iki buçuk ayda bir #9

Page 1

iki buçuk ayda bir fanzin

No:9 Pa ra i l e a l ı n m a z .


i ki b uçuk ayda bi r fan zi n No:9 Eki m 201 7 i ki b ucukaydabi r@gmai l.com siz de b u ad rese yazılarınızı, ç izi ler i nizi gönderseniz ya, p ek mutlu olur uz.

C a n ı m o k u r, Hapşırmaların başladığı nemli mevsim sonbaharı iki b uçuk ayda bir ile karşılıyoruz! Bu sayıda yer yer önceki sayılara referanslar b ulacaksınız: koltuk altı mucizesi ve hakemsiz fanzin makalesi devamlılık niteliğinde olan yazılardan ikisi. İsmini telaffuz ederken zorlanacağınız bir ada güzellemesi seferiler bölümünde yer alırken, film kritik ve iki b uçuk ayın çalma listesi fan zinin demir baş kategorileri olarak 9 . s a y ı m ı z ı n g ü z i d e s a y f a l a r ı n d a y e r l e r i n i a l d ı l a r. Fa n z i n ç o ğ a l a n b i r n e ş e b i z i m i ç i n ! Ya z ı l a r ı n ı , g ö r s e l l e r i n i v e z a m a n ı n ı a y ı r a n h e r k e s e t e ş e k k ü r l e r. B u s a y ı i ç i n b i z i m l e y a z ı l a r ı n ı v e ş i i r l e r i n i p a y l a ş a n m e r v e’y e , i l l ü s t r a s y o n u i ç i n g a y e’y e v e g i z e m’e , f o t o ğ r a l a r i ç i n ö z g e’y e v e g r a f i k t a s a r ı m i ç i n d i c l e’y e p e k çok teşekkür ederiz! Biraz yayın biraz da veda kur uluna dönüşen bir sabahta azmedenlerin de yeniden emeğine sağlık! Ya z ı y i n e ö z l e m l e b e k l e y e c e ğ i m i z g ü n l e r e g i r m i ş k e n , t i y a t r o y a b o l b o l g i t m e n i z i n a ç i z a n e t av s i y e e d e r i m . A r k a k a p a ğ ı m ı z gözünüzden ruhunuza, oradan adımlarınıza pusula olsun. Editör lük işimiz deveran edecek tıpkı fanzinimiz gibi. Malum f a n z i n p a r a i l e a l ı n m ı y o r, e l d e n e l e u z a t a l ı m . . . Sevgiyle, Asya.

2

iki buçuk ayda bir


sefer i ler - mljet 4 ül keni n en mutsuzları: b eyaz yakalılar 8 düz i le akışkan 9 the what’s under neath proje c t 10 sapanlı baba 13 memur un füzesi 15 önü kış sonu bahar 17 fi lm kr iti k - mita tova 18 bi r an/ı 21 i ki b uçuk ayın çalma li stesi 22 mor ç içekler 25 koku ve koltuk altı kokusu 26 women & dragons 27 hakemsiz fan zi n makalesi II 28 y i ne yazı b ekler iz 30 p era’nın zamanı 32 iki buçuk ayda bir

3


.seferiler.

Mljet

(belki miljet, belki de milyet)

tatil mevsimini bitirdik. uzun yollardan geldik. evlerimize döndük ve üç makine çamaşırımızı yıkadık. hayata adapte olmaya çalışırken, şimdi dönüp o güzel günlerin fotoğraflarına bakma zamanı. geride bıraktığımız yaz mevsiminin arkasından aşağıdaki fotoğraflarla su döküyoruz. fotoğraflar mljet’den. gezmeye geldiğimiz bu cennet adanın isminin aslında “miljet” değil, “milyet” diye okunduğunu öğrenmek son güne kısmet oldu. ama olsun, anılar baki. seneye, bin bir emekle çalışıp hayattan çalacağınız 2 haftanın belki bir kısmını burada geçirmek istersiniz. varsa öyle bir niyetiniz, takip eden satırlarda buluşalım. yoksa yine de buluşalım, hem güzel bira önerileri mevcut.

fotoğraf albümüne “hırvatistan’da ne mi içtik?” sorusuyla başlıyoruz. cevabımız tabii ki karlovacko! hırvatistan, birbirinden güzel biraların uygun fiyatlara satıldığı güzide bir ülke. öyle ki, bizi türkiye’den çıkıp avrupa’yı ziyaret eden herkesin içine düştüğü “suyun biradan pahalı olması sorunsalı” ile baş başa bıraktı. biz de fırsattan istifade, bol bol, çeşit çeşit biralar içtik. bu biralar içinde adını hatırladığımız tek bira, en sevdiğimiz olan karlovacko oldu.

4

iki buçuk ayda bir


biranın dışında dalmaçya kıyıları güzel şaraplarıyla da meşhur. büyüklü küçüklü market gezmeyi çok seven iki turist olarak girdiğimiz her markette şarap reyonlarını inceledik, fırsat buldukça da tattık. Yine markasını tek hatırladığımız şarap plavac mali oldu.

karlovacko ürün yerleştirmemiz:

mljet’in batı yarısına (yani milli parka) genel bir bakış:

mljet’in bir sloganı olsa şöyle olurdu: “yaşasın milli parklar!” tesis parası vermeden, en güzel denizlerde yüzdük, el değmemiş kıyılarda gezdik. boğulsak kurtaran olmazdı, öyle ıssız ve bakirdi. adanın batı yarısının tamamı milli park ve koruma altında. ancak koruma altında diyince öyle giriş çıkışı kontrol edilen ve içinde yaşanmayan bir yer sanmayın. milli park sınırları içerisinde bir çok köy/kasaba, otel var. bizim otelimiz de milli park sınırları içerisindeki en büyük iki yerleşim yerinden biri olan polace’deydi.

polace adanın en güzel yerleşim yerlerinden ve aynı zamanda koylarından biri. bu koyda zaman 1990’ların sonunda durmuş gibi bir hisse kapılıyor insan. toplamda yaklaşık 4-5 restoran ve 7-8 apart otel mevcut. polace’de gezebilmek için kiralanan bisiklet ve arabalar “retro” havası taşıyor diyebiliriz. belki de polace’de bir apart otelde kalacak bireye verilebilecek en güzel haber ise şu: istisnasız her oda denize bakıyor.

ayıptır göstermesi odamızın manzarası: adayı düşününce şahane doğa manzarası ve mis gibi, tertemiz hava dışında aklımıza gelen tek bir şey var: deniz ürünleri! türkiye’deki meyhanelerde çay tabağında servis edilen kalamarlar yüzünden yıkılıyorsanız, buradaki kocaman porsiyonlarla, taptaze gelen deniz ürünleri ile çok mutlu olacağınızı söyleyebiliriz. iki buçuk ayda bir

5


biz burada yediğimiz en lezzetli yemeği, bize küçük bir külkedisi deneyimi yaşatan bir restoranda yedik. kaldığımız apart otelin sahibinin önerisiyle, polace’den 1 km uzaklıkta olduğunu öğrendiğimiz bir balıkçının restoranına rezervasyon yaptık. nasıl ulaşacağımızı tam anlamadığımız bu restorana gitmek üzere odada hazırlanırken, otelin sahibi bize arabanın geldiğini söyledi. restoran sahibi, bizleri 70 model cam göbeği mercedes’i ile kapıda bekliyordu. evlere servis alıp götürüldüğümüz ve evimize geri bırakıldığımız bu restoran, 3 haneli bir köy olan tatinica’da. bu restoranda hayatımızda yediğimiz en lezzetli deniz ürünlerini yedik. bu da yetmiyormuş gibi, üşüdüğümüzde, büyük bir ihtimalle balıkçı/restoran sahibi/bizi evden alan abimizin kızı olan garsonumuzun hırkasını giyerek oturduk. kalan yemeğimizi ise oranın sütaş’ı olduğunu tahmin ettiğimiz markanın plastik kabı ile evimize götürdük. bu da dünyanın en tatlı restoranı: mljet’in bir diğer meşhuru: günbatımları. öyle gün batımları oluyor ki, oturduğunuz restorandaki garson işi gücü, tabağı çanağı bırakıp, cebinden telefonunu çıkarıyor ve fotoğraf çekmeye başlıyor. fotoğraf çeken garsonun fotoğrafını çekmeyi akıl edemedik, ancak aşağıda günbatımının güzel bir karesini sizinle paylaşıyoruz. garsonun bile fotoğrafını çektiği gün batımı ( filtresiz/ manipülasyonsuz):

6

iki buçuk ayda bir


buraya kadar saydığımız “emekli tatili” temalı aktivite size sıkıcı mı göründü? olabilir, çok da haksız sayılmazsınız. öyleyse biraz macera, biraz adrenalin arayanların vazgeçilmez durağı “odysseus cave”de buluşalım. bu mağaraya varmak için arabanızı yol kenarına park edip, önce tepeden biraz iniyor, sonra bağların arasından geçiyor ve tozlu yollara sapıyorsunuz. tozlu yolun bittiği yerde kayalıklar başlıyor, en zor kısmı da burası. neyse ki tam kaybolma ihtimaliniz olan yol ayrımlarına, birileri düşünmüş ve kırmızı boya ile doğru yeri gösteren oklar çizmiş. yaklaşık 45 dakika süren tırmanış (yer yer de iniş) ve acı dolu anlar, sonunda göreceğiniz doğa harikası tüm bu çabaya değer. ıssız kayalıklara otel levhası koyup küçük bir odacık yapanlar da olmuş. hamakta sallanarak günü batırabilirsiniz. ya da kayalıklardan mağaranın başlangıcındaki serin sulara atlayabilirsiniz. odysseus cave’e varış zaferimizi kutlayan fotoğraf: yukarıda gördüğünüz mağaranın bir ucu dağlara bakarken diğer ucu denize çıkıyor. içeriden dışarı yüzerken suyun içine sokulan güneş denizin altını turkuaz bir ışıkla gözler önüne seriyor. maalesef içeri giriş denizden olduğundan go-pro dışında bir aletle fotoğraf çekmek imkansızdı. o nedenle aşağıdaki karanlık boşluğun geri kalanındaki o büyülü rengi hayal gücünüze bırakıyoruz. “ı-ıh, kumlu sahil yoksa olmaz! plajsız, tesissiz yapamam.” diyenlere de ada’nın bir cevabı var elbet: adanın en doğusunda yer alan saplunara plajı. kumsa kum, plajsa plaj, tesisse hemen yukarıda. aşağıda gördüğünüz kumsalın hemen yukarısında yer alan beach bar’da taptaze meyvelerden yaptıkları buzlu karışımları tatmanızı öneririz.

saplanura plajı: bu bebişko plaj dağ-bayır, kayalıklar-yarlar dolaşan bizlere, son gün ilaç gibi geldi. adanın her yerinde olduğu gibi, dibini göre göre yüzdük yine. ama bu sefer kumlarda. yumuş yumuş kumlarda ayaklarımızı sevindirdik.

ve “yine bekleriz tabelası” ile hüzünlü bir fin...

e&s

iki buçuk ayda bir

7


Ülkenin en mutsuzları: Beyaz Yakalılar Ülkenin en mutsuzları: Beyaz Yakalılar Diyeceksiniz ki, ulan şerefsiz bu ülkede asgari ücretle aile geçindirmeye çalışan ve açlık sınırında yaşayan milyonlar var, sen kalkmış bu züppelerin bahsini mi yapıyorsun? Öncelikle şerefsiz babanızdır (ananızdır demiyorum politik doğrucu femino-faşist östrojen lobisi kızıyor…). Bir canlının mutlu ve mutsuzluğu onun algı sınırları içerisindedir. Yani hiç elma (umuyorum ki kimse Ademin Havva’nın gazıyla yemiş olduğu iddia edilen bu meyve seçimi yüzünden alınmamıştır...) yememiş bir insanın canı elma çekmezken bir kere yemiş veya birini elma yerken gören bireyin ağzı sulanır. Yazık, gariban beyaz yakalı arkadaşlar da işte bu şekilde sürekli olarak dış dünyanın sahte mutluluklarına maruz kaldıklarından kronik mutsuzlardır. Eğer ki stiletto tanrıları beni affederse özellikle emekçi kadın bireylerin bu sıkıntıyı daha çok yaşadığını söylemem gerekiyor. Mesela Pazartesi sabahı kalkıyorsunuz, sağlıklısınız, mutlusunuz. Güzel bir duş alıp işinize gideceksiniz. Yatakta oyalanırken, telefonunuzu açıp nispetgram uygulamasına giriyorsunuz. Yıllardır görmediğiniz, konuşmadığınız ve gerçek durumu hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığınız birisi dünyanın bir ucundan #sendromsuzpazartesiyapmışlarehehe diye tatil fotoğraflarını paylaşıyor ve tüm dünyanız kararıyor. En kötü hayat sizin hayatınız! Zaten en son ne zaman tatile çıktınız ki? Gençliğiniz kayıp gidiyor. Dünyanın en mutsuz ve aptal insanına dönüşüyorsunuz. Ve ya annenizin (sizi dünyaya getirmiş olan kadın birey) yapmış olduğu mis gibi yemekleri yerken birden #gudubET #saltbae diye bir kaburga (disclaimer: kadın bireyin erkek bireyin kaburgasından yaratılması efsanesine (disclaimerception: dini inançlı arkadaşları incitmek hedeflenmemiştir.) atıfta bulunulmamaktadır.) fotoğrafı görüyorsunuz ve birden iştahınız kapanıyor. Ne kadar şanssız olduğumuzu düşünüyoruz. Bir yere bağlayacaktım ama konu neydi hatırlamıyorum. Gerçi önemli de değil, zira (biri bunu zina olarak okumuş ve alınmış olabilir ama burada ZİRA yazıyor) önemli olan kimseyi incitmiş olmamam. Dünyayı değiştirmeye bu yeterli arkadaşlar…...

Murat

8

iki buçuk ayda bir


gizem

iki buรงuk ayda bir

9


T HE W H AT ’ S U NDERNE AT H P R OJE C T YA DA İDE A LL ER BAĞL AM I N DA BİR K AÇ LAKIRDI İçeriğiyle gerçek bir hazine olan YouTube’da karşılaştığım ‘’The What’s Underneath Project’’ bedenlerimizle olan ilişkimiz üzerinden tarz dediğimiz olgunun ne olduğunu sorgularken kimliklere, farklılıklara, kendiliğimize, ideallere, görünen ve aslında olan şey arasındaki mesafelere ışık tutuyor. Çoğunluğunu, bedenleriyle ilgili sürekli ve ısrarlı bir şekilde şüpheye düşürülen kadınların oluşturduğu katılımcılarla bir dizi soru cevap şeklinde ilerleyen ‘’The What’s Underneath Project’’, pazarlanan ideallerle kuşatılmış, sınanmış ve ideal olanın doğası gereği ona yenik düşmüş gerçek kişilerin, gerçek hayatların hikayeleriyle çok çeşitli varoluş hallerini kurguladığımızdan çok daha farklı bir şekilde görünür kılıyor. Katılımcılar kelimeleriyle kendi katmanlarından bir bir sıyrılırken, tarz denilen olgunun görünür bir meta olarak hapsedilmeye çalışıldığı kıyafetlerinden de bir bir sıyrılıyorlar. Yalnızca göründüğü, gösterildiği kadarı hesaba katılan kişilerin, birer suretten çok daha fazlası olduğunu gösterebilmek için seçilen bu simgesel soyunma hareketi son derece isabetli ve değerli. 10

iki buçuk ayda bir


Hayatın kapısında çoğunlukla bir anahtar deliği işlevi gören sosyal medyada böylesi doğrudan bir iletişim biçiminin yer alıyor olması, bence kendilik bilincinden mahrum kalmış herkese dair umut verici. Yanı sıra, içeriğin bu şekilde katmanlar halinde oluşturulduğu, anlamanın ve anlatmanın amaçlandığı işler için sosyal medyanın bir iletişim aracı olarak kullanılmasının aslında ne denli önemli olduğunu da ortaya koyuyor. Ana akımın salt görünür olmak dışında genellikle başka bir değer ortaya koyamadığı bu tür mecralarda paylaşılan içerikleri, izleyicilerini yalnızca veri bombardımanı altında bırakanlar ve farkındalık yaratan, fikir üretimine katkısı olan içerikler olarak birbirinden ayırabiliriz diye düşünüyorum. Yapmış olduğum ayrımın kulağa biraz kabaca ve kestirip atılmış gibi geldiğinin farkındayım; ancak bu tarz bir genel çerçeve dışına çıkılacak olursa içinde yaşadığımız sistemin çevrimiçi bir yansıması olarak işlev gören bu mecrada ana akım davranış şekilleri ile paylaşım yapan kişilerin niyetlerinin de sorgulaması durumuyla karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olacaktır. Böylesi bir niyet sorgulamasının, ortaya koyulan davranışın etkileri ve sonuçları ne olursa olsun, üzerinde asla hemfikir olunamayacak, çoğunlukla yıkıcı ve keyfe göre eğilip bükülebilecek anlamlandırmalarla bir akıl iki buçuk ayda bir

11


karmaşasına neden olacağı aşikar. Aslında yaşadığımız zaman diliminde insanlar arası bir güven ortamı oluşamamasının nedeninin de tam olarak bu niyet sorgulamaları olduğunu düşünüyorum. Niyetleri tamamen bir kenara bırakalım demiyorum; ancak belli bir sistem içerisindeki bir davranışı değerlendirirken o davranışı ortaya koyan kişinin niyetinden çok bu davranışın yine aynı sistem içinde nelere hizmet ettiğinin de irdelenmesi gerekir. Şimdi bu durumu görünür, somut bir şekilde destekleyecek birçok örnek bulunabilir, ancak bu yazı çevrimiçi bir içeriği konu ettiği için vereceğim örneğin de çevrimiçi olması konuyu dağıtmamak adına sanırım daha uygun olacak. Gündelik muhabbetlere dahil olmasıyla haberdar olduğum ve tabii ki merak edip google’a sorduğum model Cara Delevingne’in instagram hesabındaki ‘’kendiniz hakkında birkaç cümle söyleyiniz’’ kutucuğuna yazdığı ‘’Don’t worry, be happy – Embrace your weirdness – STOP LABELLING, START LIVING /Türkçe mealine şöyle diyebiliriz: Endişelenme, mutlu ol – Acayipliğini kucakla – ETİKETLEMEYİ BIRAKIN, YAŞAMAYA BAŞLAYIN’’ tavsiyeleri bu konuda ele alınabilecek belki de en iyi örneklerden biri. Şimdi araya girip,ya bu kız zaten nevrotik demeyin. Çünkü hangisi değil? Hangimiz değiliz? Bırakın da devam edeyim. Sistemin devamlılığını sağlayan kanallardan biri olan moda sektörü tarafından ulaşılması gereken ideal bir reklam -ideal bir kendilik- aracı olarak kullanılan bir kişinin, etiketlemeye karşı söylemleri, kendilik ve ideal kendilik arasındaki, çift değerlilik (aynı zamanda hem çatışılan hem de dayanışma içerisinde olunan) bağlamında ortaya çıkan, bir paradoksa işaret ediyor. Bu bağlamda Cara’nın söyleminin sisteme karşı özgürleştirici bir kendilik bilincine mi yoksa her haliyle bireyin eksiklerine işaret eden bir kendilik yıkımına mı işaret ettiği muğlak. Bu noktada Cara’nın niyetini sorgulamaya kalkışmanın da –ki kendisi çok samimi olabilir-bu kaçınılmaz paradoksal durum karşısında kimseye bir yardımının olmadığını düşünüyorum. Tam da bu nedenle ‘’The What’s Underneath’’ projesinin işaret ettiği gibi kendimize soyunmak, kendi kendimiz karşısında çıplak kalabilmek kendilik çatışmasını besleyen sistem içinde savunmasız kalmaya değil, tam tersine kendiliğimize sahip çıkmanın nihai bir haline işaret ediyor.

merve

12

iki buçuk ayda bir


sapanlı baba

Hiç can yakmadı bu baba desem Yalan olur baba Sapanın da vardı senin Kuş da vurdun Etini de yedin

irem

iki buçuk ayda bir

13


14

iki buรงuk ayda bir


memurun füzesi (Bu yazı biraz kurgu, bir tutam hayal, fazlaca hayal kırıklığı, berenarı cesaret ve bir hayli gerçek barındırmaktadır.)

- Yeniden başlamak için neye ihtiyacın var? - Füzeye. - Nasıl yani? - Füzemle Ay’a gidip orada rakı içtikten sonra yeniden başlayabilirim. - Füzeyi nasıl bulacaksın? - Sponsor lazım, araştırıyorum. O kadar inanmıştım ki bu “yeniden başlama” hayaline, ben de aya gidebilmek için yollar düşünmeye başladım. Bir sponsora ihtiyaç vardı. Bu planı etraflıca yazmalı ve bir proje dosyası hazırlamalıydık. Öyle bir dosya hazırlanmalıydı ki sponsor adayımızı ikna etmeli ve ivedilikle füze bulunmalıydı. Araştırmaya başladım, sponsor bulabilen projeleri inceledim, benzer projeleri gerçekleştirmiş olanlar var mı diye bakındım. Etrafta AB projeleri yazmış eş dost aramaya koyuldum. Söz vermişti, füze için sponsor bulmasına yardım edersem beni de götürecekti yanında, beraber gidecektik. Giderken önce uygun bir yerde durup güneşin batışını izleyecektik, sonra da Satürn’e uğrayacaktık. Satürn’ün benim için önemine dair daha önce konuşmuştuk ve fırsatını bulmuşken oraya da uğrayalım diye kararlaştırdık. Planlar çok iyiydi: rotamız, programımız, ne kadar rakı alacağımız, hangi mezeleri hazırlayacağımız, sigara ihtiyacımız, şarkı listemiz ve cila için biralarımız bile düşünülmüştü. Ayrıca yanımıza alet çantamızı, tekinsiz misafirler için ışın kılıcımızı, piknik masamızı, katlanan sandalyelerimizi de alacaktık. Tek eksiğimiz vardı: füze. Neden füzeye ihtiyacı olduğunu hiç sormamıştım, neden yeniden başlamak için Ay’da rakı içmesi gerektiğini hiç sorgulamamıştım. Söylediğini öylece kabul etmiştim. Ben de takılmıştım peşine, öylece gitmiştim onun yolundan ve hayalinden. Gerçekten sponsor bulabilir, füzeye sahip olabilir ve gidebilirdik. Ya sonra? Yeniden başladıktan sonra ne olacaktı? Başlayan neydi? Sanki gerçekten gidebilirmişiz gibi yaşıyorduk. Ama yeniden başlama konusunda ben de en az onun kadar iyi değildim. Korkuturdu beni belirsizlik, var olduğum yer her ne kadar güvensiz, korunaksız, mutsuz edici olsa da yeni olanın nasıl olacağını bilememe hali cesaretimi kırar, eskilerde devinmeye devam ederdim. Ama sanki onun ihtiyaçları benim ihtiyaçlarım oluvermişti bir anda. Her şey o kadar yoğun ve o kadar gerçekti ki dönüp bakamamıştım

iki buçuk ayda bir

15


kendime. Ona nazaran kendimi daha cesur hissediyordum. Zamanla, tüm bunları konuşurken Ay’a kadar gitmesek de yeniden başlayabilirim gibi hissetmeye başlamıştım. - Ayda değil de başka bir yerde rakı içip yeniden başlasan olmaz mı? - Olmaz. - Yeniden başlamayı gerçekten istiyor musun? - Emin değilim. Üzülmüştüm. Hem de çok üzülmüştüm. “O”nun kafası belirsizliklerle, kararsızlıklarla doluydu, emin olmadığı bir hayalin peşinden sürüklenmiştim. Gerçekten ne istediğini bilmiyordu ama ben onun yeniden başlaması için çabalıyordum. Sonun umudu, yeninin kuşkusunu yenmişti onun için.* Ve sponsor arayışından vazgeçtim. Tüm hazırlıkları durdurdum. Ben yeniden başlayabilirdim. Ay’a gitmeme, füze bulmama gerek yoktu, onun varlığıyla yeniden başlayabileceğime inanmıştım. Gökyüzüne bakıp Ay ile sohbet edebilir, Satürn’e kadeh kaldırabilir ve uzaklara selam çakıp olduğum yerde, burada yeniden başlayabilirdim. Oturdum, mezemi hazırladım, şarkı listesini çaldım, bir duble rakı koydum ve bir sigara yaktım. Cilalık biram da buzlukta bekliyordu. Madem yeniden başlayamıyoruz, azıcık daha beklesin dedim.

berçem

*DNLYZ. BÜLENT ORTAÇGIL - MEMURUN ŞARKISI

16

iki buçuk ayda bir


önü kış sonu bahar kaşla göz mesafesinde seni seyre dalsam, bunu normal saysan hayalle düş mesaisinde kendimle başa çıksam, bunu oyun sansan geceyle gündüz arasında oturmuş pervazda dertli ağzında ince sigara gözlerin uzak tenin nemli ikimizin arasında sır olarak kalır mı peki? bu bir tuzak olsa da üç harfli, çok sesli

Fo toğraf: Özge

bcs

iki buçuk ayda bir

17


FİLM KRİTİK M I T A T O VA T H E FA R E WE L L PA RT Y – VE DA PA RT I S I YA Z A N V E Y Ö N E T E N : T A L G R A N I T, S H A R O N M AY M O N - 2 0 1 4 Z E ’ E V R E VA C H , L E VA N A F I N K E L S T E I N , A L I Z A R O S E N , I L A N D A R , R A F F I T AV O R SÜRE: 1.35DK

Geçen günlerde yeni bir işe başladım. Tam zamanlı hem de. Birçoklarının kaçmak için yanıp tutuştuğu, 2 sene sonrasının izin günlerini mantar panolara işlediği, türlü abuk master programları bulup ülkeden vınlamayı hedeflediği, insan doğasına aykırı bir olay bu tam zamanlı iş. Hatta bir arkadaşım vardı, tam zamanlı bir iş teklifi aldığı ve evden çalışarak kazandığı parayı ikiye katlayacağı halde evdeki temposunu korumayı tercih etmişti. Öyle pis bir şey bu tam zamanlı iş, insanı paradan soğutur. Canın devamlı Tembellik Hakkı kitabını okumak ister. Ama ben çok sevdim tam zamanlı işi. Henüz yeni olduğu için çok çabuk yanlış bir izlenime kapıldım diye düşünebilirsiniz. Oysa ki sevmekte ciddi ve kararlıyım. Bir kere en basitinden, eski iş yerimde çay yoktu ki orası tam zamanlı bir yer değildi, her açıdan çok yarım bir yerdi orası. Çay yoktu dediğim de

18

iki buçuk ayda bir


aslında vardı bir çay ocağı ama çok uzaktı. Ayrıca çayı marka ile almam gerekiyordu. Marka vererek çay almak benim için 90’larda yaşanıp biten bir şey. Yeni iş yerimde çay var, hem yakın, hem hep taze demli gibi, hem de parasız. Bence çok önemli bir şey bu. Konuları dağıtarak yazmayı seviyorum, bu yüzden kusura bakmayın. Ama yeni işimden bahsetmek istememin tek sebebi, bu yeni işteyken ansızın aklıma gelen bir film. Böyle ekrana manasız biçimde bakarken taa 2 sene önce izlediğim bir film aklıma uçuşarak geldi. Şu ana kadar (muhtemelen) başlık ile yazı arasında bağ kuramamanızın sebebi de filmin orijinal adı olan Mita Tova. Türkçeye Veda Partisi diye çevirmişler ama İbranice başlığından tam çeviri yapsak “iyi ölüm” olurmuş. Filmin, bundan 2 sene önce İstanbul Film Festivali’nde izlediğimden beri, ara ara aklıma ansızın gelme huyu var. Ben film kritiği yapmayı bilmiyorum ama fanzinin bu sayısında size bu filmden bahsetmek istiyorum. Çünkü bu film çok ağır bir konu olan ölümü çok haklı sebeplerle ağırlığından çıkartarak düşündürüyor. Film, Kudüs’te, bir huzur evinde,yaşları 60’ı geçen insanlar arasında geçiyor. Ötenazinin yasak olduğu İsrail’de, çaresiz bir hastalık içinde olan Max doktorların aralıksız çabalarına karşın ölmek istiyor ve bu isteğini sevgili eşi Yana’ya ve dostu Yehezkel’e söylüyor. Yehezkel de tüm muzipliği ve mucitliğiyle bir makine tasarlıyor ve insanın kendi kendini öldürebilme hakkını gerçek kılıyor. Yehezkel’in henüz alzaymırın çok başında olan eşi Laverna, konunun ahlak dümenini tutuyor ve bu intihar makinasına olan muhalefetini bıkmadan dile getiriyor. Yehezkel ve Yana ölümde bir onur arayışında ve bu haklı talebi onaylamakta yalnız değiller; ölüm makinasının tasarımında köpekleri uyutmaya yarayan ilacı tedarik eden çılgın yaşlı veteriner Dr. Daniel, ve onun sevgilisi, eski polis Raffi de var. Olaylar makinenin icadı ve Max’ın makinenin tuşuna basarak ölümünü ebedi kılmasının ardından karmakarışık bir hal alıyor. Ötenaziyi kendi imkanlarınca illegal bir şekilde etkinleştiren ve olayın yayılmamasını sağlamaya çalışan bu ekip, aslında film boyunca maceradan maceraya koşuyor.

iki buçuk ayda bir

19


Festivalden önce birçoğunun, muhtemelen film tanıtımını okuyup, “yaşlı filmi mi, hiç çekemem aee” diyerek izlemeyi tercih etmediği bu film, bir gün hepimizin karşılaşacağı yaşlılık, ağır hastalıklar, bakım, ölme hakkı ve devlet hizmetleri üzerine sağlam bir senaryo sunuyor. Fakat senaryo muazzam komikliklerle ve sıcaklıklarla dolu. Spoiler vermemek adına örneklemi büyütmeyeceğim ama filmin en başında Yehezkel’in yine bir huzur evi yaşlısı olan ve artık ölmek isteyen Zelda’yı telefonla arayarak, bir sonraki hayatta henüz boş yer olmadığını söyleyen tanrıymışçasına işletmesi müthişti. Gay sevgililerden birinin karısına yakalanmadan huzur evi odalarında aşna fişnaya koşması ise harikulade. Ölme hakkının ve ötenazinin yasak olması ve bu etik değerler üzerine ahkamlar kesmeye kalkmadan din ve politik açıdan yormaması da filme bir artı. Kaldıkları huzur evinin özel mi devlet mi olduğunu hatırlayamıyorum ve bu detayı bulup bulamayacağıma da emin değilim ama izleyince göreceksiniz ki o huzur evinin konforu bizde ne devlette ne de özelde var! Bu da gittikçe artacak olan yaşlı bakım hizmetleri konusuna buradan bir seslenişim olsun. Yaşamın, insanlığın, ağır bir konu olmayı sürdürecek ölümün sıcak bir hikaye ile tüm inceliklere sahip bu filmi izlemenizi şiddetle öneriyorum. Alzaymırlar, hastalıklar, yaşlılıklar bir yana; aşk, sevgi, dostluk ve veda partilerini de tüm çılgınlığı ve çocukluğuyla düzenleyen bu ekip o çok korktuğum(uz) ölümü de yüzleşilebilir kılıyor. Herhalde bu filmin arada bir ansızın aklıma gelmesinin sebebi, ileride tüm dertleriyle gelecek günlerin, hem kendi adıma hem de yakınlarım adına daha yaşanabilir ve tahammül edilebilir olması için beynime kurduğum bir hatırlatma alarmı olmasından.

En sevdiğim karelerden üçünü de buraya bırakıyorum. İzleyince beni hatırlayın. Asya 20

iki buçuk ayda bir


bir an/ı

çok eski bir düşmanlık mı bu eski bir kötülük ilk defa bizim olmuş bir belleğe kazınmış son defa bizim olacak bir bedene dokunmuş bağışlanmayı bekleyen bekledikçe yabancı, bekledikçe hep bir başkası bekledikçe tedirginliğe mahkum bir anın denklemi

merve

iki buçuk ayda bir

21


İ K İ B U Ç U K AY I N ÇALMA LİSTESİ Ya z b i t i y o r ü z g ü n ü z a d o s t l a r ! “Ay y a ğ m u r h av a s ı v a r ” d i y i p ç a n t a l a r a attığımız hır kaların hamallığına başlama mevsimindeyiz. Ben sonbahar insanı değilim, çok denedim olamadım. Benim için hissiyat olarak kış: platonik aşk; ilkbahar: far k edilme ve flör t etme; yaz: cicim ayları; sonbahar ise basiretsiz ayrılık mevsimi oldu. Hatta bana sorarsanız M u r p h y Ya s a l a r ı ’n ı n d o ğ u ş u d a f ı r t ı n a l ı b i r s o n b a h a r g e c e s i n e d a y a n ı y o r. Neyse içinizi fazla karar tmadan yine de sonbahara karşı boş da olmadığımı söylemek isterim. Siyah bulutlardan ne kadar melankoli y a ğ a r s a h u z u r u n k ı y m e t i n i o k a d a r i y i a n l ı y o r i n s a n . To p r a k k o k u s u k a n ı n a i ş l e y i n c e y a ş a n a n a r ı n m a y l a d a d a h a a y d ı n l ı k k a r a r l a r a l ı y o r, d a h a sağlam hedefler ediniyorsun. Ve i t i r a f e d i y o r u m ; b e n c e m ü z i ğ i n e n ç o k y a k ı ş t ı ğ ı m e v s i m d i r s o n b a h a r. M e v s i m i n s i t e m i n e d o k u n u p i n s a n a e s k i y i h a t ı r l a t ı r. D ü ş ü n c e l e r i o l a s ı l ı k l a r l a ç a r p a r, d e n e y i m l e r i e k l e r, u m u t s u z l u k l a r ı ç ı k a r ı r v e i s t e k l e r e b ö l e r. Yo k s a ş i m d i y e k a d a r k a r a m s a r b i r g ü n ü n ü z d e m ü z i ğ i n s ı r t ı n ı z a v u r u p ; “ Ya p a r s ı n s e n a s l a n s ı n , k o ç s u n” d e d i ğ i n i h i ç d u y m a d ı n ı z m ı ?

Fo toğraf: Özge

Öyleyse yeni sonbaharın seçmelerini şuracığa bırakıyorum sizin için. B i r d e k u r u y a p r a k ç i z i y o r u m a l t ı n a ü s t ü n e b a s ı p “ç a t ı r t ! ” d i y e s e s çıkarabilesiniz diye. Selin

22

iki buçuk ayda bir


T E M A : D E A R A U T U M N F A L L- I N

OH WOMAN OH MAN - LONDON GR AMMER

A L E X A N D R A S AV O I R – M I R A G E

YÜZYÜZEYKEN KONUŞURUZ – SANDAL

G R I Z Z LY B E A R – N E I G H B O U R S

L EON – BODY

FOALS

– BIRCH TREE

LARA DI LARA – RÜZGAR

F U T U R E F E AT. T H E W E E K E N D - C O M I N G O U T S T R O N G NAO - BAD BLOOD M I C H A E L K I WA N U K A - I ’ L L N E V E R L O V E FRANÇOIS HARDY - VOIL À ARCADE FIRE - GOOD GOD DAMN S H A R O N VA N E T T E N - T A K I N G C H A N C E S EVERYTHING EVERYTHING - A FEVER DREAM AG A R AG A R - I ’ M T H AT G U Y LCD SOUNDSYSTEM - CHANGEYRMIND AJDA PEKKAN - DÜŞÜNME HIÇ S AT TA S - S H E S A I D ( N O N O N O ) S A M A R I S - WA N T E D T O S AY D AV I D A U G U S T F E AT. WA N J A - H O M M A G E CEM KARACA - DENIZ ÜSTÜ KÖPÜRÜR

iki buçuk ayda bir

23


24

iki buรงuk ayda bir


Mor Çiçekler Nisan, 2017 Saksıdaki mor çiçekler ölmeye başladığından, için için, içli içli, hıçkırarak, nasıl daha çok ağlanabilirse o kadar çok ağlıyordu. Uykudan uyandı, ağlamaya devam ediyordu, aynı içle, aynı hıçkırıklarla ölüyor olan mor çiçekler için ağlamaya devam ediyordu. Birden aklına geldi, bu gece sinemada izlediği filmde hıçkırarak ağlayan, bu kadar ağlayacak sebebi olan birine, o an ne kadar özendiği. Canı sıkkındı ne zamandır sebepsiz, veya ülkeden sebep ya da kalp kırıklıklarından, kendi olamamaktan sebep, tutkusuzluktan, tanımadan tutulduğu kalp kıranlardan da olabilir. Ama bunların birine ağlasa, hem de içi çıkarcasına ağlasa “dertsiz!” diyeceklerdi; “derdi yok da bunlara ağlıyor, pişkin”. O yüzden mor çiçeklere ağlamak daha ön yargısızdı. Sinemadaki adamı hatırladı: 2016’da Amed-Sur’da vurulan ve oluk oluk kanayarak yerlere düşenler perdedeyken kendini tutamamıştı, bağırarak ağladı karanlıkta, herkesin ortasında. Herkes kıskanmış olmalıydı onu. Kendisinin de gözlerinde birikmişti bir şeyler, bırakmak istedi bu fırsatla, olmadı. Tutmak istedi, o da olmadı. Ortada kaldı öyle, perdenin görüntüsünü bulanıklaştırdı o damla sadece, sansür koydu kendi gözlerine. Saatler sonra, gece yarılarında bir yatakta oturup duvarlara bakarak ağlarken, mor çiçeklere sakladığını bilmiyordu gözyaşlarını, hıçkırıklarını. Tavsiye: Bağlar - Berke Baş & Melis Birder (2016) Yeşil Kırmızı - Ersin Kana (2016)

Eylül, 2017 “Şu yazı atlattık mı düzlüğe çıkarız” diye diye koca bir yaz geçti, hala yokuş tırmanmaya ve inmeye devam; düzlük yok. Kış da geçsin de sonra belki. Kimsenin yaşamak istemediği ülkeden herkes gitti, gitmeyen planlarını yaptı çoktan. Yaz kavurttu, uzun tatillerde sulanmayı unutulan mor çiçekler çoktan ölmüş. Ölmüş diyorum, çünkü istemeden habersizce oldu. O koca yaz zaten burun direği sızlamasıyla geçmişti, düzlüğe çıkmaya dair hiç umudu kalmadığında hıçkırıklara gömülmesine bu mor çiçek vakası yeterliydi. “Dertsiz” ağlamak istemiyorsanız, yürek yarası için: “Aysel Tuğluk’un annesinin saldırıya uğrayan cenazesi defnedildiği mezardan çıkarıldı” http://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-41262278, 14.09.17

Ezgi iki buçuk ayda bir

25


koku ve koltuk altı kokum

Takipçilerim bilir (egoya bak)*, koku benim zaafım. Burun ve koku düetinin somut ve soyut, hatta biraz psişik birlikteliğine önem veririm. Otobüste, metroda ve ya mekânı sizin seçtiğiniz günün çaktırılmayan - fark edilmediğini zannettiğiniz - bir anında “koklanan koltuk altı” sendromunu anlamaya çalışırım. Sık sık yaparım bunu gün boyunca, koltuk altımı koklarım. Bana müthiş afrodizyak gelir. Şaka yapmıyorum. Koltuk altımı koklayınca, burnumdan beynime beni hatırlatan, beni reddeden kozmetik emperyalizmine inat, bedenimi fark ettiren bu spritüel, burun ile beyin iletişimini kurar. Kabul edilemeyen somut ile hissettiren gerçeklik arasında haz veren bedenimi anlamaya çalışırım. Bir taarruz altında olduğumuzu düşüyorum. “Kokmasın bedenin, salgılanmasın teninin ve ya koltuk altının rahiyası!” Niye ki? Bu bana ait ve şahane kokuyor: insani, tenime ait ve benim. Düşünsenize bir kere, bu varsayımı kabul edersek billahi kozmetik sanayi çöker. Kısaca bence kozmetik saldırılara aldırmayın. Koklayın koltuk altınızı ve keşfedin bedeninizi, burnunuzca hissedin kokunuzun rayihasını. Bir deneyin, kozmetik hegemonyayı ittir edecek, sizi fark eden kokudaşlarınıza yaklaşacaksınız.

demek istedim

*IKI BUÇUK AYDA BIR FANZIN – NO:1, SAYFA 24-23

26


iki buรงuk ayda bir

27


Hakemsiz Fanzin Makalesi II: Bu çalışma, fanzinin bir önceki sayısında akademik bir yaklaşımla enine boyuna tartıştığımız gıybet sorunsalının, çağımızın bir başka musibeti olan prokrastinasyon ile nasıl ilişkili olduğunu anlamayı hedefliyor. Halk arasında genel olarak “sonra yaparım ya” şeklinde ifade bulan prokrastinasyon, hepimizin dert yandığı ve modern çağın sunduğu olanaklarla vahameti daha da derinleşen bir olgu olarak Türkçe diline “erteleme” olarak çevriliyor. İngilizceden dilimize geçen bu kelime en sade ifadeyle bireylerin “ilham gelene kadar bekleyeceğim” cümlesinin ardına saklanıp sonsuz bir oyalanma çukuruna düşme hali olarak tanımlanabilir. Erteleme ve yapması gereken işe bir türlü başlayamama sendromuna yakalanan bireylerin, bu sendromu hakkını vere vere, dolu dolu yaşamalarını sağlayan en önemli eylemlerinden biri de gıybet etmektir. İşte tam da bu noktada gıybet ve prokrastinasyon birbirini tamamlayan ve daha vahimi, birbirini yeniden üreten bir kısır döngü olarak karşımıza çıkıyor. Vahametin yanı sıra iki eylem gerçekleştirilirken kişinin hissettiği suçluluk duygusu, bu iki eylem arasındaki ortak noktayı oluşturuyor. Gıybet ve prokrastinasyon ilişkisini inceleyen araştırmalar, gıybetin söz konusu erteleme sendromunun derinleşmesine çeşitli yöntemlerle katkıda bulunduğunu belirtiyor; bireylerin gıybet etmeleri ve prokrastinasyon dehlizinde dibe yuvarlanmaları arasında pozitif korelasyon tanımlıyor. Örneklemek gerekirse, “ay 1 saat oturup kalkacağım”, “kahve bitsin de işe döneyim”, “sanki geceleri daha rahat konsantre oluyorum, en iyisi sonra yapayım” şeklindeki kişinin kendini kandırmak için kullandığı cümleler en çok gıybet ekosisteminden çıkılmak istenmediğinde kuruluyor ve kişinin bitirmeyi ertelediği bir iş olduğunda daha da sık duyuluyor. Gıybet ve prokrastinasyon, kendi başlarına zevkli ve rahatlama sağlayan ama bir o kadar da tartışmalı iki kavram iken, bir araya geldiklerinde oldukça tehlikeli bir olgu haline gelebiliyor. Öyle ki iyi gıybet için gereken hayal gücü öğesi, prokrastinasyon seven bireyler tarafından gıybetin köpürtülmesi için kullanılıyor ve olaylar bilinçli bir şekilde daha karmaşık yorumlanarak, çözülemez hale getiriliyor ki yapılacak işten daha uzun süre kaçılabilsin.

28

iki buçuk ayda bir


Bir prokrastinasyon aracı olarak gıybet

Gıybet ve prokrastinasyonun birbirini yeniden üretme sorunsalının en belirgin şekilde gözlemlendiği alan ise sosyal medya dedektifliği. Yapacağı işten kaçmak için internetin gizli köşelerine dalan ve bunu modern dünyanın nimetlerinden faydalanmak olarak kendine açıklayan birey, takıntılı araştırmalarla topladığı malzemeleriyle reel hayata dönebiliyor. Toplanan bu materyaller, kişiye gıybet sarmalının içerisinde başat bir konum kazandırıyor ve prokrastinasyon gıybet yaratırken, gıybet de prokrastinasyon sürecinin uzamasına neden oluyor. Gıybet üzerine yapılan çalışmalar, bu sarmalın kaynağını gıybetin terapötik, yani iyileştirici etkisine dayandırıyor. Gıybet ederken içi rahatlayan ve eyleme kendini kaptıran bireyler, ev, iş, okul ve özel hayatlarındaki yorucu görev ve sorumluluklarını bir kenara bırakarak, bu işlerini unutmak istercesine daha da gıybet ediyor ve bu durum artık kontrol edilemez bir hale geliyor. Psikolojik olarak rahatlama imkanı sunabilen gıybet, aynı zamanda kişinin kafasının da bir nebze olarak boşalmasını sağlayarak daha taze bir bakışla işe dönmesini sağlıyor. Elbette ki kaliteli gıybet pratiğinin bir gereği olan bertaraf etme ilkesi ihmal edilmemişse. Bu çalışmayla, halk arasında kötülenen ancak akademik dünyada birçok çalışma (ve bazı podcast’lerle) ile temize çıkmış gıybet kavramı ile hepimizin bazen içine düştüğü prokrastinasyonun bir araya gelmesi sorunsalını gözler önüne sermeyi hedefledik. Prokrastinasyon, masum başlayarak insanı adım adım içine çeken, insanları ağır buhranlara sokarak depresyon habercisi olabilen bir alışkanlıktır. Üstelik de gıybetle bir araya geldiğinde gıybeti kalitesizleştirebilir. Her yazımız gibi bunu da kıssadan hisse şeklinde bitiriyor, siz siz olun, bu iki eylemi birlikte yapmamaya özen gösterin diyoruz.

U n i d e n t i f i e d s m a l l o b j e c t a . k . a . U S O & Ya r ( a t ı c ı ) D o ç ( e n t )

iki buçuk ayda bir

29


Yazın sonu, son deniz keyfi. Biliyorum gelecek yazı beklemem lazım bu serinliğin sonunda. Akşam 7 buçuk, güneş hafiften batmaya hazırlanıyor. Kaldırdım kendimi zeytinlerin altında okuduğum kitabımdan. Isınmışım ılık akşamüstü güneşinde. İskeleye gittim, Kaz Dağları’ndan Midilli’ye baktım. Merak ettim, karşı kıyılarda benim gibi hissediyor mudur? O tarafta da deniz durgun mudur, gün bu kadar tatlı mı sona eriyordur diye düşünürken kendimi suya atmışım. Uzattım ayaklarımı suda, kapattım gözlerimi. Yanı başımdan bir türkü sesi geldi, önce kafamdan ekledim sandım. Meğerse çocukluk arkadaşımın annesi de iskeledeymiş. Denize bir türkü söyleyesi gelmiş. Ayaklarımın arasından denizde batırdım güneşi, arka fonda anne sesinden yaza veda. Deniz mavi, üstünde sarının tonları, tenimde turuncuya kaçan bir kahverengilik, suda süzülmenin hafifliği. Burada kalsam ya? Zaman dursa, bu saf serinlik bitmese. Sağlık olsun, yine yazı bekleriz.

30

iki buçuk ayda bir


Yine yazı bekleriz

G ülev iki buçuk ayda bir

31


p e ra’ n ı n z a m a n ı * i ç i n ya z ı l m ı ş e p ey k ı s a b i r ş i i r

z a m a n ı n t o z u n u s ıy ı rd ı k , hapşurttu. ço k ya ş a s ev d i kl e r i m , s i z ço k ya ş a !

* b i r ku m b a ra c ı 5 0 oy u n u . ku z g u n i .

iki buçuk ayda bir fanzin


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.