İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:9

Page 1

Aralık 2014

Sayı: 9

dil, edebiyat, kültür, sanat

Somut Olmayan

Tiyatrocu Yönüyle:

Kültürel MİRAS

NAMIK KEMAL

AŞK ve

JANE AUSTEN Doğum ve Ölüm Yıldönümünde

MEHMED ÂKİF


İncir Çekirdeği Dergisi E

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Nefes Olgun Hilal Gümüşlü Tolga Gündoğdu Betül Nükte Feyza Sezer Serhan Demir

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Cevizci, 1 Aralık 2014 Pazartesi akşam saatlerinde Üniversitedeki odasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Uludağlı Edebiyatçılar olarak, İncir Çekirdeği ailesi olarak Prof. Dr. Ahmet Cevizci Hoca'ya Allah' tan rahmet, sevenlerine, öğrencilerine baş sağlığı dileriz...

EDİTÖRDEN... Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, 2014’ün son sayısıyla karşınızdayız. Her sayımızda bir şairimizi, yazarımızı dosya konusu yapmaya devam ediyoruz. Bu ayki özel sayımızda, “koskoca bir imparatorluğun gün batımını görmüş, o koca yurttan bir vatan parçası kurtarabilmek için milletçe girişilen mücadeleyi bütün heyecanıyla yaşamış yaralı bir yürek olan” Mehmet Akif yer alıyor. “Asım’ın nesli” olarak doğum ve ölüm yıldönümünde “İstiklal Şairi”nin hayatına, şiirlerine, anılarına yer verdik. Bu sayımızda Işık Selin Orhuntaş yeni bir yazı dizisine başlıyor: Cadı Avı! Her ay bir kadın yazarın anlatılacağı köşenin ilk konuğu İngiliz edebiyatının unutulmaz ismi Jane Austen. Busenur Aslan “somut olmayan kültürel miras”lardan hareketle kültürümüzde düğün geleneği üzerine incelemelerini sizlerle paylaşıyor. Sultan Demirtaş tiyatro köşesinde Namık Kemal’in tiyatrocu kimliğini ele alırken sinema ve kitap köşelerimiz de tanıtımlarıyla sizlerle. Her zamanki gibi hikayelerimiz, şiirlerimiz ve misafir köşelerimiz de dopdolu. Bu ay Erasmus köşesinde Kübra Tarakçı ise muhteşem “Baltık” turuyla sizlerle. Bunun yanında Mehmet Altınova’nın bir kelimeyle başlayan ve İskender Pala’ya sormaya kadar uzanan merakı nedir? Sırdem Kemiksiz’in Ardından serisinde Deniz hangi gerçekleri öğreniyor? Dergimizin sonunda yurtdışındaki yabancı okurlarımız için sürprizimiz nedir? Hepsi İncir Çekirdeği’nin Aralık sayısında! Sizleri yeni sayımızla baş başa bırakırken yeni yılınızı şimdiden kutluyor, Edebiyat dolu bir sene diliyoruz... 


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis Âkif’in Evinde/ A. Bengisu Akdağ Mehmet Akif’ten Hatıralar Bülbül Şiiri / Mehmet Akif Ersoy Hayat – Şiir / Sema Keser Nerelerdeydin Beni alıp götüren? – Deneme / Hilal Gümüşlü Cadı Avı-1 Jane Austen / Işık Selin Orhuntaş

Eşyaların da dili var mıdır acaba? – Hikaye / Hilal Akarslan Arka Kapak / Merve Başol Beyaz Perde / Afra Nur Akkayalı Keşke – Şiir / İsmihan Öztürk

Günlerin Hikayesi – Şiir / Tolga Gündoğdu

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Kâf u Nûn / Mehmet Altınova

Şiirler / Sema Keser – Süleyman Erkut

Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar / Busenur Aslan

Gönüllü Mutluluk / Tuğçe Erkol

Şiirler / Betül Nükte - Feyza Sezer

Erasmus in Rīga / Ilona Taraškevič from Lithuania

Filmci Nâzım / Tuğçe Erkol Bir Yasla Kocayanlar – Hikaye/ Serhan Demir Ara Sokaklar – Şiir / Nefes Olgun Ardından – 6. Bölüm/ Sırdem Kemiksiz Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı En Faydalı Eğlence: Tiyatro / Sultan Demirtaş Tövbe – Şiir / Hatice Türk


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA VÂ DİS PD JAMES HAYATINI KAYBETTİ

Kitapları dünyaca tanınan ünlü yazar PD James hayatını kaybetti. Oxford'da 3 Ağustos 1920'de dünyaya gelen James, İçişleri Bakanlığı bünyesindeki adli tıp birimindeki görevini 1979'a

kadar sürdürmüştü. "Cover Her Face" adlı ilk kitabını, 1962'de 42 yaşındayken yayımlayan James, eleştirmenlerden büyük övgü almıştı. Yazdığı dedektif Adam Dalgliesh karakteriyle dünya çapında ün kazanan James'in kitaplarının büyük bir kısmı, televizyona da uyarlanmıştı. James'in 1992 tarihli "The Children of Men" romanı, 2006'da yönetmen Alfonso Cuaron tarafından beyaz perdeye aktarılmış, filmde başrolleri Clive Owen ve Julianne Moore paylaşmıştı.

önce kabul edildi. Ebruyla birlikte Türkiye adına temsil listesine kaydedilen unsur sayısı 12 oldu. Diğer başarımız da ebrunun yanında 46 dosya sunmamız oldu. Bizim dosyamız en başarılı ilk 5 dosya arasında gösterildi" diye konuştu.

Türk-Fransız Edebiyat Ödülü Hakan Günday'a verildi

“EBRU” DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİNDE Ebru sanatı, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından Türkiye adına "Dünya Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi'ne alındı. Kararı değerlendiren Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Türkiye'nin Paris'te devam eden toplantılarda bir başarı daha kaydettiğini belirterek, "Geçen yıl mart ayında, ebru Türkiye halk süsleme sanatı hakkında başvuruda bulunmuştuk. Bu toplantıda ebrunun insanlığın somut olmayan kültürel mirası listesine alınma önerimiz az

'Ziyan' adlı romanıyla TürkFransız Edebiyat Ödülü'ne layık görülen Hakan Günday'a Fransa'nın başkenti Paris'te düzenlenen bir tören ile ödülü verildi. Türk-Fransız Edebiyat Ödülü Komitesi Başkanı gazeteci - yazar Kenize Murad gecede ödülün her yıl Türkiye konulu roman ve ya deneme yazıları arasından seçilen Türk ya da Fransız yazara verildiğini belirtti.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kerime Üstünova’nın yazdığı “Türkiye Türkçesinde Yapı Kavramı ve Söz Dizimi İncelemeleri” çıktı!

Söz dizimi çözümlemelerini farklı bir yaklaşımla ele alan ve yeni bir yöntemi deneme temeli üzerine oturtulan bu çalışmada, birden fazla cümle, aynı bütünün parçası olarak görülüp yüzey-derin yapı ilişkileri doğrultusunda incelenmiştir. Dil bilgisinin köken bilgisi ve ses bilgisi dışındaki biçim bilgisi, sözcük bilgisi, cümle bilgisi, anlam bilgisi olmak üzere dört bölümünü kapsayan bu çalışmayla varılmak istenen tezler okuyucuya sunulmuştur.

ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ’nde GASPIRALI İSMAİL ANILACAK Türk Ocakları Derneği Bursa Şubesi her yıl bir büyük Türk hakkında bilgi şölenleri düzenleme kararı almış ve bu yılın UNESCO tarafından İsmail Gaspıralı yılı olarak ilan edilmesi nedeniyle bu büyük Türk’ün vefatının 100. yılında bir bilgi şöleniyle anılmasını uygun görmüştür. Türk ve dünya tarihinin önemli isimlerinden birisi olan İsmail Gaspıralı 11-12 Aralık 2014 tarihlerinde Uludağ Üniversitesi ile ortaklaşa düzenlenecek bir bilgi şöleniyle anılacaktır. Bilgi

şöleninde Gaspıralı üzerinde çalışmış bilim insanları tarafından konferans ve bildiriler sunulacak ve şölen tarihi öncesinde bu bildirileri içeren kitap basılacaktır. Böylece bu yıl için bir büyük Türk hakkındaki derli toplu bilgi kayda geçirilecek ve gelecek nesillere aktarılacaktır.

44. Orhan Kemal Roman Ödülleri Başvuruları Başladı

44. Orhan Kemal Roman Ödülleri için başvurular başladı. Son başvuru tarihi 10 Ocak 2015. Kazanan, 2015 yılının Mayıs ayında yapılacak seçici kurul toplantısında belirlenecek olup, yazara ödülü 2 Haziran 2015'te yapılacak "Orhan Kemal'i Anma Günü"nde verilecek. Ayrıntılı bilgi ve katılım koşulları için: 0212 252 88 38 (www.orhankemal.org)


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂKİF’in EVİNDE Ayşe Bengisu AKDAĞ “...Ne tasannu bilirim, çünkü, ne sanatkârım. Şi’r için “gözyaşı” derler; onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlâtmam; hissederim, söyleyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!...”

Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri… Cumhuriyet Caddesi’nden geçerken mütevâzı bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde gezmeye devam ettim. Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda yükselen çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir ev göründü. Önünde “İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açtığımda etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif, duvarlara sıra sıra asılmış çerçevelerden çıkmış; “Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta. Açtığım her kapıdan başka bir rüyaya giriyor, her odada ayrı anılara sürükleniyordum. Yemek odasında yuvarlak tahta yer sofrasının etrafında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son durumunu konuşuyorlardı ama boğazlarından bir lokma geçmiyor, kaşıkları masada amaçsızca duruyordu. Şair, oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kalbindeki acı gecenin karanlığından daha çok, daha derindi. Bir diğer tarafta gözlerinden dökülen yaşların ıslattığı kağıtlara:

“…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…”** dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu: “…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını. Gelen öksürük sesleri üzerine biraz ilerleyip yatak odasına gelince yorganın altında, hastalıktan sararmış solmuş benzi, zayıf düşmüş bedeni, yarı kapalı gözleri, ellerini başının arkasına almış, dayanmış bir şekilde görünce “İstiklal Marşı Şairi”ni, tutamadım gözyaşlarımı. Yanaklarımdan süzülürken yaşlar: “Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne, O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine. Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman, Bırak; ben ağlayayım sen çekil de karşımdan. Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim? Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” *** Beyitleri okundu, Mehmet Akif’in gözlerinden. Güçlükle çıktım odadan. Trabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyordu.

*Âsım, M. Akif’in, şiirlerinde hayal ettiği gençliğin sembol ismidir. Memleketi, içinde bulunduğu zor durumdan kurtaracak ve onu geleceğe taşıyacak bir neslin örnek tipi olarak tasvir edilir. **M. Akif Ersoy, Gölgeler, Bülbül Şiiri, 7 Mayıs 1921 ***M. Akif Ersoy, Gölgeler, San’atkâr, 22 Ağustos 1933


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂKİF’ten HATIRALAR Derleyen: A. Bengisu Akdağ

Mehmet Akif Terekesi (Vefatından sonra kalanlar):* Ölümünde terekesi muhtasardı: Bir kat esvap, yepyeni bir şapka hayatındaki tek şapkadır- bir mavzer tüfeği ve bir İstiklal madalyası, yastığının altında birkaç lira, bir fakfon saat... Çalınmasına meşin bir kordonun mâni olduğu saat... Bu saat çok mühimdi. Kendi, verdiği sözü bu saatle tutar; sizin beş dakika geç kaldığınızı da bu saatle ispat ederdi ve bu saatin yanlış olduğunu söyleyemezdiniz: Yeni Cami ayarıydı.

“Balkan Harbi başlarken Akif Bey yegane geçim yolu olan resmî memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka dört çocuğu daha vardı. -Bunlar kim? dedim. -Çocuklarım, dedi. -Bir hafta içinde fazladan dört çocuk sahibi olmakta tuhaflık var, dedim. Sonra anlattı. Baytar mektebindeyken bir arkadaşıyla anlaşmışlar. Kim önce ölürse, ölenin çocuklarına kalan bakacak. Arkadaşı vefat etmiş. Akif Bey de anlaşmalarının gereğini yerine getirmişti.” Mithat Cemal

Bir gün sade kahvesini götürmeye gitmiştim. Dönüşte elinde tashih edilmekten beyazı kalmamış bir sahifeye baktığını gördüm. Kahvesini verdikten sonra, ben de dikkatle baktım. Bir de ne göreyim? Asım’ın bir tashih sahifesi. Ben birdenbire hayrette kaldım. Safahat’ı okurken bize öyle gelirdi ki, üstad sanihalarını hiç düzeltmeden sahifelere geçiriyor, çünkü ifadeler o kadar tabii ve selis ki, mısraların bir düşünce mahsulü olduğu kat’iyyen hatıra gelmiyor. Kendisine bu hususu söyleyince: “Sen ne diyorsun? Bir kelime için bir hafta düşündüğüm olur” diye cevap verdi, donup kaldım. Mahir İz, Yılların İzi**

Kaynak: *Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984/ Mehmet Akif özel sayısı **Edebiyat Üzerine İncelemeler, Necat Birinci


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Edebiyatı Dergisi – Mart 1984


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Derleyen: A. Bengisu Akdağ

Bülbül: “Kelimeler Ağlıyor, Millet ise Kan Ağlıyordu.”*

Yunan askerleri 8 Temmuz 1920’de Osmanlı Devletinin ilk payitahtlarından Bursa’ya girdiler. Bursa’nın işgalinden 2 gün sonra 12 Temmuz 1920’de Hâkimiyeti Millîye gazetesi “Bahtsız Bursa” başlıklı bir yazı ile Yunanlıların burada yaptıkları vahşeti gözler önüne serdi. Yazıda şöyle deniyordu: “...Bahtsız Bursa, artık altı yüz senedir gönül verdiği Türk’ün sesinden uzak yabancı bayrakların gölgesinde sıtmalı bir halde kurtuluş yolunu bekliyor. Kara Osman’ın, Uludağ’ın yamaçlarına yüksekten bakan türbesi, artık bu yeşil Türk beldesine sızılı başını uzatamaz. Başının üstünde parlayan bir Yunan satırı asılı. Günde beş defa bu fâni toprak adamlarına ilk ümit sesini veren vakur minareler, minarelerinde cihat hutbeleri okunan camiler belki bir keyif için, bir eğlence için atılan bomba ve silâh seslerinin aksiyle inliyor. Nilüfer Sultan’ın asırlardır sönmeyen aşk fısıldayan türbesi, şimdi harap bir mezarlıktan başka bir şey değil, belki de ‘bir penceresi bir Ayasofya eder’ denen Türk mabetleri yıkılıyor.” Bursa’nın kaybedilişi 10 Temmuz 1920’de TBMM’nde gündeme geldi. 31 Mebus tarafından verilen bir önerge ile oturuma 20 dakika ara verilmesi ve Riyaset Kürsüsünün üzerinin kara bir örtü ile örtülmesi teklif edildi. Aynı gün Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey de Yunanlıların Bursa’da yaptıkları kötülükler hakkında bir önerge verdi, bir de konuşma yaptı. “...Yunanlılar Bursa’ya giriyorlar, eşrafı Ulucami caddesine diziyorlar. ‘Siz, Bursa’yı bizden zapt ettiğiniz zaman bizden şu kadar kız aldınızdı, onları bize vereceksiniz’ diyorlar, o kadar kız alıyorlar ve bunları palikaryaların kollarına vererek eşrafın önünden geçiyorlar... Efendiler, Nilüfer Sultan’ın kabrini, ‘vaktiyle sen bir Türk’e vardın’ diye yedi asır evvelki vak’ayii affetmeyerek bombalıyorlar.” Bu kara haberler bütün millet fertlerini olduğu gibi, Mehmet Akif’i de derinden sarsıyordu. Duyduğu acı haberlerin parçaladığı hassas kalbinin sızılarını, karargâh haline getirdiği Taceddin Dergâhı’nda “BÜLBÜL” adını verdiği şiirinde dile getirdi. Yrd. Doç. Dr. Osman AKANDERE

*Nihad Sami Banarlı Bu konuda bilgi için: Yrd. Doç. Dr. İhsan Güneş, “Bursa’nın Yunan Ordusu Tarafından İşgali ve Bunun Doğurduğu Tepkiler”, Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Askeri Tarih ve Staratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ank., 1985, s. 140-166


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bülbül Bütün dünyaya küskündüm, dün akşam pek bunalmıştım: Nihayet bir zaman kırlarda gezmiş, köyde kalmıştım. Şehirden çıkmak isterken sular zaten kararmıştı; Pek ıssız bir karanlık sonradan vadiyi sarmıştı. Işık yok, yolcu yok, ses yok, bütün hilkat kesilmiş lâl... Bu istiğrakı tek bir nefha olsun etmiyor ihlâl. Muhitin hali "insaniyet"in timsalidir sandım; Dönüp maziye tırmandım, ne hicranlar, neler andım! Taşarken haşrolup beynimden artık bin müselsel yâd, Zalâmın sinesinden fışkıran memdûd bir feryad. O müstağrak, o durgun vecdi nâgâh öyle coşturdu: Ki vadiden bütün, yer yer, eninler çağlayıp durdu. Ne muhrik nağmeler, ya Rab, ne mevcamevc demlerdi: Ağaçlar, taşlar ürpermişti, güya Sur-ı mahşerdi! -Eşin var âşiyanın var, baharın var ki beklerdin. Kıyametler koparmak neydi ey bülbül, nedir derdin? O zümrüt tahta kondun, bir semavi saltanat kurdun, Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun! Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen, Gezersin hânumânın şen, için şen, kâinatın şen! Hazansız bir zemin isterse, şayet ruh-ı serbâzın, Ufuklar, bu'd-i mutlaklar bütün mahkûm-ı pervâzın. Değil bir kayda, sığmazsın kanatlandın mı eb'ada Hayatın en muhayyel gayedir âhrara dünyada. Neden öyleyse matemlerle eyyâmın perişandır, Niçin bir katrecik göğsünde bir umman huruşandır?

Hayır matem senin hakkın değil, matem benim hakkım; Asırlar var ki aydınlık nedir hiç bilmez afakım. Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda Bugün bir hanumansız serseriyim öz diyarımda. Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefâsız, kansız evlâdı, Seraba Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı! Hayalimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu, Salahaddin-i Eyyubi'lerin, Fatih'lerin yurdu. Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman'ın; Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ'nın! Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun; O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun! Çökük bir kubbe kalsın ma'bedinden Yıldırım Hân'ın; Şenâatlerle çiğnensin muazzam Kabri Orhan'ın! Ne heybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş, Sürünsün şimdi milyonlarca me'vâsız kalan dindaş! Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın; Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın! Dolaşsın, sonra, İslâm'ın harem-gâhında nâmahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Mehmed Akif ERSOY


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HAYAT Sema KESER Keşke korksam, hayatı sevmekten Düşler kurmasam uykusuz gecelerden Uçurtmalar uçursam Afganistan çöllerinden Siyahi çocuklara bayramları anlatsam Yağmursuz günlerde yağmur olsam Habeşistana. Unuttursam, herkese siyahı beyazı Anlatsam aleme gökkuşağıdır, evrenin yalansız tonları. Şarkılardan yapılan bir dil olsam Kuşaklar beni konuşsa, lehçeler hiç olmasa Rotası olmayan bir gemi olsam karada Çocuk kahkahaları sürüklese, kınalı kızları oradan oraya. Atlas dağlarında bir derviş olsam Horasan topraklarından Maveraünnehiri arşınlasam Maskeli gezginler olsa her yerde Maskeleri tiyatrolarda görsek sadece Kocaman bir ülke olsam Sınırlarımda sadece korkuluklar ve kuşlar olsa Her yerde güneş açsa Yalınayak gezmek moda olsa Ayakkabılar hiç olmasa Hem Avrupa, hem Asya Hem doğu, hem batı olsam Her yer tek bir dünya olsa Hayat, boynu bükük bir hamal olmasa Hayallere işlemese, Firavunun mahalle baskıları Aforizma edilmese, umut tohumları Efsaneye karışsa, tarihin kapitalist çocukları Dünyaya hüküm sürmese, koltuğun arka sevdalıları.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nerelerdeydin Beni Alıp Götüren? Aniden yağmur bastırmıştı. Sonbaharın sirenleri çalıyordu. Eylül geldiğini hatırlatıyordu adeta. Her taraf ıslanmıştı. Ağaçların bayram ettiği kesindi. Yazın mayhoşluğunu almıştı. Her taraf bir 'oh' çekmişti. Durmak bilmedi. Genç kız okulun penceresinden izliyordu rahmeti. Sanki o yağan yağmur oydu. Kendini anlatıyordu. O da böyle düşmüştü hayatın ortasına. Kimi zaman canını acıtan hayata... Sanki içini döküyordu. Söyleyemediği ne çok şey vardı. O da bu yolu keşfetti. Böyle döküyordu içini; ne var ne yok böyle anlatıyordu. Biliyordu bu sağanağın altına girdiğinde gözyaşlarının görünmeyeceğini... Gözlerini kapattı; gözlerinden akan sıcaklığa aldırmadan... Dinginliğe kaptırdı kendini, buna ne kadar da ihtiyacı vardı... Dünyadan bir dakikalık ayrılığa... Canının yanmamasını özlemişti. Her şey ne de zordu. Başa çıkmak bu kadar zor olabilir miydi? Bir şekilde başarıyordu işte... Birden kendini yağmurun kollarında buldu; ağlıyordu galiba ve kimse görmesin istemişti... Ne güzel çareydi keşke her ağladığında böyle gizleyebilseydi. Aldırmadı ve ağlaya bildiği kadar ağladı. Yağmurun soğuğuna gözlerinin sıcaklığı karışıyordu. Ağlıyor muydu? Duygu oydu ama hissetmiyordu. Bahçede sadece o vardı. Yağmurun sesi ve o... Bu dinginlikte kendi başına olmak ne de güzeldi! Yağmurun şırıltısına kulak kabarttı; yayılan toprak kokusunu tüm benliğiyle hissetti... Ölmek için yaratılmıştı ya insan; bu yüzden toprak kokusu güzeldi... Ellerini kendine doladı ve yağmurdan korkmadan kendi etrafında döndü. Sırılsıklam olmuştu; geciken vuslatını yaşıyordu adeta. Özlemiyle sırılsıklam olmuşken bu neydi ki? Başını göğe kaldırdı ve tabii ki yağmurun tadına baktı...

Hilal Gümüşlü


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

CADI AVI Işık Selin Orhuntaş

‘’Cadı Avı’’ başlıyor! Didem Madak, Mayıs 2010 tarihli Uluslararası Şiir Festivali’ne gönderdiği özgeçmişinin sansürlenmesi üzerine festivalden çekilir. Özgeçmiş metninin son cümlesi ‘’Şu sıralar cadılık, büyü çeşitleri gibi konularla ilgileniyor ve bir ‘efsun kitabı’ düşlüyor ‘’ şeklindedir. Bu duruma sinirlenen Madak, uzun bir yazı yazarak ne cadılığından ne de büyülerinden ödün vererek, özgeçmişini makaslayanları festivalleriyle baş başa bırakıp büyülerinin ve kedilerinin yanına döner. İnternette şöyle bir yazı dolaştığına şahit oldum ‘’Erkeklere duygusuz derler, aşk şiirlerinin en bilinenleri erkek şairlere/yazarlara aittir.’’ Bunun gibi sığ düşünceye en iyi ne şekilde cevap verilebilirdi? Ceylan Ertem’in de sesiyle hayat verdiği bir projede Türkiye’deki kadın şarkıcı/müzisyen/ozanların şarkıları yeniden yorumlanıyordu. Ben de yukarıda sorduğum sorunun cevabını buldum. Kendi alanımı –edebiyatı- kullanarak Türkiye ile de sınırlı kalmadan yanıt vermeliydim. Didem Madak’ın büyücülüğünden yola çıkarak Cadı Avı’na başladım. İlk avımda yüzyıllar öncesine gittim.

Jane Austen “İnsan ister erkek olsun ister kadın, eğer iyi bir romandan zevk almıyorsa dayanılmaz ölçüde aptaldır.” İşaretlere ya da tesadüflere inanır mısınız? Ben inanırım. Şöyle ki, bir yakın arkadaş düşünün çocukluktan gençliğe geçtiğiniz döneme şahit oluyor. Kurduğunuz her hayalde en büyük destekçiniz oluyor. İşte böyle bir arkadaş sayesinde en büyük tutkumu tanıdım, yani Jane Austen’i. O arkadaşın 18. Yaş günü hediyelerinden biri Becoming Jane (Aşkın Kitabı) DVD’siydi. Filmde 18. YY’da yaşamış, kalıpları yıkmış, 21.yüz yıl da dahil, geçen süre

boyunca altı romanı da başyapıt olarak değerlendirilmiş yazarın hayatını konu alıyor. Hatta romanlarından birisi isminin tam tersine duygusal anlatımlardan çok, alaycı,ince yergilerle dönemini “ti”ye almış, arka planda çaktırmadan ‘büyük aşklar nefretle başlar’ tezini kanıtlamış. Film kahramanı Jane Austen, Anne Hathaway ‘in müthiş oyunculuğu ile yeniden hayat bulmuş. Köy papazının sekiz çocuğundan yedincisi. Piyano çalar, dikiş diker,


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

annesine yardım eder fakat yaşıtlarından farklı olarak eli kalem tutar.

Susan takma adıyla yazılar yazar. Yirmi yaşına geldiğinde, dönemin sosyal yaşantısının ayrılmaz parçası olan baloların birinde hayatının aşkıyla karşılaşır: Tom Lefroy. Genç, yakışıklı,kültürlü,kibar ve zengin bir beyefendidir kendileri. Austen ailesinin hemen yanındaki malikaneyi kiralayan ailenin misafiridir. Mükemmel erkektir adeta. Jane‘de hem güzelliği hem de yaşıtlarından farklı oluşuyla mükemmele yakındır. Kısa sürede birbirlerine aşık olurlar, evlenmeye karar verirler. Ancak önlerinde büyük bir engel vardır: Jane alt sınıftandır, Lefroylar ise üst sınıftan soylu bir ailedir. Tanışma yemeği sırasında Jane büyük bir gaf (!) yapıp yazar olma hayallerinden söz eder. Bu nasıl mümkün olur? 18. Yy İngiltere’sinde bir hanımefendi evde oturup, piyano çalıp koca beklemelidir. İşte tam o sırada zeki hanım kızımız Jane nezaketi elden bırakmadan, beni kendisine bağlayan repliği söyler : ‘’Ama bir yolu olmalı… Bir eş ve bir yazar olarak yaşamanın bir yolu olmalı…’’ Tabii ki de yolu yoktur. Evlenmelerine karşı çıkılır, Lefroy da maddi açıdan amcasına bağlıdır. Bu aşk romana konu olur. İşte aşkın kitabı, ‘’Aşk ve Gurur’’ 1797 yılında böyle yazılır. Doğum günümde, başkalarının koyduğu kuralları yok sayan, alay etme konusunda gayet başarılı olan bir yazarla tanışmak hoş bir

tesadüfün yanında klasiklerin korkulacak kadar sıkıcı olmadığının işaretiydi. Elizabeth Bennet ve William Darcy’in birbirlerine karşı önyargılı davranmaları,bu önyargıların gurura ve aşka dönüşmesini konu alan Gurur ve Önyargı ya da bilinen adıyla Aşk ve Gurur romanı Jane Austen’ın kariyerinin doruk noktasıdır. Aşkın, gururun, önyargının bol olduğu roman günümüzdeki anlatılar gibi romantizm dolu değildir. Fazla romantizm yerine, dönemin sosyal ve siyasal arka planı ince ironilerle bezenmiştir. Mesela Austen ailesinin uzaktan kuzeni ve ailedeki tek erkek olan papaz Bay Collins’i yozlaşmış Hristiyanlığı ile görürüz. Elizabeth’in en yakın arkadaşı ile Bay Collins’le evliliği, kilisenin getirdiği ayrıcalıktan yararlanmak isteğini ve sınıf atlama kaygısını kanıtlar. Meslekler, savaş ortamının getirdiği etkiyle askerlik, fakirliğin ya da alt tabakanın simgesi çiftçilik gibi belirgin sınıflardan seçilmiştir. Anne Bennet çok konuşur.

Nefes almadan konuşabilen bu tip kadın karakterler Austen’ın diger romanlarında da sık görülür. Yazar, Darcy’yi kitabın başlarında bize gururlu, insanlarla muhatap olmayı sevmeyen, kızkardeşinden başka kimseyi önemsemeyen biri olarak tanıtır. Daha sonra bize önyargımızın kurbanı olduğumuzu gösterir. Mr. Darcy karakteri zengin, yakışıklı, mütevazıdır. Fazla gururludur. Samimiyet ölçüsünü kaçırmamak ve kırılmamak için soğuk görünür.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Her Austen romanında olduğu gibi bu roman da mutlu sonla biter. Darcy ve Elizabeth kavuşur. Kitaplardan uyarlanmış filmleri seviyorsanız, izlemekten büyük keyif alırsınız. Jane Austen Kitap Klübü filmi, yakın arkadaşlarla sabahlamak için idealdir. Altı arkadaş (Beş kadın bir erkek ) Jane Austen kitapları okuyup tartışmak için bir araya gelirler. Her ay için bir Austen kitabı. Her kitap ile gözden geçirilen bir hayat… Altı karakter roman kahramanlarının canlı kanlı halidir bir nevi. Sadece bir hanımefendi romanına değil başka romanlara başka hayatlara da yolculuktur. Kadınların yazdığı en etkileyici yirmi roman listesine altıncı sırada giren Aşk ve Gurur, İngiliz Edebiyatı’nın klasikleri arasında yer alır. Bir kere okuyan tekrar tekrar okumak ister. Genellikle Austen okuru kadınların Mr.Darcy hayranlığı oluşur. Hatta ‘’Austenland’’ filmi ve Beth Pattillo’nın ‘’Jane Austen Hayatımı Mahvetti’’ romanı bu hayranlığı mizahi bir anlatımla işler. Pemberley Malikanesi’nin sahibi kibar, kültürlü Mr. Darcy hangi genç kızın hayalini süslemez ki?


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Günlerin Hikayesi Demek bugün doğdun, Benden on gün önce. On güne razı olmalıymışım Bak, Tanrı aldı seni elimden. O günden beri kuşlar pencereme konmuyor, Telaşlanıyorum. Bozuk saatin geliyor aklıma, Bir dalga boyu dalıyorum bulutlara. Sonra, Güneş’in gözleriyle uyanıyorum, Ben çizdim. Beden olamadı yavrucak. O , senin kadar şanslı değil bugün. Demek bugün doğdun, Yürünmemiş yolları yürütmek için, Şehrimdeki deniz kabuklarını sahiplenmek için, Yeşili sevdirmek, Şiir yazdırmak için… Annemden sonraki, Güneş’ten önceki kadın olmak için… Demek bugün doğdun… TOLGA GÜNDOĞDU


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kâf u Nûn

Mehmet Altınova

"Kün (‫ )كن‬a.fi. Mânâsı "Ol" demektir. Özellikle tasavvufî edebiyatta çok kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde Allah'ın, bir şeyin olmasını istediği zaman ona "Ol!" demesinin yeterli olduğunu; istenilen şeyin hemen olacağı hususunda âyetler vardır. (Bakara/11; Âl-i İmrân/47, 59; En'âm/73; Nahl/49; Meryem/35; Yâsîn/ 82; Gâfîr/67). "Kün", kâinâtın ve her şeyin yaratılış emridir. Kâf ve Nun harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir. Bu iki harfin akl-ı küll ve nefs-i küll'e işâret olduğu, yahut Âdem ile Havvâ'ya karşılık gösterildiği rivayetleri vardır. "Kün" emri verilmeden evvel herkes Elest bezminde idi. Henüz hiçbir maddî varlık yaratılmamıştı. İnsan, Kenz-i Mahfî mertebesinden "Kün" emri ile çıktı."1 Yukarıdaki paragraf İskender Pala'nın Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü'nün Kün (‫)كن‬ maddesinden alınmıştır. Amacım tabii ki kün maddesini tanıtmak değildir. İskender Pala'nın yukarıda geçen , " Kâf ve Nun harflerinden meydana geldiği için "Kâf u Nûn" da denilir." cümlesinin bizi nerelere sürüklediğini açıklamaktır. Kün kelimesi bilindiği üzere kef ve nun harfleriyle yazılmaktadır. İskender Pala'nın Kün kelimesini madde başında doğru yazıp açıklamada yanlış yazması bizi kuşkulandırdı. Açıklamanın iki yerinde kâf ve nun kelimesinin yan yana kullanılması acaba editörden kaynaklanan hata değil de Arapça gramer yapısından dolayıdır mıdır , bizim bilmediğimiz bir konu mu var deyip araştırmaya koyuldum. İlk olarak internetten araştırdım. "Kün'e Kâf u Nûn da denir." ifadesini rastlayamadım. Daha sonra Ferit Devellioğlu'nun Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat'ına baktım. Orada da Kâf maddesine buldum. Orada da şu şekilde geçmektedir: Kâf(‫( )ك‬a.f.ha) kef harfinin bir başka okunuşu (bkz: kef) kâf-ı arabî: Arap kefi:"kerim, kerâhat..."vb. kâf-ı fârisî: g. sesini veren Acem kefi:"gül,gümân..." vb. [bir "ye", "ve" gibi okunan: "eğer,güvercin..." bir de "deniz, ense ve beniz"de olduğu üzere "n" gibi okunan sağır kef vardır]. Bu açıklamalardan sonra anladığımız şu oldu: kef ve kâf'ın her ikisine de Arap gramerine göre "kâf" ile isimlendirilmiş olmasından kaynaklandığını düşündük. Daha sonra bu düşünceyi kanıtlayacak başka bir kaynak elime geçti. Onda da şu bilgiler yazılıydı: Osmanlıca Kefin Telaffuzu: Sarf ve Nahiv Dersleri Kitabından "Osmanlıcada (kef) harfi 5 türlü telaffuz olunur: 1.kef; kâf-ı arabî: kitap katip ekmek kelimelerindeki kefler gibi. 2.kef; kâf-i fârisi: gül,guhar,göz kelimelerindeki kefler gibi. 3.kef; kâf-i nûni: deniz-deniz.son-son kelimelerindeki kefler gibi. 4.kef;kâf-i vavi: gügercin-güvercin.ögünmek-övünmek kelimelerindeki kefler gibi. 5.kef; kâf-i ye-i: gögüs-göyüs.ekmek-eymek kelimelerindeki kefler gibi.. "

1

İskender Pala,Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, Kapı yay.,2012


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu kaynaktaki cümleler de Ferit Devellioğlu'nun mezkur maddesindeki ifadelere uymaktadır. Beni Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne sürüklendiren, her konuda bilgisine başvurduğum liseden hocam Şenay Aran'a da sorduktan sonra, İskender Pala'ya e-posta attım. Daha sonra bizi bu konu hakkında araştırmaya sevk eden insanla yani İskender Pala ile görüşme fırsatı elde ettim ve Tüyap kitap fuarında bu soruyu yönelttim. Önce beni bu soruyu yönelttiğimde, "Gerçekten "Kâf u nûn" mu yazıyor?" dedi , ardından "Meslektaş olmanın faydaları..." deyip, "Kef u Nun" olması gerektiği Arapça kavainlerle ilgili bir kural olmadığını söyleyip bir dahaki basımda editörlere söyleyip düzeltileceğini söyledi. Orjinalinde Kef u Nûn olması gereken bu durum bazı şâirlerin aruzda bir buçuk hece alımına olanak sağladığından kullanılmış , Osmanlı şiiri ve şiirin dile etkisine de bakıldığı zaman bu durumun kalıplaşmadan dolayı dile yerleştiğini görebiliriz. Halbuki Kâf u Nûn (‫ )كاف و نون‬diye bir şey yoktur. Bu durum aruz kaygısından dolayı şâirlerin "efken "‫"اف كن‬ kelimesinin , "‫"فكن‬fiken" olarak kullanmasına benzer. Tek fark elif sesinin düşmesi yerine Kâf u Nûn'da elif sesinin eklenmesidir. Ama her hâl u kârda Kün(‫ )ك ن‬kelimesinin orjinalinde elif olmadığından Kef u Nun denmesi gerekmektedir. Böylece Aziz Nadir de bu sorunu buluşu ve lisedeki hocam Şenay Aran'ın haklı çıkması ile mesele çözümlendi. Bir yanlış bizi nerelere ve hangi bilgilere sürükledi. Bir yanlış, bize birçok şey öğretti. İyi ki yapmış, vesselam...


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Çalınsın Sazlar, Vurulsun Davullar!” Hayat denen meşakkatli yolun birçok iniş çıkışı var. Evlilik kurumu, bu yolun önemli dönemeçlerinden biri. Hem toplum için hem de birey için ayrı bir önem arz ediyor evlilik. Toplum için önemli çünkü düzen bu kurumla devamlılık sağlıyor. Birey için önemli çünkü ona ait yolda önemli bir adım. Bu sayımızda –nâcizâne- Türk toplumunda evlilik geleneklerini, Trabzon yöresi üzerinden yola çıkarak anlatmak istiyorum sizlere.

kız evine gönderilir. Bunun amacı kızı istemek değildir. Burada amaç, kızın evi düzenli mi, eli yüzü düzgün mü, elinden iş geliyor mu diye bakmaktır. Evden ayrıldıktan sonra, gözlemlerini oğlanın ailesine aktarır. Kızın ailesi de bu dolapların farkındadır ve görücü gelecek aileyi araştırmaya koyulur. Daha sonra oğlanın ailesi, kızın evine ziyarete gider. Onlar bir de kızı kendi gözleriyle görmek isterler. Sonuçta, ailelerine yeni bir evlat katacaklar, kolay değil.

Evlilik ritüeline kadar atılması gereken bir çok adım var. Bildiğiniz gibi öyle ha diyince olmuyor böyle önemli işler. Evlilik çağına gelmiş oğlan için ailesi, bir komşu veya bir yakın vasıtasıyla uygun bir eş aramaya koyulur. Çevreden sorulur, soruşturulur. Ya da gencin gönlünü kaptırdığı bir kız vardır ve bu kız ve ailesi araştırılır. ‘’Kızın ailesinin durumu nasıl? Ailede herhangi bir hastalık veya akıl yoksunu biri var mı? ‘’ diye soruşturulur. Eğer ailede bir hastalık veya deli bir oğlan varsa o aileden kız alınmaz. Aynı şekilde, kız verilecek ailede de bu durumlar mevcutsa o aileye kız verilmez. Ailedeki bu durumların, gelecek nesle sirayet edeceği düşünülür. Bu olaylar sonuca kavuştuktan sonra ailenin sevdiği bir komşusu

Bu gidiş gelişler artık sonuca bağlanmalı diye düşünen oğlanın ailesi, kızın babasına ve kıza haber gönderirler. Kızın babasının kızı verme düşüncesi olmasa bile, aileye gelmeyin deme şansı yoktur. Bunun uğursuzluk getireceğine ve kızın bahtının kapanacağına inanılır.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu yüzden baba “Buyursun gelsinler.’’ der. Görücüler genellikle uğurlu olduklarına inandıkları Perşembe veya Pazar günleri giderler kız istemeye. Hepimizin aşina olduğu o sözler dökülür dudaklardan. “Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle, kızınızı oğlumuza istiyoruz.’’ Sanmayın ki bu ilk istemede kız verilir. Kız isteme denemeleri ikiyi hatta üçü bulabilir. Bunun sebebi; kızın gelin gittiği evde “Sen oyle(öyle) iyi olsan, babanlar hemen vermezlerdi seni.’’ sözleriyle karşılaşmasını önlemektir. Kızın, gelin gittiği aile içinde saygınlığını arttırmaktır bunun sebebi. Nitekim kız, yoğun uğraşlar sonucunda verilir ve söz kesilir. Kızın verilmediği durumlarda gençlerin anlaşıp kaçması sık görülür. Evlilik isteğinin iki taraflı olmadığı durumlarda, erkek kızı yalnız bulduğu an kaçırır. Buna ‘’çekme’’ adı verilir. Kaçırılan kız, eve geri dönemez, oğlanla evlendirilir. Tabi bu günümüzde gerçekleşmeyen bir durumdur. Buradan yola çıkarak ‘’kız kaçırma’’ ya değinmek istiyorum. Eski Türklerde, kız kaçırma erkeğin gücünü göstermesi açısından önemliydi. Ayrıca bu, erkekliğini kanıtlaması açısından da önemliydi. Öyle ki kaçarak evlenme daha iyi ve doğru görünür ve halk tarafından uygun bulunurdu. Tabi, ailelerin üzülmesi ve aileler arası anlaşmazlık çıkabilmesi gibi durumlardan dolayı bu geleneğin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bundan dolayı, kız isteme usulünün ortaya çıkmış olabileceği düşünülebilir. Fakat, kaçma olayları günümüzde de görülmektedir. Evlilik yolunda atılan adımlardan bir diğeri başlık parasıdır. Bu konu bazen söz sırasında bazen de düğünden bir süre önce konuşulur. Farklı durumlarda söz konusudur. Mesela başlık parası olarak, damat bir koç kestirip bunu arkadaşlarıyla birlikte yiyebilir. Eski Türklerde de başlık parası vardır. Bunun amacı kızın, gelin gideceği aile içinde aşağı konumda

görünmesini önlemektir. Zaten kız kelimesinin bir diğer anlamı pahalı olan demektir. Bir oğlanın gelinine kavuşma süreci ne kadar meşakkatli olursa o gelinin aile içindeki değeri daha yüksek olur. Ayrıca, kızın ailesine kızlarını çok iyi yetiştirdikleri için süt parası adı altında da verilebiliyordu. Bu para genellikle baba tarafından kızın düğün alışverişlerinde kullanılır. Para demiş olmam çok da doğru değil çünkü, başlık sadece para değil büyükbaş hayvan da olabilir. Günümüzde, Trabzon yöresinde pek görülmeyen bir adettir.

Girmiş olduğumuz yolda emin adımlarla ilerliyoruz. Bir diğer adet olan çeyiz dizme adeti var sırada. Bunun için, el işlemeli büyük bir sandık yaptırılır kızın ailesi tarafından. Çeyizin içine kanaviçeler, iğne oyaları koyulur. Nevresim takımları, işlemeli havlular ve yemeniler de eksik edilmez. Yine kız tarafının oğlan tarafına vereceği bohçalar da bu sandukanın içine yerleştirilir. Eski zamanlarda kıza ait yorganlar da bu sandığa koyulurmuş fakat, bu gelenek günümüzde görülmüyor. Düğünden bir iki gün önce çeyizler kaynar kazanlarda yıkanır. Ütülenir. Kızın, baba evindeki odasına sergilenir. Komşular, aile dostları ve oğlan tarafı gelip çeyize bakarlar. Her gelen misafir, çeyiz için güzel bir el işlemesi getirir. Sonra çeyizler, güzelce sandığa yerleştirilir. Bunun sebebi kız ve ailesi hakkında ortaya atılacak dedikoduları önlemek ve kız tarafının zengin görünmesini sağlamaktır. Bu adetler de günümüzde pek


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

görülmemektedir. Gördüğünüz gibi her şeyin yığınla olduğu bu dönemde en güzel ve eğlenceli adetlerimiz bir bir kayboluyor. Hayatın hiçbir evresi kolay değildir ve hiçbir evrenin kısa yolu yoktur. Evlilik geleneklerimizde aynen öyledir. Sıradaki olay ise, kınadır. Kına, genellikle düğünden bir gün önce gerçekleştirilir. Gelin kızımız, kına sırasında ‘’bindallı’’ adı verilen işlemeli bir elbise giyerler. Kına tepsisi de önemlidir. Kızın başına kırmızı bir tül örtülür. Geçmiş dönemlerde bu tül, beyaz renkteymiş. Kız bu olay sırasında kemençe ile çalan müziklerle ağlatılmaya çalışılır. Ayrıca eli kınalanacak gelin kaynanası para verene kadar elini açmaz. Bu eğlenceye erkekler katılmaz.

Düğün vakti gelmiş çatmıştır artık. Erkek tarafı kızı almak için eve gelir. Bana kalırsa, bütün bu adetlerin en eğlenceli kısmı burasıdır. Gelini gelen erkek tarafının içeri girmesine izin verilmez. Kapı kızın erkek ya da kız kardeşi tarafından tutulur ve açılmaz. Erkek tarafı, kardeşe kapıyı açması için para verir. Kapı açılır ve gelini alacak olanlar eve girer. Evin bekar kalan kızı varsa baklava yapar. Bir sofra kurulur ve bu baklava onun üzerine konur. Bulundukları yerin zenginleri, bu sofranın etrafına toplanır. Başlarlar baklavayı döndürmeye. Sofrada bulunan herkes para koyar sofranın üzerine ve en çok para koyan kişi baklavayı alır. Bütün o paralar da evin bekar kızına kalır. Yine bu sırada çeyiz götürülür fakat bu da meşakkatlidir. Burada da

kardeşler devreye girer ve çeyiz sandığının üzerine otururlar. Damat tarafı, sandığı alabilmek için kardeşlere para verir. Artık kız evden alınır ve erkek tarafının evine götürülür. Bu eski zamanlarda, at vasıtasıyla olurdu. Günümüzde atın kullanılması durumu söz konusu değildir. Nitekim, kız evin önüne getirilir. Gelin bereketli olsun diye başından aşağı arpa dökülür. Yine gelinin önüne bir kazan getirilir. Gelin bu kazana para atar. Bu artık kazanın o geline ait olduğunu gösterir. Bunun dışında erkek tarafı geline bir inek alır. Bu ineğin kuyruğundan kesilen bir tüy de o kazana konur. Bunlar, gelinin kendini o eve ait hissetmesi için yapılır. Gelin evin bir odasına oturtulur. Damadın babası, geline bir miktar para verir ve yüzünü görür. Bu da bir çeşit yüzgörümlüğüdür. Fakat damadın verdiği yüzgörümlüğü bundan ayrıdır. Diğer yörelerde bulunan yüzgörümlüğü adeti Trabzon yöresinde de bulunmaktadır. Yine, damat gerdek öncesi gelinin yüzünü görmek için yüzgörümlüğü takar. Bu genellikle bir ziynet eşyasıdır. Bütün evlilik adetleri gerçekleşmiştir artık. Trabzon yöresinde “Yediye gitmek” diye bir gelenek vardır. Evliliğin yedinci gününde, kızın ailesinin yanına el öpmeye gidilir. Bu sırada damat, kızın kardeşleri tarafından bağlanır. Bana kalırsa bu damada bir gözdağı vermektir. Ayrıca, damadın ayakkabıları kızın erkek kardeşi tarafından çalınır. Damat ayakkabılarını para karşılığında kardeşten geri alır ve gelinle beraber evlerinin yolunu tutarlar. Görüleceği gibi evlilik zor, meşakkatli ve biraz da eğlenceli bir yol. Ne diyelim, onlar ermiş muradına bir çıkalım kerevetine.

Busenur Aslan


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gökkuşağı Gülümsemesi

Hüküm Tuttu yine huysuz gecenin elinden ahir zaman Çekildi herkes kendi tenhasına Uyuyor kedersiz bedenler hayalleriyle kucak kucağa Sokaklar ıssız, evler sessiz ağaçlar bile küskün bu gece Bir koyu sohbete dalmışım geçmişimle... Davacı oluyor akan zamandan tüm hayallerim Kaldıramıyor artık sırpat bedenim Dayandı yürek kapıma haciz memurları Umudumu arıyor şimdi uykusuz gözlerim Çekildiyse bedenimden tüm hislerim Bende sonsuzluğa selam ederim...

BETÜL NÜKTE

Nergisler salıverdi kokusunu odama Kuşlar kondu pencereme Raflardaki kitaplar bile canlandı Duramıyorlar sanki yerlerinde Sen güldün İçimin iklimleri değişti Kışlar bile başka güzel şimdi Kar bir türkü tutturmuş saçlarıma Bahçelerime uğramayan yağmur Bereket gibi indi topraklarıma Gökkuşağı daha bir renkli Pembesi bile var içinde Ve rüzgar... Kuytulardan getiriyor kokunu Şimdi çocuklar Gülüşünün şerefine daha bir masumlar Daha hoş gelir oldu gözüme Saksıdaki begonyalar Ya simit satan çocuklar Köşe başındaki niyetçi tavşan bile Evet evet olacak der gibi Sen güldün diye oluyor tüm bunlar Biliyorum... Sen güldün diye Gök mavi, ağaç yeşil, lale sarı, Dünya pembe Sen güldün diye Masum insanlar,dindi savaşlar Gök, bıraktı tenime gözyaşlarını Sen güldün diye İsminin harfleri kikirdeşiyor önümde Sen güldün ya Ondan sarı bu kadar sarı Yeşil bu kadar yeşil Kırmızı kan kırmızı Ya mavi? O daha bir güzel şimdi Bir güldün Ömrüme ömür kattın be çocuk Sesime ses İçime bir sen daha Ve sen güldün ya Özlemim uzadı bir elif miktarı daha

FEYZA SEZER


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

FİLMCİ NÂZIM Tuğçe ERKOL Nâzım Hikmet denince insanın aklında belirli olarak uyanan şeyler vardır. Şair oluşu, Piraye'si ve kimilerine göre vatanperver kimilerine göre de vatan haini oluşu... Açıkçası benim aklıma ilk gelen şeylerdi bunlar. Birçok insanın da aklına geleceği gibi... Ama ben bu yazıyla farklı bir işle ilgilenen bir Nâzım Hikmet'ten bahsedeceğim size: Filmci Nâzım. 20 Ocak 1933'de vizyona giren Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Karım Beni Aldatırsa filminin senaryosunu Mümtaz Osman takma adıyla yazmıştır Nâzım Hikmet. Ayrıca filmde geçen şarkıların da söz yazarlığını yapmıştır. Aynı takma adla yazdığı Muhsin Ertuğrul tarafından yönetilen bir diğer film de 1933 yılında çekilen Türk-Yunan ortak yapımı Fena Yol'dur. Filmin aslı Grigorios Ksenopolus'un yazdığı bir romandan uyarlanmıştır. Ayrıca Türk sinemasının ikinci (İlki İstanbul Sokaklarında adlı bir filmdir.) Türk-Yunan ortak yapım filmi olma özelliğini de taşıyan film müzikal tarzındadır. 5 Ekim 1933'de vizyona giren Söz Bir Allah Bir filmi de Mümtaz Osman takma adıyla yazılmıştır. Bu filminin de yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul yapmıştır. 1934 yılında çekilen Milyon Avcıları filminin senaryosunu yazmıştır Nâzım Hikmet. Yönetmen koltuğunda ise Muhsin Ertuğrul oturmaktadır. Aysel: Bataklı Damın Kızı filmi 1934 yılında çıkmıştır. Nâzım Hikmet'in senaryosunu yazmasının yanı sıra müzikleri de Cemal Reşit Rey tarafından yapılmıştır. Leblebici Horhor Ağa isimli bir diğer film ise Muhsin Ertuğrul yönetmenliğinde 1934 yılında çekilmiştir. Ancak bu film 1916 yılında eğer Alman filmci Sigmund Weinberg tarafından tamamlanabilseydi Türk Sineması'nın ilk filmi olacaktı. Ancak film 1. Dünya Savaşı nedeniyle

yarım kalmış ve daha sonradan Nâzım Hikmet ve Muhsin Ertuğrul işbirliği ile tamamlanmıştır. Ayrıca 1942'de çekilen Kıskanç ve 1946'da çekilen Kızılırmak Karakoyun adlı iki filmin de yönetmen koltuğunda Muhsin Ertuğrul oturmaktadır. Senaryolar ise bu def Ercüment Er olarak çıkmıştır Nâzım Hikmet'in kaleminden. Muhsin Ertuğrul ile bu kadar yakın olan Nâzım Hikmet senaristliğini yanı sıra biraz da Ertuğrul'un etkisinde kalmış olacak ki yönetmen koltuğuna da oturmuştur. Öncelikle Düğün Gecesi: Kanlı Nigar, İstanbul Senfonisi ve Bursa Senfonisi adlarını taşıyan 3 de kısa metrajlı film çekmiştir. Daha sonradan ortaya çıkan bilgilere göre de Nâzım Hikmet bu üç kısa metrajlı filmden önce Muhsin Ertuğrul ile beraber bir defa uzun metrajlı bir film çektiğinde sene 1933'tü. Üstelik Nâzım Hikmet aynı zamanda filmin senaristliğini de yapmıştı. Nâzım Hikmet'in bağımsız olarak hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yaptığı tek film 1937'de gösterilen Güneşe Doğru filmidir. Mütareke yıllarında hafızasını yitiren bir gencin hayal dolu dünyasının ele alındığı bu filmin oyuncu kadrosu da senaristi ve yönetmeni kadar dikkate değer kişilerdir: Arif Dino ve Neyzen Tevfik Kolaylı'dır. Nâzım Hikmet'in çok geniş çerçeveli bir insan olduğu bir kez daha kanıtlanmış oluyor böylece. Her ne kadar sinemacılık da yapmış olsa biz Nâzım'ı nazmıyla tanıdık... Adını duyduğumuzda içimizde sızlayan şiirleriyle bildik. İşte o şirilere küçük bir parça olsa da değinmeden geçemeyeceğim sanki... "Ben de gördüm o kahramanları, ben de sardım o örgüyü, ben de onlarla güneşe giden köprüden geçtim! Ben de içtim toprak çanaklarda güneşi. Ben de söyledim o türküyü!" (Nâzım Hikmet, Güneşi İçenlerin Türküsü)


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR YASLA KOCAYANLAR Hırkasını sırtına giydi ve oğlunun odasına gitti. Kapıyı tıklattı. İçeriden usulca bir ses ‘’Gir’’ dedi. Salih Bey odaya girdi. Ali, pencerenin önündeki koltukta oturmuş, kederli bir şekilde dışarı bakıyordu. Salih Bey sakin bir sesle: - ‘’Geç oldu oğlum hadi artık uyu! Yaşadığın şey kolay değil anlıyorum. Ne desem seni teselli etmeye yetmeyecek ama bizim hatrımız için artık kendini bu kadar hırpalama’’ dedi. Ardından bir cevap bekledi ancak odada sessizlik hâkimdi. Salih Bey, daha fazla uzatıp oğlunun canını sıkmak istemedi ve odasına dönüp yattı. Ali de duvarların soğuk ellerini boynunda hisseder hissetmez ceketini alıp tekrar evden çıktı. Saat altıydı. İş saatine daha iki saat vardı. Dün akşam çok fazla alkol aldığı için hâlâ ayılmakta güçlük çekiyordu. Küfrediyordu, isyan ediyordu. Bir yıl evvel ölen nişanlısını onu bırakıp gitmekle suçluyordu. Her şeye, herkese karşı inancını yitirmeye başlamıştı. Yaşadığı acı gerçekten büyüktü ama hiçbir acı karşısında küçüleceğimiz kadar büyük olamazdı. Kendi ölümümüz hariç... Ağır adımlarla sokakta yürümeye başladı. Dünyadaki tek dertli insanın kendisi olduğunu düşünerek, etrafındaki herkesin güllük gülistanlık yaşadığını zannederek, şikâyet ve nefret dolu gözyaşları dökerek ve yaşadıklarını bir türlü kabullenemeyerek iki saat boyunca yürüdü. İşe geldiğinde bitkin bir haldeydi. Banka memurları birer ikişer gelmeye başlamışlardı. Rozetini taktı, silahını beline koydu ve girişteki yerini aldı. Girişte bir rakı kokusu hâkimdi ve öğleye kadar devam etti. İşte yine aynı ihtiyar kapıda gözüktü. İhtiyar bu bankanın müdavimiydi. Her haftanın ilk günü öğle

Hikaye Serhan DEMİR vakitlerinde gelir, kiraladığı kasadaki emaneti ki o emanet banka çalışanlarının hakkında büyük efsaneler uydurduğu bir sırdır- ziyaret eder ve giderdi. Ali ise senelerdir devam eden bu ziyaretlerin farkına varalı çok olmamıştı. Bu durum onun pek ilgisini çekmiyordu. O dertliydi çünkü. (!) Ta ki ihtiyarı kasa odasından yürümekte bile güçlük çekerek ve gözlerinden sağanak sağanak yaşlar dökülerek çıktığını görene kadar... Uzun zamandır gördüğü bu ihtiyarı ilk defa kendisine bu kadar yakın hissetmişti, sebebini bilmiyordu ama onu o halde görünce bir an kendi dertlerinden soyunmuştu. Bu kıyafetin insanların üzerinde ne kadar çirkin durduğunu uzun bir zaman sonra ilk kez görebilmişti. İhtiyarı bir sandalyeye oturttu, ellerine kolonya döktü, kendisine gelene kadar başında durdu ve iyi olduğunda kapıya kadar eşlik etti. İhtiyarın senelerdir gelip gittiği bankada konuştuğu tek kişi olmayı başarmıştı. İhtiyar, Ali’ye ismini lutf etti. Yardımı için teşekkür etti. Bu büyük bir şeydi çünkü yıllardır bu bankada ihtiyarın sesini dahi duyan yoktu. Dertlerinin yerini bu günden itibaren biraz olsun merak almıştı. Bu Muhsin Amca kimin nesiydi? Niçin her Pazartesi buraya geliyordu? O kasada ne vardı? Bu gibi birçok soru akın etmişti zihnine. Haftaya geldiğinde bu Muhsin Amcanın sırrını öğrenmeliydi. Nasıl olsa onunla konuşmuştu. Belki biraz daha yakınlaşsa, zorlasa öğrenebilirdi. Acaba o kasanın içinde ne olabilirdi? Günler geçti ve pazartesi gelip çattı. Ali bir haftadır fazla alkol almıyordu, işe pek geç kalmıyordu. Zihnini meşgul edecek bir şey bulmuştu nihayet ve biraz olsun dertlerini unutmuştu. O gün işe tam vaktinde gitti. Girişte rakı kokusu yoktu. Öğlen ise gelmek bilmiyordu. Nihayet ihtiyar yine kapıda gözüktü yaşının beraberinde getirdiği


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

rahatsızlıklar sırtına binmiş belini bükmüştü, geçen haftadan daha zor yürüyordu, gözlerinde taşmayı bekleyen okyanuslar vardı ama dudaklarındaki tebessüm denen o adayı asla yutamazdı. Muhsin Amca bir haftada çok fazla çökmüştü ama yine de buraya gelmeyi ihmal etmemişti. Ali’ye başıyla selam verdi ve yürümeye devam etti. Ali tam ardından gidecekti ki müdürü çağırdı ve ‘Çıkışta konuşurum.’ diyerek müdürünün yanına gitti. Müdürünün verdiği görevleri yapmış tekrar girişteki yerini almıştı ancak ihtiyar bir saat olmasına rağmen kasa odasından çıkmamıştı. Ali biraz daha bekledi ancak yarım saat daha geçmesine rağmen hâlâ yoktu. Gittikçe endişelenmeye başladı ve yetkisi olmamasına rağmen telaşla kasa odasının kapısını açtı ve içeri girdi. İhtiyarın başı kasa odasının ortasındaki masaya düşmüş, gözleri sımsıkı kapanmış ve son anlarında gözlerinden süzülüp masada biriken yaşları daha kurumamış, her şeye inat yüzünden hiç eksik etmediği o tatlı tebessüm tazeliğini kaybetmemiş, bir eli sandalyenin kenarından aşağı düşmüş, diğer eli bir çerçeveyi sıkıca kavramıştı. Çerçevede siyah-beyaz bir resim vardı. Resimde üzerinde gelinliği olan güzel genç bir kız ve damatlığıyla yakışıklı, fidan gibi bir delikanlı Muhsin Amca vardı. Ali, gördüklerinin karşısında donup kaldı. Bir gün sonra Muhsin Amca defnedildi. Cenazesinde huzurevindeki arkadaşlarından ve kız kardeşinden başka kimse yoktu. Herkes dağıldıktan sonra Ali, Muhsin Amcanın kız kardeşinden Muhsin Amcanın neden o resmi

kasada sakladığını, o resimdeki kadına ne olduğunu, Muhsin Amcanın neden kimsesiz meczup bir halde yaşadığını sordu ve Zeynep Hanım anlatmaya başladı: Muhsin 1962 yılında resimde gördüğün o güzel kızla, yani Kadiriye Hanım ile evlendi. Kadiriye Hanım sara hastasıydı. Düğünün ertesi günü hava kararmaya başlayınca evdeki kandilleri yakmaya başlamış, tam o sırada da sara nöbetine tutulmuş, kriz sırasında elindeki kandil yere düşmüş ve alev almış. Muhsin de iş çıkışı düğün günü çektirmiş oldukları o resmi fotoğrafçıdan almış eve dönüyormuş, mahalleye girdiğinde evinin etrafında bir kalabalığın toplanmış olduğunu görüp telaşla koşmuş, kalabalığı yarmış ancak her şey için çok geçmiş… Ne Kadiriye Hanım’dan ne de birlikte kurdukları o sıcacık yuvadan geriye bir şey kalmış. Muhsin beyin güzel hanımından, evliliğinden, mutluğundan kalan tek hatıra eve gelene kadar özenle taşıdığı ve eşine göstermek için sabırsızlandığı o evlilik fotoğraflarıymış. Muhsin Bey resmin başına bir şey gelmesin diye yıllarca onu o kasada tutmuş ve her pazartesi yani Kadiriye Hanım’ın öldüğü gün onu görmeye gitmiş. Ali duydukları karşısında gözyaşlarını tutamamıştı. Hanımefendiye teşekkür etti ve müsaade istedi. Yürümeye başladı. Artık bambaşka biriydi. Muhsin Amcanın hayatı ona fazlasıyla tesir etmişti ve kendi geçmişi ve geleceğiyle benzerlikler taşıyordu. ‘’Zavallı Muhsin Amca’’ dedi, ‘’Bir yastıkta kocamayı hayal ederken bir yasla kocamış’’, benim gibi...


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ara Sokaklar Ara sokaklarda dolaşır hayat. O minicik ellerin, Çöpleri karıştırdığı yerde. Genç yaştaki eskicilerin, Ses tellerinin olduğu yerde. Kucağındaki çocuğuyla oturup, Dilenen annenin oturduğu yerde...

Ara sokaklarda dolaşır hayat. Oradaki insanların mücadele edip, Buradaki insanlığın öldüğü yerde.

Nefes Olgun


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN

Sırdem Kemiksiz

Bölüm -6-

Bir gürültüyle uyandım. Aşağı kattan teyzemin sesi geliyordu. Karşılık veren bir ses olmadığına göre telefonda biriyle tartışıyor olmalıydı. Teyzemin bu asabi halleri beni gerçekten yormaya başlamıştı. Evet ,onu çok seviyordu; hayatımda çok farklı bir renk olduğu aşikardı ama onun ani ruh değişimleri,asabiyeti beni çileden çıkarmaya yetiyordu. Ayrıca şunu belirtmeliyim ki tatil yapma hayaliyle geldiğim bir evde çözülmemiş bir cinayetin ortasında bir kaçak gibi durmak ve her sabah çeşitli sebeplerle kötü uyandırılmak benim de sinirlerimi alt üst etmeye başlamıştı. Bir an öfkelenip yataktan fırladım. Daha sonra kendimi sakinleştirmem gerektiğini düşündüm. Ne olursa olsun Ayla Teyzemin kalbini kırmamalıydım. Sakinleşince aşağıya indim ve problemin ne olduğunu sordum. İzmir'den kaçma planları kuruyorduk, bunu yapmak zorundaydık. Tam olarak bir şeyler anlatmasa da sanırım nereye gideceğimiz hakkında bir fikri yoktu ve bunu halletmeye çalışıyordu. Bugün kendime bir söz verdim diyerek başladım kahvaltı hazırlamaya. Bir gün, tek bir gün için bile olsa bu cinayeti, teyzemi, eniştemi hiçbir şeyi düşünmeyecektim. Şu hayatta kendimi özgür hissettiğim tek bir yer mutfak diyebilirim. Kimisi için açlığını gidermek yetebilir ama benim için mutfak kesinlikle bir sanat atölyesi. Pembe fırfırlı, çilek desenli, kendi diktiğim önlüğümü hemen geçiriverdim üstüme. İki yumurtayı çırpıp içinde biraz süzme peyniri ezdim ve hemen ısınmış tavaya atıp harika bir omlet yaptım. Mis gibi bir çay demledim. Ailemizin meşhur kahvaltısı gibi olur mu bilmem ama teyzem kalabalık kahvaltı sofrasını görünce çok sevindi. Sıkıntıyla açılmış iştihamın kapanacağı yoktu ve zaten benim de mutfaktan ayrılmaya hiç niyetim yoktu. Öğleden sonra teyzem Mırnav için ciğer almaya gitmişti. Mırnav da bizim aileye yarışır şekilde obur bir kedi. Her sabah onun o şişkoluğunu göbeğimde hissederek uyanmak zor olsa da tatilim sona erdiğinde çok zor ayrılıyoruz. Teyzemin buradan kaçma planları arasında Mırnav'ı da götürmek vardı tabi. Ama kendine yer bulamazken Mırnav'la ne yapacakları hakkında en ufak bir tahminim de yoktu.Kötü bir ihtimalde Mırnav'a seve seve bakabilirdim. Ben bunları düşünürken telefonum çaldı. Arayan annemdi. Normal şartlarda günde hiç abartmıyorum en az on kez görüştüğüm annemle İzmir'e geldiğimden beri 3 günde bir kez görüşmeye başladık. Annem teyzemi çok seviyordu bunu biliyorum ama ben ne zaman İzmir'e gelsem annemle görüşmemiz seyrekleşiyordu. Telefonu açtım annemin endişeli sesini duydum. Olanlardan kesinlikle haberi yoktu bunu biliyordum. Bana önemli bir şeyden bahsedeceğini söyledi ve şöyle devam etti: ''Sana bunu belki de yıllar önce söylemeliydim yavrum ancak hiçbir zaman seni teyzenden soğutmak istemedim. Çünkü aslında onun elinde olan bir şey de yoktu. Bir kalıtsal problem sadece onda vuku bulmuştu ve ben senin o minicik kalbini zavallı teyzeciğinden uzaklaştırma hakkına sahip değildim. Bu zamana kadar ben de suçluyum aslında. Ayla Teyzeni yalnız bıraktım, bırakmak zorundaydım. Çünkü onun hayal dünyasına eşlik edemez olmuştum. Üstelik hepimizin başına türlü belalar gelmeye başlamıştı. Bencilce olduğunun farkındayım fakat kendimi soyutlamak zorundaydım. Teyzen bir şizofreni hastası ve yıllarca hayalinde kurduğu türlü cinayetlerden, türlü katillerden kaçtı. En yakın akrabalarımızı, komşularımızı hırsızlıkla suçladı. Birinin kendine tecavüz etmeye çalıştığını söyledi. Biz bu rahatsızlığının farkında olmadığımız için yıllarca herkesi düşman bildik ama bu durum ortaya çıkınca teyzeni tedavi ettirmeye çalıştık. İşte o zaman tüm bağlarımız koptu ve teyzen bizi terk etti. Fark ettin mi bilmiyorum ama teyzeni yalnızca biz ziyaret ederiz. Buna rağmen teyzen senin 20 yıllık ömründe bir kez bile senin yaşadığın yeri görmemiştir. Seninle görüşmelerimiz azaldığından beri hissediyorum. Buna ister annelik de ister de bir paranoya. Teyzenin rahatsızlığı nüksetmiş olabilir. Hissediyorum ki hayalindeki bir aksilik için seni de peşinden sürüklüyor. Ne olur böyle bir durumun içindeysen kimse kıracağını düşünmeden hemen buraya gel.'' Kulaklarıma inanamadım. Tek bir cevap bile vermeden kapattım. Gözüm karşımdaki aynaya takıldı. Kulaklarıma kadar kıpkırmızı olmuştum. Şimdi ne yapacaktım?

Devamı gelecek…


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ

Kübra TARAKÇI

Nerden başlasam nasıl başlasam bilmiyorum. Hayatımın en güzel aylarından birisini geçirdim sanırım. Estonya, Finlandiya, İsveç ve Paris... İlk durağımız Estonya, Finlandiya ve İsveç üçlüsü oldu. Bir turla gitme şansı yakaladık. Ülkelerden daha çok gemi seyahati hafızamda yer edindi. Dev bir gemi ile yolculuk... Duygularımı anlatmaya kelimeler bile yardımcı olamaz. Estonya tıpkı Riga gibi bir ülke hatta insanları daha soğuk diyebilirim. Soru sorduğunuzda cevap vermeye tenezzül bile etmiyorlar. Estonya, Dünya’nın en yüksek okuma yazma oranına sahip ülkelerinden biri. Bu oran %95. Ayrıca internet yazılımında da öncü bir ülke. Finliler ile sıkı bir bağlılıkları var. Yani Leton ve Litvanya halkı ile çok yakın ilişki içinde değiller. Estonya'da 1,5 saat gibi bir süremiz olduğu için sadece Old Town'ı gezme fırsatımız oldu. Tarihi Kent UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Şehrin kalbi ve ana meydanı, Old Town'da eski belediye binasının yer aldığı Raekoja Platz. Şehirde hırsızlık olayları artınca buna özel tabelalarda yapılmış hükümet tarafından. Finlandiya'nın incisi Helsinki... Şehrin tüm merkezi bölgeleri Baltık Denizi'nin kenarında yer aldığı için Helsinki Baltık Denizi'nin Kızı adını almış. Ülke 300 adaya sahip yani tam bir adalar ülkesi. Sanırım tarihten yoksun şehir desem hiç de yalan


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmaz. Ben tarihi yerleri gezmekten daha çok hoşlandığım için bu bakımdan Finlandiya'dan çok memnun kalmadım diyebilirim. Onun dışında tabi ki yine kendine has güzelliklere sahip. Talin ile Helsinki arasında 2.5 saat süren gemi yolculuğu ile ulaşabilirsiniz. Uspenski Katedrali şehrin en ihtişamlı yapılarından birisi. Batı Avrupa'nın en büyük Ortodoks Kilisesi olarak kabul edilir. Kayaların içinde yer alan Temppeliaukio Kilisesi yine birçok turist tarafından ziyaret edilen bir yer. Büyük bir kayanın içi dinamitle patlatılarak ve oyularak yapılmış olan bu kilise 1969 yılında inşa edilmiş. Kayalar üzerine oturtulmuş kocaman kubbesi, yerden hiçbir sütunla desteklenmiyor. Cam kubbesinden süzülen ışığın sihirli atmosferi, muhteşem akustiği nedeniyle birçok konsere ev sahipliği yapıyor. Senato Meydanı da gezilmesi gerek yerlerden birisi. Tüm şehirde Wi-Fi ücretsizdi.  İnsanları çok cana yakın ve güler yüzlüler. Türkiye'den sonra şehrin sakinliği çarpıyor insanı. Sakinlik insanların içine işlemiş adeta. Ve Baltık'ın son incisi Stockholm... Bu şehirde sanırım yaşayabilirim. Riga'daki yaşlı nüfus bolluğundan sonra buradaki genç nüfus oranının fazlalığı iyi geldi. Çoğu bebek arabasının içinde iki çocuk görmeniz mümkün. Avrupa Birliği'ne üye olmasına rağmen para birimini değiştirmeyen bir ülke. Bu bizim açımızdan biraz zor oldu. Hediyelik eşya alırken çok dikkat etmeniz gerekiyor. Yoksa dolandırılabilirsiniz. Kışın gündüz özlemini yaşayan bir ülke. Kuzeyde yer aldığı için kışın gündüz süresi çok az. Tarih ve modernizmin birleştiği bir yer. Refah seviyesi çok yüksek olmasına rağmen intihar oranının da en yüksek olduğu yerlerden birisiymiş bu ülke. Bisiklet kullanımı çok fazla. Bisiklet yolu için ayrılan kısım yaya yolundan bile fazla. Bu benim dikkatimi çeken bir unsur oldu. Aslında fotoğraflarımı gören birçok arkadaşımın da söylediği gibi İstanbul'un tarihi semti Eminönü'nün imitasyonu gibi bir yer de diyebiliriz. Türkiye'deki kadar çok olmasa da balıkçı restoranlarıyla, tramvayı ile bana da İstanbul'u anımsattı. Her ülkede olduğu gibi burada da en dikkati çeken kiliseler oldu. Devasa boyuttaki ve devasa yapıdaki kiliseleri gezerken yapılarına hayran olmamak elde değil. Stockholm denilince ilk akla gelen yer, tarihi bir şehir olan Gamla Stan. Burası, esasında ufak bir ada şehri ve üzerine bir saray, büyük bir kilise ve çeşitli binalar inşa edilmiş. Norrmalm adını alan


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

diğer bölge Gamla Stan'ın kuzeyinde kalıyor ve buradan yürüyerek geçilebilecek bu bölgede de müzeler hayli yoğunlukta. İşte böyle bir geziyi Erasmus günlüğüme ekledim. Gelecek ay Paris ve Viyana ile ben yine burada olacağım. Esen kalın...

Ilona Taraškevič from Lithuania, Erasmus in Rīga, 2014/2015 Merhaba! Muhtemelen birçok kişi beni videodan hatırlıyor ama ben yine bir kez daha kendimi tanıtacağım. Benim adım Ilona. Bana Türklerle yaşadıklarımı yazma şansı verdiğiniz için çok müteşekkirim. 3 ay önce bu sonbaharın farklı olacağını hayal bile edememiştim. Erasmus'tan önce kültürler arası farklılıklardan korkuyordum. Baltık Bölgesi'nde yaşayan insanlar genelde soğuk ve kapalılar. Farklı ülkelerden gelen insanlarla nasıl iletişim kuracağım konusunda korkularım vardı. Çünkü Kore, İspanya, Tayvan, Çin ya da Türkiye gibi ülkelerdeki insanlar sıcaklar ve onlar yeni insanlarla tanışma konusunda farklı geleneklere sahipler. Ama şimdi kendimden emin bir şekilde söyleyebilirim ki fikirlerim değişti ve bu korkularım artık geçerli değil.

25 Ağustos tarihinde Riga'ya geldim. 5. kattaki odama yerleştim. Katımızın adı Londra'ydı. Sonraki gün tüm Erasmus öğrencileri bovling etkinliğine geldi. O gün yani ayın 26'sında Kübra Tarakçı ile tanıştım. O benim ilk Müslüman arkadaşımdı. İtiraf etmeliyim ki, onun hakkında biraz korkularım vardı. Ama o da aslında benim gibiydi. Tabi ki bütün hafta onun ismiyle ilgili bir sürü sorun yaşadık. Çünkü adını doğru düzgün hatırlayamadım.  Birlikte diğer etkinliklere de katıldık. Böylece ben de Türk yemekleriyle, Türklerle, Türk kültürüyle tanışmaya başladım. Erasmus'tan önce Türk kültürü hakkında hiçbir bilgim yoktu. Bu yüzden kalıplaşmış ve doğru olmayan fikirlere sahiptim. Londra katında birçok Türk'ün yaşadığını farkettim. Birkaç buluşmadan sonra sürekli onların isimlerini sordum. Çünkü benim için çok farklıydı isimleri. Kübra, Ayşe, Beria, Batıkan, Hasan, Özge, Talha, Gülay, Volkan, Gözde... Şimdi hepsinin ismini hatırlıyorum ama tabi ki bazı isimleri hala düzgün telaffuz edemiyorum. 29 Ağustos'ta ESN "Euro Dinner" adı altında bir etkinlik düzenledi. Bu etkinlik sırasında ilk kez Türk yiyeceklerini denedim. Baklava ve kısır bunlar arasındaydı. Hepsi çok güzeldi.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aslında yemek konusunda oldukça seçiciyimdir. Kübra'nın hazırladığı yemeklerden sonra Türk yemeklerini sevmeye başladım. Tabi ki hepsini değil. Birçok kombinasyon da öğrendim. Kübra'yı makarna ve yoğurt yerken gördüğümde şok oldum. Nasıl mümkün olabileceğini

kendime

sordum.

Şimdi

ise

benim

favori

yiyeceklerimden bir tanesi. Ayrıca sahlep de denedim. Sahlebi sevdim ama aynı şeyi ayran için söyleyemeyeceğim sanırım. Her neyse Kübra bana birçok yemek gösterdi. Özellikle şekerpareyi çok sevdim. Bu arada Kübra'nın Riga'daki favori mekanı Türkebap. Riga'daki Türk marketini de ziyaret ettik. Oraya gittiğimizde bir kez daha anladım ki Türkler gerçekten çok kibar ve cana yakın insanlar. Eve götürmek için birçok şey aldım ve bu markette yeni bir cümle öğrendim. "Çay ister misin?" Türkçe kelime öğrenirken Kübra'nın sabrı için gerçekten ona çok teşekkür ederim. Çünkü ben yeni kelime öğrenirken ona sürekli "Küp, Türkçede bu kelime nasıldı?" diye defalarca sordum. Teşekkür ederim kız. Dahası, yaklaşık olarak 2 ay önce bayramdı. Birlikte kahvaltı yaptık ve ben bu günlerde yeni Türk yemekleri tattım. Onlar gerçekten büyük bir aile.

13 Ekim'de Letonya-Türkiye maçına davet edildim. Muhteşemdi. Birçok Türk futbolcu gördüm. Bu olaydan sonra kendi fotoğrafımı Türk dergisinde gördüm. Bazı insanlar televizyonda bizi gördüklerini söylediler. Küp'ün de dediği gibi artık Türkiye'de ünlü olmuştuk.

8 Kasım'da muhteşem bir gezi vardı. "TalinHelsinki-Stockholm". 3 günde 3 ülke gezdik. Baltık Denizi'nde gemi ile seyahat etmek mükemmel bir duyguydu. Zaman çok hızlıydı. Türklerin kartla oynadığı birçok oyun öğrendim. Ayrıca gezi sırasında birçok Türkçe kelime duydum hatta bazen sadece Türkçe. Bazen onların ne hakkında konuştuğunu anladığımı düşündüm. Ayrıca Türk şarkı ve danslarını da öğrenme fırsatım oldu. Tabi ki dans benim için daha kolaydı.

6 Kasım bizim için önemli bir gündü. Kübra'nın doğum günü! O gün Kübra için sürpriz hazırladık. Kübra'yı mutlu gördüğümüz için çok mutlu olduk. Erasmus anılarının yer aldığı kısa bir video hazırladık onun için. Ve Kübra'ya söz verdik. Bu doğum günü ilk fakat son olmayacak Ersamus'un başında Kübra Litvanya'ya geldiği için de çok mutluyum. O da benim kültürü tanıma fırsatı yakaladı. Ayrıca yılbaşında tekrar bekliyorum çünkü yılbaşını bu çılgın kız ile kutlayacağız. Kübra, bir kez daha sana teşekkür etmek istiyorum bütün bu deneyimlerim için. Mükemmel zamanlardı benim için ve gelecekte de nicelerine sahip olacağımıza eminim.

Riga’dan selamlar... Greetings from Rīga!  Çeviren: Kübra Tarakçı


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

En Faydalı Eğlence Sultan DEMİRTAŞ hayattan birebir izler barındıran bir türdür. Bunun yanında, sahnede her zaman bir estetik ve güzellik de barındırmalıdır ona göre. Namık kemal bu hususta altı tane tiyatro eseri yazmıştır. ‘’Tiyatro fikrin hayâlâtına vicdân, vicdânın ulviyâtına cân, cânın hayâlatına lisân verir.’’

Sanatını, toplum için yapan bir isim olarak karşımıza çıkar Namık Kemal. Sanatın bir toplumu nasıl eğiteceğini, geliştireceğini göstermek ister. Bunun için de edebi türler içinden romanı, şiiri, tiyatroyu ve daha nicesini bir silah olarak kullanır. Eserlerinde insanı ve aklı yüceltir bir yandan da vatanını, dilini, milletini sonuna kadar savunur. Tiyatro edebi türler içinden Namık Kemal’e fikirlerini duyurmak için daha yakın gelen tür olmuştur. Tiyatronun gücünü görebilmiştir. Bu yüzdendir ki edebi türler içinde en fazla tiyatroyu sever. ‘’ Tiyatro, cihânın aynıdır.’’ ‘’Tiyatro eğlencedir, fakat eğlencelerin en fâidelisidir.’’ Bu sözleriyle anlıyoruz ki Namık Kemal tiyatronun, dünyanın aynısını yansıttığını düşünür. Tiyatro hayatı anlatan ve içinde

Namık Kemal tiyatroda büyük yenilikler ve değişimler yapmıştır. Onun tiyatrosu halkı eğitir, halkın milli duygularını harekete geçirmeyi amaçlar. Namık Kemal ile birlikte tezli tiyatronun yolu açılır. Tiyatroyu sadece eğlence aracı olarak görmeyip tiyatroya farklı bir bakış açısı getirerek kendinden sonraki yazarları, gençleri bu yönde etkileyen Namık Kemal halk tiyatrosunu da sık sık olumsuz yönde eleştirmiştir. Eserlerinde romantik bir tutum sergilese de, toplumun gerçeklerinden kaçmamıştır Namık Kemal. Kendisi gibi idealist olan oyun kişileri taşıdıkları düşüncelerle davalarını sürdürürler. Kahramanlarını bir tutkunun peşinden sürükler ama kahramanları her daim fedakârdır. Vatan, İslamiyet, aşk kavramları üzerinde yoğunlaşıp davasını savunur, dava tiyatrosu böylelikle Namık Kemal’in sanatı olur.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÖVBE Bırakma elimden; Gök dökülecek kanatlarımdan, Toprağa bulanacak avuçlarım. Her gelen tekme savuracak; Ezilecek kalabalıklar altında yalnızlığım. Şu dingin mavinin koynunda sakladığı yılan, Sokulacak yedi tarafımdan. Yedi iklimde Yedi renkli bir kuşak, Doğmadan yok olacak. Bırakma elimden; Yaz ortasında sıtmalanır yüreğim. Babam, sevgilim, kardeşim! Ört toprağı hatalarıma. Söz, Nasuh'un tövbesiyle yeniden dirileceğim.

Hatice TÜRK


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

EŞYALARIN DA BİR DİLİ VAR MIDIR ACABA? Hikaye

Yavaş yavaş ve konuşmadan yanıma gel evlat. Gel bakalım yanıma güzelce. Dikkat et, etrafa çarpma; çünkü bu evde her yer antikalarla doludur. Sağında doksan iki yıllık bir vazo var. Sakın ha dikkatsizlik edip de çarpma ona o çok değerlidir. Benim için,karım için ve çocuklarım için kıymeti oldukça çoktur. Kalk bakalım ayağa, gel gel elimi tut, korkma ben senin bu evde binevi gözlerin olacağım.Yavaş yavaş yürü şimdi! Evet, işte tam da böyle yavaş yavaş otur. Oturduktan sonra göz kapaklarını narince birleştiriver ve dinle beni şimdi. Şimdi ise yüz on üç senelik bir koltuğa oturuyorsun. Kendini tarihî bir objenin sıcak kucağında hissedebilirsin! Ah be evlat! Senin kadar antikalarla kaynaşamadım ben bu yaşıma kadar, senin kadar şanslı olamadım bu konuda. Kim bilir, belki de yıllardır çok aradığın küçük ama doyumsuz bir huzuru bu koltukta bulacaksın? Ve şimdi tıpkı Cihan Sultanları gibi yerleş ve âdeta muhteşem bir canlı tablo gibi kuruluver şu koltuğa ve biraz da yaslanıver arkana… Rahat ol diyeceğim ama duyacaklarından sonra rahat olabileceğin

Hilal Akarslan

konusunda sana pek söz veremem. Bu konuda emin değilim çünkü… İzninle biraz da beni dinle! Öyle çok anlatacaklarım var ki sana, ah bir bilsen!... Şimdi sana küçük ve kısa ama anlamlı ve acıklı bir hikâye anlatacağım… Ve bu hikâyenin sonunda sana sadece tek bir soru soracağım unutma! Burası biraz gürültülü olabilir ama sen bunlara fazla aldırma!... Anlatılanlara kendini ver, anlatılanları can kulağı ile dinle yeter. Şu anda öyle bir evdesin ki; tam yüz yirmi sekiz yıldır çektiği onca acılara rağmen hâlâ ayakta durabiliyor. Şu an öyle bir koltuğun üstünde oturuyorsun ki tamı tamına yüz on üç yıldır bu evin sessiz çığlığı, sessiz çocuğudur bu koltuk. Ve çaprazında duran gramofon da bu evin ilk şirin çocuklarından birisidir. O da nice şirin olmayan olaylara tanıklık etmiştir. Şimdi sana bu evde yaşayan ya bir başka dille konuşan ya da sükûtu ile bizlere çok şey anlatan bu talihsiz çocukların; bir başka deyişle avizelerin, duvarlardaki ses yankılarının, ayak seslerinin, kapı gıcırtılarının gönül dillerinden aktaracağım bu


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

hikâyeyi. Hikayemize başlıyoruz, dinlemeye hazır mısın?... Duvarda ki seslerden en yaşlısı ve en bilgesi olan koltuk adeta bir başpehlivan gibi peşrev çekerek söze başlamıştı: “O gece dışarıda bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı. Gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Gaz lambasıyla aydınlanan ev, o gece yalnız şimşeklerle aydınlanıyor; gramofonun tatlı nağmeleri ile huzur bulan ev; o gece gök gürültüsüyle huzursuzlaşıyor, âdeta azgın bir at gibi ürküyor ve bizleri de ürkütüyordu. Sanki birazdan olacakların ilk haberlerini veriyordu. O gece yağmur damlaları olduğundan farklı bir şekilde cama çarparak, kendi dili ile âdeta evdekileri uyandırmaya ve onlarla konuşmaya çalışıyordu. O da çok iyi biliyordu ki onlarla hiçbir zaman konuşamayacaktı. Ama o yine de bundan vazgeçmiyor, bir dost edası ile herkesi uyarıyordu. Gök gürültüsü sanki savaştaki bir bombanın sesi gibi gürlüyor, evdekileri olacaklar karşında ürperterek ve korkutarak; buradan, bu talihsiz evden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Yıldırım bile bir şekilde bir yerlere düşüp, insanların yataklarından bir an önce kalkmasını ve dikkatlerini oraya vererek, o evden uzaklaşmalarını istiyordu. O gece İlahî kudretle gerçekleşen tabiattaki bütün med- cezirler, bütün canlı ve cansız şahitler bu evdekilerin,o gece bu evdeki yataklarda olmasını istemiyordu. Ama o evdeki masum insanlar bu kadar sessiz çığlığa rağmen, hâlâ uyumaya; hâlâ farklı farklı rüyalar görmeye devam ediyorlardı. Belki bazıları rüyalarının en güzel yerinde, bazıları ise tam bir kâbusun ortasında idiler. Ve işte ne olduysa tam o saatten sonra olmuştu…” Bundan sonrasını anlatmaya kapı gıcırtısı devam edecek ve kapı da ona eşlik edecekti: “Yağmurun yağmasıyla hava çok soğumuş, bizler çok üşümüş ve de çok ıslanmıştık. Aslında alışkındık böyle şeylere ama bu gün biraz farklıydı eski günlere göre… Bu günün sonu da her günden çok farklı olmuştu zaten… Göğün en heybetli sesleri arasından kurtulup, tüm köyü saran bir ses yankılanmıştı karşı ki ovadan. O anda hiçbir sese benzetemediğim ve ne olduğunu düşünmeye başladığım bir sesti bu ses. Biraz sonra iri yarı,

yüzleri kara peçeli adamların evimizin bahçe kapısına gelip, etrafa sinsice bakmasıyla bunun çok tehlikeli bir ses olduğunu fark etmiştim, ama iş işten çoktan geçmişti tabiatıyla. Siyah peçeli, kırmızı kuşaklı, siyah şalvarlı, iri yarı, kimisi mavi, kimisi simsiyah gözlü o adamlar bahçe kapısından bize doğru hızla, koşar adımlarla yaklaşmışlardı. Evet, bunca heyecanıma ve korkuma rağmen; onları tek tek görebilmiş ve de sayabilmiştim. Tam olarak yedi kişiydiler. Ancak simaları yedi insandan çok, yedi belki de yetmiş kişilik bir aç sırtlan sürüsünü andırıyordu. İçlerinden kahverengi gözlü olanı Rumca bir şeyler söyledikten sonra tam canımın en yandığı noktaya geri geri giderek ve sonra hızlı adımlarla gelip bir tekme atıp bizi, yani bu huzur evinin ahşap ve işlemeli -kimsenin tokmağına bile vurmaya kıyamayacağı- kapısını bir vuruşta yere yıkıvermişti. Canımız çok yanmıştı… Yedi sırtlan bakışlı adam sert adımlarla üstümüzden geçip salona doğru yürümüşlerdi.” Şimdi de ayak sesleri başlamıştı anlatmaya: “Hayatım boyu, hiç bu kadar utanmamıştım ayak seslerinden. Kaç yıllık olursa olsunlar başka ayak seslerini de dinledim . Böyle nefret dolu, böyle acımasız, böyle isyankâr bir başka ses daha duymadım bundan önce. Bu evde yıllardır duyduğum sesler o kadar tatlı ve şirin seslerdi ki; bu hoyrat ses onun yanında, çok basit ve oldukça kaba kalıyordu. Aslında benim için acıyı ve felaketi getiren her ses kaba ve basitti. Bundan bir önceki ev sahibimin eşi Rum’du. O ara sıra evde kendi kendine, Rumca bir şeyler mırıldanır, tatlı tatlı şarkılar söylerdi… Ve yıllar sonra ilk defa bir başka kişiyi daha Rumca konuşurken duyuyordum. Ama sanki bu başka bir dildi. İlk başlarda heyecan ve korkumdan ezberimde olan kelimeler tam olarak aklıma gelmemişti. Daha sonra yavaş yavaş Rumca kelimelerin Türkçesi hatırıma geliyor; ben de ne dediklerini bir bir yanımdaki arkadaşlarıma anlatıyordum: “Bu nasıl ev böyle! Saray gibi, çok da güzelmiş. Aman ha, gördüğünüz her güzelliği acımadan ve tereddüt etmeden yıkın, kadınları kurşuna dizin, erkekleri ise yanımızda götürelim!” demişti orta boylu, olduğundan da fazla kaslı, acımasız katil suratlı bir adam. Belli ki canilerin reisi idi. Bu evdekilerin öldürüleceğini duyunca içim cız


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

etmişti… İçim öyle yanmış, öyle acımıştı ki, o bir an sanki beni yerimden söküp çıkarıyorlar sanmıştım. Önce içlerinden ikisi yatak odasına doğru yürümüştü!... Geriye kalan beş kişinin üçü diğer odalara dağılmış, kalan ikisi ise salonda ne varsa kırıp dökmeye başlamışlardı. Sonrasında yatak odasında kalemlerin yazamayacağı bir büyük dram yaşanacaktı.” Yatağın başucunda ki gelin çiçeği ağlayarak anlatmaya koyulmuştu bundan sonrasını: “İçeriden kahkaha sesleri, bağrışmalar geliyordu. Biliyordum bu gün kötü bir şeylerin olacağını, bunu yakından hissetmiştim. “Bu felaket evdekileri uykuda yakalamamalı” diye durmadan dua ediyordum. Ev sahiplerimiz çocuklarını aralarına yatırmışlardı, anlatılamaz bir sezgi ile. Yıllar sonra bugün ilk kez anne ve babasıyla birlikte aynı yatakta yatmayı istemişti küçük Hasan ve Elifçik. Bebeklikten çıktıktan sonra ilk kez güzel kokularıyla uyumuşlardı anne ve babalarının koynunda… Ne yazık ki ilk ve son kez. Çeteciler öyle bir hışımla girmişlerdi ki içeriye; önce ev sahibimiz Ahmet Efendi, bu bedbaht sesleri duyup, anında yataktan fırlamış ve hemen çekmeceyi açıp revolverini almıştı ki eline bir el ateş edilmişti. O an da çocukları da uyanmış ve eşi Gül Hanım gayr-ı ihtiyari çocuklarının kulak ve gözlerini kapamaya çalışıyordu. Fakat olmuyordu ne kadar uğraşsa da! Çocuklar her şeyi görmüşler ve duymuşlardı. Rumca konuştuklarından, pek de ciddi bir problem olarak gözükmese de, söylenenleri duymaları aslında ileride büyük dertlere neden olabilecekti. Çünkü bu çocuklardan biri kurşun yaralarından kurtulup da sağ kalmayı başarırsa; yatak odasında duyduğu bu sesler her yağmurlu gecede, her ailesini özlediğinde kulaklarında bir çan sesi gibi çın çın çınlayacaktı. İşin en kötüsü de buydu zaten. Ahmet Efendi elinden vurulduktan sonra revolver yere düşmüş ve Rumlardan biri onu alıp onlara doğrultmuştu. Ahmet Efendi; eşi Gül Hanım’a sakin olmasını, korkarsa çocuklarının da o korktuğu için çok korkacağını söylüyordu. Gül Hanım’ın gözünden inci gibi yaşlar birer birer yerlere damlıyordu. Peçelilerden biri Gül Hanımın yanına gidip Hasan ve Elif'i kucağından zorla koparıp almış ve içerdeki diğer çete mensuplarının yanına götürmüştü. Onları yatak odasından götürürlerken çok acıklı sahneler yaşanmıştı. Anne- baba canilerin

onlara ne yapacaklarını tahmin edemiyordu o anda. Gül Hanım çocuklarını hâlâ sakinleştirmeye çalışıyor, Ahmet Efendi oğlu Hasan’a kardeşine sahip çıkmasını, korkmamasını, cesur olmasını ve onları çok sevdiğini söylüyordu. Daha sonra Ahmet Efendi; Gül Hanımın yanına gitmişti. Ona sanki vedalaşır gibi sıkı sıkı sarılmıştı. Kulağına bir şey fısıldamıştı. Belki de sevgisini haykırmıştı kim bilir. Caniler daha sonra ikisini de alıp salona götürmüşlerdi. Arkalarında tek kalan Gül Hanımın yere düşen küpesi, Ahmet Efendinin bileğinden yere akmış olan kanları olmuştu.” Şimdi de evin en ihtişamlı avizesi sessizce anlatıyordu o gece olanları: “Çocuklar içeriye geldiğinde neredeyse gözlerinin pınarları ağlamaktan kuruyacaktı. Elif abisine sarılmış bir şekilde yürüyor, Hasan on dakika içinde büyük bir adam olmuş gibi ona sımsıkı sarılmış ağlamaması gerektiğini söylüyordu. Çocuklar koltuğa oturduktan sonra içeriden Ahmet Efendi ve Gül Hanım getirilmişlerdi. Ahmet Efendiyi çetedeki heybetli peçeliler teker teker dövüyor, daha sonra Gül Hanımdan hırslarını almaya ve istediklerini öğrenmeye çalışıyorlardı. Gül Hanım ne kadar dirense de; bir süre sonra o işkencelere dayanacak gücü kalmamış, güçsüz bir şekilde bir eşya gibi yere yığılıvermişti. Peçelilerden biri dışarı çıkıp bir urgan getirmişti. İşte en korktuğum şey de bu idi. Fakat bundan daha çok korktuğum bir şey daha vardı. Gül Hanımın ölüm urganını benim kollarımdan birine asmalarıydı. Ne acı ki o da olmuştu. Gül Hanımın urganını benim kollarımdan birine asmışlardı. Gül Hanımın Ahmet Efendi ile çok kısa vedalaşmasına izin verdikten sonra; Gül Hanımın kafasını urgana geçirmişlerdi. O anda öyle bir gök gürlemiş, öyle bir şimşek çakmıştı ki kara peçeli çeteciler hiç beklenmedik bir hareket sergilemişler, aniden irkilmişlerdi. Gök gürlemesi Ahmet Efendi’nin feryatları ile birleşince çok acı tonda farklı bir ses oluşmuştu. Gül Hanım eşine ağlamamasını, metin olmasını söylüyor; Allah’ın yanlarında olduğunu hatırlatıyordu. Ayrıca Ahmet Efendiye şayet kendisinden sonra yaşarsa çocuklarını koruyup, onlara sahip çıkmasını söylüyordu. Çetecilerden biri Ahmet Efendiye sert bir tekme atıp; onu Gül Hanımın ayakları altına çökertivermişti. Daha sonra Gül Hanımı döverek, zorla Ahmet Efendinin omuzlarına bindirmişlerdi. Bu hain planın ne


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

anlama geldiği artık çok açıktı. Ahmet Efendi; eşi Gül Hanımın ölüm sandalyesi olacaktı. Ahmet Efendi hırsından yerinde duramıyor, ancak Gül Hanım için hiç kıpırdamaması gerektiğini de unutmuyordu. Ahmet Efendi bu halet-i ruhiye içinde ellerini yumruk yapmış sıkıyor ve gözlerinden akan yaşlar ahşap tabanı delercesine yerlere düşüyordu. Güzel bir aşk hikâyesi bu gece kara peçeli, kara ruhlu, Rum Çeteciler tarafından sona erdiriliyordu. Ahmet Efendi ölmez de, yarım yamalak da olsa sağ kalacak olursa mutlaka bunun hesabını soracaktı. Soramazsa hesabı ahrete, intikam günün sahibi Rabü’l-âlemine kalmıştı. O ne güzel hesap sorucu idi. Peçeli çetecilerden ela gözlü olanı Rumca bir şeyler söyledikten sonra hepsi de kahkaha ile gülmüştü. Ne kadar da acı ki, bir masumun ölümüne gülüyor, zulme alkış tutuyorlardı. İki peçeli aynı anda Ahmet Efendiye kuvvetli bir tekme atmıştı. O anda Gül Hanım bu yalan dünyadaki son nefesini almış, kelime-i şahadetini getirmiş, Ahmet Efendiye “Seni seviyorum Ahmedim” demişti. Gül Hanımın hemencecik hayatını kaybetmesinden sonra eli yüzü kan içinde olan Ahmet Efendi; son gücünü toplayarak yerden kalkıp; Gül’üne, can yoldaşına, sırdaşına, eşine sarıldıktan sonra peçelinin elindeki revolveri kaptığı gibi çetecilerin reisi olan orta boylu tıknaz çetecinin beynine sıkıvermişti. Kahkahalarla gülen ve bu katliam öncesi kafaları çektikleri anlaşılan peçeli

çeteciler o anda ne olduğunu anlayamamış, hatta içlerinden bazıları Ahmet Efendinin bu hareketini alkışlayarak tebrik bile etmişlerdi. Daha sonra da Ahmet Efendiyi kurşuna dizip; gülerek evden çıkıp gitmişlerdi. Ben hâlâ Gül Hanımın urganın acısını yüreğimde hissederim. Ve ben hâlâ onları; Gül Hanım ve Ahmet Efendi ile çocuklarını canı gönülden özlerim. Hâlâ onlar için kollarımda duran ampullerimi söndürürüm. Etrafı aydınlatmam onlar için yas tutarım, onları anarım. Sesi titreyen koltuk hafif bir gülümsemeyle anlatıma dâhil olmuştu: “Şimdi bana soracaksınız çocuklara ne oldu diye. İzin verirseniz onu da söyleyeyim. Çocuklar şu anda yukarıdaki odada biraz tedirgin de olsa uyuyorlar. Hasan bir şekilde kardeşiyle birlikte çetenin elinden kurtulmuş. Sonra da yurt dışına kaçmış. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra geri döndüklerinde geldikleri ilk yer evleriydi ve geldiklerinde her şey aynı idi. Sadece anne ve babaları evde yoktu tek değişiklik oydu. Onlardan kalan tek şeye sahip çıkıyor ve Elif'in kulağından annesinden son bir parça olarak kalan küpeyi hiç çıkarmıyordu. Onlar babalarının söyledikleri sözü unutmamış birbirlerine sahip çıkmıştı. Hasan kardeşini kollamış ve ona bakmıştı.” İşte budur bu evin hayatı budur bu evdeki hüznün özü. Şimdi yavaşça gözlerini aç. Ayır gözkapaklarını birbirinden. Sil yaşlarını… Şimdi soracağım soruya sadece tek cevap ver: “Eşyaların da bir dili var mıdır acaba?”


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Merve Başol ikinci cildin el yazmalarını geçirdiği bir buhran sonucu yakmıştır. Daha sonra birkaç kez daha yazmaya çalıştığı bu bölümler sonradan yayımlanmıştır. Çiçikov, Rusya'da şehir şehir dolaşıp, feodal kanunlara göre toprak sahiplerinin malı olan köle köylüleri satın almaktadır. Ancak istediği köylüler çalışmasını iyi bilen ya da sağlıklı olanlar değil, tam aksine ölü olanlardır. Dönemin eleştiri oklarını üzerine çeken feodal yapısının temeli olan fikirlerle karşı koyan roman, bu bakımdan belli kesimlerin sözcüsü olmuştur.

ÖLÜ CANLAR YAZAR: GOGOL KONU: Ölü Canlar, Ukrayna asıllı Rus romancısı ve oyun yazarı Nikolay Vasilyeviç Gogol'un ilk cildini 1842'de tamamladığı ve bitirilememiş romanıdır. Romanın konusu kendisine Puşkin tarafından önerilmiştir. Üç cilt olarak tasarlanan roman aslında Dante'nin İlahi Komedya'sı örnek alınarak yazılmıştır. İlk cilde romanın başkahramanı Çiçikov'un kendi çıkarları uğruna yaptığı kötülükler damgasını vurmuştur. Gogol, cehennemi anlattığı bu bölümden sonra cenneti anlatacağı, Çiçikov'un ahlak ve vicdan sahibi olduğunu göstereceği

Kitap’tan: "Yolculuk sözcüğünün ne tuhaf bir çekiciliği,ne büyüleyici bir havası vardır!Yolculuk da başlı başına bir büyüdür!Açık hava,güz yaprakları...İnsan kürküne iyice sarınır,kalpağını kulaklarına kadar çeker,arabanın bir köşesine büzülür ve içine işleyen titreme tatlı bir ılıklığa dönüşür.Atlar dört nala uçar gider...Rahat bir uyku basar yolcuyu;göz kapakları kapanır,arabacının türküsü,tekerleklerin gürültüsü,atların soluması düşteymiş gibi duyulur,yanındakinin omuzuna yaslanıp uyur gider insan."


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Ders Notları YAZAR: Güler Güven Hazırlayan: Hayri Ataş

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ YAZAR: BARIŞ BIÇAKÇI KONU: Sıkı bir dostluk… Aslında hikaye onların hikayesi… Ender’in ve Çetin’in… Günün birinde hayatlarına bir genç kız girer. Şimdi düşünme, hatırlama ve kendini didikleme zamanıdır. “Nihal’e başından beri olduğumuzdan farklı göründük. Böyle gerekmişti. Koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal düzgün yürüsün, üniversiteyi uzatmadan bitirsin, yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye asfalt döşeyen iki orta yaşlı, deneyimli erkek. Biri göbekli,diğeri kel.” Barış Bıçakçı, bu çağa özgü laf kalabalığından; dil, duygu, düşünce kirliliğinden paçalarına tek damla çamur bulaştırmadan çıkabilen, şaşırtıcı bir iç ışığı cömertçe yayan bir yazar. Nefes alır gibi, su içer gibi yazıyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde, 1939 yılında açılan Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü’ne profesör olarak tayin edilmiş ve bu görevini ölümüne kadar sürdürmüştür. Öğrencilerinin ve tanıyanların ifadelerine göre, Tanpınar’ın derin bilgi ve kültürü, renkli dünyası derslerine de yansımıştır. Derslerinde öğrencilerine zengin çağrışımlarla, çok geniş bir alanda yolculuklar yaptırdığı da yine kendisini tanıyanların yazılarında ve sohbetlerinde ifade edilmektedir. Bu sebeple de derslerinde not tutmanın zorluğundan bahsedilir. Bu kitap, Tanpınar’ın derslerinde zaman zaman not tutmayı başarmış bir öğrencisinin, Güler Güven’in notlarından oluşturuldu.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEYAZ PERDE’den Afra Nur Akkayalı

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay masallardan uyarlanmış filmleri sizlere sunacağız.

GÜZEL VE ÇİRKİN

MALEFİZ Film Özeti Disney'in çocuk klasikleri arasına giren Güzel ve Çirkin masalının yeni bir uyarlaması olan film, fantastik ve romantik unsurların yanı sıra gerilim tonu olan bir yapım. Filmin yönetmenliğini ve senaristliğini, daha önce Kurtların Kardeşliği, Sessiz Tepe gibi filmlere imza atmış olan Christophe Gans üstlenirken, başroller Fransız oyuncular Vincent Cassel ve Léa Seydoux.

Filmin Özeti 2014 Yapımı, aksiyon, dram macera türündeki ABD filmi. Yönetmen koltuğunda Robert Stromberg oturuyor. Küçükken insanların orman krallığına saldırdıklarını gördükten sonra kindar ve taş kalpli bir kahramana dönüşen peri Malefiz, insanların kralının kızı olan prenses Aurora’yı lanetler. Fakat Aurora büyüdükçe, Malefiz onun gerçek barışı sağlayacak yegane anahtar olduğunu fark edecektir.


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Pamuk Prenses ve Avcı

Ella Enchanted

Film Özeti Filmin Özeti Kötü kalpli kraliçe (Charlize Theron) sonsuz güç için yeryüzünde kendisinden daha güzel olan tek kişiyi, Pamuk Prensesi (Kristen Stewart) ortadan kaldırmak için yetenekli avcıyı (Chris Hemsworth) zorla görevlendirir. Fakat Pamuk Prensesin insanlığı karanlıktan kurtaracak güce ve seçilmişliğe haiz olduğunun farkında değildir. Kendisini öldürmeyen Avcı'dan savaş sanatı eğitimi alan prenses şimdi halkını karanlıktan kurtarmak için mücadele eder. Alice Harikalar Diyarında filminin yapımcısı Joe Roth'un da yapımcıları arasında yer aldığı film Pamuk Prenses masalını fantastik bir boyuta taşıyor. Ödüllü reklam filmi yönetmeni Rupert Sanders'ın ilk sinema filmi olan yapımın senaryosunda ise Hossein Amini ve Evan Daugherty'nin imzası var.

Ella, doğumunda, sihirli bir özellikle ödüllendirilmiştir: Kusursuz itaat. Kim ne derse desin, ne kadar tehlikeli ya da saçma olursa olsun, her türlü emiri koşulsuz yerine getirmektedir.Ella'nın zaten zor olan hayatı, babasının eve bir üvey anne ve iki kötü kalpli kardeş getirmesiyle kabusa döner. Üvey kardeşleri Hattie ve Olive'in acımasız emirler vererek kendisiyle eğlenmesinden rahatsız olan Elle, üzerindeki büyüyü bozabilmek için yollara düşer. Krallığın en tehlikeli ve karanlık ormanında bir Elf ile tanışır ve, ardından, kendisini Kral'ın kalesinde bulur. Burada genç Prens CHAR ile tanışır ve aralarında bir aşk başlar. Ella, Prens CHAR'ın da yardımıyla kaderini değiştirmeye çalışır...


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KEŞKE... Tüm ömrümü bir şarkının sözleriyle izledim; Tüm özlemim sessizce gözyaşımda gizledim. Tüm yılları çaresizce geri sarmak istedim; Yaşanmamış her anın keşkesi var içimde.

Keşke prangalara vurulmasaydı sözler, Keşke olmasaydı gurur, esir olmazdı gözler. Keşke hayatımıza karışmasaydı eller, Yitirilmiş yılların keşkesi var içimde.

İsmihan Öztürk


Fotoğraf Aybige Akdağ


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tahassür Nasıl söze başlasam, anlatsam? Yazsam, satırlara sığmasam. Taşsam, ırmak olsam aksam. Akşam vakti uyusam, Seni görsem rüyamda buluşsak. Çok mu zordu barışmak, sarılıp kavuşmak? Dönmeyen bir değirmen, fırtınam tek çarem.

Sevda Bir Kasım rüzgarında rastladım bahara;

Yazmak ise tek çare...

Unuttum adımı, aklın diyarında.

Geçmeyen zaman ve hane içinde unutulan insan.

Bir Yunus dizesi oldum, gönlün kırlarında,

Şairin konuştuğu dil artık başka lisan.

Sevdayı aradım, günahkar sokaklarda.

Ve geçmişten baki kalan bir sevda, Elveda geçmiş yaşantılar geri dönmeyecek zaman.

Süleyman Erkut

Düş yolcusuna benzedim, Zühre’nin arkasında; Aşığın aşkını tanıdım, bir şadırvan avlusunda.

Sema KESER


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gönüllü Mutluluk Tuğçe ERKOL

Üniversitenin en büyük iki gerekliliğinden birisi yabancı dizi izlemek diğeri de bir öğrenci topluluğuna üye olmak sanırım. Ben de üniversiteye başladığım zaman bu ikisinin de içine düştüm. Haydi yabancı dizileri izlemek neyse de topluluk olayı tamamen başkaymış ben de bunu anladım. Toplum Gönüllüleri Vakfı'nın öğrenci örgütlenmesi olan UTOG'a kaydoldum. Katıldığım ilk toplantıda daha bir şeyler yapmak isteğiyle dolmuştum. İnsanlar için bir şeyler yapmak, onların mutluluğunu görmek. Harika, gerçekten harika. İlk başlarda "Ne yapacağım?" diye soruyor insan kendine. Zaten ortada var olan bir proje var; ama yetmiyor işte. İnsanların bir defa mutlu olduğunu gördün ya, o ateş bir kere alev aldı ya içinde daha fazlasını istiyor. Daha fazla ne yapabilirim? Gönüllü olarak başlanılan bu yolda sorumluluk bilincini kazanıyor insan bir süre sonra. Öyle bir hal alınıyor ki ortaya atılan her fikirde aklınıza ilk önce sorumluluğunuz geliyor. "Ay ben bunu şöyle yapsam şu da şöyle olsa aslında ben bunu proje için kullanabilirim." İnsan sırf bunun için gecesini gündüzüne katarak çalışabilir. Üstelik kendiniz de eğleniyorsunuz. Yeni bir çevreyle tanışıyorsunuz. Etrafınızda sadece kendi meslektaşlarınız olmuyor artık.

Fakülte binalarınız ne kadar uzak olsa da mühendis de tanıyorsunuz, işletmeci de... Benim Kütüphanem projesi de aynen böyle bir şey işte. İnsanların atmak için bir kenara koyduğu en ufak bir şeye "Atma!" dedirtiyor insana. Lazım olur. Kitapevlerine gidip "Fazladan kitabınız var mı?" diye sormak, komşunun çocuklarından kalan kitapların atılacağını duyunca "Acaba onları ben alabilir miyim? Bizim böyle bir projemiz var da." demek bile güzel. Aslında en güzeli de ne biliyor musunuz? İnsanların, sizin yaptığınız şeylerden mutlu olduğunu görmek paha biçilemez bir şey. Adıyaman'da Kahta Fen Lisesi'ne kitap gönderdik geçenlerde. Gençlerimize faydalı olmak adına yaptık bunu. Kimsenin bir karı olmadı o gençlerden başka, hem roman okuyup ufuklarını genişletecekler hem şiir okuyup zevk Duygularını canlandıracaklar hem de test çözüp üniversite sınavında başarı sağlayacaklar. Onlara yararlı olmak bizi yeterince mutlu etmişti zaten ama onlardan bize gelen sürpriz bizi daha da mutlu etti. Hepsi bize birer mektup yazmış. Üstelik kendileri adına teşekkür ediyorlar, bir de bize diyorlar ki: Bizim başka arkadaşlarımız da var. Mutlu olmayıp da ne yapacağız söyler misiniz bana? Mektuplarımı okurken ağlayacaktım neredeyse. O kadar mutlu oldum ki. İçimden daha çok şey yapmak geldi. Daha fazla yararlı olmak. Daha fazla insan için bir şeyler yapmak...


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

to familiarize with Turkish people, culture, food

Ilona Taraškevič

and so forth. Before Erasmus I had not had any

from Lithuania,

contacts with this culture. So, my knowledges

Erasmus in Rīga,

about Turkey also was poor and only underpined

2014/2015

by stereotypes. Later, in „London“ (:D), I start to realize that there also live a lot of turkish people.

Merhaba! Probably

After few meetings with new people I just stopped

a lot of people already remember me from the

to ask their names because it was not useful for my

video for magazine, but I will remind one more

memory :D Kübra, Ayşe, Beria, Batikan, Hasan,

time who I am ;D Benim adim Ilona!  And I am

Özge, Talha, Gülay, Volkan, Gözde ... now I

thankful for giving me an opportunity to write my

remember all this names and even more after 3

experience with Turkish people.

months, but, of course (tabi ki), there is some

3 months ago I even cannot imagine that

turkish names which I still cannot spell properly :D

this autumn for me is going to be so unusual.

on 29th of August, ESN Rīga, organize an event

Before ERASMUS I was afraid about cross-cultural

„Eurodinner”. During this event I first time tried

differences. People in Baltic region usually are cold

some turkish food like baklava or kisir. And it was

and close and I was afraid about how I would

muchtesem!

communicate with people from countries like

Actually, I am very selective about food, but after

Korea, Spain, Taiwan, China or Turkey, because

some Kübra‘s prepared meals I start to love turkish

people in these countries are warmer and they

food (not all, of course :D). Also, I have got to know

have other traditions how to greet with new

some interesting combinations in food, which I

people, which can differ from west countries. But

even could not imagine before. I was really

now, I am surely can say that my opinion has

shocked when I saw that Kübra eating pasta with

changed and my fears were not valid.

NATURAL YOGURT :D I start to think „How it is

I arrived to Rīga 25 of August. After all

possible?“ :D and she gave me to try .. now I am

boring procedures in the reception of hostel

eating pasta only with natural yogurt :D. Also I

th

have already tried Salep and Ayran. I like Salep but

floor which has a name “London”. Next day all

I cannot say that I like Ayran very much, but when I

Erasmus people had been invited to play bowling.

started to drink it in the mornings – I realized that I

th

PRIMA I finally entered my room, which was on 5

At this day, 26 of August, I met Kübra Tarakçi, at

really like it!

the first time. She was my first met muslim girl.

Also I was shocked when I saw that phenomena:

I should confess, I was a little bit scared about her,

Turkish people (and not only they) add sugar to

because at that day she also looked scare about all

warm milk … I was really shocked and still cannot

surrounding :D Tabi ki, all week I had had some

imagine how it is possible :D Probably, I just need

problems with her name after our meeting,

to try ;D Anyway, Kübra showed me a lot of new

because I just could not remember her name

things about food. Especially I like small cookies

properly :D Anyway, we start to communicate and

with sherbet. And I also hope that during these

attended other events together. That is how I start

months she will show me something new and

th


Aralık’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

shocking :D By the way, our with Kübra one of the

traveling by ferry at night. Time in cities had gone

most favorite place in Rīga is „Turkishkebab”

so fast. Also, time in ferries was not very long. I

where we have some discounds and eating all the

have got to know a lot of interesting card games

time one kind of kebab (actually, now I don’t

which people playing in Turkey. During this trip I

remember the name of this kebab ;D). Also we

also heard a lot of Turkish language, trust me,

visited Turkish store in Rīga „Stambula” and one

really a lot of, even only

more time I have had an opportunity to persuade

Turkish

that Turkish people are very kind and warm

sometimes I start to think

people. I had bought a lot of Turkish delights to my

that I understand some

home. And in this store I have learned new Turkish

things

phrase „Cay ister misin?” ;D I really admire Kübra

talking about :D

that she all the time have a lot of patient with me,

language

what

they

:D

are

Besides, I had an

while I am learning new phrases in Turkish,

opportunity to learn some Turkish dancing and

because then all week she hear from me “Küb,

songs. Of course, dancing is easier for me than

how is that phrase in Turkish?” ;D Tesekkur ederim,

Turkish songs ;D th

kiz!

Also, on 6

of November we have had

Moreover, approximately 2 months ago I

special day: Kübra’s Birthday! On this day we

was invited to one Turkish celebration called

prepare surprise party for Kübra! We bought few

“Bayranlar”. During this celebration I had an

cakes and a lot of fruits. It was so good to see

opportunity to try some Turkish food and I was

Kübra happy. We present short movie with wishes

very admired by Turkish people unity. They were

from friends and some memories from Erasmus.

like one big family and between them I also start to

And I promised for Kübra that it is first but NOT the

feel like at home.

last our birthday celebrating :D Doğum günün

th

On 13 of October I was also invited to

kutlu olsun, Kübra!

football match “Latvia – Turkey”. It was amazing! I

I am also very happy that in the beginning

have visited trainings, I saw a lot of famous Turkish

of Erasmus Kübra visited Lithuania (Vilnius), my

footballers, and even I had an opportunity to push

home. She met my mother and she also had had an

the hand for the coach of this team. After this

opportunity to familiarize with my culture. Also I

event I saw myself in Turkish magazine “Fanatik”

am very waiting for Chirstmas because this

and some people said that we were in Turkish TV.

celebration this year I am going to celebrate

Like Küb said “Now you are famous in Turkey” :D

together with this amazing Turkish girl! Kübra, I

th

On 8 of November we had amazing trip

want to say tesekkur ederim one more time for all

Tallinn-Helsinki-Stockholm. In 3 days we visited 3

this experience. It is a great time for me and I

countries and also had an opportunity to travel by

believe that in the future we will have more çok

ferry in Baltic see. It was exciting feeling to realize

komik events together!

that you are somewhere in the middle of Baltic see

Greetings from Rīga


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.