İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 22

Page 1

Ocak 2016

Sayı: 22

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

NEF’İ Ölümünün

381. Yılında

GÖZÜNE DÜNYA KAÇAN ŞAİR:

ÖZDEMİR ASAF

YAPMA DİLLERİN EFENDİSİ:

ZİYA GÖKALP’IN İZİNDE:

TOLKIEN

HALKİYÂT


İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni E

Ayşe Bengisu Akdağ

Sırdem Kemiksiz

Yazı İşleri Müdürü

Yazı İşleri Müdürü

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Kılıç gibi esiyor sarsar-ı zemiztânî Nihâl giyse nola yahdan âhenîn miğfer…

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Berkay Avcı Muhammed Kırvar Sefa Berber Çağıl Manav Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Nedim

Yeni yılla birlikte nihayet beklenen kışı tam anlamıyla, Cenap Şahabettin’in “Elhan-ı Şita”sı gibi olan kar manzarasıyla karşıladık. Umuyoruz ki geçtiğimiz ay boyunca soğuk kış günlerinize sıcacık içeceğiniz eşliğinde dergimiz yoldaşlık etmiştir. Bu sayımızda ilk kez Divan Edebiyatından bir ismi dosya konusu yapmanın sevincini yaşıyoruz. Sizleri Nef’î’nin uçsuz bucaksız hayal gücüyle tanıştırıyoruz. Mehmet Altınova Nef’î’nin beyitlerinden yola çıkarak hiciv yönünü, Tuğçe Erkol ustamızın genel hatlarıyla hayatını ele alırken, bendeniz, sizlere onun mübalağa sanatını anlatmaya çalıştım. Ayşe Bengisu Akdağ ise Nef’î’yi üç yüz yıl sonrasına götürerek, Yeni Türk edebiyatına etkisini araştırdı. Ayrıca Nef’î’inin gazelleri de sayfalarımızda yer aldı. Busenur Aslan mitoloji serisine II. Bölüm “Hades’in Aşkı”yla devam ediyor. Pınar Çaylak “Merhaba Halkiyat” başlığıyla bizleri Halk edebiyatına taşıyor. Işık Selin Orhuntaş yıldönümünde Onat Kutlar’ı anlatırken Begüm Çalışkan da yıldönümünde Özdemir Asaf’ı ele alıyor. Kübra Tarakçı ise “Dünya Kütüphaneleri” serisine Hollanda’dan ‘’Book Montain’’ kütüphanesi ile devam ediyor. Okunmayı bekleyen pek çok şiir deneme ve öykülerimizle bizler 22. sayımıza hazırız. Bu güzel kış mevsimini hakkıyla, sokakta yaşayan birçok insana ve sokak canlarına el uzatarak geçirmek dileğiyle…


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis/ Beyza Özkan Hicven Bir Nefes: NEF’Î / Mehmet Altınova Gazel / Nef’î Nef’î’nin Üç Yüz Yıl Sonra Yankılanan Sesi: “Eyler” / Ayşe Bengisu Akdağ Şiir Atının Usta Binicisi / Tuğçe Erkol Sözüm Kasidesi / Nef’î Bir Sözü Gökte Bir Sözü Yerde Bir Şair: NEF’Î / Sırdem Kemiksiz Nesliyar VII-VIII / Süleyman Erkut Kelebekler Uçmayı Hiç Unutmamalı / Pınar Çaylak Feda – Şiir / Berkay Avcı Göç Yolunda – Şiir / Hatice Türk Yapma Dillerin Efendisi: Tolkien/ Işık Selin Orhuntaş Mitoloji Pusulası II - Hades’in Aşkı / Busenur Aslan Simsiyah – Şiir / Sefa Berber İkinci Hayat – Şiir / Sema Keser

Ölüm Çiçeğine Hasret Bir Arı: Özdemir Asaf / Begüm Çalışkan La Minör – Şiir / Hatice Türk İnziva Köşesi: Ölüm / Muhammed Münzevî Merhaba Halkiyât / Pınar Çaylak Takvim – Şiir / Sırdem Kemiksiz Bizim İçin – Şiir / Sema Keser Sen – Şiir / Çağıl Manav Melali Anlayan Neslin Son Temsilcisi: Onat Kutlar / Işık Selin Orhuntaş Ev Üzerine Düşünceler / Muhammed Kırvar 10 9 8 7… / Begüm Çalışkan Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Ocak’ta Şiir Sokakta Çocuk Olmak – Şiir / Muhammed Münzevî Fotoğraf / Aybige Akdağ Uğur Mumcu / Tuğçe Erkol


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS

Türkçenin ses bayrağını yaşamı boyunca dalgalandıran Fazıl Hüsnü Dağlarca adına bu yıl birincisi düzenlenen Dağlarca Şiir Ödülü'nü Şükrü Erbaş "Pervane" ve Ömer Erdem "Pas" adlı kitaplarıyla kazandı. Erbaş ve Erdem ödüllerini 26 Aralık'ta Fulya Sanat Merkezi'nde gerçekleştirilen törenle aldı.

El Yazmalarına “Bir Tık”la Ulaşım

Dağlarca Şiir Ödülü’nün İlkine Şükrü Erbaş ve Ömer Erdem Layık Görüldü "Türkçem benim ses bayrağım" diyerek yüzü aşkın kitabıyla

Kültür ve Turizm Bakanlığına bağlı Türkiye Yazma Eserler Kurumunca ülke genelinde el yazması eserlerinin tamamının belirlenmesi, sınıflandırması ve katalog çalışması gerçekleştirilecek. Ardından internet üzerindeki bir portaldan tüm eserler okuyucuya

ulaştırılacak. Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamaya göre, Türkiye Yazma Eserler Kurumu yeni dönemde alanında ilk olacak çalışmalara imza atacak.

Kurumun bünyesinde 187 bin yazma ve 305 bin matbu eser bulunuyor. Yazma eserlerin korunması, restorasyonu ve yeni yayınların basılması faaliyetlerini yürüten kurum, Türkiye'nin yazma eserlerini tek çatı altında toplamayı hedefliyor.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Uludağ Üniversitesi’

Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri Sahiplerini Buldu Törende sinema alanında Münir Özkul, edebiyat alanında Rasim Özdenören, müzik alanında Orhan Gencebay, sosyal bilimler ve tarih alanında Mehmet Genç, geleneksel sanatlar alanında Hüseyin Kutlu ödüllerin sahibi oldu. Kültür ve Sanat Vefa Ödülüne ise Cemil Meriç layık görüldü.

nde Yunus Emre’ye Mektup Yarışması Geçtiğimiz yıl “Bursa Temalı Öykü Yarışması” düzenleyen Uludağ Üniversitesi Türk Dili Bölümü bu sene yeni bir etkinlikle Uludağ Üniversiteli gençlerin kalemlerini konuşturmasını bekliyor. “Gençlerden Bizim Yunusa Mektup Var” başlıklı yarışmaya katılım şartları Uludağ Üniversitesi Türk Dili Bölümü internet sitesinde.

Prof. Dr. İsmail Tunalı Vefat Etti 92 yaşında hayatını kaybeden İsmail Tunalı, 1923 yılında Silistire'de doğdu. 1948 yılında İstanbul Üniversitesinde Felsefe Bölümü’nü bitiren Tunalı, Viyana

Üniversitesinde felsefe, psikoloji, sanat tarihi doktorası yaptı ve felsefe profesörü oldu. 19591962 yılları arasında Erzurum Atatürk Üniversitesinin kuruluşunda öğretim üyesi olarak görev aldı.

Felsefenin Işığında Modern Resim, Grek Estetiği, Sanat Ontolojisi, Croce Estetiğine Giriş ve Marksist Estetik kitaplarının yazarı olan İsmail Tunalı, Poetika (Aristoteles), Estetik (Croce), Soyutlama ve Özdeşleyim(Worringer) gibi temel bazı eserleri Türkçe’ye çevirmişti.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hicven Bir Nefes:

NEF’Î

Mehmet Altınova

“Dilküşâdır meclisin gayette hem rindânedir Her ne derlerse senin hakkında hep efsânedir” Nef'î, XVII. yüzyıl Osmanlı sahasında yaşamış olup bu devre damgasını vurmuş şairlerdendir. İlk önce zararlı anlamına gelen Darrî mahlasını kullanan Nef'î, o dönemin edebiyat eleştirmeni diyebileceğimiz, tezkire yazarı olan Gelibolulu Âlî tarafından bu mahlas verilmiştir. Böylece Âlî, asıl adı Ömer olan Nef'î'nin mahlas babası olmuştur. Nef'î, bunun ardından Âlî'ye "sühan" redifli gazel yazmıştır. İşte ondan bir beyit:

üzere dört padişah döneminde yaşadığı bilinen Nef'î'nin bu padişahlardan en çok I.Ahmed ile IV. Murad'ı sevdiği ya da onlara yakınlığının daha fazla olduğunu bu iki hükümdara sunmuş olduğu kaside fazlalığından anlaşılmaktadır. 1 Nef'î, özellikle I.Ahmed'in Sedefkar Mehmet Ağa'ya yaptırttığı Sultanahmet Camii'nin ardından kaside yazmıştır. IV. Murad en celaletli padişah olduğu halde sanki sevgiliymiş gibi kasideler yazmıştır.

Eyledün mahlâs-ı Nef'î ile kadrüm a'lâ

Nef’î’nin Divan Şiirine Getirdiği Yenilikler

Zihn-i pâkümde görüp kuvvet-i i'zân-ı suhen Yaşamı boyunca I.Ahmed, I.Mustafa, II.Osman ve IV.Murad olmak

Nef'î divan şiirine birçok yenilik getirmiştir. Özellikle XV. yüzyılın ardından 1

Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hindistan civarında hükümdarın da etkisiyle ortaya çıkan Sebk-i Hindi akımı, bizim coğrafyamızda 17.yyda etkisini göstemiştir. Özellikle Nef'î ve son temsilcilerden Şeyh Galip bu akımın etkisinde şiirler ortaya koymuştur.

Ne mercimek görür oldu gözüm ne tarhana" ya da "Peder değil bu belâ-yı siyahtır başıma"

Nef'î'nin getirdiği yenilikler, mâ'na ve şekil olmak üzere incelenebilir. Mâ'na açısından bakıldığında Nef'î, yeni mazmunlar, bikr-i mazmun üretmiş, mantelite yani şiirin hayali unsurlarında yenilerini bulmuş, soyut ve somut kavramları bir arada kullanmış, şiirini birçok tamlama kullanarak yazmış, var olan sözcüklere yeni anlamlar eklemiştir. Bu özellikler neticesinde kendinden önceki şâirlerin dışında mâ'na-lafz olarak yenilik yapma yoluna girişmiştir. Biçim olarak baktığımızda Nef'î'nin “kaside-gu” kaside söyleyen olduğu bilinmektedir. Kaside biçiminde yeniliklere girişmiştir. Örneğin, peygambere yazdığı "sözüm" redifli na'tında kendini övdüğü fahriye bölümünü başa alarak yeniliğe girişmiştir.

Nef’î’nin Sözdeki Maharetleri Nef'î, övgü ve yergi şairidir. Övgü ve yergi Nef'î'nin geçmişte ve günümüzde yayımlanmış olan kaynakların görüş birliği ettiği iki ana özelliğidir. Övgü dendiği zaman da usta şairin fahriyeciliğini, kendi sanatını övmeye düşkünlüğünü hemen belirtmek gerekir. Öyle ki övünmeleri sırasında İran edebiyatının en ünlü şairleriyle, örneğin Ömer Hayyam, Hafız, Urfî, Feyzî gibi şairlerle kendini kıyaslamakta ve sanat gücünün onlardan üstün olduğunu söylemektedir. 2 Sövgü şairi olmasına kuşkusuz babasına yazdığı şiiri örnek olarak verebiliriz: "Saadet ile nedim olalı peder, hâna 2

Mine Mengi,a.g.e.

Nef'î her şeyden önce rind3 bir şairdir. Şair bunu şu beytiyle vurgular: “Rind-i aşkız hâsıl-ı Nef'î-i bî-perva gibi Âşinaya âşina bî-ganeye bî-ganeyiz.” Batılıların "carpadiem" adını verdikleri şekilde gününü gün eden şair, hiçbir şeyden korkmaz. Zaten onun ölümü de bu yüzden olmuştur. Belki de onun şiirinin güzelliğini oluşturan bir özelliği de bundandır. Nef'î daha önce de belirttiğimiz gibi kaside söyleyen şairdir. Bu konuda oldukça iddialıdır. Kendisinin kaside de iyi olduğunu 3

“Rind: Dünya işlerini hoş gören kişi. Rind acıyıtatlıyı, iyiyi-kötüyü hoş görür.” İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

söylerken gazelde Bâkî ve Şeyh'ülislam Yahya'nın hakkını vermektedir: Nef'î vâdi-i kasâidde sühan-perdâzdır Olmaz amma gazelde Bâkî vü Yahya gibi (Nef'î , kasidelerin vadisinde söz açan anahtardır ama gazelde Baki ve Yahya gibi olamaz) Nef'î, kendi şiirini daima övmektedir. Mesela: Tuti-i mucize guyem ne disem laf değil Çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil. Şair, burada söylediği şiirlerin “söz”ün alt katmanı olan “laf” olmadığını ve mucize olduğunu söylemektedir. Nef'î'nin gazellerine tek başına bakıldığında, bu işte de fena olmadığı görülebilmektedir. Örneğin şu beyit onun gazeldeki maharetini ortaya koymaya yetecektir: Zinhâr eline âyîne vermen o kâfirin Zira görünce sureti bütperest olur.

Her nükte-i hafî ki kelâmımda derc olur Mazmunu dest-i âleme bir dâsitân verir. Ravilerin yazdıklarına göre, idama götürülen Nef'î son anda affedilmiştir. Kadı onun yanına gelir, Nef'î, bu duruma sevinmesine sevinir ne var ki Kadının verdiği fermana Zenci infaz memurunun yazarken siyah mürekkep damlatması üzerine Nef'î, "fermana mübarek teriniz damlamış." deyince idamın gerçekleşmemesini kendi ağzıyla âdeta reddetmiştir. Bir başka nüktesi de kendisine kelb (köpek) diyen Maliki mezhebine bağlı Tahir Efendi'ye söylediği şiiridir; Bize Tahir efendi kelb demiş İltifayı bu sözde zâhirdir Malikidir mezhebim zirâ benim İ'tikadımca kelb tâhirdir. "Tahir", kelimesinin temiz, pak ma'nasını göz önüne aldığımızda nüktesi çok belirgin olmaktadır.

(Sakın ha o kafir (sevgilinin) eline aynaya vermeyin, zira suratını görse putperest olur.)

"Şair Fırsatî hakkında;

Nef’î’nin Gazabı: Nükte Yönü

Eyleme gel bizimle yok yere cenk

Nef'î, nüktedan şairlerimizdendir. Her hâle uygun irticalen nükte yazabilmektedir. Bu kısımda da Nef'î'nin bu özelliğine vurgu yapmak istiyorum. Nef'î'nin eserlerinden biri olan baştan sonra tahkir ve tahfif edici bir üslupla kaleme aldığı Sihâm-ı Kaza, padişah ve devlet adamlarını över gibi gözüküp aslında yerdiği bir eseridir. Bu bile baştanbaşa nükteyi oluşturmaktadır. Ölümü de bu eserden dolayı olmuştur. Nükte yönünü şair şu şekilde anlatır:

Fırsâti sen bu semti bilmezsin

Sana kaç kerre dedim anlamadın Sözde mazmun gerekir a pezevenk." (İskender Pala, Güldeste) Sonuç olarak Nef'İ XVII. yüzyıla damga vurmuş şairlerimizdendir. Kaside söyleyen ve klasik şiirin gerek mana yönünde gerek biçiminde değişikler yapmıştır. Övgüsünde ve yergisinde nükte bulunduran Nef’î bu uğurda kellesini dahi vermiştir…


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GAZEL Âşık olduk dâm-ı zülf-i yâre düşdü gönlümüz Akla uyduk bir garîb âvâre düşdü gönlümüz

Gamdan âzâd olmağa bilmem ne çâre eylesek Kaldı hayretde acep bîçâre düşdü gönlümüz

Âşık olmakdır yine evlâsı ammâ derd bu Bir mülâyim âfet-i mekkâra düşdü gönlümüz

Çeşmi bir zahm urdu tîğ-ı gamze-i bürrân ile Göz yumup açınca yüz bin pâre düşdü gönlümüz

Fâriğ olsak n'ola dilber sevmeden Nef'î gibi Hüsn-i hulk-ı şâh-ı meh-dîdâra düşdü gönlümüz

Şevkımız yok zevk-i câm-ı lâ'l-i nâb-ı dilbere Şi'r-i hâkân-ı şeker-güftâra düşdü gönlümüz

Hazret-i Sultân Murâd Hân-ı kerîmü'ş-şân kim Şevk-i medhiyle garîb efkâra düşdü gönlümüz

Cüst ü cû etdik âlem-i endîşede Iztırârî vâdî-i inkâra düşdü gönlümüz

NEF’Î


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nef’î’nin Üç Yüz Yıl Sonra Yankılanan Sesi : “EYLER” ŞİNASİ, NAMIK KEMAL, FİKRET A. Bengisu Akdağ İlk sayımızdan bu yana dergimizde hep Tanzimat, Servet-i Fünun, Milli Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi şairlerini ve yazarlarını, geniş bir şekilde dosya yazılarımızla ele aldık. Yeni Türk Edebiyatı alanında eğitimini sürdüren “yenici” biri olarak benim için her şey güzel gidiyordu ancak dergimiz yazı işleri müdürü, Eski Türk Edebiyatı sevdalısı “eskici” Sırdem Kemiksiz sonunda dayanamadı!  Ve Sn. Kemiksiz’i kırmayarak, yaptığımız toplantıda yeni yılın ilk sayısı için Divan Edebiyatının ünlü ismi Nef’î’yi ele almaya karar verdik. Yazı işleri müdürümüz bana meydan okuduğunu sandı ama yanıldı… Zira 1570lerde doğan Nef’î’nin kırılan kalemi aslında 1870lerde hâlâ yazmaya devam ediyordu… 19. Yüzyılda toplumda pek çok alanda olduğu gibi edebiyatta da batılılaşma amacıyla hareket ediliyor, yeni bir dünya görüşü benimsenmek isteniyor ve bunun için eski edebiyatımıza bir anlamda sırt çevriliyordu. Ancak ilk dönem şairlerinde bu isteğin uygulamaya pek dökülemediği ve yine şiirlerde geleneğin etkileri olduğu görülür. Fakat genel anlamda sanat anlayışında geleneğin yansımaları görünürken, isim olarak baktığımızda klasik şairlerden yeni Türk edebiyatçılarını etkileyenlerin sayısı azdır. Bu az sayıdaki şairlerden biri de Nef’î’dir.1 Nef’î’nin yeni Türk edebiyatında etkisini en çok Şinasi, Namık Kemal ve Tevfik Fikret üzerinde görmek mümkün. 1

İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları 2, “Yeni Türk Edebiyatında Nef’î”, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2012, s. 126

Özellikle “eyler” redifli kasidesi uzun zaman şairlerimizin ilgi odağı olmuş, nazireler yazılmış bir eseri. Nef’î :

“Sanman ki felek devr ile şâmı, seher eyler Her vâkıânın âkibetinden haber eyler” beytiyle başlayan “eyler” redifli kasidesinde hayat ve insan dair düşüncelerini ortaya koyarken kaderci bir insan görüşü yansıtmıştır. Edebiyatımızda yeniliklerin öncüsü2 Şinasi ise Nef’î’nin kasidesine 2

Bkz. Mehmet Kaplan, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yayınları, “Şinasi’nin Türk Şiirinde Yaptığı Yenilik”.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

karşılık kaleme aldığı “Nazirem” adındaki naziresinde ;

“Vaktâ ki felek şekl-i hilâlin kamer eyler Gün geçtiğini ömr-i beşerden haber eyler” mısralarıyla bu kaderci görüşün tersini savunmuştur. Nef’î bu beyitte gecenin gündüz olmasının insana her şeyin fâni olduğunu ihtar ettiğini söyler. Şinasi ise tam tersine sadece gördüğü somut gerçeklikten hareket ederek hilalin kamer olmasının sadece bir gün daha yitirildiğini belirttiğini söyler. Kasidenin ve nazirenin devam eden diğer beyitleri de hep birbirine zıtlık teşkil etmektedir. Nef’î’nin rüya dediği kainatı o, yalan olarak kabul etmez. Nef’î, ömrün kısalığından, insanın kemale ermesindeki zorluktan bahsederken, Şinasi bu zorluğun kısa ömür, kemale ermek veya benzeri bir husustan değil bilgili adamın cahiller arasında kalmasından kaynaklandığını belirtir.

Özetle Nef’î her türlü amelde Allah’ın izni ve rehberliğini esas alırken Şinasi’de bu rehber, insan ve akıldır. Bu şiir genel olarak Tanzimat dönemi edebiyatının, bu dönem yazarlarının düşüncelerini barındıran, Şinasi’nin akla verdiği önemi, olayları gerçekçi bakışla değerlendirdiğini gösteren, her olaydan bir ibret çıkararak olgunlaşan insan anlayışını yansıtmaktadır.3 Zira akıl, Şinasi’nin dünya görüşündeki temel ilkedir. O, Dekartçı bir anlayışla meseleleri önce şüpheyle karşılamak, ardından akılla tecrübe etmek, sonra kabul etmek; eğer meseleler akla uymuyorsa reddetmek prensiplerini benimser. Ve Şinasi adeta bu fikirlerini yansıtmak, eski zihniyetle arasındaki farkı somut bir örnek üzerinden göstermek için Nef’î’in kasidesini araç olarak kullanmıştır. Nef’î’nin “eyler” redifli kasidesine bir nazire de Namık Kemal’den gelmiştir. Namık Kemal’in naziresi Şinasi’ye bir karşı çıkma ve eserin sahibi Nef’î’nin yanında yer alma olarak algılanabilir. “İsbat-ı ubudiyyet eden ehl-i tevekkül Allah’a dahi arz-ı recadan hazer eyler Bir sırr-ı Huda’dır ki gönül çâr kitabı Bir nokta-i mevhumeye kor muhtasar eyler” mısraları Nef’î ve Şinasi arasındaki farka karşılık Namık Kemal’in Nef’î’den yana olan zihniyetini ortaya koymaktadır. Şiirlerinde nesillere irade aşılamış olan Namık Kemal’in bu şiirde “Sermaye-i irfanı olanlar zarar eyler” mısraında ifadesini bulan kötümserlikle, üstadı Şinasi’ye cevap verdiği gibi ondan ayrılır da.4 Namık Kemal de her ne kadar yeni bir anlayışa, yeni 3 4

İnci Enginün, a.g.m. İnci Enginün, a.g.m.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sanat ve şiir düzenine özenmişse de kalemini eline aldığında bu pek görülmemiştir. Aslında Namık Kemal divan edebiyatındaki güzel unsurları özellikle seçip kullanmıştır çoğu zaman. Bu eski tarz şiirlerinde Nef’î’yi örnek aldığını, ona olan hayranlığını da gizlememiştir:

“Nef’î’ye olur denirse layık Türkîsine farisîsi faik Urfî’ye sezâ tutulsa hemdem Divânını görmedinse bilmem…”

şiirlerinin bütütünde görülemediğini tespit etmiştir: “Nef’î’den mutlaka toplu şey almakmurat edersen, şayan-ı intihab bir söz bulmazsın…” Tanzimat’ın Namık Kemal’i ve Şinasi’sini etkileyen Nef’i’nin kalemi yolculuğuna Servet-i Fünun ile devam etmiştir. Özellikle Namık Kemal’in tespitleri ve katkılarıyla Tevfik Fikret de Nef’î’den etkilenen şairler arasındadır. Ancak “Eyler” kasidesinin değerini Şinasi’nin naziresiyle farkettiğini belirtir. Fikret “Eyler” şiirine şiir fikri ve sanatı açısından izahlar getirir. Kasidenin beyitlerindeki benzetmeleri yetersiz bulan Tevfik Fikret, bu yetersizliği devrine bağlar. Zira o günün resim sanatı anlayışı da farklıdır ve bu yüzden Nef’î’nin “mazur” görülmesi gerekir.5 Hatta şairin yaşadığı dönemden hareketle Fikret şiirinde de bundan şu şekilde bahsetmiştir:

“Öyle, bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin Fakat eyvâh, çorak yerde akıp gitmişsin Sana bir başka zemin, başka zaman lâzımdı Sana bir âlem-i lâhut-nişân lâzımdı” Namık Kemal’in özellikle Nef’î’nin beyitleriden bolca yer verdiği mektupları bu anlamda önemlidir. O Nef’î’yi en fasih(açık/düzgün/güzel) şair olarak görür. Nef’î sözü güzel söylemede ustalaşmış, söylemek istediğini mazmunlar arkasına saklamak yerine açıkça söylemeyi tercih etmiştir. Bununla birlikte N.Kemal onun beyitlerindeki parça bütünlüğünün

Fikret’in Nef’î’nin kasidesinde mazur gördüğü noktalardan biri de fahriye bölümüdür.Fikret fahriyelerin şairler için çok büyük bir kusur olduğunu düşünür, övgüyü kabul etmez ama bu düşüncesi tamamen bir hiciv ve övgü şairi olan , sanatı bunun üzerine kurulu Nef’î için ne kadar doğru bir inceleme yöntemidir 5

İnci Enginün, a.g.m.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tartışılır. İşte bunun için Fikret “mazur” gördüğünü belirtir. Fikret de Namık Kemal gibi Nef’î’nin edasına hayrandır. O da başka şiirleri okurken Nef’î’yi hatırlar.

asırlar sonrasına da taşımıştır. Tanpınar “Eski şiir hakkında hüküm vermek lazım geldiği zaman, asıl düşünülmesi lazım gelen, değişen bir zevk ve anlayışa, dildeki bütün tasfiye ve takâmüle rağmen bize hâlâ kendilerini bir mükemmeliyet örneği gibi kabul ettiren mısralar ve beyitlerdir.”8 diyerek aslında yüzyıllardır ateşi sönmeyen beyitlerin sahibi Nef’î’yi özetlemektedir. Ve yazı işleri müdürümüze selam ederek yine sözü Tanpınar’a bırakıyorum: “Eski şiiri seviyorum, fakat eskiyi sevenlerin çoğu ile anlaşamıyorum…”9 

Tevfik Fikret’in Nef’î’yi tasvir edişi ise dikkat çekicidir. “Aveng-i Tesavir” başlığı altında edebiyatımızndan seçtiği isimlere yazdığı şiirler arasında “Nef’î” başlığını taşıyan bir şiir de vardır: “Bir yağız çehre, çatılmış iki hançer kaşlar; Yine hançer gibi keskin iki mânalı nazar... Yâd-ı ulvîsi hayalimde bu simâyı taşır, Bence Nef’î’ye yaraşır.”6

bu

sima-yı

mehâbet

Nef’î edebiyatımızın en gür sesli, en atak, en tok, en taze dilli ve en mağrur bir şairidir.7 Onun sesi, kaleminin kırılmasına sebep olmuştur belki ama kendinden üç yüz yıl sonra yazan kalemlere yol göstermiş yaşadığı dönemde bitmeyen tartışmaları 8 6

Tevfik Fikret, “Nef’î”, Rübab-ı Şikeste, Çağrı Yayınları, İstanbul, 2012, s.336 7 Abdülkadir Karahan, Nef’i Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1954, s.28

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Eski Şiir”, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011, s.183 9 Ahmet Hamdi Tanpınar, “Eski Şairleri Okurken”, a.g.e., s.185


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şiir Atının Usta Binicisi: NEF’Î

Asıl adı Ömer’dir. 1570 yılları dolaylarında Erzurum’un Hasankale ilçesinde doğar. Sadece kendi yaşadığı dönemin değil, tüm Türk edebiyatının en büyük kaside söyleyen şairi olarak tanınır. Bu şekilde tanınması bir yana, kendisini de bu şekilde tanıyan ve şiirlerinde bu şekilde tanıtan bir şairdir o. Nef’i, yazdığı şiirlerle kaside söyleyen birçok şairi etkilerken kendisi de gençlik döneminde Sadi ve Hafız’dan; olgunluk döneminde de Urfi ve Enveri’den etkilenir. Nef’i’ye doğduğu yerden dolayı Erzenü’r-Rumi, denir. Babası Sipahi Mehmed Bey’dir. Nef’i, farklı kaynaklarda Nef’i Ömer Bey adıyla da anılır. Öğrenim hayatı Hasankale’de başlar. Onun eğitim hayatı en başından en

Tuğçe Erkol

sonuna kadar oldukça güçlü bir şekilde devam eder. Eğitiminin ileri aşamalarında Erzurum’a geçer ve orada eğitim hayatına devam eder. Nef’i’nin Erzurum’daki hayatı öncelikle pasif sonra da aktif olarak edebiyat hayatının başlatıcısı olur. Pasif edebiyat hayatı Fars edebiyatının ünlü eserleriyle tanışmasıyla başlar. Ardından da Arapça ve Farsça öğrenir. İlk şiir denemelerini burada yapmasıyla da aktif edebiyat hayatı başlamış olur. Nef’i’nin ilk mahlası zararlı anlamına gelen Zarri’dir. 1585’de Gelibolulu Ali, onun şiirlerini görmüş, beğenmiş ve genç şaire ilk mahlasının tam zıttı anlamına gelen, yani yararlı anlamına gelen Nef’i mahlasını vermiştir.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Eyledün mahlas-ı Nef’i ile kadrüm a’la Zihn-i pakümde görüp kuvvet-i iz’anı suhen” Erzurum civarında şiiriyle tanınmaya başlayan şair, I. Ahmet zamanında İstanbul’a gelir. Devlet hizmetine girer. 4 padişah devrini yaşar. I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman, IV. Murat devirlerini görür. İstanbul’a geldikten sonra I. Ahmet’e çeşitli nedenlerden ötürü sekiz kaside yazar. Divanındaki ilk övgü de bunun içindedir. I. Ahmet’e kasideler yazdığı bu dönemde devletin diğer büyüklerini de unutmaz. Nasuh Paşa, Kuyucu Murat Paşa, Mehmet Paşa ve Halil Paşa’ya da kasideler sunar.

hicvetmiştir ailesini bırakıp gitti diye.

“Peder değil başıma bela-yı siyahtır bu” ifadesi Siham-ı Kaza’nın baş kısmında yer alır. Hatta bazı kaynaklara göre “Vezin tutsun babamı bile hicvederim.” dediği söylenir. IV. Murad döneminin müftüsü Nef’i’yi görünüşte över gibi görünüp aslında ağır bir eleştiriye tutan bir beyit söyler. Nef’i de bunun üzerine sivri dilini tutamayıp müftüye cevaben bir şiir söyler.

“Müftü efendi bize kâfir demiş Tutalım ben O'na diyem müselman Lâkin varıldıktan ruz-ı mahşere İkimiz de çıkarız orda yalan”

I. Ahmet’ten sonra tahta çıkan I. Mustafa’ya hiç kaside sunmaz. I. Mustafa’nın üç aylık kısa hükümdarlığından sonra tahta çıkan Genç Osman’a tahta çıktığında bir cülusiyeyle beraber dört kaside yazar. Ayrıca devlet adamlarından Güzelce Ali Paşa’ya ve Hüseyin Paşa’ya da birer kaside yazar. Genç Osman’ın ardından I. Mustafa yeniden tahta çıkar. Bu dönemde de I. Mustafa için hiçbir kaside gene yazmaz. Nef’i’yi, Nef’i yapan dönem IV. Murat’ın tahta çıkışından sonra gelir. Bu dönemde dilinden dolayı hem vezir hem de rezil edilir. Hatta ölümü bile bu dönemde, dili belasından gelir. Onun için 12 tane muhteşem kaside yazar. Bunlardan en güzeli padişahın atları için yazdığı Rahşiyye’dir. Nef’i sivri diliyle nam salmış bir şairdir. Dönemin devlet adamlarına sivri diliyle birçok hiciv yazar. Sadece devlet adamlarına da değil o babasını bile

Bu karşılıklı atışmada araya IV. Murad girer ve Nef’i’den bir daha hiciv yazmamasını ister. Nef’i de bunun üzerine


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

padişahın korumasından ve gözünden düşmemek için bir söz verip bir süre için dilini tutar. Nef’i bir süre dilini tutmuş olsa da dönemin vezirlerinden Bayram Paşa için söylediği bir hicviyeden sonra kendi sonunu hazırlar. Naima Tarihi bu olayla ilgili ve Nef’i’nin boğdurulmasıyla ilgili olarak şöyle der: “Padişah hazretleri, çok özel bir mecliste: -Nef'i, bir taze hicvin yok mudur? deyü sual ile ağzın arayıp ol dahi Bayram Paşa hicvini padişaha sundukta, okuyup beğenir gibi davranıp daha sonra Bayram Paşa'yı çağırıp hicvi gösterip katline izin verdiler. Bayram Paşa, katline yetkili olup sarayına geldikte, adam gönderip Nef’i-yi fakiri çağırıp gâfilâne geldikte pek çok azarladıktan sonra: -Kaldırın! deyüp saray odunluğunda habs ve orada boğup deryâya attılar. Maan-zâde Hüseyin Bey'den işittim: Bayram Paşa, Nef'i'yi tutuklamaya ferman edip taşra çıkardıklarında, boynu-eğri, çavuşbaşı imiş; bir kaba kişi olmakla, Nef'i'nin önüne düşüp: -Gel, Nef'i Efendi, odunlukta bir hiciv düzecek kişi vardır, gel gör! deyü söz dokundurmuş. Nef'i hayattan me'yûs olup: -Yürü, bildiğinden kalma bre mel'ûn! demiş.” Nef’i’nin ölümüyle ilgili Naima’nın söylediklerinden başka şöyle bir rivayet daha vardır. Nef’i çok iyi bir şair olduğu için infazından vazgeçilir. Padişaha gönderilecek belge yazılırken Nef’i de oradadır. Belgeyi bir zenci yazmaktadır ve kağıda mürekkep damlatır. Nef’i de bu olay üzerine “Mübarek teriniz damladı, efendim.” diyerek yaşama şansını hepten kaybeder. Bu rivayete baktığımızda da

Nef’i’nin gene dili belasından öldüğü görülür. Nef’i’nin ölümünden sonra birçok şair ve yazar onun ölümü için tarih düşürür. “Katline oldu sebeb hicvi hele Nef’i’nin” ya da “Geçti siham-ı kaza” mısraları bize onun 1635 yılının Ocak ayında öldüğünün bir kanıtıdır. Nef’i, yaşadığı dönemin “Doğrucu Davut’u” olma görevini üstlenir. Bu görev onun başkalarını sivri dilli bir şekilde hicvetmesine de neden olur. Ancak diğer hiciv şairlerinden farklı olarak Türkçe Divanı’nda, Farsça Divanı’nda ve Siham-ı Kaza’daki şiirlerinde görüyoruz ki asıl sorun, dilinin ayarının olmamasıdır. Nef’i deyince sadece hiciv aklımıza gelmez. Aynı zamanda övgü şiirleri de gelir. Ancak esas olan kendine övgü olsun diye yazdığı övünme şiirleridir. O, herkesin bildiği gibi “Tuti-i mucize-guyem” diyerek kendisini mucize söyleyen bir dudu kuşuna benzetir. Bu belki de kendi sözü için yaptığı binlerce benzetmeden biridir. Nef’i’nin hayatı tam anlamıyla övünme, övme ve sövme üçgeni içerisinde geçmiştir. Özellikle de üçgenin en ucunda duran sövme noktası, onun sonunu hazırlamıştır ve deyim yerindeyse hiciv harbinde şehit olmuştur…


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sözüm

NEF’Î


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Sözü Gökte Bir Sözü Yerde Bir Şair: NEF’Î Sırdem Kemiksiz

17.yy Osmanlısı türlü kargaşaların yaşandığı, zirveden düşüşün başladığı bir dönemdir. Ancak 16. Yy ile zirveye çıkmış sanat ve edebiyat zevki dönemin siyasi koşullarından her ne kadar etkileniyor olsa da yüksek edebi zevkin bu dönemde de devam ettiğini görürüz. Bu düşüş dönemine damgasını vuran isimlerden biri de şüphesiz Nef’î olmuştur. Ali Balaban onu; eserlerini okuyanları etkileyebilme gücünü göstermiş, kendi şiir kudretini eserlerine yansıtabilmiş, devrinde yaşayan tüm şairlere meydan okumuş, doğru bildiği hakikatleri edebi bir tarzda söylemeyi başarmış, özgünlüğü yakalamış, kendinden sonra gelen hemen tüm şairleri etkilemiş ender şahsiyetlerden biri olarak tanımlamıştır.

Nef’î nazımla ilgilenmiş usta bir şairdir. Nazmı nesre tercih edişini kendi dizelerinden şöyle anlıyoruz: Tenezzül eylemem inşâya eylesem belki Müsebbihân-ı felek vird ederdi inşâmı Nef’î burada nesrin bir tenezzül meselesi olduğundan ve ona tenezzül etmediğinden bahsederek, eğer nesir yazmış olsaydı sözlerinin teşbih olunacağına dikkat çeker. Onun bu sözlerle kendinden ve sanatından ne kadar emin olduğunu görmekteyiz. Onu öne çıkaran en önemli şey sunduğu bol mübalağalı kasideleri olmuştur. Sevdiği birini överken dilinin cömertliği göklere ulaşan şair, sevmediği


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

birini yerin dibine sokmakta da bir maraz görmez. Onun mübalağası gulûv derecesindedir (mübalâğanın son derecesidir ki makbul sayılmazdı).Ancak onun bu iddalı sözleri asla okuyucuyu yadırgatmamış, aksine hayal gücünün sonsuzluğuna imrenerek bakılmıştır. Sevdiği ve övmek istediği şahısları överken mübalağanın zirvelerinde dolaşan şair tabi ki kendisini överken de tüm hayal gücünü zorlamış olacaktır. Kendini görmüş olduğu ‘’haklı dev aynası’’nda sözünün kudretini gösteren ‘’Sözüm Kasidesi’’ni incelemek gereklidir. Afet-i aynü’l kemâl-i reşg kar etmez bana Def-i zahm-ı çeşm-i Hallak-ı Ma’anîdür sözüm Şairimiz burada sözünün gücüne dikkat çekmektedir ve ‘’nükteli söz söylemede kimse bana eş olamaz’’ demektedir. O kadar ki kendi sözünü Allah ile Hz. Musa arasında geçen konuşmaya benzetmiştir. Bir güherdir kim nazirin görmemiştir rüzgâr Rüzgâra âlem-i gayb armağanıdır sözüm Nef’î Türk edebiyatında kaside ve hiciv sahasında zirvededir. Kendisi de bunun farkındadır. Kendi sözünün arazsız bir cevher olduğunu her zaman şairlerin kılıçlarının süsü olduğunu vurgulamaktadır. Şairler sözlerimi kılıç ve mızraklarında (kendi söz ve şiirlerinde) kullandığını söyleyerek mübalağa (gulûv) yapmıştır. Bir başka bakış açısıyla hicivde karşındaki kişiyi eleştirme dolayısıyla yaralama vardır. Nef’î hiciv alanında söz sahibi olduğu için hiciv alanında Şiir yazanlar mutlaka benim sözlerimden yararlanır, ilham alırlar diyor. Nef’î’nin “sözüm” redifli kasidesinde, her ne kadar fahriye ön plana

çıksa da, dinî alan dünyevî alanın önüne geçer ve şiirin benzetme/istiare zemini dinî alan etrafında şekillenir. Nef’î, kasidesinde bazı beyitlerde “manevi âlemin peygamberi”, bazı beyitlerde “şiir ülkesinin hükümdarı” ağzından seslenir. Bazı beyitlerde de, “ilahî gerçekleri açıklayan bir şair” olarak, kendini vahyin kaynağıyla özdeşleştirir. Fahriyenin ölçüsüz medlerinde dolaşan kasidenin bu beyitleri, mutasavvıf şairlerin cezbe hâlindeki sözlerini hatırlatır. Bu sebeple kasidenin istiare zemini, hem “saray” hem de “Peygamber” ve “Allah”tır. Sözleri bu denli kudretli olan şair şüphesiz kendi ölümünü de kendi diliyle çağıracaktır. Öyle ki o zamanın sadrazamlarına şiir şeklinde küfür ettiği için bir kez zindana atılmış sonrasında affedilmiştir. Ancak ısrarla ‘’söz’’üne sahip çıkamaması sonucunda boğularak öldürülmüştür. Geriye ise müthiş bir hayal gücü ve özgüven bırakmıştır.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nesliyar VII Gün doğumundan gün batımına Başladı şiir döküldü benden Yar'a

Yahut misali risalden çekip timsal Maksat kuşları uçurmak yelkeni sal

Bugünden başlasam seni anlatmaya Yıllar alır bir gülüşünü tamamlamaya.

Aç gönlü boş kalmasın garip kumsal Nesliyar haydi ritmi sar başa çal replay

Yaradana hamd ne güzelsin hanım Bugün ayrı bir güzel güldün canım...

Play butonu bozuk kalp soldan atar Kırklara karışmış elliler de erenler var

Elimde sazım başlıyorum hey sultan Dinle kalbimin cananı yar-i gülistan

Yolun yarısı 35 diyor sıtkı tarancı bak Yaş 24 yolun üçte biri mi acele gel kavuşak

Şimdi nasıl desem nasıl anlatsam Bilemem ben en içten başlayayım

Yoksa 46 da giden şair misali yolu mu yarılasak Üzgün üzgün demlensek te mi yaşlansak

Nesliyarda kalbim aklım duman Yüce handan şamdan suleyman...

Bilemem de sesinde besteler nağme saçar Açar bostana güller yare sevgi ve mana katar

Derman ki sensin şiirin en güzel yeri Akıl tutulur buna gerek gül-i can simidi

Sesinde kuşlar uçar konar gider cıvıldaşır Sesinle cennet türküsü kulağa yakınlaşır

Şimdi konuş desen susar nüktedan Karşında titrek,ürkek bir küheylan...

Tınısı abdal misali huşu ile kalbi paklar Aklar düşmeden gel gönlümde paklan

Susma vakti değil konuş artık can O zaman vira bismillah süleyman

Heyhat sevgi denen şey ummana değer erenler Hu desin sevenler gayrı kelam susmayı yeğler...

Ne vakittir bir dem var içimdesin En nihayetinde her dem benimlesin Senin gibi balı görmez bilmez arılar Lakin teşbihte kusur yok garip sanrılar İlkin diyeyim bir garip Erzurum şairi Haybeden konuşmaz şiir gönlün tarifi Arif odur ki sever yazar candan içre Nihayetinde gönül ehli gerek bu meclise... Sebepli sebepsiz meclisimiz açık kalbe Ütopya misali kurulur deryalar bu bentte Leyla vü mecnun hikayedir bu demde En nihayetinde boş birer basit risale

Bilmez bilen canı kıymet vermez cana Cananı görmeyen canım var demesin hanım Bir süleyman bilir bilmediğiyle anlatır Bir Nesliyar ki bilir bilmeyenlerin piri Günü gelir sır açılır ifşa ve bir ses ikra İkrar kalbe vasla ulaşır aşık ve son dem Bir can bir dem söyler akar gider şiir Aşk ki içinde rahmanı barındırır bilir Söz ummana açılsında okunsun rahmeti Şair rahmetli bilinir değeri gerisi vesair...

Süleyman ERKUT


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nesliyar VIII Yazamadığım latifelere Atiden Selam olsun, başla Gökyüzü şiirin alası Manası bulunmayan Derin gönül yarası İçer iken Süleyman Okyanus onun atası Söz derince umman Açıldı gönül yarası... Yarasın tüm kelam Her dize senin için han Aşkın çorak tarladan Aşkım çorak küheylan Aşkın tarifsiz, aşkım eşsiz Aşka dair kal aşkla. Haydi başla Süleyman... Dünyevi sevgilerden geç Seçtiğim rahmet elçisi Güzelliğin pes doğrusu Şair hasretliğin yolcusu Kalbin gönlümün incisi Sen ki bir cennet paresi Açılsın gönlünün perdesi... Şehriyar kapısından gir Gönlümün dürdanesi Nesliyar kalbimin aksi Raksa durmuş şair Aksini gösteren pir Her an serap misali Seni içten gözlemlemek... Saki dök şarabı Başlasın ab-ı dem Dökülsün kelam Aksın dem be dem... Sır ifşaya kalmış bil Üflesen kaybolur kir Lal olmadan dil koş Eriş bana dinle neyden Yare derinden peyderpey Mânâdan deryaya gider Aşar dağları şimendifer...

Nane sümbül iken nefes Eşsiz bir lütuf ve bal ses Senden bana benden Leylaya gider mecnun İlk aşkla can olur bu dem Han-ı yağma eyler kelam Arz-ı hal eyler, yare selam Nefes için soluk ister kalem... Koşar gider güller yare Derinlerden derman içre Cenneti ölmeden bekle Ölüm gelmeden evvel Gel artık kavuş bence... Yine bir şeyler aktı benden Garip garip ta en derinden Aşka dair aşkı tarif aşk ile Sümbül menekşe kasımpatı Çiçeklerle yol aralandı, kapandı Açmak için şiir anahtar,kayıp Kapaklandı yere dizeler Ummanda gizlenmiş mısralar.. . Aşkın açılmaz goncası şiir idi Kopardılar içimden yok eseri Eser meser kalmaz gayrı sükut Sükun eyler giderim gece yarısı Sustuk artık kalemle uyku vakti Geceye bir şiir bırakmak andı için İçimden için için aktı şiirimin incisi Ve artık veda vaktidir gider gece bekçisi...

Süleyman ERKUT


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kelebekler Uçmayı Hiç Unutmamalı

Hayat, yaşanmaya değer olmalıydı. Öyle ya, değerler anlamını yitirmeseydi… Bazıları çokça mücadele etmiş. Kitaplar yazılmış, türküler yakılmış ama iyi olan ne varsa koşar adım uzaklaşmış bizden. Kalplerimiz ıssız, ışık bekleyen birer harabe, ne yana dönsek sonsuz bir karanlık. Çarpıyoruz sağa sola elimiz yüzümüz yara bere içinde. Can yeşili dallar, süzgün martılar eskilerin dizlerinde büyüyen doyumsuz dostluklar… Bunlardan arta kalan aralara örülen buz gibi duvarlar. Bizi hep öteki yapan yalnızlığın sisli hücrelerinin müdavimi yapan duygusuz bir matem… Zengin hayatların zavallı yoksulları, fakir hayatların kocaman insanları, yaşatılmaya çalışılan umutlar hepsi bitmek bilmez bir kargaşa. Eskiden olsa şimdi bir de oturur bunlar için üzülürdüm. Yüreğine sevgi

Pınar Çaylak

değmemiş insanlara acırdım içten içe. Sonra da üstüne demli bir bardak çay içerdim. Öyle ya benim tek yarenim oydu işte, bir o anlardı anlatamadığım ne varsa. Dumanı ruhumun huzuruydu başka ülkelerden gelen en içten selamdı bana. Şimdi belki de yeni bir çay demlemeli ölüme beş kala. Onu öyle sakin ve huzurlu karşılamalı sıkıca. Hemen girmez ya kanıma, oysa herkes çok korkmuştu zamansızlığından. Eskiden ne kadar da uzak gelirdi bana ama şimdi damarlarımdaki kan kadar içimde ve kanımın tam aksine, beni yaşatmamak için savaşıyor. Demek böyle oluyormuş, ne acı. Şimdi kimseye üzülmek bile gelmiyor içimden. Gidemediğim uzak ülkelerin özlemi kayboldu. Ya hep peşinden kan ter içinde nefesim kesile kesile koştuğum hayallerim… Ne tuhaf, onlarda silindi


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gözümden. Her defasında söz verdiğim ama hiç yerine getiremediğim planlarım aklıma bile gelmiyor. Ne çok üzülürdüm her biri için ayrı ayrı. Kışı çok sevmiştim hep şimdi ise alışık olmadığım ılık ılık rüzgârlar bütün bedenimi teslim aldı. Telaşsız, geç kalma korkusu olmadan ilk kez yürüyorum evin dik bayırında. Nedenler, nasıllar, kendimi anlatmak için didindiğim kuru kalabalık çok uzakta benden. Oysa, hep onlar için berbat etmiştim ilkbaharlarımı. Sade, bir şarkı dilimde elimde olmadan mırıldanıyorum. Kulağımı arada bir hınzır çocuklar gibi o çekiştiriyor. Şimdi diyorum, ah fazladan yaşayacak bir günüm daha olsa yormazdım hiç yüreğimi bu amansız yamaçlarda. Düz yollarda bulurdum arasam, beni bu kadar yormayacak. Uzun uzun dalıyorum boşluğa sonra. Yerdeki sarı yapraklar, benzim gibi ruhsuz ve sakin. Hiçbir şeye üzülemiyorum, yalnız içimde yarım kalan mısralarımın burukluğu. Kimse benim gibi konuşamayacak onlarla artık tek başlarınalar bu başıboş dünyada. Ben âşık bile olmamıştım, belki hiçbir şiirin Leyla’sı da. O yüzden şarkılardan yarım kalanlar olmayacak. Oysa uğruna şiir yazılan kadınları hep kıskanmıştım. Mona Rosa, Aysel, Leyla, Lavinia ve daha niceleri… Bir de çiçekleri koparmasın isterdim insanlar. Çiçeklerin de kendi dallarında solmaya hakları vardı, anlatamadım. Şimdi bunların da çok uzağındayım. Demek böyle oluyormuş son vedalar. Titriyor ellerim, korkudan olmamalı belki soğuktan. Yaşadıklarına üzülmesi insanın ne boşmuş, içimde yaşayamadıklarımın haklı haykırışları. Kulaklarım sağır olacak gibi bu mahfeden uğultudan. Nefesim de soğur gibi üstelik ayaklarım da adım atmaya mecalsiz. Birileri koşuşturuyor arkamda. Dönmeye başladı tutunduğum ne varsa. Korkuyorum çocuk, daha bir kez içim titremedi bile birinin

gözlerinde. Ama şimdi titreme nöbetleri sardı, çok üşüyorum. Güvenebileceğim bir omuz da olmamıştı hiç. Ne kadar yorulmuşum oysa. Güvenmek isterdim çocuk, huşu içinde başımı bırakabileceğim koca bir omuz en büyük zenginlikti, bu düşlediğim. Mâbetlerimde konuşmadan beni anlayan o, altından ışıklı “Haşim’in ilaheleri” bekleseydi beni de. Yeniden tomurcuklar patlatmak mümkün olsa… Duyamıyorum seni çocuk, sıkı tut ellerimi kayboluyorum bu kötü sonlu masallarda. Rüzgar acı acı bir şeyler çarpıyor yüzüme ne tuhaf, hiç canım acımıyor. Gidiyorum çocuk, benim için bir şiir yaz mısraları hiç bitmesin onlar da yarım kalsın benim gibi. Kelebekler de sana emanet. Açlık öldürmez onları hemen, ama eğer uçmayı unuturlarsa zaten yok olmuş say. Hapsetmesinler onları, güzel renklerini seyretmek uğruna özgür olduklarını bilsinler yeter. Kararmaya başladı gözlerim söylemesem de ben hep karanlıktan da korkmuştum zaten. Ne kadar bağırsam duymuyor kimse, duy beni çocuk. Gözümden akan yaşlar ıslatıyor yanaklarımı. Ağaçlar yeşersin ben onlara inat soluyorum. Bir de çocuklara dokunmasınlar, hayat onlar gülebildiği sürece güzel neden çirkinleştiriyorlar bu kadar anlamadım hiç. Onlar da sana emanet. Minik ellerinden aydınlık sokaklara sürükle onları. Son kez bağırıyorum, içimde tarifsiz bir acı işte yine duyan yok... Bir daha açılmayacağına inandığım göz kapaklarım sımsıkı. Bir ses duyuyorum ansızın bütün acılar siliniyor ruhumdan. “Geçti sadece bir rüyaydı”. Bir bardak su içiyorum rüyamda titreyen dudaklarım çatlamış, yüzüm hala ıslak. Yarım kalan hikâyemi tamamlamak için kalemi alıyorum elime. Her şeye rağmen o küçücük bedeninizle koca dünyaya kanat çırpan kuşlar şimdi sizi daha bir hayranlıkla izliyorum. Ve tekrarlıyorum: “ Oysa hayat kısa ve kelebekler uçmayı hiç unutmamalı.”


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

FEDA Gök mavi türküler Yunan kadınları Al topukları ve kıvırcık saçlarıyla Geçtiler güz pınarlarından Denize kıyısı olmayan İnsanlar gibi bakma bana Kaç dizeye kaç diş çekilir Emek kavgalarından Berkay Avcı


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÖÇ YOLUNDA Sobanın sırtında içi su dolu kambur; Buharlaşıp damlar yanaklarından bir göz odanın Naftalinli yorganlara sarınır anılar Sonrası Haplar, iğneler, şuruplar… Vatan-ı asliye düzülünce kervanlar Göçenlerin ardından Sessizleşir odalar. Birer idamlık gibi -nasıl bırakıp gitti beniAsılır unutulmuşluğa inat boy boy resimler Ve mavi duvarlarda önemli tarihler. Gömülürken tarihine bir insanın ilk öğretmenler Askerlik fotoğraflarına kazınmış sarı manilerle O küçük, siyah, tozlu defterler Kucak kucağa uykuya çekilirler Heyhat, Yaşlılık bir genci vurunca Eskir tüm eşyalar gibi Eskir zaman İki yaprak arasında âriyet Bir kuru çiçek gibi Yassılaşır, İncinir ömür. Hatice Türk


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yapma Dillerin Efendisi :

J.R.R.TOLKİEN

Işık Selin Orhuntaş

Tolkien ismini duyunca hepimiz “Yüzüklerin Efendisi”ni hatırlarız. Elfleri, Hobitleri, Orta Dünyayı ve daha nicesini. Kitaplarını okuyanlar az çok nasıl bir hayal dünyasına sahip olduğunu bilirler. Çağının çok ilerisinde oluşturduğu kurgularla ismini bugüne kadar taşıması da bu yüzdendir. Aslına bakarsanız Tolkien bunların ötesinde çok zeki bir adamdır. Klasik Diller eğitimi almış, Oxford’da Ortaçağ İngilizcesi alanında uzmanlaşmış. Filoloji ve sözlükbilim alanında hatırı sayılır bilgisi olması yapma dil oluşturmasına katkı sağlamış muhtemelen.

olan Elfler’e farklı bir hikaye oluşturmuş. Meşhur üçlememizin böylece temelleri atılmış.

“Gloassapoeie” Tolkien’in yapma dil oluşturmak anlamında kullandığı bir sözcük. Ona “Yapma Dillerin Efendisi” demek için ilk sebebimiz bu olabilir.

Tolkien’in Elfçe üzerine ilk çalışmaları 1911 yılında başlar. Ölene kadar yani 1973 yılına kadar üzerinde çalışır. Elfçeyi basit bir yapma dil olmaktan kurtarıp doğal dil özellikleri yüklemesi, onun zekilikten öte dahi olduğunu gösterir. Tarihteki ilk yapma dil Baleybelen’i1

Ne diyorduk? Yapma diller. Yazarımız dil eğitimi alırken Elfçenin temellerini atmaya başlamış. İlk oluşturduğu dil Elfçe olmuş. Dil oluşturmak ona yeterli gelmeyince İskandinav Mitolojisi’nde de var

Elfler’den söz edeyim biraz. İskandinav mitolojisinde de yer alan canlılar, Yüzüklerin Efendisi üçlemesinde Orta Dünya sakinleri arasındalar. Mitolojik kaynaklara göre İskoçya’da ormanlarda yaşadıkları düşünülen cinlere Elf deniyormuş. Küçük yaratıklar olarak tasvir edilse de Tolkien eserinde bunun tam tersi şekilde tarif etmiş. Almanca’da ise Elf kelimesinin karşılığı on bir sayısı; İngilizcede ise cin veya peridir.

1

Muhyi-i Gülşeni (1528-1604) tarafından itikadî bilgileri avamdan sakınıp sırlamak ve Osmanlı'da ortak kültür dili yaratmak üzere 1574'de kurgulanan dünyadaki ilk yapay dil.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

düşünelim. Onda herhangi bir gelişim söz konusu değildi. Doğal dil ile yapma dil arasındaki farklardan biri, dil ailesine mensup olmaktır. Yapay dilin geçmişi, mensup olduğu bir dil ailesi yoktur. Ama Tolkien’in yarattığı Elfçe bir dil ailesine mensuptu. Doğal dil gibi zaman içinde evrilmiş kollara ayrılmıştı: Sidarin ve Quenya. Tengwar alfabesi ile yazılan ama bazı kelimelerde farklılık gösteren Elf dili kolları. C ve k harfleri aynı sesi karşılıyor. Yazar, bazı metinlerde c, bazılarında da k harfi kullanmış. Doğal dilde bazı kelimelerde zaman çekimleri farklılık gösterir. Türkçede “düşmek üzere olmak” ile “düşeyazmak” aynı durumu ifade eder. Elfçede de benzer durumlar söz konusudur. Tolkien ömrü boyunca Elfçe üzerinde çalışmış yaklaşık 12 Elf dili, yani lehçesi oluşturmuştur. Ama kendisinin ömrü yetmediği için dilin ilerlemesi durmuştur. Elfçe için internette çeşitli forum sayfaları mevcut. Fakat meraklısı için en temiz kaynak başta Silmarillion olmak üzere Tolkien kitaplarının arka sayfalarıdır.

Alegoriden nefret eden, onu okuyucuyu aptal yerine koymak olarak nitelendiren yazar, meşhur kitabında alegori ile dalga geçer. Dünya savaşları ve hızla sanayileşmenin getirdiği zararları alegorik şekilde bize anlatır. Öyküye eleştirel gözle baktığınız zaman tarihteki tüm kutsal kitapların ya da mitolojik efsanelerin anlatmaya çalıştıklarından pek de farkı olmadığını görüyoruz. Bizim için önemli olan ne anlattığı değil nasıl anlattığıdır. Çünkü Tolkien bir şeyler anlatabilmek için kendi mitolojisini yaratmıştır. Orta Dünya adını verdiği bir dünya kurmuş, orada yaşayan canlılar için dil yaratmış, her eserin başına açıklayıcı bilgileri de koymuş. Aslına bakarsak onun yapmak istediği asıl şey fantastik bir dünya kurmak değil, yarattığı dillere bir dünya sağlamaktı. Orta Dünya’da herkesin kendine ait bir dili vardı. İnsanların konuştuğu dil Adunaic, Orklar’nki Kara Dil, Ent’ler Entish vb. (Buradan yola çıkarak dil ve varlık ilişkisi de konuşulabilir.) Tolkien’in oluşturduğu 20den fazla dil ve alfabe var. Bunların yanında dil ile ilgili makaleleri de mevcut. Elfçe dışında Naffarin, tamamlanmamış Gaustik dili ve Macarca’yı temel aldığı Magol dili de yapma dilleri arasında. Silmarillion’un yayınlanmasının ardından, Eski İngilizce Profesörünün nasıl olur da “edebi değeri az olan” masaldan farksız bir kitap yazdığı konuşulur, alay konusu olur. Ancak 3 Ocak 1892’de doğan Tolkien’in eserleri hala güncelliğini koruyor. Sadece eserleri değil bir dilbilimci olarak yaptığı çalışmalar da büyük bir hayranlıkla inceleniyor.

(Luthien : Tolkein evreninde kurgusal kahraman. Yarı ölümlü Beren’e aşık olur. Yeryüzünün en güzel kızı olarak da bilinir. Beren : Yarı ölümlü kurgusal kahraman. Luthien’i görür görmez aşık olur. Beren ve Luthien hikayesi Silmarillion’da anlatılır.)

Doğumunun 124. Yılında saygıyla…


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI

-

Hades’e Kalan Aşk Kırıntıları

-

Olimpos’un eteklerinde günün batışını izliyordu Zeus. Birden bir sarsıntıyla yer yarıldı. Etrafını saran karanlık bulutlarıyla beraber Hades çıktı ortaya. Hoş geldin sevgili kardeşim Hades. Seni krallığından alıp buraya getiren şey nedir? Küçük kardeşim Zeus, buraya gelme sebebim sevgili kızın Persephone. Korkarım ki onun güzelliğine gönlümü kaptırdım. Benim kızımın adı Kore kardeşim. Ayrıca buna karşı çıkmam kardeşim. Fakat senin karanlık ve sessizlik dolu dünyana ışıklar saçan kızımın gelmek isteyeceğini sanmam. O zaman, bu konuda bana yardım edeceksin Zeus.

Kore ve arkadaşları güneşli ve güzel bir günde çiçek toplamak için yeryüzüne indiler. Uçsuz bucaksız, yemyeşil bir ovada birbirinden güzel çiçekler vardı. Rengarenkti her yer. Cennetten bir parçaydı adeta. Kore ve arkadaşları da cennet bahçesinde dolaşan periler gibi görünüyordu. Bu sırada Kore’nin dikkatini, bulundukları alandan biraz daha uzaktaki bir nergis çekti. Adeta nergisin büyüsüne kapıldı. Onun yanına doğru gitti. Tam uzanıp nergisi alacakken büyük bir sarsıntı oldu. Yer boydan boya yarıldı ve Hades, karanlık bulutların içinde yerden belirdi. Kore’nin kolundan tuttuğu gibi onu yerin derinliklerine çekti ve yer altı krallığındaki şatosuna götürdü. -

Sen ne yaptığını sanıyorsun Hades? Bu ne demek oluyor? Sana duyduğum aşkın tarifi yok Persephone. O yüzden arık benim yanımda kalacaksın. Bundan böyle benim evim senin evin. Adımın Persephone olmadığını biliyorsun. Hem ben burada nasıl yaşarım Hades? Bu karanlık, sessiz ölüler diyarında nasıl yaşarım?

İklimlerden sorumlu Tanrıça Demeter, kızının kaybolduğunu öğrendi. Bütün yeryüzünü dolaştı. Kore’yi sormadığı tek bir canlı kalmadı yeryüzü ve gökyüzünde. Yüreği kapkara oldu Demeter’in. Tün dünyaya, hayata küstü adeta. Biricik, güzeller güzeli kızı neredeydi? - Güzeller güzeli Tanrıçam Demeter, kızınızın yerini ancak her şeyi bilen Helios bilir. Demeter’in içinde birden umut ışığı belirdi. Artık kızını bulabilecekti. Tekrar harekete geçti. Bu defa Helios’u arıyordu. Kızını bulamamıştı fakat Helios’u buldu. Cennetin ve rüyalar aleminin bekçisi, her şeyi bilen Helios, söyle bana biricik kızım Kore nerede? - Ey hasat ve ekinin tanrıçası Demeter, kızın yer altı aleminin kralı Hades’in yanında. Demeter, duyduklarıyla yıkıldı. Zira Hades’in yanına gidip kızını kurtarması zordu. Fakat kararlıydı, kızını kurtaracaktı. Tek umudu, kızının Ölüler Diyarı’nda bir şey yiyip içmemiş olmasıydı. Acaba Kore, Bir şey yiyip içmemiş miydi? Ölüler Diyarı’nda kendi karanlığına bir nebze olsun ışık katan Kore’yle mutluydu Hades. Persephone diye seslendiği Kore, pek mutlu değildi bu durumdan. Hades’in bu mutluluğunu habercilerinden edindiği bir bilgi yok etti adeta. Demeter, kızı için geliyordu. Bir şeyler yapıp onu yanında tutması gerekiyordu. Persephone olmadan bir gün daha yaşayamazdı artık. Aklına Ölüler -

III


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Diyarı’nın çiğnenemeyecek en önemli kuralı geldi. Bir kadehe şarap doldurdu ve uzattı sevdiği güzeller güzeli Tanrıçaya bu şarabı. -

Ey sevgilim Persephone, susuzluğunu gider bu lezzetli şarapla. Geldiğinden beri ne bir şey yedin ne de bir şey içtin.

Persephone, henüz genç bir tanrıçaydı. Bazı kurallardan haberdar değildi. Hayli susamıştı üstelik. Tereddüt etmeden aldı Hades’in ellerinden kadehi. Yudum yudum içti şarabı. Susuzluğu gitti bu şarapla. Fakat bilmediği giden susuzluğun yerini adeta tutsaklık aldı. Hades’le Demeter buluştular. Kızını istedi Demeter. Sevdiğinden ayrılmak istemedi Hades. İletti Demeter’e duymak istemediği o haberi. Ey Demeter, Kardeşimin sevgili eşi, kızın Persephone artık ayrılamaz bu diyardan. Sen de biliyorsun ki Ölüler diyarında bir şey yiyip içen artık çıkamaz oradan. Yıkıldı Demeter. Adeta küstü bütün dünyaya. Elleri boş döndü evine. Uzun bir zaman küskün kaldı bütün dünyaya. Kimseyle konuşmaz, hiçbir işini yapmaz oldu. Onun bu küskünlüğü soldurdu bütün çiçekleri. Ekinlerin her biri çürüdü. İnsanlar, açlıkla ve kıtlıkla yüz yüze kaldı. Bütün Tanrı ve Tanrıçalar rahatsız oldu bu durumdan. Hep birlikte Zeus’a gittiler ve yardım istediler. Zeus, kardeşi Hades’i çağırdı. -

-

Ey kardeşim Hades, Dünya adeta çöle döndü. Sen ve Demeter, Kore konusunda anlaşın. Herkes yok olmak üzere.

Hades ve Demeter karşı karşıya geldi. Etraflarında diğer Tanrı ve Tanrıçalar da vardı. Bir anlaşmaya vardılar: Hades’in sevgili Persephone’si yılın altı ayını annesi Demeter’in diğer altı ayını ise Hades’in yanında geçirecektir. Böylece Kore’nin annesinin yanında geçirdiği altı ay boyunca çiçekler açar, meyveler olur, ekinler yeşerir ve güneş olur. Bunların hepsi Demeter’in mutluluğundan dolayıdır. Diğer altı ayda ise Kar ve yağmur yağar. Fırtınalar olur ve yapraklar dökülür. Bu da Demeter’in kızına duyduğu özlemden kaynaklanır. Hades büyük uğraşlar sonucu sevgili Persephone’una kavuşur. Demeter, büyük uğraşlar sonucu kızı Kore’yi kurtarır ve her biri ceplerine kalan sevgiye razı olur…


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Misafir Köşesi

SİMSİYAH Hatırlıyorum birazcık Bir gecede dört kalp kırmıştım Ben ki kalp kırmayan adam Sinir değil bu, başka bir şey Giderek daha da kötü oluyorum Aynadaki şahsı tanıyamıyorum Bilmem ki cehenneme mi gidiyorum Aşk yoktu artık benim için; o, hiç yoktu Son silgimi de camdan aşağı fırlattım Artık hatalarımı gizlemiyorum Ne oldu bu adama diyenleri duyunca Kafayı iyice tırlattım Çimlere basan, insanlara çarpan biri oldum Bir şeyler olmuştu bana, hissediyordum Bu ay farklı bir renktim sanki Orkide beyazı değil, yonca yeşili değil, gül… Şöyle koyu mu koyu bir renktim Simsiyahtım.

SEFA BERBER


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İKİNCİ HAYAT Herkes ikinci şanstan bahseder Yaşadıklarının pişmanlığından Farklı olacağından ikinci hayatın. Kimse anlamaz aslında içinde olduğunu İkinci hayatını yaşadığı kudretli anın "Dünyaya bi kere daha" diye başlar Tüm özlü sözlerdeki altı çizili cümleler Dünyaya bir kere daha gelsem yapmam derler Bana sorarlarsa eğer fazlasını yaparlar Yine çok keşke der çok pişman olurlar Çok eleştirir, çok konuşurlar Üzülünce uyur, sevinince yerler Telaşlanınca panikler Sıkılınca göz kaçırırlar Ayak tabanlarına küfreder Acısını başkalarından çıkarırlar Domatesin kabuklarını soymaz Dudaklarının etlerini koparırlar Her sıkıldıklarında saçlarını keser Saçlarını kestikçe aşık olurlar Bunları yapmaktan vazgeçmezler Kuralları tırnak uçlarına takıp yaşarlar Her seferinde aynı şeyden ağlarlar Ağlamaya çok güvenirler Kusurlarımız bilmediğimizden değil Aslında çok bildiğimizden…

Sema Keser


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖLÜM ÇİÇEĞİNE HASRET BİR ARI: ÖZDEMİR ARUN ASAF

Begüm Çalışkan

İkiz kardeşi Özgenül Arun’dan 1 gün önce doğdu Halit Özdemir Arun. Siz onu son dönemde sosyal medyayı kasıp kavuran Kaan Tangöze’nin bestesiyle daha bir sevdiniz muhakkak. Ya da Lavinia’ya gitme dediğini ya da Lavinia gidecek olsa bile Asaf’ın onun üşümesini istemediğini ve ona “ceketimi al” dediğini biliyorsunuzdur. Bunları şiir seven(!) herkes biliyor. Fakat şimdi bunların dışında daha büyük bir Özdemir Asaf olduğunu izaha çalışacağım.

“Ben 11 Haziran … günü sabahleyin saat … de doğmuşum. Babam Mehmet Asaf da annem Hamdiye gibi doğum, çocuk falan diye düşünmüşler. Teyzem Zahide ve anneannem Şaziment gibi… Nereden düşünsünler ki ebenin: “bir çocuk daha var’’ demesiyle beliren şaşkınlık sevincini. Ebe mi o hiç sevinememiş korkmuş.(…) Kız kardeşimin doğum çığlıklarını anneanneme kim bilir kaç kere anlattırmışımdır. Derhal beyaz, bembeyaz pamuklar… Acele hazırlanmış yataklar, yorganlar, kundaklar. Ve bizler için: “Tam kaybolacakken beliren mutluluk.”

Asaf babasını kaybettiği yıl Galatasaray Lisesi’ne girdi fakat daha sonra bir sınavla Kabataş Lisesi’ne geçerek oradan mezun oldu. İki yıl İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne, üçüncü sınıfa kadar İktisat Fakültesi’ne devam etti. O dönem iki yıl olan Gazetecilik Enstitüsü’nün de birinci sınıfını okudu. Özdemir’in ilk yazısı 1939 yılında Servet-i Fürun-Uyanış Dergisi’nde yayımlandı. Daha sonra birçok dergide yazı ve şiirleri yayımlandı. Zaman ve Tanin gazetelerinde çalıştı ve çeviriler yaptı.1951’de Sanat Basımevi’ni kurarak matbaacılığa başladı. İlk şiir kitabı ‘’Dünya Kaçtı Gözüme’’ 1955’te yayımlandı. Daha sonra sırasıyla ‘’Sen sen sen, Bir Kapı Önünde, Yumuşaklıklar Değil, Nasılsın, Çiçekleri Yemeyin, Yalnızlık Paylaşılmaz’’ şiir kitapları yayımladı ve bu şiir kitapları ‘’Çiçek Senfonisi’’adıyla birleştirilip toplu şiirler haline getirildi. Son olarak 1984’de ‘’Benden Sonra Mutluluk’’ adında bir şiir kitabı daha yayımlandı. Bunun yanında Özdemir Asaf'ın inanılmaz öğreti ve ders içeren iki etikası ‘’Yuvarlağın


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Köşeleri ve Yuvarlağın Köşeleri 2’’ adlı kitapları ‘’Ça’’ adını verdiği otokopi ve denemelerini içeren yazıları ve ‘’Dün Yağmur Yağacak’’ adı altında kitaplaştırdığı hikâyeleri vardır. Bu pek de ilgilenmediğinizi bildiğim şeyleri söyledikten sonra Özdemir Asaf’ın şiirine dair bir inceleme yapmaya koyulabiliriz.

Özdemir Asaf’ın şiirine yalnızlık duygusu, yalnız kalma isteği oldukça hakimdir. Özdemir Asaf insanları izlemiş onlardan beslenmiş fakat insanları yalnızlığına katmamıştır. O her zaman insandan uzak, insanların entrikalarından, sahte duygularından uzak bir yere sığınmak istemiştir. Şiirlerinde bunu özellikle bir kaçış temi olara görürüz.

‘’Doğumlar, düğünler, aşklar, seviler, şölenler sizden olsun, dile getirmek ‘’Ben yürümeye başlayınca benden, şiiri, şarkısı benden. denizlerin üstünde Sizleri karşıma almak bana Karalarda koşanlar ‘‘Bir türkü söylediler, bir güç daha katıyor. durup bana baktılar duydunuz mu Yalnızlığımı görüp Ben de gittim Bir kuşu vurdular, anlama gücü. Öyleyse Sığınacağım adaları acıları, ayrılıkları, gördünüz mü birer birer batırdım’’ özlemlerinizi de ben Böyle neden susuyorsunuz Asaf’ın yıldızı duyarım, ben anlarım böyle 20.yy’ın insanlarıyla diyorum. Onların da barışmaz. O her zaman Güzelliğiniz çoğalıyor çıraklığı sizden, ustalığı eskiye, eski zamanların benden.’ öldünüz mü?” samimiyetine ve Özdemir Asaf’ın bir içtenliğine özlem duymuştur. denemesinden kırptığım bu yazı aslında Bu yüzyılda insanın insana düşman kendisinin şiir duyuşuyla ilgili önemli noktaları olduğunu, herkesin bana dokunmayan yılan veriyor. Şairin burada bahsetmiş olduğu insani bin yaşasın fikrinde olduğunu düşünür. olayları, yaşanılanları düşünürsek ve bir de ilk “Saatlerin her dakikasında birbirleriyle şiir kitabına vermiş olduğu isim ‘’Dünya Kaçtı buluşacak insanlar vardır. Birbirleriyle Gözüme’’ de verilen mesajı kavrayabilirsek bir buluşacaklardır. Birbirlerini kırmak, aldatmak sonuca varmış oluyoruz. Şöyle ki şair için.’’ İşte bu yüzden Özdemir Asaf kendi görülmeyen bir şeyleri görmektedir. Yani bu ne kabuğuna çekilmiş topluma karışmamış, demektir? Her yaşanan olayda aslında kendini kendinden başka da bir kent görülmeyen ve izaha muhtaç bir durum vardır. bulamamıştır. Zaten şairler hep böyle değil Bunu herkes göremez, duyamaz ya da midir? işitemez. Özdemir Asaf bir şair olduğu için ve İnsanlara ayak uyduramama ve yalnızlığa şairlerin gözleri, bir gözden fazlası olduğu için övgü durumu onu başka şeylere yöneltmiştir. ya da onun tabirine göre gözüne Dünya kaçtığı İnsanlarla paylaşamadığı her ne derdi varsa için her şeyi biraz daha fazla görmek ve bunları sanki hayvanlara, doğaya, ağaçlara, hissetmek mecburiyetindedir. Bir de şöyle çiçeklere anlatmış ve bunların, onu söylemiştir, çok güzeldir. “Gördüğümü, insanlardan daha iyi anladığını düşünmüştür. görecekler diye ödüm geriliyor.’’ İnsanlığın yapamadığını onlar başardığı için ‘’Kuşlar uçmak için doğmuş; doğaya, börtü böceğe imrenmiştir. Doğayla Kemiklerinin boş olmasından anlıyoruz konuşurken hem insanlığı ona şikâyet etmiş Açık ve bilinen bir yönü yok insanların hem de insanlığın içinde bulunduğu durumdan Onu biz yaratıyoruz’’ utanmıştır.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Adınıza büyüyor belleğimde ağaç Başka ağaçlar doğuruyor Büyümeyi bölüşüyorlar gölgelerinde Dal-dal,yaprak-yaprak öpüşüyorlar Çizmez olaydım bizi soruyorlar Dönüp bizlere bakıyorum Dövüşüyorlar’’ Özdemir Asaf’ın şiirindeki sevgili ve kadına baktığımızda ise durum toplumla içinde bulunduğu durumun tam tersidir. Asaf’ın hayalinde sevgiliyle bir olma isteği, onunla her anlamda tekliğe varma isteği söz konusudur. O aynaya baktığında sevdiği kadını görür, sevdiği kadında da kendini görür. ‘’Benim en sevdiğim söz senden duyduğum bendir Hep yinelediğim söz sana koyduğum ben’dir İyi olmak adına bir bilgiç olmak istemem Seni senlediğim söz, bir-bir oyduğum bendir’’ Bu şiirde geçen bir-bir kelimesinin ve dahasının üzerinde duracak olursak ve bunu açıklayacak birkaç durumu daha belirtirsek Özdemir Asaf’ın şiirinde enteresan bir matematiksel sistem görürüz. Onun şiirinde bölmek, çıkarmak gibi matematik terimlerine sıkça rastlarız. “Üşüyen gecelerin sıcak karanlığında/İkiden biri birden ikiyi çıkaramam’’ Hatta şair, şiirlerinin bazılarına sayısal kavramlarla isimler vermiştir. Bunu kendisinin iktisat okumuş olmasına bağlayabilir miyiz? Yani şairin hayatı yine mi şiire dahil? ‘’Biri ikiye bölenler Beni sana bölerler Seni bana bölerler Aşkı sevgiye tam-tam Pay-pay bizi bize bölerler’’ Özdemir Asaf’ın şiirinde değinilmesi gereken diğer bir önemli nokta onun şiirinin felsefik ve düşündüren bir şiir olmasıdır. “Şiirin felsefe ile ilişkisinin yakın ve gerekli olduğu gerçeği iyice aydınlanmış durumda. Şiirin bir felsefi görüş taşıması fikrinin karşıtını yalnız

felsefeyi bilmeyenler savunabilir.’’ Şairin kendi ağzından da duyduğumuz gibi şiir önce bir görüşe bağlanmalı ve sonra da soru işaretiyle bitip felsefenin kendisi olmalıdır. “Müzik İçin Övgü’’ şiirinde Konfüçyüs’ten bir alıntı yapmış: “Bir insan topluğunun nasıl yönetildiğini anlamak isterseniz onun müziğine bakın.’’ Ve sonra şu dört dizeyi dillendirmiştir: ‘’Yeni sözler demeye geldim yeni seslerle, Bağırmalarla değil, canımdan nefeslerle Sana kalacak ne var dersen, anlamı derim Susmalarında bile bulur seni seslerle’’ ’’Çamaşırlarımızın aynı güneş altında kuruduğunda dolayı kim kimden gurur duyacak? Yaratan güzel yaratmışsa yaratılan mı övünecek? Sen de bir şeyler yaratsana.’’ Özdemir Asaf şiirin bir yaratı olduğuna inanır. Şiir sanattır. Sanat da, hayal gücü ve bir ıstırapla yaratılır. Bu yüzden şiirde hayal gücünü sınırlandırıcı bir biçim durumuna karşıdır. Biçim sonradan gelir. Hatta ona göre her yeni şiir, yeni bir biçim yaratabilir.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Şiiri siz yakalayın biçimini şiir getirsin ya da kursun. Siz biçimini kurup şiire gel gel diyorsunuz. Bir ev, bir oda döşeyip bir kadın aramak gibi oluyor bu. O kadın kaçar. Kadınınızı bulun. Evinizi, odanızı beraber döşeyin. Her biçimin şiiri olduğu gibi, her şiirin de niye bir biçimi olmasın. Anlatabiliyor muyum?’’ Şiir, ciddi bir meseledir. Şiir, çok ciddi bir meseledir. Özdemir Asaf’a göre her şiir bir ölümdür. Her şiir bir asılıştır. Her şiir bu dünyada sonsuz olabilmek için bir sona sürüklenmektir de diyebilir miyiz? Bu paragrafta sevgili Arun, şairlerin gecelerini o kadar güzel anlatmış ki bu; bazen birden içinde bulunduğum sevimsiz şiir tartışmalarında benim anlatamadığımı ya da bazı kimselerin anlamadığını yeniden söylemek, yeniden söylemek. ‘’Şiir kelimelerin raksıdır diyenler var. Hayır… Şair kelimelerin dans hocası değildir. Şair amansız düşmanı kelimelerle boğuşur. Zaten kelimeler de şaire:’’Gel oynayalım.’’ Demezler. Kimseye demezler. Kelime saflarından bir düşünce geçirmek, düşünceleri

geçirmek eğlenceli bir olay değildir. Şairin kanı akabilir, canı çıkabilir. Kelimeler vasıtasıdır şiirin, amacı değil. Onları amaç sananlara ne demeli. Ne denir ki.’’ Asaf her zaman sanatta etkin olmak istemiştir. Sanatçı kendini bir hüzün aleminde yaşatmaya ve pembe şeyleri görmemeye alıştırmaya mahkûmdur. Ama bunu bile isteye de yapmaz. Bu bir alın yazısıdır. Toplumdaki diğer insanlar, sanatçıya bir şeyi söylemek isteyip söyleyemediklerinde ihtiyaç duyarlar. Çünkü sanatçı onların söylemek istediğini söyleyendir. Şair de budur. “Sezdikleri azabı dışarı vurmaları suretiyle mühim oluyorlar. Şair diyoruz onlara; romancı, hikâyeci, ressam, bestekâr, heykeltıraş diyoruz. Onlara; şikâyetsiz, kaygısız, eyvallahçı yaşayanlardan daha fazla ilgi gösteriyoruz. İşimize yarıyor onlar. Kederli zamanlarımızda kara gün dostu, neşeli zamanlarımızda hakiki hayata çağırıcı, avare zamanlarımızda yol gösterici oluyorlar.(…) Sanatkâr dediğimiz bu insanlar, bugün cıvıl cıvıl insanların arasında bulunup yaşamaya, onlardan öğrendiklerini kendi hunilerinden


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

geçirerek gene onlara vermeye mecburdurlar. Onların duyduklarını, onların hatalarını, onların iyiliklerini gene onlara vermek… Bu ne büyük bir iştir bilseniz.’’ En güzelini sona sakladım. Son olarak Lavinia’dan bahsetmek istiyorum. Lavinia kimdir, Lavinia ne demektir, bu isim nereden gelir ve Lavina’nın avı Özdemir Asaf bu şiiri nasıl yaratmıştır? Lavinia’nın gerçek adının Mevhibe Beyat olduğunu Mücap Ofluoğlu’nun ‘’Bir Avuç Alkış’’adlı kitabından öğreniriz. Mevhibe Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyan, şiire ve sanata aşina bir kadındı. Kendisi stilistti fakat dönem şairlerinin şiirlerini akrabası Oktay Akbal vesilesiyle takip eder, kendisi de şiir yazardı. Mevhibe’nin bir şiirinden: “Bıçaklarla açılmış/Yarası güzel/Kara sevdamın” Akbal bir dönem ona âşık yaşadı. Oktay Akbal ona hikâyelerinde ‘’Hisye’’ derdi. Ki zaten her erkek ona farklı bir isim takardı. Onun adı bir tango adı;’’Violetta’’,bir filmden fırlayan’’ Gilda’’,ve Marlin Monroe’ya benzerliğiyle ‘’Marlin’’ olurdu bazen. Çok güzeldi. Öyle ki güzelliği dillere destan, bir yüreğe şiir olmuştu. Fakat Lavinia ne Akbal’a ne de Özdemir Asaf’a âşıktı. O hayatının iki aşkını Ahmet Koman’a yazdığı mektupta şöyle neticelendirmişti: “Sevgili Ahmet… Hayatımın iki büyük aşkından biri Edib Hakkı Köseoğlu diğeri malumunuz İlhan Selçuk.’’ Özdemir Asaf Lavinia’ya çok âşıktı. Fakat ona kavuşamayacağını da biliyordu. Şiir Özdemir Asaf’ın ölümüydü demiştik ya Lavinia yani Mevhibe’de bir şiir yani bir ölümdü onun için. Bu yüzden olmalı ki ona ölüm çiçeği anlamını taşıyan Lavinia adını verdi. İlhan Selçuk Lavinia’yı şöyle anlatıyor: ‘’Kral Latinus’un kızıydı Lavinia; Vergilius’a göre Roma yakınındaki on üç sunaklı tapınağıyla ünlü Latvinium kenti Lavinia’nın hatrına kurulmuştu. Özdemir sevdiği kız için

uzun yıllar dillerde dolaşan‘’Lavinia’’ şiirini yazdı.’’ Ne Lavinia unutuldu ne de ona âşık Özdemir’in dizeleri. Feridun Düzağaç şarkı yapmadan duramadı Lavinia’yı, lütfen dinleyin. Lavinia şiiri günümüzde en hatrı sayılır aşk şiirlerinden biri olup sevgiliye olan karşılıksız sevgiyi ve özlemi dile getirmektedir. Şiir seven, sevmeyen ya da şiir okuyan, okumayan herkesin ezbere bildiği bir şiir yaratmak da ancak Özdemir Asaf’a nasip olurdu zaten. Bilemeyiz ki bu şiir onun tam olarak kaçıncı ölümü? Bunu bilemeyiz. Fakat günün güzel bir anına ‘’Günün en güzel saatleri bunlar’’ demeyi öğreten şairi hatırlamalı ve bilmeliyiz.28 Ocak 1981’de dünyadan ayrılan ölüm çiçeğine hasret arı; Özdemir Arun Asaf dilerim ölüm çiçeğiyle orada buluşmuştur, dilerim değmiştir öldüğüne.

Bir şair ölür mü? Şimdi şiirini okuyoruz ve ölmüyor işte.

Sana gitme demeyeceğim Üşüyorsun ceketimi al Günün en güzel saatleri bunlar Yanımda kal Sana gitme demeyeceğim Gene de sen bilirsin Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim İncinirsin Sana gitme demeyeceğim Ama gitme Lavinia Adını gizleyeceğim Sen de bilme Lavinia


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

La Minör Yaz diyor

Susarak yaz!

Beyaz tuşlardan

Yazsak da ölecek insanlık

Küçük trenler geçiren

Sessizce gömecek birileri

İnce parmaklar Yaz diyor Gözleri kapalı Benim gibi Mırıldanarak Düş gibi bir ezgi

Çocukların dile gelmemiş Hayalleri gibi Elbette zihinlerde Yakılacak önce diri diri Kafeslerde horlanacak Kıyıya vururken minik bedenleri

İçinden kopartarak

Söyleyin

Tüm hırsı ve öfkeyi

İnsanlık nasıl hayatta kalacak?

Yalnızca bırakıp kendini -ancak hüzünlü bir isyan gibi-

Hatice TÜRK


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

Ölüm

Ölüm, ölmek, ölmemek, ölememek, ölüp de ölememek, ölse bile öldü diyememek… Neydi ölüm, ne değildi? Ölüm nerdeydi, ne zamandı, neden ölümdü, neden ölmüştü, ölüm kimdi, kiminleydi, nasıl bir şeydi ölüm? ‘’Ölümün olduğu yerde daha önemli ne olabilir?’’ diyordu bir filmde, bir radyo programcısı, bir stüdyoda, karşısında oturan bir diğer radyo programcısına, bir mikrofon başında. Ne demek istiyordu radyocu? Ölüm diğer her şeyden daha mı önemliydi ya da daha mı ciddiydi? Böyle bir cümleyi neden kurmuştu o radyocu? Ölümün olduğu yerde daha önemli olan şey neydi, ne olabilirdi? Yaşam mıydı yoksa ölümden daha önemli olan? Yaşamak mıydı? Yaşamanın da sonunda ölüm vardı oysa. Son demişken ölüm ya da ölmek bir son muydu yoksa yeni bir başlangıç mıydı? Üçüncü boyuttan dördüncü boyuta mı geçmekti? Ne bu ölüm, okeyde dördüncü kişi olmak gibi bir şey mi? Belki de dördüncü yerine beşinci

kişi olup taş çalmaya yardım eden, çayları bedavaya getiren, hazıra konan biri mi olurdu ölen kişi? Ölenle ölünür müydü? Ölene yaşıyor denilebilir miydi, ölüyle diri bir olabilir miydi? ‘’Ölse de kurtulsak!’’ dediğimiz insanlar kimlerdi? Peki, ölmeseydi de bizi kurtarsaydı dediğimiz insanlar kimlerdi? Kimdi, kimlerdi, bu insanlar neredelerdi? Neden bizlere geri dönmüyorlardı? Öldükleri mi yoksa yaşadığı halde ölü olarak bilindikleri için mi? Yaşayan ölüler miydi, ölüler yaşar mıydı? Ne kadar çok soru sordum? Çaylak bir yazar mıyım yoksa tek tip düşünen bir filozof mu? Asıl sorulması gereken soru ölüm ölü müydü diri miydi? Lafı niye uzatıyorum? Hem elimi yoruyorum hem okuyucuyu? Derdim ne benim yoksa ben de ölmek üzere miyim de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyorum hayatı birçoğu gibi?


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ne denmişti ölüme? ‘’Beni hiç yanındakiler, yanlarında ölenlerden ibret bulma, yaşamak istiyorum gelme, git almıyorlardı. Cenazelere gitseler bile ‘’İyi belanı başka yerde ara, bana dokunma bilirdik!’’ demek içindi. Bildikleri tek şey ama bin yıl yaşa, tamam öleceğim ama beş ölünün artık iyi olduğuydu. Ölümden hiç dakika daha, kahrolası, geberesi ölüm mü? ibret almazlardı ama ağızlarında da ölümü Belki de ‘’Yuvan dağılsın ölüm!’’ denmişti göze almak deyimi bir diş gibi oturmuştu babaannem gibi eski topraklar tarafından adeta. Mesele ölüm müydü? Evet, mesele ölüme. Yok, hayır sadece bunlar ölümdü. Ama ölümün ne kadar ciddi bir denmemişti elbette. canlı olduğu daha önemliydi. Ölüm ölümsüzdü. Bu doğruydu. Ölüm yaşayan Kimileri vuslat demişti, kimileri bir vasıtaydı, ölümsüzdü çünkü. Ama ne ağıtlar yakmıştı ölüme. Kimileri de yapılan zaman öleceğini kimse bilemezdi ölümün. ağıtlara oyun havası diye oynamıştı, ölümle dans etmişlerdi sanki. ‘’Bu sorular sorulur, Ölümle dans edilebilir cevaplar verilir ta ki ölene miydi? Ölümle burun kadar…’’ deyip de yanlış ‘’Bu sorular sorulur, buruna gelince bu mu bir cümle kurmayayım. cevaplar verilir ta ki ölene akla geliyordu? Ölüm geldikten sonra kadar…’’ deyip de yanlış da sorulacak sorular Dedim ya bir cümle kurmayayım. ve o sorulara ölüm kimileri için verilecek olan vuslat diye. Bazıları Ölüm geldikten sonra da cevaplar var. Ölüm içinse ayrılıktı. sorulacak sorular ve o gelmeden doğru Sevdiği bir varlıktan sorulara verilecek olan sorulara doğru cevaplar ölüm yüzünden haber cevaplar var. verebilmeniz dileğiyle. Bu alamayacaktı. Ölünce, yazıyı okuyana kadar da sakın ölüme sövmeye bile vakti ola Ocak’ta yemeğinizi unutmayın kalmamıştı belki de. Bazıları da bu maazallah yangın çıkar da ev, Ocak yanar, arkadaş gibi ölüme sövmüyordu, sövse bile Ocak’ınız söner, kim ölür, kim kalır… Koşun ayrılık için sövmüyordu. O zaten her gün yetişin sobanıza varsa odun atın, ölüyordu. Güneş her sabah doğuyordu üşümeyin, üşütmeyin insanları. Üşütüp de ama o her uyandığında, gözlerini açtığında bu diyardan yapılacak şeyleri yapamadan bir kez daha ölüyordu. Ölmediği, ölemediği gidenlerden olmayın. Olan oldu, ölen öldü. için sövüyordu. Dövüyordu, dövünüyordu Bu ay sizleri öldürmüş olabiliriz ama bir boğazından bir lokma geçirebilmek için. dahaki ay yaşatacağız. Şubat yirmi sekiz Sövdüğü şey ölüm değildi onun. O, çekse bile. Ölmeyin ama kendinizi yüzlerinde maske olan insanlara ölenlerin yerine koyun. Siz ölseydiniz ne sövüyordu. Yalancılara, hak yiyenlere, yapardınız? Yaşayanlara neler demek başkasının sırtından geçinen zalimlere isterdiniz? Hadi düşünmeye başlayın, sövüyordu. Asıl ölümü hak eden onlardı, vaktiniz azalıyor! Şunun şurasında Şubat’a ona göre. Çünkü onlar hiç ölmeyecekmiş ne kaldı? Selametle... gibi yaşıyorlardı. Tek tek ecelleri gelse bile

Muhammed Münzevî


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Merhaba, HALKİYÂT! Halk bilimi dalının ortaya çıkış sebebi en geniş anlamıyla: objesi olan insanı daha iyi anlayabilmektir. Ve onun hakkındaki bilgilere daha detaylı sahip olabilmektir. Objesinin insan olduğu bu bilim dalı, tıptan sosyolojiye hemen hemen bütün bilim dalarlıya ilişkili olduğu için de inceleme alanı çok geniştir. Bu uçsuz bucaksız, geniş alanın büyüsüne kendini kaptırmamak ruha dokunan ezgileriyle kendinden geçmemek ise bizler için artık imkânsız. Saha dışında olanlar ise oldukça merak uyandırıcı ve öğrenmeye değer.

Pınar ÇAYLAK

Kişisel düşüncelerden gelişim seyrine bakacak olursak: Bilim dalının başlangıç tarihi olarak kabul gören iki olay vardır. Bunlardan birincisi, Almanya’da Grimm Kardeşler’in 1812 yılında “Ev ve Çocuk Masalları” adlı sözlü gelenekten derledikleri çocuk masalları diğeri ise folklore teriminin W.John Thoms tarafından 1846 yılında Atheneum adlı dergide kullanılmasıdır. Bu sözcük folk-halk, lorebilim sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş birleşik bir sözcüktür.

Bütün bilim dalları kuşkusuz araştırmayı ve çabayı hak eder hatta üstünde yıllarca ömür tüketmeyi bile. Ancak kendinden habersiz bir insanın nasıl bu bilim dallarına katkısı olamayacaksa halk bilgisinden yoksun milletlerin de diğer alanlarda katkı sağlaması beklenemez. Kim neyin önceliğini savunursa savunsun ben bu yüzden önce halkbilgisi diyenlerdenim. Ve bu ürünler açısından, malzemesi bu kadar geniş bir kültürün parçası olduğum için de kendini şanslı sayanlardanım. Grimm Kardeşler- Jacob Grimm&Wilhelm Grimm


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlk çalışmalar tabii ki eksiklikler içeriyordu. Uzunca bir süre bugünkün den çok farklı bir anlayış temelinde gerçekleşebilmiştir bu çalışmalar. Avrupa’da, başta Amerika, Afrika yerlilerinin gözetim atında tutularak kültürlerinin incelenmesi, onların aşağılanmaları, cahil kesim olarak nitelendirilmeleri yoluyla başlasa da sonraki yıllarda hak ettiği çalışma değerini bulmuştur. İngilizler gibi Almanlar da halk bilgisinin ne denli önemli olduğunu anlamış ve özellikle derledikleri masallarla özlerine dönme, benliklerini pekiştirme yoluna gitmişlerdir. Finliler, Kalavela Destanı sayesinde milli kimliklerinin farkına varmışlardır. Ve sömürgeyi reddetmişlerdir. Yeni yeni gücünün farkına varılan halk bilgisi mucizeler yaratmaya başlamıştı ve bütün ülkeler bu alan üzerinde farklı zamanlarda da olsa çalışmaya başlamıştı.

Ülkemizde ise bu çalışmalar bilimsel düzeyde maalesef ki 20. yüzyılda başlayabilmiştir. Yapılan çalışmalara kısaca bakalım... Başta Fuat Köprülü Hoca, onun çıkardığı dergi ve yazılar, halk bilimci Ziya Gökalp’ın derin gözlemleri sonucu yaptığı çalışmalar, Türkiyat Mecmuası, Türk Yurdu

gibi içerik yönünden oldukça hacimli dergiler, Türk Ocakları, Türk Halk Bilgisi gibi köklü dernekler bu çalışmalar için gerekli desteği sağlamış ve ilk adımları atmışlardır. Akademik camiada ise Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın yetiştirdiği: Prof Dr. Umay Günay, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Prof. Dr Fikret Türkmen gibi üçüncü kuşak Türk halk bilimciler, Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde bu dersleri yeniden organize etmişlerdir. Yaptıkları değerli çalışmalar hepimize kaynaklık etmektedir. Folk-lore’ün bizde bulduğu karşılık, bir kesiminin anlamını daralttığı folklor eşittir halk oyunları tanımlamasının aksine çok daha geniş bir alana sahiptir. Halk oyunları ise bu alanın çalışma sahalarından sadece biridir. Bu yanılgıyı en azından yazıyı okuyanlar için düzeltmiş olabilmeyi umuyorum. Gökalp, zaten bu terimin yerine “Halkiyat”1 sözcüğünün kullanılmasını daha doğru bulmuş ve çalışmalarında bu sözcüğü kullanmıştır. Önemine varılan halk bilimi çalışmalarıyla, derlemeleriyle Ziya Gökalp Türk kültür ve tarihine çok büyük katkıda bulunmuştur. Yaptığı çalışmalar ayrı bir yazı konusudur. Ama çok kısa da olsa şu şekilde değinebilir: Almanların da yaptığı gibi Gökalp, tarihi olayları, destanlarımızdaki dönüm noktalarını simgeleştirerek çocuklara Altın Işık, Ala Geyik gibi sembolik masallarla aşılamıştır. Masalların çocuklar tarafından daha çekici hale gelmesi ve daha kolay ezberlenebilmesi için tekerleme tekniğini de kullanmıştır. “Halka Doğru” adlı çalışmasında bu alanla ilgili gidilecek yol güzergâhlarını belirlemiştir. O, eğitim almış kimselerin halka gidip batı ilimlerini götürmelerini, halktan da halk bilgisini 1

Halka Doğru, c.14 ,s.107-108.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

almalarını istemiştir. Kültürümüz ancak bu yolla korunabilecek ve gelecek nesillere aktarabilecektir. Bunun çok iyi bilincinde olan Gökalp, halkı “cahil, avam” olarak ifade eden görüşlere de kesin bir dille karşı çıkmıştır.

Gökalp’ın fikirlerine katılmamak ne mümkün? Sevgisini renklerle ilmek ilmek örmesini bilen halktı... Bugün bile anlaşılamayan pek çok hastalığı bitkilerle tedavi eden yine halktı… Halk hikâyelerimizi derleyebildiğimiz yegâne kaynaklar, kültürlerin en doğal hali de yine onlarda hayat buluyordu. Yüksek okulda öğretilemeyen gelenekgörenekler, inanışlar, sonsuz hoşgörü işte hepsi bu hazinlerde saklanıyor ve yaşatılıyordu. Kaynaklar bu kadar bol ve değerli, yapılacak daha nice çalışmaları beklemektedir. Halk bilgisinin bizlere fısıldayacağı efsaneler, tarihler, renkler, yollar sonsuz. Yeter ki bir merhaba ile başlayalım ve onun gözüyle bakmaya çalışalım bu kaynaklara.

Halka Doğru Mecmuası Türk Yurdu, İstanbul, 1329


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Takvim Saatli maarif takvimi gibi Önce kopardılar Sonra da tedavülden kaldırdılar Aklımın ipleri kaçık... Sırdem Kemiksiz


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİZİM İÇİN Bizim içindi her şey Yıkılmış tümseklerin bozukluğu Islak duvarların rutubeti Belediyenin yarım işleri Bizim içindi delilik Mutluluk bizim içindi Dar odalardaki sevgililer Arjantin'de yürüyen Edmundo Dağa düşen ilk kar Bizim içindi sevmek Meşe ağacının gölgesi Koğuşunda yatan Naciye Lut gölündeki bakteri Bizim içindi elveda Kudüs'teki sabah güneşi Güney Asya'daki muson tanesi Ayasofya'yı gezen ecnebi Bizim içindi sanat Buda bizim için öğretti Van Gogh bizi çizdi Brooklyn’de çalan saksafon Bizi üfledi Bizim içindi edebiyat Parşömen kağıdı Hatta mürekkep damlası İkra bizim içindi Bizim içindi sevmek Var olsun diye biz sevenler Yok oldu tüm sevgisizler Ölüme koştu cihangirler Ölüm olsun diye tüm sevmemişler SEMA KESER


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Misafir Köşesi SEN Şimdi yanı başımda yalnızlık denizi. Önümde bana seni hatırlatan, Cızırtılı bir plak sesi. Mazide kaldı eski zamanlar. Senin benim olduğun, Benim senin olduğum yıllar. Durdursaydık orada vakti, saati. Ruhumda bir huzur seni sevme saadeti. Geçen zaman senle güzel, Şimdi seni hatırlatır okuduğum her gazel. Dalar gider gözlerim ufuklara, Ruhum girer çıkmaz sokaklara. Sensiz sabahlar hep hazan sabahı. Bugün günlerden sensin, Şimdi seni düşünme zamanı...

Çağıl MANAV


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Melali Anlayan Neslin Son Temsilcisi:

Işık Selin Orhuntaş

Onat Kutlar 1994‘te The Marmara Oteli’ne yapılan bombalı saldırıda hayatı ”kararan”lardan biri. 21 yıl önce bu tarihlerde günlerce sürdürdüğü yaşam mücadelesini kaybetti. Geride birçok güzellik bıraktı; Gaziantep’te Onat Kutlar Sahnesi, 1960 yılında Türk Dil Kurumu Ödülü kazanan ”İshak” kitabı ve renksiz baharlar.

Nasıl kelimelere dökmem gerektiğini bilmiyorum. Onu, onun güleç yüzünü, şiirlerindeki tarifsiz tadı, öykülerinde gizli başkaldırıyı, Sinematek’i ve ona ait her şeyi nasıl anlatabilirim? Geçenlerde modern ansiklopedi internet sözlüklerinden birinde bir başlık gördüm. 21. yy’de iyi şiir yazılmadığını, iyi şair olmadığını iddia ediyorlardı. Anında kendimce karşı çıktım. Hayır, doğru değil. Birhan Keskin var, içimizi duyan, içimizi kelimelere döken. Nasıl görmezden gelebiliriz? En iyi şairlerin katliamlarda ölmüş olması yenisinin yazamadığını göstermez ki. Yerini doldurmaz elbet. Misal, Onat Kutlar’ın ölümünün üzerinden 21 yıl geçmiş olmasına rağmen hala her şiir onu özletir, her bahar onu hatırlatır. 30 Aralık

“Oysa bugün cemreler düştü ve mutluluk bize benziyor” dizeleriyle tanıdım onu. Eşi Filiz’in, kendisine şiir yazmadığından yakınması üzerine hediye etmiştir bu dizeleri. İçtenliği, fotoğraflardaki güleç yüzü ve en önemlisi eşine kibar hediyesi beni kendisine çekti. Bahara olan tutkum “Bahar İsyancıdır” kitabıyla katlandı. Baharların anlamı değişti. İsyancı olan sadece baharlar değilmiş, araştırdıkça öğrendim. Ruhu da isyancıymış. Hiçbir şeye boyun eğmemiş, hep yenilik peşinde aydınlığa doğru koşmuş. Hukuk okumaya Gaziantep’ten İstanbul’a gelmiş. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş. Okulunun bitmesine bir sınav kala kendini Paris’e atmış. Felsefe okumak için koştur koştur gitmiş. Sevgisini sanat dalları arasında paylaştıracak olsak bence en büyük pay sinemaya düşer. Öyle olmasa Fransız Sinemateki’ne özenip Türk Sinematek’inin kurucuları arasında yer almazdı, değil mi? “Gömü bulmuş bir define arayıcısı, yeni bir kıtayla karşılaşmış bir gezgin, yeryüzünün sonsuz zenginliğine gözlerini açmış bir çocuk gibiydim. Üniversitedeki dil ve felsefe kurslarına boş verdim. Tükenmez bir açlıkla izliyordum filmleri. Fransız Sinemateki’nin Ulm Sokağı’ndaki bakımsız kapısı, benim için müzelerden daha kutsaldı artık.”


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aydınlığa doğru koşuşu sinema ve felsefeyle sınırlı değildi. Edebi gücünü, kalemini 1980 darbesinde içeri alınan aydınlara moral olması amacıyla da onatmış. Düzenli olarak mektuplar yazmış ve yakın arkadaşı Zeynep Oral da gazetesinde yayımlamış. Daha sonra bu mektuplar “Yeter Ki Kararmasın” adıyla kitap haline getirilmiş. Adeta darbeye edebiyatla direniştir, meydan okumadır bu kitap. Şairliğinden söz etme niyetiyle başladım yazıya, sanatın her yönünde iz bırakması buna izin vermedi. Yalın dili ve şiirine sığdırabildiği her şey, hiçbir şey yapmasa bile Birhan Keskin okurken onu hatırlamama yetiyor. “Peralı Bir Aşık İçin Divan” ve “Unutulmuş Kent” şiirlerini topladığı kitapların ismi. Divan doldurmuş bir aşıktır Onat Kutlar. Ayrılığı ondan iyi kim anlatabilir?

"sordum kendi kendime ne yapılabilir çamurdan? heykel acılardan? aşk. yoksulluklardan bir devrim bile yapılabilir. ama hiçbir şey hiçbir şey yapılamaz ayrılıklardan"

Metin Altıok’un Sivas katliamı kokan “Ne Mi Kalır” şiirine bir cevap da Onat Kutlar’dan geliyor: NE KALDI GERİYE … Diyordun ki : Kiraz ve kamıştan kavalımızın Sesleri Dağılıyor havada Bir kuyu ağzından geçiyor gibi Rüzgarı mor fistanlı zamanın Bu güzel şarkı da unutulacak Kıyımlar acılar kanlar içinde Savrulurken yaşadığımız günler Bu soruyu mutlaka soracaksın : Ne kaldı bizden geriye? “Yarın her zaman güzeldir… Dışarıda üstü, taze asma yapraklarıyla örtülü bir sepet İznik üzümü. Ve gelecek, gülümseyerek bekliyor kapıda. Elinde altın renginde bir kadeh şarap... Doğu’nun tüm tatları ile yüklü ve hafif buruk. Onu hep birlikte, yazgıya başkaldırmak için içelim.”

Zeynep Oral’ın deyişiyle, bilgi kişiliği ile yeni zamanların dervişi Kutlar Türk Sinematek’inde yaptığı çalışmalardan dolayı 1994 yılında Fransız tarafından “L’Ordre des Arts et des Lettres” nişanıyla ödüllendirilmiş. Şimdi tekrar bakıyorum, geride isyancı baharlar dışında yukarıda anlattıklarımı da bıraktı. Edebiyat dünyasının ondan kazancı büyük... Fethi Naci onun için ‘melali anlayan neslin son temsilcisi’ diyor. Ahmet Haşim’in mirasını kendi kuşağına getiriyor. 1950 öykücülüğünde adı geçerken İkinci Yeni şairi oluveriyor birden. Ferit Edgü’nün “Hakkari’de Bir Mevsim”ini beyazperdeye taşıyor.

Ölümünün 21. , doğumunun 80. Yılında özlemle… İyi ki geçtin bu dünyadan.


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ev Üzerine Düşünceler – I – Evim olmamış benim! Geçmiş zaman diliyle bahsetmem garip kaçabilir, doğrusu benim o anda öyle hissetmem bana da acayip gelmişti. Siz de aynı boşluğa bir an düşseniz sizin de tuhafınıza gider zannederim. Sonrası ise her birimiz için farklı olabilir. Kim bilir, bir ömür boyu içinde olup da fark edemediğimiz daha neler vardır? Her farkındalık bir şuur hali midir? Şuur bir tercih midir? Tercihler mi şuurumuzdur? Hissettiklerimiz şuurun içinde midir dışında mı? Şuurun altı ile üstünün arasında neler vardır? Araya düş ile düşmek kelimeleri arasındaki kök benzerliğinin çarpıcılığı da giriverdi! Acaba her düşmekte düşlemek var mıdır? Ya da düşlemek düşmenin nesidir? Düştüğümüzde gördüklerimiz düş müdür? Veya düşerken düş de olsa görür müyüz ki? Düşünmek ile düş görmek arasındaki ilişkiler ayrı bir yumak.

Muhammed Kırvar

Bu ba’dezzuhur soruları ve konuları şimdilik ertesi zamanlara bırakmak zorundayız. Evimin olmadığına ilişkin his olayın neticesi olmasa bile, şu an, yaşananlarla huzursuzluk iç içe ve beraberimde. Buna yoğunlaşalım ve bunu uzatalım. Hem de bu hengâmede. Hengâmenin ne veya nasıl olduğunu anlatacak değilim, anlatabilecek halde olduğum da söylenemez. İnanmanızı isterim ki; ne olduğunu unuttum. Ama vardı eminim. Belki bizleri haddini aşmış olarak işgal eden siyasi, toplumsal gelişmeler belki de selinde çırpındığımız günlük oyalanmalar. Uzatmanın yönünü başa çekersek olup biteni çok geç fark ettiğim için geçmiş zaman dili ile yazdım, yoksa eskiden beri süregelen bir duygu halinin- göremediğimiz gizli bir gölgesi hep olmuş olsa da- yaşanmışlığı bu yazının bahsi değildir. Bu giriş, öznel ve yerel olmayan kokular da salgılıyor sanki. Belki, Avrupa’da rastlanan, bize de sirayet etmiş, bir azınlık olsa bile


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

benimsenmiş, zamanla daha çok kanıksanan, tarz-ı hayat olmaya zorlanmış, ucubeye benzese de kısmen olmuş, daha sonraları ise zıtlıkların birbiri içine girdiği, benzemezlerin yan yana geldiği, kuşaklar boyu devam eden küflenmişliklerin üzerime sindirdiği kokudur. Belki de, sosyal üretim yolları olmayan, olanların ise özgünleşemediği kültürsüz, dinsiz, ırksız, yönsüz sanayi şehirlerinin ürettiği bir koku. Kendi samimiyetim hakkında düşüncelerimin çok karışık ve şüpheler içeriyor olması nedeniyle bu yönden hiç mi hiç bakmıyorum. Sadece, bu girişin tarafımca kurgulanmadığını söyleyebileceğimi bilmenizi isterim. O anlarda yani evin ürettiklerinden yoksun kalmanın ağırlığı üzerime çöktüğü zamanlarda, benliğimizi yüzdüren, nereden doluştuğunu anlayamadığımız, hükmedemediğimiz içimizdeki denizin bize düzensiz gözüken dalgalarının üstünde savrulduğumu ve olanları bütün varlığımla hissettiğimi kesinlikle söyleyebilirim. Belki de bu, kendimi ve okuyanları aynı havaya çekme, benzer hisse ulaştırma arzusu nedeniyle bunda zorlanmış olmanın belirtileridir. Doğrusu, insanın hakkında hüküm vereceği en son varlık kendisi olmalıdır. İnanıyorum ki; benimle aynı savrulmaları veya melali yaşayanlar, yaşamışlar veya benzerlerini yaşamamış olsa bile aynı sonuca ulaşacak olanlar olacaktır ama bu, “belki”lerin artmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bunu bunca yıl sonra anladığıma, duyumsadığıma, fark ettiğime hayıflanmalı mıyım? Bilmiyorum. Olanların üstüne kendiniz istediğiniz yaftayı yapıştırabilir, sizce uygun başka kelimeler ile olanları tanımlayabilirsiniz. Gerçi bu kanaate önceden ulaşsaydım ne değişirdi? Bunu da bilmiyorum, siz de bilemezdiniz. Geçmiş onu yaşayanların varlığında her zerresi ile var olduğu halde, biz öyle olmasını istediğimiz/istemediğimiz için veya kendisine güç yetiremediğimiz kuvvet odakları nedeni ile eksiklikler barındırarak ve kırılmalara uğramış

olarak benliğe aksediyor demek ki. Bize rağmen olanlar da bu denklemin içindedir ve yoğunluk taşır. Geçmişin bu ma’dûm hâli, onu anlamak için hayâlen, hissen ve aklen tekrar birlikte olma gayretini gerektirir. Her varlık gibi kendi varlığımız da seçimimizin, irademizin olası dahi olamayacağı tohumların karmaşık, her an değişebilen reçeteli, yoğun bir üretim sürecinden elde edilen anlık hâsılasıdır. Bu uzun hikâyenin kahramanı da olsak, yaşanan anlık karelerin hızlı akışında gözden kaçanlar muhakkak olacaktır. O an, yani evimin olmadığı hissinin ağır bastığı ve beni esir aldığı an, rakamsal olarak küçük sayılsa bile keyfiyet olarak kısa sayılmayan bir boşluğa düştüm. Boşluk kısmını atlamak istiyorum. Tanımlanması çok zor veya tanıma ihtiyacı yok. Yaşarsınız ve düşersiniz ya da düşersiniz ve yaşarsınız. Zaten şu anki hislerle o boşluğu tarif etmem de doğru ve mümkün olamayacaktır zannederim. Çözmek değil, hissettiklerimizi paylaşmayı ve bu paylaşımla anlamlar bulmayı esas alacaksak boşluk kısmını atlamak zor gelse de atlamak gerekmektedir. Kendisi ayrı bir bahs-i diğer kısacası. Boşluk sonrası ise çözmek zorunda olduğunuz ayrı bir muammâ. Çünkü önümüzde belli olan ve olmayan boyutlarıyla yaşanacaklar var. O ana kadar, evin her nesne veya mekân gibi hatıralar taşıyıcısı olduğunun, olabileceğinin bilgisindeydim. Hayat denen uzun veya kısa derin veya sığ zaman algısının bir kısmının geçtiği bir mekân. Anıların yumak olduğu yer… O kadar. Yumakla hatıralar arasındaki benzetmenin ve varsa ilişkinin kapısını daha sonra da olsa çalmayı unutmayalım. Düzenli, karışık, berrak, bulanık… O kadar basit değil elbette. Yukarıda da satır aralarına bu zorluklar uğramıştı. Geçmişte sizinle beraber yaşamış olanların bile tam olarak sizin katıldığınız gibi arzulamadığı, sizin de tekraren değil, muhakkak


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olan farklarla hatırladığınız, bazı anlarda gülümsemelere, ara sıra pişmanlıklara, bazen de hâlâ süregelen endişelere, eninde sonunda da hüzünlere, kısacası o anlardaki ve şu dakika resimlenen halleriniz gibi duygularınıza kapı açan, belleğinizde var olanı değiştirmeyen, ama farklılaştıran, zihnî çerçeveler içinde de olsa yerini alan bir nesne olduğunu da biliyordum. Lâkin evin, başka şehirlerden, başka mahalleden, tarladan, bahçeden, Rukiye Teyzelerin oturduğu sokaktan, hatta uzak mı uzak diyarlardan kavgaları, kayıpları ve kazançları velhasıl bütün fânilikleri yaşayıp sonsuzu da yaşayacağınız, kendiniz olduğunuz, kendinizi bulduğunuz, yaralarınızı sarmak, eksikliklerinizi, kaybettiklerinizi tamamlamak üzere zihnen veya fiilen, her hâlde ve zamanda dönebileceğiniz, kapısı her vakit size açık olan mekân olduğunu bilmiyordum. Dışarıda da yaşarsınız, kötü veya iyi imkânları olan evlerde. Ama varsa, büyük parçanız daima o evde olmuştur. Kaybettiğiniz her bir parçanız o evde kalmıştır, eviniz olmuşsa. Bir an önce eve dönmek, uzak kaldığınız, hep eksikliğini yaşadığınız o büyük parçanıza kavuşmak yapınızın gereğidir. Tabi eviniz olmuşsa. Eviniz yoksa içeride veya dışarıda olun, kendinizde hep o eksikliği hissetmekle kalırsınız. İç huzur dedimse, o evde edinmiş olmayabilirsiniz. Ama olsun, yine de bütünlüğünüzü, kendinizi, siz veya başkaları sizi ve evi beğensin veya beğenmesin sağlayan o evdir. Şu anda her şeyinizle o evin ürünüsünüz. O eve ait, bütünlüğünüzü oluşturan, size sinmiş ve sizin olmuş izleri taşıyan bir varlıksınız. Bizler, her anın, her günün ve akşamın, her sevinç ve üzüntünün, her bir korku ve sıkıntının, birçok sapkınca fikrin veya öteler kokusu taşıyan iç taşkınlıklarının, yarım kalmış gayelerin, düğümlenmiş boğazların, parlayan gözlerin, belki turunç çiçeklerinin, belki Mayıs kokularının, şefkat veya öfke veya yalvarma dolu seslerin ve daha nice olay, eşya ve zamanın oluşturduğu sayısız parçalardan ibaretiz.

Her ne kadar zaman değirmeni bizi ve parçalarımızı öğütse de, eşya ışıklarının rüzgârı bizi uzaklara savursa da, her bir parçamız dingin vakitlerde, özellikle geceleri toparlanır, toplanır ve ışığın yansımalarından oluşan aldatıcı renklerinin etkisinden kurtularak, kendine özgü renklerine kavuşur, onunla kaynaşmaya çalışır ve gene ben olur, olmaya gayret eder. Bütün bunların fâili, içinde ve dışında insanların da olduğu, çeşitli malzemelerden oluşmuş, dilsiz, elsiz ama muhakkak eski, muhakkak sürekli telkinleri kulağımızda olan, muhakkak bilinç veya diğer sâiklerimizin tetikleyicisi, belki katlarda sıkışmış, belki duvarlar arasında yahut arkasında gizlenmiş, belki de küçük veya büyük bahçeler veyahut avlular içinde saklanmış o evdir. O ev, arkanızı her döndüğünüzde rastladığınız, her yaşananda payı olan, orası dışında hiçbir mekânda sizi sarmayacak, onu oluşturan hâtıraların zâhirde zihne uzak, dağınık, hakikâtte biçimli ve tertipli olarak yer aldığı, cisim kafesinize tam oturan, cisminizle bütünleşen, üzerinizden çıkaramadığınız veya içinden çıkamadığınız mâzi kalelerinin en muhkem olanıdır. Unutmadan, bizden size geçtiğimin farkına son noktadan sonra vardığımı belirtmeliyim. Bu savın zıddı, diğer bir deyişle yukarıdaki çıkarımların mâna-i muhâlifi ile evsiz iseniz bütünlük -başka bir tanıma ihtiyaç duymadan, emin olarak söyleyebilirim- taşımayan birisiniz demektir. Hâlâ sarsıntılar yaşayan, her unsurun yerini bulmadığı, eksiklikler, fazlalıklar barındıran bir yapıdan ibaretsiniz demektir. Fazlalık olarak görünenlerin de nihâyette eksiklik olduğu bir yapı…


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

10 9 8 7 6 5 4 3 2 1 SIFIR!

Begüm ÇALIŞKAN

“Yılbaşında başımın içine sığmayanı taşırıp, şiir yaptım” “Yılbaşında ne yapıyorsun?” sorusuna “Hiçbir şey yapmayacağım.” dediğinizde bu çağ için pek de normal bir insan sayılmazsınız. Fakat normal bir insan olmamak o kadar da çirkin bir şey değildir. Normal bir insan olmamak, bir çam ağacı süslemeyi istemiyor olmak demektir. Noel Baba, çocukluğumdan beri beni hiç mutlu etmedi. Hep hayalperest hep hayalci bir çocuktum. Fakat ona hiç inanmadım. 1 Ocaklarda çoraplarımın içi boştu. Ama hayalimde bir yerde onun olma ihtimalini düşünürken geyiklerini hep kıskandım. Geyikler, ormanlarda birçok şeyden güzeldir. Uçabilen geyikler daha güzeldir. Biliyorum ve üzülüyorum. Siz bu sene de kırmızı çamaşırlar giyip olmayan bir uğura inanacaksınız. Siz bu sene de soğuktan elleri donmuş bir sokak satıcısından ışıklı şapkalar alıp mutlu olacaksınız. O gece, sosyal medya hesaplarınızda sürekli savunduğunuz ve yasını tuttuğunuz; yoksulluğu, açlığı unutabilirsiniz. Dışarıda, orada, burada eğlenirken size servis yapan ve bardağınıza içkinizi dolduran garsonun sizinle aynı tarihte ve aynı zamanda yaşadığını unutacaksınız. Ona yılbaşı değil mi? Ya da evlerinizde sizin için özel hazırlanmış talk showları izleyecek, adını hatırlamadığınız bir dansözün dans elbisesini eleştirerek onu izlemeye devam edecekseniz. Bu sırada portakal ya da muz soyuyor olduğunuzu şimdi siz zaten hatırladınız. Evet, o gece muhakkak tıka basa yemeli, bir güzel doymalısınız. Hindi değilse de bir tavuğun ikiye ayrılmış bedenini o akşam sofranızda görmelisiniz. Birbirinize hediyeler almalı, almalı, almalısınız. Her yer süslenmiş, her yerde yeni yılla ilgili birbirinden güzel ciciler var. Hepsi kırmızı, kırmızı. Kırmızı. Nasıl olur da sevdiğiniz birini hatırlatmaz bu size? Elbette size kırılır. Siz de ona kırılırsınız. Hediye alın birbirinize. Bu hediyeler genellikle yıl boyu kullanılmayacak; bir işe yaramayan güzel ambalajlanmış ve sizi kandırmış şeylerdir. Muhakkak alın. Aldınız çok mutlusunuz. O gece kabuklu fıstık yediniz ve midenizi bozacak kadar asitli içecek ya da alkol tükettiniz. Olması gereken elbette bu. Mutluluk bundan başka ne olabilir? Birileri sizden fazla mutlu, belki bu olabilir. Fakat merak ettiğim şey şu olabilir. Ertesi sabah takviminiz dışında değişen nedir? Ertesi gün bir yere tarih düşerken, telefonunuza yarı baygın bakarken, ya da herhangi bir şeyde; bir rakamdan başka değişen nedir? O kadar mutlusunuz ki, şu kadarcık mutlu olamıyorum. Ama ben, bunu anladım. Bu, neden böyle anladım. Çünkü hiçbir zaman 10’dan geriye saymadım o gece. Ve düşündüm de siz 10’dan geriye sayarken önümüzdeki yıl için her bir saniyenize mutluluk yükleniyor olabilir. Bu gerçekten olabilir. O zaman sizi kutlarım. Bu sene de siz galipsiniz. Ben yine 10’dan geriye saymadım. 2016’da da şu kadarcık mutlu olamam. Tam keşke saysaydım diyorum, sonra sizin kadar mutlu olmak istemediğimi hatırlıyorum. Zamandan ve mekândan kopmuş nadir insanlara yılbaşının başkalığını anlatamazsınız. Zaten böyle bir şey de yoktur. Fakat körlüğünüzü bir kez olsun görmek isterdim.


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

LEYLA ERBİL CÜCE Anadilde okunmadığı sürece lezzet vermeyecek kitaplar vardır. Cüce de o kitaplardan. Nobel’e aday gösterilen ilk Türk kadın yazar Leyla Erbil’in kaleminden yaşanmışlıkları okuyoruz. Yazarın intihar eden komşusu Zenime Hanım’ın dağınık taslağını alıp kendince işlemiş. Kahramanın bir yandan tiksinip bir yandan da içinde olmak istediği medya dünyasında kayboluşu , yaşadığı dünyaya ait olamayışı , arafta kalışı… Tuhaf bir kadın tuhaf bir kitap. Postmodern tekniği kullanarak yazdığı bu roman vesilesiyle doğumunun 85. Yılında anmış olalım.

DİDEM MADAK’I OKUMAK Geçtiğimiz sene Aralık ayında Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı tarafından Didem Madak Sempozyumu düzenlendi. Daha önce de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Metis Yayınları işbirliği ile “Şiiri Hayattan Kurtarmak : Didem Madak Sempozyumu’nda anılmıştı. Genç yaşta kaybettiğimiz kadın şairlerden Madak, geride bıraktığı üç eseri üzerinden yeniden yorumlandı. Sempozyumdaki bildiriler Solmaz Zelyut tarafından kitap haline getirildi. Farklı disiplinlerce Türkiye’de kadın olmanın sorgulandığı bu kitapla sadece kadınlığa ya da kadın olmaya değil şiire de farklı bir pencereden bakacaksınız.


OCAK’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

EDEBİYATIMIZIN BAHÇESİNDE DOLAŞIRKEN Mehmet Kaplan Doğumunun 100. , ölümünün 40. Yılında saygıyla ve rahmetle andığımız Mehmet Kaplan Hoca, Türk Edebiyatı için, Yeni Türk Edebiyatı sahası için her zaman başvurulan en önemli hazinelerden biri olmuştur. Onun yakın tarihimizin edebiyatına ışık tutan incelemeleri tekrar tekrar okunması, altı çizilmesi gereken kaynaklar. Bunlardan biri de elimize alıp okumaya daha elverişli boyutu ve sayfa sayısıyla diğer ilmi kitaplarından ayrılan “Edebiyatımızın Bahçesinde Dolaşırken”. Prof. Dr. Zeynep Kerman yayına hazırladıkları eseri ,“Bu kitaptaki yazıları, metin tahlilleri, edebi ve fikri eserlerin tahlili ve tanıtılması, yazar ve eserleri mukayeseli olarak ele alan yazılar, tematik yazılar, mukayeseli edebiyat yazıları, kayıplarından büyük üzüntü duyduğu fikir ve edebiyat adamları hakkındaki yazılar olarak gruplandırmak mümkün.” şeklinde ifade ediyor. Bize de, içinde bu birbirinden güzel edebi yazıyı barındıran eseri, not defterimizi ve kalemimizi yanımıza alıp kahvemizi yudumlarken okumak kalıyor 

MAHUR BESTE AHMET HAMDİ TANPINAR Mehmet Kaplan Hoca’yı andıysak onun hocası Tanpınar’ın anmadan olur mu? Tanpınar’ın Mahur Beste romanının 150 sayfa oluşuna aldanıp “kolay okur, bitiririm” diye düşünmemek gerek… Adını Eyyübi Bekir Ağa’nın aynı adlı bestesinden alan eserde bu beste “küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biri”dir. Mahur beste yüksek perdeden başlayarak kademe kademe düşüş gösteren bir bestedir. Tanpınar da bilinçli bir seçim yapmış ve mahur beste’yi seçmiştir. Çünkü onun romanındaki kişilerin yaşamları ve karakterleri de bu özelliğe sahip olarak beste ile paralellik gösterir. Bir çıkışla beraber inişe geçerler. Romanın bitirdikten, kapağı kapattıktan sonra ise içinizden şu mısraları tekrarladığınızı fark edersiniz: “Gittin emmaki kodun hasret ile canı bile istemem sensiz geçen sohbet-i yaranı bile"


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

OCAKTA ŞİİR SOKAKTA ÇOCUK OLMAK İlk önce zaman akmaya başlar yukarıdaki satırlardan Aşağılara indikçe birazcık üşümeye başlar insan Üşür ve düşünür bir zamanlar nasıl bir çocuk olduğunu Altını ıslatır kışın mahalledeki bayırdan kayarken Sokağa çıkmadığı tek bir gün yoktur onun Hasta olsa bile sokaktadır onun gözü kulağı Camdan eşlik eder Evin önünü buz pistine çeviren arkadaşlarına Laf yetiştirir onlara, Çünkü çocuktur o, çünkü yerinde duramaz Çocuktur o kar kış demez, Aralık, Ocak, Şubat… Onun için kış aylarıdır yalnızca. O aylarda üşüyen bir tane bile arkadaşı yoktur. Arkadaşlarının hepsi altlarında Kendi yaptıkları tahtadan kızaklarıyla, Kayma yarışlarıyla ısıtırlar içlerini Onların dillerinde sabah 8 akşam 5 yoktur. Akşam ezanı okunana kadar vakitleri vardır belki de Anası ocakta yemek pişirirken bağırır: ‘’Akşam okundu hadi eve Mehmet!’’ Çocuktur o, kar yağsın ister. Onun derdi kimin ne düşündüğü değildir. Aralık ayında kar yağmadı mı? Ocak’ta kar, kesin yağmak zorundadır onun için Mahallede onun ve arkadaşlarının sevmediği tek kişi vardır. Kar yağdığında sokağa küldöken o çocuk düşmanı kadın ya da adam. Çocuk oynamak ister. Külü, kulu dinlemez. Üstüne kaçak kar katı çıkar ve pistini yine hazırlar. Çünkü çocuktur o. O, sokakta oynayan son çocuktur Nerde nasıl oynanılacağını bilir Kendisinin olmadığı gibi arkadaşlarının da telefonu yoktur. Teknolojiyle de pek alakalı değildir, Hafta sonu sabahları izlediği çizgi filmleri vardır Sadece teknolojiye dair. Çocuğun telefonu yoktur.

Kimselere mesaj atmaz o. Çünkü çocuktur o. Teneffüslerde organize olur. Bir hafta önceden her şey ayarlanır Yer, zaman, kimlere buluşulacağı... Tam bir hafta sonra buluşulur belirlenen yerde Çocuk, çocuklar, sokak, sokaklar… Akşam ezanı da yetmez oyunun bitmesi için Akşam yemeği yenilir ve tekrar çıkılır sokağa Sokak lambasının dibinde bir buz pisti yapılır ve saatlerce kayılır. Çocuktur o, zaman mekân tanımaz. Kardan adamı okul bahçesine, Sokağa, evin bahçesine yapar. Yorulmak da yoktur onun lügatinde, Çünkü çocuktur o. Eldiven alacak parası yoktur belki, Çoraplarını eline giyer. Kızağı da olmayabilir, Anasının alışveriş poşetlerini kullanır kayarken Çünkü çocuktur o. Onda oynama ruhu varsa oynamasını da bilir. Güneş doğar, karlar erir Güneş batar, zaman erir… Çocuk bir Ocak akşamı Bakar penceresinden sokağa Ne kar eskisi kadar yağar Ne çocuklar eskisi kadar sokaklarda oynarlar Nesli tükenmekte, Sokakta oynayan son çocuktur o Ağlar, ağlar, ağlar… Gözyaşları yüzünden değil içinden akar Sokaklara çıkar ve o kaybettiği, yeni nesillerde göremediği Çocukluğunu arar. Karşısında yüksek binalar, kaldırımlarda arabalar… ‘’Nerede bu çocuklar?’’ ‘’Nerede kaybolan çocukluğumuz?’’ diye bağırır. Çünkü çocuktur o. Sokakta oynayan son çocuktur o O, bu şiiri yazan son çocuktur…

Muhammed Münzevi


“Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden.”

Fotoğraf

Aybige Akdağ ©

https://www.instagram.com/aybige__/

Ahmet Muhip Dranas


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Uğur Mumcu

Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942’de Kırşehir’de doğdu. Babası tapu ve kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey, annesi ise ev hanımı Nadire Hanım’dı. Dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldi. Eğitim hayatına Ankara’da başladı. Ulus’taki Devrim İlköğretim Okulu’nda başladığı eğitim hayatı aktif bir öğrenci olarak Bahçelievler’deki Ulubatlı Hasan İlköğretim Okulu’yla devam etti. Ortaokulu Cumhuriyet Ortaokulu’nda bitirdi ve Bahçelievler’deki Ankara Deneme Lisesi’nde eğitimine devam etti. 1961’de Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’ne girdi. Buradaki eğitim hayatı sırasında yazmaya başladı. 26 Ağustos 1962’de Cumhuriyet’te yayımlanan “Türk Sosyalizmi” adlı yazısıyla Yunus Nadi Ödülü’nü aldı. 1965’de okulu bitirdikten sonra bir süre avukatlık yaptı. Aynı yıl Yön dergisinde yazmaya başladı. İlk yazısı da “Biz Anayasayı Savunuyoruz. Ya Siz?” idi. Bu yazısıyla hayatı boyunca savunmaktan asla vazgeçmeyeceği Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve devrimleriyle tam bağımsız Türkiye’yi savunduğunu gösterdi. 1967’de “Kitap toplamak anayasaya aykırıdır.” Söylemini özetleyen yazısıyla Kim dergisinde ve Akşam gazetesinde de inceleme yazıları yayımlanmaya başladı. 1968’de İngiltere’ye gitti. Yazılarına oradan devam etti. 25 Şubat’ta Akşam’a ve 1 Mart’ta da “Yeter Artık Beyler!”

Tuğçe Erkol

adlı yazısıyla Kim dergisine son defa yazmış oldu. 1969’da Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi İdare Hukuku kürsüsü profesörü Tahsin Bekir Balta’nın asistanı oldu. Yazıları Milliyet’te yayımlanmaya başladı. Asistanlığını aldıktan sonra barodan istifa ederek avukatlığı bıraktı. 1970 senesiyle beraber Cumhuriyet’te yazıları yayımlanmaya başladı. Askerliğini yapmak için hazırlandığı dönemlerde 12 Mart için “Ordu uyanık olmalı.” söyleminden dolayı 17 Mayıs’ta gözaltına alındı. Mamak Cezaevi’nde o dönemde farklı suçlar nedeniyle içeriye alınan birçok aydınla beraber gözaltına alındı. Yedi yıl ceza almış olmasına rağmen Yargıtay kararıyla serbest bırakıldı. 1972-1974 yılları arasında “sakıncalı piyade eri” olarak Ağrı’nın Patnos ilçesinde askerliğini tamamladı. “Evet, evet ne olursa olsun, ben Patnos Dağları’nda halk çocuklarıyla er olarak askerlik yapmayı, emekli olduktan sonra siyasal iktidarın uzattığı yönetim kurullarında, on binlerce lira para alan orgeneral olmaya değişmem.” Patnos’ta pek de iyi koşullar altında askerlik yapmayan Mumcu, midesinde bulunan ülserden dolayı mide kanaması geçirdi. Askerliğini tamamladıktan sonra Ankara’ya geri döndü. 1975’te ilk kitabı olan Suçlular ve Güçlüler adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl Mobilya Dosyası adlı kitabı yayımlandı. 1976’da Güldal Hanım ile evlendi. Evliliğinin ardından Cumhuriyet gazetesinin kadrolu yazarı oldu. Gazete yönetimi tarafından “Susturamazlar!” diye bahsedilmiştir. 1977’deki Kanlı 1 Mayıs’ta kalemiyle terörün en büyük düşmanı oldu. Gazetenin de dediği gibi kimse onu susturamadı. Doğru bildiklerini savunmaya devam etti. “Bir kişiye yapılmış haksızlık bütün topluma yapılmıştır.” diyerek yazılarına devam etti. Sakıncalı Piyade adlı eseri yayımlandı. Aziz Nesin bu eseri okuduktan sonra Mumcu’ya fikrini beyan etmiştir:


Ocak’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. Acı acı gülmek deyimi vardır ya, işte öyle, acı acı güldüm.” Sakıncalı Piyade’yi Rutkay Aziz’le birlikte oyunlaştırdı. Ankara Sanat Tiyatrosu’nda ilk defa olmak üzere 700 kere sahnelendi. 1978’de Büyüklerimiz adlı eseri yayımlandı. 1979’da Çıkmaz Sokak ve Rabıta adlı iki eseri daha yayımlandı. 80 Darbesi’nden önce sokaklardaki silahlı örgütlenmelerle ilgili olarak Tüfek İcat Oldu adlı eseri yayımlandı. 80 Darbesi’nin ardından yazdığı yazılarla dönemi her alanda ele alan yazılar yazdı. Yanlışlıkları eleştirmeyi ve doğru bildiğini söylemeyi bırakmadı. 1984’te Aziz Nesin’le beraber Aydınlar Dilekçesi’ni hazırlamak için çalıştılar. Yaptığı araştırmaları gazete yoluyla ya da yazdığı kitaplar aracılığıyla yayımlamaya devam etti. “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanlar” dediği kişilerle mücadelesine devam etti. 6 Kasım 1991’de Cumhuriyet gazetesinden 80 arkadaşıyla birlikte ayrıldı. Gazeteden ayrı olduğu dönemde Milliyet’te yazdı. Cumhuriyet gazetesinin yönetimi değişince yuvası olan Cumhuriyet’e geri döndü. 8 Ocak’taki yazısından tam 16 gün sonra yani 24 Ocak’ta Ankara’da Karlı Sokak’ta bulunan evinden çıkıp iş yerine gitmek için arabasına bindi. Daha önceden arabasına yerleştirilen C-4 tipi plastik bombanın patlaması nedeniyle suikasta kurban gitti. 1909’da hayatını kaybeden ilk basın şehidi Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi ve sonrasında gelen basın şehitleri her yıl 6 Nisan’da Öldürülen Gazeteciler Günü’nde anılıyor. Uğur Mumcu da anılan gazetecilerden biri… Ancak Uğur Mumcu içlerinden devrimci yönü nedeniyle ayrılan bir gazeteci olduğu için devrim şehidi olarak da anılıyor. Her yıl ölüm yıldönümünde anma törenleri düzenleniyor. 1994’te eşinin girişimiyle Uğur Mumcu Araştırmacı Gazeteci Vakfı’nı kurdu. Adına ödül törenleri düzenlenmeye başlandı. Uğur Mumcu kişilik özellikleri bakımından araştırmacı kimliğinin ve iyi bir kalem olmasının yanı sıra doğru bildiğinden

vazgeçmeyen, düşüncelerini savunan, oldukça ileri görüşlü bir adamdı. Yıllar önce yazmış olduğu eserlere baktığımız zaman oldukça da ileri görüşlü bir adam olduğunu görüyoruz. Ölümünün 15. yılında Melih Aşık ona bir mektup yazdı. “Sevgili Uğur, Sen aramızdan ayrılalı 15 yıl geçmiş… Zaman ne hızlı akıyor… Oralarda ne var ne yok, dersen… Doğrusu senin öngörülerinin doğru çıkması dışında yeni bir şey yok…” dedi ve bu öngörülerinin neler olduğunu yazısının devamında sıraladı. Cemal Süreya’nın 99 Yüz’ündeki en güzel yüzlerden biri de odur. Livaneli’nin Sevdalım Hayatı’nda anılarından bahsettiği kişilerden biri de odur. Nebil Özgentürk’ün, Bir Yudum İnsan’ında ele alınan isimlerden biri de odur. Selda Bağcan’ın Uğurlar Olsun şarkısı da onu hatırlatır bize, Livaneli’nin Yiğidim Aslanım Orada Yatıyor bestesi de. Biz onu unutmuyoruz, unutmayacağız da. Zaten Uğur Mumcu gibi insanlar da onu unutturmamak için ellerinden geleni yapacaktır… 1993 senesi ne lanetli bir senedir ki 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’nun katledilişiyle başlayıp 2 Temmuz’da Madımak Katliamıyla devam etmiştir. “Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin, Unutmamak için; çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz. Ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından Ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım. Durmadan düşünüyorum, ne kadar çok öldük yaşamak için.” dizeleriyle Onat Kutlar tam da içinde bulunduğumuz durumu anlatıyor. Görüşü, düşüncesi, ideolojisi ne olursa olsun dimdik duruşu, doğru bildiğini savunuşu ile asla unutulmamalıdır Uğur Mumcu gibi kişiler.


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.