İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:23

Page 1


İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni E

Ayşe Bengisu Akdağ

Sultan Demirtaş

Yazı İşleri Müdürü

Editör

Sırdem Kemiksiz “Dağın uykusuna, kuşun gözüne, Sabahın sesine, taşıdım seni. Kerem’in yaralı, ince dizine, Irmağın yasına taşıdım seni.”

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Ülkü Tamer

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Berkay Avcı Muhammed Kırvar

Özel Yazar Şeref BİLSEL Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

EDİTÖRDEN... Değerli okuyucularımız… Şubat sayımız bir yenilik ile karşınızda. Bildiğiniz gibi her ay dosya konusu altında ele aldığımız tek bir şahsiyet olurken bu ay dergimizin sayfalarında sizleri bir yazar ve bir şair dosyası karşılıyor. İşte bu şahsiyetler, ölümünün otuzuncu yılında Tezer Özlü ve doğumunun yetmiş dokuzuncu yılında Ülkü Tamer. Işık Selin Orhuntaş Tezer Özlü’nün sanatı ve eserlerini, Tuğçe Erkol ise Tezer Özlü ve Batı edebiyatı ilişkisini kaleme aldı. Ayşe Bengisu Akdağ da Tezer Özlü’den hareketle “hastalık ile edebiyat”ın bağını yazdı. Ülkü Tamer dosyamız için ise Begüm Çalışkan sizler için İkinci Yeni şiirini ve Ülkü Tamer’i ayrıntılı bir şekilde tanıttı. Ayrıca Ülkü Tamer’i anlatan yazısıyla dergimizi onurlandıran değerli şair Şeref Bilsel’e de teşekkür ederiz. Mitoloji serisinde ise Busenur Aslan bu ay Antik Yunan’dan Persler’e uzandı. Kübra Tarakçı Hollanda’dan Book Mountain Kütüphanesi’ni anlatırken tiyatro köşemizde de “Tersine Dünya” adlı oyun tanıtıldı.

İletişim

Şairlerimizin şiirleri okunmak için sizleri beklerken misafir köşemiz ve kitap tanıtımlarımız her zamanki yerinde yine sizlerle…

incircekirdegidergisi@gmail.com

Unutulmamalı ki okumanın yeri bambaşka…

facebook.com/incircekirdegidergisi

Okunmayı bekleyen İncir Çekirdeği ile sizleri baş başa bırakıyorum.

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Okuyun, güzel kalın.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Cama Vuran Bahar Dalı: Tezer Özlü / Işık Selin Orhuntaş Tezer – Kafka – Pavese Üçgeni / Tuğçe Erkol Hastalığın Pençesindeki Edebiyat: Tezer Özlü / Ayşe Bengisu Akdağ Tezer Özlü’ye Armağan Kitabından Yeni Gezi Yazısı: Yaşamın Ucuna Yolculuk / Işık Selin Orhuntaş Anlamak – Şiir / Sema Keser Mitoloji Pusulası – İran Mitolojisi / Busenur Aslan Âh u Zâr – Şiir / Süleyman Erkut Aferin Virgül Sana – Şiir / Ülkü Tamer İki Kere İnci: İkinci Yeni / Begüm Çalışkan Ülkü Tamer Şiiri İçin: “Bir Hançerin Paslanırken Çıkarttığı Gürültü” / Şeref Bilsel Antep’te Bir Ülke: Ülkü Tamer / Begüm Çalışkan Bekliyorum – Şiir / Sema Keser İnziva Köşesi: Arkadaş-lık / Muhammed Münzevî Dünya Kütüphaneleri: “Book Mountain” / Kübra Tarakçı Bir “Kutlu” Yolculuk / Hilal Akarslan

Yakın Doğu’nun Uzak Gurbeti – Şiir / Muhammed Münzevî Gurbette Nal Sesleri – Şiir / Berkay Avcı Veda – Şiir / Cedid Tiyatro: “Tersine Dünya” / Sultan Demirtaş Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Ev Üzerine Düşünceler- II / Muhammed Kırvar “…” – Şiir / Lokman Sevinç Perilerin Diyarı İstanbul / Mehmet Altınova Kırım – Şiir / Pınar Çaylak Yine Sensiz: Tamirci Çırağı / Sırdem Kemiksiz Terzi – Şiir / Muhammed Münzevi Fotoğraf / Aybige Akdağ


ŞUBAT’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS

Behramoğlu, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Ertan Mısırlı, Haydar Ergülen, Sennur Sezer, Tarık Günersel’den oluşan seçici kurul, Erbaş’ı ödüle “Pervane”, Erdem’i ise “Pas” isimli kitabıyla layık gördü.

OSCAR’DA EDEBİYAT RÜZGARI TÜRK DİL VE EDEBİYATININ ACI KAYBI: TAHSİN YÜCEL

DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ Ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca anısına bu yıl ilk kez verilen şiir ödülleri 26 Ocak’ta düzenlenen törenle sahiplerine takdim edildi. Törende Şükrü Erbaş ve Ömer Erdem ödül aldı. Ataol

eleştirmen ve çevirmen olarak tanınıyordu. Yücel’in Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Yeryüzü, Beraber ve Mavi gibi dergilerde öyküleri yayımlandı. Uçan Daireler, Haney Yaşamalı ve Düşlerin Ölümü adlı öykü kitapları çıktı. Öykü ve roman dışında, Yazın, Gene Yazın ve Tartışmalar başlıklı deneme kitaplarıyla dikkat çekti.

Yazar Prof. Dr. Tahsin Yücel 83 yaşında hayatını kaybetti. Araştırmacı kimliğiyle tanınan Yücel'in öykü, roman, deneme, anlatı, inceleme, derleme alanında pek çok eseri bulunuyordu. Ayrıca Türkiye'deki göstergebilim çalışmalarının öncüsü kabul edilen usta isim, edebiyat dünyasında öykücü, roman yazarı, deneme yazarı,

Bu yılın Oscar adayı filmlerinin çoğu edebiyat dünyasından sinemaya taşınan öykülerden oluşuyor. 28 Şubat'ta sahiplerini bulacak olan 88. Akademi Ödülleri'nde 'En İyi Film' kategorisinde yarışacak sekiz filmden beşi roman uyarlaması: 'Büyük Açık' (Big Short), 'Marslı' (The Martian), 'Gizli Dünya' (The Room), Diriliş (The Revenant) ve 'Brooklyn'. Dolayısıyla Oscar’ın hangisine verileceği sinemaseverler kadar edebiyatseverleri de heyecanlandırıyor.


ŞUBAT’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ Handan İnci, Metin Önal Mengüşoğlu, İhsan Deniz, Prof. Dr. Mehmet Tekin, Alim Kahraman ve Arzu Çağlar. Birinciye 10 bin lira, ikinciye 7 bin 500 lira üçüncüye 5 bin lira ve mansiyon kazanan 2 yarışmacıya 2 bin 500 lira ödül verilecek.

ise sektörün yüzde 1'ine karşılık geldi. Sadece 2015 Aralık ayında 24 milyon 393 bin 462 kitap yayımlandı.

AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT YARIŞMASI Osmangazi Belediyesi tarafından geleneksel olarak düzenlenen 'Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması'nın startı verildi. Bu yıl deneme dalında yapılacak yarışmaya katılmak isteyenlerin eserlerini 22 Nisan'a kadar Osmangazi Belediyesi'ne teslim etmeleri gerekiyor. 'Bursa'da Zaman' şiirinin yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar adına ilki 2001 yılında 'deneme' dalında düzenlenen edebiyat yarışması, geçen 15 yıl zarfında Türk edebiyatına birçok eser ve yeni isimler kazandırdı. Yarışmanın jüri üyeleri Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr.

2015’TE YAYIN SEKTÖRÜNDE BÜYÜK ARTIŞ 2012 yılından itibaren yayımcılık sektörünün bandrol talebini karşılayan tek kurum olan Yayımcı Meslek Birlikleri Federasyonu (YAYFED), 2015 yılında yayımlanan kitaplarla ilgili verileri açıkladı. 2015 yılında 384 milyon 54 bin 363 adet kitap basıldı. Basılan kitaplar

arasında yüzde 55'le en büyük pay eğitim kitaplarında olurken, onu yüzde 17'yle araştırmainceleme kitapları izledi. akademik kitapların basımı

MACAR TÜRKOLOG GYÖRGY HAZAİ 84 YAŞINDA VEFAT ETTİ (30 Nisan 1932, Budapeşte – 7 Ocak 2016, Budapeşte) Dünyanın pek çok ülkesindeki üniversitelerde Türkoloji alanında araştırmalar yapan Hazai, Macaristan’ın başkenti Budapeşte'de vefat etti. Hazai, Berlin Üniversitesinde Uygur Yazmaları'nın basılması için oluşturulan kurulun başkanlığını yaptı. Hazai, 1983 yılında Türk Dil Kurumu şeref üyeliğine seçilmişti. 2014 yılında da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından "Liyakat Nişanı" verilmişti.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cama Vuran Bahar Dalı

Işık Selin Orhuntaş

Tezer Özlü Kimdir ? Nedir ?

Bir Arkadaş Niçin? Aşağıda yatıyorum Sokağa bakan pencerenin orda Bir ses birden olmaz bir olay oluyor Kulağımın dibinde Bir bahar dalı cama vuruyor Tezer... Can Yücel Türk Edebiyatının gamlı ya da nostaljik prensesi. YKY onu tanıtırken bu lakabı kullanıyor. İçinde var olmanın dayanılmaz ağırlığını taşıdığı için belki de... Belki de bu evrene bir türlü sığamadığı için, bilemiyorum. "Gam" kelimesi ona yakışmıyor sanki. Var olmayla uysal bir kavgası olan kadın yazar için "gam" çok basit kalıyor. Sığındığı sözcükler bile onu anlatmaya yetmiyor.

Yazar Demir Özlü ile çevirmen Sezer Duru'nun kardeşi. 10 Eylül 1943 yılında Kütahya Simav'da doğar. Anadolu'da doğmasına rağmen hiç oraya ait hissetmez kendini. Köklerini aramaz. Avusturya Kız Lisesi'ni bitirir, yolculuk yapmayı ister hep. 1963 yılında otostopla Avrupa'yı gezer. Üç kez soyad değiştirir. Tezer Özlü; Tezer Sümer, Tezer Kıral, Tezer Marti olur. İçindeki sevgi Erden Kıral ile tutkuya dönüşür. Bu evlilikten kızı Deniz doğar. Ancak Erden Kıral'ı çok sevdiği halde ondan ayrılır. Burs alarak '81 yılında Berlin'e gider. Tezer Özlü'nün yazın hayatı için çevresinde gördüğü her şey malzemeydi. Şüphesiz en gerçek malzemeyi hastalığı nedeniyle yattığı İstanbul'un farklı hastanelerinin psikiyatri kliniklerinde topladı. "Çocukluğun Soğuk Geceleri" deliliğin sınırlarında gezdiği günlerle doludur. Ayrıca hastalığı sırasında en yakın Arkadaşı Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplar "Her Şeyin Sonundayım" adıyla Sel Yayıncılık Tarafından basılır. Edgü, bu mektupta yazan çoğu şey için "saçma" diyerek okurlardan özür diler. Özlü'nün hastalığı çok açık şekilde mektuplara yansır bu yüzden bazı kelimelerin anlamsızlığı göze çarpar. 18 Şubat 1986 yılında göğüs kanserine yenik düşer. Tek vasiyeti İstanbul'a gömülmemek olan yazarın Mezarı Aşiyan'da bulunur. Başında da bir ağaç.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hayatına dair ufak bir bilgi; Erden Kıral ve Yılmaz Güney'in Yol filmini çektiği yılları anlatan "Yolda" filminde Yelde Reynaud tarafından canlandırıldı. Oğuz Atay'ın dişisi olarak adlandırırlar Özlü'yü. Ne tesadüftür ki Hayalet Oğuz'ların aynı yaşta aynı ölüm tarzını paylaşırlar : 43 yaşında kanser. Tezer Özlü'nün gri renkli samimi anlatımı ilk kitabı "Eski Bahçe" ile okuyucularla buluşur. İlk roman ya da ilk "anlatı"ları " Çocukluğun Soğuk Geceleri"nden başlayarak kavgalı olduğu yaşamı, koridorlarından geçtiği, elektroşoklarına maruz kaldığı hastaneleri, hasta bakıcıların tacizlerini, doktorların genç ve güzel hastalarından faydalanma yöntemlerini, dahası deliliğin kıyısına geldiği günleri anlatır. (Bence bu kitabı özel yapan çocukluğun o saf günlerindeki cinselliği keşfetme anlarını yani özelini gayet açık bir şekilde paylaşmasıdır. ) Ölümle burun buruna gelir, onunla yüzleşir. Elektroşoklar yüzünden hafızasının bir bölümünü, yani anılarını kaybeder. Bu yüzden anıları hep ölüdür onun için. Ruhunuzu üşütecek kadar samimi bir otobiyografidir. Dikkatli okunduğunda hem toplumsal hem de kişisel yankılar ortaya çıkar. 70'li Yılların ordusuyla, milliyetçiliği ile dalga geçer. Alaya alınan yönler günümüz Türkiye'siyle benzerlik gösterir; içi boş inançlar. Sistemle hesaplaşan Özlü şöyle der: “Öğrendiklerimi unutacağım... Yalnız geceler de biter Çocukluğun Soğuk Geceleri de.”

"HERHANGİ BIR KENTTE VAROLUŞUN HERHANGİ BIR ZAMANINDA " Soğuk gecelerden Kaçış ancak gitmekle mümkün olur. Pazar günlerinin sıradanlığını anlatırken gitmek eylemiyle bitirir cümlesini. "Yaşamın Ucuna Yolculuk"a uzanır eylemler. Bu anlatısı ise " Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca yayımlanır. Yazar Tarafından dilimize daha sonra çevrilir.

Tren raylarında özgürlük başlar. Bırakılmışlığın tadı Berlin'in sokak rüzgarlarıyla gelir. Daha sonra rota Hamburg- Prag- Viyana- Niş- ZagrebTireste- Torino şeklinde ilerlerler. Aradığının ne olduğunu bilmez, neyin izinde olduğunu bilir: İntiharın ve bu duyguyu aşılayan yazarların. Prag'da Kafka,Trieste'de Svevo ve Torino'da Pavese... Yazarların mezarları başında varoluş sancısını duyumsar yine ama bu sefer ziyaretine geldiği ölülerin sancısıdır. Kaldığı oteller, diş ağrıları, uykusuzluk, kendini hatırlatan hastalığı ve yanından ayırmadığı intihar/ölüm isteği. İşin tuhaf yanı Özlü ölümün bir seçenek olmadığının farkındadır. Yaşama isteği de yoktur.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Boşluktadır. Kesik kesik derin cümleler okuyanı rahatsız eder, içini acıtır. (Bu kitaba daha sonra uzun uzun değineceğim.) Bir yazarı tanımanın en iyi yolu mektuplarını okumaktan geçer. Çünkü mektuplarda yazar kimliğinden sıyrılır, insan olur. Ferit Edgü'ye yazdıklarından sonra gerçek Tezer Özlü'yü "Leyla Erbil'e Mektuplar"da görürüz. Kanserle savaşan, yurtdışında kendine yeni bir hayat kuran, kendine aydınlık görevi yüklemiş burjuva şımarığının var olma mücadelesini görüyoruz. Mektupların çoğu Zürih'ten İstanbul'a gider. Sevgi dolu hitaplar özlem kokan satırlara karışır. Çok sevdiği kentin sokaklarını büyük bir heyecanla anlatır. İş oradaki hayatını anlatmaya gelince değişir. Hele oradaki Türk'lerden söz ederken yine kavgacı kadın olur. Türkler gittikleri her yere lahmacun kültürünü götürmüş, politikayla ilgilenenler kafayı yemiş. Nadir iyi niyetli Almanlar kütüphaneler kurmuş, okuma haftaları düzenlemiş ama Türkler her Fırsatı tepip yeşil camii yapmışlar. "Köklerimi hiç aramadım." deyişini hatırlatıyor bana. Bir yanda aydınlarını, yazarlarını tutuklayan, kitap yakan bir ülke diğer yanda kitaplara ticari mal gözüyle bakan başka bir ülke... Köklerini araman neyi ifade eder? İnsanlığa dair gözlemlerini sanki onlardan biri değilmiş gibi anlatır. Yeryüzüne katlanmanın tek yöntemi sözcüklere sığınmak onun için. Can dostu Leyla Erbil'e yazılan mektuplar onu tanımak için farklı bir pencere gibidir. Almanya'da yaşadığı dönemde çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı köşe

yazılarından oluşan kitap YKY tarafından basıldı. Yazar "Yeryüzüne dayanabilmek için" Edebiyatı seçtiğini Söyler. Ciddi üslubuyla eleştirilerini yapar. Yıllardır okuya okuya, geze geze, gözlemleye gözlemleye biriktirdiklerini satır aralarında sunar bize. Böylece Tezer Özlü'nün iyi bir okuyucu olduğunu da görürüz. Bize de böylesi lazım değil mi ? Kimisi 20 Yaşında başarılı kimisi de kendi olur. "Kimseyle yaşlanmak istemiyorum kendimle bile" diyecek kadar cesur bu kadın herkesin herkessiz yaşayabileceğini ondan "Kalanlar"la anlatır. Bu kitap özel hayatına derin bir yolculuk için günlüklerinden oluşur. Arka kapağındaki cümle dikkat çekicidir: Efsane sahibiyle yüzleşiyor. Sonsuz Ölümlerin


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sonsuz acıları aklın Bittiği yerler ile çıldırmanın sınırları hepsi "Kalanlar"da Saklı. Tezer Özlü'yü okuduğumdan beri huzursuzum. Çünkü biz edebiyatçılar yaşamın anlamsızlığı ile mücadele etmek için kendimize paravan bulmada ustayızdır. O'na dair anlatacak çok şeyim var yetersiz sözcüklerle. Yazıyı bitirirken Söylemek istediğim son bir şey var :

Kahrolası yeryüzünün en büyük yalnızıma intihar ne kadar da yakışırdı ! ‘’Bana verilen bu armağandan Çıldırıp yitmemek için İki kişi gibi kaldım Birbiriyle konuşan iki kişi’’ Edip CANSEVER


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tezer, Kafka, Pavese Üçgeni

Tezer’in ölüm yıldönümü nedeniyle bu ay dergimizde önemli bir kısmı ona ayırdık. Tezer’i okuyan insanların az çok bilmesi gereken isimler olduğu için, Tezer’i Tezer yapan değerlerden olduğu için Franz Kafka ve Cesare Pavese’ye değinmeden geçmek olmayacaktı. Kafka, Tezer’in orijinal dilinden okuduğu yazarlardan biri. Avusturya Kız Lisesi St. Georg’de okuması genç yaşında Kafka’yı tanımasına neden olur. Eserlerini okuduğu için büyük bir hayranlık duyduğu Kafka’yı kendisiyle içselleştirmek için Prag’a gitmek onun en büyük hedeflerinden birdiri. Siyasi durumundan dolayı aldığı bir ceza vardır Tezer’in. Cezası biter bitmez kardeşi Sezer’le beraber Avrupa’nın yolunu tutar.

Tuğçe ERKOL

Kafka’nın hayata tutunmak için en büyük amacıdır yazmak. Yazmanın ardına sığınır. Yazmak onun için bir varoluş mücadelesi haline gelir. Çünkü eski asker olan heybetli görünüşlü babasının yanında kendisini değersiz hisseder, hatta ezilir Kafka. Tezer’i ise anlamazlar. Onun düşüncelerini, sanatını anlamazlar ya da anlamak istemezler. İçinde bulunduğu ruh halini duyanlar ya da bilenlerin rahatlıkla “deli” diye nitelendirebileceği birisi çünkü Tezer. Hayata tutunabilmek için insanların arasında olmak için istemediği şeyleri bile yapmak zorunda kalır. En basiti belki de giyimi kuşamını onlara uydurması. “Aranızda olmak için giyiniyorum. İyi giyiniyorum. Siz iyi giyinenlere, iyi yer verirsiniz çünkü.”

“Kafka ile yaşamak acınacak güncelliğimizin en büyük umudu…”

Bunu bile yazmış Tezer. Çünkü anlamamışlar. Anlamak istememişler onu da tıpkı Kafka gibi.

İçinde yaşadığı dönemin sosyal ve siyasal koşullarına uzak kalmayan Tezer, onunla buluşmanın umudunu taşır içinde. Çünkü bilmediği uzaklara gitmek onun için bir kaçış noktası. Kafka’nın hayatına da baktığımız zaman birçok benzer noktayı görürüz. Kafka’nın babası tıpkı Tezer’in babası gibi despot bir baba modeli. O despot yapısının altında yaşamak her türlü baskıdan kaçmak ister. Her ikisi de bu nedenle annelerine daha düşkün olurlar.

Kafka Prag’dan kaçmak ister. Ama onun her kaçışı çok büyük bir özlemdir. Geri dönmek durumundadır o. Prag’la aralarında resmen bir nefret ve aşk ilişkisi vardır diyebiliriz. Tezer ise hiç gitmediği uzakları özler. Hiç gitmediği uzakları özlemek, geri dönmemek, oralarda her şeyin daha iyi olacağını düşünerek gitmek, anlaşılacağını, tutunabileceğini düşünerek gitmek… Kafka’nın yazdığı eserler tiyatroya, sinemaya, edebiyata derinden etki etmiştir. Aynı


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

şekilde Tezer’in eserleri de daha sonradan oyunlaştırıldı. Ayrıca sosyal medyanın gelişmesi nedeniyle hem Kafka’nın hem de Tezer’in adı daha çok duyulmaya başladı. Tabi bu kullanımların onların edebi değerini düşürmesi ya da daha çok insana ulaştıkları için daha yüksek yerlere ulaşması farklı çevrelerce tartışılır bir konu.

eserlerinde, Pavese’nin metinlerinde konu aldığı, yaşadığı ve öldüğü topraklara yapılan bir yolculuk anlatılmıştır. Ancak, Tezer, Pavese’yi edebi olarak beğenmenin yanı sora metinlerinin kurgusunu, sözcük seçimini, kullandığı anlatım tekniklerini kullanmayı deneyerek Pavese’nin günlüklerindeki havayı yakalamak için çabalamıştır.

Ve son olarak her ikisi de anlaşılmadıkları bu dünyada çok uzun süre bulunmadılar. Her ikisi de bu dünyadan 40’lı yaşlarının başında çağının ince hastalığı ile öldü. Kafka veremden; Tezer ise göğüs kanserinden.

Tezer’de ve Kafka’da var olduğunu yukarıda belirttiğimiz hayata tutunmak için yazma, varoluşunu kanıtlamak için yazma durumu Pavese’de de gözler önüne çıkar. Hatta onun bunu daha çok kullandığını görürüz.

Diğer bir isim ise Cesare Pavese oluyor. “Pavese’nin doğduğu gün doğduğumu şaşırarak öğreniyorum: 9 Eylül. Ben gece yarısından sonra. Ama Anadolu’da gece yarısı geçtiğinde St. Stefano Belbo’da henüz belki gece yarısı olmamıştı. Aynı gün aynı yıl değilse de…” Sadece okuyucusu değil, Tezer de kendisini Pavese ile özdeşleştirmek ister. Ona soranlara da soruyu çok bunlardan biri

sürekli olarak neden yazdığını bir cevabı vardır kendisinin. Bu sevdiği üç yazarla açıklar ki tabii ki Pavese.

“İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim. “Bunu yaptım, yedim, içtim.” demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu.” Tezer’in hemen her kitabında onun alıntıları ya da epigrafları bol miktarda mevcuttur. Ama genel olarak sadece Pavese’nin değil Kafka’nın, Svevo’nun ve Batı’ya yön vermiş birçok modern yazarın alıntılarıyla doludur onun kitapları. Tezer’in Yaşamın Ucuna Yolculuk adlı eserinde şöyle bir not vardır. “Metinde yer alan tüm Pavese’den alıtılardır.”

italikler

Cesare

Tezer’in edebi açıdan en çok beğendiği kişidir İtalyan yazar Pavese. Öyle ki, Yaşamın Ucuna Yolculuk ve Zaman Dışı Yaşam

Pavese’de bulunan intihar eğilimi, Tezer’de de vardır. Ancak Pavese, Tezer’in yapamadığını yapmıştır ve intiharından önce “Artık sabahı da kaplıyor acı…” diye günlüğüne not düşüp 21 tane uyku ilacı içerek intihar etmiştir. “Yazmayacağım, artık eylem!” diye bir not bırakarak yollara düşer Pavese. Bilmediği uzakları özleme durumu Tezer’de de vardır. İntiharını ve bilinmezliğe doğru yaptığı seyahatleri düşünürsek Pavese’nin Tezer’e göre biraz daha eylen adamı tipinde olduğunu söyleyebiliriz. Sonuçta yapak istediklerini yapmıştır Pavese. Tezer ise eyleme geçememiştir. Ayrıca her ikisi de yaşadıkları toplumun sosyal ve siyasal olaylarından fazlasıyla etkilenip eserlerine bunu yansıtmıştır. Pavese ve Tezer arasındaki ilişki postmodern edebiyat açısından incelenen, ele alınan bir ilişki olmuştur. Bu ilişki üzerine akademik çalışmalar da yapılmıştır. Ayrıca Tezer’i anlamak için Pavese’yi okumak da bir yol olacaktır.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hastalığın Pençesindeki Edebiyat:

Ayşe Bengisu Akdağ

Tezer Özlü Plath'in, Ahmet Haşim'in, Peyami Safa'nın ve Tezer Özlü'nün kaldığı gibi. Hastalık, ‘Yaşamın karanlık yüzü, gecesidir.’ diyor kendisi de hastalıktan göç etmiş biri olan Amerikalı yazar Susan Sontag, hastalık ülkesine göç edip oranın neye benzediğini anlattığı “Metafor Olarak Hastalık” kitabında. Yaşamın karanlık yüzü... Ucuna yolculuk edilen yaşamın, soğuk odalardaki karanlık yüzü... İşte bu odalardan birinde solan bir çiçek Tezer Özlü...

Hastalık... Türk Dil Kurumu sözlüğü tanımıyla "...sağlığın bozulması durumu, rahatsızlık, çor, sayrılık, illet, maraz, maraza..." Farsça kökenli bu kelimenin daha derinine inmek için Osmanlı Türkçesi Sözlüğü'ne bakıyorum; "zavallı, aciz, gönlü kırık, çaresiz". Ve devamında bir beyit: " Yâr su'āl etse ki hâlün nedür Hasta Fuzūlī ne virürsün cevāb" Bu ikinci tanım bizi fiziki hastalıktan çok, manevi-ruhi hastalıklara götürüyor. Gerçi, ikincisini ilkinin sonucu veya ilkini diğerinin bir sonucu olarak görmek de mümkün. Hangisi hangisine sebep ikilemde kalıyor insan tıpkı Virginia Woolf'un, Sylvia

Gerçek anlamda yazarlığın, hiç de akıl işi olduğunu düşünmüyorum. Hayran kalınan yazarların ruh hastalıklarının pençesine düştüğünü öğrenmek şaşırtmıyor beni. Hatta edebi güçlerini bu acıdan alıyorlar kanaatimce. Bu sebepten hiç bir zaman kendimi de ilerde yazar olurum diye düşünmedim, düşünemedim. Yazar olmak için fazla neşeli, baharı seven biriyim zira. Bu tabii ki bilimsel bir araştırma yapılmadan söylenebilecek bir şey değil belki ama Tezer Özlü de bunu kanıtlarcasına şu satırları yazıyor: "İnsan yazarlık hastalığını -az da yazsa-sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım." Yazarın Çocukluğun Soğuk Geceleri eserinde ana karakterin yatırıldığı psikiyatri klinikleri ve yaşadığı elektroşoklar, Özlü’nün geçirdiği hastalıklarla dönem olarak paralellik


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gösterir. Tezer Özlü’ye manik-depresif1 tanısı konmuştur. Aynı eserde, roman kahramanının genç yaştaki intihar deneyiminden sonra yatırıldığı bir psikiyatri kliniğinden çıkarılırken, diğer hastaların ona bakıp, “Çıkacağını sanıyor!” demeleri, düşündürücüdür. Özlü, bu kliniklerde daha uzun süreler yatırılacak, hastalığı yıllar içinde nüksedecektir. Kendisini tedavi etmek isteyenlerin, onur kırıcı muamelelerine uğrayacaktır. Kendisine verilen elektroşoku, giyotine benzeten Özlü, şok esnasında, “Bir an ölümün, bilinmeyenin, hiçin içinde” olduğunu belirtir. Ayrıca, Özlü’nün hastanelerde karşılaştığı aşağılayıcı muameleler, hemşire ve hastabakıcıların kullandığı alçaltıcı üslup ve takındığı küçümseyici tavırlar, yazarın bu hastanelerin insanı iyileştirmekten çok, daha da hasta edeceğini fark etmesini sağlar ve yazar, şu itirafta bulunur: “Beni iyileştiren ne şok ne de ilaçlar. Beni iyileştiren, bu kliniklere bir kez daha kilitlenme olasılığının verdiği büyük ve derin korku” Tezer Özlü gibi pek çok yazar hayatının belli dönemlerinde hastalıkların bedenlerini ve zihinlerini kemirmesinden şikayetçi olmuştur. Bu süreci kabullenme de Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde olduğu gibi yazarların eserlerine de yansımıştır. Hastalık ve edebi üretim arasındaki bu bağı keşfe çıkan araştırmacıların sonuçları da şaşırtıcı bulgular ortaya çıkarmıştır. 2002’de San Bernardino California Eyalet Üniversitesi’nden Dr. James Kaufman’ın 1629 1

Manik-depresif: Ahlak ve toplum setlerini kırmaya yönelen şiddetli bir coşkunlukla kendini belli eden akıl hastalığı. Tersi kendini suçlamak ve içine kapanmak biçiminde beliren melankolidir.

kişi arasında yaptığı araştırma şairlerin, özellikle kadın şairlerin ruh sağlığının diğer sanatçılara göre bozulmaya daha yatkın olduğunu ortaya koymuş. Kaufman’ın yaratıcılık ile ruhsal bozukluk arasındaki ilişkiye odaklanan çalışması da literatüre “Sylvia Plath Etkisi” olarak geçmiş. Aynı kökten çıkmış bir ağacın dalları gibi değil mi? Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Tezer Özlü… Tezer Özlü, çocukluğundan başlayarak anlattığı hayat öyküsünü içine düştüğü derin, karanlık kuyudan yazmaktaydı adeta. Bu kuyudan bize durmadan aile evinden gitmek isteyen küçük kızın, okulun yeknesak düzeninden bunalan genç kadının, kliniğe kapatılmak istemeyen deli kadının yankılanan çığlığı yankılandı. Yankılanıyor. Yankılanacak. “ölmek istedim, dirilttiniz. yazı yazmak istedim, aç kalırsın, dediniz. aç kalmayı denedim, serum verdiniz. delirdim, kafama elektrik verdiniz.”


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tezer Özlü’ye Armağan Kitabından… Yazarın ölümünden sonra kardeşi Sezer Duru tarafından hazırlanan bu kitapta, ünlü edebiyatçıların kaleminden Tezer Özlü’yü okuyoruz. HİLMİ YAVUZ / MUTTİ İLE HAYALET “Bilinen şuydu ki, Tezer bu kitabıyla ölüme doğru gidiyordu. Tıpkı, Christe Wolf’un Kassandıra’sında olduğu gibi : “Bu alıntıyla ölüme doğru gidiyorum” Bir farkla: Tezer, buna “ölüme” değil , “yaşamın ucuna yolculuk” diyecekti.” AHMET CEMAL / BİR “İNSAN”A DÖNÜŞ HİKAYESİ “Ve söyleyebilmek, yaşananı sözcüklere dönüştürebilmek, yaşamın temel gizini oluşturuyor.” … “Svevo,Kafka,Pavese bunlar insana yakışan yaşam adına insana ayrılıkların tümüne karşı çıkmayı simgeleyen üç ad.” SENNUR SEZER / TEZER ÖZLÜ’NÜN DÜNYASI “Tezer Özlü’nün yazdıkları bir özyaşam öyküsü değildir. Hep kendini anlatmış gibi görünse de, var olduğu koşulları, birlikte yaşamak zorunda olduğu insanları anlatarak dünyayı yargılar. … Daha güzel bir yaşam isteyen, onun için savaşan ve kırk yaşlarında ölenlerdir.” … O yalnızca sözcüklerle dayanabiliyordu dünyaya” DOĞAN HIZLAN / TEZER ÖZLÜ İÇİN “Kentlerde yazarların sarmaş dolaşlığı,ikisinin de birbiri içinde varoluşları Tezer Özlü’nün kitabının en önemli özelliği. Anne Seghers , Ölüler Genç Kalır diyordu, Tezer Özlü,benim için yaşadığıyla ve yazdığıyla hep genç kalacak.”


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DOĞAN HIZLAN / BEKLENMEDİK BİR DURAKTA İNEN YOLCU: TEZER ÖZLÜ “Ve tıpkı, Pavese’nin romanlarındaki gibi Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta da hüzün, duygusallık, gizli bir eleştiri, geçmişin korkusuyla geleceğin, ürküntüsü, umutla umutsuzluk sarmalı dev bir yumak oluşturur. Okumanın sadece sözcükleri değil, sözcük aralarındaki sessizlikleri de okumak olduğunu bilmeyenler için büyük bir tuzaktır Tezer Özlü’nün kitabı.” FATMA ORAN / SENİ ÇOK ÖZLÜYORUM TEZER ÖZLÜ “Dostluk tıpkı aşk gibi son derece keskin görüşlüdür; özü açıkyürekliliği ve gerçeğe duyulan tutkuyu kapsar. Edebiyatın tıpkı aşk, acı,çelişki,gözyaşı,intihar dolu uçsuz bucaksız yaşamı hep kendine çekmişti Tezer’i. Gizli duyguların büyük ustaları : Svevo , Pavese ,Weiss ,Kafka, Beckett, Dostoyevski , Rimboud. … Sevdiğimiz insanlar kadar ışığımız var. O ışıklar da söndükçe içimizde bir yerler kararıyor. Issızlaşıyoruz. Seni özlüyoruz Tezer. O sımsıcak , dürüst arkadaşlığını. Aksayan bir şey var; ölüm, evet. Kedibalığı gibi ağzı. FATMA ONAN / “BİR İNTİHARIN İZİNDE ZAMAN” “Bu kitap yaşanabilir ancak, çünkü yaşamın kendisi.”

Derleyen: Işık Selin Orhuntaş


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yeni Gezi Yazısı: Yaşamın Ucuna Yolculuk Işık Selin Orhuntaş

Üniversitenin ilk senesi, kompozisyon dersi için ödevimiz intihar ile ilgili yazı hazırlama. Düşünüyorum kendi kendime, intiharı nasıl yazabilirim? Malzeme bulamıyorum. Doğal olarak ödevi hazırlayamıyorum. Aradan iki sene geçiyor, Tezer Özlü ile tanışıyorum. Ölümü sürekli cebinde taşıyor. “Bir İntiharın İzinde” gidiyor. Gidiyor, gidiyor, gidiyor. Varoluşla hesaplaşmaya çalışırken göğüs kanserine yakalanıyor. Artık cebinde taşıdığı ölümle burun buruna geliyor. Ölmeye istekli olmadığını söylüyor Ferit Edgü’ye yazdığı mektubunda. Eğer birinci sınıfta Tezer Özlü’yü tanıyor olsaydım kompozisyon ödevimi yapabilirdim. Mutlaka herkesin hayata bakış açısını değiştiren bir kitap ya da bir yazar vardır. Benim hayata bakış açımı değiştiren kitap ”Yaşamın Ucuna Yolculuk” oldu. İçinde yazdıkları zaten bir hazine değerinde ama yola ve yolculuğa tutkun biri için adı bile yeterliydi.

İçten içe hayata bağlı bir kadın intiharın izinde geziyor. Yaşamla mücadele etmek yerine ölümle mücadele ediyor. Çocukluk yıllarında yaşadığı başarısız intihar girişimi hayatının her evresine yer ediniyor. Belki de intiharda başarısız olması ona bu kitabı yazdırıyor. Başka şehirlerde başarılı ölümler. “Artık gitmeyeceğim. Nereden geldiğim sorusunu yanıtlamak istemiyorum. Hiçbir yerden gelmiyorum. Kendimden başka” Ölümü cebinde taşıdığı yıllarda eline bir fırsat geçiyor ve 1982 Temmuz’unda Berlin’den “Yaşamın Ucuna Yolculuk” başlıyor. Özlü, Berlin-HamburgBerlin- Viyana-Niş-Zagreb-Tireste -Toronta güzergahında ölü yazarlarının izini sürüyor. Kendinden başka kimseden gelmediğini söyleyen yazar, yedi farklı şehirde yaşam sancısı çekiyor. Trenler, gezdiği gördüğü yerler, otellerde bitmek bilmeyen diş ağrısı, birazcık uyku için sonsuz


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bekleyişler… Hepsi 42 yaşında yaşamla mücadele eden Tezer Özlü’nün sonuçları. “Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum.” Yazarın kitapları “anlatı” türü olarak nitelendirilir. Çünkü farklıdır. Kesik kesik cümleler, çabuk değişen sahneler, özenle seçilmiş kelimeler gezdiği şehirlerin kimliklerinin ifşasıdır. Trieste’de sükûnet, Viyana’da büyük binalar altında ezilmişlik… Anadilde okuduğu yazarları mezarında ziyarete gitmesi bu gezinin kağıt üzerindeki sebebi. Söz konusu kitabı gezi yazısı olarak sayabiliriz. Hatta gezi yazısına yeni bir yorum da olabilir. Gezip gördüğü yerlerde bulunan tarihi eserleri ya da müzeleri sayfalarca betimlemek yerine kendi hayatında olduğu kadar dünya edebiyatında iz bırakmış isimlerin mezar ziyaretini anlatmayı tercih ediyor. 10 gün süren yolculuk Kafka’nın Prag’da sürdüğü izle başlıyor. Trieste’de Svevo ‘nun yaşadığı mekanı ve kızlarını bulup Torino’da Pavese’in intihar ettiği oteli kendini merkez alarak anlatması yeni gezi yazısına kanıt olabilir. Yeni Türk Edebiyatı’nın gelişmesinde kuşkusuz Özlü’nün katkısı büyüktür. Sözünü sakınmadan yazması, “Kafkaesk” diyebileceğimiz türü denemesi , otobiyografiye ve gezi yazısına yeniden bakışı anlatı tarzının yanında getirdiği yeniliklerden. Yeryüzünün en büyük yalnızına özlemle…

“Sabah, daha saat altı olmadan, Kafka’nın doğduğu evin karşısındayım. Yapının yan duvarında Kafka’nın ince yüzü metal bir heykel olarak işte karşımda. Birden yorgunluğum gidiyor. Ama beklenmedik bir sabahın maviliğinde birden Kafka’nın evinin önünde olmayı, bu üç katlı büyük taş yapıya bakıp duruşunu hiç kavramıyorsun. Uzak ülkede, durgun kentlerde onun anlatılarıyla geçirdiğin yıllar, daha derin, daha etkin, düşüncelerini daha çok yönlendirmiş, daha benliğine işlemiş süreçler.” “Şimdi aksi yönde neden 1041 kilometreyi niçin gittiğimi daha iyi anlıyorum. Her gidiş, her yolculuk, kendi “benimin” bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.”


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ANLAMAK Çabuk benimsediklerinizden değilim belki Bu yüzdendir gülüşümün kırıklığı Sözlerimin vuruculuğu Haykırmam severken sizleri Sizlerin benden beklediği gibi Anlarım karşımdakinin görünmeyenlerini Sözlerini onaylamadığımdaki hissettiklerini Nasıl anladıysam cennete cehennemden gidileceğini Onlarında anlarım beslendikleri üstünlük gayretini

SEMA KESER


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


ŞUBAT’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI İran Mitolojisi I -

Güneş Tanrıyı Unuttu ve Battı

“Hiçbir gelgitin Alıp götüremeyeceği, daha doğmamış insanların Okyanuslar boyu okuyacağıdır o.” (Şehnâme) Hoshang, alnında Ahura Mazda’nın (Tanrı) zafer işaretiyle hükmeden ilk kraldı. Ondan sonra İran’ın başına Tahmurath geçti. Tahmurath, şeytan Angra Mainyu’yu yenerek onu bir at gibi kullandı. Bu sırada ülkeye huzur ve refah geldi. Lakin Tahmurath’in Hanımı, bir oyuna getirildi, Angra Mainyu tarafından. Korkusuz Tahmurath’ın neden korktuğunu öğrendi Hanımı ve bildirdi şeytana. Böylece şeytan tarafından yenildi Tahmurath. Cemşid’in babasının intikamını aldı ve yendi Angra Mainyu’yu. O da başında Ahura Mazda’nın mührüyle doğmuştu. Tanrı, yardım ve ödülleriyle daima Cemşid’in yanında olmuştu. İyinin kötüyle savaşında ışığın karanlığa galip gelmesini sağlamıştı Cemşid. Bundandır ki Tanrının lütfu daima üzerine olmuştu. Yeryüzüne cenneti getirmişti adeta Cemşid. Krallığının ilk yıllarında zekasıyla ön plana çıktı. Birbirinden yararlı aletler yaptı insanların kullanması için. Bu aletlerle tarlaları sürdü insanlar. Koyun yontup yün eğirdiler. Daha sonra Fars ulusunu ruhbanlar, askerler, esnaflar ve çiftçiler olarak sınıflara ayırdı. Din adamları, dağların başlarında adaklar sundu. Savaşçılar, krallığı korudu. Çiftçiler, ekip biçtiler. Cemşid onlara hiç dokunmadı. Daima iyilik ve güzellikle yaklaştı çiftçilere. Bunlardan ayrı olarak zanaatkarları teşkilatlandırdı. Adaletli yönetimiyle bütün bu sınıfları huzur içinde yaşattı. Onun dönemi “Altın Çağ” olarak adlandırıldı. Dünya bir bir bölümlere ayrıldı ve Persepolis kuruldu. Cemşid burada tahta oturdu. Hükümdarlığının ikici yüzyılına denk gelen bu dönemde büyük duvarlı şehirler ve saraylar kurdurdu. Dışarıdaki insanları topladı ve farklı yerlere yerleştirdi. Dünya üzerinde düzeni sağladı. Her şey geliyordu elinden. Ahura Mazda daima yardımcısı oluyor ve yaptığı işlerde kolaylık sağlıyordu. Tıp, bilim ve sanat alanında insanların yetişmesini gelişmesini sağladı. Bizzat birçok hastalığa çözüm ve ilaç buldu. Şarabı da bulan Cemşid oldu. Rivayete göre bir yılanın elinden kurtardığı güvercin Cemşid’e hediye olarak üzüm getirdi. Bu üzümü ekip asmalara sahip oldu Cemşid. Suyunu sıktı üzümlerin ve bir içecek elde etti. Uzun bir süreden sonra içmek istedi üzüm suyundan. Zamanla mayalaşan üzüm suyu, şarap olmuştu artık. Bu ekşi tadan memnun olmadı ve bir daha uzun süre eline almadı onu. Ta ki cariyenin biri dinmez baş ağrıları yüzünden intihar etmek için şarabı içene kadar. Cariye içti şarabı ve uykuya daldı. Uyandığında ise baş ağrısı geçmiş ve ruhu şenlenmişti. Cemşit, bu olanları duydu ve iyilik getiren bir ilaç olarak gördü şarabı… Her şeyin bilgisine ulaştı Cemşid. O kadar çok bildi ki bildikleri nefsiyle bir imtihana girmesine neden oldu. Adeta yeryüzüne inmiş bir Tanrı’ydı. Onun döneminde kıtlık yoktu. Mahzenler ağzına kadar doluydu. Hazineler sayılamıyordu. İnsanlar ölüm nedir bilmiyordu. Kimse yaşlanmıyordu. En yaşlı görünen bile on beş yaşında gibi görünüyordu. Baba-oğul adeta aynı yaşta gibiydi. Kimse hasta olmuyordu. Yeryüzünde cennetti Cemşid’in ülkesi ve Cemşid, İran’ın ve hatta tüm dünyanın güneşi gibiydi. Bundan dolayı güneş anlamına gelen “şîd”i eklemişlerdi adına. Aslı Cem olan adı, böylece


ŞUBAT’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cemşid olmuştu. Nefsi olan her kul gibi böylece yenilmişti nefsine ve unutmuştu ona bunca gücü bahşeden Ahura Mazda’yı. Üç kez kaybetti Cemşid nefsiyle olan savaşını. İlkinde unuttuğu Ahura Mazda’nın ona bahşettiği güç işareti kayboldu. Zayıf düşüp titremeye başladı ve Zerafet Kuşu kaçıp gitti. Mitra tuttu onu ve getirdi yine Cemşid’in başına koydu. Bir zaman sonra Cemşid, “Her şeyi ben verdim insanlara. Bildikleri her şeyi ben öğrettim. Bu dünya benim” demeye başladı. Yine titredi ve zayıf düştü. Zafer yine terk etti onu fakat geri geldi. Ama Tanrılık ilanından vazgeçmedi Cemşid. Büyük bir eğlence tertip etti ve kullarım diye seslendi insanlara. “Sizlerin sahip olduğu her şeyi ben verdim. Bütün aletleriniz benim bilgim sayesinde var oldu. Bugün mutluluğunuzu, huzurunuzu, yiyeceklerinizi hep ben verdim sizlere. Bana tapınmalısınız. Çünkü bana aitsiniz. Bana tabi olmayan şeytan Angra Mainyu’nun olacaktır.” dedi. Zafer bu yok sayma yüzünden terk etti Cemşid’i . Titredi ve güçten düştü. Bereket ve bolluğun sürdüğü ülkesinde ot bitmez oldu. Hastalıklar insanlığı kasıp kavurdu. Ölümün bilinmediği ülkeye ölüm denen zillet musallat oldu. Huzurun sessizliğini kavganın sağır edici gürültüsü aldı. Cemşid, İran’a getirdiği mutluluğun gitmesine neden oldu Tanrılık iddiasıyla. Adeta batmıştı İran’ın ve dünyanın güneşi. Halk bu olanlardan huzursuz olmuştu. O sırada Arabistan’daki bir kralın varlığından söz ediliyordu. Bu şeytan Angra Mainyu’nun kandırmacasına kanmış olan Dahhak’tı. Halkın çağrısına uydu ve geldi Cemşid’in tahtına kuruldu. Kaçtı bir zamanların yücesi Cemşid. Senelerce uzak kaldı yedi asır boyunca hüküm sürdüğü topraklara. Ama Dahhak’ın kolu uzundu. Çin yakınlarında buldu yardımcıları Cemşid’i. Tuttular kollarından ve getirdiler Dahhak’ın ayaklarının dibine attılar. Adeta bir cüceydi Cemşid, Dahhak’ın karşısında. Yenilmiş, bitmiş ve sonunda yok olmuştu. Yaradanı unutmanın cezasını asırlarca çekip unutulmuşlara karışmıştı…

Kaynakça: Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu, Mitoloji üzerine araştırmalar Helene Adeline Guerber, Destanlar Kitabı Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Âh u Zâr Nesliyara 8 Gece geldi yine başlar hüzün Varlığını bilmekti gökyüzü Yüzün cennete açılan kapı Bakmaya utanır gözüm.

Nesliyar ey kaybolan Kaybıma sebep olan Kaydımı durduran Kalbimi donduran…

Senin aks’in vurur şiire Kelimeler raksa durur Anlatamaz seni şair Anlaşılmaz zaten nehir…

Buz tutar şu sözlerim Kalbi tuzla buz eden Neden bu uzaklık, niçin Neden konuşmuyorsun.

İçtiğim kahvenin yudumu Boğazımda kalır düğümü Kim çözer bu kördüğümü Koca bir boşluk gördüğüm.

Şu kalemdeki diken benim Benim sana şiirler sunan Başkası değil aşkla yazan Benim aşk-ı dile döken…

Yazarken seni içten içli bir ses Nefesimde hasretin kalır yine İğnelenir kalp acıyla,sancıyla Yokluğuna ney üfler nefes

Ben ben enaniyet değil Rızayı ilahi dediğin nedir Değil mi söz aşka layık Neden ötesi yok dedin

Yazarken canın acıyor mu derler Acımaz mı kalemde diken var iken Kalpteki dert manayı terk ederken Masiva da yaşarır gözler giderken

Kelimeleri süsledin efendim Bir sayfa aç başlayalım efenim Sen sana şiir yazana bu denli Böylesi davranışı mı buldun layık

Gittin 21 gün oldu Nesliyar,han Ah u zar etme hey koca küheylan Derdi verdi madem Yaradan Yazmayan susar Süleyman

Aferin evet aferin yok yok af dedim Uzasın satırlar hararet bastı efendim Hiç olsun (hiçlik ister)sitem etmedim Beğenmedin sanırım yahut neyse dedim.

Sükut-ı derd-i mana eyler Yazmaya susayan gözler Yazmanın hükmü n’ola Düsturumuz af ola hey…

Neyse şiire geçelim ney üfleyelim Nefes versin ses gelsin söz nefis Enfes olan mana şimdi tek nefes Ses kelimeler i raksa davet eder

Sen şiirimsin yazdığım Şirinemsin baktığım Yokluğun dert bize Ah u zar ettiğim yar

Ve başlar aks eden söz dillere Şiir sel olur akar gider gönüllere Süleyman derler bana şiirsel âmâ Gözlerim karanlık görüyorum ama


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ben şiirleri sade senin için demler iken Sen son bir aya yakın soğuttun çayı Çayırlar yeşermeden soldu diken Güller dahi açmaz boşa gider şimendifer Rayından çıkar söz bülbül güle zem eder Etmemesi gerek etmiyor da zaten şahsen Ah sen bir gelsen az konuşsak şiire dem koysak Yol alsak ummana şiirlere doğru bir bir koyulsak Okusak okusan okuyabilsek yazılan her kelamı Şerh etsen sen bana, ben sana beyan-ı arz-ı endam Ama sen bir mesajda eyledin sanatlı bir çetrefilli Ve dahi garip garip lisan-ı dil ile bana cevaben fiil Okudum gecesinde uyumadım 3 saat düşündüm Eyledim cevap uzun uzun manas misali okumadın? Okudun okudun bence anca sen okursun,anca sen Sahi okudun mu çok mu uzun ama içten samimi… Ben sana ne diyeyim sevmek garip his dua belli Duyan belli yazan belli okuyacak olan da belli yani Hakkın nefesi bu Hakk kelamı verdim selamı al şimdi Almasan da hatrım olsun hatıran ‘’Teşekkür’’ün Hatırlarsın elbet zamansız bir an az kaldı gidiyor Bitiyor geçiyor tükeniyor zaman vakitli küheylan Vakitsiz şiirler dahi ömr-ü dil ile fikr-i beyan eyler Zaman Allah dilediğinde Rahmete dönüşür benden Ve ben Allah’tan istedim seni şimdi Yöneldiğim Rahman Şiirlerim senin hediyendir hediyem ise yırtıldı gitti, bitti Söz yıkıldı, ırmaklar aktı gitti, nehir köreldi, söz bitti şiir…

Süleyman ERKUT


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Fotoğraf: Kadir İncesu

ÜLKÜ TAMER

79 YAŞINDA


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aferin Virgül Sana Aferin virgül sana, sansara dikkat! Bekçi gibi düdüğünü uzaktan çalıyor, Uzaktan çiftliğe bir ölüm çiziyor, Çiziyor bir mezar, kazıcısı ibikten, Taşları tavuk tüyü, orduları ibikten, Bir manga sansar almış, kümesi kaçır; Çünkü aydede sansarı sevmiyor. Virgül sana aferin, bence çok önemlisin, Belki nokta değilsin, ama virgülsün; Ödevimin sonuna nokta koyarım; Sansarın boynuna ben silgi astım Silsin diye burnuyla pençerelerini, Sen çok cesursun virgül, saklanmıyorsun, Çünkü silgilerden hiç korkmuyorsun. Sana aferin virgül, silgi sansarı sildi, Bütün düşmanlar öldü, silgi de öldü; Piliçler geri dönsün çiftçinin yatağından, Tirenle geri dönsün, ördek şeftiren olsun, Tavuklar bando çalsın, horoz da teftiş etsin, Kazlar madalya versin, sana virgül aferin, Çünkü sansara bile meydan okudun. Mor bir kalem gelecek siz hepiniz uyurken, Düşmanlar öldü diye mışıl mışıl uyurken, Bir denizi kümesin duvarına çizecek, Ben boğulunca defterler üzülecek, Öğretmenime kızdım, kıskansın seni nokta, Sana nişan takmadım, ama gücenme virgül, Çünkü bu şiirim virgülle bitecek,

Ülkü Tamer


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İKİ KERE İNCİ: İKİNCİ YENİ Türk Edebiyatı’nda var olduğu günden bu yana en çok tartışılan şiir kuşkusuz İkinci Yenİ Şiiri’dir. Bu tartışmalar o dönemin şairleri arasında başlamış ve günümüze dek sürmüştür. Çünkü İkinci Yeni şiiri Türk Edebiyatı’nda yeni bir duruş ve Türk şiirinde adeta bir devrimdir. Orhan Veli’nin öncülüğünü ettiği Garip Şiiri’nin hakim olduğu bir dönemde Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvayın varlığından söz etmek ya da karanfilin yerçekimini konuşmak elbette dikkat çekmiş yeni bir şiiri doğurmuş ve o muazzam şairleri bir görüş altında birleştirmiştir diyebiliriz. Ancak İkinci Yeni Şiiri henüz yazılmamış birtakım şiirlerle ve şiir düşüncesiyle değil aynı yönde giden birkaç sayılı kalemin gerçeküstü gücüyle doğmuştur. ‘’Söylenenlerin aksine İkinci Yeni şairleri başlangıçta ayrı ayrı şiirsel noktalardan hareket etmişlerdir. Orhan Veli şiiri tıkanmıştı. Bu şiirin dışında bir şiir oluşmaya başlamıştı. Ancak İkinci Yeni için yapılan tanımlamalar hem biraz erken, hem de çoğu doğru olmayan öğelerle yapılmıştır.Daha ilk günlerde tanımlanmaya geçilmiştir.O sırada İkinci Yeni ne olduğuyla değil,ne olmadığıyla beliren bir şiirdi.’’1 Bu şiire ‘’İkinci Yeni’’ adını şair Muzaffer İlhan Erdost vermiştir. Şiirde yapılan yenilikler ve içe dönüş, toplumdan kaçış durumu ve bunun beraberinde getirdiği şiirdeki 1

Süreya, C. (2000). Şapkam Dolu Çiçekle. YKY.

Begüm Çalışkan

anlam kaybı birçok edebiyatçının dikkatini çekmiş İkinci Yeni’ye eleştiri okları fırlatılmıştır. Attila İlhan İkinci Yeni şiirindeki anlamsızlığı saçma bulmuş ve İkinci Yeni’yi en çok eleştiren şairlerden biri olmuştur. Mehmet Fuat İkinci Yeni şiirinin henüz filizlendiği zamanlarda şiirdeki kapalı anlamı eleştirirken daha sonraki yıllarda bu kapalı anlam içinde bir anlam bulmuş ve savunmuştur İkinci Yeni’yi. ‘’İkinci Yeni, şiir ilkelerine bağlı kaldığı kadar, çoğunluğa yönelemedi. Sanatçıların o ilkelerle dünya görüşlerini, düşüncelerini, duyarlıklarını aktarabilmeleri neredeyse olanaksızdı.’’Ayrılalım herkes kendi şiirini kursun, kendi şiirinden sorumlu olsun’’ anlayışı; Turgut Uyar, Edip Cansever,Cemal Süreya,Ülkü Tamer gibi şairlerin,İkinci Yeni’nin kısırlaştırıcı ilkelerine kapılmayıp şiirlerine kişiliklerini daha güçlü olarak yansıtmalarını sağladı.’’2 İkinci Yeni şiirinin varlığını sürdürebilmesi ve günümüze ulaşabilmesindeki en önemli etken kuşkusuz Papirüs Dergisi’dir. Çünkü bu dergi İkinci Yeni üyelerini bir arada tutmuştur. Papirüs Dergisi Cemal Süreya tarafından Ankara’da kısa bir süre çıkartılmış daha sonra İstanbul’da Ülkü Tamer’in de desteğiyle yeniden hayat bulmuştur. Ülkü Tamer Papirüs’ün çıkarılma sürecini bir röportajında anlatır. Şöyle ki, dergi için yazılar hazır olmasına 2

Fuat, M. (2000). İkinci Yeni Tartışması.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

rağmen gereken 1500 lirayı bulamazlar. İki şairin cebinde toplamda 50 60 lira bulunmaktır. Dergiyi çıkarabilmek için bir handa küçücük bir oda tutmuşlar ve oraya derme çatma bir halı sermişlerdir. İşte bu halı onların dergiyi çıkarabilmesinin ve gereken maddi desteğin sağlanabilmesinin yolu olmuştur. Çünkü oraya gelen antika dükkanı sahibi Edip Cansever bu halıyı fark etmiş ve gerekli yerlere yönlendirerek Papirüs için 2000 lira gelir sağlamıştır.-Galiba İncir Çekirdeği Dergisi’ne böyle bir halı lazım.- Ülkü Tamer bu şekilde Cemal Süreya ile birlikte İkinci Yeni’nin yeni soluğu ve yine Cemal Süreya’nın sağ kolu olmuştur. “Yeninin etkisini kaybettiğinin sanıldığı yıllarda bu etkiyi hem devam ettirmek hem de yazılan ve çizilenlerle daha bir yaygınlaştırmak…’’3 Tomris Uyar o dönemi şöyle anlatır: ‘’Ayrıca Cemal Süreya bir aralar birkaç sayı çıkardığı Papirüs’ünü unutamamıştı. Ülkü Tamer’se bu konudaki deneyimi, teknik becerisi ve estetik kaygısıyla bu iş için biçilmiş bir kaftandı.’’4 İkinci Yeni Şiiri’nde anılması gereken diğer şairler elbette Edip Cansever, Turgut Uyar, İlhan Berk ve Ece Ayhan’dır. Bu isimler yazdıkları şiirler ve yarattıkları şiir diliyle Türk şiirine yeni bir gökyüzü çizmiştir. Onlar var olanı anlatmamış, var olmayanı ve görünmeyeni aramış bu görünmezliği ve gizemi saklayarak yazmıştır. ‘’Şiir, duvarcının elinden düşürdüğü tuğlanın yere düşmesinde değildir/havada asılı kalmasındadır. Tansıktadır. Olağanüstüdedir.’’5

3

(Cengiz, Cemal Süreya İkinci Yeni Bilincinin Kurucu Gücü, 2002) 4 (Süreya, Papirüs'ten Baş Yazılar) 5 (Berk,İlhan,Logos,2009)


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ülkü Tamer Şiiri İçin: i

Şeref BİLSEL

“Bir Hançerin Paslanırken Çıkarttığı Gürültü” ürettikleri üzerine konuşmak istemeyen bir şair de aynı zamanda. Ülkü Tamer’in poetikasını anlamak isteyenlerin başvuracağı en kestirme yol, şiir kitaplarını geçmişten bugüne doğru sırayla okumak olacaktır. Orada bir şiirin zaman karşısında nasıl yaşadığı, dahası diri kaldığı, dilin içinden bakınca görülecektir. Şiirden baktığımız zaman, sadece şiirle kayıtlı kılıp açıklayacağımız bir Ülkü Tamer portresi yok karşımızda. Yetmişin üzerinde kitap çevirmiş, öyküler yazmış, antolojiler hazırlamış, sözleri şarkılara düşmüş ve aslında Cemal Süreya ile birlikte İkinci Yeni hareketine yeni bir soluk getirmiş bir şair.

Yaklaşık yirmi yıl önce bir derginin İkinci Yeni’ye dair benden istediği yazının başlığıydı yukarıdaki Ülkü Tamer dizesi.

Ülkü Tamer’in ilk kitabı, İkinci Yeni şairlerinin ilk kitaplarını vermeye başladıkları tarihin (1958)hemen ertesinde 1959’da (I. Basım: A Dergisi) “Soğuk Otların Altında” adıyla yayımlanır. Tamer, 22 yaşındadır. İlk kitabı, döneminin şiir rekoltesi, değeri göz önüne alınınca gayet saygıya değer, kendine mahsus özellikleriyle inşa edilmiş - pek çok şairin kendi ilk kitaplarını sonradan reddetmesine karşın- ölçüleri aşan, İkinci Yeni yönelişini açıklamada ihtiyaç duyulacak önemli bir eserdir.

Soğuk Otlar Altında kitabı bizde, Cumhuriyet sonrası- batılı İkinci Yeni sonrası, yani anlamda ilk- ‘mensur şiirler’i 1960’lardan sonra, insan barındıran kitaptır dersek Tamer, olup bitenlerden dışındaki varlıkların şiirde insan ileri gitmiş olmayız. asla şikayet etmemiş, şiir gibi (doğrudan ‘teşhis’ Kendini var eden sanatından bahsetmiyorum, bilgisini dedikodu çocukluk nesnelerine ve varlıklar eyleme geçirilmiyor, bu nesnelerin yerleştiği üzerinden edinmemiş bir bilakis kendi doğalarını coğrafyaya kayıtlı şair. Aynı dönemde var zorlayarak eyleme geçiyor.) kalarak türkülerden, olmuş fakat farklı kıblelere rol almaları sıklaşıyor. ağıtlardan feragat Yakından bakarsak İkinci düşmüş bir başka büyük etmeden dünya şiirinin Yeni’nin atlılarında bunu varmış olduğu yörüngeye şair gibi: Sezai Karakoç görürüz. Önemli olan ilk kez de sırtını çevirmeden bulup göstermek. sağlam adımlarla şiirdeki yolunu koyultmuş şair göstermekte Ülkü Tamer, anıldığı yörünge zorlanırız. O, şiiri bir hâl üzerine gelmiş değil, içinde Cemal Süreya ile birlikte, şiir toplamı içinden doğmuş ve kendinde bulunmuş bir hâl bakımından, en az üreten şair. Bir de Ergin olarak yaşayan, abartmayan bir kültür insanı. Öne Günçe, onların ayarında ve az yazmış şair. Ülkü fırlayan, zıplayan, kendisiyle röportaj yapılan, Tamer, gevezeliği sevmeyen, sanatsal anlamda yazdıklarına dair tezler hazırlanan hemen


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

herkesten fazla bunları hak ettiği halde geride duran, bundan yüksünmeyen bir değerli incelik. Tamer, incelikler şairidir. Türk şiirine ilk ‘teşekkür’ onun elleriyle yürümüştür. Türküler, marşlara dönüşmüş türküler ondan neş’et etmiştir: “Seher yeli çık dağlara Güneş topla benim için Haber ile dört diyara Güneş topla benim için” Ülkü Tamer, gelmiş, görmüş, içinde bulunduğu edebi topluluğa en yüksek katkıyı vermiş, ama olup bitenlerden asla şikâyet etmemiş, şiir bilgisini dedikodu üzerinden edinmemiş bir şair. Aynı dönemde var olmuş ve fakat farklı kıblelere düşmüş bir başka büyük şaire benziyor: Sezai Karakoç. Zaten bugün İkinci Yeni deyince bu ihtişamlı madenden elimizde kalan, aramızda olan, vaktiyle en çok susmuş bu iki şairdir. Pek çok şiirine göndermelerde bulunuldu, ‘nazire’ yazıldı. Tamer’in şiirinde hep bir türkü tadı saklı kaldı. Bu ülkede yazılmış, en sürrealist şiirlerin yetkin örneklerini ortaya koymuştur ama bütün şiirlerinde gerek sözcük kadrosu, gerekse düşünme biçimi bir yerden sonra bu coğrafyayla temas etmekten geri durmuyor. Dilin mayalandığı yere ağıtlarla, manilerle, oyunlarla bir çatlak bulup akmakta gecikmiyor. Geçmişin bilgisini terk etmiyor, “kim(ler) varmış biz burada yoğ iken”i hatırlatıyor tavrı. Memik Oğlan, Güneş Topla Benim İçin, Üşür Ölüm Bile, Gül Dikeni… Bütün bu sözler ve daha niceleri halklarla kucaklaşan, hâfızada taşınan şarkı/türkülerle mayalanmıştır. Livaneli, Grup Yorum, Ahmet Kaya bu sözlerin kökünde değil, ucunda salınan birer püskül sayılabilir, şairin ortaya koyduğu değer düşünülünce. Ülkü Tamer şiiri tıpkı şairi gibi; gerektiği yerde konuşan, ihtiyaç duyanın elini atacağı vakte kadar susan, gösterişten kaçınan, içinde

bulunduğu kültür sanat ortamının zeminini sağlamlaştırmak için gizli gizli çalışan ve geçmişi unutmadığı gibi geleceği de öngörmekten çekinmeyen güneşli, gümrah bir şiir. İkinci Yeni şairlerinin çoğu Anadolu’dan geldi İstanbul’a. Ülkü Tamer de Antep’ten… Çeviriden hikâyelere, oyunculuktan çocuk edebiyatına, hiçbir şeyi insanların gözüne sokmadı. Şiiri gittikçe yalınlaştı. Gündelik hayatın bunca keşmekeşle, kargaşayla yoğrulduğu bir dönemde şiiri yalınlaştırmak ustalık işi. Herkesin anlayacağı şeyler yazmak istiyor. Benim gördüğüm o. Sadece büyük şiirler yazmak bir şairi büyük kılmaz; sanıyorum leke tutmaz bir kararlılıkla büyük susmak da gerekiyor. ‘Hançer’den bir bölüm okuyalım. “Bir dilencinin sesindeki gri sessizliği Nedense ürkütüyor, dağcıların göğünü Denizleri sırtlarında birer panterle geçen İp yürekli gemicilerin yüzünü ürkütüyor Bir hançerin paslanırken çıkardığı gürültü” Dağlarca’ya, sanıyorum doksanların sonuydu, bir görüşmemizde, “Adınıza ‘Dağlarca Ödülü’ düzenlenirse jürisinde kimin olmasını istersiniz?” demiştim. Biraz durdu; tek celsede Ülkü Tamer, dedi, sonra Erdoğan Alkan… Sonra sustu… i

Fotoğraf: Kadir İncesu


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ANTEP’TE BİR ÜLKE: ÜLKÜ TAMER

Begüm Çalışkan

Fotoğraf: Kadir İncesu

“Ağzının kenarındaki kan kim bilir kimin yüreğidir Uzansam o saklanır göğsünde, koyu bir ölüm yürür saçlarından” Şubat ayında doğdu Ülkü Tamer. Anılarını birleştirdiği ‘’Yaşamak Hatırlamaktır’’ kitabında anlatıyor babasının onu Robert Koleji’ne gönderdiğini. Onun Robert Koleji’nde okuması elbette ki hem fikir hem de sanat alanında kendisine çok fazla derinlik katmıştır. Öyle ki Türk Edebiyatı’na kazandırdığı ve TDK Çeviri Ödülü’nü aldığı Edith Hamilton’ın Mitologya adlı eserini kendisi henüz kolej yıllarında okumuştur. Bunun yanında sinema ve tiyatroyla ilgilenmiştir. En önemlisi Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’ndaki Manyak Cafer rolü olmak üzere birkaç oyunda daha yer almıştır. Ülkü Tamer Anteplidir ve 1991 Yunus Nadi Öykü Ödüllü Alleben Öyküleri başta olmak üzere Antep’e olan hayranlığını anılarında ve şiirlerinde de görürüz. Ben de ona Antep’in incisi derim o zaman… İkinci Yeni şairlerinden Ece Ayhan ve Ülkü Tamer’i kadın sanan birçok arkadaşıma rastladım! Ülkü Tamer’in ‘’Yaşamak

Hatırlamaktır’’ kitabını okurken bunun gibi bir yaşanmışlığa denk gelince çok şaşırdım ve gülümsetti beni doğrusu. Tamer’in Beyoğlu’nda Tarık Dursun aracılığıyla tanıştığı bir adamın tepkisi şöyle olmuş kendisinin Ülkü Tamer olduğunu öğrenince: ‘’Ege Ernart’ı kız sanıyordum erkekmiş. Ece Ayhan’ı kız sanıyordum, o da erkekmiş. Son umudum Ülkü Tamer’di, karşıma böyle bir herif çıktı! Ben kafamı duvara vurmayayım da ne hal edeyim!’’1 Şiir öyküsünü yine anılar kitabında anlatır Ülkü Tamer. İlk ödülünü ilkokul birinci sınıfta aldığını bunu lisede şiir yarışmalarında birinciliklerin izlediğini söyler. Şiir alanında ‘’İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür’’ adlı kitabıyla Yeditepe Şiir Armağanı’nı ve 2004 yılında ‘’Bir Adın Yolculuktu’’ adlı şiir kitabıyla Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü’nü almıştır. Ancak ödüllü şairimiz ödüllere inanmadığını söyler. Sekiz şiir 1

(Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır, 2011)


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kitabını içeren ve Güneş Topla Benim İçin adı altında toplanan şiirleri Islık Yayınları’nca basılmıştır. Ülkü Tamer’in ilk şiirlerinde göze çarpan ve dikkat edilmesi gereken durum şuur altı bir şiir olduğudur. Özellikle Soğuk Otların Altında ve Büyücü adlı şiirlerinde ve aslında daha birçok şiirinde ölüm imgesi dikkat çekicidir. Şair hem ölümü sorgular hem de buna bir sebep arar. Özellikle Büyücü şiirinde sanki evren ölüm için işlemektir. Tamer, Soğuk Otların Altında adlı şiirinde kelimelerin farkında olmadan yan yana dizildiğini verir bize. Anlayamadığı ve anlatamadığı şeyler onu elbette kapalı bir anlatıma sürüklemiştir. Bu şiir benim aklıma özellikle sürrealizmdeki otomatik yazıyı getiriyor.

karakter yaratılmıştır ve bu Virgül adeta Tamer’in söylemek isteyip söyleyemediklerini dillendirmektir. Toplumsal eleştirinin ben buradayım dediği şiirlerdir bence bunlar. Antep’in incisinin ilk şiirlerindeki korku ve saklanma güdüsü artık yerini cesaret ve meydan okumaya bırakmıştır. Aynı zamanda virgül imgesi, şiirin bitmeyen ve devam eden bir şey olduğunu şiirin sonlanamayacağı ve şiire nokta koyamayacağını da verir bence bize. Virgül Korsanların Elinde şiirinden: ‘’Ben bu şiirden bıktım, kısa keseyim artık,

Gül kuyruklu virgülü parantezler hapsetti’’ Ülkü Tamer’in birçok şiiri, özellikle ilk şiirleri mensur şiir özeliği taşır. Düz yazı görünümünde ve dize dizilişi itibariyle düz yazıya daha yakın olan şiirlerinde sağladığı şiirsellik onun şairlik gücünün apaçık kanıtıdır. Haydar Ergülen onun ilk şiirlerini şiiri öğretmek amacıyla yazdığını söyler. “O İkinci Yeni’deyken yazdığı şiirleri, arkadaşlarına yani şairlere bir bakıma ders kitabı olarak da yazmıştır.’’4

‘’Soğuk otların altında büyük çocuklar.Oraya da gitmesek ey benim yalnızlığım! Evet soğuk otların altında kuş mezarları vardır belki. Ben yalnız seni istedim belki. Yazı adlı şiirinden: Ben yalnız bütün ormanı belki. 2 ‘’Gök onları yanıltmaz. Ben yalnız ışıklarını şehrin.’’ Tamer’in en şaşırtan şiir dizisi Ucunda dudaklarımın ‘’Nuh’un gemisi gibiydi bence ‘’Virgülün Başından tüylendiği geniş otlar. Ülkü Tamer’in ilk şiirleri: Geçenler’’dir. Burada Virgül Kulübeler. kalabalık, şenlikli, her adında hayali bir karakter Aşktan, öpüşlerin türlü imgenin dişisini yaratılmıştır ve bu Virgül kararıp geceye erkeğini barındıran, adeta Tamer’in söylemek karıştığı kırağılar da terzilerle, dülgerlerle, isteyip söyleyemediklerini yanıltmaz. tilkilerle, kirpilerle, dillendirmektir. Toplumsal Sabahın ağır ağır gelip sansarlarla ve her şeyle eleştirinin ben buradayım ansızın görünüşü. dolu. Hayatın, ölümün ve dediği şiirlerdir bence bunlar. Sabah kaç kereler olsa. her şeyin amatörüydü Sabah, aşkı yanıltmaz.’’ Ülkü Tamer bu şiirlerde.(…) ‘’Bir yaprak hırsızının ağzından Soğuk Otların Altında’da iki bir Güzü Koruma Kılavuzu yazmak şiirsel yönseme gösterir Ülkü isterdim,yaprak hırsızlarını güz’ey’de Tamer: birincisi iyice duru, sıcak gizli bir toplantıya çağırmak isterdim.Ülkü çağrışımlarla gelişen anlatım deneyleri, ikincisi Tamer’in ‘’Gök Onları Yanıltmaz’’ şiirinden imgeye dayanmakla birlikte onun üstünde, daha 3 mülhem ‘’Güz Onları Yanıltmaz’’diye bir şiir bile yaygın ve daha bütün bir özü götüren şiirler.’’ yazmak isterdim.Bilirim eksiksiz gelirlerdi Ülkü Tamer’in en farklı ve en şaşırtan ölülerini toplayarak.’’5 şiir dizisi bence ‘’Virgülün Başından Geçenler’’dir. Burada Virgül adında hayali bir 2

3

(Tamer, Güneş Topla Benim İçin, 2014) (Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, 2000)

4 5

(Ergülen, artfulliving.com.tr) (Ergülen, Eski Yazı, 2015)


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

andıran bir üslupta ve temadadır. Selam Olsun şiirinden:

“Dünya üstü kara zindan Boynumuzda yağlı urgan Yolculardan hancılardan Soranlara selam olsun’’ Ülkü Tamer’in şiirinde bir başka dikkat çeken nokta mitolojidir. Yukarıda da bahsettiğim üzere onun mitologya ile tanışması çok erken yaşta olmuştur. Robert Koleji’nde bu anlamda gördüğü eğitim şiirinde belirleyici bir evredir. Onun şiirinde Homeros’un İlyada ve Odysseus’u, mitolojik Tanrı ve Tanrıça isimleri sıklıkla geçer. Özellikle Bir Adın Yolculuktur şiiriri tamamen mitoloji öğeleri ve Tanrılar üzerine kurulmuş aynı zamanda Troya ve Antep’in yollarını kesiştiren bir şiirdir:

İkinci Yeni Şiiri’nde genellikle uyak, kafiye ya da bir ölçü aranmaz. Örneğin Cemal Süreya’nın ilk şiirlerini aruzla yazdığını kimse bilmez. Ülkü Tamer de bizi şaşırtarak birçok şiirini hece ölçüsüyle yazmıştır. Şiirlerinde saptayabildiğim kadarıyla genellikle 7’li,8’li,11’li ve 14’lü hece ölçüsünü kullanmıştır. Bunun kaynağı Anadolu’dan ve halk şiirinden gelir. Onun şiirlerinde aynı zamanda Halk Edebiyatı’yla bağdaştırabileceğimiz bir masal anlatısı, bir soru cevap ve bilmece öğesi hatta tekerlemeye kadar giden bir yoğunluk vardır. Ağaçlar Geçtim Ordan şiirinde hem dizeler arasında kafiye bulundurmuş hem de bu şiiri 14’lü hece ölçüsüyle yazmıştır. “Gün olur, tilki yürür, tilki dereden atlar, Gözleri ağaçlarda, gözleri elmalarda, Tilki horozu sever, dere tilkiyi sever, Dalgın atlayışında alır cebine koyar; Fısıltıyla yayılır benim gizli ikindim. Ben tenhalık diye serçeleri bilirim.’’ Yunus Emre’ye adadığı ‘’Selam Olsun’’ şiiri ve yine Karacaoğlan’a adadığı ‘’Güneş Topla Benim İçin’’ (bestelenmiş) şiiri yukarıda söylediklerimi doğrular mahiyettedir. Her ikisi de 8’li hece ölçüsü ile yazılmış olup Aşık şiirini

“Kavaklık neresiydi, İthaka neresi Belki Kırkayak bahçesinden başlamıştı yolculuğun senin Belki Nurgana’dan Başpınar’da konaklar mıydı Odysseus Penelope kurar mıydı tezgahını Kayacık’ta Troya neresiydi Agamennon Bir dağ-yüreğinin sesiydi’’ Ülkü Tamer’in sen sevdiğim şiirlerinden biridir “Ben Sana Teşekkür Ederim’’ şiiri. Burada yalnızca bir öpüşe sığan hüsn-i talil; şiirde geçen o mavi ata beni de bindirir her zaman. “Ben sana teşekkür ederim beni sen öptün, Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün; Serinlik vurdun korulara, canlandı serçelerim; Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata, Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçe hafta. Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.” İtiraf ediyorum ki bu şiirden önce İlhan Berk’in ‘’Teşekkür’’ adlı şiirini okumuştum. Her ikisini de çok severim. İlhan Berk’in bahsettiğim şiirini okursanız daha iyi anlaşılacaktır. Ben bu şiirleri böyle günden güne severken Haydar Ergülen’in de benimle aynı şeyleri düşünmüş olması çok tatlı değil mi sizce de? Bu yazıyı okuduğum gün durmadan teşekkür ettim bir şeylere. ‘’İlhan Berk ve Ülkü Tamer’in bu

kısacık şiirleri, büyük şiirlere özgü bir


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tutumla birbirlerindeki güzellikleri çoğaltmış. Öte yandan benim için uzun yıllardır bu iki şiir birbirini çağrıştırıyor daima, birini okuduğumda mutlaka diğerini de okumak istiyorum. Zaten iyi şairler birbirinin şiirine gönderen şairlerdir.(…) Teşekkürü borç bilen şairlerimize, hem Türk şiirinin hem de onları okuyarak yetişen genç şairlerin çok büyük bir teşekkür borcu var.’’6 Ülkü Tamer’i anlatmaya buraya kadar yan yana getirdiğim kelimelerin yeteceğini ya da yettiğini sanmıyorum. Kendisi için ayrı bir dosya konusu hazırladığımızda daha iyisini yapabiliriz inşallah diyerek sözü bir kez daha Cemal Süreya’ya bırakıyorum:

“Kendini anlatıyor Ülkü Tamer, Kendisinin bekleyicisidir’ o kendinin tuhaf bekçisi. Ama sık sık nöbetini unutuyor, gökten geçen leyleklere bakıyor.”7 Yazımın sonuna gelirken beni kırmayıp Ülkü Tamer’i anlatan yazısıyla dergimizi onurlandıran değerli şair Şeref Bilsel’e, bana Ülkü Tamer’in fotoğraflarını ileten ve yine Şeref Bilsel ile tanışmamı sağlayan ismi gizli kalacak o müthiş insana teşekkürü bir borç bilirim.Kendisi pek hoşlanmıyor. :) Peki ya Antep’in ülkesi Ülkü Tamer’e ne demeli? Antep’in incisine ne demeli, ne söylemeli? ‘’En kötü alışkanlığım benim galiba yaşamaktı’’ dese de zat-ı halleri ben kendisine sağlıklı, nice umutlu yaşlar dileyip 79.yaş gününü kutluyorum. Şiir kutlu olsun. Dilerim bu şiirleri yazan elleri öpmek ve kendisiyle güneş toplamak nasip olur bir gün bana…

“Umutların arasından Kirpiklerin karasından Döşte bıçak yarasından Güneş topla benim için” 6 7

(Ergülen, Şiirdir Geçer, 2014) (Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, 2000)


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SENİ BEKLİYORUM Seni o burjuva saçlarını savurduğun Hafif çakırlaşmış halinle yalpalayıp Sararmış dişlerinle herkese selam çektiğin O akşamüstünde bekliyorum Seni liseden sağa dönünce Hep gittiğin tostçunun önünde Yengeç dönencesinin üst sağında Sandalyeye tünediğin anda bekliyorum Seni senin bana unutturduğun günlerde Düşler kırtasiyesinin avlusunda Kelebeklerden yapılmış şemsiyenin altında Endorfin damlalarını izleyerek bekliyorum Seni ütopyalar çitliğinin Müzik kutusu girişinde Piyano sesinin en içli diliminde Dalgalanan notada bekliyorum Seni Haziran’a giden Mayıs treninin ikinci peron kıvrımında Temmuz’a gidenlerle Nisan’a döneceklerin Bekledikleri Ay büfesinde bekliyorum Seni beyin hücresinin Sol alt tarafında kalan Sinir ucunun kıvrımında Kan pıhtısında bekliyorum Seni sen daha doğmadan evvel Dünyaya gelenler taburundaki İki arka bölükte yan yana durduğumuz Bezm-i Elestten beri bekliyorum

SEMA KESER


ŞUBAT’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

Arkadaş-lık

Bizler, önce doğar sonra büyür ve son olarak ölürüz bu dünya yolculuğunda. Doğarken büyümeye, büyürken de ölmeye başlarız birer birer. Aldığımız her nefes, yaşadığımızı değil, ölmeye başladığımızı gösterir ve bu dünya denen fani yolculukta yalnız değilizdir. Bazılarımız büyümeden ölmüştür, bazılarımız öldükten sonra büyümüştür. Bazılarımız arkadaşlarıyla büyümüştür, bazılarımız arkadaşsız büyümüştür. Bir taraftan yeni dostlar kazanırken, bir taraftan eski dostlarımızın ihanetini görmüşüzdür. Ebeveynlerimiz bir yaşa kadar bize göz kulak olmuştur. Sonra salınmışızdır sokağa, gurbete, ölüme... Hangimiz sokağa ilk çıktığımız anlardaki arkadaşlarını hatırlamaz? Hangimiz gurbete çıktığımız ilk günlerdeki arkadaşlarını hatırlamaz? Hangimiz ölüme yalnız yürüyemeyeceğimizi hatırlatan arkadaşlarını hatırlamaz? Sokağa çıktıktan sonra biraz daha büyüdüğümüzde aynı odayı paylaştığımız arkadaşlarımız da vardır. Beraber aynı odada aynı yemekleri yemiş, aynı bardaktan çay içmiş arkadaşlarımız... Belki de intihar edecekken ''Dur, ne yapıyorsun, biz ne güne duruyoruz!'' diyen arkadaşlarımız vardır. Hatırlar mıyız ölüme yalnız yürütmeyen arkadaşlarımızı? Arkadaşlar, uzun yolculuklarda başımızı dayadığımız cam kenarlarıdır. Yol bitene kadar başımızı dayarız bazı cam kenarlarına. Bazen içtiğimiz çayın tadı olmaz ve başka koltuğa geçer başka cam kenarına başımızı dayarız. Biz inmeden önce inenler vardır otobüsten. Ya bize kırılmışlardır ya da biz onlara bir şey deyince onlar inmişlerdir otobüsten. Sonra bazılarının haberini almışızdır. Kimine otobüsten indikten sonra araba çarpmıştır, kimine de başka arkadaşlar kucak açmıştır. Kimi evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, kimi de delilenmiş ve geçmişle gelecek arasında gidip gelmekten peşine ölümü takmıştır. Yolculuk hala devam ederken inen yalnızca bazı arkadaşlar değildir, biz de inmeye teşebbüs etmişizdir. İnmeye teşebbüs ettiğimiz anlarda bazı darbeler almışızdır ve yerimize geri dönmeyi öğrenmişizdir. Öğrendiğimiz şey yolculuğun hala devam ettiğidir. Yolun sonu görünmeyebilir. Nedeni havanın sisli olması ya da farların net çalışmaması olabilir. Bu çıkmazdan kurtulmak için havaya müdahale etme gibi bir şansımız yoktur. Belki yolculuğa çıkmadan önce farların bakımını yaptırabiliriz. O da yetmedi, doğru cam kenarını bulmak için çabalarız. En son Eylül ayında bindiğimiz otobüste bulamadığımız cam kenarını, belki Şubat ayında, geri dönüş otobüsünde bulabiliriz. Mesele arkadaşlıksa, arkadaşlık cam kenarıysa… Önce bu yolculukta bizi taşıyacak otobüsü bulmamız, sonra da iyi hava koşullarında bu otobüse binmemiz ve bindiğimiz otobüsün cam kenarlarının kullanışlı olması gerekir. Tabi cam kenarını kullanırken onun sizin için bir dert ortağı olduğunu unutmayın. Şubat'a doğru ve daimi arkadaşlıklarla girebilmeniz dileğiyle. Ben iyi hava koşullarında, iyi bir otobüs ve bu otobüste kullanışlı cam kenarı buldum.(!) Siz (de) bulamadıysanız aramaya devam edin. O cam kenarı bir gün sizin ayağınıza gelecek. Mart'a kadar esen kalın. Selametle...

Muhammed Münzevî


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dünya Kütüphaneleri Kübra Tarakçı Dünya üzerindeki ilginç kütüphaneler yazı dizisinde bu ayki durağımız Hollanda: “BOOK MOUNTAIN”

Hollanda’nın güneyindeki Spijkenisse kasabasında yeni açılan halk kütüphanesi, yalnızca halkın değil, sıradışı tasarımıyla tüm dünyadan mimarların da övgüsünü topluyor. Rotterdam’ın hemen dışındaki “Book Mountain” yani “Kitap Dağı” ismini taşıyan kütüphane, camdan bir piramit şeklinde tasarlanmış Kitap raflarının uzunluğu: 3205 mt Kitap sayısı: 70.000 (80.000 adet için daha yer var.)ve 50 bin civarında kitaba ev sahipliği yapıyor. Hollandalı bir mimarlık firması tarafından dizayn edilen ve üst üste kitap rafları şeklinde yükselen beş katlı bina, dönen merdivenler, koridorlar ve teraslarıyla 480 metre uzunluğunda bir yürüme yoluna sahip. Piramidin tepesinin hemen altında ise bir kafe bulunuyor. Kitap Dağı’nın bu noktada inşa edilmesi de bir tesadüf değil. Zira bölgede bir kütüphane inşa etme fikrine ilham veren, civarda bulunan sosyal konutlarda yaşayan halkın sadece yüzde 10 oranında okuryazar olmasıydı. Dolayısıyla kütüphanenin bir amacı da bölge halkını okumaya teşvik etmek.


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu kütüphane, toplumun okuma-yazma bilmeyen %10'luk kesimine okumanın reklamını yapmak için tasarlanmış. Cam kubbe ile bitirilen bu kütüphanede kitaplar büyük bir dağ gibi her yerden görülebilmekte. Hollandalı mimarlık firması MVRDV’nin Hollanda, Spijkenisse’de tasarladıkları “Kitap Dağı” adlı kütüphane projeleri, düşüncede kitap üzerine var olan bir imgenin mekansallaşmış hali olarak oluşuyor. Kitaplardan oluşan bir dağ hayal ediyor Hollandalı mimarlar. Öyle bir dağ ki, insanlar o dağa tırmandıkça, o dağın içine girip çıktıkça o dağın bir parçası oluyorlar. O dağdaki herkes bir kitap oluyor. Mimarlar bu dağa bir hacim oluştururken, Spijkenisse’nin geçmişteki tarımsal kimliğine referans vererek, geleneksel Hollanda çiftlik evlerinin kırma çatılı, tuğlalı yapısını kullanıyorlar. Böylelikle malzeme ve ruh olarak tuğlanın hakim olduğu, dev, kırma çatılı, içerideki kitaplardan oluşan dağı gösterecek kadar şeffaflıkları olan bir hacim kuruyorlar. Uzaktan bakıldığında o dağda dolanan herkes bir kitapmışçasına algılanabiliyor. Belki de MVRDV her insanın okuduğu kitaplar, yaşadığı hayatlar kadar kitaplaşmış haline vurgu yapıyor. Uzaktan bakınca yalnız ama içini açınca bambaşka dünyaları barındıracak kadar kalabalık olmak: Kitaplar ve insanlar… Ama içini kim, ne zaman açacak?


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ‘KUTLU’ YOLCULUK

Mustafa KUTLU ile tanışmam ‘Rüzgârlı Pazar’ adlı kitabını her zaman gittiğim kitapçının raflarında gezerken görmem ile başladı. Öyküye merak saldığım o zamanlarda bana iyi gelebileceğini düşündüğüm -gerçekten çok iyi geldi- hikâyesiyle gönlümü fethetmişti. O zamandan bu yana okumaktan vazgeçmediğim öykü ustasından sizlere bahsetmek istedim.

KİMDİR MUSTAFA KUTLU? Mustafa Kutlu 1947 yılının Mart ayında doğar. 1963 yılında liseyi bitirir. Güzel Sanatlar Akademisi'ne girmek ister fakat sonra bundan vazgeçer. Güzel Sanatlar Fakültesi’nin onun bünyesine uyacak gibi değildir ve o da bunu fark eder. Kutlu daha sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne kaydolur. Burada yeni ve farklı bir dünya ile karşılaşır; halk kültürünü temsil eden İsmail Usta, Hatem, Meddah Behçet Efendi, Orhan Okay, Kaya Bilgegil, Niyazi Akı, Selahattin Olcay gibi hocalarla tanışır.

Hilal AKARSLAN

Güzel sanatlara gitmekten vazgeçse de onun resim merakı devam etmektedir ve iki arkadaşıyla birlikte Halk eğitim Salonu’nda bir resim sergisi açar. Mustafa Kutlu’nun Hareket Dergisi ile tanışması ise derginin sahibi Ezel Enverdi ile karşılaşmasıyla başlar. Ezer Enverdi ondan desensiz bulduğu Hareket Dergisi’ne desen göndermesini ister. Gönderdiği ilk desen 28.sayının kapağında yayımlanır. Kutlu, Hareket Dergisi’nde desenlerinin yanı sıra hikâyeleriyle de yer alır ve ilk hikâyesi olan ‘O’ burada yayımlanır. 1969 yılında öğretmenliğe başlayan Kutlu, Tunceli’de ve Vefa Poyraz Lisesi’nde öğretmenlik yapar. 1974 yılında öğretmenliği bırakır. 1979-1982 yılları arasında Hareket'in yazı işleri müdürlüğünü yapar.

Dergâh’ın Doğuşu ve Mustafa Kutlu: 1990 yılında, arkadaşlarıyla, Sultanahmet'teki Derviş Çay Bahçesi'nde bugün yüzüncü sayıyı


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aşmış olan Dergâh dergisinin çıkmasını kararlaştırırlar. Kutlu, bu derginin yazı işleri müdürü olur. Yazıları ve hikâyeleri bu dergide de yayımlanır. 1990 yılından itibaren aralıksız çalışmaya devam ettiği Dergâh dergisindeki yazı işleri görevini Aralık 2015 yılında sağlık problemleri nedeniyle Ali Ayçil’e devretmiştir.

kendisini eleştirmenin dışında makam, mevki ve maddiyat için kendi özünü unutan Anadolu insanlarını da eleştirir. Onun için kişi, değerlerini korumalı ve makam, mevki gibi kalıcılığı olmayan unsurlar yüzünden hiçbir şekilde özünü unutmamalıdır. Mustafa Kutlu hikâyelerini bir oturuşta yazan yazarımızdır. Yirmiden fazla hikâyesini de böyle kaleme almıştır. Kutlu’nun kendine alışkanlık edindiği ve biz okuyucularını çok mutlu eden bir durum da mutlaka her yıl bir kitabını biz “Kutluseverler”le buluşturmasıdır. Umarım yazmayı bırakmaz ve bizi o kutlu hikâyelerinden mahrum koymaz.

Kutlu’nun Hikâyeciliği: Türk hikâyeciliğine yeni bir soluk, yeni bir tat getiren Mustafa Kutlu sade, sıkılmadan okunabilecek hikâyeler kaleme almıştır. Bazılarımız için sade dil ile yazılanın hiçbir edebi değeri yoktur. Mustafa Kutlu bu tezi çürüten bir yazardır çünkü onun hikâyelerinin derinliği dilde değil anlattıklarındadır.

Onun en çok istediği bir kitabının sinema filmine uyarlanmasıydı. Yoğun çalışmalar sonucunda ‘Uzun Hikâye’ adlı kitabı Osman Sınav’ın yönetmenliğiyle 12 Ekim 2012 tarihinde vizyona girdi. Filmin başrolünü Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz paylaşmıştı. Filmin

Hikâyelerinde genel olarak yoksulluğu konu alır. Mutlaka birçok hikâyesinde yoksul kahramanları, taşrayı görürüz. Yoksulluğu bu kadar ele almasının sebebini çocukluğunda arayabilir miyiz, bundan tam emin olamıyorum. Hikâyelerinin diğer vazgeçilmezleri ise Anadolu insanı ve Anadolu insanının hayatıdır. Erzincan’da doğan büyüyen Kutlu’nun Anadolu’ya eserlerinde çokça yer vermesi oldukça normal gözüküyor. Kutlu, eserlerinde toplum için önemli bir kavram olan ‘siyaset ’inde üzerinde de durur. Onun lügatında siyaset negatifliktir. Siyasetin

çekimleri Kütahya, Adapazarı, Ayvalık, Altınoluk ve Cumalıkızık, Bursa’da gerçekleştirilmişti. Film izleyicilerden de tam not almıştı. Mustafa Kutlu’ya, Uzun Hikâye gibi diğer kitaplarının da beyaz perdeye aktarılmasını heyecanla bekleyen okuyucuları olduğunu buradan iletmiş olalım…


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YAKIN DOĞUNUN UZAK GURBETİ Yaşanmış gurbetlikler getirdim bu sayfaya Kahpe düzene başkaldıran gurbetlikler Gurbeti yakında yaşadın Git gel 24 saat süren otobüsler Gurbetlikleri bitiremedi Ama kaşıdıkça, kanamaktan zevk alan Şiirler yazıldı Soldan sağa, sağdan sola... Yaşadım gurbeti Saz çalıp türkü söyleten odalarda Ölümse gurbete son veren Her nefes bir beden Sen, Yaşadın gurbeti Saz çalıp türkü söyleten votkalarda İster şah ol ister vezir Oyunu yalnız oynuyorsun sen Ben yeni fidanları peydahlarken Kim bilir kaçıncı dalı yakıp Yalnız bir sabaha uyanıyorsun Pencerenden Karanlık sokaklara Selam ederken...

GURBETTE NAL SESLERİ Hasretlik ölümlükten beter illerde Gurbete nal sesleri vuruldu Gurbetimize... Ölüm bu yüreğin körüğüdür kardeşim Yangına körükle gidenlerin Şairlerin Ozanların Uluların ilinde ölüm Bir hünkara bir de vezire Daha ne fidanlar peydahlanır Dağ başlarında, sırt bellerinde Bir de en çok Çocuklar hak ediyor Yaşamayı Çiçekli, mavi bir yeryüzünde

Muhammed Münzevi Berkay Avcı


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Veda Bakın, açıldı kapı gerçeğe, bakiliğe Gerçek diye bildiklerimin tersine, düze

Kapandı faniliğin rüyası, kirli düş

Hayal değil rüyadan da öte, öze

Açıldı ruhun gerçeğe teması, çevrildi yüz

Tahta değil artık o, toprak karyola.

Başladı ahenk, renk üstünde renk Yüz yukarı sarmalandı, sarsıldı ceset.

Dimdik bakar artık gözlerim, dama Titremesiz, edasız, gerçeksiz ve fena

Ve diye sonralar, kalmadı gayem

Beyaza çalanda bir tenim var adeta

Param parça dirlik, buz denginde matem

Sessiz, kimsesiz, fikirsiz bir bina.

Sormadım, yarına çıkmazsa bu hadisem? Bilmezdim, bedensiz de yaşarmış çilem.

Nerede o bildiklerim, nerede? Hani hiç bitmeyecekti bu mesele

Bir ses koptu ve hükmettim göğe

Gibi zamanda harcandı zaman

Güneş batar mı, gün göre göre

Bir zaman ki bitmez sandım bu talan.

Sırtımdan düştü artık dünyalık köle, Ruh, nefs, ten... Bugün ayrılık var, dönemem artık ben…

Cedîd


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TERSİNE DÜNYA

Sultan Demirtaş

vücudunda morluklarla, için için ağlıyor. Çünkü babaları, kocaları güya namus bekçiliği yapıyor. Engin Alkan işte bunu, mizahla işlenmiş bir dramı sahneye taşımış. Can acıtan bu gerçekliğin bu şekilde ele alınması hiç göze batmıyor. ‘’ Namus

Türkçe’de sözlük anlamı olarak bağlılık, dürüstlük, doğruluk ve benzeri anlamlar taşısa da kavramın en yaygın kullanılışı, içinde muhafazakâr ve ataerkil toplumların cinsiyet hiyerarşileri üzerinden idealize ettiği ideolojik dayatmalardan oluşmaktadır. Ne yazık ki bu algı peşinden şiddeti ve kadın cinayetlerini de sürüklemektedir.’’ diyor Engin Alkan ve bunu da oyunda çok başarılı Orhan Kemal’in 1968 yılında Pardon bir üslupla yansıtıyor. dergisinde tefrika edilen bir romanı aslında Oyun iki perdeden oluşuyor ama bir Tersine Dünya. İşte bu Dünya’da kadınlar bakmışsınız hemen bitivermiş. Sizi alıp erkek, erkekler ise kadın olarak karşımıza götürüyor. Oyuncuların performansları, çıkıyor. Cinsiyetlere yüklenen roller tersine dekorun sizi yormaması, dönüyor. Erkek evde yemek yapıp, müziklerin yerinde kullanımı çocuk büyütürken; kadın da oyunun akıp gitmesini Orhan Kemal’in eve ekmek parası sağlamış. Nilüfer getirmekten ziyade romanından uyarlanan Belediyesi Tiyatro üçkâğıtçılık, hovardalık oyunda, kadın ve erkek gerçekten ‘’izlenmeli’’ yapıp, fiziksel ve cinsel kimlikleri ironik ve dediğim bir oyunu tacizde bulunup, namus daha seyirci ile cinayeti işlemekten geri eğlenceli bir üslupla buluşturmuş kalmıyor. tersine dönüyor. diyebilirim. İşte bu romanı, Oyunu izlemek başarılı yönetmen-oyuncu isteyen okuyucularımız için Engin Alkan sahneye uyarlamakla güzel bir haber vermek gerekirse oyun kalmayıp oyunun yönetmenliğini de bu ay seyirciyle yeniden buluşuyor. Tersine üstlenmiş. Oyunda bir ironi hâkim. Dünya 5-6-12-13-26-27 Şubat tarihlerinde Kahkahalar atıyorsunuz ama sonra durup – Nazım Hikmet Kültürevi’nde , 19 ve 20 bir de kadınsanız – acı bir tebessümle dalıp Şubat tarihlerinde ise Uğur Mumcu gidiyorsunuz. Evet, acı bir tebessüm… Sahnesi’nde izlenmek için sizleri bekliyor. Çünkü ülkemizde hâlâ bir sokakta, bir evde kadınlarımız susturulmuş, sindirilmiş,


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

TEZER ÖZLÜ YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK Türk Edebiyatı’nın gamlı prensesini yakından tanımak için bir yolculuk vaat ediyor bu kitap size. Sadece Tezer Özlü için değil; varoluşla kavgalı başka yazarları da keşfe çıkıyorsunuz. Kafka , Pavese , Svevo’nun izini sürdüğü “anlatı” bir vasiyetname niteliği taşıyor. Hayata acıların arkasından bakan yazara gezilerinin yazıları, 1983 Marburg Yazın Ödülü kazandırır. “Yolculuklara dönüyorum. Kentlerden sakladığım resimlere.”

BARIŞ BIÇAKÇI SEYREK YAĞMUR Barış Bıçakçı’nın yeni yıl hediyesi okurlarına “Seyrek Yağmur” oldu. Kitaplarında politik arka plana yer vermeyen Bıçakçı, son bir yıldır olup bitene karşı tepkisini bu kitapla gösteriyor. Rıfat okura yalnız olmadığını hissettiriyor. Her kitabında Ankara’yı kahraman yapmasına alışkınız fakat bu sefer kahraman bir kitapçı. Dolayısıyla anlatım entelektüel bir zenginlik kazanıyor. “Rıfat, bir hikâyenin içinde midir, anlamaya çalışıyor, insanın bir hikâyenin içinde olduğunu anlamasının yolunu arıyor… Seyrek yağmura şemsiye açılır mı?”


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ TARIK BUĞRA YARIN DİYE BİR ŞEY YOKTUR “Yarın Diye Bir Şey Yoktur”, Tarık Buğra’nın çeşitli yıllarda (194849, 1950-52, 1954-64) kaleme aldığı hikâyelerinden oluşuyor. Kitabın adı da bu öykülerin birinin adından geliyor. Toplam otuz dört hikayenin yer aldığı kitap üç bölümden oluşuyor. İlk kısım “Oğlumuz”, yazarın 1948-1949 arasında yazdığı hikayelerden oluşuyor. İkinci kısım: “Yarın diye bir şey yoktur” yine yazarın 1950-1952 yılları arasındaki hikayelerinden oluşuyor. Üçüncü kısım ise “Sonrakiler”, yazarın 1954 ve 1964 yılları arasındaki hikayelerinden meydana gelmiş. Tarık Buğra’nın okuyucuyu alıp götüren tasvirlerini okumak bu güzel hikayelerle çok daha keyifli hale geliyor.

AHMET ATİLLA ŞENTÜRK OSMANLI ŞİİRİ KILAVUZU Geçtiğimiz haftalarda eski edebiyatseverleri heyecanlandıran yeni bir yayın haberi geldi: Osmanlı Şiiri Kılavuzu. Eserin tanıtımında şu ifadeler yer alıyor: “Bu kitap günümüz insanının Fuzûlî, Bâkî, Nedîm gibi şairlerin eserlerini kolayca okuyup anlayabilmesi amacıyla hazırlandı. Bu şiiri vücuda getiren 650 civarında dîvân ve mesnevînin yaklaşık 1.500.000 beyti taranıp eski edebiyatın nirengi noktaları madde başları haline getirilerek zengin örneklerle izah edildi. Kılavuzu kullananların ellerine aldıkları eski bir şiir metnini, önemli ölçüde çözüp tadına varabileceği inancındayız.” Divan Şiirini, eski edebiyatımızı anlamakta zorlananların veya bildiğinden daha fazlasını bilmek için araştırma yapan eski edebiyatseverlerin başucu yapacağı bir kitap bu. Ahmet Atilla Şentürk eseri için “Özellikle günümüzde şiirle ilgilenenlerin, modern tarzda yazan şairlerimizin bu eser vasıtasıyla eski şiirle önemli köprüler kurabileceği ümidindeyim.” diyor. Bu eserde eski şiirimizde geçen her kavram A'dan Z'ye maddeler halinde zengin örnekleriyle anlatılıyor.


Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ev Üzerine Düşünceler – II – Mesele kendimizin iyi veya kötü insan olması değil, bütün olmak veya olamamak. Bütünlükten yoksun, eksik parçalarının kıskacında iyi biri olabileceğimiz gibi, kötülüklerin taşıyıcısı bütüncül bir yapıya da sahip olabiliriz. Tercihimiz iyilik mi bütünlük mü olmalı? Veya böyle bir tercih imkânımız var mı? Soruları çok zor cevaplanır zannımca. Ama herhalde ben, bütünlüğü tercih ederdim. Bu sonuca nasıl vardığım sorulacaktır. Doğrusu, bu suali en çok soran benim muhtemelen! Cevabını bulduğum da söylenemez. Belki, bütünlüğün yaydığı istikrâr kokusu ve öngörülebilir bir ortamın güvenlik ve kolaylık soluduğunuz havası. Belki, bütünlüğün sırf kendi çabalarınızla elde edilememesi, aksine iyiliğin şahsi tercih ve emeklerinizle elde edilebilir olması bu sonuca ulaşmada etkin olmuştur. Her neyse… Nihayet hislerimle ulaştığım bu kanaat ağır bastı. Belki duygusal beklentilerle, sahip olamadıklarımızın anlağımıza yaydığı karartma dumanlarıyla ilgili de olabilir. Başta kendimi ikna etmeye çalışacağım; her ne sebeple olursa olsun yalnız olduğumuz, eşyanın bizi meşgul etmediği anlarda hep bir

Muhammed Kırvar

şeylerin eksikliğini hissederiz. Hepiniz veya bir kısmınız sürekli olmasa da, aynı dolulukla olmasa da, derece farkları olsa da mahiyetçe aynı olan bu duyguyu yaşamışsınızdır.Evi olanlar kısa süreli gaflet anlarında, evi olmayanlar ise hayat boyunca. Kimimiz varlığının farkına vararak, kimimiz bazen, kimimiz ise dâima yokluğunu duyumsayarak. Soru, daha doğrusu sorunumuz bu hissi neden yaşadığımız veya yaşamadığımız? Büyük parçamızın olup, olmadığını eğer varsa nerede olduğunu, fiilen ve zihnen veya sadece zihnen nereye gidersek ona kavuşup, bütünleşebileceğimizi bilir-bilmez olmamızdır. Bilir olduğumuz anlarda, can yakıcı hislerin yaşandığı zamanlarda yokluk endişesine katlanır, sabırla eve kavuşmaya çalışır, kavuşmanın imkân âleminde olduğu yarım bilgisi ile mücâdele ve direnme gücümüz devam ederdi herhalde. Belki de acınası gelen yaşam, yani evsiz olduğumuz sanısında iken ana parçamızın oluştuğu içimizdeki ev veya evlerden uzaklaştıran bir yoksunluk içinde olabiliriz. Bu son şıktaki duyumsuzluk en kötü olasılıklardan biridir.


Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İşte ben, imkân âlemindeki bu bilgilere ulaşamadım. Yâni evim yoktu. Bütün bunlar bana da çok karışık, bu yol çıkmaz gibi geliyor ve her defasında “Evsiz olduğun için bu karışıklıktan ve çıkmazlardan kurtulamıyorsan, evin olsaydı nasıl bir berraklık sahibi ve nasıl bir bütün olurdun?” gibi daha garip bir suâle varmanın dışında başka bir neticeye ulaşamadım. Lâkin olmayanın ağırlığı hep yüreğimizde, üzerimizde. Evin imkân âleminde olmadığı, diğer âleme ait bir ukde olduğu, fıtratın doğası- umarım bu tanımlama garip kaçmaz- gereği olduğu da düşünülebilir. Ana rahmi özlemi ile bağdaştırıcı fikirlerin de epey yaygın olduğunu zannediyorum. Doğrusu bu görüşlere benim de zaman zaman meyyâl olduğum olmuştur. Her birinin taşıdığı gerçekler vardır muhakkak. Eğilimimiz hangisinden yana olursa olsun yaşadıklarımızı değiştirmez gibime geliyor. Sorular devam edebilir mi, etmeli mi? Bence etmeli, öyleyse edebilir. Konu kendimizin kendisi olunca… Etmeli. Nasıl edebilir? Nasıl etmeli? O halde, kendimizde hissettiğimiz eksiklikler nelerdir? Sorusu ile başlayabiliriz. Yaşamadığımız bu bütünlüğün resmini çizemesek ve tam olarak bir çerçeveye kavuşturamasak da yaşadıklarımızın zıtları-karşıtları ile söz konusu eksiklerin olmamasının olası sonuçlarının neler olabileceğini kurcalayabiliriz belki! Başta geçen, boşluk, bütünlük, büyük parça gibi kelimeler birtakım ipuçları vermiştir vermesine de, mevzu ehemm olunca gevelemek ne kelime sürekli, mütemâdiyen ve ısrarla hissen, zihnen terlemek gerekecektir herhalde? Ya da küçük parçalardan bahsettik. Bir şey parçalandıkça doğru orantılı olarak o şeydeki her gücün azaldığı darb-ı mesel olmuş kadar açık bir husustur. Bu dayanaktan güç alarak eğer birden çok eviniz oldu ise bütünlük taşıyıcısı insanlara nispeten güçsüz kalmışsınız diyebilir miyiz? Ben bu fikre yakınım diyebilirim. O halde, büyük parçamızın oluşması için bu ameliyenin tek bir evde gerçekleşmesi gerektiğini savlıyoruz demektir. Aksine, bazı hâl ve durumlarda kısa sayılabilecek zamanlarda aynı mayalanmanın gerçekleşebileceği tezini savunmak da olanaklıdır zannederim. Zihnî tedaileri varlığa açık kişilerle yapılacak ciddi, uzun muhâverelerden bu savların doğrulayıcısı olabilecek ve her iki iddiaya da destek verecek unsurlar elde edilebilir. Evet, işin

şekil bakımından öneminin azlığını, keyfiyetin ise tabiri caiz ise geometrik etkisini ve zamanın göreceli yanını dikkate alacak olursak farklı ihtimallerin olabilirliği üzerinde daha çok durmamız gerekebilir. Bütünlük; huzur, sükûnet, kararlılık, enerji, güven ve gelecek demektir zannımca. Eksik parçalarının olmadığı bir bina demektir. Eksiksiz bir yapı işlevlerini yerine getirmede sorunlar yaşamaz. Kararlarını tam olmanın verdiği güven ve kararlılıkla alır ve yerine getirmeye çalışır. Çekimserlik, şüphe ve tereddütler yaşamın her alanında ve her aşamada yok gibidir. Var olsalar bile kararın doğruluğuna, eylemin yerindeliğine ve hızına katkı ve zamanın verimliliğine neden olmak işlevleri görürler. Şüphe ve tereddüdün bu olumlu halleri yanlışları ve eksiklikleri gidermeye yarayacaktır. Adeta eylemden önceki son denetleme işlevi göreceklerdir. Bütünlük taşıyıcısı için, eşya ve olaylar karşısında hayret ancak iradenin gelişmesine yol açabilir. Yeis ve melankoli uğranmadık ülkelerin toprağı gibidir. Renkler hayat tablosunun irade, mutluluk ve gelecek izdüşümlerini yansıtmaya, anlatmaya yararlar, başımızı döndüren, belalı, güzel düşmanlar değildirler. Kısa süreli bocalamalar dahi yeni atılımlara hazırlık evrelerine dönüştürülebilir. Eksiklikler, yabancılıklar gibi zorlaştırıcı unsurlar, irade gibi sağlam yapı kapılarında tecrübeye dönüştürülerek içeri alınırlar. Bütün bunların olması, karşıtlarının olmaması için evinizin olması gereklidir ve bu yaşamsal görevi nedeni ile ev önemlidir. Zannımca ev; içindeki insanlarla, dışında kalan diğer evlerle, bulunduğu fiziki, coğrafi ortamla kısacası ilişkili olduğu her unsurla barışık, yerleşik kuralları olan, dâhiline giren her elemanı bu düzen çerçevesinde tutabilen, kendisine bağlayabilen efsunlu bir mekândır. Sizin hâricinizdeki şeyler ile evin daimî ve geçici bireyleri hep birlikte sizi hayata hazırlamaktadırlar. O fertlerin her birisi tanıdık, güven veren eşyaların rengârenk fonları içinde kaynaşarak ya yanınızda ya arkanızda ya da önünüzdedir. Size lazım olacak veya olması muhtemel her öğrenme ihtiyacının karşılanması bireylerin ana vazifesi gibidir. Beşeri ve fiziki her eleman bu eğitimin en hâsılalı hâli için bu tabloya yerleştirilmiş gibidir. Tabi, başlangıçta bir yanlış anlaşılmaya yol açmadan belirtmekte yarar var. Burada


Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kuramsal bir eğitimden bahsetmiyoruz. Doğrusu bahsettiğimiz her şeyi ile bir kurumdur. Yerleşkesi ile yerleşikliğinin eskiliği ve gelenekleri ile doğal bir kurum. Kökleri çok eskilere dayanan, bulunduğu topraktan koparılması adeta imkânsız bir ağaç gibi. Sizin koparılmanız da ancak köklere kadar etki edebilecek olağandışı bir güç ile ve uzun zamanlarla mümkün olabilir.

duygulanımımızda gölgelerin ağır bastığı ve var olmamızın karşıtlara bağlandığı bir yaşam döngüsündeyiz. Bu derecede olmasa bile bu raddeye ulaştırılması maksat edinilmiş, eksiklikleri en az düzeyde olan ve mezunlarını da en üst seviyede kifâyet, azami derecede donanımla dışarıyla tanıştıran ev bu dünyaya ait olabilse gerek. Ve olmalı. Cenneti özletmeli.

Her bir birey kendi oluşumunu, kendini de yaşarken, aynı anda, onun âleminden yayılan çekici kuvvetler, ahenkli sesler, doyulmaz ruhi tadlar yaşadığınız o kubbe altını her cihetiyle diğerlerinin de eğitim mekânı haline getirebilir.

En azından tarifi yapılmaya çalışılan havanın soluklarımıza az da olsa karışması, bahsedilen ruhun varlığının, çepeçevre olmasa bile hislerimizi uyaracak kadarıyla bizleri kuşatması evin özelliklerinden olmak gerektir.

Eksikliğini duyduğunuz veya zayıflığını hissettiğiniz her unsurunuz ya hasbî ve öğretici bir üye ile veya teselli edici bir kucakla olmasa bile, samimi bir dertleşme ortağı ile er ya da geç tamamlanır. Bu seçeneklerin olmadığı nâdir zamanlarda, size has olan seslenme kuytulukları size ve yaralarınıza derman olur.

Buraya kadar basit bir tanımlamayla iyi bir evden bahsettik; güzellik ve bütünlük üretebilen bir evden. Böyle bir evde olduysanız, iç ve dış muhârebelerde dirençli olma ve kazanç hedefli eylemlerde bulunma ihtimaliniz yüksektir. Şaşkınlıklarınız, tereddütleriniz, korkularınız fazla sürmeyecek demektir.

O evde yaşananlar dâima paylaşılır. Diğerlerinin bilmedikleri zaten paylaşılamayacak olanlardır. Bunlar, paylaşılması herkese fayda vermeyecek, size ve diğerlerine değer katmayacak özel kazançlardır. Bu türden kazanımlar bilgi ortaklarının olmaması halinde güzeldir ve faydalıdır. Görülmeseler de, bu türden kazançların sahibi etrafında oluşan uhrevî hâleler diğerlerinin yabancısı değildir. Oluşmaları ise sır olarak yaşanmalarına bağlıdır.

Varlıklarınıza sahip çıkma kuvvetiniz hep olacak, varlıklarınız başkalarına sizin tarafınızdan istem dışı verilmiş değil ancak, sizin yokluğunuzda sizden alınmış olabilirler. Size rağmen siz kalben izin vermedikçe olabilen yoktur. Var gibi gözükse de bu görünüm geçicidir ve varlığınızı korumaya yönelik zorunlu bir savunma yöntemi olabilir ancak.

Şaşmaz tecrübeler, kütüphaneler dolusu bilgiler, her türlü zorluğu alt edebilecek zekâlar, tehdit edici her unsuru savabilecek kuvvetler, savaşlarınızda yanınızda yer alacak destekler, aldığınız yaraları otaracak hekimler, suçlarınızı âdil bir şekilde yargılayacak hâkimler, cezalarınızı medreseye dönüştürecek akiller, duygularınızı duyabilen arkadaşlar ve ağladığınızda sizi sarabilen teselli kolları evinizdedir. Cennetvâri bu tablo dünyamıza pek yakışmadı derseniz, haklı olabilirsiniz. Sonuçta,

Kötü bir evde de bütünlük kazanılabilir, aynı unsurlar ve şartların kötülük üretmek için kullanıldığını varsayarsak o evden dışarıya bütünlük sahibi kötüler arz edilebilir mi? Peki, sevgi, teselli edici hasbiyâne kucaklar, samimiyet, cennetvâri gibi sıfatlar kötülerin üretildiği yerde nasıl ve neye sarılarak yer alır? Gibi bir soru gelebilir mi? Gelebilir. Düşünce dünyasının kıvrımları kendi tercihlerimizin dışına çıkılarak yeniden gözden geçirilirse inanıyorum ki; birçoğumuz bu çabanın sonunda farklı noktalarda olabilecektir…


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

… Bir bakarsın bahar gelmiş şehre Badem ve erik çiçekleri önce Kır papatyaları ardı kekik kokusu Erguvanlar fışkırır her yandan Gelincik salınarak gelir ilk akşamdan Bir bakarsın bir ağlama duyulur Bekleyişler, umutlar arasında Bir çift minik göz açılmış ilk defa Cigerlerine dünya girmiş acıyla Aks dönmüş gerçeğe bir anda Bir bakarsın beyaz kağıda aşk düşmüş Usta ellerde şekillenmiş acemi bir heyecanla Harfler aşk düzenine girmiş Baştan sona dipsiz bir karmaşa Başsız, başlıksız, öznesiz bir sayfa Sen bakarsın güneş damlar odama Bahar girer ellerinde yediverenler Sen bakarsın bebekler doğar kuytularımda Nakaratsız bir şarkı çalar aşkhanelerde Bir bakarsın şiir düşer gecelerime Sen bakarsın kitaplar yanar İskenderiye'de Bağdat yağmalanır bakışlarında Bir bakarsın fırtına tutar denizlerimi Rotasız gemilerin çatırdar gövdeleri Alamut'ta tahtından olur Sabbah Sen bakarsın alem görür gözlerinde... Lokman Sevinç


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Perilerin Diyarı: İstanbul

Mehmet Altınova

Mustafa KUTLU ile tanışmam ‘Rüzgârlı Pazar’

Yerlerden bir yer, zamanlardan bir zaman perilerin yaşayacakları yeni bir yer kurulması gerekmiş. Fakat insanların dünyasından uzak olan periler “yeni bir yer nasıl kurulur? ”un bilgisine sahip değilmişler. Bunun için bu konuda en yetkili kişiler olan insanların hayatlarına bakıp yeni bir yer nasıl kurulurun cevabını aramaya koyulmuşlar. Birinci peri: Bütün arkadaşlarımızın yaşayacağı yeni bir yer demek… Diğer peri: Evet, çok güzel bir yer olmalı. Tam bize göre bir yer, güzelliğimiz, etrafımızı da güzelleştirmeli. Bunun için dünyadan en iyi malzemeleri buraya getirmeliyiz. Hemen bu yeri yapmalıyız yoksa kötü periler burayı da işgal edecekler. Bize ancak bizim gibi güzel bir yerde bir şey

yapamazlar çünkü onlara yalnızca kötülük verilmiştir. Birinci Peri: Çok haklısın, peki ama dünyanın en güzel mekanlarına, yapılarına nasıl ulaşabiliriz? Bizim ülkemizden küçük olsa da dünya, bu kadar zamanımız olmayabilir. Diğer Peri: Bak burada ne var? Dünyada birine yardım etmiştim bana iki kitap vermişti. Biri nasıl okuyabileceğim hakkında, yalnızca resimden ve sembollerden oluşan bir kitap, diğeri de insanlığın tarih kitabı. Belki buradaki resimlerden ve yazılardan bir şeyler bulabiliriz, ne dersin? Bakmak zarar getirmez. Birinci Peri: Hemen bakalım, kötüler yaklaşıyor.


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu konuşmaların ardından Birinci Peri, rastgele bir sayfa açmış. Her iki peri de İstanbul'un tarihini anlatan bu eserin içindeki binlerce güzel yapıya hayran hayran bakmışlar. Onlarda hayal gücü olmadığından bu yapıları gerçekleştirmeleri mümkün değilmiş. Bu nedenle imrenerek bakıyorlarmış yapılara. Kız kulesini gördüklerinde ve hikayesine baktıklarında “aşk” denilen şeyi hala anlayamamışlar ve bu durum akıllarının daha çok karışmasına sebebiyet vermiş. Çözüm ararken çözüm diye bildiklerinin içinde çözümsüzlüğe gark olmuşlar. Çünkü aşk denilen şeyin, nasıl yapı yaptırılabildiğini hayal edemez bir hale gelmişler. Bir başka bölümü rastgele açmışlar. Napolion Banapart adında sinirli bir adamın resmini görmüşler orada. Altında da bir söz,"Dünya bir ülke olsa başkenti İstanbul olurdu." Şaşırmış, Birinci ve Diğer peri. Demek ki İstanbul'un dışından alınan herhangi bir parça, yeni yaşama alanımıza gelse kötülerin yine yerimizi işgal etme ihtimalleri var diye düşünmüşler. Bu ihtimal onları korkutmuş. Birinci ve Diğer Peri tek bir ses ile "bulduk" diye bağırmışlar. Evet, o an bulmuşlar; yeni yapacakları yeri güzelleştiren bütün malzemeleri İstanbul'dan getireceklermiş. Bir makineye atlayıp hemen İstanbul'a gitmişler. Bulundukları yerin adı, Üsküdar diye anılıyormuş, bunu da kitaplardan öğrenmişler. Görünmüyorlarmış. Çünkü onları görebilmek için önce kalplerin şeffaf olması gerekliymiş. Buradaki insanların kalpleri hiç de şeffaf değilmiş. Periler, işte bu yüzden dilediğince gezebiliyor ve eğleniyorlarmış.

Etrafı seyretmişler. O müthiş manzara karşısında "kötülük buraya gelemez" diyorlarmış. Fakat bu güzellik gittikçe zaman kaybettirmiş onlara, artık yeni yerlerinin planını oluşturup uygulamalarının vakti çoktan gelmiş de geçiyormuş bile. Öncelikle surlardan başlamışlar. Çünkü sur, kötülerin girmesini engelleyecekmiş. En çetin insan kavgalarında bile bu taşların çok işe yaradığını biliyorlarmış. Hemen Fatih adı verilen yere ışınlanmışlar. Zaman denilen kötü akarsuya karşı surlar aşınmış, ama kitapta en iyi surların olduğu yer burası olduğu yazılıymış. Hemen güzel sözcükler söyleyip bu güzel sözcüklerle suru ikna etmeye çalışmışlar. Sur,"gelmem" deyip "ben burada vücuda geldim, beni bu insanlar oluşturdu, onlara ihanet edemem." cümlelerini ekliyormuş sözlerine. "İstanbul'un aynısından yapacağız." diye kandırmış onu Birinci Peri. Bu Birinci Peri'nin ilk yalanıymış. Artık İnsanların Ülkesi'ne geldiği için buranın kurallarına uymalıymış. Suyun üzerinde gelinlik giymiş gibi duran "Kız Kulesi"ni, kubbeleri dünyayı hatırlatan ihtişamlı "Süleymaniye Camii"ni, Fatih'in o yıkılmaz "Sur"larını, Marmara'nın denizini, havasını, sahilini, -yemek yiyip bir şeyler içmeseler de- en güzel lokantasını, en ihtiraslı aşıklarını alıp yeni yerleştikleri yere götürmüşler. Orada yaşayan insanların, şehri medeniyet yapan bu yapılarının nereye gittiği hakkında hiçbir bilgisi yokmuş. Dua etseler dahi dua edecekleri bir mescit, ezanlarının okunacağı bir minare kalmamış. İnsanlar, çocuğunu kaybeden anne baba


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gibi koşmak istiyormuş ama ne yazık ki periler onların koşacakları yolları da almışlar. Periler, kendilerini korumak için kötülük etmiş insanlığa. Yeni yerleştikleri yer inşaa olurken gittikçe İstanbul'a benziyormuş. Kötüler, yaklaşmak üzereyken, dünyada hiçbir güzel, ihtişamlı bir yapı kalmamış. Periler, şehrin bütün yapılarını yeni yaptıkları yerleşim yerlerine yerleştirmekle meşgullermiş. İstanbul'dan getirdikleri yapılarla yaşadıkları yere ahenk kazandırmak istiyorlarmış. Kötüler gittikçe yaklaşıyor, yaklaşıyor ve yaklaşıyormuş…

kağıtta geçen tek bir kelime olan “mahkumuz”dan yola çıkarak durumlarını anlatan fakat tamamını anlamadıkları şu şiiri haykırmış artık kaybettikleri İstanbul’a; “O belde Hangi bir kıt'a-yı muhayyelde? Hangi bir nehr-i dûr ile mahdûd? Bir yalan yer midir veya mevcûd Fakat bulunmayacak bir melâz-i hulyâ mı?

‘’Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan

Bilmem... Yalnız

Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan

Bildiğim, sen ve ben ve mâi deniz

Bakın yaklaşıyor…’’1

Ve bu akşam ki eyliyor tehzîz

Nihayetinde yıkılmaz denilen surları aşmışlar ve onların sahte İstanbul'unu ele geçirmişler. Çünkü bütün o malzemeyi getirmişseler de aşk bütünlüğünü getirememişler. Ve bu yüzden muhteşem yapılar yerlerine dönüp gerçek aşkla yeniden bütünleşmişler... Periler kederli ve üzgün bir şekilde eski yerlerine dönerlerken İstanbul’u ancak hayallerinde yaşatabileceklerini ve bu işi başaramayacaklarını anlamışlar. Bir peri cebinden çıkarttığı kağıda dikmiş gözlerini ve dudaklarından şu dize dökülmüş…

Bende evtâr-ı hüzn ü ilhâmı.

Uzak Ve mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kalarak Bu nefy ü hicre, müebbed bu yerde mahkûmuz...”3

‘’Yazık şairler kadar cesur değilim’’ 2 Diğer peri de bu buruşmuş kağıda gözünü iliştirmiş hemen ve bunu denemiş olmanın verdiği mutlulukla ve yine aynı zamanda kaybetmenin burukluğuyla 1

İsmet Özel,Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak 2 İsmet Özel,Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak

3

Ahmet Haşim, O Belde


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KIRIM Kırım tütüyorsun içimde Uzak bir türkü gibisin dilimde

Sahi “yurdunu kaybeden” kaç adam saklı bağrında?

Dumanın yayların tepesinde

Ya gözü yaşlı anaların, elleri kınalı kalan gelinlerin

İlmek ilmek işlenen sevdaların hep yarım

Koparılıp da dönemeyen evlatların

Yalın ayak bırakılan Kırım Tatarları vagonlarda

Kırım, tütüyorsun içimde…

Umut yok, gülmek yok, yarın yok Dillerinde "Biz Kırım dan çıkkanda"

Anlattıklarını duymaz mı bu koca dünya Dile gel de haykır "Kırım"!

Kırım tütüyorsun içimde…

Öz toprağında, turkuaz bayrağın altında ana dilinde haykır!

Nefesim ağırlaşıyor, boğazım düğümleniyor

Akmescit, Kızıltaş hepsi yorgun

Sen Karadeniz’in öz evladı,

Çarptığın sert kayalardan bu yaraların

Hikayelerin de hep yarım,

Kırım, tütüyorsun içimde…

Hani sesin var ya canıma işleyen

İpince bir sızı yavaş yavaş kemiriyor

Hiç görmediğim topraklarını özlüyorum

Yüreğimdeki yangın sönmeyecek

Şiirler düzüyorum sana sayfa sayfa

Sen şahlan Kırım, yeşerecek fidanların için

Sana en çok hüzün yakışmamalıydı

Bir çiçek kopar bağrından kıpkızıl

Neşeli türkülerin vardı bir zamanlar…

Kırım, tütüyorsun içimde…

Kırım tütüyorsun içimde…

Pınar ÇAYLAK

Sadık Turan'ı arıyorum hatıralarında


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TERZİ Sabah oldu, Gece yine geçmişle soldu Dikilecek organlarım oldu Örtülecek yorganlarım boldu Çıktım sokağa ve aramaya başladım, terzimi Terzimi aramaya Çünkü dikilecek organlarım vardı Yıllardır yamalanmaktan pörsümüş organlarım. Yorganlarımla örterdim organlarımı Urganlarımla bağlardım ellerimi Ve ayaklarımı Yoksa uyuyamazdım Organlarım yamalıydı benim O girdiğim son çıkmaz sokakta Terzimi bulmasaydım Yamalanmaktan tutuklanacaktım Terzim dikmeseydi benzimi Yüzümden tanıyacaklardı polisler Urganlarıyla dikti vücudumu terzim, ellerimi Ve ayaklarımı Öyle bir dikti ki Kanayan hiçbir yamam kalmamıştı Terzim dikmeseydi feyzimi Kangren olacaktı ellerim Ve ayaklarım Kesip atacaklardı leşimi Terzim dikmeseydi göğüslerimi Kalbim serseri bir mayın gibi patlayacaktı.

Muhammed Münzevî


Fotoğraf

Aybige Akdağ


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yine Sensiz: Tamirci Çırağı

Sırdem Kemiksiz

“Gönlüme bir ateş düştü, yanar ha yanar yanar Ümit gönlümün ekmeği, umar ha umar umar” Cem Karaca… Onun şarkılarıyla nasıl tanıştım diye bir hikayem yok aslında. Bilinmeyen bir senenin bilinmeyen bir gününde, gönlü ‘’insan”dan yana olan rahmetli dedem, o zaman ufacık bir kız çocuğuyken beni kucağına oturtup televizyonda şarkı söyleyen Cem Karaca’yı işaret etmişti: “Bu adam’’ dedi, “Bu adam insanlara kendilerini anlatıyor.” Anlamamıştım. Yıllar sonra nasıl bir miras bıraktığına, o mükemmel sesine hayran olacağım adam, kocaman kare bir gözlük ve başında ilginç şapkasıyla şarkı söylüyordu: “Durdu zaman, durdu dünya, girdi içeri kapıdan. Öylece baka kaldım gözümü ayırmadan…” Acımasız 8 Şubat gelip çattığında, ki bugünden tam 11 sene sonra değerli Müzeyyen Senar da aramızdan ayrılacaktı, şüphesiz dedeciğim kadar benim de canım yanmıştı. Bu yüzden dedem de bu dünyadan veda ettiğinde hala onu Cem Karaca’nın karşıladığını düşünmek istemişimdir. Bu garip şapkalı, uzun boylu, hayli tok sesli adamın hayat hikayesine gelince… Bir insanın ömrüne sığmayacak birçok başarıyla beraber çalkantılı olayları, ayrılıkları, adı ‘’vatan’’ kokan hasretleri taşımıştı. Şarkıları kadar aşkları,

ülkesinden ayrı kalışı ve tutumuyla hep bir tarafa çekilmek istenmişti. Zaman zaman bunca şeye savaş açabilen bu adam yenilgiyi de son damlasına kadar yaşamıştı. O zamanlar Cumhuriyet tarihinin ünlü tiyatrocularından sayılan Ermeni kökenli İrma Felekyan’la (Toto Karaca) , bir Azeri Türkü olan Mehmet İbrahim Karaca'nın evliliklerinin altıncı yılında, 5 Nisan 1945'de İstanbul'da dünyaya geldi. Tiyatro ve müzik ile birlikte iç içe büyüyen Cem Karaca’nın müzik ile ilk tanışması annesinin teyzesi Rosa’nın Cem Karacaya piyano notaları ve piyano nağmeleri öğretmesi ile olmuştur. 14 yaşında İzmir’de tatildeyken aşık olduğu kızı etkilemek için Johnny Guitar adlı şarkıyı söyleyen Cem Karaca, annesi Toto Karaca’yı daha çok etkiler. Cem Karaca’nın müziğe olan yatkınlığını gören Toto Karaca, oğlunun müziğe yönelmesinde büyük rol oynamıştır. Sanatçı bir ailenin çocuğu olmanın avantajını çok iyi değerlendirerek sanatla iç içe büyüdü. Cem Karaca müzik hayatının ilk bölümünde Anadolu'nun müziğinden bihaber bir şekilde, ilk grupları olan Jaguarlar ve Dinamitlerle Rock'n'Roll tarzı çalışmalar yapıyordu. O


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dönemdeki en büyük destekçisi İlhami Gencer'di. Cem Karaca'nın ilk grubu 1963'te Dinamikler oldu. Seslendirme sanatçısı Fikri Çöze'nin jübile konserinde performans sergilediler. Babası hâlâ Karaca'nın müzik yapmasına karşıydı. Hatta adam tutup konserlerde onu yuhalatmıştı ancak Karaca bunlara rağmen müziği bırakmadı. Grup olarak Elvis Presley gibi ünlü rock and roll sanatçılarının klasiklerini yorumluyorlardı. Hatta oğlu Emrah Karaca, babasına ve kendisine ait oluşturduğu bir arşivde bunu şöyle anlatmaktadır: ‘’İlk yıllarda hep Rok’n’Roll söylediklerini ve papağan gibi taklit işler yaptıklarını anlatırdı. Elvis’in şarkılarını Elvis gibi söylermiş o zamanlar.’’ 1963'ün sonunda grup dağıldı. Kısa bir süre "Cem Karaca ve Bekledikleriniz" adlı bir grupta çaldı. Bu gruptan kısa bir süre sonra ise Gökçen Kaynatan'ın orkestrasında çaldı ancak bu beraberlik de uzun sürmedi. Aynı sene "Cem Karaca ve Jaguarlar" kuruldu. 1965'te Altın Mikrofon yarışmasına başvurdular ancak ön elemeyi geçemediler. Aynı yıl Karaca, Anadolu kültürünü tanımaya başladı. Aşık Mahzuni Şerif ile tanıştı. Askerden döndüğü 1967 yılında Apaşlar grubuyla tanıştı. Apaşlar daha önceleri batı tarzı müzik yapmaktaydı ancak Karaca ile tanıştıktan sonra müzik daha doğuya döndü. Karaca, grup ile birlikte Altın Mikrofon 1967'ye katıldı. Yarışmaya katıldıkları Emrah şarkısı Erzurumlu Emrah'ın şiirine yapılmış bir Karaca bestesiydi. Yarışmada Karaca ikinci oldu ancak birinci gruptan daha çok ilgi gördüler. Öyle ki bu başarı oğlunun ismini ‘’Emrah’’ koyacak kadar onu mutlu etmiş ve derin güzel anılar bırakmıştı. Apaşlar dönemi bittikten sonra grup müziğine devam etmek isteyen Karaca, Apaşlar'ın bas gitaristi Seyhan Karabay ile Kardaşlar grubunu kurdu. 1970'in başında grup üyelerinde birçok değişiklikler oldu.

Grup üyeleri sabitlendikten sonra, Almanya'da kayıt yapmaya karar verdiler ancak çıkan bir salgın yüzünden, Karaca ve Kardaşlar birlikte Almanya'ya gidemedi. Bu yüzden Cem Karaca, tek başına Köln'e gitti. Apaşlar sonrası yaşadığı müzikal aradan sonra burada kendi besteleri ve Anadolu türkülerini yine Ferdy Klein orkestrası ile kaydetti. 4 tane 45'lik yayınlandı. Amacı maddi sıkıntı yaşamadan çalışmalar yapmaktı. Onu en çok özdeşi olarak gördüğümüz Moğollar ile buluşması 1972 senesine rast gelmişti. Birleştikten bir ay sonra Kasım 1972'de Hey dergisi için verdikleri konserde ilk kez sahne aldılar. Yılsonunda Milliyet'in anketinde Cem Karaca, en iyi erkek şarkıcılar listesinde 2. oldu, Moğollar ise en iyi yerli topluluk seçildi. Hey Dergisi'nde ise ikisi de kendi dallarında 1. seçildiler. 1973'e "Obur Dünya / El Çek Tabip" 45'liği yayınlandı. Ancak grubun asıl başarısı 1974'ün başında kaydedilen "Namus Belası" şarkısı ile kazanıldı. Şarkı çok popüler oldu, öyküsü Hey dergisinde çizgi roman olarak yayınlandı. Ancak bu plak sonrası Cahit Berkay çalışmalarını Fransa'da devam ettirmeye karar verince Cem Karaca ve Moğollar yollarını ayırdı. Cem Karaca’nın Dervişan grubunu kurmasına yol açtı. Gurbet acısı Cem Karaca’nın bu dönemdeki en iyi albümünü Almanca dilinde çıkarmasını sağladı. Bu yıllarını anlattığı ‘’Alamanya’’ adlı şarkısı onun derin hüznünü taşımaktadır. Yurda geri döndükten sonra 1990 ve 1992 yıllarında Yiyin Efendiler ve Nerede Kalmıştık albümleriyle müzik hayatını sürdürdü. 1997 yılında Ağır Roman’ın film müziği “Resimdeki Gözyaşları” Cem Karaca’yı yeniden popüler yaptı. 1999 yılında “bindik bir alamete…” albümünü çıkaran Cem Karaca, Kahpe Bizans filmi için 3 parça kaydedip filmde de küçük bir rol aldı. 2000’li yıllarda şiir çalışmaları ve Barış


ŞUBAT’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Manço’nun grubu Kurtalan Ekspres ile sahne aldı. 8 Şubat 2004 tarihinde, solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle Cem Karaca müziğe ve hayata gözlerini yumdu. Geçtiğimiz hafta Cem Karaca’nın 43 yıl önce Moğollar grubuyla birlikte yaptığı stüdyo kaydı albüm olarak yayınlandı. Efsanevi sanatçı Cem Karaca’nın şu ana kadar yayımlanmayan kaydı ilk defa raflardaki yerini aldı: “2.2.1973 ANKARA” Cem Karaca, Moğollar grubuyla birlikte 1973 yılının Ocak ayının son günü Güneypark Gazinosu’nda konser verdi. Konserin ardından Cem Karaca ve Moğollar, 2 Şubat’ta stüdyoya girerek kayıt yaptı. Kayıtta Cem Karaca’ya Cahit Berkay, Taner Öngür ve Ayzer Danga gibi müzisyenler de eşlik etti. Cem Karaca’nın sunumuyla başlayan albümde; Obur Dünya, Edalı Gelin, Deniz Üstü Köpürür, İhtiyar Oldum, El Çek Tabip, Algayeyik Destanı gibi eserler yer alırken hayranları tarafından şu an için yoğun ilgi Alageyik Destanı’nda. Stüdyo kaydını bugüne kadar arşivinde saklayan İzzet Öz, 43 yıl sonra bunu albüm olarak yayımlıyor. Hayatını tüm zorluklara rağmen müziğine adayan Karaca’nın tüm girişimlerine karşın Moğollarla ayrı bir bağı vardı. Bunu görmek için sevgili Cahit Berkay’ın Karaca’yı anlatırken derin mavi gözlerindeki ifadeye bakmak yeterlidir. Sanatın tam manasıyla yaşanamadığı o günlerde, ona dair anlattığı anılarda, onu katılmaya ikna ettiği şarkı yarışmasının aşamalarını anlatırken patlattığı kahkahalarda Cem Karaca bir minnetle saklıdır. Ve şüphesiz Cem Karaca’nın Anadolu rockın temellerini atması dışındaki en büyük mirası, kendi ‘’tok’’ sesini verdiği oğlu Emrah Karaca olmuştur. Sesinin, jestinin ve mimiğinin her bir zerresinden onun oğlu oluşu haykıran Karaca 2008 yılından beri Moğollar’ın solistliğini yapmaktadır. 8 Şubat 2004’te aramızdan ayrılan Cem Karaca’yı onun mükemmel ‘’hasret ‘’ şarkısıyla anıyor, saygı ve özlemle selamlıyoruz…


E-Dergiciliğin Hakkını Veriyoruz! İncir Çekirdeği Her Yerde!


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.