İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:8

Page 1

Kasım 2014

Sayı: 8

Kalemden Perdeye! Yazarlar ve Hayatlarını Anlatan

dil, edebiyat, kültür, sanat

“Ferman Padişahın, Dağlar Bizimdir”

DADALOĞLU

FİLMLER

Doğulu Bir Kafka:

SÂDIK HİDAYET

YAHYA KEMAL

130 YAŞINDA


İncir EÇekirdeği Dergisi Kübra Tarakçı Editör

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Doğukan Doğan Sevil Batan Aziz Nadir Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN... Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, Riga'dan kucak dolusu sevgiler, saygılar... Bu benim ikinci editör yazım. Gurbet ellerden sesleniyorum size. Ne kadar çok büyüdük ne kadar çok geliştik ve adımızı duyurduk! Bugün bir Litvanyalı, Çekli ya da bir Slovak'ın ağzından İncir Çekirdeği Dergisi'nin adını duymanız mümkün. Artık sesimiz uluslararası boyut kazanmış durumda. Bunu başaran yalnız biz değil, dergimiz yazın hayatına başladığından beri bir an olsun eksilmeden sürekli artış gösteren siz sevgili okuyucularımızın başarısı aynı zamanda. Bu ay dosya konumuz 130. Doğum yıldönümünde Yahya Kemal Beyatlı. Usta şairin hayatını Beyza Arı, hüzünlü aşkını ise Ayşe Bengisu Akdağ kaleme aldı. Üstadın şiirlerine, anılarına yer verdik. Halk ozanımız Dadaloğlu'nu Busenur Aslan anlattı. Tuğçe Erkol ise bu sayıda da İngiliz Tarihi'ni "Tudor Kızlarının Savaşı" adlı yazısıyla yazmaya devam ediyor. Bendeniz "Erasmuslunun Güncesi" ile yine sizlerleyim. Mehmet Altınova ise modern İran Edebiyatı'nın ünlü ismi Sadık Hidayeti yazdı. Afranur Akkayalı ünlü yazarların hayatlarını ele alan filmlerle sinema köşesinde. Merve Başol ise "Arka Kapak" bölümünde üç güzel kitap tanıtımıyla sizleri bekliyor. Ayrıca misafir yazarlarımız, şiirler ve hikâyelerle yine bu ay da dopdoluyuz. Temennimiz o ki dergimiz uzun soluklu olur ve yıllar boyunca yazım hayatına devam eder. Biz küçük bir balonduk, sizin nefesiniz can oldu bize ve o balon şimdi hiç bitmeyecek bir gezintiye çıktı. Balonumuzun ipini hiç bırakmamanız dileğiyle... Edebiyatla kalın....


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis İlk ve Hakiki Klasiğimiz Yahya Kemal / Beyza Arı Yahya Kemal’den Şiirler Rindlerin Aşkı / A. Bengisu Akdağ Yahya Kemal’den Mektup Nüktelerle Yahya Kemal Muhteva – Şiir / Süleyman Erkut Şiirler / Doğukan Doğan Modern İran Edebiyatının Yabancısı / Mehmet Altınova Ruhsat – Şiir / Aziz Nadir Sezen Aksu’nun İhaneti / Işık Selin Orhuntaş Kum – Şiir / Ümit Yaşar Oğuzcan Kozasından Ayrı Düşen Kelebek / Busenur Aslan Ardından Bölüm:5 / Sırdem Kemiksiz Âlem-i Ervah – Şiir /Süleyman Erkut Tudor Kızlarının Savaşı / Tuğçe Erkol Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı Onların Yazı –Şiir / Hatice Türk Şiir Olmuş Şarkılar: Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar / Işık Selin Orhuntaş Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı Arka Kapak / Merve Başol Dört İşlem – Şiir / Sevil Batan Fotoğraf / Aybige Akdağ Kütüphanem / Filiz Öztekin


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA VÂ DİS

sanatçıların ve aydınların buluşma yeri olmuştu. Edebiyat camiasından ayrı kalınan 20 yılın ardından, kapılarını Nisan 2013’te Kadıköy’de açtığında “Akademi Edebiyat Ödülleri”nin yeniden başlayacağı müjdesini de vermişti. Jürisiyle, her yıl çeşitli dallarda verdiği ödülleriyle akıllarda yer eden Akademi Kitabevi, 23 yıl aradan sonra yeniden “Şiir”, “Öykü” ve “Roman” dallarında edebiyata yeni bir ses getiren eserleri ödüllendirmeye hazırlanıyor.

İSTANBUL KİTAP FUARI 8 KASIM’DA AÇILIYOR AKADEMİ EDEBİYAT ÖDÜLLERİ YENİDEN BAŞLIYOR

İstanbul Kitap Fuarı, 8 Kasım Cumartesi günü, 33. kez, TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde kapılarını açmaya hazırlanıyor.

Akademi Kitabevi, 1971 yılında Nişantaşı’nda Hadi Olca tarafından kurulmuş ve kısa zaman içerisinde edebiyatçıların,

Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı bu yıl 8-16 Kasım 2014 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre MerkeziBüyükçekmece’de açılacak.

Türkiye ve yurtdışından 850 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı’nda söyleşi, panel, çocuk etkinlikleri ve dinletilerle birlikte 270 etkinlik gerçekleştirilecek. 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, Türk Sinemasının yüzüncü yılını “Sinemamızın 100 Yılı” temasıyla selamlıyor. Onur yazarının Atilla Dorsay olduğu fuar, kitapseverleri sinemanın uzun yolculuğuna söyleşiler, paneller, müzik dinletileri ve sergilerle tanıklık etmeye davet ediyor.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TÜRK ORHAN KEMAL’İN SES KAYDI YAYINLANDI

NECİP FAZIL ÖDÜLLERİ VERİLDİ Star Gazetesi tarafından Necip Fazıl Kısakürek'in kültürel ve manevi mirasını yaşatmak amacıyla hayata geçirdiği ve bu yıl ilki düzenlenen Necip Fazıl Ödülleri sahipleriye buluştu. Jüri Heyeti; "Necip Fazıl Saygı Ödülü" nün eserleri ve hizmetleri dolayısıyla Edebiyat Dergisi'nin kurucusu Nuri Pakdil'e verilmesinin kararlaştırıldığını belirtti. Diğer ödüllerde ise: Şiir Ödülü: Hüseyin Atlansoy Hikaye Ödülü: Güray Süngü Fikir-Araştırma: Prof.Gülru Necipoğlu ve Prof.İsmail E.Erünsal

Türk edebiyatının önemli yazarlarından Orhan Kemal doğumunun 100'üncü yıl dönümü dolayısıyla düzenlenen çeşitli etkinlikler kapsamında anılıyor.

Ünlü yazarın daha önce hiç bir yerde yayınlanmamış ses kaydı TRT'de yayınlandı. Yazarın oğlu Işık Öğütçü, katıldığı programda babası Orhan Kemal'in 1969 yılında Sovyetler Birliği dönüşü ailesine izlenimlerini aktardığı ses kaydını da TRT Radyo 1 dinleyicilerine ile paylaştı.

EDEBİYATINDA

DIŞA AÇILIMA 13 MİLYON LİRA DESTEK Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türk edebiyat eserlerini yabancı dillere tercüme ederek dünya okurlarıyla buluşturmak amacıyla 2005'ten bugüne 13 milyon lira kaynak tahsis etti. Turk kultur, sanat ve edebiyatının yurt dışında tanıtılması ve Turkçe'nin yazı dili birikiminin dunya dillerine kazandırılması amacıyla Kultur ve Turizm Bakanlıgınca TEDA Projesi çerçevesinde desteklenerek yayınlanan eser sayısı 2014 yılı eylul sonu itibarıyla bin 251'e çıktı. Sadece 2014'ün ilk döneminde destek verilen eser sayısı da 100'ü aştı.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlk ve

Beyza ARI

Hakiki Klasiğimiz

YAHYA KEMAL “Dönülmez akşamın ufkundayız, vakit çok geç; Bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile, Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle”

Gelenekten modernliğe açılan bir kapı… Geçmişi bu günde yaşatan bir tarihçi… Bir İstanbul aşığı… Lezzetli, büyüleyici ve dolu dolu sohbetiyle gerçek bir üstat… Duyurmak istediği sesi yalnız şiir ile duyuran bir şair ve sonuna kadar zirvede yaşanmış bir ömür… 2 Aralık 1884 Üsküp’te dünyaya gözlerini açan Yahya Kemal Beyatlı, o dönemde şehrin Belediye Başkanı olan İbrahim Naci Bey’in oğludur. Gerçek adı Ahmet Âgah olmasına karşın, edebiyat yaşamı boyunca Yahya Kemal takma adını kullanmayı tercih etmiştir. Sanata yatkın bir aileye mensup olan annesi Nakiye

Hanım, tanınmış şair Leskofçalı Mustafa Galip Bey’in yeğenidir. Nakiye Hanım bir şair olan oğlunun duygu ve düşünce dünyasında en etkili rollerden biridir. Bunun yanı sıra Yahya Kemal’in dini ve milli terbiyesinde de annesinin etkisinin oldukça fazla olduğu görülür. Bu etkinin nasıl veya ne derece olduğunu görmek açısından yazarın anlattıkları dikkat çekicidir: “ Lâkin benim hem dinî hem millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman kadındı. Muhammediye okur, bana Kur’an öğretirdi. (…) Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım halde, annemin yüksek sesle ve makamla okuyuşundan dinlediğim Muhammediye’nin o mısraları bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ve müphem suretle bütün milletimizin dünya ve ahiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızade Mehmet Efendi’nin Türklükle İslamlığı yoğuran, millî, islamî harsini benliğimde hissetmeğe başlamıştım.” İslam tesettürünün en sıkı bir muhitinde doğduğu, yaşadığı ve öldüğü için bir resmini bile bırakmadan kaybolan annesinin yüzünü Yahya Kemal zamanla unutmaya başlayacak; fakat kendisine verdiği terbiye şairliğinin temelini oluşturacaktır. Bu büyük şairin duygu ve düşünce dünyasında annesinin etkisine eşlik eden önemli bir unsur da mekân olarak Üsküp ve buranın dini ve milli dokusudur. Şair anılarında bu etkiye şöyle değinir: “O yaşlarda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum.” Şairimiz, beş yaşında ilk mektep eğitimine 2. Murat devrinde yapılan eski ancak adı Yeni olan bir mahalle mektebinde başlar. Kente karşı bir tepede kurulan beş asırlık bu mektepte Ahmet Âgah henüz çocuk aklıyla şehre sinen o milli atmosferi hisseder. Mahalle mektebinde verilmekte olan eğitimle bir türlü okumaya geçemeyen Beyatlı, yeni açılmış olan ve kısmen modern eğitim sunan Mekteb-i Edeb’de çok kısa sürede okumaya başlar. Buradaki eğitimini 1895 yılında tamamlar, ailesi onu Üsküp İdadisine gönderir, Selanik’e göç mevzusu üzerine de Selanik İdadisine yazdırır. 1897 senesi aile dramlarının başladığı yıldır. Yahya Kemal’in oldukça hassas olan annesi Nakiye Hanım’ın daha evliliklerinin ilk yıllarında kocasıyla ilgili şüpheleri vardır. İbrahim Naci Bey’in çapkın ve vefasız oluşu, işrete ve alafrangalaşmaya meraklı yapısı nedeniyle, genç eşin duyduğu korku gerçek olacak ve huzursuzluklar kısa zamanda başlayacaktır. Gerçekten de Nakiye Hanım kocasının yaptıkları karşısında uzunca zaman sessiz kalmış, alkol müptelası olan eşini evde tutmak için ona sofralar bile kurmuştur. Yahya

Kemal’in “babam ailemizde arada bir görünürdü” dediği bu keyfine düşkün, okuyup yazma bilen, memleket meseleleri hakkında tartışmayı sevmeyen İbrahim Naci Bey ile okuma yazması olmayan, ancak geleneklere sıkı sıkıya bağlı eşi arasında ortak bir nokta yoktur. Sık sık Selanik’e giden ve oradaki canlı hayata özenen İbrahim Naci Bey, ailesini de yanına taşımak teklifinde bulunur. Ancak Üsküp’e manevi olarak bağlı bulunan Nakiye Hanım, bu teklifi şiddetle reddeder. O sırada patlak veren 1897 TürkYunan Savaşı, İbrahim Naci Bey’e aradığı fırsatı verir ve güvende olmadıkları gerekçesiyle ailesini göçe zorlar. Çeyizinin haberi olmadan tellallar elinde satılmasına ve Üsküp’ten taşınmak zorunda kalmasına çok üzülen Nakiye Hanım verem olur ve yataklara düşer. 1897 yılının eylül ayında Üsküplülerin Nakış Hanım dediği Nakiye Hanım ölür ve Yahya Kemal’in hayatı bu ölümle kökten değişir. Beyatlı ilk şiiri Hatıra’yı 1901 yılında Üsküp’te kaleme alır ve A.Âgah imzasıyla İstanbul’da yayımlanmakta olan Musavver Terakki dergisine gönderir. Yahya Kemal,

Beyatlı, 1916 yılında Ziya Gökalp’ın tavsiyesi ile Darülfünun’a Medeniyet Tarihi hocası olarak girer. Hayatının sonuna kadar çok yakın dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar ise onun bu okulda öğrencisi olur.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

anılarında şiire başlama serüvenini anlatırken özellikle bir nokta üzerinde durur ve çok küçük bir çocukken onu şiire sevk eden duygunun oluşmasında etkili olan bir isimden bahseder: “Şiire bir aşkla başladım. Üsküp’te, yerli mahalleler ortasında, Türkkâri eski bir konakta oturur, bey hanedanlarından birinin kızı, kumral ve endamlı, cazibesi ve güzelliği mâruf, bir Redife Hanım vardı… İlk şiirim olan bir türkü güftesini, ekseriyâ Üsküp türkülerinde gördüğüm vezinle, onunçün karalamağa başladım. Bu ilk eserin hemen hiçbir mısrasını şimdi hatırlayamıyorum.” 1902’de Yahya Kemal, ailenin göçleri ve dramından dolayı tamamlayamadığı idadi eğitimi için bu kez İstanbul’a gönderilir. Galatasaray İdadisi ve Robert Kolej’de okuma imkânı bulamayınca Vefa Lisesi’ne kaydolur ve 1902 kışını İstanbul’daki akrabalarının yanında geçirir. Beyatlı’nın İstanbul’da bulunduğu yıllar Sultan 2. Abdülhamid’in saltanat döneminin baskı yıllarına denk gelmektedir ve başkentin boğucu havası delikanlı için tam bir hayal kırıklığı olur. Genç adam çok geçmeden hâkim baskı ortamına tahammül edemeyeceğini anlar ve 18 yaşını doldurur doldurmaz, 1903 yılı Temmuz ayında Fransa’ya doğru yol alan bir gemiyle Osmanlı başkentini terk eder. Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydolur ve “Jön Türkler” olarak anılan grupla ilişkiler kurar. Yazarın Paris’teki yaşamı 9 yıl sürmüş, bu zaman zarfında Fransızcayı mükemmel bir şekilde öğrenme ve Batı Edebiyatı’nı tanıma fırsatı bulmuş, yeni bir edebiyat zevki edinmiştir. Paris’te genç iken koyu Boudelaire-perest idim, Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim. Sinmişti şi’ri ruhuma ulvî keder gibi; Absent’e damla damla sızan bir şeker gibi Lâkin o bahçelerde geçen devreden beri Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri

Yahya Kemal 1912 yılında İstanbul’a döner, şehrin en tanınmış eğitim kurumlarından biri olan Darüşşafaka Lisesi’nde edebiyat ve tarih öğretmenliği yapar. Bu yıllarda Üsküp ve Rumeli’nin Osmanlı Devleti’nin elinden çıkması Üsküplü şairimizi derinden yaralar: Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum. Kalbimde vardı “Byron”u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hülyam içinde lâl, Aldım Rakofça kırlarının hür havasını, Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını… Her yaz şimâle doğru asırlarca bir koşu, Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyatlı, 1916 yılında Ziya Gökalp’ın tavsiyesi ile Darülfünun’a Medeniyet Tarihi hocası olarak girer. Hayatının sonuna kadar çok yakın dostu olarak kalan Ahmet Hamdi Tanpınar ise onun bu okulda öğrencisi olur. Ateşkes sonrasında dönemin başkentinde yayımlanan bazı gazetelerde milli mücadeleyi destekleyen yazılar yazar ve imzalanacak olan barış anlaşmasının koşulları için Lozan’a giden heyette yer alır. Bundan sonraki hayatında birçok diplomatik görevlerde bulunur; milletvekilliği yapar, Polonya, Pakistan gibi ülkelere elçi olarak atanır. Yahya Kemal’i Tanpınar’ın ifadesiyle anlatacak olursak “O, bizim ilk ve hakiki klasiğimizdir.” Bir tek şiiri bile okunmadan, bir tek kitabı bile yayınlanmadan şairliğiyle tanınmış olan bu sanatçı hakkında Tevfik Fikret şunu söyler: “Evvelce şiirleri vardı, şairleri bilinmez, şimdi ise şairler meşhur, vardır lakin şiirleri bilinmiyor.” Redife Hanım adlı bir genç kıza duyduğu ilgi neticesinde şiire başlayan Beyatlı, Üsküp yıllarında dönemin önemli şahsiyetlerinden özellikle Muallim Naci ve Abdülhak Hamid etkisinde kalmıştır. Paris yıllarında ise bir şiir tarzı arayışı içinde olan şairimizi etkileyen en önemli isimler Albert Sorel ve üstat kabul ettiği Jose Maria de Heredia’dır. Şairlik hayatında önemli etmen olan Paris’teki eğitimini, onu Ahmet Âgah’tan Yahya Kemal’e dönüştüren dersi, sohbet ve okumalarından edinir: “ Bir gün, bir mecmuada, Fustel de Comlange’ın esaslı tilmizi olan profesör ve müverrih Camilla Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi birdenbire yeni bir istikamete sevk etti. Camilla Julian’ın cümlesi şuydu: “ Fransız milletini, bin yılda Fransız toprağı yarattı.” Düşünmeğe başladım. Acaba bizi de Malazgird’den, 1071’den sonraki sekiz yüz senede Türkiye’nin toprağı yaratmamış mıydı ?...” Paris’ten, 1912 yılında “mektepten

memlekete” dönen şairimiz için İstanbul’a alışmak zaman alır; fakat Türk-İslam medeniyetinin doğduğu bu başkente aklının yanı sıra gönlüyle de bağlanışı çok zaman almaz. Hem deneme ve hatıralarının hem de şiirlerinin en geniş, en canlı damarı, İstanbul’un aktığı damar olur. Edebiyatla, milli ruhla, medeniyetle, tarih şuuruyla, yurt sevgisiyle, İstanbul aşkıyla dolup taşan bu hayatın sonunda Yahya Kemal 1957 yılında yakalandığı bir çeşit bağırsak iltihabı nedeniyle tedavi için Paris’e gider. Takvimler 1 Kasım 1958’i gösterdiğinde ise ilk ve hakiki klasiğimiz tedavi gördüğü Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayatını kaybeder. Türk edebiyatının devlerinden biri olan Yahya Kemal’i Hüseyin Gezer, 1968 yılında İstanbul’da Maçka Parkı’na heykelini diktirerek ölümsüzleştirmiştir.

“Bitmemiş şiirler Yahya Kemal’in kalbinde, kafasında kanayan damarlar gibiydi.”


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Başka Tepeden Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada, Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan. Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rüyada Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

Geçmiş Yaz Rüya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle Her anını, her rengini, her şi'rini hazdan. Halâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde; Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Rindlerin Ölümü Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış; Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Sirâz'i hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm âsûde bahâr ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.

Özleyen Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde, Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde! Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde, Sen nerde, o fecrin ağaran dağları nerde! Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi, Hülya gibi yalnız gezinenler köye indi Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi, Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Rindlerin AŞKI

A. Bengisu AKDAĞ

Yıl 1912... Elinde bavuluyla, uzun boylu, iri yapılı, yirmili yaşlarının sonlarında gösteren; saçlarını özenle ortadan ikiye ayırıp yatırmış, hafif kilolu bir beyefendi “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer...” dediği İstanbul’una döndü. Padişahın baskılarından kurtulmak için kaçıp on yılını geçirdiği Paris’ten sonra şehri değişmiş buldu. Ya da değişen kendisiydi. Bakışıydı belki. Nitekim Ahmet Âgâh iken Yahya Kemal olan da kendisi değil miydi?... O yıllarda on beş yaşlarında bir delikanlı da ilk şiirlerini yazıyordu. Annesiyle babası sonunda boşanmaya götürecek olan şiddetli bir geçimsizlik yaşıyordu. Bahriye Mektebi’nde okuyan başarılı oğlunun şiire, edebiyata ilgisi ve yeteneğini fark eden annesi Celile Hanım sonraları oğlunun “Mavi Gözlü Dev” diye anılacağını bilmiyordu... Bir gün Yahya Kemal’e bir not geldi. Öğrencisi Nazım’ın validesi kendisinden oğluna özel şiir dersleri vermesini rica ediyordu. Bu teklif Yahya Kemal’in de hoşuna gitti ve Genç Nazım’ın şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başladı. Hafta sonları Nazım Hikmet’e şiir dersleri verirken; İstanbul’un en güzel kadınlarından olan Celile Hanım’la da yakınlaştı. Nazım’a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım’la sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetler ediyordu. Tutkuyla, kıskançlıklarla, acılarla dolu; tarihin tozlu sayfalarında gizlenen bir aşk başlıyordu... Bir süre sonra bu birlikteliğin yankısı Nazım’ın ve Necip Fazıl’ın öğrencisi olduğu Bahriye Mektebi’nde de duyuldu. Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gitmedi. Döndüğünde ise pek bir şeyin değişmediğini fark etti. Ancak Yahya Kemal’in Celile Hanım’la aşkı heyecanından bir şey kaybetmiyordu. Ta ki o güne dek...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir gün yine özel ders için erkenden gittiği evde, Nazım hocası Yahya Kemal ile annesinin yakınlığını gördü. Hiçbir şey demeden çekip giderken, hocasının ceketinin cebine bir not bıraktı. Yahya Kemal daha sonra cebindeki bu notu buldu: “Öğretmenim olarak girdiğiniz bu evden babam olarak çıkamayacaksınız!” Bunun üzerine ünlü şair tedirgin oldu. Bir süre Celile Hanım’ın evine gitmedi. Genç Nazım’la karşılaşmaktan çekindi. Celile Hanım ise Yahya Kemal için kocasından boşanmış ve dedikoduları iyice haklı çıkarır hale getirmişti. Şairin ise son olaylar üzerine ruh dünyası da iyice karışmış ve görüşmesini azaltmıştı. Celile Hanım evlilik teklifi beklerken Yahya Kemal dostu Yakup Kadri’ye “ Evlenmeden bu kadar dile gelmiş biriyle ben nasıl evlenirim?” diyordu. Anılarında her ne kadar “1916 yılından 1919’a kadar bir kadına deli gibi âşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu; ben de oradaydım. Deli divane olmuştum...” dese de Celile Hanım’a teklif etmiyordu. Belki böylesi bir güzelliğe sahip olmaktan çekindiğinden, belki gururdan, belki özgürlükten, belki etraftan, Nazım Hikmet’ten... O günlerde Celile Hanım Yahya Kemal’e yazdığı mektubunda: “Bugün Pazar, belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim. Gelmedin... mahzun oldum... Beni niye aramadın... Sana gücendim canımın içi... Salı’dan beri evdeyim, dikiş dikiyorum. Evimiz için çalışıyorum...” diyordu ancak o ev hiçbir zaman olmadı... Teklif bekleyen Celile Hanım’a Yahya Kemal’den yalnız bir veda mektubu geldi. Mektubun ardından ayrılığın acısı üzerine Celile Hanım İstanbul’dan adeta kaçarken Yahya Kemal hayatındaki en büyük aşkının Ada’dan gemiyle uzaklaşışı esnasında çaresizliğini mısralara döktü: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan... Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler Bilmez ki giden sevgililer geri dönmeyecekler”

“Bugün Pazar, belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim. Gelmedin... Mahzun oldum... Beni niye aramadın... Sana gücendim canımın içi... Salı’dan beri evdeyim, dikiş dikiyorum. Evimiz için çalışıyorum...” diyordu ancak o ev hiçbir zaman olmayacaktı...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Paris’e gidip orada sanatıyla, resimlerle ilgilenen Celile Hanım unutmaya çalıştı yaşadıklarını. Uzun yıllar sonra döndü İstanbul’a... Yahya Kemal bu tarihlerde şiirleriyle Türk edebiyatının baş aktörleri arasına girmiş, “Dergâh” adında dergi kurmuş, Mustafa Kemal ile tanışmış, 1923’te milletvekili seçilmişti. Büyükelçi olarak yurtdışına gitmiş, 49’da yurda dönmüştü. Ancak yine de kalbi “Geçmiş gecelerden biri durmakta derinden; Mehtap... İri güller... Ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!” diyordu... Nazım Hikmet ise büyük bir şairdi artık ancak demir parmaklıklar ardındaydı. Celile, aşk acısından sonra şimdi de oğlunun acısını yaşıyordu, yaşlanmıştı. Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü’nde açlık grevine başladı. Gururunu hiçe sayıp milletvekili Yahya Kemal’e gönderdiği yardım isteği mektubu cevapsız kaldı. Bir gün Galata’da grevdeyken eski sevdiğinin yanından geçtiğini fark etti ancak Yahya Kemal onu görmezden gelerek uzaklaştı ardına bakmadan. Celile Hanım’ın artık darbelere duracak gücü kalmadı, görmez oldu gözleri. 1956’da Yahya Kemal ve oğlu Nazım için atan kalbi dayanamadı daha fazla... Aynı yıl Yahya Kemal ağır bir hastalığa yakalandı. Tedaviler için Paris’e gitti. Ne var ki bir yıl sonra 58’in soğuk bir Kasım gününde; “Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; ...Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.” mısralarının şairi hayata veda etti. Öldükten sonra evraklarının arasından kurumuş bir çiçek çıktı, bir de not:

“ Bu zarfın içindeki hatıra aşkından vazgeçemediğim kadının, o veda gecesi nadide göğsünden verdiği çiçektir. Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim.”...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yahya Kemal’den Abdülhak Şinasi’ye Mektup 13 Ekim 1926 -Varşova Sevgili Abdülhak Şinasi, Adresinizi bugün öğrendim ve hemen yazıyorum; birkaç ay önce öğrenmiş olsaydım ne kadar iyi olurdu. Korkarım ki bu mektuplaşma konusunda yine beni haksızlıkla suçlandıracaksınız. Siz benim adresimi biliyordunuz, niçin iki satırlık bir şey yazmadınız desem, çıkışmamın haklı olduğunu kabul eder misiniz?

Her ne ise… Bildiğiniz gibi, dört aydan beri Varşova’dayım. Çok sükûnlu bir hayat geçiriyorum. Çalışma haricinde aralıksız okuyorum. Edebiyatın sağlam ve gerçek çeşidi olarak nazarımda tarih kaldı. Şiir edebiyattan sayılmadığı için onu nadir ve müstakil bir cevher olarak bir tarafa bırakıyorum. Dediğim gibi, bir hayli eski tarih okudum. Şimdi, bu yaşımda, daha iyi anlıyorum. Diyebilirim ki, vatanda milli kuruluşumuzu, ilk defa iyi anladım. Etrafımda İstanbul kütüphaneleri bulunmadığıma yanıyorum. İstanbul’da iken vaktimi boşuna geçirdiğimi, az okumuş olduğumu anlıyorum. Okumakta olduğu gibi, yazıda da edebiyat heveskârlığından uzağım. Ben şiirdeki birkaç parçamdan memnunum; fakat okunacak şeyleri okumakta geciktiğime pişmanım. Henüz vakit var mı diyeceksiniz? Onu pek zannetmiyorum. Girdiğim yaştan iniş aşağı bakmaya başladım. Bizim nesil ihtiyarladı ve ihtiyarlığının pek farkında değildir, ben farkına vardım.

Varşova’dan ikinci bir mektubumda bahsedeceğim. Bu İlk mektubum bir giriş olsun, özlem ve sevgiyle ellerinizi sıkarım aziz ve biricik kardeşim efendim.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nüktelerle YAHYA

KEMAL

LİSTE “Yahya Kemal, öğle üstü Abdullah Efendi Lokantasında büyük bir iştiha ile yemek listesini gözden geçiriyordu: -Tatar böreği... İç pilav... Zeytinyağlı enginar... Kuzu çevirme... Yoğurtlu kebap... Badem tatlısı... Kaymaklı baklava... Şair, ağzını şapırdatarak, her günkü sofra arkadaşlarına listeyi gösterdi: - İşte, Türkçede okumaya doyamadığım en leziz eser!...”

ÜSTADIN İNTİKAMI Yahya Kemal’e yetiştirdiler: -Dün gençlerden biri sizin şiirlerinizi okudu. -Okusun! -Fakat okurken şiirlerinizi mahvetti! Üstat öfkelenmedi: -Çok iyi etmiş! -Sahi mi söylüyorsunuz? -Evet, çok iyi etmiş… Zaten o şiirler beni mahvetmişti, gençler de onları mahvetmek suretiyle benim intikamımı almış oluyorlar!

Ratip Tahir’e göre Yahya Kemal. Karikatür dergisinin 3 Aralık 1942 tarihli sayısında çıkan bu karikatürün alt yazısı şöyledir: “En ince şairimiz!”

Yahya Kemal bir gün uzun zamandır görüşmediği biri ile karşılaşır. O kişi Yahya Kemal’i görünce onun kilo almış bu son hali karşısında şaşırır ve konuşmaya başlar: “Ne o Yahya? Ayıya dönmüşsün.” Yahya Kemal duraksamadan cevap verir: “Ya öyle mi? O zaman ben de şu tarafa döneyim.”


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

PATAVATSIZ Yüzsüz ve patavatsız bir adam, bir gün Mehmet Akif ile Yahya Kemal’i sohbet ederken buldu. Beyatlı Akif’e hararetli bir şeyler anlatıyordu. Pata küte lafa karıştı ve Yahya Kemal’e takılmak istedi: “Üstat, yine ne yalanlar atıyorsun bakalım? Dedi. Mehmet Akif bu densizliğe bozulmuş, yüzü kızarmıştı. Fakat Yahya Kemal bozuntuya vermeden adama cevap verdi: “Üstat Akif’e seni methediyorum..!”

Yahya Kemal'e dostları sorar: “Üstadım sabahtan akşama kadar nerelerdeydiniz? Gözükmediniz.” Bir tek kelimeyi bulmak için 14 yıl beklediği “Rindlerin Ölümü” şaheserinin sahibi cevap verir... —Tabii ki bir şiir üzerinde çalışıyordum. “Epey yazmışsınızdır” denilince cevabı şu olur:

Hangisi Güzel?

—Evet, çok yazdım. Sabah bir virgül koydum. Akşama kadar düşündüm. Gelirken o virgülü de sildim.

Genç şairlerden biri Yahya Kemal’e bütün şiirlerini okur. Nihayet sorar: “ İçlerinden hangilerini beğendiniz?” Yarım saattir hafakanlar geçiren üstad cevap verir:

Derleyen: A. Bengisu AKDAĞ

“Henüz okumadıklarınızı!...” Kaynak: Türk Edebiyatı Dergisi – Aralık 1984 Sayı: 134


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hat: “Bu da geçer ya hu”

MUHTEVA Şimdi şiir zamanı gelsin ilham, Aksın ırmaklar, dökülsün kelam. Mücerred bir hayat içinde akan zaman Maddeden manaya, mücerrep bir Süleyman. Gün geceye varınca yorulur dizelerim, Yorgunum bu saatte anca şiir demlerim. Buralar hep çorak, hep ıssız Terkedilmiş tarlalar hep susuz. Nerede o eski yemyeşil yaylalar? Nerede o güzel ak ve pak insanlar? Nerede insanlık? Hepsi mi ölmüş herkes mi gitmiş? Bu vedalar hep mi acıklı, Bu vedalar hep mi karmaşık, Bu vedalar hep mi hüzün kokar? Sol yanım neden hep yarım? Çiçekli bahçelerde, hep sonbaharda Dökülür tüm yapraklar, soldu güller, Karardı gökyüzü karıştı birbirine yıldızlar. Karmaşık düşünceler, ardışık yanılmalar, Döküldü son kelam öksüz kaldı kalem. Defter yırtıldı gitti, Söz bitti. Şu ölümlü dünyada insan insanı kırar mı? Ölüm vakti gelince bin ah etsen işe yarar mı? Hayat fani, ölüm ani, kim baki? Söylesene dost, doldursun mu saki? Satırlar derine inse, Dillere şeker ezse, Gönül meclisi dolsa da Her yürekte bir gül açsa. Gece çöktü, şehir karardı. Şiir kurudu, yaprak sarardı. Vakit doldu, güller soldu Nefes sahibine buğz etti. Söz bitti. Edebiyat, ışıksız parlayan medeniyet Şiir şairden gönül ehline mektubat.

Süleyman ERKUT


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HÜZÜN TÖRPÜSÜ Ömür değil hüzün törpüsü olur daima benden. Hatırlıyorsan... Hüznün kırıklarını az temizlemedim yüreğinden…

Doğukan Doğan

KEŞKE Gitmeliydim… Senden, bu şehirden, gözlerinden. Sende sevdiğim her şeyinden, her zerrenden. Keşke bir dublörüm olsaydı o an, filmlerdeki gibi. Zor sahneleri ona devretseydim önceden. Ben sadece dursaydım, O da benim yerime gitseydi senden...

Doğukan Doğan


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Modern

İRAN

Edebiyatının Yabancısı


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mehmet Altınova

Modern İran Edebiyatının Yabancısı: Sâdık Hidayet "Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızla yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler, çünkü herkes bunlara nadir ve acayip şeyler gözüyle bakarlar. Biri çıkar da bunları söyler ya da yazarsa, insanlar, yürürlükteki inançlara ve kendi akıllarına göre hem saygılı hem alaycı bir gülüşle dinlerler bunları. Çünkü henüz çaresi de, devası da yoktur bu dertlerin. Tek ilâç şarap yardımıyla unutmaktır; afyonun ve uyuşturucu maddelerin sağladığı sahte uykudur. Ama ne yazık ki bu tür devaların da etkileri geçicidir, acıyı kesecekleri yerde çok geçmeden daha da şiddetlendirirler. Acaba bir gün bu metafizik olguların, ruhtaki bu kendinden geçme halinde ve uykuyla uyanıklık arasında beliren gölgeler yansımasının sırrı anlaşılabilecek mi? (...) Bana benzeyen, görünüşte bendeki ihtiyaçlara, tutkulara, arzulara, sahip insanlar niçin kırarlar beni? Ancak benimle eğlenmek, bana çatmak için yaratılmış bir avuç gölgeden başka bir şey mi bunlar? Ne hissetsem, ne görsem, neye değer versem hepsi, baştan sona bir vehim değil mi, gerçekten hayli büyük bir kuruntu değil mi? Fakat ben gölgem için yazıyorum, gaz lambasının duvara yansıttığı gölgem için. Kendimi ona tanıtmalıyım."1 Yukarıdaki satırlar modern İrân edebiyatının popüler temsilcisi olan Sâdık Hidâyet'ten. Kendini bütünüyle karamsarlığa ve iç beniyle yiyip bitirdiği, daima sorguladığı vâroluşum problemi ona bu yukarıdaki satırları yazdırdı. Kalemi güçlü olan bu yazar, Batı’daki Albert Camus, Jean Paul Sarte'nin Doğudaki 1

Bûf-i Kûr - Kör Baykuş- Sâdık Hidâyet - Çev. Behçet Necatigil, YKY,2014

temsilcisidir. 17 Şubat 1903'te Tahran'da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğuydu. Ortaöğrenimini Tahran'da tamamladıktan sonra mühendislik okumak için Belçika'ya gitti. Ancak edebiyata ilgi duyduğundan öğrenimini yarıda bırakarak Paris'e gitti. Orada Fransız dili ve edebiyatını yakından inceleme fırsatı buldu. İlk öykülerini de burada yazdı. Tahran'a geri döndü. 1936'da Hindistan'a geçerek orada Sâsânî Pehlevisini ve Sanskritçe öğrendi. Budizm'i inceledi ve Buda'nın bazı yazılarını Farsçaya çevirdi. İran'a döndükten sonra kısa bir süre memurluk ve mütercimlik yaptı. 1950'den sonra yine Paris'e gitti ve 9 Nisan 1951'de en şık giysileriyle elinde birkaç parça kağıtla otel odasının bütün açık yerlerini kapadıktan sonra havagazını açtı ve üçüncü intihar denemesini başarıyla gerçekleştirdi. Kendini,"Hayat hikâyemde önemli bir şey yok, başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek bir mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek öğrenci olamadım, başarısızlık her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik,


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

unutulmuş bir memudum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı... Bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni, haklıydılar belki de." diye tanıtıyordu en yakın arkadaşı ve kendisi gibi yazar meslektaşı Bozorg Alevî'ye. En tanınmış eserlerinden biri Kör Baykuştur. Bu eserde de yine varolma problemini anlatmıştır. Albert Camus'un Yabancı adlı romanına benzer. Kahramanın adından söz etmeden aslında bir bakıma kendini anlatmaktadır. Olayların zamandan ve mekândan ayrı olması aslında bir bakıma bunun da göstergesidir. Yazar bize aslında, "Zaman ve mekan değil önemli olan varolma olayıdır.” Demek istemiştir. Andre Rousseaux'un " Yüzyılımız edebiyat tarihinde bir kilometre taşıdır." diye övdüğü kitap aslında doğru bir ifadedir. Çünkü İran'ı biz her zaman şiiriyle ön planda olan bir toplum olarak görüyoruz. Gerek bilimsel

kongrelerde gerekse herhangi bir cemiyette söz konuşulmadan önce Hafız-ı Şirâzi'den , Mevlana'dan; yakın tarihe gelecek olursak Furuğ Ferhuzzat'tan Hûşeng-i İbrihâc-ı Sâye'den Mahûr Ahmedî'ye kadar şiirler okunur öyle başlandığı toplumdan Firdevsî'nin Şehname'sinden sonra silsile halinde büyüyen edebiyatta , Sâdık Hidâyet modern İran nesir geleneğine önderlik etmiş kendisinden sonra gelen yazarlara ilham kaynağı olmuştur. Romanlarının yasaklanması onu karamsarlığa düşürse de, o her zaman kendi varoluşçuluk anlayışını tamamlayamasa da gelecekte onu okuyan insanların vâr olduğundan emindi. Yazamadığı hikâye'nin parçalarını ölmeden önce elinde tutarken üzerinde şunlar yazılıydı: " Annesi" Salgı salamaz ol!" diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölümüne kurban gider." Kim bilirdi, hayat hikâyesiydi bu cümleler...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

RUHSAT Yıllarca yaşadık rahatımız kaçacak korkusuyla. Ne kazandırdı bize susmak Tereddütlü bekleyişlerden başka? Gördük; gördükçe inkar ettik, İnkar ettik, münkir olduk. Gerçeklerden kaçmak yükseltmedi zamanın debisini. Ezildik yalnızlık yükünün altında, Yine sağ çıktık. Ve ben hep seni seçtim. Bir şeyler de eksik gibiydi lakin; Bizi yaratıp Seni bana bulduranın bahşettiği, Erişemediğimiz bir şeyler... Bu yüzdendir seni seviyorum diyemeyişim. Gülemem gözlerine, Görmeden içlerindeki nuru. Beni sev diyemem sana, Sevmeden her mümini, Arkasından bir Fatiha okumalık. Duasını edemem Kavramadan yağmurdaki rahmeti. Bir gün gelecek; Yüreklerimiz kabaracak, Minareler gibi aziz olmayı yeğleyeceğiz Gökdelenler gibi yüksek olmaya, Elhamdülillah deyip şükredeceğiz. O vakte kadar -ki Hakk nasip etsinKalbim; yorgun, yaralı, içe doğru bükümlü Aklım; karmaşık, seni düşünmekle yükümlü.

Aziz NADİR


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sezen Aksu’nun İhaneti Müziğin içine doğdum, onun içinde büyüdüm. Sonra edebiyat girdi hayatıma şiiri keşfettim. Babam sayesinde de şiirlerin pekâlâ şarkı olabileceğini… “Işığın Yansıması” grubu Orhan Veli’nin Nazım Hikmet’in şiirlerini alıp besteliyordu. Ben de güzel güzel dinliyordum. “Hürriyete Doğru” şarkısı benim en sevdiğim şarkıydı. Orhan Veli’nin olduğunu çok sonra öğrenecektim. “Ezginin Günlüğü” de geldi girdi hayatıma, kabullendim. Yıllar geçti, şarkılardan önce şiirleri keşfetmeye başladım. İkinci Yeni’nin Üç büyüklerini ve Tomris aşkını mısralarda öğreniyordum. Yeni şiirler keşfediyordum. Bu aşkı “Sayım” şiiriyle kelimelere dökmüş Cemal Süreya… Öğreniyorum ki Sezen Aksu 2011 yılında çıkardığı “Öptüm” albümüne bu şiiri koymuş. Hakkını

yemeyeyim, güzel olmuş. Severek dinledim bu güne kadar. Sezen Aksu’nun şarkılarını dinlemeyi severim zaten. (“Koyu Sezenciler”den değilim, yanlış olmasın.) Tesadüf eseri öğrendim ki Sezen’in ilk şiirşarkısı bu değilmiş. “Deli Kızın Türküsü” de bir şiirmiş. Bir kadın şairin hem de: Gülten Akın. Bir süre Sezen’in şarkı şiirleri dikkatimi çekmedi taa ki Onat Kutlar’ı tanıyana kadar. Bir de baktım ki Onat Kutlar’ın “Tutsak” şiirini 1991 yılında Sezen Aksu albümüne almış. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü… O şiir benimdi, ilk ben keşfetmiştim, böyle olamazdı… Haksızlıktı bu! Hangi şiiri sevsem altından Sezen Aksu çıkıyor şu sıralar. Sezen Aksu bana ihanet ediyor… !

Işık Selin ORHUNTAŞ


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KUM Sen kum nedir bilmezsin Deniz görmedin ki. Yum gözlerini, zamanı düşün, Deniz bir gözünde Kum bir gözündedir. Sen tas nedir bilmezsin Dağa çıkmadın ki Yürü ufuklara doğru, Dağ bir ayağında Tas bir ayağındadır .

04.11.1984 Sen kül nedir bilmezsin Ateş yakmadın ki, Uzat ellerini gökyüzüne, Ateş bir elinde Kül bir elindedir . Sen kan nedir bilmezsin Ölmedin, öldürmedin ki, Yat toprağa boylu boyunca Ölüm bir yanında Kan bir yanındadır . Sen ask nedir bilmezsin Beni sevmedin ki Ağla, ağlayabildiğin kadar Bütün güzellikler sende Aşk bendedir.

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN

30. Ölüm Yıl Dönümünde Usta Şairi Saygıyla Anıyoruz...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kozasından Ayrı Düşen Kelebek

Yaşanmışlıkların, şartların, zorunlulukların yön verdiği insan, bir kelebek misali kısacık ömründe, oradan oraya konar durur. Bazen, yağmur kanatlarını ıslatır uçamaz olur insan. Bazen dikenler yolunu keser, gidemez olur. Rüzgar, alır onu sevdalısı olduğu yeşilden ayırır, çöllere düşürür. Bazen de ‘’ Sen, tam burada duracaksın. ‘’ der hayat. Kıpırdayamaz. Balçık gibi toprağa, yapışır ayakları. Tüm bunları bizzat yaşayan, her birini tek tek deneyimleyen bir âşık Dadaloğlu. Hepimizin, ‘’Başkaldırı şairi ‘’ olarak bildiği, aşkı da doğayı da sılayı da en yoğun şekilde yaşamış, anlatmış bir âşık. Bir kelebek gibi hür, bir kelebek gibi güçlü. Bir o kadar narin. Bir o kadar da hayata, zorlamalara başkaldıran. Oradan oraya konup, yerinde duramayan… Avşar ilinden çıkmış gelmiş bir yüce gönül. Dur durak bilmeyen, illeri, yolları arşın arşın giden bir yiğit yürek. Ömrü yollarda geçmiş, göçebe bir topluma mensup bir halk şairi Dadaloğlu. Bütün yaşayışı, duyuşu, düşünüşü göçebe toplumun köklerinden gelir. Fakat bir gün,

Busenur Aslan

Padişah ferman verir. Göçebe olarak yaşamını sürdüren boylar, bir toprak parçasına yerleştirilmek istenir. Adeta ayaklarına prangalar vurulacakmış gibi hissederler. Ayağı balçıktan toprağa yapışmış bir kelebek kolonisi… Kabul etmek istemezler bu durumu ve kaldırırlar başlarını. Dadaloğlu da aynı şeyleri hisseder. Âşıklığının da yardımıyla bize bunu sözleriyle duyurur. O, vatanı saydığı yaylalardan, dağlardan, bozkırlardan kısacası doğadan kopmak istemez. Bunun için, en tok ve güçlü sesiyle seslenir bize ;

Belimizde kılıncımız Kirman’i Taşa geçer mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir Kelebek, ayrıldı mı kozasından bunun acısını yaşar gönlünde uzunca bir müddet. Ayrılık, sılanın kalp burkan acısını döker sözlerine. Her bir türküde her bir şiirde usul usul, ya sesli ya sessiz anlatır bunu bize. Dadaloğlu işte bu sızıyı işler şiirlerine. O, alıştığı hayattan kopmak istememiştir ve bunun için cenk etmiştir. Fakat, ayrılık kaçınılmaz son olmuştur


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

onun için. Anlayacağınız üzere onun ayrılık acısı çekmesinin nedeni umursamaz sevgili değildir. O alışık olduğu dağından, toprağından, yaylasından ayrıldığı için çeker bu acıyı. Ve bu acı kalbini bir kor gibi yakan ateştir. Suya ihtiyacı vardır fakat su, yani alışılagelmiş hayat artık elinden alınmıştır. Yakın olan artık ıraktır. Bu yerleşikliğe geçişin açmış olduğu ayrılık yarası çok büyük ve acı doludur. İşte bütün bu incitici duyguları anlatırken de şöyle seslenir bize;

Ölürüz de kömür gözlüm ölürüz Dost ağlasın zalim felek utansın Kıyamette kavuşmak var biliriz Dost ağlasın kahpe felek utansın Bir çıkmaza girdi bugün yolumuz Geçit vermez sağımızla solumuz Kalır gayrı bizim burda ölümüz Mert ağlasın namert olan utansın Doğa, daima insanla birdir. Hatta öyledir ki doğa yoksa insan da yoktur. Dadaloğlu bunu çok iyi bilmektedir. İnsan sırtını doğaya dayadıkça vardır. Doğa hem yoldaştır insana, hem sırdaş, hem de bir karındaş. Göçebe hayat yaşayan insan, hareket insanıdır. Oturmayı, durağanlığı sevmez. Bu ona bir huzursuzluk verir. Bu yüzden yerleşik düzen onlara zor gelir. Başlarında taştan aşılmaz bir çatı vardır belki, ama sırtını dayadığın bir ağacın huzurlu gölgesi yoktur. Hepimizin aşina olduğu sırtını dayama yani güven duyma doğadan uzak kalındığı zaman yitirilir. Bunu çok yoğun bir şekilde yaşamıştır Dadaloğlu. Doğaya duyduğu güveni, onda bulduğu huzuru bize şu şekilde aktarır;

Çınar sana arka verip oturan Pöhrenk ile sularını getiren Yoksulların işlerini bitiren Samur kürklü koca beyler nic’oldu Tavlasında arap atlar beslenir Konağına baz şahinler seslenir Duldasında nice yiğit yaslanır Boz kır atlı yüce beyler nic’oldu

Yerleşik hayata geçmek öyle kötü gelir ki Dadaloğlu’na, ölümle eş tutar bunu. Hatta dünya tersine dönmüş ve kıyamet kopmuştur artık. Her şey farklıdır, bambaşkadır alışılandan. Kalbinde bunun acısı kavrulurken ölüm daha yavan gelir ayrılıktan. Ölmek mi kolaydır yoksa yerleşik düzene geçmek yani kendin olmaktan çıkıp başka bir şey olmak mı ? Tüm bu düşünceler, buhranlar da şekillendirir onu. Bütün bu durum karşısında bize şunu aktarır;

…Aşağıdan iskân evi geliyor Bezirgânlar koç yiğide gülüyor Kitabın dediği günler oluyor Yoksa devir döndü âhir zaman mı? Aşağıda akça çığın ötünce Katar başı mayaların sökünce Şahtan ferman Türkmen ili göçünce Daha da hey Osmanlı’ya aman mı. Dadaloğlu’m sevdası var başımda Gündüz hayalimde gece düşümde Alışkan tüfekle dağlar başında Azrailden başkasına koman mı. Savaşmak hayata karşı ve bir kendin olabilme gayesi içinde olmak... Doğadan, bitkiden, yemyeşil ovalardan ve yaylalardan ayrılığın acısını duymak en derininde... İnsanı, hayvanı sevmek... Kendin olamamanın buhranlarını yaşamak... Aşık olmak, özlemek, unutulmak... Kısacası, insan olabilmek... Bunların hepsini bulabiliyoruz Dadaloğlu’nda. Çünkü o, bir gönül ehli, cenk adamı, duygularını en derininde yaşayan bir âşık. Sevgisini, ülküsünü avaz avaz bağıran bir şair. En başta da dediğim gibi o, hayat karşısında dimdik duran, rüzgarın çöllere sürüklediği, yağmurun sulara düşürdüğü inatçı ve asla yılmayan bir kelebek. Kelebek çünkü o bir gönül adamı ve duygusunu en uçlarda yaşamış, özlemiş, acı çekmiş, incinmiş bir âşık.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN Bölüm -5Uyandım. Sağımda kalan ahşap komedinin üstünde eski bir saat vardı. Kafamı kaldıramıyordum. Kolumu uzatarak saati elime alıp yüzüme tuttum.Tam on yedi saattir uyuyor olduğumu fark ettiğimde dehşete kapıldım.Tembel bir yaşama sahip olmama rağmen geç kalkmak pek adetim değildir.Teyzeme çok ayıp olmuştu.Kim bilir kaç saattir kahvaltı yapmak için beni beklemiş,uyandırmaya da kıyamamıştı.Ona destek olmaya gelmiştim.Kendime kızarak odadan bir hışımla fırladım ve elimi yüzümü yıkadıktan sonra aşağıya indim.Teyzem ortalıkta yoktu.Yine panik olmuştum.Teyzemi çok seviyor olmam onun bu aniden yok oluşlarına ve gizemli hallerine kızmama tabi ki engel değildi.Korkuyla onu evin içinde aramaya başladım.Anlamadığım bir nokta daha var ki bu yaşta yalnız bir kadın neden bu denli büyük bir evde yaşamaya devam ediyor?Ben bu sinir harbiyle kendi kendimle cebelleşirken açık kalan mutfak penceresinden kürek sesi geliyordu.O an aklıma geldi ki teyzem kayboldu diye feryat figan dolanırken onun için getirdiğim tohumlar bahçede çantamın içinde kalmıştı.Sanırım kadıncağız benden fayda olmadığını anlayınca yine çareyi bahçesinde aramaya başlamıştı.Bu doğa aşığı kadının başına neden böyle aksilikler geliyor diye düşünürken gözüme buzdolabının üzerindeki bir kavanoz ilişti.İçinde bir sürü ıhlamur yaprağı vardı.Teyzem bahçesiyle ilgilenirken ben de ona en sevdiği şey olan ayvalı ıhlamur yaptım.Bir bardak ona bir bardak kendime alıp bahçeye çıktım.Teyzem beni henüz görmemişti ki anlamadığım bir sebepten dolayı toprakların içine çakılıverdim.Elimdekiler toprağa dökülmüş,çamur halinde beyaz elbiseme bulaşmıştı.Ben sakarlığımla kendi kendime kavga ederken gerçekten ‘’süt dökmüş kedi’’ tanımına bizzat uygun Mırnav’ı gördüm.Düşmeme sebep olan tabi ki Mırnav’ın vazgeçmediği ayaklara dolanma alışkanlığıydı.Ve ben bu telaşeyle benim için İzmir’in simgesi olan bu küçük hınzırın varlığını unutmuştum.Ah benim küçük kızım,acaba hissediyor muydu zavallı teyzemin üzüntüsünü?Herkes gitmiş,bir tek o terk etmemişti teyzemi 14 yıldır.Ben her gelişimde onun yaşlandığını düşünsem de o hep bir çocuktu,oyuncuydu.İyi ki burada,teyzemin yanı başındaydı. Teyzem gülerek elinde bir bezle geldi ve üzerimi temizlememe yardımcı oldu. Tabi ki kargalar kahvaltısını etmeden, horozlar ötmeden, o güzelim kuşlar böcekler uyanmadan önce uyanmıştı. Kendisine meşgale arıyordu. Uyuduğum saatlerde Ertan eniştem gelmişti. Teyzeme bu kadar olumsuzluğu yaşatan birine ben de hala neden enişte diyorsam? Alışkanlık sanırım. Velhasıl teyzemi kanlı canlı görünce pek bir mutlu oluvermiş. Adamın karısı ölüyor bizimki hala neden teyzemin peşinde onu da anlamıyorum. Bunların hepsini bu kadar sert bir üslupla olmasa da teyzeme söyledim. Hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Üstelik faili meçhul bir cinayet teyzemin üzerine her an kalabilirdi. Onun bu sakin tavrı beni her defasında deli ediyordu. Hemen bir plan yapmalıydık. Teyzem artık burada yaşayamazdı. Ona böyle bir bahçeyi vaat edemezdim ancak Mırnav’ı da alıp buralardan gitmenin vakti artık gelmişti.

Sırdem Kemiksiz

Devamı gelecek…


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂLEM-İ ERVAH Son dem, son satır, son anı, Ölüm meleği verdi ilhamı. Yaktık yıktık, parçalanıp dağıldık. Vurduk dibe, öldük de uyandık. Bu kadar merhamet yağdıran ilahi güç, Bana zerre rahmet vermiyor. Niye? Rahmet hikmette gizli yağmıyorsa yağmur, Bulutlar ardında güneş bekleniyor diye. Tesellimi tecellimi içimdeki elçiye, Sorgu sual halindeki bekçiye, Sofulara takıldık, yanıldık. Hayyam olup dağıttık. Fırtına kasvet üzere gizlendik. Haşim olup karamsarlığa bezendik. Yesevî’den dem vursak, Her dem söz savursak. Bilmem halim nicedir, Halden geçmiş delidir. Deli, veli bilmem ilim kimdedir ? Allame olmuş Mevlânâ bendedir. Hakkı söyledik batıl oldu, Söz savurduk bardak doldu. Nice kelam kalemde unutuldu, Yazamadan an geldi kalp durdu. Irmaklar aktı gitti, Söz bitti.

Süleyman Erkut


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TUDOR KIZLARININ

SAVAŞI Tuğçe Erkol


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

7 Eylül 1533'te Doğan I. Elizabeth, VIII. Henry I. Elizabeth dış görünüş olarak Anne Boleyn'in Tudor'un ikinci resmi eşi olan Devrik kraliçe özelliklerini fazlasıyla taşımaktaydı. Onun Anne Boleyn'den olan tek evlâdıydı. Tudor annesinden gelen güzelliğiyle annesinin kızı Hanedanı'ndan çıkan kral ve kraliçelerin oluşu ve Thomas Seymour'un daha önceden beşinci ve sonuncusuydu. çapkına çıkan namı sayesinde dedikodu kazanı Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen Kraliçe kaynamaya başlar. Ve Thomas Seymour ile I. Elizabeth bu nedenle Bâkire Kraliçe olarak Elizabeth'in bir ilişkisi olduğu iddiaları ortaya anılsa da hayatındaki erkeklerin konumu ve dökülür. Bu iddiaların ortaya çıkması büyük durumu göz önüne alındığında Bâkire diye bir sansasyona neden olunca Thomas Seymour anılışının ne kadar gerçek olduğu tartışılır bir saraydan uzaklaştırılır. Bu bir yılın sonunda durum olduğunu gözler önüne serer. Catherine Parr kızını doğururken ölür ve bu I. Elizabeth hayata gözlerini açtığı anda ölümün üzerine Thomas Seymour'un hayattaki teninin fazla beyaz oluşundan dolayı "hayalet tek koruyucusu da ortadan kalkmış olur. bebek" olarak anılır ve idamına karar verilir. Kraliçe'nin ölümünden hemen sonra idam Belki de annesi Anne Boleyn'in hayatı boyunca edilir. I. Elizabeth ise beş defa İncil'e basarak yaptığı en iyi şey onu idamdan kurtarmaktı. I. böyle bir ilişkinin olmadığına yeminler eder. Elizabeth'in hayatının bağışlanmasından üç yıl Catherine Parr'ın Ölümünün ardından tahta sonra Anne Boleyn ensest iddiasıyla idam geçen resmi varis I. Edward, 6 Temmuz edildi. Bu idam sadece Anne Boleyn'in ölümü 1553'de ölür. Ölümü dört gün boyunca demek değil aynı zamanda I. gizlenir. Hükümetteki Elizabeth'in de hayatının Dudley'i ailesi başta John değişimi demekti. Çünkü Dudley'i olmak üzere I. Elizabeth hayata Anne Boleyn'in idamı gizlice Jane Grey'i tahta gözlerini açtığı anda sonucunda I. Elizabeth geçirirler. Jane Grey VIII. gayrımeşru çocuk konumuna Henry'nin kız kardeşi teninin fazla beyaz düşürülmüştü. Frances Brandon'un kızıdır. oluşundan dolayı Anne Boleyn ile evliliğinden Dokuz gün İngiltere "hayalet bebek" olarak tabiri caizse kurtulan VIII. kraliçeliği yapmış anılır ve idamına karar Henry Jane Seymour ile olmasından dolayı The evlenir. Bu evliliğinden Nine Days Queen (Dokuz verilir. Belki de annesi nihayet bir oğlu olan Kral Günlük Kraliçe) adıyla Anne Boleyn'in hayatı VIII. Henry kızının onurunu anılır. boyunca yaptığı en iyi kurtarır ve Elizabeth'i kendi Jane Grey'in kraliçeliğini şey onu idamdan kızı olarak kabul eder. tehdit eden iki unsur onun 1547'de VIII. Henry ölünce tahta geçişinden sonra kurtarmaktır. Kraliçe Catherine Parr ortadan kaldırılmak istenir. (İngiltere tarihinde en çok Bunun üzerine İngiliz evlilik yaşayan kraliçe ünvanını taşır.) I. ordusu VIII. Henry'nin vasiyetinden habersiz Edward'ın genç yaşına rağmen tahta çıkışını bir vaziyette yola düşerek Mary'i ve Elizabeth'i destekler ayrıca VIII. Henry'nin ölümünün tutuklamaya giderler. Özellikle Mary, ardından Thomas Seymour ile evlenir. Evliliği Edward'ın ölümü durumunda resmi kraliçe gerçekleştikten sonra teyzesi Mary Boleyn ile olacağından onun infazının bir an önce beraber yaşayan üvey kızı I. Elizabeth'i yanına insanlar uyanmadan yapılması gerektiğini aldırır. Bu olay gerçekleştiğinde I. Elizabeth düşünür. Sonuçta ortada VIII. Henry'nin henüz 14 yaşındadır. vasiyeti vardır. İngiliz ordusu Mary ve


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Elizabeth'i alıp Jane Grey'in huzuruna götürmek için yola çıkar. Ancak yolda aklı başına gelen ordu saf değiştirerek Mary'i destekler. Mary ordularla beraber Jane Grey'e gider ve durumdan habersiz olan Jane Grey'i kendilerini beklerken bulur. Mary büyük bir soğukkanlılıkla kuzeninin karşısına geçer, gözlerini Jane Grey'in Gözlerine kilitler. Jane ona kraliçesinin önünde diz çöküp sadakatini sunmasını emreder. Ancak Mary hala daha korkusuz bakışlarıyla Jane Grey'e bakmaya devam etmektedir. Birkaç saniye gibi kısa bir süre içinde peş peşe gerçekleşen bu olayın sonunda Mary kollarını zerafetle iki yana açar, Jane ise onu saygıyla selamlayacağını düşünürken insana tepeden bakan bakışlarını, ufak ve kibir dolu bir zafer mutluluğuyla kıvrılan dudaklarıyla süsler; ama Mary hala daha aynı şekilde durmaktadır. Ve Mary birden emrini verir: -Yakalayın! Sadece Jane Grey değil, eş zamanlı olarak Jane Grey'i destekleyen herkes yakalanır ve kuleye kapatılır. Bu işin mimarı John Dudley anında vatan hainliği ile suçlanarak idam edilir. Ama I. Mary diğerleri için aynı kararı vermez. Hepsi kulede kalır. Ancak aradan geçen birkaç ay sonra Mary onların da boynunu vurdurtmadığına pişman olacaktır.

Mary annesinin dini düşüncesi olan Katolik inancı ülkeye geri getirmeye çalışır. Bu yolda da hiçbir adımı atmaktan çekinmez. 1553-1559 yılları arasında hüküm sürdüğü İngiltere'de Protestanlar'ı infaz ettirir. Canlı canlı yaktırır. Parçalayıp sokaklara attırır. O dönemlerde kalan güncelerde sokakların gerçek anlamda kana bulandığı hatta Thames Nehri'nin kıpkırmızı bir renge dönüştüğü kaydedilmiştir. Devlet eliyle katliam yapan bir kraliçe şeklinde de söylentileri var olan Mary, bu nedenlerle Bloody Mary (Kanlı Mary) olarak anılmaya başlanmıştır. Mart'ın koyu Katolik inancından bıkmaya

başlayanlar Lord Thomas Wyatt'ın etrafında toplanmaya başlamış ve I. Elizabeth'i kraliçe tahtına çıkartmak için Çalışmalara başlamıştır. Bunun için The Nine Days Queen Jane Grey'in babası Henry Grey'in kapatıldığı kuleye giden Thomas Wyatt bu işi durdurmak için ondan yardım ister. Henry Grey, öncelikle kızı için bir şans daha ister. Grey ve Wyatt iş birliği sonucunda halk ayaklanır. Bu isyan sırasında kızını yükseltmeye çalışan Henry Grey, onun ölümüne yol açar. Jane Grey, I. Mary'nin huzuruna çıkarılır ve Protestan inancından vazgeçerse hayatının bağışlananileceği söylenir. Ancak Jane Grey, dininden geçmeyince başından olur. Onun ardından kuleye kapatılan kocası ve babası da infazedilir.

Devlet eliyle katliam yapan bir kraliçe şeklinde de söylentileri var olan Mary, bu nedenlerle Bloody Mary (Kanlı Mary) olarak anılmaya başlanmıştır. Jane Grey'in yeniden ortaya çıkışının sorumlusu, Thomas Wyatt ile yakınlığından dolayı I. Elizabeth gösterilir. Prenses yargılanır. Sonuç olarak ev hapsine çarptırılır. I. Mary artık durmuyordur. Öz kardeşinin bile arkasından işler çeviriyor olması onu çok kızdırır. Resmen ülkede Protestan Avı başlatır. Bu işte o kadar ileri gitmiştir ki en yakınındakini bile sorgulayacak paranoyaya ulaşır. I. Mary'nin tırmanan paranoyasının sonucunda iki kız kardeşin arası iyice açılmış, birbirlerinden nefret eder hale gelmişlerdir. I. Mary hayatının tehlikede olduğunun endişesini taşımaya başlayınca Katolik bir veliaht bırakma endişesi taşımaya başlar ve


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İspanya Prensi Felipe ile evlenir. İki kez hamile kalır. İkisinde de düşük yapar. Halk bunu fısıltı gazetesinde yaptığı katliama bağlar. Bu sırada I. Elizabeth ülkesini kurtarma düşüncesiyle çırpınmaktadır. Ona Sadık hizmetkârların aracılığıyla yandaşlarına şifreli mektuplar gönderir. Sonunda çözümün Felipe'den geçtiğine inanan I. Elizabeth ona doğru adım atmaya başlar.

Annesinden gelen genlerin etkisiyle Felipe'yi kısa sürede avcunun içine alan I. Elizabeth artık I. Mary'i kocasından da ayırmıştır. Bu ayrılık resmi olmasa da saray çevresinde dilden dile yayılmaya başlamıştır. Ardı arkasına düşük yapıp sonunda ölü bir prenses doğuran I. Mary kocasının da güvenini tamamen yitirmiştir. Bunun üzerine Fransa'nın Britanya dışındaki kolonisi Calais ile girdiği savaştan yenik çıkması I. Mary'i yatağa düşürür ve ölümünü hızlandırırı. Tahtta artık resmi hak I. Elizabeth'e kalmıştır.

Kraliçe I. Elizabeth nihayet isteğine kavuşmuştur. Katolik Düşüncenin yaptığı katliamın yaralarını sarmaya çalışan Kraliçe I. Elizabeth'e kardeşi I. Mart'ın kocası İspanya ve Portekiz Kralı olan II. Felipe evlilik teklif eder. I. Elizabeth bunu tabi ki kabul etmez çünkü onun aklı çocukluk aşkı Robert Dudley'dedir. Tahtının daha güvende, geleceğinin daha korunaklı olması için evlenmesi gerektiğini Düşünen yardımcısı William Cecile'yi sırf bu kararından dolayı görevinden alır. Hayatı boyunca tek bir adama aşık olan ve adından gelen Bakire ünvanının varlığına bakarak Robert Dudley'e onun olmasa da sadık kalan Kraliçe I. Elizabeth önce Katolik inancı yasaklamıştır. Açıkça yapılan her Katolik ayinini durdurur. Ancak insanların maneviyatında var olan dinlerini değiştiremeyeceğini en iyi bilenlerden birisi de kendisi olduğu için sessiz uygulamalara göz yumar.

İngiliz tarihine damgasını vuran Tudor sülalesi, Kraliçe I. Elizabeth'in ölümüyle son bulur. Çocuğu olmayan I. Elizabeth ölünce yerine, en yakın akrabası olan İskoçya ve İrlanda Kralı VI.James, İngiltere Kralı I. James olarak tahta geçer. Aynı zamanda I. James İngiltere'deki Stuart Hanedanı'na mensup ilk kralolmuştur.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ Tam ortasındayım Erasmusun... Saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve iki ay bitti. Geriye dolu dolu üç ay kaldı. Umarım bu üç ayı en güzel şekilde tamamlar ve evime, yurduma, okuluma ve sevdiğim insanlara dönerim. Bu ay nasıl geçti? Bol dersli, bol ödevli ve bol sınavlı. Bu cümleyi okuyunca insan bir duraksıyor ama burada sınav dönemi Uludağ Üniversitesi'nde olduğu gibi sancılı geçmiyor. Hocalar bile o kadar rahat ki. Sınavdan bir gün önce yarın sınavın olduğunu söyleyenler mi dersiniz, sınav sonucunu beğenmediğinde sana tekrar sınav olma şansı vereni mi dersiniz. Daha neler neler...

Kübra TARAKÇI

Bu ayki durağımız Sigulda.

Sigulda Letonya'nın bir şehri gibi bir yer. Riga'dan yaklaşık 1 saat süren bir tren yolculuğu ile ulaşım mümkün. Gezi noktaları toplamda 5 km'den oluşuyor. Nerdeyse bir günde ancak gezebiliyorsunuz. Gün sonunda hissettiğiniz yorgunluk her şeye değer. Sigulda sonbaharda gezilmesi gereken bir yer bence. Zaten yerli halk bu dönemi Altın Sonbahar diye adlandırmış. Çünkü yeşil, sarı ve turuncunun her tonunu görmek mümkün. Ana hedef 5 km'nin sonunda bulunan kale. Ormanları, dağları, tepeleri aştık bu kale için. Sonunda karşılaştığımız ise basit bir kale. Osmanlı'nın yaptığı basit bir kale bu kaleye göre muhteşem sayılabilir.

Sınav sonuçlarım çok iyi. Beklediğimden çok daha iyi hatta. Ama öyle Erasmuslusunuz diye sizi herkesten önce başlatıp herkesten sonra çıkartmıyorlar ya da sözlük kullanabilirsin filan bunlar belki Kaf Dağı'ndaki üniversitede olabilir.

Turaida Kalesi kırmızı taş tuğlalardan gotik tarzda 1214 tarihinde Başpiskopos'un ricası ile yapılmış. Başpiskopos demiş ki "Buraya öyle bir yerleşim yapalım ki, şehre inmeye gerek kalmasın.” Sonunda da bu yerleşim alanı yapılmış. Kale çevresinde birçok taş heykeller bulunuyor. Güzel olan bu heykellerin, kötü yanı neyi imgelediği ya da kim tarafından ne amaçla yazıldığına dair bir bilginin bulunmaması.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Heykellere bakınca mest oluyorsunuz ama neye mest olduğunuzu bilmiyorsunuz

kısa sürede çantamı açmıştı ki ben hiç bir şey hissetmemiştim. Bir akşam Letonyalı arkadaşım bizi evine davet etti ve bize Fas'a özgü "Tajini" yemeğini yaptı. Denemeye değer bir tat. Bu günler böyle geçti biraz durgun. Çünkü burada havalar soğuduğunda otomatik olarak enerjiniz düşüyor ve bazı zamanlarda dışarı bile çıkmak istemiyorsunuz.

Gelecek ay gezi duraklarımız Estonya, İsveç, Finlandiya ve Fransa olacak. Takipte kalınız...

ESTONYA İSVEÇ Evet, burada sonbahar aslında Türkiye'deki kış demeliyim. Zira iliklerinize kadar soğuğu hissedebilirsiniz. Sanırım Türkiye'ye döndüğümde soğuk anlayışım değişecek. Vee ben de herkesin bir gün başına gelecek hırsızlık olayı ile karşılaştım. Şanslıyım ki arkadaşım hemen gördü ve kazasız belasız atlattım. Ama kadın o kadar

FRANSA FRANSA

FİNLANDİYA


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Onların Yazı

Belki bir gün aynı sokaktan geçeriz, Geçip gider uçurtmalı yazlar, Aynı evin kapısını çalarız. İkindi vakti ötüşen çekirgeler. Akşam ebesinde aynı çocuğu kovalar, Çalar saat gibi. Mavi uçurtmayı aynı ağaca taktırırız. Bildirir sedire çıkmak gerektiğini Hüseyin ağabeyi çağırırız, Kurulur asma altı sohbetleri. Gerçi tanımıyoruz kendisini. Belki huysuzdur yardım etmez,

Bakışmaya başlarız çardaktan çardağa o vakitler,

Belki tonton bir dededir;

Sonra ben düşünmeye koyulurum:

İstese de yardım edemez.

Üzümler mi yeşil,

Belki daha sekizinde bir çocuktur,

Üzümü kıskandıracak gözlerin mi?

Çıkar ağaca kolunu kırar.

Ayten abla şuh kahkahasıyla çıkar köşeden,

İhtimallerle dolu…

Nazım abiye yanıktır kendisi.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gülüşündeki hüznü bilir,

Mavi uçurtma ağaca takılır.

Bilmezden geliriz.

Yine tanımadığımız Hüseyin ağabeyi çağırır çocuklar,

Ne zaman karşılaşsalar hanımını anlatır.

Hüseyin ağabey bize bakıp güler. Nazım abi: —Bizimki, der Yemek yapmış öyle güzel! Ayten abla vakarlı: —Bilirim hamarattır, alırız tarifini. Akşam vakti sokak sessizleşir, Gözlerimizin muhabbeti derinleşir. Karşı karşıya evlerimizin avlularından Geceye dek gülle bülbül söyleşir. Kaç yaşındayızdır bilmiyorum. Okula gidiyorsak bayramda Kedi merdiveniyle süsleriz okul dolabını. Tebeşir yutarız, Teneffüste bir simit alırız, Pay ederim ben Hepsini sana veririm. Sen sorarsın ‘’aç değil miydin?’’ diye Gülüşünle doydum derim. Okula gitmiyorsak ben askere giderim. Sen pencerede her gün beni beklersin.

-Eee ne yapalım abi, derim ben, Çekeceğin var bizden. Sen susarsın Minnetle, teşekkürle, tebessümle bakarsın. Belki Hüseyin ağabey ölmüştür çoktan. Alamaz kimse uçurtmayı o ağaçtan. Bilmem belki de geçmeyeceğiz aynı sokaktan, Olmayacak mavi uçurtma, Sokakta bir ağaç, Kapıda oynayan çocuklar Kedi merdiveniyle süslenmiş okul dolapları… Belki tanışmayacak önlüklerimiz. Karışmayacak yakaları. Belki geçmiş zaman oldu gelecek yıllarımız, Çıksaydın karşıma anı olurdu yaşadıklarımız. Çıkmadın, Şiir oldu, Birbirimizden ayrı mırıldandıklarımız. Birbirimizden ayrı, Mavi uçurtmalarımız.

Askerden gelmişsem evlenmişizdir. Aynı çardakta bir bardaktan çay içmişizdir. Akşamları sokaktan alamayız çocukları,

Hatice Türk


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şiir Olmuş Şarkılar : Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar Bestelenmiş şiirler hep hayatımızda vardı ama bestelenmiş şiirlerden oluşan albümler son zamanlarda moda oldu. Bu yazıda şiirlerin bestelenme konusu üzerinde durmayacağım. Metin Altıok ‘un bestelenmiş şiirlerinden, ‘Anka’ albümünden söz edeceğim. 1940 İzmir doğumludur kendisi. Ankara Üniversitesi D.T.C.F Felsefe Bölümü’nü bitirdi. Bir süre Felsefe Grubu öğretmenliği yaptı. 2 Temmuz 1993 yılında Madımak Oteli’ndeki yangından yaralı kurtuldu. 9 Temmuz’a kadar komada kaldı. 9 Temmuz 1993 yılında yaşam savaşını kaybetti. Hem öğretmen hem şair Altıok. En ilginç yanı bu değil tabii. Şiirinin etkilenim bakımından çok çeşitli olması. 1976 tarihli ilk kitabı Gezgin’ de Servet-i Fünun çağrışımları göze çarpar. Özellikle Ahmet Haşim ve Ahmet Muhip Dıranas etkileri vardır. 1950-1960 yılların söyleyiş özelliklerini şiirinde taşıması açısından da asla eskimeyen İkinci Yeni çeşitlenmelerin arasındadır. 60 kuşağının romantik şairinin dili yalındır. Halk şiirinin biçimlerini kullanır, içeriğini de bol benzetmeli bol mecazlı hatta bazen anlaşılması çok güç biçimde doldurur. Yerleşik Yabancı (1978) ‘da bulunan şiirler tek bir şiirmiş izlenimi verir.-Daha sonra Didem Madak’da da görülür bu tarz- 1979 ‘da ise Kendinin Avcısı’nda kendine özgü söyleyişler bulunur. Buradaki ses romantik olduğu kadar acılı ve bir o kadar da yalındır. Ayrıca 2008 yılından beri Kırmızı Yayınları tarafından adına verilen şiir ödülü vardır.2014 Şiir Ödülü Gülten Akın’a verilmiştir. Albüm : Saygı duruşu niteliğindeki albüm 2 Temmuz 2014 tarihinde piyasaya sürüldü.

Metin Altıok’un sesinden Kor Düşseydi şiirini dinliyoruz başlarken. ‘’Sen bana bir gurbet sundun/ buğulu çocuk gözlerinde/ öptüm başıma koydum/ sevginin solgun güzelliğiyle ‘’ dizelerini yıllar sonra onun sesinden duymak ne hoş… Fazıl Say, Grup Gündoğarken, Sezen Aksu, Mazlum Çimen, Güneş Duru, Candan Erçetin daha kimler kimler var bu saygı duruşunda. Ama bazı sesler var ki şiiri yaşatıyor. Şiirin özüne saygısızlık etmeden, dinleyiciyi sıkmadan, sanki sizin can damarınızı bulmuş gibi… Candan Erçetin’in seslendirdiği Tamah şiiri örneğin. Sesine çok yakışmış öncelikle söylemeliyim. Yüreğinizin menzilini kaybettiriyor, boz bulanık kuyuya atıyor. Bir seferle yetinmeyip tekrar tekrar dinletiyor kendini. Bir süre sonra fark ediyorsunuz ki şair ömrünü bu kısacık şiire sığdırmış. ‘’Kırmızı gül giderayak sende kaldı tamahı / kırmızı gül giderayak sende kaldı muradım’’ Bir diğer şiir Demet Sağıroğlu’nun sesiyle hayat bulmuş Baharat Yollarında. Bu şiir bana İkinci Yeni etkisini hatırlatıyor. Şiirdeki ‘’yuğrulmuş yüreğim/tuz,biber ve kimyonla’’ dizeleri düşündürüyor bunu. Halk arasındaki deyimleri şiire sokmak Garipçilerle başladı ama böylesine olağan bir şekilde anlatılması bana Edip Cansever havası sezdirir. Tabii ilk üç dizeyi de okuyunca kendine has üslubu fark ediliyor. Baharat yollarında uzun yollar kara gecelerde sevgi taşır Altıok. Bu garip yolculukta çoğaldıkça çoğalır. ‘’Evvel bir idim/şimdi milyonla’’ Diğer şiir Orhan Alkaya ile Mehtap Meral ‘ın beraber seslendirdiği ‘’İzin Verin De.’’ ‘Bu dünyada kuytu gövdesini saymazsak eğer sığınacak başka bir yeri olmayan‘ Metin Altıok


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dizeleri önce Orhan Alkaya’nın sesinden kulaklara ulaşıyor. Sanki bir şey açıklamak ister gibi bir havası var Alkaya’nın,şiiri öyle okuyor;bir yanlışı düzeltmek bir konuya açıklık getirmek niyetinde sanki. ‘’Ben yaşama da, ölüme de inandım; / Tamamlarlar sanırdım eksiklerimi./ Çarşıları hep birlikte gezerdik / Biri dostumsa, sevgilimdi öteki./ İkisinin adını yan yana andım.’’ Meral’in sesinden dinliyoruz ardından kendine has yorumuyla. Bu kadar güzel miydi bu şiir yoksa bu ikili ile mi güzelleşti? Karar veremiyorum. Ogün Sanlısoy “Sonra Git” şiirini yorumlamış. Şiirin kendisi güzel buna eminim ama Sanlısoy da kendi yorumunu katınca her şey değişmiş. Büyülüyor nedense beni.Altıok şiir de ‘’sonra git yeni bir aşkı bulmaya’’ derken ne hissediyordu bilmiyorum ama Ogün Sanlısoy’un şiire yürekten inandığı kesin. Suyla hesaplaşıyor, rüzgara yüzünü dönüyor; cesedini yokluğun kıyısında buluyor. Bunları yap diye tembihliyor ama kime ? Kendine mi,size mi ? Muamma. Havı Dökülmüş Sevincin Çiğdem Erken’in hem vokali hem de piyanosuyla eşlik ettiği parça. Onunla beraber Birsen Tezer ve Umay Umay’ da var. Çok sevdiğim bu üçlüyü birleştiren şiiri önceden sevmeye şartlanmışım zaten. Kendinin Avcısı kitabında yer alıyor bu şiir. Metin Altıok üslubunun/şiirinin tam olarak yerleştiği kitap. Şiirde de kendini belli ediyor. Soğuk günlerde çok uzaklardan uzanan bir

dost eli gibi. ‘’Dilimin ucunda ismin/somunu yitik bir vida/düştü düşecek yüreğim/biran önce gel buraya/karpuz kavun yiyelim.’’ Umay Umay şiirin son dizelerine sesiyle hayat veriyor. Batıp çıkıyoruz onunla beraber, iyi yüzemesek de. En sona sakladığım, dinlemelere doyamadığım şiir: Hançerin Sapı. Grup Yorum solistlerinden Hilmi Yarayıcı, Rumeli türkülerinin sesi Yasemin Göksu sesleriyle şiiri yaşatıyorlar. Şiirin orijinaline sadık kalınmamış maalesef. Çoğu şiir bestelenmeye elverişli değildir, ufak değişiklikler yapılır bu yüzden. Müzik bana baharı anımsatıyor. Neşeli bir melodi geliyor. Yasemin Göksu’nun sesi doluyor kulaklara. Şiirin en güzel yeri için hazırlık yapıyor. Tam alışmışken Hilmi Yarayıcı o en güzel yer için giriyor şarkıya ‘’ben seni yalansız bahar gibi sevdim/sevgi adınaydı milis beraberliğimiz’’ diyerek başlıyor. Albümdeki en başarılı parça bana kalırsa.- Fazıl Say’ın Mazlum Çimen’in Vedat Sakman’ın dışında – Yine bir şey anlatma halleri içerisinde şarkıyı söylerken. Sizi içine çekiyor. Diyorum ki içimden bir şiir ancak bu kadar şarkı olabilirdi… Albümde sürpriz var. Metin Altıok’un ‘Kimliksiz Ölüler’ adlı şiirine Mirady’nin Kürtçe ve Kardeş Türküler’in ise Zazaca yaptığı besteler. Albümün kapanış şiirine uygun bir sürpriz bence. Ataol Behramoğlu şiiri ile Zülfü Livaneli veda ediyor,diyor ki ; ‘’Yaşamak görevdir yangın yerinde

yaşamak insan kalarak’’

Işık Selin Orhuntaş


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEYAZ PERDE’ den Afra Nur Akkayalı


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İncir Çekirdeği Dergisi, bu ay sizlere Dünya edebiyatına yön vermiş yazarların hayatlarını ele alan bazı filmleri sunuyor.

CAPOTE

uzadıkça, Amerikan edebiyatının önemli eserlerinden “In Cold Blood” (Soğukkanlılıkla) adlı romanın da temeli oluşur.

AŞKIN SON MEVSİMİ

Capote, 2005 ABD yapımı biyografik filmdir. Film Gerald Clarke'in biyografi kitabı Capoteden esinlenilmiştir ve Truman Capote ismindeki bir muhabirin hayatını anlatmaktadır. 1959 yılında, “The New Yorker” dergisi için muhabirlik yapan yazar Truman Capote'nin dikkatini gazetesindeki bir makale çeker. Yazıda, Kansas eyaletinde işlenen bir cinayet ve aynı aile mensubu dört kişinin öldürülmesi anlatılmaktadır. Capote, daha önce buna benzer çok haber okumuştur ama bu olayda onu çeken bir şey vardır. Derginin yazı işlerini de ikna ederek, olayı araştırmak üzere kendisi gibi dergiye yazan çocukluk arkadaşı Harper Lee ile beraber olayın geçtiği yere doğru yola çıkarlar. Bu olayın, geçtiği kasaba üzerindeki etkilerinden, görgü tanıklarına ve polis raporlarına dayanarak yazılan öykü, katil zanlıların yakalanması ve ölüm cezasına çarptırılması ile Capote’nin sanıklarla yaptığı görüşmeler ve nihayetinde onlara destek olmak istemesi ile

Aşkın Son Mevsimi (Özgün adı: The Last Station) Alman yapımı biyografik film. 1910 yılında 82 yaşındayken bir tren istasyonunda zatürreden can vermiştir Tolstoy. Jay Parini'nin romanından uyarlanan filmde, Tolstoy ile 48 yıllık karısı Sofya arasındaki karmaşık aşkın son yılındaki hikâyesine tanık oluyoruz. Helen Mirren, filmdeki rolüyle En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilmişti. Tolstoy rolünü ise Christopher Plummer canlandırmıştı.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SYLVIA

2003 İngiltere yapımı biyografik film. Yetenekli bir şair olan Sylvia Plath, edebiyatçı Ted Hughes'la tanışır ve aralarında bir yakınlaşma başlar. Sylvia ile Ted bu birlikteliklerini evliliğe taşır. Ancak evliliğin ardından Ted'in hırs ve arzuları, Sylvia'nın yeteneklerini ortaya çıkarmasını zorlaştıracaktır. Ted, ününü giderek artırır ve evliliğinde sorunlar başlar. Çift, durumu düzeltmek için bir çocuk yapmaya karar verir. Ama Sylvia, kendini depresyonun içinde bulur. Bu yaşadığı sıkıntılar onu şiirde büyük başarılara taşıyacaktır.

BECOMING JANE

(Türkçe çev.: Aşkın Kitabı) Beyaz dizi serilerinin unutulmaz yazarı Jane Austen'in, gençliğinin ilk baharının hikayesi... Zengin bir erkek ile bir evlilik yapmayı kariyeri için hayati bir mesele olarak gören Austen, fakir bir ailede yetişmiş olmasına rağmen yazarlık konusunda farkedilmesini sağlayacak denli etkili yeteneklere sahiptir. Fakat bu yeteneklerin bir kadın olarak toplumda hiçbir değeri olmadığı düşüncesi dayatılmaktadır. Herşeye rağmen, kendini gösterebileceği tek yolun zengin Wisley ile evlenmesi olduğu düşüncesine karşı çıkmak ister. Ailesinin tüm baskılarına direnen Jane, yetenekli genç avukat Tom Lefroy ile tanışacak ve bu kendine güvenli genç adamla birbirlerine olan aşkları, sahip oldukları herşeyi bir kenara iterek yeni bir hayata başlamaları için büyük bir cesaret verecektir. Hiç evlenmemiş ve son derece soğuk bir kadın olarak tanınan İngiliz yazar Jane Austen’ın olgunluk dönemi eserlerine ilham olan 20’li yaşlarında yaşadığı tutkulu bir aşkın hikayesini anlatan Aşkın Kitabı’nda başrollerde Anne Hathaway ve James McAvoy gibi oyuncular yer alıyor.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KÜÇÜK KÜLLER

Küçük Küller ( Little Ashes ) konusu : Sene 1922. Madrid geleneksel değerlerin, caz, Freud ve yenilikçiliğin tehlikeli etkileri arasında bir meydan okuma savaşı vermenin eşiğindedir. Salvador Dali, büyük bir sanatçı olma tutkusuyla 18 yaşında üniversiteye girmiş, onun bu utangaçlığının ve coşkulu göstermeciliğinin garip karışımı, üniversitede sosyal tabakadan iki kişinin dikkatini çekmiştir; Federico Garcia Lorca ve Luis Bunuel. Salvador kısa sürede bu ikilinin arasına çekilmiş ve ayrılmaz bir üçlü oluşturmuşlardır. Fakat zaman geçtikçe Salvador Federico’ya karşı güçlü bir çekim hissetmiştir.Bu sırada Luis kendi başarısını elde etmek için Paris’e gitmiştir. Film üçlünün gençlik dostluklarını, farklı yönden ilişkilerini ve kendi dallarında nasıl başarılı olduklarını konu almaktadır.

TUTKUNUN ŞAİRLERİ

Tutkunun

Şairleri

İngilizce: Total Eclipse, Agnieszka Holland'ın 1995 yapımı biyografik filmi. Konusu: Fransız şairler Arthur Rimbaud ile Paul Verlaine'ın eşcinsel hayatı, Paris'te ve Brüksel seyahetleri sırasında yaşadıkları anlatılır. Film biyografik bir yapı içerisinde Rimbaud üzerine yoğunlaşmıştır ve hayatından bir kesit sunar. Verlaine Rimbaud'u silahla yaraladıktan sonra ilişkileri kopar ve Rimbaud Etiyopya'ya (Habeşistan) gitmeden önce sadece bir kere Verlaine ile görüşür.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Merve BAŞOL

Zübük Yazar: Aziz Nesin

Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. (...) Benim için şimdilik tek amaç, burdan kurtulmak. Ama gerçekten zübüklerden, kendi zübüklüğümüzden kurtulabilecek miyiz? İşte bu soruya cevap veremediğim için nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Yeni gideceğim yerden sana mektup yazar, önce kendi zübüklüğümden kurtulup kurtulamadığımı anlatırım.”

Notre Dame’ın Kamburu Zübük ya da tam adıyla Zübük - Kağnı Gölgesindeki İt, Aziz Nesin'in en önemli romanlarından biridir. 1980 yılında Kemal Sunal'ın başrolünde oynadığı Zübük filminin senaryosu bu kitaptan uyarlanmıştır. Özü itibariyle, Türkiye'de siyasetin ve siyasetçilerin yükseliş öyküleri yoğun bir karamizah diliyle anlatılmıştır. “Zübükzâde İbraam”'ın halkı kandırmasına rağmen önce belediye başkanı, sonra milletvekili seçilmesi, hiçbir vaadini tutmamasına karşın desteklenen adam olması kitabın konusudur. “Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.

Yazar: Victor Hugo Notre Dame'ın Kamburu, Victor Hugo'nun 1831 yılında yayınlanan ve Fransa’da krallık döneminin karanlık günlerinden kesitler sunan romanıdır. Romanın tamamlanması yaklaşık 6 ay sürmüştür. Okunması gereken evrenselleşmiş bir kitap olup dünya klasiklerinin başyapıtlarındandır. Notre Dame'ın Kamburu, Hugo'nun en parlak dönemlerinden birinde yayımlandı. 1831'de yayımlanan Notre Dame de Paris'in roman kahramanlarından biri öylesine etkili oldu ki Notre Dame'ın Kamburu adıyla tanındı. Victor Hugo bu romanda insanların yaşamında kaderin yerini ve yoksulluğun insanı


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

köreltmediğini ortaya çıkarmıştır. Roman hem yazarın ülkesinde hem de dış ülkelerde oldukça sevilmiştir. Çoğu dillerde çevirileri yayınlanmış, ayrıca filmi de çekilmiştir.

"O ve Ben"le birlikte Necip Fazıl mevzuunda anahtar olmak hususiyetiyle de ayrı bir değer kazanan eserde, "Bâbıâli, Tanzimat sonrası, her an oluş veya bir türlü olamayış buhranları içinde kıvranan Türk cemiyetinin boğaz anaforu; şahıslarsa aynı damga altında gelip geçen ve akıp giden dalgacıklar…" anlatılmaktadır. O ve Ben ile Bâbıâli, Necip Fazıl'ın "hayat hikayesi bütününün, birbirinde tekrarlanmayan iki ayrı dilimi…"

19. yüzyıl başlarında Paris şehir planlamacıları Notre Dame Katedrali'nin bakımsızlığından ötürü katedrali yıktırmak istemişlerdir. Ünlü Fransız yazar Victor Hugo, halkın ilgisini buraya çekmek ve katedralin yenilenmesini sağlamak için Notre Dame'ın Kamburu adlı romanını yazmıştır. Roman, Notre Dame Katedrali'nin yenilenmesinde büyük rol oynamıştır.

Bâbıali Yazar: Necip Fazıl Kısakürek Bu kitap, Necip Fazıl'ın Türk entellektüeller muhiti Bâbıâliyi, bizzat merkezinde olarak şahıs şahıs bir kıymet hükmüne bağladığı, kendini ise acımasız bir nefs muhasebesine tâbi tuttuğu otobiyografik eseridir.


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DÖRT İŞLEM Hiçbir zaman matematikle aram iyi olmadı benim . Hesapsızdı her şeyim çıkarsızdı sevgilerim. Sonra bir gün öğrenmeye karar verdim dört işlemi. Değer verdim insanlara, toplama yaptım karıştım kalabalıklara. Sonra hayatımdan çıkarmaya başladım çıkarları olanları. Artılar eksileri götürdükçe kazandım tecrübeli yalnızlıkları. Vazgeçtim... Birbirine düşünce insanlar, Her şey eşit olsun istedim. Böldüm her şeyi dört eşit parçaya. Bu seferde faydası olmadı payın paydaya. Vazgeçtim... Attığım sesiz çığlıklarda boğulurken, Son bir defa çarpıp çoğaltmak istedim umutlarımı. Fazla değer verme dediler hiçbir şeye. Sıfırla çarpınca. Ben yine vazgeçtim...

Sevil Batan


fotoğraf Aybige Akdağ

“Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç” Turgut Uyar


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kütüphanem Odama yeni geldi. Diğer eşyalar ve ben önceleri biraz yadırgadık ama sonradan bu munis, çilekeş, güzellikten nasibi olmayan tahta yığınına alıştık. Hatta ben sevmeye bile başladım. Acımayla karışık bir duygu... Epey yaşlanmış, güngörmüş bir kütüphane. Ama insanlar gibi onların da şanslıları

şanssızları var. Kimileri koskoca köşklerde parlak cilalı yüzleri, ağır renkli kitaplarıyla başköşede durur. Kimi de rutubetli bir evin bodrum katında gençliğini, tüm güzelliğini yitirir. İşte benimki de bunlardan biri. Rafları şişmiş, eğri büğrü vücutlarıyla dışarı fırlamak istiyormuş gibi bir hal almış, yıllar evvel giydiği kahve renkli elbise artık solmuş, hali kalmamış. Ortası biraz kırık. Geçende iyice yarıldı. Bir umut tekrar onardım. Şimdi iyi. İlk günler odanın bir köşesinde sessizce, umutsuzca bekliyordu ama şimdi kitaplarımı raflarına dizince tekrar canlandı. Çürümüş tahtaları toprakla beslenen ağaçlar gibi taptaze gencecik oldu. Anlamadım, çünkü bu ciltleri parlak güzel kitaplarımın onu beğeneceklerini hiç sanmıyordum ama bir gün gizliden şahit oldum. Bu zavallı ihtiyarla aralarında tatlı bir arkadaşlık doğmuştu. Kütüphanem onlara anılarını anlatıyor benimkiler de can kulağıyla dinliyorlardı. Hatta bu sohbete üstündeki kadife örtü, saat, çerçeve hepsi katılmışlardı. Gözlerim doldu içimde tatlı bir mutluluk duydum. Bu yıllanmış ihtiyar kütüphane ömrünün son birkaç yılını hiç değilse hep özlemini çektiği kitap kokularıyla mutlu geçirecekti.

Filiz Öztekin 12 Yaşındaki küçük okuyucumuzdan...


Kasım’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.