İncir Çekirdeği Dergisi Sayı: 10

Page 1

Ocak 2015 Sayı: 10

dil, edebiyat, kültür, sanat

Mustafa A.

ERNEST

KIRIMOĞLU

HEM ING WAY

İle

Sohbet

Vaktiyle Bir

Tarihi Yansıtan

ATSIZ Varmış...

FİLMLER Zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında bir

Tanpınar


İncir Çekirdeği Dergisi E

Sırdem KEMİKSİZ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Müdürü

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Aziz Nadir Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Sevil Batan

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN... Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, Yeni yılın ilk sayısı ile karşınızdayız. Bu sayı siz değerli okuyucularımıza bizden küçük bir yeni yıl armağanı olsun diye özellikle erken yayımladığımız bir sayı oldu. Bizler her ay olduğu gibi Ocak sayımızı da hazırlarken hem çok eğlendik hem de sizlerle paylaşmak üzere pek çok şey öğrendik. Bu ay dopdolu bir şekilde sunduğumuz, dosya konumuz olan Türk edebiyatının değerli ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın hayatını Beyza Arı, mektuplarını Sultan Demirtaş sizler için yazdı. Onun ‘’Beş Şehir” inden izleri Mehmet Altınova ve Işık Selin Orhuntaş yazılarında ele aldılar. Ayşe Bengisu Akdağ unutulmaz lider Mustafa A. Kırımoğlu ile söyleşisini sizlerle paylaşıyor. Tuğçe Erkol Nobel ödüllü Amerikan yazar Ernest Hemingway’i anlatırken Aziz Nadir de “Vaktiyle Bir Atsız Varmış...” diyor. Sultan Demirtaş ‘’Gulyabani’’ adlı tiyatro yazısıyla karşınızda. Konusunu tarihten alan filmleri sizlere Afra Nur Akkayalı sunuyor. Kübra Tarakçı Erasmus maceralarına kaldığı yerden Paris’le devam ediyor. “Ardından’’ yazı serisi Deniz’in yeni maceralarını öğrenmek isteyenleri heyecana davet ediyor. Bunların yanında pek çok deneme, öykü ve şiir de okunmak üzere siz okuyucularımızı bekliyor. Yeni yılın karlı, soğuk ilk sabahında kalbinizi ısıtmak dileğiyle…


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis Ölümsüz Bir İsim: Ahmet Hamdi Tanpınar / Beyza Arı Şiir – Selam Olsun / A. Hamdi Tanpınar Bir Şehri Sevmek / Işık Selin Orhuntaş Tanpınar’ın Mektuplarındaki Konular / Sultan Demirtaş Hikaye – “Bursa’da Zaman” / A. Bengisu Akdağ Şiir – Bir Adın Kalmalı / A. Hamdi Tanpınar Tanpınar’ın “Beş Şehir” Adlı Eserinden Eyüp Sultan’ın Portresi / Mehmet Altınova

Cadı Avı- Bölüm:2 “Tezer Özlü” / Işık Selin Orhuntaş Şiir – Gün / Sema Keser Deneme – Huzur / Zeynep Tosun Vaktiyle Bir Atsız Varmış... / Aziz Nadir Hikaye – Yolculuk / Hilal Akarslan Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı “Hem Papa”: Ernest Hemingway / Tuğçe Erkol Şiir – Bursa’da Zaman / A. Hamdi Tanpınar

Şiir – Alem-i Pertev / Süleyman Erkut

Fotoğraf / Aybige Akdağ

Ardından – 7. Bölüm / Sırdem Kemiksiz

Kader, Sonsuzluk ve Yalnız Bir Ağaç / Busenur Aslan

Mustafa A. Kırımoğlu ile Sohbet / A. Bengisu Akdağ

İyi Saatte Olsunlar: Gulyabani Tiyatro / Sultan Demirtaş

Deneme – Bir B’aşka Serenad / Hatice Türk

Arka Kapak / Merve Başol

Şiir – Bütün Kabahat Dilimin / Sevil Batan Şiir – Sen / Sema Keser

Beyaz Perde’den – Konusunu Tarihten Alan Filmler / Afra Nur Akkayalı Tanıtım: “Kitap Ağacı” / Esin Büşra Bekçe


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA VÂ DİS

yarışmasının sonuçları açıklandı. Yarışmanın üniversiteler arasında birincisi Uludağ Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümü son sınıf öğrencisi Adem Kaçar olurken ikincilik de yine Uludağ Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümü son sınıf öğrencisi olan dergimiz genel yayın yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ’ın oldu. Yarışmanın ödül töreni 10 Ocak Cumartesi günü saat 15:00’te Heykel Dede Efendi Salonunda yapılacaktır.

TÜYAP kitap fuarları takvimi belli oldu

eserleri ve tiyatroya sunduğu katkıları söyleşi ve panellerle ele alınacak. Fuar, 300 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla gerçekleşirken 80 kültür etkinliğiyle yüzlerce yazara ve şaire ev sahipliği yapacak. 2015 TÜYAP Kitap Fuarları: Çukurova 8. Kitap Fuarı: 13-18 Ocak Bursa 13. Kitap Fuarı: 14-22 Mart 20. İzmir Kitap Fuarı: 18-26 Nisan Karadeniz Kitap Fuarı-Samsun: 18-24 Mayıs 34. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı: 07-15 Kasım

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım AŞ tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile hazırlanan kitap fuarlarının, 2015 takvimi belli oldu

Gaspıralı İsmail Anısına Düzenlenen Kompozisyon Yarışması Sonuçları Açıklandı! Bursa Türk Ocaklarının 100. Ölüm yıl dönümünde Gaspıralı İsmail anısına düzenlediği kompozisyon

TÜYAP 'tan yapılan açıklamaya göre, geçen yıl Adana, Bursa, İzmir, Diyarbakır ve İstanbul'da 1 milyon 301 bin 500 okur, kitaplarla ve yazarlarla buluştu. Bursa Kitap Fuarı, bu yıl 14-22 Mart'ta Bursa Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi'nde kitapseverlerle buluşacak. Kitap Fuarı, Bursa'da Haldun Taner'in 100. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. Fuar süresince Haldun Taner'in, yaşamı,

Türk ve İslam Eserleri Müzesi açıldı Sultanahmet Meydanı'nda yer alan ve bir süredir devam eden restorasyonu tamamlanan 'Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin açılışı yapıldı Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik'in katılımıyla Türk ve İslam Eserleri


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Müzesi açılışı yapıldı. Bir süredir çalışmaların sürdüğü müzenin restorasyonu için 16,4 milyon TL harcandı. Sultanahmet Meydanı'nda bulunan Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nin açılış töreninde konuşan Bakan Ömer Çelik, "bu kadar değerli bir eserin restore edildikten sonra yeniden açılmasının kendisini sevindirdiğini" söyledi. Ayrıca kültürel coğrafyanın siyasi coğrafyanın ruhu olduğuna dikkati çekerek, "dolayısıyla kültürel mirasa sahip çıkmanın bugün ve gelecek için bir tercih değil zorunluluk olduğuna" işaret etti.

Türk Tiyatrosu Dergisi internet erişime açıldı Şehir Tiyatroları’nın yayınlamakta olduğu Türk Tiyatrosu Dergisi, 100. Yıl Etkinlikleri kapsamında internet erişimine açıldı. 100 yıllık Şehir Tiyatrosu arşivinin kodlanarak kütüphane programına geçirilmesi ve dijital ortama aktarılması için bir yıldır çalışma yürüten Şehir Tiyatroları Arşiv Birimi, kodlama işlemini tamamladı. Araştırmacılar için çok önemli bir belge niteliği taşıyan Türk Tiyatrosu Dergisi ise

öncelikli olarak dijital ortama aktarılarak, online erişime açıldı.

belirlendi. TYB tarafından her yıl tekrarlanacak ve geleneksel hale getirilmesi hedeflenen Şiir Günleri kapsamında seçilen 12 şiir TYB İstanbul’un tarihi binasının yıl boyunca duvarlarını süsleyecek. İşte Cumhuriyet döneminin en sevilen 12 şiiri:

Orhan Pamuk'tan yeni roman Nobel Edebiyat Ödülünü 2006 yılında kazanan yazar Orhan Pamuk'un yaklaşık 6 yıldır beklenen yeni romanı 'Kafamda Bir Tuhaflık' raflardaki yerini aldı. "Kafamda Bir Tuhaflık" hem bir aşk hikâyesi hem de modern bir destan. Orhan Pamuk’un üzerinde altı yıl çalıştığı roman, bozacı Mevlut ile üç yıl aşk mektupları yazdığı sevgilisinin İstanbul’daki hayatlarını hikâye ediyor.

En Sevilen Şiir: Mona Roza Cumhuriyet döneminin en sevilen 12 şiiri, internet üzerinden yapılan oylamaya

SEZAİ KARAKOÇ - MONA ROZA ATTİLA İLHAN - BEN SANA MECBURUM AHMED ARİF HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM NECİP FAZIL KISAKÜREK – KALDIRIMLAR İSMET ÖZEL – AMENTÜ TURGUT UYAR - GÖĞE BAKMA DURAĞI ABDURRAHİM KARAKOÇ – MİHRİBAN MEHMET AKİF ERSOY ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE SEZAİ KARAKOÇ - SÜRGÜN ÜLKE YAHYA KEMAL BEYATLI SESSİZ GEMİ NECİP FAZIL KISAKÜREK SAKARYA TÜRKÜSÜ ERDEM BEYAZIT - SANA, BANA, VATANIMA, ÜLKEMİN İNSANLARINA DAİR


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖLÜMSÜZ BİR İSİM: AHMET HAMDİ

TANPINAR

Beyza ARI “Geçen gün Boğaz’daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime “Ya Rabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim on on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı? Ebediyet işte bu!”

Türk edebiyatının yetiştirdiği değerli ve bulunmaz isimlerden biri daha… O her ne kadar “ Kendime gelince… İnsan o kadar mühim değildir. Ben de herkes gibiyim” dese de eserlerini ve kendisini tanıyan kimse onun sıradan bir insan olduğuna inanmaz sanırım. O “ Belki bir şeyler yaptım; fakat tam istediğimi değil. Benim istediğim insanın ötesiydi.” diyerek yaptıklarını eksik bulmasına rağmen çalışmalarıyla Türk edebiyatını dolu dolu

yapan, adından saygıyla söz ettiren, çok geniş bir yelpazenin sanatçısı olan, ölümsüzlüğün ismi: Ahmet Hamdi Tanpınar. Ahmet Hamdi Tanpınar, Cumhuriyet Devri Türk edebiyatında çok yönlü bir isim olarak öne çıkar. Onu Türk edebiyatının gözde ismi yapan sebeplerden biri de birçok alanda adından söz ettirmesidir. Tanpınar, bir yönüyle edebiyat tarihçisi, bir yönüyle Türkçeyi en iyi kullanan denemecilerden biri, bir yönüyle


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

romancı, bir yönüyle de şairdir. Onu önemli kılan sadece birçok alanda başarılı eserler vermesi değil, aynı zamanda yaşadığı dönem itibariyle çok geniş ve değişik kaynaklara ulaşarak, farklı sanat ve estetik disiplinleriyle beslenmiş olmasıdır. Tanpınar 23 Haziran 1901’de İstanbul Şehzadebaşı’nda dünyaya gelir. Babası Abdülhamit ve İkinci Meşrutiyet dönemlerinde imparatorluğun çeşitli yerlerinde kadılık yapmış olan Batumlu Hüseyin Fikri Efendi, annesi ise Trabzonlu Kansızzadeler ailesinden Nesime Bahriye Hanım’dır. Tanpınar bu ailenin üç çocuğundan en küçüğüdür. Babasının memur olması dolayısıyla sık sık şehir değiştirmelerine bağlı olarak okul değiştirmek zorunda kalır. İstanbul’da Ravza-i Maarif’te başlayan okul hayatı Sinop, Siirt ortaokullarında Vefa, Kerkük ve Antalya liselerinde devam eder. Ahmet Hamdi Tanpınar okuma zevkini daha küçük yaşlarda edinmeye başlamıştır. 1914-16 yıllarında Kerkük’te iken basılı tarih kitaplarını, Kısas-ı Enbiya’yı, Cezmi’yi, Monte Kristo’yu, Servet-i Fünun sayılarını ve kitap serilerini okur. Kalabalık bir aile ortamında bulunmasına rağmen okuduklarının etkisinde kalarak yavaş yavaş bir sanat adamı olur. Bunda “Meyve bahçelerinde dolaşırken yavaş yavaş bir hülya adamı oldum” diyen yazarın yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, bulunduğu coğrafyanın ve tabiat parçalarının da etkisi büyük olur. Bu dış dünyaya karşı ilgili tavrın daha çocukluk yaşlarında başladığı Antalyalı Genç Kıza Mektup ’undan anlaşılmaktadır: “Ergani Madeni’nde üç yaşında iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bir bayıra bakıyordum. Sonra birden bire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit çok lezzetli hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her karlı günde hatırlar ve yağışı beklerim.” Tanpınar’ın bu sözleri hakkında Prof. Dr. Mehmet Kaplan şöyle der: “Üç yaşında iken

böyle bir duyu hissetmek ve onu ömür boyunca unutmamak, muayyen bir mizaca tekabül eder.” Mehmet Kaplan’ın bu saptaması ve Tanpınar’ın aynı mektupta yer alan “Siirt’te uzak dağlara akşam saatlerinde çöken yalnızlığı ve yıldızlı geceleri tanıdım. Yazları çok sıcak olan bu memlekette damlarda yatardık. Yıldızlı gece beni büyülerdi sanki. Sonsuzluk dalga dalga vücudumu doldururdu.” şeklindeki sözleri, onun çocukluğundan beri yoğun duygular içinde olduğunu ve dolayısıyla Tanpınar’ın sanatının kendi kişiliğinden ayrı değerlendirilemeyeceğini gösterir. Sinop’ta denizi, Siirt’te yıldızlı geceleri okuduklarıyla hamurlayan Tanpınar, geniş bir iç dünyanın, zengin bir hayal aleminin temellerini kurar. Ahmet Hamdi 13 yaşında gittiği Kerkük ile ilgili anılarının “çok silik ve dağınık” olduğunu belirtir. Yazar Kerkük yıllarını bir “mahrumiyet dönemi” olarak görür. Yalnızlıktan, okuyacak kitap bulamamaktan yakınır, ardından bir de “annenin kaybı” gelir. Babasının işi dolayısıyla yer değiştirmeler esnasında Musul’da yazarın annesi tifüse yakalanarak vefat eder. On dört, on beş yaslarında iken annesini kaybetmiş olması Tanpınar üzerinde derin izler bırakır: “Ölüm bu kadar yakından kokladığı insanların peşini kolay kolay bırakmıyordu. Er geç bir tarafta karşılarına çıkıyor, sofrasını açıyor, “Buyurun!” diyordu.” Yazarın insanın ölümlüğüne dair ilk teması bu olayla başlar. O sırada aynı acıyı daha önce yaşamış olan Ahmet Haşim’in Şiir-i Kamer’lerini okumaktadır. Mehmet Kaplan bu noktada “Haşim’in de ölen annesi için yazdığı bu şiirler, genç Ahmet Hamdi’yi, bir kader birliği ile devrin meşhur şairine bağlamıştır. Gençlik şiirlerinde Haşim’in izleri bellidir.”


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

15 yaşında yani 1916’da Antalya’ya geçer ve burada iki yıl kaldıktan sonra İstanbul’a dönerler. Bu yılların anıları Huzur ve Sahnenin Dışındakiler adlı eserlerde görülür. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın üniversite yıllarına ait anıları ise hocası Yahya Kemal için yazdığı kitapta kendilerine yer bulurlar. Paris’te uzun süre kalarak, yeni fikirlerle “eve dönen” Yahya Kemal’in öğrencisi olan Tanpınar, ondan öğrendikleriyle şiir dilindeki titizliğe ve tarih görüşüne geniş ufuklar açmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar 1923’te Erzurum’a edebiyat hocası olarak atanır. Burada yazar Mustafa Kemal ile tanışma fırsatı bulur. Erzurum’dan sonra Tanpınar hayatını Beş Şehir ’den bilindiği gibi Konya, Bursa, Ankara ve İstanbul’da geçirir. Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi hocalığı, Maraş Milletvekilliği, Milli Eğitim Bakanlığı müfettişliği ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yeni Türk Edebiyatı kürsüsü profesörlüğü görevlerinde bulunur. Yıllar boyunca Avrupa’ya gitmek isteyen Ahmet Hamdi’nin Avrupa kültür ve sanatıyla kucaklaşması nihayet 1953 yılında gerçekleşir. Fransa’nın yanı sıra Belçika, Hollanda, İngiltere, İspanya ve İtalya’yı gezen yazar, daha sonra 1959’da ikinci bir Avrupa seyahati daha yapar. Bütün bu Avrupa seyahatleri, kitaplarından tanıdığı Batıyı, Batılı yazar ve şairleri yakından tanıma imkânı verir. Hikâye, roman, deneme, makale, edebiyat tarihi gibi nesir sahasında pek çok eser vermiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın en bariz vasfı, kendisinin de kabul ettiği gibi şair olmasıdır. Onun şiirleri sayıca az olmakla birlikte devrinin en güzel şiirlerinden olduğu gerçeği eleştirmenlerce belirtilmiştir. Güzelliğe ve sanatsal olana karşı sevgisi bu derece büyük olan Tanpınar, sanatta sonsuzluğa ulaşmanın çaresini mükemmellikte bulur. Bu görüşe varmasında Valery kadar Yahya Kemal’in de

etkisi olmuştur. Antalyalı genç kıza yazdığı mektupta bu konuya değinerek “Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl tesiri şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir” der. Tanpınar’ın şiir konusundaki titizliğini ve seçmeciliğini bu “mükemmeliyet” düşüncesiyle açıklamak mümkündür. “Şiir söylemekten ziyade bir susma işidir. Sustuğum şeyleri roman ve hikâyelerimde anlatırım” diyen yazarın romanlarında ve hikâyelerinde insan ve problemlerinin yanı sıra tarih, musiki, rüya, zaman, resim fert hayatının vazgeçilmez unsurları olarak yer alır. Ahmet Hamdi Tanpınar’daki “ölümlü” oluşun bilinci onda önemli bir farkındalık yaratmıştır. Ölümle yüzleşeceği kesindir; ancak sanatçı duyarlılığından kaynaklanan asıl endişesi, ismiyle veya eserleriyle anılıp anılmayacağıdır. Yaptıklarıyla anılmak, unutulmamak veya yarına kalmak isteği olarak nitelendirebileceğimiz yaklaşımın Tanpınar için oldukça geçerli olduğu görülür. O yaptıklarının anılmasını bir tür ölümsüzlük olarak değerlendirmiştir. “Geçen gün Boğaz’daydım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim günleri düşündüm. Ve kendi kendime “Ya Rabbim dedim, acaba genç bir âşık bir gün buralarda tıpkı benim on on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı? Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda ters dönerim” diyen şairimizin bu arzusuna çoktan kavuşmuş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hayatı boyunca sağlığından şikâyetçi olan Tanpınar, 23 Ocak 1962 günü geçirdiği kalp krizi ile Haseki Hastanesi’ne kaldırılır. Ertesi sabah ikinci bir krizle hayata veda eder. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın cenazesi Rumelihisarı Kabristanı’nda hocası ve dostu Yahya Kemal’in yanı başına defnedilir. Mezar taşı üzerinde çok bilinen şiirinin ilk iki mısrası yazılmıştır:

Ne içindeyim zamanın Ne de büsbütün dışında…


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Selâm Olsun Ahmet Hamdi TANPINAR Selâm olsun bizden güzel dünyaya Bahçelerde hâlâ güller açar mı? Selâm olsun sonsuz güneşe, aya Işıklar, gölgeler suda oynar mı?

Hepsi güzeldi kar, tipi, fırtına Günlerin geçişi ardı ardına. Hasretiz bir kanat şakırtısına Mavi gökte kuşlar yine uçar mı?

Uzak, çok uzağız şimdi ışıktan, Çocuk sesinden, gül ve sarmaşıktan, Dönmeyen gemiler olduk açıktan, Adımızı soran, arayan var mı?


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Şehri

‘’Bu hayâle uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler

Sevmek

Gümüş aydınlıkta serviler, güller

Işık Selin Orhuntaş

Başındayım sanki bir mucizenin,

Serin hülyasıyla çeşmelerinin.

Su sesi ve kanat şakırtılarından

‘’Anne karnı huzuru/Çocukluğumun sesi’’ Nereden aklıma geldiğini bilmiyorum bu şarkı sözünün ama Bursa ile ilgili bir şeyler yazmak isterken birden zihnime giriverdi. Aniden farkına vardım. Bursa benim için huzur demekti, çocukluğum demekti. 90’ların sonundaki çocukluğumun en güzel günleri bu şehirde geçti. Akşam ezanına kadar dışarıda oynadığımı, Kültürpark’a gidip zaman geçirdiğimi, Bursa dışından gelen akrabalarımla çocukluğumu yad ettiğimi anımsıyorum. Benim çocukluğum onların içinde büyümeyen çocuk çünkü. Birlikte geçirilen zamandan çok o zamanla ayrılmaz bir bütün olan şehir önemli. Anıları güzelleştiren şey şehir çünkü. Yokuş aşağı inen sokaklarda huzuru içine çekmek demek bir şehri sevmek. Koza Han’da oturup zamanı durdurmak demek Bursa’yı sevmek. Ulucamii’ye giderken Tanpınar’ı hatırlayıp tarihin bir parçası olmak demek… Bir zamanlar yaşadığın şimdi okuduğun şehri başkalarına anlatırken ‘’Bursa’da Zaman’’şiirinden söz edip Tanpınar kadar Bursa’ya ait olamadığına hayıflanmak demek Bursa’yı sevmek…

Billûr bir âvize Bursa'da zaman.’’ Yeşili kalmamış Yeşil’e mistik havayı koklamaya giderken Irgandı Köprüsü’nden geçerken altından akıp giden suyla beraber bir başka zamana yol almak demek Bursa’yı sevmek… Annenizi sevmek gibidir bir şehri sevmek. Ne kadar küskün olursanız olun dizlerinize yattığınızda her şey biter. Özlersiniz, sarılasınız gelir. Kaybedince ne yapacağınızı bilemezsiniz. Alelade bir yerde oturup çepeçevre saran insanlarla, insanların gürültüsü kulaklarınızı doldururken derin nefes alıp tarifsiz bir mutlulukla dolmak… Maksem yokuşundan aşağı doğru inerken bir akşamüstü yolun bitimine yakın bütün heybetiyle Ulu Camii karşınızdadır. Üstünde de kızıla çalan bir gök. Sırf şairlere şiir yazdıran bu manzara için seversiniz bir şehri. Bütün yalnızlığınızı, aşklarınızı, çocukluğunuzu kısacası yaşanmışlıklarınızı şu cümlelerle özetleyebildiği için seversiniz bir şehri. ‘’Bir şehri sevmek ; bir zamanı,bir mekanı sevmektir. Bir şehri sevmek ; meçhulü,muammayı sevmektir. Bir şehri sevmek ; orada kendini bulmaktır. Bir şehri sevmek ; aşka sebep aramaktır.’’ Ahmet Hamdi Tanpınar


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sultan DEMİRTAŞ Tanpınar’ın Mektuplarının Konusu

“ Bu Avrupa meselesi üzerinde biraz düşün ve harekete geç. Düşün bir kere o kadar iyi olacak ki… Dolaşmak, bir kör rüyası gibi sadece vehim halinde tanıdığım şeyleri yakından kendi ışığı ve kendi realitesinde görmek…’’ Yine aynı tarihli mektubunda; “ Kutsi ben gitmeliyim, buna çalışmalısın ve biraz para vermek imkânını bulmalısın. Beni bir sonbahar sabahı bir İtalyan peyzajında ve bir kış gecesi Paris sokaklarında dolaşmış tasavvur etmen, hakiki bir orkestradan şüphe edilemeyecek bir musikiyi dinlediğimi bilmen fena bir şey mi?’’ • Yalnızlık en çok değindiği konulardan birisi olmuştur. Kutsi Tecer’e yazdığı 27 Temmuz 1959 tarihli mektubundan; “ Bazen yalnızlık çok ağır basıyor, bir evi olmamanın acaipliği insana çeşit çeşit sabırsızlıklar veriyor.’’

Tanpınar, 29 Ocak 1938 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı mektubunda maddi sıkıntısından bahseder. “ Cevat Bey’e arz- ı hürmet. Benim maaş işini derhal halledin. Sekiz senedir 5500 ün peşindeyim.’’ 22 Şubat 1938 tarihli mektubunda da ; “ Biliyorum bu benim 5500 meselesi sekiz seneden beri aktüalitedir. Aksi bir tesadüfün işe girmesinden korkuyorum.” Yine 1942 yılında yazdığı mektubunda ise artık parasızlıktan yakınır. “ Benim buradaki hayatım bir cehennemden farksızdır. Sebebi de parasızlık. Bütçem çok bozuk. Bu berbat bütçeyle ev döşemeye çalışmak ne kadar güç olur?” • Avrupa’ya gitme isteği Tanpınar’da bir tutkuya dönüşür. Bunu mektuplarında da dile getirir. 9 Mayıs 1936 tarihli mektubundan;

Kaynak: Tanpınar'ın Mektupları- Zeynep Kerman

16 Ağustos 1959 yılında Tarık Temel’e yazdığı bir mektubundan; “ Bir bakıma hiç yalnız değilim. Hakikatte ise yalnızlık müthiş. Çünkü yalnızlık içimde.’’ 4 Haziran 1953 yılında Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı mektubundan; “ Mesela Malraux ile, Sartre’la, Camus ile dost olabilirdim. Fakat onlar küçük krallar. Benim haddimi aşmışlar. Beynelmilel şöhretleri var. İşte bu yalnızlık yok mu? İnsanı çıldırtabilir. Hâlbuki onların gençliğinde ben de burada olsaydım, şimdi bir yığın dostum olurdu. Bir şey kalıyor: Kayıtsız şartsız beğendiğin ve sevdiğin adama gitmek. Bugünkü Fransa’da benim için böyle bir şey yok. Ve yalnızlık yürüyor.’’ • Tanpınar Avrupa seyahati nedeniyle İstanbul’a ve dostlarına derin bir özlem duyar. Bunu da mektuplarına yansıtır. 4 Haziran 1953 tarihinde Mehmet Ali Cimcoz’a yazdığı mektubundan; “ İstanbul’u çok göreceğim geliyor böyle havalarda. Siz istediğiniz kadar yağmurdan,


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

soğuktan, sıkıntıdan bahsedin, kafamda orası güneş içinde. Adalet’e söyle beyhude yere zahmet etmesin, değmez. Dünyanın en güzel hayatını yaşıyoruz orda.’’ Ağustos 1953 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı mektubundan; “ Yoruldum. Bırakıyorum. Çok yazacak şey var. Fakat artık hasretten bıktım. Özlüyorum, demeğe utanıyorum. Fakat özlüyorum, mümkün olsa akşamları buluşsak ve konuşsak! Sabahleyin yine Avrupa’da olsam.’’ 22 Ekim 1953 tarihinde Adalet Cimcoz’a gönderdiği mektubundan; “ İstanbul’a, Türkçe ’ye, bizim denizlere, Boğaz’a, sizlere, rakıya hasretim artık. Üç gün sonra Venedik’e geçiyorum. İkisinde üçünde Roma’ya döneceğim. Oradan da tayyare ile Dört veya beşinde ver elini İstanbul… Allah izin verirse.’’ •

Bir diğer konu ise Ölüm’dür

Kutsi Tecer’e yazdığı 29 Ocak 1936 tarihli mektubundan; “ Hiçbir zaman şu son günlerde olduğu kadar ölüme yakın olmadım. Adeta bana bir teselli hissi veriyor, bir gün öleceğimi düşünmek. Başka şeylerden korkuyorum. Zaten ömrüm korku içinde geçiyor.” Adalet Cimcoz’a yazdığı 26 Eylül 1959 tarihli mektubundan; “ Ne garip şey bu insan ömrü. Asrını doldur, herkesten, hepsinden üstün zekâ ol, sonra birkaç metrelik taşın altına gir ve kaybol.” • Tanpınar mektuplarında yaşından yakınmaktadır. Yaşlılık mektuplarının bir diğer konusu olmuştur. 14 Eylül 1959 yılında Adalet Cimcoz’a yazdığı mektubundan; “ Ah bu yaş meselesi, bu içimizden kendimize tuttuğumuz korkunç ayna. Hiçbir şey onun kadar zalim olamaz. Bu yamyam, bu korkunç maske hayatın her dönemecinde karşıma çıkıyor.’’

Mehmet Kaplan’a yazdığı 2 Eylül 1959 tarihli mektubundan; “ Benim hayatım tasavvur edeceğin gibi geçiyor, çok okuyorum. Hatta az çok çalışıyorum, geziyorum, görüyorum ve yığıyorum. Sonu ne olacak, bilmiyorum. Şüphem kendimden değil, yaşımdan geliyor. Altmışa girmek üzereyim. Bir tek ümidim aynaya bakmadığım ve kendimi yıkmağa çalışmadığım zamanlarda bu rakamı hatırlamamamda. Evet yaşımı zaman zaman unutuyorum. Eğer şiirin damarı tekrar bir şeyler akıtırsa kurtuldum demektir.’’ “ İhtiyarlık… Cesametler, devam eden şeyler, yani zaman, kendiliğinden tabakalar vücuda getiriyor. Öyle ki tekrar kendimiz olmak için bir yığın ameliyeye, nadasa, derinden hatırlamaya mecbur oluyoruz. Gencin seçmek ihtiyacı yoktur. Düşünce, ana fikir varlığın kendi hamlesindedir. Fakat yaşlı adam… Görüyorsun ki olmak veya olmamak meseleleri içindeyim. ’’ • Tanpınar mektuplarına ruh halini de yansıtır. Ruhsal bir bunalım içindedir. Birçok konuda umutsuzluk taşır. Bu ruh halini mektuplarında görürüz. 1937 yılında mektubundan;

Kutsi

Tecer’e

yazdığı

bir

“ Hasta değildim, fakat daha beter bir halde idim, her şeyden vazgeçmiş bir adam olmağa başlamıştım.” 1938 yılında Kutsi Tecer’e yazdığı bir diğer mektup; “ Ben burada çalışıyorum, fakat boşuna dönen bir değirmen gibi, bir iş gördüğüm yok, sadece zamanı öğütüyorum. İşte iki ayın meyvasını gördün, ne kadar tatsız ve iptidai… İnsan istidadı olmayan işlere girmemeli, ben başında gecelik takkesi, sırtında şal entari, köşesinde sade kahvesini içmekle veyahut ölümü beklemekle vakit geçiren bir mütekait hayatının istidatlarıyla doğdum. Nihayet babam gibi bir memur olabilirdim. Şiir, güç şey. “ Ol kâra da iktidar lâzım.” Son derece ümitsizim, fakat ortaya öyle iddia ile çıktım ki, geriye dönmek imkânsız.” 20 Mart 1960 tarihinde Adalet Cimcoz’a yazdığı mektubundan;


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“ Hep kendimi toparlamak ihtiyacındayım. Bazen de olduğu yerde – hep kendimi – bırakıp, başka tarafa geçmek! Bir kafayı boşaltmak makinesi icat etseler ne olur? Alkol yapamıyor bunu. Bilakis her şeyi karıştırıyor, birbiri üstüne yığıyor. Niçin bu işleri böyle aldım? Niçin kendimi bir yarış atı sandım? Ben ki tembellikten hoşlanırım ve insan için en büyük saadeti kaygısız yamakta bulurum.” • Tanpınar son dönem yazdığı mektuplarında ise Türkiye’nin içinde bulunduğu durumları yorumlar. Siyasetten söz eder. 11 Ocak 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı mektubundan; “ Memleket için verdiğin haberler hazin. Elimizden ne gelir hayır duadan gayrı. Farz edelim bizim parti geçti, ne yapabilir? İsmet Paşa yaşadıkça birçok şey tabii, diyeceksin. Ama değil. O hayatta iken ne kepazelikler oluyor. Matiére’imiz insanoğlu denen mahlûk ve bilhassa bizim insanımız. Hayatın kontrolü bilhassa bizim rejimlerde çok güç. Sonra İngiltere gibi, hatta diğer memleketler gibi değiliz, politika adamımız yok. Ekip kuramadık.” 29 Nisan 1960 tarihinde Tarık Temel’e yazdığı bir diğer mektuptan; “ Memleket havadislerini senin mektuplarından, elime geçen gazetelerden takip ediyorum. Daha da kötüleşecek gibi. Akif Paşa’da “ âyinesi miyim bu cihanın…” diye bir ayniyet imajı vardır. Türkiye buna benziyor, her şeyin, her dakikada yeniden başlaması lâzım. Hazin talih… Şarkın öbür yüzünü, asıl yüzünü görüyoruz. Nizamsızlık, sefalet, konformizm, korkaklık, fert ve şahsiyet yokluğu, kendisini feda edememek. Galiba hükûmet, ısrarıyla bütün bu dertlerin tedavisini hazırlıyor. Kötü günler, korkunç hâdiseler bekleyebiliriz Tarık.” • Mektuplarının bir diğer konusu ise şiir anlayışı ve sanatı olmuştur. Bu mektupları Tanpınar’ın sanatını anlamamıza yardımcı olur. 27 Ocak 1944 yılında Mehmet Kaplan’a gönderdiği mektubundan; “ Orhan Seyfi Bey biraderimiz, daha doğrusu Yusuf Ziya Bey’in biraderi, “Raks” manzumesi için

yaptığı latif tenkitten sonra, bu sefer de senin yazdığına cevap vermiş. Ben okumadım. Yine kafiyelere çatıyormuş. Tabii görüşlerimiz ayrı. Münakaşaya değmez. Hakikat şu ki, ben kafiyeye bağlıyım. Yani bir ses müşabehetini mısraın sonunda lüzumlu görüyorum. Ayrıca kafiyenin şekl- i kafiyenin şiirde yeri olduğuna inanırım.” 11 Nisan 1960 tarihinde Niyazi Akı’ya gönderdiği mektuptan; “ Ben garpla başladım işe. Fakat bizim eski şairleri ve eski musikiyi tanımadan evvel kendimi bulamadım. Onların nostaljisini tadınca, kendimi kendi içimde daha yerleşmiş buldum. Bittabi buna bu günle de gidebilirsin. Fakat Fransızca bilgin, o dünyayı iyi tanıman, yenileri daima bir pencere gibi görmene sebep olacak. Bu tekâmül bütün vetiresiyle çok gözümüzün önünde. … Bizden evvelki nesillerin hemen hepsi kendilerinden yirmi sene evvel gelenlerin hatıracısı, filan oldular; fakat anekdotta kaldılar. Eskinin apolojisini yapmıyorum. Sadece zaruriliğini anlatmağa çalışıyorum. Pek az insan yakın ve uzak maziye benim kadar aksülamel yapmıştır. Bununla beraber büyük kaynaklardan biri eskiydi ve eskidir. Hâlâ Nedim’i, Bâki’yi göz önünde tutarak yazarım.” Antalyalı Genç Kıza yazdığı mektuptan; “ Asıl estetiğim Valéry’yi tanıdıktan sonra, (19281930) yıllarında teşekkül etti. Bu estetiği veya şiir anlayışını rüya kelimesi ve şuurlu çalışma fikirleri etrafında toplamak mümkündür. Yahut da musiki ve rüya. Valéry’nin ( velev ki, rüyalarını yazmak isteyen adam bile azami şekilde uyanık olmalıdır) cümlesini ( en uyanık bir gayret ve çalışma ile dilde bir rüya hâlini kurma) şeklinde değiştirin, benim şiir anlayışım çıkar. Bu metodu evvelâ şekil verici kaide ve unsurlar temin eder.”


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TANPINAR VE ANTALYALI GENÇ KIZ Tanpınar’ın “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adı ile yayınlanan mektubu günümüzde de konuşulmaya devam ediyor.. Üzerinde araştırmaların da yapıldığı bu mektubun aslen genç bir kıza değil de Antalya Lisesi öğrencilerinden Mustafa Erol’a yazıldığı ortaya çıkarılmıştır. Mektup kime yazılmış olursa olsun Tanpınar’ın sanat hayatı ile ilgili derin bilgiler içermektedir. Tanpınar kendinden ve sanatından bahsetmeden evvel gence şunları söyler: “ Edebiyatı gerçekten seviyor musunuz? Eserimle temasınız var mı? Buralarını bilmiyorum. Mektubunuzda beni lâyıkıyla okuduğunuzu gösteren bir emareye rastlamadım.” Bu soruların yanıtsız olmasına rağmen Tanpınar şahsi konularını gençle paylaşmıştır. Bu mektubu, gençten gelen bir mektuba cevap olarak kaleme almıştır Tanpınar. Genç, Tanpınar’ın sanat hakkındaki fikirlerini merak eder. Tanpınar doğumundan başlayarak ailesini, çocukluğunu, Antalya’da geçirdiği yıllarını anlatır. Sonra sanat hayatının şekillenişinden, nizamından bahseder. Ardından lafı tekrar kendine getirir ve “ Şimdi insandan bahsedeyim.” diyerek kişisel özelliklerini, ruh halini anlatmaya başlar. Kendisini tanımlar kısaca. “ Oldukça çalışkanımdır. Kendime göre derbeder bir intizamım vardır. Hafızam zaman zaman parazit yapmakla beraber kuvvetlidir. Okumayı çok severim ve okuduğumun esaslı tarafını kolay kolay unutmam…” şeklinde devam eder bu satırlar. Tanpınar’ın bu mektubunda yaptığı açıklamalar bir yazar için en mahrem cinstendir. Çünkü yapıtının dehlizlerine doğru art arda ışıklar yakar. Tanpınar bu mektubunda sürekli şiirseline dikkat çekmektedir. Bütün yazdıkları şiir yüklüdür çünkü. Mektubuna son verirken “ Bu mektubu biraz da çocukluğuma göndermiş gibiyim. Bilmem liseniz hâlâ eski yerinde, yani Ambarlı’da mı? Sizinle konuşurken, sizi hep orada tasavvur ettim. Bana vaktiyle olduğum genç adamı hatırlattınız. Onun heyecan ve şaşkınlığını yaşadım.” der. “ Arkadaşlarınıza ve hocalarınıza selam ve dostluklarımı, başarı dileklerimi söyleyin. Minnettarım. Mesut ve çalışkan olun, aziz yavrum.” diyerek mektubunu sonlandırır. ‘Antalyalı Genç’ten Mektup 29 Aralık 1961 Muhterem Efendim, Kıymetli mektubunuzu aldım. Bilseniz ne kadar sevindim. Her şeyden önce - büyük bir vazife telâkki ettiğim için – bütün arkadaşlarıma ve hocalarıma selam ve dostluklarınızı, başarı dileklerinizi söyledim. Bütün hepsi memnun oldular ve teşekkür ettiler. Göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuz sayesindedir ki, hayatınız ve şairliğiniz hakkında geniş bilgiye sahip oldum. Bilhassa bu hususta arkadaşlarıma geniş bilgi vermeye çalıştım; bunda da muvaffak oldum herhalde. Eserlerinizden, bazı şiirlerinizi okudum. Bunların hakikaten bünyesinde; rüyanın duygusunu, musikiyi, form’u ve kafiyeyi taşıdığını görüp anladım. Huzur romanınızı ve Yaz Yağmuru hikâyenizi de okudum. Hakikaten Huzur romanınız - sizin de işaret ettiğiniz gibi – çözülmesi gereken bazı bağları ihtiva ediyor. Okurken mümkün mertebe anlamaya çalıştım. Aynı zamanda arkadaşlarıma da tanıttım. Bu hususta benimle meşgul olduğunuz ve alakalandığınız için çok çok teşekkürlerimi sunarım. Ve yeni yılınız için mesut günler dilerim.

Antalya Lisesi Mustafa EROL


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HİKAYE

A. Bengisu AKDAĞ ğ

Serin hafif rüzgarlı bir Ekim sabahına uyandı Bursa bugün. Her ihtimale karşı şemsiyemi alıp ceketimin yakalarını kaldırıp ellerimi ceplerime sokarak yürümeye başladım, dökülen çınar yaprakları arasında, eski Bursa’nın sokaklarında. Gün boyu şehrin içinde dolaştım. Derken inişli çıkışlı Arnavut kaldırımlı yolların üzerimde bıraktığı yorgunluğu hissettim. Gökyüzüne bakınca ikindi vaktinin yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Hem bedenimi hem ruhumu dinlendirmek üzere I. Murat Hüdavendigar Camii’ne doğru yürüdüm. Şehrin bu tarafına doğru rüzgar daha sert esmeye başlıyordu. Bursa’yı korurcasına yükselen dağlar buradan daha yakın görünüyordu. Cami avlusundaki banklardan birine oturdum. Dört bir yana kollarını açmış tarihi çınarların altında heybetini I. Murat’ın adından alan büyük ama sade camiinin gölgesinde, kuş cıvıltılarının bir ahenk içerisinde duyulduğu mütevazı bir çay bahçesi burası. Kimsecikler yoktu o sırada. Yalnız biraz uzakta çaprazdaki bankta kahverengi takım elbisesiyle, bacak bacak üstüne atmış, gayet saygın görünen, iri yapılı bir adam vardı. Bir elinde kalemi, önünde zor zapt ettiği anlaşılan kağıtları, dudaklarının ucuyla tuttuğu sigarasıyla bir uzaklara bir kağıtlarına bakıyordu. Yanına gitmeye karar verdim. Yavaşça yaklaştım. Gördüklerim gerçek miydi? Biraz daha yaklaştım. “Bu doğru olamaz” derken ciddiyetle eğildiği kağıtlarından başını kaldırdı. Sigarasını sol elinin işaret ve orta parmağı arasına alarak yavaşça bana döndü. Geniş alnı, hafif seyrek kırlaşmış saçları, küçük gözlerinde barındırdığı derin bakışlarıyla, çizgi halindeki küçücük dudaklarından büyük mısralar dökülen o adamdı. Tanpınar’dı o. Yanına gelişimi onaylarcasına başını hafifçe eğip kaldırdı. Hala sol elinin iki parmağı arasında duran özenle sardığı sigarasıyla sandalyeyi gösterdi. Sessizce, hayranlıkla, şüpheyle oturdum sandalyeye. Bu havada burada kendinden başka bir beni görünce benim de Hüdavendigar’ın müdavimlerinden biri olduğumu anlamış gibiydi. Şöyle bir etrafa baktı ve “Çocukluğumun güzel anıları, geçmiş günlerim var bu avluda”* dedi. O sırada sessizliği şadırvandan gelen bir damla suyun yere vuruşundaki “şıp” sesi bozdu. Şadırvana döndü, arkamızdaki Hüdavendigar Camiine baktı. Sonra tekrar uzaklara dalarak başladı: “Bursa’da bir eski cami avlusu / Küçük şadırvanda şakırdayan su… / Orhan zamanından kalmadiyordu ki, tutamadım kendimi. Ben devam ettim, o dinledi. “ … kalma bir çınar / Eliyor dört yana sakin bir günü.” Tanpınar kalın kaşlarının çerçevelediği gözleriyle bana bakarak: “Zihnimi mi okudun küçük hanım?” dedi. “ Bu mısraları hemen not etmeliyim.” “Ama nasıl? Ben zaten, yani bu şiirinizi biliyorum kaç defa okudum ezberledim sonuna kadar” deyince o ciddi duruşundan hiç beklemediğim bir tavırla gülüverdi. “Bu mısralar şimdi bu şadırvandan gelen şıp sesiyle zihnimde bir anda tahayyül etti” dedi. Yavaşça kalemini kağıtlarını toparladı. Kahverengi ciltli dosyasının arasına sıkıştırarak “Müsaadenizle” dedi tebessüm ederek. Sigarasını kül tablasına bıraktı. Arkasını döndü, ağır ağır çıktı avludan. Camiinin yanından geçerek, git gide gölgelenerek kayboldu gözden. Bir kedinin yanıma sokulmasıyla aniden kendime geldim. Etrafta tek tük insanlar vardı. Geldiğim bankta hala oturuyor olduğumu fark ettim. Kalktım, yavaşça biraz uzakta çaprazdaki banka doğru ilerledim. Masadaki kül tablasında henüz bırakılmış, özenle sarılmış eski bir sigara tütüyordu.

*A. H. Tanpınar, Beş Şehir, Bursa


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir adın kalmalı geriye Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde Aynaların ardında sır Yalnızlığın peşinde kuvvet Evet nihayet Bir adın kalmalı geriye Bir de o kahreden gurbet Sen say ki Ben hiç ağlamadım Hiç ateşe tutmadım yüreğimi Geceleri, koynuma almadım ihaneti Ve say ki Bütün şiirler gözlerini Bütün şarkılar saçlarını söylemedi Hele nihavent Hele buselik hiç geçmedi fikrimden Ve hiç gitmedi Bir topak kan gibi adın İçimin nehirlerinden Evet yangın Evet salaş yalvarmanın korkusunda talan Evet kaybetmenin o zehirli buğusu Evet isyan Evet kahrolmuş sayfaların arasında adın Sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı Bu sevda biraz nadan Biraz da hıçkırık tadı Pencere önü menekşelerinde her akşam Dağlar sonra oynadı yerinden Ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca Sen say ki Yerin dibine geçti Geçmeyesi sevdam Ve ben seni sevdiğim zaman Bu şehre yağmurlar yağdı Yani ben seni sevdiğim zaman Ayrılık kurşun kadar ağır Gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın Yine de bir adın kalmalı geriye Bütün kırılmış şeylerin nihayetinde Aynaların ardında sır Yalnızlığın peşinde kuvvet Evet nihayet Bir adın kalmalı geriye Bir de o kahreden gurbet Beni affet Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç.

Bir ADIN Kalmalı Ahmet Hamdi TANPINAR


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir" Adlı Eserinden Eyüp Sultan'ın Portresi Mehmet Altınova

Eyüp Sultan semti, İstanbul'un en güzide semtlerinden bir tanesidir. Gerek yaşayanların gerekse manevî koruyucuları olsun yerin altında ve üstünde yatanlar bakımından zengin bir tarihî vardır. Romanlara, şiirlere ait olsun bazı yazarların gözbebekleri arasında yer alan bir semt olması dolayısıyla edebî eserlere yansımıştır. Halide Edip Adıvar'ın Mor Salkımlı Ev'nden , Ahmet Hamdi Tanpınar'a kadar birçok edebiyatçının ilgi odağında olmuştur. Bu yazıda size Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinde yer alan Eyüp Sultan'ı anlatmaya çalışacağım. Bu eserdeki Eyüp Sultan ile şuanki Eyüp Sultan bazı yönlerden birbirine benzese de zamanın getirdiği bazı değişmeler olmuştur. Bilindiği gibi Ahmet Hamdi Tanpınar gezdiği şehirleri kendi üslubu ile bu eserde toplamıştır. Ankara,Erzurum,Konya,Bursa ve İstanbul'daki izdenimlerini, yol maceralarını anlatır.Ben az evvelde belirttiğim gibi Eyüp Sultan kısmı hakkında bilgilere yer vereceğim. "İstanbul'da, işinizin gücünüzün arasında iken birdenbire Nişantaşı'nda olmak istersiniz ve Nişantaşı'nda iken Eyüp ve Üsküdar behemahal görmeniz lâzımgelen yerler olur. Bazen de hepsini

birden hatırladığınız ve istediğiniz için sadece 1 bulunduğunuz yerde kalırsınız." Başka bir Eyüp semtinin geçtiği nokta ise; "...Boğaz,vapurla geçerken gördüğümüz başka bir tepeden seyrettiğimiz Boğaz'dan çok farklıdır. Böylece,Çamlıca ile Üsküdar tepeleri, Küçük Çamlıca'nın geniş rüzgârlı balkonu, Eyüp sırtları gözümüzün önüne gündelik ekmeğimiz olan bir manzarayı başka kıyafetlerde yayarlar;İstanbul, Yahya Kemal'in: ‘Baktım,konuşurken daha bir kerre 2 güzeldin’ mısraıyle övdüğü güzele benzer." Ahmet Hamdi Tanpınar burada Boğaz'dan bakıldığında Eyüp ve diğer semtlerin normalinkinden daha farklı olarak görüldüğünü söyler ve hocası ve aynı zamanda mezarları komşu olan edebiyatçımızdan bir şiir örneği ile durumu açıklamıştır. Yabancıların çinilerinden dolayı Mavi Camii-Blue Mosque- dedikleri Sultan Ahmet Camiisinin çinilerini övmek yerine detaylara takılmayarak gezmeyi uygun bulunmasını bakın Eyüp'ü de kullanarak şöyle ifade ediyor;

1

Ahmet Hamdi Tanpınar,Beş Şehir, say. 123, 2011,Dergâh yay. 2 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 138


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Eski yazıları çiniye daima tercih etmişimdir. Bana daha ferdî, daha değişik ve daha yapı edalı gelirler. Bence Sultanahmet'te, meselâ bir yaz öğlesinde Kozyatağı'nda veya Eyüp Sultan üstlerinde, bostan dolaplarının, kır böceklerinin sesleri arasında yeşil renkten ve aydınlıktan yarı sarhoş dinlenir gibi, yahut Boğaz körfezlerinde mehtap seyreder gibi gezinmeli Bu mavi aydınlığın etrafımızda kurduğu 3 sırça sarayı, fazla bir dikkatle kırmamalı." der.

vezir konağı sayar. Ve bunlardan on birinin Sinan yapısı olduğunu söyler. Bu sultan sarayları, konaklar, zengin evleri Divan Yolu'ndan Sultanahmet ve Akbıyık'a ve bugünkü Sirkeci'ye, Kumkapı ve Kadırga'ya , Süleymaniye ve Şehzadebaşı'na, oradan Fatih ve Edirnekapı'ya, Aksaray kolunda Koca Mustafa Paşa ve Yedikule'ye kadar iniyordu. Ayvansaray ve Eyüp taraflarında da böyle konak ve bilhassa yalılarla dolu idi."***

Başka bir bölümde ise Eyüp'ün bir zamanlar çok iyi bir saray merkezinin olduğunu fakat zamanla bu sarayların yok edildiğini ancak birkaç küçük eserler kaldığından şu şekilde bahsetmektedir;

Eyüp ile ilgili son meseleyi Tanpınar mezkur eserde İstanbul'un tulumbacılarından Çiroz Ali'nin ölümüne dair anlattığı bir hikâyede yine Eyüp civarı geçmektedir. Hikâye Rahmetli Osman Cemal Kaygılı'nın Semâi Kahveleri adlı kitabında 1308 senelerinin meşhur meydan şairleri ve âşıklarından olan Çiroz Ali'den şöyle bahseder ve Bakırköy'den Eyüp Sultan'a indirilişinden bahseder. Bugün de olduğu gibi cenazeler genelde Eyüp Sultan camiisinden kaldırılırdı.

"...Pek az yerde sanat ve mimarî gündelik hayata bu kadar yakından karışır. İşte, İstanbul mahallelerinin asıl çekirdeğini bu peyzajlar yapar. Bunların içinde birbiri peşinden geldikleri için kendilerine mahsus zamanlarıyla hakikî bir âbide hâlini alanlar vardır. Bazen bu ısrar şehrin bir ucunu baştan başa kapsar. Eski damat vezirlerin oturdukları Ayvansaray ve bilhassa Eyüp taraflarında asıl güzelliklerini yapan saraylar kabolduktan sonra bu küçük eserler kalmıştır."* Eyüp'ün ağaçların gölgesinde bir semt oluşundan ve servîlerin, çam ağaçlarının Eyüp'ün peysaj mimarisine ne ölçüde katkı sağladığından bahsederken yazar; "Boğaziçi'ndeki o çok uhrevî köşelerle, bazı peyzajlar da çınarların etrafında toplanırdı. Eyüp servilikleri bütün Haliç manzarasına üslûbunu verirdi. İstanbul peyzajındaki asîl hüznü biz bu iki ağaçla, çam ve fıstık çamlarına borçluyuz. Hissî terbiyemizde onların büyük payı vardır."** ifadelerini kullanır. Günümüzde fazla olmasa da Evliya Çelebi'nin gezdiği zamanlarda Eyüp civarında çokça konakların olduğunu Ahmet Hamdi Tanpınar, şu cümleler ile açıklıyor; "...Bu gibi meselelerde verdiği malûmat, mübağlasına rağmen, çağdaşlarınınki ile karşılaştırılınca doğru söylediği anlaşılan Evliya Çelebi kendi zamanında İstanbul'da otuz dokuz 3

Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 146 Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e,say. 152 ** Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say. 161 *** Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.e, say.163 *

Sonuç olarak, yukarıda da bahsedildiği üzere Eyüp Sultan maneviyatı bol olan bir semttir. Ahmet Hamdi Tanpınar, kuşkusuz Fatih, Edirnekapı ve diğer İstanbul'un semtlerinden bahsederken Eyüp Sultan'nın bu eşsiz güzelliklerinden bahsetmiştir. Bugün fazla olmasa da o dönemlerde konakların olduğu, servilerin Haliç'e ayrı bir renk kattığı, Boğaziçi'nden farklı gözüktüğünü, gezilmesi gereken yerlerden olduğunu, bir an için orada bulunma isteği uyandırabileceğinden bahsetmiştir. Beş Şehir adlı eserini inceleyerek Eyüp'ün bugünkü portesini çıkarmak hiç de zor değildir. Eyüp halkı o dönemi yansıttığı için ve ilminden dolayı kendisine minnettardır. Eyüp Sultanlı insanların deyimiyle Ebedî Eyüp Sultanlıdır. Ruhu şâd olsun.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÂLEM-İ PERTEV Farz et ki buraya en güzel şiirleri yazmışım. Bu hengâmede beni bensiz uğurlamışım. Üçe beşe bakmadan satırlarca yazmışım.

Bî-can bir dem söyler. Ne gül var ne gülistan, Kalemden beri Süleyman. Kalem ehli bir küheylan,

Yazgılar yangınım, içinde sancı var.

Bir can ile bî-can oldum.

Her satırda bir hatıra, kalbi dağlar.

Bak içimdedir her dem.

Ağlar kalem, peyderpey gider sıradağlar.

Akar durur âlem-i Pertev.

Hasretimden sırat ağlar hey gidi sıra dağlar. Dağlar yüreği, hiç tükenmeyen sancılar.

Dembedem geçer zaman. Dağılır yıkılır aşiyan, Ötmez bülbül açmaz sümbül. Belki uykulardasın ey gül!

Bir Süleyman’dan ibaret bu dem.

Kavuşmaya niyet etmiş,

Bir de boynu bükük âdem-i kalender.

Sana sitem eyler gönül.

Bazen kalem benim, belki seyreden, Belki yeri göğü törpüleyen. Belki de Kelâmullahtır izni veren. Rabb nefesi ensemde, Teşbihte kusur yok Rabb nefeste. Enfes bir âlemi-i Pertev. Gökte açmış mah-ı nev . Görelim hanım neyler?

Aşığın vuslatı maşuk, Dinle neyden karışık. Güneş ki sönmeyen bir ışık, Çile halindedir her dem âşık. Kişiye elzemdir maşuk. Şiir çorbaya bir kaşık, Şair lezzete alışık.

Süleyman Erkut


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN

Bölüm -7-

Sırdem Kemiksiz Ben Ayla… Bu hikâyenin neresindeyim bilmiyorum ama kendi hayatım için tam ortasındayım yolun. Ya da değilim. Bunu bile bilmiyorum. Kaç yaşımdayım, kiminleyim, ne zamandan beri varım kendim için? Deniz doğana kadar hiç kimsenin kimsesiydim. Sadece bunu biliyorum. Kimse için önemli değilim bu hayatta. Defalarca kurtulmak istedim kendimden. Herkesin beni güçlü sanmasının aksine ben, canıma kıyamayacak kadar acizdim. Hüzünle sonlanmış bir evliliğim, hiç sahip olunamamış annelik hayallerim, kadınlığım, umutlarım, umutsuzluklarım birer birer geçiyor şimdi gözlerimin önünden. Kendimi Orta Çağ’dan kalma bir trajedinin ortasında buluyorum. Kaderle mücadele eden aciz insandım ben ve eninde sonunda makûs kader yine alt edecekti bana. Herkes de gülecekti. Çok farklı olmadı. Yenildim. Üstelik çoğu kez göz göre göre derler ya hani öyle yenildim. Kader bana tek bir yol verdi ve ben de onu yaşadım, yaşıyorum. Önce bir kadının istenmeyen çocuğu olarak dünyaya geldim. Çok gençken yaşanmış bir kazanın tek bir sonucuydum ben. Kimse bilmez, söyleyemedim. Çocuk yaşlarımda annemin elimden tutup beni bir uçurumun yamacına defalarca götürdüğünü anımsıyorum. İkimiz de yok olmalıydık bu dünyadan. Denizin dalgalarına karışıp bir su damlası olmalıydık tekrar yağmak üzere. Böylece ölümsüz olacaktık. Bu masalları dinledim ben. On yaşıma geldiğimde annemi evlendirdiler. Çocuklu bir kadın olmak zormuş, bunu duydum hep. Ama bunu hiçbir zaman anlamayacaktım. Bu hayat ikimize de yeterdi, ben onu o marazi ruhuna karşın başka biriyle paylaşmayı hiç istememiştim. Evleneceği gün bu kez ben götürdüm onu o uçurumun kenarına. Çocuk aklımdan ağzımdan dökülüverdi ölüm isteğim. Bir anne-kız, bir kardeş yoldaşı olarak şimdi, tam olarak burada arkamıza bakmadan ölmeliydik. Kafamı kaldırdığımda annemin donuk yüzüne baktım. Bembeyaz teninde inciyi andıran gözyaşları dökülüyordu. Bana döndü, ellerimi tuttu ve beni kucakladı. Artık rüzgâr da bize eşlik ediyordu. Saçlarımız gözyaşlarımıza değiyor, ruhumuz birbirine karışıyordu. Birazdan her şey sona erecekti ve biz huzura erecektik. Birazdan her zerremiz sulara karışacaktı. Annem öne doğru eğildi. Artık kararını vermişti. Gözlerimi kapamış bekliyordum. Ama o an anneannemin haykırarak bize doğru geldiğini duydum. Birden uyandı annem o güzel rüyamızdan. Beni yere indirip çekiştirdi kollarımdan. Yolun sonu şimdi başlıyordu. Annem evlendi, ben öldüm… Babamdan geldiği ileri sürülen bir rahatsızlığım var. Hiçbir zaman kulak asmadım buna. Öyleyim veya değilim. Bir ölü için bunların hepsi ne ifade edebilir ki? Şimdi beni bir kliniğe kapatmak istiyorlar. Beni düşündüklerine zerre kadar inanmıyorum. Üvey ablaları hayatta olmasa çok daha mutlu olacaklar bundan eminim. Çünkü onlar için bir vicdan azabıyım. Hiç yaşanmamış çocukluğumun, gençliğimin aksine onlar anneme defalarca doydular. Annem bambaşka bir kadın oldu daha sonra, beni de görmez oldu gözü. Ben onların beslemesiydim belki de. Ama diyorum ya artık bir önemi yok. Ölüyüm ben, hem de ölü doğmuş bir ölü...

Devamı gelecek…


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mustafa Abdülcemil KIRIMOĞLU ile Sohbet

A. Bengisu AKDAĞ

Türk dünyasının büyük düşünce adamlarından Gaspıralı İsmail Bey, ölümünün 100. Yıldönümünde Uludağ Üniversitesi’nde düzenlenen bir sempozyumla anıldı. Mete Cengiz Kültür Merkezi’nde 11-12 Aralık 2014 tarihlerinde yapılan sempozyumda, Gaspıralı İsmail Bey’in hayatı, dil, eğitim, milliyet ve birlik anlayışı bilim insanları tarafından ele alınarak, bu kapsamda bugün yapılması gerekenler tartışıldı. Sempozyumun ikinci gününde, hayatı boyunca Kırım Türklerinin özgürlüğü için mücadele eden, Kırım Türklerinin lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’na “fahri doktor” unvanı verildi. Mustafa A. Kırımoğlu Kimdir? 13 Kasım 1943 tarihinde Kırım’ın Sudak şehrine bağlı Ayserez köyünde doğdu. 6 aylık bebekken 1944 yılı Mayıs ayında Stalin tarafından ailesiyle birlikte Özbekistan'a sürgüne gönderildi. Taşkent Üniversitesi’nde öğrenim görme talebi, 'Sovyet devletine ihanet eden bir halka mensup olduğu' gerekçesi ile reddedildi. Sürgün yaşamı sırasında insan hakları mücadelesi verdi. Birçok kez sürgüne gönderildi, hapse ve çalışma kamplarına atıldı. Mücadelesi sırasında açlık grevine girdi. Direnişi başta ABD ve Türkiye olmak dünyanın birçok ülkesinde yankı buldu. 12 Ekim 1986 tarihinde ABD Başkanı Ronald Reagan ile Sovyet lideri Mihail Gorbaçov arasında gerçekleşen Reykjavik Zirvesi'nde Sovyet aydını Andrey Saharov, Sovyet tümgenerali Pyotr Grigorenko ve Kırım Tatarlarının önderi Mustafa Cemilev’in hürriyetlerine kavuşması karara bağlandı. 1989 yılında gizlice Kırım’a döndü. 1991 yılında ise Gorbaçov Kırım Tatarlarının vatanlarına dönmesine izin verdi. Bundan sonra soyadı alarak faaliyete girişti. Kırım Tatarlarının yürütme organı olan Kırım Tatar Millî Meclisi'nin kararı ile kendisine "Kırımoğlu" soyadı verildi. 1998 yılında Kırım Tatarlarının barışçı mücadelesine katkısı nedeni ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Nansen Mülteci Ödülüne layık görüldü.

Bizler de İncir Çekirdeği olarak, büyük bir heyecanla beklediğimiz ve katıldığımız sempozyumdan sonra Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile kısa bir sohbet edebilme şansını yakaladık...


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Efendim, geçmiş bir mülakatınızda Kırım’ın bugün en büyük sorunlarından birinin “anadilin” konuşulamaması olduğunu belirtiyorsunuz. Bugün de hala bu geçerli midir ve bundan hareketle anadilin önemiyle ilgili neler söylemek istersiniz? Anadil elbette ki Kırım’ın yıllardır acısını çektiği büyük bir sorun ancak şu an Kırım işgal altında. O yüzden bunu, işgal ortadan kalktıktan sonra çözmek mümkün olabilir. Ancak işgalin ne zaman biteceği belli değil. Ama bu şartlarda da millet olarak devleti ayakta tutabilmek için elbette mücadele etmek anadile sahip çıkmak, korumak lazımdır. Bugün işgal altındaki Kırım’da bazı okullarda anadilimizde eğitim yapıldığı söylenmektedir ama bu okullara girerken çocuklarımıza Rus bayrağı altında Rus marşı okutturulmaktadır. Böyle olunca öğrenciler okullara gitmemeye başladılar. Bu şartlarda sorun çözülmüş değildir. Peki efendim, “dilde birlik” ülküsü sizce bütün Türk Dünyasını birleştirmede ne kadar etkili olabilir? Bir harç vazifesi görecek midir? Dilde birlik deyince tabii ki Türkçe konuşan bütün devletlerin dilde birleştirilmesi belki bugünkü şartlarda pek mümkün değil. Ama bir kültür birliğini bir “manevi” birliği yakalamak en mühimidir. Atatürk’ün de bu konuda, esas manevi birliği vurguladığı sözleri vardır. Bugün ne yazık ki Türkçe konuşan, aynı dili konuştuğumuz bazı Türk devletleri Kırım’ın, Kırım Tatar Türklerinin yanında yer almamaktalar. Yaşananları görmezden gelmekteler. Bu noktada dilden dahi önce düşünülmesi gereken konular vardır. Çok teşekkür ederim.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

B SERENAD Hatice TÜRK Bugün maddeden sıyrılıp manaya geçişteki o zar gibi hayal makamında; her zerrem seninle her zerren benimle sarmaş dolaştık. Bugün gökyüzü güler yüzlü, toprak tevazulu, kuşlar daha hür… Bugün her karanlığın içinde bir aydınlık, her çıkmazın içinde bir ferahlık vardı. Seni daima yanı başımda, gözlerini ise delice sevdiğini söylerken buldum. Yokluğundan eser yoktu. Hüznüm, özlemin eşiğinden süzülmüş vuslatla vuslat olmuştu. Vakit, maddesel varlığına koşarken; yokluğundaki varlığından ayrılmak korkusu, yeni günde sensiz bir hicrana gömülme endişesi koşan vakte düşman ediyor beni. Anlarda yaşamalı diyorum bazen insan; her anda yeniden dirilmeli. Ayrılığın hüznünden büyümeli. Hüzünden büyüyen insan, şiir gibi. Sığabiliyorsa bedenimde bir küçük odaya aşk, karışabiliyorsa damarlarımdaki zehre panzehir diye, anlamı olmalı -mümkün ise- ayrılığın. Biliyorum kavuşayım diye bu gündüzler, geceler. Yetişeyim diye bu yarış. Varayım diye bu bitiş. Göğüslenecek bir ip varsa sevdadır şüphesiz. Bugün her ses senin sesin. Dağların dumanına, denizin dalgasına, buğdayın türküsüne rüzgâr sensin. Her çocuk senin dilinde ağlar, her bilmece sende çözüme kavuşur. Şarkım, garbım, iç sesim, düş yüzüm... Bildim, nihayetinde her söz köşesine çekilir. Yalnız sen kalırsın geriye, bende. Varken dünyada 7,2 küsur milyar şiir, sen sevdiğim, hepsinde bercestesin. Hepsinin içinden geçip hiçbiri değilsin. En güzelsin.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bütün kabahat dilimin... Belleğini temizlesene biraz Hayatının içine edenlerin üzerine sifonu çek Başının etini yiyenleri at mutfağa Portmantoya hayatından gelip geçenleri as Nasıl beni düşünmen için yer açıldı mı aklında

Söylesene kaç metrekare senin kalbin

SEN

Ne kadar sevebilirsin birini Tapusu ortak mı yoksa sadece ben olabilir miyim kalbinin sahibi

Ben güzel kelimeler seçen adamlar severim Cemal Süreya gibi Ben de az fena değilim ağzım laf yapar hani Ama senin karşında lal olmak yok mu ?

Öyle işte be gülüm Kalbim senin

Öylece bir sevmek olsan, Yüreğim acısa seni severken. Nefesin tütse sobada Gözlerin ışık olsa geceme. Öylece bir anı olsan, Anıların Endülüs'de bir mabet olsa, Mabedinden güvercinler uçsa, Seni bana anlatsa. Öylece bir yaşamak olsan Seninle yaşasam. Sana susayıp Senin yaşadıklarını içsem.

Düşüncelerimde sen Aklımda kelimeler en afillisinden Ama bütün kabahat dilimin Eşek arısı soksun şu dilimi benim.

Sevil Batan Misafir

Sadece bir gün olsan, Güneş sende doğsa, Yağmur sende yağsa, Ertesi gün olmasa.

Sema KESER


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

CADI AVI -2 Işık Selin Orhuntaş


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Arkadaş Niçin ? Aşağıda yatıyorum Sokağa bakan pencerenin orda Bir ses birden olmaz bir olay oluyor Kulağımın dibinde Bir bahar dalı cama vuruyor Tezer... Can Yücel Türk Edebiyatının gamlı ya da nostaljik prensesi. YKY onu tanıtırken bu lakabı kullanıyor. İçinde var olmanın dayanılmaz ağırlığını taşıdığı için belki de... Belki de bu evrene bir türlü sığamadığı için, bilemiyorum. "Gam" kelimesi ona yakışmıyor sanki. Var olmayla uysal bir kavgası olan kadın yazar için "gam" çok basit kalıyor. Sığındığı sözcükler bile onu anlatmaya yetmiyor.

Tezer Özlü kimdir ? Nedir ? Yazar Demir Özlü ile çevirmen Sezer Duru'nun kardeşi. 10 Eylül 1943 yılında Kütahya Simav'da doğar. Anadolu'da doğmasına rağmen hiç oraya ait hissetmez kendini. Köklerini aramaz. Avusturya Kız Lisesi'ni bitirir, yolculuk yapmayı ister hep. 1963 yılında otostopla Avrupa'yı gezer. Üç kez soyad değiştirir. Tezer Özlü; Tezer Sümer, Tezer Kıral, Tezer Marti olur. İçindeki sevgi Erden Kıral ile tutkuya dönüşür. Bu evlilikten kızı Deniz doğar. Ancak Erden Kıral'ı çok sevdiği halde ondan ayrılır. Burs alarak '81 yılında Berlin'e gider. Tezer Özlü'nün yazın hayatı için çevresinde gördüğü her şey malzemeydi. Şüphesiz en gerçek malzemeyi hastalığı nedeniyle

yattığı İstanbul'un farklı hastanelerinin psikiyatri kliniklerinde topladı. "Çocukluğun Soğuk Geceleri" deliliğin sınırlarında gezdiği günlerle doludur. Ayrıca hastalığı sırasında en yakın Arkadaşı Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplar "Her Şeyin Sonundayım" adıyla Sel Yayıncılık Tarafından basılır. Edgü, bu mektupta yazan çoğu şey için "saçma" diyerek okurlardan özür diler. Özlü'nün hastalığı çok açık şekilde mektuplara yansır bu yüzden bazı kelimelerin anlamsızlığı göze çarpar. 18 Şubat 1986 yılında göğüs kanserine yenik düşer. Tek vasiyeti İstanbul'a gömülmemek olan yazarın Mezarı Aşiyan'da bulunur. Başında da bir ağaç. Hayatına dair ufak bir bilgi; Erden Kıral ve Yılmaz Güney'in Yol filmini çektiği yılları anlatan "Yolda" filminde Yelde Reynaud tarafından canlandırıldı. Oğuz Atay'ın dişisi olarak adlandırırlar Özlü'yü. Ne tesadüftür ki Hayalet Oğuz'ların aynı yaşta aynı ölüm tarzını paylaşırlar : 43 yaşında kanser. Tezer Özlü'nün gri renkli samimi anlatımı ilk kitabı "Eski Bahçe" ile okuyucularla buluşur. İlk roman ya da ilk "anlatı"ları " Çocukluğun Soğuk Geceleri"nden başlayarak kavgalı olduğu yaşamı, koridorlarından geçtiği, elektroşoklarına maruz kaldığı hastaneleri, hasta bakıcıların tacizlerini, doktorların genç ve güzel hastalarından faydalanma yöntemlerini, dahası deliliğin kıyısına geldiği günleri anlatır. (Bence bu kitabı özel yapan çocukluğun o saf günlerindeki cinselliği


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

keşfetme anlarını yani özelini gayet açık bir şekilde paylaşmasıdır. ) Ölümle burun buruna gelir, onunla yüzleşir. Elektroşoklar yüzünden hafızasının bir bölümünü, yani anılarını kaybeder. Bu yüzden anıları hep ölüdür onun için. Ruhunuzu üşütecek kadar samimi bir otobiyografidir. Dikkatli okunduğunda hem toplumsal hem de kişisel yankılar ortaya çıkar. 70'li Yılların ordusuyla, milliyetçiliği ile dalga geçer. Alaya alınan yönler günümüz Türkiye'siyle benzerlik gösterir; içi boş inançlar. Sistemle hesaplaşan Özlü şöyle der: “Öğrendiklerimi unutacağım... Yalnız geceler de biter Çocukluğun Soğuk Geceleri de.” "HERHANGİ BIR KENTTE VAROLUŞUN HERHANGİ BIR ZAMANINDA " Soğuk gecelerden Kaçış ancak gitmekle mümkün olur. Pazar günlerinin sıradanlığını anlatırken gitmek eylemiyle bitirir cümlesini. "Yaşamın Ucuna Yolculuk"a uzanır eylemler. Bu anlatısı ise " Bir İntiharın İzinde" adıyla Almanca yayımlanır. Yazar Tarafından dilimize daha sonra çevrilir. Tren raylarında özgürlük başlar. Bırakılmışlığın tadı Berlin'in sokak rüzgarlarıyla gelir. Daha sonra rota Hamburg- Prag- Viyana- Niş- ZagrebTireste- Torino şeklinde ilerlerler. Aradığının ne olduğunu bilmez, neyin izinde olduğunu bilir: İntiharın ve bu duyguyu aşılayan yazarların. Prag'da Kafka,Trieste'de Svevo ve Torino'da Pavese...

Yazarların mezarları başında varoluş sancısını duyumsar yine ama bu sefer ziyaretine geldiği ölülerin sancısıdır. Kaldığı oteller, diş ağrıları, uykusuzluk, kendini hatırlatan hastalığı ve yanından ayırmadığı intihar/ölüm isteği. İşin tuhaf yanı Özlü ölümün bir seçenek olmadığının farkındadır. Yaşama isteği de yoktur. Boşluktadır. Kesik kesik derin cümleler okuyanı rahatsız eder, içini acıtır. (Bu kitaba daha sonra uzun uzun değineceğim.) Bir yazarı tanımanın en iyi yolu mektuplarını okumaktan geçer. Çünkü mektuplarda yazar kimliğinden sıyrılır, insan olur. Ferit Edgü'ye yazdıklarından sonra gerçek Tezer Özlü'yü "Leyla Erbil'e Mektuplar"da görürüz. Kanserle savaşan, yurtdışında kendine yeni bir hayat kuran, kendine aydınlık görevi yüklemiş burjuva şımarığının var olma mücadelesini görüyoruz. Mektupların çoğu Zürih'ten İstanbul'a gider. Sevgi dolu hitaplar özlem kokan satırlara karışır. Çok sevdiği kentin sokaklarını büyük bir heyecanla anlatır. İş oradaki hayatını anlatmaya gelince değişir. Hele oradaki Türk'lerden söz ederken yine kavgacı kadın olur. Türkler gittikleri her yere lahmacun kültürünü götürmüş, politikayla ilgilenenler kafayı yemiş.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nadir iyi niyetli Almanlar kütüphaneler kurmuş, okuma haftaları düzenlemiş ama Türkler her Fırsatı tepip yeşil camii yapmışlar. "Köklerimi hiç aramadım." deyişini hatırlatıyor bana. Bir yanda aydınlarını, yazarlarını tutuklayan, kitap yakan bir ülke diğer yanda kitaplara ticari mal gözüyle bakan başka bir ülke... Köklerini araman neyi ifade eder?

sunar bize. Böylece Tezer Özlü'nün iyi bir okuyucu olduğunu da görürüz. Bize de böylesi lazım değil mi ? Kimisi 20 Yaşında başarılı kimisi de kendi olur. "Kimseyle yaşlanmak istemiyorum kendimle bile" diyecek kadar cesur bu kadın herkesin herkessiz yaşayabileceğini ondan "Kalanlar"la anlatır. Bu kitap özel hayatına derin bir yolculuk için günlüklerinden oluşur. Arka kapağındaki cümle dikkat çekicidir: Efsane sahibiyle yüzleşiyor. Sonsuz Ölümlerin sonsuz acıları aklın Bittiği yerler ile çıldırmanın sınırları hepsi "Kalanlar"da Saklı.

İnsanlığa dair gözlemlerini sanki onlardan biri değilmiş gibi anlatır. Yeryüzüne katlanmanın tek yöntemi sözcüklere sığınmak onun için. Can dostu Leyla Erbil'e yazılan mektuplar onu tanımak için farklı bir pencere gibidir. Almanya'da yaşadığı dönemde çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı köşe yazılarından oluşan kitap YKY tarafından basıldı. Yazar "Yeryüzüne dayanabilmek için" Edebiyatı seçtiğini Söyler. Ciddi üslubuyla eleştirilerini yapar. Yıllardır okuya okuya, geze geze, gözlemleye gözlemleye biriktirdiklerini satır aralarında

Tezer Özlü'yü okuduğumdan beri huzursuzum. Çünkü biz edebiyatçılar yaşamın anlamsızlığı ile mücadele etmek için kendimize paravan bulmada ustayızdır. O'na dair anlatacak çok şeyim var yetersiz sözcüklerle. Yazıyı bitirirken Söylemek istediğim son bir şey var : Kahrolası yeryüzünün en büyük yalnızıma intihar ne kadar da yakışırdı ! ‘’Bana verilen bu armağandan Çıldırıp yitmemek için İki kişi gibi kaldım Birbiriyle konuşan iki kişi’’ Edip CANSEVER


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜN

Sema Keser

Yarım kalan bir yağmur, ıslatır düşünceli sabahı. Şafak karıncaları toplar, geceden kalma erzağı. Emekli sokakların yalnızlığında ağarır peşin sıra gün, Bir fabrikanın ardında doğar güneş. Bir taraftan kaldırım boylarında acele eden insanlar, Diğer yandan fırının camlarını buğulayan taze buharlar. Bir balıkçı teknesinin yavaşça uykusuz sulara süzülüşü… İskelede bir kedinin esneyerek çöp torbasına yürüyüşü… Sabah 7 vapurunun atkılarına gizlenen müdavimleri… Tren raylarında, çakıl taşlarının sefer taslarına selam verişi… Elindeki gazeteyle kapı kapı gezen mülteci çocuk, Telaşla yürürken düşer elinden gazeteler, yollar hep bozuk. Yoksul bir müzik duyulur, kıraathane içinde. Berber dükkânında ağırlanır gelenler gidenler, adeta bir misafirhane. Döküm bir tenekenin ateşinde ısınan yaşlı işportacı, Son simidini satmaya çalışan topal adamla şakalaşır. Gözündeki çapakla meşgul bir küçük mendilci, mırıldanırken müşteriye, Çiçek satan yaygaracı çingene, kahkahalar atar sebepsizce. Ve gün kendini teslim eder böylece yorgunluğa. Kepenkler indirilip, anahtarlar vurulur çelikten kapılara. Gökyüzünden çekilir soğuk ışık huzmeleri. Akşam gündüzlüğünde olan caddeler kalabalıklaşır, başlar eve dönme telaşesi. Yıldızlar yayılır geceye, sonra soğuk bir ayaz… Son trende durunca istasyonda, ertesi güne merhaba!


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Huzura Yolculuk /

Zeynep Tosun

Kaç mevsim daha geçmeli bilmiyorum, bulut kokan yüreklerin kurtulması için. Bilmiyorum daha hangi badireler atlatılmalı huzur için. Kar mı yağmalı yağmur mu üzerine? Sis olmalı. Her yürekte az biraz da olsa sis olmalı. Yahut bulutlarını paylaştığı bir yürekten armağan kalmalı sis. Yüce dağların gönüllerden büyük azizliğini göstermeli gören gözlere ve insan durmalı, beklemeli bir an o azizliğin karşısında, dinlemeli uğultuları, dinlemeli yüreğini... İçinden geldiği gibi yüzmeli düşünceler ve kulaç atmalı zirvelere. Hüzünleri bırakıp zirvede, bırakıvermeli belki kendini göklerden. Olur da bir damlaya çarparsa eli, belki erer huzura, belki geldiği yere geri dönmek ister ve pişmanlık sarar her bir yanını. Çaresizliğin uğultusunu duyarsa şayet, yanmasına izin vermeli damlalarla. Daha çok, daha hızlı, ruhunu teslim edercesine belki tutuşmalı yürek, çarpışmalı soğuk gerçekle ve nihayetinde sis olup karışmalı göklere. Çünkü her yürekte biraz sis olmalı. Her yürek görmezden gelebilmeli bazen kalbinin tam ortasındaki gümüş kurşunu. Sis olmalı çünkü bir perde çekmeli geçmişe. Olur ya, sis dağılıverirse aniden, alev olup taşmalı yüreklerden o vakit. Bu defa bir damla aramamalı tutmak için elinden. Bizzat kendisi damla olmalı, dört yanı alev ateş yanan bir damla ki ne söndürebilecek bir su bulunsun ne yok edecek bir rüzgar. Öyle ki bulutlar kıskanmalı ve bir gün alev yağdırmalı göklerden. Ve yetmezse tüm bunlar o kayıp huzura ermeye, o vakit unutup hepsini geri dönmeli gümüş kurşuna, indirmeli perdeleri ve sormalı nedenini, dinlemeli yüreğini. Bir bakmışsın hiç gerek yokmuş o yaşananlarda. Bir bakmışsın cevap gümüş kurşunun ta kendisiymiş. Adım adım yaklaştıkça cevaba, ince ince eriyivermiş gümüş, yüreğinin tam ortasında ve soğumak üzereyken o yürek, bir anda sis içinde kalıvermiş. Çünkü önce ya da sonra, az ve ya çok, ağır yahut hafif... Her yürek sislidir biraz.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aziz NADİR Hüseyin Nihal Atsız Bey (12 Ocak 1905-11 Aralık 1975) ´in babası, Gümüshane ilinin Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları' ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı) Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı) Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon´un kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım´dır Atsız´ın babası Mehmet Nail Bey (1877-1944) donanmaya girer ve Deniz Güverte Binbaşılığına kadar terfi eder.1903 yılında Yüzbaşı iken ilk esi Fatma Zehra Hanım´la evlenir. Bu evlilikten,12 Ocak 1905´de Hüseyin Nihal,1 Mayıs 1910´da Ahmet Necdet (Sancar) ve Aralık 1912´de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu) olmak üzere üç çocuğu olur. Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy´de ki Fransız okul´unda başlar. Fakat çok geçmeden, çıkan bir yangında okulun yanması sonucu aynı semtteki Alman Okulu´na verilir (1911) . Bir süre sonra, Kızıldeniz´de bulunan Malatya ganbotunun süvarisi olan babasının yanına gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve ganbotun İstanbul´un emri ile Süveyş´e sığınması üzerine Atsız´da bir kaç ay Fransız okuluna devam eder. İstanbul sultanisi´nin onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri Tıbbiye ´ye girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş Lisesi´nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik yapar. Bilahere Deniz Yolları´nın 'Mahmut Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin olmaz ve 1926 yılında İstanbul

Darülfünunu´nun (üniversitesinin) Edebiyat Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi´ne kaydolur. Sınıf arkadaşları arasında Tahsin banguoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav gibi isimler vardır. Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan olarak alır. (25 Ocak 1931) 15 Mayıs 1931´de 'Atsız Mecmua' yı çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat Köprülü, Zeki Velidi Toğan, Abdulkadir İnan gibi ilim adamları da vardır. Mecmua 25 Eylül 1932'ye kadar çıkar, Türk Tarih Kongresi'nde Reşid Galib'in Zeki Velidi Togan'a gösterdiği tutum sebebiyle Atsız ve arkadaşlarının Reşid Galib'i protesto etmeleriyle başlayan ve asistanlıktan alınmalarına kadar giden bir dizi olay sonucu kapatılır. Edirne'de öğretmenlik yapmaya başlar ve o yıllarda Orhun adlı dergiyi çıkarmaya başlar. Degide Türk Tarih Kurumu'nun verdiği bazı bilgileri yanlış bulduğunu belirten yazılar yazdığı için bakanlık emrine alınmıştır ve bu dergide kapatılmıştır.(1933) 1934'te İstanbul'a tayini çıkmış ve öğretmenliğe devam etmiştir. Evlenir(1939), iki çocuk (Yağmur Atsız(1939, Buğra Atsız(1946)) sahibi olur. Boğaziçi Lisesi'nde öğretmenlik yaptığı 1943 yılında Selim Sarper'in ısrarıyla Orhun dergisini


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yeniden çıkarmaya başlar. Derginin 15. sayısında dönemim başbakanı Şükrü Saraçoğlu'na siyasi sebeplerden ötürü yazdığı açık mektup sebebiyle hakkında dava açılır, dergi kapatılır ve öğretmenliğine son verilir. Sonra mı? Sonrası karışık, sonrası karanlık, sonrası tabutluk. Meşhur 44 Olayları cereyan eder. Nice fikir, ilim, sanat adamları demokrasi kahramanlarınca gayet demokratik hücrelerde ve tabutluk denen tek insanın sığabileceği kutularda tutulup işkence edilir. Atsız yargılamalarda 1,5 yıl tutuklu kaldı ve 23 Ekim 1945'te tahliye oldu. 1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da,3 Mayıs´in kutlamaları için Ankara´da verdiği ilmi bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski görevine iade edildi. (1952) . Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969´da emekliye ayrıldı. 1950-1952 yıllarında yayınlanan haftalık Orhun dergisinin başyazarlığını yaptı.1962´de kurulan Türkçüler Derneği´nin genel başkanlığını üstlendi.1964´den vefatına kadar Ötüken dergisini yayınladı. Yine yargılandı fakat eğilmedi.Fırtınalı hayatı son nefesini verdiği 1975 yılına kadar kesintisiz devam etti. 12 Aralık 1975'te Atsız Bey ebediyyete intikal etti. Kabri Karacaahmet Mezarlığı'ndadır. Dergilerde yayınladığı birçok makalesi ve şiirlerinin toplandığı Yolların Sonu adlı bir şiir kitabı vardır. Ayrıca romanları içinde ayrı bir yere sahip olan Ruh Adam edebiytımızın en mükemmel romanlarından biri olduğu halde hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Bu roman hakkında Nazan Bekiroğlu'nun bir makalesi de mevcuttur.Ben burada kendi fikirlerimi söyleyeceğim. Romanda sembolizmin görülmektedir. Müellifin

ağır etkisi duygularını

gizlememesi ve olay örgüsünde olağanüstü tesadüflere yer vermesi romantizmin etkisinin de olduğunu gösterir. Karakterler başarılı yaratılmış olay örgüsü gayet güzel ve kimi zaman meraklandıran, bazen ürperten, yer yer de duygulandıran yazarının karakteriyle benzeşen inişli çıkışlı bir roman. Etkisinden uzun süre çıkılamayan garip bir eser. Şu an tek kitapta birleştirilmiş olan Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor adlı romanları Göktürk döneminde geçen romanlardır. Deli Kurt ise Fetret Devri'nin romanıdır. Z Vitamini yer yer kahkaha attıracak derecede komik bir hiciv eseridir. Bu eserle Atsız'ın ciddiyetinin yanında keskin bir mizah anlayışının da olduğunu anlıyoruz. Dalkavuklar Gecesi alegorik hiciv eseridir. Şiirlerine baktığımızdaysa her türde şiir yazmış olduğunu görüyoruz. Laf olsun diye her türde demedim. Cidden onun şiirlerinde aşk da vardır, savaş da vardır, ülkü de vardır, yiğitlik de vardır, yalnızlık da vardır.

Bu tempolu ömre sığdırdığı eserleri: Romanları: Dalkavuklar Gecesi, İstanbul 1941. Bozkurtların Ölümü, İstanbul 1946. Bozkurtlar Diriliyor, İstanbul 1949. Deli Kurt, İstanbul 1958. Z Vitamini, İstanbul 1959. Ruh Adam, İstanbul 1972.

Öyküleri : 'Dönüş', Atsız Mecmua, sayı.2 (1931), Orhun, Sayı.10 (1943) 'Şehidlerin Duası', Atsız Mecmua, Sayı.3 (1931), Orhun, Sayı.12 (1943) 'Erkek Kız', Atsız Mecmua, Sayı.4 (1931) 'İki Onbaşı, Galiçiya...1917...', Atsız Mecmua, Sayı.6 (1931), Çınaraltı, Sayı.67 (1942), Ötüken, Sayı.30 (1966) 'Her Çağın Masalı: Boz Oğlanla Sarı Yılan', Ötüken, Sayı.28 (1966)


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dizeleri aruz ölçüsüyle yazdığı “Geri Gelen Mektup” adlı buram buram divan edebiyatı kokan şiirinden bir parçadır. Aşkı divan edebiyatındaki şekliyle işlemiş, aruz kullanmış ve dile olan hakimiyetini kanıtlamıştır.

"Şimdi hülyaya gömülmüş ölüyüm; Ne gelen var, ne giden var, ne soran. Iztırap yaylasıyım gam çölüyüm; Esiyor sadece gönlümde boran. "

"Kayalara çarpmalıdır korkunç türküler Dalmalıdır gövdelere çelik süngüler Sert dipçikliler ezmelidir nice başları Ecel kuşu ayırmalı arkadaşları"

Yalnızlık şiirinde bize bu dörtlükte yine divan edebiyatı tarzında bir yalnızlığı işliyor.

Davetiye adlı şiirinden alıntı olan bu parçada ise ona göre ideal olan savaş ortamını anlatıyor. Bir savaş ortamı ancak bu kadar kafiyeli anlatılabilirdi herhalde.

Atsız, Ruh Adam, Gök Bilge, Bilge Yolbaşlı... Adına ne dersek diyelim büyük kitleleri etkilemiş, yeni ufuklar açmış bu adamın daima yalnız olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet Ran gibi. Farklı şeyler söyleyip aynı şeyleri öğreten ADAMLAR gibi okumaya değer bir hayat macerası ve eserleri var.

"Gün senden ışık alsa da bir renge bürünse Ay secde dip çehrene yerlerde sürünse"

"Sızlasa da gönüller gidenlerin yasından Koşaradım gitmeli onların arkasından Kahramanlık içerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir" bu dörtlükte kahramanlığı işleyen Atsız Bey'in yine kafiyelerdeki başarısı ve konu bütünlüğünü koruması dikkat çekiyor.

Akademik Çalışmaları: Divan-ı Türk-i Basit, Gramer ve Lugati, Mezuniyet Tezi, Türkiyat Enstitüsü, no. 82, 111 s. İstanbul, 1930 XVIıncı asır şairlerinden Edirneli Nazmî'nin eseri ve bu eserin Türk dili ve kültürü bakımından ehemmiyeti, İstanbul, 1934 Müneccimbaşı, Şeyh Ahmed Dede Efendi, Hayatı ve Eserleri', İstanbul, 1940 Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1940 'Ahmedî, Dâstân ve tevârîhi mülûk-i Âl-i Osman', Osmanlı Tarihleri I, İstanbul, 1949 'Şükrüllah, Behcetü't tevârîh', Osmanlı Tarihleri I, İstanbul, 1949 'Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, Tevârîh-i Âl-i Osman', Osmanlı Tarihleri I, İstanbul, 1949 Osman (Bayburtlu) , Tevârîh-i Cedîd-i Mir'ât-i Cihân, İstanbul, 1961 Osmanlı Tarihine Ait Takvimler I, İstanbul, 1961 Ordinaryüs'ün Fahiş Yanlışları (Ali Fuat Başgil'e cevap) , İstanbul 1961 Türk Tarihinde Meseleler, Ankara, 1966 Birgili Mehmed Efendi Bibliyografyası, İstanbul, 1966 İstanbul Kütüphanelerine Göre Ebüssuud Bibliyografyası, İstanbul 1967 Âlî Bibliyografyası, İstanbul, 1968 Âşıkpaşaoğlu Tarihi, İstanbul, 1970 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nden Seçmeler I, İstanbul 1971 Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nden Seçmeler II, İstanbul 1972 Oruç Beğ Tarihi, İstanbul, 1973


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yolculuk Hilal Akarslan

Hikaye

Otobüsle okula doğru gidiyorum, yavaş yavaş gözlerim kapanıyor, bir durağa uğruyoruz, otobüse birileri biniyor. Kim olduklarına bakmıyorum, zaten yeterince kalabalık ve sıcak içerisi, kafamı kaldırıp bakmaya yeltenemiyorum bile. Gözlerim kapanıyor yavaşça, ağzımda bir kuruluk, susuyorum. Derinlerden burnuma süt kokusu geliyor. Marketlerden aldığımız sütlerin kokusundan çok daha farklı, çok daha leziz kokuyor. Sanki süt kokusundan sütün içindeki vitaminleri, besinleri sayabilecekmişim gibi hissediyorum kendimi. Bu koku bana çok tanıdık geliyor, uzak değilim bu kokuya... Gözlerimi açmadan içime çekiyorum kokuyu, hatırıma annem düşüyor, köyüm düşüyor, küçükken babamla çobanlığını yaptığımız koyunlarımız ve sütünü içerek büyüdüğüm sarı kız düşüyor... Köyüme, çocukluğuma şöyle bir göz gezdiriyorum. Annemin kokusunu özlüyorum… Otobüsün ani fren yapmasıyla açıyorum gözlerimi, karşımda oturan kadınla göz göze geliyoruz. Şiirlere konu olan mavi gözleri, tarlada ekin toplarken yanmış teni, sivri burnu ve süt kokusuyla, bir köy kadınıyla bakışıyorum. Utandığını anlayınca gözlerimi başak misali omuzlarına dökülen saçlarına çeviriyorum, yazmasının kırmızı büyük oyaları arasından dökülen lüle lüle saçları, çatık kaşlarına rağmen kadınlığını ortaya koyuyor. Kucağındaki iki yaşlarındaki çocuk çarpıyor gözüme... Bir kız çocuğu... Kadının tam aksine kapkara gözleri ve saçları var. Ayağında siyah küçük lastiklerden biri yere düştü düşecek, eğiliyorum lastiğini ayağına tam olarak giydirmek istiyorum. Çorabının tabanının yırtık olduğunu fark ediyorum bu sefer. Elim üşüyen topuğuna değince çocuk gıdıklanıyor, gülüveriyor. O gülünce ben de gülüyorum. Hatırıma kardeşim düşüyor bu sefer. Çorabımız yırtılınca annemden gizli aldığımız nakış iğnesi ve iplikleriyle biçimsiz suratlar yapıp, sobanın arkasında kukla yapıp oynattığımız kış geceleri geliyor gözümün önüne... Saatlerce bitmeyen gülüşmelerimize kapımızdaki çoban köpeği Paşa'nın havlamaları katılıyordu. Biz güldükçe o havlıyor, o havladıkça biz daha çok gülüyorduk. Şimdi bu kara gözlü kız çocuğu da büyüyünce yırtık çorabıyla kukla yapar mı diye düşünüyorum, cevabını bulamıyorum, yüzümde tebessümle dalıp gidiyorum. Kadının ayağa kalkmasıyla bakışlarım tekrar kadına yöneliyor, kadın çocuğu iyice kucağına yerleştiriyor, otobüsün durakta durması için kırmızı düğmeye basıyor. Kapıya doğru insanların arasından geçerek ilerliyor, otobüs duruyor ve kadın iniyor. Kadın gidiyor ve geçmişim, çocukluğum, ailem gidiyor... Kadın gidiyor ve ben tekrar şehrin uykusuna dalıyorum.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ

Kübra TARAKÇI

Kübra’nın HAYALLERİ GERÇEK OLDU !


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İşte o gün gelmişti. Hayallerimin gerçek olduğu gün...

Paris artık benim için bir hayal değildi. Maria'nın önerisiyle nerdeyse bir ay önceden biletlerimizi aldık. Uçağımız Vilnus'dan hareket etti. Bu sayede ben de bir kez daha Vilnus'u görme fırsatı yakaladım. O kadar heyecanlıydım ki. Bu heyecan pasaport kontrolünde bir korkuya dönüşmüştü. Türkiye AB'ye üye olmadığı için Maria ve İlona gibi kolayca kontrolden geçemedim. Ama neyse ki her şey kısa sürede halloldu.

Veee Paris Beauvais Airport. Havaalanının adı bile benim için o kadar çok havalıydı ki. Tabi hala telaffuz edemiyorum. Paris topraklarına adımınızı attığınız gibi 17 euro çıkıyor cebinizden. Paris'te kalacak yer ve ulaşım biraz pahalı maalesef. Seine Nehri tarafından Paris ikiye bölünüyor. Eiffel Kulesi, Notre Dame Katedrali,

Champs-Élysées Caddesi, Concorde Meydanı, Montmartre Tepesi ve Louvre Müzesi... Görmemiz gereken o kadar çok yer vardı ki... “Paris Görülecek Yerler” arasında bulunan Notre Dame Catedrali'nde eskiden Kral ve Kraliçelerin taç giyme törenleri yapılırmış. Yapı aslında bütün Dünya'ya yayılan şöhretinin büyük bir kısmını Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” romanına borçlu. Süslü ve ihtişamlı görüntüsüyle dikkat çeken Notre Dame Katedrali 1163 – 1345 yılları arasında inşa edilmiş. Özelikle iki yanında bulunan kuleler oldukça gösterişli bir mimariye sahip. Charles de Gaulle Meydanı ve Zafer Takı aralarında ChampsElysees’in de bulunduğu 12 caddenin kesiştiği noktada bulunuyor. Charles de Gaulle meydanı’nın ortasında bulunan Arc de Triomphe de l'Étoile (Zafer Takı), Napolyon tarafından yaptırılmış. Üzerine Napolyon’un kazandığı zaferler ve generallerinin isimleri yazılan bu anıt, 50 m yüksekliğinde. Anıtın üzerine çıkarak Paris’in en ünlü caddelerinin manzarasını seyretmek mümkün. Charles de Gaulle anıtı ile Concorde Meydanı arasında 2 km boyunca uzanan Champs-Elysees, Paris’in ve bütün Dünya’nın en güzel ve şık caddeleri arasında yer almaktadır. Biz yılbaşına yakın bir tarihte gittiğimiz için cadde alabildiğine ışıklarla doluydu. Orda yediğimiz Waffle'ın tadı hala damağımda. Dünya’nın en büyük ve en önemli müzelerinden biri olan Louvre Müzesi, Seine nehrinin kenarında bulunuyor. Yılda yaklaşık 8 milyon kişi bu müzeyi geziyor. Aralarında Osmanlı eserlerinin de bulunduğu, Mısır, Uzakdoğu, Yunan ve Avrupa sanat tarihine ait yaklaşık 35.000 esere ev sahipliği yaptığını öğrendik ama maalesef giremedik malum öğrenciyiz biz. :) Paris Gezilecek Yerler arasında bulunan Paris Opera Binası Mimar Charles Garnier


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

tarafından tasarlanmış ve Neobarok stilinde 1875 yılında inşa edilmiş. Bina Paris’te görülmeye değer görkemli eserlerden bir tanesi. Montmartre Tepesi üzerine kurulmuş olan Sacre Coeur kilisesinin yapımına Mimar Paul Abadie tarafından başlanmış. 1914 yılında tamamlanan ve 1. Dünya savaşından sonra ziyarete açılan Bazilika yılda yaklaşık 10 milyon turist tarafından ziyaret ediliyor. Biz bu yapıyı tamamen tesadüf eseriz ziyaret etmiş olduk. Çünkü önceden böyle bir yer olduğunu bilmiyorduk. Rastgele bir metro durağında indik ve kendimizi burda bulduk. Yol biraz uzun ve meşakkatli ama tepeye vardığınızda karşılaştığınız manzara tüm yorgunluğunuzu alacak cinsten. ABD’nin ünlü Özgürlük Anıtı’nın bir kopyasını da içersinde barındıran Lüxemburg Bahçesi... Tabi ben bu heykelin orda bulunduğunu sonradan öğrenmiş olmam da ayrı ilginç bir konu. Paris’in en görülesi yeşil alanlarından bir tanesiymiş ama biz maalesef en kahverengi zamanına denk gelmiştik. Bahçede bulunan ve günümüzde Fransız Senatosu olarak kullanılan bina, 17. yüzyılda Lüksemburg Sarayı olarak inşa edilmiş.

Veee Paris’in sembolü Eiffel Kulesi...

İlk önce teorik bilgi ile başlamak gerek. Gustave Eiffel tarafından Fransız Devrimi’nin 100. Yıl kutlamaları nedeniyle düzenlenen Fuarın giriş kapısı olarak inşa edilmiş. Yapıldığı yıllarda Fransızlar tarafından sevilmeyen ve şehrin manzarasını bozduğu gerekçesiyle, yıkılması için kampanyalar başlatılan kule, bugün şehrin sembolü ve turistlerin en sevdiği yapı olmuş durumda. Gündüz ve gece ayrı güzellikte manzaralar sunan kulede 57m, 115m ve 276m’lerde 3 adet seyir terası bulunuyor. Paris manzarasını yukarıdan görmek ve fotoğraflamak isterseniz, kuledeki seyir teraslarından birine çıkabilirsiniz. Şimdi duygularımı sizinle paylaşabilirim. Kuleyi gördüğüm ilk an sanki küçük dilimi yutacak gibiydim o kadar muhteşem bir şeydi ki kelimelerle anlatmam mümkün değil sanırım bu duyguyu. Geri dönerken bile sırtımı ona dönemedim ve geri geri yürüdüm. Kuleye çıkmak için yaklaşık 2 saat kuyrukta bekledik. Sonunda o muhteşem kuledeydik. Paris'in muhteşem manzarası... Biz ne yazık ki 3. kata kadar çıkamadık çünkü insan yoğunluğu çok fazlaydı. Kötü olan bir yanı ise önündeki bir binanın bu muazzam kuleyi kapatması. Bir de kulenin etrafında gezerken fareler ile karşılaşabilirsiniz bunun nedenini hala daha anlamış değilim doğrusu. Ama ne olursa olsun benim için mükemmel hayatımın muhteşem 3 günüydü.

Eiffel Kulesi sayılarla: Açılış yılı : 1889 Yapımında 10100 ton demir kullanılmış ve 18.038 adet demir parça 2.500.000 adet perçinle birleştirilmiştir. Yapımı 26 ay süren kulede 3000 işçi çalışmıştır. Yüksekliği : 300m, üzerindeki antenle birlikte 324m. İşte böyle bir 3 gün geçirdik. Umarım sizin de yolunuz düşer ve bu muhteşem şehri gezme olanağı bulabilirsiniz. Bu arada Paris'te yaşam pahalı dedim ama hediyelik eşya almak için de Avrupa'nın en ucuz yeri olsa gerek. Gerçekten çok ucuza sevdiklerinizi mutlu edebilirisiniz. “Nasıl bulcam?” demeyin zira satıcılar sizin ayağınıza gelip size bir şey aldırmadan yanınızdan ayrılmayacaklardır.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Geçen Yine Paris’teyim...


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Tüm hayatım boyunca kelimelere hep onları ilk kez görüyormuşum gibi merakla baktım.”


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“HEM PAPA” Ernest Miller Hemingway 21 Temmuz 1899’da İllinois eyaletinin Oak Park bölgesinde doğmuştur. Onun adı babasının ve amcasının adıdır. 1917’de liseyi bitirdiğinde ailesinin üniversite okuma isteğine çıkarak Kansas City Star’da gazetede muhabirlik yapmaya başlar. 1915’de patlak vermiş olan 1. Dünya Savaşı’na 1917’de Amerika da katılınca Hemingway savaşa katılmak için orduya girer. Ancak sol gözündeki görme bozukluğundan dolayı orduya katılmaz. Yine de savaşta yer almak için Kızılhaç gönüllüsü olarak ambulans şoförlüğü yapar. Avrupa’nın farklı yerlerinde sağlık ekibinde çalışan Hemingway, Milan’daki bir patlamada kendi yaralanmış olmasına rağmen İtalyan askerlerine yardım eder ve ikinci patlamada daha da çok yaralanır. Bu kahraman davranışından ötürü İtalyan Hükümeti tarafından kendisine Gümüş Onur Madalyası verilir ve İtalyan halkı tarafından kahraman ilan edilir. Tedavisi Milan’da gerçekleştirilen Hemingway, hastanede kaldığı sırada Agnes von Kuravsky ile tanışır. Bu tanışıklık bize Silahlara Veda’yı kazandıracaktır. Tedavisi bittikten sonra ABD’ye döner. Ailesi ona iş bulması için baskı yapar. Ancak askerde yaralanmış olmasından dolayı aldığı maaş ile geçimini sağlar onun yerine. 1921’de ilk eşi Hadley Richardson’la tanışır ve kısa süre içinde evlenir. Daily Star gazetesinde yazmaya başlar. İş bulur bulmaz da hemen Paris’e taşınır. Paris’te pek çok yazarla tanışıp dost olur. Paris’te yaşamaktan ziyade elinde bulunan kıt imkanlara rağmen Paris’i yaşamayı seçer. Bununla ilgili olarak da arkadaşının birine yazdığı mektupta şöyle der: “Eğer gençliğinizde Paris’te yaşamak şansına erişmezseniz, ömrünüzün geri kalan bölümünde nereye giderseniz gidin, o sizinle birliktedir artık. Çünkü Paris devingen bir şenliktir.” Paris’te bulunduğu dönemde yaşadığı bazı olayları anı şeklinde Paris Bir Şenliktir kitabında toplayacaktır. Hemingway’ın bu eserinde Paris’te kimlerle dostluk kurduğu

Tuğçe Erkol

da görülmektedir. Ezra Pound, Scott Fitzgerald, Ernest Walsh, James Joyce… 1922 yılında Türk Kurtuluş Savaşı’nın haber muhabirliğini yapmak adına Toronto’daki Daily Star tarafından İstanbul’a gönderilir. Bu sırada Pera Palas’taki 218 numaralı odada kalır. İsmet Paşa ile Mudanya Mütarekesi zamanında bir röportaj yapar. Ayrıca gazetede yayınlanan bir yazısında Atatürk için şöyle der: “Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye ya da barış şartlarını dikte ettirmeye değil… Bu görüşmeler Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonunu gösteriyor. Çünkü Mustafa Kemal herkesin bildiği gibi Yunanlılar’ı silip süpürmüştü.” Burada edindiği deneyimlerini, anılarını ve gazete de yayımlanan yazılarını İşgal İstanbul’u adlı eserinde derleyecektir. 1923 yılına kadar Paris’te ciddi anlamdaki az imkanlarıyla yaşayan Hemingway eşi Hadley ile ABD’ye döner ve ilk oğlu Jack doğduktan sonra 1924’te Paris’e geri dönerler. Onun yazdığı ilk roman Gare de Lyon’da bir çanta içinde sır olur ve bir daha da bulunamamıştır. Seneler sonra aslında ikinci olan ilk romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili şöyle der: “Gare de Lyon’da çantayla birlikte sır olan ilk romanımı yazdığım sıralarda çocukluğun o gençlik gibi dayanıksız ve aldatıcı duygusal kolaylığını atamamıştım henüz. Bu yüzden yitmesi iyi olmuştu bir bakıma ama artık yenisini yazmalıyım.” İlk basılan romanı “Güneş de Doğar” ile yazdığı hikayelerin bir gün elbet okunacağından, özellikle kendi memleketinden tanınacağından, beğenileceğinden emin olan ve bunu dile getirmekten de çekinmeyen Hemingway birden dünyanın ünlü yazarları arasına girer.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İlk çocuğunun doğumunun ardından tanıştığı Pauline Pfeiffer ile ilişkisi kısa sürede boyut atlayıp eşini aldatmaya doğru yol almıştır. Eşi Hadley bu ilişkiden haberdar olduğu zaman 1927 yılının Ocak ayında Hemingway’dan boşandı. Aynı yılın mayıs ayında da Pauline ve Hemingway evlenirler.

boşanmadan 3 hafta sonra Martha ile evlenir. Ancak bu evlilik de sadece 5 yıl sürecektir. 1940 yılına gelindiğinde ise Hemingway artık Hemingway olduğunu tamamen ortaya koyan Çanlar Kimin İçin Çalıyor’u yayımlamıştır.

Hayatı boyunca adından nefret eden Hemingway adaşları ile karşılaştıklarında onlara ilk adları ile seslenmekten büyük keyif alırdı. Özellikle Ernest Walsh’a “Ernest” diye hitap ettikçe içinin yağları erirdi. Bu isim takıntısından dolayı ona arkadaşları “Hem” derdi adının kısaltması olduğu için. “Papa” derdi baba anlamına geliyordu bu kelime Fransızcada ve işinin ehliydi Hemingway. Bir de ilk eşi Hadley Tattie derdi eşine. 1928 yılının başlarında ikinci oğlu Patrick dünyaya gelir. Aynı yıl sadece iki gün için gittiği Küba’ya aşık olur ve oradayken karısına yazdığı mektupla Küba ile ilgili şöyle der: “Hayatımın geri kalanında Küba’yı anlamaya çalışacağım.” 1931’de “Öğleden Sonra Ölüm” adlı kitabı yayımlanır. Konusunu Hemingway’ın Avrupa anılarından alıyordu. Aynı yıl üçüncü oğlu Gregory doğar. İlk gidişinde aşık olduğu Küba’ya 1932 Nisan’ında gider ve kısa bir süre sonra geri döner. 1933 yılında ailesi ile birlikte Afrika’ya safariye gider. Bu turla ilgili izlenimleri bize “Afrika’nın Yeşil Tepelerinde” yi kazandırır. 1933 yılında Küba’ya yeniden gelen Hemingway bu sefer oldukça uzun kalır. Havana’da eski kentin tam merkezindeki bir otelin 511 numaralı odasına yerleşir ki bu oda şu anda müze halindedir. Bu dönemde Ya Hep Ya Hiç’i yazmıştır. Aynı zamanda da Çanlar Kimin İçin Çalıyor’un sancılarını çekmeye başlamıştır. Hemingway 1937 yılında İspanya İç Savaşı’nda savaş muhabirliği yapmak için İspanya’ya gider. Orada kendisi gibi savaş muhabirliği yapan Martha Gellhorn ile tanışır. Bu tanışma kısa süre sonra aşka dönüşünce Hemingway Kasım 1940’ta ikinci eşinden de boşanır ve gerçekleşen bu

1942 yılında Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne girer. 1944 yılında Fransa Çıkarması’na katılır ve çok sevdiği Paris’in Alman işgalinden kurtarılışına şahit olur. 1945 yılında mesleğini yapmasına izin vermediği gerekçesiyle Martha ondan boşanmak ister ve evlilik kısa süre sonra sona erer. 1946 yılında, birkaç ay sonra da dördüncü eşi Mary Welsh ile evlenir. 1928’de ilk keşfinden sonra sık sık gittiği Küba’da 1940’ta bir çiftlik alır. Daha sonraki zamanlarda Silahlara Veda’nın film telifinden aldığı para ile satın aldığı çiftliğin önündeki arsayı da satın alır. Söylenenlere göre bu çiftlikte ailesinin yanı sıra çeşit çeşit tropikal kuşlar, yüzlerce kedi ve köpek


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

beslermiş. Hatta bir adet maymunu olduğu bile söylenir. Zaten kendisinin avdan ve safariden hoşlandığı göz önünde bulundurulursa doğru olduğu düşünülebilir. Hayatının yirmi iki yılını Havana’da geçirmiştir. 1947’de II. Dünya Savaşı’ndaki başarısı için bir savaş başarı madalyası verilir ona ABD hükümeti tarafından. Bir süre Havana’da sessiz sakin yaşar. Bu esnada Küba’nın tadını çıkarır, hobilerini gerçekleştirir. Ava gider, yakaladığı hayvanların içlerini doldurur, poslarını saklar, safariye çıkar, içki içer, edebiyat sohbetleri yapar en çok da Fidel Castro’ya da uyan zamanlarda beraber vakit geçirirler, Havana’daki balıkçı köylerini gezip balıkçılarla dostluk kurar. Hemingway Havana’da dostluk kurduğu balıkçılar sayesinde Cojimar Köyü’nü bulur. Orada tanıştığı ihtiyar bir balıkçı ile ilgili gerçekçi bir roman yazar. Bu adam tabi ki de İhtiyar Adam ve Deniz’deki İhtiyar’dır. Bu eser Hemingway’a önce 1953’de Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü, 1954’de de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırır. Nobel Edebiyat Ödülü’nü Küba’ya adarken İspanyolca bir söylevde bulunup Amerika’nın Küba’ya saldırması sonucunda Amerika’ya sırtını dönerek “Bu savaşı biz, Kübalılar, kazanacağız!” der. 1959’da Hemingway İspanya’ya boğa güreşlerini izlemeye gider. Orada olduğu dönemde 1960’ta çok ağır hasta olduğunu

öğrenir bu yüzden de çok sevdiği Küba’ya gitmek yerine Küba sahiline 216 km uzaklıktaki Florida’ya gider. Bir sabah hiçbir şey yokmuş gibi uyanır. Üzerinde pijamaları ile birlikte kahvaltı masasına oturur. Kahvaltısını edip ailesiyle güzel zaman geçirdikten sonra masadan kalkıp 20 mt. ileri yürüdükten sonra en sevdiği av tüfeğini ağzının içine dayayıp intihar eder. Eşi Mary onun ölümünün intihar değil bir kaza olduğunu söylemiştir. Ancak daha sonradan ortaya çıkmıştır ki Hemingway kazayla değil kendi isteğiyle ölmüştür. Ölümü bile kendi isteğiyle yaşamıştır Hemingway. Ama güçsüzlük değildir onunki. Aksine hayatta bir işe yaramayacağını düşünmektedir artık. Tanınıyordur, fakirlikten kurtulmuştur, hatta Nobel’i almıştır. Güçsüz değildir hiçbir şekilde. Her zaman göründüğü gibi, her şey karşısında güçlü kalmak için seçmiştir intiharı. Ölümünün üzerine Cojimarlı dostları köydeki tüm demirleri toplatıp bir demirciye götürmüşler ve onları eriterek bronzdan bir heykel yapmasını istemişlerdir. Ayrıca Fidel Castro onun ölümünün üzerine Havana’ya bir anıtını diktirmiştir. Dünyanın her yerinde ölüm haberi duyulunca dünya basını buna duyarsız kalmamış, anma törenleri düzenlemiş, ve yazarlar onu yazmışlardı ve Nazım Hikmet şöyle bitirmişti bu ölüm ile ilgili yazısını: “Dostum Hemingway, cesur davrandı.”


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BURSA'DA ZAMAN Bursa'da bir eski cami avlusu, Küçük şadırvanda şakırdıyan su; Orhan zamanından kalma bir duvar... Onunla bir yaşta ihtiyar çınar Eliyor dört yana sakin bir günü. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü İçinde gülüyor bana derinden. Yüzlerce çeşmenin serinliğinden Ovanın yeşili göğün mavisi Ve mimarîlerin en ilâhisi. Bir zafer müjdesi burda her isim: Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camiler, eski bahçeler, Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengâmelerin Nakleder yâdını gelen geçene. Bu hayâle uyur Bursa her gece, Her şafak onunla uyanır, güler Gümüş aydınlıkta serviler, güller Serin hülyasıyla çeşmelerinin. Başındayım sanki bir mucizenin, Su sesi ve kanat şakırtılarından Billûr bir âvize Bursa'da zaman. Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musikî gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur'an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini Aydınlanmış buldum tebessümünle. İsterdim bu eski yerde seninle Başbaşa uyumak son uykumuzu, Bu hayâl içinde... Ve ufkumuzu Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk, Havayı dolduran uhrevî âhenk.. Bir ilâh uykusu olur elbette Ölüm bu tılsımlı ebediyette, Belki de rüyâsı bu cetlerin, Beyaz bahçesinde su seslerinin.

A. Hamdi TANPINAR


Şehreküstü Meydanı, Bursa

Fotoğraf Aybige Akdağ


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kader, Sonsuzluk ve Bir Yalnız

AĞAÇ Busenur Aslan Günlerden bir gün, elimde kitabım bir büyük ağacın gölgesinde oturuyordum. Karşımda birden beliriverdi bir aksakallı dede. Beyazlardan daha beyaz bir entari giymişti. Gözleri, gök kadar maviydi. Su gibi berraktı, yüzü. Sevgiyle gülümsüyordu gözlerinin içi. Ellerini uzattı ve kaldırdı beni olduğum yerden. Etraf sanki benim kitap okuduğum yer değildi. Yemyeşil bir doğada sadece benim sırtımı dayadığım, koca çınar vardı. Efsunlu gibi her yan sislerin esiri. Nasıl bir tezat güneş ve sis? Etrafta yalnız, ulu bir ağaç ilerleyen zamanda gördüğüm, düşündüğüm hep ağaç oldu. Yalnızlığın bütün yükünü kaldırabilen bir ağaç vardı karşımda. O kadar dik ve mağrur. Yapısında hiç bir eğrilik yoktu ve göğe uzanıyordu başı. Kafamı kaldırıp sonunu ne kadar görmek istesem o kadar başarısız oluyordum. Sordum yanımda sevgiyle bana bakan gök gözlü dedeye ‘’ Bu ağacın dallarının sonu nereye uzanır? ‘’ Dedem de kaldırdı başını sonsuz gökyüzüne ve gözleriyle bir oldu gök. Döndü ve dedi ki bana ‘’ Bu ağacın dalları Cennete dek uzanır. Kökleri o kadar uzundur ki bütün ucunu bucağını sarar yerin. Tanrı

Ülgen yaşar, başının bittiği yerde.’’ Biliyordum, eski Türklerin Sonsuzluk Ağacını. Başı, göğün dokuzuncu katına kadar ulaşırmış ve kökleri de bütün dünyayı sararmış. Bu dünya ve öteki dünya ile bağlantıyı bu ağaç sağlarmış. Hatta Altay Şamanları, rüyalarında tanrı Ülgen’in bu ağacın dallarından onlara parçalar verdiğini görürmüş. Şamanlar da davullarının kasnaklarını bu ağaçlardan oluştururlarmış. Ayrıca Şamanların öteki dünya ile bağlantı kurabildikleri düşüncesi varmış ve bazı eylemleriyle bunu sağlamaya çalışırlarmış. Mesela, tepede yalnız bir ağaca dokuz çentik atılırmış. Bu çentikler dokuz kat cennetin yolunu tasvir edermiş ve Şamanlar bu çentiklere basarak dualar ederek öteki dünyayla olan bağlantıyı sağlarmış. Peki şimdi, benim karşımda ne arıyordu bu ağaç? Korkut Atanın söz dizdiği bu heybetli ağaç… Başına doğru bakar olsam, başsız ağaç Dibine doğru bakar olsam, dipsiz ağaç Dedem seslendi; ‘’ Yoktur bu ağacın yemişi, meyvesi. Tanrı hiç doğmuş ve doğurmuş olur mu? ‘’ Haklıydı gözleri gök dedem; ne bir


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

meyve vardı ağaçta ne bir yemiş. Yemyeşil yaprakları, sonsuz başı olan bu heybetli ağacın olmaz mıydı bir meyvesi? Ama olmazmış. Eski Türkler inanırlarmış ki Tanrı doğmaz ve doğurmazmış. Anlaşılacağı üzere eski Türkler, ağacı tanrının bir yansıması olarak kabul etmişler. O yüzden doğurmayan tanrının silüeti olan bu ağaç da meyvesiz ve yemişsiz olurmuş. Bu yüzden kayın ve çınar gibi ağaçlar, birçok Türk topluluğu tarafından kutsal sayılmış. Bunun yanında bazı topluluklar, dut ağacını da kutsal saymışlar. Altay Şamanları, tanrıya sundukları adaklarını bu ağaçlara adamışlar. Kurbanlarını bu ağaçların gölgesinde kesmişler. Düşünürlermiş ki ağaç kurbanın ruhunu tanrıya ulaştıracak yoldur. Altın yapraklı Bay Kayın, Sekiz gölgeli mukaddes kayın, Dokuz köklü, altın yapraklı mübarek kayın, Ey mübarek kayın, sana kara yanaklı, Ak kuzu kurban ediyorum. Ağaca baktım ve gölgesine sığınmış hayvanlar gördüm. Etrafı sıcak olsa bile insan, bu ağacın gölgesinde serinlermiş. Gök gözlü dedem dedi ki ‘’ Tanrı kullarını korur ve kollar. Ondan böyledir ağacın gölgesi. Darda kalana yardım eder ağaç. ‘’ Tanrı kullarını daima korur ve kollar. Onun bu dünyadaki yansıması olan ağaç da korumalı ve kollamalıymış insanı ve diğer canlıları. İşte bu yüzden insanın huzur bulduğu bir gölgesi varmış bu ağacın. Sığınılan tanrının gölgesi, ağaç… İnsanın bu dünyada sığındığı, tanrının gölgesinin gölgesi… İnanırlarmış ki çok eskiden, henüz doğmamış çocukların ruhları bu ağacın dallarında oynaşırlarmış ve doğacakları günü beklerlermiş. Çünkü ağaç, bu dünya ile öbür dünyanın köprüsüymüş. Yine ölenlerin ruhları bu ağaçların altında yapılan seremonilerle

defnedilirmiş. Sonsuz yaşamı olan tanrının sembolü olan ağacın altında uğurlanan ruh huzurla gidermiş öte dünyaya. Zaten sonsuz olduğu için Tanrı, dökmezmiş yaprağını yaz kış bu ağaç. Bundan başka bütün dini törenlerde de bulundurulurmuş bu ağaçlar. Tanrı için yapılan tanrının gözünün önünde olmalıymış. Şamanların her birinin kendine ait bir ağacı olurmuş. Çünkü Şamanın Tanrı ve öteki dünya ile bağlantılı olduğuna inanılırmış. Evlerinin önünde bulunan yalnız yemişsiz bir ağaç Tanrının bu dünyadaki sembolü ve Şamanın tanrı ile bağı sayılırmış. Şaman, Şaman olduğu zaman dikilirmiş bu ağaç onun evinin önüne. Onun ölümüyle de kesilirmiş bu ağaç. Çünkü, öteki dünyaya sonsuza dek göçen Şamanın artık bu dünya ile bir bağı kalmamıştır. İki dünya ve Şaman arasındaki bağı koparmak için bu ritüel gerçekleştirilirmiş. Acaba karşımdaki gök gözlü ağacı kesilmemiş bir şaman mı ? Bir çukur gördüm dipsiz miydi? Sordum gök gözlüye; ‘’ Nedir bu? ‘’ Eğdi başını içi su dolu çukura baktı. Kaldırdı başını dikti gözlerini gözlerime baktı. ‘’ Ab-ı hayat suyudur o. ‘’ dedi. Hayat veren su neden buradadır ki? Sonsuzluğun gözle görülür ağacının yanında sonsuzluk suyu… Büyük bir dağ yükselir, on iki gök katından, Dağda bir kayın vardı, yaprakları altından, Kayının altındaysa, küçük bir çukur vardı, Bir karış bile değil, o kadar yüzlek dardı. Bu çukur hep doluydu, kutsal hayat suyuyla, İçen ölmez olurdu, ebedi bir duyuyla Arkamı döndüm, kayboldu aksakallı, gök gözlü dedem. Sisler yok oldu, aydınlandı her yer. Elimde kitabım, sırtım ağaca yaslı. Yalnız o ışıklı tepe, ben ve yalnız ağaç. Şimdi bir gizli anıda kaldı hepsi. Acaba benim dostum ağaç, rüyamdaki o heybetli ağaç mıydı?


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İYİ SAATTE OLSUNLAR Sultan DEMİRTAŞ Cinler, periler, iyi saatte olsunlar, safsatalarla örülü bir masal… Güldürüden ziyade ironiyle işlenmiş bir Hüseyin Rahmi klasiği, Gulyabani… Kimmiş bu Gulyabani, neymiş neyin nesiymiş? Gelin hep birlikte izleyelim.

Bu sezon yine izleyicisinin karşısına dopdolu çıktı Şehir Tiyatrosu. Merakla beklenen yeni oyunlarıyla her sene olduğu gibi yine tam not aldı seyircisinden. Bu sezonun en yeni oyunlarından biri de Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından tiyatroya uyarlanan Gulyabani oldu. Adı periliye çıkmış bir köşke hizmetçi olarak giden Muhsine’nin başına gelenleri izliyoruz oyunda, tabi bir de köşkte neler döndüğünü anlamaya, sır perdesini aralamaya çalışıyoruz. Çeşmifelek ve Ruşen Kalfa ile birlikte dua ederek, köşkün hanımı ile biraz delirip biraz da kurtlarımızı dökerek seyirci olmaktan çıkıp köşkün bir ferdi oluyoruz adeta. Bu da oyuncuların başarısından kaynaklanıyor elbette. Oyuncuların başarısının yanında oyunu bu kadar başarılı kılan bir diğer etmen de birbirinden güzel oyun müzikleri olmuş. Bir müzisyen gurubu hemen sahnenin yanında sizleri bekliyor ve capcanlı müzik sunuyor sizlere. Kemanıyla, kanunuyla, klarnetiyle… Gözleriniz sahnedeyken, ruhunuz da ritim tutuyor müzisyenlerle birlikte. (Oyun çıkışında hâlâ şarkıları mırıldandığımız doğrudur.) İlkin bizi güldürüyor güldürmesine ama sonra düşündürüyor Hüseyin Rahmi, ardından bir güzel iğneliyor ve dersini verip bir kenara çekiliyor. Roman sahneye o kadar iyi taşınmış ki o büyülü dünya sizin de evreniniz oluveriyor. İyi saatte olsunlar hepinizden uzak olsun. İyi seyirler…

Aşağıdaki adresten oyunun sahnelendiği gün ve saatleri takip edebilirsiniz. http://www.bursasehirtiyatrosu.gov.tr/etkinlik-takvimi


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR GULYABANİ Oyunlaştıran: Lale ORALOĞLU Yönetmen Volkan ÖZGÖMEÇ Dekor Tayfun ÇEBİ Kostüm Funda ÇEBİ Işık Zeynel IŞIK Müzik Murat GEDİKLİ, Ahmet BARAN Dans Ferdi YILDIZ

Oynayanlar ARABACI: Altuğ GÖRGÜ AYŞE HANIM: Didem AKIN MUHSİNE : Didem HUN LİMAN ÇEŞMİFELEK KALFA: Müge AÇIKDÜŞÜNENLER RUŞEN KALFA: M. Eren TOPÇAK HANIMEFENDİ: Nihal TÜRKSEVER ERTEN HASAN: Güney Y. GÜNEY ŞEVKİ BEY: Uğur SERENER İYİ SAATTE OLSUNLAR: Aykan YILMAZ , Mehmet Ali AÇIL Hakan DEMİR, Uğur ÜNSAL , Metehan KAYA Yrd. Yönetmen: Sinem ŞAHİN, Altuğ GÖRGÜ


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK

Merve BAŞOL

NAR AĞACI

İNCİ

YAZAR: NAZAN BEKİROĞLU

YAZAR: JOHN STEİNBECK

KONU: Nazan Bekiroğlu’ndan

KONU: İnci, John Steinbeck tarafından

TrabzonTebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında geçen güzel bir roman. Balkan savaşı yıllarında başalayıp I. Dünya Savaşı’na uzanan bir öykü… Trabzon’da ve Tebriz’de doğup birbirlerine doğru yol alan iki hayat; önce delice akan sonra durgunlaşan iki ırmak… Tebriz’in meşhur halı tüccarının deli fişek oğlu Setterhan ve Trabzonlu inci tanesi Zehra… İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar, muhacirlik,tehcir,mücadele,kader…Farklı inançların aktığı ortak zemin, üç ülke üç sevda Nazan Bekiroğlu’nun mürekkebi aşk olan kaleminde buluştu. Nar Ağacı bir Doğu masalı kadar zengin ,haya kadar güzel,hayat kadar gerçek bir hikaye …

yazılmış, zenginliğin ve paranın getirdiği kötülük ve felaketleri konu alan öyküdür. Meksikalı inci avcısı Kino dünyanın en büyük incisini bulduğunda, yoksulluk içinde geçen hayatının artık değişiceğine inanır. Sonunda karısı Juana ile kilisede nikah töreni yapabilecek, oğulları Coyotito'yu okula yollayabilecektir. Bu hayalleri kuran Kino, incinin komşularında uyandırdığı kıskançlığı göremez. Steinbeck Meksika tarafına doğru yaptığı bir yolculukta, La Paz bölgesinde Kino'nun hikayesini duyar. Bu hikaye Meksika'da çok meşhurdur. Kino bir gün bir inci bulur, bu inci çok büyüktür ve çok değerlidir.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ancak Kino bu inciyi satamaz. Satıcılar fiyat kırarlar, Kino ve karısı diğer şehre giderler. Yolda başlarına kötü olaylar icra eder. Geri dönüşleri efsane olmuştur. Steinbeck bu hikayeden çok etkilenmiş ve bir film çekmeye karar vermiştir. Yazdığı kısa roman bir film romanıdır. Kitapta birçok tema mevcuttur. Steinbeck'e göre bu kitap evrensel bir fikri taşımaktadır. Her okuyan bir çıkarım yapabilmelidir.

bilimi) yazılarından oluşuyor. Bu makalelerin benzerlerinden ayrıldığı en önemli nokta; bilimsel titizlikten taviz vermeden mizahi bir üslupta, okuyucuyla sohbet eder gibi yazılmaları... Kitapta “köşk”, “oruç”, “yazı yazmak”, “üzengi”, “ev bark”, “il”, “gaza ve cihad”, “bodun” gibi kelimelerin etimolojisi incelenirken, bir yandan da Türk kültür tarihine dair pek çok ayrıntı açıklığa kavuşuyor. Yazarın ifadesiyle: “Aşırı bir şekilde eğlendirici ve güldürücü bir eğilim gösterdiği zaman ‘gülünç ve saçma’ olabilen iştikak ilim dalı, ciddî bir biçimde uygulandığında tasavvur edilemeyecek kadar faydalı olabilmekte ve tarihin, kültür tarihinin karanlık ve öteki verilerle çözümlenemeyen birçok noktalarına ışık tutabilmektedir.”

İştikakçının Köşesi Türk Dilinde Kelimelerin ve Eklerin Hayatı Üzerine Denemeler KONU: Şinasi Tekin’in bu çok önemli eseri, uzun bir aradan sonra yeniden okuyucuyla buluşuyor... İştikakçının Köşesi, değerli ilim adamı ve Türkolog Şinasi Tekin’in etimoloji (köken


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KONUSUNU

TARİHTEN ALAN

FİLMLER


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEYAZ PERDE’den Afra Nur Akkayalı

Değerli İncir Çekirdeği okuyucuları, bu ay sizler için konusunu tarihten almış yerli-yabancı filmlerden seçmeler hazırladık.

120 Filmin Konusu : Van.. 1915 Ocak.. Kış... I. Dünya Harbi'nin ilk ayları... Eli tüfek tutan herkes Ruslarla ölüm – kalım harbindeyken, sınır birliklerinde cephane tükenir... Vanlı çocuklar gönüllü olurlar; Yaşları 12 – 17 arasında değişen 120 isimsiz kahraman çocuk... Cephaneyi sırtlanırlar, karlı dağlarda günlerce gecelerce yürürler... İşte, isimleri unutulmuş olsa da bu büyük yolculuğu gerçek bir kahramanlığa dönüştüren gençlerimizin şanlı öyküsü bugünlerde beyaz perdeye aktarılıyor. Hazırlıkları 3 yıldır sürmekte olan “120”, özellikle günümüz gençleri için “uzun bir memleket türküsü” hedefiyle tasarlandı; 1914 yılı dekorları ve kostümleri yeniden üretildi.

KIRIMLI Cengiz Dağcı’nın Korkunç Yıllar adlı romanından beyazperdeye aktarılan film, II. Dünya Savaşı sırasında Alman esir kamplarında rehin alınan Tatarlı esirlerin yaşadıkları insanlık dramını ve çektikleri acıları konu alıyor. Kırım'da yaşayan Sadık Turan savaş başlayınca diğer Kırım Türkleri gibi askere alınır ve cepheye gider. Savaş esnasında Almanlara esir düşer ve Almanca biliyor olması nedeniyle bulunduğu esir kampında irtibat görevlisi olarak çalışmaya başlar. Kısa süre sonra Almanların, Kırım'ı Ruslardan kurtarıp özgürleştirme vaadiyle


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türklerden oluşan birlik kurma planına dahil olarak Alman ordusunda görev almaya başlar. Ancak bunun bir oyun olduğunu fark eden Sadık artık gerçek Kırım kurtuluşu için harekete geçecek ve bu esnada hayatının aşkı Maria ile de tanışacaktır. Filmin yönetmen koltuğunda daha önce Türk Pasaport’u filmine imza atmış olan Burak Arlıel oturuyor. Oyuncu kadrosundaysa Murat Yıldırım, Selma Ergeç, Bülent Alkış, Gülçin Santırcıoğlu ve Burç Kümbetlioğlu gibi isimler yer alıyor.

BİRLEŞEN GÖNÜLLER Filmin Konusu 2. Dünya Savaşı döneminde geçen filmde, yolları trajik bir şekilde ayrılan iki aşığın hikayesi ele alınıyor. Niyaz ve Cennet yeni evli bir çifttir. Ancak alevlenen savaş, yaşadıkları köye kadar yaklaşır ve Nazi işgalinden kaçmak isterken yolları ayrılır. Niyaz trenden atlar, Cennet ise atlayamadan yakalanır. Doğumunu dahi trende yapar ve birçok sefaletle tek başına yaşamak zorunda kalır. Takvimler 1990 yılına ilerler ve tıpkı onlar gibi birbirlerine aşık bir çift Türkiye'den Kazakistan'a gider. Amaçlarıysa çorak topraklarda okul inşa etmektir... Çekimleri Türkiye ve Bulgaristan'da gerçekleştirilen film, İkinci Dünya Savaşı döneminde geçen bir aşk hikayesini konu ediniyor. Filmin yönetmen koltuğunda Hasan Kıraç bulunurken oyuncu kadrosunda Hande Soral, Serkan Şenalp, Sema Çeyrekbaşı ve Atılgan Gümüş gibi isimler yer alıyor.

GANDHİ Filmin Konusu 1900'lü yılların başında, Hindistan'dayız... İngiliz sömürüsü altındaki ülke, esareti tüm iliklerinde hissetmekte, özgürlük kavramının hissettirdiklerini günden güne yitirmektedir. Bu dönem ortaya çıkan bir kişilik, epik bir tarih yazarak, insanlık tarihinin en önemli kahramanlarından biri haline gelecektir. Tüm zamanların en ilham verici kişiliklerinden biri olacak bu adam, Hindistan tarihinin en önemli kişiliği Mahatma Gandhi'den başkası değildir... Biyografi filmleri türünün en yetkin örneklerinden biri olan Gandhi, birçok sebepten dolayı etkisini asla yitirmeyecek, epik bir yapıttır. Akademi Ödülleri'nde sekiz dalda Oscar kazanan film, 300.000 kişiden oluşan, sinema tarihinin en kalabalık sahnesi rekorunu elinde bulunduran cenaze sahnesiyle hafızalara kazınmıştır.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AMİSTAD Filmin Konusu Film, 1839 yazında Küba Sahillerinden hareket eden ve içerisinde tutuklu Afrikalı köleleri taşıyan La Amistad gemisinin yolculuğuna başlamasıyla açılır. Cinque isimli bir adamın gemiden söktüğü bir çiviyle prangalarını açar ve birçok arkadaşını aynı şekilde özgür bırakır. Böylece gemide esaslı bir isyan başlamış olur. Akabinde gemi mürettebatı ve köleler arasında başlayan savaş mürettebattaki birçok kişinin ölümüyle sonuçlanır. Sağ kalan iki kişi ise köleleri istedikleri yere götürmek zorundadır. Ancak yolculuk esnasında karşılaşacakları bir Amerikan savaş gemisi tarafından yakalanacak, ardından da bu suçlar sebebiyle yargılanmaya başlayacaklardır. Gerçek bir hayat hikayesinden uyarlanan ve dört dalda Oscar'a aday gösterilen filmin yönetmen koltuğunda usta yönetmen Steven Spielberg bulunuyor.

CENGİZ HAN Tarihin en dehşet saçan kudretli hükümdarı Cengiz Han'ın yaşamından kesitleri çok uluslu bir ortam yapım 2008’de beyazperdeye aktarılmıştır. Kazakistan'ın Oscar adayı olan 'Cengiz Han', Rus, Alman, Kazak ve Amerikan ortak yapımı bir film. 'Moğol' üçlemesinin ilk filmi olan Cengiz Han, genç Temuçin'in savaşarak esaretten kurtuluşunu ve dünyanın yarısını talan eden uçsuz bucaksız Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu olan acımasız Cengiz Han ünvanına sahip oluşunu konu alıyor. Destansı bir dille sinemaya aktarılan film, nefes kesici savaş sahneleri içeriyor.


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Esin Büşra Bekçe

Kitap Ağacı; kitaplara inanan, kitapların dostluğuna güvenen bir avuç kitapseverin katkıları ile 18 Eylül 2013 tarihinde kuruldu. İnstagram başta olmak üzere Twitter, Facebook ve Vikitap ortamlarından çok sayıda katılımcı ile büyümeye başladı. Hep beraber aynı kitabı yaşamak ve aynı cümlelerde buluşmak adına; her ay oylama ile seçilen ortak bir kitabı okumaktı amacımız. Bunun akabinde ilk kitabımız George Orwell – 1984 olarak belirlendi ve 23 Eylül 2013 tarihinde yaklaşık 300 kişi ile aynı anda kitaba başlandı. Sırası ile şimdiye kadar okunan kitaplarımız; Khaled Hosseini – Ve Dağlar Yankılandı, Harper Lee – Bülbülü Öldürmek, Trevanian – Şibumi, Oğuz Atay – Tutunamayanlar, Sabahattin Ali – Sırça Köşk, Cemal Süreya – Sevda Sözleri, Jean-Christophe Grange – Siyah Kan, Gabriel Garcia Marquez – Yüzyıllık Yalnızlık ,Fyodor Dostoyevski – Suç ve Ceza, Emile Zola- Germinal, Kürşat Başar- Yaz, John Verdon- Peter Pan Ölmeli, Hakan Günday- Kinyas ve Kayra, Helene WeckerGolem ve Cin, Franz Kafka- Milenaya Mektuplar kitaplarını okuduk ve Ocak ayı kitabımız Wulf Dorn- Psikiyatrist.

Okunan her kitap, özellikle katılımcıların İnstagram başta olmak üzere Twitter, Facebook ve Vikitap profillerinde gerek fotoğraflar gerekse altı çizilen cümlelerle paylaşıldı. Mesafeler yok sayılarak bir kitabın aynı anda yüzlerce okuyucuya neler hissettirdiği sosyal medyada konuşuldu, tartışıldı. Kitaplar kadar yazarlar da mercek altına alındı. Bilgi paylaşıldı, paylaşıldıkça çoğaldı. Bu etkileşim çığ gibi büyürken her kitapseverin düşündüğü “Çevremde yalnızım, kitapları benim kadar seven yok” önyargıları kırıldı. Yaşanan yalnızlık duygusu yok oldu. Kendimiz gibi düşünenlerin varlığı saptandı ve sınandı. Kitap Ağacı üyeleri sadece sanal ortam ile yetinmeyip yüz yüze de kitap dostluklarını pekiştirmek adına buluşmalar düzenlemeye başladılar. Toplamda 67 buluşma ile 20 farklı ilde ve Hollanda’da kitap dostları bir araya geldi. Bu iller; Aydın, Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Antalya, Tekirdağ, Trabzon, Bursa, Kocaeli, Gaziantep, Eskişehir, Sakarya, Samsun, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Ağrı, Malatya. Bu illerimizde her ay düzenli olarak Kitap Ağacı buluşmaları düzenlenmektedir. Organizasyon sahiplerinin ve katılımcıların hediyeleri, kitap çekilişleri ve o ay okunan


Ocak’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kitabın analizi ile geçen buluşmalar bir klasik halini almıştır. Bu buluşmalarda konuk olarak Serkan Koktay, Selim Çiprut, Ozanser Uğurlu, Deniz İrfan, Halim Altınışık, Erol Çelik ve Serkan Türk , Nermin Bezmen, Hakan Akdoğan gibi yazarları ağırladık. Şimdiye kadar 4 yazar ile röportajımız bulunmaktadır. Bu yazarlar; Ahmet Ümit, Hakan Günday, Ozanser Uğurlu ve Deniz İrfan’dır. Buluşmaların haricinde Kitap Ağacı Kitaplaşma Günleri adı altında Bursa ve Sakarya’dan katılımcılarımız her 15 günde bir toplanıp, seçtikleri kişiye kitap almaktadırlar. İl buluşmaları ve Kitaplaşma Günleri dışında Kitap Ağacı Ailesi olarak İstanbul, İzmir, Ankara, Bursa ve Trabzon Kitap Fuarlarına katıldık. Birincil amacımız kitap okumak olarak başladı ama biz çıtamızı genişletmeye devam ettik. Edebiyat sevgimizi her hafta bir edebiyat filmini beraber izleyerek pekiştirdik. Her hafta bir üyemizin seçtiği filmi izledik ve üzerinde tartıştık. Kitaplardan daha güzel hediye olmaz dedik ve 2 kez hediye çekilişi düzenledik. Gerek farklı illerde gerekse farklı ülkelerde toplamda 600 kişinin katıldığı bu çekilişlerde üyelerimiz birbirlerine kitap hediye ettiler ve dostluklarını gerçek hayata taşıdılar. Kitabı okumak değil okutmakta marifet dedik

Tekirdağ ilinin Çorlu ilçesinde bulunan Yıldırım Beyazıt Han Ortaokulu için bir “Kitap Ağacı Kütüphanesi” yaptık. Şuan hala devam eden “Bir Çocuğun Kitap Ağacı” ve “Tekerlekli Sandalye için Mavi Kapak” adı altında iki projemiz daha mevcuttur. Kitap sevgisi ile başladığımız bu yolda Kitap Ağacı ile bambaşka bir dünyaya kapılarımızı sonuna kadar açtık. Bugün içinde bulunduğumuz şartları ilk gün hayal edememiştik, ama bugün gerçekleştirmesini bildik. En başta söylediğimiz ‘’OKUDUKÇA BÜYÜR İNSAN’’ idealizmini somut ve soyut her alanda hissettik. Türkiye’nin birçok yerinden Kitap Ağacı üyeleri bugün birbirlerinin gerçekten dostu oldular. Sanalı gerçekliğe dönüştürdük ve bunlar hep kitapların ortak dili sayesinde gerçekleşti. Biz kitabın gücünü keşfedip büyürken, dünyamız küçüldü! Küçük bir grupla çıktığımız bu yolda kitapseverlerin yanımızda olması, artık ‘’BİZ’’ olmamız, sınırları yok sayan kocaman bir aile olmamız mucize gibi… Ve bu hayat, hayatlarımız mucizeleri sonuna kadar hak ediyor… Aynı ağacın gölgesinde, nesillerce, ortak paydası kitap olan insanları bir arada tutmak, birleştirmek, kitapların tek ölümsüzlük olduğunu bir kez daha kanıtlamak tek hedefimizdir. Tamamen gönüllülerden oluşan ekibimizin vakti oldukça buralar da renklenecek, hiç şüpheniz olmasın!


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.