İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:18

Page 1

Eylül 2015

Sayı: 18

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”


İncir Çekirdeği Dergisi E

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Sırdem Kemiksiz

Editörler

Yazı İşleri Müdürü

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Muhammed Uçan Muhammed Kırvar Selin Sabcıoğlu

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN... Sevgili İncir Çekirdeği Dergisi okuyucuları, Güzel bir yaz mevsiminin ardından sonbaharı mutlulukla karşılayalım isterdik. Ama sonbahar yaprak dökümünü daha ilk haftasında yaşattı bizlere. Milletçe acı dolu günler geçiriyor, sınanıyoruz. Her köşede gözü yaşlı analar, evlatlar, eşler... Sabırlı ve temkinli olmamız, değerlerimize sahip çıkmamız, yeniden ayağa kalkmamız gerekiyor. Hepimize düşen en büyük görev kültürümüzü, dilimizi korumak her şeyden önce bizi biz yapan unsurlara sahip çıkmak... Bizler bir mozaiğin muazzam parçalarıyız. Bu noktada sağduyulu bir ulus olmamız güzel günlere kavuşmamızı sağlayacaktır. Değerli okurlar, bu ay sizler için yine edebiyat dolu bir sayı hazırladık. Tuğçe Erkol dosya konumuzu, Ahmet Kutsi Tecer’i geniş bir yazıyla ele alıyor. Hilal Akarslan “Doğudan Uzakta” yazı serisinin ikinci bölümü ile karşınızda. Işık Selin Orhuntaş, Afili Filintalar’da bu ay bizleri Murat Menteş’le buluşturuyor. Okunmayı bekleyen denemelerimiz ve şiirlerimiz de sizleri bekliyor. Güzel günleri karşılamak dileğiyle...


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Fotoğraf / Aybige Akdağ Havadis Doğudan Uzakta-Bölüm:2 / Hilal Akarslan Gümrükte Kalan Çiçekler – Şiir / Begüm Çalışkan Sen Küllere Fidan Dik – Şiir / Selin Sabcıoğlu Bir Kültür Ağacı: Tecer / Tuğçe Erkol Nerdesin – Şiir / Ahmet Kutsi Tecer

Bayan Frankenstain / Tuğçe Erkol

Orda Bir Köy Var Uzakta – Şiir / Ahmet Kutsi Tecer

Türkçenin Dilbilgisel Konularının Öğretiminde Ailenin Etkisi / Mehmet Altınova

Ahmet Kutsi Tecer Anlatıyor 1955 Röportaj / Mustafa Baydar Tecer Tiyatrosu / Tuğçe Erkol Çöp Toplayan İhtiyar – Şiir / Muhammed Kırvar Gözlerinin Gölgesi – Şiir / Muhammed Uçan Afili Filintalar – 3: Murat Menteş / Işık Selin Orhuntaş Eylül’le Gelen / A.Bengisu Akdağ Nenem Anlattı: Ubur / Busenur Aslan

Şiirbaz – Şiir / Süleyman Erkut Polisiye Roman ve Mehmet Rauf / Işık Selin Orhuntaş Arka Kapak / Zeynep Tosun - Işık Selin Orhuntaş


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Dünya'nın hiç bir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz daha sağlam bir askere rastlanmamıştır. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden en büyük gayretin için sana minnet ve şükranımı söylemeyi , kendime en değerli borç bilirim."

Ankara 1921


Fotoğraf Aybige Akdağ


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza ÖZKAN

HA VÂ DİS YÜZLERCE YILLIK DERGİLERİN İLK SAYILARINI TOPLUYOR

parçaları Mart ayında sergileyen Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Kara, şimdi ise bir başka sergi için sahafları ve fuarları dolaşıyor. Bu seferki sergisinde tarihi mecmuaların sadece ilk sayılarını ziyaretçilere açacak olan Kara, yüzlerce yıllık dergilerinin yanına yenilerini de eklemeye çalışıyor. İçlerinde Osmanlıca Türkçesiyle yazılmış dergilerin de bulunduğu koleksiyon şimdiden 2 yüzün üstünde parçaya ulaştı. Kara, sergiyi önümüzdeki yıl açmayı düşünüyor. Bu sergileri açmaktaki maksadının, kapitalizmin ’kullan at’ dayatmasına karşı koymak ve insanları bu hususta şuurlandırmak olduğunu belirten Kara, "Herkes bir şeyler biriktirmeli.’Kullan at’ zihniyeti yanlış. Dolayısıyla kullandığımız her şeyi atıyoruz. Buna maalesef kitaplar ve dergiler de dahil. Bu yüzden önce kendime, sonra öğrencilerime şunu söylemek istiyorum, ’kullan atma’ veya dergi için söylersek, ’oku atma’. Şimdi yapmak istediğim şey yine dergilerle ilgili. Fakat bu sefer dergilerin sadece birinci sayılarını topluyorum.”dedi.

Geçmişte çıkan her çeşit mecmuanın ilk sayılarını toplayan Prof. Dr. Mustafa Kara, koleksiyonundaki dergileri sergilemeye hazırlanıyor.

2015 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün sahibi Orhan Pamuk

Dergi koleksiyonundaki 1886 ile 1986 yılları arasındaki

Can Yayınları'nın kurucusu Erdal Öz'ün anısını yaşatmak

için ailesi tarafından her yıl düzenlenen Erdal Öz Edebiyat Ödülü, yeni sahibini buldu. 2015 Erdal Öz Edebiyat Ödülü'nün Orhan Pamuk'a verildiği açıklandı. F Seçici Kurul, bu yıl sekizincisi verilecek olan ödülün, roman sanatına verdiği emek ve edebiyatımızın dünyaya açılmasındaki katkıları nedeniyle Orhan Pamuk'a layık görüldüğünü açıkladı. Ödül, 15 Eylül Salı günü Pera Palas'ta düzenlenecek törenle Orhan Pamuk'a teslim edilecek.

Muammer Karaca ve Refik Kordağ'ın Türkçeye uyarladığı "Cibali Karakolu", bir kez daha izleyiciyle buluştu Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'nda sahnelenen müzikale ilişkin AA muhabirine açıklamada bulunan başarılı oyuncu Zihni Göktay, müzikalin 1951 yılında sahnelenmeye başlandığını belirterek oyunu müzikal hale kendilerinin getirdiğini söyledi. Oyunu izlemeye ilk gittiğinde içeri alınmadığını aktaran Göktay şu bilgileri verdi:"Cibali Karakolu 1951 yılında, ben 7 yaşındayken başlamıştı ama o zaman beni almamışlardı. 10 yaşında bu oyunu izlemiştim. O zamanlar benim yapıma aykırı bir rol olsa da 'komiser Cafer Sabah' rolünü çok sevmiştim." Oyunun


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aslında üç perdeden oluştuğunu kaydeden Göktay, "Oyunun serim, düğüm ve neticesi vardır. Biz iki ve üçüncü perdeleri birleştirip oyunu iki bölüm yaptık. " dedi.

I. DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ

Yazar Oktay Akbal 92 yaşında yaşamını kaybetti

‘’Türkçem benim ses bayrağım" diyerek yüzü aşkın kitabıyla Türkçe'nin ses bayrağını yaşamı boyunca yükseklerde dalgalandıran Fazıl Hüsnü Dağlarca, 100 yıl önce doğduğu yer olan Beşiktaş’ta, adına düzenlenen etkinliklerle yaşamaya, yaşatılmaya devam ediyor. Dağlarca adına düzenlenen bu ödül, Dağlarca’nın anısını yaşatmak, Türk şiirinin gelişimine katkıda bulunmak ve şiiri hayata daha çok katmak amacıyla verilecek. Dağlarca’nın anısını yaşatmak, Türk şiirinin gelişimine katkıda bulunmak ve şiiri hayata daha çok katmak amacıyla yola çıkan yarışmanın başvuru tarihi 1 31 Ağustos 2015 tarihleri arasıdır. 1. Dağlarca Şiir Ödülü 2015 Seçici Kurulu’nda; Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Ertan Mısırlı, Haydar Ergülen, Sennur Sezer ve Tarık Günersel yer alıyor.

"Önce Ekmekler Bozuldu" adlı ölümsüz eseriyle Türk Edebiyatı'na damgasını vuran ünlü gazeteci-yazar Oktay Akbal, ailesi meslektaşları ve sevenlerinin katıldığı cenaze töreni ile son yolculuğuna uğurlandı. Türk Edebiyatı'nda kendine özgü bir dil ve üslup geliştiren Oktay Akbal, 20 Nisan 1923 tarihinde İstanbul'da doğdu. Yazar kökenli bir aileden gelen Akbal, ilk gerçekçi Türk romancılardan Ebubekir Hâzım Tepeyran'ın torunuydu.

Mushaf-ı Şerifi'nin tıpkıbasımı Erdek’te Ahmed Karahisari Mushaf-ı Şerifi" olarak tanınan ve tıpkıbasımı yapılan mushaf, Kurban Bayramı'nda hizmete girecek olan Piri Reis Camii'nde sergilenecek. Ahmed Karahisari Mushaf-ı Şerifi" olarak tanınan ve tıpkıbasımı yapılan mushafın

biri, açılışı Kurban Bayramı'nda gerçekleşecek olan Piri Reis Camii'nde sergilenecek. Erdek İlçe Müftüsü İsmail Yalçın, Müftülükte düzenlediği basın toplantısında, Kanuni Sultan Süleyman'ın emri ile 16. yüzyılda yazımına başlanan Kur'an-ı Kerim'in tıpkıbasımının Erdek'te sergilenecek olmasından büyük mutluluk duyduklarını söyledi. "Ahmed Karahisari Mushaf-ı Şerifi" olarak tanınan ve tıpkıbasımı yapılan mushaf, Topkapı Sarayı Müzesi'nin sahip olduğu en değerli eserler arasında gösteriliyor. Kur'an'ın 220 yaprağının Karahisari tarafından Kanuni Sultan Süleyman döneminde, 1545-55 yılları arasında yazıldığı ve sanatçının ölümüyle yarım kaldığı, Kur'an'ı tamamlayan 80 yaprağın ise muhtemelen manevi evladı Hasan Çelebi tarafından Sultan III. Murad'ın himayesinde 1584-87 yılları arasında yazıldığı belirtiliyor.

Türk müziğinin efsanesi İnci Çayırlı'nın anıları yayınlandı Türk müziğinin yaşayan efsanesi İnci Çayırlı’nın anıları kitap oldu. “Müziğin Güzel Günlerine Yolculuk/ İnci Çayırlı’nın Anıları” Murat Derin’in kaleminden Murat Bardakçı’nın önsözüyle Pan Yayınlarından çıktı. Çayırlı, gün yüzüne çıkmamış anılarını, samimi duygularıyla ilk kez bu kitapta anlatıyor.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Doğudan Uzakta

Hilal Akarslan

2. bölüm 6 Mart 1990-Lahey ‘’Anneciğim üşüteceksin, bak hava da soğudu hadi artık içeriye girelim. Hadi annem kalk artık.Bak zaten neredeyse sabah olacak,bir saat sonra hepimiz çıkar bakarız her yere tamam mı hadi,lütfen.’’ Ayşen, annesinin titreyen ellerini avucunun içinde ovalarken bir yandan da hayatını, hayran olduğu kadını, annesini içeriye girmesi için ikna etmeye çalışıyordu. Ayşen ne dese,ne kadar dil dökse de nafileydi.Hazal bir yerlere dalıp gitmişti bir kere.Bu gidişten kopup kızına cevap vermesi çok zor görünüyordu.Belki de Hazal hayalin de nerede olduğunu bilmediği Berdan’ını ömrünü arıyordu. “Anneciğim, biz çıkıp eniştemle etrafa sorup soruşturalım, tamam. Sen de artık ağlama’’ dedi Doğu ve annesinin alnına huzursuzca öpücük kondurdu. “Abla biz çıkıp bakalım bir etrafa. Babamın hem çalıştığı yere hem de amcama uğrayalım. Belki bir şey demiştir onlara oraya buraya gideceğim diye.’’Doğu ailenin göz bebeği, tek yaşam damarıydı. Bunu çok iyi biliyordu ve bazen bunu bilerek kullanıyordu. Yabancı dili çok iyi olsa da sınıfta ki arkadaşları arada bir kelimeleri telaffuzuyla dalga geçiyordu. Arkadaşlarının karşısın da bu konuyu pek takmıyor gibi gözükse de, bir kere diksiyon kursuna gitmeyi kafaya koymuştu, o kursa gitmeliydi. Doğu eniştesi ile birlikte bildiği her yere baktı. Aklına gelebilecek gelmeyecek her yere…

Berdan hiçbir yerde yoktu ve kimseye de nereye gittiğini söylememişti. Aklına kötü kötü şeyler gelmeye başladı.’’ Yok hayır babam öyle şey yapmaz niye yapsın ki anne mi çok seviyor.’’ Birden irkildi, nasıl böyle düşünebilirdi? Babasını ne kadar iyi tanıdığını bilmiyor muydu? Başka kadınla gidecek biri değildi ki o. Aklına bunların geldiği için çok utandı. Ellerini açıp önce Allah’tan af diledi sonra yardım istedi. ‘’Bacanak, benim işe dönmem gerek çok geç kaldım. İzin almış olsaydım seninle aramaya devam ederdim. Ama önce iş yerine uğramam lazım ben durumu anlatırım izin alabilirsem gelirim, alamazsam akşama görüşürüz artık. Sen de sıkma canını elbet çıkacak bir yerden. İstersen eve geç ya da polise haber verin. Hadi hayırlısı.’’ Eniştesinin nasihat gibi konuşmalarından nefret ediyordu. Hatta sadece konuşmalarından değil bakışlarından, duruşundan da. Her defasında Ayşen’in bu adamla nasıl evlendiğini düşünüyor ama bir sonuç çıkaramıyordu. Yoksa sevmek böyle bir şey miydi? Her şeyine razı gelmek, ne olursa olsun nasıl bakarsa baksın, çatalı nasıl tutarsa tutsun umurun da olmadan ona kapılmak mıydı? Hayatında annesi ve ablalarından başka hiçbir kadını sevmeyen birisi için sevgiyi anlamak oldukça zordu. Her zaman yürüdüğü asfalt yol bugün bir başkaydı. Sanki alevler ayaklarını sarmış onu istemediği bir yere doğru sürüklüyordu. Gitmek


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

istemediği, ama görmesi gereken bir şeyin varlığını hissediyordu. Bu caddeden ilk defa gözleri dolu dolu geçiyordu. İnsanların yolda gülerek, kahkaha atarken yürümelerine hiç dikkat etmemişti şuana kadar. Ama bugün bu gülen kadınlar onun sinirini bozmaya başlamıştı. Annesinin ne halde olduğunu bilselerdi acaba yine böyle gülebilirler miydi? Bu insanlar da başkasının acısına ortak olma gibi bir dert var mıydı? Hiç sanmıyordu. Sadece kendisi için yaşayan bir millet yaşıyordu bu ülkede. Annesi ona hep Türkiye’den, Mardin’den bahsediyordu. Oralar hiç böyle değilmiş. Komşular evde ekmeği olmayan birinden haberleri olduğu anda ona bir çuval un götürür, evine gider bakarlarmış daha başka ne eksiği var hepsini tamamlamaya çalışırlarmış. Orada komşuluk varmış. Tam olarak ne olduğunu bilmesem de güzelmiş. Kapılar kilitlenmezmiş mesela. Komşu kızına bile yan gözle bakılmazmış çünkü herkes köyde kardeş gibiymiş. Hazal anlattığı Mardin’i birden çok merak etti Doğu. Kendi Doğusunu. Doğunun doğusunu. Sağa doğru döndüğünde insanların seyrekleştiğini fark etti. Bu cadde ilk defa bu sabah bu kadar tenhaydı. Caddenin az ilerisindeki ara gibi yer dikkatini çekti. Biraz ilerledikten sonra bir sokağa benzetti orayı, çıkmaz bir sokağa. Kendini sokağa adım atmış halde buldu. Burada ne yaptığına anlam veremedi. Gidip babası için polise başvurmalıydı pek ilgileneceklerini sanmıyordu ama yine de şansını denemekten zarar çıkmazdı. Binalarla örtünmüş olan insanın içine bir ürperti serpiyordu. İçinin titrediğini hissetti. Annesi hep şeytan dürttü besmele çek derdi. O da annesinin dediği gibi besmele çekip ilerlemeye başladı. Siyah duvarların üzerine renkli boyalarla yazılmış yazılar dikkatini çekti. “Defolun buradan” “ülkeyi terk edin sizi pislikler” gibi buna benzer birçok yazı vardı. Doğu daha fazla okumaya tahammül edemedi. Bu çıkmaz sokağa hiçbir Hollandalı temizlikçinin uğramadığına adı gibiydi emindi. Bira şişeleri, çocuk bezleri, gazete kağıtları her yeri kaplamıştı. Leş gibi kokan sokakta ilerlemeye devam ettiğin de

buranın bir labirentte benzediği aklına geldi. Gül’le beraber koltuğun yastıklarını kaldırıp ufak bir labirent yapmaya çalışırlardı küçükken. Ama burası o kadar pisti ki annesi asla böyle bir labirentte evinde izin vermezdi. L eş kokulu bir labirentte. Çıkmaz sokak sağa dönüyordu, belki de bir yerlere çıkıyordur diye umut etti. Sağa döndüğü anda gözlerini yumması bir oldu. Vücudundan kaynar sular boşandığını hissetti. Kabus mu görüyordu acaba? Kendini cimciklese uyanır mıydı? Ellerini oynatamıyordu ki kendisini cimciklesin. Tüm bedeni uyuşmuş gibiydi. Şimdi ise ayakları karıncalaşmaya başlamıştı. Arkasını dönüp gitmek istedi gidemedi. Sanki alevler onu asfaltta yapıştırmıştı. Gördüğü manzaranın hala kabus olduğunu görüyordu. Alıştı Doğu kabus görmeye. Ayşen her elektrik kesintisinde üzerine beyaz çarşaf atar ve kardeşini korkuturdu. O gece sabaha kadar kabus görürdü Doğu. Bu da onlardan biri olmalıydı. Evet, kesinlikle kabustu. Ama bu kabusun her zaman gördüğü kabustan bir farkı vardı. Karşısında duran hayalet değil, boğazına ip geçirilmiş, gözleri açık bir şekilde ona bakan babasıydı. Doğu ölüm nedir bilmezdi. Ölen kimse görmemiş, yakınlarında o doğduktan sonra kimse ölmemişti. Birden annesi geldi aklına. Belki de o olsaydı şu an gözleri açık bir şekilde bakabilirdi. Hatta gidip hala sıcak mı yada soğumuş mu diye dokunabilirdi. İki oğlunun ve kız kardeşlerinin soğuk vücuduna çok kez dokunmuştu. Ama Doğu annesi gibi ölümle tanışık değildi. Doğunun bildiği tüm ölümler o doğmadan olmuştu. İki teyzesi gibi iki erkek kardeşi, dedesi, öz annesi ve Rojin ananesi de o doğmadan göçüp gitmişlerdi bu diyardan. Gözleri kapalı halde sırtını hızla döndü. Tekrar dönüp bakmaya cesaret edemedi. Gözlerini açtığında karşı duvarda yazan ‘Peace’ yazısı dikkatini çekti. Onca ırkçı duvar yazılarının arasında barışın işi neydi? Gözleri kan çanağına dönmüş halde koşmaya başladı. Ayakları onu hiç istemediği bir yere götürüyordu: evine… Koştu, koştu, koştu…

Devamı gelecek…


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜMRÜKTE KALAN ÇİÇEKLER Sana bu gece bir kuytuda anlatmak isterdim Kalbime kazdığın gümüş merdivenli kuyuyu Fakat burası zifiri karanlık Ve sen biliyorsun korktuğumu karanlıktan Bir gaz lambası bana çare olmaz O kadar aciz ve çaresizim ki Lisanımda tek kelime bulamıyorum Bir bülbül olup ülkene gelmek isterdim O zaman dillenirdim, şakırdım Bunu yapmaya gücüm yetmiyor Öyleyse kırmızı karanfiller fırlatıyorum sana Werther'in kanadığı yerden Benim ülkemden Seni bulamadığım yollarda ben Yine seni umuyorum Bir pusula bana çare olmaz Hardal rengi bir pardösüm olsaydı eğer Ve kemik çerçeveli gözlüklerim Belki yanımda bulurdum seni En başında aslında Avcısını sezebilen bir ceylan olmak isterdim Sen çoktan tetiklemiştin tüfeğini Buna gücüm yok , dirilemiyorum Öyleyse pembe aslanağızları fırlatıyorum sana Bir kaplanın bir geyiği öptüğü yerden Bir dedektifin katili savunduğu yerden Benim ülkemden Seni görebileceğim bir yer varsa bana söyle Seni göremediğim yerlerde ben Bazen ölüyorum Bir baykuş olup ülkene uçmak isterdim O zaman belki görürdüm seni Şimdi ellerinde şişleri titreyen bir nine gibi Sana patik örüyorum Çünkü baykuş olamıyorum Öyleyse mor menekşeler fırlatıyorum sana Bir baykuşun kör olduğu yerden Benim ülkemden

Sana sarılabileceğim bir yer varsa bana anlat Çünkü sana sarılamadığım dünyalarda Sardunya ağacında sallanıyorum İki kolum uzanamıyor,yetmiyor sana madem Bir ahtopot olurum o zaman Hiçbir şey olamadığım gibi Bunu da olamıyorum Sana beyaz manolyalar fırlatıyorum Bir ahtopotun âhının tuttuğu yerden Benim ülkemden Bana bir kasımpatı fırlat Kasım ayı gelene kadar Kasımın adı yoksa Adımın hatrına bari Yalnız bir tane Ebegümeci fırlat Adımın acıdığı yerden Senin ülkenden

BEGÜM ÇALIŞKAN


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SEN KÜLLERE FİDAN DİK Boş ver beni, Ben de hayat aramak, Küllere fidan dikmek gibi. Su verirsin, iyice söner, Güneş verirsin, Rüzgarla uçar gider. Fidan hayata "merhaba" demeden, "Elveda" der. Boş ver beni, Ben de mutluluğu aramak, Çölden sahile kum taşımak gibi, Anlamsız, Bir o kadar da deli işi. Boş ver beni, Ben de, beni aramak, Samanda iğne aramak gibi, Zor hatta imkansız. Boş ver en iyisi, Ben de kendini aramak Kendinde beni bulmak gibi. İnan denizde inci arasan Daha az vakit alır. Boş ver gitsin, Benim her şeyi boş veremediğim gibi. Sen en güzeli, Küllere fidan dik, O bile daha umut verici...

SELİN SABCIOĞLU


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR KÜLTÜR AĞACI: TECER Tuğçe Erkol Tecer, 4 Eylül 1901’de Kudüs’te doğdu. Tecer’in ikinci adı olan Kudsi’yi almasının sebebi doğum yerinin Kudüs olmasıydı. Babası Abdurrahman Bey, Kudüs Duyun-ı Umumiye müdürlüğü nedeniyle Eğin’den Kudüs’e gitmişti ve en küçük çocukları olan Ahmet Kutsi’yi, Hatice Hanım burada dünyaya getirmişti. Tecer, çok önem verdiği eğitime ilk olarak Kudüs’te başladı. Babasının tayini sebebiyle Kırklareli’ne taşındılar. Böylece ilk ve orta okul eğitimlerini burada tamamladı. Liseyi okumak için İstanbul’a gitti. Burada Kadıköy Sultanisi’nde eğitimine devam etti. Liseden sonra 2 yıllık eğitim veren Halkalı Ziraat Yüksek Okulu’nu 1922 yılında bitirdi. Ondan sonra da Darülfünun’da Felsefe üzerine eğitim almaya başladı.

Darülfünun’daki öğrencilik yılları sırasında Dergah

Dergisiyle tanışır. Dergah dergisi 1918’deki Mondros Mütarekesi’nin ardından Yahya Kemal tarafından kurulmuştur. Yahya Kemal Darülfünun’da Garb Edebiyatı ve Tarihi alanında dersler veriyordu o dönemde. Ahmet Kutsi’nin kendi bölümünden hocaları ve öğrenci arkadaşları bu derginin etrafında toplanmaya başladı. Dergi Milli Mücadele yıllarında Atatürk’ün en büyük destekçilerinden birisi oldu. Tecer de savaşa pratik olarak katılmamış olsa da Dergah ve daha nice dergide hem Milli Mücadele’yi destekledi hem de halkın cehaletiyle mücadele cephesinde savaştı. Tecer, iki yıl Darülfünun’da okuduktan sonra 1925’te Yüksek Öğretmen Okulu bursuyla Fransa’ya biyoloji eğitimi almaya gitti. Bu gidiş onun ilk Paris dönemidir. İkinci dönemi kültür ateşesi olarak gidişi olacaktır. Paris’te kaldığı dönemde bir yandan biyoloji eğitimini aldı bir yandan da Sorbonne’da Felsefe derslerine devam etti. Bu dönem onun için kültür, sanat ve edebiyat ile dolu olarak geçti.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Paris Şiirleri’nin içinde yer alan Sarhoşluk şiirinde Paris için şöyle bir dörtlük bulunur:

“Fikir, şiir, sanat ülkesinden Ey Tarık ardında gemileri yak Herkes senin için ne derse desin Kendini bu yeni havaya bırak.” Bu şiirdeki “Herkes senin için ne derse desin” dizesi ve Paris Acıları adlı şiirinin genelindeki anlattıklarından yola çıkarak Paris’teki bu ilk döneminde birçok sorun yaşamıştır. 1925-1927 yılları arasında Paris Milli Kütüphanesi’nde araştırma yapma imkanı buldu ve bu sırada Cezayir Halk Şairleri yazmalarını bulup onları tanıdı. 1927 yılında daha Paris’teyken Halk Bilgisi Derneği’nin açılması için çalıştı. Aynı sene dernek açıldı ve Halk Bilgisi Mecmuası’nı yayın organı olarak kullandılar. 1928’te Paris’ten dönünce gözlem ve araştırmalarının sonucunu aktarmak için birçok yazı kaleme aldı. Bunları Dergah ve özellikle Halk Bilgisi Mecmuası’nda yayınladı. Ülkeye döner dönmez Darülfünun’daki eğitimine devam etmeye başladı. 1929 yılında Darülfünun’dan mezun oldu.

Mezuniyetinin ardından doğrudan çalışma hayatına atılıp Sivas’a atandı. Bu süre zarfında halk bilimi için önemli birçok şey yaptı. Çalıştığı okulda Toplantı adlı bir öğrenci dergisi çıkardı. Sivas’a geldikten kısa bir süre sonra Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni kurdu. Derneğin başına da dönemin belediye başkanı Hikmet Bey’i getirdi. Derneğin ve belediyenin desteğiyle üç gün süren bir bayram hazırlandı: Halk Şairleri Bayramı. Bu bayramda aşıklar gelip hünerlerini gösterdiler. Bayramın sonunda derneğin hazırlattığı aşıklık belgesi katılımcılara teslim edildi. Bu belge bundan sonra aşıkların,

gittikleri yerlerde daha rahat etmesini sağladı. Bu bayram sırasında kültür mirasımız için önemli olan bir olay daha oldu. Tecer, Aşık Veysel ile tanıştı. Onların bu tanışıklığıyla Türkiye Cumhuriyeti en büyük zenginliklerinden birisini kazandı:

Aşık Veysel Şatıroğlu... 1932 yılında Sivas Maarif Müdürlüğü’ne atandı. Aynı okulda Fransızca dersleri verdi. Kız Muallim Mektebi ve Kız Meslek Lisesi’nde Edebiyat dersine girdi. Sivas’ta olduğu dönemde Sivas Halkevi’nin başına geçti ve halk


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

odalarının yaygınlaştırılması için çalıştı.

Şanlıurfa milletvekili olarak TBMM’deki yerini aldı.

1934’teki Soyadı Kanunu’nda kendisine Tecer soyadını seçti. Bunun nedeni Halk Şairleri Bayramı’nda tanıştığı Ruhsati’nin şiiridir.

Tecer, Milletvekilliği sürecinde tam da kendinden beklenildiği gibi davrandı ve siyaset yapmaktan çok kültür ağırlıklı siyasi çalışmalarda bulundu. Ayrıca 1941’de Halkevleri’nin de başına geçen Tecer mecliste olmanın da getirdiği bazı kolaylıkları kullanarak Halkevleri Şenliği’ni düzenledi.

“Kimdir len Te er mi ola? Te er dağı çer mi ola?” Soyadını aldıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na Yüksek Öğrenim Şube Müdürlüğü’ne tayin oldu. 5 yıl boyunca bu görevi ifa etti. Aynı dönemde Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Kompozisyon; Gazi Lisesi’nin Felsefe derslerine girdi. Gazi Eğitim Enstitüsü dahilinde olan müzik okulunun oradan ayrılıp Devlet Konservatuarı’na dönüşmesi için çalışan heyet içinde yer aldı. 1937 yılında öğretmen bir hanımefendi olan Meliha Hanım ile evlendi. Bu evlilikten 2 çocukları oldu. 1938’de Yüksek Öğrenim Genel Müdürlüğü’ne terfi etti. Sivas’tan tanıdığı Mustafa Sarısözen’i memuriyete aldırıp halk müziği eserlerini derlemesi için ona yardımcı oldu. 1942'de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atandı. Bu gelişmenin hemen ardından VI. dönem Adana ve VII. Dönem

1941-1945 yılları arasında Halkevleri yöneticiliği yapan Tecer’in döneminde kurumun resmi yayın organı olan Ülkü Mecmuası daha sıkı çalışmaya başladı. Önceden ayda bir defa bazen de iki ayda bir defa olacak şekilde yayın hayatına düzensiz devam eden dergi Tecer döneminde 15 günde bir olarak düzenli bir şekilde yayın hayatına devam etti. Ülkü Mecmuası’nda Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Atatürk’ün ilke ve inkılapları tanıtılmış, Cumhuriyet ideolojisinin savunuculuğunu üstlenmiştir. Ayrıca kitaplar ve başka süreli yayınların tanıtımı yapılmış, halk Şairleri tanıtılarak şiirleri yayımlanmıştır. Bu dönemde Tecer’in yazıları arada sırada Yücel dergisinde ve Ulus gazetesinde de yayımlanmıştır. Gene bu dönemde özellikle Geleneksel Türk Tiyatrosu ve köylü temsilleri üzerine çalıştıktan sonra Koçyiğit Köroğlu adlı oyununu yazmıştır.

1947-1951 yılları arasında hayatının 2. Paris dönemini yaşar. Bu defa oraya Paris Kültür Ateşesi ve Öğrenci Müfettişi olarak gider. Teftiş etmesi için gönderildiği öğrenci “Harika çocuk” lakabıyla tanınan İdil Biret’tir. Orada onunla ilgilenmek Tecer için en önemli olaylardan birisi olmuştur. Çünkü Biret’in genç yaşında ülkesini temsil ediyor oluşu tam da onun fikirlerine uygun bir durum içeriyordu. Bir de onun Paris’te olduğu dönemle ilgili şöyle bir hikaye anlatılır. Tecer, Paris’teyken Nazım Hikmet orada hapistedir. Attila İlhan da Nazım’ı kurtarmak için bir heyet kurar ve heyete Tecer’i de dahil eder. Ancak Tecer bunun bir işe yaramayacağını söyleyerek teklifi geri çevirir. Ankara’ya geçici olarak UNESCO Komitesi kurulur. Tecer 1948’de bu

Tecer, "Koçyiğit Köroğlu" nun konusunu Köroğlu hikayelerinden seçer. Köroğlu bir Oğuz destanı kahramanıdır. Olaylar Anadolu'da, İslamiyet öncesinde geçer. Türk efsanelerinde Gök ile Yer, tanrısal kudretlerdir. İnsanoğlu, bu ikisi arasındaki varlıktır. Eserin yapısı bu ikileme dayanır. Köroğlu - Bolubeyi çatışması, ezilen halkın bir derebeyine, yani feodal düzene karşı koyuşudur.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

komiteye seçilir. 1950’de de UNESCO Yürütme Komitesi’ne dahil olur. Tecer her zaman için halkın sanatına hayrandır. Bunların korunması gerektiğini düşür. Eğer bu halk birikimini elimizde tutamazsak o zaman elimizde hiçbir şey kalmaz. Bu nedenle de UNESCO’yle birlikte yürüttüğü tüm çalışmalarda Türk kültürünün yani halk yaratmalarının korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yaptı.

en değerli parçası olarak koleksiyonerlerin elinde bulunmaktadır.

Türkiye’ye döndükten sonra öğretmenlik hayatına devam etti. Türk Dil Kurumu’nda çalıştı.

2001 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı doğumunun 100. yılı olduğunu göz önünde bulundurarak onun şiirlerini tamamen topladı. 2002 yılında da Ahmet Kutsi Tecer Bütün Şiirleri adıyla yayımladı.

1957-1966 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik, Gazetecilik Enstitüsü’nde halk edebiyatı dersleri verdi. 1960′lı yıllarda İstanbul Radyosu’nda yayıncılara ders verdi. İstanbul Eğitim Enstitüsü Öğretmeni iken 1966 yılında emekli oldu. Emekliliğinin tadını bir yıl kadar çıkardıktan sonra 23 Temmuz 1967’de vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. 1921-1922 yılında yazıp Dergah’ta yayınladığı şiirleri Tecer’in ilk şiirlerini oluşturur. Tecer bunları 1932 yılında Şiirler adlı kitabında yayımladı. Bu eser sadece 250 tane basıldığı için kütüphanelerde mevcut değildi. Müzayedelerin

1923’ten sonra yazdığı şiirleri onun şiirlerinin ikinci faslını oluşturur. Bunları kendi içinde birçok başlıklara ayırır. Paris’teki ilk döneminde yazdıkları Paris Şiirleri’dir örneğin. 1933-1936 yılları onun şiirlerinin en verimli olduğu dönemdir.

Hayatı boyunca bir tane inceleme kitabı yazmıştır. O da Köylü Temsilleri’dir. Bu kitabını daha sağlığında bizzat kendisi yayımlamıştır. Yazılan Bozulmaz, Köşebaşı, Satılık Ev, Koçyiğit Köroğlu ve Bir Pazar Günü yazarın basılan kitaplarıdır. Bunun dışında yayımlanmamış üç oyunu daha vardır. Kızı Leyla Tecer’in anlattığına göre de altı oyunu daha vardır. Bunların isimleri belirlidir. Ama yazılı metinleri olmadığı için kesinleşmemiştir. Ayrıca bir de yarım kalmış romanı bulunmaktadır.

Tecer’in dergilerde ve gazetelerde de birçok yazısı yayımlanmıştır. Bunların çoğu edebiyat, halk bilimi ve halk kültürü ile ilgilidir.

Bir kültür ağacı dememizdeki sebep yazımızın sonuna geldiğimizde ortaya çıkar. Türk halk kültüründe en eski tarihlerden beri kutlu ve önemli sayılan ağaçların dalları gibi halkı, halktan aldıklarını medeniyet ve bilimle harmanladıktan sonra eğitmek için birçok şey yapmıştır. Bir kolu edebiyata uzanmış, bir kolu eğitime, bir kolu siyasete, bir kolu sanatın diğer dallarına...


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

NERDESİN Geceleyin bir ses böler uykumu, İçim ürpermeyle dolar:-Nerdesin? Arıyorum yıllar var ki ben onu, Âşıkıyım beni çağıran bu sesin. Gün olur sürüyüp beni derbeder, Bu ses rüzgârlara karışır gider. Gün olur peşimden yürür beraber, Ansızın haykırır bana:-Nerdesin? Bütün sevgileri atıp içimden, Varlığımı yalnız ona verdim ben. Elverir ki bir gün bana, derinden, Ta derinden, bir gün bana "Gel" desin. Ahmet Kutsi TECER


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Orda Bir Köy Var Uzakta

Orda bir köy var uzakta, O köy bizim köyümüzdür. Gezmesek de, tozmasak da O köy bizim köyümüzdür. Orda bir ev var uzakta. O ev bizim evimizdir. Yatmasak da, kalmasak da, O ev bizim evimizdir. Orda bir ses var uzakta, O ses bizim sesimizdir. Duymasak da, tınmasak da O ses bizim sesimizdir. Orda bir dağ var uzakta, O dağ bizim dağımızdır. İnmesek de, çıkmasak da O dağ bizim dağımızdır. Orda bir yol var uzakta. O yol bizim yolumuzdur. Dönmesek de, varmasak da O yol bizim yolumuzdur. Ahmet Kutsi Tecer


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ahmet Kutsi Tecer Anlatıyor Mustafa Baydar, Varlık, 1 Ekim 1955, sy. 423, s. 6.

- Siz halk şiirinden, daha doğrusu, halk kaynağından ilham alarak şiirler yazmak yolunu denediniz. Bazılarının bunu kötü bir taklitçiliğe düşürdüğüne kani misiniz? - Cevabını yine siz vermiş oluyorsunuz. Taklit kayıtsız şartsız kötüdür. Halk şairlerini taklit ederek yazılan şeyler de bu kategoriye girer. Benim denemek istediğim başka bir şey... Halk şairinin dayandığı halk kültürüne eğilmek, onun bu kaynaktan faydalandığı gibi faydalanabilmek.

Şair, realite ile doğrudan doğruya temastadır. Fakat şiir şairin şahsiyetinde bütünlüğünü bulan bir hayal yapısıdır. Bu oluşu “transposition” kelimesiyle ifade edebiliriz. Bu, bir müzik terimidir ama, şiirin estetiği için de elverişli bir kelimedir. Tam manasıyla bir ses haline gelmiş ve hayal unsurlarından dokunmuş her şiir menşeinde bizim realiteler karşısındaki yönelişimizden, duygulanmamızdan hareket eder.

- İlk şiirlerinizi “Şiirler” adı altında bir kitapta topladınız. Bundan sonra yazdıklarınız daha çok beğenildiği halde niçin kitap haline getirmediniz? - Bu soru ile şimdiye kadar çok karşılaştım. “Şiirler” hakikatte bir kitap değil, küçük bir broşürdür. Sivas’ta bulunduğum yıllarda bir dostumun yeni kurulan bir matbaasında kendim de dizgine heves etmek suretiyle az sayıda bir deneme olarak meydana geldi. Satışa da çıkmadı. Şu halde şimdiye kadar şiirlerim kitap halinde çıkmış değildir. - “Nerdesin” şiiriniz bir hayal mahsulü olarak mı, yoksa mevzuu dışarıda mevcut bir realitenin ilhamı ile mi yazılmıştır? - Bu sorunun altında adeta bir kundak gizlenmiş gibi geliyor bana. Şiirin realite ile ilgisine dair dolambaçlı bir soru. Şimdiye kadar bunu başka soranlar da oldu. O halde şimdi siz bana bir açıklama fırsatı vermiş oluyorsunuz.

- Sivas’ta yapılmasına önayak olduğunuz Halk Şairleri Bayramı’nda Aşık Veysel gibi bir kıymetin ortaya çıkması mümkün olmuş. Bu olayı ve Aşık Veysel hakkındaki hükmünüzü lütfeder misiniz? - Sivas’ta Halk şairleriyle haşır neşir olduğum bu günler, hayatımın en güzel hatıralarıyla doludur. Başka her şey bir yana, yalnız Veysel gibi bir “cevher”i ortaya


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çıkarmak için vesile olmak zevki bana yeter... Veysel bir dereceye kadar benim denediğim yolun örnek adamıdır diyebilirim. Ama kabil olsa da, dil, kültür, sanat meselelerine ait endişelerimi de paylaştığımı görebilsem!... - Bu bakımdan Karacaoğlan’la Aşık Veysel arasında bir fark buluyor musunuz? - Hayır... Karacaoğlan da Veysel gibi müsait şartlar altında gelişmiş bir şairdir. Karacaoğlan’da fikir unsuru çevresinin basit düşünüşünden ileri gitmez. Gümrah bir lirizm, bütün bir insan, fakat endişeleri, azapları, meseleleri olmayan bir şair... - Tiyatro alanında yeni çalışmalarınız var mı, yeni piyesler hazırlıyor musunuz? - Üzerinde çalıştığım piyesler vardır. Fakat bu mevsim için hazır değilim. - Peki, şiir yazmakta devam ediyor musunuz, buna vaktiniz oluyor mu? - O benim her zamanki hastalığım yahut tam tersine; sağlığım... Nefes almak gibi bir şey. Yayımlamamak yazmamak değil. - Bugünkü şiirimizi ilerisi için ümit verici buluyor musunuz? - Hem de pek çok. Yalnız şiir, diğer bütün güzel sanatlarla ve musiki gibi kendine mahsus bir iklim, bir hava bir çevre ister. Halbuki bir geçim gailesidir aldı yürüdü. Şiirin sesi adeta kafesteki kuşun sesi gibi kısıldı. Hoş, musiki de güzel sanatlar da daha imrenilecek bir durumda değiller. Bilhassa gençliğin sanata karşı daha anlayışlı ve daha bağlı olduğunu görmek isterim.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tecer Tiyatrosu ERKOL

K

ü

y

l y l

y l

l l

y

y l

y l

üü

l

l l l l yl l . Onun eserleri ü gü l l ü y edebiy l l ve y ü y C y ’ g y l y l l g l l l . Şiirlerinin ve teorisyenliğinin yanı sıra Tecer, sekiz oyun yazmıştır. Bu oyunları; 1) Yazılan Bozulmaz 2) Köşebaşı 3) Koçyiğit Köroğlu 4) Bir Pazar Günü 5) Satılık Ev 6) Hakikat yahut Yüzük Oyunu 7) Arkadaş Hatırı 8) Didonlar şeklinde sıralayabiliriz. Yazılan Bozulmaz: Küçük bir tragedya denemesi olan eser tek perdelik bir dramdır. Konusu köy insanının kadere karşı mutlak teslimiyet içinde olmasıdır. Oyun ilk defa 1946’de devlet tiyatrolarında sahnelenmiştir. Olay kısaca şöyledir Yörüklerin Emine’nin kocası Şa r illerden mer serseri kurşunu yüzünden ölmüştür. Emine de oğlu smail ve kaynanası

Nesibe ile kalmıştır. smail bir süre sonra evi terk eder ve elin kaynana evde kalırlar. smail’in evi gerek temsille Emine iyice çaresizleşir ama kader deyip yaşamına devam eder. smail evden kaçıp kasabada gider. Orada bir kadına önül vermiş r. Ama kadın, köyün belalısı Musa’nın kapatmasıdır. Emine bunu öğrenince oğlunu da kaybetmekten endişelenir ve kasabadaki kaynı Ali’ye haber salar. Emine ile Ali konuşurlarken uzaktan sil h sesleri duyulur. Emine oğlunun pusuya düşürülüp vurulduğunu sanır, korkusundan bayılır. Ne olup bi ğini anlamak için Ali dışarı çıkar. O sırada Emine’nin oğlu smail korka korka içeri girer. Yerde bay ın yatan Emine’yi örür, yanına yaklaşır. Anası uyanmayınca, evden bir tüfek alıp sokağa rlar. Emine bir süre sonra kendine elir ve eve ider. smail’in peşindeki adamlar elir ve Emine’yi


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tehdit ederler. Bir müddet sonra Ali’nin cesedi e rilir. Ali, bir yanlış anlama sonucu yeğeni tara ndan vurulmuştur. Emine ise, bu yaşadıkları sonucunda delirmiş bir haldedir. Köylüler, onun acısını paylaşmak için elmiş ancak Emine’nin özü kimseyi örmemiştir. smail tutuklanır, Emine de yatalak kaynanasıyla berbat bir hayat eçirir. Tek perdelik bu oyunun kapanışını köy eşrafından Sadık Emmi yapar. Bu konuşma oyundaki Kişilerin düşünce yapısını ortaya koyması açısından önemlidir. ,k

” Oyunun yapısında bulunan hareketliliğe ek olarak yazar izleyicisini sıkmamak için bir de köylünün ünlük konuşma özelliklerini kullanmıştır. Köşebaşı: Tecer’in “ şte size Macit Bey’in hik yesi etra nda örülmüş bir ortaoyunu.” diye takdim ettiği 3 perdelik oyun Ankara Küçük Tiyatro’nun açılışı oyunu olarak Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye konmuştur. Köşebaşı toplumsal değişimi ironik bir şekilde ortaya koymuştur. Ayrıca eleneksel ile moderni birleş rmiş r. Bunu Rüstempaşa Mahallesi’ndeki kişilerle vermiştir. Mahallenin yerli halkından olan Macit Bey’in öldüğü ün Rüstempaşa Mahallesi’ne bir yabancı elir. Herkes bu yabancıyı konuşur. Mahalledeki hüznü örünce, yabancı sokaktaki birisine ne olduğunu sorar. Macit Bey’in yani babasının öldüğünün öğrenir. Macit Bey seneler evvel mahallede çıkan bir dedikodu yüzünden oğlunu kovmuştur. Seneler sonra evine eri dönen yabancı ancak babasının cenazesine yetişebilir. Aynı ünün ecesi mahallede bir de düğün vardır. Mahalle sakinlerinden birinin kızı

evlenecektir. Evlenen kişi de seneler önce Macit Bey’in oğluna aşık olan kadının kızıdır. Aynı zamanda da Macit Bey’in torunudur. Yabancı kendi hayatıyla il ili erçekleri öğrenip aynı ece mahalleyi terk eder ve perde kapanır. Oyunda örüldüğü ibi herkesin hayatında bir dönüm noktası vardır. Yazar, bu fikrini oyunun mekanı olarak verdiği köşe başıyla ifade etmiştir. Koçyiğit Köroğlu: Bütün Türk Dünyası’nın tanıdığı Köroğlu tiplemesini bilinen kimliğinin dışında ortaya koymasından dolayı önemli bir eserdir. Bolu Beyi’nin zulmünden kaçan Oğuz illeri, amlıbel’de Köroğlu’nun yanına sığınır. Köroğlu, Kaman Ata’yla dertleş ği sırada Gök Tanrı’nın kendini bütün zulüm örenlerin öcünü almak için seç ğini öğrenir. Köroğlu bunun üzerine bir olan yapar. Bolu Beyi, kızı Benli Ni ar’ı Doğan Beyle evlendirmek için, hazine yüklü kervanın gelmesini beklemektedir. Ancak o kervan Bolu Beyi’ne ulaşamaz. Bolu Beyi kervanın Köroğlu’nun eline eç ğini öğrenince, yakınında izlenen Deli Kaman’ı öldürtür ve Ayvaz’ı da esir alır. Esirlerini bırakmak için de bir Şartı vardır. Kır At’ı istemektedir. Doğan Bey Kır At tara ndan öldürülünce, yerine Köroğlu’nun uzun zamandır kendisinden haber alamadığı Arslan örevlendirilir. Ancak Köroğlu, kolçağının üstündeki saz nakışından oğlunu tanır. Kaman Ata’nın öğüdüne uyan Köroğlu, Oğuzları birbirine kırdırmamak için, sinsi bir pl n yapar ve Kır A Bolu Bey ine verir. Bolu Beyi ise kızını, zen in ve soylu oldukları için, inançları ile örenekleri uymayan ve Pers olan Drahşan Beyleri’ne verir. Düğün gecesi


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

onların kılığına irip saraya giden Köroğlu ve arkadaşları, bütün zulümlerin öcünü alır. Bolu Beyi de, Oğuz boylarında bir topal eşekle dolaşırken can verir. Köroğlu hikayesi burada bizim bildiğimizden biraz daha farklı olarak kullanılmıştır. Seçilen isme ve zamana bakılırsa Türkler henüz slam’a irmemiştir. Yani eski Türk töresinin hüküm sürdüğü ve Pa an ağı diye adlandırabileceğimiz Şamanist kültür ya da Kaman kültürlerinin E emen olduğu bir Orta Asya hikayesidir. Ayrıca Oğuzlar’ın eski eleneklerini de buradan örebildiğimiz ibi birtakım Oğuzca kelimelere de yer verilerek dönemin dil yapısı da ortaya konulmuştur. Tecer, her zaman için halk kültürüne önem veren bir insan olmuştur. Verdiği edebi eserlerin yanı sıra teorisyenliğini de ortaya koymuştur. Bu oyununda da adeta halkın en önemli ürünlerinden biri olan atasözlerinden birini kendisine düstur edinmiş ibidir. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste. Bir Pazar Günü: Cumhuriyet’in ilanından sonra insanlardaki yanlış Modernleşme ve yanlış Batılılaşma anlaşılın orta oyunu tarzında işlendiği duran bir oyundur. Olayı kısaca şöyledir Bütün dertleri yemek, içmek, gezmek ve birbirlerine hava atmak olan birbirinden farklı üç aile pazar izinlerini kumar oynayarak eçirmek için, Bankacı Tev k Bey ile eşi Selvi’nin evinde toplanır. Avukat Sabri ve karısı Vezan, Tevfik Bey'in evindeki oyuna dalmışken, perişan bir halde Me un çıkıp elir. Nazlı nın zzet le kaç ğını bu yüzden de, derh l boşanmak istediğini ve Nazlı ya ait her şeyi de kendi üzerine eçireceğini ö eli bir şekilde anla r. Ama bir süre sonra Nazlı ile zzet de oraya elince, ağız değiş rir ve yalvarır bir dille af dilemeye başlar. Onlar gittikten sonra ise, Sabri ve Tevfik

nefretlerini, Vezan ile Selvi beğenilerini belir r ve perde kapanır. Olayda ülmece aksiyondan çok konuşmalara ve insanların içinde bulunduğu trajikomik unsurlara bağlanır. Toplumsal eleştirinin Tecer’deki ilk halkası olan Köşebaşı’nın ikinci halkası Bir Pazar Günü adlı bu piyestir. Hakikat yahut Yüzük Oyunu: Folklor unsurlarından yararlanılarak kaleme alınan eser NESCO’nun isteği üzerine bizzat yazarı tarafından ransızcaya da çevrilmiş r. Oyun, Tecer’in, felse düşünce ibi müphem bir konuyu, elinden eldiğince nükteli fantezilerle seyircinin karşısına çıkarma ayre nin bir sonucu olarak doğmuştur. Baba mirasını felsefi çalışmalara adayan ilozof, miras yüzünden Hayat Kalfa’yla birlikte amcazadesi Emel’i yanına alır. Kısa süre sonra onu sever. K hya ve Hayat Kalfa durumu sezdikleri halde, Mollazadeler'den bu iki enç bir türlü birbirine açılamaz. ilozof, eve elip Emel Hanım a kur yapan Şair dostuna bir oyun hazırlar. Hakikat felsefesini bulduğunu iddia ederek ata yadi arı değerli bir yüzüğü


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

saklayacağını ve aile dostu olan doktor kılıklı özel dedek n bunu bulacağını söyler. Kendisi de bir hap alarak uykuya dalar. Şairin erçek yüzünü, elişen olaylar ortaya çıkarır. Emel Hanım, zaman zaman kendisine kızsa da, sonunda, çok sevdiği ilozofuna kavuşur. Tanzimat döneminde tiyatro alanında çok fazla eser verilmiyordu. Ama aynı dönemde sahnelenmeye başlayan eserlere rağbet artınca yazarlar oyunlarının isimlerini değiştirip başka adlarla sahneye koymaya başladı. Tiyatronun tutan bir tür olduğuna kanaat getiren yazarlar bu türde eser vermeye başlayınca da iki isim koyma eleneği sona erdi. Biz bu oyunda da iki isim olduğunu örüyoruz. Ancak burada bunun sebebi biraz daha farklıdır. Felsefi bir içerik de barındıran oyundaki düalist (ikicilik) felsefeden dolayı esere iki isim verilmiştir. Didonlar: Tecer, bizi bu oyunuyla eçmişe ötürüyor. 1856 yılında yaşayan bir Tanzimat paşasının evine konuk eder. “ Sadaretten azledilen erit Paşa, ekonomik sıkın içine düşmüştür. ransızları destekleyerek, ik darda bulunan n iliz tara arı rakibini devirmeyi planlamaktadır. Bunun için, yalı ahalisinin “Didonlar” dediği ransız subaylarını Boğaziçi’ndeki yalısının selamlığında misa r eder. Hususi k bi Sedat Bey’in izliden izliye sevdiği kızı Leyla’yı da, aslen bir yosma olan ransız mürebbiye Mar arit’e emanet eder. Bu duruma çok sinirlenen Hanımefendi, konağı terk eder ve büyük kızının yanına taşınır. Sarraf elebi’nin irişimleriyle maddi rahatlığa kavuşan ve tüm ransız misa rlerini önderen erit Paşa, böylece hem eşine hem de eski vazifesine kavuşur. Sedat Bey ise, erit Paşa’nın damadı olarak Paris sefaretine tayin edilir. Oyunda hem Osmanlı’nın Konak yapısındaki lala, halayık ibi kişilere yer verilirken hem de Batı’dan elen mürebbiyelerin bir arada bulunmasıyla iki medeniyetin farklılığı özler önüne serilmeye çalışılmıştır.

Bahsedilen tiyatro oyunlarının dışında Tecer’e ait birçok makale, önsöz ve deneme onun Tiyatroyla il ili örüşlerini ortaya koymaktadır. Halktan aldığı malzemeyi Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun ö eleriyle harmanlarken halkı, halka anlatmayı amaçlar. Bu yüzden de folklordan yararlanır. Tecer’in kızı Leyla Tecer’in ifadesine öre babasının var olan 8 oyununun yanı sıra 6 tane daha oyunu vardır. Ancak bu oyunların yazılı metnine ulaşılamamıştır. Sadece adları bilinmektedir. 1) Avşarlar 2) Avarlar 3) mür Yolu 4) Sunalar 5) Kader 6) Ay Işığı Tecer, tüm çalışmalarını Anadolu’ya ve Anadolu’nun insanına adamış bir kültürel zen inliktir. Onun ülkesini savaşta savunmamış olmasını dilinden düşürmeyenlerin onun eserlerini hiç bilmeyenler olduğunu söylenebilir. ünkü Tecer, savaşa halkın cehaletiyle mücadele etme cephesine katılmıştır. Bu cephede de canını dişine takarak savaşmıştır. Şiirleri ya da makaleleri okunmamış olsa bile tiyatro Oyunları nın bir kere izlenmesi bu savaşın ne kadar önemli bir savunucusu olduğunu ortaya koyacaktır. Anadolu insanını ve Anadolu’yu bu kadar iyi tanıyıp, onlara kendilerini tanıtmak için canını dişine takıp çalışan bir başka isim daha olamaz.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Medet ey dil, hal turabım yeşersin!

Çöp Toplayan İhtiyar Resmettin ey terde yunan ihtiyar, Bildik; Dünya sadık yârin olmadı. Çek sen âhını, biri elbet duyar, Say ki; sevdan daha duvak salmadı. Gölgen maveraya tutulan kuytu, Ne işleyim, eller saçım yolmadı. Hazanında mis kokar derler uyku, Çaremiz yok, henüz haral dolmadı. Mest ettin can, hazara oldum hedef, Sadakta ok, yürek kiriş yormadı. Sağımlı rengin pazarda bin sedef, Erkendir, kıymetin a’la olmadı. Rahmetle renk urgan, taşıdın kahrı, Bekledin yağmuru selin taşırsın, Bekleriz bükülsün feleğin zahrı, Bülbül-ü zâr gül dibine düşersin. Muhammed Kırvar


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÖZLERİNİN GÖLGESİ Bir ağaç gölgesinde dinlenmiştik seninle Gözlerinin gölgesi demeliydim o an’a belki de Ben bu kadar serinlememiştim bir gölgede Sen güneşe inat siper ettin gözlerini gövdeme. Göğü delse amansızca rahmet yağmuru Tereddüt’üm yok ki bulurdum yine yanında huzuru Kondursa bir tohum gibi bizi toprağa damlalar Eminim eksik olmazdı yanında terbiyeli kahkahalar. Buz tutsa oracıkta elim ayağım Bilirim ki sen vardın yanımda tek dayanağım Bir gül gibi koparsalar beni dalımdan Diken olur gövdemde ayrılmazdın yanımdan. Bir şiir gibi kondurdum şimdi seni İstanbul’a Neden yatar hayat fakirin dibinde kambura Gölgen uzak korkarım artık tenime Yağmur binse tepeme ne söylerim gövdeme. Çıkmaz bu ayrılık yokuştan düzlüğe Haberin olmaz sürer seni iki yüzlülüğe Selam söyledim senden İstanbul denen bu yare Getirmez kokunu rüzgar buna ne çare? Gönlüm olmuş bir kuytuda divane Bir seda yükselir tepemden minare Avuç açtım koca kubbenin altında yüce yare Dokundu dualarım yüzüme beklerim bir çare. MUHAMMED UÇAN (MİCVAD)


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Afili Filintalar -3Murat MENTEŞ Afili Filintalar içinde eşsiz anlatıma sahip olan bir isim, Murat Menteş. 1974 yılında İstanbul'da doğan yazar meslek hayatına Samed Karagöz'le beraber yaptığı kültür-sanat programıyla başladı. Program 2011'e kadar TVNET’te devam etti. 2012 yılında Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığına başladı. 2013'de bıraktı. O da Emrah Serbes gibi çeşitli dergilerde yazmaya devam etti, röportajlar yaptı. Şimdi Afili Filintalar'ın sitesinin yanı sıra M.K Perker'in çizimleriyle D.E.Ç.S.İ hikayelerine haftalık Mizah dergisi Penguen'de devam ediyor.

Murat Menteş'i Dublörün Dilemması'yla tanıdık çoğumuz. Ama o çok daha önce söz oyunlarıyla, derin bilgi birikimleriyle piyasanın içindeydi. 1999 yılında Kuzgunun Gölgesi adlı ilk şiir kitabı, 2001 yılında da medyanın ve gündelik olayların eleştirisi olan Kaosa Mütevazi Bir Katkı geldi. Postmodern edebiyata katkı sağlayacak yazarın doğuşu burada müjdelenmişti belki de, çoğu kişi farkına varamadı. 2003 yılında Aynalı Barikatlar takip etti.

Işık Selin Orhuntaş

Veee 2005 yılında ismiyle kitabın içeriği hakkında ipucu veren müthiş hikaye geldi. Dublörün Dilemması. Yazının ilerleyen kısmında bu kitap üzerinde çok konuşacağım. 2009 yılında beni Murat Menteş'le tanıştıran kitap piyasaya çıktı. Çok satanlar listesine oturdu. Gönül İşleri Bakanlığı'nda çalışan Fu'nun ve daha birçok karakterin 400 sayfaya sığdırılamayacak hikayesi : Korkma Ben Varım. Nereden çıktı bilinmez ama tekrar şiirleriyle gündeme gelmeyi tercih etmiş olacak ki Garanti Karantina ile 2010 yılında kendini hatırlattı. 2013 yılı Dublörün Dilemması'na ait bir sözün slogan haline gelmesini sağlayan ama diğer kitaplarının başarısına erişemeyen Ruhi Mücerret bize merhaba dedi. 101 yaşındaki İstiklal Harbi'nin son gazisi Ruhi Mücerret'in beynine çip takılmasının ardından davranışlarındaki değişiklikleri, sürekli marka adları ile kendini anlatmaya başlamasını, vefa borcu duyduğu Zülfikar Zarifoğlu'nun vasiyeti üzerine Masum Cici'yi öldürmeyi planlamasını ve bunun için Civan Kazanova'yı kullanma isteğini, defalarca büyük kazalar geçirdiği halde ölmeyişine tanık olduk. Murat Menteş'in de içinde bulunduğu Afili Filintalar, Türk Edebiyatı'nda yeni bir oluşum. Hepsinin alanı farklı ama eserlerinde işlediği konular benzer. Misal Ruhi Mücerret'i ele alalım ; Postmodern türünün bütün imkanlarını kullanan romanda 101


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yaşındaki Ruhi Mücerret'in beynine çip takılıyor. Takıldıktan sonra markalarla konuşmaya başlıyor. "Nestle çikolata yedim.", " Erikli su içerim." vb. söylemlerle yürüyen bir reklama dönüşüyor. Kitabı okuyanlar Murat Menteş'i reklam almakla suçlamıştı, tıpkı Emrah Serbes'in Deliduman'ında olduğu gibi. Antikahramanımız Çağlar İyice, Kipa Hipermarketleri'nden alışveriş yapar, markette bulamadıkları için Gittigidiyor.com'dan sipariş verir. Kahramanların bu davranışları benzer değil mi? Emrah Serbes'in Menteş'den etkilendiğini bir kenara bırakırsak alt metinde verilmek istenen nasıl reklam toplumuna dönüştüğümüz aslında. Bunu ya anlamıyoruz ya da dönüştüğümüz şeyi kabul etmiyoruz. Gelelim diğer kitabımıza. Murat Menteş severleri ikiye ayırmak mümkün. Yazarın başyapıtını Korkma Ben Varım kabul edenler ve diğerleri. Diğerleri kısmını Dublörün Dilemması'nın üzerine kitap tanımayanlar oluşturuyor. Ben ilk kategoride olduğumdan Korkma Ben Varım konusunda objektif olamayacağım için şimdiden özür diliyorum. :) Gönül İşleri Bakanlığı'nda müşavir olan Fu'nun, Müntekim Gıcırbey , Hayati Tehlike ve Şebnem Şibumi aşk üçgeninin yanında kiralık katillerin cirit attığı hikayeyi baş döndürücü bir hızla okuyoruz. İsimlendirmelerden de anlayacağınız gibi Murat Menteş dili çok iyi kullanmayı biliyor. Kendine has üslup özellikleri var. Uzun ve güldürücü benzetmeler onun ayırt etmemizi sağlayacak bir etiket gibi. "İlk romanı 1007 yılında Murasaki Shikibu adlı Japon soylusu bir kadın yazmış; kitabın adı Genji'nin Hikayesi. Romancılar bin senedir

çalışıyor; bin yıla kalmaz seni anlatabilecek seviyeye ulaşırlar. " Kahramanlarımızdan afet-i devran tarih öğretmeni Şebnem Şibumi'nin platonik aşkı

Müntekim Gıcırbey'in mektupları kayda değer. Yeryüzündeki en samimi duygu ifadeleri İtalyan kahvesine batırılmış İrlanda çöreği için methiyeler düzmediği kalıyor. ‘’Söyle bana Fu, biz aşkımızı kafamızı kaşıyarak, burnumuzu karıştırarak mı ifade edeceğiz? Şiirler ne olacak? Kelimeler, belki nimetler içinde en büyüğüdür.’’ Murat Menteş'in kitaplarını okurken dil işçiliğine hayran kalıyorsunuz. Olayın içinden sıyrılıp üsluba dalıyorsunuz. Yazarın beyni hiperaktif çalıştığı için aksiyon hiç düşmüyor. Uzakdoğu hakkında verdiği bilgilerle genel kültürünü konuştururken birden kavga sahnesinde bulabilirsiniz kendinizi. Bu durumda bazı yerlerin üzerinden geçmek gerekebilir, o kadar kusur kadı kızında da olur.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Afili Filinta'nın bu romanında kahramanlarından biri düzgün konuşamama hastalığına yakalanır. Bunun sonunca da kahraman üç sayfa boyunca söylemek istediğinden bağımsız şeyler söyler adeta 'saçmalar'. Menteş'le yapılan bir röportajda "kelimelerle oynama becerisi”nden söz edilir. Cevabı ise kelimeler önünde saygı duruşuna geçme isteği uyandırır. Şöyle cevap verir :

Kitabın adından da söz etmek istiyorum. Kitabın ismi içindeki olaylarının özeti gibi. Daha ilk sayfada " Son sözlerime şerh düşüyorum : KORKMA BEN VARIM " cümlesiyle karşılaşıyoruz. Ve sonrası karnaval. Bu karnavalda her kahramanın bu sözü söyleyecek bir kişisi var. Hayati Tehlike'nin Şebnem Şibumi'si , Hayati Tehlike'nin Gerçek Tehlike'si ve daha niceleri... Kısacası bu kitap 2009 Yılı Türkiye Yazarlar Birliği Ödülü'nü hak ediyor.

psikolojik rahatsızlıklar,gazete küpürleri , Cüneyt Arkın filmleri ve yabancı sinemanın bilinmeyen yüzü. Her eserde kendini gösterdiği gibi tek günahı "ilk roman " etiketine sahip olan Dublörün Dilemması'nda da bunlardan bolca mevcut. İsim oyunu Nuh Tufan'ın trajedisinin özetidir bir nevi. Önemsiz rollerde dublörlükten en yakın arkadaşı İbrahim Kurban'ın projesi sayesinde önemli insanların dublörlüğüne transferi ve sonrası yine karnaval! Hayatın bekleme salonunda soluklanmaya alışmış bir kahraman platonik aşkı Dilara Dilemma arasında doğrudan bir bağlantı kurulmasa da dolaylı bir bağlantı kurulur. Aslında Nuh Tufan kimliğinde yaşanan aşk ikilemi değildir. Muhafazakar ve aydın ikilemidir. Daha önce de belirttiğim söz oyunları karakterlerine isim yaratırken daha başarılı oluyor. İsimler karakterlin kişiliklerini veriyor. Nuh Tufan muhafazakar, "inananlar için her çağda Nuh'un gemisi vardır" diyor ama bir başka adamın maskesiyle bir başkası kılığında dolaşırken bu mümkün mü?

Murat Menteş'le ilgili söyleyeceklerim bitmez. Çok klişe belki ama yazarı tanıyanlar az da olsa söylediklerimi anlarlar. Uzakdoğu sporları , edebiyat tarihi , Orhan Gencebay şarkıları ,

Olduğundan farklı olmak mümkün mü, her gün suratına biraz daha yapışan maskeyle? Bence Menteş kendini romanda gizlemiyor. Nuh Tufan kılığında sızıyor hikayeye. Arada sırada en yakın arkadaşı İbrahim Kurban

"Kelimeler nimettir. Nimetle oyun olmaz."


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ağzından da konuşuyor. İhtimaller listesi veriyor uzun uzun.

“birisinin sizi sevebilme ihtimalini sevme ihtimaliniz 4’te 1.”

İlk roman olmanın dışında Afili Filinta'lardan ilk kez söz eden kitap olma özelliği de taşıyor. Kitabın içinde Afili Filintalar'a ayrılmış bir bölüm var. Nasıl kuruldukları nereden nereye geldikleri kahramanın ağzından anlatılmış. (Korkma Ben Varım'da da Afilli Filinta'ların kurulma hikayesinden söz edilir.) Ayrıca Menteş arkadaşı Alper Canıgüz'e ve Gizli Ajans'a da göz kırpıyor. Yazarın romanları film çekmeye müsait. Ruhi Mücerret'in telif hakları Eşkiya ve Av Mevsimi filmlerinden tanıdığımız yönetmen Yavuz Turgul'a satılmış. Yakın zamanda film haberlerini alabiliriz. Menteş kitaplarını okuyacaklara/okuyanlara ufak bir tavsiye: Romanın içinde geçen her yan karakter bir gerçek kişi. Bakınız: Rıza Silahlıpoda. Yazımı, Afili Filinta'nın isim sembolizasyonuna getirdiği yorumla bitirmek istiyorum:

"Biz, benlik imgesi kaymış bir toplumuz. Dikkat edin, sarsak, sığ kızların genel adı “Kezban” oldu. Ayşe, Fatma, Yahya, Süleyman gibi geleneksel isimler ile Çağatay, Tonguç, Tuğçe gibi isimler arasında sınıfsal aidiyet çağrışımı farkı var. Roman kahramanlarımı bu yüzeysel algı ve banal tasniften muaf tutmak için orijinal isimler seçmeye çalışıyorum."


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eylül’le Gelen Havalar git gide serinlemeye, yapraklar sararmaya başlamış; etrafa huzurlu bir sükûn yayılmış, tabiat inzivaya çekilmeye başlamıştı. Yavaşça kalktı; takvimden bir yaprak daha kopardı. “Zaman ne de çabuk geçiyor. Erken iniyor akşamlar. Yetişemiyor insan.” diye düşündü dünün yaprağını katlarken. Tahta penceresinden dışarı baktı. Ağacın dallarında yazdan asılı kalmış bir salıncak rüzgârda bir ileri bir geri sallanıyor, sararmış kuru bir yaprak dalından kopmuş süzülüyordu. “Gökyüzü daha bir derin bu mevsim. Toprak kokusu ayrı güzel. Kitap okumak daha bir keyifli…” diye geçirdi içinden. Ancak az zaman kalmıştı. “Daha fazla oyalanmamalı” dedi; yeni demlenmiş tek şekerli çayını yudumladı, düşünmeye başladı. Ne yazmalı, ne anlatmalı? Güneşin artık yakıcı olmayan ışıkları masasına düşüyordu. Bir yandan sokağı izliyor bir yandan neyi nasıl yazacağını düşünüyordu. “ Varlığın, varoluşun, son

A. Bengisu Akdağ

derken yeniden doğuşun ne güzel timsali şu sonbahar” dedi. Şairin* deyişiyle “inceden inceye” yağan yağmurlar, ezildiğinde o hoş çıtırtının duyulduğu dökülmüş yapraklar ne kadar da güzel. İlkbahar yazda unuttuğumuz ölüm bile bir başka çehreye bürünüyordu bu mevsim. “Fani ömür biter bir uzun sonbahar olur, Yaprak, çiçek ve kuş dağılır târumâr olur Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir; Günler hazinleşir; geceler uhrevileşir.”** “Hazin… Hazan… Çiledaş iki kelime” diye geçti içinden. Hazanlar neden hep hüzünlü olmak zorundaydı? Çatı katında tozlanmış, unutulmuş ne kadar duygu varsa hep bu yağmurlarla birlikte çıkıyor, hatırlatıyordu kendini. Sebebi bilinmez melankoliler, yaprak dökümleri… “Bazıları için öyle değil ancak” dedi sokakta oynayan çocuklara


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bakarak. Onlar hala birikmiş yağmur suyunun içinden geçtikleri bisikletleriyle yaptıkları ize bakıp mutlu olabiliyorlardı. Gitti bir çay daha koydu kendine. Sonbaharda onun tadı da bir başkaydı sanki. İnce belli bardakta çayını karıştırdı, karıştırdı… Karışanın çayı değil kendi zihni olduğunu düşündü birden. Kağıdı hala boştu, kalem kıpırdatmamıştı. Oysa hazan değil miydi edebiyatın “hasat zamanı”? Ne kadar şiir ne kadar roman yazılmıştı ona. Bir bir gözünün önünden geçti Yahya Kemal’in şiirleri, Mehmed Rauf’un Eylül’ü, Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü… Önce biraz şehrin sokaklarında mı dolaşmalıydı yoksa? Tüm çıplaklığıyla ortada, yalnız kalan çınarların altında… Sonra kuru dalların arasında bir serçe görüp demeliydi ki: “Son bahar geliyor serçe Yuvanı nereye yapacaksın? Rüzgar başka çeşit esecek, Yağmurlarla ıslanacaksın. Halbuki ne kadar sıcaksın!..”***

*Yavuz Bülent Bakiler ** Yahya Kemal Beyatlı *** Cahit Külebi

Sonra şehrin dik yokuşlarını, uzun merdivenlerini çıkmalı; dinlene dinlene çıktığı her basamakta hayatının manasını yeniden sorgulamalı, daha kaç zaman bu yokuşlardan çıkabileceğini düşünmeliydi. Gurûb vakti gidip en tepesinden bakmalıydı şehrin hüzünlü hazan manzarasına. Topraktaki sarılığın, kahvenin; semadaki kızıllığın, morluğun rüyasına bırakmalıydı kendini. Akşam ezanıyla aniden kendine geldi. Kalbi bir an o güzel rüyadan ayrılamadı. Perdeler inmiş, rüzgâr tenha sokağın ortasında yaprakları uçuruyordu. Yine hızlıca geçmişti saatler fark etmeden. Buz kesmiş yarım bardak çayına, sessizce süzülüp yanına sokulan kedisine ve masadaki kağıtlarına baktı. Hiç oynatmadığı kalemini kutusuna özenle geri koydu. Kalktı. Takvimden kopardığı yaprağı aldı, keskin bir şekilde katlayarak uçak yaptı ve penceresinden gönderdi sonsuzluğa...


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nenem Anlattı: Ubur

Karadeniz’in engin yaylalarından birinde bir gün birkaç çocuk kendi halimizde eğleniyorduk. Bağrışmalar, kavgalar, arada bir ağlamalar… Hepimiz çocukluğun verdiği sonsuz neşeyi kalbimizin en derininde yaşıyorduk. Yemyeşildi her bir yan. Doğanın gözyaşları gibi akıyordu sular. Kimimiz sularla oynuyordu kimimiz çamurdan tabaklar yapıyordu. Gülüşmeler, kahkahalar köye kadar iniyordu neredeyse. Ta ki yaşlı bir teyze bizi azarlayıp kovana kadar... O andan sonra bütün neşemiz solmuş, gülüşmeler yerini yalnız yaşlara bırakmıştı. İyi yürekli nenem duruma el attı. Hepimize çok güzel bir hikaye anlatacağını söyledi. Meraklı bakışlara ve sorulan sorulara aldırış etmeden, “Akşama.” dedi.

Busenur Aslan

Güneş batmak üzereydi. Yayladaki evimizin yanında kocaman bir ateş yaktı nenem. O kadar büyüktü ki ateş gözlerimin parıldadığını hissettim ateşe bakarken. Aslında benim gibi diğer çocuklarda hayran kalmıştı bu büyük ateşe. Yayladaki her evden birkaç kişi geldi nenemi dinlemeye o gün. Kadınlar kaptılar çocuklarının ellerini ve oturdular ateşin etrafına. Büyülü gibiydi o akşam nenem. Eski zamanlardan kopup gelen bir şaman gibi… Kısa sürede ateşin etrafı insanlarla doldu. Hepsi, merak içinde nenemi bekliyordu. Çıt çıkmıyordu kimsenin ağzından. En yaramazımız bile uslu uslu nenemi bekliyordu. O gün nenem, bir kat daha büyümüştü gözümde adeta.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Peştemalı üzerinde, çömberi başında geldi nenem ateşin başına. Elinde değneği. Bir masal atmosferi hakimdi o an o zamana. Başladı nenem içinden dökülen cümleleri bize aktarmaya. “Yıllar önce küçücük bir kızken ben de sizin gibi nenemden dinledim bunu. Nenem pamuk yürekli, melek yüzlü bir kadındı. Hiç bilmem ki sesini yükseltsin bize. Sordum neneme acaba nereden gelir senin bu iyiliğin? İçindeki sonsuz sevgi pınarından mı? Sessiz bir tebessümden sonra bana çocuklara kızmamak, bağırmamak gerektiğini söyledi. Çocukları üzeni Allah hiç sevmezmiş. Ama nenem sadece bize değil herkese bu denli iyi davranırdı. Nur yüzlüm, zamanında çok çekmişti. Bir gün olsun kimseye çektirmemişti. Neyse işte ondan duydum bu duyduklarımı. Yaşlılığında kötülük edeni hele hele çocukları üzeni Allah hiç sevmezmiş. Biz, inanırız ki toprak böyle kötü insanları kabul etmez. Böyle insanlar öldükten sonra bir hafta ile on gün boyunca geceleri mezarlarından çıkarlarmış. Sonra da eskiden yaşadıkları yerlere gider burada sabah ezanı okunana kadar çığlık atarlarmış. Bu attıkları çığlığın nedeni ise Allah’ın onlara verdiği gazapmış. Bu gazap öyle kötüymüş ki… Siz tahmin edebildiniz mi çocuklar?” Hep bir ağızdan “Hayır!” diye bağırdık. Nenem devam etti; “ Bu kötü kişilerin ayaklarının altına Allah tarafından ateş korları konurmuş. Zaten attıkları çığlıkların sebebi de bu ateş korlarıymış. Yere her bastıklarında bu korların verdiği acıyla çığlıklar atarlarmış. Adına “Ubur” denirmiş bu ölü yürüyenlerin. Bu durum insanları çok korkuturmuş. Düşünsenize dün mezara gömdüğünüz kişi bugün ayaklanmış evinizin önünde .”

Hepimiz çok korkmuştuk. Ateşin kıvılcımlarının aydınlattığı o akşamda nenemin, bir şaman gibi anlattığı efsunlu hikaye, hepimizin dizlerinin titremesine neden

olmuştu. Acaba böyle kötülük edenler bir gün bizim kapımızın önünde de canlanır mıydı? Acaba yok muydu bu kişilerden kurtulma şansımız? Nenem, korku dolu gözlerimizi fark etti ve kırışmış yüzünü gençleştiren gözlerinin içini parlatan bir gülümsemeyle cevap verdi bize. “Korkmayın sakın çocuklar. Elbette kurtuluşu vardır bu ölü yürüyenlerden. Bu Ubur denen hortlaklara siyah etki etmezmiş. O yüzden onu gören olursa “Urum iline! Urum iline!” diye üç kez bağırırlarmış. Tabi ki bu ertesi akşama kadar süren bir kurtuluşmuş. Ubur’dan kesin olarak kurtulmak için yapılması gereken başka şeyler varmış. Tabi bunlar gündüz gözüyle yapılmalıymış. Önce bu Ubur’un mezarını tespit etmek gerekiyormuş. Daha sonra da ardıç ağacından bir kazığı tespit edilen mezara çakmak gerekiyormuş. Bu kazık Ubur’un mezarından çıkıp etrafa dehşet saçmasına engel oluyormuş. Böylece insanlar geceleri rahat bir nefes alabiliyorlarmış.” dedi nenem. O sırada sabah bizi kovup ağlatan yaşlı teyze de ateşin başındaydı. Onun gözlerinin içine bakarak “İnşallah yakın zamanda biz de öyle bir Ubur’la karşılaşmayız.” dedi. Yaşlı teyze utançla eğdi başını.

Nenemin hikayesi, hepimizin yüreklerine korku salmıştı. Bir de ders vermişti bize. “Kötü olmayın.” demişti. O günden sonra o yaşlı teyze hiç kovalamadı bizi. Ne kadar gürültü yaparsak yapalım bağırmadı. Hikaye ona ders oldu. Birisi bize kızsa hemen Ubur’un hikayesine sığınır olduk. Aslında biz çocukların korkudan ödünü kopartan Ubur, daha çok eğlenmemize ve biraz daha hür olmamıza yardımcı oldu. Sakın ha siz de kötülük etmeyin kimseye. Yoksa bir gün bir siz de Ubur olursunuz. Belli mi olur?


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BAYAN FRANKENSTAIN

Tuğçe ERKOL

Mary Wollstonecraft Godwin Shelley “ Bir adamın korkunç hayalinin serilmiş yattığını ve sonra güçlü bir cihazın çalışması üzerine yaşam belirtileri gösterip huzursuz, yarı canlı bir hareketle kıpırdadığını gördüm. Korkunç olmalı; çünkü herhangi bir insanın, dünyanın Yaratıcısının muazzam mekanizmasını taklit etmeye kalkışmasının sonucu, son derece korkunç olurdu. ” Mary Shelley – Frankenstein

Mary Shelley 30 Ağustos 1797'de Londra'a doğdu. Babası William Godwin, radikal siyasi görüşleriyle tüm İngiltere'de tanınan bir yazar, gazeteci ve düşünürdü. Annesi Jüponlu Sırtlan lakaplı kendi dönemi içindeki en önemli kadın hakları savunucularından biri olan Mary Wollstonecraft'tı. Annesi doğumundan on gün sonra ölünce babası ona karısının adını verdi ve kızını bizzat kendisi büyüttü. Mary'nin anne ve babasını düşününce insan onun sıradan bir insan olmasını beklemiyor ki o da hiçbir zaman sıradan olmadı. Onun garip diye adlandırılan davranışları daha çocuk yaşında başladı. Hayal gücü sınır tanımıyordu. Ona okunan ya da bir süre sonra da kendi okuduğu kitaplardan etkilenip aklın fikrin almayacağı hatta birçok insanın hayalini bile kuramadığı şeylerin hayalini kurup bunu etrafındaki insanlara anlatıyordu. Mary'nin öyle bir hayal gücü olmasaydı zaten daha sonra bahsedeceğim Frankenstein gibi bir roman asla ortaya çıkaramazdı.

Mary'nin düşünce yapısındaki en büyük etken babası, babasının çevresi ve ölmüş annesinin Feminizm ile ilgili ki henüz o dönemde adı Feminizm olan bir akım yoktu, yazıları olmuştur. Özellikle babası ve çevresi onun hem sosyal hem de siyasal hayattaki fikirlerini oluşturmasındaki en büyük etkendir. Babasının çevresindeki insanlar ya politikacı ya da yazar takımındandı. Bu durumda da Mary'nin bunlara ilgi duymaması imkansız gibi bir şeydi. Tıpkı annesinin notlarını okuduktan sonra Feminizm'e yönelmesinin de çok normal olduğu gibi.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çocukluğunun büyük kısmını kitap okuyarak, yazılar yazarak ve araştırma yaparak geçiren Mary döneminin en önemli şairlerinden olan Percy Byssche Shelley'ye, 17 yaşında, onu gördüğü ilk anda aşık oldu. Daha sonra bu ilk görüşte aşık oluşunda, okuduğu Shakespeare eserlerinin etkisi olduğunu ifade etmekten kaçınmayan Mary aşkı için göze aldığı hiçbir şeyden pişman olmamayı da Shakespeare'den öğrendiğini söylemiştir.

İlk aşkını yaşayan Mary kısa süre içinde büyük bir hüsrana uğramıştır. Ne yazık ki Percy evlidir. Evlidir ama Mary'e aşık olmuştur. Percy'nin eşi de ondan ayrılmamakta ısrarcıdır. Bunu duyan William Godwin bu ilişkiye müsaade etmez. Ama tıpkı Juliette'nın ailesini bırakmayı göze aldığı gibi Mary'de babasını yalnız bırakmaya karar verir. Percy ile birlikte İsviçre'ye kaçar. İsviçre'de bulundukları dönemde Lord Byron'la tanışırlar, güzel bir dostlukları olur. (Bu dostluk bir de Mary'in üvey kardeşinden kısa süre sonra ölecek gayrımeşru bir çocuk sahibi olmaya kadar gider.) Bu iki ailenin dostluklarının edebiyatta rekabete dönüşmesiyle ilgili bir de hikaye

vardır: Bir pazar günü klasiği olarak evlerinde oturmuş küçük çaplı bir kumar oynarlarken masada dört kişi vardır ve üçü yazardır. Eski dönemlerde fazlasıyla anlatılan hayalet hikayelerinden bahsedilmektedir. Lord Byron birden ortaya bir iddia atar. İçlerinden hangisi daha önce bir hayalet hikayesi yazacak diye. Bu iddianın sonucu kısa süre sonra belli olacaktır. Kızının gidişinin ardından iyice yalnız kalan William Godwin hayatındaki ikinci terk edilmişliği yaşar ve yeniden evlenir. Bu evliliği süresince de kızını derinden etkileyen Shakespeare'in eserlerini İncil'den bazı motiflerle süsleyerek çocuklar için hikayeleştirir. 1814 yılında ilk görüşte bir aşk yaşamaya başlayan çift üzücü ama onları mutlu eden haberi İsviçre'ye gittikten iki yıl sonra alır. Percy'nin eşi ölmüştür. Bu ölüm üzerine derin bir nefes alan çift Londra'ya geri gelir ve evlenirler. Ardından da İtalya'ya yerleşirler. İtalya'dayken Leo Tolstoy'la tanışırlar. Ayrıca içinde bulundukları 19. Yüzyıl, vejeteryanlığın ileri düzeyde yayıldığı bir dönemdir. Percy ve Tolstoy bu et yememe akımının gönüllü avukatlığını üstlenmişlerdir.

“ Hiç dostum yok Margaret; başarının heyecanıyla tutuştuğum anlarda sevincimi paylaşacak kimsem olmayacak. Hayal kırıklığına uğrarsam, etrafımda beni derdimden uzaklaştırmaya çalışacak kimseyi bulamayacağım.” Mary Shelley - Frankenstein


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İtalya'ya geldikten kısa bir süre sonra Mary'ı üne kavuşturan romanı yazmasına sebep olacak olan bir olay yaşanır. Bir gün uykuyla uyanıklık arasında olduğu bir anda bir rüya görür. Bu rüyanın üzerine daha fazla yatakta kalamaz Mary ve kocasının yanından kalkıp çalışma odasına gider, pencereyi açıp İtalya'nın akşamla birleşen tertemiz havasını içeriye alır ve derin bir iki nefes çektikten sonra masasının başına geçer. Masadan kalktığında ise ortaya Frankenstein çıkmıştır! Roman bitene kadar hiç yerinden kalkmayan Mary bu sırada en büyük desteği kocasından görmüştür. Kendisi de bir şair olduğu için o ilhamın ne demek olduğunu ve kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğunun farkında olan Percy bu süre zarfında karsının en büyük destekçisi olmuştur. 1816 yılında yazılan Frankenstein 1818 yılında yayımlanır. Eserin bilinen adı dışında bir adı daha vardır: Modern Prometheus. Eser bilimkurgu edebiyatının ilk örneğidir. Çocukluğunu babası ve babasının çevresinde geçiren Mary onların felsefi ve politik konuşmalarından fazlasıyla etkilenerek büyümüştür. Bu romanda bunun etkisi mevcuttur. Hobbes ve Locke bu romanın alt yapısını oluşturan yazarlardandır. Romanın temelini İngiltere'de gerçekleşen Sanayi İnkılabı'nın sonuçları ve insan üzerindeki etkisi oluşturur. Sanayide olduğu gibi insanın da makinalaşması durumu bu romana yansıtılmıştır. Hatta bu romandan yıllar sonra insanın da bir gün makinalaşabileceği durumunu Nazım Hikmet şiirinde ele almış ve bazı çevrelerce garip bulunmuştur:

"trrrrum, trrrrum, trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum! beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu! her dinamoyu altıma almak için çıldırıyorum! tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor, damarlarımda kovalıyor oto-direzinler lokomotifleri! ..." N. Hikmet, Makinalaşmak İstiyorum


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Romanda bu makinalaşma durumunun yanı sıra verilmek istenen bir de alt metin vardır. Frankenstein hep bir korku romanı olarak verilir. Ancak şu bir gerçektir ki korku doğrudan okuyucuya hissetirilmez, sadece belirli yerlerde ürpertici ögelere rastlanır. Dr. Frankenstein ve onun oluşturduğu yaratık aslında içinde bulundukları modern çağın bir kurbanıdır. Birçok insan bu romanı fantastik ögelerle süslü gotik bir korku romanı olarak görür. Ancak romanın alt metni çoğunluktan farklı olan insanları, çoğunluğun kabul etmeyişi ve onların toplum dışına itilmesi anlatılır. Bilimsel çevreler bu romanı felsefe ve dönemin sosyal yapısı ile temellendirdikleri zaman modern çağa ve rasyonel akla karşı romantizmin başkaldırısı ifadesini kullanmıştır. Frankenstein'in hızla yayılmasının ardından 1922'de Mary ikinci kaybını yaşar. 1822'de Romantik Dönem'in en önemli şairlerinden olan eşi Percy boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmıştır. Cenaze töreni bu şekilde gerçekleşmiştir. Ancak cenaze törenini ilginçleştiren bir nokta vardır ki törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını hatıra olarak saklamak ister, ancak aile dostları Edward Trelawny buna izin vermez. Fakat, tören sırasında Trelawny, Shelley'nin kalbini ateşten çalmış ve tören bittikten sonra kimseye göstermeden Percy'nin dul eşi Mary'e vermiştir. Kalp sonunda, oğulları Sir Percy Florence Shelley öldüğü zaman, onunla beraber gömülmüştür. Mezarında kalplerin kalbi anlamına gelen Latince Cor Cordium yazdırılmıştır. Percy sadece kendi ülkesinde değil Türkiye'de de birçok ismi etkilemiştir. Bunlardan birisi de Eylül ayına girdiğimiz şu aylarda adını bize bu aydan aldığı için hatırlatan Eylül romanı ve onun yazarı Mehmet Rauf'tur. Mehmet Rauf'un Menekşe adlı romanında Percy'e yer verilmiştir. Romanda Hüseyin Bülent isimli romancı vardır. Yazdığı Güzide adlı roman çok beğenilmiştir. Bu romanda birçok yazardan

bahsedilir ki bunlardan birisi de Percy B. Shelley'dir. Onun için "O benim şairimdir." ifadesine yer verir ve onu şiir dünyasının yegane şairi, yalnız İngiliz edebiyatının değil, bütün dünya şiirinin en büyük şairi olarak kabul etmiş ve Güzide romanını ona ithaf etmiştir. Hüseyin Bülent kişisinin edebi özelliklerine ve görüşlerine bakıldığında, tıpkı Halid Ziya'nın Ahmet Cemil'inde gördüğümğüz gibi kendisini o kişiye naklettiğini söyleyebiliriz. Bu durumda Mehmet Rauf'un Shelley ile Hüseyin Bülent'e söylettirdiklerinin kendi görüşleri olduğunu söyleyebiliriz.

“Ölümcül bir peşin hüküm gözlerini kör etmiş onların. Karşılarında duygulu, iyi bir dost yerine, sadece iğrenç bir canavar görüyorlar.” Mary Shelley - Frankenstein

Eşinin ölümünden sonra genç yaşında dul kalan Mary Shelley daha fazla İtalya'da kalamaz. Her yanda kocasından hatıralar vardır. Bunun üzerine Londra'ya doğru yola çıkar. Londra'da doğrudan babasının evine gidemediği için bir başına yaşayıp profesyonel yazarlık yapmaya başlayan Mary bu dönemde üç kitap yayımlar. 1823'te Valperga; 1826'da The Last Man; 1830'da The Fortunes of Perkin Warbeck; 1835'te Ladore; 1837'de Falkner isimli romanlarını yayımlar. Son romanını yayımladıktan sonra yazarlıktan elini eteğini çekmiştir demek yerinde olur. Ama anne ve babasından öğrendiği kadın hakları, insan hakları, insan yaşamına saygı gibi konuları savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmemiştir ve 1 Şubat 1851'de 55 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türkçenin Dil Bilgisel Konularının Öğretiminde Ailenin Etkisi-2 Mehmet ALTINOVA ... Türkçenin dil bilgisel kurallarının öğretiminde ailenin etkisinin araştırılabilmesi için bazı kısımlara bölmek bu konuyu çözümlememize yarar sağlayacaktır. 1.Ailenin Öğrenim Bilgisi Kombinasyonu: 1. Öğrenim görmüş fakat Türkçenin kurallarına hâkim olmayan bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğrenimi hakkında yaşanan sorunlar 2. Öğrenim görmüş, Türkçenin kurallarını iyi bilen bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğrenimi 3. Öğrenim görmemiş fakat Türkçeyi iyi kullanan bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğrenimi 4. Öğrenim görmemiş, dil bilgisel kurallarını da iyi bilmeyen bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarının öğrenimi --> Öğrenim görmüş fakat Türkçenin kurallarına hâkim olmayan bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğrenimi hakkında yaşanan sorunlar Bu guruptaki kişiler eğitim görmüş ve Türkçenin kurallarına hâkim olmayan bir aile tipidir. Çoğunlukla Türk Dili ve Edebiyatı, Türkçe, iletişim veya diğer eğitim dallarından birinin olmadığı aile tipidir. Kendini geliştirmiş aile bireylerinin anadil eğitiminin farkındadır. Bu guruptaki aile bireylerinin konuyu öğrenmeleri ve bunu uygulamaya geçirip çocuğunun Türkçenin dil bilgisel kurallarını kalıcı bir şekilde öğretmelerine yardımcı olabilirler. -->Öğrenim görmüş, Türkçenin kurallarını iyi bilen bir aile içinde büyüyen çocuğun

Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğreniminde yaşanan sorunlar Bu guruptaki çocuklar Türkçenin dil bilgisel kurallarını rahatlıkla kavrarlar. Anadil eğitiminde ailenin etkisi oldukça büyüktür. İnsanlar anadillerini konuşurken kurallarına bağlı kalarak konuşmazlar fakat söylediklerini rahatlıkla kurallara dökebilirler. Dilbilimi çalışmaları buradan doğmuştur. Bu guruptaki aile bireyleri Türkçenin dil bilgisel kurallarına uyduğu takdirde çocuklarının Türkçenin kullanımı ve dil bilgisel kurallarının öğrenimindeki güçlüklerini en aza indirmesine yardımcı olacaktır. Gerek diksiyon kuralları gerekse dil bilgisel kurallarının öğreniminde yarar sağladığı gibi öğretiminde de büyük kolaylık sağlayacaktır. Öğrenci, kendi kullandığı şekilde özdeşleştirecek böylece ezber yapmadan sadece terminolojiyi kullanarak yükü hafifleyecektir. Bu kategoriye koyabileceğimiz bir dilbilimcinin kendi çocuğu üzerinde test ettiği bir araştırmasını verelim: "Correcting children's language isn't terribly effective Child:Want other one spoon, Daddy. Father:You mean, you want the other spoon. Child:Yes, I want other one spoon, please Daddy. Father:Can you say "the other spoon"? Child:Other . . . one . . . spoon. Father:Say "other". Child:Other. Father:"spoon". Child:Spoon. Father:"Other spoon". Child:Other . . . spoon. Now give me other one spoon?"1 Yukarıdaki baba ile çocuk arasında geçen diyalogda yabancıların bu meseleye bakışını görebiliriz. Babası, çocuğuna dili doğru kullanana kadar istediği kaşığı vermeyerek 1

A real example from Braine (1971)


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

doğru dil edinimini kazandırmaya çalışmaktadır. Çocuk dilbilgisel kuralları doğru kullanmadığında kaşığı elde edememe cezasına maruz kalmaktadır. Bu tip cezalar sonucunda yetişkin çağa erdiğinde mükemmele yakın bir ana dile-main languagesahip olacaktır. -->Öğrenim görmemiş fakat Türkçeyi iyi kullanan bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğrenimi yaşanan sorunlar

bireylerinin Türkçenin dil bilgisel, yapısal ve diksiyonel eğitiminin ardından bir süre sonra öğrencinin temeli olacağından dolayı öğrenim süresi düşecektir. 2.Ailenin Yapısına Göre İncelenmesi 2.1.Çekirdek Ailede Yetişen Bir Öğrencinin Türkçe Kurallarının Öğrenmesi Çekirdek aile modeli Türkiye'de çoğunlukla şehirlerde vardır. Çekirdek aile içinde büyüyen çocukların Türkçeyi kullanımı biraz daha zor olmaktadır. Aile içindeki sınırlı sayıdaki bireyler gerek iş gerekse kullanılan cümle sayılarının az olması çocukların Türkçeyi ve Türkçenin yapısal, dil bilgisel özelliklerini öğrenmedeki olumsuz etkilerinden biridir. Bu yapıdaki aile içinde yetişen çocukların toplumla daha fazla vakit geçirerek bu çözümü gidermeleri gerekmektedir.

Türk insan yapısı değişiktir çünkü birinci gurupta olduğu gibi öğrenim gördüğü halde Türkçenin kurallarını iyi kullanamayan kişiler, bu gurupta tam tersini oluşturabilmektedir. Babası, çocuğuna dili doğru Buradaki insanlar gerek kullanana kadar istediği doğuştan gelen yetenekler sayesinde, kaşığı vermeyerek doğru dil gerek aile içinde edinimini kazandırmaya konuşulan gerekse çalışmaktadır. Çocuk yaşadığı sosyal dilbilgisel kuralları doğru çevreden olacak ki öğrenim görmediği kullanmadığında kaşığı elde halde Türkçenin dil edememe cezasına maruz bilgisel kurallarını iyi kalmaktadır. Bu tip cezalar kullanan bir aileye sahip olabilirler. sonucunda yetişkin çağa Buradaki insanların erdiğinde mükemmele yakın yapması gereken şey bir ana dile sahip olacaktır. Türkçeyi kurallarına uygun bir şekilde kullanmaktır. -->Öğrenim görmemiş, Türkçeyi iyi kullanamayan bir aile içinde büyüyen çocuğun Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğreniminde yaşanan sorunlar En zor öğrenci tipidir. Buradaki öğrenciler Türkçenin kurallarını öğrenme ihtimali çok düşüktür. Burada iyi bir öğretmenin yapması gereken ilk şey temeli tekrardan oluşturmaktır. Öğretmenin ilk önce aile fertlerine Türkçenin yapısal özelliklerini ve dil bilgisel kurallarını öğretmesi ve konuşma kurallarını-diksiyon-u uygulatması gerekir. Türkiye'deki öğrencilerin dil bilgisel kuralların öğrenimine karşı olan ilgisizliğin ve öğretilememesinin sebebi budur. Aile

2.2.Geniş Ailede Yetişen Öğrencinin Türkçenin Kurallarını Öğrenmesi

Bu ailede yetişen çocuklara baktığımızda eğer aile bireyleri Türkçeyi düzgün bir biçimde kullanıyorsa, öğrencilik yıllarında Türkçenin dil bilgisel kurallarını öğretmede kolaylık sağlanır. Daha çok kırsal alanlarda var olan bu aile tipinde insanlar, içine kapanıklıktan kurtararak dilin bütün imkânlarını kullanmayı amaçlar. Bu nedenle kalabalık ailede yetişen bir birey, aile içindeki kullanılan cümlenin nicelik yönünden fazla olması sebebiyle Türkçeyi daha rahat kavrar. Bu da gelişiminde büyük etki sağlar. Eğer aile Türkçenin dil bilgisel özelliklerinden yoksunsa problem daha da büyür. Bunun sebepleri de yukarıda da belirttiğim gibi daha çabuk ve kalıcı öğrenme modelinden ileri gelmektedir.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Teklifler: 1. Ders kitaplarının iyileştirilmesi gerekir. 2. Dilbilimini öğretecek elemanın yeterli donanıma sahip olması 3. Ailenin dil bilgisel konularını öğretmek için kursların açılması ve ailelere ücretsiz olarak bu kursların vermesi gerekir. 4. Ailelerin, dil bilgisel kuralları öğrenebilecek web siteleri, broşürler ve nitelikli kaynak kitaplarının oluşturulması. 5. Yanlış dilbilgisi kullanan televizyon kanallarına ağır cezalar verilmesi 6. Bu tezin değerlendirilebilmesi için pilot bölgelerin oluşturulması, bu soruna çözüm getirmede yardımcı olacaktır. Sonuç: Anadil aile içinde öğrenilir. Dolayısıyla Türkçenin dil bilgisel kurallarını okullarda öğrencilere öğretip, tatbik ettirilirken uygulanacak metotları sıraladım. Öğrencilere bu konuyu öğretilememesinin en büyük sebeplerinden biri olarak gördüğüm aile içinde Türkçenin dilbilgisi kurallarına bağlı kalmamasını açıklamaya çalıştım. Bunun yanında ders kitaplarının iyileştirilmesi, ailelere Türkçenin yapısal ve dil bilgisel özelliklerinin öğretilmesi için kursların açılması gibi tekliflerde bulundum. Bu çalışmayı yaparken sebeplerini iki aile tipini vermekle başladım. Bunlardan birincisi, Öğrenimlerine göre aile tipleri, ikincisi ise aile tiplerine göre oluşturdum. Yapılan bu çalışmaların ve verilen bu tekliflerin uygulanmasından sonra Türkçenin dil bilgisel kurallarının öğrencilere daha rahat bir şekilde öğretileceğinin kanısındayım.

Kaynaklar 1. Banarlı, Nihad Sâmi, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Neşriyat, 1982,İstanbul 2. Yabancı ailelerde görülen örnek için bkz. "A Real Example From Braine, 1971 3. Yrd. Doç.Dr. Nadir İlhan, "Çocukların Dil Edinimi, Gelişimi ve Katkıları",Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi'nde yayımlanan makalesi 4. Yrd. Doç. Dr. Tanju Gürkan, "Çocuğun Dil Gelişimi ve Eğitiminde Ailenin Rolü", Türk Dilinin Öğretimi Toplantısı, A.Ü, EBY Yay., 1986,Ankara


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİİRBAZ

Heyhat! Sessiz sessiz Satırlara üfle nefessiz. Yaz olsun kelam eşsiz. Dilden dile benzersiz. Bize şairane dostlar gerek. Şiirsel sözler bunlar bak. Ateşi yak, kalk toparlan. Gemi geldi gidiyor hey! Neyden üfledik ezelden, Satırlar dost meclisinden. Gemi gelecek elbet tekrar, Giden dönecek bize Allah yar. Saki doldur mey dolsun, İçimiz dışımız gül koksun, Varsın adımız keş olsun, İçmişiz ab-ı hayattan sarhoşuz. İçmeyen anlamaz bizi gafil. Sevmeyi bilmeyenlerdir sefil. Afili sözler bunlar gerisi nafile, Kafilem satırlardır fakültem. Yazdıklarım kitaplarda yazmaz. Yazdıklarımı kitaplar kaldıramaz. Yazdım birçok şiir çoktan az. Az şiir binlerce mana hep çok. Şiir âşık işidir bil, elde var saz. Aşkım şiirden ibaret gerisi yok. Tokluk el verir açlık gider, Şiir bize nimettir ebeden yeter. Hey! Dost meclisi açılsın. Hal ehli bilir vefa nedir. Gayrı gerisi yalan bil isterim. Şiirle sihirli ders bu selametle, Gel dersi dinle öğreteyim. Öğretmenim, öğretirim, öğrenirsin. Feyz al buradan dersi çıkar, manayı kavra Şiirbazın kalemi bu hep didaktik.

Liriksel koma yaşantılar içinde, Şiirsel çaba başka bir biçimde. İçimde derya deniz ben umman, Aslolan şiirse kalem Süleyman, Kelam akar, akar küheylan. Dök içini hey koca sultan. Anlık değişimlerle olmaz şiir, İlham gelir zikir işitilir fikir. Hey hey! Elimde kamıştan ney, Ney üfle güfte güzelse gelsin. Besteler deste deste enfes Bir nefeslik ses içimlik bu ders. Şimdi çok sessizlik az söz gerek. Anlamak için manayı idrak etmek. En önemlisi de Hakkı hakkıyla bilmek, Layıkıyla okuyup şükretmek gerek. Son sekizlik, son kısım, son ders, Hey sen, sen ol kendini bil kardeş. Vefa, erdem, sevgi, saygı, hoşgörü… Çok güzel kavramlardır bunlar iyi anla. Bak bana gerisi kısır döngü sakın unutma. Eyvallah dost selam sana hürmetler, Elimde şiir sihirli demet demet güllerle Hey güzel insanoğlu gayrı selametle…

Süleyman ERKUT


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

POLİSİYE ROMAN ve MEHMET RAUF Işık Selin Orhuntaş Polisiye roman, cinayet romanı veya dedektif romanı olarak da bilinir. Genellikle konu çözümlenmeyi bekleyen cinayet(ler) ve aralanması gereken sır perdeleri üzerine kurulur. Bu tanımdan basit bir kurgu ya da basit tür gözükebilir. Ancak bu kurgu için yoğun bir zeka ve mantık gerekir. Yani her baba yiğidin harcı değildir. Gerilim duygusunun yanında merak ve heyecan da yaratmak gerekir. Bunlar bir köşede bekleyedursun polisiye romanların hala "edebi tür" olup olmadığı tartışılıyor.

Polisiye var mıydı? İlk polisiye neydi? Çağdaş edebiyatta polisiyeseverlerin her adımını takip ettiği yazar Ahmet Ümit, polisiyeyi en temellere indirir: Habil ile Kabil anlatısına. Kardeş cinayeti neden yeryüzündeki ilk polisiye olmasın? Neyse, dönelim bize. Türk Edebiyatı'na polisiye türünü kazandıran yazı makinesi Ahmet Mithat Efendi'den başkası değildir.

Halkının aydınlanması için romanı araç olarak seçen güzide kişi polisiye türünü denemekten de geri kalmamıştır. “Esrar-ı Cinayat”. Gazetecilik kimliğinden sıyrılmadan yazdığı bu romanda kahraman olarak bir gazeteci çıkarır. İlk polisiye romanımızda yazarımız -diğer eserlerinde olduğu gibi- bilgi vermekten geri durmaz. Bu defa da gazetecilikle ilgili bilgiler verir. Gazete haberleri, mektuplar, resimler ilk polisiye için kusursuz ayrıntılar. - kurgu kusursuz olmasa daAhmet Mithat Efendi, halkı eğitmek için hem polisiye romanı hem de gazeteyi kullanması Tanzimat Dönemi için bir başka yenilik sayılabilir. Edgar Allan Poe’nun yazdığı polisiye romanlar bizim edebiyatımızı da etkisi altına aldı. Benzer hikayeler yazıldı ve çoğu başarısız bir taklitten öteye gidemedi. Çünkü yazılan polisiye romanlar eğitim seviyesi düşük kitlelere hitap ediyordu. Basit olay örgüsüne sahipti. Bu durumda polisiye idealist yazarların geçimini sağlamak için yazdıkları hikayelerde kaldı, Server Bedi takma adıyla yazan Peyami Safa gibi. Cingöz Recai karakteri onun geçimini sağlamasına yardım ediyordu. Arsen Lüpen'den etkilendiği bilinen Peyami Safa, karakterine haram yememek gibi özellikler ekleyerek ona yerel bir kimlik kazandırdı. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet de polisiye türünü denemiş ama pek başarılı olamamış.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İstibdat Dönemi'nde Cinayet: Mehmet Rauf Servet-i Fünun Dönemi istibdat yüzünden yazarların özgürçe yazamadıkları bir dönem. Suya sabuna dokunmadan bir edebiyat hakim olsa da Mehmet Rauf bunu iyi değerlendirmeyi bilmiş. Genellikle eserlerinde aşka geniş yer verse de Define ve Kan Damlası'nda tamamen farklı bir yol çizmiş. İki tane dedektif romanı yazmış. Ahmet Mithat Efendi'den sonra polisiyeyi ciddiye alıp eline kalem alan tek kişi. En azından yazılı kaynaklara göre. Define, yazarın ilk polisiye romanı. Kurgu basit, dil akıcı ve işlek. Hatta diğer Mehmet Rauf romanlarına göre daha yalın bir dil olduğunu söyleyebiliriz. Eylül'ün tam tersine karakter tahlilinden çok olayların açıklanması, çatışma unsurunun canlı kalması için çaba sarf edilmiş. Edebi değeri çok yüksek olmadığı gibi çok güçlü bir polisiye de sunmuyor bize. İki ayrı dergide tefrika edildikten sonra ( Resimli Ay , Sevimli Ay ) 1927 yılında tek kitap halinde basılan eser, "Erzurum Hasta-hanesi sertabibi Şakir Feyzi 'nin Ruznamesi " cümlesi ile başlar. Ve bir günlük şeklinde devam eder. Romanın başkahramanı olan Şakir Feyzi, Erzurum Hastanesi'nde görev yapar. İlk günlerinde bir hastayla ilgilenmesi istenir. Orta halli yaşlı bir kadını, altı ay boyunca büyük bir ilgiyle tedavi eder. İlgiden memnun kalan yaşlı kadın, doktora hayat hikayesini anlatır. Bu arada sırrını da açıklar. Bu sır Define'nin konusunu oluşturduğu gibi aynı zamanda doktorun hayatını değiştirir. Sır Fuzuli Divanı içinde elden ele gezer. Hacı Hanım'ın önceden kahya olarak yanında çalıştığı Paşa'nın serveti ile ilgilidir. Define'nin sırrı Doktor tarafından çözülür. Definenin peşine İstanbul'a giden Doktor'u zorlu bir macera bekler. İstanbul'da servetin peşinde olanlara karşı Hacı

Hanım'ın kızıyla birlikte mücadele ederler. Kurnazlığı sayesinde Doktor defineyi ele geçirir. Hikaye Doktor ile Hacı Hanım'ın kızının evlenmesi ile biter. Ancak Mehmet Rauf bununla yetinmemiş olacak ki Kan Damlası'nda esrarengiz olaylara devam eder. Define'de yaşanan olayların üzerinden 5 yıla yakın bir süre geçmiştir. Mutlu ve zengin bir yaşam süren Doktor'un Tarabya'daki köşkünde Sıdıka Hanım'ın ve Hasan Fuat Bey'in aynı gece içinde öldürülmesi ev halkı için korku uyandırır. Bu korkunun asıl sebebi iki cesetin de avuçlarına sıkıştırılmış üzerinde kan damlası bulunan notlardır. Huzursuzluk ve merak Doktor Feyzi'yi Dedektif Hayret'i bulmaya iter. Hayret kendine has yöntemleri ile katilleri bulmaya çalışırken Hadiye Hanım'ın yatak odasına bırakılan not gerilimi ve heyecanı arttırır. Çünkü notta sıranın kendisinde olduğu yazılıdır. Girilmez sanılan köşkte bodrum katında gizli bir geçit bulan Hayret, katilin adamlarını yakalar. Define'deki hazine avcısı Hayret adamlarının yakalanması üzerine kaçmış, kaçarken de Hayret'e bir mektup bırakmıştır. Mektupla dedektifi yüz yüze görüşmeye çağırır. Ertesi gün buluşma yerine giden Hayret, kendisine kurulan tuzağa rağmen Hüsrev'i ölü olarak ele geçirir. Feyzi Bey'in konağında korkulu günler son bulur. Bu eserde dil, ilk romana göre daha sağlamdır. Merak, gerilim ve aksiyona önem vermiş olan Rauf, inandırıcılık konusunda pek başarılı değildir. Bir dedektif ne kadar başarılı olursa olsun, tehlikeli soygun çetesine tek başına meydan okuması pek olacak iş değil. Eserlerinde kadın hakları, kadın ve erkek eşitliği gibi batılı düşünceleri halka aşılamayı amaçlayan Rauf, bu düşüncelerini dedektif romanlarıyla pekiştirmeyi amaçlamış. Boğaziçi'ni ve psikolojik tahlilleri birleştirmede usta bir ismin – büyük bir başarıyla olmasa da- bunun da altından kalktığı şüphesiz.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çağdaş Türk Romanı – Gürsel Aytaç Okunması gereken milyonlarca kitap, tanınması gereken milyonlarca isim varken biz insanların okumaya ayıracak vakti ne yazık ki yok. Gürsel Aytaç, sanki bu konuya çözüm getirircesine en usta yazarların bilinmesi gereken eserlerine ayrıntılarıyla yer verdiği bu kitabında, Peyami Safa’dan Selim İleri’ye usta sanatçılara yer verip kendi notları ile yayınlayarak koskoca Yeni Türk Edebiyatına bir çırpıda göz gezdirme imkânı sunuyor. Üniversite öğrencileri için yol gösterici niteliğe sahip olması nedeniyle oldukça yararlı olan Çağdaş Türk Romanı Üzerine Araştırmalar kitabı, öğrencilerin dışında da edebiyattan ve sanattan zevk alan herkesi tatmin edecek inceleme ve araştırmaları, sade ve anlaşılır üslubu ile okumanın keyfine varmaya davet ediyor.


Eylül’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mastermind / Sherlock Gibi Düşünmek Maria Konnikova Sherlock Holmes’ü tanımayan, onun Watson’ı olarak kendini hayal etmeyen, hatta zaman zaman çözülmesi gereken önemli olayların ortasında kaldığında – mesela aniden ortadan kaybolan kalemin gizemini araştırmak gibi - Sherlock Holmes edasıyla derin araştırmalar yapmayan yoktur. İçimizde bir yerlerde asla onun gibi olamayacağımızı söyleyen bir Doğrucu Davut olsa da bunu düşlemenin verdiği heyecan Davut’a da sus payı verir hep. Ya haklıysak? Gerçekten de Sherlock Holmes gibi düşünüp, onun gibi gözlem yapabilir miyiz? Tam da bu soruya cevap niteliğinde yazmış bu kitabı Maria Konnikova. Sherlock Holmes kimdir? Zekâsının altında hangi sırlar yatıyor? Bilimsel açıklamalara göre Sherlock Holmes gibi düşünebilmek, çıkarım yapabilmek mümkün müdür? Mastermind ile Sherlock Holmes’ün zihninde bir yolculuğa çıkmaya hazır mıyız?

KORKMA BEN VARIM – MURAT MENTEŞ "Bu kitapta anlatılan olayların hepsi gerçektir, fakat hiçbiri henüz cereyan etmemiştir." Afilli Filintalar'dan bir yazar Murat MENTEŞ. Gönül İşleri Bakanlığı'nda çalışan Fu ile başdöndürücü bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız ? Öyleyse kemerlerinizi bağlayın. Çünkü roman boyunca hop oturup hop kalkacak , kahkahaya boğulacak kitabı elinizden bırakamayacaksınız. Büyük bir bilgi birikimi , dile hakim olmanın avantajı, ustaca yapılmış söz oyunları ve müthiş bir hayal gücü. Tarih öğretmeni güzeller güzeli Şebnem Şibumi , kiralık katil Müntekim Gıcırbey , Hayati Tehlike ve niceleri. Kitapta bir de sürpriz var. Ersin KARABULUT'un çizimleri sizleri bekliyor. Murat UYURKULAK'ın deyimiyle “Bu kitap karnaval sırasında başgösteren bir bombardımana benziyor.”


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.