İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:3

Page 1

Haziran 2014

Sayı: 3

“TABANCA” lakaplı İngiliz: Charles DICKENS

Yurdunu Yazan Adam:

Cengiz

DAĞCI

dil, edebiyat, kültür, sanat

BEŞİR AYVAZOĞLU İle SÖYLEŞİ

BOZKIRDA BİR ŞAMAN


İncir Çekirdeği Dergisi

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

EDİTÖRDEN...

Sırdem Kemiksiz

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları…

Editörler

Bir sayımızda daha sizlerle buluşabildik. Edebiyat, kültür ve sanat ile dolu olan Haziran sayısı ile yine siz okuyucularla buluşmanın verdiği bir sevinç var içimizde.

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Merve Başol Sema Keser Seren Kotik Süleyman Erkut Şeyda Üzer

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Ölümünün 51. yılında Nazım Hikmet’i anmak istedik ve bu ay dosya konumuzu Nazım Hikmet olarak belirledik. Sırdem Kemiksiz kalemiyle yeniden yaşattı kıymetli şairi. Doğumunun 113. yılında Tanpınar’ın yalnızlığıyla okuyucu arasında köprü kurmaya çalıştım. Ayşe Bengisu Akdağ, Kırım sürgününün yıl dönümünde Cengiz Dağcı’yı yazdı. Beyza Arı, Charles Dickens’ın ilginç yaşamının kapısını araladı bu ay. Söyleşi köşemizde Beşir Ayvazoğlu yer alıyor. Usta yazar, okuyucularımıza bir de kitap önerilerinde bulundu. Şiirler, hikâyeler ve festival filmlerini bulacağınız sayımızı beğenilerinize sunuyoruz. İlginize şimdiden teşekkür ederim ve keyifli okumalar dilerim. Bir sonraki sayımızda buluşmak dileği ile…

Sultan Demirtaş Editör


İçindekiler Havâdis Prof.Dr. Coşkun Ak’la Son Ders Âgâh Ol Erenler / Hatice Türk Bir Kamanın-Şamanın Ağzından / Busenur Aslan Yurdunu Yazan Adam / Ayşe Bengisu Akdağ Güçlü Bir Kalem / Beyza Arı Yalnızlık Bâki / Sultan Demirtaş Güzel Yüzlü Şair / Sırdem Kemiksiz Nazım Hikmet’ten Şiirler Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın Mektubu Beşir Ayvazoğlu Söyleşisi / Ayşe Bengisu Akdağ SOMA Umut’un Karası / Hilal Akarslan Boşluk – Şiir / Sema Keser Hâile-i Osmaniyye / Seren Kotik Risâle – Şiir / Süleyman Erkut Asya / Zübeyde Belet Edebiyat Tarihinde Haziran Arka Kapak / Merve Başol Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı Büyük Ödül: Kış Uykusu / Sultan Demirtaş Ayın Fotoğrafı / Aybige Akdağ Gençlere Sorduk / Kübra Tarakçı


HA VÂ DİS Aşık Veysel müzikali ünlü ozanın memleketinde sahnelendi

Karabük Üniversitesi'nde eğitim gören 20 öğrenci, ünlü halk ozanı Aşık Veysel'i, memleketi Sivas'ın Şarkışla ilçesinde sahneye koyduğu müzikalle anlattı. Öğrenciler, Şarkışla'daki Seyfettin Soysal Konferans Salonu'nda, ünlü ozanın

hayatını ve sanatını, sahneye koydukları müzikalde canlandırdı. Gençler, oyunu, çocuklara ayrı, ilçe protokolüne ayrı olmak üzere iki ayrı seansta sahneye koydu. Müzikal sırasında gözyaşlarını tutamayan Aşık Veysel'in torunu ve projenin danışmanı Nazender Süzer, çok anlamlı bir müzikal olduğunu belirtti.

"Bülbülü

Öldürmek" ekitap oluyor! Dünyada giderek yaygınlaşan e-kitabın gücü karşısında 88 yaşındaki ünlü yazar Harper Lee de dayanamadı. İlk baskısı 1960’ta yapılan Bülbülü Öldürmek (To Kill A Mockingbird) romanının yazarı Lee, geçtiğimiz günlerde kutladığı 88. yaş gününde eserinin e-kitap olarak yayınlanacağını duyurdu. Harper Lee, "Bülbülü Öldürmek" kitabının e-kitap ve dijital ses kaydı olarak yayınlanmasına izin vererek, uzun yıllar direndiği elektronik kitap piyasası karşısında teslim bayrağını çekmiş oldu Pulitzer Ödüllü roman Bülbülü Öldürmek’in dijital versiyonu 8 Haziran’da yayınlanacak.

Kolombiya Büyükelçiliği Márquez'i anıyor

Kolombiya Büyükelçiliği, Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in anısına anma törenleri düzenleyecek. Márquez'in yaşamını ve yapıtlarını konu eden bir dizi konferansı yine Kolombiyalı yazar Eduardo Márceles sunacak. Konferanslar Márquez'in Latin Amerika ve Kolombiya öykücülüğüne olan katkıları, yapıtlarındaki ana konular ve özellikle Márquez sonrasındaki Kolombiyalı yazarlarda yeni edebi akımlar üzerine odaklanacak.

Orhan Kemal ödülü 'Çıplak ve Yalnız'ın 43. Orhan Kemal Roman Armağanı Hamdi Koç'un "Çıplak ve Yalnız" adlı eserine verildi. Orhan Kemal Roman Armağanı'na, Hamdi Koç'un


"Çıplak ve Yalnız" adlı romanı değer bulundu.

Belediye Başkanı Cellalettin

Orhan Kemal Roman Armağanı Sekreterliği'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, armağan için 44 eser başvurdu.

Üniversitesi Rektörü Prof.

Tahsin Yücel, İnci Aral, Turhan Günay, Feyza Hepçilingirler, M. Nuri Gültekin, Ahmet Telli ve Nazım K. Öğütçü'den oluşan seçiciler kurulu yaptığı toplantıda, 43. Orhan Kemal Roman Armağanı'na Hamdi Koç'un "Çıplak ve Yalnız" adlı romanını layık gördü.

Milletlerarası Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu Şanlıurfa’da yapıldı Türk Dil Kurumu ve Harran Üniversitesi iş birliğiyle hazırlanan Prof. Dr. Abdülkadir KARAHAN anısına III. Milletlerarası

GÜVENÇ, Harran Dr. İbrahim Halil MUTLU, Türk Dil Kurumu Başkan Yardımcısı Ali KARAÇALI ve AK Parti Genel Başkan

2014 tarihlerinde Şanlıurfa’da düzenlendi. Açılışa Şanlıurfa Valisi İzzettin KÜÇÜK, Şanlıurfa Milletvekili Doç. Dr. Zeynep Armağan KARAHAN USLU, Şanlıurfa Büyükşehir

Efendi’yi anlattılar.

Yardımcısı Prof. Dr. Numan KURTULMUŞ ile akademisyenler, öğrenciler ve çok sayıda davetli katıldı.

Ali Emîrî Efendi anıldı ‘Mirasçıları’ Sait Faik’i anlattı

Yahya Kemal’in “Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin/Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin” dediği Millet Yazma Eser Kütüphanesi’nin kurucusu Ali Emîrî Efendi, ölümünün 90. yıl dönümü olan 24 Ocak 2014 günü Millet Yazma Eser Kütüphanesi’nde anıldı.

Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu 5- 6 Mayıs

kütüphanesi ve Dîvânu Lugâti’t-Türk adlı eserin bulunuş hikâyesiyle kütüphaneci (Hâfız-ı Kütüp) ve arşivci (Müstahfız-ı Hazine-i Evrak) Ali Emîrî

Ali Emîrî’nin Fatih Camii haziresindeki kabrinin ziyareti ve hatim duasının ardından kurduğu kütüphanede anma konuşmaları yapıldı. Konuşmacılar, Ali Emîrî Efendi’nin yaşamı, eserleri,

Sait Faik , ölümünün 60. yılında, adına verilen öykü ödülünün son yıllardaki sahipleriyle anılıyor. Ödülün bu yılki sahibi Mahir Ünsal Eriş’ten Necati Tosuner’e kadar öykümüzün yetkin kalemleri, Sait Faik’in kendileri ve Türk öyküsü üzerindeki etkisini anlattı. Türk edebiyatının ‘Kelebek Avcısı' Sait Faik Abasıyanık'ın 60. ölüm yıldönümü. Tam 50 yıldır her 11 Mayıs'ta onu Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı ile anılıyor.


TDK kararını verdi, selfie "özçekim" oldu Türk Dil Kurumu (TDK), vatandaşlardan gelen önerileri değerlendirerek, "kendi fotoğrafını çekmek" anlamına gelen "selfie"ye Türkçe karşılık olarak "özçekim"i seçti. Yabancı sözlere karşılıklar bulma çalışmalarına geniş katılımı sağlamak ve konuya katkısı olabilecek herkesin görüşlerini alabilmek amacıyla yapılan çalışma sonucunda TDK, "selfie"ye en çok önerilen "özçekim", "kendiçekim", "görçek", "kendinçek" ve "bakçek" sözcüklerini yine vatandaşa sorarak seçmişti.

Yordam Kitap, Germinal'in geliriyle Soma'daki madenci çocuklarına burs verecek Dünya edebiyatının devlerinden Emile Zola'nın, bir madenci grevinin öyküsünü anlattığı ünlü romanı Germinal, Soma'da yaşanan maden faciasının ardından herkesin hatırına

gelen ilk eserlerden biri oldu. Soma'da ortaya çıkan gerçekler, Germinal'de anlatılan 1860'lar Fransa'sından hiç de farklı değildi. Germinal'i yeniden yayına hazırlayan yayınevlerinden biri de Yordam Kitap'tı. Soma'da "işçi katliamı" diye anılan kaza yaşanınca yayınevi, kitabın gelirini, babasız kalan madenci çocuklarının eğitimine bağışlama kararı aldı.

Altın Palmiye "Kış Uykusu"nun Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, Cannes Film Festivali'nde "Kış Uykusu" filmiyle "Altın Palmiye Ödülü"nü kazandıCeylan, törende yaptığı konuşmada, ödülün kendisini için sürpriz olduğunu ifade ederek, "Bu ödülü beklemiyordum" dedi.

Merkezi’nde gerçekleştirdiği Edebiyat Akşamları programının Mayıs misafiri şair Ali Emre’ydi.2 8 Mayıs 2014 Çarşamba günü saat 20.00’de gerçekleştirilen Mayıs ayı Edebiyat Akşamları aynı zamanda sezonun da son programıydı… Edebiyat Akşamları’nın son oturumuna katılan Ali Emre, farklı edebi çalışmalara imza atmış son dönem şairlerindendir. Özellikle şiirleriyle son yılların öncü isimlerinden olan Ali Emre, kendisine Cevat Akkanat tarafından sorulan sorular eşliğinde poetik tutumunu anlattı.

ŞAİR ALİ EMRE EDEBİYAT AKŞAMLARI’NDA Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ’nin İbrahim Paşa (Mahkeme Hamamı) Kültür

Derleyen: Beyza ARI


Prof. Dr. Coşkun Ak’la Son Ders “Mushaf da kadd ü zülf ü dehânın mı gördü kim Dil tıfli okuduğu elif-lâm-mîmdir”

Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü kurucusu Prof. Dr. Coşkun AK Hocamız 21 Mayıs’ta bizlere duygu dolu son dersini vererek veda etti. Hocamıza Türk dili ve Edebiyatı bölümü öğrencileri olarak bölümümüze verdiği emeklerden dolayı sonsuz teşekkürlerimizi sunarız.

“...43 seneye sığdırılmış koca bir çalışma hayatı duruyor karşımızda. Kendini mesleğine, işine adamış iyi bir Eski Türk Edebiyatı profesörü, bürokrasiyi yakından tanıyan iyi bir yöneticidir Prof. Dr. Coşkun Ak. Dekan yardımcılığından bölüm başkanlıklarına, dekanlıklara varınca çeşitli kadrolarda idarecilik yapma; Balıkesir ve Bursa’da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerini kurma; yurdun dört bir yanına edebiyat öğretmenleri, üniversitelere akademisyenler yetiştirme, Coşkun Ak’ın yaşamı boyu en iyi yaptığı işlerdendi. İlkeli, dürüst, çalışkan ama mesafeli tavırlarıyla öğrencilerinin gözünde rol model olan Prof. Dr. Coşkun Ak, “Muhibbȋ” ve “Bağdatlı Ruhȋ” adlarıyla özdeşleşti adeta. Divanlarıyla can verdi, ruh verdi onlara. Kanȗnȋ’nin Farsça Dȋvȃnı’nı, Nedim’i, Sultan Padişahlar’ı çalıştı. Muhibbȋ Dȋvȃnı’yla Avrupa’ya, Amerika’ya açıldı; Kanȗnȋ sergilerinde eseriyle yer aldı.”

Prof. Dr.Kerime Üstünova

İncir Çekirdeği Yazı İşleri Ekibi olarak Coşkun Ak hocamızla veda fotoğrafı çektirdik.


ÂGÂH OL ERENLER "Sûfî o kişidir ki hiçbir şey onu bulandırmaz, her şey onunla saflaşır."

Fotoğraf: Aybige Akdağ

Sûfîlerin etrafında Kur'an ve sünnetten örülü öyle bir duvar vardır ki bu duvar etraftan gelecek her türlü sıkıntıyı, dünyayı çevreleyen atmosfer misali, sinesinde eritir. Sûfî bu duvarın dışında nefes alamaz. Bu sağlam kuşatılmış kalesinde sevgilinin didarını düşleyerek, saçını sarkıtmasını ümit ederek canla başla çalışır. Gönlü gibi kalesi de geniştir ki her isteyen bu kalenin nüfusuna katılabilir. Kumaşın incesi ipek, insanın incesi Sûfîdir. Sûfîler edep elbisesini üzerlerinde büyük bir özenle taşırlar. Her işlerini, her ibadetlerini, her tavır ve hareketlerini edeple yaparlar. Edebi bir kenara koymak, sûfî elbisesini çıkarmak demektir. Bir gün kuşun biri Süleyman aleyhisselama, bir dervişten kendisine saldırdığı gerekçesi ile şikâyette bulunur. Süleyman aleyhisselam dervişi huzuruna çağırır, "Neden kuşa saldırdın?" diye sorar. Derviş, "Efendim, bu kuş benden kaçmadı, ben de onu avlamak istedim." der. Süleyman aleyhisselam bu sefer kuşa döner, " Peki sen neden kaçmadın?" diye sual eder. Kuş, " Efendim." der, " Ben bu adamın üzerindeki derviş elbisesini gördüm, bana saldırmaz diye düşündüm, bu yüzden kaçmadım." Sonunda adamın derviş kıyafeti çıkartılır ki başka kuşlar da aldanıp yanına yaklaşmasın. Edep, insan şöyle dursun; bir kuşu, bir çiçeği dahi incitmemektir. Edep hiç kimseye zarar vermemek, herkese faydalı olmaktır. Edep daima sevgili seni görüyormuşçasına yaşamak, daha da ilerisi daima sevgiliyle göz gözeymişçesine yaşamaktır. " Edep ya Hu !" cümlesi Hz. Ömer'in adam tutup her gün söylettiği " Ölüm var ya Ömer!" cümlesi gibi kulağımızdan, gözümüzden, gönlümüzden eksik olmamalıdır. Sûfî, şeffaflığını kalplerden pası sileceğine inandığı " La ilahe illallah" ile kazanmaya çalışır. O hanesini gül yüzlü için mamur kılmalıdır ki padişah sarayına gelsin. Hayata “sûfî”ce bakıp onu sûfîce algılamayı temenni ederiz. Derin bir uykudan agâh olalım erenler!

Hatice TÜRK


Bir Kamanın/Şamanın Ağzından Birçok isim verildi bana. Altaylar kam demeyi tercih ettiler, Yakutlar udagan, Çuvaşlar ise yum dediler. Kırgızlara ve Kazaklara gelecek olursak, onlar da baksı ismini verdiler bana. İsmim ne olursa olsun ben, onların her şeyiydim. Doktorlarıydım, bütün hastalıklarına çare oldum. Büyücüleriydim, düşmanlarının üzerine, cinler saldım. Din adamlarıydım, ruhlarını uçmağa(cennete) gönderdim. Ben, birçok şeydim. Müzik, benim ellerimde şekillenirdi.Ağıtlar,benim ağzımdan dökülürdü. Şimdi, hiç biriniz beni hatırlamazsınız. Artık sararmış kitap yapraklarının arasındayım. Ben bir kamanım. Bir kaman, kaman olarak doğar. Ben olduğum kişi olmak için doğmuştum. Dedemin dedesinden, hatta onun dedesinden bana kalan bir armağan bu. Anlayacağınız üzere kamanlık kandan gelir. Kamanın bütün çocukları kaman olmak zorunda değildir elbet. Ben seçilmiş olanım. Bir gün rüyama geldi dedem ve bana el verdi. O günden sonra belirlenmişti benim geleceğim. Bir kamanın yanında eğitim görecektim. Uzunca bir süre eğitim gördüm. Eğitimim bittikten sonra, kaman olmak üzere yerine getirmem gereken son bir görevim kalmıştı artık. Üzerime kumu denen kıyafeti giydim ve bütün oymağımız, toplanıp yüksekçe bir tepeye çıktık. Elimde at kılları tutturulmuş bir asa vardı. Karşıma dokuz tane kız dokuz tane erkek kardeşim çıktı. Onların ortasında ihtiyar bir kaman vardı.

İhtiyar kaman mesleğe başlama yeminini okudu, ben tekrarladım. “ Zavallıların koruyucusu, yoksulların babası, öksüzlerin anası olmağa ant içiyorum. Yüksek dağ tepelerinde bulunan ruhlara saygı göstereceğim. Ant içiyorum ki onlara candan bütün varlığımla hizmet edeceğim. Bunların en büyüğü ve en kudretlisi, üç bölük ruhların amiri olan, dağ tepesinde yaşayan, şamanlar tarafından Sustuganah Ulu Toyon tesmiye olunan Tanrıya, onun büyük oğlu olan Uygul Toyon’a, karısı Uygul Hâtun’a … Bunların sayısız ailelerine ve uşaklarına saygı göstermeğe, hizmet etmeğe söz veriyorum. “ Bunlar dışında iyi ve kötü ruhlara, o ruhları koruyanlara hizmet edeceğime ve onlar için dualar edeceğime söz verdim. Böylece kamanlık yoluna baş koymuş oldum. Obamda bulunan diğer insanlardan farklıydım. Öyleyse bu farkın bir şekilde ortaya konulması lazım gelirdi. Bu yüzdendir ki benim kıyafetlerim, obamdaki diğer insanlardan farklıydı. Cübbe ya da hırkaya benzer bir üstlük giyerdim. Onun dışında serpuş (köşeli bir başlık), göğüslük, eldiven ve yüksek ökçeli ayakkabı giyerdim. Kıyafetime asılı birçok sembol bulunurdu. Ruhları kovmak için, elbisemin kollarına ve sırtına küçük ziller asardım. Sırtımda birkaç sıra çıngırak bulunurdu, kötü ruhları ürkütmeleri için. O çıngırakların altında, birkaç sıra ok ve yay bulunurdu yine kötü ruhlarla savaşmak için. İki


omzumda güneş ve ayı simgeleyen iki levha bulunurdu. Tanrı Ülgen’in dokuz kızını simgeleyen dokuz bebek asılırdı sırtımın yaka kısmından itibaren. Bunlar dışında, birçok hayvan simgesi olurdu kıyafetimde. Görüyorsunuz anlam yüklü, çok özel bir kıyafete sahiptim ben. Ben bir kamandım. Ayinler ve törenler düzenlemek benim önemli görevlerimden bir tanesiydi. Her vakitte yapılmazdı bu ayinler. Bazı belli dönemlerde yapılırlardı. Bazen de tesadüfi olaylar sonucunda yapılırlardı. Düzenli olarak yapılan ayinler ilkbahar ve güz dönemlerinde gerçekleştirilirdi. İlkbaharda yapılan ayinlere Örös Sara denirdi. Bu sürüleri otlatmaya çıkarma ayı anlamına gelirdi. Güz döneminde yapılan ayinlere ise Sagan Sara denirdi. Bu Ak Ay anlamına gelmekteydi. Bunlar dışında kurban ayinleri düzenlenirdi. Kanlı ya da kansız kurbanlar olurdu. Kişiler bana gelirlerdi ve Tanrıya ıdık (adak) olarak belirledikleri hayvanı bu tören için hazırlamamı isterlerdi. Kırmızı şeritlerle süslenirdi hayvan ve adak olarak sunulacağı zamana kadar en iyi şekilde beslenirdi. Ben belli dönemlerde adağın yanına gider görevimi yerine getirirdim. En sonunda adak adanacağı gün tekrar yanına gider ve dualarla onun adanmasını sağlardım. Adağın ruhuna yol gösterirdim. “ Ak ayazın önünden, ak bulutun üstünden Gök ayazın önünden, gök bulutun üstünden Gök tanrıya doğru git “ Hanım obam benden sorulurdu. Her durumda yardım ettim onlara. Hatırlıyorum bir gün, büyük bir savaş oldu. Erler dayanacak durumda değildi artık. Yaralananlar, ölenler… Anlayacağınız, işim pek çoktu o zaman. Çekildim, içinde beni iyi ve kötü ruhlara daha yakın hissettirecek eşyaların olduğu çadırıma. Tanrı Kuday’a, onun oğul ve kızlarına, iyi ve kötü ruhlara dualar ettim. Cinlerle anlaşmalar yaptım. Şimdi size söylemek isterdim o an nasıl dualar ettiğimi ya da hangi efsunlu sözleri söylediğimi. Söyleyemem. O an ruhlarla

çevriliydi etrafım. Benim, bizim bildiğimiz dünyayla olan bağlarım kopmuş gitmişti. Neyse, kendime geldiğimde etrafta bir sevinç vardı. Duydum ki savaş alanında galip gelmiş erlerimiz. Bu olaydan günler sonra geldi erler obamıza. Büyükmüş savaş, çileliymiş. Tam umutlarını kaybettiklerinde bilemedikleri bir güç belirmiş kollarında. Sanki sayıları ikiye katlanmış. Savaş alanında onken yirmi olmuşlar. Yardımlarımın farkına varmışlar ki pek çoğu çadırıma misafir oldu ve teşekkürlerini sundu. Gördüğünüz gibi ben obamı koruma görevine de tabiidim. Ruhlarla pek çok bağlantım vardı. Bu yüzden obamızın bütün insanları saygı duyarlardı bana. Dualarımı almak için birçok hediye verirlerdi bana. Birine ne kadar çok dua edersem o kişi kendini Tanrı katında yüksek hissederdi. Bunu nedeni, benim ruhlar âleminde ve ruhların yanında olduğuma inanmalarıydı. Öyle miydi gerçekten? Hatırlasam… Söyleyemiyorum, çünkü ben, kendimden geçmiş halde ederdim dualarımı. Bir de bizim gibiler dışında, gerçekten kaman olmayan kişiler vardı. Bunlar bizim gibi davranırlar fakat gerçekte bizden değildiler. İnsanların duygularını sömürürlerdi, hediyelerini almak isterlerdi. Bunlar dışında bir de bizim gibi olanlar vardı fakat bunlar da kara büyü yaparlardı. Umumiyetle kötü ruhlara dua ederler, onlardan medet umarlardı. İnsanların başına daima kötülük getirirlerdi. Ben hiç kara büyü yapmadım. Yolu kara olanın kendi de kararır zamanla. Sizce de öyle değil mi? Obamın doktoru bendim. Kimin ne derdi olursa olsun bana gelirdi. Karabasanlarla boğuşanlar bana gelirdi. Dualarımla kovardım karabasanları. Kara büyü yüzünden al basan lohusa kadınları iyi ederdim. Aklınıza gelebilecek her hastalığa çare bulurdum. Küçük çocukların ellerinde çıkan siğiller için, fasulyeleri haşlar toprağa gömerdim. Sonra o toprağın başında dualar ederdim. Birkaç güne iyi olurdu elleri. Bazen kurtaramadıklarım da olurdu. Onların ruhlarını uçmağa gönderirdim.


Bunun için ayinler yapardım. Huzur içinde olsunlar diye dualar okurdum Tanrıya. Ruhun uçmağa kolayca çıkabilmesi için yardım isterdim iyi ruhlardan. Anlayacağınız hem doktordum hem de din adamı. Hep merak konusu olmuştur rüyalar. Her zaman da sormuştur insanoğlu, “ Rüyalar gelecekten haber verir mi? “ diye. Ben gelecekten haber verdiğine inanırım rüyaların. Nitekim öyle olmuştur. Gördüğüm rüyalar gelecekten haber vermiştir bana. Obamın başına kötü bir şey gelecek olsa önceden bunu görür ve obamı bilgilendirirdim. Böylece başımıza gelecek olan felaketlere karşı önceden önlem alırdık. Bizde kadınların hissiyatlarının, erkeklerinkinden daha kuvvetli olduğu düşünülürdü. Anlayacağınız üzere ben bir kadın kamanım. Bilmem bilir misiniz? Erkek kamanlar, özel kıyafetleri olmadığı zamanlar kadın entarileriyle yaparlardı ayinlerini. Neyse, diyeceğim odur ki ben, aynı zamanda rüya tabircisiydim.

Efsunlara neden olan sözler etmişimdir. Uzun uzun dualar okumuşumdur. Bunlar her daim benim görevlerim olmuştur. Ama bilir misiniz ki ben aynı zaman da şiirler söylerdim. Çocukları toplardım etrafıma, onlara hikâyeler anlatırdım. Ayinlerimi gerçekleştirirken, danslar ederdim, çalgılar çalardım. Bugün sizin sanatçı dediğiniz kişilerin görevleri de o gün benimdi. Yani ben bir de sanatçıydım. Çok zaman geçti. Belki birkaç yüz yıl. Değişmeye başladı her şey. İnsanlar unuttular benim görevlerimi. Artık din işlerine din adamları bakar oldu. Hastaları doktorlar iyi eder oldu. Savaşlarda hiçbir önemim kalmadı. Şiirler ozanların oldu. İnsanların hürmetleri kayboldu. Ben, onların gözünde sadece büyücü olarak kaldım. Zaman eritti beni. Değişen düşünceler, yaşayışlar, eritti beni. Her şey değişti, ben de değiştim. Elimde kalan tek şey büyücülük oldu ki o da insanların inancı olmadan işlemez oldu. Diyorum ya, zaman eritti beni. Asırlar geçti gitti. Ben hâlâ aranızdayım sizin. Gözleriniz görmüyor beni, kulaklarınız duymuyor. Pek çoklarınız adımı bile unuttunuz bugün. Ne giyerdim, neler yapardım, görevlerim nelerdi? Bana merakı olmayanınız, bilmiyor bunları. Olsun, varsın bilmesinler. Ben biliyorum. Hâlâ aranızdayım ben sizin. Atalarınızın dualarındayım. Benden geldiğini bilmeden ağaçlara bağladığınız çaputlardayım. Koca karı ilacı diyerek ötelediğiniz ilaçlardayım. Aktarlarınızın kurutup sizlere önerdiği çeşit çeşit bitkideyim. Düğünlerde kapının önünde kırdığınız nardayım. Kapınızın eşiğine sürdüğünüz baldayım. Diyorum ya, siz bilmiyorsunuz ama ben her yerdeyim. Hep sizdeyim. Hiçbir zaman gitmedim. Belki birazcık tozlandı üzerim ama hâlâ kaybolmadım. Çünkü ben sizin geçmişinizim, özünüzüm. Ben aslında sizin kendinizim.

Busenur Aslan


Men Bu Yerde Yaşalmadım Tepelerin ardında gün boyu yüzünü göstermeyen güneş batıyordu. Rüzgâr ağaçların yapraklarını uçuruyor, şehrin tüm sesleri tahta penceremden içeri doluyordu. Tek şekerli çayımı elime, yeleğimi sırtıma ve kitabımı yanıma aldım; balkona çıktım. Günlerden 18 Mayıs. Mayıs’ın daha adı duyulduğunda içi ısıtan o sevimli tazeliğine karşın havada kara bulutlar çarpışıyordu. Kırların kokusu daha bir güzel doluyordu içeri. Çayımdan bir yudum aldım ve kitabımda ilk gördüğüm satırları okumaya başladım: “Enver yanaklarındaki yaşları siliyor, artık ağlamıyor; iri açık gözlerinde yılmaz bir azim var, gözlerinde intikam ateşi parlıyor: ‘Kaçmam’ diyor ‘Kaçmam! Yeter artık, yeter! Ne zamandır kaçtık, yurdu terk ettik. Siz de kaçmayınız, gidin! Kırım’ın sevgisini, Kırım için dökülen kanları, gözyaşlarını, Kırım’ın acısını beraberinize alın, kalplerinizde götürün. Türk dünyası geniştir, gidin! O güneşin doğduğu yerlerde kalplerinizi Türk kardeşlerinize açın’ ” Sayfayı kapatmadan tutarken hafifçe döndürüp kapağına baktım. Cengiz Dağcı’nın gözlerimden boğazıma düğümlenen adı yazıyordu. 1920’nin 9 Mart’ında Kızıltaş Köyü’nde bu fâni dünyada çekeceği acıları bilmeden bir bebek dünyaya gelmişti. Ne var ki hayatla yüzleşmesi çok gecikmedi. Açlıkla daha çocukken karşılaşmış, sürgüne giden babaları, arkalarından ağlayan anaları görmüştü. Henüz on bir yaşındayken ise kendi babası tutuklanmıştı. Yirmisinde II. Dünya Savaşı’nda askere çağrılınca okulundan ayrılmış, bir yıl sonrasında Almanlara esir düşmüş, esir kamplarına götürülmüştü. Esir kampından kurtulduktan sonra Alman bozgun sırasında kendini Almanlar arasında Türkistan’ın özgürlüğü için savaşacaklarını zanneden Türkistan Lejyonu içinde bulmuştu. Romanlarında, “Eğer Alman ordusuna asker olursam üniformaları hoşuma gittiği için değil, canım Alman kahvesi çektiği için de değil, Rus itinin bir kez daha bu yurda ayak basmasını istemediğim için” diyen Cengiz Dağcı ve niceleri Almanların da zalimlikte Ruslardan farksız olduğunu kısa sürede anlamıştı. Aynı kanı taşıyan, aynı dili konuşup aynı dine inanan, bir zamanlar çocukluklarını bir arada geçiren gençler karşı karşıya getirilmişti. Yazar, 1946’da yirmi altı yaşında Londra’ya yerleşmek zorunda kalmış ve bir daha Kırım’a dönememişti. Ama penceresinden Londra sokaklarını değil, Kırım’ı seyretmişti hep. Alabildiğine yeşil, bahçeli, güzel evleriyle Kırım’ı... Memleketine duyduğu hasreti kalemiyle gidermeye çalışmıştı. Mürekkebinin kurumasına izin vermeden hafızasında kalanları, Kırım’ın hatıralarında kalan tablosunu unutmadan yazmış, kendisi gibi “diaspora” kurbanı olmuş vatandaşlarının ata topraklarından


uzaklaştırılmalarını, acı hikayelerini tek tek işlemişti, “Korkunç Yıllar”da, “Yurdunu Kaybeden Adam”da, “Onlar da İnsandı”da, “O Topraklar Bizimdi”de ve daha nicelerinde... Cengiz Dağcı, bizleri “İyi bak bu yıkıntılara! Sen benim evladım olmakla beraber, bu toprağın bu yıkıntıların bir parçasısın. Seni bu toprak doğurdu, bu toprak besledi. Bil ki yalnız değilsin” satırlarıyla duygulandırmış; “Bize Tatar diyorlar, Çerkes diyorlar, Türkmen diyorlar, Kazak, Özbek, Azer diyorlar, Karakalpak, Çeçen, Uygur, Kırgız diyorlar. Bunlar hep yalan! Deniz parçalanmaz. Biz Türk Tatarız” sözleriyle derin düşüncelere sevk etmişti. Doksan bir yıllık ömrüne en büyük acıları, hasretleri sığdırmış, memleketini göremeden hayatını kaybetmişti. Yazar, 69 yıldır görmediği Yalta'ya bağlı Kızıltaş köyünde toprağa verilmiş, böylece ebedi uykusunu doğduğu topraklarda uyumak imkanına kavuşmuştu. Uzaklara dalan gözlerimi kitabın sayfalarına geri çevirdim: “ ‘Bu toprağın... Dedelerimin kemikleri üzerine benim de kanım aksın. Gidin! Bir gün gelecek yavrularımız geri dönecekler. Şimdi ayaklarımın, dizlerimin olduğu yerde benim bu izlerim silinecek, gelincik çiçekleri açacak. Gidin, bilin ki yavrularımız geri dönecekler. Bu toprağın, bu yurdun kıymetini bizden daha çok bilecek, daha çok sevecekler.’ Enver sözünü bitirmeden İvan elini kaldırdı. Gerideki askerlerin tüfeklerinin patlamasıyla Enver’in evinin gürlemesi bir oldu...” Aynı anda gökyüzünün gürlemesiyle bir an irkildim. Buğulanan gözlerimle gökyüzüne baktım, kurşun yağar gibi yağmur damlaları sertçe vurmaya başlamıştı demirlere. Düşen her damla yüreğimdeki ateşi söndürmüyor daha da alevlendiriyordu. İçmeden bıraktığım çay bardağıma baktım. Sular dolmuş taşıyordu bardaktan, sokaklardan, gözlerimden... Enver’in ve daha nicelerinin evine düşen acının yankısı çığlık olup duyuluyordu göklerden. Evet, takvim yaprağı 18 Mayıs 2014’ü gösteriyordu. Yazan 2014’tü ama 18 Mayıs takvimlerde 1944’te kalan, ötesine gitmeyen, gidemeyen 70 yıldır soğumayan, kapanmayan bir yaraydı. Başımı kaldırdım. Gökyüzüne baktım tekrar. Kırım’ın berrak mavisini aradım semâda, parlayan sarısını kaybolan güneşte. Açtım ellerimi ve Cengiz Dağcı’nın kitabındaki son satırları döküldü dudaklarımdan: “ Evet, onlar da insandır! Pavlenkolar, İvan’lar, Stepan’lar... ‘Tanrım!’ diyorum, onlar da insan! Acı onlara! Kendileri gibi başkalarının da insan olduklarına inandır onları! Ötekiler o hayvan gibi sürülüp götürülenler... Onlar da insandı!”

A. Bengisu AKDAĞ Kaynak: “Bir Kırım Türkü’nün Kaleminden Kırım Diasporası”, Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu Cengiz Dağcı – Onlar da İnsandı


GÜÇLÜ BİR

Charles DICKENS KALEM:

“Ömrünüzdeki sayılı günlerden bir tekini yaşanmamış sayalım. Kaderinizin akışı kim bilir ne kadar farklı olurdu? Bu satırları okurken bir an durun, yaşamınızı saran o uzun zinciri düşünün. İster demirden olsun, ister altından, ister dikenden olsun. O sayılı günlerden birini yaşamayıp da ilk halkası meydana gelmeseydi, bu zincir belki de hiç örülmezdi.” Charles Dickens

İngiliz edebiyatından dev bir isim daha… Victoria devrinin en iyi romancısı kabul edilen, yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip olan, yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler tarafından kabul gören ve romanları, öyküleri dünya çapında hala tanınmaya devam eden Charles Dickens… Klasik İngiliz edebiyatının büyük şöhreti, usta gözlemcisi, aynı zamanda çocukluğuyla da dikkatleri üzerine toplayan Charles Dickens, hemen hemen herkesin hayatına çocukluk yıllarında girmiştir. Büyük çoğunluğumuz onu çocuk yaştaki o masum dünyamızı süsleyen ilk yazarlardan biri olarak tanırız. Kitaplarıyla, çocuk kahramanlarıyla kendisini çocuklara sevdiren Dickens’ın çocukluk yılları ise insanı acı acı gülümsemeye sevketmektedir. 7 Şubat 1812 günü Hamsphire’da sekiz çocuktan ikincisi olarak dünyaya gelen oğullarına Charles adını veren aile, üç yıl sonra Londra’ya taşınır. Babasının memur olduğu çocukluk yıllarını hayatının en güzel dönemlerinden biri olarak hatırlayan Charles, iki yıl boyunca okula gider. Ancak on iki yaşına geldiğinde, sorumsuzca para harcayıp ardından borçlarını ödeyemez hale gelen babası John hapse atılır. Onu annesi ve ailenin diğer fertleri izler. Bir kimsesiz çocuk yuvasına sığınan küçük Charles, günde on saat haftada yedi gün, farelerin cirit attığı, güneş yüzü görmeyen kasvetli bir fabrikada çalışmak zorunda kalır. O yıllarda çok güç şartlarda tek başına yaşam mücadelesi verirken bir yandan da yıllar sonra kaleme alacağı romanlarının kahramanlarıyla tanışmaktadır.

“Borcunu ödeyemeyen biri, ödeme gücü olmayan bir başkasını kefil gösterir. Bu durum, tahtadan bacakları olan bir kişinin, tahta bacakları olan bir başkası garanti verince yürüyebileceğini sanması gibi bir yanılsamadan başka bir şey değildir.”

Charles Dickens


Üç yıl sonra Charles’ın babaannesinin ölümüyle ele geçen miras, biriken borçların ödenmesine yetecek ve babası hapishane hayatından kurtulacaktır. Eve dönen annesi Elizabeth, Charles’ın o sefil ortamda çalışmaya devam etmesini ister. Ancak Charles, babası sayesinde öğrenimine devam edecek, on yedi yaşında bir avukatlık bürosunda yeniden para kazanmaya başlayacaktır. Ardından bir mahkemede zabit memuru, yirmi yaşında ise parlamento muhabiri olur. Parlamento muhabiri olduğu yılda yani 1835’te “Boz” takma adıyla “Boz’un Karalamaları” başlığı altında notlar yayımlamaya başlar. Yeni yeni konuşmaya başlayan kardeşi Augustus’a, “Moses” adını takar; ancak adını telaffuz edemediği için Moses zamanla “Boses” ardından da “Boz”a dönüşür. Bu yazıların kazandırdığı başarıdan sonra “Bentley’s Miscellany” dergisine editör olan Dickens’ın Pickwick Papers(Tuhaf Bir Serüven) adlı romanı iki yıl boyunca dergide yayınlanır. Eserde Bay Pickwick’in ziyaret ettiği handa Sam Weller adında bir işçi sınıfı şivesiyle konuşan hazır cevapla tanışması, Sam Weller’in kurnazlıkları, basitliği, dobralığı okurların büyük beğenisini kazanır. Bu sayede Dickens’ın okur kitlesi “Charles Dickens genişlemeye, ünü hızla yayılmaya ve pekişmeye başlar. destansı hikâyeleri, renkli Charles Dickens’ın romanlarının çoğunlukla haftalık ya da aylık karakterleri, yayınlar şeklinde çıkması Viktorya döneminde en yaygın basım şekli olan yaşadığı dönemi dizi yayınlarına öncülük etmiştir. Dizi olarak çıkan eserler Dickens’a her yönüyle okuyucuların tepkisini iyi değerlendirme fırsatı vermiş ve o da konuların gözümüzde ve karakterlerin gelişimini sık sık aldığı yorumlara göre şekillendirmiştir. canlandıran güçlü Örneğin, eşinin pedikürcüsünün David Copperfield’taki Bayan Mowcher’ın tasvirleriyle kusurlarının fazla ön planda olduğu konusundaki ifadelerinden sonra edebiyat tarihinin karakterin iyi özelliklerini geliştirmiştir. İngiliz edebiyatının gerçekçi unutulmazları yazarlarından olan Charles Dickens, insan karakterlerinin en ince arasında yerini ayrıntısına kadar çizme konusunda dikkat çekici bir başarıya ulaşmıştır. almıştır.” Eserlerindeki çoğu kahramanı gerçek kişiliklerden esinlenerek oluşturmuştur. Konularını özenle seçmiş, hikâyelerine sıklıkla güncel BBC olaylardan unsurlar serpiştirmiştir. Yazar edebiyat dünyasında hızla yükselirken babası bir kez daha borçları yüzünden hapse girer. İyi bir gelire kavuşmasıyla birlikte ailesi de sürekli kendisinden para istemeye başlamıştır. Dickens o yıllarda tanıştığı yeni sevgilisi Catherine Hogarth ile 1836 yılında evlenir. Evlendikten sonra en ünlü eserlerinden biri olan The Adventures of Oliver Twist (1837-1839) , ardından da The Life and Adventures of Nicholas Nickleby bölümler halinde yayınlanır. Başarısı The Old Curiosity Shop-Antikacı Dükkânı (1840-1841) ile devam eder. Artık mali durumu iyice düzelen yazar, eşiyle birlikte Amerika’ya gider. Esas amacı orada hiçbir telif ücreti ödemeden eserlerinin yayınlayanlarla mücadele etmek, bir yandan da kölelik karşıtı görüşlerini dönemin önde gelenleriyle paylaşmaktı. Amerika’da büyük bir coşkuyla karşılanır, birçok davetlere katılır. Ancak yaptığı bu seyahat Charles Dickens’ta büyük hayal kırıklığı yaratır ve burada demokrasi bulacağını uman yazar, köleci bir toplumun gerçekliğiyle yüzleşir. Amerika izlenimlerini 1842 yılında Amerika Anıları’nda anlatırken üslubu da hayli dikkat çekicidir. Çünkü yaşadığı bunalım sonucu üslubu daha çok romantizme yaklaşmıştır.


1843 yılında yazmış olduğu Bir Noel Şarkısı adlı kitabı en çok satılan Noel kitapları içinde yerini alır. 1843-1844 yılında yazmış olduğu Martin Cuzzlewit adlı romanı ise yazarın az bilinen romanlarından birisidir.

“ İnsanlar neşelenmek istediklerinde ve tutkunun acınası çekişmelerinde n yorularak şiirin gizemli tınısını aradıklarında Dickens, unutulduğu yerden mutlaka çıkıp gelecektir.” Stefen Zweig

Bir süre İtalya’da daha sonra Lozan’da yaşamayı deneyen yazar, bu girişimlerinden olumlu sonuç alamayınca İngiltere’ye döner ve oraya yerleşir, hemen ardından da 1846’da Daily News adıyla bir gazete çıkarır. Burada İtalya’da yaşadığı serüvenlerini yazı dizisi şeklinde yayımlar. Charles Dickens İsviçre’de oğlunun Eton Koleji’ne girdiği yıl bir çocuğun ölümünü konu alan Dombey ve Oğlu eserini yazmaya başlar. 1848’de ise sıra, hayatı hakkında birçok ayrıntıyı içeren ünlü başyapıtı David Copperfiel’a gelecektir. David Copperfield adındaki erdemli, dürüst ve ahlaklı kahramanın doğumundan başlayarak orta yaşlarına ladar olan hayat macerasını anlatır.

Dickens’ın romanlarında izlemiş olduğu kaynaklar Ortaçağa deği, İngiliz ulusal edebiyatının kurulmuş olduğu Rönesans’a aittir. Romanlarında ağırlıklı olarak sefalet ve yoksulluk içinde yaşayan ve var olma çabası içinde olan çocukları anlatmış ve her zaman çocukları romanlarında merkeze koymasını bilmesine rağmen sadece çocuk edebiyatı yapmamıştır. Yetişkin okurlara çocukların karmaşık kaotik dünyasını tasvir etmiş, o dünyada çektikleri sıkıntıyı, olumsuzlukları ve neşeyi resmederek çeşitli mesajlar vermeye çalışmıştır. Taşrada yoksulluk, sefalet ve sıkıntı çekmekte olan masum çocuk figürünü Londra’nın lüks ve şatafatlı sokaklarına sokmuştur. Charles Dickens’ın çocukları böylesine yoğun bir şekilde anlatması, kendisinin sefalet içinde geçirmiş olduğu “ Dün çocukluğuna bağlanmıştır. Dickens’tan Bunca öykü, dizi ve roman yayınlarken Dickens tiyatroyla da aktif olarak aşağı yukarı yüz ilgilenmekte, oyunlar yazmakta, oyunculuk yapmaktadır. O 1851 yılında devrin sayfa okudum… dünyaya hükmeden kraliçesi Victoria önünde sergilenen bir oyunda yer alarak Ne kadar ne kadar üstün yeteneklere sahip olduğunu adeta kanıtlamıştır. dolambaçsız, renkli. Daha çok Üretmeye doymayan yazarın bölümler halinde yayınlanacak bir sonraki tekdüze ama eseri Bleak House-Kasvetli Ev (1852-1853) olur. Onu Hard Times- Zor Yıllar nasıl da zengin izler. Kasvetli Ev bir gözlem gücü kullanarak bakabilme kabiliyetiyle Viktorya ve yaratıcı. dönemi İngiltere’sinin katı ahlakçılığı ve Chancery mahkemesinin adaletsizliği Ancak yüce bir mükemmel bir şekilde kelimelere dökülmüştür. yaratıcılık değil bu. Ne varsa Hiç durmadan üretmeye devam eden yazarın Little Dorrit (1855-1857) adlı eserinden sonra en nihayet ünlü eserlerinden biri olan, A Tale of Two Cities-İki orta yerde.” Şehrin Hikâyesi gelir. Yazarın bu hikâyesi, Fransız ihtilalinin insanların Virgina Woolf hayatlarına etkilerini ve bu insanların ruhsal değişimlerini ele alarak dönem tarihini aydınlatır ve okuyucunun merakını son sayfaya kadar sürükleyecek bir akışla kendisine hayran bırakır.


Dickens’ın en geniş kapsamlı eserlerinden biri de çocukluk yıllarında şahit olduğu olaylardan esinlenerek kaleme aldığı Great Expectations-Büyük Uumutlar (1860-1861) olur. Our Mutual FriendMüşterek Dostumuz’un (1864-1865) son bölümlerini Paris’te tamamlar. 22 yıl evli kalmış olduğu eşinden 5’i ölmüş 15 çocuk sahibi olan Charles Dickens’ın 1858 yılında eşinden genç bir oyuncu için ayrılması, dönemin İngiltere’sinde büyük dalgalanma yaratmış ve daha sonra ortaya çıkan bir mektup, Dickens’ın 10 çocuğunun annesi olan Catehrine’ı 18 yaşındaki aktris Ellen Ternan için terk etmeyi düşündüğü sırada avukatına yazdığı satırları ortaya koymuştur. İngiltere’nin Costswolds kentindeki bir evde tavan arasındaki temizlik sırasında bulunan mektup, o tarihlerde 45 yaşında olan yazarın Ellen Lawless Ternan’la yaşadığı ilişkiye ışık tutmuştur. Yazarın ölümünden 6 yıl kadar sonra evlenen Ternan ile olan ilişkisi, masumiyet ve aile huzurunu kitaplarında ön planda tutmaya çalışmış olan yazara karşı eleştiri ile yaklaşılmasına sebebiyet vermiştir. Charles Dickens, sevgilisi ve onun annesiyle birlikte evlerine dönerken bir tren kazası geçirirler. Dickens, kazayı kayda değmeyecek birkaç yara bereyle atlatmasına ve yaşamının ilk yıllarında onca felaketle baş edebilmiş olmasına rağmen, bu tren kazası onu büyük bir ruhsal çöküntüye sürükler. Uzun süre yazmaya ara verir. O yıllarda yeniden Amerika’ya gider. Son romanı olan ve ilk klasik polisiye romanı kabul edilen Edwin Drood’un Gizemi adlı kitabını tamamlayamadan henüz elli sekiz yaşındayken 9 Haziran 1870’te felç geçirerek ölür. Ölümüyle İngiliz halkını büyük bir üzüntüye, acıya boğan Dickens, ardında bıraktığı dopdolu ve olağanüstü edebi mirasıyla hayatına veda eder. Neredeyse bütün derdi üretmek olan bu güçlü kalem, yedi asırlık tarihi geçmişiyle ve gotik mimarisiyle ünlenmiş kiliseye, Londra’nın merkezindeki Westminster Abbey’in şairler köşesine defnedilir. Mezar taşına ise şöyle yazılır;

“ O, fakirlerin, acı çekenlerin, ezilenlerin duygudaşıydı. İngiltere’nin en büyük yazarlarından biri ölümüyle dünyanın da kaybı oldu.”

Beyza ARI


YALNIZLIK BÂKİ

Bir Tanpınar var kitaplarda, kitaplarında. Okunduğunda düzenin pek de dışına çıkmayan, sadece eserleriyle, sanatıyla bizleri etkileyen. Peki ya diğer Tanpınar: hayatı oradan oraya savrulan, çocuk yaşta annesini kaybeden Tanpınar kim? Mektupları ve günlüğü ile su yüzüne çıkanlara baktığımız zaman görüyoruz asıl Tanpınar’ı. Çünkü Tanpınar onlarda yaşıyor hâlâ. Doğu ve batı arasında gidip gelmiş, eskiyle yeniyi harmanlamış, sembolizmi üst basamaklara taşımış bir adam o. Ama içinde fazlası var, içinde göremediklerimiz var. Ahmet Hamdi, 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelir. İmparatorlukta yıllarca kadılık yapan Hüseyin Fikri Efendi’nin oğludur. Çocukluk yılları babasının görevi nedeniyle İstanbul ile imparatorluk topraklarının kaza ve şehirlerinin birinden diğerine dolaşmakla geçer. 1914 Temmuz’u başlarında, on üç yaşında yeni bir tayin üzerine ailecek Kerkük’ e giderler. Annesi bir yolculuk sırasında hastalanıp Musul’da tifüsten ölür. Bu hayatının ilk büyük ve derin acısıdır. Ardından babası Antalya’ya tayin olunur. Bu dolaşmalar yüzünden öğrenim hayatı da değişik muhit ve okullarda geçer. Öğrenim hayatı hakkında şöyle der : “Herhâlde babamın Anadolu memuriyetleri dolayısıyla bir yerde oturmamamız, o zamanların uzun süren yolculukları, gittiğimiz uzak imparatorluk memleketlerindeki değişik iklim ve yaşama şekilleri, ani ayrılışların hüznü, dönüşlerin saadeti, daha çocuk yaşlarda iken hayatıma dikkat etmeme, hiç olmazsa onu bir sergüzeşt gibi görmeme sebep olmuştur sanırım.’’ Gittiği her şehir onda farklı izlenimler bırakır, onu farklı hülyalara sevk eder. Sinop’ta denizle dost olur. Yedi sekiz yaşında iken bir ustanın gemi imalathanesinin gönüllü işçileri arasına girer. Siirt’te ise uzak dağlara akşam vakti çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanır. Geceleri damlarda yattığını söyleyen Tanpınar bu anılarıyla ilgili şunları anlatır: “ Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu ve ruhumu doldururdu. Bir Sümer rahibi gibi muhayyilem hep yıldızlarla meşguldü. Sırrın içinde yüzerdim.” Antalya sahillerinde denize bakarak, lodosu seyrederek, meyve bahçelerinde dolaşarak ilk şiirlerini tasavvur eder, edebiyattan başka bir şey yapamayacağını anlar.


Tek başına deniz kıyısında veya kayalıklarda dolaşır, karanlık çökene kadar sahilde kalırdı. Denizin iki manzarasının kendisini çıldırttığını söyler: “ Biri bu kayaların sahile bakan bir yerinde sabah ve akşam saatlerinde durgun denizin ışığıyla dipteki taş ve yosunlarla aldığı manzara, biri de öğle saatlerinde güneş vuran suyun elmas bir havuz gibi genişlemesi. Bunlar benim muhayyilem için büyük mânaları olan şeylerdi. Bu mânalar sade güzel değildiler, bana bir türlü çözemediğim bir hakikati veya sırrı anlatıyorlardı.” Tanpınar işte bu sırra kendini adamıştır adeta ve kendini şiire vermeye başladığı zamanı da bu devir olarak gösterir. “ Bu manzaranın sırrını çözebilsem, çözersem, çözebilirsem kendim için her şeyi halletmiş olacağıma kani idim.” der o günler için. 1921 yılında tekrar Antalya’ya gittiğinde aynı manzarayla tekrar karşılaşır. Manzara ona bir ölüm düşüncesi arasından gelir. O gün kendi şiirinin bir örneğini dışarıdan görmüştür. “ Bir insan, kendisini ancak hayatının küçük meselelerinden sıyrıldığı yahut da onları zihni bir şekle soktuğu zaman bulabilir. Tâli’imiz içimizde çok gizli bir yerdedir. Fakat ona erişebilmemiz için birçok şeyden kurtulmamız lâzımdır.’’ der. Ama Tanpınar o yıllarda henüz buna hazır değildir. Antalya’da, onun için estetiğinin temellerinden birini oluşturan rüya fikri de ortaya çıkar. Güvercinlik denen deniz mağarasını görür. “Suyun hücumuyla, açılıp kapanan aydınlığıyla benim için mühim bir şey oldu.” cümlesiyle rüyanın nasılda bilincimizle bağlantılı olduğunu bir o kadar da ondan ayrı olduğunu anlatır. Yıldızlı geceleri sever Tanpınar, denizle konuşur. Çünkü insanın içindeki yalnızlık biraz da olsa geçer gider böylece. Tanpınar da yalnızlıktan kaçmıştır o yıllarda. Annesini kaybettikten sonra sığındığı liman Antalya’nın yıldızlı geceleri, deniz, kayalıklar, mağaralar olmuştur. Onlarla konuşmuştur. Yıllar yılları kovalar, zaman akıp gider. Tanpınar hep yalnızdır, yalnızlık duygusu hep onunla kalmıştır, ölürken de olduğu gibi.

Sultan DEMİRTAŞ


Güzel Yüzlü Şair

Ben bir insan, ben bir Türk şairi Nazım Hikmet ben tepeden tırnağa insan tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret... Yıl 1839.Karl Detroit adlı bir çocuk Kız Kulesi’ne yüzüyor.Onu Kız Kulesi’nde bir bekçi kurtarıyor.Bekçiye geri dönmek istemediğini söyleyen bu çocuk bir politik krize neden olmuş olmasına rağmen Sadrazam Ali Paşa tarafından çok seviliyor ve ona ‘’Mehmet ‘Ali’’ ismi veriliyor. Yıl 1878.Berlin Antlaşmasında Osmanlı’yı temsil eden üç ismin içinde ‘’Mehmet Ali Paşa’’ yer alıyor.Bunun yanı sıra şairliği de dilden dile yayılıyor.Saray ressamı Anton von Werner onun için:’’Şiirlerini Alman,Fransız,Yunan,Fars ve Arap dillerinin tümünde aynı maharetle kaleme alabilen bir şair’’ ifadelerini kullanıyor. Yıl 1902.Mehmet Ali Paşa’nın torunlarından Celile Hanım’ın bir oğlu dünyaya geliyor:Nâzım Hikmet! Güzel yüzlü şair,o mavi gözlü bir dev,romantik devrimci…O kendini şöyle özetlemiştir mısralarında:

1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği


kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir ben ayrılıkların kimi insan ezbere sayar yıldızların adını ben hasretleri Nazım Hikmet doğruyu söylemiştir. Gerçekten de doğduğu topraklara hiç dönmemiştir. Özgürlükçü ve ilerici düşüncelerin beslediği bir aile ortamında büyüyen Nazım’ın şiirlerinde, içinde yaşadığı dönemin toplumsal sorunları yer almıştır ve mücadeleyle geçen 61 yıllık ömründe aşkı ise baş tâcı yapmış,kalbinden ırak tutmamıştır.Bu temiz yürekli aşk adamı kutsal gördüğü aşkı şöyle anlatmıştır:

“ Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil, bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte. Meselâ bir barikatta dövüşerek meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken meselâ denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.” Sürgünler ve hapislerle geçen yaşamında o memleket sevdasıyla hayata veda ederken büyük şairlerin kaleminde tek bir isim vardı: Nâzım Hikmet!Şöyle diyordu Pablo Neruda:

“ niçin öldün nâzım? ne yaparız şimdi biz şarkılarından yoksun? nerde buluruz başka bir pınar ki onda bizi karşıladığın gülümseme olsun? seninki gibi ateşle su karışık acıyla sevinç dolu, gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım?” 3 Haziran 1963’te hayata gözlerini yuman büyük şair Nâzım Hikmet ardında bir çok gözü yaşlı edebiyatsever bırakmış olsa da onun adıyla büyüyen onu bir kere bile görmeden ruhunda büyüten gençler bırakmıştır.Ölümünün 51. Yılında ‘’herkese selam,sana hasret’’ güzel gözlü,büyük yürekli Nâzım usta!

Sırdem KEMİKSİZ


Nâzım Hikmet’ten... KUVÂYİ MİLLİYE Başlangıç Onlar Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır. Onlar ki uyup hainin iğvâsına sancaklarını elden yere düşürürler ve düşmanı meydanda koyup kaçarlar evlerine ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler ve yeşil bir ağaç gibi gülen ve merasimsiz ağlayan ve ana avrat küfreden ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Memleketim Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim. Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim. Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim…. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…

Seni Düşünmek Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,

Dünyanın en güzel sesinden En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey... Fakat artık ümit yetmiyor bana, Ben artık şarkı dinlemek değil, Şarkı söylemek istiyorum.


"Sevgili Necip, ismin temiz demek, necîb temiz

demektir benden iyi bilirsin. Necip'i necis yapma. Sen en cihanşumül eserlerini beş parasız Paris sokaklarında dolanırken vermiş bir şairsin, cebin para para olacak diye ruhun pare pare olmasın. Bilirim kalemin kıvraktır lisanın çeviktir, bilirim üç satırda ruh üflersin kağıda, bilirim bir yazsan parçalarsın edebiyatın Çin Seddi'ni, o lisan-i mücerret dilinle Babıali yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor Necip. Sevgili Necip, inandığın Allah'ın aşkına, o kudretli kalemini iktidara payanda yapacağım diye camii direğine çevirme, o kudretli kelimelerini üç kuruşa parselleme üç tanesi üç kuruş etmeyecek ciğersizlere. Sevgili Necip, elinde sur-u israfil var, onu borazana çevirme. Eski dostun Nazım."

“Nâzım Hikmet! Nafile çabalıyorsun. Sana kızmıyorum. Kızmayacağım. Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklayan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz. Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum. Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun. ... Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman… Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor. İşte görüp göreceğin rahmet! (11 Nisan 1936) Necip Fazıl Kısakürek”


Beşir Ayvazoğlu ile Söyleşi


SÖYLEŞİ Beşir Ayvazoğlu kimdir? 11 Şubat 1953 tarihinde Sivas'ın Zara ilçesinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sivas'ta, yüksek öğrenimini Bursa'da tamamladı. Çeşitli liselerde Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak, TRT'de de uzman olarak çalıştı. Mahalli gazetelerde başladığı gazetecilik hayatını Hergün, Tercüman, Türkiye, Yeni Ufuk ve Zaman gazeteleriyle, haftalık Aksiyon dergisinde yönetici ve köşe yazarı olarak sürdürdü. Hisar, Türk Edebiyatı, Hareket, Dergâh, Kubbealtı Akademi, Türkiye Günlüğü, Yeni Türkiye, İzlenim vb. gibi dergilerde çok sayıda makale ve denemesi yayımlandı. Halen TDV İslam Ansiklopedisi Türk Dili ve Edebiyatı Merkez İlim ve Redaksiyon Kurulu Üyesi ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda da repertuvar kurulu üyesidir.

1982'de yayımlanan "Aşk Estetiği" adlı ilk eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin fikir dalında Yılın Yazarı ödülü 1986'da "Muradiye Ölüm ve Gül" adlı belgesel metniyle TMKV Türk Millî Kültürüne Hizmet Ödülü 1992'de "Güller Kitabı" adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği inceleme Dalında Yılın Yazarı Ödülü 1998'de "Yahya Kemal; Eve Dönen Adam" adlı eseriyle Avrasya-Bir Vakfı Ödülü 1999'da Kombassan Vakfı tarafından Mevlana Edebiyat Büyük Ödülü

“Gülün kültürüne, güle, kısaca şiire tutkun” olduğunu belirten ve yazı hayatına şiirle başlamış biri olarak sonradan şiir yazmayı neden bıraktınız? Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız. Uzunca bir süre şiire emek verdikten sonra, mevcut şartlarda büyük şairlerle yarışamayacağımı anladığım için şiiri bırakmayı uygun buldum; orta halli şiirler yazmaktansa, şiiri, büyük şairleri okuyarak tatmak daha doğrudur. Ayrıca gazetecilik mesleği özellikle şiirle hiç bağdaşmayan bir meslekti. Bir de, laf aramızda, nesrin tadına vardım ve şiire emek verdiğim yıllarda kazandığım dil zevkini nesrime taşıdım.


Bizim de derslerimizde işlediğimiz Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi biyografi türünde çok sayıda eseri kültür edebiyat dünyamıza kazandırdınız. Biyografisini yazdığınız edebiyatçılarımızdan sizi en çok etkileyeni kimdi, neden? Biyografisini yazdığım bütün şahsiyetlerden hayatımın bir döneminde okuyup etkilenmişimdir. Ama Yahya Kemal’in hayatımda özel bir yeri vardır. İlkokul okuma kitaplarından birinde yer alan “Akıncı” şiirini 7-8 yaşından beri ezbere bilirim. Lisede okuduğumuz, Nihat Sami Banarlı tarafından yazılan edebiyat ders kitaplarındaki Yahya Kemal şiirlerinden de çok etkilenmiştim. Ama onu asıl keşfim, 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımlayamaya başladığı 1000 Temel Eser dizisinde çıkan üç kitabıyla oldu: Aziz İstanbul, Eğil Dağlar ve Kendi Gök Kubbemiz... Beşinci kitap da Tanpınar’ın Beş Şehir’iydi. Kısacası, şahsiyetimin ve dünya görüşümün, daha da önemlisi ilgi alanlarımın oluşmasında Yahya Kemal’in büyük tesiri vardır. Yahya Kemal’i okuduğunuz zaman Osmanlı tarihiyle, eski şiirle, eski musikiyle, hat sanatıyla ve tabii “Aziz İstanbul”la tanışıyorsunuz. Yahya Kemal, hakikaten medeniyetimizin şairidir. Onun kitapları, açmasını başarabilenler için bir “altın kapı”... Ben onun eserlerini okuduktan sonra henüz görmediğim İstanbul’a âşık olmuştum. Tabii zamanla Yahya Kemal’e borcumu ödemek istedim. 1980’lerin başında onun hakkında bir kitap yazayım dedim ve Eve Dönen Adam adını uygun gördüğüm küçük bir kitap yazdım. Sonra biyografik bir roman, ardından ansiklopedik bir biyografi… Yahya Kemal hakkında yayımlanmış dört kitabım bulunduğuna göre, beni en fazla etkileyen şahsiyetin o olduğunu söyleyebilirim.

Türk Edebiyatı Dergisi Eylül 1984 sayısında mimari mirasımızla ilgili bir yazınızda “Kültürel değerlerimiz bir bütün olarak düşünülmezse, korunan mimari miras, yaşamayan, içinde yaşayamadığımız bir müze olmaktan öte bir mana ifade etmeyecektir” diyorsunuz. Bu bağlamda Bursa’da yaşamış bir edebiyatçı olarak sizce Bursa yazarlara ve şairlere eski ilhamını veriyor mu? Tanzımat’tan sonra aydınlarda Bursa’ya karşı özel bir ilgi uyanmıştı. Bursa’ya yolunu düşürüp bir şeyler yazmaya yok gibiydi. Bunu “Osmanlı’nın Ana Rahmi: Bursa” başlıklı yazımda uzun uzun anlatmıştım. Bu Bursa sevdası yakın zamanlara kadar sürdü. Özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’de yazdıklarından sonra, Bursa hakkında söz söylemek adeta “aydın”lığın bir icabı haline gelmişti. Ama son zamanlarda Bursa’nın şair ve yazarlara eskiden olduğu gibi ilham verdiğini söylemek çok zor. Tarihi eserler büyük bir özenle restore edilip korumaya alınmakla beraber, Bursa otantikliğini ve ruhaniyetini kaybetmiş gibi görünüyor. İnsanı eskisi gibi sarıp sarmaladığını söylemek zor.


“Yunus Ne Hoş Demişsin” kitabınızda ozana Cumhuriyet rejiminin, kültür politikalarının, aydınlarının hangi zamanlarda nasıl bir bakış açısıyla yaklaştığını irdeliyorsunuz. Sizce Yunus Emre’nin bağrındaki aşkı gerçek anlamda hisseden kişi kitabınızda ele aldığınız hangi şahsiyet?

Yunus Emre’yle ilgilenen herkes, onun şiirinde ifade ettiği düşüncelerden ve şiirleri yakıcı hale getiren aşk felsefesinden değişik şekillerde etkilenmişlerdir. Onun şiirinin farklı yorumlara elverişli derinliği, “en iyi ve en doğru hangisi?” sorusuna net bir cevap vermeyi zorlaştırıyor. En doğru olan, bakış açınıza göre değişebilir.

Geçmişten günümüze Türk dilinin lezzetini doya doya tadacağımız başucu kitapları olarak tavsiyeleriniz neler olur? Edebiyatımızın temel klasiklerini ve Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Mehmed Âkif, Refik Hâlid Karay, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tâhir, Nâzım Hikmet, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi yazar ve şairleri külliyat olarak okumakta fayda vardır. Yine de hemen aklıma gelen bazı eserleri tavsiye edebilirim: Abdülhak Şinasi Hisar: Fahim Bey ve Biz Ahmet Hamdi Tanpınar: Huzur, Saatleri

Nazım Hikmet: Memleketimden İnsan

Ayarlama Enstitüsü, Beş Şehir Ahmet Haşim: Piyale, Gurabâhâne-i Laklâkan, Asaf Hâlet Çelebi: Bütün Şiirleri Cemil Meriç: Bu Ülke Fazıl Hüsnü Dağlarca: Çocuk ve Allah Halide Edip Adıvar: Sinakli Bakkal Kemal Tahir: Devlet Ana Mehmet Âkif: Safahat Midhat Cemal Kuntay: Üç İstanbul

Necip Fazıl: Çile Nihad Sami Banarlı: Türkçe'nin Sırları Peyami Safa: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Refik Halit Karay: Gurbet Hikayeleri,

Manzaraları

Memleket Hikâyeleri Sait Faik: Semaver Sâmiha Ayverdi: İbrahim Efendi Konağı Sezai Karakoç: Hızırla Kırk Saat Tarık Buğra: Küçük Ağa Yahya Kemal Beyatlı: Kendi Gök Kubbemiz, Aziz İstanbul

Son olarak üzerinde çalıştığınız, yakın zamanda okuyucuları bekleyen bir çalışmanız var mıdır? Kapsamlı bir Asaf Hâlet Çelebi biyografisi yazdım; sonbaharda çıkacak.

A. Bengisu AKDAĞ


“Yüz karası değil, kömür karası Böyle kazanılır ekmek parası” Orhan Veli


Soma Mersiyesi Madende çalışan cevher yürekler, Bir ekmek uğruna soldu çiçekler. Kömür karası eller yorgun düştüler. Aydınlık kalpleriyle karanlıkta kaldılar. Ekmek parası alın teri uğruna Birçoğu geldi yolun sonuna. Ne acı ne elem dolu bir biçimde, Ağlamamak çok zor ülkem yas içinde. Gözyaşları sel olur akar. Ateş düştüğü yeri yakar. Ne gelir ki elden Ya Rab, Yardım et ki kurtulsun nice can. Kalem anlatamaz böyle elem, acı ve kederi İnşallah gidenlerin hepsinin cennettir yeri.

Süleyman ERKUT


UMUT’UN KARASI Ben bir madenci oğluyum. Ben emeğin, çalışmanın, alın terinin çocuğuyum.Ben evine ekmek getirmek için yerin sayamadığım kat altında çalışan adamın oğluyum.Manisalıyım,Somalıyım… Babam ailesine düşkün biriydi. Yorgun olmadığı zamanlarda erkenden kalkar bahçeyi sular,taze sebzelerden toplar,sabah kahvaltısını hazırlardı.Dün sabah da öyle yaptı.Erkenden kalktı,kahvaltıyı hazırladı ,çayına iki şeker attı,bakışlarını bıraktı ve gitti.Bir daha da geri dönmedi. Hüseyin amca vardır siz bilmezsiniz, babamın en yakın dostlarından biridir, o da madende çalışır.Fakat üç gündür grip salgınına yakalandığı için madende çalışmıyormuş. Dün öğlen saatlerinde, ben tam da burada, bahçede oturmuş elimdeki taşlarla oynarken birden bahçe kapısından içeriye fırladı.’’Hayırdır Hüseyin Amca ne oluyor’’demeye kalmadan, nasırlı elleriyle sırtımı sıvazladı. Anlamadım ,ilk başta hiçbir şey anlayamadım. Durdu gözlerime, göz torbası hayli büyük olan kahverengi gözleriyle baktı.’’Kardeşin nerede, Umut?’’ dediğinde ilk başta kardeşime bir şey oldu sandım,durdum cevap veremedim. İkinci kez soruyu tekrarlayınca kurumuş ağzımla konuşmaya çalıştım: “İçeride uyuyor ne oldu, amca?’ ‘Tamam, Elif teyzen şimdi buraya gelecek ve kardeşinin yanında duracak, biz de seninle madene gidiyoruz… Oğlum, amcam ,madende patlama olmuş.Sakın üzülme şimdi herkes oradadır kurtarmaya başlamışlardır bile,baban da sağ salim çıkar,kimseciğe bir şey olmaz.Sen bakma bana ben yaşlı adamım duygulanıyorum öyle gözlerim doluverdi işte.Bak Ayşe de geldi,hadi gidelim.” Yolda giderken bir sürü insan gördüm. Hepsi madene doğru koştura koştura gidiyorlardı. En son böyle koşturan insanları aşağıdaki yolda kamyonların kaza yaptığını duyduğumda görmüştüm. Ben de onların içindeydim ve ben de koşturuyordum, şu anki gibi… ‘Hüseyin amca nasıl olmuş, ne patlamış hiçbir şey bilmiyor musun?’’ ‘‘Nerden bileyim oğul, ben de duyduğum gibi seni almaya geldim. Belki lazım oluruz,aşağıya inmemiz gerekir diye düşündüm.’’ Maden ocağına geldiğimizde sokakta gördüğüm insan kalabalığının daha fazlasını burada gördüm. Bizim tanıdıklarda çoktu ama hiç görmediğim insanlar sanki onlardan da çoktu. Bu kadar insan nasıl haber aldı, kim anında çağırdı onları bilmiyorum. Sağ tarafa baktığımda ambulansların ard arda dizilmiş içeriden çıkaranları aldıklarını ve hızla oradan uzaklaştıklarını gördüm. …. Orada yaklaşık otuz iki saat ayakta bekledik. Hüseyin amca yaşlı olduğu için bir duvarın dibine elinde sigarasıyla çöktü, kaldı. Ben ise babamı otuz iki saat aradım. Yüzünü, gülüşünü, ellerini tanımadığım insanlarda bulmaya çalıştım. Yorulmadan, usanmadan aradım. Tek tek tüm çıkarılanlara baktım ama bulamadım. Babam hiç biri değildi. Bu bir umut muydu, babam içeriden sağ kurtulabilir miydi bilmiyorum ama saatler ilerledikçe tükenen anneleri, babaları,kardeşleri,evlatları gördükçe ben de tükenmeye başlıyordum. Keşke ellerim uzansaydı ve oradaki her ağlayanın yaşlarını silebilseydim. Keşke ellerim uzansaydı ve her yetim kalan çocuğun başını okşayabilseydim. Yapamadım,ellerim ne uzandı,ne de yüreğim dayandı… Otuz iki saatten fazla olduğunda etrafta kimse kalmamıştı. Ben,Hüseyin Amcam ve yokluğun sessizliği orada baş başa kalmıştık. Kapılar yüzümüze kapatılmış, aramalar bitmişti. … ‘’Beyefendi, ben babası madendeki patlamada bulunamamış bir çocuğum. Babasının mezarı olmayan, kardeşine bunu açıklayamayan bir oğulum. Size daha fazla olanlardan bahsedemem. Nasıl ağladığımı, kaç damla gözyaşı akıttığımı size bildiremem. Daha fazla yayını devam ettirmeyin lütfen, yorgunum. Şuan burada olmak yerine diğer aileler gibi mezarın başında durup babamla konuşmalıydım. Gördüğünüz gibi bunu yapamıyorum, babamın bir mezarı yok, babamın bir mezar taşı bile yok.Bu kadar yeterli,irdelemeyin lütfen. Saat geç oldu uyumalıyım ve yarın sabah kalkıp ocağa gitmeliyim çünkü bakmakla yükümlü olduğum küçük bir kız kardeşe sahibim.’’ Şimdi reklamlar...

Hilal AKARSLAN


BOŞLUK Sema KESER Gece yine telaşlı başladı, her bir canlı hareket içinde. Kapı gıcırtıları sıklıklarla kulağı tırmalıyor, Ahmet Bey evden çıkmadan evvel Güzin Hanıma yine bağırıyor. Basamakları hızlıca inerken mırıltılar, sonra boşluk...

Nazife kadının ağzında her zamanki türkü, Detone ola ola çöpleri topluyor. Sonra hayat yine lalleşiyor, geriye sadece saat tiktakları ve ben kalıyoruz. Zaten bu aralar uyumak ayrı bir zor; Sanki bilinçsiz olduğum her an,

Elif Hanımın parfümü boca edişini hissedebiliyorum.

Gökyüzünden bir yıldız kayıyor ve ben

Derinden gelen ritmik topuk sesleri yavaşça kesiliyor,

Ağrılarım daha bir sancılı ama

Mehmet Bey çakır keyif şarkılarla yukarı çıkıyor,

Yavaşça karanlığa mahkum oluyorum.

Buna rağmen her hücremdeki ağrıya minnettarım.

Bugün daha erken geliyor.

Onlar benim hayatta olduğumun, içimde bulunan, nefes parçacıklarının kanıtları

Bir fare tıkırtısı alabildiğine sessiz yumuşak, biri ışığı yakıyor.

Ama şu susuzluk yok mu ne hain ne düşmanca, kendimi her susadığımda

Nilgün Hanımlar Remzi Beyle balodan geliyorlar.

Vuslata da vuslatsızlığa da maşuk

Nilgün Hanım gecenin dedikodusunu anlatırken, Bileziklerinin ahengi konuşmasına arka fon oluyor. Karşı koruda bir curcuna, böcek uğultuları... Belli ki düğünleri var. Sonra hafif bir esinti... Akdenizimsi bir meltem... hava soğuyor .

Suya Leyla bir kum tanesi gibi hissettiriyor. Üzerimde bir battaniye amaçsız sadece duruyor. Gözkapaklarımın direnci sanırım mağlup oluyor, eski çerçevelere bakarken. Kulağımda bir gençlik tınısı, Gençliği düşlüyorum gözlerim yine zamansızlığa dalarken...


HÂİLE-İ OSMÂNİYYE Osmanlı padişahlarının 16'ncısı olan ve henüz on dört yaşındayken tahta çıkan II. Osman, belki de Osmanlı padişahları arasında en bahtsız olanıydı. Çok iyi eğitim almış; Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca öğrenmişti. Aynı zamanda Farisî mahlasıyla da şiirler vermişti. Fakat çok genç ve tecrübesizdi. Genç Osman olarak da bilinen II. Osman, öteden beri fark ettiği sorunları bir çırpıda çözüp devleti, atası Kanunî Sultan Süleyman dönemindeki göz kamaştırıcı hâline tekrar

yükseltmek

istiyordu.

Ordudaki

itaatsizliği,

saraydaki casus faaliyetlerini ve toplumdaki başıbozukluğu iyi analiz etmiş; Osmanlı'da topyekün bir düzenlemenin şart

olduğuna

inanmıştı.

Genç

Osman,

saraydaki

kokuşmanın sebebini de yabancı uyruklu kadınlarda görüyordu. Sarayı yabancı kadınların istilasından kurtarmak için ilk reform hareketini gerçekleştirdi. Fatih Sultan Mehmet devrine kadar yapıldığı gibi saray dışından, Şeyhülislam Es'ad Efendi'nin ve Pertev Paşa'nın kızlarıyla evlendi. Şüphesiz Genç Osman'ın yapmak istediği en büyük reform her fırsatta saraya dayanıp, kazan kaldıran yeniçeri ocağını bir an evvel yok etmek istemesiydi. Genç Osman, yeniçeri ocağını kaldırarak yerine Anadolu, Mısır ve Suriye'den toplayacağı askerlerden oluşan bir ordu kurmayı planlıyordu. Bunun için, kendisinden önce hiçbir Osmanlı padişahı hacca gitmediği hâlde, Genç Osman hacca gitme bahanesiyle hazırlıklara başladı. Yeniçeriler de bu hac yolculuğunun bir bahane olduğunu anlamışlardı ki Atmeydanı'nda toplanıp: -"Padişahın bu şekilde Hicaz'a gitmesi bizden yüz çevirmesindendir. Nizâm-ı âlem için padişahlar haccı terk edegelmişlerdir. Payitahtı bırakıp gitmek hatadır. Bu işten vazgeçmelidir." diye bağırıyorlardı. İsyancılar aynı gün, padişahın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmalayıp, Sadrazam Dilaver Paşa’nın konağına da saldırdılar. Genç Osman, akşama doğru, durumun kötüye gittiğini anlayarak, ulemaya isyancıların isteklerini sordurdu. Onlar da: -"Kul taifesi, padişahın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi’nin ve Darüsseade Ağası Süleyman Ağa’nın görevden alınmasını isterler"deyince, Genç Osman: -"Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim, fakat hoca ile Darüseade Ağasını görevden almam” dedi. Birkaç gün sonra Atmeydanı'nda(Sultanahmet Meydanı) toplanan isyancılar padişahtan, Sadrazam Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Vezir Ahmed Paşa, Darüsseade Ağası Süleyman Ağa, Başdeftardar Vezir Baki Paşa ve Sekbanbaşı Nasuh Ağa’nın öldürülmelerini istediler. Genç Osman, isyancıların taleplerini kabul etmeyince, sarayın kapısına dayandılar. Saray'a giren isyancılar, padişahı ayak divanına çağırdılar. Genç Osman divanı kabul etmeyince: -”Sultan Mustafa’yı isteriz” diye bağrışmaya başladılar. I.Mustafa’nın bulunduğu odaya, kubbesini delerek giren isyancılar, I.Mustafa’yı oradan alıp Orta Cami’ye götürdüler. Bu arada isyancılar hapishaneleri boşaltarak, şehri yağmalamaya başladılar. Şeyhülislam Es'ad Efendi isyancılara: -”Kardeşlerim, gelin etmeyin, Sultan Osman istediklerinizi verdi ve dahi kimi isterseniz sultandan


alıverelim” dediyse de asiler: -”Mustafa'dan başka sultan tanımayız” diyerek, I.Mustafa’yı padişah olarak istediklerini bildirdiler. Osman, Bursa’ya gitmek istediyse de bunu başaramadı. Bunun üzerine yanındakiler Ağakapısı'na sığınmasını istediler. Genç Osman, yanında Veziriazam Ohrili Hüseyin Paşa, Bostancıbaşı Mahmud Ağa ve Sadaret tezkirecisi Sıtkı Çelebi olduğu halde, Ağakapısı'na gitti. Yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Ağa ile isyanın nasıl bastırılabileceğini görüştüler. Alınan kararlar, Yeniçeri Odabaşılarına bildirildi. Ali Ağa, sabah namazından sonra, yeniçerilere durumu anlatmak istedi. Fakat konuşmaya başlar başlamaz isyancılar tarafından feci şekilde öldürüldü. Ohrili Hüseyin Paşa’yı da öldüren yeniçeriler, kesik başını Orta Cami’ye getirdiler. Genç Osman, Ağakapısı’ndan çıktığında, Hüseyin Paşa’nın cesedini görünce: -”Bu mazlumun, günahı yoktu. Her zaman kul hakkında bana iyilik söylerdi. Eğer onun sözünü dinleseydim bu işler başıma gelmezdi. Beni bu hale düşüren, Ömer Hoca ile haremağasıdır” dedi. İsyancılar Ağakapısı'ndan aldıkları Genç Osman’ı, Orta Cami’ye götürmek üzere yola çıktılar. Yolda rastladıkları bir ata bindirdiler. Devrik padişahın sırtında eski bir beyaz elbise, başında bir sipahinin verdiği kirli bir sarıkla sarılmış bir kavuk vardı. Genç Osman, yolda su istediğinde bir testiyle su getirip, Genç Osman’a vermeden yere attılar. Hakaretler, küfürler eşliğinde, Orta Cami’ye doğru

yola

koyuldular. Altıncıoğlu adlı bir asi, Genç Osman’ı tartaklayıp küfürler edince, Genç Osman ağlayarak: -”Behey edepsiz! Ben padişahınız değil miyim, nedir bu ettiğiniz cefa?” diyerek gözyaşları içinde yola devam etti. Orta Cami’ye gelindiğinde, Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler. Caminin etrafı isyancılarla doluydu.

salası verildiğinde askerler

Genç Osman öldürüldü sanıp: -”Zinhar, Sultan Osman’a bir şey yapılmaya, vücuduna zarar erişmeye, buna rızamız yoktur. Sultan Osman mahpus dursun, sonra ne gerekirse öyle olsun” diye bağırdılar. Bu arada I.Mustafa tarafından sadrazamlığa getirilen Davud Paşa, Genç Osman’ı pencereye getirip askerlere göstererek onları yatıştırdı. Genç Osman başındaki kirli sarığı çıkararak oradakilere: -"Bilmeden size cefa ettimse affeyle, ben ettim siz etmen. Görün dünyanın halini, dün sabah cihan padişahı idim, şimdi üryan kaldım. Malımın, esbabımın haddi hesabı yok iken, on akçelik bir arakiyeye (sarıklı kavuk) gücüm yok. Merhamet edin, halimden ibret alın, dünya size de kalmaz. Hangi padişahın kulları, padişahlarına bu kötülüğü yaptılar.” deyince, yeniçeri ağalarından biri, temiz bir sarık uzatıp: -”Padişahım, temizdir çıplak durmasın, kavuğunuza sarın” diye verdi. Yeni sadrazam Davud Paşa, yanında kement olan bir Cebecibaşıyla Genç Osman’ın yanına gelerek: -”Osman Çelebi, bu durum nedir? Hele şimdi elimdesin, sana istediğimi yapmaya gücüm mü yetmez” diyerek, Genç Osman'ı boğdurmaya kalktı. Cebecibaşı, kemendi Genç Osman’ın boynuna atınca odada bulunan yeniçeri ağaları: -”Neylersiniz şimdi, dışarıda asker duyarsa hepizi kırar” diyerek engel oldular. Genç Osman, Davud


Paşa’ya: -”Behey zalim! Ben sana neyledim, iki defa katlin gereken suçunu affeyledim. Sana memuriyet verdim, bana düşmanlığın nedendir?” deyince,yeniçeri ağaları: -"Padişahımız hatırınızı hoş tutun. Ortalık yatışsın yine padişahımız sensin” dediklerinde,Davud Paşa,ağalara: -”Siz bilmezsiniz, bu ne yılandır.Buradan sağ çıkarsa,hiç birimizi sağ komaz” dedi. Genç Osman, pencere kenarına gelerek,dışarıdakilere: -”Benim sipahi ağalarım, yeniçeri ihtiyarları, babalarım!Gençlik haliyle,münafık sözüne uydum.Bana bu hakaretleri yapmadan keşke orada öldürseydiniz.Ya beni istemez misiniz?” diye seslenince,isyancılar: -”Seni halife istemeyiz ama katline de rızamız yoktur” dediler. Genç Osman son bir umutla: -

"Şimdi

beni

katle

razı

değilseniz,

sultan

Mustafa’nın

odasına

hapsedin”

diye

yalvarınca,cebecibaşı,sırtından çekerek tekrar boğmaya kalktı.Ancak Haseki Mehmed Ağa engel oldu.I.Mustafa’yı Topkapı Sarayına götürüp tahta çıkarttılar.Davud Paşa ve yeniçeri ağası,Orta Cami’ye geri geldiler.Orada bulunan yeniçeri ağalarına: -”Burası ibadethanedir, mahpushane değil.Osman’ı Yedikule’ye gönderelim,sonra ne gerekirse o yapılsın” diyerek,Genç Osman’ı Orta Cami’den çıkardılar,sebze taşıyan atlı bir pazar arabasına bindirerek,Yedikule’ye doğru yola koyuldular.Halk yol bunca toplanmış asilerin arasındaki devrik padişahı seyrediyordu.Bir çeşmeye gelindiğinde,Genç Osman su içmek istedi,izin verdiler,kana kana su içti.Tekrar yola koyuldular,devrik padişaha,küfürler,hakaretler ederek,yola devam ettiler. Yedikule’ye vardıklarında, Genç Osman’ı bir odaya hapsettiler.Askerler dağıldıktan sonra,Davud Paşa,kethüdası Ömer Ağa,Cebecibaşı ve birkaç adamla,Genç Osman’ı katletmek üzere harekete geçtiler.Cebecibaşı,kement atıp boğarken, "Kilindir Uğrusu" denen asi de Genç Osman’ın hayalarını sıkıp işkence yaparak katlettiler(20 Mayıs 1622). Nâşı gece saraya nakledilip, öğle namazından sonra, küçük bir kalabalıkla cenaze namazı kılınarak, Sultan Ahmed Türbesine defnedildi. Genç Osman’ın katline sebep olan, Sadrazam Davud Paşa,13 Haziran 1622′de görevden alınarak, yerine Mere Hüseyin Paşa getirildi. Davud Paşa,8 Ocak 1623 tarihinde, Genç Osman’ın öldürüldüğü Yedikule'ye, Genç Osman’ı götüren arabayla getirilip, Genç Osman’ı boğmak için kullanılan kemendle boğularak öldürüldü. Genç Osman'ın katline karışanlar tek tek yakalanarak öldürüldüler. Dönemin şairlerinden Nev'i, Genç Osman’ın katli üzerine aşağıdaki ünlü mersiyesini yazmıştır:

" Bir şâh-ı alîşan iken şâh-ı cihana kıydılar Gayretli genç aslan iken şâh-ı cihana kıydılar Hükmetmeye kâdir iken emr-i Hakk'a nazır iken Gazi bahadır han idi alî-nesep sultan idi

Hacc itmeğe hazır iken şâh-ı cihana kıydılar

Namıyla Osman Han idi şâh-ı cihana kıydılar Ey dil ciğerler oldu hûn derdim bir iken oldu on Niyet edip hacc itmeğe komadı kullar gitmeğe

Kan ağladı ehl-i fünûn şâh-ı cihana kıydılar

Kulak gerek işitmeğe şâh-ı cihana kıydılar Eşrât-ı saatdir bu dem rûz-ı kıyametdir bu dem Kula nedametdir bu dem şâh-ı cihana kıydılar"

SEREN KOTİK


Risâle Süleyman Erkut Bir bitiş ve bir yeni başlangıç, Bir iniş bir çıkış bir de haykırış… Bilimi bilip ilim ile amel edebilmek edebiyle, Yaşayabilmenin erdemiyle kitlelere sesleniş… Basit bir kelamdan ibareten yazılmış bir risale, Masal misali bedaheten çıkan bir hikâye. Sonuç uçsuz bucaksız masmavi bir deniz, Kalemden güç alıp Rabbin lütfunu bekleriz.

Kelam, dilden dile gönülden gönüle bir kervan, Şiir, cennet bahçesi, kulak tınısı bir de küheylan, Şair, manadan manaya , deryadan deryaya bir umman, Issız ve sessiz bir çöl bir âmâ bir dilsiz bir de Süleyman. Anlat! Ne istiyorsun ne umdun ne bekliyorsun? İmtihan için geldin, ak saç kara defterle gidiyorsun.

Nereden biliyorsun ne gördün, ne okudun? Sordun soruşturdun en sonunda yoruldun. Şükret ve hâmdet yolun sonunu görüyorsun. Çünkü biliyorsun her şey aslında iki kelamdan ibaret; Rahmet ve hikmet sonrası sonsuz bir nimet. Dünya bir tarla verimli kullan ektiğini biçmeye bak. Hasat zamanı mahsul sonrası cennet ve cehennem hak. Nur cemal-i bâ kemâl Enel Hak.


ASYA Güneşin lepiska ışıkları, pencerenin koyu kahve panjurları arasından içeri sızıyor; Asya'nın beyaz, narin simasında çizgi çizgi gölgeler oluşturuyor ve yastığa saçılmış saçları arasında dağılıyordu. Göz kapakları az sonra müthiş bir gösterinin başlayacağını haber veren sahne perdesi gibi ağır ağır yukarı kalkıyor ve balköpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşıyordu. Üzerindeki kuş tüyü yorganı, tatlı bir uyku mahmurluğuyla aşağı iterek doğruldu ve çıplak ayaklarıyla tahta döşemelere bastı. Ardından duvarda asılı duran saman kâğıdı takvime yaklaştı, uzun uzun baktı, dudağındaki çizgileri gerdiren geniş tebessümle bir sayfa daha kopardı. Bir gün daha eksilmişti. Asya henüz üç yaşındayken annesinin ve babasının mesleğinden doğan zorunlulukla Fransa'ya gelmişti. Babası Murat Bey büyük başarılara imza atmış bir mühendis, annesi Fatma Hanım ise Fransızca öğretmeniydi. Asya '' Memleket, insanın doğduğu yer değil doyduğu yerdir.'' sözüne inat doğduğu toprakları merak ediyor ve hiç görmediği Bursa'yı özlüyordu. İnsan görmediği bir yeri ciğerini patlatırcasına özler mi hiç? Özler. Öyle özler ki, öle öle özler. Yıllardır annesine doğduğu yerleri anlattırıyor, aynı hikâyeleri usanmadan dinliyordu. Annesi de babasıyla beraber sahili gören bir terasta, adeta yeşil Bursa'nın şapkası olmuş gök gözlü denizi izlerken çaylarını soğuttuğu günlerini anlatıyordu. Bursa'da geçirdiği her anıyı anlattıktan sonra sisli gözlerle kendine bakan kızının gözlerini, gözleriyle öperek derin bir göğüs geçiriyordu. Son günlerde Asya, tüm bu üzüntülerden arınmış ve sadece 12 Temmuz'un gelmesini bekliyordu. Ama sanki geceler bitmiyor, saatler inadına uzuyor, tik taklarını milyonlarca yıl öncesinden alıp getiriyordu. Babası Murat Bey, ilk defa bu yaz yoğun işlerinden sıyrılabilecekti. Uçak biletleri aylar öncesinden alınmış ve Asya'nın firkatten vuslata perde aralamasına çok az kalmıştı. Asya banyoya doğru ilerleyerek musluğu usulca açtı ve avuçlarından taşarcasına doldurduğu suyu defalarca yüzüne çarparak derin nefes aldı. Aynaya baktığında alnının yukarı bitimindeki saç diplerinin ıslandığını ve damla damla su taneciklerinin yüzünden aşağı süzüldüğünü gördü. Yüzü çok canlı ve dinç duruyordu. Kendini mutlu hissetti ve mutfağa doğru yönelerek kapıyı araladı. Kahvaltıyı hazırlayan Fatma Hanım, zeytin dolu minik kâseyi de masaya bırakarak son hazırlığını tamamlamıştı. Asya ani bir hareketle sıçrayarak annesinin boynuna atılıp sımsıkı sarıldı ve :

Zübeyde BELET

__''Bir hafta kaldı anneciğim, sadece bir hafta'' dedi. __''Evet kızım, sayılı günler artık.'' diyerek kızının omuz başlarından tutarak kendini hafif geriye doğru çekti ve ışıltılı gözlerini kızının yüzünde gezdirdi. Sonra sofraya geçip gelecek günlere dair hararetli bir muhabbete koyuldular. Günler hızla geçiyor, takvim yaprakları akrep ve yelkovanın raksı eşliğinde birer birer intihar ediyordu. Beklenen gün gelmiş, takvimler 12 Temmuz'u gösteriyordu. Üç buçuk saat süren kısa bir yolculuğun ardından Asya artık Türkiye sınırları içinde nefes alıyor ve ailesine şükran dolu gözlerle bakıyordu. Bursa'daki eski evlerine gitmek üzere taksiye bindiler ve nihayet uzun, siyah, güneşin yalayıp parlattığı asfaltın sağ kolundaki mavi tabelaya beyaz harflerle yazılmış ''BURSA'' yazısı göründü. İki bacaklı bir teneke bir insanı bu kadar mutlu edebilir miydi? Evet. Ediyordu, etmişti. Bayram çocukları kadar keyifli ve şendi. Onlardan tek eksiği kırmızı pabuçları, altın sarısı saçlarını süsleyecek kurdeleli tokaları ve beyaz entarisiydi. İçi içine sığmıyor, ufacık yüreği göğüs kafesini zorluyordu. Dar sokaklardan geçtikten sonra taksi yavaşladı ve aşağı indiler. Fatma Hanım iki katlı ahşap eve yönelerek: __''İşte burası'' dediğinde, Asya'nın yüreği gökyüzü kadar genişlemiş ve bir yıldız kayıvermişti. Mavi ve ince bulutları yırtıp göğe yükselecek bir hıçkırık koyuverecek gibi oluyordu. Dişlerini pembemsi dudaklarına bastırıyor ve usul usul inen gözyaşları dudak çizgileri arasına sızıyor, sızıyor, sızıyordu. Fatma Hanım paslanmış kilidi zorlayarak kapıyı açmaya çalışırken hemen ardında Asya ve bavulları taşımakla meşgul olan Murat Bey görünmekteydi. Açılan kapının gıcırtısı dinmeden içeride bulmuştu kendini Asya. Annesinin Fransa'da anlattıklarından yola çıkarak doğduğu odayı buldu ve içeri doğru adım adım ilerledi. Evet, Asya hastanede değil, evde doğmuştu. Bu yüzden muhayyilesinde yaşattığı bu eve ve semte adeta âşıktı. Odanın ağır perdeli geniş penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir sulu boya levhası gibi görünüyordu. Saf, mavi, durgun bir sema; pembe, beyaz çiçekli ağaçlar, uyur gibi duran sessiz bir deniz... Ve Asya'nın düşlerinde yeşerttiği sırlar dünyasının havadaki hakikati gibi uçan martı sürüleri… Durdu, düşündü. Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Eve iyice yerleştikten sonra evin odalarını geziyor, duvardaki eskitme fotoğrafları inceliyor ve mini mini odasının geniş penceresinden maviyi izliyordu. O günün verdiği yorgunlukla dışarı çıkamamış ve doğduğu yatakta uyumak üzere kendini beyaz, kolalı çarşafların arasına bırakıvermişti.


kapakları arasında fersiz ve sönük görünmesine rağmen Güneş, bucaksız denizin üzerinden doğarak yine de güzelliğini koruyordu. Saçlarıysa dökülmüştü. göğe doğru yükseliyor ve ışınlarıyla Mudanya'nın sık Sadece sağ kulağının arkasından, sol kulağının arkasına ve geniş çatılarını ısıtıyordu. Asya'nın odası da kadar iki parmak kalınlığında yay gibi duran bir saç bundan nasibini alıyor ve odada bir ışık huzmesi uzanıyordu. Seksen yaşında olmasına rağmen gayet dinç, yaratıyordu. Uyandı Asya. Annesinin hazırladığı sağlıklı ve uzun boyuyla heybetli görünüyordu. Asya bu omletin ve patateslerin mis kokusu ikinci kata, dedeyi çok sevmişti. Artık her gün Nesim Dede'yi ziyaret odasına kadar ulaşıyordu. Güzel bir kahvaltının ediyor ve en az iki saatini onunla geçiriyordu. Asya, Nesim ardından dışarı çıktı ve karşı sokağın sol çaprazındaki Dede'nin gönül kapısını aralayabilmişti. Her gün ondan ev ilgisini çekti. Mavi kireçle boyanmış evin önündeki mutlaka iki üç öykü dinliyor ve anlattığı öyküye göre bazen buruşuk bir hal alan suratını, bazen kahkaha atarken çamaşır ipinde unutulmuş üç beş mandal, dişleri görünen dişlerini, bazen de çatılan kaşlarını dikkatle dökülmüş çalı bir süpürge ve mavi kirecin altından izliyordu. Zaman ilerledikçe bu mahalle, bu semt, bu sırıtan sinir bozucu bir beton grisi. Bu griliği pek insanlar Asya için vazgeçilmez bir hal alıyordu. sevmese de ev gözüne çok şirin görünmüştü. Yarısı kopmuş bir ay geceyi yararak hüzünle doğuyor Mahalledeki evleri, insanları, sokakları inceleyerek ve buna inat Asya sonsuz bir huzurla başını yastığa geziniyordu. Toprak rengi ahşap evlerin, zamanla bırakıyordu. Tan yeri ağarmadan, ağlayan minarelerden kararmış birbirine yaslanmış tavan sarkaçları arasında gök kubbeye ezan sesleri yükseliyor ve aynı anda kâinat yürüyerek bu doğal yapıları hayranlıkla izliyordu. Bu milyarlarca şükür demetleri sunuyordu. Bir başka türlüydü ufak mahalleyi çok sevmişti. Biraz daha ilerledi. Yolun bu kent, bir başka türlüydü bu semt, insanlar bir başka türlüydü. Asya ertesi gün yine doğruca oyuncakçıya gitti. hemen sağında, kapının önündeki tezgâha dizilmiş, Nesim Dede üzerine haki yeşili bir gömlek giymiş ve tahtadan yapılmış oyuncak bisikletler, arabalar, böylelikle ela gözleri ortaya çıkmıştı. Asya'yı bebekler dikkatini çekti. Kafasını Fotoğraf: Aybige Akdağ görünce: kaldırdığında yine tahta bir __''İşte günümün neşesi, renkli tabelanın üzerine kazınarak kelebeğim de geldi.'' dedi. Asya da: yazıldığı belli olan, yalın bir __''Günaydın dedeciğim.'' ''Oyuncakçı'' ifadesi yer diyerek yaşlı cildine taze bir alıyordu. İçeri girerek öpücük kondurdu. Birbirlerine neşeli bir tonla : çok alışmışlardı. Nesim Dede __'' Merhaba amca.'' dedi. Elindeki tahtayı yontmakla meşgul olan adam, gözlüklerinin üstünden bir bakış fırlatarak: __'' Buyur, hoş geldin kızım.'' diye karşılık verdi. Asya adamın elinde yonttuğu tahtaya bakarak : __''Dışarıda gördüğüm bütün oyuncakları sen mi yaptın amca?'' Adam gülerek : __''Oradan bakınca amca gibi mi duruyorum güzel kızım? Bana dede diye hitap et olur mu? Dede, Nesim Dede.'' __''Olur Nesim Dede'' dedi Asya ve cevap alamadığı soruyu tekrar yöneltti: __''Bütün oyuncakları sen mi yaptın Nesim Dede?'' __''Evet, ben yapıyorum kızım'' __''Hepsi çok güzel, ellerine sağlık. Peki, hiç ahşaptan yapılmış kocaman bir bisiklet yaptın mı? Mesela benim binebileceğim kadar.'' __''Hayır hiç o kadar büyüğünü yapmadım.'' diye karşılık verdi dede. Asya anladığını ifade eden bir hareketle başını öne doğru salladı. İçinden bir gün böyle bisikletinin olmasını istediğini söyledi kendine. Ardından Nesim Dede'yi iyice incelemeye koyuldu. Onun yonttuklarından yere düşen tahta parçacıklarını gözüyle takip ediyordu. Göz bebekleri bir tahta oyuncağa, bir de yere gidip gelerek mekik dokuyordu. Gözleri yeniden oyuncağa gittiğinde, birden Nesim Dede'nin ellerine takıldı. Elleri bir mumya uzvu kadar sarı ve katılaşmıştı. Ela gözleri kırışmış göz

onu öz torunlarından ayırmıyor, koruyor, kolluyordu. Onun buraya geçici olarak geldiğini düşününce gözlerine bir perde iniyor, hüzün bulutlarıyla kaplanıyordu. Bütün bunları unutmak istercesine boşluğa dalan gözlerini kırptı ve yine Asya'nın âşık olduğu bu semtle ilgili öyküler anlatmaya koyuldu. Nesim Dede örf ve adetlerinden, eğlence tarzlarından bahsediyordu. Asya ara sıra onun sözünü kesiyor ve sorular sorarak bu anlatışlar saatlerce uzayıp gidiyordu. Nesim Dede geçmişteki mesire yerlerinden, faytonlarla yaptıkları gezintilerden, sahilde balık tutmaya çalışan arkadaşlarını suya iterek sırılsıklam kesilmesinden, üstelik bu kişinin bu kıyafetlerle nasıl yarım saat yol yürümesi gerektiğinden bahsedip dizlerine vurarak katıla katıla gülüyordu. Sayfiyeye gideceği zaman giydiği kıyafetlerden ve bu kır yerlerinde rengârenk çarşaflarıyla adeta bir renk cümbüşü yaratan kızların eğlencelerinden söz ediyordu. Nesim Dede bunları anlatırken o yıllara dönüyor ve bıyıkları daha yeni yeni terlemeye başlayan bir delikanlı oluveriyordu. Asya da onun anlattıklarına doya doya gülüyor ve kimi zaman karnını ağrıtacak derecede keyifli krizlere giriyordu. Biri seksen yaşında bir dede, diğeri ise henüz on beş yaşında olan bu iki insanın aralarındaki sevgi bağı imrendirecek güzellikteydi. Asya bir gün Nesim Dede'ye bu hikâyelerin bir kaynağı olup olmadığını sordu. Fransa'ya gittiğinde bu hikâyelerden mahrum kalacağına dair üzüntüyle dem


vuruyordu. O vakit Nesim Dede çok sevdiği bu kızla bütün bir hazinesi olan kitaplarını paylaşabileceğini söyledi. Yıllardır içeriye hiç kimseyi sokmadığı kitaplarının bulunduğu mahzene Asya'yı misafir edecekti. Dükkânın girişinden ileri doğru yürüdükten sonra, güneş ışınlarının oraya yetmeye vakıf olmadığı bir nokta vardı ki kitaplığa açılan kapı orada bulunmaktaydı. Kapıyı açarak içeri ilk adımı atan Nesim Dede'nin ardından beliren Asya, burnuna vuran rutubetle karışık kitap kokuları arasında mest olmuştu. Kitaplığın etrafı kasvet duvarlarıyla örülmüşçesine karanlıktı. Sadece duvarın en yukarısında, minik kare bir pencereden içeri belirsiz bir ışık sızıyor ve o ışığın aydınlattığı uzun yolda toz tanecikleri uçuşuyordu. Asya tozlanmış kitap raflarını gözüyle süzüyor, bazılarını eline alıp inceliyor ve sırt sırta yaslanmış yüzlerce kitabın birbirini ayakta tutan kardeş tavırlarına hayran kalıyordu. Nesim Dede raftan bir kitabı çekerek Asya'nın beyaz, parlak, zarif, ince elleri arasına bırakıverdi. Asya, kitabın yüzünü kendi yüzüne çevirdiğinde simasında milyonların sevinci yaşanıyordu adeta. Kitabın siyah kaplı kapağında büyük ve altın yaldızlı harflerle ''BURSAM'' yazıyordu. İşte o zaman Asya; tümcelerin, sözcüklerin, hatta harflerin bile konuşabildiğini anladı. Şimdi kulağı insan koşuşturmacaları, araba gürültüleri, vapur düdükleri, martı çığlıkları içinde çalkalanan bir şehir gibi uğulduyor, kitaptaki her harf ona farklı bir dünyanın rengini fısıldıyordu. Kitapta geçmişe dair anlatılan öyküler şimdi kitaptan fırlamış ve her biri Asya'nın kafasının bir köşesinde sahne alarak zihninin duvarlarına çarpıyordu. Bir an durdu ve kendi yaşadıklarını düşündü. Beyninde aniden bir şimşek çaktı. Asya'da bu eşsiz kitabın son kısmına kendi öyküsünü ekleyecekti. Koşarak uzaklaştı. Bu serin ve karanlık gecenin yıldızsız seması altındaki hüzünlü Bursa; sanki gündüzki gösterişlerden, heyecanlardan, gürültülerden yorulmuş, baygın ve sakin uyuyordu. Asya da gecenin bu durgunluğunda kendi öyküsünü yazıyordu. Simdi Asya'nın bağrından elifler çekiliyordu ama o ne susmaya ne de konuşmaya istekliydi. Sadece çıplak ayaklarla öyküsüne yürüyordu. Pencerenin oynaşan etekleri altında, dışarıdan esen çiçek ve çimen kokuları arasında kalemi tutan zambak ellerinden kâğıda mürekkepler sızıyordu. Şimdi teni harflerle yıkanıyor, içi yer yer sözcüklerle kefenleniyordu. Kederle kâğıda dikilen bal köpüğü gözleri, yazdığı sözcükleri takip ederek onlarca kez sayfanın sonuna gidiyor ve tekrar başa dönüyordu. Asya, Fransa'dan yola çıkışından başlayarak burada geçirdiği tüm günlerini eksiksiz kağıda döküyor ve Bursa'ya dair hoş izlenimleri şu satırlarla sona eriyordu: ''...Sesi, güzelliği, görüntüsü ve hatta gürültüsüyle masalsı bir perde açar karşınıza Bursa. O perdeye sadece bugünün değil, geçmişin öyküleri ve efsaneleri de yansır. Geçmişten günümüze taşıdığı değerleri, geleceğe aktarılmasını istediği öyküleri vardır. Semtler de insanlar gibidir. Ruhları vardır. Bu semtin her sokağı birbirine benzese bile, her birinin farklı bir güzelliği, farklı bir adı, farklı bir kimliği vardır aslında. Ve yaşam yalnızca sokaklardadır. Bakmaktan ziyade görmesini, duymaktan ziyade dinlemesini biliyorsanız size kendini anlatır Bursa. Tarihin en derininden çıkıp gelmiş olsa bile bugün çağdaş

dünyayı yakalamasını bilmiş ve hatta geçmesini bilmiş, sanatçılara ilham kaynağı olmuş ender şehirlerden birisidir. Bursa bu kadar eşsiz olmasını biraz da denizin gerdanına dizilmiş kayıklarına borçludur belki de. Denizin arsız çocukları martılar, yol boyunca uzayıp giden rengârenk lale cümbüşleri ve yer yer beliren erguvanlar... Erguvanın ömrü kısacıktır. Geçen vakit birçok şeyin gelip geçici olduğunu, güzelliklerin ancak bakmasını bilen gözler tarafından fark edilebileceğini anlatmak ister adeta. Yağmurları da bir başka türlüdür bu kentin. Ceketini yağmurlarına asar insanlar. Sahile bakan bir mekânda Türk kahvenizi yudumlarken izlenen gün batımı mest eder insanı. Kahveniz azaldıkça saygınız artar bu kente. Ardından bir çift ilişir gözünüze. Kocaman bir çiçek demetini karşısındaki bayana uzatan bir bey... Çünkü mutluluk, mutlu etmektir ve kadınlar biraz da anılarıyla, kendilerine yaşatılanlarla yaşarlar. Teşekkürler Bursa'ya ve sevdasını ölümsüz kılan herkese.'' Asya bu mısraları yazarken zaman ilerliyor, saatler dakikaların içinde, dakikalar saniyelerin içinde, saniyeler de saliselerin içinde eriyip gidiyordu. Gece gökyüzünü gündüzden ödünç alıyor, yıldızlarını serpiştiriyordu. Vakit tamam olunca da gün ışığı emanetini geri alıyor ve yirmi dört saat onlarca kez tamamlanarak devam ediyordu. Asya nihayet öyküsünü bitirdiği gecenin sabahında soluğu hemen Nesim Dede'nin yanında almıştı. Öyküsünü üstü çizik kumbaraya kahkahalar biriktirmişçesine anlattığı öyküsünü ona okumuştu. Nesim Dede yazdığı kitabın sonuna Asya'nın da kendi öyküsünü eklemesinden dolayı çok duygulanmıştı. Elinden tutarak Asya'yı dükkânın önüne çıkarttı ve şöyle dedi : __''Semtleri tanıyıp anlayabilmek için onunla ilgili yazılanları okumak yetmez. Sokaklarını gezmek, hatta kaybolmak gerekir. Sen bu sokakları gezdin, fakat şimdi kaybolma zamanı.'' Ardından parmak ucuyla bir noktayı işaret ederek : __''Haydi atla bakalım kelebeğim'' dedi. Ve Asya sağına döndüğünde orada, güneşin altında cilaları ışıldayan bir ahşap bisikletin durduğunu gördü. Hemen ayağını pedala götürmek istedi ve o sırada bacağının üstünde bir ağırlık hissetti. Bu ağırlık, rüyasında üzerinden bir kuş tüyü gibi sıyrılan yorganıydı. Ne kadar da ağırlaşmıştı şimdi. Hâlbuki Asya'nın göz kapakları hiç aralanmamış ve bal köpüğü gözleri güneş ışınlarını içine alarak koyulaşmamıştı. İşte o zaman, hepsinin bir rüya olduğunu anladı. Kaldığı yerden devam etmek istercesine gözlerini tekrar kapatarak hüzne uyudu Asya.


kullanan şairlerdendi. Şiirlerinde hep

ezilen insandan yana oldu ve ezilenlerin kardeşliğine vurgu yaptı.

3 Haziran 1924: Modern dünya edebiyatının ikonik

Edebiyat Tarihinde HAZİRAN 1 Haziran 1826: Türk Divan edebiyatı şairi, Sultan II. Mahmut'un kızı Adile Sultan doğdu. Döneminin kadın şairleri Leylâ ve Fıtnat hanımlardan yetenek ve teknik bakımdan daha az başarılı sayılsa da Âdile Sultan özellikle Osmanlı tarihine tuttuğu ışık nedeniyle önemlidir. Önemli bir vasfı da Osmanlı hanedanından Divan tertip etmiş tek kadın şair olmasıdır. Ayrıca Muhibbî Divanı'nın basılmasını sağlamıştır.

2 Haziran 1943: Jean-Paul Sartre ile Albert Camus, Sartre'ın Les Mouches (Sinekler) oyununun sahneye konuluşunun ilk gecesinde tanıştılar. Bütün görüş ayrılıklarına karşın süren dostlukları, 1952 yılında tamamen bozulacaktı.

1970:

Orhan Kemal öldü. Orhan Kemal, yoksul kesimin, işçilerin, öğrencilerin, "kerhanedeki adamın" yaşamını anlatan öykü ve romanlar yazmış ve insan-toplum ilişkilerini gerçekçi bir dille yansıtmıştı.

1991: Ahmed Arif öldü. Değişik dergilerde yayınladığı şiirlerinde kullandığı kendine has lirizmi ve hayal gücüyle Türk edebiyatındaki yerini aldı. Türkçeyi en iyi

ve özgün yazarlarından biri olan Kafka öldü. Eserlerinde suç, özgürlük, yabancılaşma ve sorumluluk ayrıca otoriteye bireysel karşı koyma gibi temaları işlemiştir. Kafka’nın en tanınmış eserleri Dava, Şato ve Dönüşümdür.

1963: Nâzım Hikmet öldü. Şiirleri yasaklanan ve yaşamı boyunca yazdıkları yüzünden 11 ayrı davadan yargılanan Nâzım Hikmet cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre yattı. Hem içerik hem de biçim bakımından dönemindeki şairlerden farklıydı. Hece ölçüsünden ayrılarak Türkçenin vokal özellikleri ile ahenk oluşturan serbest ölçüyü benimsedi.

4 HAZİRAN 1933: Ahmet Haşim öldü. "Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek" prensibinden hareket eden Servet-i Fünûn dergisinde şiirler yayınladı ve Servet-i Fünûn - Edebiyat-ı Cedide topluluğuna yapılan hücumlara makaleleriyle katıldı. 1911'de yayınlanan Göl Saatleri adlı şiirleriyle haklı bir şöhret kazandı. Fecr-i Atî dağıldıktan sonra siyasî ve edebî akımların dışında kendisine has bir şiir ve nesir anlayışının tek temsilcisi olarak kaldı.

6 HAZİRAN 1799:

En büyük Rus şairi ve Rus Edebiyatı'nın kurucusu kabul edilen Puşkin doğdu. Henüz sekiz yaşındayken Fransızcası Rusçası kadar iyiydi. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarını beğendiği Fransız Edebiyatı’ndan etkilenerek Fransızca şiirler ve komediler yazmaya başlamıştı.


7 Haziran 1987:

Şair Cahit Zarifoğlu öldü. 47 yaşında hayata veda eden şairin Diriliş dergisinde şiirleri yayımlanmıştı.

9 HAZİRAN 1870: İngiliz romancı Charles Dickens öldü. En unutulmaz kurgusal karakterlerden bazılarını yaratmasının yanında Victoria devrinin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda edebi dehası eleştirmenler ve ilgili kişiler tarafından kabul gördü. Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi gibi unutulmaz eserlere imza attı.

10 HAZİRAN 1966:

Hamdullah Suphi Tanrıöver öldü. Önce 1909'da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. 1911'de bu topluluktan ayrılarak Ziya Gökalp önderliğindeki Genç Kalemler çevresinde gelişen Milli Edebiyat akımına bağlandı. Zamanla siyasi kimliği, şair ve yazar kimliğinin önüne geçti. Mehmet Akif’in yarışmaya katılması için çaba harcayan ve İstiklâl Marşı’nı etkili sesi ile meclis kürsüsünde okuyan Hamdullah Suphi'dir.

1984:

Romancı ve şair Halide Nusret Zorlutuna öldü. "Kadın yazarların annesi" olarak anılır. Hece ölçüsünde hamasi şiirleri ve konuşulan Türkçe ile yazılmış romanları vardır. Romancı Emine Işınsu'nun annesi, Pınar Kür'ün teyzesidir. Kurtuluş Savaşı'nın etkisi ve heyacanıyla millî edebiyat akımına katıldı. Millî duygularla kaleme aldığı “Git Bahar" adlı şiiri tanınmasını sağladı. Millî edebiyat akımı içinde değerlendirilen şiirlerinde hececi anlayışa bağlı kaldı. Ünlü şair Yahya Kemal'in şiirlerini ezberlediği ender şairlerden birisi olarak bilinir.

13 HAZİRAN 1987:

Ünlü sosyolog Cemil Meriç (kendi sözleriyle: "kendi semasında tek yıldız"), İstanbul'da öldü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde bir süre okudu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. 1955'te görme yetisini kaybetti.

15 Haziran 1961:

Peyami Safa öldü. Peyami Safa, bir hastanın psikolojisini anlattığı otobiyografik romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nazım Hikmet’e ithaf etmişti. Bu roman hariç, 1922-1939 yılları arasında yazdığı Mahşer (1924), Şimşek (1928), Fatih-Harbiye (1931) ve Biz İnsanlar (1939) adlı romanlarında Doğu-Batı sorunsalını karakterlerde somutlaştırarak işledi. Safa, bu romanlarında, ruh hallerini çözümlemede, kurguda, dilinin kıvraklığında, anlatım tekniklerindeki denemelerde başarılı bulunurken romanlarında düşünceyi öne çıkarması dolayısıyla eleştiriler aldı.

18 Haziran 1902: İdeal bir antiütopya olan Erewhon'un yazarı, İngiliz romancı Samuel Butler öldü. Yazdığı eleştiri kitapları, romanlarıyla Darwin kuramını, kilise öğretisini ve Victoria döneminin ütopyacı felsefesini hicvederek Hristiyanlıktaki mucizeleri alaya aldı.

19 HAZİRAN 1973: Türkolog, halkbilimci Tahir Alangu öldü. Şiirleri, eleştirileri, edebiyat, tarih ve halk bilim üzerine yazıları öğrencilik yıllarından başlayarak çeşitli dergilerde yayımlandı. Ömer Seyfettin'in bütün eserlerini baskıya hazırladı. Masallar, gölge oyunları, destanlar, göçmen folkloru ve bunlarla ilgili kuramsal sorunlar hakkında araştırmalar yaptı.


20 HAZİRAN 1997: Şair Cahit Külebi

23 HAZİRAN 1901: Ahmet Hamdi

öldü. Halk şiirinden, türkülerden yararlanarak çağdaş bir şiir oluşturmuş, konu olarak yurt, insan ve doğa sevgisini işlemiştir. Şiirlerinde çocukluğunun ve gençlik yıllarının geçtiği yörelerden izlenimlerini yansıtmıştır. 1940 sonrasında başlayan şiirimizin yenileşmesi hareketinde kendine özgü bir yeri vardır. Rahat anlatımı, içtenlik ve duyarlılığıyla ilgi çeken titiz bir şiir işçisidir.

Tanpınar doğdu. Şiirlerinde bir imaj ve müzik kaygısı taşıdığı, hikâye ve romanlarında da, başta zaman teması olmak üzere, psikolojik anları, bilinçaltını aradığı, yansıttığı görülür. Mezartaşı üzerinde çok bilinen "Ne İçindeyim Zamanın" şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır: "Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında".

21 HAZİRAN 1905: Jean-Paul Sartre Paris'te doğdu. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. O, her şeyden önce bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

1980: Ahmet Muhip Dıranas öldü. Hece şiirinin son kuşağı denilebilecek şairler arasında Ahmet Muhip Dıranas, çağcıl Batı şiirine (Baudelaire, Verlaine) en yakın, kendinden bir iki kuşak sonrası şairler üzerinde, az sayıda şiirle bile olsa, uzun süre etkili olan bir şairdir. O da hocası Tanpınar gibi az yazmış, seyrek yayımlamış, şiirlerini şiire başladıktan neredeyse elli yıl sonra (1974) kitaplaştırmıştır. Gerek Fransız şiiri, gerekse kendinden önceki nesilden ustaları Ahmet Haşim ve Ahmet Hamdi Tanpınar'dan aldığı etkileri sanatına yedirerek özgün bir şiire ulaşmıştır.

28 HAZİRAN 1712: Jean-Jacques Rousseau doğdu. Siyasi fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir. Düşünceleri özellikle, Devrim'den sonra kurulan yeni devletin kalkınmasında, toplumun sosyal yapısında ve eğitim sisteminde etkili olmuştur. Rousseau anlaşılması güç bir düşünür olmuştur. Kendisini hep halktan birisi olarak görmüş, halktan kişiler arasında daha rahat etmiştir. Romantizmden etkilenmiş ve etkileri görülmüştür.

1952: Enis Batur Eskişehir’de doğdu. Şiirleriyle Cemal Süreya, Altın Portakal, Sibilla Aleramo, Necatigil ödüllerini, denemeleriyle TDK ödülünü kazandı.

1966: Fuat Köprülü öldü. Türk ordinaryüs profesör tarihçi, Türkolog, Dışişleri Bakanlığı yapmış siyasetçi ve edebiyat araştırmacısıdır. 1909’da Fecr-i Ati topluluğuna katıldı. Şiirlerini 1913’e kadar Mehasin ve Servet-i Fünun dergilerinde yayımladı. Bu yıllarda “Milli Edebiyat” ve “Yeni Lisan” akımlarına karşıydı. 1910’dan sonra İstanbul’un çeşitli okullarında Türkçe ve edebiyat okuttu, liselerin edebiyat programını düzenledi. Ziya Gökalp çevresine girdikten sonra Milli Edebiyat akımını benimsedi. Çok verimli bir araştırmacı olan Köprülü, ardında 1500'ü aşkın kitap ve makale bırakmıştır.

Derleyen: Ayşe Bengisu Akdağ


ARKA KAPAK Bu ay sizlere Türk ve dünya edebiyatından üç unutulmaz eseri tanıtacağız. Biri Yaşar Kemal’in İnce Memed”i bir diğeri Soma acısından sonra bir kez daha kendini hatırlatan Germinal ve son olarak Sevinç Çokum’dan Çok Yapraklı İlişkiler...

İNCE MEMED - Yazar: YAŞAR KEMAL İnce Memed’in konusu, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında geçer. Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm yöreye tamamen hakim olması üzerine bu duruma karşı bir isyan öyküsüdür. Eser, yazarın baş yapıtı olarak değerlendirilir. Kitabı okuduğumuzda zulme sessiz kalanların bir gün zulme uğrayacağı fikrine kapılıyoruz. Yaşar Kemal’in 1995 tarihli bu ilk romanı, 1984 yılında İngiliz aktör ve yazar Peter Ustinov tarafından Memed My Hawk ( Şahinim Memed) adıyla sinemaya uyarlandı.

Yorumlar “ Bir şaheser olarak biçimlendirilmiş eser.” Daily Telgzath “Büyük bir başarı yazarı başka bir eser vermese bile bu romanı onun dünyaca ün kazanmasına yeter.” Evning News and Times “ Türkiye’den büyük bir şair tanıyorduk, Nazım Hikmet. Şimdi de Türkiye’nin büyükbir romancısı var. Yaşar Kemal “ Anne Thilit


GERMİNAL - Yazar: Emile ZOLA Natüralist edebiyatın en usta yazarı olan Emile Zola 18401902 yılları arasında yaşadı. İnsan iradesinin önemsizliğini, yaşamı asıl belirleyenin doğa ve toplumsal çevre olduğunu savunan Zola, tüm yapıtlarında bu görüşünü kanıtlamaya çalıştı. Kitle hareketlerini ve kitlenin ruhsal durumlarını, ele aldığı çeşit çeşit tiplerle aktaran Zola, 1885’te yazdığı Germinal’de yeraltında kömür çıkaran işçilerin zorlu yaşamı olağanüstü bir başarıyla anlatıyor. 1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin koşullar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları ocaklarda her an iç içe oldukları göçük ya da grizu patlaması tehlikesinin yanı sıra, açlık ve sefaletle boğuşup dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için kaçınılmazdır artık. Her şeyi göze almaya hazırdırlar, içlerinde filizlen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık ki direnişleri acımasızca bastırılır. Şimdi geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve yok olan hayaller kalmıştır…

Çok Yapraklı İlişkiler – Yazar: Sevinç Çokum Bu ülkede nasıl gelirsin bir yerlere ha? Daha bilmiyorsun. Kimseye minnetin yok, öyle mi? Özgür kuş! Seni de koyacaklar bir kafesin içine! Yürü, diyecekler, yürüyeceksin. Dur, diyecekler, duracaksın. O irade seni de zayıf bir noktandan yakalayacak sonunda. Şeklini çizecek senin, benim çizdiğim grafikler gibi. Al, diyecek, sana bir elbise, bir biçim, bir surat! İşte senin işlevin bu! İşte sen busun...” Sevinç Çokum, belirsiz bir zamanı ele aldığı romanını, gerçekler ve gerçeküstü olaylarla kurguladı. Romanda itirazlarını kaybetmiş kitlelerin belli bir hedefe yönlendirilmesinden doğacak sonuçlar işaret ediliyor. Yer yer ince bir alay ve isyan tonunda yürüyen kitapta yazar, edebiyatın ciddi yüzüne adeta muzip bir kalemle değişik çizgiler ekliyor. Hayatı insan grafikleriyle belirleyen bir çağın baskılı atmosferinde, yok edilemeyen asıl gerçeğe de vurgular yapıyor. İnsanın en doğal hakkı olan düşünce özgürlüğünün aşılamayacağına da...

Merve BAŞOL


BEYAZ PERDE’DEN Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema bölümünde bu ay sizlere festival filmlerinden bir kaçını sunacağız.

ANA | THE MOTHER |

Yönetmen: Ebubekir Uyğur / Senarist: Ebubekir Uyğur / Görüntü Yönetmeni: Kadir Yücel / Kurgu: Kadir Yücel, Ebubekir Uyğur / Özgün Müzik: Gökhan Tanacı / Oyuncular: Habib Turan, Çiçek Babayiğit, Z. Hamit Altın, İbrahim Halil Taşdemir / Yapımcı: İbrahim Halil Taşdemir / Filmin özeti: Adalet duygusu, hukuk kurallarının salt doğru kabul edilen yazılı metinleriyle sağlanabilir mi? Nazife Ana’nın oğlu Metin, 1993 yılında, henüz 16 yaşındayken, dağa çıkar. 20 yıl haber alamadığı oğlunun yaşamından ümidini kesen Nazife Ana, bir gün oğlunun sağ olduğu ve kendisine ulaşabileceği yönünde haber alır. Örmüş olduğu kazağı çocuğuna ulaştırma girişimi “terör örgütüne yardım ve yataklık” olarak karşılık bulan 77 yaşındaki Nazife Ana’yı, cezaevi süreci beklemektedir.

BÜYÜK MÜZE | DAS GROSSE MUSEUM| THE GREAT MUSEUM |

Yönetmen: Johannes Holzhausen / Senarist: Johannes Holzhausen, Constantin Wulff / Görüntü Yönetmeni: Joerg Burger, Attila Boa / Kurgucu: Dieter Pichler / Yapımcı: Johannes Holzhausen /

2014 Berlin Caligari Ödülü Büyük Müze; Viyana Sanat Tarihi Müzesi Kunsthistorisches Museum’un “sahne arkası” üzerine benzersiz bir bakış sunuyor. Film öncelikle müzedeki günlük rutinden kısa kesitler sunsa da, asıl odak noktası müze çalışanları arasında yaşanan mikro-dramalar. Müzenin restorasyon sürecini de inceleyen Büyük Müze aynı zamanda zamansallık ve geçicilik üzerine bir film. Habsburg Monarşisine dayanan uzun geçmişi ve geleneği, sanat eserlerinin ölümsüzlüğü ile müzenin günlük, sıradan işleri arasında çoğu zaman mizahi bir bağlantı kuruyor.


DÜŞMAN | ENEMY| ENEMY |

Yönetmen: Denis Villeneuve / Senarist: Javier Gullón / Özgün Kitap: The Double, Jose Saramago / Görüntü Yönetmeni: Nicolas Bolduc / Kurgucu: Matt Hannam / Özgün Müzik: Danny Bensi, Saunder Jurriaans / Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Isabella Rossellini

2013 Courmayeur Noir En İyi Film Denis Villeneuve ve Jake Gyllenhaal’ın bu yılki ve festivaldeki ikinci ortaklığı, José Saramago’nun bizde de yayımlanan Kopyalanmış Adam isimli romanının bir uyarlaması. Üstelik Gyllenhaal bu kez bir değil, iki karakter canlandırmakta. Tarih öğretmeni Adam, bir gün izlediği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adam görür. Bu oyuncunun izini sürmeye başladıkça da gizemli ve ürkütücü bir dünyanın içine çekilir. İlk gösterimi Toronto Film Festivali’nde gerçekleşen ve özellikle atmosferiyle beğeni toplayan Düşman'ı Cronenberg, Lynch, Nolan, De Palma gibi yönetmenlerin filmleriyle karşılaştıran eleştirmenler olmuştu.

SEVGİLİNİN ARDINDAN | LILTING| LILTING |

Yönetmen: Hong Khaou / Senarist: Hong Khaou / Görüntü Yönetmeni: Ula Pontikos / Kurgucu: Mark Towns / Özgün Müzik: Stuart Earl / Oyuncular: Ben Whishaw, Cheng Pei Pei, Peter Bowles, Andrew Leung, Naomi Christie, Morven Christie / Yapımcı: Dominic Buchanan / Yapım Şirketi: Film London, Microwave Film

GörüntüÖdülü Günümüz Londra’sında geçen bu evrensel aşk ve keder hikâyesi, Kamboçya doğumlu İngiliz yönetmen Hong Khaou’nun ilk uzun metraj filmi. Filmin yapımcısı Dominic Buchanan’ın ilk uzun metraj filmi ise Filmekimi’nde de gösterilen Malları Ver / Gimme The Loot. Filmde, zamansız ölümünden sonra oğlunu tanımaya çalışan Kamboçyalı-Çinli bir annenin hikâyesini izliyoruz. Kadının hayatı oğlunun “en yakın arkadaşının” varlığıyla birden darmaduman olur. Aynı dilde anlaşamasalar da birlikte bu acıyı yenmeye, sevdikleri insanın anılarını bir araya getirmeye uğraşırlar.

Afra Nur AKKAYALI


BÜYÜK ÖDÜL: KIŞ UYKUSU

Geçtiğimiz Mayıs ayında 67.si düzenlenen Cannes Film Festivali Nuri Bilge Ceylan’a bir yeni ödül daha kazandırdı. Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu” filmi ile en iyi filme verilen “Altın Palmiye”yi kucakladı. Daha önceki yıllarda da festivalde isminden oldukça söz ettiren Ceylan, “Yol” filminin aldığı ödülden sonra büyük ödülü Türkiye’ye getiren ikinci isim oldu. Aldığı ödülü geçtiğimiz yıllarda ve Soma’da hayatını kaybedenlere ithaf eden Ceylan: “Bu benim için çok büyük sürpriz oldu. Beklemiyordum. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Çok güzel bir tesadüf. Festivale ve jüriye teşekkür ediyorum bu ödül için. Bu ödülü Türkiye’nin gençlerine ithaf ediyorum. Ödülümü son bir yılda hayatını kaybeden Türk gençlerine ve Soma’da hayatını kaybeden madencilere adıyorum.” dedi. Haluk Bilginer, Demet Akbağ ve Melisa Sözen’in başrollerini paylaştığı Kış Uykusu filmi Kapadokya’da inzivaya çekilen emekli bir oyuncu olan Aydın’ın hikâyesini anlatıyor. Film üç saati aşkın bir süreye sahip olması nedeniyle eleştiriler almış olsa da uzunluğu ödülü almasında bir engel teşkil etmedi.

Nuri Bilge Ceylan, Cannes’de 2002 yılında Uzak filmi ile Grand Prix( Büyük Jüri Ödülü), 2008 yılında Üç Maymun filmi ile En İyi Yönetmen ve 2011 yılında Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile de Grand Prix ödüllerine layık görülmüştü.

Sultan Demirtaş


F

TOĞRAF

“Ayıracım Çiçekler Olsun”


Gençlere Sorduk Kübra TARAKÇI Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, bu köşemizde her ay gençlere sorduğumuz bir takım soruları ve cevapları sizlere sunuyoruz. Bazen şaşırtacak bazen güldürecek bazen de pes artık dedirtecek cevaplarla karşılaşabilirsiniz. Bu ay ki sorularımız şunlardı: "Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?"

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Şeyma Ünal: Anagram sadece annelere ait bir fotoğraf paylaşım platformu olabilir. Sadece anneler çocuklarının veya kendilerinin fotoğraflarını paylaştıkları. Instagram'ın anne için olanı gibi yani. Absolutizm absürt bir yasam tarzı benimseyen insanların oluşturduğu akım. Ama hep mavi renk giyiyorlar tek şart bu.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Eda Yaylamaz: Absolutizm diyince solunum, Anagram diyince ise annem aklıma geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Naciye Ercan: Absolutizm bir Yönetim şeklidir.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Beyza Arı: Anagram diyince instagram, Absolutizm diyince de içki aklıma geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Yağmur Kıvılcım: !?!?

Makbule Korsal: Absolutizm saçma olan kurgulanmış gerçekte olmayan bir akım gibi bir şey. Anagram da oyun aklıma geldi bir de bir şeyin temeli de olabilir.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Seren Kotik: Anagram diyince aklıma ana hakkı ödenmez, Absolutizm diyince de nedir bu -izm'lerden çektiğimiz geliyor.

Murat Şan: Absolutizm diyince votka markası, Anagram diyince büyük bir konunun sadece bir gramını inceleyen bilim dalı geliyor.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? İlkay Gürü: Anagram anaç, Absolutizm de absürt demektir.


Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Aylin Dinç: Anagram deyince kilolu kadın aklıma geldi. Absolutizm de absürt kişilerin savunduğu şeyler.

Sinem Dönmez: Anagram deyince anagram bulmaca geliyor aklıma. Absolutizm diyince hiçbir şey gelmedi aklıma.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor?

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Sırdem Kemiksiz: Anagram Bir sözcüğün yerlerini değiştirerek başka bor sözcük oluşturma. Absolutizm de Bana votkayı hatırlattı.

Sümeyye Öztürk: Aklıma direkt tıbbi bir terim olabileceği geldi İlaç adi ya da o tür bir şeyler.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Onur Kahvecioğlu: Absolutizm sadece si noktasını aklında tutan ve hiç übir ses almadan o sesi veren absolute müzisyen notasıdır. Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Funda Çağırıcı: Anagram diyince bulmaca aklıma geldi bir yerde duymuştum anagram bulmaca diye Absolutizm diyince de aklıma absoliti getirdi. Votka o severim.

Absolutizm ve Anagram sizin için ne ifade ediyor? Arzu Girgin: Absolutizm absorbe olmaktır.

ABSOLUTİZM: Mutlakçılık demektir. Herhangi bir eserde ya da ilkede bir ebedinin varlığına ve değişmezliğine inanmak, eseri ya da ilkeyi bu değişime göre incelemektir.

ANAGRAM: Bir sözcükteki harfleri kullanarak başka bir sözcük kurmaktır. Bazı özel adların incelikle saklanması amacıyla o sözcüğün harfleriyle kurulmuş başka bir sözün kullanımıyla yapılan incelik gösterisidir. Özge – göze, Bahri - ihbar gibi. Günümüzde en güncel örneği ise "The Simpsons" çizgi filminde vardır; Bart isimli karekterin adı İngilizce 'yaramaz, anlamına gelen 'Brat'ten türetilmiştir. Harry Pooter’da Tom Marvolo Riddle isminden ise "I am Lord Voldemort" cümlesi türetilmiştir. Güncel ve bilindik bir diğer örnek olarak İngiliz yazar Samuel Butler'ın "Erewhon" adlı eseri verilebilir. Bu isim İngilizcedeki 'nowhere' kelimesinden anagram yoluyla üretilmiştir. Esas anlamı 'hiçbir yer' olmasına rağmen, yazarın yorumuna göre 'her şeyin bittiği yer' anlamında kullanılmıştır


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.