok isterdi. Böylece hayalindeki işi yapmış olacak, aşık olduğu kadınla beraber hayranı olduğu şehirde yaşamayı sürdürebilecekti. Ressamlar Derneği için ünlü tabloların reprodüksiyonlarını yaparak biraz para kazanabiliyordu. Ama o parayla bir ailenin Paris'te hayatta kalması mümkün değildi. O günlerde açılan önemli bir resim sergisine "Türk Kadını" ismini taşıyan tablosunu göndermişti. Çok fazla bir beklentisi yoktu aslında. Eğer tablosu birkaç yüz franga satılırsa o ayki kirayı ödeyebileceğini hayal ediyordu. Bir sabah kahvaltı masasında gazete okurken sayfaların birinde kendi tablosunu gördü ve iskemleden düşecek gibi oldu! Gözlerine inanamıyor­ du. Gazete, haberinde Türk ressamdan övgüyle bahsetmişti. Hemen Maria'nın yanına koşup o sayfayı gösterdi. Maria yüksek sesle resmin altındaki yazıyı okudu :

masına malı

Sekiz yıl önce Paris'e gelmiş olan Osman Hamdi, resim alanında yüksek bir yeteneğe sahip olduğunu kanıtla­ mıştır. Hocalarımızın denetiminde sanatını oldukça geliş­ tirmiş olduğunu hepimize gösterdi. 45


Karıkoca

mutluluktan havalara

uçmuştu.

Belki de bu haber ki? Resim meraklılarının desteğini arkasına aldı mıydı , insanın bir daha kolay kolay sırtı yere gelmezdi bu şehirde . O gün kendisinden bahseden gazeteden birkaç tane daha sattın aldı. Haberin yayınlandığı sayfayı kesip babasına yollamak için sabırsızlanı­ yordu. Hem bu sayede bir ressam olarak Paris'te tanınmaya başlandığını paşaya kanıtlayabilirdi. Coşku içinde, "Fırçamla hayatımı kazanacağım gün nihayet geldi babacığım. Bugünü selamlıyorum," diye yazdı mektubunda. Ama İbrahim Edhem Paşa dediğim dedik biriydi. Gazetede çıkan haberden etkilenmişe benzemiyordu. Oğluna hemen İs­ tanbul'a dönmesini bildirmişti. Hemen kelimesinin altına da kalın bir çizgi çekmişti. Osman Hamdi mektubu okuyunca kendini çaresiz hissetti. Köşeye sıkışmıştı. Babasına kafa tutacak durumda değildi. Bir akşam Maria'yı karşısına alıp İstanbul'a gitme fikrinden bahsetti. Genç kadın fazla düşünmedi ve kocasına, "neden olmasın ki", dedi. Yolculuk hazırlıkları kısa sürede tamamlandı. Paris'ten ayrılmak Osman Hamdi'ye de en az Maria kadar zor geliyordu. Ne de olsa yıllardır bu şehirde yaşıyordu . Gencecik bir delikanlı olarak geldiği Paris'ten yirmi yedi yaşında usta bir ressam ve şefkatli bir baba olarak ayrılıyordu. Edhem Paşa'ya son bir mektup daha yazmak istedi. Mektubun kendisinden birkaç gün önce İstanbul'a ulaşacağını biliyordu. Babasının karşısına geçip düşüncelerini söylemektense onları yazarak anlatmak daha kolay olabilirdi. Hem bu sayede paşa oğlunun gelecek planlarından haberdar olurdu. bütün bir

geleceği değiştirebilirdi.

Neden

olmasındı

İstanbul'a varınca onaylayacağınızdan

emin olduğum tüm tasarılarımı size sunacağım . Her ne şekilde olursa olsun Paris'e geri döneceğimi biliyorum. Beni buraya bağ46


var. Buradaki hayatı oraya tercih ettiğimden değil. Ne pahasına olursa olsun resim yapmaktan asla vazgeçmeyeceğim. Resim kitaplardan öğrenilmez. Eski ve yeni üstatları izlemem gerek . Onları İstanbul'da bulamayacağımı biliyorum. Onun için burada kalmalı­ yım. Hem burada tanınmaya başlandım. !ayan birçok

şey

Size son sözüm

şu:

Geri dönmek üzere geliyorum. Oğlunuz O. Hamdy

Osman Hamdi gemi yolculuğu boyunca Maria'ya ülkesinden ve geleneklerinden söz edip durdu . Maria bambaşka bir dünyaya ayak basacağı için çok heyecanlıydı. Osman Hamdi için de durum pek parlak gözükmüyordu . Yıllar sonra baba evine geri dönüyordu. Kardeşi Halil'in doğumunu görememiş­ ti. Küçük Abdullah'ın ölümünde de orada değildi. Diğer kardeşi Galib'in çocuğu olmuştu kısa bir süre önce. Yine orada değildi. Aradan geçen yıllarla beraber çok sevdiği ailesinden uzaklaşmış hissediyordu kendini. Üstelik bavulunda ne hukuk diploması vardı, ne de resim tahsil ettiğine dair bir belge. Maria'ya söyleyememişti ama babasının tekrar Paris'e dönmesine izin vermeyeceğinden de endişe duyuyordu. Gemi Sarayburnu önlerine geldiğinde Maria gördüğü manzara karşında büyülendi. Birbirlerinin arkasına gizlenmek ister gibi gözüken on adet minareyi saymaya çalışıyordu genç kadın. Osman Hamdi kendisine ait bir şeyden söz etmenin gururuyla, "İşte İstanbul," dedi. "İşte Ayasofya . Sultanahmed." Gemi Galata Limanı'na yanaşır yanaşmaz genç çift tayfala rın bağrışları, mal yükleyen tüccarların pazarlıkları, hamalla rın, arabacıların ve satıcıların çığırtkanlıkları arasında kaldı. Maria rıhtımdaki kalabalığın lisanını anlamaya çalışıyordu. Kulağına sık sık tanıdık kelimeler çarpıyordu. Anlayamadığı 47


diller de konuşuluyordu çevresinde . Her milletten insan vardı sanki bu limanda. Çiftin yardımına gelen hamallar bavulları hemen bir at arası­ na yerleştirdi. Osman Hamdi vakit kaybetmeden arabacıya yolu tarif etti. Atlar Galata ile Yeni Cami arasına kurulmuş tahta köprüyü titreterek hızla yola koyuldu. Maria, kucağında Fatma bebeği tutmuş şaşkınlık içinde çevresine bakmıyordu. O anda minarelerinden ezan sesi yükseldi. Maria hayatında ilk defa duyuyordu Müslümanları camiye çağıran sesi. İlgiyle dinledi müezzi ni. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Her şey farklıydı bu şehirde. Atlar Mahmutpaşa Yokuşu'nu zorlanmadan çıktı. Edhem Paşa'nm konağında at arabasının sesini duyan herkes bahçeye akın etmişti. Osman Hamdi doğruca babasının yanına gidip elini öptü. Hemen ardından annesine uzun uzun sarıldı. Sıra kardeşlerine gelmişti. Artık birer yetişkin olan Mustafa ve Galib ile hasret giderdi. Hiç görmediği en küçük kardeşi Halil ise yedi yaşına gelmişti. Onu bir süre kucağına aldı. Ve nihayet Maria'yı ev halkıyla tanıştırdı. Ardından Fatma bebek öpücüklere boğularak elden ele geçti. Hizmetliler küçük beyin dönüşü şerefine Osmanlı mutfağı­ nın en lezzetli yemeklerinden oluşan bir ziyafet sofrası hazır­ lamışlardı. Tüm aile neşe içinde sofraya kuruldu. Osman Hamdi yıllardır özlemini çektiği yemeklere kavuştuğu için masadaki en iştahlı kişiydi. Bu arada Edhem Paşa kusursuz Fransızca­ sıyla gelinine sorular soruyordu . "Evimizi beğendiniz mi Madam?" "Biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim, efendim. Aslında ben daha faklı bir ev bekliyordum." "Nasıl bir ev?" Maria utanarak, "Bana Türklerin iskemleyi bilmediği söylenmişti," dedi. "Yere oturup yemek yiyeceğimizi zannetmiştim." 48


bir kahkaha patlattı. Ardından da, "Bizim ailemiz medeniyetin ne olduğunu bilir kızım," dedi. Yemekten sonra Osman Hamdi Paris'ten getirdiği hediyeleri dağıttı. Babasına ve kardeşi Mustafa'ya son çıkan kitaplardan, annesine ise Parisli kadınların gözdesi renkli şallardan getirmişti. En küçük kardeşi Halil hediyesi tahta atı görünce sevinçten havalara uçtu . Eski sikkelere meraklı olan Galib de bir torba dolusu Fransız parası karşısında küçük Halil kadar sevinmişti. Akşamüzeri genç çift erkenden izin isteyip odaları­ na çekildi. Osman Hamdi ne hissettiğini tam olarak bilmiyordu. Maria içinse beklediğinden kolay olmuştu bir Osmanlı paşasının konağına damdan düşer gibi girmek. Paşa

İbrahim Edhem Paşa'nın büyük oğlunun Paris'ten döndüğü

haberi etrafta çabucak yayıldı. Ertesi gün konak eş dost tarafından işgal edildi. Osman Hamdi misafirlerin karşısına çıkıp aile dostlarıyla hasret gideriyordu. Herkes Paris 'te uzun yıllar geçiren bu yakışıklı gencin parlak bir geleceği olacağı konusunda hemfikirdi. Nicedir ona uygun Müslüman kızlar beğe­ nen uzak akrabalarsa, Maria'nın varlığını öğrenince sükütu hayale uğramışlardı. Edhem Paşa genç çifti birkaç hafta rahat bıraktı. Osman Hamdi fırsattan istifade Maria'ya doğup büyüdüğü şehri gezdiriyordu. İlk günün sonunda Maria, "Hayatım boyunca hiç bu kadar çok başıboş köpeği bir arada görmemiştim," dedi. Genç kadın Boğaz'da kayıkla dolaşmaya bayılmıştı. Osman Hamdi Tophane İskelesi'nden sık sık sandal kiralıyor, kürekçilere cömert bahşişler verdiği için de gezinti Boğazkesen Kalesi'ne kadar uzanıyordu. Genç çift saatler boyunca kayığın zeminine yerleştirilmiş minderlerde el ele diz dize oturup manzaranın keyfini çıkartıyordu. Maria çok meraklıydı. Gördükle49


riyle ilgili durmadan sorular soruyordu . En çok da Galata Kulesi'ni merak etmişti. Osman Hamdi kulenin Bizans'tan kalan bir Ceneviz yapısı olduğunu söyleyince Maria, "Çıkmamıza izin verirler mi?" diye sordu hemen. Ertesi sabah yetmiş metrelik kulenin içindeki spiral merdivenleri nefes nefese tırmandılar. En üst katta bir kahvehane vardı. İçeride bir sürü erkek oturmuş nargilelerini tüttürüyorlardı. Avrupalı olduğu belli olan bir gezginse teleskopa benzeyen dürbününü parmaklıklardan dışarı doğru uzatmış şehre bakıyordu. Onun haricinde herkes işini gücünü bırakıp gözlerini genç çifte dikti. Osman Hamdi, Maria'nın elinden tuttuğu gibi koni şeklindeki çatıyla kulenin bağlantısını sağlayan ahşap merdiveni çıkmaya başladı. Terasa ulaştıklarında yedi tepeli Konstantinopolis bütün ihtişamıyla onları selamladı. Maria, Kapalıçarşı'ya gidip saatlerce dolaşmaktan da bık­ mıyordu. İpek kumaşları, altın takıları, porselenleri ve gümüş­ lerle süslü pabuçları saatlerce inceliyordu. Osman Hamdi karısını mutlu etmek için ona bol bol hediye aldı. Genç çiftin neşesi yerindeydi. Gecikmiş bir balayı yaşıyorlardı sanki. İlk başlarda hemcinslerinin giydiği kıyafetleri yadırgamıştı Maria. Osmanlı kadınları sokağa çıktıkları zaman ferace deni len elbisenin içine saklanıyorlardı. Ayak bileklerine kadar uza nan feraceler o kadar boldu ki kadınların vücut hatları tüm bakışlardan sakınmış durumdaydı. Ama elbiseler rengarenk boncuklarla ve göz alıcı işlemelerle süslenmişti. İstisnasız tüm kadınlar başlarına da örtü takıyorlardı. Yüzlerse yaşmak denilen ince bir tülün ardında silikleşiyordu. Ama ağız ve burun hala buradayım demeyi sürdürüyordu . Osman Hamdi, Paris'te kaldığı yıllar boyunca kafasının içi gibi elbiselerini de Batılılaştırmıştı. Sürekli olarak redingot giyiyordu. Boğazına kadar düğmeleri olan bu ceket, Tanzimat'tan sonra İstanbul'da moda olmuştu. Halk redingotu 50


Frenk elbisesi olarak görse de üst düzey devlet memurları, aydınlar hep onu giyiyorlardı. Maria ise Osmanlı kadınları gibi sıkı sıkıya olmasa da sokağa çıktığı zaman başını bir tülbentle örtmeye başlamıştı. Beşiktaş'a doğru yürüyüş yaptıkları bir gün kocasına, "Günlerdir Konstantinopolis'te geziyoruz, ama sokakta tek başına yürüyen bir tane bile kadın görmedim," dedi. Osman Hamdi, maalesef der gibi kafasını salladı. "Burada kadınlar grup halinde dolaşır. Eğer kadın önemli birinin eşiyse ve dışarı çıkmak istemişse haremağası ona eşlik eder." Maria Paris'teki kadınların ne kadar şanslı olduklarını yeni fark etmişti. Türk kadınları içinse üzülmüştü. Ama kocasına bir şey söylemedi. O akşam yemekten sonra İbrahim Edhem Paşa oğluna kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi. Osman Hamdi oturma odasına giderken babasının hangi konuyu açacağını tahmin edebiliyordu. Paşa oğluna karşına oturmasını işaret etti. Kahvesinden bir yudum aldıktan sonra da, "Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun bakalım?" diye sordu. Osman Hamdi kendinden emindi. Bacak bacak üstüne attı ve, "Resme karşı olan ilgimi biliyorsunuz," dedi. "Bu konuda Batı'nın çok gerisindeyiz. Arayı kapatmamız lazım. Bu nedenle ... " Paşa oğlunun sözünü kesip, "Resim tahsili için Paris'e öğrenciler yolladı sultanımız," dedi. "Oradayken birçoğunu tanımışsındır. Onlar yaparlar bahsettiğin işleri. Ahmed Ali için çok usta bir ressam olacak diyorlar." Osman Hamdi dudaklarını ısırmıştı. Ama hepsi bu kadar değildi. Paşa koltuğunun arkasına yaslanıp ağzındaki baklayı çıkardı:

51


"Midhat

Paşa Bağdat'a

vali oluyor. Yanında götürmek için okumuş yazmış adamlar arıyor . Geçen gün Şurayı Devlet toplantısında paşa ile konuştuk. Senin hakkında malumat istedi benden. Anlattıklarımdan çok etkilendi. Kısa bir süre sonra Bağdat Vilayeti Yabancı İşler Müdürlüğü' nü teklif edecek sana . Bence pek uygundur." İşte bu kısa konuşmanın ardından Osman Hamdi kendisini yeni bir yolculuğun beklediğini anlamış oldu . Çaresizce odası­ na çıkıp daha yeni boşalttığı bavullarına baktı. Paris hala aklındaydı. Oraya bir an önce dönmek için can atıyordu . Ama . hayallerini ertelemeliydi. Geleceği yine babası tarafından de

planlanmıştı . Bağdat'a

gidiyordu!

52



Bağdat'ta

Midhat Paşa ve Ahmet Mithat ile. Osman Hamdi sol başta.


Midhat Paşa 1869 yılında bile Osmanlı'nın en göze batan devlet adamlarından biriydi. Batı tarafından hasta adam olarak adlandırılmaya başlanan bir imparatorluğun en reformist yöneticisi olduğu biliniyordu. Paşanın aklında neler neler yoktu ki! İlk adım olarak padişahın bile uymakla mükellef olacağı bir anayasa hazırlanmalıydı. Böylece keyfi uygulamalar son bulacaktı. Paşaya göre mutlak monarşinin devri çoktan kapanmıştı. İmparatorluğun tekrardan saygın bir güç olabilmesi için acilen bir meclis açılmalıydı. Birçok Avrupa devleti, monarşi ile parlamentoyu bir arada işletmeyi başarmıştı. Osmanlı da pekala böyle bir sistemle yönetilebilirdi. Midhat Paşa on yaşında Kuran'ı hıfz etmiş ve gençliği boyunca Fatih Camisi'nde verilen derslere katılmıştı. Daha sonra Avrupa'yı gezmiş, Batı'nın ulaştığı uygarlık seviyesini kendi gözleriyle görmüştü. O andan itibaren de Avrupa'da edindiği modern hayat tecrübeleri kişiliğinde baskın hale gelmişti. Pa55


şa

daha sonra çok çalışmış, devlet kademesinin basamakları­ bir bir tırmanmıştı. Tuna valisiyken Silistre, Vidin ve Niş gibi bölgelerin en uzak köşelerine kadar ulaştırdığı bayındırlık ve eğitim hizmetleriyle kendinden söz ettirmişti. Hatta Sultan Abdülaziz Avrupa seyahatinden dönerken Tuna vilayetine uğ­ ramış ve Midhat Paşa'ya, "Buraların gezdiğim Avrupa şehirlerinden hiç farkı kalmamış; sizi canı gönülden tebrik ederim," demişti. Midhat Paşa İstanbul'a döndükten sonra Devlet Şurası adında bir kurul oluşturdu. Bundan böyle devlet yönetiminde şuranın da söz hakkı olacaktı. Bu arada muhalifleri, paşanın asıl hedefinin Meclisi Mebusan'a zemin hazırlamak olduğunu çoktan padişahın kulağına fısıldamışlardı. Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Ama paşa ne yaptı ne etti Devlet Şurası'nın açılması için Abdülaziz'i ikna etti. Kendisi de şuranın başkanı olmuştu. Fakat bu yeni görevinde bir yılı dolduramadan statükonun devamından yana olan sadrazamla ters düştü. Hayallerini gerçekleştirmek için İstanbul'da gerekli ortamın henüz oluşmadığını anlamıştı; uzak bir yere tayinini istedi. O sırada boş olan Bağdat Valiliği tam da ona göreydi. Bu isteği saray tarafından uygun bulundu. Paşa artık gönüllü sürgün sayılırdı. Osman Hamdi'yi yeni göreviyle ilgili sevindiren tek şey Midhat Paşa'yla beraber çalışacak olmasıydı. Onu daha yakından tanımaya can atıyordu. İmparatorluğun geleceği için paşanın düşüncelerinin bir an önce hayata geçmesi gerektiğini Osman Hamdi de kabul ediyordu. Öte yandan, devlet memurluğuna başlayacağından dolayı oldukça kaygılıydı. O güne kadar hiç yöneticilik yapmamış, dahası tam zamanlı herhangi bir işte çalışmamıştı. Kendini sadece resim konusunda yetkin görüyordu. İstanbul'daki son gecesini bunları düşünerek geçirdi. Huzursuzdu. Yatağında bir oraya bir buraya dönüp duruyordu. nı

56


Maria kocasının sıkıntısını fark etmekte gecikmedi. Ona cesaret vermek için, "Fransızcan çok iyi Hamdi" dedi. "Hatta benden bile iyi. Yabancı yetkililerle nasıl konuşulacağını, onların nelerden hoşla­ nacağını senden iyi kimse bilemez. Paris Sergisi'ni hatırlasa­ na! Orada her milletten insanla tanışmıştın ve hepsiyle iyi iliş­ kiler kurmuştun. Bağdat'ta, yabancı işler müdürü olarak çok başarılı olacağına inanıyorum."

Osman Hamdi karısından duyduğu sözler sayesinde biraz rahatlamıştı. Ona sarılarak uykuya daldı. Vedalaşma sabah erken saatte gerçekleşti. Osman Hamdi karısını ve kızını İstan­ bul' da bırakıyordu. Ama gözü arkada kalmayacaktı. Anne babasının Maria ile Fatma'ya en iyi şekilde bakacağından emindi. Eğer Bağdat'taki görevi uzarsa Maria bu süreyi Paris'te de geçirebilirdi. Bu konuda karısını özgür bırakmıştı. Bundan böyle Bağdat vilayetini yönetecek olan kafile, sakin bir gemi yolculuğunun ardından Antakya'ya ulaştı. Sonra Halep üzerinden Bağdat'a doğru zahmetli bir tren yolculuğu başladı. Diğer görevlilerin çoğu Midhat Paşa'yı eskiden beri tanıyorlardı. Tuna valiliği yıllarında paşa ile beraber omuz omuz çalışmışlardı. Ekip kısa sürede, Paris'ten yeni dönmüş olan genci de aralarına kabul etti. Aslında herkes Osman Hamdi'ye gıptayla bakıyordu. Onun dokuz yıla yakın Paris'te kalmış olması başlı başına bir saygınlık nedeniydi. Yurtdışınday­ ken biraz hukuk, biraz da sanat tahsil etmiş olmasıysa saygın­ lığı hayranlığa dönüştürüyordu.

Kafile, 1869 Temmuzu'nun son günlerinde Bağdat'a ulaştı. Onları kırk sekiz derecelik bir sıcak karşılamıştı. Osman Hamdi hayatında ilk defa böylesine sıcak bir güneşle yüzleşmek zorunda kalıyordu. Nefes almak bile zordu. Yöre halkı yaz aylarında öğlenden sonra uykuya dalıp, ikindi ezanına kadar kes-

57


tirmeyi adet edinmişti. Ama İstanbul'dan gelen yeni yöneticilerin işe dört elle sarılmaları gerekiyordu. İlk önce şehrin merkezindeki hükümet konağının yakınlarında personel için evler kiralandı. Taşınma telaşı bittikten sonra Osman Hamdi etrafta bir tur attı. Bağdat'a alışması hiç de kolay olmayacaktı doğru­ su . Daha birkaç ay öncesine kadar Paris'te yaşıyordu. Her köşeye yayılmış kafelerden, onların içini dolduran birbirinden şık hanımlardan, heykellerle süslenmiş yemyeşil parklardan, tiyatrolardan ve müzelerden uzakta şimdi nasıl yaşayacaktı? Bir emrivaki sonucunda kendini Bağdat'ta bulmuştu. Babasına karşı büyük bir kızgınlık belirdi içinde. Dünyaca meşhur bir ressam olmayı düşlediği günler çok gerilerde kalmıştı artık. Paris'ten ayrıldığına bin pişmandı şimdi. Tüm gençlik hayallerini orada bıraktığını daha yeni yeni fark ediyordu. Neyse ki Bağdat'ta arkadaşlarıyla beraber kaldığı ev kısa sürede politika ve edebiyat tartışmalarının yapıldığı, Fransız­ ca şarkıların söylendiği, piyano konçertolarının dinlendiği ve bol bol şarap içildiği bir mekana dönüştü. Özellikle akşam yemeklerinde Midhat Paşa ile sohbet etmek herkes için eşsiz bir deneyim oluyordu. Paşa o sırada kırk yedi yaşındaydı ve çok şey görüp geçirmişti. Bir gece sofradayken Osman Hamdi'ye doğru dönüp, "Siz de liberal misiniz?" diye sordu. Osman Hamdi ne diyeceğini bilemedi. O günlerde liberal demek, padişahın yetkilerini sorgulayan demekti. Sessizlik uzayınca paşa sorduğu soruya yine kendisi cevap verdi: "Paris'te kalan herkes biraz öyledir zaten. Ben 1858 senesinde dört ay kaldım Paris'te. Siz daha çocuktunuz o zamanlar . İyi bilirim oranın siyasi atmosferini. Sokaklarında birkaç adım atmak veya kafelerinde birkaç saat oturmak yeterlidir . İnsan özgürlüğün tadını alır . "

58


Midhat Paşa, Osman Hamdi'den sadece iki yıl önce gitmiş­ ti Paris'e ve sadece birkaç ay kalmıştı. Ama Osman Hamdi bozuntuya vermedi. Paşayı dikkatle dinlemeyi sürdürdü. "Her medeni millettin bir anayasası, bir de meclisi olmalı­ dır . Beni tanıyan herkes bu fikirde olduğumu bilir. Şurayı Devlet önemli bir adımdı ama tahammül edemediler . Bir türlü rahat bırakmıyorlar devlete hizmet etme niyetindeki adamları. Şimdi de ne konuşuluyor biliyor musunuz? Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da yaptığını ben de Bağdat'ta yapacakmı­ şım. Nereye gitsem hep bu söylenti geliyor peşimden. Sözde özerk bir yönetim planlıyormuşum burada. Elbet padişahımız da duyuyordur bu söylenenleri." Midhat Paşa'nın sözleri masada buz gibi bir hava estirmiş­ ti. Bazıları, "Hiç öyle şey olur mu Paşa Hazretleri," diye mırıldandı. Ama herkes Osmanlının çalkantılı bir döneme doğru ilerlediğinin farkındaydı. Geleceğin ne göstereceği bilinmezdi ama Midhat Paşa ya kazanacaktı ya da kaybedecekti. İstediklerini almadan uzlaşmaya varacak biri olmadığı apaçık ortadaydı. Paşa, önünde duran şarap kadehinden bir yudum aldıktan sonra, "Aman canım ne derlerse desinler," dedi. "Biz burada işi­ mize bakalım. Vilayetin hali içler acısı." Osman Hamdi kısa sürede kararını verdi. Bu aydın Osmanlı paşası gerçekten de imparatorluğun kaderini değiştirebile­ cek bir güce sahipti.. . Kafileyle beraber Bağdat' a gelenler arasında Tuna'da paşa ile beraber çalışmış bir kalem erbabı olan Ahmed isimli bir genç de vardı. Midhat Paşa onu sever, yanından hiç ayırmaz­ dı. Genç yazar da her gittiği yerde bir gazete çıkartır, reformist düşünceleri savunurdu . Osman Hamdi kısa sürede Ahmed'le 59


de dostluk kurdu . Akşam yemeklerinden sonra iddialı satranç partileri düzenliyorlardı. Sonra sohbet gece yarılarına kadar uzuyor, memleket meseleleri konuşuluyordu. Böyle sohbetlerde Osman Hamdi genç gazetecinin tam olarak ne düşündüğü­ nü bir türlü anlayamazdı. Bazen onun Batılılaşma yanlısı bir aydın olduğu kanısına kapılır, sonra fikrini değiştirip Ahmed'in ateşli bir muhafazakar olduğuna kanaat getirirdi. Ahmed, Osman Hamdi'den sadece iki yaş küçüktü . Ama iri yapısı, fazla kil9ları ve uzamış sakallarıyla olduğundan daha yaşlı görünüyordu. Vilayet konağında onu Midhat Paşa ile karıştıranlar bile oluyordu. Ahmed'in çocukluğu oldukça zor geçmişti. Babasını küçük yaşta kaybettiği için birçok işte çalışmak zorunda kalmıştı. "Mısır Çarşısı'nda aktar çıraklığı bile yaptım," dedi. Osman Hamdi paşa babasının sayesinde bu yaşa kadar çalışmak zorunda kalmadığını arkadaşından gizlemeyi tercih etti. Ardından da, "Annem çok meraklıdır otlara," diye cevap verdi. "Tüm hastalıklar için özel formülleri vardır. Çocukken ne zaman öksürsem hemen birkaç parça ot karıştırır , tuhaf renkleri olan çaylar demlerdi." Bunun üzerine Ahmed yerinden kalktı ve arkadaşı için özel bir çay hazırladı. Fincanı uzatırken, "Bu cehennem sıcağında insanın hararetini alır," dedi. Osman Hamdi Ahmed 'in karışımını beğendi. Daha ilk yudumunda keskin nane tadını duyumsamıştı. Daha başka otlar da yeni arka olduğu kesindi. Çayını yudumlamayı sürdürürken daşına,

ile nasıl tanıştınız, " diye sordu. "Ağabeyim Tuna vilayetinde paşanın himayesinde çalışı­ yordu. Bense İstanbul'da ne yapacağımı bilemez haldeydim . Cebimde beş kuruşum yoktu. Kalkıp ağabeyimin yanına gittim "Midhat

Paşa

60


ve vilayette bazı yazı işlerine yardımcı olmaya başladım. Bir gün tesadüf eseri kalemim Midhat Paşa'nın dikkatini çekmiş. Beni hemen işe aldı. Daha doğrusu bana bir meslek kazandır­ dı. O gün bu gündür nereye gitse beni de göreve çağırır." Osman Hamdi çayını yudumlamayı sürdürürken eski zamanlardan söz açtı. İki arkadaşın birçok benzer çocukluk anı­ sı vardı. Hemen hemen aynı yıllarda ve aynı semtlerde büyümüşlerdi. İkisi de Dolmabahçe Sarayı'nın yapım halinde olduğu günleri çok iyi hatırlıyordu. "Kırım Savaşı sırasında Beşiktaş'taki okulumdan çıktığım bir gün Fransız askerlerinin arasına karışıp Tophane'ye kadar yürümüştüm," dedi . Osman Hamdi. "Hatta biri, daha önce hiç tatmadığım kadar nefis bir çikolata vermişti bana." "A, evet ben de hatırlıyorum o günleri," diye karşılık verdi Ahmed. "Boğaz'daki Fransız ve İngiliz gemilerini seyrederdik bütün gün. Selimiye Kışlası'nın yanındaki İngiliz ordugahına bakardım karşı kıyıdan. Tepeler İngiliz askerlerinin beyaz çadırlarıyla kaplanmıştı. Cepheye gidecek askerler son hazırlık­ larını yaparlardı orada." Osman Hamdi de tekrardan görür gibi olmuştu on iki yaşındayken bakakaldığı manzarayı. Askerlerin sabah saatlerinde yaptığı atış talimini ta karşı kıyıdaki okulundan duyardı. Bütün sınıf arkadaşları gibi o da korkardı patlayan silahlardan. Ama babasının, "Onlar dost askerler" dediğini hatırlar, korkusunu çabucak yenerdi. O gece Bağdat'ta olduğunu unutup, kendisini çocukluğuna götüren rüyalar eşliğinde uyudu. Kadere inanıp inanmadığını bilmiyordu. Ama gelecek üzerine planlar yapmaktan çoktan vazgeçmişti!

Günler hızla geçiyor ama Osman Hamdi Bağdat'ta kendisini hala yabancı biri gibi hissediyordu. Paris'i ilk gördüğünde 61


orada yaşayan insanlara çok imrenmişti. XIX. yüzyılda Avrupa'ya ayak basan tüm Osmanlı aydınları gibi onun da aklın­ dan, bir gün benim ülkemdeki şehirler de böyle olmalı, düşün­ cesi geçmişti. Ama hiç şüphe yoktu ki Bağdat, Osmanlı modernleşmesini şiar edinmiş insanlar için umut öldürücü bir kara parçasıydı. Osmanlı sadece İstanbul'dan ibaret değildi. Midhat Paşa'nın dediği gibi, yapacak daha çok iş vardı. Paşa asla pes etmiyordu. Her gittiği yere çabucak uyum sağlıyor, yapılan eleştirilere kulaklarını tıkadıktan sonra da işine gücüne koyulurdu. Osman Hamdi ise kendisini ıssız bir çölün ortasında kaybolmuş gibi hissediyordu. İçindeki buhranla nasıl başa çıkabileceğini bilemiyordu artık. Paris'teyken herkes onu Doğulu biri olarak görmüştü . Ama o gerçek Doğu'yu ömründe ilk defa Bağdat'ta tanıyordu. Buranın ne iklimine ne de insanlarına alışabilmişti. Karısının ikinci çocuğuna hamile olduğunu öğrendiğinde kaçıp kurtulmak istedi bu Tanrı'nın bile unuttuğu topraklardan. Hatta bir gece bavulunu bile topladı. Ama yapamadı. Cebinde taşıdığı istifa mektubunu yırtıp attı. Ruhunda günbegün derinleşen tezat bedenine de yansı­ mış, yaz sıcağında ateşlenip yataklara düşmüştü . Herkes geceleri yarı çıplak uyurken o üstüne kat kat yorganlar örtüyordu. Doğal olarak birkaç saat sonra ateşi yükseliyor, kan ter içinde gözlerini açıyordu. Ardından yatağından fırladığı gibi evin verandasındaki sallanan iskemleye koşuyordu. Yaşamdan zevk aldığı tek andı bu. Bağdat semalarını aydınlatan binlerce yıldı­ za bakmak ne kadar da rahatlatıcıydı. Her sokağı aydınlatılmış Paris'te bu kadar yıldızı hiç bir arada görmemişti. Ama biraz sonra güneş doğacak ve yeni bir gün başlayacaktı. Oysa ne çok isterdi zamanın durmasını, sonsuza dek o iskelemde oturmayı. Bir şiir dolanmıştı diline. Şafağı bekleyen umutsuz dudaklarından hep o şiirin mısraları dökülüyordu :

62


Efsanenin dediği gibi eğer Bu dünyada her insana Bir yıldız hükmediyorsa Parlak olmayan benimki Muhakkak ki kayan bir yıldızdır. Pek yaşlı değilim ben Ama çok seyahat ettim Ve devam ederim, ümit ederim Tıpkı gezgin Yahudi gibi Dolaşmaya dünyada Ve yürürken yaşlanmaya. Yolumda ölüme rastlarsam eğer Ona sadece şunu derim, merhaba güzelim Pişmanlık ve korku olmadan, elimi uzatarak ona Karanlık mezara gömülürüm Ama şimdilik haydi kaçan yıldızım Uçan kuşun gölgesi gibi geliyorum sana. Sabahın

ilk

ışıklarıyla

esmeye başlayan ılık çöl rüzgarına emanet ederek tekrar uykuya dalıyordu Osman Hamdi. Diline dolanan şiiri hangi mısrasında terk ettiğini hatırlayamıyordu uyanınca. Yine böyle bir sabah kalemini eline aldı. Sıkıntısından ancak babasıyla derleşerek kurtulabileceğini biliyordu. Ama nedense bir türlü içindeki fırtınayı sözcüklere dökmedi. Paşa'ya Bağdat'taki siyasi gelişmeleri özetlettiği bir mektup yazmakla yetindi: çıplak göğsünü

Saygıdeğer Pederim, Arap halkını anlamaya ve onları medeniyetleriyle beraber kabul etmeye çalışıyorum. Tabii bir medeniyetleri

63


varsa! Bağdat'ta oldukça primitif bir yaşam var. İnsan bu ilkelliği her yerde görebiliyor. Burada şehirler çölün ortasındaki tepelere kurulmuş. Kendi kendime bu saklı şehir­ lerde gerçekten de XIX. yüzyıl insanları mı yaşıyor diyorum. Devlet için çalışanlar arasında namuslu bir adama rastlamak pek mümkün değil. Tüccarlara gelince en saygın sayılanı Fransa'da olsa kürek cezasına çarptırılırdı. Her gün rüşvet yemiş memurları kapı dışarı ediyoruz . Burada çok adama ihtiyacımız var. Gelmeyi isteyecek tanı­ dıklarınız varsa çok memnun oluruz . Açıkça ifade etmem gerekirse Bağdat'taki yöneticiler yıllardır baskıcı bir politika izlemişler. Kutsal emanetleri korumaktan başka hiçbir refah etkinliği geliştirmemişler. Büyük Britanya 'nın bölgeyle ilgili planlar yaptığı herkesçe biliniyor. Hindistan 'da elde ettikleri egemenlik Bağdat'a doğru uzanıyor. İngilizlerin bölgedeki gücü arttıkça halk nezrinde de yüceliyorlar. Onlara iki adım mesafede olan bizler ise küçük düşmüş oluyoruz. Söz konusu gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu 'nun bölgedeki gücü üzerinde etkili olabilir mi? Ayrıca İngilizlerin bazı bölgelerde yöre halkıyla savaşmadan sadece ticaret silahını kullanarak egemenlik sağladığını da unutmaya lım. Her ne kadar İngilizcenin dünyanın birçok yöresinde artık daha çok konuşulduğunu kendi kendimize söylemeye tenezzül etmesek de, günün birinde İngiliz bayrağının körfez semalarında veya Bağdat kapılarında dalgalandığını görmemiz bizim için sürpriz olmaz . Acaba bölgenin bütün Müslüman halkını tek bir şemsiye altında toplayabilir miyiz? Bu konularda sizinle istişare etmeyi ve engin bilgilerinizden yararlanmayı sabırsız­ lıkla bekliyorum.

64


Saygıdeğer

Pederim, size en içten yor ve saygılarımı sunuyorum.

selamlarımı

yollu-

Oğlunuz

Osman Hamdy Midhat Paşa Tuna'da edindiği tecrübeyi vakit kaybetmeden Bağdat'a taşımayı başarmıştı. Paşa bölge limanlarını canlandırıyor, hastaneler, köprüler yaptırıyor ve köylülere çok uygun faizli krediler veriyordu. Yıllar önce kapanmış limanlar tekrardan faaliyete geçmişti. Paşa, emrindeki askerleri yerel isyancıların üzerine sürmekte de gecikmemişti. Yıllardır Bağ­ dat'taki hiçbir otoritenin baş edemediği kanunsuzluklar yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Osman Hamdi şehrin merkezinde dolaştığı bir gün darağacında sallanan üç ceset gördü. Hemen civardaki bir kahvehaneye girip olayı soruşturdu ve cesetlerin isyan eden aşiret reislerine ait olduğunu öğrendi. Başka bir gün ise Pers ülkesinden Bağdat'ı ziyarete gelen bir yetkilinin Şii mezhebine bağlı halk tarafından nasıl coşkuyla karşı­ landığına tanık oldu. Karşılama kısa sürede büyük bir şenliğe dönüşmüştü. Onlarca kurban kesildi. Atılan zılgıtlar kulakları tırmalarken kalabalık hepten kendinden geçmiş gibi yöresel bir dansın ritmine kapılmıştı. Kadınlar da başlarındaki örtüleri havaya atıp raks etmeye başlamışlardı. Erkeklerse revolverlerini çıkartıp hiç durmadan havaya ateş ediyorlardı. Osman Hamdi çevresinde olan biteni seyrederken mezhep bağının bölgedeki insanlar için en kuvvetli birleştirici olduğunu fark etmişti. Körfezin geleceğinde Osmanlı'nın tayin edici bir etkisi olabilecek miydi? O günlerde en çok bu soru takılmıştı kafasında. Yaşayıp göreceğiz, demişti bir seferinde Midhat Paşa. Doğrusu da buydu galiba . Osman Hamdi yaşadığı coğrafyaya uygun kıyafetler giyme adetini burada da sürdürüyordu . Özellikle yaz aylarında Arap-

65


!ar gibi giyinmekten çekinmiyordu. Vilayette işinin olmadığı günlerde üzerine beyaz bir entari alıyor, kafasını yine aynı renk bir örtüyle sarıyor, ayaklarına da rahat bir sandalet geçiriyordu. Yeri geldiğindeyse Bağdat'taki en modern giyinen beyefendi olmayı başarıyordu. Osmanlı yöneticileri arasında pötikareli takım elbise giyen tek centilmen oydu. Vilayetin yabancı elçilere verdiği davetlerde herkes onu bir Avrupalı zannediyordu. Osman Hamdi resmi işlerden vakit buldukça resim yapma yı da ihmal etmiyordu . Bölgenin etnik yapısı oldukça ilgisini çekmişti. Kalın dudaklı zencilerden yerel kıyafetler giyinmiş bedevilere, ürkek bakışlı genç kızlardan cephanelik gibi yelekleri olan çöl savaşçılarına kadar değişik değişik insanlarla çalışma fırsatı bulmuştu. Bazen çizdiği resimleri kendisine poz verenlere armağan ediyordu. Ayrıca yeni bir ilgi alanı edinmişti. Geceleri odasına kapanıp bölgenin tarihiyle ilgili kitaplar okuyordu. Mezopotamya'da kökleri binlerce yıl gerilere giden bir medeniyetin varlığı bilim çevrelerince bir süredir tartışılıyordu. Hatta bölgede kurulmuş olan uygarlığın Mısırlılar­ dan bile eski olduğu söyleniyordu. En iyisi kendi gözleriyle görmekti. Bağdat'ın kuzeyinde bulunan çeşitli kalıntılara katır sırtında ziyaretler yapmaya başladı. Bölge halkı on yıllardır oralara gelen yabancı arkeologlara alışkındı. Ama karşılarında ilk defa harabelere meraklı bir Türk görüyorlardı. Tam da o günlerde vilayet konağının kapısına bir köylü da dandı. Adam her gün geliyor ve Midhat Paşa'yı görmek istediğini söylüyordu . Ama her defasında görevliler adamı zor kullanarak uzaklaştırıyorlardı. Midhat Paşa günler sonra bu sahneye tanık oldu ve hemen adamın içer i alınmasını emretti. Nihayet kendini paşanın karşısında bulan köylü cebinden tahtaya benzeyen garip bir nesne çı kardı ve "Efendim," diyerek söze başladı :

66


"Bunu bizim tarlada buldum . Ne yapacağımı bilemedim. Atsam atılmaz, satsam satılmaz . En iyisini siz bilirsiniz." Köylü elindekini Midhat Paşa'nın masasına koyup odadan çıktı. Paşa kilden yapılmış garip nesneyi eline aldı ve uzun uzun inceledi. Çok geçmeden bunun eski medeniyetlere ait bir tablet olduğunu anladı. Akşam Osman Hamdi'nin de hazır bulunduğu yemek masasında tablet gecenin konusu oldu. Osman Hamdi okuduğu arkeoloji kitaplarında çiviyazısı tabletlerinin fotoğraflarını görmüştü. Ama ilk defa orijinal bir tableti eline alıyordu. Kil parçasının üzerinde birbiriyle kesişen yüzlerce küçük çizik vardı. Tableti ters çevirdi, yan tuttu ama hiçbir türlü çizgileri bir şe­ ye benzetemedi. Ama elinde tuttuğu kil parçası onu büyülemişti. Binlerce yıl öncesinden gelen o çamur rengindeki nesne, Osman Hamdi'yi bambaşka bir boyuta taşımıştı sanki. Parmaklarının ucundan başlayan bir titreme kısa sürede bütün vücudunu sardı. Bu duyguyu daha önce sadece Louvre Müzesi'ni gezerken tatmıştı. Paşaya doğru dönüp , "Tableti ne yapmayı düşünüyorsunuz , Efendim " diye sordu. Midhat Paşa Osman Hamdi'nin görüşlerine her zaman değer verirdi. Hele konu kültür tarihi ve sanat olunca bu gencin ne diyeceğini merak ederdi. Osman Hamdi'ye, "Sizce değerli mi bu?" diye sordu. "Bence kıymeti büyüktür Paşam . Çiviyazılarını okumayı başaran uzmanların olduğunu duymuştum. Onlardan biriyle temasa geçene kadar tableti muhafaza etmeliyiz." "O zaman en iyisi İstanbul'a göndermek. Zannedersem Aya İrini'de bu tarz antikalar biriktiriliyor ." Masadaki herkes gibi Ahmed de Osman Hamdi'nin kültür birikimine hayrandı. İçinden, şu işe bak, koskoca Midhat Paşa bile ona danışıyor, diye geçirdi. Yemekten sonra bir fırsatını

67


bulup Osman Hamdi'den kendisi için kitaplar tavsiye etmesini istedi. Öğrenmeye açtı Ahmed. Bilmek istiyordu her şeyi. Birkaç gün sonra bir listeyle çıkageldi Osman Hamdi. Ahmed kendisi için hazırlanmış okuma listesine uzun uzun baktı. Fransız edebiyatının en seçkin örnekleri, aydınlanma filozoflarının kitapları ve dünya tarihi üzerine yapılmış çalışmalar vardı listede. "Sakın parana acıma," dedi Osman Hamdi. "Hepsini sipariş et Fransa'dan . Meselelerin iç yüzüne vakıf ol, ondan sonra tartış."

Ahmed arkadaşının öğüdünü dinlemekte kararlıydı. Neredeyse bütün maaşını kitaplara yatırdı. Tam iki ay sonra kitaplar Bağdat'a ulaştı. Artık geceleri kimse Ahmed'i görmez olmuştu. Odasındaki mumlar sabaha kadar yanıyordu. Ama birkaç hafta sonra okumaya ara vermesi gerekti. Çünkü Ahmed 'in ağabeyi aniden ölüvermişti. Osman Hamdi arkadaşını bu zor günlerinde yalnız bırakmadı. Midhat Paşa da Ahmed'e destek oluyordu. Hatta bir gün Paşa, Ahmed'e yeni bir ağabey olabilmek için kendi adını vermeyi önerdi. Ahmed de bu öneriyi sevinçle kabul etti. Genç gazeteci, bundan böyle Ahmed Midhat olarak anılacaktı. Bu arada Osman Hamdi, İstanbul'dan gelen haberle bir kızı daha olduğunu öğrendi. Maria mektubunda hem kendisinin, hem de bebeğin sağlığının iyi olduğunu müjdeliyordu. Küçük kıza daha önce kararlaştırıldığı gibi Hayriye ismi verildi. Osman Hamdi de babasından Hayriye'nin bir fotoğrafını çektirip bir an önce Bağdat'a yollamasını rica etti. İçindeki özlemi bir nebze de olsa dindirebilmek adına bulduğu en iyi çözüm buydu ... vilayetindeki çalışmaları Midhat Paşa'nın ününe ün katmıştı. Osman Hamdi de özverisiyle herkesin takdirini toplamayı başarmıştı. Genç diplomat, İngiliz ve Fransız konsoloslukBağdat

68


resepsiyonlarda yabancı yetkililerle pazaryapmaya bile başlamıştı. Bağdat'ta elde edilecek ticari imtiyazlar meselesi, Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında hassas dengelerin gelişmesine neden olmuştu. Kerbela ve Hicaz'dan geçen hac yollunu takip eden ticaret kervanları, aynı güzergahı yılda dört defa kat ediyorlardı. Bölge halkı yürürlükteki yasaları hiçe sayıp işlerine geldiği gibi davranırken, yabancı temsilciler de kendi ülkelerinin ticaretten daha fazla pay elde etmesi için her türlü yola başvuruyorlardı. Osman Hamdi politikayla ticaret arasındaki çetrefilli ilişkiye ilk defa bu kadar yakından tanık olmuştu. Başı sıkıştığında ya babasına mektup yazıyor ya da Midhat Paşa'ya danışıyordu. Osman Hamdi ile imparatorluğun en meşhur paşası arasın­ daki dostluk gün geçtikçe güçlenmekteydi. Osman Hamdi babasından gelen mektupları okuduktan sonra hemen paşaya götürüyordu . Midhat Paşa bir zamanlar Şurayı Devlet'te bera ber mesai yaptıkları İbrahim Edhem Paşa' nın verdiği havadisleri ilgiyle takip ediyordu. İstanbul'dan gelecek mektup biraz geç kalsa ilk önce Midhat Paşa huysuzlanıyor, Osman Hamdi'ye, "Babandan yeni mektup yok mu?" diye sormaya başlı­ yordu. Edhem Paşa ise oğluna yazdığı mektupların Midhat Paşa tarafından da okunduğunu bildiği için uzun uzun siyasi gelişmelerden bahsetmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bir keresinde Midhat Paşa sofradayken, "İşte, bir baba böyle olmalı," demişti. "Edhem Paşa oğluna en iyi dostuna yazar gibi yazıyor. Oğlum kendine iyi bak, iyi uyu, yemeklerini düzenli ye, seni çok özlediğim vesaire vesaire demeyip daha ciddi konulardan bahsediyor. İstanbul'dan, Fransa'dan, hatta tüm dünyadan her türlü haberi naklediyor. Biz de bu sayede neler olup bittiğini öğrenebiliyoruz." Paşa tam sözünü bitirmişti ki kapıdan içeri bir asker girdi ve selamını verdikten sonra elindeki kağıdı uzattı. Herkes içe-

!arının düzenlendiği lıklar

69


ri pat diyen dalan askerin önemli bir haber getirdiğini anlamış­ Midhat Paşa notu okuduktan sonra düşünceli düşünceli, "Büyük bir isyan çıkmış," dedi. "Yarından tezi yok silahlara sarılmalıyız." O gece sofra erkenden dağıldı. Midhat Paşa'nın kökten ıslahat olarak tanımladığı çalışma­ lar bölgede yaşayanların bir kısmı tarafından hoş karşılanmı­ yordu. Hırsızlık, rüşvet ve haraç üçgeninde işleyen sistem, paşanın darbesiyle paramparça olmuştu. Bölgeye egemen olan güçler eski düzenin geri gelmesini istiyorlardı. Aşiret bağları­ nı da kullanarak bir hamlede binlerce insanı sokaklara dökmüşlerdi. Civar kasabalarda başlayan karışıklık kısa sürede Bağdat'ın merkezine kadar yayıldı. Ama Midhat Paşa da güçlüydü. Bağdat'a sadece vali olarak değil, bölgede konuşlanmış 6. ordunun komutanı olarak da gelmişti. Ertesi sabah Osman Hamdi, paşanın yolunu çevirip, "Ben de sizinle gelmek istiyorum, Efendim" dedi. Midhat Paşa bu öneri karşısında önce mırın kırın etti. "Sana bir şey olursa Edhem Paşa'ya ben ne derim? Katiyen olmaz Hamdi. Burada işinin başında kalmalısın. Savaşın sana göre bir iş olmadığını ikimiz de biliyoruz." Ama Osman Hamdi kararlıydı. Atını hazırlatmış, çölde geçireceği gecelerde kendisine lazım olacak eşyalarını çoktan toplamıştı. Midhat Paşa genç adamın · ısrarları karşısında, "Peki, gel o zaman," demekten başka bir çare bulamadı. Düzenli ordu isyancıların izini bulmakta zorlanmadı. Çatışmalar beklendiği gibi çok şiddetli oluyordu. Hemen hemen her gün sıcak temas sağlanıyor, çölün ortasında cesetler birikiyordu. Midhat Paşa isyancıların gözünün yaşına bakmamakta kararlıydı. Durup dinlenmek nedir bilmeden gece gündüz ilerliyordu. Osman Hamdi ise paşanın yanı başından ayrılmıyordu.- Zaman zaman silahını ateşlemesi gerekse de, tı.

70


Midhat Paşa onu ciddi bir tehlikeye atmayacak kadar çok seviyordu . Geceleriyse belki de hepsinden zordu. Öğlen saatlerinde herkesi kan ter içinde bırakan güneş birden kayboluyor, sonrasında hava insanın içini titretmeye başlıyordu. Osman Hamdi karanlık basınca ilk önce askerler için çıkan tatsız tuzsuz karavanadan yiyordu. Ardından toz ve çamur deryasının içinde kurulan eğreti çadırlardan birine çekilmek zorunda kalıyor­ du. Gece yarısına doğru başlayan kum fırtınasından korunmanın hiçbir yolu yoktu . Çöl sarısı minik kum tanecikleri, çadır­ ları istila etmek için aradıkları gedikleri muhakkak buluyordu. Osman Hamdi çadırından dışarı kafasını bile çıkartamadığı uzun geceler boyunca sadece düşünüyordu. Osmanlı'nın bir parçası olan bu topraklarda yaşayanlar kimlerdi gerçekte? İm­ paratorluğu coğrafi sınırlardan başka birleştiren bir güç var mıydı? Osmanlı olmak neydi aslında? Peki ya Türklük? Yoksa ortak payda Müslümanlık mıydı bu topraklarda? Mum ışığının loşluğu hayallerine de yansıyor, ülkesinin geleceği konusundaki karamsarlığı artıyordu. Paris'teyken hiç düşünmediği konulardı bunlar. Bir sanatçı olarak politikayla hiç ilgilenmemiş­ ti orada. Ama Bağdat'ta bambaşka biri olmuştu sanki. Kendini insanlarına karşı sorumlu hissediyordu artık. Uykuya dalmadan önce eline kağıdını ve kalemini aldı. Her zamanki gibi İbrahim Edhem Paşa'ya mektup yazarak avunmaya çalıştı. Kıymetli

Pederim,

olarak yazı­ Araplara karşı savaşıyoruz. Şimdiden birçok muharebede hazır bulundum . Her defasında galip geldik. Şu işe bakın, demek başıma bunlar da gelecekti. Artık asker oldum!

Size bu satırları yorum. Yaklaşık iki

çadırımda,

yere

haftadır isyancı

71

oturmuş


size meseleyi uzun uzun yazarım. Şimdi daha fazlasını söylemem mümkün değil. Sadece size hayatta olduğumu bildirmek istedim. Benim için endişelenmeyin. Birkaç güne kalmaz size telgraf çekerim. Bütün olup bitenlerden beni haberdar etmeyi sürdürmenizi rica ediyorum. Dünyanın ğeri kalanından nadiren haber alabiliyoruz. Burada o kadar yalnızım ki, kendimi bir balonda tek başıma uçuyormuş gibi hissediyorum. Ruhumun bütün kuvvetiyle sizi kucaklarım . Bağdat'a döndüğümde

Evladınız

O. Hamdy

Osman Hamdi bu mektubu yazdıktan bir hafta sonra Midhat Paşa ile beraber sağ salim Bağdat'a döndü . Çöllerde eşkı­ ya kovalamak onun için bambaşka bir deneyim olmuştu. Yaşamını biriktiriyordu adeta! Her gittiği ülke, tanıştığı her insan ve tanık olduğu her olay ona farklı bir deneyim kazandırıyor­ du . Üstelik daha otuzuna bile basmamıştı. Bağdat'taki yatağını bu kadar özleyeceğini tahmin bile edemezdi. Paşadan birkaç gün için izin istedi. İstirahate ihtiyacı vardı. Günlerdir doğru düzgün gazete okuyamamıştı. Vilayette birikmiş gazeteleri ödünç alıp evinin yolunu tuttu. Uzun süre yatağından çıkmayı düşünmüyordu . Birkaç dakika geçmemişti ki, gazetedeki bir habere ilişti gözü. Bombay'daki Osmanlı elçisi istifa etmişti. Acilen Hindistan'a bir konsolos atanması gerekiyordu . Yattığı yerden cephedeki bir asker hızında kalktı. Elinde bir ay öncenin gazetesi, odanın içinde dolanmaya başladı. Haberi bir kez daha okudu . Sonra da, "Bombay," diye mırıldandı. Üzerine takım elbisesini giyer giymez kendini sokağa attı. Doğruca vilayet konağına gitti. Birkaç dakika öncesine kadar ya-

72


tağında pijamalarıyla

yatan Osman Hamdi şimdi en şık elbisesinin içinde, Midhat Paşa'nın makam odasının önünde dikiliyordu. Kapıdaki görevliye paşanın müsait olup olmadığını sordu. Yaverden, "Paşa rahatsız edilmek istemediğini söylemişti; ama siz girebilirsiniz Hamdi Bey," karşılığını aldı. Midhat Paşa masasında yığılmış evrakları incelemekle meşguldü. Kendisinden daha bu sabah izin isteyen Osman Hamdi'yi karşısında görünce şaşırdı. Elinde tutuğu kalemi kağıtların üzerine bıraktıktan sonra, "Hayrola Hamdi," dedi. "Ne işin var burada?" "Eğer vaktiniz varsa sizinle bir şey konuşacaktım Paşam." "Geç otur bakalım karşıma." Osman Hamdi koltuğa oturur oturmaz kendinden emin bir vaziyette konuşmaya başladı: "Paşam, biliyorum hep benim iyiliğimi istersiniz. Çok mutlu olacağıma inandığım bir göreve talibim." "Neymiş bakalım istediğin görev ." "Bombay elçiliği. Tabii izniniz olursa." Midhat Paşa duyduklarına inanamamıştı. Sadece, "Haydaa," diyebildi. Şaşkınlığı geçtikten sonra da, "Bu da nereden çıktı şimdi Hamdi?" diye sordu. "Paşam, hep Hindistan'ı görmek istemişimdir. Hem orada yapılacak çok iş var. Bölge tamamıyla İngilizlerin egemenliği­ ne girmek üzere. Umman Denizi savaş gemileriyle dolu. Ama Bahreyn Osmanlı hakimiyetini kabul etmeye hazır. Hürmüz Boğazı çevresinde Sünni Müslümanların yaşadığı bölgeler var. Hatta Hindistan'da bile büyük bir Müslüman nüfus var. Bu yüzden Bombay'a kabiliyetli bir temsilci atanmalı. Tabii bir de ticari meseleler var ki, sizin de takdir edeceğiniz gibi onlar da oldukça karışık işlerdir. Demin de söylediğim gibi ben bu göreve talibim."

73


Midhat Paşa, Osman Hamdi'nin Asya'daki gelişmeleri bu kadar yakından takip ettiğini bilmiyordu. Genç adamdan duyduklarına şaşırmıştı. Dahası çok etkilenmişti. Biraz düşünün­ ce Osman Hamdi'nin bu iş için biçilmiş kaftan olduğuna kanaat getirdi. Ama bir sorun daha vardı. "Peki babanız İbrahim Edhem Paşa ne diyor Bombay'a gitme isteğinize?" diye sordu. O anda Osman Hamdi'nin kafası öne düştü . "Henüz haberi yok Efendim," dedi kısılmış bir sesle. "İlk önce size söylemek istedim. Eğer siz uygun görürseniz ona da açacağım düşüncelerimi."

Midhat Paşa iki elini de masaya koyup hızlıca ayağa kalktı. "Benim için uygundur Hamdi. Lakin son sözü paşa pederiniz söyleyecektir. Eğer o da kabul ederse ben Hariciye Nezareti 'ne bir mektup yazıp Bombay'a atanmanızı sağlayabili­ rim." İki adam neşe içinde el sıkıştı. Osman Hamdi paşanın makamından oldukça mutlu ayrılmıştı. Şimdi tek yapması gereken babasının da onayını almaktı. Hemen bir mektup daha ka_leme aldı. "O kadar istekleyim ki, eminim oraya gitme iznini benden esirgemezsiniz," diye bitiyordu satırları . Midhat Paşa'nın bu işe olur verdiğini yazmayı da ihmal etmemişti. Osman Hamdi babasının cevabını beklerken Hindistan'da geçireceği günlerin hayalini kurmaya başladı. Yüksek bir maaş, hareketli bir kent, tüm Batı dünyasının gözlerini diktiği bir kıta ... Çok heyecan vericiydi. Bu Bağdat denen yerden de sonunda kurtulmuş olacaktı. Hem artık Bom bay o kadar da uzak sayılmazdı. Milletlerarası Paris Sergisi'nde devasa bir maketini gördüğü Süveyş Kanalı birkaç ay önce açılmış, Hint Okyanusu ile Akdeniz artık birleşmişti. Canım sıkıldıkça bir vapura atlar İstanbul'a gelirim diye düşünüyordu . "Sadece bir ay sürer yolculuk." 74


Ama Osman Hamdi'nin hayalleri yine kursağında kaldı. Bombay'a başka bir elçi atanmıştı bile. Zaten İbrahim Edhem Paşa bu işe hiç de hevesli olmadığını mektubunda belli etmiş­ ti. Bombay'a gitme fikri Osman Hamdi'nin kafasına girdiği hız­ la geri çıktı. Bağdat onu alıkoymuştu sanki! Bu duruma en çok Ahmed Midhat sevindi. Osman Hamdi ile yaptığı sohbetler genç yazar için oldukça önemliydi çünkü. O da olmasa yazdığı yeni hikayelerden kime söz edecekti ki bu çölün ortasında? "Bu sefer anneleri tarafından iyi bir eğitim verilen iki genç kızın öyküsünü anlatıyorum. Özgürlüklerine o kadar düşkün­ ler ki evlenmeyi bile istemiyorlar." Osman Hamdi duyduklarına şaşırmıştı. Evlenmek istemeyen iki kızın hikayesi, daha bir tane bile basılı eser vermemiş olan Osmanlı romancılığı için oldukça devrimci bir konuydu. "Hikaye nasıl gelişiyor?" diye merakla sordu arkadaşına. "Kardeşinin uyarılarını dinlemeyen Zekiye evleniyor ve bu onun felaketi oluyor. Kocasının eve getirdiği cariyeyle birlikte yaşamak zorunda kalan genç kız ince hastalığa yakalanıyor. Acıklı bir son düşünüyorum." "Adı ne olacak hikayenin?" "Felsefe-i Zenan." İsim Osman Hamdi'nin hoşuna gitmişti. "Bakarsın basılan ilk romanı da sen yazarsın Ahmed," dedi. "Avrupa'da yüzyıllardır roman okunuyor. Bizde neden biri çıkıp da bir roman yazmıyor diye hep düşünmüşümdür." Ahmed Midhat arkadaşının sözlerini gülümseyerek karşıla­ mıştı. Aslında kendisi de çok isterdi Osmanlı'nın ilk romancı­ sı olmayı.

"Kısmet," dedi. "Hele bir İstanbul'a dönelim de."

***

75


Birkaç ay sonra Babıali ile yaşadığı siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle Midhat Paşa'mn bazı yetkileri elinden alındı. Artık bölgedeki silahlı kuvvetlerin komutam değildi. Paşa belli etmemeye çalışsa da bu işe çok bozulmuştu . İstifa edeceği söyleniyordu. Osman Hamdi İstanbul'a dönüş vaktinin yakın olduğunu hissetti. İçini bir huzursuzluk kaplamıştı. Bağdat'taki ekip önemli işlerin altına imza atmış olsa da, tam anlamıyla bir başarıdan söz edilemezdi. Bunca emek boşuna mı gitmiş­ ti? Payitahttaki siyasi gelişmeler de geleceğe dair umutları karartıyordu . Osman Hamdi ucundan köşesinden bulaştığı politikadan nefret etmeye başlamıştı. Hiç bitmeyen çıkar çatışma­ larının ülkeye gerçekten hizmet etmek isteyen bir avuç aydına köstek olduğunu düşünüyordu . Bağdat'tan ayrılmadan önce babasına yazdığı son mektubuna karamsarlık hakimdi : Elveda yenilikçi hareketler . Hayallerimiz suya düştü. Biz, bizi çok iyi durumlara getirecek yön-etimlerin kolunu bacağım kesiyoruz ve adaletsizlikler yaparak onların baş­ larım eziyoruz . Burası tekrar kendi dipsiz kuyusunun içine düşecek. İtaatkar kafalardan yeni bir karar çıkar mı hiç? Bu olaylar bazı entrikacıların marifetidir. Bana hiç söylemediniz ama vatansever hislerle dolu hassas kalbinizin yaşananlar yüzünden çok üzüldüğünü hissediyorum . Böylece Bağdat'a elveda diyorum. Bu şehri, daha önce beni perişan eden bir tren yolculuğu yaparak terk etmem gerekecek . Midhat Paşa'nın bu ilkel topraklara bir gün geri dönüp dönmeyeceğini merak ediyorum. Acaba benim yolum paşa ile bir daha kesişecek mi? Hiç bilemiyorum. Sizinle en yakın sürede görüşmek umuduyla . Evladınız

OsmanHamdy

76


Osman Hamdi iki yıl aradan sonra tekrar İstanbul'daydı. Günler geceler boyunca karısı ve çocuklarıyla hasret giderdi. Küçük kızı Hayriye'yi ilk defa kucağına alıyordu. Beş yaşına girmiş olan Fatma ise babasının dizinin dibinden hiç ayrılmı­ yordu. Bağdat güneşi Osman Hamdi'yi daha esmer biri haline getirmişti. Ama ondaki tek değişiklik bu değildi. Paris'te medeniyeti, Bağdat'ta kendini tanımış, olgunlaşmıştı. Bu arada idarecilik dersini en doğru kişiden, Midhat Paşa'dan almıştı. Şim­ di neler bekliyordu acaba onu? 1869 yılında Paris'ten birkaç hafta sonra tekrar oraya dönmek üzere ayrılmıştı. Ama kendini Bağdat'ta bulmuştu. Sonra Bombay sevdasına kapılmış, neyse ki Hindistan'ı çabuk unutmuştu. Paris'e dönmeyi düşünmü­ yordu artık. En iyisi doğup büyüdüğü şehirde kalmaktı. Daha idealistti. İmparatorluğun başkentindeki ilk görevi için hazır sayılırdı. Edhem Paşa tam da o sıralar Bayındırlık ve Ticaret nazırı olarak göreve başladı. Onun da onayıyla Osman Hamdi, yabancı yayınlar müdür muavini olarak devlet hizmetine girdi. Bütün gün ülkede yayınlanan yabancı dillerdeki gazeteleri ve dış basını takip edecek, sonrasında da ilgili birimler için raporlar hazırlayacaktı. Bağdat'ta beraber çalıştığı Ahmed Midhat sayesinde zaten mürekkep kokusuyla epeyce haşır neşir olmuştu. Bu yüzden yeni işine alışmakta zorlanmadı. Osman Hamdi o günlerde yazma eylemine daha farklı bakmaya başla­ mıştı. Yazmak da tıpkı resim yapmak gibiydi. İkisinde de bomboş bir kağıdı sadece kendi kafasından geçenlerle dolduruyordu insan. Akşamları Fransız tiyatro geleneğine uygun piyesler kaleme almaya başladı. Durum komedisi olarak yazdığı diyaloglar en başta kendisini eğlendiriyordu. Bir gün oyunlarının sahnelenip sahnelenmeyeceğinden emin olmasa da yazmak onu rahatlatıyordu. Osman Hamdi'nir.ı Bağdat'tan İstanbul'a döndüğü yıl Paris 'te kazanlar kaynamaya başlamıştı. Fransızlarla Prusya ara-

77


sında

süregelen

savaşta

mavi üniformalıların işi zor görünügüçlü ordusu Paris'e doğru hızla ilerlerken şehirdeki Osmanlı öğrencileri birer ikişer yurtlarına dönmekteydi. Ahmed Ali de savaş tehdidi nedeniyle eğitimini bırakıp İstanbul'a gelenler arasındaydı. Kısa bir süre sonra Alman orduları Paris kapılarına kadar dayandı. Şehirde yaşayanların can güvenliği kalmamıştı. Ertesi gün tüm Avrupa gazeteleri III. Napolyon'un seksen bin kişilik ordusuyla beraber teslim olduğunu yazdılar . Yayınlanan illüstrasyonlarda III. Napolyon Almanların önünde eğilmiş, İmparatorluk kılıcını Prusya kralına teslim ederken görülüyordu. Osman Hamdi'nin Paris sokaklarında Abdülaziz'le beraber gördüğü haşmetli imparator artık sıradan bir tutsak durumuna düşmüştü. Geceleri babasıyla kafa kafaya verip Fransa 'yı bekleyen gelecek üzerine tartışma­ lar yapıyorlardı. "Koca imparatorluğun doğru düzgün bir askeri gücü kalmadı," dedi paşa. "Fransızlar kesin bir yenilgi aldı. Daha bu yüzyılın başında İspanya'dan Moskova'ya kadar her yerde zaferler kazanan o büyük Fransız ordusu nereye gitti bir türlü yordu.

Bismark'ın

anlayamıyorum."

Osman Hamdi de, "Sapasağlam ayakta olan Prusya ordusu Paris'e bir top atı­ şı mesafede, " deyip hak verdi babasına . "Fransa'nın yüklü bir savaş tazminatıyla bile bu işten yakasını sıyırması mümkün görünmüyor." "Neler olacak acaba?" "Paris düşecektir. Ama sonrasını bilemem." Birkaç haftaya kalmadan Paris 'te kimsenin tahmin edemeyeceği gelişmeler yaşanmaya başlandı. Halk genci yaşlısı, kadını erkeğiyle silaha sarıldı. Tüm dünyanın gözü Fransa'nın üzerindeydi. Meydanları dolduran kalabalık imparatorun teslim olmasını fırsat bilip üçüncü defa cumhuriyeti ilan etti. Üs-

78


telik sokaktaki insanlar vali yardımcısı Haussmann ' ın genişlet­ tiği bulvarlara barikatlar kurup şehirlerini savunmaya başla­ mışlardı. Kurulan her komün kendi bölgesinde kahramanca direniyordu . Bu arada Osman Hamdi çalıştığı dairede Fransa'dan gelen gazeteleri uzun uzun inceliyordu . Bir hafta önce yayınlanmış gazetede, sürgünden yeni dönmüş olan Viktor Hugo'nun halka yaptığı çağrıyı okudu: "Ayağa kalkınız. Her ev bir asker versin. Her kent bir ordu olsun. Gece gündüz demeden savaşalım. Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda savaşalım. Ateşkes yok, dinlenme yok, uyku yok! Düşman; durma, dinlenme, uyuma fırsatı bulamasın karşımızda. Despotluk özgürlüğe saldırıyor. Haşin olun ey yurtseverler! Bir köylü kulübesinin önünden geçerken içeride uyuyan bir yavruyu alnından öpmek için, sadece o anda durun. "

ve illüstrasyonlarda yıkık binalar , parçalanmış heykeller, sokak ortasına dizilmiş toplar, ölmüş atlar ve yerlerde yatan cesetler görünüyordu. Osman Hamdi, Louvre Müzesi'ndeki bazı galerilerin silah imal edilen atölyelere dönüş­ türüldüğünü gösteren bir illüstrasyona bakınca gözlerine inanamadı. Daha iki yıl öncesine kadar yaşadığı şehir gerçekten burası mıydı? Batı medeniyetini tanıdığı, aşık olduğu, çocuğu­ nun doğduğu , ömrünün sonuna kadar orada yaşamak istediği şehir! Nasıl olup da bu hale gelmişti? Şimdi Paris'in her yeri barut kokuyor, Seine'e kan akıyordu. O güzelim binalar moloz yığınına dönmüştü . Kol kola girip gece kaçamakları yaptığı arkadaşı Dikran şimdi nasıldı acaba? Hukuk okulundan, resim atölyelerinden tanıdıkları neler yapıyorlardı? Hocası Gerome için de endişeleniyordu . Ya pansiyonunda kaldığı yaşlı kadın, hayatta mıydı? Bilemiyordu. At eti yiyen Parislilerin kendileriFotoğraf

79


ni şanslı hissettikleri söyleniyordu. Çünkü o günlerde halkın mönüsünde genellikle kedi ve köpekler vardı. Hatta hayvanat bahçelerindeki filler bile aç Parislilerin hedefi olmuştu. Osman Hamdi Paris kafelerinde yediği o güzelim yemekleri hatır­ ladı. Açlık ve Paris'i bir arada hayal edemiyordu. Ama savaş her zaman olduğu gibi sefaleti de beraberinde getirmişti. Yabancı yayınlar müdür muavini, Paris Komünü'ndeki gelişmeleri hem işi gereği, hem de kişisel nedenlerden dolayı oldukça yakından takip etti. Parisliler artık Alman ordularıy­ la değil, halk iktidarından ölesiye korkan Fransız Sarayı'na bağlı birliklerle savaşıyordu. Üstelik daha birkaç ay öncesine kadar birbirlerini boğazlayan Prusya ordusuyla Versailles askerleri, şimdi Paris Komünü'ne karşı işbirliği yapmaktaydı. Komün yönetimi bu kargaşanın içinde bir sürü yasa çıkart­ mayı da ihmal etmemişti. Paris'te yerel meclisler kurulmuş ve yönetim halka devredilmişti. Ardından kiliselerin malları­ na el konuldu. Devletin din işlerine bütçe ayırması yasaklandı. Okullardaki din dersleri kaldırıldı. Giyotinler meydanlara çıkartılıp yakıldı. Bazı fabrikalar işçilerin eline geçti ve üç renkli Fransız bayrağı yerine desensiz kırmızı bayrak komünün simgesi oldu. Savaş içinde devrim yapılıyordu! Ama düzenli ordu karşında halkın direnişi fazla uzun sürmedi. 1871 Haziranı'nın ilk haftasında İstanbul'a ulaşan gazeteler komünün yenildiğini yazmaya başladı. Direnişçiler son kurşunlarına kadar savaşmışlardı. Yenildiklerini anlayınca da imparatorluğun simgesi olarak gördükleri Tuileries Sarayı'nı yakıp yıkmışlardı. Versailles ordusunun Paris'i ele geçirmesiyle yetmiş iki gün süren komün yönetimi sona ermiş oluyordu. Tarafsız gazeteler sorgusuz sualsiz öldürülen komüncülerin sayısının yirmi bini bulduğunu yazdılar . Paris'teki duvarlar komüncülerin kurşuna dizildiği nişangahlar olarak hizmet ver-

80


Binlerce direnişçi de tutuklandı. Hapishaneler, kışlalar, kaleler ve hatta ahırlar tutsaklarla dolmuştu. Osman Hamdi son birkaç ayda olup bitenler karşısında ne diyeceğini, ne düşüneceğini bilemiyordu. Medeniyetin beşiği olarak kabul edilen Paris'te kan gövdeyi götürmüştü. Ortalık biraz yatışınca Paris'te bulunan dostlarına mektuplar yollamaya başladı. Kiminden cevap aldı, kimindense alamadı. .. mişti.

Ertesi yıl İbrahim Edhem Paşa üstün hizmetlerinden dolaOsmani Nişanı ile onurlandırıldı. Paşa belli etmese de bu işe çok memnun olmuştu. Üniformasını giydiği özel günlerde sol göğsüne iğnelediği madalya ve nişanlarını saymak hiç de kolay olmuyordu doğrusu. Bu arada Osman Hamdi Bağdat'tan döndükten sonra kaleme aldığı piyeslerin meyvelerini toplamaya başlamıştı. İki Karpuz Bir Koltuğa Sığmaz isimli piyesinin Osmanlı tiyatrosunda oynandığı gece ailesiyle birlikte salona gidip temsili izledi. İki evli Ermeni kadının aynı delikanlı­ ya aşık olması anlatılıyordu piyeste. İşin içine kocaların da katılmasıyla ortalık karışıyor, oyun bir komediye dönüşüyordu. Edhem Paşa oyunu eğlenceli bulmuştu. İzlerken kendini tutamayıp güldüğü bile olmuştu! Paşa oğlunu tebrik etti. Ama ne düşündüğünü tam olarak kimse anlamadı. Aynı yıl Osman Hamdi'nin Fransızca olarak yazdığı Uçurtma isimli komedisi de Beyoğlu'ndaki Fransız Tiyatrosu'nda oynandı. Oyunda tren yolculuğu sırasında karşısındaki kadına aşkını ilan eden bir adam anlatılıyordu. Ama işin ironik yanı kadının zaten adamın kendi karısı olmasıydı. Osman Hamdi temsilden önceki hazırlıklarla bizzat ilgilenmişti. Hatta oyuncuları bile kendi seçmişti. Eserlerinde kadın erkek arasındaki ilişkinin gizemli yollarında dolaşmayı tercih etmişti hep. Gelebilecek muhtemel tepkileri önlemek için her iki piyeste de hikayeyi gayrimüslim azınlığın arasında kurgulamıştı. O günlerde Osman Hamdi'nin

81


kafasında

sürekli olarak yazmak düşüncesi olsa da, resim yapmayı bir kenara itmesi söz konusu değildi. Ne de olsa renklerin büyülü dünyası onun ilk göz ağrısıydı. Ama devlet hizmeti hepsinden önce gelirdi. Kısa bir süre sonra yeni görevi kendisine tebliğ edildi. 1873 yılında Viyana'da milletlerarası büyük bir fuar düzenlenecekti. XIX.yüzyılın ikinci yarısından itibaren düzenlenmeye başlayan bu gibi sergiler, Avrupa devletlerinin gövde gösterisine dönüşmüştü. Her ülke ulaştığı askeri ve teknik düzeyi diğerinin gözüne sokarcasına sergilemek için fırsat kolluyordu. Ayrıca milletlerarası sergilerde önemli ticaret bağlantıları 1 da kuruluyordu. Bu nedenle fuarlar düzenlendikleri günlerde Avrupa'nın en önemli gündem maddesi oluyor, basın aylar boyunca sergi haberleri geçiyor ve binlerce insan salonlara akın ediyordu. Osmanlı Devleti de Viyana Sergisi'ne çıkartma yapma niyetindeydi. Babıali bir yandan ülkenin modernleşme çabalarını dosta düşmana göstermek istiyor, diğer yandan da Türk kültürünü oryantalizm meraklılarına tanıtmayı planlıyordu. Osman Hamdi 1867 Milletlerarası Paris Sergisi'ni bizzat yaşamış, Bağdat'ta ve İstanbul'da başarılı hizmetlerde bulunmuş biri olarak sergiye katılacak Osmanlı heyetinin baş sorumlusu seçilmişti. Gerçekten de bu iş kıvıracak ondan daha iyi bir aday düşünülemezdi. Protokol bilgisi, Avrupa kültürüne yatkınlığı ve yabancı dili kusursuzdu. Üstelik sergiyle yakından ilgilenen Ticaret Nazırının oğluydu. Osman Hamdi tekrar Avrupa'ya gideceği için sevinç içerisindeydi. Yeni görevine canla başla sarıldı. İlk önce İstan­ bul' da yapılması gereken işlerle ilgilendi. Sergiye götürülecek eşyaları hazırlıyor, pavyonları tasarlayan marangozlara fikir veriyor, nakliyenin sorunsuz tamamlanması için düzenlemeler yapıyordu. İbrahim Edhem Paşa ise sergide teşhir edilme-

82


kostümleri topluyordu. Bu nedenle konağa imparatorluğun dört bir yanından çeşit çeşit elbiseler yağıyor­ du. Osman Hamdi ve Maria bu yöresel kıyafetleri giyip evin içinde küçük defileler düzenlemeyi alışkanlık haline getirmiş­ lerdi. Osman Hamdi üzerindeki kostümlere uygun şivelerde konuşarak bütün ailesini kahkahalara boğuyordu . O günlerde konaktaki herkesin keyfi yerindeydi doğrusu. Osman Hamdi Viyana'ya hareket etmeden önce İstan­ bul' daki nakış işleri sergilerini gezip beğendiği eserleri Viyana'ya götürmek üzere satın aldı. Bu arada Paris 'teki öğrencilik yıllarından arkadaşı Ahmed Ali de İstanbul'da bir sergi düzenlemek için yaklaşık bir yıldır çalışmalar yapıyordu. Mizacın­ dan dolayı Şeker Ahmed olarak anılmaya başlayan usta ressam, Osmanlı tarihinin ilk resim sergisini organize etmeye çalışıyordu. Daha önceleri çeşitli el sanatlarının ve birkaç tane de tablonun teşhir edildiği sergiler düzenlenmişti. Bazı askeri okullarda da resme meraklı öğrencilerin eserleri görücüye çıkmıştı. Ama Şeker Ahmed'in şimdiki hayali tıpkı Paris'tekiler gibi sadece ressamlarla sanatseverlerin buluşacağı gerçek bir resim sergisi düzenlemekti. Gerekli olan finansal desteği bulduktan sonra, 27 Nisan 1873'te bu hayalini gerçekleştirdi. Sergi üst düzey devlet görevlilerinin de katılımıyla açıldı. İstanbul'da yaşayan yerli ve yabancı birçok ressam sergiye en iddialı eserlerini yollamıştı. Özellikle Mösyö Guillement'in tabloları herkes tarafından beğenilmişti. Şeker Ahmed ise sergiye tam on beş eseriyle katılıyordu. Bu ilk resim sergisi bası­ nın da güzel sanatlar konusuna eğilmesine vesile olmuştu. O günlerin İstanbul gazetelerinde sanat ve uygarlık ilişkisi üzerine yazılar çıkıyordu:

si için

Osmanlı

"Medeniyet atemi içinde bizi bedevi aşiretleri halinde gösterecek şeylerden biri de memleketimizde güzel sa83


yani mimari, heykel, resim ve müzik sanatçıla­ rının kıtlığıdır. Zira adı geçen sanatlar güzellik ve nefaset meydana getirme esasına dayandığı için güzel sanatlar diye isimlendirilmiştir. Sanattan mahrum millet medeni sayılmaz. Medeniyette geri kalanlar, medeni milletlere karşı yenilerek onların esiri haline düşerler. Yaratma gücünün Doğu sanatçılarının noksan yanı olduğunu sanmıyoruz. Artık Türkler çekingen tarzda ayak koyduğu bu yola kararlı bir şekilde girmelidir. Her yıl güzel sanatlar sergileri açılmalı, eserleri sergilenmiş sanatçılardan layık olanlara mükafatlar verilmeli, sergilenen sanat eserleri devletçe satın alınmalı ve sonra bir halk müzesine konmalıdır. Böylece eserler için harcanmış emekler karşılık bulacaktır. " nalların,

Osman Hamdi Viyana'ya gidip oradaki hazırlıklarla uğraştı­ ğından dolayı Şeker Ahmed'in sergisini gezememişti. Ama arkadaşının gösterdiği çabayı takdirle karşılıyordu. Paris'te hemen hemen her pazar yeni bir resim sergisi açıldığını ve hal kın salonların önünde nasıl kuyruklar oluşturduğunu hatırla­ madan edemedi. Yüzlerce yıllık bir gecikmenin ardından niha yet kendi şehrinde de bir resim sergisi açılmıştı işte. Bu arada İstanbul'da kalan Edhem Paşa Viyana'daki oğluna yardım etmek için elinden geleni yapmayı sürdürüyordu. Paşa sergi için Osmanlı'da Halk Giysileri 1873 isimli kapsamlı bir kitap hazırlattı. İmparatorluk sınırlan içinde yaşayan tüm etnik ve dini gruplara yer vermiş olan dev boyutlu kitaptaki portreler, bir Levanten olan ünlü fotoğrafçı Pascal Sebah tarafından çekilmişti. Fotoğraflardaki kompozisyonlar oldukça bilgilendiriciydi. Aynı karede farklı farklı kültürleri temsil eden insanlar bir arada fotoğraflanmıştı. Böylece bölgenin etnik ve dini yapısının kıyafetlere nasıl yansıdığı bir bakışta görülebili -

84


yordu . Yazar Ahmed Midhat Efendi de bir Lübnanlı gibi giyinip Pascal Sebah'a poz verenler arasındaydı. Kitaptaki Fransızca metinlerin önemli bir bölümü ise Osman Hamdi tarafın­ dan yazılmıştı. Sergi sorumlusunu Viyana 'da en çok düşündüren konu fuarda teşhir edilecek imparatorluk hazinelerinin güvenliğini sağlamaktı. Eğer paha biçilmez eserlerden birine bile bir şey olursa kendisini asla affetmezdi. Osman Hamdi yardımcılarıy­ la beraber saatler öncesinden limana gidip hazineleri taşıyan gemiyi beklemeye başlamıştı. Gönderine Osmanlı bayrağı çekilmiş gemi, Tuna'nın mavi sularında belirdiğinde tüm heyetin heyecanı bir kat daha arttı. Viyana polisi rıhtım bölgesinde geniş güvenlik önlemleri almıştı. Birbirinden kıymetli eşyalar İs­ tanbul 'dan beri hazineye eşlik eden görevlilerin gözetiminde, limanda hazırlanmış arabalara yüklendi. Osman Hamdi nakliye işinin asıl sorumlusu olarak en küçük detayla bile yakından ilgileniyordu . Her arabaya bir de polisin binmesini istedi. Az sonra konvoy hazinenin sergi açılışına kadar muhafaza edileceği kraliyet sarayına doğru son sürat ilerlemeye başladı. Viyana halkı bu gösterişli konvoyun ne taşıdığını çok merak etmişti. Sokaktaki herkes işini gücünü bırakmış , hızla ilerleyen at arabalarına bakıyordu. O anda Osman Hamdi'nin gözünün önüne Abdülaziz'le 111.Napolyon 'un Paris sokaklarından geçişi geldi. Yüzünde hafif bir gülümseme belirmişti. Yolculuk boyunca hiçbir aksilikle karşılaşılmadı. Hazine birkaç hafta sonra saraydan alınıp Osmanlı pavyonunun en güvenli bölmelerine yerleştirildi. Fuarın resmi açılışıyla beraber insanlar devasa büyüklükteki sergi alanına adeta akın etmiş­ lerdi. Viyana'ya sırf bu sergi için farklı farklı ülkelerden binlerce ziyaretçi gelmişti. Salonlarda ağırlıklı olarak Almanca konuşulsa da, hemen hemen her lisanı işitmek mümkündü . Osman Hamdi'nin yönetimindeki Türk pavyonu kısa sürede serginin

85


en çok ziyaretçi çeken köşelerinden biri oldu. Pavyonda göbektaşı ve kurnası olan bir Türk hamamı, göz alıcı iç dekorasyonuyla bir Türk konağı ve ziyaretçilere nargile, kahve ve çay ikram edilen geleneksel bir Türk kıraathanesi vardı. Her üç yapı da bire bir ölçülerde inşa edilmişti. Duvarlarsa Türk halı ve çinilerinin en nadide örnekleriyle kaplanmıştı. Bir de berber dükkanı kurulmuştu pavyona. İstanbul'dan getirtilen bir usta deri kayışına sürterek bileylediği usturasıyla dileyenlerin sakalını kesiyordu. Tüm bu hazırlıklar sayesinde sergiyi gezenler adeta küçük bir İstanbul turu atmış gibi oluyordu. Osman Hamdi'nin beklediği gibi kostümler de büyük ilgi görmüştü. Ziyaretçiler özellikle Aydın zeybeklerinin giydiği kı­ yafetlere hayran kalmıştı. Osman Hamdi zaman zaman kostümlerden birini üzerine geçirip fotoğraf makineleri için pozlar veriyordu. Osmanlı pavyonunda en çok halı satışı yapılmıştı. Avrnpa'dan, Latin Amerika'dan, hatta Japonya'dan gelen ziyaretçiler hiç de ucuz olmayan elişi Türk halılarından satın alı­ yorlardı. Fuarda ürünlerini tanıtan ünlü Hacı Bekir şekerleme­ leri ise organizatörler tarafından gümüş madalyaya layık görüldü. Avrupalılar Türk lokumuna bayılmışlardı. Osman Hamdi sergiye gelen ünlü şekerci Hacı Bekir'in torunlarını bizzat tebrik etti ve fırsattan istifade edip enfes lokumlardan tattı. .. Yıllar sonra tekrar Avrupa'da olmanın mutluluğunu yaşı­ yordu. Fransa'da kaldığı yıllarda kendisini hep öğrenci gibi hissetmişti. Babasının yolladığı harçlıklarla yaşadığım bir an bile unutmamıştı çünkü. Şimdiyse kendi parasını kazanan yetişkin biri olarak Viyana'nın tadını çıkartıyordu. Davetlere katılıyor, tiyatrolara gidiyor ve müzeleri ziyaret ediyordu. Medeniyeti özlemişti. Yaşadığı çağda çoğu insanın doğduğu mahallede yaşlandığının farkındaydı. Ama o herkesten farklıydı. Böylesi bir hayata sahip olduğu için şükretti. Basamakları ko-

86


Ama nereye doğru gittiğini kendisi bile bilemiyordu. Altı yıl önceki Paris Sergisi'nin basit bir katılımcısı değil miydi? Osmanlı pavyonundaki ufak tefek işlere yardımcı olmuştu sadece. Şimdiyse dünya sergisine katılan Türkler arasındaki en üst düzey görevliydi. Bir insan daha ne isteyebilirdi ki? Viyana'da kaldığı süre boyunca babasının eski dostu olan Fransız bir diplomatın evine gidiyordu sık sık. Ailenin Osman Hamdi'den birkaç yaş küçük bir oğlu ve iki kızı vardı. Türk misafir; birbirinden ilginç bibloları, porselen çanak çömlekleri, gümüş kaşık bıçak takımları, her zaman yanan bir şöminesi ve tüm odalara yayılmış gümüş kaplama şamdanları olan bu evde kendisini çok rahat hissediyordu ailenin tüm üyeleri de onu sevmişti. Varlıklı evlerde eğer genç bir kız yaşıyorsa, piyano olmazsa olmaz bir aksesuardı. Eve gelen konuklar zorla salondaki koltuklara oturtulur ve onlara kız çocuklarının nasıl piyano çaldığı gösterilirdi. Osman Hamdi de akşam yemekle rinden sonra bu adetten payına düşeni alıyordu. Sık sık hatalarla dolu resitaller dinlemek zorunda kalıyordu. Bazen de sergiden getirdiği kuklalarla gösteriler düzenleyip ev sahiplerini güldüren o oluyordu. Evde büyük bir davetin verildiği kalabalık bir gecede Osman Hamdi elinde şarap kadehi duvara yaslanmış, kendilerini Viyana valslerine kaptıran gençleri izlemeye dalmıştı. Kısa süre sonra gözlerinin hep aynı genç kızın üzerinde gezindiğini fark etti. Kız bembeyaz . muslin bir elbise giymişti. Kabarık eteklerini savura savura dans ederken dalgalı saçları her adım atışında havalanıyor, ortaya çıkan zarif boynu meraklı gözleri memnun ediyordu. Salondaki erkeklerse bir dakika bile dinlenmesine fırsat vermeden genç kızı dansa kaldırıyorlardı. Osman Hamdi büyülenmiş halde karşısındaki zarafeti izlemeyi sürdürdü. Bir süre sonra dans etmekten artık iyice yorgun dü-

şar adım çıkıyordu.

87


şen genç kız, solonun uzak bir köşesine doğru çekildi ve kelebek desenleriyle süslü yelpazesini hızlı hızlı kabarıp inen göğüslerine doğru sallamaya başladı. Osman Hamdi elindeki kadehi boş bir sehpanın üzerine bıraktığı gibi hemen kızın yanı­ na yaklaştı ve kendisini, "Viyana Sergisi Osmanlı pavyonu sorumlusu," olarak takdim etti. Genç kız şaşırmış gözüküyordu. Birkaç saniye boyunca sustu. Osman Hamdi kızın Fransızca bilmediğini düşünmeye başlamıştı ki, kusursuz bir aksan işitti: "Mösyö, siz gerçekten de Türk müsünüz?" "Evet, Matmazel. Adım da Osman Hamdi." "Ne olur şaşkınlığımı maruz görün . Hayatımda ilk defa bir Türk'le tanışıyorum da." Osman Hamdi gülerek, "Umarım sizi hayal kırıklığına uğratmamışımdır," dedi. "Ben Türkleri hep daha farklı hayal etmiştim . Hiç de düşündüğüm gibi değilmişsiniz." Osman Hamdi gülmeyi sürdürüyordu. "Hayalinizdeki Türk'ü merak ettim doğrusu," dedi . Kız da gülmeye başlamıştı. "Bir kere kafanızda kırmızı bir fes olmalıydı. Sonra belinizde bir kuşak. Bir de ismini bilmiyorum ama o bol pantolondan giymeniz gerekiyordu." "Tanzimat'tan beri ülkemde çok şey değişti," diyerek cevap verdi Osman Hamdi. Sesi ciddileşmişti. "Medeniyete uyum sağlamak için çabalıyoruz. Tabii kıyafetlerimiz de değişiyor. Bu arada daha bana adınızı bile söylemediniz Matmazel." Kız utanarak, "Adım Maria," dedi. "Aslen Fransız'ım." Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Tesadüfün bu kadarı da olmazdı. Tıpkı karısı gibi bu kızın da adı Maria idi.

88


Üstelik o da Fransız'dı. Yaşadığı küçük şoktan çıkar çıkmaz hemen Paris üzerine sohbete başladı. "Paris'te dokuz yıl kaldım . Ecole des Beaux Arts'ta resim eğitimi gördüm. Gustave Boulanger ve Jean Leon Gerome'ün öğrencisi oldum. 1869 yılında ayrıldım Fransa'dan. Sonra Konstantinopolis'e dönüp sarayın hizmetine girdim. Babam İbrahim Edhem Paşa, imparatorluğun Bayındırlık ve Ticaret nazırıdır."

Maria'nın

gözleri fal taşı gibi

açılmıştı. Karşısında

Türk sulÜstelik Ne diyece-

tanını yakından tanıyan bir ailenin üyesi duruyordu.

bu genç adam Paris'te eğitim görmüş bir ressamdı. bilemedi. Tam o anda Osman Hamdi, "Kaç yaşındasınız Matmazel?" diye sordu. Maria gözleri önde, "On yedi," dedi. Hemen ikinci soru geldi. "Viyana'da ne yapıyorsunuz?" "Öğrenciyim. Paris'te savaş başlayınca ailem okumam için beni buraya yolladı. Bu yıl okulumu bitirip ülkeme geri döne -

ğini

ceğim."

"Sergideki Osmanlı pavyonunu muhakkak görmelisiniz . ederseniz sizi bizzat gezdiririm. Sıkılmayacağınızı şimdiden garanti ediyorum." Maria bu teklifi gülümseyerek karşılamıştı. Çekine çekine, "Neden olmasın," dedi. Genç kız yeni tanıştığı Türk'ün kendisiyle ilgilendiğini fark etmişti . Osman Hamdi ise, yıldırım aşkı dedikleri bl! olsa gerek diye düşünüyordu. Gece biterken Maria hafta sonu Osmanlı pavyonunu ziyarete geleceğine söz verdi. Osman Hamdi o gece heyecanından uyuyamadı. Bir an önce pazar gününün gelmesini istiyordu. Ama sanki zaman don-

Eğer teşrif

89


muştu .

Geçmek bilmeyen o birkaç gün boyunca hep Maria'yı düşündü. Ve pazar günü geldiğinde özel konuğuna Türk misafirperverliğinin tüm sıcaklığını gösterdi. Maria'ya kahveler, lokumlar ve tatlılar ikram etti. Eski sultanların kullandığı kaftan ları, altın yaldızlı porselen çay takımlarını, pırlanta kaplamalı hançerleri ve birbirinden kıymetli mücevherleri incelediler birlikte. Maria gördükleri karşında çok etkilenmişti. Türklere karşı hissettiği korkuyla karışık küçümseme duygusunun ne kadar yersiz olduğunu fark etmişti. Osman Hamdi genç kızın kalabalıktan bunaldığını hissedince dışarı çıkmayı önerdi. İlk önce yuvarlak bir kubbesi olan devasa büyüklükteki giriş salonuna vardılar. Sonra üstünde sergiye katılan tüm ülkelerin bayraklarının dalgalandığı ana kapıya ulaştılar. Fuar alanının hemen dışında fıskiyelerinin metrelerce yukarıya su fışkırttığı büyük bir havuz vardı. Havuzun etrafında ağır adımlarla bir iki tur attılar. Ardından boş bir bank bulup oturdular. Maria üç sene önceki Prusya Savaşı sırasında yaşadığı zor günleri anlatmaya başladı. Osman Hamdi de Bağdat'ta Midhat Paşa ile geçen günlerinden bahsetti. Sonra Konstantinopolis hakkında konuştular uzun uzun. Maria bütün Avrupalılar gibi sultanla, haremle, haremağlarıyla ilgili sorular soruyordu. Konstantinopolis'i görmek istediğini de açık açık dile getiriyordu. Osman Hamdi'ye göre İstanbul dünyanın en güzel şehriydi. Boğaz'ı, sarayları, camileri anlattı genç kıza. Maria Türk arkadaşının yüzüne bir peri masalı dinlermiş gibi bakıyordu . O gün ikisi de çok eğlenmişti. Sonraki günlerdeyse Maria yeni arkadaşına Viyana'yı gezdirmeye başladı. Genç kız uzun süredir bu şehirde olduğu için her yeri avucunun içi gibi biliyordu . Osman Hamdi kendini tamamıyla Maria'nın rehberliği­ ne bırakmıştı. Birlikte müzeleri, sarayları ve parkları gezdiler . Bir zamanlar Napolyon'un işgal ettiği Schönbrunn Sarayı ' nın

90


devasa bahçesinde saatlerce yürüdüler. Gotik mimarinin en göz alıcı örnekleri olan katedrallere ve kiliselere gittiler. Maria'nın mum dikip sessizce dua ettiği dakikalarda bile Osman Hamdi çevresini incelemeyi unutuyordu. Hayranlık bürümüş bakışları, gizli gizli de olsa hep genç kızın üzerindeydi. Maria Türk arkadaşını Viyana'daki ünlü halk pazarı Naschmarkt'a bile götürdü. Osman Hamdi kalabalığın arasına karışıp birbirinden lezzetli meyvelerin tadına bakmaktan çok keyif aldı. Viyana'ya özgü tatlıları da beğenmişti. Kayısı marmelatlı ve sıcak çikolata kaplı meşhur Sacher pastasından kaç dilim yediğini kimse sayamadı. Maria yorulduğunu hissettiğinde erkek arkadaşının koluna girip bir kafeye oturmayı teklif ediyordu. Osman Hamdi kafedeki garsona içecek bir şeyler söyledikten sonra hemen cebinden defterini ve kurşun kalemini çıkartıyor, Maria'nın gülümsemesini sayfalara aksettiriyordu. Genç kız, ressam arkadaşının defterden kopardığı kağıdı alıp özenle çantasına koyuyordu her defasında. Kendisine verilen bu güzel hediyenin altında kalmak istemediğinden hesabı ödemeye kalksa da, Osman Hamdi her zaman ondan çabuk davranıyordu. Bu arada günler hızla geçiyor, Viyana Sergisi'nin kapanışı yaklaşıyordu. Osman Hamdi sergide geçirdiği zamanlarda bile sürekli Maria'yı düşünmeye başlamıştı. Bu işin nereye varacağını bir türlü kestiremiyordu. Başını derde soktuğunun farkındaydı. İstanbul'a dönünce aklının Viyana'da, daha doğrusu Maria'da kalacağını çok iyi biliyordu. Artık onsuz yaşayamaz­ dı. Düşündü taşındı, Maria ile açık açık konuşmaya karar verdi. Hemen genç kızın kaldığı eve bir not gönderip ertesi gün için buluşma talep etti. Ne olacaksa olsundu! Ertesi gün her zaman buluştukları kafeye ilk gelen Osman Hamdi oldu. Heyecanı yüzüne yansımıştı. Avuç içleri buz kes91


ter damlacıkları belirmişti. Kendine bir kadeh likör söyleyip Maria'yı beklemeye başladı. Çok geçmeden genç kız kapıda göründü. Büyüleyiciydi. Tüm salonun bakışla­ rı birden onun üzerinde çevrildi. Ama Maria hiçbirini görmeden Türk arkadaşının yanma geldi. Osman Hamdi, bonjour dedikten sonra genç kızın eline küçük bir öpücük kondurdu. Ardından bütün cesaretini toplayıp konuya girdi. Maria Osman Hamdi'nin evli olduğunu, dahası iki de kızı olduğunu öğrenin­ ce şok geçirdi. Tüm bunların üstüne Osman Hamdi Maria'ya olan aşkını da itiraf etmişti. Genç kız şaşkındı, ne diyeceğini bilemedi. "Benimle Konstantinopolis'e gelir misin?" sorusunuysa hiç beklemiyordu. Ama duydukları doğruydu. Bir an için karşısın­ daki adamın peşine takılıp Konstantinopolis'e gittiğini hayal etti. Bu sefer de, orada beni bir harem dairesi mi bekliyor diye düşünüp paniğe kapıldı. Kendini toparladıktan sonra, "Dediklerinden hiçbir şey anlamadım Hamdi," dedi. "Bana ikinci karılık mı öneriyorsun yoksa?" Osman Hamdi bu yanlış anlamayı hemen düzeltti: "Benimle beraber İstanbul'a gelmeye razı olursan karım­ dan hemen boşanacağım." Aslında Osmanlı hukukuna göre boşanmadan ikinci bir evlilik yapmasında hiçbir sakınca yoktu. Ama Osman Hamdi bu seçeneği aklına bile getirmedi. Böyle bir şeyi sevdiği insanlara yapamazdı. Bu sırada Maria, "Nasıl olur, aileme ne derim, okulum ne olacak?" diye sa-

miş, şakaklarında

yıklıyordu. Kafası karmakarışık olmuştu kızcağızın. Karşısında oturduğu

ne

adam kimdi gerçekte? Avrupa'ya

genç bir

kız

yapardı sultanın şehrinde? Sokağa çıkması gerektiğinde

giyecekti? Ya din meselesi ne olması gerekecekti?

çarşaf mı mı

alışmış

92

olacaktı?

Müslüman


Osman Hamdi,

Maria'nın kafasında

onlarca soru

işaretinin

dolaştığını hissetmişti. Ama onu İstanbul'a götürmekte kararlıydı.

Saatler süren ikna çabalarından sonra emeline ulaştı ve Maria tamam dedi. Hemen o masada mektuplar yazıldı. Maria Paris'teki ailesine durumu bildirdi. Osman Hamdi ise hem babasına hem de karısı Maria'ya ayrı ayrı mektup yazdı. İbrahim Edhem Paşa'dan evdeki durumu idare etmesini rica ediyordu. İstanbul'daki Maria'nın kalbi kırılacaktı, ama yapacak bir şey yoktu. Aşık olmuştu! Tek endişesi çocuklarıydı. Maria onları Paris'e götürmek isteyebilirdi. Bu da onun en doğal hakkıydı ... Birkaç hafta sonra genç çift İstanbul'a doğru yola koyuldu. Osman Hamdi seneler önce Fransa'dan dönerken de benzer sahneleri yaşamıştı. O zaman da yanında İstanbul'u daha önce hiç görmemiş Maria isimli genç bir kız vardı. Ama bu sefer durum daha gerilimliydi. Geminin güvertesindeyken Maria, "Neyin var Hamdi?" diye sordu. "Yoksa pişman mısın?" Osman Hamdi hemen Maria'nın koluna girdi ve, "Hayır hayır," dedi. Sıkıntısının nedeni olarak aklına gelen ilk bahaneyi söyledi: "Hani şu bizim pavyonda sergilenen Osmanlı kostümleri vardı ya, onları eşe dosta hediye etmek zorunda kaldım. İn­ sanlar çok beğenmişlerdi elbiseleri. Hayır diyemedim. Halbuki babama hepsini geri getireceğimi söylemiştim. Ona biraz canım sıkkın."

Maria beklenildiği gibi İstanbul'da biraz soğuk karşılandı. Fatma Hanım yeni gelinine mesafe koymuştu. Paşa ise ne yapacağını şaşırmıştı. İki Fransız kadının karşılaşmaması için elinden geleni yapıyordu. Maria için misafir odası hazırlandı. Ama konağın kaç odası olursa olsun, böylesi bir durumda aynı çatı altında yaşamak hiç de kolay değildi. Osman Hamdi ür-

93


kek bakışlarla karısı Maria'yı arıyordu evin içinde. Birkaç saat sonra yatak odasına çıkıp onunla yüzleşti. Osman Hamdi ne diyeceğini, lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu. "Maria inan bana ... " "Açıklama yapmana gerek yok Hamdi," deyip sözünü kesti karısı. "İlk vapurla Paris'e dönüyorum. Çocuklar da benimle geliyor. Daha fazla konuşmayalım." Osman Hamdi odadan çıkar çıkmaz kendini divanın üzerine attı. Bacakları bir betonun içine gömülmüştü sanki. Yürüyemiyordu. Tüm vücudunun titrediğini hissetti. Karısına, lütfen çocukları burada bırak demeyi istiyordu. Ama bir anneye nasıl söylenebilirdi ki böyle bir şey? Hayriye yatağın yanına yerleştirilmiş beşikte mışıl mışıl uyuyordu. Ama ablası Fatma olanları sezmiş gibiydi. Her zamanki gibi babasının dizinin dibinden ayrılmıyordu. Osman Hamdi Fatma'nın saçlarını okşa­ dı. Sonra ona sıkıca sarıldı. Maria iki gün sonra evdekilerle vedalaşıp Fransa'ya geri döndü. Bir kadının yaşayabileceği bu en zor anları olabildiğin­ ce metanetle karşılamıştı. Hayriye çok küçük olduğundan annesi onu yanında götürüyordu. Ama babasını çok seven Fatma'yı İstanbul'da bırakmak zorunda kalmıştı. Çünkü küçük kız evden ayrılmamak için saatlerce gözyaşı dökmüştü. Osman Hamdi, Fatma'nın İstanbul'da kalmasına çok sevindi. Hak etmediği bir ödüldü bu. İçinden gelen sesse Hayriye'yi sonsuza kadar kaybettiğini söylüyordu. Ayrılık günü Galata Rıhtımı'nda küçük kızını son bir kez daha öptü. Ama Maria bu anının uzun sürmesine izin vermedi. Hayriye'yi kucağına alır almaz, kocasıyla vedalaşmadan gemiye çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı. Osman Hamdi büyük kızı Fatma ile beraber dakikalarca geminin hareket etmesini bekledi. Ama güvertede kendisine el sallayan birini göremedi.

***

94


Diğer

Maria ilk başlarda Edhem Paşa ailesinin yakın çevresine Viyana 'dan gelen bir dost olarak tanıtıldı. Gerçi birkaç gün içinde herkes işin rengini anlamıştı. Ama aşıkların gözü kimseyi görmüyordu . İnsanların dediklerine kulaklarını tıkamışlar, evlenmek için Maria'nın ailesinin Fransa' dan gelmesini beklemeye başlamışlardı. Osman Hamdi bu zamanı değerlendirip ikinci defa sevdiği bir kadına doğup büyüdüğü şehri gezdirdi. Nikah günü geldiğindeyse karısını karşısına aldı ve, "Sana bundan böyle Naile demek istiyorum," dedi. Genç kız şaşırmıştı. Naile ismini yüksek sesle üç kez tekrarladı. Kulağa hoş geliyordu. Sonra hemen, "Anlamı ne?" diye sordu. Maria, Naile'nin erişmek , kavuşmak anlamına gelen nail kelimesinin dişil hali olduğunu öğrendi ve o andan sonra Naile oldu.

95




93 Harbi

sırasında

asker

üniformasıyla.


Osman Hamdi gibi biri için devlet işi tükenmezdi. Naile Haile evliliğinin tadını çıkarmasına fırsat bulamadan Hariciye Nazırlığı protokol müdür muavini olarak atandığını öğrendi. Bundan böyle diplomatik görüşmelerin tertibinden ve yabancı devlet adamlarının ağırlanmasından sorumlu olacaktı. Konuklara ne hediye verileceği, davetlerde neler yeneceği gibi ayrın­ tılarla bile ilgilenmesi gerekecekti. Avrupalı elçilerin Osmanlı padişahının karşısında el pençe divan durduğu dönemler çoktan geride kalmıştı. Artık bu tarz görüşmeler modern diplomasinin kuralları çerçevesinde yapılıyordu . Osman Hamdi şimdi de, Hariciye Nezareti'nin yabancı yetkililerle kurduğu ilişkilere Avrupa 'da edindiği görgüyü katmakla yükümlüydü. Görev başı yaptığı gün Bağdat'ta gideceğini öğrendiği andaki gibi bir kaygıya kapılmadı. Artık kendine güveniyordu tuttuğunu koparan biri olduğunu herkese kanıtlamıştı. Yeni eşi ve yeni işiyle birlikte kendi şehrinde, yepyeni bir hayata başlamıştı. nım

99


Bu arada İbrahim Edhem Paşa uzun zamandır hayalini kurbir yalıya sahip olma arzusunu sonunda sahilinde dört yüz metrekare Kuruçeşme gerçekleştirmişti. büyüklüğündeki yalı, iki geniş salon, on iki oda ve dört tuvaletten oluşuyordu. Bahçesi fıskiyeli bir havuz ve antika bir selsebil ile süslenmişti. Ama yine de Edhem Paşa ailesinin üyele ri Mahmutpaşa Hamamı'nın karşında bulunan eski konakların­ dan taşınırken hüzünlenmişlerdi. Hatta Fatma Hanım , konaktaki eşyaların hamallar tarafından sırtlanıp kapının önünde bekleyen at arabalarına yüklendiğini görünce gözyaşlarına hakim olamamıştı. Çocukları Hamdi , Mustafa, Galib ve Halil'in koşturarak oyun oynadıkları günlerin konağın bahçesinde üzerinden onca yılın geçtiğine bir türlü inanamıyordu . Ama kısa sürede herkes Kuruçeşme'deki yalıya alıştı. Akşam yemeği için deniz kenarına indirilen masa gece yarısına kadar orada kalıyor, neşeli sohbetlere tanıklık ediyordu. Uzun yaz geceleri boyunca kimsenin aklına Boğaz esintileriyle se rinleyen bahçeyi bırakıp eve girmek gelmiyordu. Naile Hanım da yeni düzenine alışmakta zorluk çekmemişti. Boğaz'dan geçen yunus sürüleriyle komşu olmaktan dolayı çok mutluydu. Üstelik garip bulduğu hiçbir adetle karşılaşmamıştı kocasının evinde . Kendisini İstanbul'da yaşayan bir Fransız aileye gelin gitmiş gibi hissediyordu . Birkaç hafta sonra Osman Hamdi hocası Jean Leon Gerome ' den bir mektup aldı. Gerome mektubunda Konstantinopolis'e geleceğini müjdeliyordu . Ressamın doğuya yaptığı seyahatler, en az tabloları kadar ünlenmişti. Oryantalistlerin üstadı her seferinde ne yapar eder sultanın şehrine de uğrardı. Gerome söylediği gibi kısa bir süre sonra İstanbul'a geldi. Osman Hamdi hocasını kendi şehrinde görmekten dolayı büyük mutluluk duymuştu . Beaux Arts yılları üzerinden çok zaman geçmiş , iki adamın arasındaki hoca öğrenci ilişkisi artık tamaduğu Boğaz kenarı

100


men ortadan kalkmıştı. Gerome, Beyoğlu'ndaki bir kafede buluştukları Osman Hamdi'yi Doğululara özgü bir şekilde kucaklayarak karşılamış ve aynı şekilde karşılık bulmuştu. Ünlü ressam heyecanla, "Paris'teki atölyemi şimdi görmeni isterdim Hamdi," diye söze başladı. "Her yanı Doğu tarzında döşedim. Yüzlerce orijinal aksesuarım var. Nargileler, fesler, kaftanlar, ayakkabılar, feraceler, kilimler. Daha neler neler. Sana atölyemin bir fotoğ­ rafını getirdim. Ceketimin cebinde olacaktı." Osman Hamdi Paris 'i özlemişti. Hocasının adına imzaladığı fotoğrafa biraz da hüzünle bakarken, "Keşke işlerden fırsat bulup gelebilsem yanınıza," dedi. "Ama bu aralar o kadar yoğunum ki." Gerome içtiği Türk kahvesinden koca bir yudum aldıktan sonra, "Duyduğuma göre Paris'ten sonra Bağdat'a gitmişsin," dedi. "Birkaç aydır da Viyana'daymışsın. Oysa ben seni hep başka türlü hayal etmiştim Hamdi. Sanata karşı öyle bir tutkun vardı ki, başka işlerle uğraşacağın hiç aklıma gelmezdi doğrusu." Osman Hamdi hocasına hak verir gibi başını salladı. "Devletimizin eli kalem tutan herkese ihtiyacı var. Fransa'daki gibi sadece sanatla uğraşacak bir sınıfın oluşması şu an için bizde imkansız görünüyor. Osmanlı'da devlete hizmet hep öncelikli olmuştur. Ben de bu kurala uydum gidiyorum işte." "Sen mutluysan sorun yok. Ama resim ihmal etmeye gelmez. Bunu sakın unutma!" "Her fırsatta elime fırçamı alıyorum, merak etmeyin. Son yaptığım tabloları size göstermeyi çok isterim. Kaç gün kalacaksınız Konstantinopolis'te?" Gerome'ün gözleri ışıl ışıl parlamıştı. "İnan bilmiyorum Hamdi," dedi. "Doğu ışığı altında yaşa­ maktan asla sıkılmıyorum. Kalabildiğim kadar buralardayım. 101


Ama daha güneye de inmeyi düşünüyorum . Mısır, Tunus ve Cezayir üzerinden döneceğim Fransa'ya . Oldukça uzun bir yolculuk bekliyor beni. Bu arada senden bir ricam olacak ." "Size bir yardımım dokunursa ne mutlu bana ." "Eleştirilerden bıktım usandım artık. Beni hep hayal dünyaları çizmekle itham ediyorlar. Buradan birçok fotoğraf satın almak istiyorum . Paris'e döndüğümde Konstantinopolis'in insanları , sokakları, camileri, hamamları, çarşıları da benimle beraber gelsin diye . Her ayrıntıyı gerçeğe uygun olarak çizebileceğim böylece. Gerçi fotoğraflar siyah beyaz olduğundan renkleri hafızamda tutmam gerekecek ama olsun . Hiç yoktan iyidir ." Osman Hamdi'nin aklına iyi bir fikir gelmişti. "Sizi saray fotoğrafçıları Abdullah Biraderlerle tanıştırma­ lıyım . Onların gündelik hayat üzerine çektikleri fotoğraflar harikadır. Şehir panoramalarını da görmelisiniz ." Gerome dostunun bu önerisine çok sevinmişti. Çünkü o da Abdullah Biraderlerin ününü duymuştu. Onların Fransız Fotoğraf Topluluğu'na kabul edildiklerini biliyordu . Ama bir konu daha vardı meşhur ressamın kafasını kurcalayan . "Peki ya eski sarayın harem dairesi," dedi. "Orayla ilgili fotoğraflar, gravürler bulabilir miyiz? Duyduğuma göre padişah Dolmabahçe'ye taşındıktan sonra Topkapı Sarayı'na girip çık­ mak daha kolay oluyormuş . " Osman Hamdi, Gerome'ün son dönemlerde hareme karşı özel bir ilgi duyduğunu biliyordu . Fransız ressam, egzotizm ile erotizmin kaynaşmasının Avrupalılar için had safhada kışkır­ tıcı olduğunu keşfettiğinden beri, hadım edilmiş siyahi haremağalarının ve Batılı erkeğin göz zevkine göre betimlenmiş çıp­ lak cariyelerin arz-ı endam ettiği tablolara ağırlık vermişti. Osman Hamdi ustası için neler bulabileceğini düşündü. Ardın­ dan oturdukları kafeden kalkıp Abdullah Biraderlerin fotoğraf atölyesine doğru yürümeye başladılar . Cadde-i Kebir her za102


Cadde boyunca işleyen atlı tramvaylar geçiyor, yola inmeyi tehlikeli hale getiren faytonlarsa bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Yayalar, sokak satıcıları ve dilenciler tarafından istila edilmiş dar kaldırımda güçlükle ilerlerken Gerome ilgiyle etrafına bakındı ve, "Yirmi yıl öncesine göre epey değişmiş buraları," dedi. "Paris sokaklarından bir farkı kalmamış." Osman Hamdi başıyla onayladı hocasını. Sonra da, "Beyoğlu özel bir yerdir," dedi. "Ta Bizans'tan beri Konstantinopolis'in Batılı yüzünü simgeler." "Ama ben sur içini tercih ederim. Eyüp'ü, Süleymaniye'yi, Edirnekapı'yı. Oradaki camiler, mezarlıklar ve kıraathaneler gerçekten de Doğu'da olduğumu hissettirir bana." Gerome konuşmasına devam ederken Osman Hamdi vitrininde birbirinden hoş portre fotoğraflarının sergilendiği bir dükkanın önünde durdu ve hocasını eliyle içeri davet etti. Gerome atölyede gördüklerine inanamamıştı. Saray fotoğrafçıla­ rı Abdullah Biraderlerle tanıştığı için kendisini çok şanslı hissediyordu. Yüzlerce fotoğraf inceledi ve birçoğunu satın aldı. Osman Hamdi, hocasını en iyi şekilde ağırladıktan sonra tekrar işlerinin başına döndü. Sarayın hizmetinde bulunmaktan memnun olmasına memnundu ama içinde tarif edemediği bir huzursuzluk vardı. Bu yaşa gelmesine rağmen kaderini hala tam olarak eline alamadığını hissediyordu. Mesala on sene sonra ne işle uğraşacağını bilemiyordu. Hariciye Nezareti'nde protokolden sorumlu olmak uzun zamandır hayalini kuruduğu bir iş değildi doğrusu. Ona kalsa bütün işini gücünü bırakıp sadece resim yaparak yaşardı. Ama tabloları hala para etmi yordu. Dahası yaşadığı ülkede evlerinin duvarlarını resimlerle süslemek isteyen ve bunun için de cömertçe para harcayan insanlar hala mevcut değildi. Bu yüzden çalışması gerekiyordu. Öğrencilik yıllarında olduğu gibi Edhem Paşa'nın himayemanki gibi

kalabalıktı.

vızır vızır yanlarından

103


si altına giremezdi. Hem Naile Hanım hamileydi. Bakmakla yükümlü olduğu bir üye daha geliyordu aileye. Çok geçmeden üçüncü defa baba oldu. Minik kızına Melek ismini koydu. Melek'in doğumu Paris'te annesiyle beraber yaşayan Hayriye'ye karşı duyduğu özlemi bir nebze de olsa dindirmişti. Ama yine de kendisinden uzakta büyüyen kızını bir türlü aklından çıkar­ tamıyordu ... İlerleyen

günlerde İbrahim Edhem Paşa Berlin'e elçi olarak Baba ile oğlun ilk ayrılığı olmayacaktı bu. Ama şimdi Osman Hamdi İstanbul'da kalıyor, babası uzaklara gidiyordu. Paşanın görevinin ne kadar süreceğini kimse bilemezdi. Belki birkaç hafta sonra İstanbul'a geri çağrılır, belki yıllar boyunca Berlin'den ayrılamazdı. Paşa tüm bilinmezlere rağmen tekkelime etmeden üç gün içinde hazırlıklarını tamamlayıp Berlin'e hareket etti. Oğulları Mustafa ve Halil'i de götürmüştü Prusya'ya. Ağabeyleri gibi onların da bir süre medeniyetin içinde yaşayıp Batı kültürünü tanımalarını istiyordu. O sırada kendi işleriyle meşgul olan Galib İstanbul'da kalsa da, Osman Hamdi'nin, evin en büyük erkek evladı olarak tüm ailenin sorumluluğunu üzerine alması gerekecekti. Babasını ve kardeşlerini Berlin'e uğurladıktan sonra yalıdaki yemek masasının başkö­ şesine kendisi yerleşti. Edhem Paşa ailesi, Berlin'deki üyelerinin orada neler yaptıklarını gazetelerden de takip edebiliyordu. Prens Bicmark'ın paşa için sarf ettiği güzel sözler İstanbul basınında büyük yanatandı.

kı uyandırmıştı:

Avrupa eğitim sistemini yakından bilen Edhem Paşa 'nın övülmeye değer ahlakı için ülkesinde onurlandırıl­ masını dilerim . Büyükelçilik görevini uzun zamandır yürütmemesine rağmen sevgi ve hayranlığımıza nail olmuş104


tur. Edhem

Paşa

önceki büyükelçi gibi debdebeli ve boş buldukça oğullarını da yanına alarak sanayi ve eğitim kurumlarına ziyaretler yapmaktadır. Aynı zamanda paşanın kendisi de bir bilim adamı­ dır. Berfin 'de bulunduğu süre içerisinde davranışlarıyla hepimizin takdirini kazanmıştır. işleri sevmediğinden fırsat

Fatma Hanım Prusya prensinin kocası için söylediği sözleri dinlerken gözyaşlarına hakim olamamıştı. Osman Hamdi annesinin ıslanan yanaklarını her zaman ceketinin cebinde taşı­ dığı beyaz mendiliyle sildi. 1876 baharında yalıdaki herkesin neşesi yerindeydi. Ama Edhem Paşa, Berlin'deki görevinde daha ikinci ayını doldurmamıştı ki, imparatorluğun başkentinde sular ısındı. Osman Hamdi'nin Bağdat'ta emrinde çalıştığı Midhat Paşa sürekli olarak Abdülaziz'i eleştiriyor, devletin vatandaşlarını özgür kılması gerektiğini savunuyordu. Ona göre ülkenin köklü reformlara ihtiyacı vardı. Paşa yıllardır tekrarladığı görüşlerini artık daha bir yüksek sesle dillendiriyordu. Sultan Abdülaziz ise Midhat Paşa'nın hazırladığı raporlardan bıkmıştı. Ama Paşa inadından vazgeçmiyordu. Yapılan gizli toplantılarda, "Bu padişahla meşrutiyet yönetimi hayal," sesleri yükseliyordu. Midhat Paşa'nın görüşlerini savunan Darülfünun öğrenci­ leri de sokaklardaydı. Birkaç hafta önce o güne kadar İstan­ bul' da görülen en kalabalık öğrenci yürüyüşlerinden biri yapılmıştı. Muhalif paşalar, Abdülaziz'e karşı harekete geçmenin tam sırası olduğunu düşünüyorlardı. Amaçları padişahı devirip, yerine meşrutiyeti ilan edecek bir şehzadeyi oturtmaktı. 30 Mayıs sabahı donanma Dolmabahçe'nin önüne gelip toplarını saraya doğru çevirdi. Yürüyüşe geçen askeri birliklerse kısa sürede Abdülaziz'i teslim aldılar. Her şey bir anda olmuştu. Dev cüsseli sultan Eski Saray'a götürülür götü105


rülmez top atışları İstanbul'u inletmeye başladı. Bir taht değişikliği olduğu aşikardı. İlk başlarda ahali padişahın doğal sebeplerden öldüğünü düşündü. Sokakta konuşulanlar hep bu yöndeydi. Ama Osman Hamdi buna pek inanmadı. Daha birkaç gün önce bir davette gördüğü Abdülaziz turp gibi sağ­ lamdı. Bu kadar kısa sürede hastalanıp ölmüş olması müm kün değildi. Hemen çalıştığı devlet dairesine koşup neler olduğunu öğ­ rendi. Tahrriin ettiği gibi Abdülaziz tahtan indirilmişti. Yeni padişah ise Şehzade Murad olmuştu. Osman Hamdi bu olayın perde arkasında çok sevdiği Midhat Paşa'nın da olduğundan emindi. Tüm kalbiyle işlerin bir an önce yoluna girmesini diledi. Ama Osmanlı da işler bir kere çığırından çıktı mı kolay kolay yatışmazdı. Birkaç gün sonra Feriye Sarayı'na yollanan devrik padişahın öldüğü haberi duyuldu. Abdülaziz her iki bileğini de keserek intihar etmişti! Onlarca doktor inceledi cesedi. Şüpheli bir durum bulunamadı ve r?porlara intihar olduğu yazıldı. Halk buna hiç inanmadı gerçi. Suikast dedikoduları başını alıp gitti. Gerçeği tam olarak kimse bilmiyordu ama insanlar devrik padişahları için gözyaşı döküyorlardı. Osman Hamdi Abdülaziz'in devrildiğine üzülmemişti. Ama sabık padişahın ölüm haberi onu allak bullak etti. Paris sokaklarında gördüğü heybetli mi heybetli o adamın artık bu dünyada olmadığı gerçeği kolay kolay alışılabileceği bir fikir değildi. Acaba Berlin'de bulunan Edhem Paşa nasıldı? Yıllardır hizmet ettiği sultanının bu şekilde ölmesi onu perişan etmiş olmalıy­ dı. Osman Hamdi, Abdülmecid öldüğünde Paris'te olduğun­ dan babasının neler yaşadığını görememişti. Şimdi yine bir padişah ölmüştü ve baba ile oğul yine farklı ülkelerdeydi. Abdülaziz'in hayatını kaybettiği o gece Osman Hamdi Kuruçeşme'deki yalının bahçesinde sabahladı. Babasının şu günlerde İstanbul'da olmasını her şeyden çok isterdi. Paşa ile 106


dertleşmeye ihtiyacı vardı. Abdülaziz'in Paris Garı'nda III. Napolyon ile el sıkıştığı o tarihi anın görüntüleri bir türlü gözünün önünden gitmiyordu. Kafasını nereye çevirirse çevirsin sultanın Paris caddelerinden geçişi canlanıyordu zihninde . Gecenin ilerleyen bir saatinde Fatma Hanım geldi oğlunun yanına. Onun da uykusu kaçmıştı. "İyi misin Hamdi?" diye sordu . Osman Hamdi annesini daha fazla endişelendirmemek için sessizce başını salladı. Fatma Hanım oğlunun yanına oturur oturmaz, "Sultan Aziz Mısır seyahatinden döndükten hemen sonra evimizi şereflendirmişti," diye söze başladı. Osman Hamdi bu hikayeyi hiç duymamıştı. O sırada Paris 'teydi. Hukuk fakültesine girmek için deli gibi çalıştığı günlerdi. Kulak kesilip annesini dinlemeye başladı. "Padişah İstanbul'a ayak basar basmaz üç gün üç gece sürecek şenliklerle karşılandı. Kapalıçarşı bu süre zarfında hep açık kaldı. Sultan ertesi gün Beyazıt'tan dönerken çarşının içinden geçip Mahmutpaşa tarafındaki kapıdan çıktı. Baban Sultan Aziz'i bizim konağın önün .de karşıladı ve içeri davet etti. Gözlerime inanamıyordum ama sultan gerçekten de evimizdeydi işte. Benimle ve kardeşlerinle ayrı ayrı ilgilenmişti. Ama en çok da Paris'te olduğun için senin hakkında sorular sormuştu . O gün seninle öyle çok gururlanmıştık ki. .. " Osman Hamdi'nin gözleri dolmuştu. Fatma Hanım , "Niye anlattım ki şimdi sana bunu," diyerek kızdı kendine. Ardından oğlunu öptü ve odasına çekildi. Osman Hamd.i de yerinden kalkmış, camdan dışarı bakmaya başlamıştı. Karşı kı­ yıdaki yalılarda da ışıklar yanıyordu . Anlaşılan o uğursuz haziran akşamında kimse uyumuyordu. Şu anda bütün evlerde Abdülaziz'in gerçekten intihar mı ettiği yoksa bir cinayete mi kurban gittiği konuşuluyor olmalıydı.

107


öldüren bir ekibin üyesi olmaz," diye mırıldandı. "Hem neden Abdülaziz'i öldürmek istesinler ki. Dört gün önce zaten onu devirmişlerdi." Dile kolay tam on beş yıl geçirmişti onun saltanatında. Abdülaziz' den bahsederken geçmiş zaman ifadesi kullanmak Osman Hamdi'ye garip geliyordu şimdi. Ama Osmanlı'da yeni bir · devir başlamıştı. Baki olan kişiler değil devletti. "Midhat

Paşa, padişahı

V. Murad sadece üç ay tahtta kalabildi. Dengesiz davranışlar sergilemeye başlamıştı. Kimilerine göre akli kabiliyetlerini tümüyle kaybetmişti. Kimileriyse padişahın alkole düşkün olduğu dedikodusunu dillerine dolamıştı. Doktorlarsa melankolik mizacının onu derin bir buhrana sürüklediğini söylüyordu . Oysa anayasa savunucularının en güvendiği şehza­ deydi Murad Efendi. Abdülaziz ile beraber Avrupa seyahatine çıktığından beri Batı medeniyeti üzerine kafa yoran, Namık Kemal ve Midhat Paşa gibi isimlerle gizli toplantılar yapan biriydi. Anayasaya kadın erkek eşitliği hakkında bir madde konulması gerektiğini bile söylemişti bir seferinde. Ama Osmanlı tahtında en kısa süre oturan padişah oldu ne yazık ki. Kendisini tahta oturtanlar tarafından alaşağı edildi. Yeni padişah Meşrutiyet'i ilan edeceğine dair Midhat Paşa'ya söz veren il. Abdülhamid oldu . Paşa birkaç gün önce Şehzade Abdülhamid'i Maslak Köşkü'nde ziyaret etmiş ve onu masasında anayasa üzerine çalışırken bulmuştu. Bu mizansen karşısında etkilenen Midhat Paşa, şehzadeye müjdeli haberi orada vermekten çekinmemişti. Abdülhamid ise ani bir hareketle altın kol düğmelerini çıkartıp o anın hatırası olarak paşa­ ya sunmuştu. 1876 Eylülü'nün ilk günü değişiklik yine aynı yöntemle halOsman Hamdi Abdülhamid'i ilk defa Paris'teyduyuruldu. ka ken görmüştü. III. Napolyon ile Sultan Abdülaziz'i taşıyan salPadişah

108


hemen arkasındaki faytona kurulmuş o genç şehzade Osmanlı'nın yeni padişahı olmuştu artık. Midhat Paşa ise tekrardan Şurayı Devlet başkanlığına getirilmişti. Osman Hamdi de herkes gibi saraydaki gelişmeleri takip etmekten yorgun düşmüştü. Ne de çok şey olmuştu şu kısacık süre içinde. Tam da o günlerde babasından bir mektup aldı. Paşa, "Zatı Şahaneleri beni İstanbul'a çağırıyor. Birkaç haftaya kalamaz oradayım" diye yazmıştı. İbrahim Edhem Paşa dediği gibi kısa süre sonra Kuruçeş­ me' deki yalısındaydı. Osman Hamdi yemek masasının başkö­ şesini tekrar babasına bıraktı. Mustafa babasıyla beraber yurda dönmüş, henüz on beş yaşında olan Halil ise Berlin'de kalmıştı. Paşanın isteği üzerine liseyi orada bitirecekti. Hatta başarılı olursa üniversiteyi de Avrupa'da okuyacaktı. Edhem Paşa kimya veya biyoloji gibi bir pozitif ilim tahsil etmesini istemişti en küçük oğlundan . Fatma Hanım, Halil'in nerede kaldı­ ğını, moralinin nasıl olduğunu filan sordu kocasına. Paşaya belli etmese de küçük oğlundan yıllarca ayrı kalacağı için çok üzgündü. Ana yüreği nasıl dayansındı böylesi uzun bir ayrılı­ ğa? Büyük oğlu dokuz yıla yakın bir süre kalmamış mıydı Parislerde. Kim bilir Halil kaç yıl sonra dönecekti dizlerinin dibine. Hakkında hayırlısı neyse o olsun, dedi iç çeke çeke. Paşanın Berlin'de kaldığı birkaç ay içerisinde Osmanlı'da iki kez taht değişikliği olmuştu. Ama Edhem Paşa masada daha çok Berlin'de oğullarıyla beraber geçirdiği günlerden bahsetti. Ardından da coşkuyla orada gördüklerini anlatmaya

tanat

arabasının

başladı:

"Adamlar sanayide fersah fersah önümüzdeler. Her yere bacalarından gri dumanlar çıkan devasa fabrikalar açmışlar. İşçiler arı gibi çalışıyor. Takdire şayan bir disiplin içindeler. Mühendis mekteplerine de gittik. Orada fennin en ileri düzeyi öğretiliyor gençlere. Bu yüzden Halil çok şanslı. Ama Alman109


casını

ilerletmeli bir an önce. Yoksa asla anlayamaz o karışık dersleri." Yemekten sonra kadınlar mutfağa, çocuklar da odalarına çekildi. Osman Hamdi babasıyla siyaset konuşmak için sabır­ sızlanıyordu. Salonun Boğaz manzarasına hakim koltuklarına geçip oturdular . Az sonra Türk kahvesi pişirmeyi yeni yeni öğ­ renen Naile Hanım kocası ve kayın pederi için yaptığı kahvele- · ri getirdi. Osman Hamdi karısına teşekkür ettikten sonra paşa­ ya doğru döndü ve endişeli bir sesle, "Bundan sonra neler olacak efendim," diye sordu . "Her şey yoluna girdi. İnşallah daha da iyi olacak." "Sizi niye geri çağırdılar Berlin'den?" "Zatı Şahaneleri şu sıralar güvendiği hizmetkarlarını yanın­

da istiyor. Ayrıca İstanbul'da Avrupa devletlerinin katılacağı bir .konferans düzenlenecek. Orada görev alacağım." Osman Hamdi babasının Abdülhamid'i bu kadar çabuk benimsemiş olmasını yadırgamıştı. "Padişah Meşrutiyetiçin

ne diyor. Bir tarih belli mi?" diye

sordu . "Zatı Şahaneleriyle

hat

Paşa

hiç konuşmadım bu konuyu. Ama Middaha fazla beklemez. Eli kulağındadır yani."

Bir süre sonra Midhat Paşa'nın sadrazam olduğu duyuruldu . Talihin garip bir cilvesi olarak, Midhat Paşa'dan boşalan Şurayı Devlet başkanlığınaysa İbrahim Edhem Paşa tayin edilmişti. Osman Hamdi bu gelişmeleri sevinçle karşıladı. Hayatında en çok saygı duyduğu iki insan, devlet yönetiminde en üst basamaklara tırmanmıştı. Babasının dediği gibi gerçekten de işler yoluna giriyordu. Midhat Paşa'nın başkan­ lığındaki kurul anayasa metni üzerindeki çalışmalarını tamamlamıştı. Artık sıra Meşrutiyet'in

ilan edilmesine 110

gelmişti.


23 Aralık'ta Haliç Tersanesi'nin yanında bulunan Bahriye Nezareti'nde İbrahim Edhem Paşa'nın da Osmanlı temsilcisi olarak görev yaptığı milletlerarası konferans başladı. Prusya, İngiltere, Rusya ve Fransa'dan gelen delegeler Osmanlı yetki lileriyle binanın giriş katındaki kabul salonunda oturmuş, Balkanlar'ın statüsünü ve azınlıklarla ilgili konulan münazara ediyorlardı. Bu kış gününde avizeye onlarca mum yerleştirilmesi­ ne rağmen oda tam olarak aydınlatılamamıştı. Gün ışığı içeri dolsun diye perdeler iyice açıldı. Yuvarlak masa etrafında yapılan konuşmalar oldukça diplomatik başladı. Delegeler nezaketi elden bırakmadan kendi taleplerinin haklılığını kanıtlama­ ya çalışıyordu. Yabancı katılımcılarının birçoğu, Edhem Paşa'nın Berlin elçiliği görevini yürütürken yakından tanıma fır­ satı bulduğu isimlerdi. Paşa onlarla Almanca konuşuyor, yeri gelince de kusursuz Fransızcasına başvuruyordu. Müzakere ilerledikçe oda ısındı, ithamlar sertleşti. Konuşmanın bir yerinde Fransız temsilcisi Balkan olayları için, "Zülüm yapmak Türk milletine mahsustur," deyince ortalık iyice karıştı. Edhem Paşa kendini kaybetmiş gibiydi. O anda diplomatlığı da, ülkeler arasındaki hassas dengeleri de unutup Fransız delegesine doğru döndü ve, "Yanılıyorsunuz Mösyö," diye hiddetle bağırdı. "Eğer biz zülüm yaptıysak bile böyle hadiseler yalnız bize özgü değildir. Fransa'daki Saint Barthelemy Katliamı'nı ne çabuk unuttunuz? Bir gecede altmış bin Protestan'ı kılıçtan geçirmiştiniz. Paris'in göbeği kan gölüne dönmüştü." Fransız delegesiyle İbrahim Edhem Paşa arasında yaşanan ağız dalışını diğer katılımcılar zor bela yatıştırabildi. Taraflar sakinleştikten sonra müzakereler tekrar başladı. Ama kısa süre sonra patlayan bir top masadaki herkesi yerinden sıçrattı. Yabancı delegeler neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Osmanlı temsilcileri ise bıyık altından gülümsüyorlardı. Çok geç111


meden Meşrutiyet'in ilan edildiği açıklandı. Artık Osmanlı'nın bir anayasası, bir de meclisi olacaktı. Konferans nedeniyle hazır tüm Avrupa'nın gözü buradayken Meşrutiyet'i ilan edelim, diye düşünülmüştü. Hatta Osmanlı tarafına göre düzenlenen konferansın bile artık bir anlamı kalmamıştı. Çünkü imparatorluğa demokrasi gelmişti! Ama Avrupalılar bu emrivaki karşısında pek tatmin olmuşa benzemiyordu. Hatta kulis arkasın­ da Rusların savaştan bahsettiği konuşuluyordu. Meşrutiyet kutlamaları çok görkemli oldu. Başta İstanbul ve Selanik olmak üzere imparatorluğun dört bir köşesinde bayram havası esiyordu. Midhat Paşa özgürlüğün simgesi haline geldi. Batı basını paşayı bu yüzyılın en önemli insanların­ dan biri ilan etti. Avrupa parlamentoları da Osmanlı sadrazamını yere göğe sığdıramıyordu. Ne de olsa paşa, sadrazam olduktan sadece dört gün sonra Osmanlı'nın meşrutiyeti ilan etmesini sağlamıştı. Herkes yeni bir döneme girildiğinin farkındaydı. Osmanlı'nın yüzyıllardır süregelen yönetim anlayışında önemli bir değişiklik olacaktı. Monarşinin tartışmasız egemenliği sona ermişti artık. Padişahın bile bağlı kalacağı bir anayasaya yürürlüğe girmişti. Abdülhamid hala dokunulmazdı ve kimseye karşı sorumlu değildi ama kişisel özgürlükler anayasayla güvence altına alınmıştı. Bundan böyle herkes din ve mezhep farkı olmaksızın Osmanlı vatandaşı olarak tanımlanacaktı. Ve tüm Osmanlılar yasalar önünde eşit olacaktı. Kimse yasadışı yollardan vergi toplayamayacak, hiçbir memur geçerli bir neden olmadan görevinden alınamayacaktı. İşkence kesinlikle yasaklanmıştı. Mahkemelerdeki yargılamalar da halka açılmıştı. Osman Hamdi anayasa metnini okuyunca heyecanını gizleyemedi. Avrupalıların özgürlük dedikleri buydu işte. Midhat Paşa ile Bağdat'ta yediği akşam yemeklerini hatırlamıştı. Paşa112


o yıllardaki sofra sohbetlerinde dile getirdiği gelecek , artık hayal olmaktan çıkmıştı. İlk fırsatta Midhat Paşa'nın huzuruna çıkıp onu bizzat tebrik etmeliydi. Bu arada Edhem Paşa oğlu kadar heyecanlı gözükmüyordu. Osman Hamdi babasının durgunluğu karşısında hayal kı­ rıklığına uğramış olsa da, ona bu konuyla ilgili hiçbir şey sormadı. Sarayda neler konuşuluyordu kim bilir? Edhem Paşa ne düşünüyordu? Aslında son günlerde yaşanan değişimden memnun olmayanların sayısı hiç de az değildi. İmparatorlu­ ğun yönetiminde eskiden beri söz sahibi olan muhafazakar kanat, yüzyıllardır süregelen yapının değişmesine pek de taraftar değildi. Tüm bu olup biten karşısında padişahın ne hissettiğiniyse tam olarak kimse bilmiyordu. Aradan sadece kırk dört gün geçti. Osman Hamdi 5 Şubat 1877 pazartesi sabahı her zamanki gibi erkenden yalıdan çıkıp Tarabya ile Galata arasında sefer yapan Şirketi Hayriye vapuruna bindi. İngiliz yapımı yandan çarklı vapurlar, her iki yakadaki iskelelere yanaşmak için Boğaz üzerinde zikzaklar çizerek ilerlediğinden yol bir saatten fazla sürüyordu . O gün hava oldukça soğuktu . Gri bulutlar Boğaz'ın maviliğini örtmüş, onu da kendilerine benzetmişlerdi. Osman Hamdi içeri geçip, sürekli olarak çantasında taşıdığı kitaplardan birini okumaya başladı. Vapur Dolmabahçe'nin önünden süzülürken tüm yolcular gibi o da istemsizce saraya baktı. Bahçede kimse yoktu . Ama gaz lambalarıyla aydınlatılan ana salonlar ışıl ışıldı. Saray bu saatlerde daha karanlık olurdu genelde . "Hayırdır inşallah," diye söylendi. Bir şeyler dönüyorsa yakında kokusu çıkardı. Galata Rıhtımı'nda tüm yolcular vapurdan indi. Osman Hamdi iskelenin hemen arkasındaki bir kahvehanenin önünde toplanmış kalabalığı görünce iyice meraklandı. Tam o sırada,

nın

113


"Ağalar

son havadisi duydunuz mu?" diyen birine kulak ka-

barttı.

Adamın

veya

o mahallede meydana gelen bir hırsızlık olayından birinden bahsedeceğini düşün­ Ama yine de adımları gayri ihtiyari o tarafa doğru yö-

karısı kayıplara karışan

müştü.

neldi. "Padişah

Efendimiz Midhat Paşa'yı sürgüne yollamış . Az önce kalkan bir gemi paşayı alıp götürmüş. Nereye gittiğini de kimse bilmiyormuş." Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Kalabalıktan birbirine karışan sesler yükseldi: "İyi olmuş ... Midhat gavur dostuydu zaten ... Umarım dönüşü olmaz ... " Osman Hamdi haberi verirken kulakları ağzına varan adamın üstüne yürüyüp, "Sen neden bahsediyorsun!" diye çıkışmadan edemedi. Adam sinmişti. "Yalla öyle söyleniyor Beyim," dedi. "Köprün üstünde herkes bundan bahsediyor. Bana inanmıyorsanız gidin kendi gözlerinizle görün." Osman Hamdi koşar adım Galata Köprü'süne doğru ilerle di. Gerçekten de ortalık kaynıyordu. Haberin doğruluğundan şüphesi kalmamıştı artık. Birden adımları ağırlaştı. Başının döndüğünü hissetti. Etrafında yükselen uğultuyu bile duymuyordu. Tam o sırada köprü girişinde yayalardan beş para toplayan görevli koluna yapışıp geçiş ücretini istedi. Osman Hamdi eline cebine attı ve tüm bozuk paralarını adamın boynunda asılı duran bakır çanağın içine fırlattı. Ardından görevlinin şaşkın bakışları altında yürümeye devam etti. İlk önce yaşlı bir adama çarptı. Sonra bir hamalq. "Tövbe estağfurullah, önüne baksana be adam," sesleri yükseliyordu arkasından. 114


Olanlara bir türlü inanamıyordu. Midhat Paşa sürgüne yoldaha birkaç hafta öncesine kadar tüm dünyanın kahraman olarak gördüğü biri değil miydi? Abdülhamid, Avrupa devletlerinden gelecek tepkileri nasıl göze alabilmişti? "Akıl alacak iş değil," diye söylendi. "Daha paşayı tebrik bile edememiştim!" Çalıştığı dairede de herkes Midhat Paşa'nın sürgününden bahsediyordu. Biraz serinkanlı düşününce aslında yaşananla­ rın hiç de sürpriz olmadığını fark etmeye başladı. Bir süredir padişah ile sadrazamı arasındaki gerilimin şiddetlendiği konuşuluyordu. Midhat Paşa için, "Meşrutiyet hayaline kavuştu. Şimdi de cumhuriyet ister," denmiyor muydu? Dahası padişah ona nasıl güvenebilirdi ki? Paşa önceki iki sultanı tahtından eden ekibin bir üyesi değil miydi? Abdülhamid'in ondan bir an önce kurtulmak istemesi gayet doğaldı. Osman Hamdi o gün işten erken çıktı. Şehir oldukça sakin görünüyordu. Haberin duyulmasıyla protestocu öğrenciler lanmıştı! Paşa,

sokağa dökülmüş,

Babıali'ye doğru yürüyüşe geçmişlerdi.

Ama askerler kalabalığı dipçik darbeleriyle dağıtınca bir daha kimse gösteri yapmaya cesaret edememişti. Osman Hamdi doğruca yalıya gidip babasıyla konuşmak istiyordu. Edhem Paşa'nın sürgünle ilgili birçok detay bildiğine emindi. Eve vardığında babasının henüz dönmediğini öğrendi. Oturup paşayı beklemekten başka çare yoktu. Ama saatler geçiyor, Edhem Paşa ortalıkta gözükmüyordu. Kuruçeşme İskelesi'ne uğrayan son vapurdan da inmedi. Osman Hamdi babasını merak etmeye başlamıştı. Paşa son zamanlarda hiç bu kadar geç kalmamıştı çünkü. Fatma Hanım da telaşlandı. Neler oluyordu acaba? Tüm aile iştahsızca yemeğe oturdu. Naile Hanım kaselere çorba doldururken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Yemekten sonra da gelen giden olmadı. Ama gece yarısına doğru yalının arka tarafında nal sesleri işitildi. Paşa bir saray

115


arabasıyla gelmişti. Üstelik resmi üniformasını giymiş, o güne

kadar

aldığı

tüm

giriş kapısında

nişanları

da göğsüne iğnelemişti. Paşa yalının bulunan on iki basamaklı simetrik merdiveni

koşar adım çıktı.

Osman Hamdi babasını, "Sizi çok merak ettik, efendim," diyerek karşıladı. Paşa oldukça sakindi. "İşler uzadı," dedi. "Olanları biliyorsundur." Osman Hamdi babasının ayakkabılarını bile çıkarmasına fırsat vermeden peşi sıra sorular sormaya başladı: "Midhat Paşa nereye götürüldü? Sağlığı nasıl? Akıbeti ne olacak?" Paşa oğluna sakin olmasını söyledi. Beraberce salona geçtiler. Ardından, "Oğlum, Midhat Paşa için endişelenmene gerek yok," dedi. "Paşa tutuklu değil. Avrupa'da istediği yere gidebilecek." "Sizin bundan haberiniz var mıydı?" Paşa kafasını iki yana sallarken, "Hayır," dedi. "Ben q.ebu sabah öğrendim." "Midhat Paşa'ya ihtiyacı vardı bu devletin. Yapılacak iş mi bu?" diye söylenip duruyordu Osman Hamdi. "Kim bilir paşa­ ya nasıl davranmışlardır." "Bir tatsızlık yaşanmamış. Sabahın ilk ışıklarıyla saray görevlileri paşanın konağına gitmiş ve ona padişah efendimizin kendisiyle çok acil görüşmek istediğini söylemişler. Midhat derhal üstünü giyinmiş ve saraya doğru yola koyulmuş. Orada kendisine sadrazamlıktan azledildiği tebliğ edilmiş. Midhat da ne yapsın, hemen sadaret mührünü teslim etmiş . Aslında o ana kadar hiç şaşırmamış. Ama sonra saltanata karşı gizli planlar yapmakla suçlandığını öğrenmiş. Ardından da sürgün edileceğini. İşte o anda yüzü allak bullak olmuş. Sadece, 'Allah milletimizi korusun. Yazık oluyor vatana da meşrutiyete de' diyebilmiş." 116


Osman Hamdi sanki tüm bunlardan babası sorumluymuş gibi, "Saçmalık!" diye bağırdı. "Hangi gizli plan? Midhat Paşa istediklerini elde etmişti zaten. Kendisi sadrazamdı. Yakında meclis de açılacak. Daha ne isteyebilirdi ki? Hem padişah neye dayanarak bu sürgünü emretti. Yürürlükte olan bir anayasası var artık bu ülkenin." "Padişahımız kanunlara aykırı bir şey yapmadı," diye çıkış­ tı Edhem Paşa. Oldukça sinirlenmişti. Osman Hamdi'yse babasının Midhat Paşa'yı değil de Abdülhamid'i müdafaa etmesine inanamıyordu. Öfkeyle babasına baktı. "Anayasanın 113. maddesi padişaha tehlikeli gördüğü kişi­ leri yurtdışına gönderme izni veriyor," dedi Edhem Paşa. "Hukuk fakültesini bitirseydin sen de bilirdin böyle şeyleri!" Osman Hamdi ağzına geleni söylememek için kendisini zor tuttu. O anda Fatma Hanım girdi araya. Oğlunu alıp salonun uzak bir köşesine götürdü. Yıllardır baba ile oğul arasında böylesine şiddetli bir kavga yaşandığına kimse tanık olmamış­ tı. Naile Hanım da kocasını sakinleştirmeye çalışıyordu. Az sonra İbrahim Edhem Paşa evdeki herkesin derhal salona gelmesini istedi. Paşa siyasi konuları sadece büyük oğluyla tartıştığından bu çağrı karşısında herkes meraklanmıştı. Kısa süre sonra salon kalabalıklaştı. Paşa ellerini arkasında birleştirdikten sonra, "Zatı Şahanelerinin sadaret mührünü kime verdiğini bilen var mı?" diye sordu. Fatma Hanım, "Hayır," diye cevap verdi kocasına. Osman Hamdi de bilmiyordu yeni sadrazamın kim olduğunu. Aslında Midhat Pasonra onun için çok da şa'nın sürgüne gönderilmesinden önemli değildi bu haber. Ama babasının, "Sadrazam ben oldum," demesi karşısında donakaldı. 117


Fatma Hanım kocasının boynuna sarılıp paşayı ilk tebrik eden oldu. Mustafa ve Galib de babalarının elini öptükten sonra ona sarıldılar. Naile Hanım bile neler olduğunu anlamıştı. Yarı Türkçe yarı Fransızca paşaya tebriklerini sundu. Osman Hamdi ise hala bir tepki vermemişti. Son yirmi dört saatte yaşananları birkaç dakika boyunca kafasında tarttıktan sonra paşayı kutlamayı akıl edebildi. Baba ile oğul arasındaki buzlar erimişti.

Sadrazamlık bir devlet görevlisinin ulaşabileceği en yüksek makamdı. Osmanlı soyundan olmayan, yani padişahlık hayalleri kurmayan biri için daha yukarısı yoktu. Osman Hamdi babasının kim bilir kaç yıldır sadrazam olmayı düşle­ diğini biliyordu. Paşa sonunda bu emeline ulaşmıştı işte. Yine de dolu dolu sevinemedi babası için. Keşke Midhat Paşa'nın sürgün edilmesi sayesinde olmasaydı diye düşünmeden edemiyordu. O gece aklından geçirdiği her cümleye keşke diyerek baş­ ladı. ..

İbrahim Edhem Paşa'nın sadrazamlığı sırasında Osmanlı'nın

ilk meclisi açıldı. Paşa, Dolmabahçe Sarayı'nın merasim salonunda düzenlenen açılış törenine sadrazam olarak katıl­ manın gururunu yaşıyordu. Üst düzey memurlar, mebuslar, ulema sınıfı, gayrimüslimlerin dini temsilcileri ve yabancı elçiler tam kadro oradaydı. Herkes ayakta dikilmiş padişahın salona gelmesini bekliyordu. Az sonra Abdülhamid ana kapının önünde belirdi. Sade, siyah bir elbise giymişti. Ama gösterişli kılıcı ve beyaz eldivenleriyle dikkat çekiciydi. Salon, padişa­ hım çok yaşa, padişahım çok yaşa nidalarıyla çınlarken, sultan ağır adımlarla ilerleyip tahtına oturdu. Suratı asıktı. Merasime zoraki katıldığını fark etmemek mümkün değildi. Sadrazam İbrahim Edhem Paşa, Abdülhamid'in oturduğu tahtın he118


duruyordu. Okunan nutuklar şiddetli alkışlarla karşılık buldu. Kısa süre sonra da padişah tek cümle etmeden salondan ayrıldı. Osman Hamdi bu tarihi günün ayrıntılarını akşam yemeğin­ de babasından öğrendi. Artık anayasası ve meclisi olan bir ülkede yaşayacağı için memnundu. Midhat Paşa için üzülmesine üzülüyordu ama, tek tesellisi paşanın hayalini kurduğu düzenin sonunda Osmanlı'da işlemeye başlamasıydı. İlk meclis Ayasofya'nın karşısındaki Darülfünun binasında toplandı. Yüz otuz milletvekili vardı salonda . Tam da Midhat Paşa'nın istediği gibi imparatorluğun her etnik grubundan ve her dininden temsilciler seçilmişti. Bu arada paşanın Avrupa'da el üstünde tutulduğuna dair haberler geliyordu. Paşa, İtalya'da şaşalı törenlerle karşılanmıştı. Sonraki günlerde kralın düğününe katılmış, Verdi'nin bestelediği Aida operasını izlemiş, İtalya Meclisi'nde konuşmuş ve Napoli yakınlarındaki Pompeii harabelerini gezmişti. Osman Hamdi gazetelerdeki haberleri gülümseyerek okudu. Paşanın hayatıyla ilgili kaygı duymaktan kurtulmuştu sonunda . Ülkede parlamenter sistemin emeklemeye başladığı o günlerde Osman Hamdi de yeni görevi için kollarını sıvamıştı. Artık 6. Bölge belediye müdürü olarak anılıyordu. Bundan yirmi küsur sene önce İstanbul on dört yönetim bölgesine ayrılmış, 6. Bölge'nin sınırları Galata , Pera ve Beyoğlu'nu kapsayacak şekilde çizilmişti. İmparatorluğun en Batılılaşmış semtini bundan böyle Avrupa kültürünü içselleştirmiş bir belediye reisi yönetecekti. Bölgedeki yönetim anlayışı Paris Belediyesi'nden esinlenmişti. İsmi de zaten oradan geliyordu. Paris'te de 6. Bölge şehrin merkezindeki en seçkin muhitti. Osman Hamdi bölgeyi çok iyi tanıyordu . Yabancı ülkelerin elçilik binaları hep Pera'daydı. Bölgede ikamet edenlerse genelde hali vakti yerinde olan gayrimüslimlerdi. Başkente batı-

men

arkasında

119


dan gelen ticari mallar ' deniz yoluyla taşındığı için Galata ve Tophane limanları her daim kalabalık olurdu. Tanzimat'tan sonra modern belediyecilik hizmetlerinin ilk olarak uygulamaya sokulduğu yerdi Pera ile Beyoğlu arası. İlk olarak Cadde-i Kebir gaz lambalarıyla aydınlatılmış, her sokağa bir isim verilmişti. Bölgedeki altyapı, diğer semtlerle kıyas­ landığında hiç de fena sayılmazdı. Ama yedi yıl önce meydana gelen yangın Beyoğlu'nda büyük hasara neden olmuştu. Tarihe karışan binalar arasında Beyoğlu'nun simgelerinden olan tiyatrolar, oteller, elçilikler ve kiliseler vardı. Bölge hala o büyük afetin yaralarını sarmak için uğraş veriyordu. Arsa fiyatlarının katlanmasına rağmen her yer şantiye halindeydi. 6. Bölge' de dış cepheleri oymalarla ve heykellerle süslenmiş birbirinden şık betonarme binalar yükselmeye başlamıştı. Osman Hamdi birdenbire kendini yol genişletme çalışmala­ rının, kanalizasyon ıslahlarının ve imar hamlelerinin arasında buldu. Paris ve Viyana sokaklarını adım adım dolaşmış biri olarak Beyoğlu'nu daha da modern bir yer haline getirmek için uğraş veriyordu. Bölge aynı zamanda kültürel etkinliklerin de merkeziydi. Belediye başkanı, yıllar ön ce Abdülaziz'in portresini yapmak için İstanbul'a çağrılmış bir Fransız ressam olan Mösyö Guillemet'nin atölyesini sık sık ziyaret ediyordu. Dolmabahçe Sarayı'nın tavan fresklerini de yapmış olan Guillemet, birçok çağdaşı gibi İstanbul'a aşık olmuş ve bu şehre yer leşmişti. Şimdiyse Beyoğlu'ndaki atölyesinde kendisi gibi ressam olan karısıyla birlikte dersler vermeye başlamıştı. Guillemet'lerin derslerine ilgi gösterenler genelde gayrimüslimlerdi. Ama atölyenin Müslüman öğrencilerinin de olduğu sır değildi . Hatta bunların içinde kadınların da olduğu konuşuluyordu. 1870'li yıllarda İstanbul'da yaşayıp da resim eğitimi almak isteyen bir gencin başvuracağı tek adres bu atölyeydi. Osman Hamdi atölyeyi gezdikten sonra, 120


"Sizi tebrik ederim Mösyö, yaptığınız gerçekten de önemli bir iş," dedi. "Ama maalesef burada fazla bir olanağımız yok," diye cevap verdi Guillemet. "Aslında maarif nezaretiyle görüşüyo­ rum. Bir akademi kurmak istiyorlar. Resim, heykel ve mimarlık eğitimi verecek gerçek bir akademi. Müdür olarak da beni uygun görmüşler. Ama bir türlü gerçekleşmiyor bu hayal. Malum şu aralar devletin bütçe sıkıntısı var. Oysa acele etmemiz gerek." "Haklısınız Mösyö. Osmanlı'da sanat eğitimi o kadar geri kaldı ki, kaybedecek tek bir günümüz bile yok. Ama burada iş­ ler biraz yavaş ilerler. Umarım hayaliniz yakında gerçekleşir. Ben belediye reisliği yaptığım sürece sizin arkanızdayım. Aynca Sadrazam Edhem Paşa babam olur. En kısa zamanda onunla da bu konuyu görüşeceğim." Guillemet'nin yüzünde bir gülümseme belirmişti. "Teşekkürler Hamdi Bey," dedi. "Keşke herkes sizin kadar anlayışlı olsa." Ama 24 Nisan 1877

öyle bir olay meydana geldi ki, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm insanların hayatı birdenbire değişti. Son dönemde yaşanan siyasi çalkantılar bile anlamını yitirmişti. O sabah İbrahim Edhem Paşa sadaretteki makamında çalışırken önemli olduğu söylenen bir zarf aldı. Nota, Rusya maslahatgüzarı tarafından gönderilmişti. Çar İs­ tanbul' daki elçiyi ülkesine çağırdığından Edhem Paşa bu duruma pek şaşırmadı. Ama yine de, hayırdır inşallah deyip zarfı açtı. Ama haberler hiç de hayırlı değildi. Büyükelçi yerine görev yapan maslahatgüzar Rusya'nın Osmanlı'ya savaş ilan ettiğini bildiriyordu. İbrahim Edhem Paşa iki satırlık metni bir kere daha okudu. Sonra da, "Aman Allahım, aman Allahım," diye sayıkladı. sabahı

121


İmparatorluk toprakları

içinde Osmanlı'nın bir savaşla yüz yüze bulunduğunu bilen tek kişi olarak eli ayağına dolanmıştı. Durumu hemen saraya iletmesi gerekiyordu. Sadaret makamından çıkıp Yıldız'a gitmesi ve sonra padişahın huzuruna kabul edilmesi en az yarım saat sürerdi. Bu yüzden telgraf odasına koşup haberi anında saraya ulaştırdı. Ardından kendi de oraya doğru yola koyuldu. Edhem Paşa'nın ilettiği haber Yıldız Sarayı'na bomba gibi düşmüştü. Nazırlar ve üst düzey askerler birer ikişer saraya geliyorlardı. Olan bitenden haberdar edilen meclis de acil toplantı kararı almıştı. Otuz beş yaşındaki padişah ne mebusları­ na ne de askeri durum hakkında oldukça iyimser konuşan paşalarına güveniyordu. Hepsinden çok güngörmüş sadrazamı­ na bel bağlamıştı. Ama savaşın ne getireceğini kimse kestiremezdi. Osmanlı'nın mali ve askeri durumunu yakından bilen herkes endişeliydi. Yirmi yıl önceki Kırım Savaşı'nda Rus orduları, İngiliz ve Fransızların desteği sayesinde mağlup edilmişti. Çarın sıcak denizlere inme hayallerini şimdi kim engelleyecekti? Osmanlı seferberlik ilan etse bile çoktan hazır hale gelmiş beş yüz bin Rus askerini nasıl durduracaktı? Yoksa Konstantinopolis tekrardan Ortodoks mu olacaktı? Rus ordusu beklenildiği gibi birkaç hafta içinde Balkanlar'da önemli mesafe kat etti. Cepheden gelen haberler üzerine İstanbul'da ciddi bir panik havası esmeye başlamıştı. Fısıl­ tı gazetesi başkentin Bursa'ya taşınacağını yayıyordu. İbra­ him Edhem Paşa ise hayatının en sıkıntılı günlerini yaşamak­ taydı. Daha önce hiçbir Osmanlı sadrazamının karşılaşmadığı bir durumla yüz yüzeydi. Ortada kötü giden bir savaş vardı. Tahtta tecrübesiz bir padişah oturuyordu . Meclis ise her işe burnunu sokuyordu . Paşa, sadrazam olarak güç dengelerinin ortasında sıkışıp kalmıştı.

122


Neyse ki sonunda cepheden iyi bir haber geldi. Rus ilerlePlevne'de Osman Paşa tarafından durdurulmuştu. İnsan­ lar günler sonra derin bir nefes aldı. Ama endişe devam ediyordu. Herkes gözünü kulağını daha önce adı sanı duyulmamış o küçük kasabadan gelecek haberlere çevirmişti. Savaşın Plevne'de hapsedildiği o günlerde Sadrazam Edhem Paşa yalıya çok geç geliyor ve önüne çıkan herkese bağı­ rıyordu. Daha önce kimse onu bu halde görmemişti. Paşa geceleri sadece birkaç saat uyuyordu. Herkes yattıktan sonra salona inip ne yapacağını bilmez halde sabaha kadar volta atı­ yordu. Osman Hamdi babasının bütün gece evin içinde dolaş­ tığını gıcırdayan zeminden anlıyordu. Su içmek bahanesiyle o da aşağı iniyor, ama babasını yatağına yatırmaya bir türlü muvaffak olamıyordu. Paşa çoğu kez sabaha karşı salondaki divanın üzerinde uykuya dalıyordu. Osman Hamdi erkenden kalktığı bir sabah babasının uykusunda, "Dayan Osman Paşa, dayan ," diye konuştuğunu duydu. Edhem Paşa, Plevne'de Rusları durdurmuş olan Osman Paşa'yı çok iyi tanımazdı. Harbiye mezunu Osman Paşa bütün ömrünü İstanbul'dan uzakta savaş meydanlarında ve isyancıların peşinde geçirmişti. Ama bu iki adamın kaderi savaşın o en kritik günlerinde birbirleriyle kesişmişti işte. Biri sadrazam olarak savaşı yöneten komisyonun başkanı, diğeri ise imparatorluğun geleceğini belirleyen Plevne direnişinin yişi

komutanıydı.

Osman Hamdi babası için gidip onu hafifçe sarstı.

endişeleniyordu. Paşanın yanına

"Uyanın babacığım, uyanın,"

dedi. "Sabah oldu."

Savaş şiddetlendikçe meclisteki tartışmalar da alevleniyordu. Padişaha dil uzatmaya cesaret edemeyenler her zamanki gibi sadrazamı hedef tahtasına oturtmuşlardı. Edhem Paşa

123


birdenbire mebusların en çok saldırdığı kişi haline geldi. Sadrazam için Deli Corci deniyordu artık. Bir gizli celsede Aydın mebusu, "Makamınıza dört elle sarılmışsınız. Sadece vatanın felaketini seyrediyorsunuz. Bu ne ihtirastır. Huzuru ilahiye nasıl çı­ kacaksınız?" deyince olanlar oldu. Eleştiriye tahammülü olmayan Edhem Paşa meclistekilere olur olmaz laflar edip salonu terk etti. Hırsından mı, üzüntüsünden mi bilenmez, gözlerinden yaşlar boşanmıştı. Kuruçeşme'deki yalıda sadrazam ile Beyoğlu belediye reisini buluşturan akşam yemekleri de oldukça sıkıntılı geçiyordu artık. Osman Hamdi bu zor günlerinde babasına destek olmak istiyordu. Ama ne yapabilirdi ki? Paşa sürekli olarak kendisini eleştiren mebuslara öfke kusuyordu. Yemek masasın­ dayken bile onu sakinleştirmek mümkün olmuyordu. Ağzın­ dan çıkan her cümleden sonra bir yumruk savuruyordu masaya. Tabak çanak havaya sıçrıyordu her seferinde: "Ben sadece madenlerden anlarmışım. Benim neyimeymiş savaşı idare etmek. Öyle diyor mebus beyler. Ben onların yaşı kadar devlet hizmetinde bulundum. Ne yapacağımı onlara mı soracağım? Padişah Efendimiz bana güveniyor. Mebusların hepsine göstereceğim devleti yönetmek nasıl olurmuş. Ha bir de lakap takmışlar bana. Deli Corci diyorlar arkamdan. Duymam zannediyorlar ama ben her şeyin farkındayım. Zamanı gelince hepsiyle hesaplaşacağım, hepsiyle ... " bile getirilmek istenmeyen felaket gerçeğe dönüştü. Plevne beş aylık destansı bir direnişin ardından düşmüş, adına türküler yakılan Gazi Osman Paşa esir edilmişti. Haberin duyulması özellikle Edirne ve İstan­ bul' da yaşayan insanları paniğe sürükledi. Rus ordularını durdurabilecek hiçbir güç yoktu artık. Birkaç gün sonra

akıllara

124


1878 yılına girildiği gün Osman Hamdi de yalıdaki diğer herkes gibi düşünceliydi. Oysa önceki yıl ne kadar da mutlu başlamıştı. Meşrutiyet ilan edilmiş, Midhat Paşa sadrazam olmuştu. Herkes gelecek için umutluydu. Ama bir yılda köprünün altından çok sular akmıştı. 11 Ocak akşamı İbrahim Edhem Paşa yalıya oldukça üzgün geldi. Paşanın omuzları düşmüştü, ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu. Naile Hanım hemen kayınpederinin elinden çantasını ve paltosunu aldı. Paşa koltuğa kendini bırakır bırakmaz cebinden çıkardığı mektubu Osman Hamdi'ye doğru uzattı. Zarfın üzerinde Padişah 1I. Abdülhamid'in mührü vardı. üs- · man Hamdi o anda neler olduğunu anladı. İşlerin bu noktaya geleceğini tahmin etmişti aslında. Kağıdı eline alıp sıkıntılı bir sesle okumaya başladı:

Vezirim Edhem Paşa, Sizin kuvvetli gayretiniz, devletimize ve özellikle bana olan sadakatiniz malumumuzdur . Önceki memuriyetlerinizde gösterdiğiniz başarılı gayretleriniz ve her ayrıntıyı düşünmenizden dolayı çok memnunum . Atalarımdan bana miras olduğunuzdan ve onlara olan hizmetlerinizin derecesini takdir ettiğimden dolayı her zaman özel himayemdesiniz . Değişen durumunuzun başka bir sebebi olmayıp, sadrazamlıktan az/edilmeniz sadece bir süreden beri sizi çok yorgun gördüğümden ve zamanımızın malum ağır­ lığından ileri gelmiştir. Yine bir memuriyetle görevlendirilmeniz kararlaştırılmış olup istirahatiniz süresince her istediğiniz zaman huzuruma çıkmaya izniniz vardır. Sadık

Padişah meclisin sesini kesmek için ilk önce sadrazamını feda etmişti. İbrahim Edhem Paşa övgü dolu sözler eşliğinde istirahat etmesi için evine gönderilmişti. Kimse ne diyeceğini

125


bilemedi. Böyle bir durumda ne söylenebilirdi ki zaten. Kısa bir sessizliğin ardın paşa herkesin yerine yine kendi konuştu: "Zatı Şahaneleri nabza göre şerbet vermeyi makamının temel unsuru sayan birini getirirsin şimdi bu hayati göreve ." Osmanlı tarihinde görevden alınan sadrazamların sonu hiç iyi olmazdı. İdam edilenlerin, Midhat Paşa gibi sürgüne yollananların sayısı az değildi. Osman Hamdi babasının sadrazamlıktan azledilmesine üzülmüştü üzülmesine ama, bir yandan da her işte bir hayır vardır demekten kendini alamıyordu. Savaş zamanı sadrazamlık yapmak paşayı iyiden iyiye yıpratmış­ tı. Dinlenmesi gerçekten de onun için iyi olabilirdi. Ama işler Osman Hamdi'nin beklediği gibi gitmedi. İbrahim Edhem Paşa azledilme meselesini bir türlü içine sindiremiyordu . Daha küçük bir çocukken Paris'e gönderildiğinden beri neredeyse elli yıldır ülkesi için çalışan kendisi değil miydi? Şim­ di nasıl oluyordu da bir paçavra gibi köşeye fırlatılıyordu. Kendisine reva görülen son böyle mi olacaktı? Paşa küsmüş­ tü. Kimseyle konuşmak istemiyordu. Oğlu akşamlan cephe den gelen son havadisleri anlatırken bile kayıtsız gözüküyordu . Ama Osman Hamdi babasının kendisini can kulağıyla dinlediğine emindi. Bu yüzden şehirde konuşulanları evdekilere aktarmayı sürdürüyordu. Edhem Paşa'nın sadrazamlıktan azledilmesinin üzerinden sadece dokuz gün geçmişti ki, Rusların Edirne'ye girdiği haberi geldi. Padişah çardan ateşkes talep etmek zorunda kalmış­ tı. Ama Rusların ne yapacağını kimse kestiremiyordu. Artık ne Abdülaziz'in ölümü, ne meşrutiyet ne de Midhat Paşa'nın sürgünü vardı gündemde. Savaş önemsiz kılmıştı diğer tüm meseleleri. Fırınların önündeki kuyruklar uzamaya başlamış, kadınlar un, pirinç ve yağ bulmak için pazarlara akın etmişlerdi. Erkeklerse bir bir silah altına alınıyordu. Osman Hamdi de eğer gerekirse gönüllü olarak askere yazılmaya karar verdi. O 126


günlerde birçok gencin yaptığı gibi eline tüfeğini aldı ve askeri üniforma giyip fotoğraflar çektirdi. Ocak ayının son gününde ateşkes antlaşması Edirne'de imzalandı. Ama Rusların Konstantinopolis'e bu kadar yaklaşmış­ ken durmaya niyeti yoktu. Birkaç gün içerisinde Çatalca önlerine kadar ilerlediler. Gece sessizliğinde patlayan topların gümbürtüsü İstanbulluları yataklarından sıçratıyordu. İnsan­ lar gök gürültüsüdür umuduyla hemen sokağa dökülüyorlar, ama bulutsuz gecede fener gibi parlayan yıldızları görünce korku içinde evlerine dönüyorlardı. Şehir cephe olmak üzeriydi. Bu karanlık günlerde Osman Hamdi de babasıyla kafa kafaya verip ne yapılabileceğini tartışıyordu. Savaşın kaybedildiği belli olmuştu. Ailenin İstanbul dışına taşınması gündeme geldi. Bu arada Naile Hanım ikinci çocuğuna hamileydi. Osman Hamdi babasına Eskihisar'a yerleşmeyi önerdi. Gerekirse oradan da Bursa'ya geçilebilirdi. Ama paşa biraz daha beklemeye karar verdi. Avrupa devletlerinin bu işe artık bir dur diyeceği­ ni düşünüyordu çünkü . O sırada Paris'te ikamet eden Midhat Paşa da aynı amaç için çalışıyordu. Times gazetesine gönderdiği bir yazıda Rusların saldırganlığı karşısında Avrupa'nın seyirci kalmamasını istemişti. Paşa hiçbir resmi görevi olmamasına rağmen bir büyükelçi gibi tüm Avrupalı yöneticilerle temasa geçiyordu. Savaşın başından beri tarafsızlık politikası izleyen İngilizler, İs­ tanbul'un çarın eline düşmekte olduğunu anlayınca nihayet harekete geçme kararı aldılar. Yeni bir ateşkes için Rusların üzerindeki baskı artıyordu . Düşman ordularının İstanbul'a bir günlük yürüyüş mesafesinde olduğu sırada meclisteki tartışmalar iyiden iyiye sertleş­ mişti. Artık padişah da mebusların hedefindeydi. Herkes meclisin ne karar alacağını merak ediyo rdu. Ama hiç beklenmedik bir anda parlamentonun lağvedildiği açıklandı. Abdülhamid 127


içinde bulunulan olağanüstü dönem sona erince meclisin tekrar açılacağını bildirilmişti. Böylece Meşrutiyet yönetimi tarihe karışmış oluyordu. Ama kimse bunu dert edecek durumda değildi. Çünkü millet can derdine düşmüştü. Rus subaylarının karargahlarını Yeşilköy'e taşıdığı söyleniyordu. Kimse Rus öncü birliklerinin İstanbul'a bir top atışı mesafede olduğuna inanmak istemese de söylentiler doğruydu. Şehir Bizans'tan alındığından beri ilk defa kaybedilme tehlikesiyle burun burunaydı. Edhem Paşa ailesi Kuruçeşme'deki yalıya kapanmış, olacakları çaresizce beklemeye başlamıştı. Sadece Osman Hamdi 6. Daire'deki görevi için sık sık şehre iniyordu. Devletin tüm kaynakları savaş için seferber olduğundan belediyecilik hizmetleri neredeyse tamamen durma noktasına gelmişti. Zaten yapılması gereken çok daha önemli işler vardı. Savaştan kaçan on binlerce insan İstanbul'a akın etmişti. Belediyeler de ellerindeki kısıtlı imkanlarla göçmenlere yardım etmeye çalışı­ yordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de tifo salgını baş göstermişti İstanbul'da. Felaketler üst üste geliyordu. Fatma Hanım hastalık yalıya sıçramasın diye içme sularını ocak ateşi­ nin üzerinde dakikalarca kaynatmaya başladı. Hizmetçiler de tembihlenmişti. Sebze ve meyveler temiz suyla iyice yıkana­ cak ve yalının gideri sürekli olarak dezenfekte tutulacaktı. Osman Hamdi bir sabah kahvaltı masasına oturduğunda sofrada sadece birkaç parça peynir, biraz domates, bir avuç da zeytin olduğunu gördü. Evin taştan yapılmış giriş bölümünde bulunan kilerde stok edilmiş erzakın gitgide azaldığını biliyordu ama durumun bu kadar kötü olduğunu hiç düşünme­ mişti. Evde eski bir sadrazam ve bir belediye reisi yaşasa da savaş herkes için yokluk demekti. Edhem Paşa ağzındaki zeytin çekirdeğini tabağına tükürdükten sonra küfreder gibi konuşmaya başladı:

128


,-

"Türkler Konstantinopolis'e girince Bizanslılar korku içinde Ayasofya'ya sığınmışlardı. Herkes gökten bir meleğin gelmesini ve onları kurtarmasını bekliyordu. Ama tabi ki; kimse gelmedi. Bakalım şimdi bizi kim kurtaracak." Osman Hamdi babasına moral vermek için, "Merak etmeyin efendim, Ruslar Yeşilköy'de antlaşma imzalayacaklar," dedi. "Tüm Avrupa onlardan bunu bekliyor. İn­ gilizlerle savaşmayı katiyen göze alamazlar." Paşa, "İnşallah, inşallah," diyerek kafasını salladı. Ardın­ dan da, · "Şehirde kimse ile öpüşme Hamdi," dedi. "Hiçbir şey yeme. Umumi tuvaletlere de sakın ha girme." Karnı burnunda olan Naile Hanım kocasının İstanbul'a inmesini hiç istemiyordu. Hem savaş, hem de tifo kuşatmıştı şehri. Ama Osman Hamdi görevinin başında olmalıydı. Karısı­ na endişelenmemesi gerektiğini söyledi ve yalıdan çıktığı gibi iskeleye yürüdü . Acele ettiyse de vapura yetişemedi. Ortaköy'e kadar yürümeye karar verdi. Aksi gibi hava çok soğuk­ tu. 1878 Şubatı'nda kar hiç eksik olmamıştı. Paltosunun yakalarını kaldırıp adımlarını hızlandırdı. Kısa süre sonra atlı tramvayların kalktığı durağa ulaştı. Dört atın çektiği ve tek vagondan oluşan tramvaylar pek rahat değildi. Ama vapuru kaçıran­ lar için şehrin merkezine ulaşmanın en hızlı yoluydu. Tramvay Tophane durağını yeni geçmişti ki yolcular arasından bir uğultu yükseldi. Osman Hamdi hemen ayağa kalkıp pencereden dışarı baktı. Prens Adaları'nın açıklarında savaş gemileri vardı. Ama gönderlerine çektikleri bayraklar tam olarak seçilmiyordu. İnsanlar gördükleri gemilerin Rus donanması olduğundan endişe etmeye başlamışlardı. Yoksa şehir işgal mi edilmişti?

Az sonra yolculardan biri, "İngilizler!" diye bağırdı. "Bunlar İngiliz gemisi." 129


Osman Hamdi de gemilerdeki Büyük Britanya İmparatorlu­ ğu bayrağını görmüştü. Anlaşılan İngilizler Yeşilköy'deki Ruslara gözdağı vermek için· İstanbul'a kadar gelmişlerdi. Osman Hamdi tramvaydaki herkes gibi sevinç çığlıkları attı. Sonra hemen yerine oturdu. İçini bir burukluk kaplamış, farkına vardı­ ğı gerçek onu büsbütün sarsmıştı. Demek ki Avrupa devletlerinin yardımı olmaksızın Osmanlı payitahtını bile koruyamı­ yordu artık! Balkan göçmenleriyle dolup taşan Galata Rıhtımı mahşer yeri gibiydi. At arabaları ve kağnılar İstanbul'a binlerce insan taşımıştı. Sirkeci'ye yanaşan trenler de salkım saçaktı. Ayasofya, Süleymaniye, Yeni Cami, Sultanahmet ve Nuruosmaniye gibi büyük camilerinin hepsi ardına kadar perişan haldeki insanlarla dolup taşıyordu. Hanlar, medreseler ve mektep binayapılmış derme ları da aynı durumdaydı. Şehirde tahtadan çatma göçmen mahalleleri oluşmuştu . Ama bu mahallelerdeki insanları dinmek bilmeyen kar fırtınalarından korumak mümkün olmuyordu , Kimse şikayet etmese de, inleme sesleri duyulmasa da yaşanan ıstırabın ağırlığı havaya sinmişti. Yedi yaşındaki çocuklardan yetmiş yaşındaki dedelere kadar herkesin suratında aynı anlamsız ifade vardı. Doğup büyüdüğü toprakları terk etmenin hüznü canını kurtarmanın sevinciyle karışmış, geleceğe dair belirsizlikse yüzlerdeki donukluğu keskinleştirmişti. En çok da annelerinin kucağında bir bohça gibi taşınan minik bebekler için üzüldü Osman Hamdi. Eskiden beri savaş koşullarında yaşayan insanların hayata tutunacak gücü nereden bulduklarına akıl sır erdiremezdi. Savaşın hedefindeki bir kentte yaşamanın ne demek olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Herkes kanıksıyordu işte. Çaresizce uyum sağlıyordu. Dört bir yandan gelebilecek ölüme, birden gelen ölüme, yaşananlar yetmezmiş gibi ortaya çıkan salgın 130


hastalıklara,

yüzlerce kilometrelik yolu yayan kat eden insanlara acımadan yağan kara ve dahasına ... Herkes alışıyordu. "Demek böyle oluyormuş," diye mırıldandı. "Demek böyle oluyormuş ... " Ardından da köprünün ortasında durup etrafına bakındı. Göçmen kalabalığını İstanbul'da tutmak mümkün olmayınca Anadolu'ya nakiller başlamıştı. Deniz üzerinde gidebilen tüm araçlar Karaköy'den Üsküdar'a göçmenleri taşıyordu. Boğaz'ın rengi sandallar nedeniyle görünemez olmuştu adeta. Göçmen kafileleri Üsküdar'a ayak basar basmaz İzmit, Bursa ve Ankara'ya doğru yönlendiı:iliyorlardı. Binlerce insan soğuk­ tan ve açlıktan kırılmıştı. Tifodan ölenlerin sayısını ise tam olarak kimse bilmiyordu. Göçmenlere yardım etmek için uğ­ raş veren Fransız ressam Guillemet de tifoya kurban gitmişti. Osmanlı'nın yaşadığı tam bir bozgundu. Ama İngilizleri karşılarına almak istemeyen Ruslar kısa bir süre sonra nihai ateşkes antlaşmasını Yeşilköy'de imzalamak zorunda kaldılar. Rusların geri çekildiği haberi büyük bir zafer havasında kutlandı. İstanbul ölümden dönmüştü. Bazılarına göreyse ömrünü sadece birkaç yıl uzatmıştı. Ama buna da şükürdü! Her şey o kadar çabuk normale döndü ki! Sanki göklerinde top seslerinin yankılandığı, sokaklarında on binlerce göçmenin eriyip gittiği şehir bu değildi. Aylardır bir kuru ekmeğe talim eden, en yakınlarını savaşta yitiren insanlar sanki bunlar değildi. Herkes son aylarda yaşadıklarını bir an önce unutmak istiyor gibiydi. 93 Harbi acılarıyla birlikte hatıralara gömüldü. Savaş yıllarının ardından İbrahim Edhem Paşa'nın yalısına da tekrardan sükunet hakim olmuştu. Paşanın zorunlu istirahati° devam ediyordu. Osman Hamdi ise Beyoğlu Belediyesi'ndeki görevinden ayrılmıştı. Babası gibi onun da uzun yıl­ lardır ilk defa bu kadar çok boş vakti oluyordu. Son dönemde 131


Jean Leon Gerome'ün tavsiyesine uyamamış, resmi çok ihmal etmişti. Arayı kapatmak için kendini tablolarına ver di. Yalının üst katında en iyi ışık alan odaya kurduğu atölyesinde saatlerce çalışıyordu. Bu arada dördüncü kızı Leyla da

hocası

doğmuştu.

Osman Hamdi çocuklarıyla vakit geçirmekten çok memnundu. Hayatının en dingin günlerini yaşıyordu . Evinden uzakta değildi. Ülkeyi kasıp kavuran bir savaş yoktu . Ne tehlikeli bir gönül macerasının içindeydi ne de ailevi bir sorunun ortasında. Yaşam birdenbire hızını kesmişti sanki. Bağdat'ta beraber görev yaptığı arkadaşı Ahmed Midhat Efendi'nin yazdığı romanları okuyordu saatlerce . Ahmed Midhat Osmanlı'nın ilk romancısı olmamıştı ama en fazla eser veren yazan olmayı başarmıştı. Aslında roman, Osmanlı aydınlarının yabancısı olduğu bir yazın türüydü. Birçok kimse Ahmed Midhat'ın kitapları­ nı tuhaf buluyordu . Ama Osman Hamdi Paris'te kaldığı yıllar boyunca Fransız romanlarını okumuş, Balzac, Stendhal, Hugo ve Zola 'yı çok beğenmişti. Bu nedenle Ahmed Midhat'ın kurgu dünyasını yadırgamadı. Bağdat'tayken yazar arkadaşına tavsiye ettiği kitaplar işe yaramış gibiydi. Ahmed Midhat gerçekten de usta bir romancı olmuştu. Çok geçmeden İbrahim Edhem Paşa'nın Viyana'ya elçi olarak atandığı haberi geldi. Paşaya gönderilen tayin kararı, "Mazereti vücudiyeniz ortadan kalktığı için ... " sözleriyle başlıyor­ du. Paşa mektubu okur okumaz, "Mazereti vücudiye imiş," diye söylenmeye başladı. "Sağlı­ ğımda ne sorun vardı ki beni sadrazamlıktan aldınız? Şimdi de iyileşmişim . Hepsi zırva bunların." Edhem Paşa sadrazamlıktan sonra tekrar elçi olarak görev yapmayı gururuna yediremiyordu. Ama bir yandan da padişa­ hın kendisini hatırladığına içten içe sevinmişti. Bir haftaya kalmadan bavullarını hazırlayıp yola çıktı. Kuruçeşme'deki yalı-

132


da Edhem Paşa ailesinin alışık olduğu vedalaşma sahnelerinden biri daha gerçekleşti. Fatma Hanım'ın tek tesellisi paşanın o sırada Viyana'da üniversite okuyan en küçük oğlu Halil'in yanına gidiyor olmasıydı. Yalıda ailesiyle kalan Osman Hamdi düzenlenen resim sergilerine tablolarını göndermeye başladı. Şeker Ahmed'in tertiplediği serginin üzerinden yıllar geçmiş, İstanbullu sanatseverler artık bu tarz etkinliklere alışmışlardı. Osman Hamdi kı­ sa sürede sergi salonlarının aranan ressamlarından biri oldu. Paris'te kalıp ünlü bir ressam olma hayalini gerçekleştireme­ mişti. Şimdi kendi şehrinde tanınmaya başlamasıyla avunuyordu. Tablolarına ödenen paralar fena sayılmazdı. Ama yine de koca bir ailenin geçimini sağlayabilecek kadar çok değildi. Aslında tablolarının bir gün servet edip etmeyeceğiyle hiçbir zaman ilgilenmemişti. Böyle bir şeyin yakın gelecekte imkansız olduğunu za~en biliyordu. Avrupa devletleri, ressamların eserlerini satın alıp müzelerine koyardı. Orada kentsoylu sınıf da sanata meraklıydı. Ama Osmanb'da ticaret yaparak veya fabrikalar işleterek zengin olan geniş bir kesim yoktu. Çoğun­ luğu gayrimüslim olan bir avuç tüccar, resim sanatına yeni yeni ilgi duymaya başlamıştı. Kimi sanatsever paşalar da ressamlara destek veriyordu. İbrahim Edhem Paşa yalısının duvarlarına Şeker Ahmed'in yaptığı tablolardan asmıştı mesela. Ama tüm bunlar yeterli değildi. Avrupa'da kilise bile yüz yıl­ lardır ressamlara iş veriyordu. Oysa Osmanlı'da asırlar önce suret çizmeyi yasaklamıştı şeyhülislam. Osman Hamdi tüm bu gerçekleri bilmesine rağmen büyük bir sabırla çalışmayı sürdürüyordu. Bitirdiği her resim fırçasını daha da ustalaştırıyordu. Ama karşısına geçince, işte benim başya­ pıtım diyeceği tabloları henüz tamamlamadığınm farkındaydı. 1880 senesinde Elifba Kulübü yeni bir sergi düzenledi. Osman Hamdi her zamanki gibi sergiye katılan ressamlardan bi133


riydi. Salonları dolaşırken büyük bir şevkle projelerini tanıtan Alexandra Vallaury isimli genç bir mimarla tanıştı. Vallaury'nin çizimlerine hayran kalmıştı. Mimarın yanına gidip onu tebrik etti. Osman Hamdi Fransızca konuşmuştu. Ama Vallaury'nin cevabı kusursuz bir Türkçeyleydi. "Demek Levantensiniz Mösyö?" "Evet Hamdi Bey, İstanbul doğumluyum." "Şu meşhur pastacı Vallaury ile bir yakınlığınız var mı?" "Evet, babam olur kendileri." Sohbet ilerleyip genç mimarın eğitimini Beaux Arts'ta aldığını öğrenince çok şaşırdı Osman Hamdi. Hemen, "Hangi yıllar arasında oradaydınız?" diye sordu. "1869 yılında başladım Beaux Arts'a." "Ben de o yıl Paris'teki resim eğitimimi tamamlayıp buraya döndüm." "Çok yazık olmuş, demek orada da karşılaşabilirdik." İki adam ayaküzeri sohbet etmeyi sürdürdüler. Osman Hamdi otuz yaşındaki mimarın gelecekte çok başarılı olacağı­ na canı gönülden inanmıştı. Ama ne yazık ki Vallaury'ye görkemli çizimlerini hayata geçirmesi için fırsat verecek bir mevkie sahip değildi. Oysa ne kadar da güzel olurdu mimarın çizim kağıtlarında gördüğü muhteşem binaların vücuda gelip İs­ tanbul'u süslemesi. O gün Vallaury'ye iyi şanslar dileyip sergiden ayrıldı. Osman Hamdi yaz aylarında daha rahat çalışabilmek için babasının Gebze yakınlarındaki evine gidiyordu. Eskihisar yöresinde kendisi de bir arsa satın almıştı. Dönemin bütün ileri gelenleri yazlık konutları için Boğaz kıyılarını tercih ederken Osman Hamdi'ye taşra yaşamı daha çekici geliyordu. Birkaç yıl içinde arsasına yazlık bir ev yaptırmayı kafasına koymuştu. Bölgenin temiz havası, sessizliği ve Bursa dağlarına kadar uza134


nan göz alıcı manzarası onu rahatlatıyordu . Yaşlılık yıllarını huzur içinde geçirmek için buradan daha uygun bir yer düşü­ nülemezdi. O günlerdeki tek resmi görevi Müze-i Hümayun komisyon üyeliğiydi. Müze Müdürü Dr. Dethier'in ricasını kırmamış ve bir süre önce komisyona katılmayı kabul etmişti. Bu tam zamanlı bir iş değildi. Çünkü ortada doğru düzgün bir müze filan yoktu. Ayda bir iki kere diğer komisyon üyelerinin de katıldı­ ğı toplantılar düzenleniyor ve gerçek anlamda bir müze kurulması için nele r yapılması gerektiği tartışılıyordu. Yıllar içinde çeşitli vesilelerle yolu İstanbul'a düşmüş birkaç parça antik heykel Aya İrini'nin bahçesine yerleştirilmişti. Bu eski Bizans kilisesinin içindeyse Ayasofya'nın çanı ve Haliç'in ağzına gerilmiş meşhur zincirin parçaları gibi İstanbul'un fethi sırasında ele geçirilen çeş itli nesneler saklanıyordu . Depo olarak kullanılan kilisede aslında tam olarak nelerin bulunduğunu kimse bilmiyordu . Tarihi eserlerin tasnifi bil e yapılmamıştı; ne oldukları, nerede bulunduklarıyla ilgili hiçbir kayıt tutulmamış­ tı. Üstelik Aya İrini'nin karanlık dehlizlerinde kaderlerine terk edilmiş eserler uzun zamandır rutubete maruz kalmışlardı. Komisyon birkaç yıl önce ilgili makamlardan yeni bir müze binası talebinde bulunmuştu. Çok geçmeden Çinili Köşk yeni müze binası olarak tahsis edildi. Fetihten hemen sonra yapılan köşk, İstanbul'da inşa edilmiş ilk Osmanlı yapılarından biriydi. Altıgen şeklindeki küçük bir iç avlu ve o avludan daha da küçük beş odacıktan oluşuyordu . Aya İrini'deki tarihi eserler büyük bir dikkatle Çinili Köşk'e taşındı. Osman Hamdi Avrupa'da gezdiği muhteşem müzeleri gözünün önüne getirdik çe, Çinili Köşk'ün bu iş için gerekli standartlara sahip olmadığını dü ş ün­ meden edemiyo rdu . Arna yine de Çinili Köşk imparatorluk müzesi olar ak hizmet e açıldı. Ziyaret çileri gen elde İstanbul'a gelen yabancılardı. Yerli halkın müz e binasından haberi bile yoktu . 135


Osman Hamdi müze komisyonu üyesi olduğundan beri ülkesinin arkeolojik geçmişine karşı daha fazla ilgi duyuyordu. Önceki yıllarda yapılan hataları hatırladıkça üzülmemek elde değildi. Bir de halihazırda Osmanlı topraklarında kazı yapan Batılılar vardı sıkıntısına tuz biber eken. Kazılar son dönemde bilimsel araştırma olmaktan tamamen çıkmış, tek kelimeyle birer yağma­ ya dönüşmüştü. Üstelik Batılılar kendilerini başkasına ait olan malı çalan bir hırsız olarak görmüyorlardı. Onlara göre söz konusu olan eserler nerede bulunursa bulunsun Batı'nın olmalıydı. Osmanlı makamları birkaç sene öncesine kadar arkeolojik kalıntılarla hiç mi hiç ilgilenmemişti. Toprağın altındaki tarihi eserler değersiz taşlar olarak kabul edilmişti. Bu boş vermiş­ lik nelere mal olmamıştı ki? 1870'li yılların başında Bergama çevresinde yol çalışmaları yapmakla görevlendirilmiş Humann adındaki bir Alman mühendis, kısa zamanda bölgedeki tarihi zenginliği fark etmiş ve hemen Pergamon antik kentini kazmaya başlamıştı. Humann çok geçmeden Zeus Sunağı olarak bilinen muhteşem yapıyı bulmayı başardı. Tapınağın sütunları ve frizleri bir bir gün ışığına çıkmıştı. Humann buluntuları ülkesine götürebilmek için hemen harekete geçti. Alman makamları da vakit kaybetmeden devreye girmişlerdi. Prusya'nın İstanbul büyükelçisi Bergama'da bulunan mermerlerin Berlin'e götürülmesi için dönemin sadrazamını devamlı sıkıştırıyordu. Sonuçtan emin olan Humann ise sunağı çoktan parçalara ayırmış, taşları Ege denizine kadar taşıyacak yük arabalarını bile hazırlatmıştı. Çok geçmeden Zeus Sunağı limanda bekleyen Alman gemilerine konarak Bergama'yı terk etti. Birkaç gün sonra parçalar Berlin Müzesi'nde tekrar birleştirildi. Böyle<:e Osmanlı toprakları bekli de en görkemli hazinesini yitirmiş oldu. Bir başka Alman olan Schlieman'ın hikayesi ise Humann'ın­ kinden bile ilginçti. Schlieman genç yaşında zengin olmuş bir 136


maceraperestti. Doğru zamanda doğru yerde olma konusunda üstüne yoktu. Altına hücum günlerinde Kaliforniya'da altın tozu ticareti yapan bir şirketi vardı. Yüksek faiz karşılığı tüm altın avcılarına para akıtıyordu. Kırım Savaşı sırasında Rusya' daydı. Savaş nedeniyle pahalılaşan malları satan kurnaz bir tüccar olarak çalışmıştı. Amerikan İç Savaşı sırasındaysa beyaz altın haline gelen pamuğun ticaretini yapmıştı. Kısa zamanda edindiği servetinin boyutlarını tam olarak kimse bilmiyordu. Schlieman, Osman Hamdi'nin de Paris'te olduğu yıllar­ da bu şehre yerleşmiş, tarihe duyduğu ilgi nedeniyle Sorbon ne Üniversitesi'ne kayıt yaptırmıştı. Dünyanın en zengin üniversite öğrencilerinden biri olarak, Doğu dilleri ve eski medeniyetlerle ilgili derslere giriyordu. Ama çocukluğundan beri esas tutkusu Homeros'un İlyada destanında anlattığı Troya şehrini bulmaktı. Efsanevi antik şehrin Çanakkale Boğazı'nın güney kesimlerinde olduğu tahmin ediliyordu. En fazla üstünde durulan bölge de Hisarlık Tepesi'ydi. Schlieman, Osmanlı makamlarından kazı izni alır almaz çalışmalarına başladı. Türk yetkililere, "Eğer kıymetli bazı eserler bulmak gibi bir şansım olursa bunları paylaşmaktan sevinç duyarım," demişti. "Yarısının müzeye, yarısının da bana verilmesi uygun olur." Schlieman kısa sürede Hisarlık tepesinin altını üstüne getirdi. Kazılarında tarla çapası bile kullanıyordu. İlyada'da anlatılan Troya kentinin kralı Priamos 'un hazinesini bulmayı kafasına o kadar koymuştu ki, kazı sırasında karşısına çıkan tüm duvarları yıktırıyordu. İşçiler ellerindeki kazmalarla binlerce yı llı k yapıları yok ederken Schlieman sadece daha derine inmeyi düşünüyordu. 1873 yazında hayalleri gerçeğe dönüştü. Yüz elli parça altın ve mücevherden oluşan muhteşem bir hazine bulmuştu. O da tıpkı Humann gibi altınları hiç vakit kaybetmeden yurtdışına yolladı. Schlieman İlyada'yı hatmetmiş, 137


dahası

kelimesi kelimesine gerçek olduğu­ na inanmıştı. Kısa süre sonra tüm dünyaya Kral Priamos'un hazinesini bulduğunu açıkladı. Bilim çevreleriyse bu iddiayı kuşkuyla karşıladı. Ama gerçek olan tek şey, Schlieman'ın toprağın altından çıkardığı hazineyi Avrupa'ya kaçırmasıydı. Osmanlı Devleti vakit kaybetmeden Schlieman'a karşı hukuki bir süreç başlattı. Ama Schlieman birkaç bin altın frang karşılığında yetkililerle uzlaşma sağlamayı başardı. Yaptığıyla gurur duyuyordu . Sağda solda Osmanlıların Troya ve Homer ile ilgili en küçük bir bilgiye sahip olmadıklarından dem vuruyordu. Hatta hazineyi bilim adına kurtarmak için sakladığını söylüyordu. İstanbul'daki müze içinse, "Müdür bile bekçinin izni olmadan içeri giremiyor," diyordu. "Oraya yollanan eski eserlerin bilim için ebedi birer kayıp olduğunu herkes bilir ." Osman Hamdi son on senede yaşanan bu iki olayı unutamamıştı. Humann ile Schlieman'a mı kızsın, yoksa Osmanlı yetkililerinin vurdumduymazlığına mı yansın bilemiyordu. Zeus Sunağı'nın Berlin Pergamon Müzesi'nde çekilmiş fotoğraf­ larını Alman gazetelerinde görmüştü. Schlieman ise bulduğu hazineyle karısı Sophia'yı bir güzel süslemiş, sonra da çektiği fotoğrafları tüm dünyaya yaymıştı. Sophia'nın saçlarında ve boynunda kilolarca altınla verdiği pozu da hatırlıyordu Osman Hamdi. Osmanlı hükümeti bu gelişmeler karşısında antik eserlerin korunması için bir nizamname hazırladı. Bundan böyle bulunan eserlerin kazı yapan, arazi sahibi ve devlet arasında bölüştürülmesi gerekiyordu. Osman Hamdi, nizamnamenin uygulanamaz olduğunu hemen anlamıştı. Üçe bölme fikri düpedüz saçmalıktı! Yasaların bir an önce değişmesi gerektiğini düşünüyordu. Ama sahip olduğu yetki bunu gerçekleştirebil­ mesi için yeterli değildi. orada

yazılanların

138


İbrahim Edhem Paşa Viyana'da olduğundan Osman Hamdi babasının kütüphanesinde daha rahat çalışıyordu. Eski eserlerin korunması üzerine kafa patlattığı bir gün, paşanın özenle biriktirdiği gazete kupürlerine bakmaya başladı. Yıllar önce bir İzmir gazetesinde çıkmış haberi arıyordu. Çok geçmeden 24 Nisan 1872 tarihli gazete sayfasını buldu . Makalede Efes'te kazı yapan yabancı heyeti denetleyen bir komiserin olmadığından ve bulunan parçaların on beş gün içinde British Museum'a ulaştığından yakınılıyordu. Yazının sonunda ise bu işe ancak arkeolojiye meraklı olan İbrahim Edhem Paşa'nın bir dur diyebileceği belirtiliyordu . Osman Hamdi gazetenin tek çare olarak babasını görmesinden dolayı gurur duymuştu. Paşa sadrazamken bir seferinde yürürlükteki yasaya uymamış ve kendi yetkilerini kullanarak lrak'ta kazı yapan İngiliz ekibinin bulduğu tarihi eserlerin British Museum'a gönderilmesine izin vermemişti. Avrupalı uzmanlar bu durumu büyük bir skandal olarak değerlendirseler de, sonuçta Osmanlı sadrazamının dediği olmuştu.

Osman Hamdi kırk yaşına basmak üzereydi. O güne kadar birçok iş başarmıştı. Üstlendiği bütün görevleri layıkıyla yerine getirdiğini düşünüyordu . Kendisiyle hesaplaşmaya girdiğinde bu sorgulamadan yüzünün akıyla çıkacağına emindi. Ama hep bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Günlerini, hayatını değiştirecek mevkie ulaşmasına çok az bir zaman kaldığından habersiz, sadece resim yaparak geçiriyordu.

139




Lagina

Kazısı, Fransız

arkeologlarla birlikte .


Osman Hamdi için 1881 baharı oldukça sakin başlamıştı. Son iki yıldır yaptığı gibi sabah erkenden kalkıyor, birkaç lokma bir şeyler atıştırdıktan sonra atölyesine kapanıp çalışma­ ya başlıyordu. Yeni tablosunda duvardaki bir rafın üzerine konmuş vazoları düzelten genç bir kızı betimlemişti. Modeline birkaç adım arkadan bakan ressam, ondan masum olduğu kadar kışkırtıcı da görünen bir profil almayı başarmıştı. Resimdeki kız dizini sedire dayamış, kollarını da yukarıya doğru zarifçe uzatmış vaziyetteydi. Üzerindeki sarı elbise tüm vücut hatlarını ortaya çıkarmıştı ve çıplak ayakları oldukça dikkat çekiciydi. Aslında o güne kadar Türk resminde büyük boy insan figürüne rastlamak pek mümkün değildi. Ama Osman Hamdi bu tabuyu çoktan yıkmıştı. Onun tablolarında ana tema insan olmuştu. Kadın figürüneyse ayrı bir önem veriyordu. Batı resmindeki gibi bedenin gizemlerini tüm çıplaklığıyla tablolarına yansıtamasa da, dikkatli gözler için küçük erotik göndermeler yapmaktan çekinmiyordu. 143


Bu arada

yıllardır

Avrupa'da sürgünde bulunan Midhat Pa-

şa'dan iyi haberler gelmişti. Paşa İzmir valiliği görevine atan-

ve her dinden, her milletten insan limana koşup yeni valilerini bir kahraman gibi karşılamıştı. Osman Hamdi, Midhat Paşa gibi birinin devlet hizmetinden asla ayrı tutulmaması gerektiğini düşünüyordu. Bunca yıl boşa geçmişti. Paşanın yeni görev yeri hiç de fena sayılmazdı. Osmanlı bürokratları Anadolu'nun Batı'ya açılan bu en önemli liman kentinde görev alabilmek için çoğu zaman torpile başvururdu. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama anlaşılan Abdülhamid ile Midhat Paşa'nın mıştı

arası düzelmişti.

Fakat bu sakin günler fazla sürmedi. İstanbul basını birdenbire Midhat Paşa hakkında çok çirkin suçlamalarda bulunmaya başladı. Yazılanlara göre Sultan Abdülaziz intihar etmemiş, Midhat Paşa'nın organize ettiği bir cinayete kurban gitmişti. Olayın üzerinden beş sene geçtikten sonra bu iddialar da nereden çıkmıştı? Osman Hamdi okuduklarına inanamıyordu. Basının hemen hemen tamamı Midhat Paşa'ya karşı bir linç kampanyası başlatmıştı. Gazetelerin iyiden iyiye saray yanlısı olup çıktıklarını biliyordu ama bu kadarını beklemiyordu. Artık ülkede özgür bir basının varlığından söz etmek mümkün değildi. Paşayı cinayetle suçlayanlar arasında Ahmed Midhat Efendi de vardı. Ünlü yazar soyadının nereden geldiğini çoktan unutmuş gibiydi. Şimdilerde memleketin başka meselesi yokmuş gibi davranıyor, paşayı yerden yere vuran makaleler yazıyordu.

İzmir'de bulunan Midhat Paşa ise, kendisine karşı düzenle-

nen bu komplo hareketinin başına ne gibi çoraplar öreceğini tahmin etmişti. Ama ne yapacağını bilmiyordu. İlk önce Avrupa'ya kaçmayı düşündü. Bunun için geç kalmıştı. İzmir polisi her yerde kendisini arıyordu. Paşa tüm çıkış noktalarının tutulmuş olduğunu anlayınca Fransız konsolosluğuna sığınmak-

144


tan başka çare bulamadı. Bu olay üzerine Ahmed Midhat Efendi 'nin kalemi iyice sertleşti ve paşa için, "Hainlikte daha ciaileri giderek ecnebi bayrağı altına sığınması rezaletlerini artır­ mıştır," diye yazdı. Fransızlar politik nedenlerle Midhat Paşa'yı vakit geçirmeden Osmanlı gi,içlerine teslim ettiler . Paşa mayıs ayında sabık padişahı öldürmekle suçlanan biri olarak yıllardır uzak tutulduğu İstanbul'a getirildi. Birçok kişi gibi Osman Hamdi de bu oldubitti karşısında şaşkınlığını gizleyemiyordu. Paşanın aleyhinde estirilen rüzgarın kısacık bir sürede fırtınaya dönmesi hayra alamet değildi. Galiba Sultan Abdülhamid bu sefer paşa­ dan tamamen kurtulmaya karar vermişti. O sırada Edhem Paşa hala Viyana elçisi olarak görev yapıyordu . Osman Hamdi babasına uzunca bir mektup yazarak olanları anlattı. Edhem Paşa'nın cevabı oldukça kısaydı. Üstelik Padişah Hazretlerine hiç toz kondurmuyordu. Onun adaletine güvendiğini yazıyordu. Ama İstanbul'da gelişen olaylar bunun tam tersini gösterdi. Yıldız Saray'ında kurulan mahkeme hiç vakit kaybetmeden Midhat Paşa ve arkadaşlarını yargılamaya başladı. Paşa avukat önerilerini kabul etmemiş ve kendi savunmasını kendisi yapmak istemişti. Beklendiği gibi tüm suçlamaları reddetti. Ama mahkeme cinayeti Boğaz'ın karşı kıyısından gördüğünü söyleyen tanıkları bile dikkate aldı. İstanbul'un her konağında , her kahvehanesinde ve her okulunda bu konu konuşuluyordu. İnsanlar Boğaz kıyılarına gidip karşı taraftaki yalıların içinde bir cinayet işlense , bulundukları yerden bunu görüp göremeyeceklerini tartışıyorlardı. Osman Hamdi'nin de adalete hiç güveni kalmamıştı. Mahkemeyi gazetelerden takip etmekten başka elinden hiçbir şey gelmiyordu . Paşa çökmüştü . Yüzünde derin çizgiler olmuş, sakalları iyice beyazlamış ve kamburu daha belirgin bir hal almıştı. Osman Hamdi, paşanın kısa bir zamanda nasıl bu kadar yaşlan-

145


dığına akıl sır

erdiremiyordu. On bir yıl önce, 1870 Ekimi'nde bir fotoğrafı bulup çıkardı albümünden. Vilayetteki tüm yöneticiler beraberce poz vermişlerdi. Osman Hamdi arka tarafta ayakta duruyordu . Önde sandalyesinde oturan Midhat Paşa ise oldukça sağlıklı görünüyordu. Hemen yanında Ahmed Midhat vardı. Ama o mutlu günlerin üzerinden çok zaman geçmişti. Artık herkes paşanın sonunun geldiği konusunda hemfikirdi. Ve birkaç hafta sonra beklenen oldu . Midhat Paşa, mahkeme tarafından suçlu bulundu. Bir padişahı öldürmek Osmanlı topraklarında işlenebilecek en ağır suçtu. Beklenildiği gibi paşa ölüme mahkum edildi. Ama cezası, bağışlayıcılığını halkına göstermek isteyen padişah tarafından ömür boyu hapse çevrildi. Midhat Paşa kalan günlerini Hicaz eyaletindeki Taif Kalesi'nin zindanlarında geçirecekti. Bağdat'ta çekilmiş

Yaz mevsimin en sıcak günlerinde olan biten bu mahkeme Osman Hamdi'nin sinirlerini oldukça yıpratmıştı. Politikadan iyice nefret ediyordu artık. O günlerdeki tek düşüncesi köşe­ sine çekilip ömrünün sonuna kadar resimle uğraşmaktı. Geleceğe dair başka bir tasavvur yoktu kafasında. O, dünyevi meselelerden elini eteğini çekmeye karar verdiyse de , devletin işleri gelip onu bulmakta gecikmedi. On senedir Müze-i Hümayun müdürlüğü yapan Dr. Dethier birkaç ay önce ölmüştü. Müdürün uzun süredir ciddi bir rahatsızlığı bulunduğu biliniyordu. Ama yetkililerin Dethier'den sonrası için herhangi bir planlama yapmadığı çabucak anlaşıldı. 1869 yılında göreve başlayan Galatasaray Lisesi öğretmenlerinden Mr. Goold'tan beri müze müdürlerinin yabancı olması bir gelenek haline dönüşmüştü. Aya İrini'de depolanmış tarihi eserleri Çinili Köşk'e taşıtan Dethier'in hayatını kaybetmesinin hemen ertesinde müze için yeni bir müdür bulma çalışmaları 146


Almanya bu gibi işlerde oldukça ilerlemişti. Hemen haber yollanıp yardım istendi. Elçilik görevliBerlin leri yaptıkları araştırma sonucunda eski eserler uzmanı payesine sahip Dr. Millhofer ile anlaştılar. Tam sözleşme imzalanacaktı ki Osmanlı yetkilileri bu işten vazgeçti. Çünkü padişahın kulağına müze müdürlüğü görevini layıkıyla yerine getirecek bir Türk'ün olduğu fısıldanmıştı. Söz konusu edilen genç adam, Paris'te resim eğitimi görmüş, ardından devlet hizmetinde çalışmış ve son birkaç yıldır da müze komisyonunda görev almıştı. Üstelik İbrahim Edhem Paşa'nın da oğluydu. Bu telkinlerden etkilenen Abdülhamid öneriyi kabul etti. Atamayla ilgili fermanda, Beyoğlu Eski Belediye Reisi Hamdi Beyefendi'nin bundan böyle müze müdürü olduğu belirtiliyordu. 11 Eylül 1881 günü kendisine maaş olarak beş bin kuruş verildiği başlatıldı.

elçiliğine

açıklandı.

Osman Hamdi bu duruma hem şaşırmış hem de çok sevinKendisini padişaha öneren kişilere minnettardı. Edhem sırada Viyana'da bulunsa da bu işte onun da parmağı­ o Paşa nın olduğuna emindi. Yeni görevi şerefine Kuruçeşme'deki yalıda küçük bir kutlama yapıldı. Naile Hanım kocasının en sevdiği yemekleri hazırlarken; Fatma, Melek ve Leyla da babaları­ nı öpüp ona başarılar diledi. Osman Hamdi ömrünü resim yaparak tamamlama düşün­ cesinden bir anda sıyrılmıştı. Kendini on sekiz yaşındayken Paris'e ilk defa adım attığı günkü kadar heyecanlı hissediyordu. Sanki hayata yeniden başlıyor gibiydi. Aslında önceki yıl­ larda kendisine müze müdürlüğünden daha fazla prestij sağla­ yan unvanlara sahip olmuştu. Çevresindeki insanlar, onun önemli bir vilayete vali olarak atanmasını veya bir Avrupa başkentine elçi olarak gönderilmesini bekliyorlardı. Ama Osman Hamdi bu duruma hiç gocunmadı. Yapmak istediklerini hayata geçirmek için müze müdürlüğünden daha uygun bir

mişti.

147


mevki düşünemiyordu çünkü. İlk iş sabahı erkenden kalktı. Çocuklar uyuyordu. Odalarına girip sırayla hepsini öptü . Naile Hanım o sabah kocasından önce kalkmış , kahvaltı masası­ nı hazırlamıştı. Karıkoca neşe içinde çaylarını içtiler. Evden çıkmadan önce uzun uzun aynaya baktı. İyi görünüyordu. Boynuna bir fular bağlamıştı. Ceketinin göğüs cebine her zamanki gibi beyaz bir mendil yerleştirmişti. Gözüne de kulak arkasına uzanan sapları olmayan ve burnun üstüne bir kelebek gibi konan gözlüklerden takmıştı. Öğrencilik yılların­ da sakallarını usturayla keserdi. O dönem Paris gençleri arasında sakal pek rağbet görmüyordu. Ülkesine dönüp devlet hizmetine girdikten sonra o da herkes gibi sakal bırakmıştı. Çok uzamasına izin vermese de sakalsız halini kimse hatırla­ mıyordu.

Aynaya bakmaya devam ederken kendi kendine fısıldadı : "Directeur du Musee Imperial de Constantinople, Osman Hamdi Bey ." Bu bey lafı bir soyadı gibi takılmıştı Osman Hamdi'nin peşine. Aslında efendi, daha çok kullanılırdı seçkin kişiler için. Şehzadelere, yüksek rütbeli saray çalışanlarına ve ulemalara efendi şeklinde hitap edilirdi. Osman Hamdi gibi Avrupa kültürü almış bir avuç münevvere ise bey denmesi adet olmuştu bir süredir . Osman Hamdi de benimsemişti bunu. Bir şikayeti yoktu . Müze müdüründen beklenen Çinili Köşk'teki birkaç parça tarihi eseri uygun biçimde sergilemesi ve bazı envanter çalış­ maları yapmasıydı. Ama onun aklında çok daha fazlası vardı. Her şeyden önce güzel bir müze binasının hayalini kuruyordu. Hiç şüphesiz bu binanın içinde birbirinden değerli eserler olmalıydı. İnsanlar müzeye girdiklerinde gördüklerinden etkilenmeliydiler. Paris'te öğrenciyken Louvre Müzesi'nde geçir 148


saatleri unutamıyordu . Müzenin sadece eski eserleri ziyaretçilere teşhir eden bir bina anlamına gelmediğini öğrenmiş­ ti orada . Hayalindeki müzeyi gezenlerin kendi kökleriyle önyargısız ilişkiler kurmasını ve medeniyetin geçirdiği aşamala­ arı gözlemleyip içinde bulundukları zamanı daha iyi kavramal rını istiyordu . Avrupa müzeleri bunu gayet iyi başarmışlardı. Salonların­ da Antik Yunan ve Roma eserlerine geniş yer ayırıyorlardı. Daolahası bu büyük uygarlık mirasını sahiplenip, kendi kökleri sonra övdükten dünyayı antik i rak lanse ediyorlardı. Görkeml Rönesans sanatçılarının ölümsüz eserleriyle ziyaretçilerini gebüyülüyorlardı. Sonra sıra çağdaş sanatçıların yapıtlarına timedeniye Batı gezenler i liyordu. Böylece Avrupa müzelerin nin benimsediği uygarlık çizgisini açık seçik görebiliyorlardı. Osman Hamdi de müzesinde Osmanlı'ya özgü bu tarz bir sentezi gerçekleştirmenin hayalini kuruyordu. Avrupalılar için arkeoloji hiçbir zaman sadece bir bilim daın lı olarak algılanmamıştı. Kazılar ilk başlardan beri tüccarlar kendisine da ilgisini çekmişti. Avrupa burjuvazisi yağmadan de pay düşebilir umuduyla kazılan finanse etmek için birbiriyle yanşıyordu . Sonra kazılar daha da önemsenmiş devlet bu adamları ve diplomatlar işin içine girmişti. En nihayetinde konuda bir devlet politikası gelişmişti. Artık Avrupa devletleri arkeolojik çalışmalara önemli bütçeler ayırıyor, arkeologlardı. rının rahat çalışabilmesi içinse ellerinden geleni yapıyorla Sömüri. dönemiyd altın tarihinin ilik XIX. yüzyıl sömürgec geci ahlak anlayışı için Avrupa coğrafyasına ait olmasa bile Avtoprağın altından çıkan her şey Batı'nın olmalıydı. Çünkü uygartek bilen değerini mirasın rupalılar kendilerini tarihsel lık olarak görüyorlardı. Bu yüzden, hasta adam olarak adlandırdıkları Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm yeraltı zenginliğine ganimet gözüyle bakıyorlardı. Osmanlı'da ise koruma kültürü

diği

149


anlayışı

ne

yazık

ki gelişmemişti. Uzun süredir bir toplama geama bu durum tarihi eserlere önem verildiği anlamına gelmiyordu. Özellikle imparatorluğun askeri gücünü gösteren nesneler biriktiriliyordu. Mekke ve Medine gibi şe­ hirlerin imparatorluk topraklarına katılmasının ardından İs­ tanbul' a getirilen kutsal emanetler de uzun süredir hanedanlı­ ğın hilafet simgeleri olarak özenle korunuyordu. Yunan ve Roma eserleriyse İslam kültürüne ait olmadıkları için hiç önemsenmemişlerdi. Ancak Avrupalılar pagan eserleri ele geçirmek için imparatorluk topraklarına akın edince, bu taşlarda var bir hikmet denilmiş, gözler açılmıştı. Osman Hamdi nasıl bir işe giriştiğinin farkındaydı. Ama bir an için bile aklından pes etmek geçmedi. Savaşmalıydı. Avrupa'ya artık işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini göstermek isti yordu. Müze binası olarak kullanılan Çinili Köşk'e daha önce defalarca gitmişti. Oranın nasıl bir yer olduğunu iyi biliyordu . Ama yine de ilk defa müdür olarak köşkün bahçesine adım attığı an büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Dört yüz on yaşındaki köş­ kün dış cephesi ne kadar da yıpranmıştı! Binadaki eksikler şimdi daha bir gözüne batıyordu. Odalarda sergilenen birkaç parça heykel ve vazo ise köşkün içini doldurmuştu. Osman Hamdi yıllar önce Kıbrıs'tan getirilen Baküs heykeline düşün­ celi düşünceli bakarken görevlilerden biri yanına sokulup, "Çatıda sorunlar var efendim," dedi. "Her yağmur yağdığın­ da içeriye su doluyor. Zemin bu yüzden kabarıyor. Heykellerin üzerini örtüyoruz ama yüzeylerinde tahribat oluşmasını engelleyemiyoruz." En kısa zamanda köşkün elden geçirilmesi gerekiyordu . Ama bunun için müzeye yüklü bir ödenek ayrılmalıydı. Maddi kaynağı nereden bulacağını düşünürken Osman Hamdi'nin gözü binanın duvarlarına takıldı. leneği vardı

150


"Bu köşke adını veren çinilere ne oldu?" diye sordu sertçe. Kimse bilmiyordu. Ya da söylemeye cesaret edemiyordu. Kısa bir sessizlik olduktan sonra görevlilerden bıçkın bir delikanlı öne doğru çıkıp, "Önceki müdür zamanında çinilerin onarımı için çok para harcanmıştı," dedi. "Geçenlerde Babıali'den görevliler geldi. Binada inceleme yaptıktan sonra tüm çinileri sıvayla kapatmamızı emrettiler. Böylece masraf yapmaktan kurtulmuş olduk!" Osman Hamdi tam da bize göre bir çözüm yolu bulmuşlar diye geçirdi içinden. "Anlaşıldı, sıfırdan başlamalıyız . "

Tadilat masrafları için uzun yazışmalar yapması gerekti. Ama inatçılığı sonuç verdi. Gerekli olan parayı sağlar sağla­ maz onarım çalışmalarını başlattı. İlk önce çinileri örten sı­ valar silindi. Ardından çatı ve zeminle ilgili gerekli tadilatlar yapıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın bina Avrupa müzeleriyle kıyaslanamayacak kadar küçüktü. Ama şimdilik eldekiler arasında en iyisiydi. Müdür beyin adım adım ilerlemesi gerekecekti. Osman Hamdi müzeyi canlandırma faaliyetleriyle uğraşır­ ken, Maarif Nezareti'nde ise güzel sanatlar üzerine eğitim veren bir yüksekokulun açılması fikri görüşülüyordu. Güzel sanatların her dalı Osmanlı'da çok ihmal edilmişti. Halk dini önyargılar nedeniyle yüzyıllardır temel sanatlarla uğraşılmasına çekince koymuştu. Heykeltıraşlığın esamisi bile okunmuyordu. Resim eğitimiyse sadece harbiye ve mühendislik okullarında veriliyordu. Bunun da amacı öğrencilerin teknik çizimler yapabilmesiydi. Resmi estetik yanı yüksek bir sanat olarak ele alan bir eğitim daha önce hiçbir okulda verilmemişti. Mösyö Guillement'in 93 Harbi sırasında tifodan ölmesi de, ilk özel resim atölyesinin sonu olmuştu. 151


Aslında

Maarif Nezareti'nin gündeminde, güzel sanatlar verecek bir yüksekokul kurma fikri yıllardır vardı. Ama savaştı, bütçeydi, kadro sıkıntısıydı derken bu fikir hep ertelenmişti. Osman Hamdi müze müdürü olduğundan beri bu konuyla da yakından ilgileniyordu. Nazırlıktaki toplantılara katı­ lıyor, fikirlerini açık açık söylüyordu. Osman Hamdi'nin varlı­ ğı böyle bir okul açma düşüncesinin yeniden gündeme gelmesine vesile olmuştu. Paris'te sanat tahsil etmiş biri bu işe hevesli olduğuna göre akademinin açılması için daha fazla beklemeye gerek yoktu. Osmanlı'nın ilk akademisinin adı Sanayi-i Nefise oldu. 1882 yılının ilk gününde okulun yöneticisi olarak, Müze Müdürü Osman Hamdi Bey'in görevlendirildiği açıklandı. Osman Hamdi birkaç ay arayla çok önemli iki kurumun yöneticisi olmuştu. Zor günler yaşayan bir imparatorluğun kültür ve sanat vizyonu artık tamamen ona teslim edilmişti. Hemen akademinin kuruluş gerekçesiyle ilgili yayınlayacağı yazı üzerinde çalışmaya başladı. Ama işin içinden bir türlü çıkamıyordu . ,Ne yazması gerektiğini biliyordu. Fakat yazmak zorunda oldukları biraz daha farklıydı. Devletin resmi eğitim anlayışıyla kendi düşünceleri arasında bir denge yakalaması gerekiyordu. Çalışma odasına kapanıp şevkle yazmaya başlıyor, ama birkaç dakika geçmeden masasındaki kağıdı buruşturup çöpe atıyordu. Ardın­ dan kalemini mürekkebe batırıp tekrar işe koyuluyordu. Birçok denemenin ardından en sonunda yazıyı tamamlayabildi. eğitimi

Osmanlı

milletleri, özellikle de Türkler, her ne kadar yaratılıştan bir sanat hissine sahipseler de, bu his resim ve heykel şeklinde yapılmış eserlerde değil, büyük binalarda ve kullanımdaki binlerce eşyada görülür. Bunları meydana getiren üstatların sanat görüşleri ve kabiliyetleri mevcut eserlerden belli olmaktadır. 152


Güzel sanatlara mahsus kurumlar meydana getirilmesi kısa zaman içinde bu işte kademe kademe ilerlememizi sağlayacaktır. Bu kurumlar yabancı memleketlere öğ­ renci göndererek değil, kendi memleketimizin özelliklerine uygun hüner sahibi adamlar yetiştirerek, gerçek bir Türk sanatı vücuda getirecektir. Sözün kısası meşhur sanatkiirların hiçbirinin tutumunu taklit etmeyerek, yalnız tabiatın ruhuna uygun şeyleri ve memleketimizin tarihi ile ilgili vakaları tasvir etme yolunda gayret sarf etmek gerekir. Şimdi bu planı gerçekleştirmek için her şeyden önce güzel sanatlara mahsus okullar, müzeler ve hatta sergiler açmalıyız. Bu işten anlayan herkes fikir birliği içerisindedir. Padişahın hükmü ve bütün tebaanın saadete ulaşma­ sını isteyen hükümetin sayesinde açılacak okul, güzelce yönetilirse elbette mükemmel bir sonuç meydana getirecek ve kurucusunun şan ve şerefini ebediyen yaşatacaktır. Osman Hamdi politik davranmış, kaleme aldığı yazıyı padişahın muhafazakar dünya görüşüne uygun hale getirmişti. Aslında aklındaki, Sanayi-i Nefise'de birebir olarak Ecole des Beaux Arts'ın eğitim anlayışını hayata geçirmekti. Okulun temel felsefesi gibi kendi de kağıt üzerinde kurulmuştu. Çünkü ne eğitimin yapılacağı bir bina vardı ortalıkta, ne hocalar, ne de öğrenciler. Osman Hamdi yine zor bir işin altına girdiğinin farkındaydı. İlk olarak bir okul binası gerekiyordu. Aynı zamanda müze müdürlüğü de yapacağı için bu iki bina birbirine yakın olmalıydı. İlgili nazırlara çıkıp düşüncesini onaylattı. Güzel Sanatlar Akademisi binası Çinili Köşk'ün hemen yanındaki boş arsada yapılacaktı. Akademinin nerede kurulacağı meselesini hallettikten sonra sıra binanın inşaatına gelmişti. Osman Hamdi'nin aklına ilk 153


olarak birkaç yıl önce bir sergide tanıştığı mimar Alexander Vallaury geldi. Onun çok yetenekli bir sanatçı olduğuna emindi. Vakit kaybetmeden genç mimarın Tepebaşı'ndaki apartman dairesine gitti. Vallaury , Osman Hamdi'yi karşısında görünce şaşırmıştı. "Habersiz geldiğim için özür dilerim ." "Ona nasıl söz Hamdi Bey. Lütfen içeri buyrun." Salona geçer geçmez genç mimar, "Yeni görevler üstlendiğinizi gazetelerden öğrendim, Hamdi Bey," dedi. "Eminim çok önemli işlerin altına imzanızı atacaksınız." "Teşekkür ederim . Aslında ben de bu konuda sizden bir ricada bulunmaya geldim ." Vallaury meraklanmıştı. "Size yardım etmek için elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz." Osman Hamdi teşekkür eder gibi kafasını salladı. Koltuğu­ nun arkasına yaslanırken, "Akademi için bir binaya ihtiyacım var, " dedi. "Çinili Köşk'ün hemen yanına yapılacak. Kısıtlı bir bütçemiz var ama başlangıç için yeterli olduğunu sanıyorum . Eğer ilgilenirseniz projeyi size vermek isterim ." Genç mimarın yüzü bir anda aydınlanmıştı. "Ama nasıl olur Hamdi Bey," dedi. "Bu kadar ünlü ve tecrübeli mimar varken, beni mi buldunuz?" "Size güveniyorum ve en kısa zamanda çizimlerinizi görmek istiyorum ." Vallaury meslek hayatında ilk defa önemli bir iş aldığı için sevinç içersindeydi. Sonunda yeteneklerini herkese gösterebilecekti. Doğup büyüdüğü bu şehirde gösterişli binalar in ş a etmenin hayalini kuruyordu yıllardır . Canla başla işe koyuldu. Kendisine güvenen Osman Hamdi Bey'i mahcup etmek istemi -

154


yordu.

Eğer

bu

işten

yüzünün akıyla çıkarsa önünde yeni kapıların açılacağını da biliyordu. Birkaç hafta sonra soluğu Çinili Köşk'te aldı. Kolunun altın­ da bitirdiği projesi vardı. Osman Hamdi çizimleri hemen masasına yaydı. Büyük bir dikkatle kağıtları incelerken, yanında duran Vallaury'nin heyecanını fark etmedi bile . Müdür bey mimar arkadaşının tasarladığı binayı çok beğenmişti. İkinci kattaki atölyeler istediği büyüklükteydi. Pencereler geniş tutularak ışık sorunu da halledilmişti. "İnşaatı hemen bu hafta başlatacağım." Vallaury kulaklarına inanamamıştı. Sonunda Konstantinopolis'te planlarını kendisinin çizdiği bir bina yükselecekti. "Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Hamdi Bey," dedi. "Asıl ben size teşekkür ederim. Ama sizinle işimiz bitmedi." Vallaury dikkat kesilmiş, müdür beyden gelecek yeni teklifi bekliyordu . Osman Hamdi karşısındaki adama güvenle baktıktan sonra asıl niyetini açıkladı. "Mimarlık bölümünün başına geçer misin?" Vallaury çok şaşırmıştı. "Hocalığı hiç düşünmedim" dedi. "Bilmem ki nasıl olur?" Osman Hamdi mimarın tereddüdünü fark etmişti. "Hiç itiraz istemiyorum ," dedi. "Sizden iyi kimi bulacağız. Beaux Arts'ın sistemini beraberce Sanayi-i Nefise'de uygulayabiliriz . Gençlerin böyle bir eğitime ne kadar ihtiyaçları var, bir bilseniz ." Vallaury gülümsedi. "Sizi asla kıramam Hamdi Bey," dedi. Binanın inşaatı

yedi ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. Osman Hamdi bu arada yağlıboya, karakalem, anatomi, sanat tarihi, perspektif, geometri, heykel ve mimari hocalarını belirli155


yor, okul için zengin bir kütüphane oluşturmaya çalışıyor, atölye malzemelerinin temininden hademenin görevlendiril mesine kadar her işe koşturuyordu. Okuldaki yöneticilerin görev dağılımlarını, öğrenci kabulünü , imtihanları ve verilecek ödülleri düzenleyen yönetmelik de hazırlanmıştı. Okul açıldığında resim bölümüyle müdür bey yakından ilgilenecekti. Mimarlık bölümü ise Vallaury'ye emanet edilmiş­ ti. Heykel öğrencileri de şanslıydı çünkü Roma Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi'nde birbirinden ünlü heykeltıraşların öğ­ rencisi olan Osgan Efendi okulun kadrosuna katılmıştı. Yurtdı­ şında heykeltıraşlık eğitimi görmüş ilk Osmanlı vatandaşı olan Osgan Efendi ayrıca müdür muavinliği ve müze restoratörlüğü görevlerini de yürütecekti. Artık her şey hazır sayılırdı. Açılış için binanın son rötuşla­ rının yapılması bekleniyordu. Osman Hamdi akademinin eğiti­ me başlayacağı ilk günü sabırsızca beklerken bir kez daha baba olmanın sevincini yaşadı. Naile Hanım bu sefer bir erkek bebek dünyaya getirmişti. Osman Hamdi ilk kızına nasıl annesinin adını verdiyse , ilk oğluna da babasının ismini koydu. Küçük Edhem ailenin yeni ilgi odağı olmuştu ... Sanayi-i Nefise, 3 Mart 1883 günü törenlerle açıldı. Artık güzel sanatlar alanında eğitim almak isteyen gençlerin Avrupa'ya gitmesi şart değildi. İstanbul bu işi Batı standardında yapacak bir okula kavuşmuştu sonunda. Osman Hamdi'nin Güzel Sanatlar Akademisi'nden beklentileri büyüktü. Okulun emekleme aşamasında olan Türk sanatının temel yönlendiricisi olmasını istiyordu . Her şeyden önce kendi ekolünü yaratabilen bir ,eğitim kurumu olmalıydı. Akademinin ilk senesinde yeteneğini kanıtlamış yirmi öğrenci eğitim görecekti. Osman Hamdi okula kabul edilmeyen ama dersleri dışardan dinlemek isteyen gençlerin de hevesini kırmamıştı. Sanayi-i Nefise'nin 156


kapısı

tüm sanat meraklılarına açık olacaktı. Paris'te kendisi. nin de dersleri bu şekilde takip ettiğini nasıl unutabilirdi ki? Açılış günü törenden sonra öğrenci ve öğretmenler fotoğ­ raf çektirmek için bahçede topıandılar. Melon şapka takmış mimarl!k bölümü hocası Vallaury haricinde herkesin kafasın­ da fes vardı. Yaşları on beş ile yirmi beş arasında değişen gençler ve akademi hocaları tarihe geçtiklerini bilerek objektiflere gülümsediler. Fotoğraf çektirme işi okulun salonlarında da sürdü. Müdür bey de, Osgan Efendi ve diğer hocalarla beraber fotoğrafçıla­ ra pozlar verdi. Grup her seferinde Osman Hamdi'yi ortaları­ na almak istese de, o mütevazı bir şekilde köşede durmayı, hatta zaman zaman yere oturmayı tercih ediyordu . Çalışanla­ rına üstünlük taslamamayı Midhat Paşa'dan öğrenmişti. Sanayi-i Nefise'nin açıldığı gün Taif zindanlarında sıradan bir mahkum olarak yaşayan paşa da, Bağdat'ta çektirdiği toplu fotoğ­ raflarda sanki vilayetin valisi kendisi değilmiş gibi hep köşede bir yerlerde durmayı tercih ederdi. Paşa için üzülmek Osman Hamdi'nin uzayıp giden kaderi olmuştu sanki. Ama bu boğucu düşüncelerinden çabucak sıyrılması gerekiyordu. Çünkü okulun tanıtıma ihtiyacı vardı. Basın, akademinin açılışına ilgisiz kalmıştı. Sadece yabancı dilde yayınlanan gazetelerde, o da tek tük olmak koşuluyla haberler çıkıyordu :

Yeni

kurulmuş

olan Güzel Sanatlar Okulu'nu hararetBizi en çok sevindiren, öğrencilerin şu kısa zamanda ne kadar ilerlediğini görmemiz oldu. Elbette, liyakatin büyük bir kısmı öğretim kadrosuna düşüyor.

le

selamlıyoruz.

İstanbul gençliği! Güzel Sanatlar Okulu 'nda bir yer tutmaya koşun. Ne olmak isterseniz isteyin. Mimar veya ressam, hatip veya diplomat . Orada değerli bilgiler edine-

l 57


ceksiniz . Orada sizi toplumun güçlü dayanaklarından biri yapacak sağlam prensipleri öğreneceksiniz.

Osman Hamdi akademi ile ilgili haberlerin gazetelerde yer almasına büyük önem veriyordu. Ülkenin dört bir köşesinde yaşayan

yetenekli gençler önlerine konulan fırsattan haberdar olmalıydılar. Bu nedenle müdür bey Sanayi-i Nefise'yi görmeye gelen gazetecilerle bizzat ilgileniyordu. İlk önce onlara binayı gezdiriyor, sonra uzun uzun akademinin hedeflerini anlatıyor­ du. Bu arada İbrahim Edhem Paşa Viyana'daki görevini tamamlayıp İstanbul'a dönmüştü. Paşa, Güzel Sanatlar Okulu'nun açı­ lışını da kaçırmamıştı. Aslında nazırlık yaptığı yıllarda bu işe o da niyetlenmiş ama bir türlü düşüncesini gerçeğe dönüştüre­ memişti. Neyse ki akademiyi hayata geçirmek oğluna nasip olmuştu. O günlerde paşa için de işler iyi gidiyordu. Padişahla arasında sadrazamlıktan uzaklaştırılmasıyla başlayan kırgınlık

artık

tamamen ortadan kalmıştı. Paşa, akademinin açılışından birkaç hafta önce Dahiliye Nazırlığı'na getirilmişti. Edhem Paşa'nın Viyana'dan dönmesiyle yalıdaki akşam yemekleri tekrardan renklendi. Yemek sonrası imparatorluğun içişlerinden sorumlu bakanıyla müze ve akademi müdürünün fikir alışverişi saatlerce sürüyordu. Edhem Paşa pek belli etmese de, oğluyla ilk defa bu kadar çok gurur duyuyordu. Osman Hamdi ise hayatı boyunca ilk kez kendisini babasının karşısında önemsiz biri gibi hissetmiyordu. Kahvelerini yudumlarken, "Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun Hamdi?" diye sordu paşa. Osman Hamdi elindeki fincanı yavaşça sehpanın üzerine koydu. Mendiliyle dudaklarını sildikten sonra, "Akademi eğitime başladı," dedi. "Hocalara güveniyorum. Hepsi işinin ehli. Benim artık müzeyle ilgilenmem gerekiyor. Bu konuda sizden de bir ricam olacak ." 158


"Nedir , söyle bakalım." "Tüm vilayetlere resmi bir yazı göndermenizi isteyecektim. Buldukları tarihi eserleri İstanbul'a, müzeye yollamaları için." Paşa ellerini iki yana açarak , "Kolay," dedi. "Yarın her yere telgraf çektiririm ." "Müzedeki koleksiyonu zenginleştirmek istiyorum. Gönderilecek eserler yeterli olmayabilir. Yeni kazılar yapmaktan başka çaremiz yok. İlk olarak Nemrut Dağı'na çıkacağım." Paşa duyduklarına şaşırmış görünüyordu. "Nemrut Dağı mı?" diye sordu . "Evet. Orada devasa heykeller olduğu söyleniyor. Gidip kendi gözlerimle görmek istiyorum. Eğer heykelle r i dağdan indirmenin bir yolunu bulursam, onları müzeye getirip sergileyeceğim. Gerçi Çinili Köşk'te bir vazo bile koyacak yerimiz kalmadı. Ama her şeyin bir çaresi vardır ." Edhem Paşa keyiflenmişti. "Yanılmıyorsam daha önce hiç milli bir kazı yapılmamıştı." Osman Hamdi kafasıyla babasını onayladıktan sonra , "Evet , ilk olacak, " dedi. "Uzun zamandır kazılarla ilgili kitaplar okuyorum. Paris 'te arkeoloji dersleri de almıştım . Artık hazırım . Hem ekibe yabancı uzmanları da davet edeceğim ." Paşanın aklı yatmıştı. Ama zamanlama konusunda tereddütleri vardı. "Okul daha yeni aç ıldı Hamdi. Bu iş için bütçe gerekli. Biraz daha beklemen daha iyi olmaz mı? " "Bekleyecek zaman yok babacığım . Berlin Müzesi de Nemrut'la ilgileniyor. Onlardan önc e oraya gitmemiz lazım." Paşa oğlunun kararlı olduğunu anlamıştı. Her zamanki gibi ar kasında olduğunu belli ederek, "O zaman kolay gelsin, " dedi. Yolculuk hazırlıkları hemen baş ladı. Daha ön ce arkeolojik bir kazı yapılmadığından bu işin kaç gün süreceğini ve ne ka159


bilen kimse yoktu. Osman Hamdi çalışma masasına oturdu ve bir plan yaptı. Ama bütçe konusu canını sıkıyordu. Müzenin kazıyı karşılayacak bir maddi kaynağı olmadığı için kara kara düşünmeye ba~ladı. Neyse ki İbrahim Edhem Paşa devreye girdi ve kazı için bir kampanya başlatıl­ dı. Osmanlı Bankası ve demiryolu işletmeleri önemli miktarda bağışlarda bulundu. Paşanın nazır arkadaşları da kampanyaya katı sağladı. Kısa sürede gerekli olan para toplandı. Böylece Osmanlı'nın ilk arkeolojik kazı macerası başlamış oldu. Osman Hamdi müze ve okuldaki işlerini yardımcılarına devretti. Ama müdür muavini Osgan Efendi'den kendisine eş­ lik etmesini istemişti. Ekipte usta bir heykeltıraşın olması kazı sorumlusuna güven verecekti. Osman Hamdi yola çıkmadan etmemeleri önce öğrencilerini toplayıp onlara dersleri ihmal .,.. konusunda nasihatte bulundu. Okul ilk yılına mart ayında baş­ layabilmişti. Bu yüzden müdür beyin kafasında yaz tatilini iptal etme düşüncesi vardı. Osman Hamdi öğrencilerine tatili unutmaları gerektiğini söyleyince sınıftan bir uğultu yükseldi. Gençler isyan etmişti adeta. Aralarında tartışmaya başladılar. Sonra içlerinden biri, "Efendim, bu yıl ramazan ayı yaza denk geliyor. Bari bir ay tatil yapalım," deyince Osman Hamdi yaz sıcağında oruç tutarak derslere devam etmenin çok zor olacağını düşündü. Gençlere hak vermişti. Sanayi-i Nefise ilk yazında bir ay tatil edilecekti.

dara mal

olacağını

Kazı ekibi Karaköy'den kalkan bir vapurla önce İzmir'e git-

ti. Osman Hamdi burada birkaç hafta kalıp Aydın civarındaki bulundu. Sonra yine vapurla kazı alanlarında incelemelerde İskenderun'a gidildi. Oradan da karayoluyla Antep üzerinden Adıyaman'a. Yolculuk oldukça zahmetli geçmişti. Nemrut Dağı'na çıkışsa kafile için en zoru oldu. Patikanın dik yerlerinde yola yayan devam edildi. Bazen de taşıdıkları ağır yüklerden 160


dolayı titrek titrek adımlar atan katırlara binildi. Yukarda ekibi inanılmaz bir manzara karşılamıştı. Herkes yorgunluğunu bir anda unuttu. Osman Hamdi, uçsuz bucaksız tabiatın karşı­ sında büyülenmiş gibi duran Osgan Efendi'nin yanına gidip, "Muhteşem," diye mırıldandı. Göz alabildiğince uzanan dağlar yükselip alçalan yyzeyleriyle, yana yana dizilmiş devasa kaplumbağalara benziyorlardı. Osman Hamdi ilgiyle çevresine bakındı. Dağın zirvesinde yüz elli metre çapındaki bölge Kommagene Krallığı'nın kutsal mezar alam olarak kullanıldığı için tümülüsler ve devasa heykellerle doluydu. Kainatın hakimi gibi kasıla kasıla duran tanrı­ ları, kartal ve aslan şeklindeki heykeller koruyordu. Ekiptekiler hemen bölgeye dağılıp iki bin yaşındaki tanrıların arasında merakla dolaşmaya başladılar. Bazı heykeller dağın tepesindeki şiddetli rüzgarın etkisiyle veya yıllar içinde meydana gelmiş depremler nedeniyle sağa sola devrilmişti. Osman Hamdi uyuyor gibi yere uzanmış bir heykelin karşısına geçip dakikalarca ona baktı. Burası gerçekten de inanılmaz bir yerdi. Vakit kaybedilmeden çalışmalara başlandı. Çevre köylerden otuzdan fazla işçi tutuldu. Mevsim bahar olmasına rağmen doruklar oldukça serindi. Özellikle güneşin parlamadığı zamanlar sıcaklık iyice düşüyordu. Yukarıda uzun süre kalanlar, rüzgara kapılıp yamaçlara doğru sürükleneceklerinden korkuyorlardı. Devrilen heykeller sağlam halatların ve onlarca işçi­ nin kas gücü sayesinde ayağa kaldırıldı. Tekrar devrilmemeleri içinse altlarına taş destekler konuldu. Osgan Efendi de zarar görmüş heykellerin onarımı için elinden geleni yapıyordu. Ekibin yerleştiği köyden kazı sahasına günde bir iki sefer gidip gelmek her babayiğidin harcı değildi. Kazı alanına çıkan dik yokuşun son beş yüz metresi insanı oldukça zorluyordu. Osman Hamdi Nemrut Dağı'na tırmanmaya başladığı ilk andan itibaren buluntuların müzeye taşınmasının imkansız olduğunu

161


Bu nedenle hayal kırıklığı yaşasa da kazıyı hala hevesle yönetmeyi sürdürüyordu. Ekibe dahil ettiği iki yabancı arkeologu gözlemleyerek de işin inceliklerini öğreniyordu. Haziran ayı geldiğinde İstanbul gazeteleri Müze-i Hümayun Müdürü Osman Hamdi Bey'in Nemrut Dağı tepesinde değeri çok yüksek tarihi eserler bulduğunu, ama ne yazık ki eserlerin müzeye nakledilmesinin imkansız olduğunu yazdı. Osman Hamdi İstanbul'a dönmeden önce hiç olmazsa heykellerin kalıplarını almak istiyordu. Fransa'da öğrendiği alçı kopyalama yöntemini Osgan Efendi ile birlikte Nemrut'un zirvesindeki heykellere uyguladı. Elinde fırçası bütün gün heykellerin önünde diz çökmüş çalışıyordu. Yazla beraber öğlen sıcaklıkları artmış, koşullar iyice zorlaşmıştı. Bir mola sırasın­ da heykellerinin önüne oturup hatıra fotoğrafı çektirdi. Üzerinde toz toprak içindeki kazı elbiseleri, başında da fesi vardı. bir elini tariDaha sonra kazı alanın ortasına doğru ilerledi. ve " hi taşların üzerine koyarak poz verdi. Fotoğrafçı tam deklanşöre basıyordu ki onu durdurdu. Çekimi izleyen işçilere doğ­ ru dönüp, "Hadi siz de buraya gelin," diye bağırdı. Köylülerin birçoğu hayatlarında ilk defa fotoğraf makinesi görüyordu. Ne yapacaklarını tam olarak anlayamadılar. Osman Hamdi onları bir kez daha yanına çağırdı. İşçiler birer ikişer kadraja girdi ve istisnasız hepsi yere çömelip beklemeye başladılar. Böylece Osmanlı'nın ilk kazı ekibinin fotoğrafı çekilmiş oldu. Birkaç gün sonra Nemrut'un tepesindeki tanrılarla vedalaşıldı. Osman Hamdi neredeyse eli boş dönmüştü İstanbul'a. Ama bu seferi zafer havasına bürüyecek bir fikri vardı. Osgan Efendi ile beraber işe koyulup kazı sonuçlarını özetlediği Nemrut Dağı Tümü/üsleri isimli kitabı hazırladı. Fransızca yazdığı kitabın kopyalarını, Avrupa'nın bütün müzelerine ve arkeoloji anlamıştı.

162


enstitülerine yolladı. Kitap bilim dünyasında h~yecanla karşı­ landı. Ama daha da önemlisi Osman Hamdi'nin herkese, artık bu işte ben de varım, demesine vesile oldu . Kitabın yayınlan­ masıyla beraber Avrupalı arkeologlar Osmanlı topraklarında bundan böyle istedikleri gibi at oynatamayacaklarını fark etmişlerdi.

Osman Hamdi ressam olduğu için güzel sanatlar akademisine müdür olmuştu . Müze müdürü olduğu içinse arkeolog olmak zorunda kaldı. Bu sayede Osmanlı İmparatorluğu tarihinde daha önce hiç yapılmamış yeni bir fetih hareketi başlattı. Coğrafi olarak kuzeye, güneye, doğuya veya batıya doğru değil , tarihsel olarak toprağın derinliklerine uzanan bir fetih olgusuydu bu ... Başlattığı işin daha verimli hale gelmesi için, tarihi eserlerle ilgili yürürlükteki tüzüğün acilen değişmesi gerektiğini düşünüyordu. 1874'te çıkan nizamnamenin üzerinden tam on yıl geçmişti. Ama bir türlü tarihi eserlerin yurtdışına kaçırılması­ nın önüne geçilememişti. Zaten yürürlükteki kanun bu duruma engel olmak şöyle dursun, hırsızlığa açık açık onay veriyordu . Kazılarda bulunan eserlerin artık tamamının Osmanlı Devleti 'ne ait olmasının zamanı gelmişti. Arazi sahibi ve kazı­ yı yapanlara bundan böyle sadece teşekkür edilmeliydi. Osman Hamdi aylardır yeni bir tüzük üzerine kafa patlatıyordu . Nelerin tarihi eser kapsamına gireceğini, kazı izinlerinin nasıl alınacağını ve çalışmalar sırasında güvenliğin nasıl sağlanaca­ ğını madde madde yazmıştı. Yeni nizamnamede kötü niyetli insanlara kapı aralayacak yasal bir boşluk kalsın istemiyordu . Paris'te hukuk derslerine girmesi hayatında ilk kez işine yaramaya başlamıştı. Bin dört yüz yıl önce Ayasofya'yı yoktan var eden mimarlar , inşaatta kullanmak için Ege bölgesindeki antik şehirlerden

163


en kaliteli mermerleri getirtmişlerdi Konstantinopolis'e, Aynı şekilde Mimar Sinan'ın da eserlerinde antik taş ve mermerleri kullandığı biliniyordu. Ama bu, onların eski eserlere saygısız­ lık ettikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü o dönemlerde hiçbir toplum, antik şehirleri koruma bilincini geliştirememişti. Fransa'da bile bu konudaki ilk kanunu daha birkaç sene önce "Hatıratlar İçin Yasa" ismiyle, o sırada parlamentoda bulunan Victor Hugo kendi eliyle yazmıştı. Osman Hamdi çeşitli nazırlarla görüştü ve ortak bir çalış­ ma başlatıldı. Hem Osman Hamdi hem de Şurayı Devlet tarafından yeni tüzükler hazırlandı. Müze müdürünün uygulamaya dönük olarak düşündüğü birçok ayrıntının resmi tüzüğe girmesi uygun bulundu. Kuruldan geçen yeni tüzük vakit kaybedilmeden padişahın onayına sunuldu. Abdülhamid tasarıyı 21 Şubat 1884'te kabul etti ve böylece yeni "Asar-ı Atika Nizamnamesi" yürürlüğe girmiş oldu. Bundan böyle Osmanlı topraklarının üstünde ve altında bulunan bütün tarihi eserler kayıtsız şartsız devlete ait olacaktı. Tarihi değeri olan tek bir madeni para bile çıkartılamayacaktı yurtdışına. Yabancı kazı ekiplerinde müzeden bir görevli yer alacak ve buluntular kazı defterine günbegün kaydedilecekti. Artık kazıyı yapanlar buldukları eserlerin sadece alçı kopyası­ nı ve fotoğraflarını alma iznine sahipti. Eserlerin izinsiz olarak taşınması ve tahrip edilmesi tamamen yasaklanmıştı. Kazı ruhsatı alabilmek için tüm bu şartları kabul etmek gerekiyordu. Osman Hamdi, Osmanlı toprakları üzerinde yaşamış olan tüm halkların mirasını aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın sahiplenmişti. İster pagan olsun ister Hıristiyan veya Müslüman, tarihsel olarak hepsi önemliydi. Artık Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası 'geçmişiyle beraber bir bütün olarak ele alınacaktı. Osmanlı'nın arkeolojik eserler üzerindeki mülkiyet hakkı sonunda yasalaşmıştı işte. Paris, Berlin ve Londra'daki müze164


bir dur denilmişti. Yeni tüzük Avrupa'da buldu. Fransız yetkililer, "Yasa Türk hükümetinin bilimsel konularda çocukça fikirlere kapıldığının çok üzücü bir kanıtıdır . Bu günün arkeoloji tarihine hastalıklı bir leke olarak geçeceğine hiç şüphemiz yok," diyerek tüzüğe karşı tutumlarını açıkça dile getirdiler. Avrupalılar, İmparatorluk Müzesi'ni hayali bir mirasa sahip olma arzuyla suçluyorlardı. Onlara göre Konstantinopolis'teki müze Antik Yunan'a ve Ortadoğu'ya ait tarihi eserlerinden elini çekmeliydi. Küçük Asya ile yetinmeliydi. Yabancı basın da çıkarılan yasayı yerden yere vurmaya başlamıştı. Artık hiçbir Avrupalı arkeologun Osmanlı topraklarında kazı yapmak istemeyeceği söyleniyordu. Bütün bu işlerin Müze Müdürü Osman Hamdi Bey'in başının altından çıktığı da yazılıp çiziliyordu . Eleştirilerde sık sık Orakon Kanunları'na gönderme vardı. Hamdi Bey, Drakon'a özenmiş diye bitiyordu demeçler . Osman Hamdi yeni tüzüğe tepkiler geleceğini biliyordu . Ne de olsa Avrupalıların damarına basmıştı. Ama bu kadarını o bile beklemiyordu. Kendisini eleştirenler arasında uzun yıllar­ dır görüştüğü dostları bile vardı. Kimseye kırılmadı. Söylenenlere kulaklarını tıkayıp işinin başına döndü. O günlerde sık sık aynı soruyla karşılaşıyordu. "Müdür Bey, Drakon da kim ola ki?" Osman Hamdi bu soruya gülerek, "Kadim Yunan'ın ilk kanun koyucularından biri," diye cevap veriyordu. Sonra hemen ikinci soru geliyordu : "Peki, sizi niye ona benzetiyorlar?" "Doğrusu bunu ben de bilmiyorum. Onun kanunlarında adalet yoktu. Meyve çalmanın cezası ölümdü!" !erin

açgözlülüğüne

anında yankı

*** 165


Osman Hamdi yeni nizamnamenin ilk getirilerini kendi eliyle toplamak istedi. Bergama'ya gidip, orada hala kazı çalışma­ ları yapan Humann'ın bulduğu eserleri teslim aldı. Zeus Sunağı'nın yerini tutmasalar da gazeteler buluntuların bir milyon frank değerinde olduğunu yazdılar. Müze ve Akademi Müdürü Osman Hamdi Bey emin adım­ larla ilerliyordu. Ama daha yapacak çok işi olduğunun da farkındaydı. Kendini bütün benliğiyle sadece kültürel uğraşlara adamak istese de, tarihin akışı üzerine üzerine gelip onu ger çeklerle yüzleştirmekten vazgeçmiyordu. 1884 yılının 9 Mayıs sabahı Midhat Paşa'nın üç yıldır hapis yattığı Taif zindanların­ da öldüğü haberi İstanbul'a ulaştı. Olay bir gece önce olmuş­ tu. Paşanın sağlığının gün geçtikçe bozulduğuyla ilgili söylentiler bir süredir kulaktan kulağa yayılıyordu . Ne de olsa paşa yıllardır iki metrekare taş zemini olan , farelerin cirit attığı, ışık görmez rutubetli bir hücrede yaşamak zorunda bırakılmıştı. Osman Hamdi, Midhat Paşa için çok üzüldü. Bağdat'ta paşa ile aynı amaç için ter akıttığı o iki yılın üzerinden neredeyse on beş sene geçmişti ama içinde yaşadığı yüzyılın bu en önemli devlet adamına karşı duyduğu saygı hiç azalmamıştı. Paşayı sürgünlerle ve hapishanelerle dolu bir sonun beklediğini hayal bile edemezdi. Ama ne yazık ki öyle olmuştu. Birkaç gün sonra herkes Midhat Paşa'nın Sultan Abdülhamid'in emriyle boğdurulduğunu konuşmaya başladı. Osman Hamdi bunun hayli yüksek bir ihtimal olduğunu düşünüyor­ du. Hatta bir akşam Midhat Paşa'nın ölümü için babasına, düpedüz cinayet bu deyince İbrahim Edhem Paşa'yla ciddi bir tartışmaya girişti. Edhem Paşa nazırlığını yaptığı padişaha laf söyletmek istemiyordu . Paşanın yetiştiriliş tarzı ve yıllarca süren devlet hizmeti geleneği ne olursa olsun padişaha karşı koşulsuz sadakati gerektiriyordu. Paşa için tahtta kimin oturduğu önemli değildi. Yıllarca Abdülmecid'e hizmet etmiş, 166


sonra Abdülaziz'e, şimdiyse Abdülhamid'e bağlanmıştı. Ama Osman Hamdi babası gibi değildi. Olaylara daha objektif bakıyordu.

"Abdülhamid'in her geçen gün ipleri eline daha sıkı aldığı­ misiniz efendim," diye çıkıştı babasına. "Diktatörlüğe doğru gidiyoruz. Basında eleştiri babında tek bir satır yayınlanamıyor . Midhat Paşa'yı bile öldürttü. Verdiği sözl~ri de çoktan unuttu . Artık kimse meşrutiyet kelimesini ağzına bile alamıyor. Anayasa kim bilir ne zaman tekrardan yürürlüğe girecek. Hem siz değil misiniz .. . " İbrahim Edhem Paşa ayağa kalkıp, "Yeter!" diye bağırdı. "Hepiniz anayasa ve meclis diye tutturmuşsunuz. Savaş zamanında gördük meclisin ne menem bir şey olduğunu. Hep köstek oldular bize. Bu devletin kendi gelenekleri var. Ona güvenmek lazımdır. Midhat çok inatçıydı. Kendi başını kendi yedi." Taif'ten gelen acı haberin ardından yaptıkları münakaşa baba ile oğlu arasında kolay kolay dinmeyecek soğuk rüzgarların esmesine neden olmuştu. Osman Hamdi o yaz padişahın verdiği iftar yemeğine babasının da davet edildiğini gazetelerden öğrendi. Paşa bu davetle ilgili oğluna tek bir söz bile etmemişti. Bunun üzerine Osman Hamdi İstanbul'dan ayrılıp Eskihisar'a gitti. Orucunu hiç aksatmayan Edhem Paşa, ramazan ayında oğlunun evi terk etmesine elbet bozulacaktı. Ama Osman Hamdi biraz başını dinlemek istiyordu. Zaten oruç tutma alışkanlığı da yoktu. Gençliğinden beri iftar sofralarına babasını kırmamak için otururdu. Eskihisar'da yıllar önce aldığı arsasına sonunda bir ev inşa ettirmeyi başarmıştı. Yeni yazlığını çok seviyordu . Çalışma odasındaki pencereden elini uzatsa denize değecekti neredeyse . İki katlı evin planlarını da kendisi çizmişti. Bahçesine hem kayıkhan e yapt ırmış , hem de resim atölyesi olarak kullana canın farkında değil

167


ğı geniş bir kulübe kondurmuştu. İst:anbul'daki koşuşturma­

dan kurtulmanın en kolay yolu bir vapura atlayıp buraya gelmekti artık. Osman Hamdi Ayasofya'nın hemen yanındaki bir mahallede dünyaya gelmişti. Ama o evi hiç hatırlamıyordu. Mahmutpaşa Yokuşu'ndaki konakta büyümüştü . Çocukluğu­ nun geçtiği o eviyse hiç unutmamıştı. Kuruçeşme'deki yalıda da güzel günler geçirmişti. Çocukları orada doğmuştu. Ama bundan böyle yazlarını Eskihisar köyünde geçirecekti. Hatta bir gün emekli olabilirse sürekli olarak burada yaşamayı düş­ lüyordu ... Ertesi yıl eylül ayında İbrahim Edhem Paşa'nın Dahiliye Nakabine düştü. Ama yeni kurulacak kabinede de kendisine bir nazırlık verileceğinden emin olan paşa keyfini hiç bozmadı. Birkaç gün sonra tüm nazırlar belli oldu. Edhem Paşa'nın ismi hiçbir yerde geçmiyordu. Paşa küplere bindi. Padişahın güvenini çoktan kazandığına inanıyordu . Zehirleneceği paranoyası yüzünden özel mutfağı haricinde hiçbir yerden yemek yemeyen Abdülhamid daha geçen gün Edhem Pagetirdiği meyveleri hiç çekinmeden gövşa'nın bahçesinden deye indirmemiş miydi? Paşa şimdi işlerin hiç de onun zannettiği gibi olmadığını anlamıştı. Demek ki politik hesaplar söz konusu olduğunda güven yeterli değildi. Birkaç hafta sonra yalıya Edhem Paşa'nın yarın sabah Hariciye Nezareti'nde beklendiğini söyleyen bir görevli geldi. Paşa günler sonra ilk defa o akşam keyiflenmişti. Padişahın Hariciye Nazırı olarak kendisini atayacağına emindi. Sabah erkenden nezaretinin yolunu tuttu. Osman Hamdi o günü merak içinde geçirdi. Babasından bir haber almak için bütün gün sağa sola koşturdu. Ama neler olup bittiğini bir türlü öğrenemedi. Babıali'deki tanıdıkları Edhem Paşa ile ilgili gelişmelerden bihaberdi. Müdür beyin mü-

zırlığı yaptığı

168


zedeki küçük odasında tek yapabildiği akşamın olmasını beklemekti. Yalıya vardığındaysa babasının somurttuğunu gördü. Bu kötüye işaretti elbet. Sofraya oturmadan karısını bir köşe­ ye çekip neler olduğunu sordu. "Paşayı Paris büyükelçisi olarak görevlendirmişler," diye fısıldadı Naile Hanım. Osman Hamdi sevinç içinde, "Ama bu iyi bir haber," dedi. Naile Hanım hayretle baktı kocasının yüzüne. "Paşa bu i şe hiç sevinmemiş," dedi. "Nazırlık beklediğini biliyorsun. Hem bu yaştan sonra Paris'te diplomatlık yapmak onun için çok zor olacak." Osman Hamdi biraz düşününce karısının haklı olduğunu anladı. O akşam yalıdaki yemeğe yine sessizlik hakimdi. Aslın­ da babasına moral vermek istiyordu ama lafa nereden başla­ yacağını bilemedi. Hizmetçi kız tatlı servisi yaparken, "Eminim Paris size iyi gelecek babacığım," dedi. "Hem özlemişsinizdir orayı. Öğrencilik yıllarınızın üzerinden çok zaman geçti. Bambaşka bir şehir bulacaksınız karşınızda. İşler­ den başımı kaldırabilirsem ben de ziyaretinize gelirim." Paşanın ağzını bıçak açmıyordu. Yüzü hala asıktı. Fatma Hanım yemekten sonra kocasının bavullarını hazırlamaya koyuldu. Naile Hanım da ona yardım ediyordu. İki kadın önümüz kış deyip paşa için yün içlikler, çoraplar hazırlamışlardı. Fatma Hanım tüm ceketlerin ceplerini ve düğmelerini kontrol etti. Sökükleri hemencecik dikti. Sonra kadınlar da salona geçip kahvelerini içen erkeklere katıldılar. Osman Hamdi salondaki herkesin merakla beklediği soruyu sordu: "Hareket ne zaman efendim?" Paşa oldukça kararlı bir sesle, "Hiçbir zaman," dedi. 169


Herkes donakalmıştı. Kimse paşaya başka bir soru sorma cesaretini gösteremedi. Kısa bir süre sonra Edhem Paşa kendi kendine konuşur gibi, "Görevi kabul etmedim," dedi. "Paris'e gitmeyeceğim . " Paşanın verilen görevi ,kabul etmemesi görülmüş, duyulmuş şey değildi. Bu yaşa kadar asla devletine karşı gelmemiş­ ti. Nereye atanırsa atansın hiçbir mazeret öne sürmeden derhal işe koyulmuştu. Ama bu sefer hayır demişti işte. Kimse onu aldığı karardan döndüremezdi artık. Edhem Paşa günlerini okuyarak geçirmeye başlamıştı. Kendi branşı üzerine yeni yayınlanmış ne kadar kitap varsa hepsini Avrupa'dan getirtti. Madenlerden . sıkılınca Fransız şairleri­ ne geçiyor, saatlerce yüksek sesle şiir okuyordu. Havanın güzel olduğu günlerde şiirler bahçeye taşınıyordu . Bir de yere göğe sığdıramadığı en küçük torunu Edhem vardı tabii. Paşa bütün gün küçük Edhem'i kucağından indirmiyor, hiç bıkma­ dan onunla oynuyordu. Akşamüzeriyse cam kenarına oturup Boğaz'ı seyredalıyordu. Çoğu zaman Fatma Hanıqı'ın önüne koyduğu ıhlamur çayını bitirmeden uyuklamaya başlıyordu. Kimse İbrahim Edhem Paşa'nın bütün günü evde geçirmesine alışamamıştı. Ama bunca yılın ardından paşa siyasetten uzaklaşmış, emekliliğini ilan etmişti. Bu arada kendisine bağlanan emekli maaşı oldukça düşüktü. Neredeyse oğlunun aldığı ücretin yarısı kadardı. . Osman Hamdi artık evin temel direği olmuştu. O günlerde babasının aksine kendisini iyice işlerine verdi. Hem müzede, hem de akademideki sorunları halletmek için oradan oraya koşturuyordu. Yirmi dört saat ona yetmez olmuştu. Yine öyle yoğun bir günde Sayda kentinden yerel bir yöneticinin müzeye yolladığı telgrafı aldı. Osman Hamdi mesajı okur okumaz müzedeki yardımcılarını toplantıya çağırdı. 170


Müdür beyin yüzündeki heyecanı fark etmemek mümkün Herkes merak içinde onun ağzından çıkacak sözleri bekliyordu. "Beyler, bugün Sayda'dan bir telgraf aldık," diyerek lafa girdi. "Tarlasında çalışan bir köylü toprağın altında kapıya benzer büyük taşlara rastlamış. Valilik de bu durumu hemen bize bildirdi." Salondakilerden biri, "Efendim, kapıya benzer büyük taşlar demekle ne kastediyor olabilirler?" diye sordu. Osman Hamdi kendinden emin bir vaziyette, "Lahit odaları," dedi. "Sayda Beyrut'un güneyinde Akdeniz'e kıyısı olan bir şehirdir. Antik çağlarda Sidon olarak bilinirdi. Helenistik dönemdeyse önemli bir geçiş noktasıydı. Tahminlerim doğru çıkarsa orada pek değerli eserlerle karşı­ değildi.

laşabiliriz."

"Ne yapmayı düşünüyorsunuz Müdür Bey?" bu haberi biz biliyorsak tüm Avrupa biliyordur . Bu yüzden acele etmeliyiz." Salondakiler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken Osman Hamdi fesini koltuğunun altına sıkıştırdı. Yüzünde hınzır bir gülümseme vardı, "Hazırlanın, birkaç gün içinde yolla çıkıyoruz . " "Eğer

Müzenin her zamanki gibi o sırada da kazı için ayrılmış bir bütçesi yoktu. Osman Hamdi para toplama işiyle vakit kaybetmek istemiyordu. Babasının görevde olmaması büyük talihsizlikti. Son çare olarak saraya bir dilekçe yazmaya karar verdi. Uzun uzun durumun önemini anlattı. Kaybedecek tek bir gününün bile olmadığını belirtti. Padişahı pohpohlamayı da ihmal etmemişti. Abdülhamid için, "Sanatın koruyucusu, kültür atılımla­ rının hamisi, yüce efendimiz" gibi ifadeler vardı dilekçesinde. 171


kendisinden beklenmedik bir çabuklukta bu işe taKazının tüm masrafları Hazine tarafından karşıla­ nacaktı. Hazırlıklar birkaç haftada tamamlandı. Sonra Sayda'ya giden bir gemiyle anlaşıldı. Kazı araç gereçlerinin gemiye yüklenmesiyle beraber yelkenler fora edildi. Ekiptekilerden hiç kimse müdür beyin bu işi nasıl böylesine çabuk organize Padişah

mam dedi.

ettiğini anlayamamıştı.

Bütün günü güvertede geçiren diğer yolcuların aksine Osman Hamdi kamarasından dışarı pek çıkmıyordu. Ne Ege adalarının arkasından Yunanistan'a doğru uzanan gökkuşağı, ne de geminin deniz yüzeyinde oluşturduğu köpüklere kadar sokulan yunus sürüleri onun dikkatini dağıttı. Denizin ritmine eşlik ederek sürekli sallanan gaz lambasının titrek ışığında Fransız arkeologlarının tuttuğu kazı günlüklerini okumaya çalışıyordu. Kazı sırasında bulacağı tarihi eserlere zarar verecek bir hata yapmak istemediğinden uzman arkeologların deneyimlerini iyice öğrenmek arzusundaydı. Ayrıca kendi de İstan­ bul'a dönene kadar her ayrıntıyı yazacağı bir günlük tutmaya karar vermişti. Gemideki akşam yemeklerindeyse tıpkı Midhat Paşa'nın yaptığı gibi ekibiyle beraber olmaya özen gösteriyordu. Yemekten sonra sohbet uzuyor, Akdeniz esintisi altında testi testi şarap içiliyordu. Ekip 30 Nisan 1887 günü Sayda Limanı'na ulaştı. Palmiye ağaçlarıyla kaplı şehir merkezi Bağdat'a benziyordu. Üzerlerine ince kumaştan beyaz entariler giymiş, ayaklarına da basit sandaletler geçirmiş Araplar, toz toprak içindeki meydanda bir sağa bir sola koşturuyorlardı. Osman Hamdi elinin tersiyle alnındaki teri silerken , "Yaz çoktan gelmiş buralara," diye söylendi. Sonra yabancılara bir şeyler satmak isteyen yapışkan kalabalığın arasın­ dan geçerek tek atın çektiği bir araba kiraladı. Gemideki yükün boşaltılıp kazı alanına taşınmasını beklemeden bir an ön172


ce oraya gidip etrafı dolaşmak istiyordu. Kazı sahası limana çok uzak sayılmazdı. Kırk beş dakika süren bir yolculuğun ardından bölgeye ulaştı. Toprağın yüzeyinde bile kırık mermer parçaları göze çarpıyordu . Onlardan birini eline alıp inceledi. Mermer kaliteliydi. Bir nekropolün üstünde durduğundan hiç şüphesi kalmamıştı. Eğer şansı yaver giderse çok bereketli bir kazı olacağa benziyordu. Ertesi gün çalışmalara başlamak arzusundaydı. Ama beklemesi gerekti. İstanbul'dan sandıkların içinde getirilen el arabalarının, kazmaların, küreklerin ve levyelerin bölgeye taşınması epey vakit aldı. Tahta bir kaide, ip ve makaralar yardımıyla ağır taşları kaldırmaya yarayan bocurgatların kurulması da kolay bir iş değildi. Araç gereçler hazırlanırken Osman Hamdi de civar köyleri dolaşıyordu. Kahvehaneleri gez iyor, genç ve güçlü erkeklere iş teklif ediyordu . Köylüler ne yapacaklarını tam olarak anlayamasalar da, İstanbul'dan gelen bu garip adamın önerisini memnuniyetle karşılamışlardı. Hasat zamanı değildi. Fazladan birkaç kuruş kazanmak hiç de fena olmazdı. Osman Hamdi tüm hazırlıkları tamamladıktan sonra ilk kazmanın vurulması emrini verdi. Kazı sahası oldukça büyük tutulmuştu. Kısa kenarı yüz uzun kenarı da iki yüz elli metre .olan dikdörtgen bir arazi ince ince kazılıyordu . İlk günün sonuna doğru metrelerce derine inmeyi başaran işçiler, yerin altında bazı odaların olduğunu gördüler . Osman Hamdi hemen oraya doğru yeni bir tünel kazılmasını emretti. Bu seferki tünelin mümkün olduğu kadar yatay bir düzlemi takip etmesini istemişti. Taş blokların bulundukları yerden kolayca yukarı çekilebilmesi için kazılan yolun dik olmaması gerekiyordu. Çalışmaların ikinci günü ilk lahit gün ışığına çıkarıldı. Ondan sonra neredeyse her gün sevinç çığlıkları ve alkışlar eşli­ ğinde yeni lahitler bulunmaya başlandı. Lahitlerin büyüklüğünden ve üzerindeki kabartmalardan anlaşıldığı kadarıyla Fe173


nike krallarının ve ailelerinin gömüldüğü bir nekropoldü keş­ fedilen. Taş tabutların içinden silahlar, kıyafetler, aynalar ve süs eşyaları çıkıyordu. Kral ve kraliçenin öbür dünyada açlık çekmemesi için lahitlerin yanma sebzeler, meyveler ve su testileri de konulmuştu. Ekip başka bir günse Antik Mısır'da kullanılan insan şeklin­ deki lahitlerden birini keşfetti. Bu duruma herkes şaşırmıştı. Çünkü kazılan alan Helenistik döneme ait mezarlarla doluydu. Osman Hamdi yardımcılarıyla beraber kadın biçimindeki Mı­ sır lahdinin üzerindeki hiyeroglifleri inceledi. Herkes kazı sorumlusunun ne düşündüğünü merak ediyordu. "Bence bu antropoid ikinci kullanım," dedi. "Mısır uygarlı­ ğı zamanında yapılmış. Sonra Fenikeliler bunu bulup kendi kraliçeleri için tekrar kullanmış olmalılar." Gizem çözüldükten sonra ekip tekrardan kazılara yoğunlaş­ tı. Üzerinde ağlayan kadınların betimlendiği lahit bulunanlar arasında en dikkat çekici olanıydı. Lahdin uzun kenarlarında altışar, kısa kenarlarmdaysa üçer kadın figürü vardı. On sekiz kadın da yas giysileri içinde gözyaşı döküyordu. Lahdin yüzeyindeki kabartmalara bakanların bu manzara karşısında etkilenmemesi mümkün değildi. Ama Osman Hamdi'nin içinde garip bir his vardı. Büyük keşfini hala yapmadığını hissediyordu. Bir sabah üç numaralı mezar odasında yeni bir lahdin bulunduğu haberini aldı. Bu mezar odası, kralların gömüldüğü alandaydı. Osman Hamdi elinde gaz lambası, bir buçuk metre enindeki tünelden dizlerinin üzerinde ilerleyerek güç bela aşa­ ğıya indi. Yeni lahit daha önce bulunanların hepsinden daha görkemliydi. Osman Hamdi fenerini taşın üzerine oyulmuş figürlere doğru çevirdi. Ardından da mendiliyle lahdin yüzeyini sildi. O anda muhteşem güzellikteki savaş sahnelerini gördü. Lahdin dört tarafı da tam anlamıyla sanat harikası olan oymalarla süslenmişti. 174


Osman Hamdi hemen yukarı çıkıp işçilere tüneli genişlet­ melerini söyledi. Birkaç saat sonra her şey hazırdı. Yanına yarım düzüne adam alıp payandalarla desteklenmiş tünelden tekrar aşağı indi. Mezar odasında kimseden çıt çıkmıyordu . Bir tapınağın çatısına benzeyen lahdin üst kapağı zarar görmesin diye kaldırılıp yere konuldu . Tüm gözler merakla lahdin içine çevrilmişti. Ama kimse bir şey göremedi. İşçilerden biri elindeki gaz lambasını lahdin içine doğru sarkıtmaya cesaret edince bir kafatasıyla yüz yüze geldi. O anda herkes birkaç adım geri kaçıştı. Kafatasının yanında ne olduğu anlaşılama­ yan kahverengi bir kumaş parçası duruyordu . Osman Hamdi lahdin içine doğru eğilip kumaşı eline aldı. Ardından lambası­ nın yardımıyla lahdin her köşesini dikkatlice inceledi. Bir kral mezarı bulduğuna emindi. Ondan cesaret alan işçiler de tekrardan lahdin etrafına toplandılar. Bu arada tren rayına benzeyen uzunca bir kızak lahdin yanma kadar indirilmişti. Ama aşağıda bulunan işçiler birkaç ton ağırlığındaki lahdi kaldırıp kızağın üstüne koymayı bir türlü başaramadılar. Hemen mezar odasına yarım düzüne daha işçi çağrıldı. Ama bu sefer de içerde adım atılacak yer kalmamıştı. İnsanlar kendi etraflarında bile dönemiyorlardı. Nefes almaksa gitgide zorlaşıyordu . Tam o sırada lambalardan birkaçı esen rüzgar nedeniyle söndü. Karanlıktan korkan bazı iş­ çiler çığlık atıp yukarı doğru kaçmaya başladılar. Ama Osman Hamdi içerde kalanları sakinleştirmeyi başardı. Gaz lambaları tekrar yandı. Herkes elini taşın altına sokmuş bekliyordu. O lanet mezar odasından çıkabilmek için işle­ rini bir an önce bitirmek isteyenler, üçe kadar sayılmasının ardından tüm kuvvetlerini sarf ettiler . Dev lahit sonunda havalanmıştı. Vakit geçirilmeden kızağın üzerine oturtuldu . Kızak­ la lahit arasında kalan tekerlekli bölümün ucuna sağlam halatlar bağlanmıştı ve atılan düğüm, bir insan gövdesi büyüklü175


ğündeydi.

Nihayet lahit yukarı çekilmeye başlandı. Osman ekibindeki fotoğrafçıdan bu tarihi anı görüntüleistemişti. Az sonra lahit iki bin üç yüz yıl süren karanlık geçmişinden kurtulmuş oldu . Yukarıda bekleyenler gözlerine inanamıyorlardı. Herkes büyülenmiş gibiydi. Lahdin üzerindeki onlarca insan, kazı ekibinin şaşkın bakışlarına aldırmadan birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlardı. Kesik kollar, devrilen atlar, şaha kalkmış atlar, kılıçlar, kalkanlar, oklar, yaylar, aslanlar, ceylanlar ve kana bulanmış ölü bedenler capcanlı gözüküyordu . Sessizliği işçilerin, la ilaha illallah diye fısılqaşmaları bozdu. Osman Hamdi ertesi gün Sayda'daki telgraf ofisine gidip keşiflerini Paris Akademisi'ne bildirdi. Bulduğu kitabelerin kopyalarını da Avrupa'daki uzmanlara gönderdi. Aslında kazı­ nın başladığı günlerde Fransız konsolosluğu Paris'e uyarı telgrafları çekmiş, Türklerin arkeoloji konusundaki bilinçsizliğin­ den yakınmıştı. Ama Fransız Arkeoloji Enstitüsü çaresiz kalmıştı. Kendi topraklarında kazı yapan bir ekibi kim, nasıl durdurabilirdi ki? O günlerde kazı sorumlusunun keyfine diyecek yoktu. Cehennem gibi sıcak bir haziran ayına girilmesine rağmen yorulmak nedir bilmiyordu. Ancak güneşin tepede olduğu saatlerde biraz soluklanmak için çalışmalarına ara veriyordu. Yine böyle bir dinleme anında yere devrilmiş meşe kütüğünün üzerine oturdu. Fesini çıkartıp yüzünü ve ensesini beyaz mendiliyle sildi. Ardından da bir işçinin uzattığı testiden kana kana su içti. Tam o sırada gözü başka bir işçiye takıldı. Genç köylü, el arabasında taşıdığı toprağı kazı alanın hemen dışındaki boş araziye döküyordu. El arabasına konan toprak özenle elekten geçirildiği için değerli bir şeylerin atılması mümkün değildi. Ama Osman Hamdi yerinden kalkıp o tarafa doğru koşmaya başladı. Herkes neler olduğunu anlamak için işini gücünü bıHamdi mesini

kazı

176


rakmış,

ona bakıyordu. Osman Hamdi, yığının önüne diz çöküp iki elini de kızılımsı toprak tepeciğinin içine soktu. Sonra avuçları kum dolu ayağa kalktı. Elerini havaya kaldırmış, avuçlarının içinden akıp giden kum taneciklerine bakarken, "İşte doğunun rengi," dedi. Kimse kazı sorumlusunun ne demek istediğini anlamamış­ tı. Müze görevlileri de birbirlerine bakıyorlardı. "Hemen bana büyük bir kavanoz getirin." İşçilerden biri istediğini getirdi. Osman Hamdi kavanoza avuç avuç toprak doldurdu. Ardından çok önemli bir şeymiş gibi kavanozu sımsıkı tutarak çadırına gitti. O çorak toprağın ne gibi bir önemi olabilirdi ki? Mantıklı bir cevap bulunamadı. Sonra herkes merak içinde işinin başına döndü. Osman Hamdi ise masasına kurulmuş Fransızca bir mektup yazmaya başlamıştı: Size arkeolojik kazılarını sırasında bulduğum kızıl kahve toprağı yolluyorum . Umarım boyalarınıza karıştır­ dığınızda en güzel doğu rengini elde edersiniz. Tuvallerinizdeki eşsiz renklere ufak bir katkı olarak bu hediyemi lütfen kabul ediniz. Osman Hamdy Sayda, 1887

Osman Hamdi bunca işinin arasında Fransa'daki ustası Jean Leon Gerome'ü unutmamıştı. Kavanozu sağlam bir kutunun içine yerleştirip hemen Paris'e, Gerome'ün atölyesine gönderdi. Artık geri dönüş vakti gelmişti. Osman Hamdi'nin kafasını en çok meşgul eden konu, on bir adet lahdi hasarsız olarak İs­ tanbul' daki müzeye nasıl taşıyacağıydı. Lahitlerden her biri birkaç ton geliyordu . Kağnılardan veya at arabalarından ya177


rarlanması mümkün değildi': En akıllıca olanı lahitleri denize

kadar kızakların üzerinde kaydırmaktı. Güzergahı liman yerine, denize en yakın nokta olarak belirledi. Lahitler kıyıya ulaş­ tıktan sonra sallara bindirilip gemiye yüklenecekti. Sallar ve kızaklar için en dayanıklı keresteler satın alındı. Sonra usta marangozlara tam olarak ne istendiği anlatıldı. Tonlarca ağırlığı taşıyabilecek salların yapımı epey zahmetli bir işti. Ama başka bir çare yoktu. Kızaklar da hazırlandıktan sonra lahitler kaplumbağa hızıyla denize doğru çekilmeye başlandı. Her halata yirmiden fazla işçi asılıyordu . Lahitlerin yanında duran görevliler ise devasa mermer tabutlar"i sarsıl­ mamaları için sıkıca tutuyorlardı. Osman Hamdi he'i- adımda işçilerin başındaydı. Onları dikkatli olmaları konusunda uyarı­ yordu. Kafile ilerledikçe arka tarafta boşta kalan kızaklar işçi­ ler tarafından yerlerinden alınıyor ve hemen en öne ekleniyordu. Böylece toplamda elli metreyi bile bulmayan bir düzine kı­ zaktan, kilometrelerce uzayabilen tren rayına benzer bir yol döşenmiş oldu. Kafileyi en çok zorlayansa engebeli araziydi. Bir yokuşun başına gelindiğinde işçiler halatları bırakmadan lahitlerin arkasına geçiyorlardı. Lahitler yavaşça aşağıya doğ­ ru kaydırılırken gözü pek işçilerden birkaç tanesi taş blokların önüne geçip, sırtlarıyla fren görevi görüyorlardı. Deniz kıyısına ulaşılınca lahitler sallara yüklendi. Her salda yedişer tane kürekçi vardı. Küreklerin suya batırılmasıyla lahitlerin Akdeniz'deki yolculuğu başlamış oldu . Sallar taşıdıkla­ rı ağır yükten dolayı iyice suya gömülmüşlerdi. Ama yine de görevlerini başarıyla yerine getiriyorlardı. Ayak bileklerine kadar suya batmış olan kürekçilerse salları güçlükle yönlendiriyorlardı. Deniz yüzeyinde ilerleyen taş tabutların kıyıdan görünümü oldukça ürkütücüydü. Sanki suda yüzenler boş lahitler değil, binlerce yıllık mahkumiyetten kurtulmuş olan kralların ruhlarıydı!

178


Lahitlerin makaralar yardımıyla Asir adlı geminin güvertesine taşınması da sorunsuz halledildi. Ama bu sefer de geminin kaptanı ağır yükünden dolayı huzursuz olmuştu. Lahitlerin toplamda kaç ton geldiğini hesaplamaya çalışıyordu. Ancak Osman Hamdi'yle görüştükten sonra yola koyulmaya ikna oldu. Gemi birkaç saat içerisinde Kıbrıs'ın güneyinden sıyrılıp Akdeniz açıklarına süzüldü. Daha Ege denizine girilmeden hava kararmıştı. Tüm ekip yorgunluk nedeniyle erkenden kamaralarına çekildi. Osman Hamdi ise döşeğini sırtlayıp güverteye çıktı. Orada bulunanların şaşkın bakışları altında lahitlerin yanına bir güzel yerleşti. Ertesi gece de aynı sahneler tekrarlandı. Lahitlerin başına bir şey gelmesinden endişe duyduğu için hiç uyumadığı söyleniyordu. Asir gemisinin İstanbul Limanı'na yanaşması kimsenin _dikkatini çekmedi. Ama yükün müzeye nakli sırasında yol kenarları kalabalıklaştı. İstanbul halkı devasa taş tabutlara şaşkın gözlerle bakıyordu. Bunlar da neydi böyle? Yol boyunca en çok duyulan, tövbe tövbe sesleri oldu. Lahitler uzun bir yolculuğun ardından nihayet Müze-i Hümayun'un bahçesine ulaştı. Osman Hamdi nakliye işini hasarsız tamamlamayı başarınca derin bir soluk aldı. Sonra da evine gidip Naile Hanım ve çocuklarıyla özlem giderdi. Ancak o gece kendini günlerdir özlemini kurduğu deliksiz bir uykunun kollarına tasasızca bırakabildi.

179




Kızı Nazlı

ve torunuyla .


önce Fransız arkeologların Sayda'da bulduğu lahitler sergilenmekteydi. Osman Hamdi şimdi Louvre Müzesi'nde Bey ismini dünya arkeoloji literatürüne sokan Sayda kazısında keşfedilen yeni lahitlerse doğruca İstanbul'a getirilmişti. Osman Hamdi yıllardır süregelen bir anlayışı tersyüz ettiğinin Yıllar

farkındaydı.

Geleneksel Osmanlı anlayışında toprağın mülkiyeti tartış­ masız olarak padişaha aitti. Avrupalılar ise ilk kim bulduysa onundur mantığına sahipti. Ama Osman Hamdi için ikisi de geçerli değildi. Ona göre toprağın altındayken sahipsiz olan tarihi eserler gün ışığına çıkınca herkesin olmalıydı. Ortak mülkiyeti sağlayacak yegane yer ise müzelerdi. Dahası binlerce yıl­ dır yerin altında gizlenmiş bir eserin bulunması ve sergilenmek üzere bir müzeye konması işinin, gelecek kuşaklar için yapıldığının bilincindeydi. Bu yüzden yönettiği kazı çalışmala­ rı ona tarif edilemez boyutlarda haz veriyordu. Kendini yok 183


olup gitmiş bir nesneye tekrardan hayat veren mitolojik bir kahraman gibi hissediyordu. Sayda dönüşü hayatının en mutlu günlerini yaşamaktaydı. Saraydan kutlama mesajı almış, Sanayi-i Nefise öğrencileri müdürlerini ilk gördüklerinde alkış yağmuruna tutmuşlardı. Basın Sayda kazısından ve kazıyı yöneten müze müdüründen övgüyle bahsediyordu. Ama Osman Hamdi için belki de en önemlisi, babasının yüzünde gördüğü o tarif edilemez ifadeydi. Edhem Paşa'nın her hareketinden büyük oğluyla ne kadar gurur duyduğu anlaşılıyordu. Övgü dolu sözler, sırt sıvazla­ malar ve içten gülümsemeler neşelendirmişti yalıdaki sofrayı. Ama kısa bir süre sonra müze müdürünün kafasını ağrıtan bir sorun ortaya çıktı. Lahitler nerede sergilenecekti? Taş tabutlar sanki kaderlerine terk edilmiş gibi müzenin bahçesine konulmuştu. Çinili Köşk'te sergilenmeleri mümkün değildi. Hatta bazı lahitlerin köşkün kapısından geçirilmesi bile imkansızdı. Osman Hamdi müzeye ziyaretçi çekmek için lahitleri bir an önce sergilemesi gerektiğini düşünüyordu. Yurtdışından da önemli konuklar gelmek isteyecekti. Bu yüzden lahitler kendilerine yakışır şeklide teşhir edilmeliydi. Osman Hamdi sıranın en büyük hayalini gerçekleştirmeye geldiğini anlamıştı. Görkemli bir müze binası yaptıracaktı. Hem bu iş için geçerli bir nedeni de vardı artık. Lahitler hiçbir yere sığmıyordu! Hemen akademinin ders programına baktı. Vallaury'nin sabahtan dersi vardı. Mimarlık bölümü hocasına haber gönderip dersten sonra odasına gelmesini rica etti. Vallaury bir saate kalmadan kendisini bekleyen müdür beyin yanındaydı. İki adam bahçeye çıkıp yürümeye başladı. Çinili Köşk'ün önünden akademiye doğru uzanan iki yüz adımlık arazide birkaç tur attılar. Osman Hamdi derslerle ilgili malumat almıştı mimar arkadaşından. Sonra birden durup, "Buraya bir müze binası inşa etmeye ne dersin?" diye sordu. 184


t}

Vallaury çok heyecanlanmıştı. O da adım atmayı bıraktı ve, "Mükemmel bir fikir Hamdi Bey," dedi. "Size yardım etmekten onur duyarım." Osman Hamdi müze binasını gören herkesin büyülenmesini istiyordu. Ayrıca müzenin dışardan görünüşünün içinde sergilenecek olan tarihi eserlerle uyumlu olması gerektiğini düşünüyordu. Vallaury'nin koluna girip onu Sayda'dan getirdiği Ağlayan Kadınlar Lahdi'nin yanına götürdü. Lahdin üzerinde tasvir edilmiş kadınların arasında Ion tarzı sütunlar göze çarpıyordu. Taş kapak ise bir tapınağın üçgen biçimdeki çatısına benziyordu. Osman Hamdi Vallaury'nin yaratıcılığına saygısızlık etmemeye özen göstererek, "Buna benzer bir bina çok yakışırdı doğrusu," dedi. Vallaury lahdin üzerindeki oymalara yakından baktı. Parmaklarını sütunların üzerinde gezdirirken, "Yapabilirim," dedi. "Ona hiç şüphem yok zaten." "Peki ya bütçemiz?" Aslında Osman Hamdi de bu sorunu nasıl çözeceğini kara kara düşünüyordu. Ama o gün Vallaury ile el sıkıştı. Mimar arkadaşının yanından ayrılmak üzereyken, "Osmanlı mimarisinde eklenti geleneği vardır," dedi. Vallaruy tam olarak anlayamamıştı müdür beyin ne demek istediğini.

"Eklenti mi?" diye sordu. "Evet, eklenti. Bak Topkapı'ya. Yıllar içinde yavaş yavaş büyüdü. İlk yapıldığı zaman böyle miydi?" Vallaury gülümsedi. "Galiba şimdi anladım," dedi. "Çizimleri bir an önce görmek istiyorum . Gerisi bir şekilde hallolur." 185


Osman Hamdi vakit geçirmeden Maarif Nezareti'ne bir dilekçe yazdı. "Devletli Efendim Hazretleri" diye söze başlıyor­ du. Ardından da birer sanat eseri olan lahitlerin Çinili Köşk'ün hemen karşısına yapılmasını istediği yeni müze binasına taşınması gerektiğinden bahsediyordu. Açık havada kalan lahitler mevsimsel şartlar nedeniyle yıpranabilirdi. Bu nedenle çalışmalara bir an önce başlanmalıydı. Böylesi büyük bir inşaat faaliyeti için hiç de uygun bir zaman değildi aslında. Kırım Savaşı'nın üzerinden otuz yıldan fazla bir süre geçtiği halde Hazine bir türlü toparlanamamıştı. Osmanlı yüzlerce yıllık tarihinde ilk defa dış borç alımının tek çare olarak görüldüğü bir dönemden geçiyordu. 1875 yılında finansal bir çöküş yaşanmış ve birkaç yıl sonra patlayan 93 Harbi krizin üstüne tuz biber ekmişti. Koca devlet borçla harçla günü kurtarma derdine düşmüştü. Osman Hamdi bu nedenle inşaat giderlerini makul bir seviyede tuttu. Amacı temeli attırmak ve çalışmaları başlatmaktı. Sonra ana binayı ek katlarla, hatta ek bloklarla büyütmeyi planlıyordu. Hayalindeki binanın inşaatı ancak parçalara ayrılıp yıllara yayılırsa tamamlanabilirdi. Hem bu sayede maliyet kimsenin gözüne batmazdı. Plan işe yaradı. Müze binası için istenen ödenek onaylandı. Bu arada Vallaury çizimlerini müdür beye teslim etmişti bile. İstanbul'un göbeğine Antik Yunan tapınağına benzeyen, ama bir yandan da modern mimarinin tüm özelliklerini taşıyan · ·muhteşem bir bina inşa edilecekti. Kısa bir süre sonra Osman Hamdi'nin düşlerini ve Vallaury'nin çizimlerini ete kemiğe bürüyecek olan ilk kazma toprağa saplandı. Avrupa'daki müzeler genelde eski sarayların uzantılarında kurulmuştu. Oysa İstan­ bul' daki bina, müze olarak kullanılması amacıyla temeli atılan dünyadaki ilk yapılardan biri oldu. Çalışmalar hızla ilerlerken Osman Hamdi yeni bir kat çık­ ma zorunluluğunu yetkili makamlara bildirip, ek bütçeler ko186


parmaya çalışıyordu. En baştan beri bunu planladığını ise sadece müze binasının mimarı Vallaury biliyordu . İkinci kata ne gerek var diyenlere de vereceği cevap hazırdı. Müzenin üst katında Sultan Abdülhamid'in tahnit kuş koleksiyonu sergilenecekti! Osman Hamdi bu küçük yalanı birkaç kez söylemek zorunda kaldı. Padişahın hayvanlara ne kadar meraklı olduğu­ nu bilmeyen yoktu. Bu yüzden herkes müze müdürüne yardımcı olmak için çalışmaya başladı. Osman Hamdi müzenin yeri konusunda yapılan tartışmala­ rı da duymazdan geliyordu. Bazıları yeni müzenin Pera'da olması gerektiğini yazıp çiziyordu . Yüzyıllardır şehre gelen yabancı sanatçılar hep Pera'da ikamet etmişlerdi. Tiyatrolar, atölyeler, sergiler hep bu bölgede yaşam alanı bulmuştu. Ama Osman Hamdi yeni müze binasının eski İstanbul'un kalbinde yapılması gerektiğinde ısrar etti. Amacı Osmanlı'da yaşanan büyük değişikliği daha belirgin olarak ifade etmekti. Bir modernite gösterisiydi yapmak istediği. Bir meydan okuma! Müze binasının inşaatı ara ara duraklıyordu . Bazen padişa­ hın onayından geçen ek bütçe talebi bakanlığın kaleminde bulanamıyor, bazen de tam tersi oluyordu. Ama her seferinde yazışmalar yapılıyor, ricalar ediliyor ve gereken kaynak bir yerlerden sağlanıyordu . Osman Hamdi dahil hiç kimse açılışın ne zaman olacağını bilmiyordu . Belki o büyük güne sadece birkaç ay kalmıştı. Belki de daha yıllar vardı. Bu belirsizliğe rağmen Osman Hamdi'nin neşesi yerindeydi. Nasıl olsa inşaat bir gün bitecekti. Geç vakit yalıya döndüğü bir akşam Fransa'dan gelen bir mektubu olduğunu öğrendi. Zarfın üstünd~ ilk karısı Maria'nın adı yazıyordu. İbrahim Edhem Paşa mektubu oğluna uzatır­ ken inşallah hayırlı bir haberdir, diye mırıldandı. Fatma Ha187


mm da inşallah, inşallah diyerek kocasına katıldı. Evin en büyük kızı Fatma ilgisiz görünmeye çalışsa da aslında en çok o merak etmişti annesinden gelen mektupta neler yazdığını. Osman Hamdi çalışma odasına kapanıp mektubu okudu . Merak içinde onu bekleyenleri unutmuştu . Dakikalar sonra açıldı odanın kapısı. Paşa oğlunun yüzünden haberlerin kötü olduğunu anlamıştı. Ama yine de, "Hayrola oğlum, kötü bir havadis mi?" diye sordu. Osman Hamdi kimsenin yüzüne bakmadan, "Hayriye ölmüş, " deyiverdi. Fatma kardeşinin öldüğünü duyar duymaz ağlamaya başla­ dı. Ardından da koşarak odasına gitti. Melek, Leyla ve Edhem neler olduğunu anlayacak yaşta değildi. Hem kardeşlerini daha önce hiç görmemişlerdi. Sofrada oturan Fatma Hanım da ağlamaya başladı. Az sonra zorlukla yürüyerek büyük torunu Fatma'nın yanına gitti. Metanetli gözüken paşa ise oğluna baş­ sağlığı diledi. Sonra da, "Nasıl olmuş," diye sordu . Osman Hamdi konuşmakta zorlanıyordu. Sadece, "Hastalanmış, kurtaramamışlar," dedi. "İstersen hemen Paris'e git Hamdi." "Ne yapabilirim ki orada baba. Hem Maria beni görmek istemeyecektir ." Paşa çaresizce kafasını salladı ve, "Kader," dedi. "Allah böyle istemiş . " Osman Hamdi o gece hiç uyumadı. Sabaha kadar çalışma odasında oturdu . Saatlerce Hayriye'nin resimlerine baktı. Seneler önce kızından ayrıldığı gün onu bir daha göremeyeceği­ ni hissetmişti. Onu hiç bırakmasaydım diye düşünmeden edemiyordu şimdi. Gözyaşlarına hakim olmadı. Kendini suçluyordu. Naile Hanım o gece kocasının yalnız kalmak istediğini anlamıştı. Onu hiç rahatsız etmedi. ..

188


Her

şeye rağmen

hayat devam ediyordu . Osman Hamdi de dönmek zorundaydı. Müze inşaatı bölgeyi şanti­ yeye çevirmişti. Bu durumdan en çok şikayet edenlerse akademi öğrencileriydi. Ameleler sabah erken saatlerde çalışma­ ya başlıyor, güneş batana kadar da dur durak bilmiyorlardı. Oradan oraya fırlatılan kalaslar, çekiç darbeleri, testere hırt hırtları, kurulan iskeleler, sökülen iskeleler ve onlarca işçinin bağırış çağırışları öğrencilerin kabusu olmuştu. Üstüne üstlük her yağmur yağdığında ortalık çamur deryasına dönüyordu . Yük taşıyan at arabalarının tekerlekleriyse bahçeyi yürümenin bile mümkün olmadığı engebeli bir arazi haline getirmişti. Müdür bey yakınan öğrencilerine, "Az kaldı, biraz daha sabredin," demekten başka bir çare bulamıyordu. O günlerde Alman tahtına yeni çıkmış olan İmparator il. Wilhelm İstanbul'a geldi. Almanya ile Osmanlı'nın siyasi alanda yakınlaşmaya başladığı bir dönemdi. Saray, imparatoru en iyi şekilde ağırlamak için elinden geleni yapıyordu. Osman Hamdi müze inşaatını denetlediği bir sabah yardımcısı Osgan Efendi'nin telaş içinde yanına geldiğini gördü. "Söylentileri duydunuz mu Müdür Bey?" "Hangi söylentileri?" "Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Şey, hımmm ... " Osman Hamdi iyice meraklanmıştı. "Söyle Osgan, söyle," dedi. ''Deli etme adamı!" Osgan Efendi fesini eline aldı ve ağzındaki baklayı çıkardı. "Sayda lahitlerinin Alman imparatoruna hediye edileceği işinin başına

konuşuluyor . "

Müdür beyin kaşları çatılmıştı. Hiddetle, "Nereden çıkıyor böyle saçma sapan dedikodular bir türlü anlamıyorum!" diye bağırdı. "Bilirsiniz işte . Babıali'de söyleniyormuş. Zatı Şahane iyi niyetinin göstergesi olarak Wilhelm 'e söz verdi diyorlar ." 189


"Yahu Wilhelm iyi niyetini gösterip Berlin'deki Zeus Sunageri veriyor mu ki bize?" "Doğru söylüyorsunuz Müdür Bey ama ..." "Neyse, neyse. Biz işimize bakalım Osgan Efendi. Aslı asta rı yoktur eminim söylentilerin." Osman Hamdi öyle dediyse de içine bir kurt düşmüştü. Eğer dedikodular doğruysa elinden çok da fazla bir şey gelmeyeceğini iyi biliyordu. Müze müdürü olarak koskoca bir imparator ile kendi sultanı arasında sıkışıp kalırdı. Ama vakit geçirmeden böyle bir durumda neler yapabileceğini etrafa yaymaya başla­ dı. Birkaç gün sonra her yerde, Müze Müdürü Osman Hamdi Bey'in, "O lahdin içine girer, kendimi öldürürüm . Her kim lahdi alırsa benim cesedimi de alır," dediği konuşuluyordu. il. Wilhelm İstanbul'dan ayrılırken lahitler hala müzenin bahçesinde duruyordu. O gün Osman Hamdi'ye selam veren herkesin yüzünde bir gülümseme vardı. Müdür bey de onlara gülümsüyordu ... ğı'nı

Müze

inşaatının sürdüğü yıllarda Osmanlı topraklarındaki

yabancı

arkeologlar da kazılarına son sürat devam ediyorlardı. Yıllar önce Troya kazısında bulduğu paha biçilmez hazineyi Almanya'ya kaçıran Schliemann da, yeni kazılar için izin istemişti. Osman Hamdi herkesi şaşırtan bir karar alıp Schliemann' a istediği izni verdi. Ardından da müze memurlarından birini gözlemci olarak Schliemann'ın yanına yolladı. Yabancı arkeologların mektuplarında, "Artık durum çok farklı. Maalesef Konstantinopolis'teki müzenin başında Paris'te eğitim almış Osman Hamdi Bey var. Çıkan yeni yasayla eser satın almamız da neredeyse imkansız hale geldi..." gibi ifadeler göze çarpıyordu. Bergama Sunağı'nı Almanya'ya götüren Humann ise, Schliemann'a yazdığı bir mektupta kelimesi kelimesine şunları söylüyordu: 190


Eskiden sadrazamın bir kalem oynatmasıyla her şey halloluyordu. O zaman ne devlet müzesi vardı ne de Hamdi Bey, biz iki kez Türklerin üçte birlik payını yirmi bin franga satın almıştık. Şimdiyse her şey Hamdi Bey'e bağlı. O istemezse işler ilk masadan öteye gidemiyor .. . Osman Hamdi dünyaca

meşhur arkeologların

kendisinden Müze müdürü olmasının üzerinden daha on yıl bile geçmemişti ama Jüm dünyaya kendi kurallarını kabul ettirmeyi başarmıştı. Yabancı elçilerle beraber olduğu davetlerde de hemen arkeoloji konusu açılıyor, diplomatlar müze müdürüne eserlerin mülkiyeti konusunda bu kadar katı olmaması gerektiğini telkin ediyorlardı. Neredeyse bütün elçiler sultan ile kendi ülkelerinin dostluklarına vurgu yapıyorlardı ve açıktan açığa bazı ayrıcalıklar istiyorlardı. Osman Hamdi onlarla Bağdat yıllarından beri deneyim sahibi olduğu diplomatik üslupta konuşuyor, ısrarla yürürlükteki yasaları hatırlatıyordu . Ve tabii ki hiç umut vermiyordu. şikayetçi olduğundan haberdardı.

O yaz arkeoloji camiası Hisarhk'ta t-öplariıp Troya kazılarını masaya yatırma karan almıştı. Avrupa'nın dört bir tarafından uzmanlar gelecekti Homeros'un efsane haline getirdiği bu antik kente. Toplantının ev sahipliğini artık epeyce yaşlanmış olan Schliemann yapacaktı. Schliemann yıllar önce bulduğu hazinenin İlyada destanında sözü edilen Kral Priamos'a ait olduğunu hala ısrarla savunuyordu. Ama ona itiraz edenler, hatta bu konuda kitaplar yayınlayan uzmanlar vardı. Hisarlık Tepesi'ndeki harabelerin Troya'ya ait olmadığını iddia edecek kadar ileri gidenler de. Eleştirilerin artması üzerine Schliemann muhaliflerine hodri meydan deyip, onları sahaya davet etmişti. Osman Hamdi ayağına kadar gelen bu fırsatı kaçırmak istemed i. Toplantıya bizzat katılac aktı. Konstantinopolis İmpara191


torluk Müzesi gerçeğini herkesin gözüne iyice sokmak istiyordu. Osmanlıların Kale-i Sultaniye dediği Avrupalıların ,ise Dardenelles olarak bildiği şehre yirmi dört saatlik bir vapur yolculuğunun ardından ulaştı.

Heyet ilk gün Troya antik kentini beraberce gezdi. Güvenlik önlemleri dikkat çekiciydi. Bir süre önce müze müdürünün de isteğiyle valilik harabelerin başına nöbet tutan silahlı askerl'er dikmişti. Yabancı konukların bazıları yanlarında eşlerini de getirmişlerdi. Osman Hamdi onları görünce Naile Hanım'ı geziye davet etmediği için pişman oldu. Ama yine de çoğunu gıyaben tanıdığı ünlü arkeologlarla tanışma şansına eriştiği için mutluydu. Schliemann ile de uzun uzun sohbet etti. Alman arkeoloğun kulakları artık hiç işitmiyordu. Osman Hamdi'yi ne kadar duyduğu şüpheliydi. Bağırarak konuşan Schliemann, Troya hazinesini tam olarak nerede bulduğunu büyük bir gururla gösterdi diğer tarih kazıcılarına. Ama katılımcıların hemen hemen hepsi kuşkuyla bakıyordu karşılarında duran kazı sahasına. Ertesi gün toplantılar başladı. Tartışmalar sonucunda Schliemann'ın bulduğu hazinenin Troya savaşının geçtiği dönemden bile daha eski bir tarihe ait olduğu düşüncesi baskın çıktı. Yaşlı arkeolog da hatasını kabul etmiş gibiydi. Ama Troya'nın Hisarlık Tepesi'nde olduğu tartışmasız bir gerçekti. Kazıların devam etmesi konusunda görüş birliğine varıldı. Troya kim bilir daha neler neler barındırıyordu bağrında. Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi müdürü arkeologlara çalışma izinleri konusunda yardımcı olacaktı. Ama bir şartı vardı. Herkes yürürlükteki yasalara uymalıydı. Anlaşma sağlandı. Katı­ lımcılar bölgeden ayrılmadan önce fotoğraf çektirmeyi ihmal etmediler. Osman Hamdi bu sefer yerde oturanların tam ortasına geçerek poz verdi. Altmış dokuz yaşındaki Schliemann, Troya toplantısından sadece birkaç ay sonra hayatını kaybetti. Paris'te rahatsızla192


nan ünlü arkeolog son nefesini Yunanistan'da vermeyi arzulaKendini biraz iyi hissedince yola koyulmuş, ardından yanındakilere son kez Pompeii harabelerini görmek istediğini belirtmişti. Ama Napoli onun son durağı oldu. Osman Hamdi toplantılar sırasında Schliemann'ın sağlığının hiç de iyi olmadığına yakından tanıklık etmişti. Bu nedenle ölüm haberine hiç şaşırmadı. Alman arkeolog için Tanrı'dan rahmet dilemekten başka bir çare yoktu. Schlieman vasiyeti gereği Atina'nın merkezinde manzarasıyla ünlü bir mezarlığa gömüldü. Cenazesine Yunan kralı bile katılmıştı. Dor tapınağı şeklindeki mozolesinin üzerindeyse yaptığı kazılardan sahneler vardı. .. mıştı.

Herkesin uzun zamandır sabırsızlıkla beklediği gün en sonunda gelip çattı. Müze binası tamamlanmış, lahitler zemin katta kendileri için hazırlanmış geniş salonlara taşınmıştı. Osman Hamdi eserleri müzeye yerleştirirken sık sık Louvre Müzesi müdürü ile mektuplaşmış ve ondan tavsiyeler almıştı. Ne de olsa Louvre, dünyanın en önemli devlet müzesiydi. Üstelik iki sene sonra yüzüncü yılını kutlayacaktı. Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi müdürü Paris'e mektuplar yazarken heykeltıraş Osgan Efendi de, öğrencisi İhsan'la beraber lahitlerin kırık parçalarını özenle onarmıştı. Artık açılış için hiçbir eksik kalmamıştı.

Osman Hamdi'nin Sayda'dan lahitlerle beraber dönmesinin ve maarif nezaretine yeni bir müzeye ihtiyaç duyulduğunu belirttiği dilekçeyi yazmasının üzerinden tamı tamına dört yıl geçtikten sonra, yeni bina 13 Haziran 189l'de hizmete girdi. Ama beklediğine değmişti. Müze bin sekiz yüz metrekarelik büyüklüğüyle Avrupa'daki emsallerini aratmıyordu. Birçok kişiye göre İstanbul'un en göz alıcı yapısı olmuştu. Doğrusu Osman Hamdi de bu fikirdeydi. Müze binasını tasarlayan Vallaury bir anda şehrin en ünlü mimarı haline gelmişti. Geleneksel 193


Türk mimarisini yansıtan Çinili Köşk'ün aksine yeni yapılan görkemli bina neoklasik anlayışa göre inşa edilmişti. Sütunların taşıdığı üçgen şeklindeki çatı, tam da Osman Hamdi'nin istediği gibi binaya bir antik dönem tapınağı havası vermişti. Müzeye girmek için devasa sütunların arasından geçmek gerekiyordu. İşte daha o anda ziyaretçiler geçmişe doğru bir yolculuğa çıktıkları hissine kapılıyorlardı. Müzede büyüklü küçüklü tam otuz altı adet teşhir salonu bulunuyordu. Lahitler girişteki büyük salonlara yerleştirilmiş­ ti. Antik döneme ait diğer eserler de lahitlerden artakalan yerlere konulmuştu. Binaya sonradan eklenen üst katta ise modern bir müzede bulunması gereken alçı atölyesi, fotoğraf stüdyosu ve kütüphane vardı. Osman Hamdi açılış günü gelenek olduğu üzere bir konuşma yaptı. İlk olarak Padişah Hazretlerine teşekkür ,etti. Ardından da bir müzenin sürekli olarak genişlemesi gerektiğinden bahsetti. "Eminim ki bu yeni bina da bir süre sonra bize yetmeyecektir!" Konuşmalardan sonra sıra müzeyi dolaşmaya geldi. Osman Hamdi üst düzey devlet görevlileri, diplomatlar ve gazetecilerden oluşan seçkin konuklarına bizzat rehberlik etti. Herkes müdür beyin çalışmalarını takdirle karşılamıştı. Gazeteciler de gördüklerinden etkilenmişe benziyorlardı. Osman Hamdi ertesi gün çıkacak gazetelerin yeni müze binasından övgüyle bahsedeceklerine emindi. Zaten basında bir süredir ulusal arkeoloji ve eski eserlerin medeniyetle ilişkisi gibi daha önceleri pek dillendirilmeyen konularda makaleler çıkıyordu. Yavaş yavaş da olsa toplumda bir bilinç geliştiği aşikardı. Açılış gününün kalabalığı ancak akşama doğru seyreldi. Osman Hamdi çok yorulmuştu. Sıcak yüzünden de hiçbir yerde duramıyordu. Bir ara bahçeye çıkıp etrafına bakındı. Çinili Köşk'ün hemen yanına bir akademi kurmuş, onların tam kar194


şısına da yeni bir müze binası kondurmuştu. Okulunda her milletten birbirinden değerli hocalar ders veriyordu . Müzesinde sergilenen eserler birçok Avrupa müzesini peşinden koşturacak cinstendi. Kendi dünyasını yine kendi elleriyle var etmiş, Topkapı Sarayı'nın halka açık bahçesinde bir kültür vahası yaratmayı başarmıştı. Elli yaşına basmak üzere olan biri için bundan daha büyük bir mutluluk olamazdı.

Yaz mevsimini her zamanki gibi Eskihisar 'daki evinde geçirdi. Çocuklar burayı çok seviyorlardı. Evin geniş bahçesinde diledikleri gibi oynuyorlar, sıcaktan bunaldıklarındaysa denize atlıyorlardı. Eskihisar ahalisi kasabalarına yerleşen bu garip aileyi ilk günlerde biraz yadırgamıştı doğrusu. Bir kere evdeki kadınların başları her zaman açıktı. Evin beyiyse bahçeye çıkıp eline bir fırça alıyor ve karşısına yerleştirdiği kağıda saatlerce boya sürüyordu. Üstelik evdekiler aralarında gavurca konuşuyorlardı! Peki ya akşamları evden yükselen seslere ne demeli? İnsanlar gizli gizli eve yaklaşıyor ve tuhaf olduğu kadar ahenkli de olan sese kulak kabartıyorlardı. Ahali bir gün bahçede görmüştü o garip aleti. Bir insan boyu kadardı. Kız­ lardan biri aletin yanında ayakta durmuş hiç korkmadan tellerine dokunuyordu. Meraklı bir köylü cesaret edip sormasaydı, o aletin adının arp olduğunu kimse öğrenemeyecekti. Ailenin Frenk kökenli olduğuna dair kimsenin bir kuşkusu kalmamış­ tı. Ama kafasına her zaman fes takan adamın adının Osman Hamdi olduğunu öğrendiklerinde yanıldıklarını anladılar. Ardından eski bir sadrazamın oğlu olduğu konuşulmaya başlan­ dı. Sonra da İstanbul'daki bir dairede müdürlük yaptığı. Demek bir paşazade böyle oluyordu! Ev sahibinin kim olduğu kulaktan kulağa yayıldıkça herkes birbirine alışmaya başladı. Artık köylü kadınlar sabahları çekinmeden eve gelip Naile Hanım ' a yaptıkları birbirinden nefis 195


ekmeklerden veriyorlardı. Öğlene doğru avdan dönen balıkçı­ larsa taze balık getiriyorlardı. Mahallenin çocukları da evdeki akranlarıyla arkadaşlık kurmaya başlamışlardı. Hamdi Bey ailesi Eskihisar'ı evleri bellemişti. Sonbaharla beraber havalar soğumasa ve İstanbul'da yapılacak onca iş olmasa hep burada kalırlardı. Osman Hamdi İstanbul'a döndükten sonra yine bir anda kendini işlere gömülmüş halde buldu. Yeni öğretim yılı yeni akademi öğrencileri demekti. Müdür bey okulunun gitgide daha fazla öğrenciye eğitim vermesinden son derece memnundu. Müzede de işler yolunda gidiyordu . Ziyaretçiler hep olumlu izlenimlerle ayrılıyorlardı binadan. Birkaç hafta sonra Osman Hamdi'nin eline bir İzmir gazetesi geçti. Milas kasabasının doğusundaki Lagina'da bazı tarihi kalıntıların bulunduğunu söyleyen bir makale okudu. Yazıda daha önce kimsenin bölgede kazı yapmadığı özellikle vurgulanmıştı. Osman Hamdi de tatil boyunca yeni bir kazının hayalini kurmuştu zaten . Ekibiyle birlikte sahada olmaya can atıyordu. Lagina'ya varması çok sürmedi. Herkes Osman Hamdi Bey'den usta bir arkeolog olarak söz etse de o, uzmanlarla işbirliği yapmaktan vazgeçmemişti. Kazı alanında ekibe Fransız arkeologlar da dahil oldu. Lagina antik şehrinin civarı yerleşim yerleriyle çevrilmişti. Köylüler yıllardır iç içe yaşadıkları birkaç parça kırık dökük taşın şimdi neden böylesine ilgi odağı olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Halinden en çok memnun olansa çocuklardı. Bütün günü tepelerin ardına saklanıp arkeologların çalışmalarını izlemekle geçiriyorlardı. Bölgede Anadolu'ya özgü gizemli bir tanrıça olan Hekate'ye adanmış büyük bir tapınağın kalıntıları vardı. Tapınağın sadece kapı şeklindeki üç bloktan oluşan giriş kısmı ayakta kalabilmişti. Ama toprağın altından bir zamanlar tapınağın duvarlarını süslemiş frizler fışkırıyordu . Eni ve boyu bir ila iki metre arasında değişen bu taş bloklardan onlarca bulundu . 196


Friz kabartmalarda tanrılar panteonundaki maceralardan kutsal savaşlara kadar birçok değişik konu betimlenmişti. Aylardan ekim olmasına rağmen hava yazı aratmayacak kadar sıcaktı Lagina'da. Herkes fesinin içine omuzlara kadar sarkan mendiller sıkıştırmıştı. Alınlarda biriken ter damlaları sık sık siliniyordu bu mendillerle. Dinlenme vakti geldiğindeyse ağaç gölgeleri imdada yetişiyordu. Osman Hamdi de sırtını bir ağaca yaslayıp tuttuğu kazı günlüğüne notlar alıyordu. Yeni keşfi nedeniyle kazı alanındaki en neşeli kişiydi şüphesiz. Meraklı köylülerin sorularını sabırla cevaplıyor, nereye giderse gitsin peşini bırakmayan küçük çocuklarla şakalaşıyordu. Ekip kazı alanına yakın bir kasabada kiraladıkları evlerde kalıyordu. Gaz lambalarının geç saatlere kadar sönmediği ev Osman Hamdi'ninkiydi. Kazı sorumlusu geceleri Fransız arkeologlarla kafa kafaya verip frizlerin üzerindeki sahneleri çözmeye çalışıyordu. Sık sık göze çarpan güçlü erkek figürünün baştanrı Zeus olduğu konusunda herkes hemfikirdi. Savaş sahnelerinde elinde meşale tutan tanrıçanınsa Hekate olduğu düşünülüyor­ du. Ama kimse Hekate'yi tam olarak tanımıyordu. Antik metinlerde farklı farklı Hekateler anlatılıyordu çünkü. Kimisi onu Artemis 'e benzetiyor, kimisi de bir yeraltı tanrıçası olduğunu söyleyip ona kötü anlamlar yüklüyordu. Tanrıçanın gerçek kimliği ne olursa olsun, kesin olan tek şey Osman Hamdi Bey'in bulduğu frizlerle müzesini daha da zenginleştireceğiydi. Sıra nakliyeye geldi. Osman Hamdi Sayda'da imkansızı başarmış, tonlarca ağırlığındaki lahitleri hasarsız olarak İstan­ bul' a getirmişti. Bu sefer işi daha kolaydı. Ama yine de dikkatli olması gerekiyordu. Çevredeki bütün köylere haber salıp ne kadar kağnı varsa hepsinin kazı alanında toplanmasını istedi. Ücret dolgundu. Birkaç gün sonra Hekate Tapınağı'nın önünde bekleyen kağnıların sayısı iki düzine kadar oldu. Taş frizler, kocaman iki tahta tekerin üzerinde giden bu ilkel arabalara 197


özenle yüklendi. Ardından öküzler taşıdıkları yükün öneminden habersiz ağır ağır yola koyuldu . Kağnı kafilesine Türk yetkililerden ve Fransız arkeologlardan başka kalabalık bir köylü grubu da eşlik ediyordu. Menteşe Dağları'na güçbela geçit veren vadilerden ilerleyerek denize doğru yapılan yorucu bir yürüyüşün ardından Ege'nin mavi suları göründü ... Osman Hamdi frizlerle beraber İstanbul ' a geldiğinde yarkendisi için sakladığı bir Paris gazetesini buldu masasının üzerinde. Beaux Arts'ın yayın organı olan gazetede kendi ismini görmek Osman Hamdi'yi oldukça sevindirmişti. dımcılarının

Usta bir sanatkar ve aslen diplomat olan Hamdi Bey 'in müze müdürlüğüne getirilişi on bir senelik bir olaydır. Kendisi daha önce Hariciye memurluklarında bulunmuş­ tu. İşte burada Osmanlıların kaderine hükmeden padişah II. Abdülhamid Hazretlerinin seçimini takdir ve şükranla anmamak mümkün değildir. Devletinin her türlü işini görüp yürüten Padişah Hazretleri, Hamdi Bey'i müze müdürlüğüne tayin ederek Osmanlıların bu konuda hakikaten ilerlemelerini sağlamıştır. Birkaç hafta sonra Hekate Tapınağı'nın frizleri Müze-i Hümayun'da sergilenmeye başlandı. Tam da o günlerde Louvre Müzesi saraya bir mektup yazıp, İstanbul'da bulunan yedi adet tarihi eseri resmen istedi. Fransızlara göre bu parçalar Louvre'daki koleksiyonları tamamlayıcı özelliğe sahipti. Saraydaki yetkililer işi hemen müzeye havale ettiler . Osman Hamdi istenilen yedi eseri tek tek inceledi. Bunlardan beş tanesi çivi yazısı tabletlerinin kırık parçaları, diğer iki tanesi ise bronz heykeldi. Osman Hamdi Louvre'a mektup yazıp, bronz heykellerin tek başlarına da anlamları olduğunu ve bu neden198


le Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi için vazgeçilemez olduklarını söyledi. Ama kırık tabletleri gönderebileceğini be lirtti. Osman Hamdi'nin bu kararı bazı müze görevlilerini şa­ şırtmıştı. Tek bir topluiğneyi bile kimseye kaptırmak istemeyen müdür bey nasıl olmuştu da beş adet kırık tableti bağışla­ ma kararı almıştı? Bir toplantı sırasında konu gündeme geldi. Osman Hamdi kendini savunur gibi gözükmüyordu. Daha çok bir öğretmen gibi konuştu: "Tabletleri gönderdim çünkü onların ancak bu sayede bilimsel bir anlama kavuşacaklarını düşündüm. Aksi halde hep yarım kalacaklardı. Bilim, millilikten daha önemlidir Beyler. Öyle bir an gelir ki sahibiyet önemini yitirir." Osman Hamdi birkaç yıldır üzerinde çalıştığı kitabı artık bitirmek istiyordu . Kuruçeşme'deki yalıda en geç yatan oydu. Sabahları da en erken o uyanıyordu. Sayda lahitleri ile ilgili kapsamlı bir inceleme kitabıydı kaleme aldığı. Bu konuda daha önceleri Fransız bilim dergileri için makaleler yazmıştı. Ama arkeolog arkadaşları ondan çok daha fazlasını bekliyordu. Üstelik Troya'da yapılan toplantı sırasında kitabın en kısa zamanda ellerinde olacağına dair söz vermişti. Sidon Kral Nekropolü adını taşıyan Fransızca kitap 1892 yı­ lında Paris'te basıldı. Kitabın ilk cildi günü gününe Sayda kazı­ sını anlatmaktaydı. İkinci ciltteyse haritalar, mezar odalarının krokileri ve kazılan tünellerle ilgili görsel bilgiler vardı. Daha sonraki sayfalarda lahitlerin fotoğraflarına geçiliyordu. Mermer yüzeylerdeki her figür ayrıntılı olarak kitaba yansımıştı. Son yılların en çok merak uyandıran arkeolojik keşiflerinden biri olan Sidon lahitleri üzerindeki gizem böylece tamamen aralanmış oluyordu. Osman Hamdi kitabını bitirmiş ve bir bilim insanı olarak üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmişti. Ama bu arada 199


akademi öğrencilerini biraz ihmal ettiğini fark etti. Ertesi gün atölyeleri dolaşıp okula yeni başlayan öğrencilerle tanıştı. Ardından üst sınıflardaki öğrencilerin çalışmalarını inceledi. Gençlerdeki ilerleme hiç de fena sayılmazdı. Akşam ders bitiminde tüm son sınıfların bir araya toplanmasını istedi. Öğren­ ciler müdür beyin kendilerine önemli bir haber vereceğini anlamışlardı. Herkes merak içinde Osman Hamdi'nin ne diyeceğini beklemeye başladı. "Bu yıl aranızdan bazılarını Paris'e yollamayı düşünüyo­ rum," dediğindeyse sınıfta kopan çığlıklar Gülhane'de yankı­ landı. Çocuklar sevinçten birbirlerine sarılıyor, feslerini havalara atıyorlardı. "Kesin şamatayı bakalım," diye çıkıştı müdürleri. "Paris'e eğlenmeye gitmiyorsunuz. Orada dünyanın dört bir tarafından gelmiş sanatçılarla beraber dersler göreceksiniz. Devletimizi ve okulumuzu en iyi şekilde temsil etmek için çok çalışmanız gerekecek. Ama gezip tozmaya da zaman bulacaksınız tabii..." _ Osman Hamdi'nin son cümlesi sınıftan büyük alkış aldı. Tüm öğrencilerin neşesi yerine gelmişti. Herkes Paris'e yollanacak şanslı kişilerden biri olmak için gayret edecekti bundan böyle. Müdür bey, akademinin açılışı üzerinden dokuz yıl geçtiği halde kimseyi yurtdışına yollayamadığı için hayıflanıyordu . Paris vaadi öğrencileri şevklendirecekti. Ama doğrusu bu iş o kadar da kolay değildi. Kendisi Abdülmecid zamanında Fransa'ya gitmişti. Abdülaziz devrinde de uzun yıllar kalmıştı orada. Şimdiyse tahtta Abdülhamid oturuyordu. Padişahın çeşit­ li korkuları olduğu biliniyordu. Sultan, Paris'e giden herkesin Jön Türklerin etkisi altında kalacağından ve sonrasında kendisine karşı komplolara girişeceğinden endişe duyuyordu. Osman Hamdi gerekli izinlerin alınması için hemen işe koyuldu. Ama tahmin ettiği gibi Maarif Nezareti'ndeki yetkililer,

200


"Paris yerine Berlin'e gitse ya bu çocuklar," diye ayak diretmeye başladı. Osmanlı'nın bir süredir Almanya ile sürdürdüğü gizli flört artık açıktan açığa müttefikliğe doğru ilerliyordu. Bu yüzden Berlin, saray çevresince tehlikesiz bir yer olarak görülüyordu. Ama Osman Hamdi öneriyi kabul etmedi. Yetkililere çıkıp Fransa'nın sanat alanındaki köklü eğitim ekolünden bahsetti. Almanya teknik eğitimde tartışmasız bir numaraydı. Askeri eğitim alacak gençler veya mühendislik tahsili yapmak isteyenler Berlin'e gönderilebilirdi. Ama söz konusu olan sanat öğrenimiyse Paris hala en önemli şehirdi. Sonunda istediğini aldı. Sadaret, Sanayii Nefise öğrencilerinin Fransa'ya gitmesine razı oldu . Müzedeki eserler üzerinde onarım çalışmaları da yapan heykel bölümünün ilk öğrencilerinden İhsan ve resim mezunu Galib şanslı öğrenciler oldu. Osman Hamdi gençlerin Paris'e hareketinden önce onlarla uzun uzun sohbet etti. Paris'e gitmek üzere olduğu günleri hatırlamıştı. Ne kadar da heyecanlıydı. Öğrencilerine nasihatler veren Osman Hamdi'yi, İbra­ him Edhem Paşa'ya benzetti. Tüm söylediklerinin gençlerin bir kulağından girip diğerinden çıkacağını çok iyi biliyordu oysa. Galib Paris'e vardığında ünlü oryantalist ressam Jean Leon Gerome'ü bulup, onun atölyesine kayıt yaptıracaktı. Her iki öğrencinin cebinde de Osman Hamdi'nin kartvizitleri vardı. Osman Hamdi öğrencilerini Paris'e yolladıktan sonra Sanayi-i Nefise binasını genişletme çalışmalarına hız verdi. Mevcut beş atölye kısa sürede öğrenci sayısı artan akademiye yetersiz gelmeye başlamıştı. Bir süredir inşaatı devam eden ek yapının bitirilmesiyle büyük bir salona ve üç yeni atölyeye daha kavuşulmuş oldu. Akademi hocaları hep birlikte yeni atölyeleri gezerken hademelerden biri içeri girip müdür beye Paris'ten gelen mektubu uzattı. Osman Hamdi zarfın üzerinde ustası Gerome'ün adını görünce heyecanla mektubu açtı. 201


Sevgili Hamdi, Ziyaretime gelen Mösyö Galib Efendi bana kartvizitinizi verip Ecole des Beaux Arts'da benim atölyeme girmek istediğini ifade etti. Eğer bu iş benim yetkim dahilinde olsaydı seve seve yapardım. Ne yazık ki otuz yaşını geçmiş gençlerin atölyelere alınmasını engelleyen bir yönetmelik var. Zaten ancak böylesine önemli bir gerekçe sizin istediğinizi hemen yerine getirmeme engel olabilirdi, çünkü ben yurttaşlarınızın şahsında sizi hoşnut etmekten her zaman mutluluk duyarım . Zaten Mösyö Galib'e de kapımın kendisine her zaman açık olduğunu ve bana akıl danış­ maya geldiğinde eli boş dönmeyeceğini belirttim. Galip çok önemli bir ressamla çalışma şansına erişememiş­ ti ama başka alternatifler de vardı. Bir süredir faaliyette olan Julian Akademisi Paris'in ilk özel sanat okuluydu. Akademi, Osman Hamdi'nin Paris'teki son günlerinde kapılarını öğrenci­ lerine açmıştı. Ama kısa zamanda saygın bir eğitim kurumu olduğunu kanıtlamıştı. Osman Hamdi arkadaşı Şeker Ahmed'den de Julian ile ilgili olumlu eleştiriler dinlemişti. Galib'in Julian Akademisi'ne kayıt yaptırmasına izin verdi. Heykeltıraş İhsan da benzer nedenlerden dolayı özel bir atölyeyi seçmişti. Osman Hamdi Fransa' daki öğrencileriyle yakından ilgilenmeye devam ediyordu. Onlarla sık sık yazışıyor, sorunlarına çözümler bulmaya çabalıyordu. Gençlerin keyfi yerindeydi. Ama sürekli olarak geçim sıkıntısından dert yanıyorlardı. Paris gerçekten de pahalı bir şehirdi. Osman Hamdi, babasının desteği olmasaydı Paris'te bir hafta bile idare edemeyeceğini unutmamıştı. İhsan ile Galib'in en az üçer yıl orada kalmasını istiyordu. İkisinin de özel okula gitmesi masrafları katlamıştı. Üstelik Paris'teki bu iki sanat öğr.encisi için Maarif bütçesinden pay ayrı­ lamayacağı bildirilmişti. Bu şartlar altında İhsan ile Galib'in İs-

202


tanbul'a dönmesi gerekecekti. Ama Osman Hamdi tuttuğunu koparan biriydi. Kısa süre sonra öğrencilerine az da olsa aylık bağ­ lattırmayı başardı. Okul paraları da düzenli olarak ödenecekti. Bu arada Sanayi-i Nefise mimarlık hocası Alexandre Vallaury şehre muhteşem bir bina daha kazandırmıştı. Osmanlı Bankası'nın yeni genel merkezi Karaköy'deki Voyvoda Caddesi'nde açıldı. Banka binası, Osmanlı Devleti'nin kapitalizmle kurduğu gecikmeli ilişkinin hikayesini anlatıyordu adeta. Bina mimari sanatının sınırlarını da zorlayarak birçok simgesel göndermeyle süslenmişti. Yapının ön ve arka cepheleri birbirinden oldukça farklıydı. Binayı Pera tarafındaki ön yüzünden gören biri, Yeni Cami'nin önüne geldiğinde arka cepheyi tanı­ makta zorlanıyordu. Çünkü Vallaury binanın Pera'ya bakan ihtişamlı ön cephesini modern tarzda yapmıştı. Eski İstanbul'un simgeleri Süleymaniye'ye ve Topkapı Sarayı'na bakan kısmı­ nıysa Doğu mimarisinden esinlenerek tasarlamıştı. Osman Hamdi bankanın eski müşterilerindendi. Edhem Paşa'nın, kardeşlerinin, hatta annesi Fatma Hanım'ın da bankada ayrı ayrı hesapları vardı. Aile tüm Osmanlı seçkinleri gibi krediye ihtiyaç duyduğunda hemen bankanın kapısını çalardı. Kuruçeşme'deki yalı da bu krediler sayesinde satın alınmıştı. Osman Hamdi yeni binaya ilk girdiğinde Vallaury'nin zekası karşında bir kez daha büyülendi. Dünyanın en iyi mimarlarından birisinin müdürlüğünü yaptığı okulda hoca olmasından dolayı gurur duydu. Ardından kafasını kaldırıp giriş holünde asılı duran kitabelere baktı. İlkinde Latince olarak, "Dostlardan aldığın her şey kaderin dışında kalır. Ancak vermiş oldukların her zaman için servetin olacaktır" yazıyordu. Arapça olan diğer levhadaysa, "Para kazanan Allah'ın sevgili kuludur " ibaresi göze çarpıyordu. Banka ~inası tam anlamıyla çift kişilikliydi. Aslında Valla ury 'in yaptığı tüm binalar, Batılılaşmaya çalışan Doğulu bir imparatorluğun yeni yüzünü temsil ediyordu ...

203


1...

Osman Hamdi Kuruçeşme'deki yalının kapısından yorgun argın içeri girdiği bir akşam evde olağanüstü bir hareketlilikle karşılaştı. Fatma Hanım salonda oturmuş sessizce ağlıyor, bir yandan da mırıldanır gibi Kuran okuyordu. Naile Hanım ise elinde havlular ve bir tas su, telaş içinde oradan oraya koştu­ ruyordu. Osman Hamdi de panikledi. Yoksa çocuklardan birinin başına bir şey mi gelmişti? Hemen neler olduğunu sordu karısına.

derece. Sabahtan beri ağzına tek lokma koymadı. Doktorlar gelip gidiyor ama içimizi ferahlatacak bir çift söz eden olmadı." Osman Hamdi babasının sağlığının gitgide bozulduğunun farkındaydı. Paşa birkaç aydır kuru kuru öksürüyordu. Bazen nefes darlığı çektiği de oluyordu. Ama daha geçen gün yetmiş altıncı yaş gününü neşe içinde kutlamış ve gülerek, "Bu işin doksana kadar yolu var," demişti. Böylesine ağır bir hastalık da nereden çıkmıştı şimdi? Babasının yattığı odaya gidip aralık kapıdan içeri baktı. Paşa zor nefes alıyordu. Hırıltılar odanın dışından bile duyulabiliyordu. Osman Hamdi bir süre babasının dengesiz bir biçimde kabarıp inen göğsünü seyretti. Elleri de istemsizce titriyordu paşanın. Yaşlı bir adam yatıyordu yatakta. Can çekişen yaşlı bir adam. Ertesi sabah saray doktorları da durumdan haberdar edildi. Padişah eski sadrazamının durumuna üzülmüş olsa gerek, doktorlarını hiç vakit kaybetmeden özel bir yata bindirip Kuruçeşme'ye yollamıştı. Fakat muayenenin ardından paşanın odasından çıkan doktorların suratı asıktı. Osman Hamdi çaresizce onların yanma gitti. İyi haberler duymaya ihtiyacı vardı ama durum hiç de parlak değildi. "Elimizden geleni yaptık. Maalesef paşanın durumu kritik. Dua etmekten başka bir çaremiz yok." "Paşa

çok hasta.

Ateşi kırk

204


Tüm ev halkının eli kolu bağlanmıştı. Fatma Hanım Kuran okumayı sürdürüyor, Osman Hamdi ne yapacağını bilmez halde kardeşleriyle birlikte sessizce oturuyor, Naile Hanım ise çocukları gürültü yapmamaları konusunda sürekli olarak uyarıyordu. Akşamüzeri İbrahim Edhem Paşa'nın alnındaki ıslak mendilleri değiştirmek için odasına giren hastabakıcı yaşlı kadın koşar adım merdivenlerden aşağı indi ve, ."Beyim, Beyim paşaya bir şey oldu," dedi. "Titredi ve ... öylece ... " Osman Hamdi hemen babasının odasına çıktı. Ardından kardeşleri de odaya girdi. Nefesler tutulup paşanın göğsü dinlendi. Hiç ses çıkmıyordu. Bir süredir iyice şişmiş olan karnın­ da da en küçük bir hareket yoktu. Osman Hamdi birkaç saniye tereddüt ettikten sonra yatağa doğru yaklaştı ve eliyle babasının açık kalan gözlerini kapattı. Olan biteni kapının hemen dışından izleyen kadınlar kendilerini daha fazla tutamadı ve gözyaşlarına boğuldular. Erkeklerse ağlamamak için kendileri ne hakim olmaya çalışıyorlardı. Osman Hamdi merdivenleri kayar gibi inerek kendini bahçeye zor attı. Ardından sebilden akan buz gibi suyla yüzünü yıkadı. Az önce olan şeye inanamı­ yordu. Edhem Paşa ölmüştü. Titreyen parmaklarının ucunda hala babasının gözkapaklarını hissediyordu. O gece kardeşleri Galib, Mustafa ve Halil ile beraber sabaha kadar salonda oturdu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bir ömür boyunca çocuklarını her fırsatta destekleyen o koca adam yoktu artık. Diğer herkes gibi Osman Hamdi'nin de bu gerçeği kabul etmesi hiç de kolay olmayacaktı. Sanki Edhem Paşa her zamanki gibi terliklerini süreye süreye merdivenlerden inecekti şimdi. Ardından da, "Nasılsın evladım?" diye soracaktı. "Ne havadisler var bakalım İstanbul'da?"

205


Ama biliyordu ki boşunaydı bu bekleme . Osman Hamdi dükendisini geçmişin girdabına bıraktı. İbrahim Edhem, Sakız Adası'nda yaşayan bir Rum ailenin çocuğu olarak doğmuştu. Gerçek ismini kendisi bile bilmiyordu. Yunanların bağımsızlık için ayaklandığı 1821 yılında sadece üç yaşındaydı. Ertesi yıl Osmanlı donanması isyanın sıçra­ dığı Sakız Adası'na çıkarma yapıp kargaşayı acımasızca bastırdı. Adada binlerce Rum ölmüş , yetim kalan çocukların sayısını kimse bilmez olmuştu . İsyanı bastıran askerler erkek çocuklarını köle, kız çocuklarınıysa cariye olarak satmak için İstanbul'a getirdiler. Osman Hamdi'nin babası da o ganimet çocuklardan biriydi işte . Elli kuruş veren herhangi birine satılacaktı. Ama dört yaşındaki o çocuğu Kaptanıderya Hüsrev Paşa aldı. Sakızlı küçüğün talihi birdenbire dönmüştü. Hüsrev Paşa çocuğu olmadığından evlatlık almayı adet edinmiş önemli bir devlet adamıydı. Aslında paşanın geçmişi de evlat . edindiği çocukların kaderiyle benzerlik taşıyordu. Hüsrev Paşa da küçük yaşta İstanbul'a getirilmiş bir köle çocuktu! Onun yolu Enderun'a düşmüş, eğitimini sarayda tamamladıktan sonra kaptanıderyalığa, hatta sadrazamlığa kadar yükselmiş­ ti. Hüsrev Paşa evlat edindiği Sakızlı küçüğe İbrahim Edhem ismini verdi. Onu Müslüman yaptı. Sonra da Edhem'i kendi öz oğlu gibi yetiştirdi. Edhem daha küçük bir çocukken arkadaş­ larıyla birlikte Sultan il. Mahmud'a takdim edildi. Hüsrev Paşa çocukların Fransa'da eğitim görmesinin memleket için daha hayırlı olacağını düşünüyordu . Edhem sadece on iki yaşın­ dayken padişahın da onayını alarak Osmanlı'nın yurtdışına eğitim için gönderdiği ilk dört çocuktan biri oldu. İstan­ bul' dan beraber geldikleri gözetmenlerinin refakatindeki çocuklar, Paris'te Osman Hamdi'nin de gittiği hazırlık okuluna yerleştirildiler. Edhem daha sonra Madencilik Okulu'na girip burayı iftiharla bitirdi. Ülkesine döndüğünde Osmanlı'nın ilk şüncelere dalıp

206


maden mühendisi olarak karşılandı ve hemen Gümüşhane, Keban ve Ergani madenlerinde görevlendirildi. Yedi sene boyunca Anadolu'yu karış karış gezip maden yataklarında incelemeler yaptı. İstanbul'a döndükten sonra sarayın hizmetine girdi ve kısa zamanda paşa unvanı aldı. Ardından Osmanlı'nın ilk modern yükseköğretim kurumu olan Darülfünun'un eğitime başlamasına önayak oldu ve yıllardır işlevini yitirmiş halde duran rasathanenin tekrardan bilimsel bir anlayışa kavuşmasını sağladı. Sonrası malumdu. Edhem Paşa; Ticaret, Bayındırlık, Dışişleri, Adliye , Eğitim ve içişleri nazırlığı yapmış, Şurayı Devlet'i yönetmiş, Osmanlı'nın Berlin ve Viyana büyükelçisi olmuştu . Tabii ki dahası da vardı. İmparatorlu­ ğun parlamenter düzene geçtiği dönemde sadrazamlık makamında oturmuştu .

Osman Hamdi babasının çocukluğuyla ilgili anekdotları küçük yaşlarda annesi Fatma Hanım'dan, o da sadece birkaç kez dinlemişti. Sakız Adası 'nda başlayan hikaye, Osman Hamdi 'nin büyüdüğü evde nerdeyse hiç konuşulmazdı. Ama herkes gerçekleri bilirdi. Yıllar önce ölen büyükbabası Hüsrev Paşa'yla ilgiliyse hafızasında silik izler kalmıştı. Çok yaşlı, beyaz sakallı bir ihtiyarın görüntüsünü hayal meyal hatırlıyordu . Sabah güneşi Kuruçeşme'deki yalıya vuruncaya kadar Osman Hamdi'yi hatıraların arasından alıp şimdiki zamana döndürmek mümkün olmadı. Uyandığında bir an için dün gece yaşadıklarının rüya olduğunu zannetti. Ama rüya değildi. Haberi duyan aile dostları şafağın sökmesiyle beraber yalıya akın etmişti. Saraydan gelen yetkililerse cenazenin öğlen namazına yetiştirileceğini söylediler. Birkaç saat sonra paşanın cenazesi evinden alınıp bir vapura konuldu . Kadınlar evde kalıp yapılması gereken diğer işler­ le ilgilenirken ailenin tüm erkek üyeleri cenazeyi taşıyan vapura binmişlerdi. Vapur kısa bir yolculuğun ardından Üsküdar İs-

207


kelesi'ne yanaştı. İskelenin hemen arkasında bulunan Mihrimah Sultan Camisi'nde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Sadaret makamı caminin avlusuna taşınmıştı sanki. İlk önce padişa­ hın yolladığı taziye mektubu okundu. Sonra din adamları amin sesleri arasında dualar etti. Ardından paşanın naaşı, padişahın özel izniyle Mihrimah Sultan Camisi'nin haziresine defnedildi. Öğleden sonra erkekler bağırlarına taş basıp yalıya döndü. Eve çağrılan bir hoca mevlit okumaya başlamıştı bile. Gözyaş­ ları içindeki Fatma Hanım ilk fırsatta kendisin~ paşanın mezarına götürmesini istedi büyük oğlundan. Osman Hamdi de başını sallayıp, tamam dedi annesine. Sonra kalabalığı alt katta bırakıp babasının son dakikalarını geçirdiği yatak odasına çık­ tı. Ne kadar da sessizdi tüm eşyalar. İçinde boğucu bir hüzün, etrafına bakındı. Yatağın başucunda açık kalmış bir çekmece vardı. Gözü gayri ihtiyari çekmecenin içindeki zarflara takıldı. Hemen en üsteki zarfı alıp içindeki kağıdı çıkardı. Hüsrev Paşa, Paris'te öğrenci olan İbrahim Edhem ve diğer oğullarına yazmıştı 15 Haziran 1832 tarihli Fransızca mektubu. Doğu­ mumdan tam on sene önce diye düşündü Osman Hamdi. Yatağın kenarına oturdu ve mektubu okumaya başladı. Evlatlarım,

Fransa'da eğitim görmeniz ıçın sizleri gözlerimin önünde yetiştirdiğim bütün gençlerin arasından seçtiğim­ de, Müslüman gençliğinin eğitiminin bütün umutlarını sizlere emanet etmiş oldum. Devlet büyüklerimiz size bakarak benim örneğimi takip edip etmeyeceklerine ve çocukların geleceğini Avrupa'nın ilmine emanet edip etmeyeceklerine karar vereceklerdir . Evlatlarım, Eğer

sizi hep sevmemi ve korumamı istiyorsanız, derslerinize iyi çalışın, Buraya hiçbir şey öğrenmeden döndü208


··. ğünüz takdirde bunun ne kadar utanç verici olacağını tahmin edersiniz. Osmanlıların ilimden uzak cahil bir millet olduklarını iddia edenleri yalancı çıkartacağınıza canı gönülden inanıyorum. Sizleri tüm sevgimle gözlerinizden öpüyorum . Osman Hamdi babasının öldüğü andan beri ilk defa gözyaş­ engel olamadı. Paşanın daha küçücük bir çocukken bile ne denli ağır bir yükün altına girdiğini şimdi daha iyi anlıyor­ du. Ama kendini çabuk toparladı. Evin en büyük erkeği olarak bundan böyle koca bir ailenin bütün sorumluluğunu taşıması gerekiyordu . Ertesi günkü gazeteler, eski sadrazamlardan Edhem Paşa'nın ölüm haberini üzüntüyle verdi. Çıkan tüm yazı­ larda paşadan övgüyle söz ediliyordu. Osman Hamdi babası­ nın çalışma odasına kapanıp uzun uzun gazeteleri okudu. Paşanın izleri odanın her köşesinde sinmişti. Kıyafetleri , madal yaları, mürekkep okkası, kalemleri, tütün tabakası hepsi sahipsiz kalmış gibiydi. En çok da paşanın elinden düşürmediği kitapları görünce üzüldü. Osman Hamdi babasının yokluğuna daha çabuk alışmak için kendin i işlerine vermişti. Ama gün içinde illa ki Edhem Paşa'yı hatırlatan bir gelişme yaşanıyordu . Okuduğu bir Fransız gazetesi de babasını özlemle anmıştı. larına

Maden okulunun en eski öğrencilerinden Edhem, geç20 Mart'ta ülkesine çok parlak hizmetler verdik ten sonra hayatını kaybetti . Edhem hazırlık sınıfını tamamladıktan sonra maden okuluna girmişti. Buradaki tüm derslerini de başarıyla verip mezun olmaya hak ka zandı. Uygarlığımız hakkında gözlemlerinden aldığı ilhamla ülkesine döndü ve bizim çalışma prensiplerimizi oraya taşımayı başardı .. . tiğimiz

209


Osman Hamdi gazetedeki haberi okumayı bitirdiğinde bir kez daha babasını ne kadar da çok özlediğini hissetti. Müzedeki küçük odasına sığmaz olmuştu . Bahçeye çıkıp derin derin nefes aldı. Akşam esintisi havayı biraz serinletmişti. Yürümek istedi. Sanayi-i Nefise binasının yanındaki patika yoldan bir zamanlar Topkapı Sarayı'nın dış bahçesi olarak kullanılan Gülhane Korusu'na indi. Kısa bir yürüyüşün ardından Boğaz'a nazır bir ağacın gölgesine oturdu. Çok geçmeden Balkanlar yönünden gelen bir tren gürültülü bir şekilde son durağına yanaştı. Deniz trafiği ise her zamanki gibi karmakarışıktı. Şirketi Hayriye'nin tüm Boğaz'ı ilmik ilmik dokuyan vapurlarının arasından küçük yelkenli tekneler geçiyordu. Balıkçı sandallarıy­ sa bir sağa bir sola yalpalayarak kalabalığın arasında kendilerine yol açmaya çalışıyordu ... Birkaç ay sonra Fransız hükümetinin Chicago Fuarı'nda sergilemek üzere tablolarıyla ilgilendiğini öğrendi. Önerilen para hiç de fena sayılmazdı. Kendisine yollanan mektupta Beaux Arts geleneğini Konstantinopolis 'te en iyi şekilde temsil ettiği için teşekkür ediliyordu. Osman Hamdi bu habere çok sevinmişti. Ressamlığı ilk defa önemli bir makamdan onay görüyordu. Bu ana babasının da tanık olmasını isterdi. Fransız hükümetinin teklifini kabul edip tablolarını Paris'e yolladı. Milletlerarası Chicago Sergisi'ne kendisi katılmasa da resimleri orada olacaktı. Tablolarının Atlantik'in öbür tarafına gideceğini düşündükçe heyecanlanmadan edemiyordu. Ama mutluluğu kısa sürdü. O uğursuz 1893 yılı çıkıp gitmeden bir büyük acı daha yaşandı. Osman Hamdi İstanbul gümrüğünde çalışan kardeşi Mustafa'yı da kaybetti. Vakitsiz gelen bu ölüm daha paşanın acısını yüreklerinden atamayan aileyi perişan etmişti. Fatma Hanım birkaç ay arayla hem kocasını hem de henüz kırk iki yaşında olan evladını kaybettiğine bir türlü 210


inanmak istemiyordu. Ama kaderin önüne geçilemediğini de biliyordu . Herkes çaresizce kabullendi. Ailenin en sessiz üyesi olan Mustafa, sade bir törenin ardından Edhem Paşa'nın yanına defnedildi. Zaman tüm yaraların ilacıydı gerçi ama günler sanki daha bir yavaş geçiyordu artık. Anlamsızlık duygusu kaplamıştı tüm benliğini. Yok olup gitme karşısında kendini biçare hissediyordu tüm insanlar gibi. Kazı yapmak bile gelmiyordu içinden. Kimseyle de konuşmuyordu. Bütün günü müzedeki odasında geçiriyor, imza için getirilen evraklara göz ucuyla şöyle bir bakıyor, mesai saati bitimindeyse doğruca evinin yolunu tutuyordu. Hayriye'nin Fransa'da öldüğünü öğrendikten sonra da böyle olmuştu. Ama çok geçmeden onu hayata döndürecek müjdeli bir haber aldı. Naile Hanım hamileydi! Bütün aile sevince boğulmuştu. Yaşanan onca acıdan sonra herkesin ihtiyacı vardı hayata sarılmaya. Tabiatın ölüm karşısındaki tek kozu buydu ne de olsa. Aslında Osman Hamdi tekrar baba olmayı hiç düşünmüyordu. Hatta kendini dedeliğe hazırlamıştı. Çünkü en büyük kızı Fatma, bir süre önce Müşir Abdullah Paşa ile evlenmişti. Yine de Osman Hamdi sanki karısı ilk kez doğum yapacakmış gibi heyecanlandı. Gebeliği boyunca Naile Hanım'ın yanından ayrılmadı. Karısının bir dediği­ ni iki etmiyordu. Dilediği kadar öpüp koklayacağı bir kız daha istiyordu ondan. Adını bile şimdiden koymuştu: Nazlı. Osman Hamdi bir kızı daha olduğunu ebe kadından ilk duyduğunda mutluluktan havalara uçtu . Hemen doğum odasına koşup bebeği gördü. Küçük Nazlı'nın sağlığı yerindeydi. Naile Hanım da iyi görünüyordu. Nazlı bebek kucaktan kucağa geçerken Kuruçeşme'deki yalıda aylar sonra tekrardan sevinç çığlıkları yankılanıyordu.

Geçen

yılın acıları artık

geride 211

kalmıştı.


Hamdi Bey ailesi Sanayi-i Nefise'nin yaz tatiline girmesinin ardından Eskihisar'a hareket etti. Yazlık köşkteki günler her zamanki gibi sükunet içinde geçiyordu. Bebekle ilgilenmek Naile Hanım'ın tüm vaktini alıyordu. Neyse ki diğer çocuklar Melek, Leyla ve Edhem artık kendi başlarının çaresine bakabilecek yaşa gelmişlerdi. Osman Hamdi ise Gebze tepelerinden sahil şeridine doğru istilacı bir ordu gibi inen yemyeşil orman ile maviliğini hiç kaybetmeden berrak kalmayı başaran dupduru bir denizin kesişme noktasındaki bahçesinde oturup saatlerce resim yapıyordu. İstanbul'dan ayrılmadan önce modellerinin fotoğraflarını çekmişti. Arap kıyafetleri giydirdiği sonra da sedire yüzükoyun yatmasını ve elindeki kitabı okur gibi yapmasını söylediği bir delikanlının verdiği pozu çok sevmişti. Şimdi o fotoğrafa bakarak tuvallerini dolduruyordu. Modelin duruşu aynı kalsa da bazen genç bir kıza dönüşüyordu sedirde uzanan, bazen de sakallı bir adama. 10 temmuz 1894 salı günü saat 12.24'te köşk kendi dingin dünyasından uyanıp İzmit, Bursa ve İstanbul üçgenini içine alan devasa bir bölgenin ortak kaderini paylaşmaya başladı. Osman Hamdi giriş kapısının hemen solundaki çalışma odasında oturmuş bir mektup yazıyordu. Birden eline hakim olamadı ve kağıda anlamsız zikzaklar çizmeye başladı. Sonra üst kattaki Fatma Hanım'ın çığlığını duydu. Hemen ardından da ahşap köşkten gelen çatırdama seslerini. Osman Hamdi bebek odasında mışıl mışıl uyuyan Nazlı'yı kucakladığı gibi, "Bahçeye çıkın, bahçeye," diye bağırmaya başladı. Çığlık sesleri evden yükselen çatırdamaları bastırsa da yerin altından gelen uğultu ürkütücü bir şekilde her yeri kaplamıştı. Kendini bahçeye atanlar evden mümkün olduğu kadar uzaklaşmak için koruluğa doğru koştular. Tüm aile bahçenin köşesinde toplanıp birbirlerine kenetlenmişti. Sarsıntı 1 dakikaya yakın sürdü. Ama çocuklar uzun süre babalarına sarılıp 212


devam ettiler. Osman Hamdi çocuklarını ve Naile Hanım'ı güç bela sakinleştirdi. O güne kadar yaşadığı en büyük zelzeleydi bu. Kendisi de korkmuştu. Birden jeolojiden çok iyi anlayan babasıyla yaptığı sohbetleri anımsadı. Paşa hep şöyle derdi: "Bir yerde tarihin herhangi bir döneminde deprem olduysa o yerde yeni bir deprem mutlaka olacaktır. Bu nedenle İs­ tanbul depremi bekleyen bir şehirdir." Babasının korktuğu deprem, ölümünden sadece bir yıl sonra gelip vurmuştu işte bütün Marmara'yı! Can derdi bitince o da herkes gibi İstanbul'daki durumu merak etmeye başlamıştı. Ya küçük kıyamet diye anılan 1509 depremindeki gibi yer gök birbirine girdiyse diye düşünme­ den edemiyordu. Daha fazla bekleyemedi. Bir at arabası kiralayıp Gebze'ye gitti. Herkes muhtarlığın önünde toplanmıştı. Osman Hamdi kalabalığı omzuyla yarıp içeri girdi ve telaşla, "İstanbul'dan bir haber var mı?" diye sordu. "Yok Beyim," diye karşılık verdi yaşlılardan biri. Sonra da bir delikanlı konuşmaya başladı: "Telgraf direkleri devrilmiş olmalı. Bir saattir uğraşıyorum ama karşı tarafa ulaşamadım." "Hay Allah," diye söylendi Osman Hamdi. "İstanbul'a gitmenin güvenli bir yolu var mı acaba?" Az önceki ihtiyar, "Tren seferleri tamamıyla durdu," dedi. "Vapurları bilmiyorum ama bugün zor gözüküyor." Osman Hamdi hiçbir bilgi alamadan döndü evine. Şimdi iyice meraklanmıştı. İstanbul'da olan annesi, büyük kızı Fatma, kardeşleri Halil ve Galib için endişeleniyordu. Gerçi Kuruçeşme'deki yalı kolay kolay yıkılmazdı. Ama ya depremden sonra bütün şehri kül eden bir yangın çıktıysa? Ya müzesi ne durumdaydı? Saniyeler süren sarsıntıya dayanabilmiş miydi ağlaşmaya

213


acaba? Kötü ihtimalleri düşünmek bile istemiyordu. Ama böyle durumlarda insanın aklı başka türlü çalışmıyordu. Deprem gecesi bütün aile bahçede sabahladı. Küçük Nazlı haricinde kimsenin gözüne uyku girmedi. Sarsıntı anında duyulan çığlıklar hala kulaklarda çınlıyordu. Ama gecenin ürkütücü sessizliği hepsinden beterdi. Osman Hamdi sıkıntıyla denize baktı. Körfez tarafı daha bir karanlıktı sanki. Bursa hiç görünmüyordu. Gün ağrınca hemen İstanbul'a ulaşmanın bir yolunu aramaya başladı. Tren seferleri hala yapılamıyordu. Dünden beri İs­ tanbul istikametinden hiçbir vapur gelmemişti. Anlaşılan tüm seferler karşılıklı olarak iptal edilmişti. Karayoluysa çok uzun sürüyordu. Ama mecbur kalırsa bir at arabası kiralayıp yola çıkacaktı. Neyse ki öğlen olmadan İstanbul'a gidecek yandan çarklı bir vapur bulunduğu haberi geldi. Osman Hamdi çocukları Naile Hanım'a emanet ettikten sonra köylülerle beraber bir sandala binip, açıkta yolcularını bekleyen İstanbul vapuruna doğru hareket etti. Güvertedeki herkes başkentteki yakın­ ları için endişeleniyordu . Fısıltı gazetesine göre ne Ayasofya kalmıştı, ne de Sultanahmet. İnsanlar ne kadar da meraklıydı felaket tellallığı yapmaya! Osman Hamdi şom ağızlı yol arkadaşlarına içten içe kızmaya başlamıştı. Yaşlı bir köylü kadın, "Prens Adaları da tamamıyla suya gömülmüş," deyince daha fazla dayanamadı ve, "Yahu niye batsın koskoca ada?" diye çıkıştı. "Hem ben hiç haber alamadım İstanbul'dan . Siz nasıl biliyorsunuz bunları? Tüm telgraf sistemi çökmüş . Ne vapur geldi buraya ne de tren." Kimse cevap veremedi bu nazır kılıklı adama. Bir sessizlik oldu güvertede. Osman Hamdi yüzlerce yıldır ayakta duran yapıların öyle kolay kolay yıkılmayacağını biliyordu. Ama bir 214


an için söylenenlerin doğru olduğunu varsaydı. Ya gerçekten de Ayasofya yerle bir olduysa. Ya o görkemli müze binası, içindeki binlerce yıllık paha biçilmez sanat eserlerinin üzerine çöktüyse. Zorlukla sıyrıldı bu düşüncelerden. Hem az bir mesafe kalmıştı İstanbul'a. Kısa bir süre sonra kendi gözleriyle görecekti durumu. Çok geçmeden vapur Prens Adaları'nın önüne geldi. Adalar yerli yerinde duruyordu ama kıyıdaki kargaşa açıkça belli oluyordu. Yaz olması nedeniyle en kalabalık dönemini yaşayan Adalar'da yüzlerce insan iskelelere birikmiş, kendilerini İstan­ bul'a götürecek vapurları bekliyorlardı. Bazı evlerin moloz yı­ ğınına döndüğü güvertedeki yolcuların gözünden kaçmadı. Heybeli'de bulunan Ruhban Mektebi de büyük hasar almıştı dünkü sarsıntıdan. Okulun duvarlarında sanki top gülleleriyle dövülmüş gibi koca koca delikler açılmıştı. İki saate kalmadan vapur Kadıköy açıklarına ulaştı. Tarihi yarımadadaki minareler dimdik ayaktaydı. Osman Hamdi alış­ tığı manzaranın aynen yerinde durduğunu görünce derin bir nefes aldı. Ama bu sefer de yangın kokusunu fark edip telaş­ landı. Vapur Boğaz'a doğru döndüğünde Üsküdar'ın üzerinde yükselen gri duman açıkça belli oldu. Benzer bir manzara Eyüp'e doğru uzanan Haliç boyunca da vardı. Anlaşılan dünkü depremden sonra birçok ahşap bina yanmıştı. Osman Hamdi Galata Rıhtımı'nda karaya ayak bastıktan sonra insanların yüzündeki korkuyu daha yakından gördü. Hemen köprüyü geçip müzesine doğru yürümeye başladı. Dükkanlar, bankalar, postaneler ve okullar kapalıydı. Tüm boş araziler ağlayan çocuklar, uyumaya çalışan ihtiyarlar ve bebek emziren anneler tarafından doldurulmuştu. Tulumbacı denen yangın söndürme erleri oradan oraya koşturuyordu. Hilal-i Ahmer ise, beyaz üzerine kırmızı hilal taşıyan bayrağını merkezi yerlere dikmiş, açıkta kalan insanlara sıcak çorba ve ekmek dağıtıyordu.

215


Sokaklarda herkes birbirine bir şeyler anlatıyordu . Kimi depremden sonra Yedikule'yi vuran dev dalgalardan bahsediyor, kimisi de Kapalıçarşı'nın yerle bir olduğunu kendi gözleriyle gördüğünü söylüyordu. Osman Hamdi adımlarını iyice hızlandırdı. Gülhane'nin girişinden müzeye doğru kıvrılan yokuşu neredeyse koşarak tırmandı. Neyse ki can verdiği üç bina da sapasağlam ayakta duruyordu . İşte o anda rahatladığını hissetti. Yanına koşan müze görevlilerinden de güzel haberler aldı. Çatlayan duvarlar, devrilen dolaplar ve kırılan camlar olmuştu ama tarihi eserlerde bir hasar yoktu . Kardeşi Halil'den de bütün ailenin iyi olduğu haberini duyunca yirmi dört saatten fazla süren panik havasından nihayet sıyrıldı. Artçı sarsıntılar devam etse de şehir vakit kaybetmeden yaralarını sarmak için seferber olmuştu. Hemen büyük bir yardım kampanyası başlatıldı. Padişah kampanyaya en yüksek bağışı yaptı. Paşalar, Galata bankerleri, esnaf ve halk da kampanyaya katıldı. Yabancı ülkelerden de bağışlar geliyordu. Hükümet Sanayi-i Nefise'nin mimarlık hocalarından imar işleri için yardım istedi. Vallaury de bu öneriyi seve seve kabul edenler arasındaydı. Ünlü mimar ilk olarak depremde büyük hasara uğramış Kapalıçarşı'nın onarımıyla ilgilendi. Dükkanlarını büyütmek için dört yüz yıllık destek sütunlarını kesen esnaf mimarı hayrete düşürmüştü. Depremden en çok hasar gören yapılar kamu binalarıydı. Devletin yönetim yeri olan Babıali'nin bahçesi barakalarla dolmuştu. Nazırlıklar, mahkemeler, odalar ve vezneler hep bu barakalarda hizmet veriyordu. Yıkılan binalardan artakalanlar katırlara yüklenip Beyazıt Meydanı'na taşındı. Tarihi meydan moloz yığınlarıyla kaplandığı için yayalara bile geçit vermez olmuş­ tu. Modern binalarla dolu Beyoğlu bölgesiyse depremden en az hasarla kurtulan yerdi. O günlerde insanlar daha güvenli buldukları için Pera'da uzun uzun vakit geçirmeye başlamışlardı.

216


Osman Hamdi müze ve akademi binalarının depremde önemli bir hasara uğramamasını mimar arkadaşı Vallaury'nin yeteneğine bağlıyordu. Doğanın gücü her şeye kadir olsa da, Vallaury bu sınavdan da yüzünün akıyla çıkmayı başarmıştı. Osmanlı Bankası binası gibi mimarın daha henüz inşaatı biten son eseri Pera Palas Oteli de sapasağlam ayakta duruyordu. Birkaç ay sonra iki yüz yatak kapasiteli otel hizmete girdi. İs­ tanbul'un modern bir otele kavuşmasıyla bölge şimdi daha da hareketlenmişti. O günlerde Osman Hamdi de sık sık Pera'ya gidiyordu. Yeni otelin lobisinde oturup kahve içmeyi alışkan­ lık haline getirmişti. Vallaury ile karşılaştığındaysa ona, Mimar-ı Şehir diye hitap ederek takılıyordu. Yeni bir yüzyıla yaklaşılırken şehir gerçekten de yeniden inşa ediliyordu sanki. İstanbul'un tüm çehresi değişiyordu. Cami, külliye, han, hamam, çeşme ve türbe gibi geleneksel Osmanlı yapılarından çok; banka, otel, pasaj, postane gibi modern binalar yükselmeye başlamıştı yedi tepeli şehirde . Birçoğunda da ilk işini Osman Hamdi Bey'den alan mimar Vallaury'nin imzası vardı. Osman Hamdi müze ile Pera arasında gidip gelirken Karaköy ile Cadde-i Kebir'i birbirine bağlayan yeraltı trenine sık sık biniyordu. 1874 yılında hizmete giren bu kısa tünel, Londra'da inşa edilen benzerinden sonra dünyanın en eski ikinci metrosu olarak kabul ediliyordu. Yıllar önce bir Fransız mühendis her gün Galata'dan Pera'ya çıkmak zorunda kalan binlerce insanın solukları kesen dik yokuş nedeniyle neler çektiğini görmüş ve tünel projesini padişaha sunmuştu. Saray da yapım bedeli karşılığında tünelin işletme hakkını kırk iki yıllığına bir yabancı şirkete bırakmıştı. Böylece İstanbul'un bu iki merkez noktası arasındaki yolculuk bir buçuk dakikaya inmişti. Osman Hamdi Avrupa şehirlerinin de böyle tünellerle donatıldığını biliyordu. Yeraltı trenleri dahiyane bir fikirdi. Akşamla217


bir şeyler çizmeye başladı. Ama her zamanki gibi tuvallere çizmiyordu. Bu kez mimarların kullandığı dikdörtgen kağıtları sermişti masasına. Naile Hanım da kocasının neyle uğraştığını merak etmeye başlamıştı. Bir gece çay getirme bahanesiyle odasına girip çizimlere baktı. Ardından da, "Bunlar da ne Hamdi?" diye sordu. "Yoksa yeni bir kazı mı

rı odasına kapanıp

planlıyorsun?"

Osman Hamdi kafasını çizimlerinden kaldırmadan güldü ve, "Evet" dedi. "Taksim'den Kabataş'a kadar kazacağım!" Naile Hanım hiçbir şey anlamamıştı. Osman Hamdi karısının merakını dindirmek için, "Taksim Kabataş arasında işleyecek bir yeraltı treni yapmayı düşünüyorum," dedi. Naile Hanım iyice şaşkına dönmüştü. "Bunca işinin arasında bu da nereden çıktı şimdi?" dedi. "Hem belediye başkanı değilsin artık, unuttun mu?" "Biliyorum ama Ticaret Nezareti'ne bir dilekçe yazıp imtiyaz isteyeceğim." "Kafana koymuşsun sen bu işi!" "Geleceğin ulaşımı bu yeraltı tr~nleriyle sağlanacak. Birilerinin bu işe el atması gerek. Hep yabancılardan beklememeliyiz. İngilizler, İzmir Aydın arasına ray döşedi. Alman şirketleri ise İstanbul'u Anadolu'ya bağladı. Şimdi herkes Hicaz'a kadar yapılması düşünülen demiryolu imtiyazının peşinde. Bakarsın hepsini ben yaparım." Kocası son sözlerini gülerek söylemişti ama Naile Hanım bu kadarına da pes deyip, sinirli bir şekilde odadan çıktı. Müzeydi, akademiydi, kazılardı derken zaten kocasını doğru düzgün göremiyordu. Bir de onun Hicaz'a kadar demiryolu döşe­ diğini düşünmek bile istemiyordu! Osman Hamdi ertesi sabah Taksim Kabataş tüneliyle ilgili imtiyaz başvurusunu Ticaret Nezareti'ne gönderdi. Ama uzun 218


süre beklemesine karşın bakanlıktan hiçbir ses çıkmadı. Babı­ ali böyle bir tünele gerek olmadığına karar vermişti. Osman Hamdi projesini istemeye istemeye çekmecesine kaldırmak zorunda kaldı. Devlet bu kafayla yönetildikten sonra o çekmecenin kolay kolay açılmayacağını iyi biliyordu . O günlerde tünel imtiyazı yerine Atina Arkeoloji Enstitüsü'nün kendisine verdiği şeref üyeliği beratını aldı. Neşesi yerine gelmişti. Çerçevelettiği belgeyi gururla çalışma odasının duvarlarını süsleyen diğer ödüllerinin yanma astı. Ama birkaç gün sonra keyfini kaçıran bir haber aldı. Kendisinden beş yaş küçük kardeşi Galib, Girit'teki görevinden hasta olarak dönmüştü. Doktorlar yine belirsiz laflar ediyorlardı. Osman Hamdi küçük yaşlarından beri eski paralara karşı ilgi duyan kardeşini çok severdi. Edhem Paşa, Galib'e oynaması için oyuncak yerine eski sikkelerden getirirdi hep. Galip yetişkin bir adam olduktan sonra da bu ilgisini kaybetmemişti. Sikkeleri bilimsel bir metodoloji kullanarak inceleyen nümizmatik çalışmaları­ nın Osmanlı'daki öncüsü olarak ün yaptı. Osmanlı, Selçuk ve Bizans nümizmatiği hakkında yaptığı çalışmalar hem Türkçe, hem de Fransızca olarak yayınlanmış ve birçok uzman tarafın­ dan kendi alanında aşılamaz eserler olarak kabul edilmişti. Arkeoloji Müzesi'nde önemli bir sikke koleksiyonu oluşturulma­ sında da Galib Bey'in katkısı büyüktü. Osman Hamdi kardeşi için endişelenmeye başlamıştı. Ve ne yazık ki kısa bir süre sonra korktuğu başına geldi. Galib Bey'in zayıf bünyesi tam olarak teşhis edilemeyen hastalığa fazla direnemedi. Osman Hamdi iki yıl aradan sonra ikinci defa kardeş acısı tadıyordu. Gözyaşları eşliğinde kardeşini artık aile kabristanı haline gelmiş Mihrimah Sultan Camisi'nin bahçesinde toprağa verdi. Tıpkı daha önce vefat eden kardeşi Mustafa gibi Galib de arkasında iki çocuk bırakmıştı. Osman Hamdi onlara da kol kanat gerecekti bundan böyle. 219


O günden sonra en küçük kardeşi Halil'in üzerine titremeye başladı. Zaten Halil'i bir kardeş olarak değil, hep bir evlat gibi görmüştü. Ne de olsa en büyük kızı Fatma ile arasında sadece birkaç yaş vardı. Halil, Edhem Paşa'nın isteği üzerine üniversiteyi Berlin ve Viyana'da okumuş, doktorasını da Basel Üniversitesi'nden almıştı. Bfr Osmanlı vatandaşının temel bilimler alanında Avrupa'dan aldığı ilk doktora diplomasıydı bu. Halil kimya ve jeoloji eğitimi görüp babasının arzuladığı gibi bilim adamı olmayı başarmıştı. Sonra İstanbul'a gelip yüksekokullarda hocalık yapmıştı. Geçen seneki büyük depremin ardından gazetelerde "Hareketi Arza Dair Birkaç Söz" isimli makalesi yayınlanmış ve birçok insan bu sayede depremin Tanrı'nın bir cezası olmadığını, yer altından geçen faylardan kaynaklandığını öğrenmişti. Halil bir süredir müzede müdür muavini olarak görev yapıyordu. Osman Hamdi kardeşinin çalış­ malarından o kadar memnundu ki, müzesinin yönetimini zamanı geldiğinde gönül rahatlığıyla ona bırakabileceğinden kuşku duymuyordu . Galib'in yasını tuttuğu o günlerde Efes kazısında bulunan tarihi eserlerin padişahın özel izniyle Viyana Müzesi 'ne gönderildiğini öğrendi. Müze müdürü bu işe çok sinirlenmişti. Aslında Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneğinde yabancı ülkelere değerli hediyeler gönderme adeti vardı. Ama şim­ diki hediyeler, imparatorluğun gücünü ele güne göstermekten çok , düveli muazzama olarak adlandırılan Avrupa devletlerine sunulan bir çeşit rüşvet görevi görüyordu . Osman Hamdi acizlik belirtisi olarak tanımladığı bu uygulamaya karşı çıktı. Geleceğini düşünen genç biri değildi artık. Bütün dünya onu tanıyordu . Bu yüzden eskisi kadar politik davranmadı. Yetkilileri çağdışı kafalara sahip olmakla suçlamaya başladı. Yaptığı eleştiriler her kapının ardında jurnalcileri olmasıyla meşhur Kardeşi

220


padişahın kulağına gitmekte gecikmedi. Aslında ilk günden beri Abdülhamid ile Osman Hamdi'nin yıldızı pek barışmamıştı. Ama aralarında bir çıkar ilişkisi vardı. Müze ve akademi müdürünün sarayın finansal desteği olmadan ayakta kalması mümkün değildi. Bunca yıldır müzeye bir kez bile adımını atmayan padişah ise ülkesinin modern bir devlet olduğunu Avrupa'ya göstermek için Osman Hamdi'nin yarattığı muhteşem vitrine ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle çatışma fazla büyümeden örtbas edildi. Osman Hamdi sağda solda kendisi için yurtdışına çıkış yasağı konulduğunu işitmeye başlamıştı. Ama buna pek ihtimal vermiyordu . Soranlaraysa, "O kadar çok kaldım ki yurtdışında, ömrümü burada tamamlamaktan başka bir düşüncem zaten yok," diye cevap veriyordu. Viyana Müzesi'ne bazı ayrıcalıkların tanındığı haberi Berlin'i de harekete geçirmişti. Bu sefer de Almanlar, Bergama kazıları için kabul edilmesi imkansız taleplerde bulunmaya baş­ ladı. Avrupa devletlerine elini verenin kolunu kaptıracağını tahmin etmek zor değildi aslında. Ama müze müdürü her zamanki gibi bir yolunu bulup başka imtiyazların verilmeyeceği­ ni tüm arkeoloji camiasına duyurdu. Aynı yıl nisan ayında Bergama Zeus Sunağı'nı Berlin'e götüren Cari Humann'ın öldüğü haberi geldi. Osman Hamdi, Humann'ın hayatını kaybetmesine üzülmüştü. Ona kızmıyor­ du artık. Evet, Zeus Sunağı'nın Berlin'de değil de İstanbul'da­ ki müzede sergilenmesini herkesten çok isterdi. Ama iş işten geçmişti. Humann'ın Bergama'ya gömülmeyi vasiyet ettiğini öğrenince de hiç şaşırmadı. Bir arkeoloğun en büyük keşfini yaptığı coğrafya ile kurduğu aşk ilişkisini en iyi o anlayabilirdi çünkü. Schliemann da kadim Yunan medeniyetinin beşiği Atina'ya gömülmemiş miydi? O gün ilk defa kendi cenazesini hayal etti. Ama nereye gömülmek isteyeceğini bilemedi. Baba-

221


ve kardeşlerinin yanı olabilirdi mesela. Belki de başka bir yeri isterdi ilerde . Humann'ın cenazesine katılamadı, ama doğrusu ona çok imrenmişti ... sı

1897-98 eğitim yılı başlarken Sanayi-i Nefise'deki öğrenci iki yüze yaklaşmıştı. Ama gazetelerde akademinin daha çok gayrimüslim öğrencileri kabul ettiğine dair eleştiriler yayınlanıyordu . Gerçekten de gayrimüslim gençler sanat okumaya daha hevesliydi. Müslüman ailelerse çocuklarını Sanayi-i Nefise'ye yollamaya hala çekiniyorlardı. Ama akademide hiç de azımsanmayacak kadar Müslüman öğrenci de vardı. Osman Hamdi gazetelerde kendisine yöneltilen eleştirilerin haksızlığını ispatlamak için, okulun kayıt defterini dileyen herkese gösterebileceğini söyledi. Aslında müdür beyin de kendi okuluyla ilgili kimseyle paylaşmadığı bir özeleştirisi vardı. Akademinin açılışından bu yana yıllar geçmiş ama mezun olanlar arasından büyük bir sanatçı çıkmamıştı. Osman Hamdi bir süredir bu sorunun nedenleri üzerinde kafa patlatıp duruyordu. Akademide uyguladığı eği­ tim sistemi başarısını ispatlamış Fransız ekolünün ta kendisiydi. Hocalar desen hepsi kendi alanında saygın sanatçılardı. Ama bir yerlerde sorun vardı işte. Olmuyordu. Belki de yüzlerce yıllardır ihmal edilmişliğin yarattığı boşluk öyle birkaç senede doldurulamıyordu. Anlaşılan sanatsal yaratıcılık toplumun derinliklerinde hala bir kök bulamamıştı kendine. Beklemek gerekecekti. Dallanıp budaklanmasını sabırla beklemek! Osman Hamdi o sabah bunları düşünerek çıktı yalıdan. Vapurda Ahmed Midhat Efendi ile karşılaştı. Son zamanlarda çok sık oluyordu bu, çünkü Ahmed Midhat Beykoz'da bir çiftlik satın almıştı. İki eski dostun arası Midhat Paşa'nın yargılandığı günlerden beri iyi değildi. Osman Hamdi gazeteci arkadaşının sayısı

222


paşa

için hakaret dolu yazılar kaleme almasını bir türlü affedememişti. Birbirlerini görmezden gelmeye çalıştılar ama olmadı. Karşılaşma her zamanki gibi soğuk bir baş selamıyla geçiş­ tirildi. Ahmed Midhat hemen cebinden çıkarttığı kitabı okumaya başladı. Osman Hamdi de çantasındaki evraklara göz attı. Yolculuk boyunca birbirlerinin bulunduğu tarafa bakmamaya gayret ettiler. Osman Hamdi vapurdan indikten sonra müzeye doğru yürümeye başladı. Gülhane Korusu'nun önüne geldiğindeyse bir şey­ lerin ters gittiğini anladı. Olağandışı bir hareketlilik vardı etrafta. İnsanlar hep ona bakıyorlardı sanki. Biraz daha ilerleyince akademiyle müzenin ortak bahçesinde büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu fark etti. Bütün öğrenciler dışarı çıkmıştı. Oysa şu anda derste olmaları gerekiyordu. Osman Hamdi bahçeye girince gördüklerine inanamadı. Öğrencilerin . yaptığı heykeller paramparça olmuş bir halde bahçeye fırlatılmıştı. Yırtılmış tuvaller havada uçuşuyor, hademeler ellerindeki süpürgelerle ortalı­ ğı temizlemeye çalışıyorlardı. Müdür beyin gelmekte olduğunu gören kalabalık birden sustu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Osman Hamdi, "Bu ne hal çocuklar!" diye gürledi. Son sınıflardan bir öğrenci , "Yobazlar," efendim dedi. "Bizim yaptığımız gavur işiymiş . " Okulun kapısında bekleyen bekçi sanki tüm olup bitenden kendisi sorumluymuş gibi başını öne eğdi: "Çok kalabalıktılar efendim. Ellerinde de sopalar vardı, en. gel olamadım . Sınıflara kadar çıkıp her şeyi kırıp dökmeye başladılar. Bazı öğrencileri de hırpaladılar. Yalla canımızı zor kurtardık."

Uzun zamandır okula dini çevrelerden tehditler geliyordu. Ama Osman Hamdi böyle bir baskına cesaret edebileceklerini hiç düşünmemişti.

223


"Müzede bir hasar var mı?" diye sordu. "Hayır efendim. Okulu talan ettikten sonra tekbir getirerek çıkıp gittiler. Zaten müzenin kapılarını içerden kilitlemiştik." Müdürleri gençlere doğru döndü ve, "Siz sınıflarınıza gidin," dedi. "Bugün olanları da unutun . Sadece derslerinizle ilgilenin. Ben gerekli tedbirleri alacağım." Hemen o gün müze ve okulun güvenliği artırıldı. Bundan böyle kapıda silah taşıyan üniformalı askerler bekleyecekti. Osman Hamdi gündelik yaşamın sıkıntılarından kurtulmak istediği zamanlar resim yapardı. O akşam geç vakit eve geldiğinde Naile Hanım'ı kilerde meyve seçerken buldu. Ayaküstü akademide olanları anlattı ona. Naile Hanım duyduklarına inanamamıştı. Yıllardır burada yaşadığı halde hala bazı olayları anlamakta zorlanıyordu. Kim ne isterdi ki sanat eğitimi veren bir okuldan. "Neden?" diye sordu kocasına. Osman Hamdi dilinin döndüğünce anlattı karısına ülkedeki değişime kimlerin karşı çıktığını. Sonra çalışmaktan asla bıkma­ yacağı modelini elinden tutup atölyesine çıkardı. Naile Hanım dört çocuk doğurmasına ve kırk yaşını aşmasına rağmen hala çok güzeldi. Osman Hamdi karısına her baktığında Viyana salonlarında dans eden o on yedi yaşındaki kızı görüyordu karşısında. "Nasıl durmamı istersin Hamdi?" Ressamın aklında farklı bir poz vardı bu sefer. Naile Hanım'dan arkasını dönmesini istedi. Sonra da saçlarını toplamasını.

çevirir misin lütfen?" İstediği olmuştu usta ressamın . Naile Hanım'ın sırtı ve boynu görünüyordu . Yüzü ise hafif bir profil vermişti. Hemen eline paletini ve fırçasını alıp işe koyuldu. Birkaç dakika sonra Naile Hanım pozunu hiç bozmadan, "Duyunu Umumiye'deki işler nasıl gidiyor?" diye sordu şi­ kayet eder gibi. "Yüzünü hafifçe

sağa doğru

224


Osman Hamdi bunca işinin arasında Duyunu Umumiye'de temsilcisi olarak çalışmaya başlamıştı. Aslında bu görevi devlet büyüklerinin ricası üzerine kerhen kabul etmişti. Ama Naile Hanım yine de çok kızmıştı. Kocasının evine ve çocuklarına daha fazla vakit ayırmasını istiyordu . Osman Hamdi derin bir nefes aldıktan sonra, "Kötü," dedi. "Toplanan bütün vergiler borçlara gidiyor. Tütün, tuz, ipek, alkol , hatta damga vergileri hep Duyunu Umumiye'nin kontrolünde. Bu iş için imparatorluğun dört bir köşesinde çalışan ve maaşları devlet bütçesinden ödenen binlerce kişilik kadro kurdular. Yine de borçlar bitmiyor. Bu devletin sonu nereye varır hiç bilemiyorum." "Keşke sen karışmasaydın bu işlere Hamdi," diye fikrini açık açık söyledi Naile Hanım. Bu arada farkında olmadan başını iyice öne eğmişti. Osman Hamdi karısının çenesine hafifçe dokunarak yüzünü eski konumuna getirdi. Sonra da, "Bizim ailede devlet görevi reddedilmez Naile," dedi. "Babamdan böyle gördük. Gerçi Duyunu Umumiye'de alınan kararlara hiçbir tesirim yok. Çünkü tüm temsilcilerin bir oy hakkı var. Yabancılar o kadar kalabalık ki istedikleri gibi at oynatabiliyorlar. Oradan Osmanlı lehine bir karar çıkması beklenemez. Padişah da farkında bu durumun. Ama kimse başka bir çare bulamıyor. Sokaktaki insanlar artık sömürge olduğumuzdan bahsetmeye başladı. Bence de pek haksız saOsmanlı

yılmazlar . "

Naile Hanım, "Her şeyin bir çaresi bulunur," diyerek kocasına moral vermeye çalıştı. Bu arada Osman Hamdi tabloyu bitirmişti. "Nasıl olmuş?" diyerek gösterdi karısına. Naile Hanım he r zamanki gibi çok beğenmişti kocasının çizgilerini. Atölyedeki dolabı açıp üzerindeki kahverengi kıyafete

225


uygun bir çerçeve seçti. Sonra da yatak odasına astı hemen resmini. Bir ressamla evli olmak böyle bir şeydi işte . Osman Hamdi parçalara bölünmüştü adeta. Gün boyu müze, akademi ve Duyunu Umumiye arasında koşturup duruyordu. Yaşlanınca zamanın daha yavaş ilerlediğini duymuştu babasından. Ama kendisi için hiç de öyle olmamıştı. Ayların, hatta yılların nasıl geçip gittiğini fark edemiyordu bile. Borç tahsili yapan kurumun yeni inşa edilmiş binası Divanyolu Caddesi'nin hemen arkasındaydı. Osman Hamdi öğlenleri müzeden çıkıyor, isteksizce Beyazıt tarafına doğru yürüyor ve eğer yol üzerinde bir tanıdıkla karşılaşıp lafa dalmazsa on dakikada Duyunu Umumiye binasına varıyordu. İşin ilginç yanı bu gösterişli binanın mimarı yine Alexander Vallaury idi. Osman Hamdi tüm resmi işlerini mimar arkadaşının yaptığı binaların çatısı altında yürütmesini talihin garip bir cilvesi olarak görüyordu. Günlük koşuşturmasından fırsat buldukça da kuzeni Tevfik Bey ile oturup dünya meseleleri üzerine fikir teatisinde bulunuyordu. Tevfik Bey siyasi gelişmeleri yakından takip ederdi. O yıllarda dünyanın tüm aydınları gibi onların da kayıtsız kalamadığı bir olay yaşanıyordu Fransa'da . Yüzbaşı Alfred Dreyfus bir süre önce Alman ajanı olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Dreyfus'un aleyhindeki tek delil Paris'teki Alman Askeri Ataşesi'nin çöp kutusunda bulunan Fransız ordusuna ait bazı bilgilerin yazılı olduğu kağıt parçalarıydı. Irkçı basın el yazısının Yahudi Dreyfus'unkine benzediği dedikodusunu yaymakta gecikmemişti. Tüm dünya yüzbaşının suçsuz olduğuna inansa da o çoktan cezasını çekmek üzere Fransız Guyanası açıkların­ daki Şeytan Adası'na gönderilmişti. Adaya yollanmadan önce Dreyfus'un apoletleri kalabalık bir izleyici kitlesi önünde sösırasında "Yahudilere külmüş, halk bu aşağılama töreni

226


ölüm!" sloganları atmıştı. Dreyfus yıllardan beri cezasını çekmek üzere gittiği Şeytan Adasın'daydı ama Fransız aydınları onu unutmamışlardı. Çatışmanın kızıştığı o günlerde L '.Aurore gazetesi birinci sayfasını Emile Zola'nın "Suçluyorum" başlıklı makalesine ayırdı. Zola usta işi yazısında cumhurbaşkanını ve askeri yargıçları tarafsız olmamakla itham etmişti. Artık insanlar Dreyfusçular ve karşıtları olarak ikiye ayrılmıştı. Makalenin yayın­ landığı L '.Aurore'nın o sayısı Dreyfusçu olmayanlar tarafından toplatılıp Paris sokaklarında yakıldı. Yargılanan Zola da İngil­ tere' de yaşamak zorunda kalmıştı. Osman Hamdi Fransa'daki dostları sayesinde gazetenin o nüshasından temin etmeyi başardı. Zola "Ateşli karşı çıkışım ruhumun çığlığından başka bir şey değildir" dediği makalesiyle dünyanın dört bir köşesinde­ ki aydınların sesi olmuştu. Osman Hamdi kuzeni Tevfik Bey'i her gördüğünde gülümseyerek, "Dreyfus'tan ne haberler var" diye soruyordu. Davayı yakından takip eden Tevfik Bey'se hemen anlatmaya başlıyordu: "Dreyfus yeniden yargılanıyor. Zola'nın makalesi etkili oldu . Galiba bu sefer iyi haberler gelecek Fransa'dan." Osman Hamdi, Dreyfus'un özgürlüğüne kavuştuğu eylül ayındaki mahkeme sırasında kuzeninin bir portresini yaptı. Tabloda Tevfik Bey büyük bir ciddiyetle ga;zete okurken görünüyordu. Okuduğu gazete L 'Aurore idi. Manşette ise "Kahraman Dreyfus" yazılıydı. Osman Hamdi tablosunu, "Sevgili Dreyfusçü kuzene keza Dreyfusçü O. Hamdi'den," yazarak imzaladı.

Kısa bir süre sonra oldukça soğuk bir kış gecesinde tüm aile Kuruceşme'deki yalıda toplandı. O akşam herkeste bambaş­ ka bir heyecan vardı. Naile Hanım hizmetçileriyle beraber

227


günler öncesinden bu geceye hazırlanmış, misafirleri için çeşit çeşit yemekler pişirmişti. Yalıya ilk önce Osman Hamdi'nin hayatta kalan tek kardeşi Halil geldi. Sonra en büyük kızı Fatma çocuklarıyla beraber belirdi kapıda. Ardından akademide sanat tarihi dersleri veren Vahid Bey'le evlenmiş olan diğer kı­ zı Leyla girdi içeri. Osman Hamdi uzun zamandır ilk defa annesi, eşi, kardeşi, oğlu, kızları, damatları ve torunlarıyla beraber olmanın tadını çıkartıyordu. Yemekten sonra kızlar piyanonun başına geçti. Sonra sıra kemana geldi. Osman Hamdi neşe içinde kızlarını alkışladı. Onlarla her zaman gurur duymuştu. Tüm kızlarına bir müzik aleti çalmayı ve Fransızca konuşmayı öğretmişti. Ama daha iyisi olabilir miydi diye düşünmeden de edemiyordu. Ne kadar da çok isterdi onların da Sanayi-i Nefise'de okumalarını. Edhem mimarlık eğitimine başlamıştı bile babasının müdür olduğu okulda. Ama ne yazık ki Osmanlı'da kızların yüksekokullara gitmesi mümkün değildi hala. Paris'te öğren­ ciyken Sorbonne'un koca bir sınıfını doldurmuş kız öğrencile­ rin nasıl büyük bir dikkatle fizik dersi dinlediğini kendi gözleriyle görmüş ve hayrete düşmüştü. Beaux Arts da birkaç seneden beri kız öğrencileri kabul ediyordu. Kendi ülkesinde ne zaman gerçekleşecekti tüm bunlar, doğrusu bilemiyordu. O gece eğlence geç saatlere kadar sürdü. Osman Hamdi fotoğraf çekme işini kimseye bırakmadı. Flaş ampulü sık sık patladı. Hicri takvime göre 1317 senesi içindeydiler. Şehrin çok büyük bir kısmı saatler öncesinden uykuya dalmıştı. Ama dünyadaki birçok insan gibi Hamdi Bey ailesi de yeni bir yüzyıla giriyordu. 1900 senesinin ilk saatleri Kuruçeşme'deki yalıda neşe içinde kutlandı.

228



atölyesinde Silah Taciri tablosu üzerinde çalışırken.

Kuruçeşme'de


Yeni bir çağ başlamıştı. Ama geleceğe umutla bakabilmek için hiçbir neden yoktu. Avrupa'da uzun zaman önce benimsenmiş ilerleme düşüncesi, Osmanlı'da ters istikamette işli­ yordu sanki. Abdülhamid tam yirmi dört yıldır iktidardaydı ve baskıcı zihniyet bulaşıcı bir virüs gibi günbegün her yere yayılmaktaydı. Osman Hamdi memleketin gidişatını eskiden de beğenmezdi gerçi ama, şimdi iş bambaşka bir hal almıştı. Abdülaziz devrinde hiç olmazsa özgürlüğün ne anlama geldiği üzerine yazılar çıkardı gazetelerde. Ülkenin ekonomik durumu ayrıntılı bir şekilde masaya yatırılır, alınan borçlar ve ödenen faizler için yöneticiler acımazsıca eleştirilirdi. Peki ya şimdi? İstanbul basını uygulanan politikalar hakkında olumsuz tek bir satır yazamıyordu. Hürriyet kelimesi hafızalardan silinmiş­ ti sanki. Yabancı gazetelerin ülkeye girmesine izin verilmiyordu. Hugo'nun Sefiller'i, Zola'nın Germinal'i, Milton'un Kaybedilmiş Cennet'i zararlı neşriyat kapsamına alınmış ve yasaklan231


mıştı.

Tiyatrolar siyasi içeriği olmayan, dolayısıyla da suya sabuna dokunmayan oyunlarla perde açabiliyordu. Ülkenin aydınları ya sürgündeydi ya da hapiste. Herkes sus pus olmuş­ tu. Çaresiz boyun eğmişti. Osman Hamdi gençliğinden beri saltanat ve parlamentonun bir arada yaşayabileceğine gönülden inanmıştı. Fikirlerini babasının karşısında bile nasıl da heyecanla savunduğunu daha dün gibi hatırlıyordu. İmparatorluğu yeni yüzyıla Midhat Paşa'nın taşıyacağını düşlemişti hep. Aslında Taif zindanlarında son nefesini veren sadece paşa değildi; aynı zamanda koca bir kuşağın ütopyalarıydı boğdurulan. İmparatorluk hızla kendisini bekleyen ölümcül kaderine doğru sürükleniyordu şimdi. Ama Osman Hamdi hayal kırıklıklarını bir tarafa bırakmak gerektiği­ ne inanmıştı. Yitip giden umutlar için üzülmenin sırası değildi. Dört elle işine sarılmalıydı. Yapması gereken sadece buydu ... 1873 yılında ilk karma resim sergisini düzenlemiş olan Şe­ ker Ahmed uzun zamandır paşa olarak anılıyordu. Usta ressamın özellikle natürmort ve manzara tabloları çok meşhur olmuştu. Yeni yılın ilk günlerinde Pera Palas Oteli'nin büyük salonu, Şeker Ahmed Paşa'nın tablolarını ağırlamaya başladı. İs­ tanbul'un gördüğü bu ilk kişisel resim sergisi sanatseverlerin yoğun ilgisiyle karşılaşmıştı. Osman Hamdi de serginin ziyaretçileri arasındaydı. Arkadaşı Ahmed'in paşa olarak imzaladığı son dönem tablolarını beğeniyle inceledi. Birbirlerini gördüklerindeyse iki eski dost olarak kucaklaştılar. Paris Sergisi'nde padişahları Abdülaziz'in karşısında dizleri titreyen o genç çocuklar değillerdi artık. Osman Hamdi bir eli arkadaşının omzunda tablolara bakarken, "Tebrik ederim Ahmed," dedi. "Otoportrelerin çok başarı­ lı. Doğa resimlerini zaten hep beğenmişimdir."

232


"Teşekkürler

Hamdi. Senden bunları duymak çok güzel." "Kişisel sergi fikrini de kıskanmadım dersem yalan olur!" Şeker Ahmed Paşa güldü. "Akademide öğrencilerin açtıkları sergiler de çok başarılıy­ dı," dedi. "Biliyorsun, çocuklar bütün bir yıl boyunca sergilenmeye layık bir tablo yapabilmek için çalışıyorlar. Sonra Avrupa konkuru var. Hepsinin hayali bir gün Paris'e gitmek. Değerlendir­ mekte o kadar zorlanıyoruz ki. Senden jüri başkanı olmanı istesem, ne dersin?" Şeker Ahmed Paşa hiç düşünmeden, "Seve seve," dedi eski dostuna. Aslında bunca yıldır akademiden uzak tutulduğu için biraz bozuktu müdür beye. Ama yine de evet dedi. Osman Hamdi de sevinmişti bu cevaba. Sanayi-i Nefise'ye yapılacak her katkı onu mutlu ederdi. Ama okuldaki sorunlar hiç bitmiyordu. Birkaç hafta sonra her zamanki gibi masasındaki evraka gömülmüşken kapısı çalındı. Akademi öğrencileri ellerinde kağıtlar odaya akın ettiler. Hep bir ağızdan konuşmaya başlamışlardı. Osman Hamdi neler olduğunu anlayamadı. Eliyle masaya vururken, "Susun bakalım!" diye bağırdı. "Sadece biriniz konuşsun." Öğrenciler birbirlerini dürtükleyip kısa sürede sessizliği sağladılar. Son sınıf öğrencilerinden biri fesini eline aldı ve birkaç adım öne çıktı: "Hepimizi askere çağırıyorlar efendim. Tecil dilekçelerimiz geri çevrilmiş. Sanayi-i Nefise'yi hala bir yüksekokul olarak kabul etmiyorlar." Osman Hamdi yerinden kalktığı gibi kendisiyle konuşan öğ­ rencinin elindeki kağıdı aldı ve yazılanları hızlıca okudu. Gerçekten de çocuklara celp gönderilmişti. Otoriter bir sesle,

233


"Ben bu meseleyi halledeceğim," diye bağırdı. "Siz dersle rinize odaklanın . Askerlik meselesini kafanıza takmayın. Herkes elindeki kağıdı masamın üstüne bıraksın. Sonra doğru sı­ nıflarınıza. " Biraz önce öfkeyle müdürlerinin odasına dalan öğrencile­ rin yüzü gülmeye başlamıştı. Teşekkür ederiz efendim, diye mırıldandılar. Öğrenciler odasından çıkar çıkmaz celp kağıtla­ rını katlayıp cebine koydu . Sonra da hemen Babıali'nin yolunu tuttu. Söylene söylene yürüyordu sokaklarda . Öfkeliydi. Onu görenler, önemli biri olduğunu anladıkları bu adama hemen yol veriyorlardı. Kimse bir devlet memuruyla çarpışmak iste mezdi. Osman Hamdi Maarif Nezareti'ne girdikten sonra palas pandıras başkatibin odasına daldı ve selam bile vermeden, "Sanayi-i Nefise bir yüksekokuldur," diye konuşmaya baş­ ladı. "Bu nedenle tüm öğrencilerinin askerlik hizmetinden muaf tutulması gerekir. Öğrencilerim ancak seferberlik halinde askere alınabilir . Bildiğim kadarıyla şu anda savaşta değiliz . Nazır Hazretlerine söylediklerimi lütfen iletin ." Osman Hamdi cebindeki kağıtları başkatibe iade ettikten sonra nezaretten ayrıldı. Kimseye cevap verme fırsatı bile tanımamıştı.

Bir hafta geçmeden Sanayi-i Nefise öğrencilerinin tecil belgeleri okula ulaştı. Öğrenciler derin bir nefes almışlardı ama Osman Hamdi'ye rahat yüzü yoktu. Didim çevresinde arkeolojik kazılar yapan Almanlar önemli buluntulara ulaşmışlardı. Kazı ekibindeki müze görevlisinin çabalarıyla tarihi eserler güvenli bir yere kaldırılmıştı. Ama sonrasında günler hatta haftalar geçmiş, eserlerin müzeye nakli için gerekli bütçe nazırlıktan bir türlü çıkmamıştı. Bu gecikme nedeniyle Osman Hamdi'nin kanı beynine sıçradı. Böyle saçmalık olur mu yahu , deyip hemen kaleme sarıldı ve Nazır Hazretlerine sert bir eleş­ tiri mektubu yazdı : 234


Bir ülkenin

gelişmişliği

müzeleriyle ölçülür. Siz Avrupa 'yı dolaşmış, oradaki müzelerin büyüklüğünü ve mükemmelliğini yakından görmüş biri olarak bunu zaten biliyorsunuz. Ama hep sizden beklediklerimizin aksine tavır alıyorsunuz. Gelişmiş ülkeler kazılar ve müzeleri için on binlerce lira harcıyor. Almanların Didim 'de buldukları eserler yürürlükteki kanunlar gereği oraya bırakılmış­ tır. Ama biz bu eserlerin müzeye nakliyesi için gerekli olan yüz lirayı bir türlü sağlayamadık ... O günlerde Osman Hamdi'nin aklında yeni bir inşaat baş­ latma düşüncesi de vardı. Müzenin ana binası tamamıyla dolmuştu. Ne zaman yeni bir eser gelse, uygun bir teşhir alanı bulma konusu probl _em yaratıyordu. Mali kaynakların iyice kı­ sıtlandığı böylesi bir ortamda ne yapabilirdi ki? Daha Didim kazısı için bir nakliye bütçesi bile verilmemişti. Düşündü taşındı, bir yıllık maaşını müze giderleri için bağışlama kararı aldı. Hiç olmazsa bu sayede acilen yapılması gereken birkaç iş hallolurdu. Ama beklediğinden fazlası oldu. Dilekçeyi okuyan yetkililer vurdumduymazlıkları nedeniyle utanmışlardı. Nazır­ lık hemen Osman Hamdi'ye bir mektup gönderip bu öneriyi reddettiğini bildirdi. Devletin hiçbir çalışanın maaşına ihtiyacı yoktu! Müdür beyin istediği ödenekler kısa süre sonra müzeye ulaştı. İlk iş olarak Didim'de bulunan eserlerin İstanbul'a getirilmesi için küçük bir vapur kiralandı. Ardından da Vallaury' den müze için yapılacak ek binanın planlarını çizmesi istendi. Daha kimsenin haberi yoktu ama Osman Hamdi kendi dünyasında yeni bir imar hareketi başlatmıştı. Bu arada ne yapıp edip resim çalışmalarına zaman ayırı­ yordu. Olgunluk çağındaydı artık. Naile Hanım her zamanki gibi kocası için poz vermeyi sürdürüyordu. Resimlerinde en çok kullandığı erkek modelse kendisiydi. Kendini Doğu'ya öz-

235


gü kostümler içinde betimliyordu hep . Aslında Türk resminde figürlü kompozisyonlar, ilk defa Osman Hamdi'nin fırçasıyla hayat buluyordu. Onun resminde insan ana temaydı. Oysa Osmanlı ressamları insan figürüne hoş bakmayan genel kabuller nedeniyle daha çok manzara ve natürmorta yönelmişlerdi. Ama Osman Hamdi sanat anlayışı Avrupa'da şekillenmiş bir ressam olarak , toplumsal tabuların yaratıcılığını sınırlaması­ na izin vermiyordu. Öte yandan ülkesindeki kadınların sosyal hayattan soyutlanması karşısında bir tavır alınması gerektiği­ ne inanmıştı. Osmanlı kadınına reva görünen bir çeşit hapislikti. Kendi kızları nispi bir özgürlük ortamı tatmıştı baba evinde . Hiçbiri çarşafa girmemişti örneğin . Peki ama kızları kadar şanslı olmayan milyonlarca kadın ne olacaktı? İçinde bir şey­ leri değiştirme arzusu taşıyan her sanatçı gibi Osman Hamdi de zaman zaman isyanını eserlerine yansıtıyordu. Yıllar önce yaptığı "Gezintideki Kadınlar" isimli tablosunda dokuz kadını dış mekanda betimleyip bir ilke imza atmıştı. Resimdeki kadınlar birbirinden farklı renklerdeki göz alıcı feraceleriyle sokakta özgür olmanın tadını çıkartıyorlardı. Yine aynı dönemde yaptığı "Rahle Önünde Kız" tablosundaysa genç bir kızı kıs­ men başı açık halde Kuran okurken çizmişti. Ama resme dikkatlice bakınca rahle üzerinde açık vaziyette duran ve sağ sayfasındaki ilk kelimeleri okunan kitabın Kuran olmadığı anlaşılıyordu.

1901 yılında yeni bir tabloya başladı. Model olarak evlerin de çalışan Ermeni çamaşırcının genç kızını kullanıyordu. Bu sefer aklında daha da kışkırtıcı bir fikir vardı. Genç kız poz ver meye başladığı ilk gün biraz tedirgin olmuştu doğrusu. Çünkü Osman Hamdi, ondan mihrabın önüne koyduğu büyükçe bir rahlenin üzerine oturmasını istemişti. Ermeni kız çekine çekine yaptı denileni. Ama huzursuzluğu yüzünden okunuyordu. Osman Hamdi modelini yerine yerleştirdikten sonra birkaç

236


kompozisyona dikkatlice baktı. Eksik alt kata inip kütüphaneden bir Hemen bir şeyler vardı sanki. dolu kitap getirdi. Ardından onları kızın şaşkın bakışları altın­ da yere serpiştirdi. Genç kız ayaklarının altına bırakılan dini içerikteki kitapları görünce iyice kıpırdanmaya başladı. Osman Hamdi, "Rahat mısın?" diye takıldı modeline.

adım

geri gidip

yarattığı

Kızcağız,

"Efendim, rahlenin üzerine oturmam uygun olur mu sizce?" diye sordu çekinerek. "Mihraba da sırtımı döndüm. Hem o yere koyduklarınız Kuran mı?" Osman Hamdi yaktığı buhurdanı kitapların yanına koyarken güldü ve, "Korkma," dedi. "Eğer bu yaptığımızda bir günah varsa hepsi benim boynumadır." Osman Hamdi yeni tablosunun görücüye çıktıktan sonra şimşekleri üzerine çekeceğini biliyordu. Ama bir an bile tereddüt etmedi. Muhafazakar çevrelerin baskılarına boyun eğmek niyetinde değildi. Kadınların sosyal rollerinde devrimsel değişmeler olmadan ülkesindeki Batılılaşma çabalarının hüsranla sonuçlanacağına inanıyordu. Osmanlı köküyle Batılı kafası arasında dinmek bilmeyen çatışmadan doğan ikilemi "Mihrap" isimli tablosunda dillendirip, rahatlamıştı. Tablo sergilendikten sonra tepkiler oldukça sert oldu. Mihrap, dini çevrelerce hakaret kabul edildi. Ama Osman Hamdi doğru bildiğini yapıp sonrasında kulaklarını tıkamayı çoktan öğrenmişti. Bu yüzden eleştirilere aldırmadı. Sanat çevreleri çoğunlukla bir oryantalist olarak görüyordu onu. Doğulu bir oryantalist! Aslında oldukça tuhaf bir durumdu bu. Bir tezattı. Çizgilerinin oryantalistlere benzediğini inkar etmiyordu . Sanatında ustası Gerome'ün etkisi büyüktü ne de olsa. Ama onun resimleri, oryantalistlerde neredeyse hiç görülmeyen

237


simgesel anlatımlarla doluydu. Bir meselesi vardı çünkü. Hem hiçbir oryantalistin yapmadığını yapıyordu. Yeri geldiğinde bir ressam olarak da halkına modernliğin yolunu göstermek için çalışıyordu. Kişiliğinin oluşmasında Batı medeniyetinin etkisi büyüktü. Ama kendisini bir Osmanlı olarak görmekten de asla vazgeçmemişti. Aslında o, iki farklı kökten beslenmiş bir dünya vatandaşıydı. .. Geçen

yıllar,

Fatma Hanım'ın sağlığını gitgide bozmuştu. nefes almakta bile zorlanıyordu artık. Paşanın ölümü üzerinden yıllar geçmişti ama Fatma Hanım koca bir ömrü paylaştığı İbrahim Edhem'i bir türlü aklından çıkaramamıştı. Son günlerini Kuruçeşme'deki yalıda kocasının hatıralarıyla baş başa kalarak geçirmek istemişti. Odasına kapanıp saatlerce Kuran okuyordu. Osman Hamdi bir gece yarısı, "Edhem Bey, acıktınız mı?" diye soran annesinin sesini duyar gibi oldu. Yanıldığını düşündü ilk başta. Ama sonra sık sık tekrarlandı bu imkansız sesleniş. Fatma Hanım, paşa sanki karşısındaymış gibi konuşmaya başlamıştı onunla. Osman Hamdi annesinin bu haline üzülmesine üzülüyordu ama bir yandan da keşke herkes onun yaşına kadar yaşasa demekten kendini alamıyordu. Kızı Hayriye on altı yaşında ölmüştü ne de olsa. Kardeşleri Mustafa ve Galib de kırklı yaşlarında ayrılmışlardı bu dünyadan . Hiçbir zaman kaderci olmamıştı ölüm karşısında. Ama gerçekçiydi. Doğanın düzenine saygı duymaktan başka ne gelirdi ki insanın elinden? Fatma Hanım uzun süren bir rahatsızlığın ardından yaşama gözlerini yumdu. Osman Hamdi annesinin ölümünü metanetle karşıladı. Ertesi gün Fatma Hanım'ın naaşı Edhem Paşa'nın yanına defnedildi. Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi'nin haziresinde babası, annesi ve iki kardeşi yatıyordu artık. Birkaç ay sonra kızı Leyla doğum yaptı. Osman Hamdi torununa Nimet ismini verdi. Aile yaşadığı her ölüm acısından sonYaşlı kadın

238


yeni bir üyeyle teselli buluyordu. Bu arada planlarını Vallaury'nin çizdiği yeni müze binası da açılmıştı. Vallaury o kadar usta bir iş çıkarmıştı ki, müze binasını daha önce görmeyen biri yeni bölümün nereden başladığını tahmin bile edemezdi. Ana binanın yükü yeni bölüme dağıtılınca tarihi eserler balık istifi gibi dizilmekten kurtulmuş oldu. Osman Hamdi tören günü konuklarını kardeşi Halil'le birlikte kapıda karşıladı. Maarif Nazırı Haşim Paşa İmparatorluk Müzesi'ni yöneten kardeşleri ilk tebrik edenlerden biri oldu. Haşim Paşa'nın nutku sık sık, "Padişahım çok yaşa," nidalarıyla kesildi. Paşa her cümlesinde Abdülhamid'e övgüler düzmeye gayret ediyordu. O sırada Halil ağabeyinin kulağına doğru eğilip, "Haşim Paşa'nın geçen gün söylediği sözü duydun mu?" diye sordu. Osman Hamdi kafasını sallayıp, "Evet," dedi. "Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim!" "Tarihe geçecek bir söz işte." İki kardeş gülmemek için kendilerini zor tuttu. Bu arada kürsüye din adamları çıkmış, amin sesleri eşliğinde dualar okunmaya başlanmıştı. Sonra sözü Osman Hamdi aldı. Padişah Hazretlerine teşekkür ettikten sonra konuyu bambaşka bir noktaya getirdi:

ra

aralarına katılan

"Bizlere ne mutlu ki, bugün açılışını yaptığımız yeni bina daha ilk günden tamamen dolmuştur. Elimizde daha birçok nefis eserimiz vardır . Lakin bunları koyacak yerimiz yoktur. Gelecekte de birçok tarihi eserin müzeye getirileceğini hesaba katarsak yeni binaların inşaatı kaçınılmazdır." Osman Hamdi müzesi söz konusu olduğunda yetinmek nedir bilmiyordu. Daha fazlasını istemek düşüncesi sadece bir

239


müze müdürüne yakışırdı zaten. Yeni binanın açılışını yaptığı gün bile, müzesini daha da büyütmek gerektiğinden bahsetmişti. Üstelik bunu Maarif Nezareti'nin tam kadro hazır bulun duğu bir ortamda dillendirmişti. Müdür beyin konuşması bittikten sonra dinleyiciler arasında kısa bir sessizlik oldu. Sonra Haşim Paşa isteksizce ellerini birbirine vurmaya başladı. Ardından alkış sesleri tüm bahçeyi inletti. Konuşmalar tamamlanınca heyet Osman Hamdi Bey'in reh berliğinde müzedeki salonları gezdi. Yeni binada ağırlıklı ola rak Hitit ve Bizans eserleri sergileniyordu. Lagina kazısında bulunan frizler de duvarlara asılan rafların Üzerlerine yerleşti­ rilmişti. Üst kata çıkan merdivenlerde ziyaretçileri karşılayan Medusa başınıysa herkes müzedeki tarihi eserlerden biri zan netmişti. Halbuki saçlarından yılanlar çıkan kadın heykeli, mimar Vallaury'nin küçük bir sürpriziydi. Binaya kalorifer petek leri bile konulmuştu . O günlerde bu yeni ısıtma sistemini kullanan binaların sayısı o kadar azdı ki, ziyaretçiler ilk defa gördükleri peteklerin yanına gidip onlara dokunuyor ve ne işe yaradıklarını anlamaya çalışıyorlardı. Yeni binanın giriş katında müdür bey için de büyük bir oda ayrılmıştı. Osman Hamdi böylece nicedir hayalini kurduğu makam odasına kavuşmuş oldu. Gazeteciler açılış günü şerefine bol bol fotoğraf çekti. Müdür bey neşe içinde pozlar verdi. O kadar büyük adımlar atıyordu ki, dost düşman herkes onun başarılarını takdir ediyordu . Birkaç hafta sonra Prusya Kralı Wilhelm, Konstantinopolis İmparatorluk Müzesi müdürünü birinci sınıf pırlantalı kraliyet kronen nişanıyla ödüllendirdi. Osman Hamdi tamamladığı tablolarını Paris 'teki sergilere göndermeyi sürdürüyordu. Son resminde kendisini Çinili Köşk'ün içinde bulunan çeşmenin önünde tepeden tırnağa Doğu kostümlerine bürünmüş halde betimlemişti. Kıyafetleri Do240


ğulu olmasına Doğuluydu

ama Batılı bir aydın gibi dikkatle elinde tuttuğu kitabı okuyordu. Tablo, divan edebiyatında da sık sık geçen ve cana can katan kutsal su anlamına gelen "Abı Hayat Çeşmesi" ismiyle anılmaya başlandı. Osman Hamdi altmış iki yaşına bastığı o günlerde bir bilge gibi ölümsüzlüğün sırrını arıyordu sanki. Artık ölüm yaşam ikilemi ve bu dünyada bırakılan izin ne olacağı sorusu gibi varoluşsal temalara yönelmişti. "Abı Hayat Çeşmesi" özenle paketlenip Fransa'ya gitmek üzere Galata Rıhtımı'nda bekleyen bir yük gemisinin kargo bölümüne emanet edildi. Paris sergi salonlarında Osman Hamdi tablolarını merakla bekleyen ziyaretçiler oluşma­ ya başlamıştı. Sanat çevrelerinde Avusturya imparatorunun bile sarayına Osman Hamdi astığı konuşuluyordu. O yıllarda imparatorluktaki tüm önemli açılışlar 1 Eylül günü yapılıyordu . Çünkü eylülün ilk gününde Abdülhamid'in tahta çıkış yıldönümünü kutlanıyordu. O gün, padişahın tüm cömertliği üstünde olurdu . Kutsal şehirleri imparatorluğun başkentine bağlayacak olan Hicaz demiryolunun temel atma töreni de o gün yapılmıştı. Osman Hamdi de fırsattan istifade edip 1904 yılının 1 Eylülü'nde müzeye ikinci bir ek bina yapı­ mı için çalışmaları başlattı. Bahçede toplanan kalabalığa kısa bir konuşma yaptıktan sonra işçilerden birinin elindeki kazmayı alıp toprağa ilk darbeyi kendisi vurdu . Müdür beyi toprağı eşelerken gören yardımcıları gözyaşlarına hakim olamamışlardı. Kısa bir süre sonra diğer işçiler de ona yardıma geldi. O sahneye tanıklık edenler, üstleri başları toz olmuş ve ellerindeki kazmaları durup dinlenmeden toprağa saplayan adamlardan hangisinin Paris'te öğrenim gören ve hayatını ülkesinin kültür alanındaki gelişimine adayan bir aydın olduğu­ nu anlamakta zorlanmışlardı. Müze bu sefer de Sanayi-i Nefise binasının bulunduğu tarafa doğru boy atacaktı. Osman Hamdi için inşaatın ne zaman 241


tamamlanacağı

hiç önemli değildi. Bunca yıldır edindiği tecrübeye göre işe başlamak en önemli adımdı. Sonrası kendiliğin­ den geliyordu. Yeni binanın yapımında, Sanayi-i Nefise mezunu genç bir mimar olan oğlu Edhem'i görevlendirmişti. Edhem'e hocası Vallaury destek olacaktı. Vallaury, Haydarpaşa'da yaptığı son eseri Mektebi Tıbbi­ ye-i Askeriye-i Şahane binasını henüz tamamlamıştı. Yeni tıb­ biye binasının karşı kıyıda yapılması emriniyse bizzat padişah vermişti. Abdülhamid mutlak monarşiye karşı olan fikir akım­ larının kolayca yayıldığı bir kurum olarak görüyordu bu okulu. Onun için uzaklaştırmıştı İstanbul'un merkezinden. Osman Hamdi yeni binayı o kadar çok sevmişti ki, sık sık Gülhane Korusu'nun ucuna kadar yürüyüp karşı kıyıdaki muhteşem esere bakıyordu. Modern anlayışla geleneksel Doğu mimarisinin ustaca kaynaştığı binanın minareye benzeyen saat kuleleri vardı. İstanbul yeni bir yüz daha kazanmıştı sanki. Edhem çı­ raklığını böylesine usta bir mimarın yanında geçireceği için gerçekten de çok şanslıydı. Bu arada akademi öğrencilerinin resimleri okulun sergi salonunda görücüye çıktı. Osman Hamdi genç ressamların tablolarını Şeker Ahmed Paşa ile birlikte değerlendirirken Fransa' dan gelen bir iyi, bir de kötü haber aldı. Kötü olanı çok sevdiği hocası Jean Leon Gerome'ün hayatını kaybetmesiydi. Kendisine resim sanatının inceliklerini öğreten usta oryantalist, tartışmalarla geçen koca bir ömrü tüketmişti işte. Ama birbirinden erotik Osmanlı haremi tabloları ve özellikle de "Halı Tüccarı" isimli başyapıtı sayesinde bir nevi ölümsüzlük kazanmıştı. · Osman Hamdi hocasını minnetle anarken, "Bir ressam ölür. Tabloları yaşar. Tek avuntusu budur," sözü döküldü dudaklarından. Aldığı iyi haberse Fransız hükümeti tarafından Legion d'honneur nişanına layık görülmesiydi. .. 242


Yeni yüzyılda

gelişen

teknolojiyle beraber insanların seyahat alışkanlıkları da değişiyordu. Beş on sene öncesine kadar batıdan doğuya gelenler, maceraperest gezginler olarak ta nımlanıyorlardı. Gemilerin ve trenlerin günden güne hızlan­ ması başka ülkelere seyahat edenlerin sayısının hızla artması­ na neden olmuştu. Üstelik yolcular lüks kamaralar ve kompartımanlar sayesinde alıştıkları konfordan mahrum olmadan seyahat edebiliyorlardı. Artık dünyayı gezenler sadece maceraperestler değildi. Hali vakit yerinde olan sıradan Avrupalılar da yollara koyulmuştu. Osmanlı toprakları da bu yeni gezginlerden nasibini alıyordu . Antik Efes şehrinin kalıntılarının bulunduğu Selçuk bölgesi, kadim Yunan meraklılarını kendisine çeken bir merkeze dönüşmüştü. Turistler İzmir'e kadar gemilerle geliyor, oradan da .trenle çabucak Efes'e ulaşıyorlardı. Osmanlı yetkilileri vakit kaybetmeden Efes ziyaretlerini organize etmeye başladılar. Oysa birkaç yıl öncesine kadar bu yıkık harabeleri görmek için insanların dünyanın bir ucundan kalkıp buralara kadar geleceğini kimse düşünemezdi. Osman Hamdi bu konuda da ülkesinin Avrupa'nın çok gerisinde kaldı­ ğının farkında olan az sayıdaki kişiden biriydi. Napoli yakınla­ rındaki efsanevi Pompeii kentini düşündü. Goethe, Stendhal, Dickens ve Mark Twain gibi farklı farklı ülkelerden aydınlar Pompeii ziyaret etmiş, kaleme aldıkları yazılar sayesinde de şehrin ününe ün katmışlardı. Ama çok geç değildi. Gerekli çalışmalar yapılırsa ileride Efes de dünyaca meşhur bir açık hava müzesine dönüşebilirdi. O günlerde Sanayi-i Nefise öğrencilerinin çıkardığı küçük çaplı bir isyanla da uğraşmak zorunda kaldı. Akademide öğ­ rencilerin karşısına model olarak, müzedeki antik heykellerinin alçı kopyaları konulurdu . Eğer heykel anadan doğma çıp­ laksa beline bir peştamal bağlandığı bile oluyordu. Bazen de öğrenci ve öğretmenler aralarında üç beş kuruş para toplayıp 243


Yeni Cami'nin önünde iş bekleyen hamallardan birini kiralı­ yorlardı. Bütün gün kilolarca yükü taşımayı göze almış zavallı adamlar, akademinin sıcak salonlarında saatlerce oturup poz verme teklifini hemen kabul ediyorlardı. Ama bu durum da öğ­ rencilerin canına tak etmişti. Çünkü Paris'e gitmeyi başaran arkadaşlarından gelen mektuplarda, "Burada dört bir yanımız bize poz veren çıplak venüslerle çevrili. Siz posbıyıklı hamallara bakmaya devam edin," gibi takılmalar vardı. Paris'ten gelen mektuplar akademinin koridorlarında elden ele dolaşırken homurdanmalar iyice artmıştı. Yurtdışına gidecek kadar şans­ lı olmayan resim ve heykel öğrencileri hemen kafa kafaya verip tartışmaya başladılar. Hepsinin aklından kendilerine poz verecek bir kadın model bulma düşüncesi geçiyordu . Bir yandan da müdürlerinden çekiniyorlardı. Ama gençlik ateşi galip geldi. Öğrenciler ertesi sabah şehrin Çingene mahallesinde buluşmak için sözleştiler. Orada bir model bulup, onu gizlice atölyeye sokmayı planlıyorlardı. Ve tüm bunlar Osman Hamdi Bey'e çaktırmadan yapılacaktı. Ertesi sabah plan kusursuzca işlemeye başladı. Gençler o fakir mahallede para karşılığı resim çizen öğrencilerin karşı­ sında oturmayı kabul eden bir kız bulmakta hiç zorlanmadı­ lar. Kızı avuçlarının içi gibi bildikleri Sanayi-i Nefise binasına gizlice sokmayı da başardılar. Tüm öğrenciler sevinç içerisindeydi. Heyecanla kara kalemlerini ellerine aldılar. Model masasına oturmuş olan genç kızsa mahcup bir şekilde gülümsüyordu. Üzerindeki kazağı çıkarmaya güçlükle ikna edilmişti. Aradan sadece bir saat geçmişti ki Osman Hamdi hışımla sınıftan içeri girdi. Gençler, müdür beyin model kızdan nasıl haberdar olduğunu bir türlü anlayamamışlardı. Suçun ortakbakmaya verdiği rahatlıkla birbirlerine laşa üstlenilmesinin başladılar. Kimseden bir ses çıkmıyordu. Sonra kafalar öne eğildi.

244


Osman Hamdi genç kıza giyinip evine gitmesini söyledi. Kız da, "Siz deli misiniz yahu!" diye bağırdı öğrencilerine . "Nerede sanıyorsunuz kendinizi, başımıza iş açacaksınız . Bu yaptığınız duyulursa kim bilir neler olur. Düşünsenize gazetelerin bunu haber yaptığını. Muhafazakar çevreler başımıza üşüşür. Akademiyi kapatmak zorunda bile kalabiliriz. Siz hatırlamazsınız önceki yıllarda başımıza gelenleri. Mollalar bastı burayı. Her şeyi kırıp döktüler . Tabloları yırttılar . Bana sormadan bir kadını buraya nasıl getirirsiniz?" Müdür beye cevap veren olmadı. Gençler yaptıkları işin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Sadece biraz eğlenmek istemişlerdi. Oysa şimdi okkalı bir ceza almaktan korkuyorlardı. Osman Hamdi daha sakin bir sesle, "İyisi mi siz çok çalışıp Avrupa'ya gitmeye bakın," diye tekrar konuşmaya başladı. "Orada bol bol kadın model görürsünüz. Hem de çıplak olarak geçerler karşınıza. Bu olayı da hiç olmamış kabul ediyorum. Ama bundan sonra ayağınızı denk alın." Gençler rahatlamışlardı. Müdürleri onlara bir ceza vermeyecekti. Aslında Osman Hamdi Bey'in elinde olsa, kadın modellerin akademide çalışmasına izin vereceğini hepsi biliyordu. Aynı şekilde Osman Hamdi de öğrencilerine hak veriyordu . Resim eğitiminde canlı modelin ne kadar önemli olduğunu Paris 'teki öğrencilik yıllarında yakından görmüştü. Canlı model dünyadaki tüm akademilerde öğrencilerin başları sıkıştığı anlarda bakabilecekleri bir ansiklopedi olarak kabul edilirdi. Model ne kadar kıpırdamadan durursa dursun kendi içinde bir devinim taşıyordu. Resme ve heykele de yansıyan bir devinimdi bu. Osman Hamdi, Leonarda da Vinci'nin, "Ancak çıplak insan vücudunu anlayan, onu karakteristik özelikleriyle kavrayan, oranlarını doğru saptayabilen ressam, evrenselliğe ulaşa-

kapıdan çıkar çıkmaz

245


bilir" sözünü birçok defa duymuştu . Ama Sanayi-i Nefise'de giyinik modellerin poz vermesi sorunu aşılamamıştı daha. Müslüman bir ülkede çıplak bedenin tabu olduğu aşikardı. Erkek öğrencilerin karşısında çıplak bir kadının durması birçok tartışmayı da beraberinde getirirdi. Kız öğrencilerin akademiye girmeleri ve çıplak erkek modellerle çalışmaları ise henüz kimsenin hayalinde bile canlandıramayacağı bir durumdu . Osman Hamdi çıplaklığı okulundan uzak tutmak zorundaydı. Ama giyinik modellere kapıyı daha fazla açması gerektiğini anladı. O yaz Eskihisar'da bol bol portre çizdi. Model olarak çevresinde gördüğü ilginç yüz hatlarına sahip insanları kullanıyor­ du. Köyün balıkçısı İsmail Ağa da kurtulamadı Osman Hamdi'nin elinden. Haftada birkaç kez balık aldığı yaşlı adama, "Bana poz verir misin? " diye sormuştu bir gün. İsmail Ağa, İstanbullu beyin kendisinden ne istendiğini anlayamadı ilk başta . " Nasıl bir iştir o?" diye sordu. "Yarın bize gelip birkaç saat bahçede oturacaksın. Ben de sana bakıp resmini çizeceğim . " "Niye ki o Beyim? Ne yapacaksın benim resmimi?" Osman Hamdi güldü . "Senin işin nasıl balık tutmaksa, benim işim de insanları çizmektir, " dedi. Ertesi sabah İsmail Ağa balığa çıkmayıp söylenildiği yere geldi. Kırmızı fesinin üzerine mavi bir tülbent sarmıştı. Ak sakallarıyla masallardan çıkma bir dedeye benziyordu. Tam da Osman Hamdi'nin aradığı Doğulu ihtiyar imgesiydi. İsmail Ağa hiç susmadan geçmişten bahsederken Osman Hamdi de adamın karşısına oturmuş çalışıyordu. Yaşlı balıkçı Naile Hanım'ın pişirdiği kurabiyelerden tadıp limonatasını içti. Bu arada ressamın defteri eskizlerle dolup taştı. ..

*** 246


sonra uyku sorunu çekmeye başla­ Geceleri bir sağa bir sola dönüyor, saatler geçiyor ama bir türlü dalıp gidemiyordu . Sabaha karşı gözleri kapansa bile kısa süre sonra sıçrayarak uyanıyordu . Rüyasında Bağdat çöllerinde Midhat Paşa ile at koşturduğunu görüyordu. Hayriye ile sokakta yürüyordu bazen. Gerçi kızını yürürken hiç görmemişti. Nerede olduklarını da anlayamıyordu. Ne İstanbul'a benziyordu etraf, ne Viyana'ya, ne de Paris'e. Bazen de hazır­ lık okulundan hocası Berbert çıkıyordu karşısına. Berbert, İb­ rahim Edhem Paşa'nın yanına gelmiş, oğlunuz sizin gibi çalış­ kan değil maalesef, diye şikayette bulunuyordu. İşte o anda kan ter içinde uyanıyordu Osman Hamdi. Naile Hanım kocası için uyku verici çaylar hazırlıyor, lavanta kolonyası damlattığı mendillerle alındaki terleri siliyordu. Ama ne yaparsa yapsın hiçbiri kocasının sıkıntısına deva olmuyordu. Osman Hamdi çoğu zaman Kuruçeşme; deki yalı­ nın salonunda sabahlıyordu . Havanın güzel olduğu akşamlar­ da ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güİstanbul'a döndükten

mıştı.

neşin doğmasını.

Bir gece , "Mutlu musun?" diye sordu Naile

Hanım'a.

Kadıncağız şaşırmıştı.

"O nasıl soru Hamdi,'' dedi. "Hem nereden çıktı şimdi bu?" Osman Hamdi karısının dediklerini duymamış gibiydi. "Mutlu musun?" diye tekrarladı sorusunu. "Elbette ," dedi Naile Hanım . "Hiç pişman oldun mu Viyana'daki okulunu bırakıp benimle İstanbul'a geldiğine?" Naile Hanım bir süre sustu. Sonra da , "Bir gün bile pişman olmadım," dedi kocasına sarılarak. Osman Hamdi rahatlamış gibiydi. O gece çabucak uykuya daldı. Naile Hanım sabah gözünü açtığında yatakta kendisini

247


yalnız başına

buldu.

Kocasının

gene kabuslar

gördüğünü

şündü. Güneş doğmadan kalkıp gitmiş olmalıydı yanından.

düHa-

va yağmurluydu. Osman Hamdi salondaki divana kıvrılmış uyuyor olmalıydı. Ses çıkarmadan indi merdivenleri. Aşağıda kimsecikler yoktu. Meraklandı. Tekrar yukarı çıktı. Atölyenin aralık kapısından istemsizce içeri baktı. Osman Hamdi devasa bir tuvalin karşısına geçmiş çalışıyordu. Üstelik yeni bir resme başlamıştı. İşler yoluna girmiş demekti bu. Osman Hamdi zaman zaman hayatında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. İnsan ömrü neden bu kadar kısa diye soruyordu kendi kendine. Şu dünyada hiçbir şey başara­ mamıştı işte. Bazen de tepeden tırnağa kendi çabalarıyla var ettiği müze ve akademiyle gurur duyuyor, kendisini çok özel hissediyordu. Kararsızdı. Bazen tüm tablolarını beğeniyor, bazen de içinden hepsini Boğaz'ın derinliklerine fırlatıp atmak geliyordu. Arzu ettiği kadar büyük bir ressam olamadığı dü şüncesini çıkartıp atamıyordu kafasından. Oysa ne hayalleri vardı gençken. Paris solanlarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti hep. Paris'te başaran tüm dünyada başarmış demekti. Ama olmamıştı işte. Yeterli değildi daha doğrusu. Öldükten sonra olacaklarsa ilgilendirmiyordu onu. Yeni resmine kafasını boşaltmak için başladı. iki metre yirmi üç santim boyundaki tabloda belirginleşmeye başlayan ana figür yine kendisiydi. Ama bu sefer daha bir yaşlanmıştı sanki. Sakalları ağarmıştı. Vücudu öne doğru eğilmiş, kambu ru açıkça ortaya çıkmıştı. Üzerine kırmızı bir elbise giymişti ve başına da bir yemeni sarmıştı. Yerde ise uslu uslu kendilerine verilen otları yiyen kaplumbağalar göze çarpıyordu. Yaşlı adam elinde kaplumbağaların eğitiminde kullanılan bir ney tu tuyordu. Boynunda ise gerektiğinde kaplumbağaları cezalandırmasına yardımcı olacak tahta bir sopa asılıydı. Hem bir baba şefkati vardı adamın yüzünde, hem de gaddar bir öğretme248


nin bakışı. Gözünü kaplumbağalara umutsuzca diktiği de söylenebilirdi, geleceği umutla beklediği de. Ama ne olursa olsun yaşlı eğiticinin işi zordu. Çünkü o ağırkanlı hayvanların öğren­ meye hevesli olmadıkları apaçık ortadaydı. Kaplumbağaların bazısı ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile. Baş­ larında dikilen adamın sabırlı olmaktan başka bir çaresi yoktu. Osman Hamdi, yeni tablosunda adeta kendi hayat hikayesini özetlemişti. Batılılaştırmaya çalıştırdığı muhafazakar bir toplumda eğitici rolü oynamak gerçekten de iğneyle kuyu kazmaya benziyordu. Tablo bittiğinde Osman Hamdi başyapıtına baktığını hemen anladı. Sonuçtan hayli memnundu. Ama resmi görenler tabloda ne anlatıldığını anlamakta zorlanmışlardı. Birbirlerine kaplumbağa terbiyecisi diye eski bir mesleğin olup olmadığını soruyorlardı. En okumuş yazmışlar bile böyle bir meslekten söz edildiğini hiç duymamışlardı. Nerede çalışırlardı bu adamlar? Sirklerde mi? Yoksa saray bahçesinde mi? Kimse bilmiyordu. Osman Hamdi de hayatı boyunca kimsenin bilmediği meslekler yapmıştı. Ressam olmuştu en başta. Sonra müze müdürü. Bir arkeolog. Ardından da güzel sanatlar akademisi müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden bir farkı yoktu aslında! Tabloyu bitirdikten sonra uyku sorunu kendiliğinden iyileşti. "Kaplumbağa Terbiyecisi", Paris ve Berlin galerilerine doğru yol alırken geceler kabus olmaktan çıkmıştı. Usta ressam yatağına girdiği gibi uykuya dalıyordu. Bu duruma en çok Naile Hanım sevinmişti doğrusu. Hamdi Bey ailesi yaz mevsimini her zaman olduğu gibi Eskihisar'da geçirdi. Evin nüfusu gitgide kalabalıklaşıyordu. Çocuklar, yeğenler, torunlar, hepsi Eskihisar'daydı. Bazen evin içinde kaç tane çocuk olduğunu hesaplayamıyordu Osman Hamdi. Birinin adını söylüyordu ama genelde yanlış oluyordu bu. Doğru

249


ismi tutturmak için üç beş deneme yapması gerekiyordu. Bu arada aileye bir de gelin katılmıştı. Edhem kısa bir süre önce Abdülhamid döneminin Paris büyükelçisi Salih Münir Paşa'nın kızı Kamuran Hanım'la evlenmişti. Osman Hamdi geliniyle vakit geçirmekten keyif alıyordu. Onu kızı gibi sevmişti. O yaz evin bahçesiyle de yakından ilgilendi. Toprakla uğ­ raşmak en az resim yapmak kadar rahatlatıyordu onu. Bahçeyi rengarenk güllerle donattı. Yıllar önce kendi elleriyle diktiği sarmaşıklar şimdi üst kat balkonlarını bile kaplamıştı. Eylül başındaysa asmaların hasatını büyük bir zevkle topladı. Fırsat buldukça eline fırça almayı da ihmal etmiyordu . O yaz da kokana Despina diye takıldığı çamaşırcı kadını kestirmişti gözüne. Yaşlı kadını karşısına oturtup portesini yaptı. Despina diş­ siz olduğu belli olmasın diye saatlerce ağzını açmadan poz vermişti evin beyine. 1906 sonbaharı oldukça sıradan başladı. Osman Hamdi her zamanki gibi Kuruçeşme'ye uğrayan ilk vapura binip şehrin . merkezine geliyor, ardından Galata Rıhtımı'ndan Topkapı Sarayı'na doğru yirmi dakikalık bir yürüyüşle işine varıyordu. Havanın soğuk olduğu günler Naile Hanım'ın tembihine uyarak bir araba kiralıyordu. Her seferinde, müze ve akademi arasında mekik dokuyarak geçireceği koca bir gün onu bekliyor oluyordu. Sonra yorgun argın akşam vapuruna binip tekrar evine dönüyordu. Birçok akranın aksine yaşlandıkça kilo almamıştı. Vücudu hala dinç görünüyordu. Ama kendisine bile itiraf etmese de günlük hayatın temposu onu bir süredir zorlamaya başlamıştı. Yürürken dik durmaya gayret etse de bedeni ondan habersiz hafifçe öne doğru eğiliyordu . Adımları yavaşlamıştı. Kazı alanlarında tünellerin içine giren, bir sıçra­ yışta taşların üstüne çıkan ve tonlarca ağırlığındaki lahitlerin altına elini sokan o genç adam değildi artık. Naile Hanım, 250


"Kaç yaşında olduğunu unutuyorsun Hamdi," diye çıkışı­ yordu kocasına. Ama Osman Hamdi bildiğini okumaya devam ediyordu. Emekli olmak onun kişiliğine aykırıydı. Son nefesini vermedikçe durup dinlenmesine imkan olmadığını anlamıştı. Müzeye geldiği bir eylül sabahı kendisi için yollanmış mektup ve telgrafları aldı hademeden. Zarfların üzerinde Berlin Müzesi, Vinderberg Üniversitesi, Alman Kraliyet Arkeoloji Enstitüsü ve Fransız Arkeoloji Enstitüsü gibi birçok kurumun isimi vardı. Aynı hafta içerisinde bu kadar farklı yerden mektup ve telgraf almasını garipsemişti.

"Hayırdır inşallah,"

diye söylendi. Hemen eline mektup bıçağını alıp zarfların ağızlarını yırtma­ ya başladı. Tüm mektuplarda, müzecilikteki yirmi beşinci yılı dolayısıyla kaleme alınmış tebrik mesajları vardı. Osman Hamdi müze müdürü olarak atanmasının üzerinden yirmi beş yıl geçtiğini okuduğu kutlama mesajları sayesinde fark etmişti. İlk iş günü aynanın karşısına geçip, "Directeur du Musee lmperial de Constantinople Osman Hamdi Bey" diye kendi kendine fısıl­ dadığı sabahın üzerinden bunca yılın geçtiğine bir türlü inanamıyordu. Birkaç güne kalmadan müzeye nişanlar, madalyalar ve takdirnameler yağmaya başladı. Yerli ve yabancı basın, Müze Müdürü Osman Hamdi Bey hakkında övgü dolu haberler yayınlıyordu. Müze çalışanları da yirmi beş adet mumla süsledikleri büyük bir pastayı müdürlerinin odasında kesmişlerdi. Osman Hamdi kendisine kutlama mesajı gönderen ve çeşit­ li nişanlarla ödüllendiren müzelere, üniversitelere ve enstitülere mektuplar yazarak teşekkür etti. Gösterilen ilgiyi teveccühle karşılamıştı. Geleceği tasarlamaya çalışan biri olarak geçmişte takılıp kalmak ona göre değildi. Kafasında daha birçok proje vardı. Keşke yirmi beş yıl daha müze ve akademi müdürü olarak kalabilsem, diye düşündü. Bir hesap yaptı he-

251


men. Bu hayalin gerçeğe dönüşmesi için doksan yaşına kadar elden ayaktan düşmeden yaşaması gerekiyordu. Kendi kendine gülerken müzedeki odasının kapısı çalındı ve içeri iki davetsiz konuk girdi. Adamlar kendilerini saray görevlileri olarak tanıttı. Ama hal ve tavırlarından padişahın dört bir tarafta gözü kulağı haline gelen hafiyelerinden oldukları anlaşılıyor­ du. Bu hafiyeler kim bilir kaç bin kişiyi sudan sebeplerden dolayı jurnallemişlerdi gizli teşkilata. Kim bilir kimlerin hayatı zehir olmuştu onların yüzünden. Osman Hamdi karşısındaki adamlara, "Sebebi ziyaretinizi öğrenebilir. miyim?" diye sordu. Sesi, daha iriyarı öğrencilerini azarlar gibi çıkmıştı. Adamlardan ve, oturdu olanı izin almadan Osman Hamdi'nin karşısına "Bu aralar yurtdışına çok mektup yollamışsınız," dedi. "Bunun nedenini öğrenmeye geldik" Osman Hamdi şaşırmıştı. Sinir bozucu bir durumdu. Gülsün mü, kızsın mı bilemedi. "Müze müdürlüğü görevimin yirmi beşinci yılı münasebetiyle bana saygılarını sunan kişilere teşekkür mesajları yolladım," dedi. "Bunu niye merak ettiğinizi de hiç anlamadım doğ­ rusu." Ayaktaki adam ciddi bir edayla araya girdi: "Mektuplaşmalar arkadaşlarımızın dikkatini çekmiş. Berlin'e, Viyana'ya, özellikle de Paris'e onlarca mektup yollamış­ sınız. Saygı değer efendimiz Zat-ı Şahane hakkında sürekli olarak komploların hazırlandığı bu günlerde daha dikkatli olmanızı beklerdik. Yabancılara fazla güven olmaz, biliyorsunuz." Osman Hamdi elini sert bir şekilde masasına vurduktan sonra, "Benim işim politika yapmak değil," dedi. "Ben bu müzenin ve yanındaki okulun müdürüyüm. Başka söyleyeceğiniz yoksa lütfen odamdan çıkın."

252


Adamlar müdür beyi başlarıyla selamladıktan sonra gözden kayboldu. Ama tehditkar bakışlarındaki sinsi gülümsemeleri içerde bırakmışlardı. Osman Hamdi odasında yalnız kaldıktan sonra sinirli sinirli söylendi: "Bütün dünya beni tebrik ediyor. Kendi devletimin yaptığı­ na bak ... " O iki davetsiz konuktan bir daha ses çıkmadı. Osman Hamdi de olanları unutmuştu. Bu yaştan sonra kimden korkacaktı ki? Odası kendisini tebrik etmeye gelen dostlarıyla dolup taşmaya devam ediyordu. Serveti Fünun dergisi başyaza­ rı Ahmed İhsan da ziyaretçiler arasındaydı. Aslında ünlü gazetecinin aklında Osman Hamdi Bey ile mülakat yapmak düşüncesi vardı. "Okuyucularımızın sizi daha yakından tanımasını istiyorum. Yirmi beşinci yılınız şerefine evinizde bir röportaj yapsak. Ne dersiniz?" diye sordu. Osman Hamdi, Ahmed İhsan'ı severdi. Servet -i Fünun dergisini de fırsat buldukça takip ederdi. Hatta dergi ilk çıkacağı zaman basım için gerekli olan kalıpları rica üzerine Paris'ten kendi adına getirtmişti. Röportaj teklifini kabul etti ve gazeteciye ertesi sabah yalıya gelmesini söyledi. Ahmed İhsan, Osman Hamdi'nin sabah erkenden evinden çıkıp müzeye gittiğini biliyordu. Bu yüzden ilk Boğaz vapurunu kaçırmak istemedi. Yanında derginin fotoğrafçısı da vardı. Osman Hamdi gazetecileri kapıda karşıladı. Ahmed İhsan ev sahibine selam verdikten sonra, "Sizden özür dilerim," dedi. "Bu saatte rahatsız ettik." "Estağfurullah Beyefendi. Lütfen içeri buyurun." Müdür bey sabah mahmurluğunu çoktan üzerinden atmış­ tı. Beyaz çizgileri olan şık bir takım elbise giymiş, koyu renk ceketini beyaz bir mendile süslemişti. Kıskaç gözlüklerini de

253


her zamanki gibi özenle burnunun üstüne yerleştirmişti. Ahmed İhsan ünlü ressamın yalının üst katında kurduğu atölyesini gezebilen şanslı kişilerden biri oldu. Odanın her yanı modellerin giydiği birbirinden ilginç kostümlerle, boya ve fırça takımlarıyla doluydu . Ayrıca bir antikacıdaki kadar eski eşya vardı etrafta. Odaya girenlerin; kilimler, kandiller , şamdanlar, buhurdanlar, testiler, sandıklar, rahleler, tespihler, sarıklar, tüfekler, kılıçlar, hat levhaları, çeşit çeşit ayakkabılar, terlikler, utlar, neyler, tefler ve kitaplar arasında kaybolması pek muhtemeldi. Ama tüm eşyalar süs olmadıklarını haykırıyordu sanki. Hepsi yaşıyor gibiydi. Üstlerinde hiç toz yoktu mesela. Ahmed İhsan onları tanıdığını hissetti bir yerlerden. Çıkara­ madı ilk başta. Ama sonra hatırladı. Osman Hamdi Bey'in tablolarında görmüştü hepsini. Bir de kendi evinde, sokaklarda, mahallenin kahvehanesinde, camilerde. Kısacası her yerde. Evet her yerde görmüştü o eşyaları . Bu arada usta ressam bir eline paletini, diğerine de tokmağa benzeyen uzun fırçasını almış, üzerinde çalıştığı yeni resmi önünde fotoğrafçı için poz veriyordu . Tekerlekli bir kaidenin üzerine yerleştirilmiş devasa tabloda, yaşlı bir silah satıcısından kılıç beğenen genç bir müşteri betimlenmiş­ ti. Resimdeki yaşlı satıcı her zamanki gibi yine kendisiydi. Ayakta durup elindeki kılıcı yay gibi tutan genç ise tıpatıp oğlu Edhem'e benziyordu. Ahmed İhsan Osman Hamdi'den birkaç değişik poz daha vermesini rica etti. Osman Hamdi çevik bir hareketle, yanı başındaki iskemleye bir ata biner gibi oturdu. Kollarını iskemlenin sırtına bir güzel yerleştirdik­ ten sonra, "Hazırım," diye seslendi. Fotoğrafçı genç bu güzel pozu kaçırmamak için ayaklı makinesini hemen iskemlenin karşına yerleştirdi. Ahmed İhsan çok kıymetli fotoğraflar çektiğini daha o anda anlamıştı. Os254


manlı'nın

bu değerli kültür adamının hala dimdik ayakta oldutüm Serveti Fünun okuyucularına kanıtlayacaktı. Sonra hep beraber atölyenin yanındaki üst kat salonuna geçildi. Beşe on beş metre büyüklüğünde, modern koltuklarla döşenmiş ve geniş camları olan bir odaydı bu . Pencerelerden içeriye dolan muhteşem Boğaz manzarası eşliğinde sohbet başladı. Osman Hamdi Bey neredeyse tüm hayatını anlattı o gün Ahmed İhsan'a. Kazı alanlarında yaşadığı ilginç olaylardan bahsetti uzun uzun . Sonra resim sanatından konuştu . Dede olmaya bile geldi laf. Mutluydu ... ğunu

Birkaç ay sonra oğlu Edhem'in gözetiminde inşa edilen yeni müze binası tamamlandı ve ana binanın depolarında bekleyen eserler yeni salonlara taşınmaya başlandı. Müdür bey açı­ lış için sabırsızlanıyordu. Vallaury'yi yirmi yıl önce nasıl da kolundan tutup götürdüğünü hatırladı Ağlayan Kadınlar Lahdi'nin yanına . Lahdin üzerindeki antik tapınak kabartmasını göstermişti ona ve "Buna benzer bir bina çok yakışır doğrusu," demişti. Vallaury de hiç düşünmeden yapabilirim, diye karşılık vermişti. Şimdi o binanın güney ve kuzey cepheleri iki büyük kanatla birleştirilmişti. İmparatorluk Müzesi, Sanayi-i Nefise ve Çinili Köşk'ü kollarıyla kucaklayan koca bir "u" şeklini almıştı. İlk günden beri hayalini kurduğu devasa müze binasına kavuş­ mak üzereydi artık. Ama açılışa sadece birkaç gün kalmışken heyecanını gölgeleyen bir haber aldı. Şeker Ahmed Paşa hayatını kaybetmişti. Osman Hamdi şaşkınlık içinde, "Nasıl olmuş bu?" diye sordu. Haberi getiren müze görevlisi, "Paşa kalp krizi geçirmiş efendim," dedi. Osman Hamdi kendisinden sadece bir yaş büyük arkadaşı için çok üzüldü. Ama açılış günü bir yanına yardımcısı ve kardeşi Halil'i, diğer yanınaysa mimar oğlu Edhem'i alıp konukla255 '


Oldukça gururluydu. Müze yıllar içinde hem dış cephesiyle, hem de sahip olduğu tarihi eserlerle devamlı büyüyen canlı bir organizma gibi serpilmişti. Üçüncü bölümün açıl­ masıyla neredeyse on bin metrekarelik bir teşhir alanına kavuşulmuştu. Dünyanın en hızlı genişleyen müzesi olduğu şüphe götürmezdi. Sümer, Asur, Hitit, Yunan, Roma, Bizans ve Selçuklu eserleri vardı içinde. Osman Hamdi göreve geldiği ilk günlerde hayal ettiği gibi, yaşadığı coğrafyanın kültür mozaiğini ayrım yapmaksızın taşımıştı müzesine. Üstelik sergilenen eserlerin hepsi imparatorluğun kendi topraklarından bulunup getirilmişti. Avrupa müzelerinde olduğu gibi dünyanın dört bir tarafından şaibeli yollarla elde edilmiş eserler yoktu İstanbul'da. Osman Hamdi bahçeye çıkıp hayran hayran yarattığı manzaraya baktı. Kafasından neler geçtiğini kimse bilmiyordu. Bu bakışı bir tek Naile Hanım tanıyabilirdi. Kocası ne zaman içine sine sine bir tablo bitirse, karşısına geçip böyle bakardı işte! rını ağırladı.

Siyaset uzun zamandır Osman Hamdi'nin hayatından çık­ mış gibiydi. Babası İbrahim Edhem Paşa'nın hayatını kaybetmesi mi, yoksa Midhat Paşa'nın başına gelenler mi onu böyle yapmıştı bilemiyordu. Belki de herkes gibi onun da elini kolunu bağlamıştı Abdülhamid'in kasvetli iktidarı . Yıllardır memleketin üzerine öyle bir sis tabakası çökmüştü ki, insanlar alacakaranlıkta yaşamayı kanıksamışlardı. Ama hiç beklenmedik bir anda bulutlar dağılmaya başladı. Yıllar süren baskıcı yönetimine karşı gelenler seslerini artık iyice yükseltiyorlardı. Öğ­ renciler de durumdan hiç memnun değildi. Harbiye ve tıbbiye içten içe kaynıyordu. İmparatorluğun Avrupa'daki topraklarında görev yapan subayların Abdülhamid'e olan karşıtlığınıy­ sa bilmeyen yoktu. Özellikle Selanik'te güçlü bir şekilde örgüt lenen İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin bir devrim peşinde olduğu apaçık ortadaydı. 1908 yılının Temmuz ayında karışıklık is256


Enver Bey liderliğindeki isyancılar önce sonra Selanik ve Manastır'ın yönetimini ele geçirmişlerdi. Talepleri çok açıktı. Meşrutiyet'i geri istiyorlardı. Bazıları isyancıların bir avuç genç subay olduğunu ve ciddiye alınmamaları gerektiğini söylese de, Abdülhamid işin aslının öyle olmadığını çoktan anlamıştı. İsyan payitahttan kilometrelerce uzaktaydı ama başkaldıran birliklerin İstanbul'a yürümeyeceğini kimse garanti edemezdi. Üstelik padişahın bölgeye gönderdiği güvenilir adamı Şemsi Paşa isyancılar tarafından öldürülmüştü. Selanik ve Manastır'da artık monarşinin yaptırım gücü kalmamış gibiydi. Sultan hiç istemese de ikinci defa Meş­ rutiyet'i ilan etmek zorunda kaldı. Abdülhamid Yıldız Sarayı'ndaki kabul odasında, "Suların akışını geri çevirmek mümkün olmuyor. Artık yaşlandım ve yoruldum," dedikten sonra Meşru­ tiyet'in ilanı mazbatasını imzaladı. Ardından da Ahmed Midhat Efendi'nin romanlarından birini eline alarak odasına çekildi. Otuz yıldır unutturulmaya çalışılan anayasanın 24 Temmuz'da tekrardan yürürlüğe girdiği açıklandı. O akşam Balkanlar'da başlayan kutlamalar dalga dalga imparatorluğun her yanına yayıldı. Selanik, Edirne, İstanbul, İzmir, Kudüs, her yer ayaktaydı. Sokaklarda özgürlük kutlanıyordu. Bir günde milyonlarca insanın kaderi değişmişti. Siyasi mahkumlara demir kapılar ardına kadar açılmış, sürgündeki aydınlar affedilmiş ve yurtdışına çıkış yasakları kaldırılmıştı. Gazeteler uzun yıllardır ilk defa o sabah provalarını sansür kuruluna göndermeden çıkmıştı. Basın, kendi özgürlüğünü kendisi ilan etmişti. Artık kimse Osman Hamdi'nin kapısını çalıp onu tehdit edemeyecekti. Çünkü hafiyelik teşkilatı kaldırılmıştı. Bundan böyle hiç kimse keyfi olarak tutuklanamayacaktı. Artık Osmanlı topraklarında yaşayan herkes dinine, konuştuğu dile ve mensup olduğu millete bakılmaksızın eşit vatandaşlar olarak kabul edilecekti. Kısacası istibdat devri bitmişti. Osman Hamdi. yan boyutuna

sıçradı.

dağlara çıkmışı

257


de ülkenin bütün okuyup

yazmışları

gibi sevinç içindeydi. Kalabalığın arasına karışıp Pera'daki kutlamalara katıldı. Her yerde bayraklar dalgalanıyordu. Caddelerdeki izdihamın ortasında kalan faytonlar güç bela ilerleyebiliyordu. Sokak satıcı­ ları Meşrutiyet kahramanlarının resimlerinin basılı olduğu fes etiketleri, posterler, kartpostallar ve kolluklar satıyordu. Midhat Paşa ve Namık Kemal'i de kimse unutmamışt ı. Ama günün kahramanı hiç kuşku yok ki, henüz yirmi yedi yaşında olan Enver Bey'di. Fransız İhtilali'nin felsefesini özetleyen hürriyet, uhuvvet ve müsavat sloganı ağızlarından düşmüyordu . Bir dördüncü kelime de eklenmişti bu slogana. Adalet! Ne kadar da güzel bir gündü . Bando marşlar çalıyordu . Boğaz'dan bir aşağı bir yukarı gidip gelen sandallar bayraklarla, fenerlerle süslenmişti. Osman Hamdi bir devrimin bayrama dönüştüğü ana tanıklık etmenin keyfini çıkarttı. Yeni bir çağa girildiğini ilk olarak o gün hissetmişti! Torunlarının nasıl bir ülkede büyüyeceğini merak ederdi hep. Birkaç hafta öncesine kadar karamsardı. Ama şimdi her şey değişmişti. Meşrutiyet, Osmanlı'ya yapılmış bir suni tenef füstü. İmparatorluk yaşamaya devam edecekse şüphesiz 1908 devrimi sayesinde olacaktı bu mucize. Osman Hamdi de umutlanmıştı. Ama kim bilir geleceğin keyfini o kaç yıl çıkara­ bilecekti? Çevresindekilere, "Tanzimat'tan üç yıl sonra doğdum . Bakalım Meşrutiyet'ten kaç yıl sonra öleceğim , " diye takılıyordu . Naile Hanım da hemen, "Ağzından yel alsın Hamdi," diyordu. Bu arada yeni yönetim Maarif Nazırlığı görevini önermişti ona . Kuşkusuz onur verici bir teklifti bu. Ama müdü r bey fazla düşünmeden affını istedi. Ömrünün kalan kısmını da müze ve akademisiyle ilgilenerek geçirmek istiyordu. Herkes anlayışla karşıladı kararını.

258


Ülke yeni yıla anayasa ve meclisle girdi. Yapılan seçimlerde yirmi beş yaşından büyük erkekler oy kullanmışlardı. Abdülhamid yıllar önce kapattığı meclislin ilk oturumunu locasından sessizce izledi. Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Bulgar, Arnavut, Arap ve Sırp mebuslardan oluşan meclise bakarken padişahın ne hissettiğini tahmin etmek zor değildi. Otoritesini milletle paylaşmak zorunda kaldığı için sıkıntılı olduğu belliydi. Artık imparatorluk topraklarında yaşayan onca insana tebaası gözüyle bakamayacaktı. Bu arada Osman Hamdi Meşrutiyet yönetiminin kültür ve sanat alanına da özgürlük getireceğine yürekten inanarak, hürriyet kahramanı olarak ünlenen Enver Bey'in bir portresini yaptı. O özgürlük atmosferinde tıpkı gençlik yıllarındaki gibi tiyatroyla da yakından ilgilenmeye başladı. Abdülhamid'in baskı ve sansür uygulamaları nedeniyle tiyatro sanatı yıllardır taş kesilmişti adeta. Şimdi onu tekrardan canlandırma zamanıydı. Osman Hamdi yazar arkadaşı Recaizade Ekrem Bey'le beraber Sahne-i Osmaniye isimli bir kumpanya kurdu. Halid Ziya'nın kaleme aldığı bir piyesle perde açmayı düşünüyorlardı. Shakespeare oyunları da repertuara alınmıştı. Bunca yılın ardından tekrar tiyatroyla ilgileneceği için çok heyecanlıydı ve yeni piyesler kaleme almak için sabırsızlanı­ yordu. Ama hala Meşrutiyet'in coşkusunu taşıyan şehirde birkaç hafta sonra sokağa bile çıkılamayacağını kimse bilemezdi. 1909 yılının nisan ayında başlayan siyasi çalkantılar sosyal hayatı tamamen durdurduğu gibi Sahne-i Osmaniye'nin perde açmasına da izin vermedi. 6 Nisan günü İttihat ve Terakki'ye karşı yazılarıyla tanınan gazeteci Hasan Fehmi, Galata Köprüsü üzerinde öldürüldü. Sokak ortasında bir gazetecinin vurulması inanılacak şey değildi. İnsanlar şoke olmuştu. Abdülhamid döneminde bile hiç yaşanmamıştı böylesi bir cinayet. Birçok kişi gibi Osman Hamdi'nin de kafasında soru işaretleri be259


Günlerce sokaklara çıkıp kutladıkları Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük hani, neredeydi? Ertesi gün Hasan Fehmi'nin cenazesine katılanlar Sirkeci'den Divanyolu Caddesi'ne kadar uzanan bir insan seli oluş­ turdu. Gazetecinin naaşı Sultan Mahmud Türbesi'nin bahçesine defnedilirken herkesin isteği katilin bir an önce yakalanmasıydı. Cenazeden sonra ortalık sakinleşir gibi oldu. Ama çok geçmeden tuhaf bir hareketlilik başladı şehrin eski mahallerinde. Şeriat propagandası yapan bazı gazetelerin yayınların­ dan etkilenen ve yeşil bayraklar taşıyan sarıklı cüppeli birtakım adamlar yanlarına işsiz güçsüzleri de katıp etrafta dolaş­ maya başlamışlardı. Sayıları biraz kalabalıklaşınca daha merkezi semtlere doğru ilerleyip şeriat isteriz diye bağırıyorlardı. Ardından da ortaya çıktıkları gibi aniden kayboluyorlardı. Osman Hamdi de bir iki sefer şahit olmuştu bu çapulcu takımı­ nın yaygaralarına. Yeni Cami'nin önünde gördüğü kalabalığın ne dediğine şöyle bir bakmış, ardından da ciddiye alınacak bir durum olmadığına kanaat getirmişti. Ama 13 Nisan sabahı durum değişti. Osman Hamdi her zamanki gibi vapurdan inmiş müzeye doğru hızlı adımlarla yürüyordu ki, etrafındaki insanların kendisinden de hızlı yürüdüğünü fark etti. Üstelik herkes aynı tarafa ilerliyordu. Sultanahmet Meydanı'na doğru bir akın vardı sanki. Osman Hamdi yürümeye devam etti. Neler oluyordu acaba? Meraklanmıştı. Köprünün üzerindeyken fark ettiği uğultuya kulak kabarttı. Şe­ hir hep bir ağızdan homurdanıyor gibiydi. Hayırdır inşallah, diye söylendi kendi kendine. Sirkeci'ye ulaştığındaysa kalabalığın yeşil bayraklar taşıdığını gördü. Şeriat isteriz diye bağı­ ran o birkaç düzine insan nasıl olmuştu da bir gecede binlerce taraftar bulmuştu böyle? Gözlerine inanamadı. Meydana doğru yaklaşan kalabalıkta saflar sıklaşıyor, omuz omuza yürüyen insanların adımları korkutucu bir şekilde birbiriyle

lirmişti.

260


uyumlu hale geliyordu. Osman Hamdi iyice endişelendi. Her zaman olduğu gibi ilk olarak müzesi geldi aklına. Ya bu kontrolden çıkmış güruh oraya doğru yönelirse ne olacaktı? Onlara kim dur diyebilirdi? Koşar adım ulaştı kendi dünyasına. Bahçe, meydanda toplanmış insanların bağrışlarıyla inliyordu. Kalabalığın hep bir ağızdan haykırdığı sloganları ve tekbir seslerini net bir şekilde duyuyordu artık. "Neler oluyor?" diye sordu hemen yardımcılarına. "Efendim, mollalar ve medrese öğrencileri gösteri yapıyor. Bir yığın insan da onlara destek veriyor. Bir de askerler var aralarında. Dün gece erler ve çavuşlar ayaklanmış." Osman Hamdi duyduklarına inanamamıştı. Hasan Fehmi'nin öldürülmesi, sonra şeriat isteriz diye ortaya çıkan insanlar, şimdi de meydanlara dökülen askerler ... Ne gibi bir bağ vardı tüm bu olup bitenin arasında? Kafası karmakarışık olmuştu. "Askerler kime karşı ayaklanmış ki?" diye sordu. "Zabitlerine karşı efendim. Dün gece Taşkışla'da mühim hadiseler olmuş. Alaylı askerler mekteplilere karşı isyan baş­ latmış ve erat yönetimi ele geçirmiş. Sabah da birkaç gündür şehirde dolaşıp şeriat isteriz diye bağıran başıbozuk kalabalıkla birleşip meydanı doldurmuşlar."

nerede peki bu askerlerin?" "Vurulanlar olduğu söyleniyor. Bazısı da canını zor kurtarıp kenti terk etmiş. Biliyorsunuz subayların çoğu İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne bağlıdır. Kalabalık az önce İttihatçılara ölüm diye bağırdı." Osman Hamdi ne yapacağını düşünmeye başlamıştı. Sağ eliyle sakallarını sıvazlıyordu ki bir silah patladı. Ardından onu yalnız bırakmak istemezcesine bir dizi silah ateşlendi. Müdür bey ve yardımcıları hemen müze binasının içine koştu. "Tüm kapıları kapatın," diye emretti Osman Hamdi. "Müzeye bugün hiç kimseyi sokmayın. Sanayi-i Nefise öğrencilerine "Subayları

261


de söyleyin okul tatil edildi. Kalabalığa karışmadan ara yollardan ilerleyip doğru evlerine gitsinler." Kargaşa gün boyu sürdü. Sultanahmet Meydanı'nda askeri ve dini kıyafetler birbirine karışmaya devam ediyordu. Silah sesleriyse gitgide artıyordu . Yeni düzenin tüm Müslümanları Hıristiyan yapmak için uğraştığını söyleyen ve kalabalığın öfkesini daha da büyüten konuşmalar yapılıyordu meydanda . Koskoca şehirde isyancıları zapturap altına alacak hiçbir kolluk kuvveti kalmamış artık. Müdahale edilmemesi isyancıla­ rın güvenini artıyordu. Adliye Nazırı Nazım Paşa, İttihatçı olduğu bilinen Meclis Reisi Ahmed Rıza Bey'e benzetilip meydanda linç edildi. Mebuslardan da ölenlerin olduğu söyleniyordu . Osman Hamdi birkaç gün önce gördüğü o çapulcu takımı­ nın nasıl olup da böylesine büyük bir ayaklanma başlatabildi­ ğini hala anlayamamıştı. Çok geçmeden sadrazamın ve kabinenin istifa ettiği haberi geldi. Zaten meclis binası isyancı askerlerin işgali altındaydı. Ama isyancılar yatışacak gibi gözükmüyordu. Meclis başkanı dahil birçok kişinin sürgüne gönderilmesini, şeriat kanunlarının bir an önce uygulamaya sokulmasını ve ayaklanmaya katılanların cezalandırılmayacaklarına dair güvence verilmesini istiyorlardı. Abdülhamid akşama doğru isyancıları affettiğini bildiren bir ferman yayınladı. Kalabalık meydanı boşaltırken gün boyu kaç kişinin öldüğünü kimse kestiremiyordu. O gece ve sonraki günlerde de sokaklardaki vandallık devam etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne destek veren gazeteler tahrip ediliyor, meyhaneler basılıp içki içenler yaka paça dışa­ rı atılıyor , etrafta tek tük görünen kadınlar şeriata uygun giyinmemişlerse yollarından çevrilip tartaklanıyordu . Sokaklar gündüzleri bile boştu. Esnaf kepenk açmıyor, kimse çocuğunu okula yollamıyordu. Öldürülen subayların cesetleriyse günler262


yerde kalıyordu. Bunları yapan kalabalık Yıldız Sapadişaha bağlılık yemini etmekten de geri durgidip rayı'na mamıştı. Osman Hamdi o günleri bütün ailesiyle beraber Kuruçeşme' deki yalısında geçirdi. Kimsenin İstanbul'a inmesine izin vermiyordu. Pencereden dışarı bakmak bile tehlikeli olabilirdi. Şehirde patlayan silahların yankısı yalıya kadar gelmese de, Boğaz rüzgarıyla uzaklara taşınan garip bir uğultu işiti­ lebiliyordu gece sessizliğinde. Olanlar bir başlangıçtı. Herkes İstanbul'un daha fazlasına gebe olduğunu seziyordu. Bazıları padişahın fırsattan istifade edip bütün İttihatçıları yok edeceğini söylüyordu. Kimileriyse Abdülhamid'in sonunun geldiğine inanıyordu. Meşrutiyet'i savunan ve İttihatçıların kontrolündeki 3. Ordu'nun Selanik'ten İstanbul'a doğru ilerlediği haberi başkent sokaklarını iyice karıştırdı. Ayaklanmayı bastırmakla görevli orduya Serez, Gümülcine, Üsküp ve Manastır'dan katılımlar oluyordu. İstan­ bul'daysa birileri isyanın hala sürdüğünü göstermek için gece gündüz demeden silah patlatmaya devam ediyordu. Bir iç savaşın çıkması bile muhtemeldi artık. İsyanın başlaması üzerinden tam on gün geçmişti ki 3. Ordu'nun Yeşilköy önlerine ulaştığı haberi duyuldu . Osman Hamdi o gece kardeşi Halil ve oğlu Edhem ile birlikte geç saatlere kadar uyumadı. "Ne garip, 93 Harbi sırasında Ruslar Yeşilköy'deydi," dedi. "Rahmedli babam ile beraber neler çekmiştik o günlerde. Şim­ di şehre girmek için bir Osmanlı ordusu bekliyor aynı yerde. Ama yine herkes çok endişeli." Halil 93 Harbi sırasında yurtdışında olduğu için o günleri Osman Hamdi gibi yakından bilmiyordu. Kendinden emin bir sesle, "Merak etme ağabey," dedi. "3. Ordu bir iki gün içerisinde İstanbul'un kontrolünü ele alacak. Binlerce gönüllü yazılmış orduya. Hepsi de Meşrutiyet'e yürekten bağlı askerler."

ce

olduğu

263


Aslında Osman Hamdi de bu fikirdeydi. Ama yine de ertesi gün olabilecekler için endişelenmeden edemiyordu: "Eğer isyancılar Selanik'ten gelen orduya direnirse bunun adı iç savaş olur . İç savaş beterin beteridir. Paris'te, Amerikan İç Savaşı'na bizzat katılmış gençlerle tanışmıştım. Onlardan dinlediğim hikayeler gerçekten de korkunçtu . Kardeş kardeşi vurmuş orada. Paris Komünü sırasında da Fransız ordusu Fransız halkına karşı namlu çevirmemiş miydi? Umarım benzer olaylar yarın İstanbul'da yaşanmaz. " Kuruçeşme'deki yalıda ışıklar sabaha karşı söndüğü sırada 3. Ordu dört koldan İstanbul'a girmek için ilerlemeye başla­ mıştı bile. Özellikle Harbiye, Beyoğlu, Kurtuluş ve Feriköy bölgelerinde sokak çatışmaları yaşandı. İsyancı askerler kışlaları­ nı savunmaya kararlı gözüküyordu. Taşkışla, Taksim, Maçka ve Selimiye kışlalarında direniş saatlerce sürdü . Ama 3. Ordu'nun sayısal üstünlüğü kısa zamanda kendisini hissettirdi. İstanbul'un tamamıyla ele geçirilmesi yine de akşamı buldu. Yıldız Sarayı'ndaki askerler padişahın isteği üzerine direniş göstermemişlerdi.

Ülke kanlı bir iç savaşın eşiğinden kıl payı dönmüştü . Askerin desteğini iyice arkasına alan İttihatçılar birkaç gün sonra tüm bu olup bitenden padişahın sorumlu olduğunu açıkladılar . Artık herkes il. Abdülhamid'in köşeye sıkıştığını anlamıştı. Ve nihayet beklenen oldu! Heyet-i Mebusan Padişah'ın tahtan indirilmesine karar verdi. Haberi halkın temsilcilerinden oluşan bir grup iletmişti sultana. Milletin iradesi, otuz üç yıllık iktidarı bir çırpıda devirmişti işte! Osman Hamdi'nin ilk defa Paris'te gördüğü o genç şehzade, Midhat Paşa sayesinde tahta çıkan, sonra paşayı sürgüne yollayan o kurnaz padişah, İbrahim Edhem Paşa'yı sadrazam yapan, sonra onu eve kapatan o hesap adamı sultan yoktu artık. 3. Ordu'nun geldiği yere, Selanik'e sürgüne yollanmıştı. 264


Yeni

padişah

Mehmed Reşad oldu. Anayasada yapılan desayesinde Sultan Reşad, Osmanlı tarihinin en yetkisiz padişahı durumuna düşürüldü. Padişah bundan böyle nazırlarını bile kendisi seçemeyecekti. Bu arada ayaklanmanın elebaşıları Divan-ı Harp'te yargılanmış ve hemen ardından Eminönü'nde darağaçları kurulmuştu. Şehirdeki idam sahnelerini kanıksamış olan insanlar havada sallanan cesetlere birkaç saniye bakıyorlar, sonra kafalarını çevirip işlerine güçlerine gidiyorlardı. Osman Hamdi ise yıllarca her sabah yürüdüğü yolun bu yeni manzarasına bir türlü alışamamıştı. Ta gençliğinde Bağdat'ta görmüştü asılan isyancıları ilk olarak. Ama İstanbul'un göbeğinde ipte sallanan beyaz çarşaflı insanlarla karşılaşmayı oldukça yadırgam~ştı. Gözucuyla bakıyordu teş­ hir edilen infaza. Ölülerin ayakları çıplaktı. Ama fesleri yana doğru bükülmüş kafalarında kalmaya inatla devam ediyordu. Nasıl alışılabilirdi ki böylesi bir manzaraya? Ama hayat her zamanki gibi kaldığı yerden başlamak için sabırsızlanıyordu. Nisan ayı boyunca Sanayi-i Nefise'de neredeyse hiç ders yapılamamıştı. Osman Hamdi açığı kapatmak için hoca ve öğrencilerden var güçleriyle çalışmalarını istedi. Kendisi de her zamanki gibi işlerinin başına döndü. Mimarlık bölümünün ünlü hocası Vallaury bir süre önce istifa etmişti. Vallaury müdür beyin kendisine yaptığı hocalık teklifine evet dediği andan başlayarak tam tamına yirmi altı yılını vermişti akademiye. Bir yandan da İstanbul'a modern bir çehre kazandırmıştı. Ve bir gün Osman Hamdi'nin karşısına geçip izin istedi. Artık dinlenme zamanıydı. Ama neyse ki Sanayi-i Nefise kendi mezunlarından hocalar yetiştirebilecek kadar deneyimli bir okul haline gelmişti. Osman Hamdi daha önceleri Londra Kraliyet Sanat Akademisi üyeliğine seçilmiş, Leibzig Üniversitesi'nden ise fahri felsefe doktoru ve sanat uzmanı payesi almıştı. Ama yine de 1909 yağişiklikler

265


zında İngiltere'den gelen bir haber onu oldukça sevindirdi.

Dünyanın en köklü eğitim kurumlarından bir olan Oxford Üni-

versitesi Osman Hamdi Bey'e fahri doktora unvanı verdiğini açıklamıştı. Kalkıp İngiltere'ye gitti. Üniversitede görkemli bir tören düzenlendi kendisi için. Daha önce hiç bu kadar çok alkışlandığını hatırlamıyordu. Altmış yedi yaşında cüppe ve kep giyen Osman Hamdi unvanları arasına bir yenisini daha eklemiş oldu böylece. Tören elbiseleriyle fotoğrafçılara poz verirken yüzünde koca bir ömrün yorgunluğu okunuyordu. Paris kafeleri, akademi salonları, aşklar, evlilikler, Bağdat çölleri, Viyana valsleri, Nemrut'un tepesi, Sayda'nın mezar odaları, savaş­ lar barışlar, ölümler doğumlar, acılar sevinçler ve resimler ... Bir ömür böyle geçip gitmişti işte. Sanayi-i Nefise'nin yeni öğrencileri Oxford Üniversitesi'nden doktora unvanı almış müdürlerini gördükleri zaman hemen etrafını çeviriyorlardı. Osman Hamdi yeni yüzyılın gençleriyle anlaşmakta zorlanmamıştı. Öğrenciler "Efendim şöyle bir hikaye duyduk, doğru mu?" diyerek lafa giriyor, ardından da heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlıyorlardı. ·Osman Hamdi neredeyse her gün kendisi hakkında söylenen yeni bir öykü duyuyordu onlardan. "Siz 1873 Viyana Sergisi'ndeyken merdivenle pavyonun yukarısına çıkmış tamirat yapıyormuşsunuz. Tam o sırada Avusturya imparatoru oradan geçiyormuş. Sizi görünce, 'Hamdi Bey yukarı da ne teşhir ediyorsunuz?' diye sormuş. Siz de, 'Hayatımı majeste!' demişsiniz . " Osman Hamdi öğrencilerin anlattığı hikayeyi duyunca bir kahkaha patlattı. Ardından da kuru kuru öksürmeye başladı. Son zamanlarda hep böyle oluyordu. Boğazını iyice temizledikten sonra vereceği cevabı merakla bekleyen öğrencilerine doğru döndü ve, "Ne de güzel söylemişim!" dedi.

266


Osman Hamdi yaşayan bir efsane olmuştu artık. Nakliye sı­ kendini Sayda lahitlerine zincirlediği ve Alman imparatoru müzeyi ziyarete geldiğinde beğendiği parçalan padişahtan istemesin diye en kıymetli eserlerin üzerine örtü serdiği konuşuluyordu. Abdülhamid devrildi ama Osman Hamdi Bey ayakta kaldı, diyenler bile vardı. Kendisi hakkında söylenenleri tebessümle karşılıyordu. Tırnaklarıyla kazıyarak var ettiği eşsiz yaşantısının destansı bir hal almasından da gizli bir sevinç duymuyor değildi. O günlerde en küçük kızı Nazlı ve torunlarıyla vakit geçirmek hayattaki en büyük eğlencesi olmuştu. Zaman zaman onları panayırlara götürüyordu. Hareketli görüntüler alemi denen yeni bir aletin gösterisi herkesin ilgisini çekmekteydi. Osman Hamdi de en az torunları kadar zevkle seyrediyordu perdeye peşi­ sıra yansıtılan fotoğrafların hareket kazanmasını. XX. yüzyılın büyük buluşların gerçekleşeceği bir çağ olacağını anlamıştı. İnsanlık ilerliyordu. Bir süredir İstanbul sokaklarında dolaşan ve görenlerin panik içinde sağa sola kaçıştığı motorlu arabalar da yeniçağa damgasını vuracağa benziyordu. Ya elektrik denen mucizeye ne demeliydi? Avrupa başkentlerindeki evlerin bir düğmeye basıldığı zaman ışığa kavuştuğu yıllardır biliniyordu. Abdülhamid iktidarı elektriğin ülkeye girmesini anlaşılmaz bir şekilde yasaklamıştı. Geç de olsa altyapı çalışmala­ rı başlamıştı simdi. Birkaç yıla kalmadan İstanbul da elektriğe kavuşacaktı. İlerleyen yıllarda kim bilir daha neler neler keşfe­ decekti bilim adamları. Ama Osman Hamdi bunlara tanık olamayacağını çok iyi biliyordu. 1910 yılına hasta olarak girdi. İngiltere yolculuğu onu çok yıpratmıştı. Artık her gün müzeye gidemiyordu. Şubat ayında hastalığı iyiden iyiye onu yatağa bağladı. İstanbul'un en ünlü doktorları yalıya gelip Osman Hamdi'yi muayene ediyordu. Ama hiçbiri bir sonuca ulaşamadı. Naile Hanım ister istemez rasında

267


İbrahim Edhem Paşa' nın son günlerini hatırlıyordu. Bir gece

Osman Hamdi uykusundan uyanıp uzun uzun karısına baktı. Zoraki bir tebessümün ardından da, "Beni Eskihisar'a gömün," dedi. O anda Naile Hanım ağlamamak için kendini zor tuttu. Böyle bir durumda ne denebilirdi ki? Kafasını sallayarak kocasının isteğini yapacağını belirtti. 24 Şubat'ta beklenen oldu. Osman Hamdi Bey'in gözleri bir daha açılmamacasına kapandı. Kuruçeşme' deki yalıya büyük bir hüzün çökmüştü. Kardeşi Halil, çocukları, torunları ve Naile Hanım yitip giden o koca adam için gözyaşı döküyordu. Ertesi sabah yerli ve yabancı basın haberi bütün dünyaya duyurdu. Fransız Akademisi'nin Naile Hanım'a gönderdiği telgrafta, "Güzel sanatların gelişmesine canı gönülden hayatını vakfeden Hamdi Bey'in ölümünden dolayı fevkalade üzüntü duyan akademimiz, ailesine samimi taziyelerini beyan eder" yazıyordu. Öğlen olmadan Şirketi Hayriye'nin özel olarak görevlendirdiği bir vapur Kuruçeşme İskelesi'ne yanaştı. Osman Hamdi'nin tabutu ailesi ve birkaç yakını tarafından vapura taşındı. Gemi ilk olarak Sirkeciye yanaştı. Kapkara bulutların ince yağ­ murlar bıraktığı çok soğuk bir gündü. Ama yine de iskelede büyük bir kalabalık toplanmıştı. Sanayi-i Nefise öğrencileri, yıllar içinde akademiden mezun olan sanatçılar, hocalar ve müze çalışanları müdürlerini karşıladı. Bir ressam olan Şehza­ de Abdülmecid Efendi, şeyhülislam, nazırlar ve diğer üst düzey devlet yöneticileri hep oradaydı. Batılılaşmaya hoşgörüy­ le bakan tutumlarıyla dikkat çeken Mevlevi dervişleri de törene katılmışlardı. Türkler kadar yabancılar da göze çarpıyordu kalabalığın içinde. Büyükelçiler, diplomatlar, banka çalışanla­ rı, levantenler, azınlık temsilcileri... İstanbul halkı, birbirlerine fötr şapkalarını ellerine alarak selam veren bu kadar takım elbiseli adamı daha önce hiç bir arada görmemişti. Herkes üs-

268


man Hamdi Bey'e karşı son görevini yerine getirmek için sessizce yürüyordu yağmurun altında. Kortej ağır adamlarla Ayasofya'ya doğru ilerledi. Öğrenci­ ler tabutu kimseye bırakmıyorlardı. Cenaze namazının ardın­ dan Osman Hamdi Bey tekrar omuzlara alındı ve Topkapı Sarayı'nın birinci avlusundan geçirilip müzenin bahçesine getirildi. Son kez kendi elleriyle var ettiği kültür vahasındaydı. Müzenin merdivenlerinde konuşmalar yapıldı; methiyeler havada uçuştu. Ardından kortej yine ağır adamlarla Sirkeci'ye geldi. Osman Hamdi Bey'i taşıyan vapur iskeledeki kalabalığı düdüğüyle selamladıktan sonra Eskihisar'a doğru dümen kırdı.

269


Teşekkür ~~

Mustafa Cezar'ın 1971 yılında yayınlandığı Sanatta Batıya Açılış ve Osman Hamdi isimli kapsamlı araştırması olmasaydı bu romanın çoğu yeri kurgu olmak zorunda kalırdı. 90'lı yılla­ rın başında Mimar Sinan Üniversitesi'nde düzenlenen Osman Hamdi Bey sempozyumlarında sunulan bildiriler de çalış­ mamda yararlandığım temel kaynaklardandı. Prof. Dr. Edhem Eldem'in gün ışığına çıkardığı Osman Hamdi Bey ile İbrahim Edhem Paşa arasında yazılmış kişisel mektuplarsa Osman Hamdi Bey'in iç dünyasını dair önemli ipuçları içeriyordu. Araştırmalarım sırasında bana İstanbul Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi 'nde çalışma olanağı sağlayan Havva Koç'a da ayrı­ ca teşekkür etmek isterim.

270



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.