İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:1

Page 1


İÇİNDEKİLER Editörden..................................................3 Havadis.....................................................4 Ah çocuk- Sırdem Kemiksiz.........................7 Bronte Kardeşler – Beyza Arı.......................9 Kuldan Sultana- s.k...................................12 Saat- Ayşe Bengisu Akdağ...........................14 Bir garip Orhan Veli..................................17 Orhan Veli’den şiirler................................19 Orhan Veli’nin Mektubu............................20 Nermin Bezmen Söyleşisi..........................21 Tasavvuf Oldur ki – Hatice Türk..................28 Şiirler........................................................30 Bir Remilci Dükkanında Bâki KalanSırdem Kemiksiz......................................33 Uğursuzluk- Memduh Şevket Esendal...........38 Arka Kapak- Merve Başol.............................42 Edebiyat tarihinde Nisan............................44 Gençlere Sorduk- Kübra Tarakçı..................47 Tiyatro Dolu Günler - Sultan Demirtaş.........50 Vizyondakiler- Afra Nur Akkayalı.................52

2


EDİTÖRDEN

Uludağ Üniversitesi’nde bir grup Türk dili ve edebiyatı bölümü öğrencisi soğuk bir Şubat gününde kendi aralarında sohbet ederlerken birden şaka vâri bir teklif duyuldu “Haydi dergi kuralım! ” Her şakada bir gerçek vardır misali aynı gün adı, logosu, sitesi oluşturulan dergimiz uzun, yoğun bir çalışma döneminin sonunda işte bugün ilk sayısıyla okuyucuların beğenisine sunuluyor. Tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak herkesin taşın altına eline koyduğu bir çalışmayla Uludağlı edebiyatçıların sesi olan “İncir Çekirdeği”nin ilk sayısını heyecan, sevinç, coşku ve tabii ki biraz da tedirginlikle sizlere sunuyoruz. Her ay internet üzerinden ücretsiz yayımlanacak olan “İncir Çekirdeği” dil, edebiyat, kültür ve sanatı edebiyat öğrencilerinin gözünden sizlere yansıtacak. Gelelim ilk sayımızda sizleri nelerin beklediğine... 100. Doğum yıl

dönümünde Orhan Veli’nin şiirlerine, mektuplarına yer verdik. Kısa ama dolu hayatını sizlere anlatmaya çalıştık. İngiliz edebiyatının unutulmaz isimlerinden Charlotte Brontë’yi ölüm yıl dönümünde “Bronte Kardeşler”i, yaşamlarını, yaşadıklarını, yapıtlarıyla Beyza Arı sizler için yazdı. Şairler Sultanı Bâki’yi yine ölüm yıl dönümü münasebetiyle Sırdem Kemiksiz kaleme aldı. Fuzuli’nin beytinden manaya dökülenler sizleri beklerken Hatice Türk de “Tasavvuf neyi aramaktır?” sorusundan bir yolculuğa çıkarıyor. Elinde mikrofonuyla Kübra Tarakçı beklenmedik sorular yönelttiği gençlerin cevaplarını sunuyor. Bunların yanında okurken ruhlarınıza dokunmayı bekleyen şiirlerimiz, hikayelerimiz, sizler için ele aldığımız kitapların tanıtımları, filmler, kültür edebiyat dünyasından haberler, Bursa’daki son festivaller dergimizde yer alıyor. Söyleşi köşemizde ise sizleri Kurt Seyit ve Şura’nın yazarı Nermin Bezmen’le yaptığımız keyifli söyleşi bekliyor. Yoğun bir çalışmanın sonunda sizlere elimizden geldiğince dolu bir sayı sunmaya çalıştık. Uludağlı edebiyatçılar olarak dilimize, edebiyatımıza, kültürümüze incir çekirdeği kadar bir faydamız olursa ne mutlu bizlere...

Ayşe Bengisu Akdağ Genel Yayın Yönetmeni


HA VÂ DİS Kütüphane Haftası (31 Mart–6 Nisan) kutlanıyor!

Bu yıl 31 Mart – 6 Nisan 2014 tarihleri arasında kutlanacak olan Kütüphane Haftası, yarım asırlık bir geleneğin yansıması olarak özel bir anlam taşıyor. Bu yönü ile ülkemizde

kesintisiz olarak kutlanan en uzun soluklu etkinliklerden biri olma özelliği ile dikkat çekiyor bu hafta. Türkiye’de bir çok kentte çeşitli etkinliklerle kutlanacak olan hafta Türk Kütüphaneciler Derneği Bursa Şubesi'nin desteğiyle bir dizi etkinliklerle Bursa'da da kutlanacak . 50. Kütüphane Haftası Açılış Töreni 01 Nisan 2014 Salı günü saat 14:00'de Tayyare Kültür Merkezi'nde yapılacak. Etkinlik içeriklerinin detaylarını öğrenmek için dileyenler bu siteye göz atabilir: www.bursakulturturiz m.gov.tr

Bursa Kitap Fuarı’nı 293 bin kişi ziyaret etti Tüyap Bursa Fuarcılık tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği, KOSGEB Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve

Destekleme İdaresi Başkanlığı, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası ve Bursa Büyükşehir Belediyesi, Burs İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Uludağ Üniversitesi iş birliğiyle düzenlediği 12. Bursa Kitap ve Eğitim Fuarı sona erdi. Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’ndeki fuarı 293 bin kişi ziyareti etti.

Bursa'da 'Kitap Baharı'nı estiren fuara, 280 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katıldı. Fuarın ziyarete açık olduğu 9 gün süresince söyleşi, panel, şiir dinletisi, okuma saatleri ve çocuk etkinlikleri gibi 80 kültür etkinliği ve imza günlerinde 500 yazar okurlarıyla buluştu.


Öz Edebiyat Ödülü Küçük İskender'in oldu

teslim edilecek. Erdal Öz Edebiyat Ödülü bugüne dek, Gülten Akın, Nurdan Gürbilek, İhsan Oktay Anar, Şavkar Altınel, Murathan Mungan ve Cemil Kavukçu’ya verilmişti

Can Yayınları'nın kurucusu Erdal Öz'ün anısını yaşatmak için ailesi

Prof.Dr. İLHAN GENÇ EDEBİYAT AKŞAMLARI’NIN KONUĞU OLDU

tarafından her yıl

günümüz edebiyatı arasında kurduğu ilişkileri kitaplık çapta eserlerle pekiştiren bir isim. Klasik edebiyatın mahiyeti, kaynakları, etkileri, ölümsüz eserleri gibi hususların yanı sıra klasik edebiyat öğretimi ve sorunları, bu edebiyatın günümüzdeki karşılığı, yeniden yaşayabilirliği gibi hususlar Edebiyat Akşamları’nda konuşulan Başlıca konulardı.

düzenlenen Erdal Öz

Tanpınar’ın “garip” şiir karalamaları ilk kez Kitap-lık’ta

Edebiyat Ödülü, Küçük İskender'in oldu. Enis Batur, Feride Çiçekoğlu, Turgay Fişekçi, Kaya Genç, Handan İnci, Asuman Kafaoğlu Büke ve Can Yayınları adına Sırma Köksal'dan oluşan Seçici Kurul, bu yıl yedincisi düzenlenen ödülün, Türk şiirine getirdiği özgün soluk ve şiir dilini geliştirmesinin yanında 30 yıl boyunca duruşundaki tutarlılık nedeniyle, Küçükİskender 'e layık gördüğünü açıkladı. Ödül, 2 Nisan 2014 Çarşamba günü Pera Palas'ta düzenlenecek törenle Küçük İskender'e

5

Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa (Mahkeme Hamamı) Kültür Merkezi’nde düzenlediği Edebiyat Akşamları programında bu ayın konuğu bir klasik edebiyat profesörü: Halen Düzce Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi dekanlığı yapan İlhan GENÇ oldu. Prof. Dr. İlhan GENÇ, Klasik Türk Edebiyatı (Divan Edebiyatı) alanında yaptığı çalışmalarla bilinen, dahası klasik edebiyat ile

Yapı Kredi Yayınları’nın iki aylık edebiyat dergisi Kitap-lık’ın Mart-Nisan sayısında Orhan Veli arşivinde bulunan Tanpınar şiirleri ilk kez gün ışığına çıkıyor. Orhan Veli arşivindeki Mîna Urgan mektubunun arka sayfasında, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Garip şiirini taklit ettiği sekiz kısa şiir eskizi bulundu. Yücel Demirel’in çeviri yazısıyla latin harflerine aktarılan şiirlerde Tanpınar’ın İkinci Dünya Savaşı ortamında güncel olaylara ve hayata bakışı, Ali Nihad Tarlan ile


ilişkisi ve esprili kişiliği görülüyor.

Ferhangi Şeyler

politikalarını eleştiriyor, kimi zaman gazete sayfalarından akıp giden çeşitli haberleri kendi yorumuyla bir kez daha sunuyor. 1987 yılında ilk kez sahnelenen oyun, o günden bu güne Türkiye dışında Londra, Washington, New York, Münich, Hamburg, Amsterdam ve Zurih başta olmak üzere değişik kentleri dolaştı.

Ferhan Şensoy'un 7 Mart 1987'den beri aralıksız oynadığı tek kişilik gösterisi Ferhangi Şeyler, 14 Nisan'da Bursa Tayyare Kültür Merkezi'nde... Gündelik herhangi olayların Ferhanca bir mizah penceresinden değerlendirilmesi... Ferhan Şensoy yirminci yılını geride bırakan Ferhangi Şeyler de kimi zaman siyasileri ve

6

Nazım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi açıldı . Sergi, Nazım Hikmet’in 1951-1963 yılları arasındaki fotoğraflarını kapsıyor.

25 Nisan’a kadar Kadıköy Belediyesi CKM Sanat Galerisi’nde sergilenecek olan Nazım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi, Nazım Hikmet’in ‘rüyalarımın memleketi’ diye adlandırdığı Moskova’ya üçüncü gidişinden sonraki 19511963 yılları arasındaki fotoğraflarını kapsıyor.

Nazım Hikmet’in yurt dışı ağırlıklı bazıları imzalı fotoğraflarıyla birlikte, 1928 tarihli ilk kitabı ile 1932 yılında SSCB’de ilk basılan kitabı dahil olmak üzere Türkiye dışında basılan bazı kitapları, plakları, ses bantları, bazı gazete küpürleri ve M. Melih Güneş’in hazırladığı 'Bir Yitik Miras Nazım Hikmet' başlıklı bir video çalışması da bu sergide bulunuyor.


AH ÇOCUK

Bir çocuk doğdu. Şehrine karanlık basmış, şimşekler çakmaktaydı. Ardında silah sesleri… Ağlıyordu çocuk. Ağlarken kızarıyor, morarıyor, sesi titriyor, kısılıyordu. Kimse ama hiç kimse duymadı onu. Sadece bombaların hatırladığı bir şehrin gecesine doğmuş kadersiz bir bebekti o. Bir çocuk daha doğdu ardından. Minik elleri

7

annesinin avuçları arasındaydı. Birlikte göğe baktılar. Ayı görüyorlardı.Yeri yokladı kadın;soğuk ve sertti.Yağmur hiç acımadan yağıyordu üzerlerine.Kadın çaresizdi,kimsesizdi. “Bu çocuğa nasıl bakarım? ” dedi içinden. Elbisesinin eteğini çocuğun üstüne çekiyordu kadın yetmeyeceğini bile bile. Yağmur hızlandı. Bir çocuk doğdu sıcak ülkelerin birinde. Sıcak ama unutulmuş bir şehirde. Zavallı annesi açtı. Burada yaşayan tüm insanlar, kadınlar, çocuklar gibi daima açtı. Tok insanların aç insanların topraklarına olan hırsından dolayı hep


aç kalacaktı. Bu çocuk burada ne kadar yaşayacaktı? Bir çocuk doğdu demir parmaklıkların ardından. Annesi ise telaşlı. Kendisi gibi mahkum muydu bu zavallıcık da güneşi görmeden yaşamaya. Oysa ki bebeğini karnında ilk hissettiği an böyle olacağını tahmin bile etmemişti. O, mavi gökyüzünün yeşille buluştuğu bir dünyada durmaksızın koşacak, koşacaktı elinde kuyruklu bir uçurtmayla. Bir çocuk doğdu dünyanın tüm zenginliklerinin ortasında. Sıcak ama bir o kadar tenha, rahat ama bir o kadar da sevgisizdi

parçası olduğu hayat. Minicik ellerinde bir var bin yoktu. Sevilmeden nasıl büyürdü? Çocuklar... Ellerinden yaşamları çalınmış, yaşatılmamış, korunmamış, o güzel yüzleri bir kerecik öpülmemiş çocuklar el eleler şimdi. Bir ilkbahar rüzgârının savurduğu yeşil bir yaprağa bindiler. Yaprak göklere savurdu onları ve hepsi bir ağacın birer dalına oturdular güneşi arkalarında bırakarak. Bir şarkı tutturdular ilkbahar kuşları misali. Hepsi mutlu, hepsi tok, hepsi sıcak, oturdukları yerden kirli dünyanın hırslı yetişkinlerini izliyor şimdi.

Sırdem Kemiksiz

8


BRONTE KARDEŞLER İngiliz edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına isimlerini başarılı ve ilginç bir şekilde yazdıran üç yazar... Yazdıkları eserlerin yanı sıra acıklı hayat hikâyeleriyle dikkatleri üzerlerine toplayan üç güçlü kadın... Hayatlarında verdikleri kararlarla cesaret timsali üç genç kız... Kişilikleri açısından birbirlerinden çok farklı üç kardeş... Açık yürekli ve nazlı Anne Bronte, sakin görünüşüne karşın oldukça duygusal ve güçlü Charlotte Bronte, suskun, içine kapanık ve en yeteneklileri sayılan Emily Bronte.

Bronte kardeşlerin yaşamı da en az bir roman kadar ilginçti. Anneleri altıncı çocuğu Anne'in doğumundan kısa bir süre sonra ölmüştü. Beş kız ve bir erkek çocuğuna bakma görevi teyzeleri Elizabeth Branwell'e düşmüştü. Beş kız kardeşten diğer ikisi Maria ve Elizabeth gittikleri yatılı okuldaki sağlıksız koşullar yüzünden aynı yıl tüberküloza kurban gitmişti. Bronte ailesi için

9


bu ikinci bir yıkım, ikinci bir acı olmuştu. Özellikle de babaları Patrick Bronte için.

Karısının ölümünden sonra iki büyük kızını da kaybeden Patrick Bronte, çalışma odasından çıkmıyor, çoğu zaman yemeğini tek başına yiyordu. Günlerini kitap okumakla ve kırlarda dolaşmakla geçiren diğer üç kızıyla ilgilenmiyordu bile. İleride Bronte Kardeşler olarak anılacak olan üç kız, erkek kardeşleri Bronwell'le birlikte uydurdukları gerçekdışı öyküleri ufacık kâğıtlara yazıyor, bu kağıtları kitaba benzemesi için dikerek birleştiriyorlardı. O sırada 15 yaşında olan Charlotte Bronte bu şekilde tam on beş "roman" yazmıştı. Neredeyse bütün günlerini babalarının kütüphanesinde, kitaplar arasında geçiriyor ve bundan büyük zevk duyuyorlardı. Hepsinin hayalinde ise ileride başarılı bir yazar olmak vardı. Fakat erkek kardeşleri Bronwell, tüm yeteneklerine karşın başarılı olamamış, uyuşturucu ve alkol bağımlısı biri haline gelmişti. Kardeşlerinin bu durumu ve

10

ailenin gittikçe büyüyen maddi sıkıntısı Bronte kardeşleri dönemin toplumsal yargılarına ters düşecek bir karar almaya itmişti. Üç kız kardeş evden ayrılarak kendi geçimlerini sağlamak için çocuk bakıcılığı yapmaya başladı. Fakat kızlar gün geçtikçe birbirlerini özlüyor ve bir türlü mutlu olamıyorlardı. Daha sonra küçük bir okul açmaya karar veren Bronte kardeşler, ataerkil bir toplumda kadının da neler yapabileceğini adeta ispatlıyorlardı. Haworth'daki küçük bir rahip evinde açtıkları bu okula hem ıssız bir yerde olması hem de alkol ve uyuşturucu kullanan kardeşleri Bronwell'in kötü ünü yüzünden kimse gelmedi. Bir gün Charlotte tesadüfen Emily'nin eskiden yazmış olduğu şiirlerini buldu. Emily'nin yanına giderek bulduğu şiirleri gösteren Charlotte, kendisinin de şiir yazdığını söyledikten sonra Anne'nin de şiir yazdığı ortaya


çıkınca üç kız kardeş hayatlarındaki en ilginç kararı verdiler: Bir şiir kitabı çıkarmak. Bir yıl sonra üç kız, Currer, Ellis ve Acton Bell takma adlarıyla ortak bir şiir kitabı yayımladı. İlk harfleri gerçek adlarının baş harflerinden oluşan bu uydurma adları kullanmalarının nedeni, gizemli bir hava yaratmak isteğinin yanı sıra kadın oldukları anlaşılırsa kitabın önemsenmeyeceğinden korkmalarıydı. Yayımladıkları bu kitap sadece iki adet satarak büyük bir hayal kırıklığı bıraktı geride. Fakat mücadeleci ruhlu üç kardeş bu başarısızlığı bir kenara iterek bu kez de roman yazmaya karar verdiler. Bu karar sayesinde Bronte kardeşlerin yaşamlarında yeni bir sayfa açılmıştı. Charlotte'un "Jane Eyre"i, Emily'nin "Uğultulu Tepeler”i (Rüzgarlı Bayır) , Anne'in ise "Agnes Grey"i kız kardeşlerin edebiyat dünyasında başarıyla anılmalarını sağladı. Bronte ailesinin güzel günleri çok sürmedi ve erkek

11

kardeşleri Bronwell'in ölüm haberi kardeşlere yeni bir acı daha yaşattı. Acıların ardı arkası kesilmiyordu. Bronwell'in cenaze töreninde üşüterek hastalanan Emily, kendi kendine iyileşmeye çalıştıysa da durumu giderek kötüleşti ve kardeşinden sadece iki ay sonra yaşamını yitirdi. Kardeşler adeta sözleşmişcesine gidiyorlardı. Bir yıl sonra da veremden hayatını kaybeden Anne, Charlotte'u yapayalnız bıraktı. Çok da uzun olmayan yaşamlarına birçok acı sığdıran Bronte kardeşler, İngiliz edebiyatının 1840'lı yıllarına damgasını vuran romanlar kaleme almışlardır. Günümüze kadar adlarını ve eserlerini duyurmayı başaran kardeşler eserlerinin ne denli başarılı birer yapıt olduklarını adeta kanıtlamışlardır. Bronte ailesinin bu üç kızı kısacık yaşamlarıyla gönüllerimizde sonsuza kadar yaşayacaklardır.

Beyza Arı


Kuldan Sultan’a

Ey sevgili! Çölde attığım her adımda güneş yoldaş olmuştu bana. Sen yoktun, ben ise bir bedevi... Ancak güneş, bedevilerin en son tercih edeceği arkadaştı. Ben gölgemi arıyordum, zira çöldeki en büyük zenginlik gölgeydi. Ah sevgili yoktun, yoksun... Çölde gölgeyi arayan bir bedevi misali arıyorum seni. Mumu arayan pervane gibi, Mecnun'u arayan Leylâ gibi arıyorum. Bulamıyorum, bulsam varamıyorum.

12


Bir serap misali bir varsın bir yoksun. Gölgeni bulmak, gölgende kendimi bulmak, seni hissetmek istiyorum. Ancak yaklaştıkça kaybediyorum gölgeni, seni ve kendimi. Sonra çölde bir hurma gölgesi buluyorum fakat bu tende seni bulamıyorum. Ey mum! Gel artık, bu pervaneyi sensiz koyma. Leylâ' yı istemeyen Mecnun gibi beni çölde susuz, gölgesiz bırakma. Leylâ ki çölde aradı buldu Mecnun'unu. Lakin tanımadı Mecnun Leylâ'sını, tanıyamadı, tanıtılmak istemedi, belki de tanıtılmadı. Ah vefasız sevgili! Beni Mecnun gibi çöllerde cünun ettin ama Leylâ'nın da dediği gibi Mecnun, aşkını bütün vahşi hayvanlara anlattı. Benimse derdim büyüdü, dağları aştı.Bir vav misali beni boynu bükük yaptı.Razıyım sevgili, razıyım. "Bende Mecnun'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var Âşık-ı sâdık menem Mecnun'un ancak adı var" Fuzuli

S.K

13


SAAT

Ayşe Bengisu Akdağ

Sâcide Teyze yine saat sekize doğru gelirken uyandı. Yavaşça doğruldu yatağında. Özenle ördüğü yün patiklerini giydi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra boruları eğrilmeye başlamış sobasının üstüne demliğini koydu. Kalan son odunu da içine attı. Alevin bir parlayıp bir gölgelenen ışıkları yılların yüzündeki izlerini daha bir görünür kılıyordu. Tek kişilik mütevazı sofrasını kurdu. Köyden gelen peyniri, ekmeği, kendi hazırladığı reçeliyle kahvaltısını yaptı. Dişlerini takmayı unutmuştu yine. Üşendi gidip almaya. Zorlanarak da olsa bitirdi kahvaltısını. Tam çayını yudumluyordu ki boyaları dökülmüş duvarında, kocasının siyah beyaz fotoğrafının hafif kaymış olduğunu fark etti. Çerçeveyi düzeltmek üzere hemen yerinden kalkıp kamburlaşmış sırtına rağmen uzandı. Geriden de bakıp yeni konumundan memnun olunca tekrar masasına döndü. Bıraktı bardağını. Yine hâkim olamamıştı... Bulutlanmıştı gök rengi gözleri. Tekrar fotoğrafa baktı uzun uzun. Gözlüğünü çıkarıp her daim elinde bulunan bir mendille gözyaşlarını silmeye çalıştı. Ardından gözlüğünü temizledi. Ovuşturmaya devam ederken camları ışığa tutarak kısık gözlerle baktı. Derin bir iç çekti. Sonra hatrına Gurbetteki oğlu, yıllar önce yuvadan uçan kızları, doya doya sevemediği göremediği torunları geldi. Çayını tekrar eline aldı, kaşığının ince belli bardakta çıkardığı şıngırtı eski küçük evin duvarlarında yankılandı.

Abdestini alıp ahşap pervazlı pencerenin yanına oturdu. Ezanı beklerken başı eğik, gözleri yarı açık, hafif kıpırdayan dudaklarla tane tane tespihini çekmeye başladı. O sırada

14


sokaktan geçen komşusu onu görünce selam verdi, pazara kadar indiğini bir ihtiyacı varsa alıp gelebileceğini söyledi. “Allah razı olsun yavrum, yok bir ihtiyacım şükür” dedi Sâcide Teyze. Parmağıyla tuttuğu yerden devam etti tespihine.

fotoğraf: aybige akdağ

Güneşin yavaşça çekilip ikindi rüzgârlarının yaprakları sürüklediği vakit siyah esvaplarını giyip tülbentini örterek evden çıktı. Demir tokmaklı tahta kapısını sıkıca kapattığından emin olup yılların ağırlığından, anılarının yorgunluğundan ikiye bükülmüş beliyle Arnavut kaldırımlı sokakta yürümeye başladı. Köşe başında kendini bekleyen kedilere evden getirdiği bayatlamış ekmekleri, artan yemekleri verdi. Bir müddet onlarla konuştuktan sonra yoluna devam etti. Hemen yanında I. Murad zamanından kalma Camii’nin avlusundaki eski mezarlığa Fâtiha okudu. Sonunda aynı sokak üstündeki diğer ahşap pervazlı, duvarlarını sarmaşıkların sardığı eski tahta evin önüne vardı. Biraz soluklandıktan sonra yavaşça kapıyı çaldı. Kendinden daha genççe bir teyze sokağa

15


bakan pencerenin tülünü hafifçe aralayıp kim olduğuna baktı. “Aa Sâcide Abla sen miydin? Geldim geldim” dedi ardından perdeyi çekerek. Birkaç saniye sonra evin yirmili yaşlardaki genç kızı kapıda belirdi. Yaşlı teyzenin üstündekileri alıp merdivenleri çıkmasına yardım etti. Sâcide Teyze o sırada ocakta pişen yemeğin kokusunun bütün eve yayıldığını fark etti. Kendi evinde yıllardır böyle bir koku duyulmuyordu. Bir tabaklık yemeğin kokusu ne kadar yayılabilirdi ki evde? Bir tas çorba ne kadar ısıtabilirdi yüreğini?

İki teyze Bursa’nın asırlık semtlerinden olan Tophane’nin bu mütevazi tahta evinde, Uludağ’ın eteklerine bakan penceresinin önünde uzun uzun sohbet etti. Komşu kadın çay kaşığını özenle tabağına bırakırken “ Ee çocuklar ne ediyo Sacide Abla?” dedi. “Çok şükür iyiler” dedi yaşlı kadın. Yarı açık görünen gözlerini yere indirdi. “İyilerdir... Herhalde...” diye fısıldadı içinden. Komşu kadın mahallede son zamanlarda ne oldu ne bitti kim geldi kim gitti hepsinin malumatını verdi. Kırmamak için komşusunun sözünü kesmeyen Sâcide Teyze, onun “ Yaa işte böyle...” diye başlayan sonuca bağlama cümlesini duyunca rahatladı. Kadıncağız durumu anlayıp her ne kadar “hemen gitcenni Sâcide Ablaa?” dese de artık müsaade istedi. Evin tahta merdivenlerinin pervazlarına tutunarak her basamakta soluklanarak indikten sonra “hayde selamedinen” diyip evinin yolunu tuttu. Osmangazi’nin türbesinden yükselen ağaçların gölgesinin düştüğü sokakta ağır ağır yürümeye başladı. Köşe başındaki kediler çoktan yemeklerini bitirmiş, üzerlerine akşam güneşinin son kızıllığı vururken ağaçların altında temizleniyorlardı. Câmiye doğru giden birkaç genç selam verdi Sâcide Teyze’ye. Halini hatrını sordu. Top oynayan çocuklar o geçerken usluca beklediler. Sonunda yaşlı kadın evine vardı. İki adımlık yol nefes nefese kalmasına yetmişti. Yorgunluğunu atmak için bir müddet tek kişilik kanepesinde oturdu. Sokaktaki seslere verdi kendini evdeki sessizliği duymamak için. Ezan okununca kalkıp namazını kıldı. Her gün yatmadan yaptığı gibi yine uzun uzun duvardaki fotoğrafa baktı. Sabah namazına kurmak için başucundaki saatini eline aldığında yıllar sonra ilk defa durduğunu gördü. Hafif bir tebessümle kocasının fotoğrafına baktı. Usulca yerine koydu saati. Tahta kapakları tam kapanamayan gardırobundan naftalin kokusu sinmiş battaniyesini üstüne aldı, uykuya daldı...

16


BİR GARİP ORHAN VELİ “İstanbul'da Boğaziçi'nde Bir garip Orhan Veli'yim Veli'nin oğluyum Tarifsiz kederler içindeyim...” Yıl 1914... İleride Cumhuriyet döneminin en büyük şairlerinden biri olacak olan Orhan Veli Nisan’ın 13ünde Beykoz'a bağlı Yalıköyü'nde bulunan İshak Ağa Yokuşu'ndaki Çayır Sokağında 9 numaralı konakta dünyaya geldi.

17


Edebiyata merakı ilkokul yıllarında başlayan Orhan Veli’nin bu dönemde “Çocuk Dünyası” isimli dergide bir hikâyesi basıldı. Ortaokulun yedinci sınıfındayken Oktay Rifat Horozcu ile tanıştı. Birkaç yıl sonra ise bir müsamere sırasında halk evinde Melih Cevdet Anday ile arkadaş oldu. Lisenin ilk yılında edebiyat öğretmeni ise Ahmet Hamdi Tanpınar'dı. Aradan yıllar geçmişti... Okuyanların “Bu nedir yahu?” tepkisi verdiği şiirleri Varlık Dergisi’ nde yayınlanmaya başladı. Dergide Orhan Veli ve arkadaşları edebiyat dünyasına şöyle tanıtılmıştı: “Varlık' ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayılarımızda onun ve arkadaşları Oktay Rifat, Melih Cevdet ve Mehmet Ali Sel'in şiirimize getirdikleri yeni havayı daha iyi belirtecektir.” Tarihler 1941 yılının Mayıs ayını gösterirken raflarda “Garip” adında bir kitapçık görülmeye başlanmıştı. Bu kitapta şairin yirmi dört şiirinin yanı sıra Melih Cevdet'in on altı, Oktay Rifat'ın ise yirmi bir şiiri yer aldı. Kitap sonradan Birinci Yeni olarak da anılacak Garip akımının başlangıcı oldu. Orhan Veli’nin mısralarında her şey, herkes mesela bir elinde cımbız bir elinde aynayla” dünyayı umursamayan genç bir kız, sakalları göğsünde Sicilyalı bir balıkçı, her daim “efkarlanan” bir delikanlı kendilerine yer bulabiliyordu. Nazım Hikmet'in hapisten serbest bırakılması için arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday ile üç gün açlık grevinde bulunan şair, dönemin düşünce yaşamında da edebiyat alanında olduğu gibi büyük etkiler uyandırmıştır. 14 Kasım 1950 günü henüz 36 yaşında, en verimli çağında ölen Orhan Veli kendi hayatını da mısralara şöyle dökmüştü... “1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13'te Oktay Rıfat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim"

18


ORHAN VELİ ’den

Nisan İmkansız şey Şiir yazmak

GÜZEL HAVALAR

Kızılcık

Beni bu güzel havalar mahvetti,

İlk yemişini bu sene verdi,

Böyle havada istifa ettim

Kızılcık, Üç tane;

Evkaftaki memuriyetimden.

Bir daha seneye beş tane verir;

Tütüne böyle havada alıştım,

Ömür çok,

Böyle havada aşık oldum;

Bekleriz;

Eve ekmekle tuz götürmeyi

Aşıksan eğer; Ve yazmamak, Aylardan Nisansa.

Ne çıkar?

13.04.1914 Doğumunun 100. Yılında Orhan Veli

19

Böyle havalarda unuttum; Şiir yazma hastalığım Hep böyle havalarda nüksetti; Beni bu güzel havalar mahvetti.


ORHAN VELİ’DEN NECATİ CUMALI’YA MEKTUP “

Istanbul 1944 Sevgili biricik şairim, Mektuplarına cevap yazmışım, yazmamışım, geç kalmışım,

kalmamışım; hepsini geçelim. İstanbul’dan İzmir’e gittiğini duydum. Şimdi de herhalde oradasın. Adresin doğru mu, mektubum eline geçecek mi, bilmiyorum. Doğru ise uzunca bir mektupla beni haberdar et. Mektubun içinde şiir de bulunsun. Cevabını bir ay içinde gönderirsen şu adrese yaz: Mesarburnu Cad. 77

Sarıyer-Istanbul

Bir aydan sonra da şu adrese: Atatürk Bulvarı, Vardar Ap. 5 Yenişehir-Ankara Sen Istanbul’da iken ben Zonguldak’taydım. Onun için konuşamadık herhalde. Mektuplarımın eline geçeceğinden emin olursam uzun yazarım.Şimdilik muhabbetle,hasretle gözlerinden öperim..


NERMİN BEZMEN İLE SÖYLEŞİ 21


SÖYLEŞİ

yaşanır. Ta ki ortaya çıkan emeğin paylaşımına kadar. Sanata, yaşarken beni hür kıldığı, öldükten sonra da ölümsüz kılacağı için tutkuluyum.

“ Bezmen 1954 yılında Antalya'da dünyaya geldi. Maçka İlkokulu'nu bitirdi. Atatürk Kız Lisesi'nde okurken, son sınıfta AFS bursuyla Amerika'ya gitti. Dönüşte Sultanahmet Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu'na devam ederek 1974 yılında mezun oldu. Bezmen televizyon sunuculuğu, dergi yazarlığı ve halkla ilişkiler faaliyetleri yürüttü; gelenekli Türk sanatları ile ilgilendi. Kendi atölyesinde yetişkin ve çocuklara resim dersi verdi. Popüler edebiyat dalında rağbet gören kitaplar yazdı. ” Geçmişinize baktığımızda edebiyatçı kimliğinizin yanında minyatür, baskı, resim, tezhip gibi sanatlarla iç içe olduğunuzu görüyoruz. Sanata olan bu tutkunuzun kaynağı nedir? Okuma sevgim gibi sanatla olan duygusal yakınlığım da anne ve babamın bana çok küçük yaşlardan itibaren aşıladıkları bir tutku. Çok kuvvetli olan hayâl gücüm, duygusallığım ve yaşamı an ve an içime çekerek yaşamayı seçen karakterim beni sanatın salt izleyicisi olmanın ötesine taşıdı. Sanat – sanatçı ilişkisi üretim aşamasında aynen aşk gibi; bir diğerine hitap eden iki dünya arasında

22

Nermin Bezmen nasıl yazar? Bir hikaye ya da roman konusu zihninizde nasıl oluşur? Hangi aşamalardan geçer? Karakter seçimi, onun mekana yerleşimi nasıl bir düzene sahiptir? Aynen özel hayatımı yaşadığım gibi; yüreğimin sesiyle yazan bir yazarım. Bir mekân, bir karakter, bir öykü bana “Gel, beni yaz!” der. Bu, duyduğum an beni heyecanlandıran ve bir an önce kaleme sarılmak coşkusu veren bir sestir. İlk önce kahramanımın ve diğer


karakterlerin kimliklerini belirler ve onların psikolojilerini bir elbise gibi giydiririm. Yazacağım zaman diliminin tüm özellikleri; tarihi, coğrafyası, siyasi – politik – kültürel – görsel - sanatsal toplum yapısı, toplumun farklı katmanlarındaki ayrı özellikleri, varsa; folklorik, arkeolojik ve mitolojik öyküleri, şehir-mahalle düzenleri, önemli olayları, önemli kişilikleri gibi onlarca detayı içeren bulabildiğim her kitap, anı, fotoğraf, harita benim âdeta bir üniversite tezi hazırlar titizliğinde çalışma alanıma girer. Bu başlıklardan her biri için bir defter açar ve el yazısıyla not düşerken hafızama nakşederim. Bu çalışmayı yaparken ilk başta bir iki cümleyle belirlediğim akış şekil kazanır ve yazmaya otururum. Yazarken devrin veya kahramanımın müziği kulağımda, yine o devirden objeler, fotoğraflar çalışma masamın üzerindedir. Ruhen, anlattığım zamana ve mekâna âdeta ışınlanır ve anlattığım karakterlerle yaşamaya başlarım. İlk birkaç sayfadan sonra kahramanım kendi ihtiyaçları doğrultusunda beni yönlendirir ve yeni karakterler, yeni maceralar, yeni mekânlar seçeriz beraber. Sanki karakterler kulağıma kendi hayatlarını fısıldıyor rahatlında yazarım. Hiç “Şimdi ne yazayım? Nasıl anlatayım?” dediğim olmadı bugüne dek. Daha önceden bana anlatılmış duygusuyla yazıyorum romanlarımı.

“Ruhen, anlattığım zamana ve mekâna âdeta ışınlanır ve anlattığım karakterlerle yaşamaya başlarım”

23

Türk edebiyatına ilişkin değerlendirmelerde Türk şiiri ve hikayesinin güçlü temsilcilerinin bulunduğu ancak Türk romanının henüz emekleme aşamasında olduğu belirtiliyor zaman zaman. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Türk romanı nasıl, şu an ne durumda? Yüzyıllar boyunca,hem Divan Edebiyatının hem Halk Edebiyatının beslediği şiir dünyamıza kıyasla roman çok yeni bir edebiyat alanı. Bu geç kalmışlığın getirdiği bir süreç söz konusu. Diğer taraftan sözsel anlatımın daha ziyade benimsendiği bir toplumuz. Okur-yazar oranı arttıkça, yazıyla ifade ve okuyarak paylaşma alışkanlığı edinildikçe roman kendi yerini bulmakta. Roman kültürü uzun yazmaktan sıkılmayan yazarlar ve uzun okumaktan sıkılmayan okurlar ister. Ben, bu kısır döngüde emekleyip ayağa kalkan romanımız için umutluyum.


“Hüznü çok ağır yaşadım. Çok sancılı, çok gözyaşılı bir çalışma dönemiydi” Kurt Seyit’e gelirsek... Bu bir seri aslında Kurt Seyit ve Şura , Kurt Seyit ve Murka, Mengene Göçmenleri olarak. Sizi daha bu serinin en başında Kurt Seyit’i yazmaya iten neydi? Kendi dedenizi yazacak olmanın zorlukları nelerdi ve o bazı acı hatıraları yeniden yaşamak zor olmadı mı? Kurt Seyit dedem benim çocukluğumun masal kahramanıydı. Sınırları değişmiş coğrafyaların birinden, masal olmuş zamanlardan gelen beyaz atlı, yakışıklı prensti benim için. Onunla hiç karşılaşmadım. Ben doğmadan çok önce sonsuza yolculuğuna çıkmıştı. Dedemi, yazarken, onu anlamaya çalışarak, sorgulayarak yazdığım ve hayatının tamamına yaklaşabilen tek kişi olduğumdan, sanırım, onu yaşarken tanıyan herkesten daha iyi tanıyorum. Yazarın kendi öz ailesini tüm gerçeklere sahip çıkarak, abartmadan, sansürlemeden, tüm sahiciliği ile anlatması kolay değil elbette. Ama en başından bir ‘masal’mı, yoksa ‘gerçek’mi yazacağım konusunda karar vermek zorundaydım ve ben seçimimi ailemin geçmişini tüm halleriyle gerçek anlatmaktan yana yaptım. Böyle olunca sadece başarıları, keyifleri, muhteşem aşkları değil, aynı zamanda insanî olan her zaafı, acıyı, aldatmaları, aldanmışlıkları, kıskançlıkları, dibe vurmuşlukları, çöküntüleri de hiç çekinmeden, tarafsız bir gözle yazmak gerekiyor. Ama hayatı bir bütün yapan da bunların hepsinin bir arada yaşanması. Yoksa; “Bir varmış, bir yokmuş” dan ibaret kalırdı. Tabii böylesine dürüst yazmak arzusu, aynen dediğiniz gibi; yaşanmış acıları, hüzünleri bana tekrar tekrar yaşattı. Anlattığım; 1877 Çarlık Rusya’sında başlayan ve 1944’de İstanbul’da sonlanan nehir romanlar silsilesi; parçalanan, dağılan, sonlanan Rus ve Osmanlı İmparatorluğu’nu, 1. Dünya Harbi’ni, Bolşevik İhtilâlını, işgal altındaki İstanbul’u, Kurtuluş Savaşı dönemini ve ardından Cumhuriyet yıllarını


ve bütün bu zamanların içinde ‘insan’ olgusunu içerdiği için zaten genlerimde olan hüznü çok ağır yaşadım. Çok sancılı, çok gözyaşlı bir çalışma dönemiydi. Diğer taraftan, kahramanlarımın doğumlarından itibaren yanlarında bulunduğumdan onlar benim aynı zamanda bebeklerim oldular. Sırlarını paylaştığım için arkadaşlarım oldular ve hayatlarını tekrar sonlandırmak benim için çok ağır, çok acılı bir deneyimdi. Anlatmam zor.

Yazarken olmazsa olmazınız, ilham veren bir mekanınız, müziğiniz, veya nesneniz var mıdır? Olmazsa olmazlarım, hayâl gücüm ve yazacağım kahramanlara duyduğum sevgi. Mekân; arşivim elimin altında olduğundan evimdeki çalışma masam ama bu benim her yerde yazabiliyor olmamı engellemez. Bilgisayarımın olmadı yerde minik not defterlerim sürekli yazdığım sırdaşlarım. Dinlediğim müzik; anlattığım devrin veya kahramanımın sevdiğine inandığım müziktir. Genellikle her bölümün temasını coşturacak besteleri seçer ve bölüm bitene kadar sadece onu dinlerim ve bölümün nerede bittiğini, kitabın son noktasının nerede olduğunu da yine müzik bana söyler. Ayrıca bulabildiğim objeler, fotoğraflar hep elimin altındadır. Bunlara dokunmak beni karakterlerimin dünyasıyla yakınlaştırır, onların kişiliklerine bürünmemi sağlar. Hâsılı, yürek, zihin ve ruh halimle onların dünyasında dalarım.

Türkiye’deki okur kitlesi hakkında düşünceleriniz nelerdir? Sizce okurlar bilinçli mi okuyorlar? Genç okurlara bu anlamda önerileriniz nelerdir? Ülkemizde okuma alışkanlığı hâlâ daha emekleme sürecinde. Eğitim sistemimizin ezbere ve seçenek yönlendirmesine yönelik uygulaması maalesef, okumak, karşılaştırmak, kıyaslamak ve yorumlamak kabliyetine geçiş vermiyor. Uzun okumalardan sıkılan nesiller yetişiyor. Hayatın tamamı a’dan d’ye dört şıkkın ucunda bir yuvarlak halka çizerek yaşanılacak zannediliyor. Her şey çok hızlı yaşanıyor, çok hızlı seçimler yapılıyor ve tüketiliyor. Oysa sanatın ömrü insanınkinden uzundur ve anlaşılması için


zaman ayırmak gerekir. Edebiyat da böyle. Sabırla, sayfa sayısının, uzun cümlelerin altında kalmadan, eziklik hissetmeden okumaktan keyif almayı gerektirir. Benim bir yazar olarak şansım; on iki ile doksan yaş arasında, etnik, dini, kültürel ve sosyal köken itibariyle de toplumun her kesiminden okurla buluşuyor olmam. Sanırım hayatı, insanı, aşkı algılama ve yansıtma şeklim bu zengin okur yelpazesini Kızılderili rehberin başı çektiği beyaz adamlar günlerdir altın bulacakları topraklara doğru yürümekte ve bir an evvel madene ulaşmak için hırsla yol almaktadırlar. Bir gün, Kızılderili aniden durur, geriye doğru dönerek bağdaş kurup toprağa oturur. Beyaz adamlar şaşkın, “Ne yapıyorsun?” derler. Cevap şudur: “Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız arkada kaldı. Onları bekliyorum.”

“Hayatın tamamı a’dan d’ye dört şıkkın ucunda bir yuvarlak halka çizerek yaşanılacak zannediliyor.” Peki bizim gibi Türk diline ve Edebiyatına gönül veren öğrenciler için söylemek istedikleriniz nelerdir?

hediye etti bana. Ama genel anlamda okuma alışkanlığının eksikliğini, bir gün otobüste, vapurda, uçakta insanların yüzde doksanının elinde okuduğu bir kitap görürsem tedavi edilmiş bileceğim. Gençlere çok sevdiğim şu Kızılderili öyküsünü anlatmak isterim:

Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omuzlarınızda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun, diyeceğim. Yazmak gönül işidir. Bir sevgiliye duydukları tutkuya benzer bir sevgi duyuyorlarsa yazsınlar, yoksa gecikmeden başka bir sevecek arasınlar. Çok okumadan iyi yazılmaz. Sadece anlatacağını bilmekle de iyi yazılmaz. Merak, araştırma heyecanı, bulduğundan mutlu olana kadar sebat çok önemli. Araştırmalar sırasında bazen, okunanlar, yazarı anlatmak istediğinden çok başka yerlere de taşıyabilir. Burada ne kadarını kullanacaklarını, hangi bilgileri de süzgeçten geçirip sonra kullanmak üzere saklayacaklarına çok iyi karar vermeliler. Zira, bulguların kalabalığı veya şatafatı esas anlatılmak istenen özü gölgede bırakabilir. Kendilerine inansınlar ve inanmadıkları karakterleri veya öyküleri yazmasınlar. Karakterleri ete, cana, kana kavuştururken her birinin yerine koysunlar kendilerini. Kişisel dünyaya bakış açılarını, değer yargılarını unutsunlar. Yoksa, aynen kendisine benzeyen farklı isimlerde karakterler yaratmaktan öteye gidemezler. Her sanat dalında olduğu gibi yazım da diğer sanat kollarından azade kalamaz. İçinde yetiştikleri kültür, görgü ortamı ne olursa olsun bir yazar kendisini hep daha


yukarıya, daha komplekse doğru taşımalıdır ki; bu kompleks dünyadan en sade, en mükemmelini süzebilsin. Tiyatro, opera, bale, konser izlesinler, sergi, müze gezsinler, mümkünse yabancı yayınları takip etsinler. Arkeoloji, mitoloji, sosyoloji, psikoloji, felsefe, tarih, sanat tarihi her daim bir yazarı besleyecek zengin dünyaları anlatan dallar ve muhakkak okunmalı. Yerli ve yabancı klâsikler muhakkak kütüphanelerinde olmalı. Yaşamı hep izlenimci, detaycı bir gözle, başkalarının bakıp göremediğini görerek, işitip de dinlemediklerini duyarak, notlar alarak, hafızalarına nakşederek yaşamalarını öneririm. Bir de, aynen Kızılderili rehber gibi; arada bir hayatın bu kaotik ve akıl karıştırıcı,

27

ezbere telaşından sıyrılıp, sakinleşip kendi iç dünyalarını, iç seslerini dinlemeleri, bu sonsuz evrende minicik bedenleri ama çok büyük anlamları üstlenmiş ruhlarına kulak vermelerini öneririm. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın… Değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ayşe Bengisu AKDAĞ Sırdem KEMİKSİZ


TASAVVUF OLDUR Kİ "Bir ömür, şah damarından yakın bir sevgiliyi aramakla geçiyor. " Böyle söylüyor Hz. Mevlana. Tasavvuf, çölde Leyla'ya susamış Mecnun gibi yana yakıla sevgiliyi aramaktır. Her bulduğun sevgiyi tutup omzundan, çevirip kendine heyecanla dikmek gözünü ve "o değilmiş" diyerek hüsranla eğmek yüzünü. Ancak her aldanıştan sonra yeniden dirilmek, yeniden umut etmektir. Çünkü sevmek, âşık olmak devamlı iştiyak halini gerektirir. Âşık, cengâverdir; cenk ettiğini dahi sever. Cenk meydanına çıkmak isteyen bir genç Çorumlu Hacı Mustafa Efendi'ye gelir ve ona intisap etmek istediğini söyler. Çorumlu Hacı Mustafa Efendi sorar gence: – Oğlum, gençsin, sevdiğin bir kız var mı? –

Yok, efendim, haram.

– Peki, oğlum hiç bir çiçek, bir balık besledin mi? Dağlara, çayırlara çıkmayı sever misin? – 28

Malayani efendim.

– Oğlum sen daha gördüğünü sevemiyorsun, bizim kapıda duramazsın.

Öyle ki bu kapı, yokluk kapısıdır. Yokluğun içindeki varlığı, mutlak kuvvet ve kudreti keşfetme kapısıdır. Bu kapıda durabilmek için sevmek gerekir. Sadece sevmek. Neyi olduğu önemli değil. Ancak katışıksız sevgiye ulaşmak her babayiğidin harcı değildir. Bundan kastımız, her baktığın yerde onu görmek, her şeyi onun için ve onun istediği şekilde yapmaktır. Yediğin her pirinçte sevgilini görüyorsan seviyorsun. İçtiğin her suda o gülümsüyorsa sana, aynada bir gün sevdiğin adamın sakallarını kendi yüzünde görüyorsan, sevdiğin kadının


gözlerine dönüyorsa gözlerin ansızın, tüm malını çöpe at dediğinde atabiliyorsan, "Kes şu parmaklarını, hiç beğenmiyorum." dediğinde gözünü bile kırpmadan kesip atıveriyor ve bundan zevk alıyorsan seviyorsun. Menfaatsizsen, – bir bakış ummak bile karşılık ikenkarşılık beklemiyorsan, atsa da itse de kapısındaysan seviyorsun. Bunun dışında seyreden sevgiler, muhabbet aşamasını geçememiştir. Sufilerin "fenafillâh" dediği nokta ise sevmenin bir üstü olan aşk mertebesidir. Bir gün bir üstada dervişi gelir, " Efendim ben Ayşe'yi çok seviyorum." der. Üstad: "Oh ne iyi evladım, gir itikafa hemen, virdin Ayşe; sabaha kadar Ayşe'yi tesbih et." der. Derviş şaşırsa da üstadının dediğini yapar. Sabah olunca üstadı gelir ve ne olduğunu sorar. Derviş, " Ayşe geldi efendim. " der. Üstad tebessüm

Hatice Türk

29

eder ve dervişine vermek istediği mesajı dile getirir: "Yaa..." der. " Sabaha kadar Ayşe'yi zikrettin, Ayşe geldi. " Bir Hadis-i Kutsi ' de " Beni arayan bulur, bulan tanır, tanıyan sever, seven âşık olur, ben de ona âşık olurum. " buyrulur. Bu, yolcular için bir müjdedir. Arayanların elbet âşık olacaklarının, âşık olanlara da Rabb'in âşık olacağının müjdesidir. Hadis-i Kutsi devam eder: " Ben âşık oldum mu onun gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Benimle görür, benimle duyar, benimle yürür. " Âşıklar böylelikle eşyanın üzerindeki fena damgasını görür. "Kün " den bu yana her şey o ikram sahibidir. Sonra " Hiçbir şey yok iken o vardı." sırrına şerh düşerler: " Hala da öyle! " Velhasılıkelam sabaha kadar Ayşe'yi zikrederseniz Ayşe gelir. Sevenlerine duyurulur.


“ŞİİRLER”

Gönül tahtı, gönül ocağı, gönül sofrası,

Gayb'a Hicret

İkrâ ilk emir 'oku' okursan onu, bulursun

Şiirim aşım, kalemim, işim, bâkidir eşim.

yolu; Geçmişim karanlık, geçmişi bırakmışım. Vuslatım aydınlık, geçmişi kapatmışım. Geçmiş silinmiş, bitmiş, her şey

Sıla-i Rahim hicretin sonu. Nevbahar gelsin ve açsın çiçekler, Ötsün kuşlar, uçsun kelebekler.

unutulmuş

Evlada ilk öğüt olmalı oku ve sev;

Ve şair, yeni bir şiir için temiz bir defterle

Çünkü her şey sevmekten geçer.

Mis kokan sayfalara yelken açmış.

Sen gecemde yıldızsın yahut bir hilâl,

Bugün yeniden yazılacak yeni bentler,

Zülcelâl isterse buluşuruz yok olur

İşte o bentten ilk satırlar, dizeler,

izmihlâl.

mısralar...

Kalem yapar temizliği, açılır yolumuz,

Henüz tanışmadık seninle sevgili,

Vuslat biter, hasret biter kavuşuruz.

Bunun için sabır ve sebat gerekli.

Şimdilik sen gaybsın bilinmezdesin.

Karanlığı aydınlatan bir mâh-ı nev,

Belki ütopyam belki de ilham perimsin.

Sen ki gecenin ışığı ben ise Pertev.

Neyse işte, en sevdiğim meyvedir vişne

Şairlik hevesinde olan bir küheylan,

Ve şimdi tebessüm ile yüzüme gülümse.

Şiir payitahtında mücerrep bir Süleyman.

Yıllar sonra sen okurken bu satırları, Hatırlatır hatıralar anıları.

Serden geçip sırra vâkıf olan, Nur cemâl-i bâ kemâle ulaşan,

Süleyman Erkut


Papatya Soykırımı Şeyda Üzer yuttum dediğimde inanmıştın hayır. seni dilimin altına saklamıştım papatya şenliğinin soykırımına şahitliğimden Şeyda’nın cezasını bülbüle söyletiyorum Mecnun böyle hâlsiz bundan yürüdük hep, hep yürüdük sizinle tanışmadık hantal bir köprüyü gidip geldik bahar yedi türlü baharat kokuyor, kir/azlık su verdiğim saksıların vicdan sayısı kadar biriktirdiğim korna sesleri mevsimin kaydıraktan kayışına çarpıyor takvim yapraklarının ikindileriyle yaşıtım sevaba ihtiyacım var, günaha itinalıyım görkemli koparılma törenleriydi sırtlanmış demir yığınları gitmediğim şehirleri dolaşır babamın bıyıkları tıklım tıkış bir pazar yeri 31


Sema Keser İklimi Olmayan Diyar

Sessiz ve kararlıdır bir kuzgun misali.

Buralar yağmurun yetim bıraktığı tövbeli topraklar,

Gözleri buğday bakanların oradan dünya,

Güneşin kavurduğu kahverengi ovalar.

Hem çok büyüktür ulaşamazsın,

Sanki berduş, karanlık, uğultulu, kuşkulu,

Hem çok küçüktür yetemezsin.

Uzaktan bir ses, figan ediyor otlaklar.

Ne sen içindesindir bozkırın Ne de bozkır içindedir senin.

Ağaçlar bağrında taşır kararsız asumanı.

32

Zaten bahar bu topraklarda Mecnun hayali.

Buranın rüzgarı Nemrut gibi örterken damarları

Belki bir kardelen çiçeği yüreklerde umut.

Bir ceviz kabuğudur umut.

Altı kazınmış tencerede tüterken duman, acınası bir soğuk eşik

Dudaklarda sürgündür tütünün kızıllığı, mahmur

Anlatır nağmesiz bozkırın fısıldayan şarkısını

Aşpara’da bir duman, titrek bir turuncu, Ferhad’ımsı bir rüzgar


Kayında’da gece mağrur, bulutsuz, düşlerini ararken Burana’ya baksan anadan üryan alıngan bir çuha, Sanki dinliyor yalnızlığını yıldızların ardında Bir baykuş sesi duyulurken dağlarda.

DÜN BUGÜN YARIN Bir resim çizdim çocuktum, büyüdüm. Bir hayal gördüm gençtim, diriydim. Bir şarkı tutturdum olgundum, otuzluydum Bir masal anlattım evliydim, çocukluydum. Her yerim kalabalıktı yaşlıydım, ağarmıştım. Bir ağıt duydum yalnızdım, topraktaydım.

Sema Keser

33


BİR REMİLCİ DÜKKÂNINDA

“BÂKΔ

KALAN

1526 yılının bir İstanbul sabahında hava yeni yeni ağarmaya başlıyordu. Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet Efendi ezanı okumuş evine gidiyordu. Camiinin önündeki selvi ağacına kuşlar konmuş ötüşüyordu. Ağacın

altında bir yumurta ilişti gözüne. Terk edilmiş gibiydi. Tam elini uzatıp onu yerden yüksek bir yere kaldıracakken bir kuş geldi ve Mehmet Efendi’ye acı bir çığlık atarak alıp uçtu yumurtasını. Evlat sahibi olmak böyle bir şey dedi içinden. Bu kutsal hissi kalbinin derinliklerinde hissediyordu. Evine vardığında karısını ve pek çok kadını aynı odada bir şeylere koştururken gördü. Karısı doğum yapmış olmalıydı. Bekledikleri evlatları Mahmut Abdülbâkî doğmuştu. Sevinçle gözleri ışıldadı ve odaya koştu. Geleceğin Sultanü’ş şuarası masumca uyuyordu. Yıllar geçti. Mahmut Abdülbâkî fakir bir ailenin çocuğu olmanın yükünü omuzlarına almıştı. Babası Mehmet Efendi Fatih Camii müezziniydi ve o da camide serraçlık yapıyordu. İlme meraklı ve okuma isteği ile doluydu . Önceleri ailesinden gizlice gittiği medreseye artık ailesi de sıcak bakıyordu. Kabiliyetiyle herkesi şaşırtan bu genç, şiirleri ve güçlü kalemiyle de dikkatleri üzerine toplamaya başlamıştı.


Kendisine olan bu özgüveni doğrultusunda Bâkî mahlasını kullanmaya başlamış ve adeta gelecekte ne denli güçlü bir şair olacağının sinyallerini ta o zamandan göstermiştir. Birçok şairin uğrağı haline gelen Bayezid Camii’nin avlusundaki küçük remilci dükkânı Zâtî’nin çabalarıyla toplanıyordu. Bâki bu dükkâna geldiğinde henüz on sekiz yaşındaydı. Yazdığı şu gazeli Zâtî’ye sundu:

kadar kötü bir şey olduğunu anlattı. Ancak Bâkî onu inandırmaya kararlıydı. Zâtî ‘nin kendisini imtihan etmesini istedi. Bâkî’nin: Gülşen istersen işte meyhâne Gül-i handân gerekse peymâne matlâlı gazelini de görünce ona inanmış ve uzun uzun överek dua etmiştir. Zâtî ile

Her kaçan gönlüme fikr-i

Bâkî’nin usta çırak ilişkisi ise

ârız-ı dilber düşer

böylece başlamış olur.

Guyiyâ mir’âta aks-i pertevi hâver düşer

Bâkî’nin Zâtî ile olan bu ilişkisi adını daha geniş çevrelerde yankılanmasına

(Gönlüme ne zaman güzelin

olanak sağlamıştır. Bu esnada

yanağının düşüncesi düşse,

Bâkî’nin hocası Mehmet

aynaya doğunun ışığının aksi

Efendi için yazdığı “sünbül”

düşmüş gibi olur.)

redifli kasidesi dilden dile

Zâtî bu gazelin bu yaşta bir

dolaşmaya başlamış, öyle ki

gence ait olduğuna inanmadı

Mehmet Efendi’ye sünbül diye

ve ona ‘’intihal’’in (alıntı

seslenenler olmuştur.

ifadeler kullanmak ve buna

35

dair kaynak göstermemek) ne


Bâki’nin asıl ününü kazanma zamanı nihayet gelmiştir. Kanuni’nin Nahçevan seferinden dönüşünde ona bir kaside sunmuş, Kanuni de ondan iltifatını esirgemeyerek onu himayesini alıp ömür boyu kollamıştır. Kanuni’nin de Muhibbi mahlasını kullanarak güçlü bir şair olduğunu göz önünde bulunduracak olursak Bâkî’nin Kanuni’ye nazire yazması oldukça doğaldır. Bu nazireleri padişaha bildirmek için yazdığı mektubun bir kısmı şöyledir:

(Günümüz Türkçesiyle)’’Sultanım hazretlerinin temeli mutluluk olan katların toprağına alçak gönüllülükle eğilip yüzümü koyduktan ve ömürlerinin ve devletlerinin günden güne artıp çoğalması dualarını gereği gibi yerine getirdikten sonra bu değersiz kulların arz etmek istediği odur ki devletlü ve saadetlü padişah hazretlerinin bu taraflara iki tane seçme ve benzersiz değerde gazelleri geldi. Bu küçük kulunuzun güçsüzlük ve eksiklik içinde bir tanesine iki nazire demekliğim müyesser oldu. Doğrusu budur ki sizin şerefli gazelinizin ilk beyti olsun, son beyti olsun ya da öteki yüce beyitleri olsun, eşsiz ve benzersiz düştüğünden başka, özellikle Eğrilik olsa aceb mi kâfirî mihrapta beyti, ulu Tanrı’ya and olsun öylesine baş çekmiş bir beyittir ki buna hiç nazire söylenmez. Bunca zamandır ki Acem şairleri olsun, Türk şairleri olsun, mihrapla ilgili nice sözler söylemişlerdir. Böylesine görenleri güzelliğinden dolayı şaşırtacak bir inceliği şimdi gördüm. Bütün eksikliklerden uzak ve adı yüce olan Hakk Taâlâ Hazretleri kerem ve ihsan buyurarak ömürlerini ve devletlerinin arttırıp dünya ve ahret dileklerini gönlünce versin. Bâkî, melek-huylu yüce zatınız hep, yücelik ve ululuk Tanrı'nın korumasında


olsun. Çünkü o kullarını gerçekten esirgeyicidir.’’

Yoksul kulunuz, güçsüz Bâki’den Bâkî zamanla 16. Yüzyıla damgasını vuracak güçlü bir şair olmuş ve meclislerin aranan ismi haline gelmiştir. Kendine özgü bir üslubu olan Bâkî rind bir şair olmanın yanında tabiata da şiirlerinde gerektiği yeri vermiştir. Onun şiirlerinde tasavvufi unsurlara rastlamak mümkün değildir. Onun aşkı beşeri aşktır. Bâkî zamanla “Melikü’ş-şu’âra (şairlerin meliki)” veya “sultan-ı şâirân (şairlerin sultanı)” sıfatlarının ardından son olarak “Sultanu’ş-şu’âra (şairlerin sultanı)” ya dönüşmüş ve bütün edebi kaynaklara adını sıkça bu unvan ile yazdırmıştır. Sultan II. Selim devrinde alıştığı hayat standardı ve kalitesiyle tam bir bürokrasi insanının timsali olan Baki ilmini sürekli genişletmiştir. Ancak onun gözü ilmiyenin son kademesi olan şeyhülislamlıktadır. Buna rağmen bu dileği mümkün olamamış ayrıca bu hırsı yüzünden Rumeli kazaskerliğinden de uzaklaştırılmıştır

Yaşı yetmişin üstüne geldiğinde, şeyhül İslam olan arkadaşı Hoca Sadeddin vefat eder. Bâkî şeyhülislamlık için yeniden umutlanmış olsa da bu makama Hoca Sun’ullah Efendi getirilmiştir. Bu durum onu bir hayli yıpratmıştır. Yaşı yetmişin üzerindedir ve hastalanarak yatağa düşmüştür.7 Nisan 1600 yılında vefat etmiştir. Ölümünün 414. Yılında bizlere edebiyatın zirvesi olan 16. Yüzyılı en iyi şekilde anlatan, aşkı, eğlenceyi, tabiatı sevdiren Sultanü’ş Şuara’yı saygıyla anıyoruz.

Sırdem Kemiksiz

37


beklemeyerek dik­katle, yavaşça tokmağı çevirdi. Odada iki misafir ile bir de levazım müdürü varmış, mi­safirler bir köşede yavaş sesle sohbet ediyorlar, levazım mü­dürü de müsteşarın önünde ayakta duruyor, bir kâğıt okut­turuyordu. Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı okudu, levazım müdürü ile konuştu. Bir derkenar yazacak oldu, an­cak ona da karar veremedi, nihayet kâğıdı yarına bıraktı Ve levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri Efendi'ye baktı. İkindi güneşi odanın içinde kaynıyor ve sigara dumanlarıyla oda hamam halvetleri gibi insanı terletiyordu. Müs­teşar terini silerek Hayri Efendi'nin uzattığı kâğıtları birer birer okuyup imza etmeğe başladı. Hayri Efendi imzalanan evrakı kurutup dosyasının üzerine bırakıyor ve müsteşara yeni bir kâğıt uzatıyordu. Son kâğıdı verirken müsteşar sordu:

Memduh Şevket Esendal

Uğursuzluk

— Kitapçının parası gönderilmedi mi? Hayri Efendi anlayamadı: — Efendim? diye sordu. — Kitapçının parası gönderilmedi mi?

Beşinci şubeden Hayri geldi; otuz, otuz beş

yaşlarında, bekâr, üstü başı düzgün, biraz saf, gayet terbiyeli bir me­mur; elinde imza edilecek evrak, göğsünü ilikleyip müste­şarın kapısına yaklaştı. — Beyefendinin yanında kim var? diye, hademeden sordu. Hademe dışarıda imiş, yeni gelmiş, o da arkadaşına seslendi: — Kim var Hasan? — Ben bilmem; ben görmedim, Ali'ye sor... Ali de ortada yok! İçeride kim olduğu anlaşılamadı; Hayri Efendi bir lahza tereddüt etti sonra kapıya büsbütün yaklaşıp iki üç, işitilmez darbecik vurdu ve cevap

"Hayır, efendim, gönderildi" diyecekti. Fakat birdenbire beceremedi. Yalnız: _ Hayır efendim... dedi. Ve o esnada müsteşar konu­şan misafirlerin sözlerine kulak misafiri olup, lakırdılarına karıştığı için sözünü bitiremedi. — Müdür beyi gönderiniz. — Peki Efendim. Hayri Efendi, müsteşarın emrini müdüre söyledi ve gi­dip yerine oturduysa da kendisinden pek memnun değildi müsteşarın sözlerini tekrar ettirmişti. Yeni gelen kâğıtlan dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Müdür


yukarı çıkmıştı fakat durmayıp avdet etti ve kızgın bir çehre ile Hayri Efendiye hitap edip:

_ Kitapçının parasını postaya vermediniz mi? diye sordu.

— Verdik! _ Ee, ne için yukarıda "vermedik" diyorsunuz. Bir gün beni bu adamla kavga ettireceksiniz... Nerede makbuzu — Bende... — Veriniz bana Hayri Efendi donmuş kalmış idi. Müsteşarın suali hala kulağında idi, o "gönderilmedi mi" diye sormuştu. Ona cevap "hayır” demişti, bundan gönderilmediği manası çıkmaz ki... "Hayır, efendim, gönderildi" deseydi elbette daha açık olurdu. Fakat araya lakırdı karıştı. Demek müsteşar noksan anlamış, noksan değil, büsbütün yanlış anlamış ve müdürü çağırıp ihtimal ağır söylemiştir, ancak şimdi makbuzu gösterip beraat edince, ikisi de kabahati Hayri Efen­diye yükletecekler... Onun dikkatsizliğine, onun işe ehemmiyet vermediğine hükmeyleyecekler. Gördün mü belayı! Zaten bir haftadan beridir bütün işleri böyle aksi gidiyordu. “Yanlışlık ile acaba sol taraftan mı kalktım?" diye düşünmeye başladı. Ve kendince uğur denediği bazı beyitleri okudu. Müsteşara kendi cevabının doğru olmadığını nasıl anlat­malı. Şimdi yukarıda şüphesiz onun aptallığından ve unut­kanlığından, ihtimal sersem ve işe yaramaz bir memur oldu­ğundan bahsediyorlardı. Böyle beceriksiz ve zavallı olmak onu öldürüyordu. Hayata karşı kalbinde derin bir infial duyuyordu. Şu dakika her şeyden soğumuş, her şeyden bizar idi. Hiç bir şeyin faydası yok. Bütün hayat boş, bîluzum...

39

Müdür ile müsteşar bir yerde konuşurken gidip anlatsa. Müsteşara sualini ve ona kendi verdiği cevabı ihtar eylese! Fakat odaya nasıl girmeli? Ne demeli? Dalgın kapıya doğru yürüdü. Belki bu dalgınlık ile yu­karı da çıkacaktı. Fakat kapı açıldı, müdür girdi, onu gör­memiş gibi gidip yerine oturdu ve evrak ile meşgul olmaya başladı. Çehresinden dargın olup olmadığını anlamak müm­kün değildi. Hayri Efendi derdini hiç olmazsa müdüre olsun anlatmalıdır, artık bu kadar da olmaz, bir kabahati olsa ne ise... Yok iken... Dudakları arasından, uğurlu saydığı mısraları alelacele tekrar edip müdürün masasına yaklaştı: — Müdür bey, dedi; müsteşar bey bana "Kitapçının parası gönderilmedi mi?" diye sormuşlardı, bendeniz "hayır efendim gönderildi" diyecek yerde her nasılsa yalnız "hayır efendim" demişim. Mamafih zat-ı âlileri de teslim buyurursunuz ki, yine bendenizin cevabım doğrudur. Bundan gönderilmedi manası hiç bir vakit de çıkmaz. Onun için... Ben zat-ı âlilerinin ve müsteşar beyefendinin... "Teveccühlerini kay­betmek istemem," diyecekti; fakat sözünü bitirmedi. Müdür bey cevap verdi. — Müsteşar bey, size para gönderildi mi? diye sormuş size de itiraf ediyorsunuz "hayır efendim" diye cevap vermişsiniz. Artık bunun şöylesi böylesi yok. Dikkatsizlik ediyorsunuz, sonra tamire kalkışıyorsunuz. Ne olacak? Bir gün bir, mafevk yanında mahcup düşeceğim. Ama ben yalnız sizin için söylemiyorum ama Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de 'Sıtkı Efendi o kör herifin istidasını kaybetti. Müsteşar bey bana söylemedik söz bırakmadı. Bugün de siz parayı kendi elinizle verdiğiniz halde vermedik deyip çıkıyorsunuz... Artık ben ne diyeyim?


“Fakat müdür beyefendi…” Müdür sözünde devam ederek: "- Sinek bir şey değil, fakat mide bulandırır. Bunun bugün elbette bir ehemmiyeti yok; fakat yarın mühim bir şey de olabilir. Ve o zaman ne deseler hakları var. Asıl lakırdının ağırını size değil, bana söylüyorlar. Adama zaten bir şey söylemek lazım değil, mahkûm ederler. Devlet memuriyetidir bu, şakaya gelmez. “Fakat müdür beyefendi…” Müdür yine sözüne devam ederek: "- Ben de sizin gibi mağdur oldum. Fakat hayatta bir defa amirlerime söz getirecek harekette bulunmadım. Bizim bildiğimiz memuriyet böyledir, arkadaşlık böyledir. Müdür işi nasihate döktü, bütün kalem dinliyordu. Hayri Efendi, müdürün önünde ayakta, ne bir şey söyleyebiliyor, ne dönüp yerine oturabiliyordu. Artık iş nasihate döndükten sonra tekrar işi tazeleyip beraat etmeğe uğraşmak olmayacaktı. Fakat nihayet, sanki haksız imiş gibi mahkûm oluyordu. Müsteşar nazarında, müdür ve bütün kalem mahkûm idi. Kendi sersemliğiyle arkadaşlarına da söz getirmiş oluyordu. " Müdürün uzun bir nasihatinden sonra vakıa onunla barışılmış oldu ve müdür de uzun bir nasihat verdiğine memnun olup yüzü gülmeye başladı ise de hata da kendi üzerine yamandı kaldı; fazla olarak müsteşar da onu kabahatli görecekti. Kalemde ne ise... Fakat müsteşar yanında böyle kalmak onu meyus ediyordu. Kendinden bizar, dünyadan, insanlardan her şeyden bizar, eve döndü. "Acaba bunu tashih etmeye imkân yok mu?" diye düşünüyordu. Müsteşarın yanına çıkıp meseleyi izah etmeğe ne mani

40

var? Bir memur için amiri nezdinde böyle lekeli kalmaktan ise büsbütün kovulmak elbette hayırlıdır. Sabah daireye erken gidecekti; müsteşarı odasında yalnız bulacak ve ona kendi sualini hatırlatacak, verdiği cevabın noksan olduğunu itiraf ile beraber yanlış olmadığını da söyleyecek. Bunları düşünürken yerinden kalkıyor, ceketini kavuşturur gibi gecelik entarisini iki taraftan çekiyor, kapıyı vuruyor, topu çevirip içeri giriyor. Ve mırıldanarak "bir şey arz etmek için müsaade-i âlilerini rica ederim, geçen gün evrak imza ettirmek için nezdi-i âlilerine geldiğim vakit kitapçının parası için sual buyrulmuştu." diye başlayıp işi izah ediyor, fakat ifadenin pek uzun olacağını görüp ikmal etmiyor, tekrar yerine oturup düşünmeye başlıyordu. Şifahen söylemekten ise müsteşara bir mektup yazmak daha kolay olacağı hatırına geldi. Mektubu yazıp odacıya verecek ve neticesine muntazır olacaktı. Elbette müsteşar mektubu okuyunca onu çağıracak. O zaman gidip etekleyecek, maksadını izah edecek, kendi hatası olmadığını ispat eyleyecek, amirlerine sadakat ve merbutiyetini gösterecek, müsteşar onu taltif edecek, sonra kaleme gelip arkadaşlarının nezdinde de beraat eylemiş olacaktı. Bu çareyi düşünebildiğine çok memnun oldu. Hemen müsteşara yazacağı mektubun müsveddesini yapmaya başladı "Muhterem müsteşar beyefendi..." yahut daha resmi olmak için "Muhterem beyefendi hazretleri..." pek soğuk! Daha iyi elkab kullanmalı mektubun tesiri iptidasındadır. "Arz-ı naçizidir!" bu da adeta bir arkadaşa mektup yazar gibi... Bir türlü bir karar verip mektuba başlayamıyordu. "Elkabını sonra yazarım!" dedi ve mektuba başladı. "Bundan birkaç gün mukaddem bendeleri bazı evrak imza ettirmek bahanesiyle huzur-ı âlilerine dâhil olmuş idim. İmzayı müteakip zatıâlileri kitapçının paralarının gönderilip gönderilmediğini sual buyurmuşlardı..." Bu kadar yazdıktan sonra okudu beğenmedi,


"Odun gibi bir ifade, damdan düşer gibi yazılır mı?

zihninden geçen şeyleri mırıldanıyordu. Müsteşar döndü ve:

Derdimizi anlatalım derken bir de bu mektupla bir suitesir uyandıracağız." diye düşündü ve evvela bir mukaddeme yapmak istedi: "Zat-ı âlilerine karşı, bendelerinin hulus ve ubudiyet derecesini ancak Cenabı-ı Hak bilir..." Olmadı. "Geçenlerde huzur-ı âlilerinde cereyan eden bir mesele hakkında zat-ı âlilerine bazı güna izahat itasına... (müsaade-i devlet­lerini) mi demeli? Yoksa (kendimi mecbur görüyorum...) gibi bir şey mi yazmalı?" Tereddüt etti. Elkab gibi buna da bir karar veremiyordu. Ve yazarken okur ve düşünür ve gezinirken kendisince uğursuz bellenilmiş şeyleri yapmamaya çalışıyordu. Bugün sabahtan beri pek ziyade korkak ve mütereddit olmuştu. İkide birde kendi mukaddes mısralarından bir kaçını okuyordu.

"- Bir şey mi söylüyorsunuz? dedi. "Maruzatım vardı da...

Zihni pek ziyade karışmış, vücudu yorulmuş idi; hiç bir şey yazamayacağını görüp yatmağa karar verdi. "Yarın kalem vaktinden evvel kalkıp bir şey düşünürüm" diyordu. Fakat ertesi gün de hiç bir şeye karar veremedi. Ve sabahleyin daireye giderken, ölüme gider gibi derin bir yeis, bir korku hissediyordu. Artık kalemi, işleri hepsi ona yabancıydı. Artık müsteşara evrak imzalatmaya gidemiyordu. Aradan henüz üç beş gün geçmiş idi ki, bir gün evden daireye giderken müsteşarı önünde gördü, o da daireye doğru gidiyordu, birden içinden gelen bir cesaretle sokuldu. Selam verdi. Müsteşar dalgın gidiyormuş, adeta korkar gibi oldu, sonra vakarını takınıp yolunda devam etti. Hayri Efendi de onun bir adım gerisinde gidiyor ve birkaç günden beri

41

"- Müstacel mi? Dairede söyleseniz olmaz mı? "- Baş üstüne, emredersiniz! dedi; fakat pek ziyade mahcup oldu; ezildi. Ve o gece oturup bütün bir haftadır başına gelen bu mahcubiyetlerin, bu üzüntülerin sebebini düşünmeğe başladı; hele birkaç gündür sağ taraftan kalkmadığında hiç şüphe yoktu. Buna dikkat ediyordu. Gece tırnaklarını kesmemişti, kendince uğursuz saydığı türkülerden hiç birini işitmediğine, hatta hatırına bile getirmediğine kaildi. O halde bir şey kalmıyor. Bir hafta önce yatağının yerini değiştirmişti. Bu uğursuz gelmiş olacak! ... Bu kadar gündür nasıl olup da bunu düşünemediğine şaştı. Ve hemen masayı, sandalyeleri kaldırıp, duvara yapıştırdığı resimlerin yerlerini değiştirip yatağını eski yerine çekti. Bunlar onca tecrübe olunmuş şeylerdi, mantıki hiç bir mülahaza bu kanaati sarsamazdı. Odasını eski haline koyup her şeyi yerli yerine astıktan ve taktıktan sonra, yarın baht ve talihinin değişeceğine, bir haftadan beridir onu üzen, öldüren uğursuzlukların zail olacağına kani olarak, büyük bir ümit, büyük bir istirahatla yatıp

uyudu.

Kaynak: Mehmet Kaplan – “Hikaye Tahlilleri” kitabından alıntıdır.


ARKA KAPAK

ARAF YAZAR: ELİF ŞAFAK

KONU: ‘Araf’ Elif Şafak’ın beşinci romanıdır. Yazar kitabına Mevlana’nın ‘Mesnevi’ eserinden bir alıntıyla başlıyor; Ne o sürüye ne de bu sürüye ait ve bu yüzden sonunda beraber uçmayı yeğleyen topal kuşlar…

Kısaca konudan bahsedecek olursak ‘Araf’ ta küçük bir grup çevresinde gelişen olaylar anlatılıyor. Yazar belli bir kahraman üzerinde odaklanmak yerine anti kahraman anlayışını savunuyor. İstanbul’dan Boston’a doktora yapmaya gelen bir Türk: Ömer, Boston ‘da iki ev arkadaşıyla yaşamaya başlıyor. Bunlardan biri sivri ve keskin objelere takıntılı İspanyol Piru diğeri ise biyoteknoloji üzerine doktora yapan Faslı Abed. Diğer karakterler ise manik-depresif Gail, Alegre ve Debra Ella Thompson. Ayrıca yazar, yoldan geçenlere ‘İsabanafazladanbirdolarınızolduğun usöyledi’ diyen evsiz kadınla, Abed’in annesi Zehra’yı romana koyarak düşündürücü iki yan karakter daha çiziyor.

Yazar, kitapta genelde delilik ve normallik arasında gidip gelen yollar çiziyor. İsim, dil, din, zaman, yalnızlık ve yabancılık gibi kavramlarla kahramanları şekillendiriyor.

Bir süre önce Bulgarcaya çevrilen Araf, çok beğenilmiş ve adeta yok satarak zirveye oturmuştur.


oldukları kültüre göre kaderlerine boyun eğişleri... Bazen geçmişe, bazen özgürlüğe duyulan özlemin iç içe geçmiş hali...

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ

Yazar: KHALED HOSSEİNİ Konu : Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı’yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini’nin ikinci romanı. Yazar bu romanda da doğduğu toprakları anlatıyor. Yalnız bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden. Romanın yazarı Khaled Hosseini Afganistan´ın kadınlarına adıyor kitabı. İnsanların, özellikle kadınların, doğdukları yere, topluma ve içinde yaşamak zorunda

43

Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, geçmişe gömülmüş aşklar… Khaled Hosseini, hasreti, umudu, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardandır. Yazar başarıyla kurduğu olay örgüsüyle çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini okurlarına gösteren, onlara umut aşılayan bir yazar. “ Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar...”

Merve

Başol


1891: Ahmet Vefik Paşa öldü. Türkçülük hareketinin öncülerinden olan ve ilk Türkçe sözlüklerden birisi olan “Lehçe-i Osmani”’nin yazarı olan Ahmet Vefik Paşa, devlet adamlığının yanı sıra 16 dil bilen bir bilim adamıdır. Bursa valiliği sırasında bu kentte bir tiyatro yaptırmakla ün kazanmıştır.

Edebiyat Tarihinde Nisan 1 Nisan 1918: Nigar Hanım öldü. 1856’da İstanbul’da dünyaya gelen Nigar Hanım çocuk yaşındayken şiir yazmaya başladı. Fransız dilini ve edebiyatını çok iyi bilmekteydi. Zamanının kibar âleminin en seçkin siması olarak bilinmekteydi. Toplam sekiz dil bilen Nigar Hanım Türk kadın şairler arasında 19. yüzyılın ikinci yarısında en bol ve en özlü eserler vermiş bir şahsiyettir. 2 Nisan 1840: Emile Zola doğdu. Fransa'da natüralizm akımının öncüsü olan ünlü yazar Zola'nın “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en tanınmış romanlarıdır. Tüm romanlarında, doğal ve gerçekçi bir tarzla,hayatın zorluklarından bahseder.

1948: Sabahattin Ali öldürüldü. Sabahattin Ali, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" gibi öyküleriyle dikkati çekmiştir. Sabahattin Ali Anadolu insanına yaklaşımıyla edebiyata yeni bir boyut kazandırmıştır. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmiştir. 1937'de yayınlanan Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biridir. 7 Nisan 1600: Bâki öldü. Asıl adı Mahmud Abdülbâkî olan Divan edebiyatı şâiri, Sultanüş'şuâra (Şairler sultanı) olarak anılmıştır. Eserlerinden biri de Kanunî Sultan Süleyman'ın vefatı üzerine yazdığı "Mersiye-i Hazret-i Süleyman Han" isimli Kanuni mersiyesidir. Bu hem teknik olarak güçlü yapısı hem de ahengi ve dönemin ruhunu, özellikle edebiyat tarzını, güzel bir şekilde ifade ettiği için en ünlü mersiyelerden birisi olmuştur. 8 Nisan 1763: Osmanlı devlet adamı, diplomat, şair, kütüphaneci, çevirmen Koca Mehmed Ragıp Paşa öldü. Nedim ve Şeyh Galip’ten sonra 18. Yüzyıl Osmanlı şiirinin en önemli temsilcilerinden birisi kabul edilir. 9 Nisan 1821: Charles Baudelaire, Paris'te doğdu. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği


edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri ve Paris Sıkıntısı Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin çarpıldığı, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzları olur. 1988: Gazeteci, yazar Şevket Rado öldü. 1956'da Hayat Dergisini çıkardı. Hayat dergisi, daha ilk sayısında 193.000 adet satarak Türkiye’de rekora imza attı. Bu rakam, 1958– 1968 yılları arasında ise 200.000'lere kadar çıktı. Çeşitli eğitici yayınlar, ansiklopedi ve sözlükler, çocuk kitapları gibi yüzlerce kitap yayınlamıştır. Hümeyra'nın seslendirdiği ve uzun süre listelerde ilk sıralarda yerini koruyan "Kördüğüm" adlı parçanın söz yazarı olan ve gençliğinde Şevket Hıfzı adını kullanarak şiirler yazmış olan Şevket Rado, aynı zamanda yazar Orhan Pamuk'un eniştesidir. 12 Nisan 1712: Şair Nâbi öldü. Nâbi Osmanlı'nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdi, idare ve toplumdaki bozukluklara şahit oldu. Çevresindeki bu negatif olgular onu didaktik şiir yazmaya itmiş, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmesine neden olmuştur. Hayriyye en ünlü eseridir. 1937: Abdülhak Hamit Tarhan öldü. Tanzimat, Edebiyat-ı Cedide, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet devri edebiyatlarını yakından tanıyan sanatçı Türk Edebiyatı'nda Şair'i Azam sıfatı ile anılır. Uzun seneler diplomat olarak hem doğu hem de batı ülkelerinde bulunması nedeniyle iki edebiyatı da tanımış; Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirirken; batı yazarlarından etkilenerek yazdığı oyunlarla Türk tiyatrosuna felsefi düşünceyi sokmuştur. Türk edebiyatının en büyük eserlerinden birisi kabul edilen Makber'in şairidir.

13 Nisan 1893: Muallim Naci öldü. Tercüman-ı Hakikat gazetesinde edebiyat sayfasını yöneten yazar, başka gazetelerde de çalıştı. Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Hukuk'ta edebiyat öğretmeni olarak çalıştı. Yaşadığı dönemde, Recaizade Ekrem ekolüne karşı klasik edebiyatı savundu. Türk edebiyat tarihine bu tartışma “Abes Muktebes” tartışması olarak geçecekti. Aruzu ustalıkla kullandı. Servet-i Fünûncuları etkiledi. Şiirinin yanında edebiyat tarihi ve sözlük çalışmalarıyla da ilgi çekti. Ünlü bir üstattı. 1914: Orhan Veli Kanık doğdu. Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Şair 36 yıllık yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye, deneme, makale ve çeviri alanında birçok eser sığdırdı. 15 Nisan 1980: Jean Paul Sartre öldü. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.


16 Nisan 1916: Behçet Necatigil doğdu. Kastamonu’da edebiyat öğretmeni 1930 yılında Necatigil’in okul defterine şu notu düşmüştü: "Yarının iyi bir kalemine sahipsin. Boş durma, oku!" O çocuk ileride "her aşktan geriye kaç şiir kalır, ona bakalım!" diyerek aşkı şiirle sorgulayacak güçte bir şair olacaktı. İlk şiiri, lise öğrencisi olduğu yıllarda Varlık Dergisi'nde çıktı. O tarihten ölümüne kadar hep eserler verdi. Şiirlerinde evler, aile, çevre, aşk, bunalım, hastalık, yalnızlık ve ölüm temalarını işledi. Eski ve yeni kelimeleri ustaca şiirine yerleştirdi. Sağlam ve tutarlı bir şiir dünyası oldu. 18 Nisan 1980: Suut Kemal Yetkin öldü. Estetik, sanat, felsefe, resim konularındaki yapıtlarının yanı sıra, deneme türünde yapıtlar vermiştir. Edebiyatın türlü konuları üzerinde özlü düşüncelerini kaleme alan deneme türünün en başarılı temsilcilerinden olmuştur. 1988: Oktay Rifat öldü. Türk Şiiri’nin en büyük isimlerinden birisi kabul edilir. Orhan Veli ve Melih Cevdet'le birlikte Garip Akımı'nın kurucularındandır. 1955 yılından itibaren İkinci Yeni adlı şiir akımına yönlenmiştir. Tiyatro oyunu ve roman türünde de eserler veren Oktay Rıfat, her biri toplumun değişik kesimlerini sembolize eden oyun ve roman kahramanları oluşturdu. Şiir dışında roman ve oyun türlerinde de çok başarılı eserler vermiştir. Şair, Nazım Hikmet'in kuzenidir. 20 Nisan 1923: Oktay Akbal doğdu. Gazete ve dergilerde yazıları, öyküleri ve çevirileri yayımlandı. Akbal'ın asıl anlamda öyküye yönelmesi Sait Faik'in Semaver adlı kitabını okumasından sonra başladı. Servet-i Fünun Uyanış dergisinde çalıştığı sıralarda başlayan eski yeni tartışmalarının ve yeni edebiyatın içinde yer alan Akbal'ın sanatında böylece asıl edebiyatçı dönemi açılmıştır. Kendi yaşam deneyimlerinden, çocukluk anılarından yola

çıkan, küçük kent insanını da göz ardı etmeyen duygulu öyküler yazmaya başlamıştır. Bunlar toplumsal olaylarla ilgili gözlemlere değil, anılara ya da düşlere dayalı, içe dönük hikâyelerdir. 21 Nisan 1816: Charlotte Bronte doğdu. İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasına yerleşmiş eserleriyle tanınan üç kardeşin en büyüğü. En ünlü eseri “Jane Eyre”, bir asırdan fazla geçmişiyle halen büyük ilgi görmektedir. Ayrıca ailenin kısa ve acıklı hayat hikâyesi de birçok esere konu olmuştur. 1973: Kemal Tahir öldü. Türk edebiyatının en üretken roman yazarlarından birisidir. Sol dünya görüşüne sahip olan yazar, Marksizmi, Türk toplum yapısına uyarlamak için toplumu anlamaya çalışmış; edindiği bilgileri romanları yoluyla okuyuculara aktarmıştır. Romanları, Osmanlı Devleti'nin XIV. yüzyılda kuruluşundan XX. yüzyıla kadar Türk toplumunda bir Osmanlı sürekliliği arayışıdır. Toplumsal gerçekçi çizgide sürdürdüğü yazarlık yaşamında eserlerinde yalın bir dil kullandı. 24 Nisan 1731: Daniel Defoe öldü. 40 yaşında gazetecilikte karar kılan Defoe bundan birkaç yıl sonra da roman yazmaya başladı. Yayımladığı siyasal dergi kitapçıklarındaki sert tutumu yüzünden birçok kez hapse girdi. Başlıca yapıtı olan Robinson Crusoe Daniel Defoe'nun 1719 yılında ilk basımı yapılan ve bazılarınca ilk İngilizce roman olarak nitelendirilen kitabıdır. 26 Nisan 1936: Sami Paşazade Sezai öldü. İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından izlemiş olan yazar Türk edebiyatında romantizmden realizme geçiş eseri olarak kabul edilen Sergüzeşt’i yazdı. Bu romanı yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek bundan kurtulmak için Paris'e gitti ve Meşrutiyet'in ilanına kadar da orada kaldı.


.

Gençlere

Bugünün sizin için önemi nedir?

Sorduk!

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

F.A: Gaye'yi tanıyacağım.

F.A: Uyum süreci, ders notu ve umutsuzluk. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? F.A: Oryantasyon çalışması. Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? F.A: İsyan!

Bugünün sizin için önemi nedir? O.K: 5 tane deneyimin olması

Bu köşemizde her ay gençlere sorduğumuz birtakım soruları ve

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

cevapları sizlere sunacağım.

O.K: Şifre, google chrome ve Uludağ Üniversitesi sitesi.

Bazen şaşırtacak bazen

Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?

güldürecek bazen de pes artık

O.K: Asena.

dedirtecek cevaplar karşınıza çıkabilir. Bu ay ise sorularımız şunlardı: Bugünün sizin için

Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? O.K: Mustafa.

önemi nedir? Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

Bugünün sizin için önemi nedir?

Oryantalizm sizin için ne ifade

O.B: Babamın doğum günü.

ediyor? Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? Hadi hep birlikte gençlerin sesine kulak verelim.

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? O.B: Ortalama, hocalar, harf notu… Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?


O.B: Lara.

Bugünün sizin için önemi nedir?

Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?

M.O: Hiçbir fikrim yok.

O.B: Darwin'i andırıyor.

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? M.O: Eşekler kovalasın.

Bugünün sizin için önemi nedir?

Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?

M.A: Uykusuzluğa rağmen ayaktayım demek ki yıkılmadım ayaktayım.

M.O: Ya he lilililii

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? M.O: Yeşil ördek.

M.A: Acı tatlı hayatın devamı. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? M.A: Uyum süreci. Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? M.A: Dadaloğlu'nun başlattığı Köroğlu'nun destek verdiği akım.

Bugünün sizin için önemi nedir? G.K: Akşam yiyecek olmam. Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? G.K: Okulu ne zaman bıraksam acaba, içimdeki son umut ışığının da sönmesi. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?

Bugünün sizin için önemi nedir? H.A: Köye gidiyorum. Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

G.K: Yön bulma. Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? G.K: Biricilik.

H.A: Ders bilgisi, not kartı, sınav sonuçları. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? H.A: 80-90-70 Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? H.A: 1. Dünya Savaşı'nda başlatılmış bir akımdır. Bu erotizme karşı başlatılmış akımdır.

Bugünün sizin için önemi nedir? E.Y: Bugün günlerden neydi. Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? E.Y: Not, devamsızlığın gösterilmemesi, ders seçimi. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? E.Y: Oryantal ile alakası olmadığına eminim.

48


Dadaizm sizin için ne ifade ediyor?

M.K: Toplantı var.

E.Y: Erzurum ile ilgili bir şey olabilir.

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? M.K: Rezalet, ders seçimi, sınav sonucu.

Bugünün sizin için önemi nedir?

Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor?

A.D: Sabah saçlarım çok kötüydü bir düzleştirici ile mucizeler yarattım.

M.K: Kıvraklık.

Otomasyon sizin için ne ifade ediyor?

Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? M.K: Hiçbir şey.

A.D: Anatomi final sonuçları, şifremi unutup unutmadığım, fotoğrafım. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? A.D: Oryantal dansının hayat felsefesi haline getirilmesidir. Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? A.D: Irkçılık.

Bugünün sizin için önemi nedir? B.Ş: İyi şeylerin ardından kötü şeylerin olması ama sonuç olarak iyi şeylerin çıkması. Otomasyon sizin için ne ifade ediyor? B.Ş: Herkesin yaşayıp benim yaşamadığım şey. Oryantalizm sizin için ne ifade ediyor? B.Ş: Kıvraklık. Dadaizm sizin için ne ifade ediyor? B.Ş: Tahta at.

Bugünün sizin için önemi nedir?

49

Dadaizm: Dil ve estetik kurallarını tanımayan, anlatımda başıboş bir yöntem benimseyen, kapalılığı amaçlayan sanat akımıdır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde T. Tzara adlı gencin öncülüğünde bir grup şair tarafından kurulmuştur. Bu genç şairler, Fransızca'da "oyuncak tahta at" anlamına gelen "Dada" sözcüğünü akımlarına isim olarak seçerler. Birinci Dünya Savaşının ardından kurulan bir akım olduğundan dönemin karamsarlığı Dadaistlere de yansımıştır. Dayandığı temel görüşler dayanaksız olduğu için çok kısa bir süre (1916-1922) varlığını sürdürebilmiştir. Oryantalizm; bilim kisvesi altında doğuya, doğululara, doğu kültürlerine, doğu dinlerine (yalnızca İslam’a değil), doğulu önderlere, doğu toplumlarına iftiralar atma, onları aşağılama, aşağılık kompleksine sürükleme, hareketsiz ve kımıldayamaz hâle getirecek sosyopsikolojik altyapıyı hazırlama ve yürürlüğe koyma, kendine güvenemez hâle dönüştürme sanatıdır.

Kübra Tarakçı


TİYATRO DOLU GÜNLER

Mart ayı sanatseverler açısından dolu dolu yaşandı. Nilüfer Belediyesi’nin bu sene dördüncüsünü düzenlediği Nilüfer Tiyatro Festivali 1 Mart 28 Mart tarihleri arasında gerçekleştirildi ve festival Bursa halkı tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Biletler festival tarihinden bir hafta önce satışa sunuldu. Halk sabahın erken saatlerinde gişelerde kuyruk oluşturmaya başladı ve bu yoğun ilgi biletlerin saatler sonra bitmesine neden oldu. Gişe önünde saatlerce bekleyip bilet alamayan vatandaşlarımız da büyük bir hüsrana uğradı.

Bir tiyatro sevdalısı olarak, sabahın erken saatlerinde, bilet almak için gişe önüne pusuya yatanlardan biri de bendim tabi. Yaklaşık beş saatlik bir bekleyişten sonra istediğim oyunlara bilet aldım elbette ve iş bilet almakla sınırlı kalmadı; sıra arkadaşlarımızla tatlı sanat sohbetleri yapabilmek günün güzel yanları arasındaydı. Nilüfer Belediyesi onca saat kuyrukta beklememize dayanamayıp çay servisine başladı. Artık çayımızı yudumlayıp, tatlı sohbetlerimize devam

ediyorduk. Biletlerimi alıp günü bitirdikten sonra oyunları merakla ve heyecanla beklemeye koyuldum. Yerli ve yabancı olmak üzere toplamda 44 oyunun sahnelendiği, ayrıca oyuncu ve yönetmenlerin katılımıyla Türkiye’deki tiyatro sorunları, sanat ve özgürlük gibi konuların ele alındığı söyleşilerin ve atölyelerin gerçekleştirildiği festival Bursa’yı şenlendirdi. Haluk Bilginer’den Ferhan Şensoy’a Ali Poyrazoğlu’ndan Mert Fırat’a birçok oyuncunun rol aldığı sezon oyunları seyircilerden tam not aldı.

Bir diğer festival ise Devlet Tiyatrolarının ilk defa düzenlediği, Bursa Uluslararası Balkan Ülkeleri 1.Tiyatro Festivali oldu. 8 –


22 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilen bu festivale de ilgi oldukça fazlaydı. Bu festival sayesinde seyirci Balkan ülkelerinin tiyatro ekiplerini görme fırsatı yakaladı. Makedonya, Hırvatistan, Romanya,

Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Kosova gibi ülkelerin tiyatroları dışında devlet ve şehir tiyatrolarının oyunları da festival kapsamında yer aldı. Toplamda on dokuz farklı oyun sahnelendi.

Koca bir ayı o sahneden o sahneye, bir oyundan bir diğer oyuna koşarak geçirmek kadar güzel başka ne olabilirdi diye düşünüyorum, olmadığını da biliyorum. Dram, komedi, müzikal… Her oyundan sonra farklı duygular, yeni bakış açıları, düşünmeye sevk eden yaklaşımlar… Hayata başka bir pencereden bakmayı öğreten tiratlar, acıları okuyabildiğimiz mimikler, kahkahaya boğan diyaloglar… İşte her şey tek bir sahnede var olabiliyor. Ardından ışıklar sönüyor ve perde kapanıyor. Seyirciler ayakta. Sonrası alkış sesleri...

Sultan Demirtaş

51


VİZYONDAKİLER

hayatlarını kurtarmaktır. Öte yandan yaşadıkları yerde bulunan insanlar Nuh'un planını öğrenip onu öldürmeye yelteneceklerdir. Ancak Nuh ne pahasına olursa olsun ürkütücü bir şekilde yükselmekte olan su seviyesine karşı umudunu korumaya ve bu zorlu görevi yerine getirmeye çalışacaktır. Nuh rolünde Akademi Ödüllü® Russell Crowe'u izlediğimiz filmde Crowe'a Jennifer Connelly, Emma Watson ve Anthony Hopkins gibi isimler eşlik ediyor. Filmin yönetmeni ise en son Black Swan filmiyle izleyici karşısına çıkan ünlü yönetmen Darren Aronofsky.

Vizyon Tarihi

3 Nisan 2014 (2s 18dk)

Yönetmen:

Darren Aronofsky

Oyuncular:

Russell Crowe, Jennifer Connelly, Ray Winstone devamı...

Tür

Macera , Epik

Ülke

ABD

Özet Ölümcül bir sel felaketi dünyadaki tüm yaşamı tehdit ettiğinde Hz. Nuh Tanrı'dan aldığı kutsal bir emir doğrultusunda bir gemi inşa etmeye başlar. Bu devasa gemiye her canlı türünden örnekleri alarak insan ve canlı hayatının devamlılığını emniyet altına alacaktır. Öncelikli amaçlarından bir diğeri de eşi Naamah ile oğulları Ham, Shem ve arkadaşı Ila'nın

Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (2s 2dk) Yönetmen:

Arnaud des Pallières

Oyuncular: Mads Mikkelsen, Mélusine Mayance, Delphine Chuillot devamı... Tür

Dram , Tarihi

Ülke

Fransa , Almanya


Özet: Micheal Kohlhaas , bir at satıcısıdır. Saxony yönetiminde bir at ekibine liderlik etmektedir ta ki Junker Wenzel von Tronka adında bir memur onu tutuklayıncaya kadar. Memur belgelerde sahtekarlık yaptığını iddia ederek ondan rüşvet olarak 2 at ister. Evine döndüğünde bu tutuklamanın tamamen keyfi olduğunu keşfeden Kohlhaas , Tronka'nın kalesinin yolunu tutar ve orada atların kötü muameleye uğradığını ve buna karşı çıkan adamının dövüldüğünü görür. Tronka'ya dava açan Kohlhaas bu kötü muamelenin cezalandırılması için uğraşmaktadır fakat , Tronka bağlantıları sayesinde davayı düşürmeyi başarır. Bunun üzerine Kohlhaas kendi savaşını başlatır...

Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (1s 51dk) Yönetmen:

53

Erik Poppe

Oyuncular: Juliette Binoche, Nikolaj Coster-Waldau, Larry Mullen Jr. devamı... Tür

Dram

Ülke

İrlanda , Norveç , İsveç

Özet: Rebecca işi gereği hayatı boyunca dünyanın en tehlikeli yerlerinde bulunmuştur. Savaş fotoğrafçısı olarak çalışmakta ve bu nedenle hem özel hayatını hem de aile hayatını her daim ikinci plana atmak zorunda kalmaktadır. Ancak son zamanlarda ailesinin Rebecca'nın durumuna duyduğu endişe iyiden iyiye artmıştır ve artık zorlu bir seçim yapmanın zamanı gelmiştir... Norveçli yönetmen Erik Poppe tarafından yönetilen filmin başrollerindeki ünlü aktris Juliette Binoche'a Nikolaj Coster-Waldau ve Maria Doyle Kennedy eşlik ediyor.

Vizyon Tarihi

4 Nisan 2014 (2s 19dk)

Yönetmen:

Justin Chadwick


Oyuncular:

Idris Elba, Naomie Harris, Tony Kgoroge devamı...

Tür

Biyografik , Dram

Ülke

İngiltere , Güney Afrika

Özet Güney Afrika'nın efsaneleşen özgürlük savunucusu Nelson Mandela'nın yaşamını kronolojik biçimde takip eden film, Mandela'nın bir taşra kasabasındaki çocukluğundan başlayarak, Güney Afrika'nın demokratik seçimlerle iş başına gelen ilk başkanı olmasına kadar geçen sürecini beyazperdeye taşıyor. Mandela, henüz genç bir hukuk öğrencisiyken, politikaya duyduğu büyük ilginin sonucunda Güney Afrika'da demokrasinin en önde gelen savaşçılarından biri olur. 1964 yılında çarptırıldığı hapis cezasıyla birlikte kontrol altına alınsa da 27 yılın ardından özgürlüğüne kavuştuğunda mücadelesine devam eder. 1993 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülen Mandela, bir yıl sonra ülkenin ilk siyahi başkanı olarak göreve gelir. Yönetmenliğini Justin Chadwick'in üstlendiği ve William Nicholson'ın senaryosuyla çekilen filmin başrolü başarılı aktör Idris Elba'ya ait. Filmin kadrosunda Naomie Harris, Robert Hobbs ve Mark Elderkin gibi isimler de yer alıyor.

54

Vizyon Tarihi

11 Nisan 2014

Yönetmen:

Serhan Arslan, Ruhi Yapıcı Aslı Tandoğan , Begüm Birgören,

Oyuncular:

Çağdaş Onur Öztürk

Tür

Romantik

Ülke

Türkiye

Özet Yeşim ve Emre bir süredir birlikte olan ve evlilik kararı alan genç bir çifttir. Artık düğünlerine bir hafta kalmıştır ve son hazırlıklar devam etmektedir. Emre davetiyelerini vermek için arkadaş grubuyla toplanır ve bu buluşmaya eski sevgilisi Begüm de gelir. Begüm'ü böylesine beklenmedik bir anda gören Emre'nin kafası karışmaya başlar ve durum Yeşim'le olan ilişkisini de etkiler. Begüm'ün amacı da Emre'nin kafasının daha da karışmasını sağlamaktır ve başarılı da


olmuştur. Emre şimdi düğününe bir hafta kala iki kadın arasında sıkışıp kalmıştır. Romantik komedi türündeki filmin oyuncu kadrosunda Aslı Tandoğan, Begüm Bingören ve Çağdaş Onur Öztürk gibi genç oyuncular yer alıyor. Filmin yönetmenliğini Ruhi Yapıcı ile birlikte üstlenen isim Hayat Bilgisi dizisinden de hatırladığımız Serhan Arslan.

Vizyon Tarihi 28 Mart 2014 (1s 38dk) Yönetmen:

Batur Emin Akyel

Oyuncular: Münir Canar, Tuğçe Kumral, Evren Bingöl devamı...

55

Tür

Dram

Ülke

Türkiye

Özet: Zamanında çok bilinen bir tiyatro oyuncusu olan Aziz, parlak günlerini epey geride bırakmıştır. iki yakın arkadaşının yardımlarıyla otel odalarında kalarak hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Bir yandan da Aziz'in durumunu bilen ve ona destek veren, organizatörlük yapan Veli, onun için gösteri ayarlar. Böylece Aziz de meddahlık yaparak konaklama parasını karşılayabilmektedir. Artık eskisi kadar genç ve güçlü de olmayan Aziz, sağlığınındaelden gitmeye başladığını fark eder. Yaşadığı hareketli hayat kalbini fazlasıyla yormuştur. Ömrünün sonuna yaklaştığını fark ederek bu dünyadan gitmeden önce geçmişinde yaptığı ve uzun süredir vicdan azabını çektiği bir hatayı düzeltmek ister. Veli'nin ekiple çıkacağı turneye katılmak için ona yalvarır. Sebebini bir tek kendisinin bileceği bir istekle, yaptığı yanlışı düzeltebilmek umuduyla bu, aynı zamanda geçmişiyle yüzleşmek için çıkacağı son yolculuk olacaktır.

Derleyen: Afra Nur Akkayalı



57



59


60


61


62


63


64


65


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.