İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:12

Page 1

Mart 2015

Sayı: 12

“Dilimin sınırları, dünyamın sınırlardır.”

EDEBİYAT ve KADIN ÖZEL SAYISI


İncir Çekirdeği Dergisi E

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü

Kübra Tarakçı

Sırdem Kemiksiz

Editör

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

EDİTÖRDEN...

Yazarlar

Yeni sayımızdan herkese merhaba...

Afra Nur Akkayalı Aziz Nadir Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafir Begüm Çalışkan Akif Kemal Koç Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Aslında bu merhaba biraz buruk biraz da acı. Geçtiğimiz ay o kadar çok üzücü olaylar yaşadık ki gerçekten hiç bitmeyeceğini sandım. Kim bilir belki ben bu satırları yazarken bir yerlerde yine istenmeyen olaylar yaşanıyordur. Herkes gibi bizim de İncir Çekirdeği ailesi olarak temennimiz bu acıların son bulması ve tekrarlanmaması. Acıların büyüğü küçüğü olmaz ama en yürek dağlayan, geleceğimiz olan gençlerimizin acımasızca katledilmesi. Geçmişten bugüne o kadar çok buna benzer olay yaşandı ki... Özgecan ve Fırat bunlardan sadece ikisi. İkisinin de yaşamı çok ama çok farklıydı. Dünyaları, hayata bakışları, giyimleri hatta cinsiyetleri... Ama ne olursa olsun bu iki genç ölümü hak etmemişti. Çok şeyler yazılıp çizildi, insanlar çok şey söylediler. İlk önce Özgecan olayıyla sallandı ülke. Acımasızca bir cinayete kurban gitmişti. Katilleri ne kadar da kolay anlatmıştı işledikleri cinayeti. Kimi “idam edilsin, sallandırsanlar herkese ibret-i alem olsun” dedi kimisi de “hadım edilsin hatta işkence edilsin” dedi. Ama biri vardı ki söylediği sözler yürekleri dağladı. “Başka anne ve babaların canları acımasın. Adalet yerini bulsun. Hak ettiği cezayı çeksin” Kim miydi o? Gencecik yaşta öldürülen Özgecan'ın babası. Ateş gerçekten düştüğü yeri yakıyor. Kim ne derse desin o annebabanın içindeki acıyı hiçbir şey söndüremiyor. Bir diğer genç; Fırat Çakıroğlu... İnsanlar Fırat için de çok şey söyledi. Şucuymus bucuymuş, sadece okuluna gidip gelseymiş ve daha birçok şey. Hayat görüşü ne olursa olsun hiç kimse ölümü hak etmemeli. Fırat Çakıroğlu'ndan sonra ise geriye annesinin şu sözleri kaldı. " ‘Anne, ben üzerimi değiştireceğim, merak etme sen' diyordu. Böyle konuşuyorduk ama ölümüyle değiştireceğini hiç düşünmemiştim...” Söylenecek çok bir şey yok aslında tek temennimiz ileride bu denli kan donduracak ölümlerin gerçekleşmemesi. İçinizden sevginin ve saygının eksilmemesi dileğiyle, incirin küçük çekirdeklerinden Kübra....


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Göklerin Üstünde Tutulan Çiçek / Busenur Aslan Bir Kadının Yazarlık Mücadelesi: Fatma Aliye / Bengisu Akdağ Türk Edebiyatının Zaman Tünelinde Kadınlar / Işık Selin Orhuntaş Cinayetler Kraliçesi: Agatha Christie / Tuğçe Erkol

Bir Erasmuslunun Güncesi: İtalya / Kübra Tarakçı

İşte O Fedai: Afife Jale / Sultan Demirtaş

Cadı Avı / Işık Selin Orhuntaş & Tuğçe Erkol

Çağdaş İran Edebiyatının Yenici Şairesi: Furuğ-ı Ferruzad / Mehmet Altıova

Huysuz ve Tatlı Kadın / Tuğçe Erkol

Ve Her Yıl Çiçekler Yeniden Büyür / Bengisu Akdağ Şiir: Nesliyâr / Süleyman Erkut Şiir: Bir Kadın / Necip Fazıl Kısakürek Virginia Woolf’un Kendine Ait Odasında / Işık Selin Orhuntaş Şiir: Ben Ölüyorum / Aziz Nadir Şiir: Geceden Sesler / Begüm Çalışkan Fotoğraf / Aybige Akdağ

Hikaye: “Hançer” / Yaşar Kemal İnleyen Mısralar / Hilal Akarslan Ardından / Sırdem Kemiksiz Deneme / Akif Kemal Koç


Özgecan Bu yazımı tamamen bir erkek olarak utancımdan sizlerle paylaşıyorum; Kelimelerin tükendiği noktadayız aslında. 9 ay yük olduğum, beni beslemiş, büyütmüş bir kadının evlenmeden önceki soyadını ismimde taşıyan bir erkeğim ben. Bir kraliçenin ellerinde büyüdüm. Dünyadaki en kutsal makama sahip olan annem bana sevgiyi öğretti, saygıyı öğretti, kadının değerini öğretti. Babam bana bir kadına nasıl davranmam gerektiğini, bir erkeğin nasıl ADAM olabileceğini, ahlak sahibi, karakter sahibi olmayı öğretti. Şu an 21 yaşımın içinde bir erkeğim ben. Bir baba düşünün ki çocuğuyla en mide bulandırıcı işe karışmış olsun. Hem de kendisi bir eşe, o çocuk bir anneye sahipken. Benim yaşıtım olan, dünyalar güzeli kardeşim Özgecan Aslan’ın o tertemiz bedeni yakılıp bir köşeye bırakıldı. Bugün babamın öğrettiği ahlak ile annemin öğrettiği sevgi ve saygı ile bu insan müsveddelerinin soğuduğu havayı solumaktan utanıyorum. O genç kardeşimin naaşına erkeklerin ellerini sürdürmeyen annelerimizden, kız kardeşlerimizden, utanıyorum. Bu hayattaki en büyük hayali bir kız çocuk sahibi olmak isteyen ben; bu dünyada yaşadığım için utanıyorum! Artık sözün sonuna geldik, gözyaşlarımız, vicdanımız konuşacak. Eğer gerçekten bir hukuk devleti ise bu ülke; mahkemelerimiz gerçekten milletin vicdanı ise tüm kararlar ona göre alınsın. Yoksa ben okuduğum tüm hukuk kitaplarını yakayım... Bu devletin erkanı , ettiği tüm yeminleri bozsun, profesörlerimiz bize hukuk masalları anlatmaktan vazgeçsin. Aksi halde bu topraklarda yaşayan tüm ırklar tüm dinler tüm insanlar bu şeref yoksunlarına gereken cezayı vermeyi kendine bir borç bilecektir. Paramparça olan yüreğimle... Özcan DENİZ


Aslan

Bu suç tek başına o lanet olası adamın değil, o ve onun gibi yüzlercesini erkeklik duygusunu pohpohlayarak, yaptığı her şeye elinin kiri deyip sırtını sıvazlayarak büyüten anaların suçu, kadını sürekli aciz, eli hamurda, saçı uzun aklı kısa diye tanımlayan dar kafaların suçu, kadınları açık, kapalı, dul, evde kalmış, çocuğu olmamış kategorilerine ayıranların suçu, 'sizin en hayırlınız hanımlarınıza karşı en iyi davrananlarınızdır' diyen Peygamberin dininden olup da karnından sıpayı sırtından sopayı eksik etmeyeceksin diyen zihniyetin suçu, yaşadığım şehirde okuduğum okulda vahşice öldürülen kızı konuşurken 'ee o da HAKETMİŞTİ!!' diyen kızın suçu, yıllarca Türk filmlerinden eksik olmayan tokat yiyen, tecavüz edilen kadın senaryolarını yazanların, kadını sürekli görsel obje olarak gösteren reklamların suçu, genel afların, iyi hallerin suçu... Bu suç bir toplum meselesi... Her sene bir kaç isim ekleniyor canavarca öldürülenler listesine ve yüzlercesi töre cinayeti listesine... ÖzgecanAslan 20yıllık ömrün ve masumiyetinle mekanın cennet olsun, tesellimiz ilahi adalet.

Aybige AKDAĞ


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur ASLAN

Göklerin Üstünde Tutulan Çiçek Büyüklerimiz pek anlatırdı. Vakti zamanında en büyük yüce dağların tepelerinde, el değmemiş bir çiçek varmış. Her bir yaprağı ayrı bir renkteymiş bu çiçeğin. Elini uzatmaya kalksan, kolun taş olurmuş. Kimse incitemezmiş bu çiçeği. O kadar ulaşılmaz ve yüceymiş ki çiçek göğün yedinci katında olduğu düşünülürmüş. Hatta Tanrı, sırf bu çiçeğin güzelliğinden ilham aldığı için yaratmış insanları. Adına ‘’Kadın’’ demiş bilgeler. Ellerin üstünde, göklerin üstünde, Ademoğlundan daha yüce tutulmuş… Bizler vakti zamanında bu çiçeği el üstünde tutmuşuz. Ailenin ocağını, dayanağını, direğini hep bu efsunlu çiçek saymışız. Ademoğlunun yanında Kadın’ı daima yoldaş olarak saymışız. Öyle bir görev vermişiz ki çiçeğe, o çocuklarımızın anası olmuş. Evin bütün yükü onun kuvvetli kollarında taşınmış. Çiçeğe Kadın’dan sonra bir de Bereket adını vermişiz. Her bir sembolde bu çiçeği bereketi anlatacak şekilde kullanmışız. Öyle yüce bir mertebedeymiş ki çiçek, gözümüzde hanlarımız, cengaverlerimiz önünde saygıyla eğilirlermiş. Çiçeğe hürmetlerini her zaman gösterirlermiş. Bütün destanlarımıza ve tarihi kaynaklarımızda yer etmiş, adına kadın denen bu çiçek, ilahi bir varlık olarak resmedilmiş. Öyle anlatılmış ki kimse dokunamazmış, koklayamazmış

hatta göremezmiş bu çiçeği. İnsan duyularıyla algılanabilir mi hiç bu denli yüce bir varlık? Oğuz Kağan Destanı’nda malum olunduğu üzere Oğuz Kağan’a iki ayrı çiçek hediye edilmiş. Bu çiçeklerden bir tanesi gök mavisi bir ışık huzmesi içinde inmiş yanına. Bir diğeri ise, suların içinde bir ışık huzmesinden çıkıp gelmiş. Bu iki çiçek de insanüstü güçlere sahipmiş. Yine bir başka destan olan Yaradılış Destanı’nda ise Tanrı İnsanı ‘’Gök Ana’’ adlı bir yüce çiçekten ilham alarak yaratmış. Tarih boyunca biz bu çiçeği daima üstün görmüş ve kollamışız. Onu başımızın üstünde, gökyüzünün en tepesinde tutmuşuz.

Kadın adını alan çiçek sanmayın öyle naif, kırılgan düşünülüp, ipeklerle sarılıp sarmalanmıştır. Yeri gelmiş kılıç kuşanıp savaşlara katılmış, komutanlık yapmış. Gücüne denk görmediği Ademoğluna varmamış. Tıpkı Dedem Korkut’taki Banu


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çiçek gibi cenk edip sırtını yere devirene vermiş elini. Kırgızların o büyük destanı Manas’ta Kadın evin koruyucusu ve namusu sayılmış. Öyle anlamlar yüklenmiş ki bu çiçeğe, en büyük zenginlik olarak onun adı anılmış. Eğer bir savaşta kadın kaçırılmışsa bu büyük bir utanç olarak sayılmış. Demem o ki kadın yücelerin yücesi gibiymiş. Ademoğlunun tamamlayıcısıymış kadın ve o olmadan asla bir iş yapılmazmış. Eski Türklerde, eğer bir ferman Hakan buyuruyor ki diye başlıyorsa kabul görmezmiş. Hatun’un bir işte rızası yoksa o iş kabul edilmezmiş. Beyler bir iş için önce Hatundan izin alırlarmış. Devletin her kademesinde muhakkak Hatunun sözü geçermiş. Hatta bir rivayete göre Hun imparatoru Atilla, bir gün askerlerini yanına toplayıp ‘’Bakın ben sizin hanınızım değil mi ?’’ diye sormuş ve ardından eşini göstererek ‘’ İşte bu da benim hanım.’’ demiş. Yani bu yüce çiçeğin kendinden üstün olduğunu ve devlet işlerinde söz sahibi olmasını istediğini söylemiş. Bugün kadınlar için kullanılan ‘’hanım’’ ifadesinin de buradan geldiği söylenmiş.

Biz Altay’ın en yüksek dağına ‘’Kadınbaşı’’ adını vermişiz geleceğe iletilecek bir ileti gibi.

Bizler, daima yücelik atfettiğimiz bu çiçeği daima özenle korumuş, kollamış ve kutsiyet yüklediğimiz bu müstesna varlığa bakmaya bile kıyamamışız. Ona asla kötü bir söz etmemişiz. Zira yüce bir varlığa kötü söz edilir miymiş hiç? Fakat, cahiliye devri Arapları, diri diri gömmüşler çiçeği. Aynı dönemin Çin’i bizim ipeklere sardığımız çiçeği sırf kadın adını aldığı için bez parçalarına sarmış. Hatta yüce gönlüyle bize gösterilen Buda bile dinine kabul etmemiş başta. Bizse Altay’ın en yüksek dağına ‘’Kadınbaşı’’ adını vermişiz geleceğe iletilecek bir ileti gibi.

Bugün durup düşünsek, acaba ileri gideceğimize geri mi gidiyoruz? O zamanlarda yaşamadığımız cahiliye devrini şimdi mi yaşıyoruz? Dokunanın kolu kesilecek kadar yüce olan bir varlığa bunca kötülüğü edecek kadar nasıl düştük? Sizler, sizlere sesleniyorum yüce olana dokunmayı kendinde hak sayan taşlaşmış yürekli canavarlar! Bizim göklere konduramadığımız çiçeğimize uzatmaktan sakının elinizi. Yoksa, Oğuz Kağan’dan, Dedem Korkut’tan, hanlar hanı Atilla’dan daha mı korkusuz ve mert sanırsınız kendinizi? Nasıl ki Kur’an baş tacıdır ve yüksekte tutulur, biz tarih boyunca çiçeğimizi de hep öyle yüksekte tuttuk. Çekin ellerinizi çiçeğimizden!


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ayşe Bengisu Akdağ

Bir Kadının Yazarlık Mücadelesi:

Fatma Aliye

Ortaokul, lise yıllarımızdan beri öğrenir, ezberleriz Türk edebiyatının ilk roman yazarını, ilk romanını, ilk gazetesini, ilk realist romanını, ilk şusunu, ilk busunu... Ama hiçbir edebiyat ders kitabında veya çalışma kitabında görmemiştik ilk kadın yazarın adını, kitabını. İtiraf edelim yıllardır çoğumuzun dikkatini de çekmemişti, gelmemişti aklına. Ta ki bir gün cebimize elli Türk lirası girene kadar... Elli Türk lirasının arkasındaki uzaklara bakan fotoğrafıyla tanıdığımız, Cevdet Paşa’nın kızı ve ilk kadın romancımız olan Fatma Aliye, esasında “ilk kadın romancımız” sıfatını kazanana kadar uzun mücadeleler vermiştir. 1862’de dünyaya gelen Fatma Aliye henüz on yedi yaşındayken 1879’da II. Abdülhamit’in yaverlerinden Kolağası Faik Bey ile evlendirilir. Faik Bey ile Fatma Aliye Hanım arasındaki bilgi ve kültür farkı ve kocasının kendisine karşı olan tutumu evliliğinin ilk yıllarının mutsuzluk içinde geçmesine neden olur. Fatma Aliye bilimsel araştırma ve öğrenime koyulmayı düşünürken hayal kırıklığına uğrar. Kocası romanlar okumasından rahatsız olur. Hatta elindeki romanı alıp yırtar. Fatma Aliye kocasının davranışlarına tepki göstermez, itaat eder. Durumun düzeleceğini ümit ederek sabreder. Bir müddet sonra yaşadığı hayattan sıkılmaya başlayan Fatma Aliye yazma isteği duyar. Ancak bir kadının eşinden ya da "Bir Hanım"'ın babasından izin almadan yazı yayınlamasının olanaksız gösterdiği çabalar, olduğunun farkında değildir. Faik Paşa, görevli olarak Konya’ya gönderilince Fatma Aliye fırsatı değerlendirip dergi ve gazeteler okur. Tekrar romanlar okumaya başlar. Konya’dan döndükten sonra zamanla kocası da tutumunu değiştirmeye başlar. Fatma Aliye George Ohnet’in Volonte adlı romanını “Meram” adıyla Türkçeye çevirir. Babasının da beğenisini alan çevirinin bir örneği de Ahmet Mithat’a gönderilir. Ve “Meram” 1890 yılında “Bir Kadın” imzasıyla yayımlanır. Eser kısa sürede meşhur olur. 1892 yılında ise “Muhadarat” adlı ilk romanını kendi adıyla yayımlar. Yazar, bu romanında bir kadının ilk aşkını unutamayacağı inancını çürütmeye çalışır. 1893 yılında ise Ahmet Mithat Efendi tarafından yazılan Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu (Bir Muharrire-i Osmaniye'nin Neşeti) adlı

ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övülür ve Ahmet Mithat Fatma Aliye’yi manevi kızı olarak kabul eder.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kitap ününü iyice arttırır. "Bir Hanım"'ın gösterdiği çabalar, ünlü yazar Ahmed Mithat Efendi tarafından Tercüman-ı Hakikat gazetesinde övülür ve Ahmet Mithat Fatma Aliye’yi manevi kızı olarak kabul eder. Ancak bu güzel gelişmeler devam ederken Fatma Aliye birden hayatın en büyük acılarını art arda yaşar. 1895 yılında babasını, 1897’de ise annesini kaybeder. Kendini yazın hayatına daha çok vermeye çalışsa da çeşitli eserler verse de 1924 yılından itibaren bozulan sağlığı sebebiyle yazın hayatından yavaş yavaş çekilir. Hayatının son yılları yalnız ve mutsuz geçer. Küçük kızı Zübeyde İsmet’in 1927 yılında birden ortadan kaybolması ise onu iyice harab eder. Uzun süre kızını arar. Uzun zaman sonra kızının Fransa’ya gittiğini ve Hristiyan olduğu haberini alan Fatma Aliye ölene kadar kızını göremez. Bir yalnızlık ve unutulma içinde hapsolan Fatma Aliye, 1936 yılında yaşama veda eder.

Fatma Aliye bilimsel araştırma ve öğrenime koyulmayı düşünürken hayal kırıklığına uğrar. Kocası romanlar

Fatma Aliye’nin yaşamı, bir kadının yazar olabilme okumasından yolunda çektiği sıkıntıların, yaşadığı korkuların, verdiği tavizlerin öyküsüdür. Belki Fatma Aliye’nin evlenmeden rahatsız olur. Hatta “kendine ait bir oda”sı olabilseydi, ya da bu düşünceleri elindeki romanı alıp kabullenecek bir eşi olsaydı çok daha başarılı romanlar yazabilirdi. Fatma Aliye bir kadın yazar olarak, yazarlık yırtar. korkusunu çok fazla hissetmişti. Ahmet Mithat’ın verdiği bilgiye göre, Fatma Aliye “Meram” tercümesi ile ilgili bir mektubunda, yaptığı tercümeyi gören babasının kendisini övdüğünü ve bu yeteneği bugüne kadar niye gizlediğini sorduğunu söyledikten sonra şöyle der: “...Ben bu sözün sıhhat ve ciddiyetini anlamayarak hayrette kaldım. Kendimden bir ümidim var ise o da Fransızcayı iyi anlayabilmekten ibaretti. Yoksa Türkçe yazdığım şeylerin iyi olabilecekleri hatırımdan bile geçmiyordu. Yaptığım tercümenin tashih ve tezyin eyleyeceği ricasındaydım. Peder, “Sakın ha! Buna el sürülmez” dedi. Tuhaf şey, rüya mı görüyorum diye düşündüm...” Zafer Hanım'ın 1877 yılında yayımladığı Aşk-ı Vatan adlı bir roman mevcutsa da tek romanı olduğu için Zafer Hanım yerine beş roman yayımlayarak ilk romancı ünvanını alan Fatma Aliye, döneminde ses getirmiş ve kadın hakları konusunda düşüncelerini beyan etmiş bir isimdi. Kadın haklarına İslami bir çerçeveden bakan Fatma Aliye, bir feminist olarak kabul görmese de kadın hakları konusunda dönemine göre ilerici bir tutum sergilemişti.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Edebiyatının Zaman Tünelinde KADINLAR IŞIK SELİN ORHUNTAŞ “Dünya Kadınlar Günü” sebebiyle kadınlara geniş yer verdiğimiz bu sayıda bir değişiklik yapıp Türk Edebiyatı’ndaki kadınları ve edebiyata katkılarını sıralayalım istedik. Ancak istediğimiz kadar kolay olmadı. Başlarda yaklaşık 80 isim varken çeşitli kısıtlamalarla içimiz yana yana azaltma yoluna gittik. Kimler neler yapmış buyurun. Nobel ödülüne aday gösterilenden romanı yasaklanana , “Son Sümer Kraliçesi”nden ilk ödüllü kadın yazara…

Dahası için buyurun zaman tünelimize:

Amasyalı Zeynep Hanım 15.YY Divan Şairesi

Şeref Hanım 19.YY Şairesi

Saffet Hanım 20. YY Şairesi

Kerime Nadir : Popüler aşk romanı yazan kadın : Hıçkırık (1953)

Sırrı Hanım 19.YY Şairesi

Nigar Hanım 19.YY Şairesi

Selma Rıza : İlk Feminist roman yazarı : Uhuvvet (1892)

Mihri Hanım 15. YY Divan Şairesi

Tuti Hanım 15.YY Divan Şairesi

Hubbi Hanım 16.YY Divan Şairesi

Sıtki Hanım 17. YY Divan Şairesi

Ani Fatma Hanım - 18. YY Divan Şairesi

Güzide Sabri Aygün : İlk kadın Karasevda romanı yazarı (popüler aşk romanı) : Münevver (1899)

Samiha Ayverdi : Batılılaşma değişimi ve aile hayatındaki etkilerini kaleme alır. : Aşk Budur (1938)

Makbule Leman Fatma 19. YY Şairesi

Leyla Hanım 19.YY Divan Şairesi

Halide Edip Adıvar : Robert Lisesi’nden diploma alan ilk Müslüman Türk kadını : Sinekli Bakkal (1935) - Handan (1912)

Ümran Nazif Yiğiter: 1932 - 1933 yıllarında toplumsal bozukluklar ve toplumsal psikolojiyi öykülerine taşıdı.: Kara Kasketli Amele (1933)

Adile Sultan 19.yy Divan Şairesi Müfide Ferit Tek: Türkçülük akımının roman türündeki ilk temsilcilerinden.: Aydemir (1918)

Şukufe Nihal: Darülfünündan mezun ilk Türk kadınından kadının sesini duyuran şiir : Hazan Rüzgarları(1927)


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nezihe Meriç : ‘’kadın öyküsü’’nü yeniden şekillendirir. Bozbulanık (1953)

Sevgi Soysal : Toplumun kadına yüklediği sorumluluklar ve bunlarla mücadelesi: Tante Rosa (1968)

Emine Işınsu : Miliyetçi bakış açısı psikolojik derinlik kazanır : Azap Toprakları (1970)

Tomris Uyar : Başarılı bir çevirmen. İkinci Yeni Dönemi’nde insanlığa eleştirel bakan öyküler. İpek ve Bakır (1971)

Duygu Asena : Kadın erkek eşitsizliğine değindiği roman mahkeme kararıyla yasaklanmıştırHer yıl 19 Nisan’da adına roman ödülü verilmektedir. : Kadının Adı Yok (1987)

Gülten Akın : Şiire folklorik ögeler katarak Tük Şiiri’ni zenginleştirir : Şiiri Düzde Kuşatmak (1983)

Tezer Özlü : ‘’Anlatı’’ tekniği ve Kafkaesk : (Bir İntiharın İzinde) Yaşamın Ucuna Yolculuk (1983)

Pınar Kür : Kadın cinselliğini açık işlediği kitapları yasaklanır. : Asılacak Kadın (1979)

Nilgün Marmara : Dış dünyadan soyutlanmak intihar,ölüm düşüncesi şiirde kendine yer bulur.: Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988)

Peride Celal : Bol ödüllü romanlara sahip olsa da pek tanınmaz.:Kurtlar (1990)

Ayla Kutlu : Psikolojik olaylar romanda eritilmeye başlanır :romandan sinemaya: Sen de Gitme Triyandafilis (1990),Kadın Destanı (1994)

Aslı Erdoğan:Zıtlıklar kendini renklere bürür :Kırmızı Pelerinli Kent (1998)

Lale Müldür :Türk Şiiri’ni imgelerden sıyırıp farklı kültürler üzerine inşa eder. Eserleri İbranice’ye ve Fransızca’ya çevrilmiştir. : Divan - ı Lügatit Türk (şiir-1998) Anne , Ben Barbar Mıyım ? (deneme-1998)

Füruzan : Sait Faik Hikaye Ödüllü ilk kadın yazar. Parasız Yatılı (1971)

Sevinç Çokum : Edebiyat akımlarını erkek egemenliğinden alır. “Hisarcılar” Akımı. Eğik Ağaçlar (1972)

Adalet Ağaoğlu : Toplumsal ve bireysel bunalımlar romanda : Ölmeye yatmak (1973)

Halide Nusret Zorlutuna : ‘’Kadın yazarların annesi’’ : Bir Devrin Romanı ( 1978)

Alev Alatlı : Fantastik Edebiyat -Ütopya Distopya : Scrödinger’in Kedisi : Kabus ( 1999) ; Rüya (2001)

Elif Şafak : Lohusalık psikolojisi anne-yazar kahramanı üzerinden işlenir: Siyah Süt (2007)

Nazlı Eray : Fantastik Türk öyküsü hayal gücünün ürünüdür : Ah Bayım Ah (1975)

Ayfer Tunç : Türk öykücülüğüne yeni bir soluk Bir Deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi (2009) : Yeşil Peri Gecesi ( 2010)


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Cinayetler Kraliçesi

Tuğçe ERKOL

Agatha Mary Clarissa Miller Christie Mollowan (Agatha Christie) 1890 yılının 15 Eylül gününde Torquay'da ailesinin üçüncü çocuğu olarak doğdu. Babası Frederick Alvah Miller'i çok küçük yaşında kaybetti. Evde kardeşleriyle beraber annesi ve dadısı tarafından eğitildi. Onun çocukluğu oldukça yalnız geçmiştir. Bu yalnızlık anlarında yalnızlığını kendisine arkadaş edinmiştir. Hayal gücünün gelişmesi ve özellikle fantastik-mistik

olaylara ilgisi bu yalnızlık sırasında ortaya çıktı. Ailesinin sosyal konumu sebebiyle evlenecek yaşa geldiğinde sosyetenin gözde genç kızlarından biriydi. Bu genç bayanın etrafında da kendisi gibi birçok genç adam vardı, ancak genç kız bu adayların hepsinden uzak duruyor, "denizden gelecek bir adam"ın kendisini kurtaracağını söylüyordu. Buna rağmen Reggie adında bir gençle özellikle annesinin baskıları sonucunda nişanlandı. Ancak kısa süre sonra Archibald Christie adlı biriyle tanışıp, aşık oldu ve nişanlısından ayrılıp Archie demeyi sevdiği genç albayla 1914 yılında evlendi. Agatha Christie'nin ilk edebi denemeleri de bu dönemde ortaya çıkıyor. Mary Westmacott takma adıyla yazdığı 6 adet duygusal romanı onun edebiyata atılışıdır. Yazdığı duygusal romanları için yazar, "Özel hayatımın çalkantılı bir döneminde sahte bir isimle aşk romanı yazmışlığım doğrudur." demektedir. Muhtemeldir ki, Reggie ile isteksizce nişanlanıp sonradan aşık olduğu Archie'si arasında ne yapmaya karar verdiği bir


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dönemde ortaya çıkmıştır bu eserler. Evliliğinin ardından Paris'e giden yazar, dislektik olmasına rağmen okumalarını sıklaştırdı. Burada dedektiflik roman ve öykülerini fazlasıyla okudu. Ablasıyla metuplaşmaları sırasında okuduklarından daha iyisini yazabileceğini söyleyen Agatha Christie, buna dair bir iddiaya tutuştu. Bunun üzerine çalışmalara başlayan yazar ilk polisiye romanını yazdı: Styles'daki Esrarengiz Olay. Eser birçok yayınevine gönderildi ve defalarca geri çevrildi. 1920'de Bodley Head Yayınevi tarafından kabul edildi ve Agatha Christie'nin ilk romanı aynı zamanda ilk Hercule Poirot'lu romanı yayımlandı. 1926 yılına gelene kadar eserlerini vermeye devam eden Agatha Christie kendi parasını kazanmaya başlayınca kocasının onu çekemediği söylenir. Özellikle aldatılmasının sebebi olarak da bu gösterilir. Agatha, aldatıldığını öğrendikten sonra 11 gün ortadan kaybolur. Bu 11 günlük kayıp sırasında aslında Agatha'nın nerede olduğunu bilen kimse yoktur. Herkes Agatha ortaya çıktıktan sonra bununla ilgili farklı efsaneler uydurdu. Çünkü döndüğünde, kesinlikle nerede ve ne halde olduğunu bilmiyordu, hafızasını kaybetmişti. 11 gün boyunca eşi ve tüm yakınları Agatha'yı arar. Ancak Agatha'nın izine hiçbir yerde rastlanmaz. Ona dair bulunan tek iz arabasının göl kenarında ağaçlara çarpmış ve içindeki bavulları dağılmış bir halde oluşudur. Bu görünümün amacı aşikardır ki Agatha'nın göle düştüğü ve kaybolduğu izlenimini vermektir. Agatha'nın kayıp olduğu bu 11 güne dair

birden çok efsane olmasına rağmen en bilineni Doğu Ekspresi'yle İstanbul'a gelip Pera Palas'ın 411 numaralı odasında kalmış oluşudur. Hatta bu efsanenin devamı olarak bir de ardından bir anahtar bıraktığı bu anahtar bulunduğu taktirde Agatha'nın 11 günlük kayboluş sırrının çözüleceği düşünülür. Bunun dışında aldatılmış kadın rolüne bürünen Agatha'nın kocasının metresini o sırada öldürdüğü de düşünülmektedir. Üstelik bunu kuvvetlendiren kendisine dair bir söylem de vardır. Bir gazeteye verdiği röportajında gazetecinin "Tüm bu cinayetleri işlemeden nasıl yazabiliyorsunuz?" sorusuna "İşlemediğimi nereden biliyorsunuz?" cevabını vermesi bu ihtimali de kuvvetlendirdi.

Bu evlilikten bir kızı olan Agatha aldatıldığı ortaya çıktıktan sonra bu evliliği bitirir. Uzun süre kendi ayakları üstünde duran Agatha 40 yaşına geldiğinde kendisinden 14 yaş küçük bir arkeologla evlenir. Bu evlilik o dönem için büyük yankı uyandırır. Daha önce evlenip boşanmış bir kadının yeniden evlenmesi, üstelik kendinden 14 yaş küçük biriyle bunu yapması fazla dikkat


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çekti. Verdiği bir röportajda bu evlilikle ilgili "Mesleği gereği ben yaşlandıkça bana daha çok değer verecek." demiştir. Eşinin mesleği gereğince sürekli olarak doğu ülkelerine giden ve orada eşiyle birlikte kazı çalışmalarında bulunan Agatha Christie, bu dönemi romanlarında kullanır. Kendi yaşadığı dönemden 4000 yıl önce Mısır'da yaşanan cinayeti anlattığı bir roman yazan Christie'den etkilenerek Ahmet Ümit, Ninatta'nın Bileziği'ni yazdı. Zaten Ahmet Ümit, Agatha Christie'den etkilendiğini, onu severek okuduğunu söyleyip, yazdığı bir kitabını ona ithaf etmiştir. Hem de Agatha Christie'nin Hercule Patriot ve Jane Marple üzerinden devam eden romanları gibi Başkomiser Nevzat üzerinden ilerleyen romanlar yazarı. 411 numaralı odanın esararı aydınlanamadı belki; ama dünyanın önemli değerlerdinden biri olan Agatha Christie'ye 410 numaralı odanın kendisine ithaf edilmesiyle Ahmet Ümit komşu oldu. Üstelik Ahmet Ümit bu esrarla ilgili bir de roman yazdı: Agatha'nın Anahtarı. Eserlerinin yanı sıra tiyatro oyunları da yazmış olan Agatha Christie, dönemin kraliçesi için yazdığı Mousetrap isimli oyunutiyatro tarihinde en çok sahnelenen ve izlenen oyunlar sıralamasına girmiştir. Ayrıca yazdığı romanlar İncil ve Shakespeare'den sonra en çok okunan ve satılan kitaplar arasındadır.

Agatha Christie hayatını eserlerine az çok yansıtmayı seven bir yazardır. Eşinin kazı çalışmalarının onu etkilediği gibi savaşta hemşirelik yaptığı dönemlerde öğrendiği ilaç yapma teknikleri de romanlarındaki zehirlenme olaylarının gerçekçiliğinin bir kanıtı gibidir. Agatha Christie'nin yarattığı karakterler genellikle oldukça zeki dedektif tiplemeleridir. Bunlara gerçekte pek sık rastlayamayız. Ama eserde bulunan diğer kişiler günlük hayatta bol miktarda karşımıza çıkabilirler. Sadık uşak, dedikoducu hizmetçi, zalim zengin adam, isterik zengin kadın, beceriksiz polisle gibi tiplerdir bunlar. Bu karakterlere günlük hayatta fazlasıyla rastalayabiliyor olsak da eserlerde onların günlük hayatlarına rastlayamayız. Bunlar günlük hayatlarıyla değil de cinayet çevresindeki hayatlarıyla yer alır kitaplarında. Onunla neredeyse özdeşleşmiş olan Hercule Pairot tiplemesini ise ilk göz ağrısı olması nedeniyle ayrı bir yere koyar. Onu eserlerinde sürekli över.

"... Pek çok ortak yanımız var. Ve birbirimizi de çok iyi tanıyoruz. Aslında bu çok uzun süre önce başladı. Böyle olunca insan kendini güvende hissediyor. Öyle değil mi?" Bay Sattertwaite, "Bu kesin." diye cevap verdi. "Ama deneyimlerimin sonucu insanın bir başkasını iyice tanımasının imkansız olduğunu da öğrendim." Agatha Christie - Ölümün Tam Zamanı


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Zekidir, asildir, prensiplidir diye övgü yağmuruna tutar. Bu nedenle ne kadar doğru olduğu bilinmez kendi yarattığı karaktere aşık olduğunu dahi söyleyenler vardır. Oldukça iyi bir gözlemcidir. Bu gözlemcilik yeteneği ona sadece dönemini ve içinde bulunduğu mekanı iyi bir şekilde betimleme şansını sunmakla kalmaz, bir kadın olarak bir erkek karakter yaratma ve bunda başarıya ulaşma fırsatını da verir.

1971 yılında İngiltere, Agatha Christie'ye Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı ünvanını verir. Bundan sonra da Ölüm Düşesi ünvanını almıştır. Ancak kendisine verilen ikinci ünvanı da tıpkı ilk ünvanı gibi aristokratik bir yaklaşım olarak düşünmüştür. 12 Ocak 1976'da ölen Agatha Christie, Türkiye'de de en çok okunan yazarlardandır. Hala daha kitabevlerinin raflarında kitapları baş köşelerde satışa sunulmaktadır. O hiçbir zaman "Ben büyüyünce yazar olacağım." demediği gibi yazar olduktan sonra bile yazar olduğunu

kabul etmeyen bir kadındır. Türkiye'de ilk defa Altın Yayınları'ndan çıkan kitaplarının ilk baskıları yapılırken yayınevi tarafından tercümanlara 150 sayfa sınırı konmuş. O yüzden kitaplar kesilmiş, biçilmiş bir hal almıştır. İlk okuyucular, bu yüzden yazar hakkında pek de iyi şeyler düşünmeyenlerdendir. Ancak şu an raflarda bulunan halleri tam metinlerdir. Yazarın çıkan 76 romanı, 3 kısa öyküsü, ve tiyatro oyunları hala daha aynı etkiyle okunmakta. Bunun yanı sıra bir de otobiyografisi Otobiyografi: Hayatım adıyla raflarda bulunmaktadır. Agatha'nın ölümünün üzerinden uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen Hercule Patriot hala daha yaşamını sürdürüyor. Üstelik yepyeni bir macerayla. Agatha'nın en büyük hayranı olduğu iddiasıyla Sophie Hannah, Monogram Cinayetleri adlı bir Hercule Patriot romanı yayımladı. Sophie Hannah sadece kendi adına şükran sunmakla kalmayıp tüm okuyucusu ve sevenleri için Agatha Christie'ye şükranlarını sunuyor...


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İŞTE O FEDAİ: AFİFE JALE Sultan DEMİRTAŞ Afife Jale 1902 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. O zamanlar sahne, gayrimüslimlerin egemenliğindeydi. Sanatçı olmak Müslümanlara yakıştırılmazdı. Afife sanayi mektebinde okurken seyirci olarak temsillere dâhil olurdu. Tiyatroya olan ilgisi günden güne artmaktaydı. Fakat sahne Müslüman kadınlar için tam bir yasak bölge idi. Sahneye çıkamayacağını bile bile 1918 yılında stajyer oyuncu olarak Darülbedayi’ye yazıldı. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıksa da, babası ona düşmüş gözle bakıp evlatlıktan reddetse de Afife bu kararından vazgeçmedi. Sabırla beklediği iki yılın ardından 22 Nisan 1920 yılında Apollon Tiyatrosu’nda sahnelenecek olan Hüseyin Suat’ın “Yamalar” adlı oyununda izleyiciyle buluşabildi. Emel adlı rolü oynayan Eliza Benemenciyan, yurt dışına gittiği için, Jale takma adıyla, üzerinde kırmızı bir elbise ile sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın oyuncu oldu Afife. Bir yasağı çiğnemişti artık Afife Jale, peşini hiç bırakmayan bir illete de bu yol uğruna bağlanmıştı. Afife ilk temsilinin ardından yaşadıklarını Refik Ahmet Sevengil’e şu cümlelerle anlattı:

“Hayatımda mesut olduğum ilk gece. Sanatın ruhuma verdiği güzel bir sarhoşluk içindeyim. O piyeste güzel bir sahne vardı. Orada taşkın bir saadetle ağladım, ağladım, ağladım… Sahiden ağladım. Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı bana çiçekler getirdiler. Hüseyin Suat Bey kuliste bekliyormuş. Ben çıkarken durdurdu, alnımdan öptü: ‘ Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı, sen işte o fedaisin.’ dedi.” Sahneye çıktığı ilk gece tiyatroya gelen polis, yöneticilere Müslüman oyuncu oynatmamaları konusunda uyarıda bulunmuştu. Buna rağmen yöneticilerin de isteği ile Afife Jale bir hafta sonra “Tatlı” Sır adlı bir başka oyun ile tekrar sahneye çıktı. Polis ikinci bir vakanın ardından Afife Jale’yi tutuklamak istese de pek başarılı olamadı. Afife Jale oyuncu bir arkadaşının yardımı ile kulisten kaçmayı başardı. Temsillere çıkmaya devam ediyordu Afife Jale ve üçüncü oyunu “Odalık” ile tekrar sahneye çıktı. Tiyatro salonunu basan polis çözümü Darülbedayi yöneticileri Celal Sahir ve Hüseyin Suat'ı tutuklamakta buldu.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dâhiliye Nezareti'nin (İçişleri Bakanlığı) 1921 yılında 204 sayılı bildirisiyle Müslüman kadınların sahneye çıkmaları kanunen yasaklandı. Afife Jale, Darülbedayi Yönetim Kurulu'na gönderilen bu bildiri ile Darülbedayi kadrosundan çıkarıldı. Hayatının en büyük idealinden hırpalanarak uzaklaştırılmıştı Afife Jale. Çeşitli kumpanyalar ve turnelerle tutunmaya çalışsa da bu idealine ellerinden kayıp gitmişti her seferinde. 1929 yılında sanatçı, bestekâr Selahattin Pınar ile evlendi. Aklı hâlâ sahnelerde olan Afife Jale bir türlü mutlu olamıyordu. Selahattin Pınar desteğini hiç esirgemese de Afife Jale şiddetli baş ağrılarından bir türlü kurtulamadı, yatağa düşüp ilaçlara sığındı. Artık sığınacağı tek liman morfinler olmuştu. Peşini bırakmayan bu illet evliliğini bitirdi, yavaş yavaş onu da tüketti. 1941 yılında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde henüz otuz dokuz yaşında iken yaşamı son buldu. Evet, Afife bir fedaiydi. Sonu yıkımla bitmeye mahkûm olan bir takım acı maceraları göğüsleyebilecek kadar cesurdu. Onun açtığı yolda ilerleyen kadınlar, Müslüman Türk kadınlar sahneye hiç korkusuz çıkabildilerse bunu Afife’ye borçlu idiler.

1918 yılında stajyer oyuncu olarak Darülbedayi’ye yazıldı. Ailesi bu kararına şiddetle karşı çıksa da, babası ona düşmüş gözle bakıp evlatlıktan reddetse de Afife bu kararından vazgeçmedi.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çağdaş İran Edebiyâtının Yenici Şairesi:

Furuğ-ı Ferruhzad

Mehmet Altınova

"Varmak nedir bilmiyorum, ama kuşkusuz tüm varlığımın ona doğru aktığı bir maksat vardır." Yukarıdaki sözün sahibi İran edebiyatının modern şairesi Furuğ Ferruhzad'dır. Bilindiği üzere İran edebiyatı, onun da evveliyatında Pers edebiyatı, şiire dayalı bir edebiyattır. Nesir daha sonra çıkmış, şiirin ve mananın ön plana çıkması sözü kullananlara, "şair" vasfını eklemesini sağlamıştır. İran'ın sosyolojik açıdan kadınlara göre kapalı bir devlet olması her konuda olduğu gibi sanatta da kendini göstermiştir. Bu nedendir ki İran'da sanat yapan kadına rastlamak çok güçtür. O devirde bir kadının haykırarak şiir söylemesi sanata meydan okumaktır ki bunun anlamı, "Biz de sözde ustayız!" demektir. Edebiyatımızda İran'dan etkilenmeler olduysa da bununlar birlikte Tanzimat'tan sonra Batı'ya yöneldiysek de bu hususta bizdeki şaireler her iki bölgeden de fazladır. Furuğ-ı Ferruhzad,1935'te Tahran'da doğdu. Güzel Sanatlar okulunu bitirdi. İlk şiir mecmuası Esîr adıyla 1942'de basıldı. Yirmi üç yaşındayken Dîvâr (Duvar) ve ardından üçüncü şiir kitabı İsyân yayımlandı. Sinemaya da yöneldi ve birçok filmde rol aldı. Zaman zaman dublaj da yaptı. İngilitere,Fransa ,Almanya ve İtalya'ya gitti. Orada kendini geliştirip şanını yaydı.1964 yılında dördüncü şiir kitabı olan Tevellud-i Dîğer'i yayımladı. Şiirlerini anlamadan önce onun hayatına biraz daha derinlemesine girmekte fayda görüyorum. Binbaşı Mohammed Ferruhzad, rütbesinden de anlayacağınız üzere askeri kökenli bir babada büyümüştür. Askeriyeyi eve taşımasıyla baskıcı bir ailede büyümesi onun sanat anlayışına da yansıyacaktır. Kocası,Perviz

Şapur'dan ayrılmasıyla o döneme bir başkaldırış göstergesi olmuştur. Bu eylem bir boşanmanın ötesine geçmiş ve bunu oğlunu görememe bedeliyle ödemiştir. Bunun içindir ki sürekli bir keder, hayattan bıkma hissiyatlarıyla şiirlerini kaleme almıştır. Belki de bu yaşadığı bedellere karşı oluşturduğu şiirler sayesinde İran edebiyatının en önemli simalarından biri haline gelme ödülünü İran ve dünya toplumu ona vermiştir. Bir annenin yahut kadının en tabii olan ve dokuz ay karnında taşıdığı çocuğunu görememenin denkliğini şiirlerde bulmuştur. Buna karşılık, "Kendi varlığımın sesi olayım dedim yazık kadındım..." serzenişiyle adaletsizliğe haykırmakla eşitsizliğine haykırıyordu. Hikâye yazarlığıyla tanınan İbrahim Golestan'dan etkilenmesiyle şiirde müzikali de katmıştır. 1966 yılında arkadaşının kullandığı bir araba kazansında hayatını kaybetti. Furuğ'un hayatından başka önemli olan bir husus şiirde getirdiği yeniliklerdir.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bizdeki Garipçiler, İkinci Yeniciler gibi şiirdeki yenilik fikirlerini gerçekleştirmeyi adeta tek başına üstlenmiştir. Zaten başlı başına İran'da bir kadının sanata bu denli önem vermesi bir baş kaldırıştır. Özellikle bunu şiirde yapıyorsa kökten gelen bir baş kaldırışın simgesidir. Nesirdeki Sadık Hidayet'i şiire taşımış, toplumsal problemlere değinmiş ve cinselliği şiire adapte etmiştir. Bunu yaparken de dildeki akıcılığa ve sadeliğe önem vermiş, yaşanılan dünyayı anlatmıştır. Kendisinden sonra gelen Fars şairlerini bu yönüyle etkilemeyi başarmıştır. Fars şiirinde son yarım yüzyılın en etkili kadın ismi, bütün cinsiyetlerinden bakarsak da en eklili isimlerinden biri olmayı başarmıştır. Şiirlerinden örnekler;

BAK1 Gözlerimin derinlerindeki gama bak nasıl da eriyor damla damla. Nasıl tutsak düşüyor güneşe serkeş karaltım Bak bir harap oluyor tüm varlığım Bir kıvılcım içine çekiyor ağdırıyor yükseklere çekiyor ağına beni

ESİR Seni istiyorum ve biliyorum ki asla Muradımca kucaklayamayacağım seni Sensin o saf,aydınlık gökyüzü Ben şu kafesin köşesinde esir bir kuşum Soğuk, karanlık demirlerin arkasında Hasret dolu bakışlarım hayrandır yüzüne ...

Bak bir yıldız doluyor gökyüzü bir baştan bir başa Uzaklardan geldin sen çok uzaklardan Itırlar ve nurlar ülkesinden Şimdi bir sandala bindirdin beni fildişinden billurdan Götür beni yüreğimi okşayan umut şiirler coşkunlar şehrine götür

YABANCI Yine bir kalp düştü ayaklarıma Yine bir göz takıldı yüzüme Yine bir savaşın kargaşası içinde Benim aşkım soğuk bir kalbe baskın çıktı Yine dudaklarımın pınarından Susamış bir içti kana kana, Yine koynumun yatağında Bir yolcu uykuya daldı, uykuya daldı.

1

İran Şiir Antolojisi, Hazırlayan ve Çev.: Mehmet Kanar,say. 181,YKY,2014

...


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve Her Yıl

Çiçekler Büyür İyi bir okurun, gerçek bir edebiyatseverin hayatında sık sık karşılaştığı iki soru vardır. Bunlardan ilki “Seni en çok etkileyen kitap hangisi?” , diğeri de “Bana bir kitap önerir misin?” şeklindedir. Ve çoğu zaman bu iki sorunun cevabı da aynıdır. Benim için de bu soruların iki kelimelik tek cevabı var: “Çiçekler Büyür” “Çiçekler Büyür”, Halide Nusret Zorlutuna’nın kızı Emine Işınsu’nun 1978’de yayımladığı romanı. Roman, arka kapağındaki ilk satırlarla okuru kendine çekmeyi başarıyor: “1976'lardan bu yana, Bulgaristan'da yaşayan millettaşlarımıza, Bulgar Hükûmetleri'nin uyguladığı, insanlık utancı politikalar ve kanlı baskılar... İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı koyabilir?...” İlay, bir küçük kadın... Kitap yayınlandıktan sonraki tarihlere bakılacak olursa İlay/İlayda isimlerinin yaygınlaştığını görürüz. Etrafınızdaki İlay/İlayda’lara sorduğunuzda da çoğu, adının “bir roman”dan geldiğini söyleyecektir. Bir nesli böylesine etkileyen bir romandır “Çiçekler Büyür”. Ailelerin evlatlarının adına koyarak yaşatmayı istedikleri büyük bir yüreği vardır çünkü İlay’ın.

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Ortaokul birinci sınıfta, 12 yaşında, Bulgaristan’ın Deliorman Köyü’nde yaşayan bir Türk ailenin kızı olan İlay’ın hatıralarından okuruz romanı. Bembeyaz narin ama dik başlı bir akçabardaktır İlay ve sevmekten vazgeçemediği bir “hayırsız” oğlandır adeta Mehmet Ali... Bulgaristan'daki Rus düşünme ve yönetim biçimlerinin etkisiyle insanların makine gibi yetiştirildiği, çalıştırıldığı ve düzendeki çarkın dönmesi için her türlü baskıyla kullanıldığı o acı yılları İlay'ın anılarıyla anlatır bize Emine Işınsu. Bu acıların ortasında yeşeren, şiddetli rüzgarlarda tutunmaya çalışan bir aşk hikayesidir onlarınki... Mehmet Ali- İlay aşkının etrafında Bulgaristan’daki Türk vatandaşlarının nasıl eziyet gördüğünü, nasıl yok edilmeye çalışıldığını, yapılan eziyetleri, işkenceleri satır satır yaşatır yazar. Bunu son derece başarılı bir kurguyla bireysel ve toplumsal “ateşten gömlek”in mücadelesi şeklinde sunar okuyucuya. Aşk, nefret, acı, milliyetçilik, vatan mücadelesi ve tüm bunların ortasında çaresizlik iliklerimize kadar işler roman boyunca. Romanda aşk hikayesiyle birlikte sürükleyiciliği sağlamlaştırılan esas mesaj olan Bulgar zulmünün çeşitli örnekleri en acı şekilde vurulur yüzümüze. Örneğin, Bulgaristan’daki Türklere komünist-Bulgar olmaları için baskı yapılır ve bunu kabul edenlere devlet tarafından pek çok imkân tanınır. Türklüğü savunan İlay ile sevgilisi Mehmet Ali arasında geçen şu konuşma bu durumu ortaya koymaktadır:


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“(…) Kendimi Bulgar kabul etmek İlay, yok başka çare, yok! Canı cehenneme milliyetin bilmem neyin! Bana Bulgar’sın diyorlar, tamam mı, kabul ediyorum; çünkü bana fayda sağlayacak olan Bulgar görünmektir, aslında hiçbiri umurumda değil! (…) Bak ben sana Bulgar olmanın yüzlerce faydasını sayabilirim, ama sen bana Türk olmanın tek faydasını söyleyebilseydin…”

Çocukların sünnet ettirilmesi de Bulgar devletince sağlık açısından uygun görülmediği gerekçesiyle yasaklanmıştır.

“Seni çok seviyorum Mehmet Ali!”Gürültüden sonra kulağıma çarpan bu sakin ses, benim sesimdi… Derken… hafızamın bir köşesine gömülüp kalmış bir hatıra kımıldayıp, canlandı…”

Türklerden sosyalist düzene uygun şekilde yetişmeleri istenir. Onlara, ille de bir dine tabi olmaları gerekiyorsa bunun BulgarOrtodoks dini olacağı söylenir: “Eğer din seçmek gerekiyorsa, BulgarOrtodoks dini seçilmeli. Türklerin cenazesi Bulgar papazlar nezaretinde gömülmeli.”. Bunların yanı sıra İslamiyet’te yenmesi haram olan domuz etinin Müslüman Türklere yedirilmesi de dayatılan şeyler arasında sayılır: “Hayvanlar arasında fark yoktur, bu yüzden domuz eti mutlaka yenmeli. Yakın zamanda, Türk köylerine yalnız domuz eti sevk edilecektir. Evlerinde tavuk, koyun besleyenler bunları, yakın zamanda domuzla değiştireceklerdir.”

448 Sayfalık kitabı (Ötüken Yay. 2001), kaos dolu sayfaları bir çırpıda bitirirsiniz. Ama kapağını kapattığınız anda derin bir iç sızısı kaplar yüreğinizi. Uzaklara bakarak dalarsınız. “İlayy” diye fısıldamaya çalışırsınız ama sesinizin çıkamadığını fark edersiniz. Bulgaristan’daki Türklerin devlet eliyle asimile edilmeye çalışılması, buna direnen insanlara yapılan zulüm, imparatorluktan o topraklarda geriye kalan insanların kendileri olarak var olma mücadelesi bir daha asla unutulmamak üzere kazınmıştır zihninize. “Bir gün bir kitap okudum ve bütün bir hayatım değişti” dedirten eserin tüyleri diken diken eden sonunda sorularınız tükenir. Ve bildiğiniz tek şey şudur:

“Bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir ve her yıl çiçekler yeniden büyür!”


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

NESLİYÂR Derin tevazu, çorak arazi Düşler seni bir gece vakti. Yücelerden geçip gelsen beri Anlatsam seni bir seher demi.

Güneş gibi asl-ı surette, Düşünce bellidir bidayette. Sevmişim seni ta bezm-i elestte. Sana gönderilen gül deste deste.

Varlıkta yokluk hangisi? Yoklukta varlık benimkisi. Derme çatma bir gemi,

Ey yârimin nesli yahut Nesliyâr

Bir lütuftan ibaret bu fani.

Besliyor beni bu yer yahut Şehriyar. Yüce gönüllü özlü sözlü gül yüzlü… Beni mest eden bir çift pare gözdü.

Şiir mısralarına ilhamdır gözlerinin ahengi. Seni anlatamaz mevsimin hiç bir rengi. Dengi olmayan bu deryada bir büyük gemi,

Bil ki nehrim, ilham pınarım sana akar,

Her dem seninle açılacak bu berzah âlemi.

Bil ki kalemim, kelamım sade sana bakar. Sana dökülür bu okyanustan inciler,

Çalabım bana lütuf u kerem eylemiş.

Sade seni anlatır iç içe geçmiş zincirler.

İlhamı intisab eyleyip kalbe gizlemiş. Ervah-ı âlemde özün miske bezenmiş.

Birbirine sıkıca bağlanmış kenetlenmişler.

Sözüm Şah’a bizi bize ne hoş lütfetmiş.

Dünya sırat-ı müstakim ipi ince dizmişler. Sen varsan kimse gelmesin uğramasın, Yârimin gönlünün kentine. Sen yoksan eğer kimse karışmasın, Boynumun kementine.

Süleyman Erkut


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN

Bölüm -9-

Sırdem Kemiksiz Teyzemin sesiyle uyandım. Yavaşça başımı sağa çevirdiğimde otogara girmiş olduğumuzu fark ettim.Önümde açık duran servisi koltuğa doğru kapattım ve çantamı hemen boynumdan geçirip inmeye hazırlandım.Teyzemde her hangi bir duygunun ifadesini göremiyordum.O sanki bir ziyarete gelmişiz gibi hatta ondan bile daha heyecansız ve meraksız boş gözlerle bakıyordu.Otobüs durur durmaz aşağı fırladım.Bir kamyonun taşıması gerektiği eşyalarımızı bir an önce diğer insanları mağdur etmeden almalıydım.Aslında onlara iyilik yapıyordum ama beni bir türlü anlamak istemediler ve çoğu kez eşyalarımı almama mani oldular.Büyük bir savaşın sonunda Mırnav’ı da kurtararak kalabalıktan sıyrılmayı başardık.Çantamdan defterimi çıkarıp gideceğimiz adrese baktım.Çekirge’de küçük bir otele yerleşecektik bir haftalığına.Hemen bir taksi bulup bindik.Yolculuğumuz boyunca da teyzem hiç konuşmadı.Aklından neler geçirdiğini,neleri kıyasladığını çok merak ediyordum.Mesela ben Bursa’ya iner inmez nefes aldığımı hissettim.İzmir’le ne kadar kıyaslanır bilemem ama bu şehrin tarihi,mistik havası henüz onu keşfetmeden içine çekmişti beni.Burada bilmediğim bir şey vardı.Hiç almadığım bir koku,hiç görmedim şeyler…Şimdilik anlatamıyorum ama bir gün,burayı benimsediğim ilk gün ırmak olup taşacağını hissediyorum kalbimin derinliklerinde.Hiçbir zaman tesadüflere inanmamıştım.Teyzemin başına gelenler,öğrendiğim şeyler,hiçbir sebep bile gösteremeden buraya gelişimiz…Hepsi bir şey içindi.Bunu ne ben ne teyzem ne de siz biliyorsunuz. Bunun cevabını vereceğim günü sabırsızlıkla bekliyorum. İçimde bir takım hesaplamalar yaparken taksicinin ‘’geldik’’ demesiyle irkildim. Hep böyle oluyordu. Bıraksalar saatlerce giderdim. Eşyalarımızı alıp yerleşmek için otele yöneldik. Kuş seslerini duyuyordum. Gözüme aşağılarda ‘’termal hamam’’ tabelaları ilişti.Çevrede bir sürü büyük küçük otel vardı.Eğlenceli günler geçirebiliriz diye düşündüm.Buranın tarihi dokusuna şimdiden hayran kalmıştım. Otele girdik ve ‘’303’’ numaralı anahtarı elimize alıp odamıza yöneldik. Kapıyı açtığımız an yere kadar inmiş bir camın ardında Bursa karşıladı bizi. Odanın duvarlarında antika çerçevelerden levhalar asılıydı.Vavlar Elifler güzel işlenmiş vaziyette duvarları süslüyordu.Osmanlı’ya payitahtlık eden bu şehir beni cezbetmeye devam ediyordu.Kulağımda ve ayaklarımda bir sıcaklık hissetmeye başlamıştım.O an oracıkta bayılıvermiştim.

Devamı gelecek…


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Işık Selin ORHUNTAŞ

Virginia WOOLF’un Kendine Ait Odasında Woolf'ün en bilinen eseri. Günümüzde özellikle kadın hareketlerinin el kitabı niteliğinde. Bir nevi kutsal kitap. Neden peki ? Feminist edebiyatın temel taşlarından bir yazardır Wirginia Woolf. Feministlik 17.YY ' da Fransa'da Olympe de Gouges'ın “Eğer kadının idam sehpasına mahkûm olma hakkı varsa, tribünden izleme hakkına da sahip olmalıdır.” sözüyle tarih akışı içinde yer almaya başlar. Bu olgunun amacı "ataerkil" sistemden kurtulup kadının eşit toplum içinde yer almasıdır. Bu kaba tabiri tabii. Ve bu tanımla çok basit kalıyor. Ama öyle değil... 16.YY -hatta daha eskiden beri- kadının toplumda yeri yoktu. (Günümüzde de bu anlayış yok olmuş değil) Bir kadının kitap yazması bir yana alışveriş haricinde evinden dışarı çıkması imkansızdı. Kadına biçilen görev buydu. 19.yy 'da bir kadının çıkıp "Kendine Ait Bir Oda" adıyla kitap yazması devrimle eşit sayılabilir. Kitabın içi boş olsa bile... Kadın ve aitlik kavramlarının yan yana gelmesi yazarın kitabında izlerini sürdüğü "kadın ve edebiyat" kavramlarının yan yana gelmesi kadar olanaksız. Bilinç akışı tekniği ile yazdığı kitabın ana konusu kadın ve edebiyattır. Giriş kısmında kendisinden önce eser vermiş kadın yazarların ismini -kendince onlara selam gönderir gibi sayıyor. Jane Austen , Bronte Kardeşler , Fanny Burney vb. Ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmiyor bu sayı. Ha 17 ha 19 sayılar değişse

de gerçekler değişmiyor. Sahneler çabuk değişiyor takip etmek çoğu zaman güç olabiliyor. Woolf ,kütüphaneye gidiyor. Raflarda geziniyor. Profesörlerin yazdıklarında görmek istediği gerçeği arıyor. Fakat görüşler o kadar kesin çizilmiş ki mümkün değil. Bir kadının kurmaca metin yaratmış olması imkansızla eşdeğer. Bir köpeğin arka ayakları üzerinde yürümesine benzer yarattıkları. İkinci soru kemiriyor beynini "Kadınlardan neden Shakespeare gibi bir deha çıkmadı ?" Bu soruyu cevaplamak için girdiği kurgu Wirginia Woolf'ün zekasına hayran bırakıyor. " Shakespeare ' in bir kız kardeşi olsaydı ve o da bir şeyler yazsaydı akıbeti ne olurdu " düşüncesi üzerine kurgulamaya gidiyor. -Sonuç gerçekten iç burkuyor. - "Olası senaryonun tahayyül edilmesi çok da zor değildir: Shakespeare eğitiminde ilerleyip tiyatro ve yazın dünyasında kendine bir yer edinirken Judith okula gönderilmez. Ailesi tarafından evlendirilmek istendiğinde yeteneğinin peşinden giderek kaçar. Shakespeare gibi hayallerini gerçekleştirmek üzere bir tiyatroya başvurduğunda hiçbir kadının tiyatrocu olamayacağı cevabıyla yüzleşmek zorunda kalır. En sonunda kendisine acıyan bir menajerden hamile kalır. Kadın bedenine kıstırılmış şair ruhunu daha fazla taşıyamaz ve intihar eder!" Edebiyat tarihini önümüze sererken biz kadınlara sesleniyor : "

"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" Kadınlar “çocuk sahibi olmakla; para, kütüphane, şarap mahzeni ve şiir sahibi olmak arasında bir seçim” yapmak durumundadırlar. (Froula, 2005: 192) Yeterince paraya sahip


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmayan kadının kendisi için en iyi adamla evlenip çocuk sahibi olmaktan başka bir seçeneği yoktur. ( Kendi özgür iradesiyle yapacağı tercih olmadığı için seçenek demek pek de doğru değildir. )

"Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" Kendine Ait Bir Oda Ne Demek ? Bir kadının kendine ait odası olması kendini özgür hissedebileceği bir yer olması demektir. Bu özgürlük alanında ise yazı deneyimini yaşayacak ve bir şeyler üretecektir. Bir şeyler üretmek deyimi akıllara ekonomik özgürlüğü getirir. Ekonomik özgürlük beraberinde diğer özgürlükleri de getirir. Böylece toplumun kadına sunduğu seçenekler arasında tercih hakkı olabilir. Woolf, şiddetle yazmayı önerir okuyucularına. Ne yazmak , nasıl yazmak isterlerse yazmalarını ; başkalarının düşüncelerine aldırmadan özgürlükleri için mücadele etmelerini söyler.

“Yazmak istediklerinizi yazdığınız sürece önemli olan tek şey budur; bunun yüzyıllarca mı yoksa yalnızca saatlerce mi önemli kalacağını kimse söyleyemez. Ama kafanızda yarattığınız dünyanın tek bir telini, elinde gümüş bir kupa tutan bir

başöğretmenin ya da bir ölçü defteri tutan profesörün sözüne uymak için gözden çıkarmak en aşağılık ihanettir ve eskiden insanların başına gelebilecek en büyük felaketler arasında sayılan bekaretin ve servetin gözden çıkarılması bunun yanında yalnızca bir pire ısırığı gibi kalır.” (Woolf, 1992: 120) Woolf'un kendine ait bir odası var mıydı diye düşünüp bir yandan satırların arasında gezinirken yazmayı delilik ve intiharla bir tuttuğunu anlıyorum. Yazı için araştırma yaparken tesadüfen görüyorum - söylentiden ibaret - ceplerine taş doldurup denize atlamasına neden olan zihinsel bozukluk ailesinde dört kuşaktır görülen bir rahatsızlıkmış. Kocasına bıraktığı son mektupta ruhsal hezeyanlara daha fazla dayanamayacağını söyler.28 Mart 1941'de intihar eder. Ölüm yıldönümü bahanesiyle anmış olduk kendisini. Her ne kadar Ursula K. LeGuin yazmak için "kendine ait bir oda" gereksinimine karşı çıkmış olsa da bir akım başlatmıştır. Ve umarım huzurla ölmüştür. Kaynakça : Christine Froula, Virginia Woolf and the Bloomsbury Avant-garde: War, Civilization, Modernity (New York: Columbia University Press, 2005). Virginia Woolf , Kendine Ait Bir Oda ( İletişim , 2003)


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEN ÖLÜYORUM Nasıl anlatsam bilmiyorum Ansızın bir fırtına başlıyor Her şey öylece kalıyor, donuyor her şey

Sanırsın ki kıyamet kopuyor Rüzgâr seni bana sürüklüyor Karşımda duruyorsun Sanki dokunsam sen varsın Böyle nefes alamıyorum Gözlerim kısılıyor Ah bir bilsen nasıl yanıyor canim Kalbim çığlık çığlığa Ve sen karşımda gülümsüyorsun Birden bir orkestra oluyorsun O acımasız şarkını söylüyorsun Hayır duymak istemiyorum Susmuyorsun Sesini içime fırlatıyorsun O birkaç nota dilinden dökülen Bana neler ediyor sen bilmiyorsun Sen karşımda gülümsüyorsun O beyaz yüzün senin Beni siyah ölümlere çağırıyor İçime hasret salıyor, acı veriyor Üşüyorum buzdan daha buz kesiyorum

Sana hayran kalbim beni sana kurban ediyor Ne mutlu sana Ben oluyorum Karşımda gülümsüyorsun

GECEDEN SESLER Bir keşkeler yığınından sesleniyorum; İşitenler, işitmeyenlerden İtina ile saklasın. Bugün; ahir günüdür Gecenin enkazından sıyrılıp Lambada oturan yamalı hayallerimin. Nasıl tipik rastlantılardan Farklıysa bu ecel, Öyle başkadır lüzumsuz insan gürültüsünden Uykusuzluğuma refakat eden cinlerin fısıltısı. Parlak ay, kırılmaz karanlık, ölü gökyüzü... Takvimden düşen gün, Göz kapaklarımla tavanı Birbirine düşman bırakır. Kadın sıçrar uyanır halimden habersiz, Karabasan bilir. Çıksak da sabaha açmazda kalırız. Derinlere batıyor sözleri; Bağır delmeye gayet müsait Cisimler gibi. Mesafe anlatıyor gözleri; En ırak memleketlere ait İsimler gibi. Benim gözlerim Azrail telkiniyle yumulur, Kavuşmak yok ama bir parça rikkatin umulur.

BEGÜM ÇALIŞKAN

Aziz NADİR


Fotoğraf Aybige Akdağ


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ

Kübra TARAKÇI

Yine ben, yine yeni bir macera daha. Erasmus bitti ama anlatacaklar biter mi? Bitmez... Sıradaki ülkemiz aşk şehri İtalya'ydı. Her köşesi tarih, sanat ve aşk kokan bir ülke... İlk önce Venedik'e gittik. Tabi gider gitmez bir olay yaşamadık değil. Venedik'e vardığımızda sabah saat 6'ydı. İner inmez kalacağımız hostelin adresini sorduk. Bir kadın burası Venedik değil demez mi ! O an ne yapacağımızı şaşırdık. Sanırım erasmus dönemimin en korkulu dakikalarıydık. Sabahın erken saati olduğu için hiç bir

ulaşım aracı yoktu. Ama gittiğimiz yerin Venedik olması gerekiyordu. En sonunda polise gitmeye karar verdik. Polise gitmemizle rahatlamamız bir oldu. Meğer kalacağımız yer 15 dk uzaklıktaymış. Venedik is ada olduğu için otobüslerin oraya girmesi zaten yasakmış. Cahilliğimiz fena halde korkmamıza neden olmuştu. Venedik denilince akla ilk gelen kanallarıdır sanırım. Gerçekten de şehirde çok fazla


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kanal var. Otobüs, metro, araba görmeden huzurlu bir gün geçirmek mümkün. Venedik'in en önemli bölgesi San Marco Meydanı'dır. Bir yanında Dükler Sarayı, bir köşesinde San Marco Bazilikası, uç tarafında Carrer Müzesi, Çan kulesi, Gondol iskeleleri derken Venedik'te olmanın büyüsünü hissetmeye başlayacağınız yer. Torre dell'Orologio yani Çan Kulesi Venedik'in vazgeçilmezlerinden. Venedik'in daracık sokaklarında gezerken tabi ki her zaman olduğu gibi mutluluktan ölüyorduk adeta. Bu mutluluğumuz sonraki rotamız olan Floransa bilet fiyatlarını öğrenene kadardı. Tura çıkmadan önce herkesin söylediği bir söz vardı. Biletlerinizi önceden almayın anı yaşayın birazcık. O an, hayatımız boyunca unutamayacağımız bir an olmuştu. Çünkü normalde 10 veya 20 Euro'ya alınabilecek biletleri Fashion Week nedeniyle biz 42 Euro'ya almıştık. İçimize 42 Euro bir oturdu ki sormayın :)

çeşitli eserlerinin bulunduğu ve bir zamanlar buraya Michelangelo’ya özel müze yapılması planlandığı için bu adı alan meydan Floransa’nın görülmesi gereken yerlerinden birisi.

Floransa'da 2 gün kaldıktan sonra rotamızı Pisa'ya çevirdik. Pisa şehrinde görülmeye değer tek yer Pisa Kulesi. Kulenin bulunduğu yere gittiğinizde görebileceğiniz tek şey eller sanırım. Elini kuleye dayamış gibi yapan fotoğraf çektiriyor. Pisa'da bir gün konakladıktan sonra tarihin şehri Roma'ya geçtik. Roma'da bu sefer hostel arayışına girmedik çünkü gitmeden önce rezervasyon yaptırmıştık. Ama bu sefer de hostelin adresini bulamadık :) Roma denilince akla ilk olarak Kolezyum gelir sanırım. Dünyanın 7 harikasından birisi. Gerçekten de mükemmel ve devasa bir yapıt.

El-mahkûm aldığımız biletlerle diğer gün Michelangelo'nun şehri Floransa'ya gittik. Rönesans’ın beşiği, Duomo’nun ana vatanı, Toskana’nın başkenti, UNESCO’nun yani Dünya’nın Kültür Mirası Floransa. Burda da yine bir hostel krizi yaşadık. 3 4 saat süren hostel arayışımızdan sonra sığınacak bir liman bulduk. Tabi yine moda haftasından dolayı hostele de normal fiyatın 2 katını ödedik. Hostelde dinlendikten sonra şehri gezmeye başladık. Floransa’ya gidip de kuş bakışı bu şehrin güzelliğine şahit olmamak olmaz. Bunun için en doğru adres tüm Floransa’yı ayaklarınızın altına seren 1869 yılında inşa edilen Piazzale Michelangelo. Michelangelo’nun

Bir diğer önemli anıt II. Victor Emmanuel 'dir. Daha sonra yolunuz İspanyol Merdivenleri'ne çıkıyor. Eğer merdivenleri


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

üşenmeden çıkarsanız muhteşem bir manzara yine karşınıza çıkıyor. Pantheon ise bir diğer tarihi eser. Pantheon tüm tanrıların tapınağı anlamına gelmekteymiş. Bir diğer ayrıntı ise Ayasofya yapılana kadar tek parça en büyük kubbe Pantheon’un kubbesi olması. Veee Aşıklar Çeşmesi :) Ama bizim bahtsızlığımızın göstergesi. Sen o kadar yoldan gel, belki, bir umut, hani bir kısmet bulurum diye; ama çeşme tadilatta olsun. Kaderimize boyun eğip uzaktan öylece baktık maalesef :(

İsa'yı taşıdığı bir heykel. Uzak bir cam bölmede sergilendiği için doğrulayamadık fakat Meryem Ana'nın kemerinde Michelangelo'nun imzası olduğu söyleniyor ve bu imzaladığı tek eseriymiş. Ayrıca Michelangelo bu mermer heykeli tamamladığında sadece 25 yaşındaymış. Kiliseyi gezip bitirdikten sonra görülmesi gereken ikinci yer Kubbe. Kubbeye çıkış eğer asansörle çıkıyorsanız 7, asansör kullanmayacaksanız 4 euro. Biz en fazla ne kadar çıkabiliriz ki diye düşünerek asansör kullanmadık, kullanmadık ama yolda ufak çaplı bir kalp krizi geçirmek üzereydik. Normalde asansörden sonra 300 basamağın olduğunu sonradan öğrendik. Biz ise yaklaşık 600 basamak çıktık sanırım. Ama o kubbeye çıktığınızda gördüğünüz manzara tek kelime ile mükemmel.

İşte İtalya serüvenimiz böyle son buldu. Gönül tekrar gitmeyi ister... Gelecek ay görüşmek üzere, bol gezmeli günleriniz olsun...

Castel Sant Angelo ise Melekler ve Şeytanlar filmini izleyenlerin hemen hatırlayacağı önemli bir yapıt. Köprünün korkuluklarını, İsa'nın çarmıha gerilişini simgeleyen on melek heykeli bulunur. Ve Vatikan şehri. Şehir deniyor çünkü Roma'dan ayrı bambaşka eşsiz bir şehir. İlk olarak karşınıza San Pietro Bazilikası çıkıyor. San Pietro Bazilikasına ismini veren San Pietro, İsa'nın 12 Havarisinden biri ve ilk Papa. Burası ayrıca dünyanın en büyük Katolik kilisesi olma özelliğine de sahip. İçeride görülmesi gereken önemli birkaç şey var. Bunlardan bir tanesi Pieta. Pieta, Michelangelo tarafından yapılmış, Meryem Ana'nın kucağında çarmıhtan indirilen Hz.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Mart’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

CADI AVI-4 Işık Selin Orhuntaş Müziğin iyileştirici gücüne inanmışımdır hep bir de şiirlerin. Bu ikisi yanyana gelince muazzam bir şey çıkar ortaya. Asıl iyileştirici güç oradadır. Bir şairin kaleminden çıkıp bir sanatçının sesine oradan da evrene ulaşır o güç. Her şarkı sözü bir şiirdir. Şiir de edebiyatın en güçlü silahıdır. Bu silah iyi de kullanılabilir kötü de… Şiirlerin müzikle buluşması eskiden beri vardır. Gerek ağıt olsun gerek ilahi. Zamanın en büyük tanığı olarak Türk Edebiyatı’nda bir şekilde yer etmiştir. Kadın ozan günümüzde çok az. Var olanlar da popüler değil. Mesela Aşık Şahturna’yı kimse tanımaz. Görme engeline rağmen müziğini icra eder. Sayısız eser verir , Türk Halk Şiiri’ni yurtdışına taşır. Ama Sezen Aksu’yu hepimiz tanırız , biliriz. Popüler kültürün kadın ozanıdır çünkü. Enstürman çalmak dışında ozan olma şartlarına uyar. Benim için Sezen Aksu önemlidir bu noktada. Mart ayında bu satırlara taşıyacak kadar neden önemli ?

bir numara olarak kalmayı başardı. Ardından müzik piyasasına adını silinmeyecek biçimde yazmış oldu. ‘’Şarkıcı olarak meşhur olduysan filmin de olmalı ‘’ yazısız kuralına uyarak 1979 yılında Bulut Aras’la başrolünü paylaştığı bir Atıf Yılmaz filmi olan ‘’Minik Serçe’’ de yer aldı. 1982 yılında ‘’Sezen Aksu Aile Gazinosu’’ gösteriminde Adile Naşit, Şener Şen, Ayşen Gruda ve Altan Erbulak ile aynı oyunu paylaşan Aksu, sahnede yedi farklı karakteri canlandırdı.

Buradan sonrası albüm – konser – albüm şeklinde gitmiyor tabii ki. Edebiyatla ilgisine geliyoruz.

Özel sebepleri de var tabii bu durumun. En yakın arkadaşımın Mart ayında doğması ve koyu bir Sezenci olması ilk sebeplerden. Asıl sebep ise … Popüler kültürden söz ettim az önce. Son birkaç yılda şiirleri bestelemek pek moda oldu. Kimisi gerçek bir saygı duruşu kimisi tam bir felaket… Sezen Aksu tam da bu noktada ayrılıyor. Gerçek saygı duruşunu yapanlardan. Kendine özgü bir tarzla. Bu kendine özgü tarzdan söz edeceğim önce kendisini tanıyalım : Fatma Sezen Yıldırım’ın hikayesi 13 Temmuz 1954 yılında Denizli’de başlar. İzmir’de devam eder. 1970 yılında Hafta Sonu dergisinin açtığı , ‘ Altın Ses ‘ yarışmasında altıncı olur. Ünlü olması 1975 yılında çıkardığı Yaşanmamış Yıllar / Kusura Bakma kırkbeşliği ile oldu. 1976 yılında çıkarttığı 45’lik ile uzun süre listelerde

‘’ Eksik Şiir ‘’ kitabı edebiyat ile alakalı kısmı. Şarkı sözlerinin müzikten ayrı düştüğü için eksildiğini düşünen Aksu eksik der şiirlerine. Ama her iyi şiir de olduğu gibi kendi ritmini buluyor. Bu çalışmanın bir Murathan Mungan çeşidi mevcuttur. ‘’ Söz vermiş şarkılar ‘’ aradaki fark şu : Mungan ‘ın kaleminden şiir olarak dökülüyor. İçlerinden müziğe en yatkın olanları kimi müzisyenler tarafından besteleniyor. Yeni Türkü ‘ yle beraber avaz avaz söylediğimiz ‘’Olmasa Mektubun ‘’ mükemmelliği yakalamış söz vermiş şarkılar


Mart’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

arasında. Aksu’nun kitabında bulunan 197 şiirin kimisi bestelenmiş kimisi bestelenmemiştir. NTV’nin haberine göre de satış rekorları kırmıştır. Şiirlerde kimi zaman kavgacı aşık kadın vardır kimi zaman da İzmir’in sokakları gözümüzün önüne serilir. Raflarda yerini alan kimilerini gülümseten kitap 2006 yılında Metis Yayınları tarafından basılmıştır. Hatta Kocaeli Üniversitesi 1. Ulusal Şiir Kongresi’nde Yelda Karataş bu konu hakkında bildiri sunmuştur.

Şiirlerin bestelenmesi meselesine gelince… Her ne kadar popüler kültür sanatçısı olsa da bu lakabın altına sığınıp popüler şiirleri bestelememesi , şiire gerçek bir saygı duruşu bana kalırsa. Onat Kutlar’ı , Metin Altıok’u , Gülten Akın’ı tanır mısınız ? Çoğumuz hayır diyecektir bu soruya. Tanımıyoruz. Oysa Sezen Aksu’nun çoğu albümünde en güzel şarkılar o şiirlerdir. Turgut Uyar’a selam göndermek için ‘’Göğe Bakma Durağı’’ yerine ‘’Denge’’şiirini seçmesi gülümsetti doğrusu.

Bu şarkı sözleri sayesinde Meral Okay’ın da kaleminin sadece senaryo yazımı için değil şarkı sözü yazımı için de uygun olduğunu görüyoruz. Bu cadılarda marifet bitmez ! 

Bunlarla sınırlı değil tabii ki anlatacaklarım.

Filmlerin şarkısı mı şarkıların filmleri mi ? Aralık 2007 ‘ de vizyona ‘’O Kadın ‘’ filmi girdi. Başrollerini Selin Demiratar , Tardu Flordun , Erol Günaydın , Burak Hakkı ve Şebnem Dönmez ‘in paylaştığı bu film bir deneme filmiydi. Nasıl mı ? Ana karakterler arasında ( Yeşim ve Okan ) hiçbir diyaloga yer verilmez. Yazarın asistanına hikayeyi anlattığı sahneler dışında diyalog yoktur. Konusu , bir romanın kahramanları Yeşim (Selin Demiratar) ile Okan (Tardu Flordun) farklı hayat tarzlarına rağmen birbirlerinden etkilenmişler ve aşık olmuşlardır. Okan'ın tipi, hayat tarzı, yaşadığı hayat ve içinde bulunduğu durumu babası ile özdeşleştiren Yeşim, bu imkansız aşkı başlamadan bitirir. Ancak sevdiği adam ölür. Sevdiği adamın cenazesine gider. Orada üç kadın vardır. Okan'ın eşi, kızı ve Yeşim yani "o kadın". Babasının cenazesinde gördüğü "o kadın" şimdi ona daha tanıdık gelmeye başlamıştır. Özenle seçilmiş 17 Sezen Aksu şarkısı filme eşlik eder. Her önemli sahnenin arka fonunda bir şarkı yer alır. Aslında Sezen Aksu şarkılarının, hiç konuşmadan bir ilişkiye, bir ayrılığa, bir sevdaya söz olabileceğini gösterilmek istenmiştir. Ne kadar başarılı olunmuştur bilinmez. Belki bizi düşündürecek olan şey filmlerin şarkıları olur da şarkıların filmleri olmaz mı ? Olabilir , belki. 

Kendi web sitesinde Sezen’den bölümünde yaptığı tavsiye ile hayranlarını yeni bir cadıyla tanıştırmıştır : Birhan Keskin. Tavsiyede bulunduğu zaman şiir henüz sokakta değildi ve sosyal medya sadece şiirden ibaret gibi gözükmüyordu.

Aslında bütün yazı boyunca anlatmak istediğim şey , edebiyatın sadece yazınsal anlatıdan ibaret olmadığı , olmaması gerektiğiydi. Edebiyatın derinlerine indikçe karşılaştığımız sinema ve müzikle bunu anlatabilirdim. Kurban olarak Sezen Aksu’yu seçmem ise sanatın neredeyse her alanına hizmet eden bir cadı olmasıydı.

Sezen'in Şiir Defteri Tuğçe Erkol Sezen Aksu deyince sizin aklınıza ne geliyor bilmem ama benim aklıma her şeyden önce çok yetenekli bir kadın geliyor. Girdiği her işin altından kalkan bir kadın... En sevmiyorum diyen insan en az bir tane Sezen şarkısı bilir. İstediği kadar sevmiyorum desin. Sezen söylemez, sözünü yazar, müziğini yapar ya da hem sözünü yazar hem müziğini yapar ama başkası söyler. Bizde adettir büyük çoğunluğumuz sadece şarkıyı söyleyeni biliriz, sözünü kim yazmış, müziğini kim yapmış bilmeyiz. Bu yüzden gene sever Sezen'i, onun yazdığı şarkı sözleriyle. Bilmez çünkü şarkıyı kimin yazdığını. Oysa her şarkı sözü aynı zamanda şiir değil midir?


Mart’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bana göre Sezen'i Sezen yapan şeylerden biri de budur. O tam anlamıyla bir halk şairidir. Halkını çok iyi tanıyan, bilen biridir. Onların acısını, sevincini, hüznünü, mutluluğunu, aşkını, ayrılığını, hasretini bilen ve bunları her insan gibi yaşayan biridir. Onun şarkılarında vardır bu duygular. Dinlediğiniz zaman ya da 2006 yılında çıkardığı Eksik Şiir adlı kitabından okuduğunuzda tanırsınız hemen, hissedersiniz o duyguyu, içinize işler. Kendinizle özdeşleştirirsiniz. "Benim şarkım bu olsun." dersiniz, "Bu şarkı bizim olsun." dersiniz. Sezen sadece bir müzisyen değildir, bir şairdir de bu yüzden. Hem de şiiri, edebiyatı iyi bilen bir şair. Onun diskografisine bakıldığı zaman şarkıların bir kısmının söz yazarlarını tanırsınız. Orhan Seyfi Orhon vardır, Ümit Yaşar Oğuzcan da. Sabahattin Ali de görürsünüz, Metin Altıok da Melih Cevdet de... Şimdi gözlerinizi kapatın ve Sezen'in sesini duymaya çalışın. En güzel şairlerin en özel şiirlerini ne kadar da güzel yorumladığını göreceksiniz. "Tanrım tek başına koyma kulların Yalnızlığa ancak sen dayanırsın Eşsiz dostsuz kalanın zordur halleri Yalnızlığa ancak sen dayanırsın" Sevgi Sanlı, Tanrım "Bir gün kadrim bilinirse, İsmim ağza alınırsa, Yerim soran bulunursa: Benim meskenim dağlardır" Sabahattin Ali, Dağlar "Şimdi, şiir, bence senin yüzündü. Şimdi benim tahtım, senin dizindir. Sevgilim, saadet ikimizindir, Göklerden gelen bir yadigar gibi." Sabahattin Ali, Çocuklar Gibi "Bedenim üşür, yüreğim sızlar. Ah kavaklar, kavaklar... Beni hoyrat bir makasla Eski bir fotoğraftan oydular. Orda kaldı yanağımın yarısı, Kendini boşlukla tamamlar. Omuzumda bir kesik el, Ki durmadan kanar. Ah kavaklar, kavaklar... Acı düştü peşime ardımdan ıslık çalar." Metin Altıok, Kavaklar

"Estirir de ada yeli estirir Seni sevindirir beni küstürür Lüküs kamarada kimler oturur Şinanay da şinanay." M. Cevdet Anday, Şinanay "Dokun bana, bana dokun ne olur hasretinden öldüm. Kopar zincirleri yeniden gel, durmadan gel, hep gel" Onat Kutlar, Tutsak "Yağmur yağar, akasyalar ıslanır. Bulutlar uçuşur geceleyin. Ben yağmura deli, buluta deli. Bir büyük oyun yaşamak dediğin. Beni ya sevmeli ya öldürmeli!" Gülten Akın, Deli Kızın Türküsü "Ben tam kendime göre, Ben tam dünyaya göre. Ama sizin adınız ne? Benim dengemi bozmayınız." Turgut Uyar, Denge "Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken, Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden, Daha biz kimseye küsmemiş, Daha kimse ölmemişken, Eskidendi, çok eskiden." M. Mungan, Eskidendi Çok Eskiden

Geldi değil mi böyle sayınca gözünüzün önüne şiirler ve şairler? Ya da Sezen'in sesi kulağınıza geldi değil mi? Tabi ki bu kadarla bitmiyor onun şiir defteri. Daha kimler var kimler... Bekir Sıtkı Erdoğan'ın Zelzele şiiri var. Düzce'deki depremden sonraki gözlemlerini anlattığı bir şiir. Çiğdem Talu'dan Keşke var. Faruk Nafiz Çamlıbel var, Ali. Selim İleri, Yıllar Sonra. Kemal Burkay'ın Gülümse'si. Nazım Hikmet'in Tenna'sı. Ümit Yaşar'ın Namus'u. Mevlana var, Yeniliğe Doğru. Ne Ağlarsın var Aşık Daimi'den. La İlahe İllallah var Yunus Emre'den. Cemal Süreyya'nın Sayım'ı var ki Öptüm diye biliriz biz onu. Sezen'in şiir defteri böyle uzar gider. Gelecek bize ne gösterir bilemeyiz. Ama Sezen hayatını sürdürdüğü sürece hep böyle var olacak. Şarkılarıyla, şiirleriyle ve besteleyerek fark ettirmeden de olsa insanlara aşıladığı şiirleriyle. Var ol Minik Serçe!


E-Dergiciliğin Hakkını Veriyoruz! İncir Çekirdeği Her Yerde!


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Huysuz ve Tatlı Kadın...

Ah huysuz ve tatlı kadın... Senelerce söyledin bu şarkıyı. Ama adın duyulduğu zaman daha neşenle, dev sesinle tanındın sen Cumhuriyet Divası! 1918 yılında Bursa'nın Keles ilçesinin Gököz Köyü'nde doğan Müzeyyen Senar'ın sesi çok küçük yaşlarda keşfedildi. Dönemin önemli ses sanatçılarından dersler aldı. Sahneye çıkmaya başladı. Gazinolarda ve müzikhollerde şarkılarını söyledi sevenleri için. 1933'de ilk defa dönemin önemli gazinolarından birinin yıldızlar programına katıldı ve namı büyük bir Türk Sanat Müziği severi olan Mustafa Kemal Atatürk'e kadar ulaştı. Atatürk'ün özel meclislerine ses sanatçısı olarak davet edilip onun sevdiği şarkıları onun için söyledi ve Atatürk de Senar'ı dinlerken keyifle yudumladı çok sevdiği rakısını... Bir de rivayet vardır ikisiyle ilgili. Gazi Paşa'nın huzurunda birkaç defa şarkı söyledi Senar. Birlikte aynı sofraya oturdular. Sohbet ettiler. Dostlukları ilerleyince de Senar'a bir öneride bulundu. Upuzun saçlarını kısacık kestirirse hem daha modern hem de o güzel yüzüne daha çok yakışacağını söyledi ve Müzeyyen Senar bunu bir emir telakki ederek hayatının sonuna kadar uzatmadı saçını.

Tuğçe ERKOL

Yıllar sonra Safiye Ayla ile bir araya gelip hem geçmiş günleri yad etmek için hem de Ata'nın bir de müziksever birisi olarak anılması için bir albüm çıkardılar: Atatürk'ün Sevdiği Şarkılar. Yeni kurulan Ankara Radyosu 1938 yılında ilk yayını yaptı ve bu yayına katılan isimlerden birisi Müzeyyen Senar oldu. Özel radyo kanallarında, müzikhollerde, dönemin tek kanalı olan TRT'de ve daha sonra özel kanallarda defalarca sevenleri için sahneye çıktı. Sadece sahnenin önündekiler eğlenmedi onun sahne aldığı gecelerde, kulisinden rakısını eksik etmeyip en çok da kendisi için söylediği şarkılarıyla kendisi de eğlendi. Müzeyyen Senar, 1983 yılında son defa para kazanmak için çıktı sahneye. Ondan sonrakileri hep hayır geceleri, özel geceler ve dost meclisleri oldu. 1998 yılında dönemin önemli sanatçılarıyla Bir Ömür Böyle Geçti adını verdiği bir albüm çıkardı. Bu albüm Tarkan, Sezen Aksu, Nükhet Duru, Ajda Pekkan, Nilüfer, Şebnem Ferah gibi sanatçılarla yaptığı sanat müziği düetlerinden oluşuyordu. 1998'de devlet sanatçısı seçildi. 2004 yılında Sezen Aksu'nun düzenlediği bir geceyle 73. sanat yılını kutladı.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tüm sanatçı dostları o gece oradaydı. Herkes onun şarkılarını söyledi. Herkes çok eğlendi. Gecenin sonunda tüm dostları ellerindeki rakı kadehlerini Müzeyyen Senar'ın 73. sanat yılının şerefine kaldırdı. 2006 yılında rahatsızlığı ortaya çıkınca kendisini istirahate aldı.

ayakkabılarını, taş plaklarını sergiledi. Ona ayrılan köşenin duvarlarında boydan boya Müzeyyen Senar fotoğrafları kapladı. Ayrıca oraya koydukları bir cihazla da ziyaretçilerine Müzeyyen Senar şarkılarını dinleme fırsatı sundu. Bu arada aynı şey Zeki Müren için de yapıldı.

2009 yılında öğrencisi kendisi gibi sanat müziği ses sanatçısı olan Bülent Ersoy onun için bir sergi düzenledi: Cumhuriyetin Divası Müzeyyen Senar.

1991 yılında onun hayranlarından olan bir yazar Müzeyyen Senar için şöyle yazdı:

Ve maalesef ki hastalığı yaşlılıkla da birleştiği için bir daha iyileşemedi Müzeyyen Senar, adına Feraye türküsünü sevgiyle söylediği kızı Feraye ile beraber İzmir'de yaşamaya başladı ve 8 Şubat 2015'de hayata gözlerini yumdu. Müzeyyen Senar bu hayata gözlerini yummuş olabilir; ama arkasında onu asla unutmayacak yüz binler var. Müzeyyen Senar denilince gözleri dolacak, belki bir kadeh de onun için içecek olan var. Canlı izleme şansına nail olanlar o geceyi hatırlayacaklar. "Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime." dedikçe gözleri dolacak olan, "Bursalı mısın kadifeli gelin çaydan mı geçtin?" derken kollarını kaldırıp oynamaya başlayacak olanlar da olacaktır. Ya da rakısına meze ettiği elmayı elleriyle ortadan ikiye bölüşünü, rakı kadehini başının üstünde bir döndürüp, rakısını tek seferde içip kadehi geriye doğru atışını hatırlayacaklar vardır belki. Bilemeyiz... Herkesin Müzeyyen Senar'ı kendisine olacaktır. Bursalı sanatçının Gököz Köyü'ndeki doğduğu ev, hala daha yerinde durmakta. Ama evi maalesef ki koruma altına alınmış durumda değil. Oysa ki Müzeyyen Senar gibi bir kadının evinin müze olması, hiç olmazsa biraz düzgün bir durumda olması gerekmez mi? Ama hiç şaşılacak bir şey değil bu durum. Çünkü bizim ülkemiz müzeyi de sevmez, kurulana da saygı duymaz, illa bir kulp bulur. O ev, o eski Bursa evi orada talan bir halde dururken Bursa Kent Müzesi, Müzeyyen Senar'a, Bursa'nın yetiştirdiği en büyük değerlerinden birine, yer verdi. Sahnede giydiği kostümlerin bir kısmını,

"Son 40-50 yıllık evre içinde yek doğurgan ses Müzeyyen Senar'dır. Anaç, mırıltılı, daha çok mırlama sözcüğüyle tanımlanabilir bir ses. Renginden değil, kıvamından söz edilebilir. Söyleve karşı haz cephesini açar. Yavaşça sağına sağına, soluna soluna dönen; noktalama işaretlerini kaldıran; sessizliği de kendi hanesine yazan bir ses." Bu cümlelerin sahibi Cemal Süreya'dan başkası değildi.O da çok sevdiği sigarasını rakısına meze ederken sanat müziğini Müzeyyen Senar gibi isimlerden dinleyip zevke gelenlerdendi... Türk Sanat Müziği ya da Klasik Türk Müziği içinde yapılan binlerce şarkı olmuştur şimdiye kadar. Çok değerli üstadlarımız var bu konuda. Beste yapan, güfte yazan onlarca insan. Müzeyyen Senar bu güftekar ve bestakarlardan olamadı ama bunları en güzel icra edenlerden oldu. Şarkılar Seni Söyler derdin o kocaman sesinle, şimdi senin söylediğin şarkılar, seni söyleyecek asıl: Kırmızı Gülün Alı Var, Sevmekten Kim Usanır, Agora Meyhanesi, Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine, Karadır Kaşların Ferman Yazdırır, Feraye, Vardar Ovası, Fikrimin İnce Gülü, Elbet Birgün Buluşacağız, Benzemez Kimse Sana, Duydum Ki Unutmuşsun Gözlerimin Rengini... Ve daha onlarcasını...

Benzemez kimse sana Müzeyyen Senar, şarkılar hep seni söyleyecek. Ömrümüz seni sevmekle nihayet bulacak...


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1923-2015 “Hançer” (1922) Yaşar Kemal Tepedeki kızgın güneş, gölgesini ayaklarının dibine, koyu bir yuvarlak halinde düşürüyor, her bastıkça ayakları bileklerine kadar, yolun kızgın tozları içine gömülüyordu. Üstbaşı toz içinde kalmış, boynundan, yüzünden süzülen terler tozla karışıp çamur olmuştu. Başına bağladığı mendilin bir ucunu dişleri arasına hırsızlık yapacak adam mıyım be? İşin ucunda ölüm var.'' Daha hızlı yürümeye başladı. Ayaklarını yakan tozun farkında bile değildi. Sonra, nedense, yoldan çıkıp tarlalara saptı. Ekin sapları ayaklarının altında çatırdıyordu. Uzakta gürültüyle bir harman makinesi çalışıyor, ırgatların küfürleri duyuluyordu. Harman makinesinin farkında olmadan, önünden geçip gitti. Gözleri kısılmış, küçücük yüzü biraz daha küçülüp kararmıştı. Alnının kırışıklıklarını da çamur doldurmuştu. Yürüdüğü toprak yarılmış, yarıklar örümcek ağı gibi dal dal her tarafa yayılmıştı. Ayağının biri bir yarığa girip burkuldu. Müthiş acıdı. Acıdan olduğu yere çöküverdi. Toprak, etini kızgın demir gibi dağladı. Sıcağın acısı... Toprağın acısı... Birden hopladı... Bir zaman şaşkın bakındı. Sonra yerden bir tutam kuru ekin sapı

almış çiğniyor, eliyle de bir iki yanına işaretler yapıyor, kendi kendine konuşuyordu. Öne doğru yumulmuş, tozları dört bir yanına fışkırtarak hızla yürürken birden durdu. Ağzındaki mendil ucunu hırsla ısırdı. Tükürecek oldu, ağzı kurumuş, dili damağına yapışmıştı.''Ben'', dedi, ''gösteririm ona. Ben alıp çiğnemeye başladı. Çiğnedikçe sap ağızını kurutuyor, buruyordu. Ağzındakini tükürdü. Sonra bir tutam daha aldı. Bir de yorulmuştu ki... Sallanıyor, yanına yönüne yalpa vuruyordu. Zınk diye durdu. Afalladı. Ne oluyor, nereye gidiyordu? Hemencecik hatırladı: ''Namussuz, alçak'' dedi kinle, ''sana yaparsam yaparım. Bil ki, ulan, bu işin ucunda ölüm var. Ben hırsızlık yapacak adam mıyım? Bunca yıl Çukurova’dayım, namusumla çalıştım.''Sonra, gene daldı. Güneş tepesini kaynatıyordu. O gün, ikindiye kadar, karşıki yoldan geçenler, tarlaların ortasında, güneşin alnında, dümdüz, pırıltılı bir hasır gibi alabildiğine uzanmış ovada biraz önce doğru eğilmiş adamı kıpırdamadan dururken gördüler. Adamın gözleri kapalı... Bir ceviz ağacının altında üç yaşında, dişleri bembeyaz, gülen, emekleyen bir çocuk...


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çocuk neşe ile anasının boynuna atılır. Çocuk ter içindedir... Yüzünden gözünden terler süzülür. Çocuğun gömleği yırtılmış, çocuk ağlar... Nedense hep ağlar. Sonra genç kadın tarladan döner. Dudakları yarılmış... İhtiyar ana, ak saçlı... Belini tuta tuta, bir şeyler söyler... Kurumuş elleri ananın... Kurumuş eller... Eller, Çukurova'nın bin bir pırıltıyla dönen sıcağının içinden uzanır. Var gücüyle dişlerini sıktı. ''Namussuz... Sana gösteririm... Ben hırsızlık yapmışım ha! Gece yarısı Muharrem Ağa'nın pamuğunu çalmışım, öyle mi? Beni attırır mısın işten?'' Garbi yeli efil efil esmeye başladı. Gölgesi, doğuya doğru bir adam boyu uzamıştı. Ta güneyde, Akdeniz'in üstünden parça parça ak bulutlar yükseliyordu. Biraz kımıldadı. Sonra bir adım atıp durdu. Sonra hızla yürümeye başladı. Tarlalardan tozlu yola saptı... Önünden biri gidiyordu. Gözlerini kısıp baktı. Karanlık da yavaş yavaş çöktüğü için, önden gideni bir türlü fark edemiyordu. Adamlarını açtı. Önden gidene yetişip, ''Hişt lan!..'' dedi.Öteki döndü. Beriki sevindi: ''Ali lan... sen misin?'' Ali durdu.''Bu işi iyi yapmadın, Hüseyin,'' dedi. Hüseyin: ''Ben,'' dedi, ''elcinin inadına yaptım o işi.'' Ali: ''Senin arkandan bir attı tuttu... Demediğini komadı. Hırsız, dedi. Namussuz, dedi. Irgat milletinin şerefini bu adamlardır beş paralık eden, dedi. Ne bileyim ben... dedi oğlu dedi. Sen bu işi yapıy rezil olmamalıydın.'' Hüseyin: ''Sövdü mü?'' dedi. Ali: ''Bırak benim yakamı.. Ben bilmem orasını...'' ''Nasıl bilmezsin?..' '''Bilmem..'' ''Sövmedi mi?'' ''Bilmem.'' ''Daha ne dedi?'' ''Bilmem...'' ''Ben onun karısıyla yattım, dedi. Öyle mi?'' ''Bilmem amma, o çok namussuz adam.'' ''Yani yattım, dedi!'' ''O çok namussuz bir adam.'' ''Demek yüz kişinin içinde böyle dedi?'' ''Alçağın biridir o.'' ''Vay anasını, avradını. Böyle ha.'' Ali:''Bütün Çukurova'da ondan namussuz adam bulunmaz. Elci değil, ırgat celladı. Ağaların iti,

ırgatların düşmanı... Senin bir çuval pamuğu onca ırgadın içinde Ağaya gösterip seni rezil kepaze etmeseydi olmaz mıydı? Herkese yapar kötülük, bir haklayan çıkmadı. Yapamaz bunu önünde görse erkek adam. Bir de...'' Hüseyin, Alinin kolundan tutup durdurdu. Kan çanağına dönmüş gözlerini delercesine gözlerinin içine dikti.''De lan,'' dedi, ''karısıyla yattım dedi mi?''Ali omuz silkti: ''Bilmem...'' Hüseyin’in elinde birden hançer parladı.''De lan,'' dedi. ''De lan!''Ali dudak büktü:''Bu hançeri bana çekeceğine...'' Hüseyin Ali’yi hınçla itip gerisin geri döndü. Koşuyordu. Tarlalardan, çalılıklardan geçiyor, soluğu kesilip duruyor, sonra tekrar koşuyordu. Bacakları kan içinde kalmıştı... Arada bir ayın üstünü bir bulut parçası kapatıyor, her bulut gelişte Hüseyin’in yüreği hop ediyordu. Hüseyin, ağzı aşağı bir kara çalının karanlığına yatmış, elindeki hançerini sıkıyor, tir tir titriyor, olanca gücüyle geriniyordu. Ay batıdaki dağlara doğru indi. Hüseyin’in gözü karşı karanlık dağlarda, gökteki kocaman ayda. Ay, bir türlü batmak bilmiyor. Biraz ileride, harman yerindeki ırgatlar çoktandır uyumuşlar. Irgatların ötesinde, harman yerinin sağında, elcinin cibinliği de rüzgârda usul usul sallanıyor. Ay, dağların tepesine oturdu kaldı. Hüseyin, hançerin kabzasını yakalamış... Uçacak gibi...Ay iniyor...Derken ay batıverdi.. Hüseyin bir telaş, bir titreme... Hüseyin sürüne sürüne cibinliğe doğru gidiyor. Soluk bile almıyor. Usulcana cibinliğin yanına yattı. Cibinliğin içindeki rahat rahat horluyor. Sonra sayıklıyor.Hüseyin, cibinliğin karanlığına boylu boyunca uzanmış... Öteki horlayıp yatakta dönüyor... Hüseyin’in hançeri tutan eline, bileğinde bir sızı... Bilek düşecekmiş gibi... Yüreğinin sesi gürültü. Hüseyin gürültüden ürktü. Az ilerde kımıldayan bir gölge... Hüseyin hışımla hançeri toprağa çakıp, fırladı. Düşe kalka, köye doğru koşuyordu.

Ustaya Saygıyla...


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNLEYEN MISRALAR

Hilal Akarslan

Hangimiz daha akıllıyız, hangimiz daha deliyiz daha hastayız? Akıllı olup bir kalem dahi tutmayı beceremeyen narin ellerimiz mi daha becerikli yoksa deli denildiği halde kelimelere bir ünlü şairden bile daha iyi hükmeden, şiir yazan Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarında yatan, hayatı önemsemeyen, dilediği gibi konuşan o güzelim insanlar mı? Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklarında bir dönem oradaki personele okuma yazma eğitimi veren Bedia Tuncer, bir taraftan da akıl hastalarıyla arkadaşlık kurmuş ve onlarla da ilgilenmiştir. Zamanının çoğunu burada geçiren Bedia Tuncer akıl hastalarının yazdıkları şiirleri derleyerek, bir şiir kitabının oluşmasına ve yayınlamasına katkı sağlamıştır. 1964 yılında Matbaa Teknisyenleri Basımevince İstanbul’da basılan bu “Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler-İNİLTİ” adlı kitap belki de dünyada tek örnek olarak bulunmaktadır. Bu kitaptaki şiirleri okudukça aslında akıllı bir insanın düşünemeyeceği kelimelere yer veren, cümleler kuran bu güzelim insanların mı akıllı, yoksa kalemi zorla eline alan biz insanlar mı daha akıllı diye durup bir düşünmek gerekiyor ve şu soruyu sormadan geçemiyorsunuz: Şiir akıllı işi mi? Şiir yazmak akıllı işi mi yoksa deli işi mi bu çok uzun tartışılması gereken bir konu olup ülkemizde Bedia Tuncer gibi daha birçok insan olduğuna içtenlikle inanıyorum. Bu çalışma akıl hastanelerinde çalışan insanlara örnek olmalı ve hastaların içindeki nasırlaşmış, küflenmiş kelimeleri, cümleleri, onların hayal dünyalarını kağıda dökmelerinde yardımcı olunacak çalışmalar yapılmalıdır. Belki de bir çok kişi bu çalışmalar sayesinde kâbuslarından kurtulacaktır. Düşünceleri hapsolmuş bu insanları mutlu etmek, iyileştirmek için sanata yönlendirilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bilirsiniz; sanat iyileştirir.


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Non ha l'ottimo artista alcun concetto” “En iyi sanatçının bütün düşünceleri tek bir mermerin içindedir” 'There is a house …”

Benim de bir evim var. Üstelik ben de oraya yükselen güneş ismini hiç çekinmeden verdim. Onu bulduğumda sahip olduğu o korkmuşluğundan ve yalnızlığından ileri gelen korkunçluğu artık yok. Bana her seferinde hem çok uzak, hem de çok yakın geliyor içinde uyumak. Nerede olduğunu kimseye söyleyemem. Söylemeyeceğim de. Karşıma çıktığında ya da kaderim beni ona sürüklediğinde keskin çam dalları beni kanatıyordu ve o da en az benim kadar ( benden daha fazla olduğu kesin, nitekim bir çam ormanının içinde meşe ağacından bir kulübe bulmak şimdilerde zor. Onu terk eden uzun süre önce terk etmiş olmalı.) benim kadar terk edilmişti. Hiç bir zaman çatısına çıkıp delikleri kapatacak kadar acımasız olmadım. Hiç o kadar cesur da olamadım. Hem sonra belli ki o da yağmuru benim

kadar çok seviyordu. Hiç su almayan ufak bir bölümüne yatağımı ve o eski inanışımdan kalma hatıralarımı koruyorum. Eski tahtalarının bir çıkıntısının hemen altında kalan boşlukta da büyük bir poşetin içerisine özenle koyulmuş el yazmalarımı saklıyorum. Sabahlar hep erken geliyor burada, kulübemi bazı ziyaretlerimde çok yağmur yağar ve bazen de hiç. Her sabah uyandığımda iki kilometre uzaktaki gölden getirdiğim su ile yüzümü yıkar, sonra da o eski yarısından özenle kesilmiş gibi duran yarısı runik işlemeli aynamı tutturduğum kovuğun önüne gider sakallarımı tararım. Ordu malı konserveler geç bozuluyorlar, bu yüzden olabildiğince fazla konserve getiriyorum. Biten konservelerden de ufak tefek eşyalar yapıyorum. Kapı zili mesela. Ama ellerim çiziklerle dolu, bazen sızlıyorlar. Aslında


Mart’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bu gizli mabedi kimsenin ziyaret etmesini de istemiyorum. Gece çöktüğünde pencereden ve çatlaklardan sızan ışığı gören bir uğursuz gelir diye endişeleniyorum bazen. Bazen yağmur yağarken çıkan ses ve ateşin çıtırtısı birleşiyor kulaklarımda. Kendime bir hayal seçiyor ve sırt üstü uzanıyorum. Ufak bir kütükten sehpamı mumlarla donatıyorum. Yüzümün mum ışığında neye benzediğini çok merak ediyorum. Evime sıklıkla gelemiyorum. Zor oluyor hem ne kadar büyük bir ateş yakarsam yakayım çoğunlukla üşüyorum. Bir aralık koca bir varili beraberimde getirip soba yapmayı düşündüm kendime. Ama iki günlük yol boyunca onu taşımak benim için çok zor. Kahraman bir adam değilim, hiç ciddi bir mücadelem olmadı, güzel taşlar ve eski insanlar gibi ağaç kabukları biriktirir, evimin içini güzel koksun diye yosunlarla süslerim. Barışçıl bir adam değilim. İki bıçağım ve bir de kılıcım var. İnsanlardan kaçmıyorum. Sadece benim diyebileceğim ne bir yerim ne de bir yatağım olmadı hiç burayı bulana kadar. Hem burada asık suratım ve ürkünç hikayelerimle hiç kimseyi de üzmüyorum. Büyük İskender gibi kılıcımı yastığımın altında saklıyor ve Kartacalı Kral Hanibal gibi bıçaklarımı ellerimde çapraz tutarak uyuyorum. Ama dediğim gibi, ben bir kahraman değilim. Artık dağlara çıkışlarımda farklı yerler keşfetmek istemiyorum. Bacaklarım daha az ağrıyor ve şelaleler altında daha hızlı ıslanıyorum. Her gidişimde hayallerim de farklılaşıyor suretim de. Benim bir evim var ve o benim ruhum kadar yaşlı. Çam ağaçları çatısının üzerine ölüyorlar ve ben uyuyorum… Artık dağlara çıkışlarımda farklı yerler keşfetmek istemiyorum, bacaklarım daha az ağrıyor ve şelaleler altında daha hızlı ıslanıyorum. Artık her gidişimde farklı

hayaller kuruyorum. Benim bir evim var ve o benim ruhum kadar yaşlı. Çam ağaçları çatısında ölüyorlar, ama o bir şekilde yaşıyor. Eğer talihsiz Asterion gibi öleceksem orası benim sonsuz dehlizlerim olacak. Demokritos gibi ancak gözlerimi burada kör edebilirim. Lakin bunun için daha çok erken. Burada yapacak çok işim ve okuyacak çok kitabım var. Aenisin ilk sayfalarını burada yeniden araladım ve kaderimi düşündüm yeniden. Kaderimin bir kokusu olsaydı eğer kahve gibi kokardı oysa evim yosun gibi kokuyor. Bir denizcinin rutubetli hayaleti geziyor ateşimin etrafında ve ben üşüyorum. Burayı başka birisiyle paylaşmaktan korkuyorum. Zira eski ve yeni olan her şey burada birleşiyor önümde… yıldızları seyrederken sadece neye aitsem onun olmayı düşlüyorum. Sakallarım yine ıslak, şafak söktüğünde onları taramalıyım. Sakallarımı gözyaşlarımla ıslattığım için utanmıyorum. Ancak bir savaşçının sakalları gözyaşlarıyla ıslanır. Ama ben bir savaşçı da değilim. Bu beni üşütüyor, sıcaklığa rağmen manen üşüyorum. “There is a house in New Orleans, And they call the rising sun.”

Akif Kemal KOÇ


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.