Sayı: 16

Page 1

Temmuz 2015

Sayı: 16

Bir Ramazan Geleneği:

Karagöz ve Hacivat

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Bir Siyah Saçlı Kadın:

Buket UZUNER

Türkiye'nin en edepli edebiyat çetesi :

AFİLİ Filintalar

“Yunus'dürür benim adım Gün geçtikçe artar odum...”


İncir Çekirdeği Dergisi E

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Kübra Tarakçı

Editörler

Editör

Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Begüm Çalışkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Sema Keser Serhan Demir Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Dilara Nur Özcan Onur Ramazan

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim

EDİTÖRDEN... Merhaba İncir Çekirdeği okuyucuları, Geçen sene de Ramazan ayı sayımızın editör yazısını ben yazmıştım, bu sene de bana nasip oldu. Sizler için edebiyat dolu, sanat dolu bir sayı hazırlamaya çalıştık. Takdiri siz değerli okuyucularımıza bırakarak gelin hep birlikte içeriğe göz atalım. Bu ay dosya konumuzu “Yunus Emre” olarak belirledik ve mübarek Ramazan ayını da unutmadık. Busenur Aslan Yunus Emre'nin hayatı ile, Mehmet Altınova Eyüp Sultan ve Ramazan adlı yazısı ile, Hilal Akarslan Hacivat-Karagöz ve Sultan Demirtaş da tiyatrodaki Yunus Emre ile sizlerle. Bunun yanında Işık Selin Orhuntaş günümüz edebiyatında adından sıkça söz ettiren, başrollerinde Onur Ünlü, Murat Menteş ve Alper Canıgüz'ün olduğu Afili Filintalar, Tuğçe Erkol Buket Uzuner'in hayatı ve kitapları ile sizlerle. Süleyman Erkut, Sema Keser ve Begüm Çalışkan şiirleriyle yine yer alıyor. Misafir köşemizdeki yazarlarımız da denemeleri ve şiirleri ile sizlerle. Şimdiden Ramazan Bayramınızı kutlar sevgi, saygı dolu bir bayram geçirmeyi temenni ederim. Unutmayın sevmek en zahmetsiz iştir. Sözlerime Yunus Emre'nin bir dörtlüğü ile son veriyorum. Bir sonraki sayımızda görüşmek üzere, edebiyatla kalın.

incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi

“Gelin tanış olalım, işin kolayın tutalım

https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz Yunus sözün anlar isen, mani'sini dinler isen Sana iyi dirlik gerek, bunda kimseler kalmaz”


Temmuz’15 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Güneş Açtıran Meşale / Busenur Aslan Biz Dünyadan Gider Olduk / Yunus Emre Tiyatroda Bir Yunus Emre / Sultan Demirtaş Ramazan Sadakası / Tevfik Fikret Ramazan Duası / Mehmet Akif Ersoy Karagöz ve Hacivat / Hilal Akarslan Huziran – Şiir / Begüm Çalışkan Çarnâçar – Şiir / Begüm Çalışkan Hayat Tiyatrosu / Dilara Nur Özcan Türkiye’nin En Edepli Edebiyat Çetesi / Işık Selin Orhuntaş O Geceler – Şiir / Sema Keser Günlerden Biri – Şiir / Sema Keser Atomuna Kadar Yalan Söyleyebiliriz / Zeynep Tosun Bir Siyah Saçlı Kadın: Buket Uzuner / Tuğçe Erkol Gemi – Şiir/ Sema Keser

Kalp Krizi – Hikaye / Ayşe Bengisu Akdağ Eyüp Sultan’da Ramazan-ı Şerif / Mehmet Altınova Vaveyla – Şiir / Süleyman Erkut Ardından – 11. Bölüm / Sırdem Kemiksiz Hüzün – Şiir / Onur Ramazan Eksik – Şiir / Onur Ramazan Bilinmeyen Yönleriyle Yazarlar / Kübra Tarakçı Arayış – Şiir / İ. Gönül Aksu Fotoğraf / Aybige Akdağ


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Güneş Açtıran Meşale Anadolu’nun kara bulutlarla çevrildiği bir dönemde çıktı geldi geceyi aydınlıkla dolduran bir güneş gibi Yunus Emre. Her bakımdan bitap düşmüştü Anadolu ve Anadolu insanı. Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması, Haçlı seferleri ve Moğol baskınlarıyla kapkaraydı Anadolu’nun üzerindeki bulutlar. İnsanların kalbi de kapkara olmuştu. Savaşlar, yağmalar ve bunların üzerine eklenen kıtlık bütün halkın belini bükmüştü. Maddi kayıplar elbet kurtarılabilirdi peki manevi kayıplar? Onlar ne olacaktı? Moğollar, aman vermiyordu Türk coğrafyasında ve diğer Türk-İslam devletlerinde. Anadolu’yu güvenli gören dervişler, gruplar halinde Anadolu’ya göç ediyorlardı. Bunlar, Ahmet Yesevî ocağında yetişmiş bilgin ve sufilerdi. İlk bakışta güvenlik için göçtükleri düşünülse de onlar gönülleri karartan bulutlar için gönderilen ışıklardı aslında. Muhyiddini Arabî ve onun ardından Mevlâna

Busenur Aslan

bu dönemin ışıklarıydı. Anadolu coğrafyasında bu ışıkların yayılması için de uygun bir ortam oluşmuştu. Yunus Emre, bu ortamda çıktı ortaya. O, Mevlâna ve Arabî’nin yaktığı meşaleyi eline aldı ve kendi odunlarıyla ateşe yeniden şekil verdi. O ateş de aydınlığı saçan güneşin kıvılcımlarını oluşturdu. Adeta bir umut ışığı oldu. Yunus Emre, bilindiği gibi Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü mutasavvıf bir şairdir. Ama Yunus’u Yunus yapan, hocası Tapduk Emre’dir. Onların tanışmasının da hoş bir hikayesi vardır: Kıtlık zamanı Yunus adında çok fakir bir çiftçi vardır. Birçok kerametini duyduğu Hacı Bektaşi Veli’den yardım isteme fikrine kapılır Yunus. Sığırının sırtına bir miktar yabani elma koyup, dergaha gider. Pirin ayağına yüz sürerek elmaları verir ve buğday ister. Hacı Bektaşi Veli ona luft ile muamele ederek birkaç gün dergahta misafir eder. Yunus, dönmek için acele eder. Dervişler Pir’e Yunus’un acelesini anlatırlar. O da “Buğday mı ister yoksa erenler himmeti mi?” diye haber gönderir. Yunus, buğdayı alıp bir an önce gitmek ister. Bunu duyan Pir, “İsterse o alıcın her tanesine nefes edeyim.” der. Yunus, buğdayda ısrar eder. Hacı Bektaşi, üçüncü kez haber gönderip, “İsterse her çekirdek sayısınca himmet edeyim” der. Yunus tekrar buğday ister. Bundan sonra hatasının büyüklüğünü anlar. Derhal dergaha geri döner ve kusurunu itiraf eder. Hacı Bektaş, onun kilidini Tapduk Emre’ye verdiğini söyler ve onu Tapduk Emre’nin dergahına gönderir. İşte tam burada başlar Yunus’un ateşini yakan ilk kıvılcım dalgası. İlk fırsatı kaçıran Emre, bu


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

fırsatı da kaçırmak istemez. Himmete erişebilmek için tam kırk yıl odun taşır Tapduk Emre’nin dergahına. Kırk yıl boyunca tek bir eğri odun sokmaz dergaha. Merak eder Tapduk Emre, “Ey Yunus, merak ederim acaba ormanda hiç eğri odun yok mudur ki her getirdiğin odun dümdüz?” Yunus önce tatlı tatlı gülümser. Aslında vereceği cevabı önceden düşünmemiştir. Birden dökülür dudaklarından cevabı. “Ormanda eğri odun var olmasına ama senin dergahından tek bir eğri odun bile giremez efendim.”

yaratılmamış mıydı? İşte bunun bilinciyle attı her adımını Yunus Emre. Hep “Sevelim, sevilelim” dedi. Allah’a ulaşmak için onun eseri olan her şeyi sevmek ve sonra Allah’a ulaşma fikri. Mevlana, “Ne olursan ol gel!” diyordu. Hacı Bektaşi Veli ise, “Gelin canlar, bir olalım.” diyordu. İşte Yunus Emre de bu yolu takip etti. Mevlana ve Hacı Bektaşi Veli’den sonra eline aldığı sevgi meşalesini daha bir canlı yaktı. Kendi odunundan da katı ona ve bir adım daha ileri taşıdı ateşini. O yaradılan her şeyi sevdiği yaradanından ötürü.

Bu dünyanın meseli bir ulu şara benzer Veli bizim ömrümüz bir tez pazara benzer Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin Ahır acısı gör şor zehr-i mara benzer

Yunus, yıllarca pişti Tapduk Emre’nin yanında. Hem Türk kültürü hem tasavvuf inancıyla yoğurdu hamurunu. O yaradılanı yaradandan ötürü sevecek kadar yüceltti kendini. Yaradana ulaşmak için çıktığı bu yolda, ancak yaradılanı sevmekle hedefine varabileceğinin bilincindeydi. Bütün kötülüklerin sevmekle ortadan kaldırılabileceğine inandı. Bundan dolayı daima sevmeyi öğütledi. Zaten, İslam ve tasavvuf kültürünün özünde de bu yok muydu? Koskoca kainat aşk için

Yunus Emre için bu dünya bir mesel yani masal yeridir. Gerçek değildir. Bir kurgudan ibarettir. Şekeri en tatlı şekerdir. Onun için gerçek dünya ahir dünyadır. Bu dünya kandırma yeridir. Yalandır. İnsan, daima bu aldatmacaya kanar. Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyanın şekerden tatlı hülyalarında kaybolur. Ancak acı gerçekle ahir hayatta yüz yüze gelir. Uyanma yeri olan ahir dünya acı bir feryada tanık olur. Öğrenir ki insanoğlu, şeker sandığı dünya aslında en acı zehirdir. Buradan yola çıkarak Yunus Emre’nin yaşadığı çağla da bağlantı kurabiliriz. O çağdaki saltanat kavgaları, ölümler, zulümler, düşmanlıklar elbette dünya tuzağına düşenlerin yapabilecekleri işlerdir. Yani Yunus Emre, dünya konusundaki tavrıyla aynı zamanda çağının en önemli sorununa bir eleştiri getirmekte ve insanları ikaz etmektedir. Yunus Emre'yi bu konularda bir uyarıcı şair olarak görmek gerekir. O, her şeyden önce dünya hayatını


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bir "mesel" yani gerçek olmayan bir hayat olarak niteler. Dolayısıyla bu dünya "yalan dünya" dır.

sınırlandırılamaz. Bütün yaradılanları seven Yunus Emre, bütün yaradılanların gönlünü yapmaktan bahseder aslında.

Hak cihana toludur kimse Hakk’ı bilmez Anı sen senden iste o senden ayru olmaz

Ne gam bunda bana bin kez ölürsem Anda ölüm olmaz ölmezem ayruk

Birlik düşüncesine bağlıdır Yunus Emre. Allah bütün cihana doludur. Her tarafta onun yaratıcılığının eserleri vardır. Zaten bütün kainat onun mucizevi yaratışı değil midir? Ama kimse onu bilmez. Burada Yunus Emre’nin insana bir öğüdünü görüyoruz. Allah’ı sen kimsede arama kendinde ara. Çünkü o senden ayrı değildir. Zaten İnsan da Allah’ın yaratış kudretinden ortaya çıkmamış mıdır? Onun kaleminden dökülen bu mısra vahdet-i vücut ilkesini getiriyor akla. İnsan Allah’tan kopmuş bir parçadır. Yani insan Allah’ın bir parçasıdır. Onu neden başkasında arasın ki. Allah insanın kendisindedir. Tıpkı Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” demesi gibi. Gönül mü yeğ Kabe mi yeğ Ayıt bana aklı eren Gönül yeğdürür zirâ kim Gönüldedir dost durağı Gönül, Allah yolunda yanımızdaki hocadır, bir yol göstericidir. Tasavvufa göre, ilme akılla varılır irfana ise gönülle. Bu yüzden önemli olan gönüldür. Kabe, gönlün yanında maddi bir unsurdur. Allah’a gönülle ulaşılır. Bundan dolayıdır ki gönül, çok mühimdir Yunus için. Der ki; “Bir kez gönül kırdın ise/ Bu kıldığın namaz değil” Gönül bu kadar değerliyken onu kırmak kimin haddine. Allah, gönül kıranı affetmez. Zaten İnsan, yeryüzüne Allah'ın halifesi olarak gönderilmiştir. Görevi gönül yıkmak değil tam tersine gönüller yapmak olmalıdır. Konu Yunus Emre olunca bu gönüller sadece yakın çevredekilerle

Tasavvuf inancında ölüm, asla bir yok oluş değildir. Aksine yeniden doğuştur. Bu dünya, bir yalandan ibarettir. Yunus Emre’nin deyimiyle, bir mesel yeridir. Ölüm, gerçekliğe açılan bir kapı olarak algılanır. Gerçekler korkutur insanı. Yunus da bu korkuyu yaşamıştır içinde. Ancak bu korkudan sıyrılır gerçek bir aşık ve aşk yolunda başını dik tutar. Çünkü, sevgiliye atılan diğer bir adımdır ölüm. Mevlana için olduğu gibi “Şeb-i Arus” dur. Bir düğün gecesidir. İnsan bu düğün gecesi için önceden hazırlanmalıdır elbet. Bunun için, dünyaperestlik yapmamalıdır. Bu dünyadan nice sultanlar geçmiştir. Hiç biri elleri dolu olarak gitmemiştir gerçekliğe. Dünya malı daima dünyada kalmıştır. Yapılması gereken yüreğini aşk ile doldurup o ışıklı gecede sevgiliye ulaşmaya çalışmaktır. Biliniz. Buralardan bir kul Yunus geçti. Onun kalbi daima sevgi ile doluydu. Öğütleri hep sevmeyi söylüyordu. Allah aşkı için bırakmıştı bu dünyayı ve onun umuduyla atmıştı her adımını. Pirlerinden aldığı meşaleyi, kendi odunlarıyla doldurup bir güneş gibi yükseltmişti Anadolu’nun üstüne. Kararan gönüllere ışık, kuruyan yüreklere su olmuştu. Buradan bir kul Yunus geçmişti. İzleri hâlâ karış karış Anadolu’da. Her izi parıltılarla süslü... Geçerken yaktığı meşale, gönüllerde hâlâ yanmakta... İşte o meşale Yunus’un aşkı ve o aşk dünya döndükçe alev alev yanmaya devam edecek. Ey Yunus, ne de güzel ısıttın kararan gönülleri…


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Biz Dünyadan Gider Olduk Biz dünyadan gider olduk kalanlara selam olsun Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun Ecel büke belimizi söyletmeye dilimizi Hasta iken halımızı soranlara selam olsun Tenim ortaya açıla yakasız gömlek biçile Bizi bir arı veçhile yuyanlara selam olsun Azrail alır canımız kurur damarda kanımız Yayıcağız kefenimiz saranlara selam olsun Sözdür söylenir araya kimse döymez bu yaraya İltip bizi makbereye koyanlara selam olsun Bunda hep gelenler gider hergiz gelmez yola gider Bizim halimizden HABER soranlara selam olsun Aşık oldur Hakk'ı seve Hakk derdine kıla deva Bizim için hayır dua kılanlara selam olsun Miskin Yunus söyler sözü kan yaş ile doldu gözü Bilmeyen ne bilsin bizi bilenlere selam olsun

Yunus Emre


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tiyatroda Bir Yunus Emre Sultan Demirtaş derinliğini getirdi. Bütün şüphelerini, tereddütlerini, ıstıraplarını, atılışlarını… Ondaki ölüm korkusu, derinliği hiçbir sanatkârda yok…” Necip Fazıl, Yunus Emre’nin hayatını anlattığı bu oyunda onun yolunu savunarak tezini vermiş olur.

Necip Fazıl Kısakürek dendiğinde aklımıza ilk olarak şairliği gelir. Şairliğinin yanında iyi bir tiyatro yazarıdır büyük üstat. Onun oyunları sanat ve estetik kaygısının yanı sıra dava ve tez barındıran oyunlardır. Necip Fazıl’a göre tiyatro güçlü bir dava aracıdır. Kendi ağzından çıkan sözler de bize bunu kanıtlar. ‘’ Tez’in laf olmaktan çıkıp büyü olduğu yer, işte o esrarlı dört köşe…’’ tanımıyla tiyatrosunun amacını söylemiştir. Oyunlarındaki kahramanlar çoğunlukla kendi nefisleriyle savaşırlar, şeytanın ve onun tuzaklarının bilincine varırlar. Necip Fazıl’ın 1969 yılında yayınlanan ‘’Yunus Emre’’ adılı oyunda dini – tasavvufi bir kişi olan Yunus Emre ve onun insan-ı kâmil olma yolunda geçirdiği süreç anlatılır. Üstadın Yunus Emre hakkında söyledikleri de oyunla birebir örtüşür: “...Ve nefs muhasebesinin en büyük timsallerinden biri… O, ruhun bütün

Oyun üç perde, dokuz tablodan oluşmuştur. Oyunun kurgusunda Yunus Emre’nin divanının da büyük bir işlevi vardır. Yunus Emre’nin düşüncelerini özetleyen şiirler bilinçli olarak oyunun bölümlerine dağıtılmıştır. Olaylar şiirlerle bağlantılı olarak verilmiştir. Necip Fazıl kurguyu yaparken Yunus Emre’nin menkıbelerden öğrenilen hayatına bağlı kalmıştır. Oyun kişisi -Yunus Emre- bey kılığı içinde mezarı olmayan bir köy arar. Onu bulduğunda ölümsüzlüğü de bulacaktır. Yani mezarı olmayan köy ölümsüzlüğün simgesidir. Yunus’un karşılaştığı oyun kişisi - Derviş- ona mezarı olmayan köyü bey kılığı içinde değil yalın ayak, başı kabak araması gerektiğini ve onu dışında değil, kendi içinde araması gerektiğini söyler. Yunus Emre köyü aramaya devam eder ve Erenler köyünü bulur. Bir ses onu çağırır ve sesi takip eden Yunus aşması gereken engellerle karşılaşır. Şiirleriyle ölüm, visal-i suri, aşk ve mürşit engellerini aşar. Sonucunda Taptuk Baba’ya ulaşır. “TAPTUK BABA – Türkmen köylüsü kıyafetinden çık! Bir aba, bir külah, derviş kılığına gir! Taptuk Baba seni has evlatlığa kabul ediyor. Kırk gün, kırk gece çile dolduracaksın! Her gün oruçlu… Akşamları bir su, bir ekmekle iftar…


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kırkıncı günü gelip seni bulacağım! Bakalım, kazanın dibinde ne olacaksın? Biraz bekle!” (Yunus Emre, 39) Çilesinin son gününde Yunus Emre’nin bir ziyaretçisi vardır. Baştan ayağa siyahlar içinde bir adam kapıya gelir. Taptuk Baba’nın kızı Fatma’nın sesiyle konuşarak Yunus Emre’yi yolundan döndürmek ister. Yunus Emre onu kovmak istese de oyun kişisi -Siyahlı Adam- içeri girer. Siyahlı Adam nefstir. Çeşitli uğraşlarla Yunus Emre’yi aldatmaya çalışır. Yunus Emre “La ilahe illallah” diyerek kurtulur. Taptuk Baba çilesini dolduran Yunus’a kızı Fatma’yı verir. Bu bölümün ardından Yunus Emre Taptuk Baba’nın isteği ile dağdan dergâha odun taşımaya başlar. Kaç yıl süreceği belli değildir. Aradan oyuz yıl geçer. Yunus Emre elli beş yaşındadır. Odun taşımaya devam eder. Bir yandan da koro ile ilahilerini söyler. Taptuk Baba, Yunus’un getirdiği bütün odunları elleri ile sıvazlar ve sorar: “Ormanda eğri odun mu yoktur da sen hep düz odun getirdin?” Yunus ise “Senin kapından eğrilik girmez de ondan…” diye cevap verir. Sonunda Taptuk Baba, Yunus’un ermişliğe ulaştığını ancak son bir sınavının kaldığını söyler. Elindeki asayı

göğe atar. Yunus asaya ulaştığı gün ermişliği sona erdirmiş olacaktır. Yunus Emre son perdede mahkemede kadı tarafından yargılanır. Köylüler onun laflarını şeriata aykırı buldukları için şikâyetçidirler. Kadı, Yunus Emre’ye sorular yöneltir. Yunus her bir soruya ilahi ile cevap verir. Kadı, Yunus’u suçlu bulur cezasını verirken Taptuk Baba’nın asası Yunus’un önüne düşer. Kadı ve subaşı Yunus Emre’nin ne denli ulvi bir kişi olduğunu anlayıp ellerini öpmeye başlarlar. Son tabloda Yunus Emre bir ses tarafından çağrılır. ‘’Yunus hazırlığın tamam mı?’’ ‘’Yunus, gel! Yunus, gel!’’ Yunus tam çıkacakken subaşı Sultan’ın onu görmek istediğini, taht-ı revanına çağırdığını söyler. Yunus ise, “Derviş Yunus’u Sultanların Sultan’ı çağırıyor.’’ der. Yunus Emre artık taht-ı revana değil tabutuna gitmek için sahneden çıkar. Necip Fazıl, Yunus Emre oyunu ile yüce bir şahsiyet olan Yunus Emre’yi yaşatmakla kalmamış, onun davasını savunarak okuyucuya aktarmıştır. Yunus Emre’yi canlandıracak başarılı aktörleri sahnede görmek umuduyla…


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ramazan Sadakası Soğuk, soğuk… Acı bir levha-i teşekkisi Yolunda kalb-i hayâtın, gelir enîn-i riyah; Soğuk, soğuk… Denizin lerzedâr-ı girye sesi Eder yüreklere târi bir ihtizâz-ı cenâh. Delik paçavralar altında bir küçük seyyah… « Efendiler, ne olur, ben fakirim işte… » Sükût; « Efendiler, acıyın… » Pür-vakaar ü bî-ârâm Efendiler geçiyor; yavrucak soluk, mebhût Nazarlarında hazin bir edâ-yı istirhâm, Çolak eliyle verir her geçen hayâle selâm. « Efendiler, ramazandır… mübârek akşamdır...» Zavallı tıfl-ı sefâlet, zavallı ömr-i tebâh! « Efendiler, acıyın, ben garibim işte… » Hayır, Akın akın geçen erbâb-ı i’tizâz ü refâh Eder bu kirli, bu yırtık sadadan istikrâh. Soğuk, soğuk… Asabî darbelerle bir yağmur Ufukta parçalanan bir sehâba hiddetle Gelip likaa-yi zelîl-i hayâtı kamçılıyor. Soğuk, soğuk… Bu tahammül-gezâ bürûdetle Çocuk harâb olacak; âh, ey saâdetle O süslü haclelerin sîne-i muattarına Koşanlar, işte bir insan ki inliyor nefesi; Bakın şu sıska, şu çıplak, şu eğri kollarına; Bu artık işliyemez; hisse-i mesâisi Sizindir işte, verin, susturun bu hasta sesi!

Tevfik Fikret


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ramazan Duası Yâ Rab, şu muazzam Ramazan hürmetine, Kaldır aradan vahdete hâil ne ise; Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan, Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se. Mâdâm ki verdin bize bir rûh-i nevîn... Yâ Rab, daha bir nefha-i te’yîd insin! Mehmed Akif Ersoy 4 Ramazan 1328 (8 Eylül 1910)


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KARAGÖZ ve HACİVAT

Hilal AKARSLAN

Karagöz ve Hacivat Oyununun Tarihi Deriden yapılan tasvirlere arkadan vuran ışığın, tasvirlerin gölgesini beyaz bir perde üzerine yansıtması temeline dayanan gölge oyunu doğu kültürlerine özgü bir sanattır ve ortaya çıkışı hakkında değişik rivayetler vardır. Bir rivayete göre Çin hükümdarı Wu (M.Ö. 140-87) karısının ölümü üzerine derin bir üzüntüye kapılır. Şav Wong adlı bir çinli, hükümdarın üzüntüsünü hafifletmek için sarayın bir odasına gerdiği beyaz bir perdenin arkasından geçirdiği bir kadının perde üzerine düşen gölgesini ölen kadının hayali diye sunar. (Bizdeki Karagöz ve Hacivat efsanesine benzerlik dikkat çekicidir). Bir başka rivayete göre ise

Hint’ten çıkmış 4. ve 5. yüzyıllarda Java’ya geçmiş ve buradan da batı dünyasına yayılmış olmasıdır. Gölge oyunu tekniğinin Türk toplumunda ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Bir görüşe göre Çinlilerden Moğollara onlardan da Türklere geçmiştir. Daha sonra da Türk akınlarının istikametine paralel olarak batıya geçmiştir.

Bu tekniğin Türk halk kültüründe ortaya çıkışı ve ne zaman Karagöz ve Hacivat olarak biçimlendiği hakkında değişik görüşler vardır. Bunlardan en yaygın olanı Sultan Orhan devrinde (1324-1362) Ulu Cami’nin inşaatı sırasında Bursa’da geçmiştir. Cami inşaatında çalışan demirci ustası Kambur Bâli Çelebi (Karagöz) ile duvarcı ustası Halil Hacı İvaz (Hacivat) arasında geçen nükteli konuşmaları dinlemek isteyen işçiler işi gücü bırakıp onların etrafında toplanır, bu yüzden de inşaat yavaş ilerlermiş. Bu durumu öğrenen padişah her ikisini de idam ettirmiş. (Bir rivayete göre ise Karagöz idam edilmiş, Hacivat ise hacca giderken yolda ölmüştür). Daha sonra çok pişman olan padişahı teselli etmek isteyen Şeyh Küşterî başından beyaz sarığını çıkarıp germiş ve arkasına bir şema (ışık) yakarak ayağından çıkardığı çarıkları ile de Karagöz ve Hacivat’ın tasvirlerini canlandırıp nükteli konuşmalarını tekrar etmiş. O tarihten sonra da Karagöz oyunları değişik mekanlarda oynanır


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmuş. Günümüzde de Karagöz perdesine Şeyh Küşterî meydanı denir ve Şeyh Küşterî Karagözcülüğün pîri kabul edilir. Yalnız burada üzerinde durulması gereken nokta şudur ki; Bursa’daki Ulu Cami Sultan Orhan döneminde değil, Yıldırım Bayezid döneminde yapılmıştır. Dolayısıyla bu söylenti gerçek olamaz. Karagöz hakkında ilk kesin belge şehzadelerin sünnet şölenini anlatan 1582 tarihli Surname-i Humayun’dadır.

sınıflandırmalara ayırmışlardır. Bu sınıflandırmalar genellikle şive taklitleri üzerine kurulmuştur. Prof. Metin And ise bu sınıflandırmayı on bir bölümde yapmıştır:

Karagöz Oyununda Tipler

Eksen Kişiler (Karagöz, Hacıvat) Kadınlar (Zenneler, Kanlı nigar, Salkım İnci, Karagöz’ün karısı, Hacıvat’ın Kızı vs.) İstanbul ağzı konuşanlar (Çelebi, Tiryaki) Anadolulu kişiler (Laz, Bolulu, Kayserili, Kürt, Kastamonulu) Anadolu dışından gelen kişiler (Arnavut, Arap, Acem) Müslüman olmayan kişiler (Rum, Ermeni, Yahudi) Kusurlu ve ruhsal hasta olan kişiler (Kekeme, Kambur) Kabadayılar ve sarhoşlar (Matiz, Tuzsuz Deli Bekir, Sarhoş) Eğlendirici kişiler (Köçek, Çengi, Cambaz, Hokkabaz) Olağanüstü kişiler ve yaratıklar (Cazular, Cinler, Canan) Geçici, ikincil kişiler ve çocuklar (Çeyiz taşıyıcaları, Satıcılar vs.)

Karagöz oyunlarının ortaya çıkışı hakkında kesin olarak ortaya konulabilen bilgilerin olmadığını ve bu konuda öne sürülen tüm bilgilerin birer varsayımdan öte gidemediğini yazmıştık. Karagöz oyunları nasıl ortaya çıkmış olursa olsun değişmez bir olgu var ki o da oyunlarda rol alan tiplemelerin birden bire oyunların içine girmiş olması değil zaman içinde Karagöz perdesinde yer almış olduklarıdır. Padişah 2. Abdulhamid döneminde tüm tiyatro oyunlarına olduğu gibi Karagöz oyunlarına da sansür konmasından sonra oyunlarda (ya da geleneksel Türk tiyatrosunda) eskiden olduğu gibi doğaçlama geleneği yavaş yavaş terk edilmeye başlanmıştır. Çünkü doğaçlama oyunlar yapısı gereği güncel olayların mizahi bir dille seyirciye aktarılması temeline dayanır ki, doğaçlama oynatıldığında siyasal taşlamalar yapılması tabii ki kaçınılmazdır. Ancak bu dönemden önce tüm oyunlar doğaçlama oynatıldığından günlük hayatta toplum hayatında yer edinmiş olan kişiler ya da etnik gruplar Karagöz perdesine yansıtılmışlardır. Bu açıdan bakıldığında Rum, Arnavut, Rumelili gibi tiplemeler Osmanlı Devletinin genişlemesine paralel olarak toplum hayatının bir parçası olmuşlar ve bu da Karagöz perdesine yansımıştır. Karagöz oyunlarında oyun metinlerini ezberlemek yerine tiplerin genel karakteristik özelliklerini bilmek yeterlidir. Çünkü bu tiplemeler belli olaylar karşısında belli davranış kalıpları sergilerler. Karagöz dobra, hilesiz, zaman zaman patavatsız, Hacıvat iş bilir kaypak, Tuzsuz Deli Bekir kabadayı vs. Karagöz konusunda araştırma yapmış kişiler oyunlardaki tiplemeleri çeşitli

KARAGÖZ VE HACİVAT’IN GERÇEK HİKÂYESİ

‘’Haklarında pek çok rivayet bulunmakla beraber gerçeğe yakın olanını sizinle paylaşıyorum.’’


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Orhan Gazi babası Osman Bey’in anısına o dönem ki başkent Bursa’da büyük bir camii yaptırmaya karar vermiş. Emrindeki bütün mimarları çağırmış huzuruna. “Babam Osman Gazi’nin anısına güzel olduğu kadar görkemli bir camii yapılmasını istiyorum. En güzel projelerinizi yapın getirin bana.” demiş onlara. Kısa bir süre sonra bütün mimarlar en güzel projeleriyle Orhan Gazi’nin huzuruna gelmişler. Bütün projeleri tek tek inceleyen Orhan Gazi içlerinden en beğendiğinin sahibi mimarı çağırtmış ve ona kusursuz bir işçilik istediğini söylemiş; “Yörenin en iyi ustaların bulacaksın ve en kaliteli malzemeleri kullanacaksın, hiçbir masraftan da kaçınmayacaksın” diye de belirtmiş. Mimarbaşı birkaç gün içerisinde ülkenin dört bir tarafından en iyi ustaları toplamayı, en kaliteli ve güzel malzemelerin getirtilmesini sağlamış ve sultanın huzuruna çıkmış. Mimarbaşı; “Padişahım” demiş, “Yörenin en iyi duvar, demir, ahşap ustalarıyla en becerikli hat sanatçıları ve nakkaşlarını topladım. İnşatta kullanılacak bütün malzemeler kılı kırk yararak seçildi. Biz hazırız, emir verirsen hemen başlamak isteriz bu kutlu işe. “Mimarbaşı’nın anlattıklarından son derece memnun görünen Orhan Gazi, ” Mimarbaşı beni çok iyi dinle” demiş. “Söylediklerin güzel, hemen başlayabilirsiniz camiyi inşa etmeye ama aç kulaklarını dinle şimdi. Bil ki bu camii benim için çok önemli. Bu yüzden ,her kim ki inşaatın yavaşlamasına veya işlerin aksamasına sebep olursa o an kellesini vurdururum. Şimdi çıkın gidin başlayın camiyi yapmaya.” İnşaat hemen başlamış tabii ki. Mimarbaşı Kambur Bali Çelebi’yi (Karagöz) demirci ustası, Halil Hacı İvaz’ı da (Hacivat) duvar ustası olarak görevlendirmiş. Bu iki ustayı da işlerini her ne pahasına olursa olsun aksatmamaları için de sıkı sıkı tembihlemiş. Karagöz, mektep okumamış ama inşaatlarda ustaların yanında çalışa çalışa iyice ustalaşmış artık işinin en iyisi olarak anılmaya başlamış cevahir birisiymiş. Tez canlılığı ve

hazırcevaplığı yüzünden sürekli başını belaya sokan Karagöz, bu belalardan kıvrak zekâsının marifetiyle kurtulmaya çalışırmış. Bu belalar artık onun içinden çıkamayacağı bir hal alınca da yardımına en yakın dostu Hacivat koşarmış. Hacivat ise bu yakın dostunun aksine, medrese de eğitim görmüş, her konuda bilgisi olan görgülü ve bilgili birisiymiş. Karagöz’le hemen her konuda sürtüşse de yine de en iyi dostuymuş Karagöz onun. Sultan’ın babası için yaptırdığı inşaat çalışmaları tüm hızıyla sürüyormuş. İşçiler, ustalar, mimarbaşı camiyi sultanlarının istediği şekilde ve zamanda hazır etmek için var güçleriyle çalışıyorlarmış.

Mimarbaşı ve ustalar, didişmeleri bütün ülke tarafından bilinen Hacivat ve Karagöz’ü de birbirlerinden ayrı tutmak için de uğraşıyorlarmış bir yandan. Bu duruma en çok kızanların başında da hiç şüphesiz can dostu Hacivat’la didişemeyen Karagöz geliyormuş. Gözünü kestirdiği Hacivat’a mimarbaşının yanında sokulamayan Karagöz, mimarbaşının malzeme almak için şehre gitmesini fırsat bilmiş ve yanına sokulmuş Hacivat’ın. Hacivat can dostunu yanında görünce sevinmiş ve ona dönmüş demiş ki; – Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin – Şule levendim, turp dikenim hoş geldin diye karşılık vermiş Karagöz.


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hacivat Karagöz’ün huyunu bildiği için kızmamış ve yine güleç yüzüyle konuşmuş; – Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin – Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim. – Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin – Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim – Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin – Yasef’im, bitli avramım boş geldim – Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin – Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin Hacivat ile Karagöz böyle birbirleriyle atışırlarken bütün diğer işçiler de başlarında toplanmış onların bu keyifli ve eğlenceli didişmelerini izleyip eğleniyorlarmış. İnşaattaki bütün işçi ve ustaların en büyük eğlencesi haline gelmişler zamanla. Artık ne zaman mimarbaşı inşaattan ayrılsa Hacivat ve Karagöz birbirleriyle atışmaya başlar hale gelmişler. Diğer bütün çalışanlar da etraflarında toplanıp onları izlermiş. Onlar atıştıkça izleyiciler kendilerinden geçer ve bütün yorgunluklarını unuturlarmış. Günlerden bir gün Padişah babası için yaptırdığı caminin inşaatını kontrole gelmiş. Fakat inşaatın istediği hızda gitmediğini görünce keyfi kaçmış ve hemen mimarbaşını çağırtmış. Mimarbaşı, padişahın caminin inşaatı konusundaki hassasiyetini bildiği için de korkmuş. Padişaha demiş ki: “Sultanım nedendir bilmem ama ben malzeme almak veya başka bir iş için inşaattan her ayrıldığımda işler yavaşlıyor. Bunun sebebini en yakın zamanda öğrenip gereken tedbirleri alacağım.” Orhan Gazi sinirlenmiş ama yine de sorunun sebebini öğrenip, çözmesi için mimarbaşının istediği süreyi vermiş ona. Mimarbaşı bir gün yine “ben malzeme almaya gidiyorum” deyip inşaattan ayrılmış ama hemen yakında bir tümseğin ardına

gizlenip işçileri izlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kendisinin ayrılmasını fırsat bilen Hacivat ve Karagöz atışmaya başlamışlar ve bütün çalışanlar da onların bu atışmalarını izlemek için etraflarında toplanmış. Mimarbaşı hemen soluğu Orhan Gazi’nin sarayında almış ve padişahın huzuruna çıkmış. Padişaha olup bitenleri ve inşaatın yavaşlamasının sebeplerini anlatmış. Bunu duyan Orhan Gazi çok sinirlenmiş ve derhal bu iki işçinin asılmasını emretmiş. “Onlar asılsın ki bu diğer bütün işçilere ders olsun” demiş. Padişahın emri derhal yerine getirilmiş ve Hacivat ve Karagöz çalıştıkları inşaattan apar topar alınarak asılmışlar hemencecik. Padişahın bu kararı inşaatta olduğu kadar bütün şehirde de büyük bir üzüntüyle karşılanmış. İnsanlar merhametli, şefkatli, halkı ve ulemayı seven padişahlarının böyle bir şey yapmasına çok üzülmüş ve her taraftan bu hoşnutsuzluklarını hissettirmişler padişaha. Orhan Gazi de kısa bir süre sonra hatasını anlayıp vicdan azabı duymaya ve yaptığı bu yanlışa üzülmeye başlamış. Padişahın bu üzüntüsünü gören Şeyh Kuş teri adındaki uleması, Sultanının üzüntüsünü hafifletmek için kendince bir yol bulmuş o anda. Başındaki beyaz sarığını çözen Şeyh Kuş teri sarığını açarak mum ışığının önünde germiş. Ayağından çıkardığı çarıklarını da kukla gibi kullanarak sarığın arkasında Hacivat ve Karagöz’ün atışmalarını taklit etmeye başlamış: Hacivat: Hasretinle beni koyup gidenin, hoş geldin. Karagöz: Hasta iken turşu suyu içenim, boş geldin. Hacivat: Gel Karagöz, gidelim Göksu’ya yiyelim dolma. Karagöz: Sümüklü burnumu ye de, namerde muhtaç olma...


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HUZİRAN Ah inanmam aylardan haziransa Adını anamam Ben çünkü haziranda Ne Harran'da ne İran'da Hem burada pek kalamam da Bir de senin çiçeklerin bu ayda mı açıyor Koklayamam,koparmaya kıyamam Ve çiçeklerinden yaptığın taçları saçlarıma da takamam Kuşların şimdi hangi şarkıyı besteliyor Yok ama ben duyamam Ben böyle deyince hem bir kuş çıktı yuvasından Hazirandan ve huzur ondan Bir kusur bulurum hem bulamam Sana bir elma bile soyamam Ağacının dallarına yetmiyor boyum Meyvene nâil olamam Ama bir kederdir ki Temmuza artık varamam da Ne Harran'da ne İran'da Huzur Haziran’da.

Begüm Çalışkan

ÇÂRNÂÇAR Kalbimin güvercinlerine söz geçiremiyorum Hem bu beyaz Hem bu mavi gözlü güvercinler Benden sana yola çıkmış binlerce güvercin var Hepsi uç uç uçtu belki çârnâçar Ve belki gagaları bir çağ kapar Kirpiğine konarsa herhangi biri kezâ Sonsuzluğa doğru bir çağ açar

Begüm Çalışkan


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Misafir Köşesi

Hayat Tiyatrosu Perde açılır. Sahnede bir muharebe... İki saf... Safların ismi herkese göre başka. Zengin ile fakir, güzel ile çirkin, çalışkan ile tembel, saf ile kurnaz ya da doğru ile yanlış karşı karşıya. Ortada küçük bir kız çocuğu. Tarafı… Tarafı; tarafsızlar, yer bulamamışlar, uyumsuzlar, tutunamayanlar… Küçük kızın elinde bir şemsiye. Yüzünde, toz bulutunun arasından belli belirsiz gözüken bir korku. Bekliyor. Titreyerek korkudan savaşın bitmesini bekliyor. İki tarafın şaşkın bakışları arasında, etrafından geçen mermilerin kulağında bıraktığı çığlıklarla, nidalarla gözleri sımsıkı kapalı şemsiyesinin gölgesinde bekliyor. Semadaki siyah bulutun dağılmasını bekliyor. Atılan topların fırtınasının yerine meltemlerin geleceği dakikayı bekliyor. Umutla, özlemle, inançla bekliyor. Ama hey hat! Masallarda değil küçük kız. Yaşam sahnesinin tam ortasında... Ve bir şarapnel parçası… Tam kalbine… Tüm sevgilerin arasına kara bir demir parçası. Kızıl sevgileri dökülüyor yerlere küçük kızın. Bedeni palyaço cesetlerinin arasına yığılıveriyor. Şemsiyesi darmadağın oluyor. Kimse görmüyor kızı, kimse aramıyor, sormuyor. Ve bir süre sonra bir sessizlik. Ateşkes! Sonunda savaşı başlatanlar savaşı bitiriyor. Bir adam barışı asıl isteyen küçük kızın cesedinin üzerinden atlayarak gururla geliyor sahnenin önüne. Savaşı bitiren büyük adam. Ödülleri takdim ediliyor. Ve alkışlar ve cesetler ve barış. Perde kapanır. Dilara Nur Özcan Aydın / Nazilli


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türkiye'nin en edepli edebiyat çetesi : Afili Filintalar Işık Selin Orhuntaş Edebiyata az çok ilginiz varsa fark etmişsinizdir. Edebi hareketleri ya da üstad diyebileceğimiz isimleri birleştiren ortak nokta bir yayın organıdır. Gazete ya da dergi etrafında birleşir bu isimler ve halka oradan ulaşırlar. Servet-i Fünun sanatçıları mesela... Veya Garip şairlerine Varlık dergisinde yer verilmesi gibi. Biz edebiyat öğrencileri için sanırım bu kural Cumhuriyet Dönemi'nden sonra bitiyor. Dergi veya gazete etrafında toplanma geleneğine pek sık rastlanmıyor. Devir değişirken edebiyat da değişimden nasibini alıyor tabii. Yıl 2000'lere geliyor ve internet hayatımıza giriyor. Aradığı bilgilere ulaşmak için kütüphanelere giden insan sayısı azalıyor. Kişisel bloglar moda olmaya başlıyor. Her şey bu kadar gelişmişken neden bir blog etrafında toplanıp edebiyat dünyasına ismini yazdıran bir topluluk olmasın? Oluyor. Tam da bu noktada sahneye “Afili Filintalar” çıkıyor! Afili Filintalar isimli blogda düzenli olarak yazı yazan yaklaşık 30 isim var. Başlangıçta üç isim konuşuluyordu: Bir senarist, bir yönetmen, bir yazar; Alper Canıgüz, Onur Ünlü ve Murat Menteş. Daha sonra Emrah Serbes, Murat Uyurkulak,Tarık Tufan, Fatih Altınöz ve daha nice isimler listeye ekleniyor. Murat Menteş ve Alper Canıgüz okuyucuları “Afili Filintalar” ismine yabancı değiller. Murat Menteş iki kitabında kurulma hikayesinden söz eder. Afili Filintalar, lisede kurulmuş bir çete. Çete lideri Nuh Tufan , Murat Menteş'in albino roman kahramanı. Öğretmenlerine rest çeken, adam döven, manifesto yazıp öğretmenler odasına asan, bu sayede lisedeki öğretmen şiddetinin önüne geçen bir çete. Çok uygun görüyor muyuz? Kanımca elbette hayır. Blog kurulma müjdesini de Alper Canıgüz'ün Gizli Ajans'ından alıyoruz. Blog kurulma hikayesi de bir hayli ilginç. Yazar blogu olarak tasarlanan projeye başta üç isim düşünülmüş; Onur Ünlü, Alper Canıgüz ve Murat Menteş. Bu fikri telefonda öğrenen Menteş'in cevabı, ''Tamam biz 15 kişi geliyoruz.''olmuş. Erkek egemenliğinde sürüp giden siteye bir süre sonra -okuyucularının ısrarıyla- kadın yazarlar da katıldı. Misal; Aslı Tohumcu. Başlarda eğreti durduğu söylendiyse de zamanla filintaların parçası olarak kabullenildi. Farklı alanlarda farklı ideolojilere sahip yazarlar bir arada. Hepsinin ortak noktası


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dert. Dertlerini yazıya dökmek. Bir de Murat Meteş'in deyimiyle hepsinin “Bu çağın fiyakalı kaybedenleri” olmaları. Ben Afili Filintalar'ı tanımadan önce bu oluşuma karşı çok önyargılıydım. Popüler edebiyatın ürünüydüler ve ben onları okumazdım. Geçen yaz “mutlaka oku” ısrarlarına daha fazla direnemeyeceğimi fark ettim. Bir kitabın çok satanlar listesinde olması onu popüler kültürün bir unsuru yapmıyormuş. Büyük konuşmuştum, pişman oldum. Murat Menteş tabii ki çok satacaktı çünkü anlattıklarının hepsinin gerçek olmasına rağmen henüz yaşanmamış olayları vardı. Muhsin'in kırık kalbi aslında bizim kırık kalbimizdi. Emrah Serbes'in paradoksları belki de bizi erken kaybetmekten kurtaracaktı. Yani onlar bizim hikayemizi yazıyorlardı. “bir 45'lik lütfen; plak ya da tabanca.” Afili Filintaları yeni bir edebiyat oluşumu sayabilir miyiz? Tartışmaya açık bir mesele. Her yazarın kendine ait bir dili var. Küfürü de deyimi de şivesi de kapımızın önünden yükselen seslerden. Anlatılanların hiçbirine yabancı değiliz, en yakın arkadaşımız albino olamaz mı? Bu da sokağı, hayatı edebiyata taşımanın bir başka boyutudur. Filintaların verdiği eserlerin hepsi edebi açıdan mükkemel değil elbettte. Ancak 'farklı' olan bir şeyler var. Gerçeklik ve gerçeküstülük arasındaki ince çizgide eseler verilmesi farklılık için bir örnek. Anlatım teknikleri ve karakter konuşturmaları da kendilerine has. Bütün bunları bir yana bırakalım, Afili Filintalar'ın göze çarpan en önemli ortak noktasından söz edeyim. Bilgi birikimi açısından dolu dolu insanlar. Özellikle Murat Menteş kitapları; içinde Çin atasözlerinin yanında sinema tarihindeki kült filmlere yeni bakış açıları barındırır. Alper Canıgüz psikolojik terimleri ve tahlilleriyle hikayesini daha da sağlamlaştırır. Şizofrengi dergisinden tanıdığımız Fatih Altınöz'ün varlığı okuyucuyu 'derginin devamı gelecek mi' beklentisine sokar. Türkiye'nin en edepli çetesi Afili Filintalar, kendi içinde ufak tefek ayrılıklar yaşasa da 21.YY Türk Edebiyatı'na yeni bir soluk kazandırmıştır. Umudum bundan yıllar sonra edebiyat dünyasında isimlerinin anılmasından yana. İnşallah LYS edebiyatında oluşumlarını şıklarda ve paragraflarda görebiliriz. 

(Afili Fİlintalardan biri olan Ah Muhsin Ünlü -Onur Ünlüaynı zamanda yönetmen. İtirazım Var, Onur Ünlü'nün senaryosunu yazdığı, yönettiği ve yapımcılığını üstlendiği 2014 yapımı polisiye komedi türünde sinema filmi.)

(Murat Menteş’in Dublörün Dilemması kitabının ilk sayfasından... Murat Menteş'in romanlarında film gibi hikayeler vardır. Anlattıkları gerçek olamayacak kadar saçma ama gerçek olacak kadar da eğlencelidir.)


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

O GECELER Bolşeviklerden kalma geceler, Şarabın mayalanmasını mı beklerler? O geceler ki, geçerken yoldan Kezban Nine, Yanında salavat çekerler. O gecelerde sardalya kafasına tav olur adamlar. İnkılaplara hesap sorup, yol keser kafalar. Demlendikçe demlenir, ihtilal diye nefes veren babalar; Bir Pers efsanesi gibi anlatılır yalancı masallar. O gecelerde Afrikalı dilenciye meyl ederler, Asma köprüdeki zatürreliye bilenirler, Gözleri konuşan Tatar güzeline Omurgasız cümleleri borç bilirler.

Sema Keser GÜNLERDEN BİRİ

Nice günlerden birindeyim Dünlerimi ararken, Sarhoş bir akrebin Yelkovanına bakarken Sema Keser


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Atomuna Kadar Yalan Söyleyebiliriz!

Yalansız kelam etmek o kadar zor mu insana? Hani o küçükken suçüstü yakalanınca ezberlenen halı desenleri de gelmiyor artık göz önüne. Öylece söyleniveriyor, sanki olması gereken aslında en başından beri buymuş gibi. Önce benlikler inandırılıyor. Yalan söylemenin ilk kuralı budur; çünkü, yaşanmayan bir yalan asla başarılı değildir. Evet, insanlık yalanı başarılı kıldı. Kötü yalan söylenenlerin cezalandırıldığı bir dünya bu. Yalan maskedir aslında, herkes için farklı ve özel tasarımlara bürünebilen, her koşula uyum sağlayabilen bir maskedir. İnsanlığın yeryüzündeki ilk gününden bugüne en büyük icadıdır. İyi kurgulanmış bir yalan efsane olabilir. O sırada harcanan hayatların değeri önemsenmese de olur, sonunda kazanan bir maske var nihayetinde. Çoğu zaman da kalkan olur yalan. Bazı yalanlar istenerek söylenmez çünkü, harcamak değildir mesele, iyileşmektir. Buna da haklı yalan dedi insanlık. Adaleti balıklar tarafından sorgulanan bir evren değil çünkü burası. Olsaydı belki bir kaç baloncuk dolusu yalan patlatır, gökyüzünde toz pembe yıldızlarla yakar top oynayabilirdik. Ne yazık ki her acıyı belkemiğine kadar yaşamak zorunda olduğumuz bir evren burası. Acının her eklemde ayrı ayrı çınlayışının duyulduğu bir evren. Yalanı baloncuklar içinde saklayabilmek için fazla gerçek. Açıktan savururuz yalanı, haklı ya hani... En iyi kamuflaj en çok görünürde olandır hem.Ya çok akıllıyız ya fazla körüz... Bir galaksi kadar sır yüklenmiş olan akılların yalana nefes gibi ihtiyacı olur. Mecburdurlar, istemeseler de. Bu akılları ayırt edemeyecek kadar körüz, tüm yalanları bir kefede tartacak kadar. “Yalan” çünkü kötüdür, bize böyle öğretildi. “Yalan söylersek taş oluruz” çünkü. Ama sistem dominosunun ilk taşı devrilmiş olan bir evrende kalan taşları kim durdurabilir? Herkül bile bir gün yaşlanacak. O zaman domino taşlarının yerine dizebileceğimiz bol bol yalan kelamımız olduğu için gelmiş geçmiş en şanslı canlı türü sayılacağız. İşte böyle, yalanı haklı çıkaralım. Endişelenmeye gerek yok, göremeyecek kadar körüz.

Zeynep Tosun


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR SİYAH SİYAH SAÇLI SAÇLI KADIN: KADIN: BİR BUKET UZUNER UZUNER BUKET

Tuğçe Erkol

Bir siyah saçlı kadın, Buket Uzuner... En azından ben onu “İki Yeşil Su Samuru: Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri”yle tanıdığımda öyleydi. Şimdiyse kızıl saçlarıyla her zamanki hayat dolu, bilgili, kültürlü, çevreci, sosyal olayların bilincinde, gezgin, kedici ve tam anlamıyla bir İstanbul hayranı... Buket Uzuner, 3 Ekim 1955’de Ankara’da doğdu. Eğitim hayatının büyük bir kısmını Ankara’da geçirdi. Biyoloji ve çevre bilimi eğitimi aldı. Eğitiminin etkisi midir yoksa çevre sorunlarının bilincine erken yaşta vardığı için mi bu alana eğilmiştir bilemiyorum ama hayatını çevre sorunlarıyla savaşmaya adamış bir yazar, yazardan ziyade içinde bulunduğu durumun bilincinde olan bir aydın olarak hayatına devam ediyor. Çevre sorunlarına dikkat çekmek adına en önemli savunma ve duyuru alanı olarak sosyal medyayı kullanan yazar, bir imza toplama sitesinde yunusları korumak için bir kampanya başlattı: “Kültürümüzün de bir sembolü olan yunusları intihara sürükleyen Kaş Yunus Parkı’ndaki esaretini sona erdirmek için change.org’da başlattığım kampanyayı imzayla destekleyerek yunusların özgürlüğüne kavuşmasını sağlamak senin elinde.”

Sosyal medyanın yanı sıra yazarın, çevre sorunları ile ilgili insanımızı bilinçlendirme çabalarına kitaplarında da rastlanır. Hacettepe Üniversitesi ve ODTÜ’nün yanı sıra Norveç, ABD ve Finlandiya’daki üniversitelerde de çevre bilinci aşılamak ve bu sorunları önlemek adına birçok çalışmaya katıldı. 80 döneminden sonra yapmak istedikleri üzerine düşünmeye başlayan yazar, yıllar sonra edebiyat hayatına başlayınca bununla ilgili olarak şöyle bir açıklama yapar:

“30 yaşıma geldiğimde bir karar vermem gerekiyordu. Ya yazar olacaktım ya da bilim kadını olacaktım. 6 ay oturup düşündüm, yazar olmaya karar verdim.” Buket Uzuner, iyi ki de bu kararı vermiş, vermiş ki edebiyat hayatına 7 roman, 9 öykü kitabı, 3 gezi kitabı, 1 biyografi ve 2 deneme kitabı


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sığdırmış. Ve kim bilir daha hayatı boyunca neler yapacak? Birçok yazarda olduğu gibi Buket Uzuner de yazı hayatına öykü yazarak başladı. 1986 yılında da ilk öykü kitabı olan Benim Adım Mayıs yayımlandı. 1988’de Ayın En Çıplak Günü, 1989’da Güneş Yiyen Çingene gibi iki öykü kitabı daha yaymladı. Ayrıca gene 1989’da Bir Siyah Saçlı Kadının Gezi Notları adlı gezi yazısı yayımlandı. Yazarın ilk romanı feminist bir bakış açısıyla yazdığını kendisinin de söylediği İki Yeşil Su Samuru: Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri. 1992’de ikinci romanı olan Balık İzlerinin Sesi yayımlandı. Roman 1993’te Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aldı. 1993 yılında bir de Karayel Hüznü, bir yıl sonra da Şairler Şehri adlı öykü kitapları yayımlandı. Yazarın üçüncü romanı olan Mabel sakızı tadındaki romanı Kumral Ada Mavi Tuna adlı eseri 1997’de yayımlandı. Roman yayımlandığı dönemde çok büyük bir yankı uyandırdı. Yazara birçok defa “Ada siz misiniz?” diye soruldu. O her defasında “Ben Tuna’yım.” cevabını verdi. Verdiği bu cevaptan birçok çevre rahatsız oldu. Ama onun sevenleri, yazarın bu cevabı neden verdiğini çok iyi biliyordu. Çünkü Buket Uzuner, tıpkı Tuna gibi halk tarafından biraz farklı diye

nitelendirilen insanlardan. Çünkü o toplumun tabularına uymak zorunda olmadığını gördü ve bunu ifade etmekten hiçbir zaman çekinmedi. Şehir Romantiğinin Günlüğü adını verdiği ikinci gezi yazısı 1998’de yayımlandı. İki yıl sonra da şimdilik son diyebileceğimiz gezi yazısı olan NewYork Seyir Defteri’ni yayımladı. 2015 yılı, Türkler için çok önemli bir yıl. Tüm dünya tarihinin seyrini değiştiren Çanakkale Zaferi’nin 100. Yıldönümü çünkü bu yıl. Buket Uzuner, 2001 yılında büyük zaferi romanlaştırarak Uzun Beyaz Bulut Gelibolu’yu yayımladı. Eser hala daha dünya üzerinde özellikle de Avusturalya’da en çok okunan Çanakkale Savaşı içerikli romanlardan biridir. 2002 Yılına geldiğimizde 25. sanat yılının kutlamaları içine giren Buket Uzuner, Feridun Andaç’la beraber uzun bir nehir söyleşi hazırladı. 25. Yılın atfedildiği gümüş yıldan dolayı da eserin adını Gümüş Yaz Gümüş Kız koydu. Özellikle yazarı daha yakından tanımak isteyen okuyucularının muhakkak okuması gereken kitapta yazarla ilgili birçok bilgi vardır. Öyledir ki sol ayak bileğinin röntgen filmi bile kitaba konmuştur. 2004 yılında yazar farklı bir yazın türü ile okuyucusuyla buluştu. İlk

deneme kitabı olan Selin ve Cem’le Yolculuklar yayımlandı. Buket Uzuner büyük bir İstanbul, özellikle de Moda aşığıdır. Bunu bir röportajında şöyle ifade eder.

“Bir kere Modalı olunca, artık ömür boyu öylesinizdir.” Yazarın, bu aşkı romanlarına da yansır. İstanbul’u yaşamayı bilen yazarın İstanbullular adlı romanı, sadece İstanbul gözlemleriyle değil, İstanbul’da yaşamanın getirdiği şartlar arasında kalan insanların ruh gözlemleriyle de örülen bir romandır. Aynı doğrultuda romanın yayımlanmasından sonra 2011’de bir de deneme kitabı yayımladı: Benim Adım İstanbul.


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

2012 yılında edebiyat kariyerinin ilk nehir romanına başladı: Tabiat Dörtlemesi. Bu dörtleme ilk olarak Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları-Su’yla başlar. Yazara neden Su’yu tercih ettiği sorulunca da açıklamasını yapar.

“Başlangıç hep sudur. O yüzden ben de dörtlemeye Su’yla başladım.” Yazar, Su yayımlandıktan sonra ona yöneltilen Defne Kaman’la ilgili bir soruda kendisinin de Defne’ye benzediğini söyledikten sonra bunun nedenini ifade eder ki, daha önce “Ben Tuna’yım.” dediğinde de aynı nedenlerden dolayı söylediği oldukça açıktır.

“Gazeteci Defne Kaman, uyumsuz diye nitelenen bir kadın, yani kendine sistemin çarklarında yer aramayı reddetmiş, düzene uymayı kabul etmemiş, biraz kıyıda kalarak kendi kişiliğini korumaya çalışan bir kadın.”

Okur, Buket Uzuner’den dörtlemenin ikinci kitabını beklerken bir sürprizle karşılaştı. Çünkü 2013 yılında Bir Yılbaşı Hikayesi adlı öyküsünü yayımladı. 2015 yılının Mayıs ayına geldiğimizdeyse okur, nihayet beklediğine kavuştu. Hem tabiat ve insan ilişkisinin nerede bozulduğunu sorgulayıp hem de Anadolu topraklarında okurlarıyla seyahate çıkan yazar, dörtlemenin ikinci kitabı olan Toprak’ı yayımladı. Daha önce Marmara Denizi’yle özdeşleşen Su, bu defa da Çorum’daki Hitit Harabeleri’ne giderken Toprak’ı orayla özdeşleştirdi. Sosyal medyayı aktif olarak kullanan yazar, olay akışı içinde kaybolan Defne Kaman’ı sosyal medya üzerinden de arar ve bunun için #DEFNEKAMANNEREDE etiketini kullanır. Çoğunlukla çevreci olaylarla adını duyduğumuz Magma dergisi Nisan sayısında romanın ön okumasını yayımladı. Yazarın son kitabını ilk olarak okuyanlardan biri

olan ve bizi Shakespeare’nin Soneler’iyle tanıştırdığı gibi Batı’yı da Orhan Veli’nin dizeleriyle tanıştıran Talat Halman, eserden şu şekilde bahsetmiştir:

“Türk şamanizmini evrensel değerlerle bugüne aktarmakta büyük başarı kazanıyor. Buket Uzuner yaratıcılığının en güzel simgelerinden.” Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları, Hava ve Ateş adlı 2 kitapla daha devam edecektir...

Şu bir gerçektir ki Buket Uzuner’i seven tam sever, sevmeyen de hiç sevmez. Arada olan birisini daha önce hiç görmedim de duymadım da. Çünkü o Tuna’dır, o Defne Kaman’dır, Teo’dur. Yani o uyumsuz gibi görünen ama aslında halkın sıraladığı tabulara uymadığı için uyumsuz olduğu söylenen bir insandır...


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GEMİ Acılardan bir gemi yaptım. Dümenine sevdayı koydum. Yelkenini düşlerime vurdum. Sığ okyanuslarda mı benim günahım? Sema Keser


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hikaye

Kalp Krizi Sabahın insanı ısıtmayan ilk ışıkları zar zor odaya sızmaya çalışıyordu. Arabaların, dolmuşların inmediği, insan gürültülerinin henüz boğmadığı dar sokağın sessiz kokusu içeriye doluyordu. Saate baktı: 06:58 Birazdan bu eski saati canhıraş bir şekilde ötmeye başlayacak, o bitmeden pek düşünceli telefonu onu uyandırdığını anlayana kadar çalarken buna otomatik ayarlanmış müzik setinden yükselen metal şarkılar eşlik edecekti. Sonra büyük bir hız ve enerjiyle bir anda hepsini susturup havalanan perde yerine gelmeden kendini yatağına geri atmış olacaktı. Ama beş dakika sonra bu düşünceli, “akıllı” telefonu tekrar ötmeye başlayacak ve o da oflaya puflaya sonunda yerinden kalkmak zorunda kalacaktı. Her biri bir yana fırlamış terliklerini yatak altında bulduktan sonra ensesini kaşıyarak manasızca otuz kırk saniye geçirecekti boşlukta. Yakasına sımsıkı tutunmuş uykusunu defetmek için elini, yüzünü yıkayıp, sabit bakışlarla kahvesinin suyunu ısıtacak, ağzına dolaptan bir iki zeytin birkaç bisküvi kırıntısı atarak kahvaltısını yapacaktı. Dolabını açıp beş beyaz beş mavi gömleğe bakıp hangisini giysem diye düşünürken bunun ne kadar anlamsızca bir düşünce olduğunu idrak edip birini üstüne geçirecekti. İlk düğmesini bir alttan düğmelemeye başlayacak, hepsi aynı bozuklukta devam edecek ve bunu son anda biri boşta kalınca anlayacaktı. Hayatta her zaman maruz kaldığı gibi... Tek çizgisi git gide kaybolmaya başlayan pantolonunun kemerini saatlerce arayıp vakit kaybedecekti. Çantasını apar topar hazırlarken akşam bitmesi gereken dosyaları olduğu gibi masanın üstünde bulacak, sinirle tıkacaktı gözlere. Evden çıkmadan havanın bulutlu olduğunu gördüğü halde eline bir de şemsiye almaktan üşendiği için öylece çıkıp gidecekti. Taşları sökülmüş kaldırımların, inşaatları yarım kalmış binaların, afişlerin bile doldurmak için tenezzül etmediği boş tabelaların, hayvanların gece deşip ortaya saçtığı çöplerin arasından geçerek, girintili çıkıntılı sokakta bir su birikintisine basıp pantolonunu kirletecek, sinirlenerek durağa doğru koşacaktı. Şüphesiz ki yine tam köşeyi dönerken, dolmuş hızla önünden geçip gidecekti. Bir iki saniyelik bu gecikmeden, aradığı kemerini, düğmelerini, alsam mı almasam mı diye düşündüğü şemsiyesini, taşları sökük kaldırımları sorumlu tutup sövecekti. Bir sonraki otobüsün de gecikeceği tutacaktı yine. Sonunda ufukta egzos dumanları içinde gelen körüklüyü görünce rahatlayacaktı. Hayatı; tesbihli vitesi, minderli koltuğu ve nazar boncuklu direksiyonunun üçgeninde kaybolan şoföre hiç bakmadan kartını


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

okutacak, uykulu, boş bakışlı insanların arasında her frende bir sağa bir sola savrularak geçirdiği kırk beş dakikadan sonra işine varacaktı. Her zaman yaptığı gibi patrona görünmeden yangın merdiveninden çıkıp yerine oturacak ve saatlerdir oradaymış hissini verecekti. Sırf hatır için bu işe kendini alan patrona karşı biraz vicdanı azabı çekecek gibi olsa da geçecekti sonra. Masasına oturduğu andan itibaren gözleri hep saatte olacaktı. Akrebin 5’in, yelkovanın 12’nin üzerine geldiği andaki estetik duruş başka hiçbir şeyde yoktu sanki. Gün boyu uzun, yoğun telefon görüşmeleri yapacak, oradan oraya koşuyor-muş gibi görünecekti. Arada birkaç üst’ünden azar işitip ardından bir iki alt’ını azarlayacaktı. Ve sonunda akşamın alaca karanlığında ezberlediği yollardan geçerek yine güneşin küstüğü sokağına, evine varacaktı. Ne için? 5’er tane daha beyaz ve mavi gömlek için. Çamaşırcıya ve ütücüye parasını verebilmek için. Dar, pis, karanlık sokağın rutubet kokusunu derin derin içine çekebilmek için. Kendinden daha akıllısını aradığı bir telefonla vakit geçirip penceresinin açıldığı küçük dünyaya inat daha büyük en büyük televizyonlardan dünyaya bakabilmek için. Susturmaya çalışırken kırdığı saatin yenisini alabilmek için. Yapmacık mutluluk tabloları paylaştığı sahte arkadaşlara saçma sapan özel günlerinde eli boş gelmiş dedirtmemek için. Bir zamanlar omzuna başını koyan kızın nişan fotoğraflarına bakarken aştığı internet kotasını ödeyebilmek için... Saate baktı: 07.00 Şimdi saati canhıraş ötmeye başladı. Git gide artan seslere tepkisiz kalan yataktaki kendine baktı. Telefonu ötüyor, müzik seti bar bar bağırıyordu. Bir müddet sonra umutsuzca sustu hepsi birer birer. Öğlene doğru telefonu çalmaya başladı yine. Sabırsızca arayan kişinin ilk sözleri “Nerede kaldın! Patron seni soruyor. Yine nerelerdesin...” gibi serzenişler olacaktı şüphesiz. Aradığıyla kaldı. Kapısı çaldı daha sonra. Tak tak vurulmaya başladı. Akşam bastırırken bir gürültü duydu. Kırılan kapıdan birileri içeri girdi. Kalabalıklaştı etraf. Bu dört duvarı hiç böylesine dolu görmemişti. Şaşırdı birden. İnsanlar önünden geçip yataktaki kendisinin yanına gitti. Karşıdan onları izlerken, bekleyenlerin arasında birkaç iş arkadaşını, üç beş mahalleliyi, daha fazlaca yoldan geçen meraklanıp gelen tiplerden insanları fark etti. Birkaç dakika sonra bir adam öbürlerinin yanına geldi umutsuzca. İki eli amaçsızca sallanıyordu yanında... Istıraplı bir şekilde aralandı dudakları: “Kalp krizi” dedi gözlerini indirerek. “Sabah 6-7 sularında anlaşılan.” Yerinden kalktı. Yükselen uğultunun arasından “gençmiş de”, “tüh tüh”, “vah vah” sesleri yükseliyordu. Karşı dairedeki yaşlı komşusu “ Aylar sonra dün gördüm. Benden pil istemişti saati için, kadere bak” diye yanındakine anlatıyordu “Meğer pili biten kalbiymiş” diye yanıtlıyordu yanındaki... Kalp krizi! Kalbin krizi mi olurdu? Devletin olurdu, ekonominin olurdu, patronun olurdu... Kalp? Kalp neydi, neredeydi? Onun hiç kalbi kalmamıştı ki... Büyük kısmını annesi onu dünyaya getirirken kendiyle götürmüş, bir kısmını babası sökerek almış, geri kalanı da terk eden sevgililerde, yüzüne gülüp çekiştiren sahte arkadaşlarda, onda bunda şunda... Son parçası da düşerken parmak uçlarında tutunduğu inancında... O yıllardır sol üst köşede kendi kendine işleyen bir şeydi onun için. Kalabalığın arasından süzülüp açık kalan kapısından dışarı çıktı. Ay ışığı hiç olmadığı kadar aydınlatıyordu etrafı. Dar, ıslak, bozuk kaldırımlı, rutubet kokan sokaktan geçerek her sabah geldiği durağa vardı. Dolmuşu onu bekliyordu.

Ayşe Bengisu Akdağ


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eyüp Sultan’da Ramazan-ı Şerif Ramazan Ayından önce Eyüp Sultan Eyüp Sultan, İslam coğrafyasında maneviyatı bol olan bölgelerden biridir. Eyüp Sultan olarak bilinen zât, Peygamber Efendimizin mihmandarlığını yapmış, İstanbul'un kuşatılması için yaşlı olmasına rağmen Kostantiniyye'ye surlarına kadar ilerlemiş ve yanındaki kişilere öldüğünde bu surların dibine gömülmesini vasiyet etmiştir. Yaşlı haliyle gittiği seferde manevi inancı ve azmi her ne kadar had safhada olsa da vadesi dolmuş ve yaşlı, hastalıklı vücudu bu heyecana dayanamamış, vasiyeti gereğince surların dibine gömülmüştür. Burada sırası gelmişken yazımın ikinci cümlesindeki "...Eyüp Sultan olarak bilinen zât..." ibaresini açıklamakta fayda vardır; orada medfun bulunan ve yukarıda anlattığım kişinin adı Hâlid bin Zeyd'dir. Eyyub onun oğlunun adıdır. Arap geleneğinde oğul, nesli devam ettirmesinden mütevvelit babalar oğullarının adıyla anılmıştır. Biz de bu bölgeye Eyüp Sultan adını vermemizden dolayı bu yanlış kullanım daha da ilerlemiş ve gerçek adını unutturmuştur. Hâlid bin Zeyd Ebu Eyyub el Ensarî1 hazretleri ve onun gibi çevresinde yatan

1

Eyüp Sultan'ın yaşamını anlatan roman edebiyat tarihçisi İskender Pala

Mehmet Altınova

diğer zâtların maneviyatında ramazan-ı şerif ayrı bir hava ile yaşanmaktadır. Öncelikle bu kutlu aya girmeden önce Fatih zamanında yapılan caminin çevresindeki mermerler, caminin ve türbenin içindeki halılar gül suyu ile yıkanarak çevreye hoş bir koku yayar. Türbenin içerisindeki gümüşler parlatılıp, türbenin örtüsü temizlenir. Bu yazıyı yazdığım şu günlerde Eyüp Sultan türbesi yaklaşık dört yılda tamamlanan yenilemenin ardından tekrar ziyarete açıldı. Çiniler tamir edildi, İznik'te imâl edilen birebir aynı çiniler eskileriyle değiştirildi. Caminin ve türbenin çevresinde bulunan hayratların kitabeleri özenle varaklandı. Feshane ve diğer kültür merkezlerindeki programlar tanzim edilip, afişleri asıldı. Belediye, Feshane ve Zalpaşa'daki bölgeye stantlar kurup bir aylığına kiraladı. Ramazanın olmazsa olmazlarından mahyalar çok önceden hazırlanır. Mahyalar büyük cami sınıfına giren ibadethanelere asılır. Bu mahyalar her hafta yenisiyle değiştirilir. Ramazanın ilk haftasını devirmek üzere olduğumuz şu günlerde Eyüp Sultan camisinin mahyasında "Vakit İyilik Vakti" yazılı. Her camiide farklı mahya bulunmaktadır. Bir şeyler içmek için Pier Lotti tepesine tarafından "Mihmandar" adıyla yayımlanmıştır.


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çıktığınızda Eminönü Yeni Cami'nin mahyasını okuyabilirsiniz, orada da "Oruç Tut Sıhhat Bul" yazılıdır. Eyüp Sultan türbesi ziyarete tekrar açılmasından sonra dikkatler oradaki gizemli bir deliğe çekilmiştir. Öyle bir deliktir ki bu türbenin içine hoş kokması için bir şey yapmayı gerekli kılmaz. Henüz nereden kaynaklandığı bilinmeyen hoş bir koku çıkar bu delikten. Kâse büyüklüğünde olan bu delik bütün türbenin hoş kokmasını sağlamaktadır. İnsanlar, ramazanı keyif ve heyecan içinde karşılamaktadır. Sahurluk ve iftariyelik almak için Eyüp çarşısına inip alışverişlerini yaparlar. Eyüp Sultan denilince akla kuşkusuz helva gelmektedir.2 Eyüp'e gelen insanlar tatlı almayı da ihmal etmezler. Ramazan Ayında Eyüp Sultan İstanbul için bu yazıyı yazdığım zamanlardaki ilk imsak saati 03.22'dir. Bu yüzden saat 02.00'da davulcu geleneğe uygun bir şekilde sahura kalkan yahut kalkmayan bütün insanları uyandırmak için tokmağını vurur. Gelenek bu işin mâni söylenerek yapılması lazım gerekse de bizim mahallenin davulcusu -biraz geleneği değiştirmiş olacak - mani söylemiyor. Olsun, amaç insanları uyandırmak olduğundan maninin o kadar da ehemmiyeti yok. Biraz edebi gelenek düşük olsa da aç ve susuz kalmamak daha mühimdir. Davulcu tokmağını vuradursun, bu sırada evlerde de sahur sofrası hazırlanır, önemli hocalarla anlaşan televizyon şirketleri de sadece o 2

Bu gelenek, helvacı-tatlıcı- dükkânları artık kalmamıştır, birkaç dükkân vardır sadece. Eyüp Sultan, tarihte maneviyatın yanında şekerlemeleriyle ünlü bir bölgedir.

ay sürekli sabah akşam dini program yayınlarlar. Sahur esnasında bu programlar dikkatle izlenir. Reklamlar da ramazana göre tanzim edilmiştir, sürekli gıda üzerine reklamlar yapılıp bilinçaltına atılmaya çalışılır. Sahur yapıldıktan sonra hocanın saba makamında okuduğu sabah ezanının ardından oruca niyet edilir ve sabah namazı kılınır. Eyüp Sultan'da namaz kılmak ayrıcalıklıdır. Çünkü diğer büyük camilerde olduğu gibi belli bir usulle namaz kılınmaktadır. Teravih namazı için iki seçeneğiniz vardır; ya hatimsiz kılınan teravih namazı ya da medrese usulüyle, hatimli teravih namazıdır. Medrese usulüne göre her rekâtın ardından ilahiler söylenmektedir. Akşam ezanına yakın sofra hazırlanır ve iftar yapılır. Eskiden sahur ve iftar vakitlerinde şehir dışından gelen insanlar Eyüp sultan'ın çevresine yatağını, tüpünü, el işini, tenceresini getirip iftarını ve sahurunu ederdi. Ama neyse ki bu rezalet durum son iki üç seneden beri yaşanmamakta... Böylece Eyüp Sultan, daha düzenli ve gezinti açısından daha rahat bir bölge olmuştur. Kadir Gecesi'nde Eyüp Sultan tıklım tıklımdır. Bütün insanlar, yaşlısıyla, genciyle camiye gidip dua ederler. Şanslı olanlar Eyüp Sultan Camii’sinin içinde namaz kılmaya nâil olurlar. Biraz daha az


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

şanslı olanlar ise avlusunda kılarken, diğerlerine göre daha az şansı olan müslümanlar o günü hayırlı bir şekilde geçirme yoluna gitmiştir; şanssız vatandaşlar ise o gün gerek uyanamamaktan gerekse başka sebeplerden dolayı bu gecenin hayrını ve bereketini kaçırmışlarıdır. Bu gecenin teravih namazının ardından her müslümanın hayatında en az bir kere kılması gereken "Tesbih Namazı" kılınır. Geceden sabaha kadar ibadetle geçirilir. Gecenin daha çok kararması beklenir çünkü Sührevî'nin de belirttiği gibi: "Ey şeb-i Leylâ, karar kararabilindiğin kadar çünkü kararmanın son noktası aydınlanmanın başlangıcıdır." Zâtın söylediği cümledeki aydınlanma insanın maneviyatının aydınlanmasıdır. Ramazan-ı şerif bu güzellikler halinde devam edip bayrama erişilir. Ramazan Ayından Sonra Eyüp Sultan Ramazan ayı içerisinde kazanımlarımız olduğu kadar kayıplarımız da olmuştur. Dünya üzerinde bir ay içerisinde dünyaya gelenlerin yanı sıra ahrete gidip Allah'ın lütfunu ki bütün insanlar için isteğim bu

yönde ve azabını yaşayanlar olmuştur. Bayramın arifesinde Pier Lotti mezarlığında medfun bulunan aile büyükleri ziyaret edilir. Ardından bayramlık elbiseler Eyüp Sultan çarşısından alınır. Çünkü Eyüp Sultan'da esnaflar arasında büyük bir dayanışma vardır. Hatta semtte yaşayanların "Eyüplüyüm Kart"ı vardır ve bu kart sayesinde müşteri indirimlerden yararlanır. Yazımın başında da belirttiğim gibi Eyüp Sultan helvası ile meşhur bir semttir. Bayramlık için şekerleme alınmaktadır. Ramazan bayramında gelen çocuklara ve misafirlere bu şekerlerden sunmak âdettendir. Sonuç olarak Eyüp Sultan İslam dünyasının maneviyat çevrelerinden bir tanesidir. Ona yakışacak bir şekilde bu ayı en bereketli şekilde geçirmek için bütün Müslümanlar elinden geldiğince geleneklere uyarak yaşamaya çalışırlar. Gül suyu ile temizlik yapılır, ziyaretler edilir, Müslümanlar bir ay boyunca gözü, kulağı ve sindirimi aç bırakarak bu oruç ibadetini gerçekleştirir. Allah yaptığınız ve yapacağınız ibadetleri kabul eylesin, Ramazan-ı şerifleriniz hayırlara vesile olsun. Vesselam...


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

VAVEYLA Şuraya asil bir şiir yazsaydım, Pasif kalırdı satırlar, mısralar. Şimdi ise başladı yavaştan yağmurlar. Doldu kalemim, soldu yüzüm, doldu gözlerim. Özlemimden beri beklerim, hey gidi gençliğim. Şimdi bir garip nüktedanım. Beklerim, beklerim... Gönlümün kabesi meftun bir toprak tanesi. Âlemim benimle kaybolmuş yol dürdanesi. İçimde boşluk bir garip hiçlik, tükenmişlik… Kalemim, kelamım belli belirsiz bitmişlik. Kalabalıklar içinde, yalnızlık hep içimde, Hiçlik el verir her dem bozuk bir biçimde. Genç yaşta vaveyla eyler gönül toprağa, Gelmez Leyla vefasız kalır mecnun ana. Cana can olur ölüm kalbe yar yaşam dar. Attığım zar bir garip kumar içte hüzün var. Yazdığım satırlara binen hüzün peyderpey, Dökülür yapraklar, solar sima, gider şimendifer. Nefes ses vermekten aciz, sukutta eyler sükun. Nun ve vavdan ibaret bir sırla ifşa olur boyun.

Şerhe muhtaç satırlar bırakıp ölmek belki zaman, Gün gelir vakit dolar geçer zaman gider Süleyman. Vefa neydi, neredeydi, kiminle halvet halinde? Bizimle konuşmuyor küsmüş yalnızlığa muhtaç, Bırakmış bizi vefadar hey gidi küheylan. Ceylan kaçarken ürktü düştü kaptı kaplan. Yol belli sür, menzile varıp gidelim kaptan. Kana kana içelim ab-ı hayat çeşmesinden, Geçelim kendimizden sarhoş olup gülelim. Güller yare sevgi kanıtıydı elde var papatya. Yorulduk buğz ettik dost dedik, baktık. Kaldık baş başa yalnızlık ebedi bahtiyarlık. Yol sonunda öleceğiz dört kişi taşısın yeter tabutu. Sevgi vefa neydi, neredeydi kalbim bunu çoktan unuttu. Yoruldu gözlerim beklemem kimseyi, beklemez. Ecel gelmeden sicile boynumuza vurulmuş zincirler. Rızkımıza göz koymuş bak inler inler in cinler. Her biri garip şu insanoğlu hepsi ne garip cinsler? Bir daha gülmez bilirim gece kasvetli hep. Satırlar nemli, göz yorgun, dil bitap hep yek. Varsın bu dem böyle olsun gitsin tek renk. Dembedem oluyoruz madem bitsin kelam.

Süleyman Erkut


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN

Bölüm -11-

Sırdem Kemiksiz Nefes alamıyorum. Canım en son ne zaman bu kadar yandı? Zaman neden bu kadar hızlı geçiyorken anılarım taptaze duruyor? Uyuştuğumu hissediyorum. Koşarak Ulu Camii avlusundan uzaklaştım. Kendimi hiç bilmediğim bir hanın içinde buldum. Her yerde ipek şallar, örtüler vardı. İçimin aksine etrafım rengarekti. Hep böyle olmaz mıydı zaten? Ne zaman canım yansa bir yerlerde bahar dalları filizlenir, beni görmezden gelirdi zaman. Bir saat dolmuştu, teyzem çıkmak üzereydi. Koşarken dağılan saçımı başımı düzeltip tekrar kliniğe doğru yürümeye başladım. Az önce gördüklerim olmuş bitmiş. Onu bir daha ne görmek ne de hatırlamak istiyordum. Yaşandı bitti diyecek kadar basit değildi her şey. Çünkü o benim çocukluğum, annem, babam, evimdi. Onu silip atmam hayatımdan 18 seneyi atmam, Ankara’yı unutmam, kırmızı kurdeleler bağladığım ceviz ağacını hatrıma bile getirmemem demekti. Kliniğe vardığımda teyzem henüz çıkmamıştı. Hazin tesadüften yarım kalmış kitabımın sayfalarına geri dönmek istiyordum. Ama anılarım rahat vermiyordu. Bu kez de okuduğum her satırda kendimi buluyordum. Bir kıssayı da paylaşayım sizinle: ‘’Ay gibi parlayan Yusuf, Mısır’a köle diye getirilmiş, pazarda satılacaktı. Herkes ona paha biçiyor, aşıkları sıraya girmiş müşteri yazılıyordu. Kimisi sandık sandık mücevher, kimisi çuval çuval misk, kimisi top top kumaş hazırlıyorlardı. Rayiç yükselmiş, fiyat arttıkça artıyordu. Tam o sırada yüzündeki çizgilerden bütün ruhunun haritası okunabilen iki büklüm bir ninecik korkak adımlarla kalabalığa yaklaştı. Heyecandan sesi titriyordu: -Bana yol açın. Yusuf’u almak istiyorum! Sakın beni unutmayın,mezatta pey süreceğim,bana yol açın! Muhafızlardan biri önünü kesti: -İlahi nine; asillerden ve zenginlerden bunca aşığı varken Yusuf’u neyle alacak, mezat terazisinin kefesine ne koyacaksın? Ninecik elini kuşağına attı: -İşte size bir kelep ip size, tam 99.999 ilmek, yaşlı gözlerimin emeği! ... Muhafız usulca koluna girdi, üzülmesini istemiyor gibiydi. “Aklın var mı senin annem? Herkes bunca hazineler yığarken meydana, eğirdiğin şu keleple mi Yusuf’a talipsin? Ninecik Yusuf’u yürekten seviyordu besbelli. Muhafızın samimiyetini görünce çözülüverdi. İstiyordu ki kendisini meclisten sürmesin. Yusuf satılırken orada bulunabilsin onu seyretsin, koklasın. Yalvarır gibi boynunu büküp mırıldandı: Bilirim oğul, metaım herkesten aşağıdır amma gönül de Yusuf’u istiyor. Şu ip elimden gelenin hepsidir. Bununla güzeller güzeli Yusuf’u satın alamayacağımı ben de biliyorum. Lakin maksadım odur ki beni de onun talipleri listesini yazsınlar. O da Yusuf’a müşteriydi desinler.Ben müşteri olayım da belki de alıveririm...’’ Gönlüm de ona müşteri değil miydi? Hem benim metaım onun terazisinde ağır değil miydi? Neden gönül alan ben olmazken o bu gönlü talan yerine çevirdi? Aciz aşıklar gibi kesretteydim. Bunlar da bitecekti. Onu bugün buracıkta, bu kitabın sayfalarına bırakıp unutuyorum. Canımın yanmasına izin vermeyeceğim...

Devamı gelecek…


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hüzün Gözlerinde hüzünden başka, Neler göreceğim acaba, Bu lanet hayatta? Gerçi ne var bunda? Bir ayakkabı boyacısının sandığında Yahut sanayide çalışan Bir 15’li veledin 80 liralık haftalığını Alırkenki avuçlarında Bir mutluluk hayat buluyorsa Kimse benden iyi bilemez! Çarpan her kalpte Ve gören her gözde Elbette mutluluk “Mumdan gemilerle de olsa Aşk denizinden bir vakit Geçecektir…” Yalnız… Gözlerinde hüzünden başka Ne zaman Neler göreceğim? Onur Ramazan

Eksik Bitmemiş bir şiirin ardından Neden hüzünlenirler Anlayamam Ne var ki bunda Ne gördüler ki hayatta Tam olan? Onur Ramazan


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bilinmeyen Yönleriyle Yazarlar... Kübra TARAKÇI Sevgili Çekirdek okuyucuları yine yeniden merhabalar... Artık “Bir Erasmus’lunun Güncesi” köşemiz yok. Malum Erasmus dönemim bitti... Arkadaşlarla kara kara düşündük... "Acaba ne yazmalıyım?" Sonuç hüsran! Tam manasıyla köşesizim. Tabii yazmamak olmaz. Ben de bu ay Türk edebiyatının bazı önemli yazarlarının bilinmeyen yönlerini sizlerle paylaşmaya karar verdim...

BEDRİ RAHMİ EYÜPOĞLU Eren Hanım'la evliyken öğrencisi Mari'ye âşık olur. En güzel şiirlerini, "Karadutum, Çatal Karam, Çingenem" dediği Mari için yazar, en güzel resimlerini yine onun için çizer. Mari tüberkülozdan öldüğünde ise teselliyi Eren Hanım'ın kollarında bulur Bedri Rahmi.

CAN YÜCEL Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel'in oğlu arkadaşıyla birlikte paralarını biriktirip eğitim için yurt dışına gitmek ister. Hasan Ali Yücel ise oğluna ayrıcalık yaptığı düşünülür diye Can Yücel'i göndermez. Arkadaşı giderken Can Yücel biriktirdiği parasını ona verir. Gazi Yaşargil, cerrah olarak yurda döner. Can Yücel, şair kalır.

NEYZEN TEVFİK HÜSEYİN RAHMİ Neyzen'e dair hikâye de, söylenti de çok. En bilinenlerden birini yazalım. Neyzen bir daha içkiyi ağzına koymayacağına dair yemin eder ama dayanamaz tabii. Midesine bir hortum uzatır ve içkiyi ağzına değdirmeden mideye indirir!

Hiç evlenmeyen Hüseyin Rahmi 80 yaşında son nefesini verirken “Kedilerimi iyi doyurunuz” dedi, son sözü bu oldu. Kedilerinin adları: Sarı, Hüsnü, Nazlı... * 100 tane eldiveni vardı. Sokakta eldivensiz görülmezdi. 'Aşırı şıklık' merakından değildi eldiven düşkünlüğü,


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

mikrop korkusundandı. Sokakta hiçbir yeri katiyen çıplak elle tutmazdı. Çıplak elle dolaşanlara çok şaşırır, bu durum için “Manasız bir cesaret” yorumunu yapardı. * Örgü örmesini bilirdi. Hem de şişle örmez, çok daha eski usulde: tığla. Nakış modelinden şekiller çıkarır ve bütün örgülerden anlardı. Hangisi saç örgüdür, hangisi haraşo örgüdür, hepsini bilirdi.

CEMİL MERİÇ Büyük düşünür Cemil Meriç kör olmasına yakın tavandaki ışığa daha yakın olabilmek için masanın üzerine sandalye koyup yine de okumaktan vazgeçmemiş ve telif eserlerinin büyük kısmını gözlerini kaybettikten sonra yazmıştır. HALİKARNAS BALIKÇISI

* 50 yaşından sonra Türkiye’nin en hararetli bisiklet tiryakilerinden biri oldu. Kadıköy’den Bostancı’ya kadar bisikletle giderdi. RECAİZADE EKREM * Recaizade Ekrem Bey, kağıdı dizlerine dayar, kamış kalemle yazardı. Gayet zor bir şekilde yazardı. En ufak bir mektup için bile müsveddeler yapardı. Yazar, çizer, düzeltir; bir başka cümle kurar, kelimeyi beğenmez, değiştirir, saatlerce 'işitilmemiş bir kelime' arardı. * Tanzimat döneminde Çamlıca, bir gençlik rüyası kadar güzel ve şiirliydi. O da Çamlıca’nın müdavimi... 'Araba Sevdası' adlı kitabını Çamlıca’da kiraladığı köşkte yazdı. Romanın bütün kahramanları, Çamlıca’da yaşayanlardı.

Halikarnas Balıkçısı adıyla tanınan Cevat Şakir Kabaağaçlı babası Mehmet Şakir Paşayı bir tartışma anında silahından çıkan kurşunla vurması üzerine Şakir cinayet iddiasıyla yargılandı ve 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Cezasının yedi yılını çektikten sonra yakalandığı verem hastalığı yüzünden tahliye edildi. Dört asker kaçağının kadersizliğiyle ilgili "Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Bile Asılmağa Nasıl Giderler" başlıklı öyküsü 1925'de ‘Memlekette isyan bulunduğu sırada, askeri isyana teşvik edici yazı yazmaktan ötürü İstanbul İstiklal Mahkemesi'nde yargılandı. Mahkemece suçlu bulunarak Bodrum'a sürüldü. 3 yıllık sürgünlüğünün ilk yarısını Bodrum'da tamamladıktan sonra cezasının ikinci yarısını İstanbul'da tamamladı. Cezası bittikten sonra çok sevdiği Bodrum'dan uzak kalamadı ve Bodrum'a dönerek hayatının 25 yılını orada geçirdi.


Temmuz’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Arayış Geceler boyu dinlerim

Dalgalarının zikreden sesini

Kapanmaz göz kapakların hissederim Teninde kıl hırkayla bir sûfi gibi

Umutsuzluk çöker zaman zaman

Yolunu bulmak için çırpınırsın sisler içinde. Yine O’na dönersin şükürle, Ardından gün doğdu diye.

Bazen fırtınalar kopar içimde

Günahların pişmanlığa dönmesi gibi. Kayalarda parçalanır tuzlu suların, Affettirmek için kendini.

Bir batar bir çıkar dalgaların, Kalbimdeki şüpheler gibi.

Yutmak istersin tüm deryayı,

Bulmak için kainattaki gerçeği. Ey Deniz...

Bırak çırpınmayı artık

Dön sen de ben gibi içine

Düşünüp idrak ile ancak anlarsın

“Her şey O’nu zikrediyor kendi dilince.” İ. Gönül Aksu


Fotoğraf Aybige Akdağ


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.