Agos Newspaper

Page 1

Göze Alamayaca¤›mız Hayatlar

Katiller Birbirine Benziyor

İnsanların Arzusu Köyleri

Anıl Çizmecioğlu, Fotoğraf Notları dergisinin son sayı-

22 Temmuz 1980’de katledilen Kemal Türkler’in k›z› Nil-

Azerbaycan Savunma Bakanlığı ve Azerbaycan Askeri Sav-

sında Ermenistanlı işçileri konu alan foto röportajıy-

gün Türkler Soydan, do¤um günü olan 21 Ekim tarihin-

cılığı, 11 Eylül 2010’da tutuklanarak gözaltına alınan ve ‘sa-

la yer ald Çoğumuzun göze alamayacağı hayatlar Galata

de bitirdi¤im yazd›. Babam›n ve ailemin kendince ald›¤›

botajcı’ olduğu iddia edilen Ermenistan vatandaşı Manvel

Fotoğrafhanesi’nin Ermenistanlı işçileri konu alan foto rö-

güvenlik tedbirleri nedeniyle ablam ve ben üniversiteyi

Saribekyan’ın 5 Ekim Salı günü Bakü’de yaşamını yitirdi-

sayfa 28

portajıyla konu edildi.

sayfa 36

kazand›¤›m›z halde, gidemedik.

sayfa 24

ğini açıkladı.

H‹ZAYA GEL Serkis barış

Say› 762 / Haftal›k Siyasi Gazete / 29 Kas›m 2010 / 3tl

sayfa 12

Haç Yerini Buldu

Angeopolos’un merceğinden Bu yıl 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin

Van’ın Ahtamar Adası’nda 19 Eylül’de gerçekleşen tarihi ayin öncesi yoğun tartışmaların odağı olan Surp Haç Ermeni Kilisesi’nin haçı nihayet yerini buldu. Anayasa referandumu sürecinde, ‘teknik nedenler’ gerekçe gösterilerek ertelenen işlem, 1 Ekim Cuma günü adeta gizli bir operasyonla gerçekleştini Kurulu Başkanı Başrahip Tatul Anuşyan, kurulan bir iskelenin yardımıyla kilisenin kubbesine çıkarak haçı kutsarken, olası provokasyon eylemlerini önlemek için adaya giriş ve çıkışlarınında vede yasaklandığı öğrenildi. sayfa 5

AİHM kararı ‘türklük’ tanımını sorguluyor

BİN YIL GERİDEN BAKIYORLAR

nın yaşayan şairi Yunan yönetmen Theo Angelopoulos, ziyaret etti.

sayfa 20

Martayan’la an›lara yolculuk Atatürk’ün isteği üzerine Dilaçar soyadını alan dilbilimci Agop Martayan’ı, k›z› Nilgün Türkler söyleşisiyle anıyoruz. sayfa 12

Ermeni Kilisesi’nde gerçekleştirdiği namaz eylemi, Türkiye’de farklı görüİlerden aydınlar tarafından da eleştirildi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli önderliğindeki partililerin tarihi Ani kentindeki Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü gerçekleştirdiği namaz kılma eylemi, Ermenistan’da tepkiyle karşılandı. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, aynı gün bir duyuru yayımlayarak Ani Katedrali’nde yapılan namaz eylemini kınadıklarını açıkladı. sayfa 8

YAZARLAR

Hrant Dink davasında Türkiye’yi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ‘yaşam’, ‘ifade özgürlüğü’ ve ‘etkin soruşturma’ haklarını düzenleyen kaKaboğlu, 301. maddenin Ceza Kanunu’nda yeri olmadığını, AİHM’in kararının maddenin kaldırılmasına vesayfa 3 sile olacağını düşünüyor.

Patrikhane adeta gasp edildi Surp Pırgiç Hastanesi’nde de uzun yıllar yöneticilik

sayfa 5

sayfa 9

sayfa 11

sayfa 2

yapmış olan emektar hayır-

İÇLİ DIŞLI MIDIR ?

SIFIR NOKTASI

EĞİTİM ŞART

ANASAYFA SOHBETLERİ

severlerden adeta gasp edil-

Baskın Oran

Yevrat Danzikyan

Oral Çalışlar

Sevan Nişanyan

dikkat çekiyor.

lediği Ermeni Patrikliği’nin


2 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

Davutoğlu: “Ermenistan ile süreç bitmedi” G

AMBİYA Dışişleri Bakanı Mamadou Tangara ile konutunda bir araya gelen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, görüşmenin ardından konuk bakanla ortak basın toplantısı düzenledi. Ermenistan ile protokol süreci konusunda İsviçre’nin taraşar nezdinde telefon diplomasisi yürütüp yürütmediğinin ve yeni bir sürecin başlayıp başlamayacağının sorulması üzerine Davutoğlu, “Süreç bitmedi ki yeni bir tanesi başlasın. Bu bizim için devam eden bir süreçtir, hiçbir zaman bitmemiştir ve Kafkaslar’a barış gelene kadar da bitmeyecektir” diye konuştu. Davutoğlu, İsviçre Dışişleri Bakanı Calmy Rey ile BM Genel Kurulu toplantıları çerçevesinde bir görüşme yaptığını hatırlatarak, bu konuda her zaman ilgili taraşarla görüş alışverişinde bulunduklarını, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar da devam eder” diyen Davutoğlu, süreci kapanmış ve bitmiş özel bir durum olduğunu düşünmediklerini belirtti. Bakan Davutoğlu, Kafkaslar perspektişerinin açık olduğunu söyleyerek, bunun kalıcı barışın tesisi için siyasi diyaloğun sürmesi, karşılıklı saygı etrafında herkesin sınırlara saygı göstererek, tam bir dostluk anlayışının yerleştirilmesi olduğunu kaydetti. Davutoğlu, bu çerçevede Azerbaycan’ın zaten özel ve kardeş bir ülke olduğunu, Ermenistan ile de komşu bir ülke olarak ilişkilerin düzelmesi için bütün çabayı göstermeye devam

Bakü’deki şüpheli ölümün araştırılması isteniyor

Manvel Saribekyan

A

ZERBAYCAN Savunma Bakanlığı ve Azerbaycan Askeri Savcılığı, 11 Eylül 2010’da tutuklanarak gözaltına alınan ve ‘sabotajcı’ olduğu iddia edilen Ermenistan vatandaşı Manvel Saribekyan’ın 5 Ekim Salı günü Bakü’de yaşamını yitirdiğini açıkladı. Saribekyan’ın tutuklanmasından kısa bir süre sonra Azerbaycan’ın ANS Televizyonu’nda yayımlanan ve daha sonra YouTube sitesine de konulan Saribekyan’ın “Azerbaycan sathında sabotaj eylemleri gerçekleştirmek üzere eğitim gördüğünü” söylediği röportaj banpSaribekyan’la görüşmek için Azerbaycan yönetimine başvurduklarını, ancak izin verilmediğini söyledi. Azerbaycan tarafı Saribekyan’ın “Ermeni gizli servisleri tarafından eğitilen bir sabotajcı” olduğunu iddia Azerbaycan Ermenistan Savunma Bakanlığı konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada iddiaların asılsız olduğunu, şahsın Ermenistan’ın kurumuyla bağının olmadığını ve halktan olduğunu açıklamıştı.

Davutoğlu: “Ermenistan ile süreç bitmedi”

edeceklerini bildirdi. Görüşme iddiaları reddedildi Diğer yandan, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’ndan 5 Ekim Salı günü yapılan açıklamada, Ermenistan-Türkiye arasında gizli görüşmelerin yapıldığına dair iddialar yalanlandı. Sarkis Şahinyan tarafından mahkemeye verilen Ali Mer-

can ve iki arkadaşının ilk mahkemede almış olduğu ceza, temyiz mahkemesi niteliğindeki İsviçre Federal Mahkemesi tarafından onandı. Mahkûmiyet gerekçelerini aynen kulkıkukunda bulunan “Irkçılıktan korunma” kanunlarını ihlal olduğunu onamış oldu.

1915 yetimleri haçkar 1915’te yaşananların ardından ebeveynlerini kaybeden ve yurtdışına sürülerek Lübnan’ın başkenti Beyrut yakınlarındaki Ayntura Yetimhanesi’ne yerleştirilen, ancak daha sonra yetimhanedeki kötü muamele, bakımsızlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölüme gönderilen ‘1915 yetimleri’ anısına, Ayntura’ya anıt haçkar yerleştirildi. Yetimhane’nin bahçesinde yer alan toplu mezara yerleştirilen anıt haçkarın, Antilyas Katolikosluğu’ndan üst düzey ruhanilerin katılımıyla, 22 Eylül’de yapılan açılışında 1915’te ve Ayntura Yetimhanesi’nde hayatını kaybedenler için Hokehankisd töreni düzenledi. Yaklaşık beş yıl önce mezarların ortaya çıkartılmasında önemli katkı sunan Misak Keleşyan, Ayntura’da açılışı yapılan anıt haçkara ilişkin olarak gazetemize yaptığı açıklamada, Ayntura gerçeğinin gün yüzüne çıkarılmasının önemine değindi. Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 5. maddesinde yer alan, “Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba transfer etmek” ifadesine işaret eden Keleşyan, Ayntura Yetimhanesi’ne sevk edilen çocukların İslamiyet’i benim-

İsviçre’de soykırım inkârına mahkûmiyetniyor

H

ALKA açık bir toplantıda “Ermeni soykırımı uluslararası bir yalandır” dedikleri için “Irkçılığı Önleme Yasası”nı ihlal ettikleri gerekçesiyle İsviçre-Ermenistan Derneği’nin başkanı Sarkis Şahinyan tarafından mahkemeye verilen Ali Mercan ve iki arkadaşının ilk mahkemede almış olduğu ceza, temyiz mahkemesi niteliğindeki İsviçre Federal Mahkemesi tarafından onandı. DHA’nın haberine göre, ilk mahkemedeki mahkûmiyet gerekçelerini aynen kullanan Federal Mahkeme, Ermeni soykırımının

semek zorunda bırakıldığını, Ermenice konuşmanın yasaklandığını, kendilerine Türkçe isim verildiğini, kurallara uymayanların ise falakaya çekildiğini ya da aç bırakıldığınınıda hatırlattı.

tarihi bir gerçek olup olmadığından ziyade İsviçre halkının bu soykırıma inandığını ve birçok uluslararası kuruluşun da bunu kabul ettiğini, bu soykırımı kabul etmeyen ülkelerin bulunmasının önemli olmadığını ve bunun inkârının İsviçre hukukunda bulunan “Irkçılıktan korunma” kanunlaherkesin sınırlara saygı göstererek, tam bir dostluk anlayışının yerleştirilmesi iddiaları reddedildi. Diğer yandan, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’ndan 5 Ekim Salı günü yapılan açıklamada, Ermenistan-Türkiye arasında gizli görüşmelerin yapıldığına dair iddialar yalanlandı. dıkları beş ay hapis (150 gün) karşılığı, günlüğü 30 göstermeye devam edeceklerini bildirdi. 4500 İsviçre frangı ceza kesinleşmiş oldu.


g ü n c e l 29 Kas›m 2010

// 3

AİHM Hrant Dink kararıyla yasalardaki ‘Türklük’ vurgusunu eleştiriyor

A

VRUPA İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Hrant Dink davasında Türkiye’yi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ‘yaşam’, ‘ifade özgürlüğü’ ve ‘etkin soruşturma’ haklarını düzenleyen maddelerini ihlal ettiği gerekçesiyle mahkûm ettiği kararın ardından, Anayasa’da ‘Türk’ kimliğine yapılan vurgu bir kez daha gündeme geldi. Anayasa’nın yenilenmesine dair tartışmalar sürerken, ‘Türk’ etnik kökenini öne çıkaran 66. Madde gibi ayrımcı düzenlemelerin kaldırılması isteniyor. AİHM, 14 Eylül’de açıklanan gerekçeli kararında, Anayasa’daki ‘Türklük’ tanımına dikkat çekti. Bilindiği gibi Hrant Dink, “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etmek” iddiasıyla açılan dava sonunda Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 6 ay hapis cezasına mahkûm edilmiş ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Anayasa’nın 66. ve Türk Ceza Kanunu’nun 301 . maddelerindeki Türklükle ilgili düzenlemelere dayanarak mahkûmiyeti onamıştı. Bu süreci “Dink’in aşırı milliyetçilerin hedefi haline getirilmesi” olarak tanımlayan AİHM, Yargıtay’ın

ğil, değiştirilen ceza yasasındaki hali de göz önüne alındığı zaman bu kavramın ne kadar sorunlu olduğu bakıma özeleştiri olarak yorumlanabilir.

mekten kaçındı. İyi ki de kaçındı, fakat konu daha derin.

İkinci konu ise, anayasanın ilk üç maddesinde, yani değişmez maddelerinde kapsayıcı, kucaklayıcı deyimler kullanılır; Türkiye Devleti, Türkiye Cumhuriyeti gibi kavramlar. Ama 66. madde, sanki bunlar yok muş g ibi indirgeyici bir yaklaşımda bulunuyor. “Türk Devleti” veya “Türk” deniyor. Bu, kimlikler açısından ciddi sorunlar yaratıyor. Türkiye’de yeni anayasa çalışmaları, projeleri var

Türklük kavramına getirdiği yorumu “uluslararası antlaşmalarla tanınmış veya tanınmamış tüm dinsel, dilsel ve etnik azınlıkları dışladığı” gerekçesiyle eleştirdi. “İnsan haklarına aykırı yasalar ayıklanmalı” Anayasa’daki ‘Türklük’ tanımını Agos’a değerlendiren İbrahim Kaboğlu, 301. maddenin ceza kanununda yeri olmadığını, AİHM’nin Hrant Dink kararının bunun kaldırılmasına vesile olacağını düşünüyor. Türkiye’nin çok gereksiz olarak Türklük kavramını öne çıkarması. Sadece Anayasa’da de-

Türkiye’nin itiraz etmemesinin iki nedeni var: Birincisi, davanın baştan kaybedilmiş olması, ikincisi 21. yüzyılda Türkiye’nin çok gereksiz olarak Türklük kavramını öne çıkarması. Sadece Anayasa’da değil, değiştirilen ceza yasasındaki hali de göz önüne alındığı zaman bu kavramın ne kadar sorunlu olduğu Bu çerçevede üzerinde durulması gereken iki konu var; birincisi, böyle bir düzenlemenin ceza kanununda mevcut olmasının düşünce özgürlüğü açısından başlı ba-

ama yeni anayasa çalışması olmadan, mevcut anayasal çerçevede bile olsa, 66. Madde ilk üç maddeye aykırı olmasından yola çıkarak anayasal düzlemde kimlikler sorunu, yurttaşlık temelinde halledilebilir. Örneğin Türkiye Siyasal partiler kanunu, seçim kanunu gibi. Onların elden geçirilmesi çok Önce psikolojik, Türkiye’de yaşayan bir Ermeni veya Kürt resmen ‘ben Türkiyeli Ermeniyim, Kürdüm’ diyebilmeli. Bunu kabul ettikten sonra diğerleri aşama aşama gerçekleştirilecek şeyler…”

istediğin dini savun, istediğini tebliğ, istediğini irşad et, kendi bileceğin iş. Bana söz düşmez. Devlete de düşmez. Din ve mezheplerin yalnız ibadetini değil, ifadesini de kısıtlayamazsın. “İbadetini serbestçe yapmana izin veriyoruz, daha ne, sus otur” ikiyüzlülüğünü aşmanın zamanı gelmiştir. Dinine inanıyorsan bunu –edep dairesinde– anlatıp savunma hakkın olması gerekir. Protestan da olsan. Hatta Müslüman bile olsan. İnsanları dinî inanç ve geleneklerine aykırı davranmaya zorlayamazsın. Misal, papaza sakalını kestiremezsin. Müslümanların geleneği eğer başını örtmeyi gerektiriyorsa yasak edemezsin. Yahudi de isterse şabat günü bölük eğitimine çıkmasın, kime ne zararı var?‘İnanç ve geleneğin’ ne olduğuna zor durumlarda mahkeme karar verir, mesele biter. Bunda da içtihadı geniş tutmak gerekir. Vatandaş muska taşımayı veya kadın eli sıkmamayı dinin gereği sayıyor olabilir. Aynı görüşü paylaşan yeterli sayıda insan varsa veya muteber birkaç hoca bunu savunmuşsa “Peki” deyip geçeceksin. Onların inanıyor olması başkalarını bağlamaz. “Aykırı davranmaya zorlanamaz” demek “Herkes buna uymak zorundadır” demek değildir. Alakası yok.Dinsizlik hakkından da burada söz etmeli mi? Sanmıyorum, hayır. Gereksiz yere ortamı kaşır,

başka şeye yaramaz. Zaten yazıldığı haliyle madde yeterli özgürlük alanı bırakıyor. Davutoğlu, İsviçre Dışişleri Bakanı Calmy Rey ile BM Genel Kurulu toplantıları çerçevesinde bir görüşme yaptığını hatırlatarak, bu konuda her zaman ilgili taraşarla görüş alışverişinde bulunduklarını, Azerbaycan Dışişleri panmış ve bitmiş özel bir durum olduğunu düşünmediklerini belirtti. Bakan Davutoğlu, Kafkaslar perspektişerinin açık olduğunu söyleyerek, bunun kalıcı barışın gizli görüşmelerin yapıldığına dair iddialar yalanlandı. Sarkis Şahinyan tarafından mahkemeye verilen Ali Mercan ve iki arkadaşının ilk mahkemede almış olduğu ceza, temyiz mahkemesi niteliğindeki İsviçre Federal ilk Federal Mahkeme, Ermeni soykırımının tarihi bir gerçek Ayrıca peygamberlik ve tanrılık ilan etmek ruhsata tabi lümanları bağlar. Bence yeni dinler olsun; sakıncası yok. Ama toplumda derin tarihi kökleri olan dinlerle aynı statüde değerlendirilmeleri uygun olmaz. ‘Maruf’ dinlerin inanç ve geleneklerinin, ğunu kabul etmek ve dolayısıyla hürmet göstermek gerekir. Yeni çıkanlar hele genel hukuk çerçevesinde meramlarını anlatmayı denesinler, yeter.

ANAYASA SOHBETLERİ Sevan Nişanyan

Din 1. Bölüm

N

E anlam ifade ettiği artık belli olmayan ‘laiklik’ kelimesine bence Anayasa’da yer verilmemeli. “Ay şekerim, bu Müslümanlar da çok oluyor artık” dışında bir anlamı kalmış mıdır bu terimin? Sanmıyorum. Öyleyse at. Taze bir şey söyle. Mesela:MADDE: Kamu hizmetinde herhangi bir din veya mezhebe ayrıcalık tanınamaz. Toplumca tanınan din ve mezheplerden herhangi birinin ifade ve ibadeti kısıtlanamaz. Bu din ve mezheplerin mensupları, inanç ve geleneklerine aykırı davranmaya zorlanamaz. İşin özü birinci cümlededir. Devlet, bir din veya mezhebe ayrıcalık tanıyamaz, o kadar. Müslümanlığa da tanıyamaz. Devlet görevlisi kalkıp “Elhamdülillah hepimiz Müslüman’ız” diyemez; diyememesi gerekir. Çünkü ‘hepimiz’ Müslüman değiliz. Ben değilim mesela. Benim bu memleketteki hakkım Müslümanınkinden az veya fazla değildir. Devlet ceketini üstünde taşımadıktan sonra git

301’in Ceza Kanunu’nda yeri yok “Türkiye’nin AİHM’de Büyük Daire’ye itiraz etmemesi, bir bakıma özeleştiri olarak yorumlanabilir. Dolaylı da olsa Nazilerle ilişkilendirilerek yapılan savunma hicap verici bir durumdu. Bunun farkına varan Türkiye itiraz et-

şına sorun olduğu. AİHM de kararında, her ne kadar yöneticilerimiz uygulama şekline gönderme yapsa da, yasanın bu maddesinin uygulamasını değil de bizatihi mevcut olmasını eleştirdi. İkincisi de anayasal boyutu: Düşünce ve ifade özgürlüğünü savunanlar, ceza kanununda yapılan değişikliğe rağmen madde 301’in aslında tümden kaldırılması gerektiğini vurguladılar. “Düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırı ancak şiddettir, şiddete çağrıdır” gibi uluslararası ölçütleri kıstas alanlar 301’in kalkmasını savunurlar. 301’in ceza kanununda yeri yok. Zannediyorum Hrant Dink kararı buna vesile olacak.

“66. maddenin yaklaşımı indirgeyici”

Bu konu haftaya devam edecek. sevan@nisanyan.com


4 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

Ali Öz’e görevi ihmalden ikinci dava Gazetemizin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in öldürülmesi olayında ihmali olduğu gerekçesiyle emrindeki askerlerle birlikte Trabzon 2’nci Sulh Ceza Mahkemesi’nde yargılanan dönemin Trabzon İl Jandarma Komutanı Albay Ali Öz için aynı suçlamayla ikinci bir dava daha açıldı. Albay Ali Öz’ün görevi ihmal suçundan yargılandığı davanın ilk duruşması 30 Eylül’de, Trabzon 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Albay Öz’ün katılmadığı duruşmada, Öz’ün avukatı Ali Sürmen ile Dink ailesinin avukatları Hakan Bakırcıoğlu ve Emel Ataktürk Sevimli haÖz’ün katılmadığı 6 Eylül’de sunduğu yazılı savunma okunarak dosyaya konuldu. Mahkeme, le emrindeki askerlerle birlikte yazılan talimat cevaplarının beklenmesine karar vererek, duruşmayı 9 Aralık Perşembe gününe erteledi. Dilipak, MHP’nin eyleminin bazı konuların yeniden düşünülmesi ve tartışılması için vesile olmasını umut ettiğini söyleyerek “Ben Sümela ve Akdamar konusunda neden her zaman değil de yılda bir gün diye soruyorum? ‘Onların mabetlerini yurt edinmeyin’ ikazından ha-

beri var mı Bahçeli’nin? Neden hâlâ Heybeliada Ruhban Okulu kapalı? Neden Patrikhane ekümenik değil? Neden Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi ilahiyatı yok bu memlekette? Ani’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Katedrali’ndeki namaz eylemini yorumlayan Avukat Kezban Hatemi, düşmanlık duygularını canlandırmanın yerinde bir davranış olmadığını belirtti. Namazın Allah için kılındığına işaret eden Hatemi, “Yapılan doğru değildir. Namaz bir ibadettir. Siyasi meydan Namaz Allah için kılınır. Ani Harabeleri’ndeki bir Cuma cemaati telakkisi olamaz. Cuma namazı aynı zamanda, “alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak” farzı kifayeler ve evrensel sorumibadethane okumalara alet edilmemelidir. Bu baNamaz Allah için kılınır. Ani Harabeleri’ndeki ibadethaKaKilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü gerçekleştirdiği namaz kılma eylemi, Ermenistan’da tepkiyle karşılandı. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, aynı Ani Katedrali’nde manda, “alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygam ‘Onların mabetlerini yurt edinmeyin’ ikazından haberi var yapılan namaz eylemini kınadıklarını açıkladı.

Adalet Platformu’ndan AİHM tazminatıyla ilgili başvuru

“Tazminatı Dink’i mahkûm eden yargıçlar ödesin”

Zarakolu ve Gülere’e açılan dava sürüyor Ölümden Zor Kararlar kitabından ötürü hapse mahkûm edilen yazar Mehmet Güler, bu kez de, mayıs ayında çıkar çıkmaz toplatılan ‘KCK Dosyası/Küresel Devlet ve Devletsiz Kürtler’ başlıklı kitabı nedeniyle hâkim karşısına çıktı. Mahkeme, rahatsızlığı nedeniyle duruşmaya katılamayan yayıncı Ragıp Zarakolu’nun zorla getirilmesi için müzekkere yazılması için karar çıkardı. Mahkeme, kitap üzerindeki yasağın da nihai kararla birlikte değerlendirilmesine ve duruşmanın 2 Aralık’a ertelenmesine karar verdi. I. Diyarbakır Kitap Fuarı’nda tanıtıldıktan sonra toplatılan kitapla ilgili İstanbul Cumhuriyet Savcısı Hakan Karaali, yayıncı olarak Belge Yayınları yetkilisi Ragıp Zarakolu ve yazar olarak da Güler’in, “PKK açıklamalarına yer vermek” ve “PKK propagandası yapmak”tan yargılanmaları için iddianame düzenlemişti. Güler: Kitabım 10 yıllık araştırmadan oluşuyor Zarakolu ile birlikte 7,5 yıla kadar hapsi istenen Güler, İstanbul Beşiktaş’taki 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 30 Eylül Perşembe günü başlayan davada yaptığı savunmasında beraatini isterken, “Kitabı 10 yıllık araştırma sonucunda yazdım. Kendi tespitlerimden yola çıkarak yazdım. Örgüt propagandası söz konusu değil” dedi ve kitabını yasaklayan yargı kararının kaldırılmasını talep etti.Güler’in davasını, Uluslararası PEN Yazarlar Bir- liği’nden yazar Mavia Modig ve Maureen Freely de duruşma salonundan izlediler. Suçlamaları reddeden yayıncı ve yazar, Kürt sorununda barış sürecine katkı yapmak ve toplumlararası anlayışı ve empatiyi geliştirmek amacıyla hareket ettiklerini belirtmişti. AİHM, 14 Eylül’de açıklanan gerekçeli kararında, Anayasa’daki ‘Türklük’ tanımına dikkat çekti. Bilindiği gibi Hrant Dink, “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif etekavramına getirdiği yorumu “uluslararası antlaşmalarla tanınmış veya tanınmamış gibi Hrant Dink, “Türklüğü neşren tahkir ve tezyif ete tüm dinsel, azınlıkları dışladığı” gerekçesiyle eleştirdi.

Fotoğraf : Bara Balbey ‘Hrant Dink’

A

DALET Platformu Başkanı Adem Çevik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Hrant Dink davasına ilişkin olarak verdiği kararda hükmedilen tazminat bedelinin Dink’i mahkûm eden yargıçlardan temin edilmesi için hukuki girişimde bulundu. “Sebep olan yargıçlar tazminat cezasını ödesin” diyen Çevik, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Faruk Kurtoğlu’na konuyla ilgili bir dilekçe sundu. Çevik, Cumhurbaşkanlığı, Adalet Bakanlığı ve Yargıtay’a da konuyla ilgili başvurularda bulundu. Dilekçede, tazminatın kamu fonundan ödenmesinin ardından, bu sonucun ortaya çıkmasında sorumluluğu bulunanlardan paranın tazminini ve sorumlular hakkında idari ve hukuki soruşturma yapılmasını isteyen Çevik, gazetemize şu açıklamada bulundu: “Hrant Dink dava minat

cezasını ödesin” diyen Çevik, İstanbul Cumhuriyet sında Dışişleri mağduriyetin giderilmesi de hukuka uygun bir davranıştır.azdım. Örgüt propagandası söz konusu değil” dedi ve kitabını yasaklayan yargı kararının kaldırılmasını talep etti.Güler’in davasını, Uluslararası PEN Yazarlar Birliği’nden yazar Mavia Modig ve Maureen Freely de yorum. onucunda propagandası syargı kararının kaldırılmasını talep etti.Güler’in davasını, Uluslararası PEN Yazarlar Birliği’nden yazar Mavia Modig v AİHM tarafından hükmedilen tazminat bedelinin Türkiye Hükümeti bulunanlardan paranın tazminini ve sorumlular hakkın tarafından ödenmesi de, mağdurun hak kaybının, kamu otoritesi tarafından anında ödenerek mağduriyetin giderilmesi de hukuka uygun bir davranıştır.

sarkispacaci@hotmail.com


g ü n c e l 29 Kas›m 2010

// 5

Kilise haçına uzun bir aradan sonra kavuştu Y

ILLARDAN beri tartışmalara vesile olan Van’ın Ahtamar Adası’ndaki Surp Haç Ermeni Kilisesi’nin haçı, nihayet yerini buldu. Surp Eçmiadzin ve Antiliyas katolikosluklarının 19 Eylül’de gerçekleşen Ahtamar’daki tarihi

ayine katılmamasına neden olan haç, 1 Ekim Cuma günü adeta gizli bir operasyonla, sessiz sedasız kilisenin kubbesine yerleştirildi. Ayin öncesi yerine konulması için yapılan taleplere karşın iki metre boyunda ve 110 kilo ağır-

lığındaki haç, Anayasa referandumu sürecinde, ‘teknik nedenler’ gerekçe gösterilerek yerine konmamıştı. Geçtiğimiz hafta sonu, kilisenin restorasyonunu üstlenen Kartalkaya firması tarafından yapılan işlem sırasında, olası provokasyon eylemlerini önlemek için adaya giriş ve çıkışların yasaklandığı öğrenildi. Kiliseye bir de statüsünde haçı tartışma meselesi yapıyorsunuz. Ayrıca paratoner yerleştirildiği açıklandı. Haçın kutsanması için Van’a giden Türkiye Ermenileri Patrikliği Ruhani Kurulu Başkanı Başrahip Tatul Anuşyan ve Peder Krikor Damatyan 1 Ekim Cuma günü akşam saatlerinde adaya vardı. Başrahip Anuşyan, kurulan bir iskelenin yardımıyla kilisenin kubbesine çıkarak haçı Kutsal Müron ile kutsadı. Peder Krikor Damatyan da, Kilise geleneklerine uygun olarak seslendirdiği ilahilerle Başrahip Anuşyan’a refakat etti. Restore edilerek Mart 2007’de ‘anıt müze’ olarak açılışı yapılan tarihi Ermeni kilisesinin restorasyon sürecinde, Türkiye Ermenileri Patriği II. Mesrob’un, kiliseye haç ve çan yerleştirilmesi talebi reddedilmişti. Haçlı kilisenin ilk ziyaretçileri Suriye’den Hafta sonunda Suriye’nin Halep kentinden gelen Ermeniler, haç takılı kilisenin de ilk ziyaretçileri oldu. Pazar sabahı Van’a gelen Suriyeli grup daha sonra Ahtamar Adası’na geçerek Surp Haç Ermeni Kilisesi’ni ziyaret etti. Kilisenin kubbesine haç yerleştirilmesine dair belirsizliğe nokta konulmuş olsa da, kilisenin üç katlı kulesine çan yerleştirilmesi talebiyle ilgili belirsizlik sürüyor. Ermeni Kilisesi geleneklerine göre, ayinlerin başlangıcında ve kilisede yapılan bazı törenlerde çan çalınması gerekiyor. Esaslı biçimde aykırı kaçmak ve oyunbozanlık etmek pahasına şu soruyu sormak istiyorum: Bu ‘İhsan-safirbağışlıyorsunuz? Onu bile yarım ağızla yapıyor, mabedin ballandıra anlatıyorlar. Ermenistan’dan Eçmiadzin’in boykot kararına mesine dair belirsizliğe nokta konulmuş olsa da, kilisenin karşılaştıkları misafirperverlikten ne kadar memnun kaldıklarını aktarıyorlar.

İÇLİ DIŞLI

Birincisi, İsa Yağbasan’ın öyküsü (Cem Emir, Radikal, 22.09.10). Diyarbakır’da bir başka sanıkla birlikte Öcalan tecridini protestodan, yani aynı suçtan yargılanıyor. Yağbasan’ın farkı, Kürtçe savunma yapmak istemesi. Mahkeme onun susma hakkını kullanılmış sayıyor ve arkadaşı 9 yıl alıp “iyi hal” indirimiyle 7,5 yılla kurtardığı halde, Yağbasan 9 yılda kalıyor. Oysa, mahkemede Kürtçe sözlü savunma yapma hakkı, vatanımızın kurucu antlaşması Lozan’ın 39/5. maddesinden kaynaklanmakta.“Biz Lozan’ı tanımıyoruz” Gelelim ikinci ve daha büyük skandala. Bugüne kadar yargıçlarımız Lozan yokmuş gibi davrandılar. Ama anlaşılan tutum değiştirdiler. Mehdi Tanrıkulu 28.09.10’da Beşiktaş 13. Ağır Ceza Mahkemesine çıkarılmış, savunmasını Kürtçe mesi kararı alınmış, Kürtçe bilen bir polis hazır, ama yargıçlardan Ömer Diken kalkıyor, Tanrıkulu’nun eğitimli kişi olduğunu, Türkçe bildiğini söylüyor. Sanki md. 39/5 “Türkçeden başka bir dil konuşan” dememiş de, “Türkçe bilmeyen…” demiş. Derhal bir ara karar, Tanrıkulu’ya deniyor ki, Kürtçeye devam edersen susma hakkını kullanmış sayılacaksın. Ve öyle yapılıyor. Bu sırada avukatı Lozan 39/5’in metnini ve benim bu konuda yirmi yıldır yazdıklarımı ibraz edin-

ce, Yargıç Diken’in inanılmaz cevabı: “Biz Lozan’ı tanımıyoruz”. 95 yıl sonra, 946 yıl sonra… Bu cümle en az iki açıdan ilginç. Bir kere, Ermenileri 95 yıl sonra kendi kiliselerinde ibadet etmekle suçlayan Bahçeli, 946 yıl sonra Ermeni kilisesinde ibadete girişiyor. Çünkü burası cami falan değil, 1001 yılında tamamlanmış abidevi bir Ermeni kilisesi. Niye? Alpaslan 1064’te Ani’yi Bizanslılardan burayor. Bölgeyi, kendi adına yönetmesi için, vasali Şeddadlı Ebu’l Esvar’a bırakıyor. Onun ahfadı da Sayın haserali”), 1319’daki büyük depremin kubbeyi çökertmesi ve bir de 1832 depremi yüzünden fiilen kullanım dışı kalıyor. Cümlenin ilginçliğinin ikinci sebebi, Sumela daha önce olduğu halde, Bahçeli’nin Ahtamar ayinine takmış olması. Sebebi basit: Türkçülük-Turancılık’ın Yahudisi sın. MHP’nin temsil ettiği mikleri 2005’ten sonra gericiliğe kayarken, Türkiye 2001-04 AB Uyum Paketlerine 2008 ortasından itibaren “Kürt Açılımı” adıyla devam etti. Bu, şu demek: Bu paketler AB etkisiyle başladı ama (dış dinamik), Türkiye’nin bu arada tetiklenen sınıf yapısı Osmanlı’yı zorunlu olarak Bizanslaştıran Fatih Mehmet değil de ben miyim? Sultan-ı İklim-i Rum ne demek, bunu da mı anlatmak lazım?

Baskın Oran

Kutsal Bakire Cuma

D

EVLET Bahçeli’yle tanışmadım ama çok severim. Bu memlekete büyük iyiliği var. Eli silahlı Ülkücüleri sokaktan çekti, kan banyosunu önledi. Türk-İslam Sentezi denilen 12 Eylül ideolojisiyle de ilgisi yoktur; dini politikaya alet etmez. Severim de, bu sefer referandumdaki oy kaybını telafi edeceğim derken galiba mecbur kaldı. Üstelik, Ani Katedrali’ndeki namazdan sonra sarfettiği sözlerin, meşhur fıkrada olduğu gibi, neresini düzelteyim? “… bu topraklar vatan yapılmadı”. Cumhuriyet’in Kürtlere işin tâ başından bugüne ediverdiği eziyetler, bu kadim Anadolu halkını, başka hiçbir devletin yapamayacağı kadar bu ülkeden soğuttu. Biliyor musunuz ki şu anda da Kürtçe konuşmak yasak? Seçimlerde Kürtçe konuşmanın Lozan Md. 39/4’ün çok açık hükmüne rağmen cezalandırıldığını fazlasıyla yazdım. Şimdi iki başka türlü yargı skandalı anlatacağım.

baskin@oran.com


6 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

TÜSİAD’ın buluşturduğu dört hukukçu:

“Bize yeni anayasa gerekli”

NORMAL GİBİ Selim Deringil

İhsan-ı Şahane

Ferhat Boratav daha değişecek çokşey var.

T

ÜRK Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD)’ın, 12 Eylül referandumu sonrası yeni bir anayasa oluşturma tartışmaları için buluşturduğu dört hukukçu, yeni Anayasa’yı nasıl bir meclisin çıkaracağı konusunda uzlaşamadı. Ancak hukukçular, yeni Anayasa’nın halk oyuna sunulması gerektiği konusunda hemfikir. Ferhat Boratav’ın moderatörlüğünde bir araya gelen Prof. İbrahim Kaboğlu, Prof. Ergun Özbudun, Prof. Mithat Sancar ve Prof. Turgut Tarhanlı’nın yürüttüğü tartışmada, 1991’den bu yana 10 değişiklik paketinin TBMM’den geçtiği ama Anayasa’nın çehresinin hâlâ değişmediği vurgulandı. Katılımcılar, farklı şekilde adlandırsalar da Türkiye’deki kutuplaşmanın temelinde laiklik, Kürt meselesi ve vesayet sorununun olduğu noktasında birleşti.

Baraj düşürülmeli Profesör Ergun Özbudun, yeni Anayasa için halledilmesi gereken sorunların başında Kürt sorunu ve bürokratik vesayet sorunu olduğunu ifade ederken, laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini vurguladı. Özbudun hazırlık sürecinde öncelikli olarak seçim barajının düşürülmesi, meclisin temsil gücünün arttırılması, örgütlenme ve ifade özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini vurguladı. Anayasanın meclis tarafından yapılması

gerektiğini söyleyen Özbudun, referanduma gitme yolunun da açık bırakılmasının önemli olduğunu belir tti.Profesör İbrahim Kaboğlu, Türkiye’de kimlik sorunu, yurttaşlık tanımı ve laiklik ile merkez çevre sorunu olmak üzere üç büyük kırılma noktası olduğunu söylerken, siyasi partiler yasasının değiştirilmesi, seçim barajının düşürülmesi ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini vurguladı. Sadece anayasa hazırlığı konusunda çalışma yapacak 100-150 kişilik özel bir meclis kurulması gerektiğini söyleyen Kaboğlu, hazırlanan paketin TBMM tarafından onaylanmasının ardından referandum yapılması gerektiğine işaret etti. Temsilin artırılması gerekProfesör Mithat Sancar, Türkiye’de esas olarak, Kürt sorunu, devlet içi örgütlenme ve bürokratik iktidar olarak tanımlanan vesayet sorunu, din-devlet ilişkisi olmak üzere üç sorun bulunduğunu ifade etti. Kürt sorununun çözülmesi ve Ergenekon gibi yapılanmaların üzerine gidilmesi gerektiğini söyleyen Sancar, paralel veya özel meclis fikrinin uygun olmadığını, sıfır seçim barajının uygulanması gerektiğini vurguladı. “… bu topraklar vatan yapılmadı”. Cumhuriyet’in Kürtlere işin tâ başından bugüne ediverdiği eziyetler, bu kadim Anadolu halkını, başka hiçbir devletin yapamayacağı kadar bu ülkeden soğuttu. Bi-

liyor musunuz ki şu anda da Kürtçe konuşmak yasak? Seçimlerde Kürtçe konuşmanın Lozan Md. 39/4’ün çok açık hükmüne rağmen cezalandırıldığını fazlasıyla yazdım. Şimdi iki başka türlü yargı skandalı anlatacağım. Birincisi, İsa Yağbasan’ın öyküsü (Cem Emir, Radikal, 22.09.10). Diyarbakır’da bir başka sanıkla birlikte Öcalan tecridini protestodan, yani aynı suçtan yargılanıyor. Yağbasan’ın farkı, Kürtçe savunma yapmak istemesi. Mahkeme onun susma hakkını kullanılmış sayıyor ve arkadaşı 9 yıl alıp “iyi hal” indirimiyle 7,5 yılla kurtardığı halde, Yağbasan 9 yılda kalıyor. Oysa, mahkemede Kürtçe sözlü savunma yapma hakkı, vatanımızın kurucu antlaşması Lozan’ın 39/5. maddesinden kaynaklanmakta.“Biz Lozan’ı tanımıyoruz” Gelelim ikinci ve daha büyük skandala. Bugüne kadar yargıçlarımız Lozan yokmuş gibi davrandılar. Ama anlaşılan tutum değiştirdiler. Mehdi Tanrıkulu 28.09.10’da Beşiktaş 13. Ağır Ceza Mahkemesine çıkarılmış, savunmasını Kürtçe mesi kararı alınmış, Kürtçe bilen bir polis hazır, ama yargıçlardan Ömer Diken kalkıyor, Tanrıkulu’nun eğitimli kişi karar, Tanrıkulu’ya deniyor ki, Kürtçeye devam edersen susma hakkını kullanmış sayılacaksın. Ve öyle yapılıyor.

Bilindiği gibi, Sultan İkinci Abdülhamit jurnalleriyle ünlenmiştir. Osmanlı diyarının her yanından her gün masasına yağan jurnaller bugün tarihçiler için paha biçilmez bir bilgi kaynağı. Sene 1892; hünkârın masasına bir jurnal düşer. Konu şudur: Büyükdere Ermeni Kilisesi’nin duvarına “Bu kilise merhametli kudretli ulu hünkârımız Abdülhamit Han Hazretleri’nin şefkat ve merhameti sayesinde inşa buyurulmuştur ” mealinde bir levha vazedilmiştir. İlk elde olumlu bir gelişme gibi görünen bu haber, ünlü ‘Vehm-i Hümayun’u yani sultani paranoyayı depreştirir. Sakınca buyurulan husus şudur: Acep tüm Müslümanların halifesinin adının bir gayrimüslim mabedinin duvarında yâd edilmesi uygun mudur? Hemen bir hafiye görevlendirilir ve Zât-ıŞahane’nin korkuları yatıştırılır, zira levha kilisenin iç avlusunda ve Müslüman gözlerden ırak bir konumdadır. Bir tarihçi olarak “Tarih tekerrürden ibarettir” safsatasının görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken bir mahlûk olduğuna inanmakla beraber, son günlerde gündeme oturan Van Akhtamar adasındaki Surp Haç Kilisesi’nde yapılan ayin ve kiliseye takılması tartışılan haç meselesi bu çağrışımı yaptı. Hem himayenin sağladığı prestijden faydalanacaksın, hem de son kertede gücünün kaynaklandığı tabanı incitmeyeceksin. Zor iş. Bu arada maliyetin büyük kısmının devlet bütçesinden karşılanmadığını da unutmayalım. rgun Özbudun, yeni Anayasa için halledilmesi unutmayalım. rgun Özbudun, yeni Anayasa için halrafından onaylanmasının ardından işaret etti vede bunu tamimiyle doğruladı.

10 yıl önce bugün

6 EKİM 200, 236. SAYI Eski sayılarımıza www.agos.com.tr’den ulaşabilirsiniz.


g ü n c e l 29 Kas›m 2010

// 7

MHP’ye ‘Ani’deki namaz’ tepkisi gösterdi M

illiyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli başkanlığındaki MHP’liler, tarihi Ani kentindeki Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Ermeni Kilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü ‘namaz kılma eylemi’ gerçekleştirdi. Ermenistan ve diasporadan siyasetçi ve sivil toplum kuruluşlarının tepkisi çeken eylem, Türkiye’de de, Kezban Hatemi ve Abdurrahman Dilipak gibi aydınlar tarafından eleştirildi. Yaklaşık iki bin kişilik kalabalığı Ani Katedrali önünde Osmaniye’den gelen Mehtaran Bölüğü marşlar çalarak karşıladı. Bahçeli’nin konvoyu tekbir sesleri eşliğinde katedrale kadar olan 1,5 kilometre yolu yürürken onlarca Türk bayrağı dalgalandırıldı. Namaz sonrası Kars’ta seçim otobüsünün üzerinde konuşma yapan Devlet Bahçeli, Anadolu’nun, Ahtamar’da 95 yıl sonra Ermenilerin, Sümela Manastırı’nda 88 yıl sonra da Rumların ibadet etmeleri için fethedilmediğini söyledi. Demokratikleşme adı altında vatanın teslim edilmesine izin vermeyeceklerini belirten Bahçeli, “Alparslan olur, Süleyman Şah olur, Fatih gibi Bizans zihniyetine son darbeyi indiririz” dedi. Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasına hiç bir şekilde müsaade eteyeceğini söyleyen Bahçeli, kapalı olan Alican Sınır Kapısı önünde partililerle etten duvar oluşturdu.

Laçiner: Hem seçimle hem parti içi muhalefetle ilgili bir hareket Devlet Başkanı Egemen Bağış MHP’lilerin namaz eylemine, gösteriş için namaz kılanlara “yazıklar olsun” denilen Mâ’ûn Suresi’ni okumasını tavsiye ederek tepki gösterdi. Bağış, “MHP’lilerin namaz kılması, dua etmesi olumlu bir gelişme. Tavsiye ederim. Maun Suresini de okusunlar. Orada dikkat etmeleri gereken uyarılar var” dedi. Bağış’ın sözlerine MHP grup milletvekili Mehmet Şandır ise, içinde ‘Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme-

Namaz Protestosu Fotoğraf: Önder Sakıp Serkis

yin” sözleri geçen Maide Suresi’ni okuması söyleyerek yanıt verdi. Bahçeli, tartışmaya Bağış’ın Amerikan vatandaşı olduğu iddiasını ortaya atarak katılırken, Bağış “Bahçeli iftiralara sığınmasın. İspatlarsa istifa ederim.Şayet iftirasının yalan olduğu ortaya çıkarsa kendisi istifa edecek mi?” diye sordu. MHP’nin referandum sonrası yürüttüğü politikayı Agos’a değerlendiren Birikim dergisi yayın yönetmeni Ömer Laçiner, bu eylemin MHP’nin genel seçim dönemine yönelik stratejisinin bir parçası olduğunu, ancak bu tavrın milliyetçi taban kitlede dahi pek itibar görmediğini söyledi. “Referandum sonuçlarından anlaşıldığı kadarıyla MHP oylarının yoğunluk kazandığı, hareketin yüreği olan İç Anadolu’daki eğilim ılımlı bir tavrın milliyetçi taban kitlede dahi pek itibar görmediğini çizgiye kaymış durumda. Ani’deki namaz misillemesinin bize gösterdiği ise, bugüne kadar bu tür milliyetçi kışkırtmalarla hareket eden ta Laçiner, milliyetçi kitlenin eğilimlerindeki değişimin sebebinin ise, son dönemde basında yer alan asker ölüm-

Dilipak: “Bahçeli’nin referandum sonrası şoku” lerinde ordunun rolüne ilişkin haberler ve Dörtyol-İnegöl eylemleri olduğunu söyledi. Bu değişimin MHP’nin mevcudiyet koşullarını tahrip ettiğini ve partiyi sıkıştırdığını söyleyen Laçiner, “Ancak tüm bunlar milliyetçi hareketin tüm dinamiklerinin yok olduğu anlamına gelmiyor tabii. Milliyetçi kışkırtmalara karşı daha duyarlı olunan ve ana siyasi kararlarda milliyetçi reşekslerle karar almamayı sağlayan bir atmosfer oluşturuldu şu anda. Öte taraftan bu durum, daha koyu ve keskin bir milliyetçilik de doğurabilir” dedi.Eylemin esas amaçlarından birinin, MHP’nin kendi içindeki yönetim savaşında ve radikal milliyetçi kesimde yer alan muhalefeti susturmak olduğunu söyleyen Laçiner, söz konusu muhalefetin partiyi daha

ılımlı ve makul bir çizgiye çekmek yerine marjinalleştirdiğini ifade etti. Laçiner,“ Önümüzdeki süreçte yaşanacak olan parti içindeki çatışma süreci, MHP’nin milliyetçilik çizgisini belirleyecektir” dedi. Vakit gazetesi yazarı Abdurrrahman Dilipak , MHP’nin namaz eyleminin zamanlamasının, yerinin ve üslubunun yeni tartışmalara yol açacak bir zemin yaratma-

Hatemi: “Namaz, siyasi meydan okumalara alet edilmemeli” ya yönelik olduğunu söyledi ve partinin tavrını eleştirdi. Bahçeli’nin referandum sonrası yaşadığı şoku atlatacak ve öfkesini kanalize edecek yeni alanlar aradığına işaret eden Dilipak, namaz eyleminin ne fıkha ne geleneğe ne de hukuka uygun olduğunu ifade etti. Dilipak, “İslam dininde Cuma namazı, Allaha, resule ve kitaba iman edenlerin topluca, hep birlikte Allahın huzuruna çıkma eylemidir. Mezhep, tarikat, cinsiyet, ırk farklılıklarına dayalı bir Cuma cemaati telakkisi olamaz. Cuma namazı aynı zamanda, “alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak” farzı kifayeler ve evrensel sorumluluklarının müzakere edildiği mekânlar olması gerekir. Yani Müslümanlar o gün, tabiata karşı, yoksullara, mazlumlara karşı kendi sorumluluklarını gözden geçirirler. MHP’nin yaptığı ne fıkha uygun, ne geleneğe, uygun” dedi. Dilipak, MHP’nin eyleminin bazı konuların yeniden düşünülmesi ve tartışılması için vesile olmasını umut ettiğini söyleyerek “Ben Sümela ve Akdamar konusunda neden her zaman değil de yılda bir gün diye soruyorum? ‘Onların mabetlerini yurt edinmeyin’ ikazından haberi var mı Bahçeli’nin? Neden hâlâ Heybeliada Ruhban Okulu kapalı? Neden Patrikhane ekümenik değil? Neden Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi ilahiyatı yok bu memlekette? Ani’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Katedrali’ndeki namaz eylemini yorumlayan Avukat Kezban Hatemi, düşmanlık duygularını canlandırmanın yerinde bir davranış olmadığını belirtti. Namazın Allah için kılındığına işaret eden Hatemi, “Yapılan doğru değildir. Namaz bir ibadettir. Siyasi meydan Namaz Allah için kılınır. Ani Harabeleri’ndeki bir Cuma cemaati telakkisi olamaz. Cuma namazı aynı zamanda, “alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmeti olarak” farzı kifayeler ve evrensel sorumibadethane okumalara alet edilmemelidir. Bu baNamaz Allah için kılınır. Ani Harabeleri’ndeki ibadethanenin aslı kilisedir. Uzlaşma ve barış sürecinde kımdan Sayın Bakan Egemen Bağış’ın dediği doğrudur. düşmanlık duygularını canlandırmak yerinde bir davranış değildir” yorumunda bulundu. Ani’deki eylem Ermenistan’da kınandı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli önderliğindeki partililerin tarihi Ani kentindeki Surp Asdvadzadzin n topluca, hep birlikte Allahın huzuruna çıkma eylemidir. Mezhep, tarikat, cinAni’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Katedrali’ndeki namaz eylemini yorumlayan Avukat Kezban Hatemi, düşsiyet, ırk farklılıklarına dayalı bir Cuma cemaati telakkisi olamaz. Cuma namazı aynı za (Meryem Ana) Kilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü gerçekleştirdiği namaz kılma eylemi, Ermenistan’da tepkiyle karşılandı. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, aynı Ani Katedrali’nde manda, “alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygam ‘Onların mabetlerini yurt edinmeyin’ ikazından haberi var yapılan namaz eylemini kınadıklarını açıkladı.


8 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

Ani’deki eylem Ermenistan’da kınandı M

HP Genel Başkanı Devlet Bahçeli önderliğindeki partililerin tarihi Ani kentindeki Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü gerçekleştirdiği namaz kılma eylemi, Ermenistan’da tepkiyle karşılandı. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, aynı gün bir duyuru yayımlayarak Ani Katedrali’nde yapılan namaz eylemini kınadıklarını açıkladı. Katolikosluk’tan yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Türkiye devletinin izniyle, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1 Ekim’de Ani’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nde namaz kılma eylemi gerçekleştirdiğini büyük bir üzüntüyle öğrendik. Bu adım siyasi bir provokasyondur. Ruhani ve ulvi duygularla ilgisi olmayan bu eylemin, din ve vicdan özgürlüğüyle de hiçbir bağlantısı yoktur. Bu girişimle, Ermeni soykırımından bu yana ayin ve duadan mahrum edilen Ani Katedrali’nin bir Ermeni kilisesi olduğu gerçeği de inkâr edilmeye çalışılmaktadır. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, toplumlar arasında nifak tohumları eken, hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlüğün yayılmasına yol açan bu tür eylemleri kınamaktadır. Ani’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Katedrali’ndeki namaz eylemini yorumlayan Avukat Kezban Hatemi, düşmanlık duygularını canlandırmanın yerinde bir davranış olmadığını belirtti. Namazın Allah için kılındığına işaret eden Hatemi, “Yapılan doğru değildir. Namaz bir ibadettir. Siyasi meydan okumalara alet edilmemelidir. Bu bakımdan Sayın Bakan Egemen Bağış’ın dediği doğrudur. Namaz Allah için kılınır. Ani Harabeleri’ndeki ibadethanenin aslı kilisedir. Uzlaşma ve barış sürecinde düşmanlık duygularını canlandırmak yerinde bir davranış değildir” yorumunda bulundu. Ani’deki eylem Ermenistan’da kınandı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli önderliğindeki partililerin tarihi Ani kentindeki Surp Asdvadzadzin (Meryem Ana) Kilisesi’nde 1 Ekim Cuma günü gerçekleştirdiği namaz kılma eylemi, Ermenistan’da tepkiyle karşılandı. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, aynı gün bir duyuru yayımlayarak Ani Katedrali’nde yapılan namaz eylemini kınadıklarını açıkladı. Katolikosluk’tan yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi: “Türkiye devletinin izniyle, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1 Ekim’de Ani’deki Surp Asdvadzadzin Ermeni Kilisesi’nde namaz kılma eylemi gerçekleştirdiğini büyük

bir üzüntüyle öğrendik. Bu adım siyasi bir provokasyondur. Ruhani ve ulvi duygularla ilgisi olmayan bu eylemin, din ve vicdan özgürlüğüyle de hiçbir bağlantısı yoktur. Bu girişimle, Ermeni soykırımından bu yana ayin ve duadan mahrum edilen Ani Katedrali’nin bir Ermeni kilisesi olduğu gerçeği de inkâr edilmeye çalışılmaktadır. Surp Eçmiadzin Katolikosluğu, toplumlar arasında nifak tohumları eken, hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlüğün yayılmasına yol açan bu tür eylemleri kınamaktadır. Türkiye devleti bu eylemin gerçekleşmesine müsaade ederek, Ermeni kültür eserlerinin ve mirasının yok sayılmasına ve kendilerine mal edilmesine yönelik attığı adımlara bir yenisini daha eklemiştir. Türkiye bu adımla, Ermenistan ve uluslararası toplumun gayretleriyle iki ülke arasında diyalog kurulması ve ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik çabaların boşa olduğu Demoyan: “Eylem Avrupa ülkelerince de ele alınmalı” Soykırım Müzesi ve Enstitüsü Müdürü Hayk Demoyan, Ani Katedrali’nde yapılan namaz eylemine ilişkin kültürü ve medeniyeti bakımından da değerlendirilmeli. pa ülkelerince de ele alınmalıdır” diye konuştu.

BDP’liler Birdal’ın saldırganını ‘darp etmek’ten ifade verdi

B

BDP kongrede açılımla ilgili konuştu

arış ve Demokrasi Partisi (BDP) Bursa Eş Başkanı Ayla Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu dokuz kişi, BDP Diyarbakır milletvekili Akın Birdal’ın Bursa mitinginde saldırıya uğramasıyla ilgili Bursa Terörle Mücadele Şubesi’nde ifade verdi. 10 Eylül’de Anayasa değişikliğinin halkoyuna sunulması nedeniyle Bursa’da Boykot Cephesi’nce organize edilen açık hava toplantısına konuşmacı olarak katılan Birdal’i konuşma yaptığı sırada Bilgehan fiimşek darp etmişti. Yıldırım, yaptığı yazılı açıklamada, görüntü kayıtlarında gerek kendisinin gerekse kendisinden önce ifade vermeye çağrılan partililer, saldırganı darp ettiklerine dair bir durumun söz konusu olmadığını belirterek, “Saldırgandan Birdal’ı korumaya çalıştığımız açıkça görülüyor” dedi. Buna karşın kendisinin ve diğer BDP’lilerin saldırganı kasten yaralamak iddiasıyla şüpheli duruma düşürülmesini “bir hukuk skandalı” olarak

nitelendiren Yıldırım, Parti olarak asıl saldırgandan ve arkasındaki güçlerden şikayetçi olduklarını söyledi. Yıldırım, İnegöl’de Kürtlere yönelik linç girişimi, Samsun’da kapatılan Demokratik Toplum Partisi (DTP) eş başkanı Ahmet Türk’ e yönelik yumruklu saldırı ve son olarak da Birdal’a yönelik darp olaylarını da gündeme getirdiği açıklamasında, “Cumhuriyet Savcılığı’nın mağdur olan bizlere dönük kasten insan yaralamak şüphesiyle yaptığı tahkikatı süratle saldırganın arkasındaki güçleri açığa çıkarmasında göstermesini beklemekteyiz” dedi. ilekçede, tazminatın kamu fonundan ödenmeluluğu bulunanlardan paranın tazminini ve sorumlular hakkında idari ve hukuki soruşturma yapılmasını isteyen Çevik, gazetemize şu açıklamada bulundu: “Hrant Dink davasında Dışişleri mağduriyetin giderilmesi de hukuka uygun bir davranıştır. Bakanlığı’nın karara itiraz etmemesini anlayışla karşılıyorum.


g ü n c e l 29 Kas›m 2010

// 9

Eski MHP’liden namaz eleştirisi Hafta başında gerçekleşen Samsun İl Genel Meclisi toplantısında bir konuşma yapan eski MHP üyesi Sabri Arslan, Ani Harabeleri’ndeki Cuma namazına yönelik eleştirilerde bulundu. Terme ilçesinden bağımsız üye olarak görevini sürdüren Arslan, “Milliyetçilik, 50 metre aşağıdaki mescidi görmeyip, hayatında cumaya gitmeyenlerin, referandumda aldıkları ders adına Ani Harabeleri’nde cumayı hatırlayanların milliyetçiliği değildir. Evet, ben bir ülkücüyüm, güvercinim, serçeyim ama kargayı kılavuz seçmedim, seçmeyeceğim” dedi. Yaklaşık iki bin kişilik kalabalığı Ani Katedrali önünde Osmaniye’den gelen Mehtaran Bölüğü marşlar ça genel seçim dönemine yönelik stra larak karşıladı. Bahçeli’nin konvoyu tekbir sesleri eşliğinde katedrale kadar olan 1,5 kilometre yolu yürürken onlarca Türk bayrağı dalgalandırıldı. Namaz sonrası Kars’ta seçim otobüsünün üzerinde konuşma yapan Devlet Bahçeli, Anadolu’nun, Ahtamar’da 95 yıl sonra Ermenilerin, Sümela Manastırı’nda 88 yıl sonra da Rumların ibadet etmeleri için fethedilmediğini söyledi. Demokratikleşme adı altında vatanın teslim edilmesine izin vermeyeceklerini belirten Bahçeli, “Alparslan olur, Süleyman Şah olur, Fatih gibi Bizans zihniyetine son darbeyi indiririz” dedi. Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasına hiç bir şekilde müsaade

eteyeceğini söyleyen Bahçeli, kapalı olan Alican Sınır Kapısı önünde partililerle etten duvar oluşturdu. Devlet Başkanı Egemen Bağış MHP’lilerin namaz eylemine, gösteriş için namaz kılanlara “yazıklar olsun” denilen Mâ’ûn Suresi’ni okumasını tavsiye ederek tepki gösterdi. kanalize edecek yeni alanlar aradığına işaret eden Dilipak, Bağış, “MHP’lilerin namaz kılması, dua etmesi olumlu bir gelişme. Tavsiye ederim. Maun Suresini de okusunlar. Orada dikkat etmeleri gereken uyarılar var” dedi. Bağış’ın sözlerine MHP grup milletvekili Mehmet fiandır ise, içinde ‘Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” sözleri geçen Maide Suresi’ni okuması söyleyerek yanıt verdi. Bahçeli, tartışmaya Bağış’ın Amerikan vatandaşı olduğu iddiasını ortaya atarak katılırken, Bağış “Bahçeli iftiralara sığınmasın. İspatlarsa istifa ederim.Şayet iftirasının yalan olduğu ortaya çıkarsa kendisi istifa edecek mi?” diye sordu. MHP’nin referandum sonrası yürüttüğü politikayı Agos’a değerlendiren Birikim dergisi yayın yönetmeni Ömer Laçiner, bu eylemin MHP’nin genel seçim dönemine yönelik stratejisinin bir parçası olduğunu, ancak bu tavrın milliyetçi taban kitlede dahi pek itibar görmediğini söyledi. “Referandum sonuçlarından anlaşıldığı kadarıyla MHP oylarının yoğunluk kazandığı, hareketin yüreği olan İç Anadolu’daki eğilim ılımlı bir çizgiye

KARDEŞÇESİNE Yevrat Danzikyan

Çember Genişliyor mu? İzmir Suikasti soruşturmasını konu alan ‘Kurt Kanunu’, Kemal Tahir’in romanları arasında ayrı bir yere sahiptir. Romanın metodolojisi hayli eleştirilmiştir zamanında (Kara Kemal’e Marksist analiz yaptırılmasını Mete Tunçay eleştirmişti mesela). Bununla beraber, Tahir’in hem roman hem de o dönem üzerine epey kafa yorduğu ortadadır. Romanda aslında devlet içi hesaplaşmalar üzerine bir tez okuruz; Tahir, bu tip hesaplaşmaların nasıl bir mantık üzerinden yürüdüğünü anlatır. Tahir’in bilhassa Kara Kemal üzerinden söylediklerinin bazıları önemli tespitlerdir. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir bölüm vardı: İzmir Suikastı ile ilgili soruşturma genişlemekte ve derinleştirilmektedir. Soruşturmanın bir temizlik, İttihatçı temizliği hareketine doğru gittiği anlaşılmıştır. şüphelilerden biri ifadesinde çemberi olabildiğince genişletmeye, çembere olabildiğince fazla devlet

kaymış durumda. Ani’deki namaz misillemesinin bize gösterdiği ise, bugüne kadar bu tür milliyetçi kışkırtmalarla hareket eden taban kitlenin bir şekilde makul bir çizgiye kayarak bu eyleme pek itibar etmediği.” Laçiner, milliyetçi kitlenin eğilimlerindeki değişimin sebebinin ise, son dönemde basında yer alan asker ölümlerinde ordunun rolüne ilişkin haberler ve Dörtyol-İnegöl eylemleri olduğunu söyledi. Bu değişimin MHP’nin mevcudiyet koşullarını tahrip ettiğini ve partiyi sıkıştırdığını söyleyen Laçiner, “Ancak tüm bunlar milliyetçi hareketin tüm dinamiklerinin yok olduğu anlamına gelmiyor genel seçim dönemine yönelik stra tabii. Milliyetçi kışkırtmalara karşı daha duyarlı olunan ve ana siyasi ka kanalize edecek yeni alanlar aradığına işaret eden Dilipak, rarlarda milliyetçi reşekslerle karar almamayı sağlayan bir atmosfer oluşturuldu şu anda. Öte taraftan bu durum, daha koyu ve keskin bir milliyetçilik de doğurabilir” dedi. Eylemin esas amaçlarından birinin, MHP’nin kendi içindeki yönetim savaşında ve radikal milliyetçi kesimde yer alan muhalefeti susturmak olduğunu söyleyen Laçiner, söz konusu muhalefetin partiyi daha ılımlı ve makul bir çizgiye çekmek yerine genel seçim dönemine yönelik stra marjinalleştirdiğini ifade etti. Laçicak olan parti içindeki çatışma süreci, MHP’nin milliyetçilik çizgisini belirleyecektir” dedi.

görevlisini ya da ünlü ismi dahil etmeye çalışır. Tahir bu bölümde, ya kendi ağzından ya da kahramanlardan birinin ağzından bu tip hesaplaşmalarda suçlu durumunda onlanların bilerek çemberi genişlettiğini, bunun bir yöntem olduğunu söyler. Suçlu ya da şüpheli burada hem soruşturmayı çıkmaza sürüklemekte hem de kendini bir nevi korumaktadır. Şu an tutuklu bulunan JİTEM’ci emekli albay Arif Doğan’ın internete düşen ses kayıtlarını ve ifadelerini okurken bu roman ve bu yöntem geldi aklıma. Ses kayıtlarına bakılırsa, Doğan, bir ‘kazada’ ölen eski Jandarma Komutanı Eşref Bitlis’i JİTEM’in öldürdüğünü öne sürüyor. Ayrıca, emrinde 10 bin kişilik bir güç olduğunu belirtiyor. Yine bu ses kayıtlarına göre, Doğan Alevilere saldırı düzenleyen bir ekibi olduğunu da söylüyor. Bu ses kayıtlarının Doğan’a ait olup olmadığı tam anlaşılamadı. Star gazetesi Doğan’la temas kurdu ve Doğan, Alevilerle ilgili kısmı inkâr etti. Ayrıca iki JİTEM olduğunu, kendi yönettiği JİTEM’in temiz, diğerinin kirli olduğunu söyledi. Ancak, şüpheli bir kaza olduğu ayan beyan ortada olan Eşref Bitlis konusu hâlâ karanlıkta. Bu ifadeler üzerine Bitlis’in ölümü hakkında yeni bir soruşturma başlatıldı. Aynı günlerde Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal da her

yıl düzenli olarak dile getirdiği “Babam ölmedi, öldürüldü” iddialarını yeni bir boyuta taşıdı ve biraz daha ayrıntı verdi. Ayrıca suikast girişiminin arkasında eski komutanlardan (aynı zamanda eski MGK Genel Sekreteri) Sabri Yirmibeşoğlu’nun bulunduğunu ima etti. Yirmibeşoğlu bu iddiaları yalanladı yalanlamasına, ama bu arada Kıbrıs harekâtı sırasında cami yakıverdiklerini ağzından kaçırdı. Milliyetçi duyguları kamçılamak için yapmışlar böyle şeyleri. Sadece bunlar, bir devletin faaliyetleri hakkında tüyler ürpertmeye yeter de artar bile. Ki bunlar yakın tarihimizde bugüne kadar olup bitenlerin, yani şüpheli dosyalar arasında addedilenlerin herhalde %1’i filandır. 1 Mayıs 1977’yi, gazeteci aydın suikastlerini, Maraş, Sivas olaylarını, 12 Eylül öncesindeki sayısız cinayetini, Ağca dosbile. Buna Ergenekon davalarında ortaya saçılanları ve 1980 sonrasında Güneydoğu’da olup biten sayısız kanlı faili meçhul faaliyeti ekleyelim. Tabloyu anlatacak kelime bulmak zor. Bu iddiaların küçük bir kısmı bile doğru olsa (ki büyük kısmının doğpdevlet, yarın başka türlü şartlar oluşursa bu faaliyetlerine pekâlâ yine başlayabilir. yevrat@danzikyan.com


10 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

Mor Gabriel davası AİHM yolcusu

Manastır avukatları Midyat’taki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde idari sınırların tespiti istemiyle yeni bir dava açtı.

Y

ARGITAY, iki yıl önce açılan davada, yerel mahkemenin Mor Gabriel Süryani Manastırı’nın lehine aldığı mülkiyen kararını bozdu. Manastır yetkilileri, Yargıtay’ın kararına ilişkin olarak İdare Mahkemesi’ne müracaat etmeye hazırlanırken, iç hukuk yollarının tükenmesiyle, davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınabileceğine işaret ediyor. Midyat’taki 1600 yıllık Süryani Manastırı’na ilişkin iddialar 2008’de Midyat’ın köylerine kadastronun gelmesiyle başlamıştı. Sınır tespitleri yapılırken manastıra komşu olan Yayvantepe ve Eğlence köylerindeki bazı aşiretler, Manastır topraklarının bir kısmının kendilerine ait olduğunu iddia edince, Manastır yetkilileri kendilerini bir anda topraklarını savunmak için mahkeme koridorlarında buldu. Köylülerin tanık olmasıyla sınırlarını genişletmek isteyen aşiret mensupları, bir kısım manastır toprağını elde etti ve bu topraklar davalı köylerin sınırlarına dahil edildi. Manastır avukatları Midyat’taki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde idari sınırların tespiti istemiyle yeni bir dava açtı. Ancak köylüler taleplerini, kilisenin olduğu alan üzerinde bile hak iddia etmeye kadar vardırdı. Manastırın Orman Kanunu’nu ve içindeki öğrencilerin varlığı nedeniyle Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nu ihlal ettiği öne sürülerek yeni davalar açıldı. Davaların Mayıs 2009’da Manastır lehine sonuçlanmasıyla, Manastır yetkilileri tam rahat bir nefes aldıklarını düşünürken, karşı tarafın kararı temyiz etmesiyle, tedirgin süreç yeniden başladı. Geçtiğimiz Ağustos ayında

Yargıtay, yerel mahkemenin aldığı kararı bozarak, sınır tespit davasında köylüler lehine karar verdi. Böylece Süryaniler asırlardır kendilerine ait toprakları Hazine’ye terk etmekle yüz yüze kaldı. Manastır yetkilileri, İdare Mahkemesi’ne başvurmaya hazırlanırken, 3 Ekim 2010 tarihli Sabah gazetesi, davaya ilişkin olarak yayımlanan haberinde, davanın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidebileceği yorumunda bulundu.

“Bize reva görülenler ayıp” Yaşadıkları sorunları Midyat Kaymakamı’ndan cumhurbaşkanına kadar herkesin bildiğini, davalarla adeta taciz edildiklerini söyleyen Mor Gabriel Manastırı Metropoliti Timotheos Samuel Aktaş, 21 yıldır Manastır’da görevli olduğunu, iki yıl öncesine kadar çevre halkıyla iyi ilişkilere sahip olduklarını, hatta Manastır olarak çevre köylerdeki camii yapımlarına bile yardım ettiklerini belirtiyor. Metropolit Aktaş, Sabah gazetesinden Müjgan Halis’e verdiği röportajda, “Karşılaştığımız haksızlıklar karşısında hep sustum, ama artık susmayacağım, Avrupa’da her şeyi anlatacağım. Bize yapılan ayıptır ve yapanların bundan utanması gerekir. Bakın, bizim manastırımıza gelen yol bile yapılmıyor, o zaman bizim de bu manastırı kapatmaktan ve turist kabul etmemekten başka çaremiz kalmayacak bu gidişle. Bu manastır sadece bizim değil, Türkiye’nin değeridir. Bu değere değer katacaklarına utanmazca topraklarımızı elimizden almaya ça-

lışıyorlar. Bu durum düpedüz vicdansızlıktır. Hani adalet, hani hoşgörü, hani demokrasi? Anlayamadığımız büyük bir oyunun içindeyiz, ama topraklarımızdan vazgeçmeyeceğiz” diye konuştu.

“Süryanilerin geri dönüşü ve yatırımlar durdu”

Mor Gabriel Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Kiryakos Ergun, konuya ilişkin olarak yaptığı açıklamada şöyle konuştu: “Türkiye’nin nüfusu 35 milyonken, bizim nüfusumuz 150 bin civarındaydı. Ülke nüfus ikiye katlandı, bizse Tahir’in bilhassa Kara Kemal üzerinden söylediklerinin bazıları önemli tespitlerdir. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir bölüm vardı: İzmir Suikastı ile ilgili soruşturma genişlemekte ve derinleştirilmektedir. Soruşturmanın bir temizlik, İttihatçı temizliği hareketine doğru gittiği anlaşılmıştır. şüphelilerden biri ifadesinde çemberi olabildiğince genişletmeye, çembere olabildiğince fazla devlet görevlisini ya da ünlü ismi dahil etmeye çalışır. Tahir bu bölümde, ya kendi ağzından ya da kahramanlardan birinin ağzından bu tip hesaplaşmalarda suçlu durumunda onlanların bilerek çemberi genişlettiğini, bunun bir yöntem olduğunu söyler. Suçlu ya da şüpheli burada hem soruşturmayı çıkmaza sürüklemekte hem de kendini bir nevi korumaktadır. 3-4 bine düştük. Süryani toplumu, bu davaları kendisine karşı açılmış olarak kabul ediyor Hem de kendini bir nevi korumaktadır.


g ü n c e l 29 Kas›m 2010

// 11

Cumartesi Anneleri’ne destek veren Rakel Dink “Anneler sussa, taşlar konuşur. Bu insanlar ağaç kovuğunda yetişmedi!”

Kayıp yakınları başbakana kim olduklarını hatırlattı Kayıp yakınları, kendileri için “Onlar kim? Ne yapıyorlar? Sadece oturuyorlar. Tüzel kişilikleri yok. Arkalarında kimler var biliyor musunuz?” diyen Başbakan’a yanıt verdi, yakınlarının bulunması için taleplerini açıkladı. İnsan Hakları Derneği (İHD) İstanbul ŞİşliŞubesi Gözaltında Kayıplara Karşı Komisyon ve Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın 30 Eylül tarihinde, düzenledikleri toplantıda konuşan Rakel Dink “Anneler sussa, taşlar konuşur. Bu insanlar, ağaçların kovuklarında yetişmediler. Bu insanların sevdikleri vardı” ifadesini kullandı.

“Toplumsal Hafıza yasası çıkarılsın!” Millet vekili Akın Birdal, BDP’nin Meclis’te kayıplarla ilgili bir komisyon oluşturulması talebinde bulunacağını duyurdu, “Kayıplar sağlarsa sağ olarak, değillerse cesetlerinin ailelere teslim edilmesini isteyeceğiz” dedi. “Dersimin Kayıp Kızları” kitabının yazarı Kazım Gündoğan, gerektiğini söyledi.Akademisyen Ferhat Kentel, “Devlet bu acıları düşünmüyorsa, yaratılan her acının başka bir yerden patlak vereceğini düşünmeli” derken, Yasorunun varlığını kabul ederek çözüm bulmak zorunda olduğunu ifade etti.

“Anneler, yüreklerinin yarısını kaybetti, devlet vicdanını” Toplantıda, Cumartesi Anneleri’nin eylemlerini konu alan bir film gösteriminin ardından “Onlara ne oldu?” pankartı önünde kimi kayıp yakınları yaşadık-

larını anlattı. Cemil Karabayır’ın ağabeyi Mikail Karabayır, “Cumartesi Anneleri, yüreklerinin yarısını kaybettiler. Devlet ise vicdanını... Analar yüreklerini ararken devlet de biraz vicdanıyla hesaplaşsın. Başbakan Cumartesi Annelerinin ne yaptığını bilmiyormuş. Onlar saçlarından sürüldüler, coplandılar, gözaltına alındılar... İnkârcılığa midemiz tok” ifadeleriyle başbakana yanıt verdi. Hayrettin Eren’in kardeşi Faruk Eren, annesinin 80 yaşında olduğunu ve otuz yıldır beklediğini aktarırken, 1981 yılında kaybedilen Cemil

SIFIR NOKTASI Oral Çalışlar

Militarizmin ana damarı “Türkiye’de yaklaşık 185 bin er, tamamen posta, kuaför, berber, görevli gibi isimler adı altında sadece ordudaki subaylara ve ailelerine hizmet veriyor. Ayrıca 32 bin asker de koruma adı altında yine kişilere hizmet veriyor. 14 bin asker de lojmanlara hizmet veriyor. TSK’nın kendini milletin bağrında gibi gösterip, milletten uzakta, sivillerden tam bağımsız, kendi lojmanı kendi mahkemesi, kendi hastanesi ve kendi hegomanyası içinde bulunması ve bütün bunları disiplin gerekçesiyle kamuşe etmeye çalışması gerçekten çok üzücü ve düşündürücüdür.” Yukarıdaki satırlar, bir ay önce yayınladığım, bir emekli subayın mektubunda yer alıyordu. Bu bilgilerin doğru olup olmadığına karar vermek kolay değil. Ancak bir aydır, bu bilgilerin yanlış olduğunu belirten bir açıklama da almış olmadığım için, doğru olmalarını yüksek bir ihtimal olarak değerlendiriyorum. “Zorunlu askerlik sür-

Karabayır’ın 103 yaşındaki annesi, “Cemil geri gelir diye 29 yıl evden dışarı çıkmadım. Cemil geri gelir de evi tanıyamaz diye 29 yıldır tadilat yapmadım. 29 yıldır

“Kafasına çiviler çakılarak öldürülmüştü” Nurettin Yedigöl’ün kardeşi Muzaffer Yedigöl gözyaşları içinde yaptığı konuşmasında şunları söyledi: “Ağabeyim, gözaltına alındığında ona para ve elbise götürdük. Ama bize geri verdiler. İşkence edilerek, kafasına çiviler çakılarak öldü-

sün” diyen ve bunun terörle mücadele için elzem olduğunu iddia eden Genelkurmay’ın gerekçeleri ışığında bu rakamları yorumlayalım. Askerlikle ilgisi olmayan hizmetlerde çalışan asker sayısı, yukarıdaki rakamları topladığımız zaman 231 bin ediyor. Örneğin Alman ordusunun şu anki toplam personel sayısı 247 bin, İtalya’nın 195 bin, İngiltere’nin 173 bin. Avrupa’daki büyük orduların çoğunun toplam personel sayısı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarya sektörü’nde çalıştırılan personel sayısından daha az. Türk Silahlı Kuvvetleri sık sık asker sayısının yetersizliğinden bahseder. Bu yetersizlik söylemi üzerinden askerin toplum üzerindeki hegemonyası pekiştirilmeye çalışılır. Berberlik, kuaförlük gibi hizmetler diğer devlet kurumlarında maaşlı çalışanlar tarafından verilirken, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarya’ sisteminin tercih edilmesinin hiçbir mantıklı açıklaması yok. Sadece berberlik ve kuaförlük gibi ‘az riskli’ alanlarda değil, şoförlük gibi daha fazla dikkat gerektiren alanlarda da angarya sisteminin tercih edildiğini görüyoruz. 20 yaşındaki çocuklara kocaman cemseler, tanklar teslim ediliyor. Muhtemelen birçok kaza acemi şoförler yüzünden gerçekleşiyor.

rülmüştü. Eninde sonunda ben ağabeyimin mezarını da kemiklerini de bulacağım. 80 yaşındaki annem de oğlunun öldüğüne inanacak. Toplantıya yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybedenlerin kurduğu Toplumsal Bellek Platformu’ndan Rakel Dink ve Sezen Öz, Barış ve Demokrasi Partisi kacı Mahmut Alınak, Barış Meclisi’nden nelerinin ne Kentel, yayıncı-avukat Eşber Yağmurdereli, Cumartesi İnsanlarından Nimet Tanrıkulu’nun yanı sıra çok sayıda aktivist, akademisyen, gazeteci, insan hakları savunucusu katıldı.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şoför ihtiyacını profesyonel elemanlarla sağlamıyor olmasının hiçbir rasyonel temeli yok. Acemiliğin neden olduğu kaza, arıza gibi durumların ekonomik profilini göz önünde bulundurursak, bu sistemin ekonomik rasyonalitesinin bile olmadığını kolaylıkla görebiliriz. Toplumdaki askeri hegemonyanın merkezinde hep zorunlu askerlik oldu, günümüzde de böyle. Bedelli askerliğin yol açtığı rahatsızlığın temel nedeni de, bu heetkisinin olması. Genelkurmay Başkanlığı’nın zorunlu askerlik konusundaki hassasiyetini ve ‘tek tip askerlik’ projesindeki ısrarını bu çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor. Televizon ekranlarında emekli generalleri izliyorum.Tek tip askerliği çok hevesli bir şekilde savunduklarını, “Hepiniz hizaya gireceksiniz” havası içinde konuşmaktan heyecan duyduklarını gözlemliyorum. Militarizmin yarattığı hegemonyanın rantını, Yukarıdaki satırlar, bir ay önce yayınladığım, bir emekli subayın mektubunda yer alıyordu. . imkânlarını kullanıyor olmak, bu psikolojiyi açıklıyor. Bu rantın hem manevi, hem maddi boyutlarının olduğu ortada. Toplumdan üstün olma Silahlı Kuvvetleri’nde ‘angarboyut üzerine ise birçok yönden değerlendirme yapmak mümkün. oral@calisir.com


12 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

Harun Keçecioğlu, adeta gasp edilmiş durumda olan Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin prestij kaybına uğradığına dikkat çekerek, bir an evvel patrik seçimine gidilmesi gerektiğine işaret ediyor

“Halkın iradesini yok sayana iyi niyetli denemez” E RMENİ toplumunun İstanbul’daki pek çok kurumunda ve Surp Pırgiç Hastanesi’nde uzun yıllar boyunca yöneticilik yapmış olan emektar hayırseverlerden Harun Keçecioğlu, Türkiye Ermeni toplumunun gündeminden düşmeyen patrik seçimi meselesine dair Agos’un sorularını yanıtladı. 53 yıldır, Ermeni toplumunun kurumlarının karşılaştığı zorlukların çözümü için katkı sunmaya çalıştığını, toplumun birçok kesimini yakından tanıdığını ifade eden Keçecioğlu, günümüzde Türkiye Ermenileri Patrikliği’nin yürüttüğü politikaların kurumu prestij kaybına uğrattığına dikkat çekerek, Patrik II. Mesrob’un hastalığından sonra Patrikhane’nin adeta gasp edilmiş bir halde olduğunu belirtiyor. Keçecioğlu ayrıca, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a çağrıda bulundu ve patrik seçimi yapılması için gereken iznin verilmesini talep etti.

Patrikhane’nin gasp edilmesine yol açtı. Toplum bu durumdan son derecede ra hatsız. Kimse halkın olan biteni önemsemediğini ya da umursamadığını söylemeye kalkışmasın. Kiminle karşılaşsam, öncelikle bu konudaki rahatsızlığını dile getiriyor. Biz medeni bir toplumuz, elbette toplumumuza yakışmayan tavırlar içine girmemiz söz konusu olamaz. Ama Patrikhane’ye gidip birini makamdan alaşağı etmiyor diye, hiç kimse toplumun duyarsız olduğunu söyleyemez.

Türkiye Ermenileri Patriği II. Mesrob’un rahatsızlığının açıklanmasının ardından yaşanan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Elli yılı aşkın bir süredir toplumuna katkı sunmaya çalışan biri olarak, ben derim ki: “Sevgili kardeşimiz, hatta sevgili evladımız, medeni bir şekilde ortaya çık, aday olduğunu açıkla ve seçim yapılması için ne gerekiyorsa bir an önce hayata geçirmeye başla.” O evladımız, hayatını gerçekten Kilise’ye ve dine adamışsa, toplumuna hizmet etmeye, katkı sunmaya baş koymuşsa, mevcut durumda atacağı ilk adım bu olmalı. Ve şayet varsa, seçimde aday olan diğer ruhanilere “Buyurun” demelidir. Bu toplum elbette vefalıdır. Günü geldiğinde, halkın belirlediği ruhaninin eli elbette öpülür ve makamına saygı duyulur. Toplumu oluşturan bireylerden biri olarak, oyumu kullanmak gibi doğal bir talebim var. Eğer toplumun iradesine önem vermeyen, diktacı bir düzenden bahsediyorsak, orada elbette oy kullanmanın da, birey olmanın da önemi kalmaz. Bunula beraberde birlikte bulunan ve sorumluluk bu toplum binlerce yıllık bir kültürün mirasını onurla ta-

Patrik II. Mesrob Hazretleri, bugüne dek karşılaştığım en kıymetli ruhanilerden biridir. Tartışmalarımız olmadı değil, ama kendisine derin bir saygımız ve sevgimiz var. Tıp ve bilim insanları, Patriğimizin sağlık durumuna ilişkin yaptıkları açıklamada, maalesef geri dönüşü olmayan bir hastalıktan söz ettiler. Tıbbın çare bulamadığı bir durum söz konusu ise, makamın doldurulması kaçınılmazdır. Ancak makamın bugünkü ‘dolduruluş’ şekli beni fevkalade üzüyor. Bugün Patrikhanemiz âdeta gasp edilmiştir.

Bu nasıl bir gasp? Üç-beş kişinin devletle olan ilişkisi sayesinde, bu insanın makamda kalmasını önermesi ve o kardeşimizin de Kay-seri Kilisesi’nde yaptı-ğı ‘miting’ çalışması,

şımaktadır. Bu onurlu duruşla oynamaya kimsenin hakkı yoktur. 550 yıllık Patrikliğin süregelen geleneklerini görmezden gelmeye, kadim örf ve âdetlerimizi yok saymaya kimsenin yetkisi yoktur. Dolayısıyla, bugün seçim yapılmasını kaçınılmaz kılan bir durum gündemdeyken, halk da bunu dile getiriyorken, kimse arkasına üç kişiyi alarak bu toplumla oynamaya kalkışamaz. Şayet bu oluyorsa, bunun tanımlaması gasptır.

Seçim çıkmazını aşmak için neler yapılmalı? Toplum bu oldubittiye, sizin deyiminizle ‘gasp’a karşı sesini yükseltti. İmza kampanyası başlatıldı, İçişleri Bakanlığı’na talepler iletildi. Tüm bu girişimlere karşın sessiz kalan Patrikhane’nin tavrı sizce ne olmalı?

Sözü devlete de yöneltmek gerekiyor. Sonuçta seçim yapılması için resmi müracaat yapıldı. Vakıf yöneticilerinin katıldığı bir toplantıyla Müteşebbis Heyet belirlendi ve oluşturuldu. Seçim için gereken iznin verilmesini talep ettik. Talebimizin arkasındayız ve hâlâ olumlu bir yanıt bekliyoruz. Yani Türkiye Ermeni toplumu, seçim yapılması için devletten izin bekliyor. Bu ülkenin bir vatandaşı olarak, Başbakan Tayyip Erdoğan başta olmak üzere devlet yetkililerinin bu konuya özen göstermelerini talep ediyor ve çağrıda bulunuyorum. Sayın Erdoğan’dan rica ediyorum, ülkedeki tüm vatandaşlara eşit mesafede durduğunu ve onlara aynı özeni gösterdiğini söyleyen devlet, Ermeni toplumunun sesine kulak versin ve seçim izninin çıkması için İçişleri Bakanlığı’na talimat verilsin.

Duyumlarımıza göre, daha önce olası bir seçimde Başepiskopos Ateşyan’ın delegesi olacağını bildiğimiz kişiler (ki çoğu vakıf başkanıydı) bile bugün gelinen noktadan hoşnut değiller ve bir an önce seçim yapılmasının elzem olduğunu ifade ediyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Seçim ortamı kesinleşmeden, “Delege oldum” demek kadar abes bir şey yoktur herhalde. Az önce Patriklik makamının gasp edildiğini söyledim. Durum buysa, o zaman delegelikler de gasp edilmiş demektir. Birine aniden telefon açılıyor ve “Sen benim delegemsin” denilerek, delegelik dayatılıyor. Bu nasıl bir anlayıştır? Telefon açılan insanlar, belki saygılarından ötürü, belki tecrübesizliklerinden ötürü ya da farklı çekincelerle o an teklifi kabullenmek zorunda kalarak “Peki” demiş olabilir. Ancak bugün gelinen noktada, ortada ne seçim var ne de oy kullanılacak bir ortam. Bu insanlar doğal olarak bugün başka yönelimler içine girmiştir. Uludağ’da tatil yaparken “Ben delegeyim” diyerek övünenler bugün ne düşünüyor acaba?

Patrik seçimi yapılması talebiyle, www.patrigimizisecmekistiyoruz.blogspot.com internet adresinde başlatılan kampanyayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Harun Keçecioğlu Fotoğraf : Fırat Aksu

Mevcut duruma karşı gayet doğal bir tepkidir. Halkın duyarsız olduğunu iddia edenler için, o kampanyaya atılan binlerce imza, güzel bir cevap niteliğindedir. Halktan daha ne yapması bekleniyor? Seçim yapılması için illa bekleniyor? Seçim yapılmasının önünü açmak için yetkililer daha ne bekliyorlar? Kimse kusura bakmasın ama, halkın talebini, halkın iradesini de görmezden gelene iyi niyetli denemez.


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 13

Bezciyan’ın 180. yaşı Sevgi Sofrası’yla kutlanacak okullarımızdaki öğrenci sayısı, bu sayının çok altında. Örneğin Bezciyan okulunda bu yıl 150 öğrenci eğitim görüyor. Sabit giderler aynı kalınca vakışarın da bütçe açığı büyüyor. Diğer yandan, kolejlere giden öğrencileri kazanmak için, eğitim kalitesini yükseltmek ve daha iyi hizmet vermek gerekiyor. Bunun için de maddi açıdan güçlü olmak lazım.” Ermeni toplumunda sıkça yapılan ‘Daha iyi bir eğitim nasıl verilebilir?’ tartışmalarınafın bu yılki bütçe açığının 438 bin TL olduğunu belirtti. Moskofyan, bütçe açığının yüksek olmasını öğrenci sayısının düşüklüğüne bağlıyor ve Ermeni okulları da değinen Moskofyan, yönetim-

lerinin eğitim anlayışını şu sözlerle dile getiriyor: “Eğitim özveri gerektirir, zaman ayırfın bu yılki bütçe açığının 438 bin TL olduğunu belirtti. Moskofyan, bütçe açığının yüksek olmasını öğrenci sayısının ma konusudur. Ayrıca eğitim kadrolarında süreklilik sağlanması lazım. Biz, Bezciyan yönetimi olarak, kendimizi, eğitimciden hademeye kadar, tüm çalışanlarımızdan daha aşağı addediyoruz. Eğitimle ilgili her kararı konunun uzmanlarına danışarak alıyoruz. Bizler amatörüz sonuçta.” Moskofyan, Bezciyan okulu için planmız etüt ise çocukların günlük ödevlerini ve belletmenler eşliğinde yapmalarına yöSAHAG GÜRYAN nelik olacak.”

K

UMKAPI Surp Asdvadzadzin Patriklik Merkez Kilisesi ve Bezciyan İlköğretim Okulu’nun sevgi sofrası, bu hafta sonu Kumkapı Harutyun Amira Bezciyan Salonu’nda kurulacak. Bezciyan okulunun kuruluşunun 180. yıldönümünün de kutlanacağı etkinlik kapsamında, 10 Ekim Pazar sabahı Patriklik Kilisesi’nde yapılacak olan ayini Başepiskopos Aram Ateşyan yönetecek. Madağ öncesinde gazetemizi ziyaret eden Vakıf Başkanı Hrant Moskofyan ve yönetim kurulu üyelerinden Minas Aslan, vakfın bu yılki bütçe açığının 438 bin TL olduğunu belirtti. Moskofyan, bütçe açığının yüksek olmasını öğrenci sayısının düşüklüğüne bağlıyor ve Ermeni okullarının yaşadığı bütçe sorununun nasıl bir kısırdöngü yarattığını şöyle anlatıyor: “Genellikle ilköğretim okullarının asgari 250 öğrencilik kontenjanları bulunmalı. Bizim

EĞİTİM ŞART Sevan Karabetoğlu

Özel ders kaosu Okulların açılmasıyla dersler de yoğunlaşmaya başladı. Öğrencilerin motivasyonları yüksek ve üzerindeki yükler hafif olduğu şu günlerde pek bir problem yok gibi görünüyor. Ancak ilerleyen haftalarda ödevlerin sayısı arttıkça ve ilk sınavlar yapılınca işler genelde değişir. Öğrenci başarısının baskın göstergesi olan sınav sonuçları beklenenin altında olunca velileri saran panik hali ister istemez onları özel öğretmen arayışına sürükler. Bu hafta, çılgınlık düzeyine gelmiş bu sektöre parmak basalım. Yanlış bir beklentiyi ortadan kaldırmakla başlayalım. Özel öğretmenlerin asıl görevi öğrencinin ödevlerini yaparken başında durmak ve yalnızca sınavlardan yüksek not almasını sağlamak değildir. Asıl görevi öğrencinin tek başınayken ödevlerini yapacak hale getirmek ve okulda ya da dershanede aktarılan bilgiyi özümsetip öğrencinin tek başına bu bilgiler arasında bağlantılar kurup sınavda bu

analizleri ifade etmesini sağlamaktır. Fakat eğitim sistemimiz öğrenme odaklı değil not odaklı olduğu için, matematik dersinde bile soruların çözümlerini şuursuzca ezberleyen öğrencilerle hâlâ karşılaşmaktayız. Bu durumu etkileyen, gelecek hedeşeri, anne babanın tutumu, okul ve öğretmenlerin kalite anlayışı gibi birçok faktör var şüphesiz, ama yine de gerek öğrencilerin gerekse velilerin bilinçli davranmaları kendi lehlerine olacaktır. İlk yazılarımda özel öğretmenleri kategorize edip ideal bir özel hocanın nasıl olması gerektiğinden bahsetmiştim. Bu bağlamda objektifimizi öğrencilere ve velilerine çevirelim. Öğrenciler, özel hoca tutulacağını öğrendiklerinde kendilerinde bir eksiklik olduğu hissine kapılırlar. Bu noktada genellikle anneleri –zira genelde bu tip süreçlerde anneler daha aktif rol oynar– çocuğunu, onun zayıf duğunu anlatarak bu önyargıyı yıkmaya çalışır. İkinci bir öğrenci kitlesi ise gelecek olan özel hocanın yararsız akıllıca yol, eğitim için yatırım yapılacak maddi imkanı onu iş hayatına atılması için değerlendirmektir. Konu veliler için ele alındığında ise yine iki ayrı grup söz konusu. İlk grup kendi hırslarına yenik düşüp geçmişindeki akademik yetersizliğini çocuğunun da yaşamaması adına onun beklentilerini görmezden gelerek en kıdem-

li okullarda tahsil görmesi için varını yoğunu vermesidir. Bu durumun seviyelerinin olduğunu belirtmek gerek, ama ben üniversiteye hazırlanırken arka sırda oturan arkadaşım “felsefeden de ders alacakmışım” diye üzülüyordu. Zira sorumlu olduğumuz matematik, geometri, fizik, kimya, biyoloji Türkçe , tarih ve coğrafya dersleri için ayrı ayrı özel hoca tutulmuştu annesi tarafından. Bu tip sorunlu velilerin tedavi görmeleri hem kendilerine hem de ailelerine faydalı olacaktır. İkinci grup veliler ise görece bilinçlidir. Onlar için önemli olan çocuğunun okuldaki bilgileri öğrenmesidir. Genellikle çocuklarının kapasitelerini bildikleri için beklentileri de paralellik gösterir. Diğer bir ifadeyle “tüm derslerinin 5 olmasını değil dersleri özümsesin yeter” zihniyeti taşırlar ki en uygun bakış açısı budur. Bardağı eğerek su seviye düzlemini silindirin köşegeni üzerine gelinceye kadar suyu dökerseniz, yarım barken su seviyesini etrafını kalemle çizip yukardaki işlemi tekrarlarsanız bardakta tam çeyrek bardak su bulunur. İleriye doğru yürüdüğünüzde mumun alevi geriye doğru yatar. Ancak mumu bir kavanoz içinde taşıyarak yürüseniz alev yatacaktır. sevan@karabetoglu.com


14 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

Modern bohçacılar iş başında

OLDUĞU GİBİ

Ü

Rober Koptaş

RÜNLERİN, müşteriye satış temsilcileri vasıtası ile hızlı ve ucuz bir şekilde ulaştırılmasına dayanan doğrudan pazarlama sistemi, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hızla yaygınlaşırken, “Bohçacı geldi hanıııım!” diye bağırarak kapı kapı dolaşan satıcılar da, yerlerini modern satış uzmanlarına bıraktı. 2003 yılında Türkiye’nin ilk ‘network marketing’ firması olarak kurulan ve 2008’de Artin Sandalcı’nın satın aldığı ‘Bohçam’ da, doğrudan satış sistemiyle faaliyet gösteren firmalardan biri. Bohçam ekibinin satın alma ve pazarlama sorumluları Lena Tekyan ve Talar Matatyan, gazetemizi ziyaret ederek firmalarının, özellikle kadınların önemli rol üstlendiği satış uygulamaları hakkında bilgi verdiler. “Firmamız, ‘modern bohçacı’ sloganı ile yola çıktığı günden bu yana, Türkiye’nin 81 iline yayılmış olan on binlerce temsilciye ulaştı. Tekstilden ev gereçlerine, geniş ürün yelpazesi ile her yaşa ve her türlü ihtiyaca karşılık vermeyi hedeşiyoruz” diyen Matatyan, kaliteden ödün vermeden, geniş ürün portföyüyle yollarına devam ettiklerini belirtiyor. Satış yelpazesinde, kadınların günlük hayatta ihtiyaç duyabileceği pek çok ürünün yer aldığı firma-

nın satış kadrosu, 18 yaşını dolduran herkese açık. İktisat ve işletme mezunu olan Tekyan ve Matatyan da, işlerini büyük bir sevgiyle yaptıklarını söylüyor. Özellikle Anadolu’da yaşayan ve alışveriş yapmak için fazla olanak bulamayan kadınları hedef kitlesine oturtan Bohçam, kısa zamanda zincirinin halkalarını hızla çoğaltmış. K a d ı nl ard ak t if k a t ıl ı m F ir m a , Türkiye’nin her yerindeki, ‘damla’ adıyla anılan mevcut temsilcilerine gönderdiği kataloglar kanalıyla sipariş topluyor ve bu siparişleri kargo ile damlalara göndererek ürünlerin son alıcıya ulaşmasını sağlıyor. Matatyan, kataloglarında iç çamaşırı ve ev tekstili başta olmak üzere bir evin ihtiyacı olabilecek her türlü ürünün mevcut olduğunu söylerken, Tekyan ise %80 oranında kadının çalıştığı firmada satış temsilcisi olan erkeklerin de mevcut olduğunu belirtiyor. Firmada, satın alma, ürün ve fiyat belirleme, görsel tasarım ve pazarlama faaliyetlerini üstlendiklerini söyleyen Matatyan ve Tekyan, haftasonu yapacakları bir toplantıyla sistemlerini Ermeni kadınlarına da tanıtacaklarını söylüyorlar. Ermeni toplumunda bu işi yapabilecek pek çok kadın olduğunu söyleyen Matatyan, kazancın, katılımcının bu işe ne kadar zaman ve emek harcadığıyla

doğru orantılı olduğunun da altını çiziyor: “Kadınlarımızın %30’lara varan kazanımları oluyor. Ekipler kurarak ve alt ekiplerini aktif bir şekilde kullanarak da kazanç elde edebiliyorlar” diyen Tekyan ise kayıtlı 13 bin üyeleri olduğunu ve bunların 5 bininin aktif olarak çalıştığını söylüyor. Sisteme katılım şartları www. bohcam.com.tr’den öğrenilebilir. Eski mezundan iki öğrenciye destekBomonti Mıhitaryan İlköğretim Okulu’nun eski mezunlarından bir hayırseverin, bu yıl okulda eğitim gören iki öğrencinin eğitim masraşarını üstleneceği açıklandı. Öğrencilere burs vererek hem okula, hem de öğrencilere büyük katkı sağlayacak olan Bomonti Mıhitaryanlı eski mezunun, ayrıca her iki öğrencinin gelecekteki eğitim masraşarını da karşılayacağı bildirildi. Kumbara Sanat’ta Ermenice dersleri Kumbara Sanat’ta düzenlenen Ermenice dil kursu 16 Ekim’de başlıyor. Bu yıl ikinci kez yapılacak olan Ermenice kursunda, eğitmenliği Tamar Nalcı üstleniyor. Cumartesi günleri yapılacak olan dersler saat 11.00’de başlayıp 13.00’te sona eresınırlı. Konuyla ilgili bilgi almak için İstiklal Caddesi Küçükparmakkapı Sokak 9/3 adresinde bulunan Kumbara Sanat’a, (212) 292 09 51 veya 0555 360 61 95 nolu telefon numaralarından ulaşabilirsiniz.

MHP’nin panik atağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yüzlerce partiliyle birlikte Ani’de kıldığı cuma namazı, referandum sonrasında partilerin kendilerini yeni şartlara göre konumlandırma arayışlarının bir ürünü. Bugünlerde en azından söylemsel düzeyde daha fazla demokrasi vaaz ederek, stratejik adımlarla, iki ileri bir gerilerle AKP’yi köşeye sıkıştırmayı ve gündemi bizzat belirleyerek zeminini genişletmeyi arzu eden CHP’nin aksine, anlaşılan MHP daha sert, daha karanlık ve sığ sulara çekilmeyi uygun görmüş. Bahçeli böylece muhtemelen, hem tepkisel milliyetçi tabandaki savrulmanın önüne geçmeyi, hem AKP’nin reformcu siyasetinin korkuttuğu muhafazakâr-milliyetçi tabandan oy almayı, hem de CHP’nin yeni ve daha esnek siyasetiyle tatmin olamayacak ulusalcı hassasiyetleri kendi kazanç hanesine yazmayı umuyor. Par tinin bu konuda bir başka hesabı ve mesajı da, AKP’nin gelecekteki muhtemel ‘Ermeni açılımları’na yönelik. Bahçeli, hükümete “Ermenistan’la diyaloğu güçlendirir ve sınırı açmaya kalkarsan, bu ülkedeki bütün milliyetçi muhalefeti harekete geçirir, dünyayı sana dar ederim!” mesajı veriyor. Bugüne kadar Ermeniler ve Ermenistan konusunda attığı her adımda milliyetçi tepkileri hesaba katan, İsviçre’de imzalanan protokolleri bu tepkiler nedeniyle sulandıran ve nihayetinde askıya alan AKP’yi en hassas olduğu yerden vurarak gelecekteki normalleşmenin önüne geçmeye çalışan MHP, referandumdaki başarısızlığını Ermeni karşıtlığıyla telafi etmeyi planlıyor.

Her fetih gibi mütecaviz Tür k i y e’d e an a ak ı m m e d y a , B ah çel i ’nin ve MHP’lilerin cuma namazının üzerinde pek fazla durmadı. Örneğin, hiçbir büyük gazete, bu olayı manşetine taşımaya değer görmedi. Basının bu sessizleştirme tavrı, MHP yönetimindeki aklıevvel birilerinin, daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir işe kalkışıp Ani’deki Surp Asdvadzadzin katedralinde namaz kararı almasının yarattığı hicap duygusundan mı kaynaklanıyordu acaba? Kim bilir... Halbuki olayın, gündelik siyasetin ötesine geçen çok daha derin anlamları var. Bunların başında, Bahçeli’nin konuşmasında “Yeniden fethederiz!” sözleriyle dikkat çektiği fütuhat, yani fetihçilik zihniyetine yapılan gönderme geliyor. Ani, tıpkı MHP’lilerin bir günlüğüne de olsa ibadete açılmasına tepki gösterdiği Ahtamar’daki Surp Haç Kilisesi gibi, Ermeniler açısından tarihi ve dini önem taşıyan önemli bir simge. Ermeni Gamsaragan ve Pakraduni prenslikleri döneminde büyük gelişme gösteren, İpek Yolu’nun bu önemli menzili, 1045’te Bizans egemenliğine geçmiş, ardından da, 1064’te Selçuklu beylerine teslim olmuştu. Ancak Ani’deki ana katedral, 12. yüzyıldan sonra da Hıristiyanların ibadet ettiği bir kilise olmayı sürdürdü. Tanrı ve Ermenilerin ruhani lideri Katolikos şahenşahın tedrali inşa ettirdim...” diye yazar. MHP’lilerin Ani’yi yeniden fethi, bugün Türkiye-Ermenistan sınırında yer alan bu kadim kentin, şu anki cavizliğinin bir benzeri. MHP, Ani’deki namazıyla, bu mütecaviz zihniyeti paylaşmaktan gurur duyduğunu cümle âleme kentin göstermiş oldu.


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 15

Okurlardan... Okurlardan...

Adil hizmet mi, ego tatmini mi? Daha fazla duyarsız kalamadım. Yaz başından beri dostlarımla bu konu hakkında muhtelif zamanlarda konuştuk ve tartıştık, kimi zaman hemfikir olduk, kimi zaman fikir ayrılığına düştük. Söylemek istediğim, Aramyan Okulu’nda olanlar. Ne yazık ki yine bir okul müdürünün işine son verildi; yine, kendisine, okul velilerine, topluma, basına akılcı bir neden sunulmadı. Aramyan da diğerleri gibi hepimizin okulu olduğu için bu konuyu irdeleme hakkına sahip olduğumu düşünerek duygularımı paylaşmak istedim. Cemaat işlerinde gönüllü görev almak yürek ister, vicdan ister, adaletli olmak ister, sorumluluk ister, bilgi ister, deneyim ister. Özellikle okullar… En bıçak sırtı olan, en hassas olunması gereken kurumlardır. Burada insan yetiştiriliyor, çocuklarımızın istikbali söz konusu. Bunun için de yöneticilerimizin had bilmeleri, işi ehli kişilere bırakmaları gerekir. Ama NER Yeni kan adı altında yıllardır birçok okulumuzda yapılan keyfi değişiklikler yöneticilerimizin okullarda görev yapan öğretmenlerimizin, müdürlerimizin deneyimlerini, devlete ve sisteme karşı prosedür bilgilerini, emeklerini düşünmeden, “Al tazminatını, hadi bir de plaket verelim…” kolaycılığıyla yaptığı icraatlardı. Timsah gözyaşları

misali, yürü git, gelsin yenisi. İyi, gelsin yenisi de, eskisi yenisi bir arada yol alsa, hem eski müdürün tecrübesinden faydalanılsa, yeni gelen müdür daha iyi ,daha güçlü temeller kursa, daha iyi olmaz mı. Ama NERDE... Bizimkilerin yaptığı, ben istedim, ben yaptım oldu. Böyle şey olmaz! Bu kurumlar hepimizin, kişi kendi şirketinde istediğini işe alır, istediğini işten atar, sistemi değiştirir, kimseye hesap vermez, yararı da zararı da gün gelir kendisine döner. Ama toplumumuzun kurumlarını yönetenlerin böylesine keyfi davranmaya hakkı yoktur, çünkü zararı çocuklarımıza dönüyor. Benim çocuğum yok, ama yıllarca dostlarıma, arkadaşlarıma “Çocuklarınızı bizim okullarımıza gönderin, özümüze, dilimize sahip olalım, bir arada olalım” diyerek mücadele ettim. Ama artık yavaş yavaş bu duygularımın yanlış olduğunu düşünmeye başladım. Eğitim konusunda bilgisiz, veya daha da kötüsü, kendini bilşir, onlara nasıl bir istikbal hazırlanır? Bu gidişle, okullarımıza göndermek konusundaki ısrarımızdan da vazgeçmemiz gerekebilir. Bunun vebali ise hepimizin boynunda olacak. Ürünlerin, müşteriye satış temsilcileri vasıtası ile hızlı ve ucuz bir şekilde ulaştırılmasına dayanan doğrudan pazarlama sistemi, dünyada olduğu

gibi Türkiye’de de hızla yaygınlaşırken, “Bohçacı geldi hanıııım!” diye bağırarak kapı kapı dolaşan satıcılar da, yerlerini modern satış uzmanlarına bıraktı. 2003 yılında Türkiye’nin ilk ‘network marketing’ firması olarak kurulan ve 2008’de Artin Sandalcı’nın satın aldığı ‘Bohçam’ da, doğrudan satış sistemiyle faaliyet gösteren firmalardan biri. Bohçam ekibinin satın alma ve pazarlama sorumluları Lena Tekyan ve Talar Matatyan, gazetemizi ziyaret ederek firmalarının, özellikle kadınların önemli rol üstlendiği satış uygulamaları hakkında bilgi verdiler. “Firmamız, ‘modern bohçacı’ sloganı ile yola çıktığı günden bu yana, Türkiye’nin 81 iline yayılmış olan on binlerce temsilciye ulaştı. Tekstilden ev gereçlerine, geniş ürün yelpazesi ile her yaşa ve her türlü ihtiyaca karşılık vermeyi hedeşiyoruz” diyen Matatyan, kaliteden ödün Türkiye’nin ilk ‘network marketing’ firması olarak kurulan vermeden, geniş ürün portföyüyle yollarına devam ettiklerini belirtiyor. Satış yelpazesinde, kadınların günlük hayatta ihtiyaç duyabileceği pek çok ürünün yer aldığı firmanın satış kadrosu, yaşını dolduran herkese açık. İktisat ve söylüyor. Özellikle Anadolu’da yaşayan ve alışveriş fazla ettiklerini belirtiyor. SARV EN MUR ADYAN

Eski mezundan iki öğrenciye destek

Kumbara Sanat’ta Ermenice dersleri

Kumbara Sanat’ta düzenlenen Ermenice dil kursu 16 Ekim’de başlıyor. Bu yıl ikinci kez yapılacak olan Ermenice kursunda, eğitmenliği Tamar Nalcı üstleniyor. da, eğitmenliği Tamar Nalcı üstleniyor. Cumartesi günleri yapılacak olan dersler saat 11.00’de başlayıp 13.00’te sona erecek. Katılım ücretinin ayal9/3 adresinde bulunan Kumbara Sanat’a, (212) 292 09 51 veya 0555 360 61 95 nolu telefon numaralarından ulaşabilirsiniz.

Kumbara Sanat’ta düzenlenen Ermenice dil kursu 16 Ekim’de başlıyor. Bu yıl ikinci kez yapılacak olan Ermenice kursunda, eğitmenliği Tamar Nalcı üstleniyor. da, eğitmenliği Tamar Nalcı üstleniyor. Cumartesi günleri yapılacak olan dersler saat 11.00’de lık almak için İstiklal Caddesi Küçükparmakkapı Sokak 9/3 adresinde bulunan Kumbara Sanat’a, (212) 292 09 51 veya 0555 360 61 95 nolu telefon numaralarından ulaşabilirsiniz.

KAPLUMBAĞA Bercuhi Berberyan

Geçmişin izi tekrar mı? Ay, yine dayanamadım. Onca kınama, onca eleştiri, onca ayıplama içeren yazı çiziden sonra bile aldırmazlık edemedim. Çünkü hem kınadım hem de ekstradan ve de elimde olmadan güldüm. Bence dünya gülmüştür. Olay aynen çocukların ‘elim sende’ oyunu gibi değil miydi? “Siz Sümela’da, Ah Tamar’da… Pardon… Beyaz Damar’da ayin neyim yapar mısınız? Ben de bin yıl önce fethedilmişi yeniden fethetme ‘show’u yaparım işte böyle. Aklınızı başınıza toplayın. Eskileri deşip durmayın, buralar benimdir benim” der gibi… Sanki birileri bir yerlerde hak iddia etmeye kalkmışmış gibi… Böyle bir gövde gösterisine ne gerek vardı bilmem ki… Dedim ya, hem kızdım, hem güldüm. Gülmemin bir nedeni de yıllarca “Oranın adı aslında Anı’dır, Ani değildir. Ermeniler dilleri dönmediğinden (!) öyle diyorlar” diye yırtınanların, sırf eskiden Ermenilere ait olduğunu

vurgulamak için, üzerine basa basa Ani demeleriydi. Tabii, bu durumda geriye dönüş olmaz artık. Mecburen herkes Ani diyecek. Bakar mısınız? Nispet uğruna bir dolu iş çıktı. Anı olarak basılmış onca kayıt, broşür, belge falan filan hep değişecek şimdi. Değişmeli de. Ayıp olur yoksa. Diyorum ki bir Cuma namazı da Ah Tamar’da kılınsa, oraya da Beyaz Damar demekten vazgeçilir mi acaba? Olmayacak şey değil yani… Bakın, böyle birden konuya dalınca namaz kılınmasına, dua edilmesine karşıyım sanılmasın. Ben herhangi bir ibadethanede, herhangi bir dine mensup insanın dua edebilme özgürlüğünde olmasından yanayım. Ama dini duyguların milliyetçilikle istismar edilmesine karşıyım. Nedir o mehter takımı falan? Nedir o dua bahanesiyle fetih gösterisi tavırları? Yok mu ya… “Bu Ermeni diyarı diye bilinen yer bizimdir, ne istersek yaparız!” Sanki “değildir” diyen vardı... Ve Sn. Bahçeli’nin “Yüzyıllarca emellerine ulaşamamış Ermeni’nin ve Rum’un bitmeyen ihtirasları” diye başlayan cümlesinin devamını dinleyemedim bile, isyanımdan. Ne ihtirası varmış Ermeni’nin ve Rum’un yahu yüzyıllardır, eşit vatandaşlık hakkı istemekten başka? Bu ülkede biri azıcık hak hukuk lafı etmeye başlasa hemen

bölücülükle suçlanıyor. Var mıdır acaba dünyada vatanın bölünmesinden bu derece korkan bir devlet daha? Ne zaman anlaşılacak kimsenin böyle bir şey istemediği? Bir avuç Ermeni, vatanı niye bölmek istesin ki? Ya da bir tutam Rum? Ayrıca, Alparslan, vaktinde Anadolu’yu fethederken, Romalıların baskısından yılmış olan Ermenilerden yardım almadı mıydı? Oralarda Ermeniler onu kurtarıcı gibi karşılamadılar mıydı? Ben mi yanlış biliyorum acaba? Hem nedir Anadolu’daki Ermeni’nin izlerini böyle ısrarla silmeye çalışma çabası? Geçen sayılarımızdan birinde sırf Van’daki çoktan yok olan kiliselerimizin yerlerini gösteren haritayı gördüğümde dudağım uçukladı. Biliyorum, epey infial içeren ve de az buçuk konu bütünlüğünü kaybetmeye doğru giden bir yazı oluyor bu. Ama ikisi birbirinin nedeni…Vardanyan ailesinin dertleri memleketleri Ermenistan’da da son bulmamış: “Şimdiki evde aylık 400 TL kira ödüyorum. Üç aylık kira borcum var. Ev sahibimiz, mayacağı bir yerde yaşıyor. Suçumuz nedir bilmimızı çözebilecek bir avukat talep ediyorum. Çok zor bir durumdayız herbirimiz. Umarım Rosa Vardanyan’a yardımcı olacak birileri çıkar.” bercuhi@berberyan.com


16 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

Rosa Vardanyan’ın başına gelenler Ermenistanlı göçmenlerin karşılaştıkları zorlukları gösteriyor

Uzanacak yardım elini bekliyor T

ÜRKİYE-Ermenistan arasında diplomatik ilişki olmaması ve sınırın kapalı tutulması nedeniyle yıllardır yasal statüye kavuşamayan Ermenistanlı göçmenler, korunmasız kaldıkları için sık sık tehlikeye maruz kalıyor, ancak hiçbir hakka sahip olmadıklarından, haklarını arayamıyor. İstanbul’da sokakta saldırıya uğradıktan sonra ruh sağlığını yitiren oğlunu tedavi ettirmekte büyük güçlük çeken 43 yaşındaki Rosa Vardanyan ve ailesinin yaşadıkları, bu durumun acı bir örneği. Türkiye’ye 1997’de göç eden Vardanyan, başından geçenleri Agos’a anlattı.“1997’de kocam öldükten sonra iki oğlumla birlik-

te Türkiye’ye göç ettik. Bir süre sonra iş buldum ve çalışmaya başladım. Başta her şey çok güzeldi. Hiçbir problemimiz yoktu. Uzun yıllar böyle yaşadık. Oğlum Rafael

yor, bağırıyordu. Vardanyan, oğlunun derdine çare bulabilmek için çıktığı televizyon programının ardından sınır dışı edilmiş: “Bir gün, vatandaş olabilmek için NTV’ye çıkıp derdimizi at ettik, ancak sonuç olumsuzdu. Dört ay orada kaldıktan anlattık. Ama sonra, kim olduğunu bilmediğimiz biri bizi ihbar etti ve polisler geldi. Bizi Yabancılar Şubesi’ne gönderdiler. Orada, Ankara’ya mektup yazmamızı tavsiye ettiler. Vatandaşlık için müracaat ettik, ancak sonuç olumsuzdu. Dört ay orada kaldıktan sonra sınır dışı edildik.”ardım etmek isteyenler, kendisine ulaşmak için Agos’a başvurabilirler.

Tedavisi için Surp Agop Hastanesi’ne gittik. Orada şizofreni teşhisi kondu, fakat yabancı olduğumuz için korktuklarını söyleyip muayene etmediler. Oğlumun patronunun kefil olmasıyla, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gittik. İlaç verdiler. Ben Etiler’de çalışıyorum ama aklım hep Kurtuluş’ta, evde kalan oğlumda.”

‘Bin Kamp Armen gönüllüsü’

aranıyor

T

ÜRKİYE-Ermenistan Sinema Platformu’nun düzenlediği ‘Birlikte Film Yapıyoruz’ projesi kapsamında çekilecek olan ‘Kaybolmayın Çocuklar’ adlı film için sponsor arayışı sürüyor. Senaryosunu Garabet Orunöz’un yazdığı, yönetmenliğini ise Gülengül Altıntaş’ın üstlendiği film için Kültür Bakanlığı’na başvuruda bulunan ancak olumsuz yanıt alan Orunöz, filmin tamamlanması için halktan destek sağlamak amacıyla bir kampanya başlattı. Kısa süren önce ‘Bin Kamp Armen Gönüllüsü’ adıyla başlatılan kampanyaya, şimdiye kadar, başta Tıbrevank Gönüllüleri, MalatyaHay Gönüllüleri ve Vakıfköylüler olmak üzere çok sayıda kurum ve kişi katkı verdi. ‘Bin Gönüllü’ arasında olmak isteyenler, İş Bankası İstanbul Kapalı Çarşı Şubesi’ne, Karabet Orunöz adına açılan hesaba katkıda bulunabilirler. Hesap numaraları: Euro hesap no: TR68 0006 4000 0021 0270 3018 90 ABD Doları hesap no: TR73 0006 4000 0021 0270 3005 TL hesap no: TR43 0006 4000 0011 0270 2331 84

Topkapı Okulu yararına brunch Her yıl olduğu gibi bu yıl da Topkapı Levon Vartuhyan Okulu yararına bir brunch düzenleniyor. 13 Ekim Çarşamba günü Nakkaştepe Bridge Restaurant’da gerçekleşecek davet, saat 11.00’de başlayıp, 16.00’da sona erecek. Topkapı Vakfı, Brunch’a katılacak konuklar için Yeşilköy, Bakırköy ve Feriköy’den otobüs seferi düzenliyor. Cemaat işlerinde gönüllü görev almak yürek ister, vicdan ister, adaletli olmak ister, sorumluluk ister, bilgi ister, deneyim ister. Özellikle okullar… En bıçak sırtı olan, en hassas olunması gereken kurumlardır. Burada şilere bırakmaları gerekir. Otobüsler, saat 09.30’da Yeşilköy, Migros Karşı Caddesi otobüs durağından, yine 09.30’da Bakırköy, İstanbul Caddesi Tansaş önünden ve saat 10.00’da şamba gününğde Feriköy, İdil Dormen Tiyatrosu’nun önünden hareket edecek.

bakkalda çırak olarak çalışıyordu. Bir gün eve dönerken birkaç gencin saldırısına uğradı. Türkiye’de yaşayamayacağını söylemişler ve feci bir şekilde dövmüşler. Ondan sonra kendini tanımaz hale geldi. Kendi kendine konuşu-

Su çatlağını buldu

B

İTLİS Ta ş ailesinin üyeleri, geçtiğimiz günlerde köylerini (Misi/Mtsi/Açıkalan) ziyaret ederek Asadur (Asdur) Taş için bir mezar yaptırdı. Köylülerin de katıldığı bir Hokehankist ayini gerçekleştiren Taş ailesi, uzun bir aradan sonra Bitlis’te ilk kez bir Ermeni aile kabristanının da temelini atmış oldu. Cezo Taş, Agos’a yaptığı açıklamada “Ben köyden 1955’te ayrıldım. Babamın mezarını yaptırdığımız yer eskiden mezarlıktı. Bizim eski soyadımız Margosyan’dır, ancak Soyadı Kanunu’yla Taş olmuş. Babamın adını ve soyadını bu şekilde köyde yaşatmak istedim” dedi. Geçtiğimiz yıl köyünü ziyaret ettiğini belirten

Taş, Babamın mezarını yaptırdığımız yer bölgede yaşayan Ermeni olmasa da, bir Hokehankist ayini gerçekleşti halen eski köy isimlerinin

kullanıldığını, Niç köyüne halen yazın Ermenilerin gelip ekin ektiklerini, Pnuts köyünde ise kimsenin kalmadığını söyledi.

HAYCAR’dan yeni etkinlikler

H

AYCAR Derneği, 2 Ekim Cumartesi günü Marmaray kazıları sırasında ortaya çıkan arkeolojik alana teknik gezi düzenledi. Kazılar sonucu ortaya çıkan batık gemileri görme fırsatı bulan ziyaretçiler, arkeolojik alan ve batıklar hakkında da ayrıntılı bilgi aldılar. Haycar etkinlikleri kapsamında 30 Eylül Perşembe akşamı ise Feriköy Kilisesi Nazar Şirinoğlu Salonu’nda derneğin başkan yardımcısı Sevan Karabetoğlu, “Quark’tan Kozmos’a” başlıklı bir sunum yaptı. Önümüzdeki günlerde derneğin sunum ve gezi faaliyetleri devam edecek. 14 Ekim Perşembe akşamı Feriköy Kilisesi Nazar Şirinoğlu Salonu’nda Gemi İnşaatı Mühendisi Ohannes Özçelik, yat yapımını anlatacak. 4 Kasım Perşembe ise Berkay Somali, Amerikan Yeşil Binalar Konseyi (USGBC) tarafından verilen, sürdürülebilir bina endüstrisinde yeşil bina tanımlama ve değerlendirmeye yönelik bir çevre dostu bina değerlendirme sistemi olan LEED Sertifikası hakkında bilgi verecek.Cemaat işlerinde gönüllü görev

almak yürek ister, vicdan ister, adaletli olmak ister, sorumluluk ister, bilgi ister, deneyim ister. Özellikle okullar… En bıçak sırtı olan, en hassas olunması gereken kurumlardır. Burada insan yetiştiriliyor, çocuklarımızın istikbali söz konusu. Bunun için de yöneticilerimizin had bilmeleri, işi ehli kişilere bırakmaları gerekir. Yeni kan adı altında yıllardır birçok okulumuzda yapılan keyfi değişiklikler tarafından verilen, sürdürülebilir bina endüstrisinde ye yöneticilerimizin okullarda görev yapan öğretmenlerimizin, müdürlerimizin deneyimlerini, devlete ve sisteme karşı prosedür bilgilerini, emeklerini düşünmeden, “Al tazminatını, hadi bir de plaket verelim…” kolaycılığıyla yaptığı icraatlardı. Timsah gözyaşları misali, yürü git, gelsin yenisi. İyi, gelsin yenisi de, eskisi yenisi bir arada yol alsa, hem eski müdürün tecrübesinden faydalanılsa, yeni gelen müdür daha iyi İstanbul’daki Balyan eserlerini, 24 Ekim Pazar ise Cibali-Fener ve Balat’ı gezecek.


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 17

Jirayr Ohanyan Çakır anısına turnuva Ş

İŞLİ Spor Kulübü, 2003 yılında kaybettiğimiz satranç ustası Jirayr Çakır’ın anısına bir satranç turnuvası düzenliyor. 200’den fazla üzerinde satranççının katılmasının beklendiği ‘Jirayr Ohanyan Çakır Grand Prix Satranç Turnuvası’ 15-17 Ekim tarihleri arasında Swissotel’de yapılacak. İki ayrı kategoride yapılacak olan turnuvaya katılmak için başvurular Şişli Spor Kulübü ve İstanbul İl Temsilciliği’ne yapılacak. Şişli Spor Kulübü Başkanı Karun Kovan, konuya ilişkin olarak gazetemize şu açıklamada bulundu: “Satranç dünyasına hizmet etmiş, kulübümüzde başkanlık görevinde bulunmuş Jirayr Ohanyan Çakır için düzenlenen turnuva çok önemli. Satranç İl Temsilciliği ve Türkiye Satranç Federasyonu bizi destekliyor. Turnuvada kazanılan puanlar Türkiye sıralamasını da etkileyecek. Derece yapan satranççılara para ödülü verilecek. Turnuvayı en iyi şekilde organize edip gelenekselleştirmek istiyoruz. Arno Garabetyan, Sarven Çakmak ve iye Satranç Federasyonu Genel Sekreterliği görevini üstlendi. 1989’dan itibarenSezer Merdin gibi önemli isimler organizasyonda bizlere katkı sunuyor.”

Okulu, Fındıklı İlköğretim Okulu ve birçok diğer kurumda satranç hocalığı yaptı, sayısız satranç oyuncusu ve şampiyon yetiştirdi. Kaptanlığı yaptı. 1976-1986 yılları arasında Altı Nokta Rehabilitasyon Merkezi’nde başlıyor

Jirayr Ohanyan Çakır kimdir? J i r a y r O h a n y a n Ç a k ı r, 192 1 y ı l ı n d a İstanbul’da doğdu. Nor Tıbrots, Pangaltı Mıhitaryan ve Galatasaray Lisesi’nde öğrenim gören Çakır, satrançla Galatasaray Lisesi’nde tanıştı.1943’te İstanbul Satranç Derneği’ne üye oldu. 1944’te, resmi olmayan Türkiye Şampiyonu Selim Palavan’dan özel ders aldı. 1945’te Şişli Spor Kulübü’nde altı kişilik kadroyla ilk satranç takımını kurdu. 1950’de kulübün kaptanı, 1964’te ise başkanı oldu. Aynı yıl, Tel Aviv Satranç Olimpiyatı’nda Türkiye Milli Takım Kafile Başkanlığı ve Takım Kaptanlığı yaptı. 1976-1986 yılları arasında Altı Nokta Rehabilitasyon Merkezi’nde görmeyenlere satranç hocalığyaptı. 19771981 yılları arasında, iki dönem Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı yaptı; 1982’de Türkiye Satranç Federasyonu Fahri Başkanlık payesine layık görüldü.

Jirayr Ohanyan

1984’te, her yıl Satranç Oscar adayını seçen Uluslararası Satranç Yazarları Basın Birliği jüri üyeliğine seçildi. 1986’de Türkiye Satranç Federasyonu Genel Sekreterliği görevini üstlendi. 1989’dan itibaren Galatasaray Lisesi, Feriköy Merametciyan Okulu, Esayan Lisesi, Karagözyan İlkokulu, Surp Haç Tıbrevank Lisesi, Pangaltı Mıhitaryan Lisesi, Bezciyan İlkokulu, Sahakyan Nunyan Lisesi, Yeşilköy İlköğretim

39. SATRANÇ OLİMPİYATI (2)

Okulu, Fındıklı İlköğretim Okulu ve birçok diğer kurumda satranç hocalığı yaptı, sayısız satranç oyuncusu ve şampiyon yetiştirdi. Kaptanlığı yaptı. 1976-1986 yılları arasında Altı Nokta Rehabilitasyon Merkezi’nde görmeyenlere satranç hocalığyaptı. Dünya satranç şampiyonu Gary Kasparov’u İstanbul’a daki Surp Asdvadzadzin Patriklik Kilisesi’ndeki törenle ebediyete uğurlandı.

Maxime Vachier- Lagrave (2721) - Levon Aronian (2783) 11. TUR 1. d4 d5 2. c4 c6 3. Af3 Af6 4. Ac3 dxc4 5. a4 Ff5 6. Ae5 Abd7 7. Axc4 Vc7 8. g3 e5 9. dxe5 Axe5 10. Ff4 Afd7 11. Fg2 g5 12. Fxe5 Axe5 13. Vd4 f6 14. O-O-O Kd8 15. Ve3 Fe7 16. Kxd8+Şxd8 17. Kd1+Şc8 18. Fe4 Fg6 19. Fxg6 hxg6 20. Axe5 Vxe5 21. Vxe5 fxe5 22. Kh1Şd7 23. e3Şe6 24.Şd1 Fb4 25. Ae4Şf5 26. f3 g4 27.Şe2 g5 28. Af2 gxf3+ 29.Şxf3 e4+ 30.Şe2 Kd8 31. Kd1 Kxd1 32. g4+Şe5 33.Şxd1Şd5 34. Ah3 Fe7 35.Şc2 b5 36. b3 bxa4 37. bxa4 c5 38. Af2 c4 39.Şc3 Fc5 40. Ad1 Fd6 41.Şc2 Fb4 42. Af2 Fe1 43. Ah3 Fh4 44.Şd2Şc5 45. Ag1Şb4 46. Ae2Şb3 47. a5 a6 48. Ad4+Şb2 49. Ae2 Ff2 50. h3 Fh4 0-1 Sanan Sjugirov (2627) - Magnus Carlsen (2826) 10. TUR 1. e4 c6 2. d4 d5 3. e5 Ff5 4. Af3 e6 5. Fe2 Fb4+ 6. Abd2 Ad7 7. O-O Fa5 8. Ab3 Fc7 9. Ae1 f6 10. Fh5+ g6 11. Fe2 g5 12. Fd3 Fg6 13. exf6 Vxf6 14. Vg4 h6 15. f4 Fxd3 16. Axd3 O-O-O 17. Fd2 Vg6 18. fxg5 Agf6 19. Kxf6 Fxh2+ 20.Şh1

39. Satranç Olimpiyatı’nı bu hafta da kısa kısa inceleyelim. Bu büyük organizasyon, Ukrayna’nın şampiyonluğu ile tamamlandı. Ivanchuk önderliğindeki Ukrayna takımını Rusya 1 ve İsrail takımları takip etti. Bayanlarda ise ilk üç sırayı Rusya 1, Çin ve Gürcistan elde etti. Elo ortalamalarına göre baktığımızda Şampiyon Ukrayna’nın 2., Rusya 1’in 1., İsrail’in ise turnuvaya 11. sırada başladığını görüyoruz. 3. seribaşı takım olan Çin 5. olurken, son iki Olimpiyatın galibi Ermenistan 7. olabildi. Bayanlarda ise Rusya 1 ve Çin turnuvaya başladıkları gibi başarı elde ettiler. İki süper yıldız Carlsen ve Topalov için olimpiyatın çok kötü geçtiğini söyleyebiliriz. İkisi de rating kaybederek turnuvayı tamamladılar. Carlsen, 15.3 elo kaybederek 2810’a, Toplaov da 17.5 elo kaybederek 2785’e geriledi. Topalov bu sonuçla hem 2800 elo altına düştü hem de elo listesinde dördülüncülüğe geriledi. Turnuvanın elo performanslarına göre en iyi 3. oyuncusu o

An ise elo puanını 2793’e yükselterek dünya sıralamasının üçüncülüğüne yerleşti. Bu sıralamalar tabii ki canlı rating göstergeleri, resmi sıralama 1 Kasım’da yayınlanacak. Ermenistan’ın son iki olimpiyattaki başarısını gösterememesine rağmen başarılarına sevindikleri iki isim vardı. Bunlardan birincisi Aronian’ın yükselişini devam ettirmesi, elo sıralamasında 3.lüğe yükselmesi, 1. masalarda Ivanchuk’un ardından 2. olması ve tüm oyuncular arasında 3. olmasıydı. Diğeri ise Ermenistan Bayan Milli Takımı’nın 1. masası Elina Danielian’ın Büyükusta Unvanını almaya hak kazanması oldu. Türkiye Milli Takımı ise, genelde 45., bayanlarda ise 38. olarak turnuvayı tamamladı. Milli Takım adına en başarılı sonuç 11 maçta 9 puan alarak WGM normlarını tamamlayan Kübra Öztürk oldu. Reyting performanslarına göre en başarılı 3 sporcu; ge Emil Sutovsky, Vassily Ivanchuk ve Levon Aroise Inna Gaponenko, Nadezhda Kosintseva ve Wenjun Ju oldular.

Ermeniler toplanıyor

Çeyrek Final maçları nefesleri kesti

B

atman Bitlis Van Muş İlleri İlçeleri Köyleri Sason Ermenileri Sosyal Yardımlaşma ve Kültürel Dayanışma Derneği olağanüstü vede genel kurul toplantısını 1516 Ekim Cuma gününde de, Joga Bonito Kırmızı grupta grup birinci oldu. ting kaybederek turnuvayı tamamladılar. Carlsen, 15.3 Grubu, saat 14.00’te Dernek merkezinde yapacak. Olağanüstü kurul toplantısına katılmalarını istedi. Adres: Şeysavurbey Caddesi, Arapzade Ahmet Sokak, no:28/1 Kumkapı/Fatih

Pilos Yalın Turnuvası 30 Eylül – 1 Ekim tarihleri arasında oynanan maçlarla devam etti. Oynanan maçlar sonucunda, Joga Bonito Kırmızı grupta grup birinci oldu. Grubu, El Nino ikinci, Naygahas üçüncü ve Drogheda dördüncü sırada tamamladı. Mavi Grupta ise Barsky averajla birinci, Mars ikinci, İnter üçüncü ve

Starwars dördüncü sırada. Final 12 Ekim’de4 ve 5 Ekim günlerinde yapılan çeyrek final karşılaşmaları çekişmeli ve heyecanlı geçti. Birbirin El Nino ikinci, Naygahas üçüncü ve Drogheda dördüncü den güzel gollerin atıldığı maçlar izleyicilerin nefeslerini kesti. Sonuçlar ise şöyle: Joga Bonito 9-1 Starwars, Naygahas

4-7, Mars, Barsky 8-2 Drogheda, İnter 7-3 El Nino. 8 Ekim Cuma ar sonucunda, Joga Bonito Kırmızı grupta grup birinci oldu. Grubu, El Nino ikinci, Naygahas üçüncü ve günü oynanacak yarı finallerde Joga BonitoMars, İnter- Barsky maçları oynanacak. Final maçı ise 12 Ekim Salı günü...


18 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

Ölümünün 31. yılında, dilbilimci Agop Martayan’ı, Ara Güler’in 1972 yılında, yayımlanmamış söyleşisiyle anıyoruz

‘Yeni Türkçe’nin mimarının anılarına yolculuk

26 Eylül 1932’de düzenlenen I. Türk Dili Kurultayı’na, Atatürk’ün emriyle Sofya’dan İstanbul’a getirilen dil bilgini da katılmış ve ölünceye kadar Türk Dil Kurumu’nda baş uzman olarak çalışmıştı. Atatürk’ün isteği üzerine Dilaçar soyadını alan Agop Martayan’ın Ermeni diliyle ilgili çalışmaları da bulunuyor. Martayan’ın tefrika olarak Marmara gazetesinde yayımlanan makaleleri “Hay Mışaguyti Badmutyun” (Ermeni Kültürü Tarihi) adı altında 300’er sayfalık 3 cilt halinde Ermeni Öğretmenler Vakfı tarafından sırasıyla 2004, 2005 ve 2009 ’da basıldı. Bu değerli serinin 4. cildi ise hazırlık aşamasında. 12 Eylül 1979’da yaşamını yitiren A gop Mar tayan Dilaçar’ı, ölümünün 31. yılında, Ara Güler’in 1972 yılında gerçekleştirdiği, bugüne kadar yayımlanmamış

Nerede doğdunuz? İstanbulluyum, 1895’te Büyükdere’de doğdum.

söyleşisiyle anıyoruz. Martayan bu söyleşide Mustafa Kemal’le fiam’da ilk tanışmasını ve daha sonra Türk Dil Kurumu’nun başına nasıl getirildiğini anlatıyor. Röportajı Agos okurlarına armağan eden Ara Güler, gazetemize gelerek, yaklaşık 40 yıl önce banda kaydettiği buluşmayı, tedarik ettiğimiz eski teypten baştan sona dikkatle dinledi. Hatıralara dalan usta muhabir, Agop Martayan’la aralarındaki yakın ilişkiyi ise şöyle özetledi: EV DE⁄İL KÜTÜPHANE. “Agop Mar tayan’ı çok eskiden tanırdım, yakın dostumdu. Ankara’ya gittiğim zamanlarda muhakkak Martayan’ın evine giderdim. Orada meşhur bir semtteydi evi; epeydir Ankara’ya gitmediğim için sokak isimlerini unuttum. Martayan’ınki ev değil kütüphaneydi. Hatır-

“İkinci Ordu’da bulunan gayrimüslim subaylar geri alınarak başka ordulara gönderilecektir.” Ben de bunu kumandanıma bildirdim.

Hatıralarınıza dair neleri anlatmak istersiniz?

Kimdi komutanınız?

Birinci Dünya Harbi’nde Kaf kas Cephesi’nde 2. Ordu’da yedek subay olarak bulunuyordum. Bir gün karargahta nöbetçiyken bir emir geldi. Emir şöyleydi:

Galiba Tevf ik Paşa’ydı. Hatta benimle Fransızca da konuşurdu. İtimadını kazanmıştım. Emri verdim kendisine. Okudu, yüzüme baktı… Üzüldü. “Oğlum” dedi

ladığım kadarıyla iki tane koltuk vardı, evin geriye kalanı kütüphaneydi. Antika kitapları vardı. Yani küf kokusunu alırdınız. O muazzam kütüphanenin Tarih Kurumu’na kalmış olduğunu düşünüyorum. Martayan acayip işler yaptı. Kutadgubilig, Divan-ı Lügat ül Türk olmak üzere 3-4 tane kitap yayımladı. Daha ziyade ilimle ilgili işler yapardı.” BÜTÜN BİR HAYAT BU BANDIN ÜZERİNDE. İstanbul’a. Hamalbaşı’nda evleri vardı. İstanbul’a geldiği zaman bana mutlaka haber verirdi. Her defasında arar “Geldim” derdi. Utangaç bir yapısı vardı. Bir keresinde şuraya bir bant takayım da, biraz konuş, bir şeyler anlat, önemli adamsın.” “Tamam, hadi tak da anlatayım” deyince bu röportaj çıktı ortaya. İşte bütün bir hayat bu bandın üzerinde…”

“Ben senden çok memnunum, fakat bu bir ordu emridir, yerine getirmek mecburiyetindeyim.” Ve bana “Nereye gitmeyi arzu edersin” diye sordu. Yani Kafkas Cephesi’nden başka bir orduya… Kafkas Cephesi tehlikeli bir yerdi. 1917 Rus İhtilali başlamış, çatışma durmuştu. İleri karakol tertibatı almıştık.ephesi’nden başka bir orduya… Kafkas Cephesi tehlikeli bir yerdi. 1917 Rus İhtilali başlamış, çatışma

Bu anlattığınız sene kaç? Cephesi tehlikeli bir yerdi. 1917 Rus İhtila 1917 senesinin sonları. Tam olarak gününü, ayını hatırlamıyorum. Kumandanımın isminden de emin değilim; başka bir paşa da olabilir… Kumandanım sadakatimden gayet emindi. Çünkü kıtaatımızda bulunan iki üç gayrimüslim subay, ki bunlar bir iki doktorla bir dişçiden ibaretti, zaten firar etmişlerdi.


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 19

Firar etmek kolay mıydı? Firar etmek işten bile değildi. İleri karakol tertibatı alınmış, çifte nöbetçi dikilmişti. Ama gecenin karanlığında şöyle karargahtan 10-15 adım ileri gittikten sonra bir kibrit çakarsanız, muhakkak karşı taraftan biri –ya bir Gürcü, bir Rus ya da bir Ermeni– gelir sizi alıp götürürdü. Onlar da bu şekilde firar etmişlerdi. Gayrimüslim olarak yalnız ben kalmıştım bu kıtaatta. Paşa, emri okuyup “Ben seni göndermek mecburiyetindeyim, neresini tercih edersin?” diye sorunca, “Paşam” dedim, “Ben hiçbir yeri bilmiyorum, siz münasip gördüğünüz bir yeri seçin, oraya gideyim.” Bunun üzerine “Seni Suriye’ye göndereyim” dedi, Filistin… Evet Filistin.

Kaç yaşındasınız o zaman? Tam 22 oluyorum. İlmühaberim yazıldı, Paşa’nın elini öptüm, ayrıldık. Tabii benim üst-baş perişan, saç-sakala karışmış, çünkü cepheden geliyorum. Beni Diyarbakır’a kadar getirdiler. Diyarbakır’da Almanların nakliye taburu vardı. Tanıyordum Almanları, yanlarına gittim, “Suriye’ye gideceğim, beni sizin arabalarınızla, yahut başka bir vasıtayla götürür müsünüz?” diye sordum. Almanlar “Peki” dediler, beni aldılar getirdiler Halep’e bıraktılar. Üst-baş perişan bir halde Halep’e vardım.

Askeri elbiseyle mi? Asker değil subay elbisesiyle. Yanımda harp madalyam, tabancam, bir battaniyem ve ilmühaberim vardı. Cebimde de bir Türkçe gramer kitabı. Almanca yazılmış bir gramer kitabıydı, orduda bulunan Alman subaylarına ve çavuşlarına Türkçe öğretiyordum. 1916’da bir Macar profesörü tarafından yazılmış Turkishe Grammatical adlı bir kitaptı. Aktarma yapmak mecburiyeti vardı, o yüzden Halep’te istasyondan doğru bir otele gittim. Otelcinin yazıhanesi alt kattaydı, içeri girdim,“Bu gece yatacağım, yarın sabah gideceğim, beni erken uyandırın” dedim. Loş merdivenden yukarı çıkarken, bir karartı, bir hışırtı, gördüm ve işittim. Biri, bir gölge, ayağa kalkarak bana İngilizce hitapta bulundu. Ben de dalgın, “Ben sizin üzerinize memur edilmiş bir subay değilim” dedim ve yukarı çıktım.

Rütbeniz neydi? Rütbem, teğmen… Odacı bir oda açtı, içeri girdim. Kapı kapanır kapanmaz, kapıya vurdular. “Girin” dedim. İçeriye iki subay girdi. Rütbelerine baktım, albay ama İngiliz üniforması var üzerlerinde. Biri İngiliz, birisi de Hintli… O sarıklı Hintlilerden. İngilizce konuşmaya başladılar “İngilizce biliyorsunuz, Sizden bir şey rica edebilir miyiz?” dediler. “Biz Kutelamara’da, yani Irak Cephesi’nde Kutelamara muhasarasında esir düştük. Muhasara esnasında az yedik, midemiz küçüldü. fiimdi burada bize ağırca yemek veriyorlar, ricamız daha

hafif yemek verilmesi” dediler. “Peki” dedim. Bu insani bir şey değil mi efendim? “Ee, ne yapmam lazım?” “Kumandana kadar bize refakat edip, bizim arzumuzu, ricamızı, İngilizce’den, Türkçe’ye tercüme ediniz” dediler. “Hay hay” dedim, önlerine düştüm ve Halep Kalesi’ne gittik. Kumandan yukarda oturuyordu. Adını bilmediğim bir paşaydı. Paşa’nın yaveri “Kapıyı vurun ve içeri girin” dedi. Odaya girdik. Paşa’ya bunların tercümesini yap-

tım. “Hay hay” dedi Paşa “Olur.” Çok mülayim konuştu benle, selam verdik, çıktık dışarı. Otele geldim, beş on dakika sonra, sert bir vuruşla odamın kapısı açıldı ve bir asker girdi içeri. Baktım bir inzibat yüzbaşısı. Madeni bir şey üzerine eski harşerle “kanun” yazılıydı yakasında. “Paşa sizi istiyor” dedi sert bir söyleyişle. Önüne kattı beni, yine yukarı çıktık, kaleye. Baktım, Paşa’nın mülayim halinden eser yok, sert bir muamele yapıyor bana karşı: “Kimsin?

Nesin?” Pek haklı olarak şüphelendi benim durumumdan. Bir kere saç sakala karışmış bir haldeydim, oysa Harp cephesi değildi Halep ve İngiliz esirleriyle beraber çıkmıştım Paşa’nın karşısına.

İngiliz esir miydi onlar? Esirmişler, Kutelamara’da esir düşmüşler… Paşa kim olduğumu anlamaya çalışıyor, “Kimsin, nesin?” diye bağırıyor. “Vahan oğlu Agop” dedim. Agop’u işitip,


20 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

esirlere refakat ettiğimi anlayınca “Alın bu adamın silahlarını” dedi. Geldiler, tabancamı aldılar, yokladılar üzerimi, ilmühaberimi ve gramer kitabını aldılar. “Yarın” dedi, “Süngülü bir neferle götürün.” Gideceğim yer de fiam. Ses çıkarmadım, emir, emirdir. Beni otele götürdüler, kapımın önüne de bir süngülü nefer diktiler. Yine sert bir ihtar: “Yarın sabah 5.30’da hazır olun. Trene gideceğiz!” Bütün gece uyuyamadım. Çok alındım, çünkü ben vatan için dövüşmüşüm, yaralanmışım, harp madalyası kazanmışım. Sahte değildi o harp madalyası. Ve insani bir davranışımdan dolayı beni bir süngülü nefer nezaretinde fiam’a götürüleceğim. Sabah yüzbaşı geldi, koltuğunun altında bir defter vardı, içinde de bir rapor, yani aleyhime bir rapor; “Hadi bakalım” dedi. Trene bindik. Salhi denilen fiam’ın en güzel mahallesinde bir karargah vardı. Yıldırım orduları grubu teşekkül etmek üzereydi. Oraya gittik, yüzbaşı ile bir daireye girdik. Yüzüme baktılar, okudular raporu. Kimse teslim alamıyor, devamlı yüzüme bakıyorlar. Binbaşıdan başladık, albaylara kadar geldik, onlar da kabul etmedi. “Kumandana gidelim” dediler.

Her şeyi olduğu gibi anlattınız mı?

Neden kabul etmediler?

Yani Şam’da konuştuğunuz Paşa Atatürk müydü?

Tahminime göre; bir şüpheli, bir casus olduğum yazılıydı o raporda. Beni kumandana çıkardılar. Kapı açıldı, Yüzbaşı içeri girdi, durdu. Yüzbaşı selamdan sonra elindeki defteri raporla beraber komutana verdi. Mirliva rütbesinde bir generaldi, bir paşa. Paşa baktı, şöyle bir göz gezdirdi belgelere; sanırım pek uzun değildi rapor, çünkü çabuk okudu. Bana baktı, “Nasıl oldu da sen kaçmadın?” diye sordu. Ben de ani bir feveranla “Çok teessüf ederim kaçmadığıma” dedim öfkeyle, “Harp cephesinden kaçmayan, herhalde fiam sokaklarında kaçmayacak. Ben bu vatan için çarpışmışım. Bu madalya sahte değil. Emir buyurun, süngüyü çıkarsınlar.” Seferberlik zamanında, sarf ettiğim bu sözler yüzünden, sadece bir paşa değil, herhangi biri, bir albay da tabancasını çekip vurabilirdi beni. Hazar (barış) zamanı değil, harp zamanıydı bu… Divana sevk etmeden vurabilirlerdi. Çünkü Paşa’ya karşı, “teessüf ederim” demek hakaret sayılırdı. Paşa çok temkinli davrandı, durdu, düşündü. Fakat o sözlerimden dolayı yüzbaşı sarardı. Korktu, Paşa beni vuracak diye. Ama vurmadı. Düşündü, yüzüme baktı, yüzbaşıya döndü ve “Bu subayın nesi varsa masanın üstüne koyun” dedi. Rapor da elindeydi. Yüzbaşı, tabancamı, ilmühaberimi ve gramer kitabını masanın üzerine koydu. Nefere de “Süngü çıkar oğlum” emri verdi. Nefer süngüyü çıkarınca da “Hadi gidin ve kapıyı kapayın” diye emretti ve ikisini de odadan çıkardı. Paşa ayağa kalktı, şöyle bir dolaştı “Anlat bakayım, bu iş nasıl oldu?” diye sordu. Ben de sana da anlattığım gibi başıma ge

Aynen anlattım. Hayatta ne kazanmışsam doğruyu söyleyerek kazanmışım. “Ben kendimi suçlu bulmuyorum, gizlediğim bir suç yok. Dilimde olmadığı gibi, kalbimde de yok” dedim. Bu sefer Paşa bana yaklaştı “Sen kalbinde o Paşa’yı suçlu buluyorsun ama asıl suçlu sensin” dedi. Biraz daha yaklaştı ve parmağını sallayarak “Ama ben seni anlıyorum” dedi. Çünkü doğruları söylediğimi anlamıştı . Raporu da okumuştu, yani telhin (değiştirme) yoktu. “Anlat bakalım, Ruslar nerede?” diye sordu. Ben de bildiğime göre anlattım geldiğim cepheyi. Bir de baktım arkasında bir harita var. O ateş hattı, yahut neyse o hat, bayraklarla çizilmiş, hepsi doğru. Paşa, “Olur böyle şeyler, sen gençsin, bu da unutulur, ben seni anlıyorum, otur bakalım” diye beni oturttu ve sorgulamaya başladı: “Kimsin, nesin? Nerede doğdun? Kaç dil bilirsin?” Bilhassa “Kaç dil bilirsin?”in üzerinde durdu. Sonra kitabı eline aldı, Turkishe Grammatical... Baktı… Benim kanaatime göre, Atatürk belki de, yani Latin harşeriyle yazılmış Türkçe’yi ilk defa orada gördü. Yani şimdiki harşer

Atatürk’tü. Mustafa Kemal Paşa. Ondan sonra efendim “Bu ne?” dedi. “Paşam” dedim “Orduda Almanlar vardı, onlara Türkçe öğretiyordum. Kitap Latin harşeriyle yazılmıştı ama Arap harşeri de vardı.” Atatürk soruyordu “Bu nedir?” Mesela ⁄; okunmaz G var ya… Yunan harfiyle göstermişler kitapta. Sonra I harfinin üzerine Y’yi koymuşlar. Ç’nin üzerine ters bir aksan koymuşlar ama okunabiliyor. Ben o anahtarı kendisine öğrettikten sonra, ki çok modül bir şey değildi, Atatürk okuyabildi bazı şeyleri. Arap harşeriyle yazılı şu yerleri gördü: Fasih Türkçe, Orta Türkçe, Kaba Türkçe. “Bunlar nedir?” dedi. “Bu” dedim Fasih Türkçedir, bu Edebi Türkçedir, Orta Türkçe halkın konuştuğu orta derecedeki Türkçedir, Kaba Türkçe de köylüdür.” “Böyle şey olmaz” dedi “Bir tek Türk dili var, herkesin anlaması lazım.” Neyse, okşadı beni, “Müsterih ol” dedi “Al Tabancanı.” Tabancamı taktırdı. Kitabı ve ilmühaberimi de verdi. İlmühaber, hayati bir şeydir. İlmühaberi vermek, aşağı yukarı ordudan ilişkisini kesmek demektir. Mesela kaçabilirdim. Ama Atatürk bana itimat etti ve ilmühaberimi verdi. “Şam’ı biliyor musun?” diye sordu. “Paşam bilmiyorum” dedim. “Sen cepheden geliyorsun, yorgunsun, al bunu, birkaç gün gez, yine gelirsin buraya” dedi. Teşekkür ettim. Kapıdan çıkarken, tabii arkamı döndüm, Arkam yırtık pırtıkmış herhalde… “Gel bakayım, üstün başın perişan” diye seslendi. Bir kart çıkardı, Menzil Kumandanlığı’na hitaben “Bu Efendiyi giydiriniz ve tabledotunuza dahil ediniz” yazdı. Yani bu de-

mektir ki, her ay maaşımdan 110 kuruş kesilecek, 110 kuruşla da sabah, öğle, akşam yiyebileceğim. Menzile gittim. Sonra efendim, yemekhaneye gittik, kumandan beni takdim etti. Orada tabledot vardı, çocuklar oturuyor, subaylar var. Hiç cepheye gitmemişler. Bana öyle bakıyorlar, cepheden gelen bir subay, nasıl olur?

Hiç kimse cepheye gitmemiş miydi? Cepheye giden yoktu onların arasında. Bana soruyorlardı “Harp nasıl olur? Muharebe denen şey nasıldır?” Hissiyatı, yani, korkuyu falan anlamaya çalıştılar. Ben de anlattım. Orada iki gün kaldım. İki gün

sonra karargaha gittim. “Paşa burada, vur kapıyı gir içeri” dediler. Girdim, baktım bizim Paşa orada. Beni görünce güldü “Hâlâ kaçmadın mı?” diye şakalaştı. “Aleyi’yi biliyor musun?” dedi. Aleyi, Beyrut’un sayfiyesi. Orada bir fırka varmış. Gayet güzel bir yerdi. Yani Monte Carlo gibi bir yermiş ama bizim zamanımızda perişandı. Tam istasyonun karşısında karargâhlar vardı. Paşa “Ben seni oraya göndereceğim” dedi. “Emredersiniz” dedim. Oradaki fırkaya girdim. Paşa birkaç kere trenle Beyrut’a geldi. Paşa indiği zaman, tabii bi-

zim karargâh haber alırdı ve karşılamaya çıkardık. İstasyonda rütbemize göre dizilirdik. Paşa, albaylar falan… Ben de kendi dereceme göre dururdum. Onların yanından “Nasılsın?” diye geçerdi Atatürk, yanıma geldiğinde ise “Oğlum, nasılsın? Memnun musun? İyi misin?” diye sohbet ederdi. Hayret ederlerdi ki, Paşa albaydan filandan, çarçabuk geçiyor ve bana gelip “Nasılsın, iyi misin?” diye hatır soruyor. Ondan sonra efendim, bir gün emir geldi, “Cepheye gidiyoruz!” Ve Atatürk’ün emrinde Gazze Harbi’ne girdim.

Bu Lawrence hikâyesi midir? Lawrence’in son devirleri. General Allenby Kudüs’ü işgal etmiş, oradan yukarıya yü-

rüyor, biz de ricat üzerindeyiz. Orada bizim fırka eridi. Hatta ben belime kadar kumlar içersine gömüldüm. Çünkü saat beşte, bizim saatle akşam beşe doğru donanma geliyor, bombardıman ediyor. Bulunduğum kıtada bir yüzbaşımız vardı, hep birlikte karavanadan yerdik. Yüzbaşı Rauf Bey’di. Rauf Bey’in çenesinin dağıldığını görmesem… Ve şu ana kadar ondan daha berrak, ondan daha renkli bir tablo hatırımda yoktur. Çenesinin dağıldığını gördüm. Birdenbire, bir şeyler oldum, belime kadar kum içersine gömülmü-


t o p l u m 29 Kas›m 2010

şüm. Birkaç saat sonra, yani bombardıman bittikten sonra, beni bir sıhhiye neferi çekti çıkardı. Yaralı değildim. Ondan sonra terhis edildik. Halep’e kadar geldik ve Atatürk’ün izini kaybettim. O Atatürk oldu. Ben de İstanbul’a geldim. Aradan on sene geçti. Ben son olarak Balkanlar’da bulunuyordum.

üzere ama birinci kurultay daha toplanmamış. Hazırlıklar yapılıyor Dolmabahçe Sarayı’nda. Ruşen Eşref Ünaydın, katibi umumi olarak çalışıyor. Ona telefon eder Ağaoğlu Ahmet, “Sana bir yazı gönderiyorum, bence önemlidir, icabına bakın” diye. Ruşen Eşref de Atatürk’e gösterir.

Dolmabahçe Sarayı’nda? Niye Balkanlar’da bulunuyordunuz? Baldızım vardı Romanya’da, geziye çıkmıştık. Hatırıma geldi. Kök Türkçe, yani en eski Türkçe kitabelerinin, en eski tarihi taşıyan kitabesi yani anıtı… Orhun… Evet Orhun anıtları 1 Ağustos 732 tarihini taşır. Kültigin’in anıtıdır. Yoluğtigin orada

söyler, “Ben güneşin altında şu kadar gün burada kaldım. Ben bu taşka hakettim. Yani vurdum. Tarihi de bugünkü hesapla 1 Ağustos 732. Ben de 1 Ağustos 1932’de yani bu tarihin 1200. yıldönümünde, bunu kutlayan bir yazı gönderdim İstanbul’a. İstanbul gazetelerinde neşredildi. O zaman Halk Partisi’nin organı olan Milliyet gazetesinde, bizim Ağaoğlu Ahmet, Ahmet Şükrü Esmer bu yazıyı görürler. Ahmet Şükrü Esmer pek bu işlerden anlamazdı, fakat Ağaoğlu bunun kıymetini anlamış. O günlerde de Türk Dil Kurumu kurulmak

Dolmabahçe Sarayı’nda, 1 Ağustos 1932, yani olsa olsa 5 Ağustos 1932’de. Milyonlarca insanla temas etmiş olan bir general, “Ben bu genci tanıyorum. Herhalde o olmalı” der ve İstanbul Emniyeti’ne emir verir: “Tahkikat yapılsın, ailesi bulunsun.” Polis müdürü gider kayınvalidemi bulur, fotoğrafımı ister. Fotoğrafımı sara-

ya götürürler, Atatürk’e gösterirler. Beni tanır “Bu genç o gençtir” der. Onun üzerine yine bir emir verir “Bunun Sofya’dan İstanbul’a celbi.” Bana bir davetiye hazırlanır. O davetiyeyi Tevfik Rüştü Aras, o zamanın Dışişleri Bakanı, elçiliğe getirir. Tevfik Kamil Bey de o zaman Sofya Büyükelçisi. Ona gösterir, o da beni bulur ve ilk trenle beni İstanbul’a sevk eder.

Biraz daha tafsilatlı anlatırsanız… Peki. Biz alpinisttik, henüz çocuğumuz yoktu. O zaman da dağa çıkmıştık hanım-

la. Dağdayız, emir geliyor. O zaman Cemiyeti Akvam vardı İsviçre’de. Bu yazılı emri Atatürk Tevfik Rüştü Aras vasıtasıyla Sofya’daki Büyükelçiliğimize gönderir. Emir diyor ki… O zaman benim adım Agop Martayan… “Agop Martayan Bey’in ilk vasıta ile İstanbul’a gönderilmesi…” Elçi soruşturur, evimizi bulur. “Dağa çıktı” derler. “Ne zaman döner?” “Efendim 8-10 gün kalacak.” “Nereye gitti?” “Efendim, işte o dağın tepesine çıktılar, orada dağ evleri var, karı koca orada kalacaklar.” Bu sefer Elçilik kavası oraya kadar çıkar, beni bulur. “Elçi muhakkak sizi görmek istiyor” deyince dağdan indik. Ben hemen elçiliğe gittim. Tevfik Kamil Bey’e de ara sıra rastlardım, kokteyllerde falan; fakat bu sefer gayet ciddiydi, “Bak” dedi “Seni tebrik ediyorum.” Elinde bir kâğıt vardı. Okudum: “Agop Martayan Bey’in bir an evvel Kurultay’a iştirak etmek ve bir tez okumak üzere İstanbul’a sevki” yazıyor. Kurultay da toplanmak üzere, yani iki üç gün var arada. “Hay hay, ama maalesef hemen İstanbul’a hareket edebilecek durumda değilim” dedim, çünkü şahsi bir ilişkim yok ama bu memleketten dışarı çıkabilmek için, bana kaç yerden mühürlenmiş vesika lazımdı. Emniyet de bana bir viza verecek. Bu da ancak iki üç günde olabilirdi.” “Anladım” dedi ve Zeki Hakkı Bey adında müsteşar vardı orda, o beyi yanıma kattı, ikimiz kalktık gittik Bulgaristan Başbakanı’na. Başbakan baktı, acele bir iş… Şüphelendi durumdan, bir şey de söylemiyor ama şüpheyle bakıyor. Onun üzerine bizim Müsteşar, açıklamada bulundu: “Bizim Cumhureisimiz Dolmabahçe Sarayı’nda bir Kongre topluyor, bu bey de dilcidir, onun iştirak etmesini istiyor, bir an evvel İstanbul’a erişmesini arzu ediyor.” “Anladım” dedi Başbakan, Hariciye ve Dahiliye vekaletlerine telefon etti ve böylece polisten hususi bir vize aldım. Bizim elçi akıllı davrandı, “Belki sınırda bizimkiler şüphelenir ve seni bir müddet alıkoyarlar, ama senin İstanbul’a bir an evvel erişmen lazım” düşüncesiyle bana bir hususi mektup verdi. Pasaport var, vize var ama, yine de şüphelenebilirlerdi: “Bu bey, Dolmabahçe’de filan gün toplanacak Türk Dil Kurultayı’na iştirak edecektir. Hiçbir menaat (engelleme) yapılmaması, bir an evvel Sirkeci Garı’na yetiştirilmesi lazım.” Bu mealde bir şey yazdı, “Bunu yanında taşırsın” dedi. Kitaplarımın hepsini Sofya’da bıraktım. Sadece birkaç tane kitap aldım yanıma, çünkü bir tez okumam lazımdı ve hiçbir hazırlığım yoktu. Hudutta benim kapıyı vurdular. Baktım bizimkilerden biri, hudut muhafızı, kim olduğuma, pasaportuma falan bakıyor… Yastığımın altından o mektubu çıkardım, okuyunca “Afedersiniz, sizi rahatsız ettik” dedi ve çıktı. Sirkeci Garı’na geldik. Doğru kayınvalidemin evine gittik. Baktım polisler geldi. Bütün gazeteler benimle meşgul, resmimi neşretmişler, yazılar

// 21

Tarihi hatırlıyor musunuz? 24 Eylül 1932. 26’sında da Kurultay toplanacak. O gün öğlene kadar istirahat ettim. Baktım, gazeteler geldiğimi yazmışlar, artık Dolmabahçe Sarayı’na gitmem lazım. Bir taksiye binip gittim. Orada genel yazman Ruşen Eşref Bey vardı. Konuşurken baktım birer ikişer zevat içeri giriyor. “Herhalde bunların toplantıları var” diye düşündüm, izin istedim. Baktım “Biraz daha istirahat edin” dedi ve bir cigara daha verdi Ruşen Eşref Bey. “Peki” dedim, oturdum. Ondan sonra “Arkadaşlar hazır mıyız?” diye sordu. “Tamamız” dediler ve dışarı çıktık. İkişer ikişer sıralandık. Yavaş yavaş çıkıyoruz merdivenleri, Ruşen Eşref ön safta, beni çağırdı, yanına aldı. Şöyle bir baktım, yukarda, sahanlıkta Atatürk… Sarı saçlarını gördüm. O da baktı, uzaktan tanıdı beni, güldü, yanındakilere bir şeyler söyledi. Yukarı çıktım, gittim elini öptüm. “Tamam, bu gençtir” dedi yanındakilere, yaniŞam’da tanıştığı genç, bana döndü “Hoşgeldiniz, memnun oldum” dedi.

Aradan kaç sene geçmişti? 15 sene. Atatürk beni yanına oturttu. Ondan sonra toplantı başladı. Yazılar okunuyor, gözden geçiriliyor.

Atatürk yeni bir Türkçe mi kurmak istiyordu? Atatürk, öz Türkçeyi kurmak istiyordu.

Yani yeni harşer kabul edilmiş, inkılap geçmiş miydi? Geçmişti, 1928’deydi harf inkılabı. Latin harşeri, esaslı Türk Alfabesi yerleşmişti. Şimdi dili arıtma için toplanıyorduk.

Ve Türk Dil Kurultayı kuruluyor… Serbest, açık oturum gibi bir şeydi, herkes bir tez yazıp vermişti. Biz de bu tezleri gözden geçiriyorduk. Bir Müteşebbis Heyet vardı, ben de o heyete katıldım. Tezleri okuyoruz, Atatürk de fikrimizi soruyor, konuşuyoruz. Sıra Hüseyin Cahit’in tezine geldi. Oooo, başladılar kötülemeye, Hüseyin Cahit olduğu için. Atatürk, sustu, gayet ciddi olarak baktı. “Arkadaşlar, fikir mücadelesi belli olmaz. Hüseyin Cahit Bey kendi tezini okuyacak, siz de onu cevaplandırırsınız” dedi. O gece sabahladık. Bereket versin, saraydan kayınvalidemin evini bulmuşlar, karakola telefon etmişler, onlar da haberdar etmişler ailemi, “Dilaçar saraydadır, sabah gelecek” diye.

Orada mı yattınız? Hayır, orada değil. Sabah 9’da bir araba verdiler, biraz kafamızı dinlendirmek için eve gittik. Saat ikide yine toplanacağız. Atatürk de Tokatlıyan Oteli’ne gitmiş kahvaltı etmek için. Saat ikide yine toplandık “Tezin hazır mı?” diye sordu bana. Ruşen Eşref hemen atıldı “Arkadaş dün geldi İstanbul’a, sabaha kadar oturduk,


22 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

liyor ne söyleyeceğimi, bunları söyledim ve adam yazdı. Bir nüsha bana verdi, düzelttim. Yanlışlar çoktu. Mesela ben “Çuvaş” diyorum, o “çavuş” yazıyordu. Çuvaş Türkçesi var, o bilmiyor, yanlış anlıyordu. Böyle komik şeyler vardı.

Kaç sayfa oldu? Bu basılmıştır, matbu. Birinci Kurultay tezlerinde var. Uzunca bir yazı. Yani 10-12 sayfalık bir şey. Daha uzun yazamazdım, irticalen, kitaba bakmadan, ama misalleri veriyorum onlara. Sonra efendim, ertesi gün, Kurultay açıldı. Bir de baktık Mc Arthur gelmiş. müsaade ederseniz, eve gitsin yazsın tezini” dedi. Bu sefer bana izin verdiler, ayrılmadan önce de Atatürk’ün elini öptüm. Gittim Yeni Cami’den bir daktilo buldum, arzuhalciler var ya, eve götürdüm, yatağın üzerine uzandım.

Arzuhalciyi de beraber aldınız yani? Evet, eve götürdüm makinasıyla beraber, bende makine yoktu. Ertesi günü Kurultay toplanacak. Benim tezim de gözden geçirilmeden okunacak gibi. “Sabah erken getirir takdim ederim” dedim. “Lüzum yok, benim sana itimadım var. Sen doğrudan doğruya kürsüye çıkar okursun” dedi Atatürk.

Salih Rıfkı, Hüseyin Cahit ne gibi şeyler söylüyorlardı? “Dilde inkılap olmaz, dil tekamül eder, yavaş yavaş kendi halini bulur” diyorlardı. Evde irticalen dikte ettim, ne notum var, ne bir şeyim, ama ima etmişim fikrimi, bi-

okudum bana göre ve kürsüden indim. Bir teneffüs ilan edildi. Seryaver Binbaşı Celal Bey “Locadan sizi istiyorlar” dedi, yani Atatürk’ün locasından. Atatürk’ün locasına gittim. Teneffüs ilan edilmiş, Atatürk ve general konuşuyorlar. Gayet iyi Fransızca konuşurdu Atatürk, mükemmel Fransızca bilirdi, yani nutuk söyleyebilecek kadar iyi bilirdi. Beni de Fransızca olarak takdim etti: “Sizin mekteplerinizdendir, Amerikan Koleji’nden yetişmiş bir genç subayımdır.” Sonra bana “fiimdi kendi dilinde konuş bakayım onunla” dedi. Ben de Mc Arthur’la konuştum, memnun oldu ve Kurultay dağıldı. Ben de Dil Kurumu’na girdim.

General Mc Arthur? O zaman Amerikan Ordusu’nun Erkan-ı Harbi Reisi. Atatürk’e hayran adam. Arz-ı tanzimat için gelmiş. Onun için ayrıca bir loca yapılmış, Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda. İki loca vardı, biri ona, ikinci loca da Atatürk’e. Mc Arthur Türkçe bilmiyor ama dinliyordu. Biz de Ragopolis adında Rum bir profesör vardı, rahmetli. Onunla beraber arkaya çekildik, çünkü Muayede Salonu’nun akustiği bozuktu, anlaşılmıyordu sesler. Böyle tipik telekapları vardı, şurdan buradan gelen konuşmalar falan. Arkada kendi milli kıyafetleriyle gelmiş olan Özbekler, Türkmenler vardı. Biz de onların dilini tetkik ediyoruz, konuşuyoruz. Kürsüdeki Kazım Paşa bir aralık sustu. Herkes arkaya bakıyor. Biri dedi ki “Adınız okundu.” Halbuki ertesi günü okuyacaktım tezimi ama hemen kürsüye çıktım ve tezimi okumaya başladım. Bir de baktım ki, Mc Arthur, Atatürk’ün locasına geçmiş. O fotoğraf var ikisi bir arada. Tezimi okudum. İyi

Nasıl girdiniz? Atatürk’ün emriyle alındım ve bir müddet sonra baş uzman oldum. Hala Türk Dil Kurumu’nun baş uzmanıyım. Atatürk’e şahsına ve Atatürk ilkelerine sımsıkı bağlı bir vatandaşım.

Beyanat gibi oldu... Kaç seneden beri TDK’da baş uzmansınız? İlk günden beri oradayım.

Kırk sene oluyor yani? Önce komisyonlarda çalıştım, bir sene sonra bir buçuk yıllığına Ankara’ya gittim. Hatta kitaplarımla birlikte. “Ben taşırım kitaplarını” dedi Atatürk. Dolmabahçe Sarayı’na götürdüm kitaplarımı, muazzam bir kütüphanem vardı. Hepsini sandıkladım, eşyalarımı filan, kargo treniyle taşındı her şey. Sonra Ankara’ya yerleşirken düzayak bir yer istedim, oğlum daha 3 yaşında olduğundan merdiven bulunsun istemiyordum. Atatürk adamlarına

emir verdi ve bizim daireyi de onlar tuttular. Haftada birkaç gün, buluşurduk. Atatürk’ün yakın akrabası ve hemşehrisi vardı, Hayri Mehmet Somer, sık sık oraya gelirdi. Bir araba gelirdi köşkten, Çankaya’dan ve ikimizi de alır götürürdü. Atatürk’ün sofrasında bir araya gelirdik. Atatürk zannedildiği gibi sabahlara kadar içki ile eğlenen biri değildi. Kendisi “Ben 18 yaşımdan beri içerim. Bu bir iptiladır, kendimi bu iptiladan kurtaramadım” diye itiraf etmiştir. “Genç arkadaşlar” dedi bir gün, “Bu, size nasihat olarak diyorum ki, vazife başında asla içmeyin” ve Çanakkale hatıratını anlattı orada. Kendisi biraz fazla konyak almış ısınmak için, yanlış bir emir vermiş ve binlerce şehit vermişiz. Bunu söyledi. Herkesten bir şey rica ederdi. Bir şiir mesela… Tevfik Fikret, en çok sevdiği şairdi, benim de hocamdı. Ezberindeydi birçok kıtaları. Ondan sonra, muhafız alayından erler vardı, güreş tutarlardı. Atatürk güreşi çok severdi, onları seyrederdik. Poker oynardı, bizi şuraya buraya götürürdü. Marmara Köşkü’ne götürürdü. İlmi şeylerle uğraşırdık, konuşurduk, bu şekilde vakit geçerdi.

Yani Türk Dili’nin kurucularından birisiniz? Hayır, hayır, ona hizmet edenlerden biriyim. Bizim Türk Dili dergimiz var, ara sıra orada yazarım, kitap neşrederim. 3-4 tane büyük kitabım var, bir sürü makalelerim var, broşürlerim var. İlk büyük eser olarak, Türk Diline Genel Bir Bakış, beğenilmiş bir kitaptır. Daha kalınca bir kitap, Dil, Diller ve Dilcilik, bu sene de 72 senesinde Kutadgubilig İncelemesi, o da beğenildi, şimdi başka bir eser hazırlıyorum.

Tamer Nalcı ve Emre Can Dağlıoğlu...

Ö

NDERLER ve siyaset adamlar› de¤il, ayn› zamanda halk kitleleri ve onlar›n günlük yaşant›lar› hakk›ndad›r” der Donald Quataert. Halbuki büyük tarihi anlat›, ulus-devletin “vatandaşl›k” projesinin en büyük silah› olarak kurgulanm›ş, icat edilen gelene¤in ve hayal edilen cemaatin de¤erlerini taş›yacak bireyler var etmek için sa¤lanmas› gereken bir tarih birli¤i için yarat›lm›şt›r. Bu anlat›n›n merkezinde önderler ve siyaset adamlar› ve onlar›n kişisel güçleriyle de¤işebilen olaylar silsilesi vard›r. Ulus-devletin egemen ideolojisi olan milliyetçili¤in

do¤rudan taş›y›c›s› olan bu anlat›, nesnelli¤i bir kenara atarak, “kendi” milletinin taraf›n› tutmuştur. Olaylar› siyah-beyaz olarak ikiye ay›rm›ş ve “siyah”lardan ar›narak temiz “beyaz” sayfalarla dolu bir tarih ortaya konmuştur. Bu yüzden tarih, hareketlilikten ar›nm›ş ve donuk foto¤raf kareleri halinde bizlere ö¤retilmiştir. Fakat unutulmamas› gereken şudur ki, bu pozlar› istedi¤i gibi verdiren ve bu foto¤raf› çeken, milliyetçi ideolojinin kendisidir. Ayhan Aktar’›n da de¤indi¤i gibi, gerçekli¤e ancak büyük anlat›n›n siyah-beyazl›¤›ndan s›yr›l›p gri bölgelerde gezen bir tarih anlay›ş›yla ulaşabiliriz. Bizim bu mütevaz› yaz›yla yapmaya çal›şt›¤›m›z da, bu anlay›şa uygun olarak, Türkiye için, resmi tarih taraf›ndan bize donuk foto¤raf kareleri halinde gösterilen bir zaman diliminde bir siyasi aktörün hayat hikâyesinin peşinden giderek kareleri renklendirmektir. Bu ba¤lamda, 1909-1918 y›llar› aras›nda Meclis-i Mebusan’da Halep mebusu olarak görev yapan ve büyük anlat›n›n bir kenara att›¤› Artin Boşgezenyan’›n siyasi ve kişisel yaşant›s›n›n izini sürmeye çal›şt›k. Baştan belirtmek gerekir ki, bu iz sürme s›ras›nda, Boşgezenyan’›n hayat›yla ilgili birçok bilinmeyenle karş›laşt›k. Bu bilinmeyenlerin sebe-

bi ise, Boşgezenyan’la ilgili daha önce hiçbir çal›şma yap›lmad›¤› için, kaynak ve bilgi eksikli¤iydi... Var olan bas›l› kaynaklar›n ço¤u Türkiye’de de¤ildi ya da ulaşmak istedi¤imiz bilgiler insanlar›n hat›ralar›nda sakl›yd›. Bu zor şartlarda, bize yaz›l› tüm kaynaklar› ve foto¤raşar› ulaşt›ran ise Halepli “yoldaş” Harout Ekmanian oldu.

Ekmanian’›n buldu¤u en iyi kaynak Artin Boşgezenyan’›n en yak›n arkadaş› Kevork Barsumyan’›n o¤lu olan Rupen Barsumyan’d›. Ekmanian, kendisiyle ve Halepli tarihçi Mihran Minasyan’la görüştü ve Artin’in hayat›na dair birçok bilgiyi bize sözlü olarak ulaşt›rd›. Çok aç›k ki kendisi olmasa bu çal›şma da ortaya ç›kamazd›.

Bilinmeyen Y›llar: 1861-1909 Artin Boşgezenyan’›n hayat›n›n büyük k›sm›n› oluşturan ve mebus olana kadar geçen bu 48 y›l büyük bir boşluktur. Bu zaman dilimi hakk›nda k›s›tl› kaynaklardan dolay›, ancak birkaç birbirinden kopuk veriye ulaşabildik. Boşgezenyan’›n do¤um tarihi hiçbir resmi kaynakta yer almasa da, mezar taş›nda yazd›¤›na göre 1861’dir.


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 23

zina konusunda bekâr ile evli aras›nda fark oldu¤unu, ama evlenebilme şans› olup da zina yapan›n, “paras› varken, aç›m diye ekmek çalan kişi” oldu¤unu, eleştiri ve ay›plamadan kurtulamayaca¤›n› söyler. Dönem için çok radikal say›labilecek bir söylemle, “şu Meclis-i Mebusan kad›nlardan oluşsa...” ifadesini kullanarak “kad›nlar›n da hukukunu korumal› ve kaide-i müsavat› [eşitlik kural›n›] ihlal edecek hiçbir şeyi kabul etmemelisiniz” diyerek konuşmas›n› eşitlik talebini dillendirerek sonland›r›r.

1915 ve sonras›...

Bak›rc›l›k ve dökümcülük işiyle u¤raşan Boşgezenyan ailesi, Artin do¤duktan sonra, o zamanlar Halep vilayeti olarak adland›r›lan co¤rafyada Antep şehrinden Halep şehrine taş›n›rlar. Artin Efendi, hangi hukuk mektebinden mezun oldu¤u bilinmese de avukatt›r ve 1901’de Cebel-i Bereket sanca¤›nda Bidayet Mahkemesi (‹lk Mahkeme) azas› olarak görev ald›¤› bilinmektedir.

Mebusluk Y›llar›: 1909-1918 23 Temmuz 19 0 8’de ‹k inci Meşrutiyet ’in ilan›n›n ard›ndan Kas›m ay›nda yap›lan seçimlerden sonra ba¤›ms›z Arap mebuslardan Mellahî Muhammed Meri’nin 14 A¤ustos 1909’da ölümünün ard›ndan 5 Kas›m’da yap›lan ara seçimlerde Artin Efendi Halep’ten seçilerek soyad›na tezat olacak mebusluk hayat›na başlar. Ayhan Aktar, Aykut Kansu, Faroz Ahmed ve Vahe Tachjian, Osmanl›’n›n son dönemi üzerine yapt›klar› çal›şmalarda Artin Boşgezenyan’›n ‹ttihat ve Terakki Cemiyeti mensubu oldu¤unu belirtirler. Bunu, Halep Ermeni Başpiskoposu’nun o zamanlar Sis’te (Kozan) olan Kilikya Gato¤igosu Sahag’a yollad›¤› mektuptaki “‹ttihat ve Terakki’nin çabalar›yla bir Ermeni mebusumuz oldu” ifadesi de destekler. Artin Efendi ayn› y›l Dersaadet’te “Kanun-› Cezan›n Mevadd› Kaime ve Muaddelesi Hakk›nda Teşrih ve Tenkid” adl› hukuk kitab›n› da yay›mlar.

‹şçi haklar› savunucusu Boşgezenyan Osman Köker’in aktard›¤›na göre, kahvelerde işçiler lehine propaganda yapmak için dolaşmas›ndan dolay› bu soyad›n› alan Boşgezenyan’› Meclis’te ilk olarak ön plana ç›karan olay, 22 Mart 1910 tarihinde iş yasas›yla ilgili verdi¤i kanun önergesidir. Uzun süre tart›ş›lan fakat bir türlü ç›kar›lamayan iş yasas› tart›şmalar›ndan sonra, Artin Efendi amelenin haklar›n›n sermayedara karş› savunulmas› gerekti¤ini ifade eden bir önerge haz›rlar. Hükümetin asli vazifesinin, zay›f›, güçlüye karş› ko- rumak oldu¤unu belirtir ve medeniyetin elim neticelerinden birinin, sanayileşmiş ülkelerde halk›n, biri gayet güçlü sermayedar, di¤eri zay›f ve biçare amele olmak üzere iki s›n›fa ayr›lmas› oldu¤unu ifade eder ve dört maddelik bir kanun layihas› teklif ederek Meclis’te uzun sürecek bir tart›şma başlat›r: Birinci Madde- Fabrikalarda güneş do¤mazdan evvel ve güneş batmazdan sonra amele çal›şt›rmak kat’iyyen memnudur [kesinlikle yasakt›r]. ‹kinci Madde- Her üç saat hitam›nda [sonunda] bir saat

tatil edilmek şart›yla eşgali yevmiyyenin miktar› [günlük iş miktar›] 10 saat tecavüz edemez [geçemez]. Üçüncü Madde- 12 yaş›n› ikmal etmemiş [geçmemiş] olan çocuklar›n fabrikalarda çal›şt›r›lmas› caiz de¤ildir. Dördüncü Madde- Mevadd› mezkure ahkâm›nda riayet etmeyen [bahsi geçen kanunlar›n hükmüne uymayan] fabrikatörden, hilaf› usul istihdam eyledi¤i [usulleri çi¤neyerek çal›şt›rd›¤›] amelenin adedi nisbetinde beheri [her birisi] için 1 Mecidiye cezay› nakdi al›n›r. Amelenin muhafazai s›hhatine müteallik bir tak›m takayyüdat›n tasrihiyle [işçinin sa¤l›¤›n›n korunmas›na ilişkin bir tak›m kay›tlar›n belirtilmesiyle], fabrikatörler taraf›ndan icras› mecburi oldu¤una dair erbab› vukufa [bilirkişilere] bir madde tanzim ettirilmesi de ayr›ca rica olunur.

“Şu Meclis-i Mebusan kad›nlardan oluşsa...” Boşgezenyan’›n ön plana ç›kt›¤› bir di¤er mevzu, 2 Mart 1911’de görüşülmeye başlanan zinayla ilgili kanun layihas› üzerine 18 Nisan 1911 gününde açt›¤› tart›şmad›r. Başlang›çta “ahlakç›” bir tav›r tak›narak “zina” suçuna cezay›, hatta bunun a¤›rlaşt›r›lmas›n› savunsa da, bu tutum, dönem koşullar› içerisinde anlaş›l›r bir olgudur. Ancak, yine kad›n-erkek aras›nda kanunun öngördü¤ü eşitsizli¤e karş› bir ç›k›ş gösterir. Üyelerinin tümü erkek olan bir mecliste kad›n haklar›n› ve eşitli¤i savundu¤u bile söylenebilir. fiu sözler, onun bir meclis konuşmas›ndan: “Kanun, erke¤e diyor ki: ‘Ey birader, biz senin k›ymetine, hasletine vak›f›z. Her ne kadar biz, sana ceza öngördükse de, bundan korkma! Sak›n evinde hanende bir şey yapma. ‹şte bu kadar! Ama olur ki, yan›l›rs›n da evinde bir şey yapars›n; bir kere yaparsan yine zarar› yok fakat bunu adet edinme! Bu al›şkanl›ktan vazgeçmek istemiyorsan, yine de kolay› var; sen metres tutma, kad›nlar› de¤iştir; ar› gibi çiçekten çiçe¤e kon; gez, seni kimse ay›plamaz.” ‹şte bu madde, erke¤e, böyle diyor. Kad›n biçaresi, herhangi bir zaman ve mekânla mukayyet de¤ildir [korunmaz]. Hâlbuki ahlak aç›s›ndan bak›ld›¤›nda erkek, kad›ndan daha fazla suçludur. Çünkü kad›nlar› baştan ç›karan erkeklerdir. Hz. Yusuf ile Zeliha’n›n hikâyesi pek nadiren meydana gelen şeylerdendir. E¤er erkek kad›n› i¤falden [yoldan ç›kartmak] vazgeçmiş olsayd›, bu cürmün dünyada eseri bile kalmazd›. Bu konuşmas› üzerine “kad›nlar taraf›ndan mebus olacaks›n” diye aşa¤›lanmaya çal›ş›lan Boşgezenyan,

Bundan sonra Artin Boşgezenyan’›n 1912 ve 1914 seçimlerinde mebusluk unvan›n› korudu¤unu biliyoruz. Fakat 1914’ten sonra izini tekrar bulaca¤›m›z 1918’e kadar ne yapt›¤› hakk›nda sa¤l›kl› bilgilere rastlayamad›k. 1915’te yaşanan K›y›m’da bile tam olarak nerede oldu¤u, nas›l kurtuldu¤u ve neler yapt›¤› hakk›nda elimizde çok k›s›tl› bilgiler var. 1918’de ortaya ç›kt›¤›nda ise, onu, “büyük bir felaket” yaşam›ş ve yaşatm›ş bir imparatorlu¤un son döneminde büyük tart›şmalara yol aça- cak bir siyasi figür olarak görürüz. Aklı selim olarak davranak dışarıda tekrar 1915’in Meclis’e taş›nmas› ve faillerin cezaland›r›lmas› 8 Ekim 1918’de Talat Paşa’n›n yönetimindeki ‹ttihat-Terakki yönetiminin istifas›, 30 Ekim’de imzalanan Mondros Ateşkes Anlaşmas›’n›n imzalanmas›, 1 Kas›m’da ileri gelen ‹ttihatç›lar›n ülkeyi terk edişleri ve 13 Kas›m’da ‹tilaf Devletleri’nin ‹stanbul’u abluka alt›na almas›yla Osmanl› “tam teslimiyet”i yaşar. Bu psikolojinin içine girilmesindeki bir sebep de, Aktar’a göre ‹tilaf Devletleri’nin Ermeni K›y›m›’n›n sorumlular›ndan hesap soracaklar› ve sorumlular› cezaland›racaklar› düşün- cesidir ki, bu atmosfer içinde herkes kendisinin veya sözcüsü oldu¤u kurumlar›n Ermeni K›y›m›’na kat›lmam›ş oldu¤unu vurgulamak için aş›r› gayret gösterir. Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, Ermeni K›y›m›’n›n sorumlular›n›n ilk olarak tart›ş›ld›¤› Meclis oturumunun tarihi 28 Ekim 1918’dir ve bu tarihte ‹tilaf Devletleri’nin fiili ablukas› henüz başlamam›ş, başlasa bile çok k›s›tl› boyutta kalm›ş ve şehrin yönetimine do¤rudan el konulmam›şt›r. Ermeni K›y›m› meselesinden ilk olarak 28 Ekim 1918 tarihinden Ba¤dat-Divaniye mebusu Fuat Bey, Sait Halim ve Talat Paşalar›n Yüce Divan’a sevk edilmeleri iste¤iyle sab›k hükümetin icraatlar›n› s›ralad›¤› bir önergenin 10. maddesinde bahseder: “Dâhili memlekette bir hercümerci idarî [idari karmaşa] vücuda getirerek ve hürriyet-i can ve mal ve ›rza musallat birtak›m çetelere müzaheret ederek [yard›m göstererek] ika eyledikleri fecaiye [gerçekleştirdikleri facialara] iştirak eylemesi..” Ayn› oturumda Ayd›n mebusu Emanuel Emanuelidi, ‹zmir mebusu Vangel Efendi ve Çatalca mebusu Tokinidis Efbu cinayeti azime, malumdur ki Ermeni k›talidir, patizan› Ermeni’yi kurtarm›şt›r. Ayn› zamanda, Rupen Barsumyan’a göre, babas› Kevork Barsumyan ve ailesi, K›y›m›’n›n sorumlular›ndan hesap soracaklar› ve sorum bizzat Boşgezenyan’›n ç›kard›¤› “özel ikame belgesi” sayesinde Halep’te kalabilmiştir. Hatta Kevork Barsumyan öldükten sonra Artin Efendi’nin mezar›na gömülür ve mezar taş›na “... Ve işte görevimi yerine getirdim” diye yazd›r›r. Buna ra¤men Boşgezenyan’a yönelik eleştiride bulunan Ermeni yazarlar için Boşgezenyan’›n bu konuşmas› K›y›m’›n kurbanlar›na karş› bir aşa¤›lama ve nidis Efbu cinayeti azime, malumdur ki Ermeni k›talidir, hat›ralar›n› unutturma çabas›yd› ve bu nedenle kabul edilemez bulunuyordu: “‹ttihatç›” şef arkadaşlar›n›z Talat ve Enverlerin a¤z›ndan size yönelik memnuniyet m›r›ldanmalar› yay›lmas›n› sa¤layacak. Ama Baron Gezenyan, siz, sizin o söyleviniz s›ras›nda.


24 // t o p l u m

29 Kas›m 2010

Yozgat’ın Burunkışla köyündeki Ermeni mezarlığının açılışı duygusal anlara sahne oldu

“Bu insanların tek arzusu köylerini görmekti”

Arzuman, mezarlığın onarım sürecini şöyle anlatıyor

1915 Soykırımı’nın ardından, Anadolu Ermenilerine ait birçok köy, köylerdeki birçok okul, kilise, mezarlık gibi dini ve kültürel yapılar sahipsiz kaldı. Çoğu yok olan bu yapılardan günümüze kadar ulaşanları da var: Bazıları, Ahtamar adasındaki Surp Haç Kilisesi gibi, bilindik. Yozgat’ın Burunkışla köyündeki Ermeni mezarlığı gibi birçoğu ise, varlıklarını sessizce koruyarak kaderlerini bekliyor. Türkiye Ermeni toplumu, Surp Haç Kilisesi’nde 95 yıl aradan sonra yapılan ilk ayin için hazırlanırken, İstanbul’da yaşayan Yozgatlı Ermeniler Samatya Surp Kevork Kilisesi önünden kalkan otobüsle Burunkışla köyünün yolunu tutmuştu bile. Çoğu köyde doğmuş, dönemin ırkçı uygulamaları nedeniyle küçük yaşlarında zorunlu göçe tabi tutulmuş, şimdi yaşları 60 ile 80 arasındaki bir grup Ermeni, resmi olmayan Burunkışla heyetinin gi-

rişimi ve Yozgat Sarıkaya Kaymakamı Yaşar Dönmez’in katkılarıyla onarılan Ermeni mezarlığının açılışını yapmak üzere memleketlerindeydi.

“Eski güzellikleri paylaşarak devam ettirelim” Burunkışla’da doğan son Ermenilerden biri olan Hovsep Arzuman (46), birkaç yıl önce, Burunkışla heyetinde görev alarak mezarlığın onarımıyla yakından ilgilenmeye başlar. Yöneticilerle mezarlığın korunması için görüşmelerde bulunmak için Yozgat’a giden Arzuman, hemşerileri tarafından sıcak, samimi duygularla karşılanır. Benzer yakınlığı yerel yöneticilerden de gören Arzuman’a onarım için en büyük desteği Sarıkaya Kaymakamı Yaşar Dönmez verir. Arzuman, mezarlığın onarım sürecini şöyle anlatıyor: “Kaymakam Yaşar Dönmez’e mezarlığı korumak için bir şeyler yapmak istediğimizi anlattık. Kaymakam çok memnun oldu, projemizle yakından ilgilendi, araç gereç ve personel yardımında bulundu. Onun da, var olan tarihi, kültürel yerleri ve yapıları canlandırma arzusu varmış. ‘Köylülerimiz gelsinler, köylerini görsünler ve eski güzellikleri paylaşarak devam ettirelim’ düşüncesindeydi. Kaymakamın çabalarıyla mezarlığımızın etrafı duvarlarla çevrilerek korumaya alındı, mezarların olduğu alan temizlendi ve düzenlendi. Mezarlığın duvarına ‘Burunkışla Ermeni Mezarlığı’ tabelası astık. Yakında boyası da tamamlanacak.” 20, 30, 50 yıldır

köylerini görmemişlerdi. Kiminin babası, dedesi orada yatıyordu. Dualar ettik hepsinin ruhu için. Daha sonra köy meydanındaki çeşmenin başına gittik. Önce yine ağlaşmalar, sonra bir anda sevinç oluştu herkeste, bayram şenliği gibiydi. Sözlerle ifade edilemeyecek duygular yaşadık. Sağ olsun, kaymakam bize dört tane servis aracı verdi, diğer köyleri ziyaret edebilelim diye. Gezimiz üç gün sürdü. İstanbul’a dönüşte son durağımız Kayseri Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi oldu. Önümüzdeki yıl daha kapsamlı bir ziyaret programı hazırlamayı düşünüyoruz. Terzilli köyündeki şapelin de korunması, çevresinin düzenlemesi için girişimlerde bulunacağız. Belki Yozgatlı Ermeni ve Türkleri buluşturacak bir şenlik yapılabilir. Kaymakam Dönmez’le bu yönde görüşmelerimiz oldu.

”Terzilli’deki Avedaran’ın gizemi Arzuman, gezi sırasında, yine eski bir Ermeni köyü olan Terzilli’ye gittiklerini ve oradaki bir şapeli ziyaret ettiklerini ifade etti. İlk Avedaran’ın indiği yer olduğuna inanılan şapel Yozgatlılarca kutsal kabul ediliyor: “Terzilli köyüne Allah’ın kitabını oraya buraya verdik, burayı samanlık gibi kullandık ve felaketler başımızdan eksik olmuyor.’ Sonra da ne yapıp edip, o İncil’i bulup getirmişler, samanlığı da şapele dönüştürmüşler ve böylece yeniden huzura kavuşmuşlar. Şu an oranın koruyucusu bir imam. Biz gittik, gördük ve çok şaşırdık.”


t o p l u m 29 Kas›m 2010

// 25

Burunkışla köyünün gayriresmi tarihi Tarihçi Selim Deringil, Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e verdiği röportajda, Cumhuriyet döneminde Anadolu’da ‘ikinci bir gayrımüslimsizleştirme dalgası’nın yaşandığını şöyle açıklar: “Cumhuriyet döneminde de Ermenilere ve bütün gayrimüslimlere yönelik bir ‘ikinci dalga yok etme’ süreci yaşanıyor. Bu yok etme, illa öldürerek değil, insanların hayatlarını çekilmez hale getirerek, cehenneme çevirerek yapılıyor. Mesela Urfa, Diyarbakır, Sivas’taki Ermenilere ‘Hadi siz de İstanbul’a, İzmir’e’ deniyor.” Burunkışla Ermenileri de bu ikinci dalgadan paylarına düşeni almış. Halen hayattaki en yaşlı Burunkışlalılardan biri olan Pilos Arzuman, Burunkışla köyünün gayriresmi tarihini anlattı. Pilos Arzuman (86): Dedelerimiz Burunkışla’ya ilk kazmayı yaklaşık 400 sene önce vurmuşlar. Bizimkiler ilk olarak Erzurum Horasan’dan ve Kars’tan geliyor. Babam rahmetli “Kağızman’dan gelmeyik biz” derdi. İlk geldiklerinde köyde iki Müslüman hane varmış. Üç-dört gün sonra, Müslüman komşular dedelerimizin çadırlarına varıyorlar, yiyecek veriyorlar. Sonra bizimkilere dönüp “Gelin, komşu olalım” diyorlar. Bizimkiler de “Gidip bakalım, münasipse kalırız” diyorlar. Bakıyorlar köy havadar, çeşmesi de iyi, kalmaya karar veriyorlar. Epey bir müddet birlikte yaşıyorlar. Bu esnada Toroslardan Ermeniler göçüyor

köye. Köy büyüyor. Köy büyüyüp nüfus çoğalınca Müslüman komşular “Sizden memnunuz ama biz alt köye gidelim” diyorlar. Köy olduğu gibi Ermenilere kalıyor. Zaman geçtikçe köy 550 haneye kadar ulaşıyor, 15’ten evvel. Yozgat’taki en büyük köy oluyor Burunkışla. Sağ olsun, kaymakam bize dört tane servis aracı verdi, diğer köyleri ziyaret edebilelim diye. Gezimiz üç gün sürdü. İstanbul’a dönüşte son durağımız Kayseri Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi oldu. Önümüzdeki yıl daha kapsamlı bir ziyaret programı hazırlamayı düşünüyoruz. Terzilli köyündeki şapelin de korunması, çevresinin düzenlemesi için girişimlerde bulunacağız. Belki Yozgatlı Ermeni ve Türkleri buluşturacak bir şenlik yapılabilir. Kaymakam Dönmez’le bu yönde görüşmelerimiz oldu. Ondan başka Terzilli var 300-350 hane, Keller var 300 hane... 1915’ten sonra köy dağılıyor. Atatürk Cumhuriyet’i kurunca, babalarımız tekrar köyde toplanıyor. Geriye 80 hane kalıyor. O da toplama – tüm diğer köylerde arta kalanlar bizim köyde toplanıyor. Ermenilerden kalan malları balkanlardan gelen muhacirlere, Arnavutlara veriyorlar. Bu 80 haneyle 1932’ye kadar devam ettik biz. O yıl, tıpkı şimdiki gibi bir güz günü, Vali siyah arabayla çeşmenin oraya geldi ve halka “Bunlara her kö-

Gidenlerden de Yorumlar... “Her tarafımız yıkılmış, mezarlığa dokun mamışlar” Melkon Taşçıoğlu (80): Taşçılar, Toroslar, Gökbaşlar ve Arzumanlar buraya ilk gelip, köyü geliştirenler olmuşlar. Bunlar köklü soyadlar. Bizim kökenimiz Adana’ya, Kilikya’ya dayanır. Oradan Burunkışla’ya göç etmişler. Odur budur Burunkışlalıyız. Köyümüz zanaatkâr bir köy olmuş. Çevre köylerin nalbant, terzi, kuyum, ayakkabı işlerini bizim köy yaparmış. 1915’ten sonra

köy varlığını korumuş. Ama 1930-38 arası göç hızlanmış. Bugün, 1915’ten önce 530 hane olan köyden bir tek Ermeni hane kalmadı. Mezarlık açılışına gitmek bana da nasip oldu. Bazı yerlerde hüzünlendim, bazı yerlerde mutlu oldum. Kerezmanda (mezarlık) çok hüzünlendim. Bir elimde tel fırça, diğer elimde su, kazıdım. Kazdıkça Ermenice harşer, yani tarihimiz ortaya çıktı. Bazısı silinmiş ama çoğu duruyor. Herkese teşekkür ediyorum. Niye, çünkü me-

YATIRIMCI BAKIŞIYLA PARA Orlando Carlo Calumeno

‘Bol para’ sendromu

D

ÜNYA piyasalarında yüksek likidite yani ucuz maliyetli bol para hüküm sürmeye devam ediyor. Söz konusu olan para, ve bu para bol olunca nereye gideceği de merak konusu oluyor. Global finansal krizi aşmada kullanılan dünya merkez bankalarının ortak koordinasyonlu sermaye piyasalarına likidite enjeksiyonu politikası, bugün yaşadığımız parametreleri belirledi. Para yerinde durmaz, devamlı getiri sağlamaya çalışır ve bu yönde hamleler yapar, daha doğrusu sahiplerine yaptırır. Bu durumda henüz dünya merkez bankaları piyasalarda bulunan bol parayı çekmeye hazır olmadığına göre, ekonomik verilere istinaden bu yönde görüş olmadığını da varsayarsak, kısa vadede ‘bol para’ durumu devam eder. Malumunuz, dünya faiz oranlarının tarihi düşük seviyelerde seyrettiğine göre ‘bol para’ nereye gidecek? Hisse senetleri, altın, petrol, gayrimenkul veya hepsi! Son cevap en doğ-

Pilos Arzuman

tülüğü yapın, bir an evvel kaçıp gitsinler” dedi. O zaman ben 8-9 yaşındaydım. O vali kiliseyi yıktırdı. Taşlarından okul ve cami yaptılar. Bunların üzerine, 1933’ün yılbaşında biz İstanbul’a geldik. Evlerimiz orada kaldı, ekili tarlamız orada kaldı, her şeyimiz orada kaldı. İstanbul’da yedi evimize aldılar, orada kaldık 33’ten 63’e kadar. Hayli bir zaman ortakçılık yaptık gelen göçmenlerle. 63’te çocuklarımı alıp geldim.

zarlığımıza dokunmamışlar. Her tarafımız yıkılmış ama mezarlarımıza dokunulmamış, oraya saygı duymuşlar. “Biz saraylara sığmıyoruz, O oradan ; çıkmıyor” Güllü Arzuman (75): Biz Terzilli’deniz. 1935 doğumluyum. Mamamlar, ben 1 yaşındayken köyden çıkıp bir Dacig (Türk) köyüne gidiyor. İçlerinde hiç Ermeni yok. Niye çıktık bilmiyorum ama 16-17 yaşlarında Burunkışla’ya gelin geldim. At arabasına gelin geldim. Çok durmadık, 6-7

rusu gibi. ‘Bol para’ sendromu ile mutlak getiri arayışı, dünya genelinde hisse senetlerine talep yaratarak ciddi getiriler oluşturdu. Altın yükselişine devam etti, euro toparlanmaya çalıştı, petrol yukarıya doğru ivme kazandı ve gayrimenkul piyasaları açılmakla kalmadı, hızla toparlanmaya başladı. Türkiye ‘bol para‘ sendromundan nasıl etkilendi? ‘Bol para’ sendromu zaten rahat sendikasyon kredileri bulan ve çok sağlıklı yapıları mevcut olan bankalarımıza daha da düşük borçlanma maliyeti olarak yansıdı. Yurt dışından gelen ‘bol para’ sendromu, Türkiye ziyaretine Eylül başı başlayarak, Dolar bozumları, TL cinsi tahvil, hisse senedi ve gayrimenkul alımları olarak yansıdı. Sonuç? TL bazında rekor kıran İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Endeksi, Merkez Bankası ek alımlarına rağmen 1,40’lara gerileyen Dolar/TL, yıllık bileşik tahvil faizlerinin %8’in altına geldiği ortam ve kapış kapış satılan farklı gayrimenkul projeleri... Nereye gidiyoruz? Şu an TL bazında rekor üzerine rekor kıran borsamız 1 Kasım 2007 tarihinde dolar bazında tarihi rekor seviyesi olan 4,98’e ulaşmıştı. Yazımızı derlerken İMKB-100’ün ulaştığı seviye ise Dolar bazında 4,70. Rakamlara bakarak söyleyebileceğimiz,

ay sonra İstanbul’a geldik. Rahmetli beyimle üç dört sefer köye gitmiştik. Köyü en son 21 yıl evvel görmüştüm. Mezarlığın açılışında çok duygulandım. Kayınbabamın, kaynanamın mezarı orada. Canları için yemek dağıttık. Terzilli’deki madurda, bir küçük kemer içinde Avedaran’ımız (İncil) açık, alıbir yere koyuyor. Üç gün sonra mı, beş geldiğinde Avedaran’ı yine orada buluyor. Küçücük bir yere girmiş, kemerin arasına; biz saraylara sığmıyoruz, o oradan çıkmıyor ve tek başına kalıyor.

İMKB-100’ün tüm zamanların Dolar bazı zirvesine yalnızca %6 kaldığıdır. ‘Bol para’ sendromu ile yabancı yalarına ek alım yaptıkları ve ilk kez Türkiye’yi keşfeden yatırımcıların da pozisyon aldıkları çok net olarak belli. cı alımının Eylül’de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Borsa baratabilir. Seçici bazda son üç ayda borsamızda yaşanan çıkışa katılmayan ve ilginç hikâyesi olan hisse senetleri netlerinde yön tayin eder. Kısaca, elde bulunan verilere ve şirket değerlemelerine göre borsa tarihi zirvesinde iken bu noketmiştik; bu durumda değişiklik yok. Aylık TL mevduat, şanan geri çekilme. Diğer bir nokta da, Merkez Bankamızın daha sertçe müdahale ederek 1,40 seviyesinin altına kaymaları engellemek isteyecek olması. Kur savaşlarının yaşandığı ortamda belli seviyelerin korunmaya çalışılması normal karşılanmalıdır; bu, MB politikasının parçasıdır. Ancak Dolar bazı borcunuz yoksa TL’de kalmaya devam edin, Dolar bazı borcunuz varsa bu seviyelerden TL’leriniz ile Dolar alıp kapayabilirsiniz. Euro cephesinde geçici iyileşme rüzgârı var; beklentimiz, bu sene için 1.20 – 1. 30 bandında park eden Euro/US$ paritesi olmaya devam ediyor. Uzun vadede ise 1 Euro = 1 US$ beklentimiz sürüyor. orlando@calumeno.com


26 // t a r i h

29 Kas›m 2010

Taraih Defteri

Osmanlı’nın İnebahtı’da dönen bahtı 1

569 yılının Ekim ayıydı. Esmer ve çelimsiz İspanyol delikanlısı sırtında heybesi, yanında birkaç parça eşyası ile İtalya topraklarına ayak bastığında derin bir oh çekmişti. Madrid’de katıldığı bir sokak kavgasında birini yaralamakla suçlanmış ve hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. Yakalanması halinde cezası sağ elinin kesilmesi ve 10 yıl süreyle sürgüne gönderilmek olacaktı. Henüz 22 yaşında olan delikanlı suçlu olmadığını biliyordu ama bunu yetkililere anlatmak pek de kolay değildi. Halbuki her şey ne kadar da yolunda gidiyordu. Küçük bir ücretle ders verdiği okulda kendini her geçen gün biraz daha sevdirmeye başlamıştı. Kral Felipe’in üçüncü karısı Valois’lı Elizabet’in ölümü üzerine yazdığı şiir hem saray, hem de çalıştığı okulun müdürü tarafından övgülerle karşılanmıştı. Ama birden talihi tersine dönmüş ve kendini evinden çok uzaklarda bulmuştu. Bu İspanyol gencinin adı Miguel de Cervantes Saavedra idi. Bu adı ilerde çok duyacaktık. 1547 yılında Madrid civarında küçük bir şehirdeki yedi kardeşin dördüncüsü olarak doğan Miguel’in yaşamı aslında daha başından itibaren zorluklarla doluydu. Bütün çocukluğu orta halli bir eczacı-cerrah olduğu halde kendini soylu gibi tanıtan babasının ardından köy köy gezmekle geçmişti. Bu gezgin yaşam yüzünden sadece kısa süre vtı. Neyse ki hayranı olduğu tiyatro oyuncusu Lope de Rueda’nın sayesinde girdiği edebiyat dünyasında dostlar edinmiş, onlar sayesinde de1570 yılında kardinal olacak Guilio Acquavita’nın himayesine girmişti. Bu birliktelik Cervantes’in yaşamında yepyeni bir sayfa açacaktı.

Osmanlılara ilk direniş O yıllarda, İtalya’da her zamankinden daha hareketli günler yaşanıyordu. Yaklaşık 50 yıldır Osmanlılara karşı oluşturulmaya çalışılan Kutsal İttifak nihayet vücut bulmak üzereydi. Osmanlı orduları yıllardır Avrupa içlerinde at koşturuyor, Osmanlı donanması Nice, Toulon, Napoli, Reggio gibi Avrupa şehirlerini tehdit ediyordu. Fakat 1520’de Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupa seferleriyle başlayan birleşme çabalarının sonuç vermesi için Akdeniz’de Venedikliler’in kontrolündeki bazı Kıbrıs limanları ile Cenevizliler’in kontrolündeki Sakız Adası’ndan başka bir mevzi kalmaması gerekmişti. Ama 1565 yılının ilkbaharında 181 kadırga ve 30 bin leventten oluşan Osmanlı donanması Saint Jean Şövalyeleri’nin kontrolündeki Malta’yı kuşattığında beklenmedik bir şey olmuş, Avrupa’dan da yardım alan 600 şövalyenin ve 8.000 askerin kahramanca direnişi yüzünden Osmanlı birlikleri geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bu direniş kimsenin yenilmez olmadığını göstermişti ancak Osmanlı donanmasının Avrupalı güçlerin kontrolündeki sular için hâlâ bir tehlike olduğu gerçeğini değiştirmemişti.

Yenilmez Armada toplanıyor

Avusturyalı Don Juan ve Kardinalleri gösteren fresk (Israil’ deki Ein Karim Kilisesi’nden)

Nihayet 1570 yılında K ıbr ıs’ın Magosa limanının Osmanlılar’ın eline geçmesi üzerine, Papa V. Pius inisiyatifi ele alarak İspanya kralı II. Felipe ve Venedikliler’le bir antlaşma yaptı. Bu ittifaka Cenevizler’i, Fransa’yı ve Papalığın koruması altında olan diğer şehir devletlerini de katılmaya razı etti. İttifakın ilk işi 108’i Venedik, 49’u İspanya, Napoli, Sicilya ve Fransa tarafından; 12’si Ceneviz, 27’si Savoy ve diğer küçük şehir devletleri tarafından; 12’si ise Papalık ve Malta Şövalyeleri tarafından temin edilen 208 kadırgalık bir deniz gücü oluşturmak

oldu. Daha küçük nitelikteki çektirmeler ve kalyatelerle takviye edilen donanmada 30 bini kürekçi olmak üzere 80 bin asker görev alıyordu. İşte bu heyecanlı atmosfer içinde Napoli’deki İspanyol birliğine katılmakta tereddüt etmeyen genç Miguel kendini birden Kutsal İttifak donanmasındaki Marquesa adlı geminin güvertesinde buldu. Hıristiyan dünyası için hayırlı sonuçlar doğuracak olan bu ittifakın Cervantes’in yaşamında ne gibi sonuçlar doğuracağını o günlerde bir tek tanrı biliyor olmalıydı. Deniz savaşları tarihinde adı en iyi bilinenlerden biri

İnebahtı Savaşı’dır. 7 Ekim 1571’de, Yunanistan’ın Patrai Körfezi’nde, Avrupalılar’ın Lepanto, Yunanlılar’ın Navpaktos, Osmanlılar’ın İnebahtı dedikleri yerde Hıristiyan donanması tarafından dört bir yandan kuşatılan Osmanlı donanmasının dört saat gibi kısa bir sürede yok olmasıyla sonlanan bu trajik savaş, Batı dünyasında Türkler’in Avrupa’ya ilerlemesini durdurduğu için hâlâ büyük bir şükranla anılır. Fransa Kralı IX. Charles, o dönemde Osmanlılar’ın müttefiki olmasına rağmen, bu yenilgiyi ülkesinde törenlerle kutlamış, savaş Rönesans döneminde


t a r i h 29 Kas›m 2010

ünlü resimlere, şiirlere konu olmuş, halk ozanları olayın şerefine şarkılar bestelemişlerdir. İtalya’nın birçok kentdevletinde savaşı ve zaferi anımsatmak için çok sayıda kilise yapılmış, Papa, Kutsal İttifak Donanması’nın başı Don Juan’ı, yürekliliğini, İncil’de geçen “Bu, Yahya namında, Tanrı tarafından gönderilmiş bir adamdı” ifadesini onun için söylenmiş addederek kutsamıştı. (Zaferin 400. yıldönümü olan 1971 yılında ise Vatikan’da İnebahtı’nın 400. yıldönümünde büyük bir ayin düzenlenmişti.)

Don Juan’ın başarısı Osmanlı cephesinde ise savaşla ilgili ayrıntıların üzerinde çok durulmaz ve sanki sıradan bir yenilgiymiş gibi sunulur. Aslında gerçek bundan biraz farklıdır. Osmanlılar’a acı bir yenilgi tattıran Kutsal İttifak donanmasının başına İspanya kralı V. Charles’ın gayrimeşru oğlu Avusturyalı Don Juan geçirilmişti. Don Juan’un yanında her biri bir birinden becerikli askerler olan Cenevizli Gian Andrea Doria, Venedikli Sebastian Venier ve Agostin Barbarigo, Papalık güçlerinin kaptanı Marc Antonio Colonna ile İspanyol donanmasının komutanı Don Alvaro de Bazan vardı. Don Juan henüz 24 yaşındaydı ama yeteneklerini Granada’da Müslümanlar’a karşı ispatlamış becerikli bir askerdi. 9 Eylül 1571 günü, Magosa’nın düştüğünü, 15 Eylül’de Kaptan-ı Derya Müezzinzade Ali Paşa komutasındaki 230 parçalık Osmanlı donanmasının Korfu’yu basarak adayı talan ettiğini öğrendiğinde rotasını güneye çevirmekte bir an bile tereddüt etmeyen Don Juan, Cezayir Beyi Uluç Ali Paşa’nın ve İskenderiye d Osmanlı donanmasına katıldığını duyduğunda kesin kararını vermişti.

Ateşli silahların üstünlüğü Neredeyse birbirine denk kuvvete sahip ve birbirine benzer bir savaş düzeni alan iki donanma arasında dört saat süren kanlı çarpışmayı ateşli silahlar açısından üstünlüğe sahip taraf kazandı. İspanyol tüfekçileri Osmanlı okçularını galebe çaldı, Müezzinzade Ali Paşa ile Muhammed Çuluk’un ölümlerinden sonra bozgun başladı. Arkadan dolaşarak bozgunu önlemeye çalışan Uluç Ali Paşa geç kalınca Kutsal İttifak öldürücü darbeyi vurdu ve Osmanlı donanması tümüyle tahrip oldu. Savaş bittiğinde Don Juan’ın askerlerinden 8 bini ölmüş, 16 bini ise yaralanmıştı ama Osmanlı tarafının kayıpları daha büyüktü. 100 Osmanlı kadırgası batırılmış, 130 tanesi ele geçirilmiş, 25 bin levend ise hayatını kaybetmişti. Ayrıca Osmanlı kadırgalarında kürekçilik yapan 12 bin kadar esir kurtarılmıştı. Her ne kadar savaştan sonra padişah II. Selim “Düşman sadece bizim sakalımızı kesti. O sakal tekrar uzayacaktır” dediyse de savaş tarihçilerine göre İnebahtı Deniz Savaşı kürekli kadırgalar döneminin son ve en büyük savaşı olarak Akdeniz tarihinde bir dönüm noktası oluşturdu . Yenilgiden sonra yanında 42 parça kalyate, kadırga ve baştarda ile İstanbul’a dönen Uluç Ali Paşa’ya “Kılıç” ünvanı ile kaptan-ı deryalık görevi verilmişti. Kılıç Ali Paşa Tersane-i Amire’ye yeni gemiler yapılmasını; eskiden beri donanmaya gemi yapan ocaklara da her zamankinden 3-4 kat fazla kadırga yapmalarını emretmişti. Böylece 120 gün içinde denize 134 yeni kadırga indirildi. II. Selim donanmanın denize indirilişini görmek için 1572 Ocağında Edirne’den İstanbul’a geldi. Nisan ayında Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Beşiktaş iskelesinden

İnebahtı gazisi Cervantes

B

U deniz savaşında Marquesa adlı kadırgada kahramanca çarpışan Cervantes iki kez göğsünden yaralandıktan ve bir top güllesiyle sol elini kaybettikten sonra 1572’ye kadar Sicilya’daki Messina kentine tedavi görmüştü. Bu yaradan dolayı ileriki yıllarda el manco de Lepanto (Lepanto’nun çolağı) olarak anılacak olan Cervantes askerlik sevdasından vazgeçmeyerek ve 1575’te kardeşi Rodrigo ile birlikte Don Juan komutasındaki İspanya donanmasının El Sol gemisi mürettebatına katıldı. Sonunda Navarin, Korfu, Tunus kıyıları derken gemi Türk korsanlarının eline geçti ve Cervantes kardeşi ile birlikte Cezayir’e köle olarak satıldı. Rodrigo 1577’de fidye karşılığı serbest bırakıldı, ancak Mağribiler Cervantes’in üzerinde buldukları bazı mektuplardan dolayı onun değerli bir esir olduğu kanısına var

dıkları için, talihsiz denizci ailesi fidye parasını denkleştirinceye kadar esir olarak tutuldu. Beş yıl süren esareti boyunca başarısılıkla sonuçlanan dört kaçma girişiminde bulunan ve bu yüzden defalarca prangaya vurulan Cervantes 1580 yılında tam Cezayir Valisi Hasan Paşa’nın kölesi olarak İstanbul’a doğru yola çıkarılmıştı ki, ailesinin ve Kutsal Haç Tarikatı’nın topladığı 500 pesos karşılığında azad edildiğini öğrendi ve Madrid’e döndü. Ancak Cervantes’in sevinci kısa sürdü. Kimse İnebahtı’daki kahramanlıklarını ve Cezayir’deki esaret yıllarını hatırlamamaktaydı. Sakat eli yüzünden tekrar askerlik yapması da mümkün olmadığından kalbi kırılmış olarak düşük ücretli devlet memurluklarına razı oldu. On yıl boyunca önce Don Juan’un Yenilmez Armadası’nın

Papa V. Pius

Akdeniz’e doğru açıldığında her O sakal tekrar uzayacaktır” dediyse de savaş tarihçileri kes olduğu gibide burda hepaynı eski günlerin geri geleceğine inanıyordu. Ancak tarihçi Selaniki’ye göre toplum yaşamındaki yozlaşmanın bir sonucu olarak “donanmada bu tarihten sonra Osmanlı donanması eski gücüne kavuşamayacak ve bazı mevzi başarılara rağmen bir daha Akdeniz’in batısına giremeyecekti ama bunula yetinmedi.

tedarikçisi olarak, sonra da vergi memu ru olarak çalıştı. dünyasındaki eşsiz yerini herkese kabul ettirmiştir. Bütün bunlara bakarak, Osmanlı devleti için talihsiz bir olay olan İnebahtı Deniz Savaşı’nın en mutlu sonucu, eserleri İncil’den sonra en çok basılan yazar olan Miguel de Cervantes’i bize kazandırmak olmuştur diye düşünmekte vardı.

Büyük bir yazarın doğuşu

Don Kişot ve Sanço Panço

// 27

Cer vantes dar gelirli bir vergi memuru olarak çalıştığı dönemlerde bazı mali suçlara karıştı. Genel olarak dürüst, ancak kıymeti bilinmemiş biri olduğu kabul edilen Cervantes bu yıllarda iki kez hapse girdi. Yazarın 1604’te Sevilla’dan ayrılıp III. Felipe’nin sarayının bulunduğu Valladolid şehrine göçtüğü bilinmekte. Burada da fazla tutunamayıp, 1607’de hayatının sonuna kadar yaşayacağı Madrid’e

yerleşti. Ancak talihsizlik burada da yakasını bırakmadı. Bir soylunun Cervantes’in evinin önünde ölmesinden, Cervantes ailesi sorumlu tutuldu ve yazar tekrar hapse girdi. 1600 yılında La Mancha eyaletindeki Argamasilla Hapishanesi’nde iken yazmaya başladığı rivayet olunan Don Kişot’un ilk bölümü 1605’te yayımlandı. fiövalye romantizmine yöneltilmiş bir hiciv olan romanda İnebahtı anılarının yanı sıra örtük biçimde Katolik Kilisesi’ne ve dönemin İspanyol politikasına yönelik eleştiriler vardır. Ancak eleştiri ve hüznün yanında Bir de “bu adam ya çılgının biridir ya da Don Kişot’u okumaktadır” demiştir. 1610’da edebiyatçı dostu olarak tanınan Lemos kontunun himayesine giren Cervantes bu dönemde bir bölümü günümüze ulaşmamış 30 kadar esere imza atar. 1614 yılında takma adı Avellaneda olan ve kim olduğu hiçbir zaman öğrenilmeyen biri tarafından Don Kişot’un ikinci bölümü adıyla bir kitap yayımlanır. Kitapta Cervantes yeteneksiz, fiziksel kusurlu ve ahlaksız biri olarak tanımlanmaktadır. Bunun üzerine Cervantes Don Kişot’un Ancak bu bölümün yayımlanmasından biyat dünyasındaki eşsiz yerini herkese kabul ettirmiştir. Bütün bunlara bakarak, İnebahtı Deniz Savaşı’nın en mutlu sonucu, eserleri İncil’den sonra en çok basılan yazar olan Miguel de Cervantes’i bize kazandırmak olmuştur diye düşünmek AYŞE HÜR mümkündür.


2 8 // k ü l t ü r

-

s a n a t 29 Kas›m 2010

Anıl Çizmecioğlu, Fotoğraf Notları dergisinin son sayısında Ermenistanlı işçileri konu alan foto röportajıyla yer aldı

Çoğumuzun göze alamayacağı hayatlar Son dönemde Türkiye ve Ermenistan arasındaki ilişkinin sıkça gündeme geldiğini düşünürsek, Ermeniler arasında da belirli bir önyargı var. Bunu nasıl kırdın?

Fotoğraf Sanatçısı: Aykan Özener

G

ALATA Fotoğrafhanesi’nin dönem açılışında vitrin sergisi yer alan Anıl Çizmecioğlu, Fotoğraf Notları Dergisi’nin son sayısında Ermenistanlı işçileri konu alan foto röportajıyla konu edildi. Birçok fotoğrafçının son birkaç yıldır ulaşmak istediği, ancak önyargılar ve medyada Ermenistanlı göçmen işçilerle ilgili haberlerin de etkisi ile çoğunun konuşmak istemediği Ermenistanlı işçilerin hayatlarına tanıklık eden Anıl ile yaşadıkları ve gördükleri üzerine konuştuk.

Bu konuyu seçmeye nasıl karar verdin? Şimdiye kadar çalıştığım ve planladığım çalışmalar çoğunlukla sosyal konulardı. Yine aynı çizgiden gidebileceğim bir konu arayışındaydım. Bu işe başlamamdan kısa bir süre önce ortaya çıkan başbakanın ve birtakım siyasetçilerin söylemleri, akabinde bu sözleri protesto eden yürüyüşler ve televizyon-gazete haberleri bu konuyla daha derinlemesine ve samimiyetle ilgilenmem konusunda beni teşvik ediyordu. Bir yanda, bir insan hakkı üzerinden pazarlıklar söz konusu iken, bir diğer yanda çıkan haberler bu insanları birer suçlu gibi teşhir eder nitelikteydi. Bilenler hatırlar o zamanlarda çıkan gazete ve televizyon haberlerini. Şok etkisi yaratacak, bomba bir başlığın akabinde, çok sorumluymuşçasına gelen bir iki röportajla geçiştirilen ve ana haber bülteni saatini dolduracak görüntülerden ibaretti o haberler. Ama bu tür konulara farklı bir yaklaşım gerekiyordu. Daha samimi, daha duyarlı, meselenin özüne, bu insanların genel ve öznel hikâyelerine dair bir şeyler. Ben de kendimce bunu yapmaya çalıştım.

Ermenistanlı işçilerle tanıştın onların ailelerine konuk olup dertlerini dinledin ve sadece Ermenilerin değil tüm göçmenlerin ortak sorunlarına tanıklık ettin. Bu seni nasıl etkiledi? Her ne kadar duyarlı ve konuya onların tarafından bakmaya çalışan biri olarak yaklaşsam da, onların arasında bir yabancı olarak kalmam benim için büyük bir zorluktu. Başka bir dile, benzer, ancak farklı bir kültüre ve kendi

ülkesinde “normal” bir hayata sahip olan biri olarak görünmem, yabancı olarak sayılmam için yeterli sebeplerdi. Ancak, gazeteci akınından sonra, haklı olarak elinde fotoğraf makinesi olan herkese karşı çekingen davranıyorlardı. Bu yüzden güven kazanmak her zamankinden daha uzun bir süreç gerektiriyordu. Çalışmanın planlama aşamasından sonuna kadar, hem benim hem onların istekleri üzerine, teşhir edici fotoğraşardan uzak bir görüntü arayışı içerisinde olmam bile, çoğu zaman fotoğraf çektirmek istememelerine engel olmuyordu. Bu konuda onları anlıyorum. Çünkü bu farklı bir durum. Aslında hikâye çoğu yerde aynı. Yani sadece buraya göç etmiş Ermenilerden bahsetmiyorum. Dünyanın bir çok ülkesinde, hatta bir ülkenin içinde bile aynı. Türkiye’de, doğu ve güneydoğudan batı illerine hemen hemen aynı sebeplerden dolayı göç etmiş insanlara bakarsak da benzer manzaralarla karşılaşabiliriz sanırım. Ancak bu durumu özel kılan birtakım nedenler var. Tarihsel geçmişin getirdiği bazı önyargılar, devlet elinden yazılmış yeni hikâyeler ve kabul edilmek istenmeyen bazı gerçekler... Sohbetlerimizde sadece onların hikâyeleri değildi elbette konu. Ailelerinin, akrabalarının hikâyeleri de yer buluyordu cümlelerde. Daha bireysel olsa da genel için fikir veren hikâyeleri onların ağzında dinlemek, bugün okullarımızda okutulan yeni/yeniden yazılmış tarihleri ve Türkiye’de, doğu ve güneydoğudan batı illerine hemen çocukluğumda hatırladığım, ancak nasıl-nereden empoze edildiğini anlayamadığım bir Ermeni düşmanlığının izlerini düşünmeme neden oluyordu.Hepsinin ötesinde, evini geçindirmek, ailesini besleyebilmek için bir başka yere göç etmek zor bir durum. Her ne kadar bir zamanlar atalarının yaşadığı topraklara gelmiş olsalar da, şu an burada birçok şeyle mücadele etmek durumundalar. Biraz daha para biriktirebilmek için bir tek odaya sığdırdıkları hayatları, çocukların okumak için katlandıkları durumlar, belki de birçoğumuzun göze alamayacağı hayatlar. Ancak dünyada yüz binlerce insan maalesef bunun ya da daha ağır koşullar altında yaşamak zorunda kalıyor.

“Al Tabancanı.” Tabancamı taktırdı. Kitabı ve ilmühaberimi de verdi. İlmühaber, hayati bir şeydir. İlmühaberi vermek, aşağı yukarı ordudan ilişkisini kesmek demektir. Mesela kaçabilirdim. Ama Atatürk bana itimat etti ve karsak da benzer manzaralarla karşılaşabiliriz sanırım. ilmühaberimi verdi. “Şam’ı biliyor musun?” diye sordu. “Paşam bilmiyorum” dedim. “Sen cepheden geliyorsun, yorgunsun, al bunu, birkaç gün gez, yine gelirsin buraya” dedi. Teşekkür ettim. Kapıdan çıkarken, tabii arkamı döndüm, Arkam yırtık pırtıkmış herhalde… “Gel bakayım, üstün başın perişan” diye seslendi. Bir kart çıkardı, Menzil Kumandanlığı’na hitaben “Bu Efendiyi giydiriniz ve tabledotunuza dahil ediniz” yazdı. Yani bu demektir ki, her ay maaşımdan 110 kuruş kesilecek, 110 kuruşla da sabah, öğle, akşam yiyebileceğim. Menzile gittim. Sonra efendim, yemekhaneye gittik, kumandan beni takdim etti. Orada tabledot vardı, çocuklar oturuyor, subaylar var. Hiç cepheye gitmemişler. Bana öyle bakıyorlar, cepheden gelen bir subay, nasıl olur? Etraşarındaki Türklerle ilgili düşünceleri olumluydu. Tanı foto röportajıyla konu edildi. Birçok fotoğrafçının son bir dıkları Türklerden de karşılıklı yardım ve iyilik gören kişiler çoktu ve onlar için güzel sözler söylüyorlardı. Ben de ilişki içerisinde olduğum insanlar arasında Türk olduğumu söylememin onlar açısında önyargıya sebep olduğunu çok fazla hissetmedim. Çünkü niyetini anlatıp biraz zaman geçirince insanlar yorgunsun, al bunu, birkaç gün gez, yine gelirsin buraya” seni tanımaya ve güvenmeye başlıyorlar. Bu da, böyle bir çalışmanın en önemli koşullarından biridir zaten. Bireysel güven duygusu geliştiğinde kimliğin, kültürün, dilin bir önemi kalmıyor. İnsan olarak orada bulunuyorsun ve seni bir Türk ya da herhangi öyle bakıyorlar, cepheden gelen bir subay, nasıl olur? Et bir milletin üyesi değil, insan olarak sevmeye başlıyorlar. Ancak için ilişkisizlik ve önyargı çoğu zaman doğru bir tespittir. AR İS NALCI


k ü l t ü r

-

29 Kas›m 2010

Galata’da fotoğraf zamanı

Fotoğraf hanede sergi...

G

ALATA Fotoğrafhanesi yeni dönem çalışmalarını 2 Ekim Cumartesi günü bir kokteylle tanıttı. Fotoğrafhane’nin çıkarttığı ‘Fotoğraf Notları’ dergisinin son sayısının tanıtımının da yapıldığı gecede, basın ve belgesel fotoğrafçılığı atölyeleriyle ilgili bilgiler verildi ve yaz döneminde yapılan çalışmaların bir kısmı sergilendi. Belgesel fotoğrafçılar, tüm dünyada giderek artan sosyal sorunlara ilişkin yaptıkları görsel araştırma hemen dolayı göç mekânlarda yapılan görüşmelerde elde edilen görsel ve yazılı malzemenin ve saptamalarla kitlelerin dikkatini bu konulara toplamayı deniyor. Fotoğrafçılara uzun süreli eğitim olanakları sunan Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi de Türkiye’deki tek Belgesel Fotoğraf Programı’nı bu amaçla yürütmeye devam ediyor. Programa katılmak isteyen fotoğrafçıların 16 Ekim’e kadar vakti var.

RESMİN BÜYÜLÜ DÜNYASI Mayda Saris

Antranik Ohannesyan

I

RAK’taki savaş nedeniyle Ermenistan’a göç eden çok sayıda Iraklı Ermeni’den biri de ressam Antranik Ohannesyan oldu. Diaspora Bakanlığı’nın desteği ile Yerevan’da ilk resim sergisini geçtiğimiz ay düzenleyen Ohannesyan’ın parlak renklere yer verdiği soyut tuvallerinde özgürlük teması öne çıkar. Ermeni toplumunun acılı geçmişinden kaynaklanan ruh halini, yaşanan travmaların oluşturduğu içsel çöküntüleri imgelere dönüştürerek kompozisyonlarına taşıyan Ohannesyan, işgal altındaki Irak’ta bizzat yaşadığı savaşın şiddetini de karmaşık çizgilerle ifade ediyor. Farklı renkleri kullanmayı sevdiğinden, saf renkleri karış-

s a n a t //

29

İstanbul’a hasretlikler sergileniyor İstanbul’u farklı zamanlarda, farklı nedenlerle terk etmek zorunda kalan ve artık yaşamlarını Atina ve Selanik’te sürdüren 47 eski İstanbullu Rum’un hikâyesi bir sergide toplanıyor. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı tarafından desteklenen Lozan Mübadilleri Vakfı’nın düzenlediği ‘Hasretim İstanbul- İstanbul Rumlarının Göç Öyküleri ve Özlemleri’ başlıklı sergi 8 Ekim Cuma günü saat 18.00’da Yunanistan Başkonsolosluğu Kültür Merkezi Sismanoglio Megaro binasında açılıyor. Sergi hergün 12.00 – 20.00 saatleri arasında görülebilecek. Ya ş aml ar ını ar t ık A t ina ve Selanik’te sürdüren 47 eski İstanbullu Rum ile şu anda yaşadıkları mekânlarda yapılan görüşmelerde elde edilen görsel ve yazılı malzemenin bir araya getirilmesi sonucu ortaya çıkan ve yaşamlarına ait çarpıcı alıntılarla oluşturulan sergi, 19 Ekim’e kadar görülebilecek. Görüşme yapılan her bir kişiye ait bir panonun hazırlandığı sergide, yapılan görüşmelerden alıntılar ile eski ve yeni fotoğraşar yer alıyor. Görsellere konu olan mekânlar, görüşme yapılan her eski İstanbullunun verdiği bilgilere dayanılarak proje ekibi tarafından fotoğraşanmış. Sergi panoları görüşülen kişilerin İstanbul’dan gitme tarihlerine göre sıralanıyor. Sergiye paralel olarak hazırlanan bir de kitap bulunuyor. ‘Hasretim İstanbul- İstanbullu Rumların Göç Öyküleri ve Özlemleri’ başlıklı kitapta; Görüşmeler sonunda elde edilen bulguların yer aldığı rapor Türkçe-Yunanca-İngilizce olarak yer alıyor. Kitaba ayrıca, görü-

şülen kişilerin anlatımları özetlenerek Aslında hikâye çoğu yerde aynı. Yani sadece buraya göç etmiş Ermenilerden bahsetmiyorum. Dünyanın bir çok ülkesinde, hatta bir ülkenin içinde bile aynı. Türkiye’de, doğu ve güneydoğudan batı illerine hemen hemen aynı sebeplerden dolayı göç etmiş insanlara bakarsak da benzer manzaralarla karşılaşabiliriz sanırım. Ancak bu durumu özel kılan birtakım nedenler var. Tarihsel geçmişin getirdiği bazı önyargılar, devlet elinden yazılmış yeni hikâyeler ve kabul edilmek istenmeyen bazı gerçekler... pano sayfalarına Türkçe ve Yunanca olarak eklenmiş. Belgeseli de varOsman Köker’in aktard›¤›na göre, kahvelerde işçiler lehine propaganda yapmak için dolaşmas›ndan dolay› bu soyad›n› alan Boşgezenyan’› Meclis’te ilk olarak ön plana ç›karan olay, 22 Mart 1910 tarihinde iş yasas›yla ilgili verdi¤i kanun önergesidir. Uzun süre tart›ş›lan fakat bir türlü ç›kar›lamayan iş yasas› tart›şmalar›ndan sonra, Artin Efendi amelenin haklar›n›n sermayedara

tırarak yeni tonlar, farklı dokular elde eden ressam için Ermenistan, yeni bir başlangıç noktası. Ohannesyan için resim yapmak adeta nefes almak gibidir. Sanatçı, renkleri amacına uygun şekilde devreye sokmakta son derece başarılı oluyor. İç dünyasının yansımalarını, duygularını dinleyerek dışa vuran ressam, acı, elgesel fotoğrafçılar, tüm dünyada giderek artan sosyal sorunlara ilişkin yaptıkları görsel araştırma ve saptamalarla kitlelerin dikkatini bu konulara toplamayı deniyor. Fotoğrafçılara uzun süreli eğitim olanakları suöfke veya aşk ve mutluluk gibi her türden duyguyu ifade ederken, son derece cesur davranıyor. Ohannesyan’a göre önemli olan soyut resimlerine bakan kişinin yaşadığı duygular. Farklı yorumların ortaya çıkmasının gerekli olduğunu savunan ressam, bu anlamIrak işgali sırasında yaşadığı zor şartlara rağmen, sanatsal çalışmalarını aksatmayarak, yeni yaratılara imza atan Ohannesyan’ın eserleri, yakın gelecekte koleksiyonerlemayda@saris.com rin gözdesi olma yolunda.

karş› savunulmas› gerekti¤ini ifade eden bir önerge haz›rlar. Hükümetin asli vazifesinin, zay›f›, güçlüye karş› ko- rumak oldu¤unu belirtir ve medeniyetin elim neticelerinden birinin, sanayileşmiş ülkelerde halk›n, biri gayet güçlü sermayedar, di¤eri zay›f ve biçare amele olmak üzere iki s›n›fa ayr›lmas› oldu¤unu ifade eder ve dört maddelik bir kanun layihas› teklif ederek Meclis’te uzun sürecek bir tart›şma başlat›r: Birinci MaddeFabrikalarda güneş do¤mazdan evvel ve güneş yasakt›r]. ‹kinçocuklar›n le [işçinin sa¤l›¤›n›n korunmas›na ilişkin bir tak›m kay›tlar›n belirtilmesiyle], fabrikatörler taraf›ndan icras› mecburi oldu¤una dair erbab› vukufa [bilirkişilere] bir madde tanzim ettirilmesi de ayr›ca rica olunur.


30 // k ü l t ü r

-

s a n a t 29 Kas›m 2010

Anıl Çizmecioğlu, Fotoğraf Notları dergisinin son sayısında Ermenistanlı işçileri konu alan foto röportajıyla yer aldı

Film heyecanı Adana’dan Antalya’ya geçti

G

eçtiğimiz haf ta Adana’da gerçekleşen Altın Koza Film Festivali’ni, 9 Ekim’de 47. si başlayacak olan Antalya Altın Portakal Film Festivali takip ediyor. 1963 yılında Antalya Belediyesi tarafından başlatılan festival, 1995 yılından itibaren yine belediyenin girişimi ile kurulan Altın Portakal Kültür ve Sanat Vakfı tarafından organize ediliyor. Türkiye sinemasının ulusal ve uluslararası alanda tanınmasında ve gelişiminde ciddi rol oynayan festival bu yıl pek çok etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın tarafından yapılan açıklamada, Türkiye’nin en uzun soluklu sanatsal etkinliği unvanını taşıyan festivalin, bu yıl ‘Sinema ve Toplumsal Etkileşim’ ana temasını taşıdığı belirtildi. Festivalin gerçekleşeceği mekânlar bu yıl Antalya merkezin yanı sıra Burdur ve Isparta illerini de kapsıyor. Festival boyunca 3 il ve 8 ilçede kurulacak açık hava sinemalarında 100 film gösterimi hedeşeniyor. Ulusal bölümde 130, uluslararası bölümde 61 film olmak üzere 35 ayrı ülkeden toplam 191 film sinemaseverlerle buluşacak. Festivaldeki yarışmalarda toplam 690 bin TL ödül dağıtılacak.

Avedikian da konuk Festivalin ‘Uluslararası Özel Gösterim’ başlığı altında İtalya, İspanya, Belçika, İsviçre, Türkiye, Hong Kong ve Rusya’dan birer, Almanya’dan iki filmin yer aldığı uluslararası yarışmada Kore-Çin ve Sırbistan-Hırvatistan-Fransa ortak yapımı filmler bulunuyor. Yarışacak 11 film şöyle sıralanıyor: ‘Vittorio Meydanı’nda’, ‘Bir Asansörde Medeniyetler Çatışması’, ‘Tumen Nehri’, ‘Sineklik’, ‘Hitler Hollywood’da’, ‘Ateşkes’, ‘Gökkuşağının Yankısı’, ‘Arnavut’, ‘Suskun Ruhlar’, ‘Güzel Bir Hayat Düşlerken’. Yarışma filmleri ara-

sında ayrıca ‘Züğürt Ağa’, ‘Selamsız Bandosu’ gibi filmlerinden tanıdığımız Türk yönetmen Nesli Çölgeçen’in ‘Denizden Gelen’i, Türkiye asıllı İsviçreli yönetmen Cihan İnan’ın yönettiği ‘180’ de yer alıyor. Tematik bölümlerde gösterime girecek filmler ise, ‘Sıradan Yaşamlar, Sıradan Öyküler’, ‘Sınırdakiler’ ve ‘Aile’ye Bakmak, Aile’yi Aramak’ başlıklı bölümlerde perdeye yansıyacak. ‘Sıradan’ insanların küçük yaşantılarına ve bilindik öykülerine farklı açılardan bakan yönetmenleri izleyiciyle buluşturmayı amaçlayan bölüm Güney Amerika’dan Balkanlar’a kadar birçok yapıma yer verecek. Sıradışı konuları ve anlatımlarıyla sinemanın sınırlarını zorlayan iki filmlik seçki ile ‘Sınırdakiler’ bölümü, 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde farklı yapımları izleyiciyle buluşturmayı hedeşiyor. İzleyici, aile ilişkilerine farklı açılardan bakan, ailelerinin ve köklerinin arayışlarına çıkan insanların öykülerini anlatan yönetmenlerin yapıtlarıyla ‘Aile’ye Bakmak, Aile’yi Aramak…’ bölümünde buluşacak. Festivalin yabancı konukları arasında Serge Avedikian ve ünlü sinema ustası Emir Kusturica’da yer alıyor. Bosna savaşındaki tavrı nedeniyle eleştirilen Kusturica’nın festivale çağırılması, Türkiye’de çok sayıda insanan tepkisine neden oldu. Ayrıca bu yıl festivale onur konuğu olarak İtalyan sinema oyuncusu Claudia Cardinale de davet edildi. Cardinale, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’na seçilen ve genç yönetmen Ali İhsan’ın yönettiği Türk-İtalyan ortak yapımı Signora Enrica ile İtalyan Olmak filminin başrol oyuncu. 47. A ntalya Altın Por tak al F ilm Festivali’nde yarışacak filmler Biket İl-

han, Bülent Vardar, Deniz Yavuz, Engin Ayça, Ulaş Cihan fiimşek, Vildan Atasever ve Ziya Öztan’dan oluşan ön jüri tarafından belirlendi. Başvuran 50’ye yakın film arasından ulusal uzun metraj kategorisi için 15 film seçildi. Adana Altın Koza Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ödülü alan Semih Kaplanoğlu’nun yönettiği ‘Bal’ filmi, festival yönetmeliği gereği yarışma filmleri arasından çıkartıldı. Seçilen fimler arasında ilk kez kadın yönetmenler yarışıyor. İlksen Başarır’ın ‘Atlıkarınca’ ve Belma Baş’ın ‘Zefir’ adlı filmleri, kadın yönetmenlerin sinemada ağırlığının hissedilmesi anlamında ayrı bir önem taşıyor. Seren Yüce’nin yönettiği ve Venedik Film Festivali kapsamında Venedik Günleri’nde dünya prömiyeri yapılan ve Fatih Akın, Nina Lath Gupta, Stanley Kwan, Samuel Maoz ve Jasmine Trinca’dan oluşan İlk Film Jürisi tarafından ‘Geleceğin Aslanı’ ödülüne layık görülen ‘Çoğunluk’, 47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de ödül için yarışacak. Ulusal Belgesel Film Yarışması’na başv ur an 11 0 f il m d e n 20’s i , K ı s a F il m Yarışması’na başvuran 222 filmden 24’ü ön değerlendirme sonunda finale kaldı. Belgesel dalda ‘En İyi Film’ 15 bin, ‘En İyi İlk Film’e 5 bin TL ödül ve Altın Portakal heykeli verilecek. ‘En İyi Kısa Film’ ödülü 10 bin TL olarak belirlenirken En İyi Kısa Film’e para ödülünün yanı sıra Altın Portakal heykeli de verilecek.

kal Film Festivali’nin imza attığı bir diğer ilk ise, ‘Sinemanın Renkleri Cezaevlerinde’ başlıklı proje çerçevesinde, sinemanın büyülü renklerini ve dünyasını Antalya E ve L tipi kapalı cezaevlerine götürmeye hazırlanıyor. Bunun yanı sıra ‘Sanatın Barışçıl Dili ile Cezaevine Girmek’ etkinliği çerçevesinde Antalya E ve L Tipi cezaevlerindeki hükümlü ve tutukluların yapacakları resimler sergilenerek geniş kitlelere ulaştırılması hedeşeniyor. Festival süresinde zihinsel engelli ve down sendromlu çocukların oluşturduğu ‘Tomurcuk Perkisyon Topluluğu’ ve bedensel engelli gençlerin oluşturduğu ‘Engelliler Bale Topluluğu’ da, gösterileriyle festivalde yer alacak.

Bu yıl ilki gerçekleştirilecek olan ‘1. Ulusal Altın Kadraj Fotoğraf Yarışması’ festivalin öne çıkan etkinlikleri arasında yer alıyor. 200 fotoğraf sanatçısı en iyi Antalya fotoğrafını çekmek üzere yarışacak. Fotoğraf paylaşım sitesi olan www.fotoiz. com’la işbirliğiyle yapılacak olan yarışma vesilesiyle Türkiye’nin değişik noktalarından 200 fotoğraf sanatçısı Antalya’ya gelecek. 47. Uluslararası Antalya Altın Porta-

İspanya, Belçika, İsviçre, Türkiye, Hong Kong ve Rusya’dan birer, Almanya’dan iki filmin yer aldığı uluslararası yarışmada Kore-Çin ve Sırbistan-Hırvatistan-Fransa ortak yapımı filmler bulunuyor. Yarışacak İşbirliği’, ‘Sinema ve Televizyon Birbirine Alternatif mi Yoksa Birbirini Besleyen İki Olgu mu?’, ‘Türk Sinemasının Toplumsal Dinamikleri’ konu başlıklarında paneller düzenlenecek.

Konferanslar... Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Nuran Yıldız’ın ‘Tanklar ve Sözcükler’ başlıklı konferansı, sinema, siyaset, ordu üçgeni arasındaki ilişkiler üzerinde duracak. Bunun yanı sıra; ‘Sinema ve Toplumsal Sorumluluk’, ‘Sinema Filmleri ve Film Festivallerinin Ülke-Kent İmajına Etkisi’,’Film Sponsorlukları ve Sponsorluk Uygulamalarındaki Sorunlu Alanlar’, ‘Tanıtım ve Etkileşim Aracı Olarak Sosyal Medyaların İşlevi ve Bu İşlevlerin Sinema estivalin ‘Uluslararası Özel Gösterim’ başlığı altında İtalya,


k ü l t ü r

-

29 Kas›m 2010

s a n a t //

31

Orhan Pamuk Norman Mailer anısına verilen ödülün sahibi oldu

N

ORMAN Mailer Merkezi ve Yazarlar Birliği Başkanı Lawrence Schiller, iki kez Pulitzer ödülü kazanan ABD’li yazar Norman Mailer anısına verilen Yaşam Boyu Başarı ödülüne bu yıl Orhan Pamuk’un layık görüldüğünü duyurdu. Pamuk, ödülünü, 19 Ekim Salı günü New York’ta düzenlenecek gala töreninde, ünlü yazar-editör ve yayıncı Tina Brown’dan elinden alacak. Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne adı-

nı veren iki kez Pulitzer ödülü kazanan Mailer, ‘The Armies of the Night’ (Gece Orduları) adlı eseriyle 1968 yıBizimkilerin yaptığı, ben istedim, ben yaptım oldu. Böyle şey olmaz! şirketinde istediğini işe alır, istediğini işten atar, sistemi değiştirir, kimseye rin böylesine keyfi davranmaya hakkı yoktur, çünkü zararı çocuklarımıza dönüyor. Benim çocuğum yok, ama yıllarca dostlarıma, arkadaşlarıma “Çocuklarınızı bizim okullarımı-

za gönderin, özümüze, dilimize sahip olalım, bir arada olalım” diyerek mücadele ettim. Ama artık yavaş yavaş bu duygularımın yanlış olduğunu düşünmeye başladım. lında P ulit zer Ulu s al K it ap Ödülü’nü, ‘The Executioner’s Song’ (Celladın Şarkısı) adlı kitabıyla da 1978 yılında Pulitzer Roman Ödülü’nü kazanmıştı. Mailer, 10 Kasım 2007 günü New York’ta, 84 yaşında yaşamını yitirdi.

Fatih Akın’a Almanya’dan liyakat nişanına sahip oldu

F

ATİF Akın, filmlerinde ağırlıklı olarak göçmenlerin Alman toplumuna uyumunu, kültürel çeşitliliği, yurt sevgisini ve yabancılığı konu aldığı, büyük bir doğallık ve açıklılıkla Türkiye kökenli Almanların Almanya’daki sorunlarını ve Almanya ile Türkiye arasında mevcut olan toplumsal farklılıkları işlediği için Almanya Cumhuryakat nişanıyla ödüllendirildi. 3 Ekim Nina Lath Gupta, Stanley Kwan, Sa-

ES GEÇEN HAYATLAR Serda Semerci

Yer Göstericisi İletişim biçimlerinin doğrudan değil de dolaylı olması, belki de insanların karşılaşma alanlarını hiç olmadığı kadar önemli kıldı. Gerçekliğin etkilerinin daha net görülebildiği bu karşılaşma alanlarından yararlanarak karakterlerini birleştiren ve çarpışan hayat hikâyelerini ekrana taşıyan filmler, bu açıdan aslında günümüzde önemi artan yüz yüze kurulan iletişimin değerini vurguladığı gibi, çağımızın yabancılaşmış bireylerine de bir gönderme yapıyor. ‘Paramparça Aşklar ve Köpekler’ (Amores Perros, 2000), ‘Çarpışma’ (Crash, 2004) ve ‘Babil’ (Babel, 2006) gibi daha popüler örneklerde de gördüğümüz gibi, bu tür hikâyeler, izleyicilere yaşadığımız dünyadaki paranoyaları, insan ilişkilerindeki soğukluğu ve hoşgörüsüzlüğü göstererek bir çarpışma alanı yaratmayı ve birbirinden farklı insanları bu çarpışmanın etkisiyle bir araya getirmeyi amaçlıyor. ‘Anlat İstanbul’ (2005) filminin yönetmenlerinden biri olan Selim Demirdelen’in ilk uzun metrajlı sinema filmi ‘Kavşak’ da, son yıllarda sıkça örneklerini izlediğimiz bu kesişen hayat hikâyeleri üzerine kurulan bir drama. Fakat Demirdelen’in filmi, bahsi geçen filmlerden oldukça farklı bir yerde duruyor. Filmde bir şirkette farklı mevkilerde çalışan üç kişinin hayatlarının tesadüşer sonucunda kesiştiğini, ama bu kesişmenin karakterlerin dışında toplumsal bağlamda daha genel bir anlam taşımadığını görüyoruz. Bunun en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz filmin bir omur-

muel Maoz ve Jasmine Trinca’dan oluşan İlk Film Jürisi tarafından ‘Geleceğin Aslanı’ ödülüne layık görülen ‘Çoğunluk’, 47. Uluslararası Antalya bölümünde buluşacak. Festivalin yabancı konukları arasında Serge Avebaşvuran 110 filmden 20’si, Kısa Film Yarışması’na başvuran 222 filmden 24’ü ön değerlendirme sonunda finale kaldı. Belgesel dalda ‘En İyi Film’ ve Altın Portakal heykeli verilecek.

gasının olmayışı. Belli bir fikir, mesele ya da tema üzerinden farklı hayat hikâyelerinin birleşmesi, her ne kadar tesadüfî de olsa, bir etki yaratabilecekken; Kavşak’ın böyle bir şeyle ilgilenmemesi filmi oldukça zayışatıyor. Ama filmin esas sorunu, birbirine değen ve kaçınılmaz bir şekilde birbirine muhtaç olan bu insanların hikâyelerinin herhangi bir toplumsal gerçekliğinin olmaması… Hikâyenin belli bir omurgaya sahip olmadan, farklı yan hikâyeleri tesadüşerle bir araya getirme çabası toplumsal gerçeklikten yoksun bir şekilde birleştirilmeye çalışınca da, haliyle bir televizyon dizisi kadar yüzeysel bir yapım ortaya çıkıyor. ‘Kavşak’ın iyi çekilmiş ve iyi oynanmış bir film olduğunu söylemek gerekiyor. Fakat yukarıda bahsettiğim temel aksaklıklar, filmin inandırıcılığını olumsuz yönde etkileyerek filmin güç

‘En İyi Kısa Film’ En İyi Kısa Film’e para ödülünün yanı sıra Altın Portakal heykeli de verilecek.Pazar günü kiye kökenli Almanların Almanya’da Cumhurbaşkanlığı konutu BelleAkın ve tanında bulunduğu 36 kişiye, siyasi, ekonomik ve kültürel alanda gösterdikleri hizmetten dolayı ve doğanın korunması, göçmenlerle kimsesiz insanlar için harcadıkları çaba dolayısıyla Liyakat Nişanı verdi.

kaybet bir omurgaya sahip olmadan, farklı yan hikâyeleri tesa mesine neden oluyor. Bir şirkette çalışan muhasebecinin, yaşadığı travma sonrası kendi vicdan muhasebesini bir türlü yapamaması, eskiden bütün teşkilatı idare eden bir polis memurunun kendi ailesini idare edememesi ya da kardeşinin hastane masraşarı için çalıştığı şirketten para çalan bir adamın durumu aslında çok daha ironik bir dille ve toplumsal bir eleştiriyi de içine alabilecek tarzda anlatılabilecekken, bütün bunların göstermelik kalması belki de filmi izlerken insanı rahatsız ediyor. Bu anlamda, ‘Kavşak’ın çok daha iyi olabilecekken, sadece seyirlik olmakla yetinmesi ve elindeki potansiyeli kullanamaması hayal kırıklığı yaratıyor. Ama bütün bunları görmezden gelirseniz, ‘Kavşak’ın iyi bir seyirlik olduğunu da belirtserda@semerci.com mek gerekiyor.


32 // k ü l t ü r

-

s a n a t 29 Kas›m 2010

20-26 Eylül tarihlerinde gerçekleşen 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nin onur konuğu, sinemanın yaşayan şairi Yunanistanlı yönetmen Theo Angelopoulos’tu. Usta yönetmenle Adana sonrası uğradığı İstanbul’da görüşme fırsatı bulduk.

Gözleriyle düşünmeyi aklıyla düşünmeye 17. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali bu yıl 20-26 Eylül tarihlerinde gerçekleşirken festivalin onur konuğu, dünyaca ünlü Yunanistanlı yönetmen Theo Angelopoulos’du. Kendine has üslubu ile sadece Avrupa ve Balkan sinemasının değil, dünya sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Yunanistanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un filmleri ‘Balkanların Belleği: Theo Angelopoulos’ başlıklı bölümde izleyiciyle buluşurken, sinemaseverler ‘Theo Angelopoulos Sineması’ başlıklı bir söyleşide ünlü yönetmenle sohbet etme şansı da buldu. Festival boyunca Angelopoulos’un setlerinden çekilen fotoğraşar ve yine yönetmenle ilgili belgesel filmler de sanatseverlerle buluştu. Festivalin sona ermesiyle birlikte Angelopoulos, soluğu İstanbul’da aldı. Biz de bu fırsattan faydalanıp üç gün boyunca kendisine eşlik etme onuruna nail olduk... Havaalanında üstadı karşılarken kendisi çok neşeliydi. Hemen bana Semih Kaplanoğlu’ndan ve Adana’da gördüğü büyük ilgiden bahsetti. Semih Kaplanoğlu ile tanıştığında, Kaplanoğlu’nun kendisinden ‘hocamız’ diye bahsetmesi belli ki çok hoşuna gitmiş, aklı biraz da ‘Bal’ filminde kalmıştı. Kendisi gibi her şeyi akıl süzgecinden geçirmekte ustalaşmış 30 yıllık hayat arkadaşı sevgili eşi ile beraber İstanbul’u gezerken, her baktığı yerden bir kadraj oluşturduğu, bakışlarından anlaşılıyordu büyük üstadın. Öyle ki, gözleriyle düşünmeyi aklı ile düşünmeye yeğ tutuyordu. Filmlerine yansıttığı düşünsel iradeyi ve sorunlar hakkında geliştirdiği diyalektiği özel hayatına da az çok taşıdığını anladığımız sinemanın yaşayan şairi, sıkışık vaktine rağmen söyleşi için bize zaman ayırdı.

Burada bulunma sebebiniz olan Adana Altın Koza Film Festivali hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyiz? Gerçekten de çok sıcak bir karşılama katıldım. Bütün bu törenler gerçekten çok dostaneydi.

Türkiye filmlerini izleme fırsatı da buldunuz burada. Türkiye sineması ginizi çeken Türkiyeli yönetmenler var mı? Türkiye sinemasının son yıllarda kayda değer bir gelişme içinde olduğunu, bir çok yabancı festivalde yer aldığını görüyoruz.

Nuri Bilge Ceylan ve son dönemdeki Setayorum fakat onları seyretmeye pek fırsatım olmadı.

Sizinle yaptığımız sohbetlerimizden önümüzdeki film/filmler için İstanbul’da bazı Bir Türk-Yunan ortak yapımı film söz konusu olabilir mi acaba? Şu an için herhangi bir şey söyleyemem, henüz çok erken, fakat böyle bunlar. İstanbul’a ilk gelişiniz değil. İstanbul’un

seleler, dengeler de kolay değişebiliyor, çok narin oluyorlar.Peki tam da bu noktada sinema Türk-Yunan ilişkilerine nasıl bir katkı sağlıyor sizce?Bildiğim kadarıyla yapım bazında bir ortaklık yok, varsa da ben bilmiyorum fakat sanat icra etmek adına bazı ortak çabaların var olduğunu biliyorum.Hangi ülkenin sinemasını kendinize yakın buluyorsunuz? Yeryüzünde hangi bölgenin/ülkenin sinemaya uygun malzemeye sahip olduğunu düşünüyorsunuz? Bir zamanlar Fransız sinemasıydı. 60’lı ve

Kariyeriniz başlarında Yunanlılığı, Yunanistan’daki tarihi ve sosyo-politik süreçleri imgeleme yolu ile ele alan filmler çekmiştiniz. Sinema sanatının topluma yansımasının nasıl olduğunu düşünüyorsunuz? Döneminde ve sorunsalı içinde varolmak isteyen bügünkü sinema çok zor soluyor. Çünkü televizyon ucuz bir seyir zevki sunarak izleyicinin bakışını kirletmiş durumda. Televizyon karşısında büyüyen nesiller var artık.

Peki, 68 dönemini merkezinde yaşamış biri olarak, sizce sanatla anarşik eylem örtüşür mü, anarşi sanatın neresinde yer alır? Sanatın içinde anarşi barınmaz, çünkü sanat büyük dikkat, disiplin ve konsantrasyon ister, bu da anarşiye izin wvermez

Filmlerinizde çoğu kez kadrajda deniz veya durgun bir dere görüntüsü vardır... Bunun sebebi nadir? Acaba iki ayrı toprak parçasını birleştiren ya da ayıran deniz, insanlar arasındaki anlayış farklılıklarını ya da benzerlikleri mi temsil ediyor?

ilginizi çeken en belirgin özelliği nedir? Sanırım ben, İstanbul’da saatler boyunca denize ve üzerinden geçen gemilere bakabilirim. İstanbul’un denizle olan bu ilişkisini çok kıskanıyorum işin açığı.

Türkiye’deki demokratikleşme sürecini ele alacak ve bu süreci değerlendirecek olursak, bu sürecin Türkiye’de zaten gelişmekte olan sinema sanatına ve genel olarak sanata katkı yapacağını düşünüyor musunuz? Bu süreçten sonuç alınacağını umuyorum, bununla beraber sanatın çoğu kez zor dönemlerde çok sihirli bir şekilde geliştiğine inanıyorum.

Türk-Yunan ilişkileri hakkında düşünceniz nedir? Daha da gelişeceğine inanıyor musunuz? Son dönemde Türk-Yunan ilişkilerinin daha iyiye gittiği ve geçmişten kaynaklanan problemlerin karşılıklı anlayışla çözümlenmesi yönünde işaretler var, fakat herkesin bildiği gibi bunlar hassas me-

70’li yıllarda gerçek bir sinema cennetiydi Fransa… Son dönemde ise bazı Asya ülkeleri ilgi çekici şeyler üretiyor. Örneğin Kore.. Bununla beraber bazı ülkelerde önemli münferit yapımlar da çıkmıyor değil. Fakat yine de o dönem Fransa’da yaşanan orgazmı şu an yaşayamıyoruz...

Hukuk fakültesinde okurken tahsilinizi yarıda bırakıp sinemaya yöneldiniz… Neden sinemayı tercih ettiniz? Hukuk okudum, çünkü bunu ailem istiyordu. Bundan sıyrılmayı başardığım anda birkaç sene öncesinde yapmak istediğim şeyi yaptım.. O da sinemaydı...Dünyaca bilinen bir ‘Angelopoulos sineması’ kavramı yarattınız. Sinemanız üzerine birçok makale ve inceleme yazıldı, çizildi... Kendi ağzınızdan Angelopoulos sinemasını dinlesek...Sinemamı anlatmak için pek de uygun biri olduğumu sanmıyorum. Bu daha çok başkalarının işi. Tabii bazen ortaya ta olan yazılar okurken bazen de yazılar, kafamdakilerin içine nüfuz etmesiyle beni hayrete düşürebiliyor.

Kesinlikle hayır...Şu an çekmekte olduğunuz üçlemeye kadar belli bir karakter üzerinden tarih, zaman ve mekânı incelediğinizi gördük... Trilojinin ilk filmi ‘Ağlayan Çayır’da ise, ilk bakışta ‘Eleni’nin hikâyesini yine fonda belli bir dönemi anlatarak veriyorsunuz ve konu merkezine göçmenlik kavramını oturtuyorsunuz. İkinci filminiz ‘Zamanın Tozu’nda ise bir yönetmen, kendi gerçekliğini geçmişte ararken, yer yer ‘Ulises’in Bakışı’ndan sahneler anımsıyoruz... Bize trilojinin üçüncü bölümünde nasıl bir yol izleyeceğiniz hakkında bir ipucu verseniz...Bunu ‘Öteki Deniz’ adlı son bölümde izleyecekseleler, dengeler de kolay değişebiliyor, çok narin oluyorlar.Peki tam da bu noktada sinema Türk-Yunan ilişkilerine nasıl bir katkı sağlıyor sizce?Bildiğim kadarıyla yapım bazında bir ortaklık yok, varsa da ben bilmiyorum fakat sanat icra etmek adına turduğu, bakışlarından siniz. İlk iki filmin hikâyesi 20. yüzyılın ikinci yarısında geçerken, üçüncü bölüm bugünü ve bugünkü gerçekliği ele alacak ve korkarım ki değineceği sorunsallar yarınınkileri de teşkil ediyor olacak.Umuyorum ki Yunanistan gelecekte kendini, yani Yunanistan’ı tekrar bulacaktır. YORGO DEMİR


k ü l t ü r 29 Kas›m 2010

Beser Şahin’in ‘Seyristan’ı piyasada

Yunanistan Osmanlı eseri

S

ANAT tarihçisinide ile Neval Konuk tarafından Yunanistan’da yapılan ve dört yıl süren araştırma sonunda, Yunanistan’ın çeşitli bölgelerine dağılmış Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan 10 bin mimari yapı tespit edildi. Eserlerin 5 bini halen ayakta duruyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Yunanistan ile Türkiye arasındaki mübadele sırasında Anadolu’dan giden Rumlar, camilere yerleşmiş ve bu camileri ev olarak kullanmaya başlamışlar. Bir envanterde toplanan bu kayıtlar, Dışişleri Bakanlığı tarafından Türkçe, İngilizce ve Yunanca bir kitapta toplandı.

Â

33

ÜRKİYE 48 sanatçının ve eserlerinin yer aldığı ‘Fikirler Suça Dönüşünce’ sergisi, içinde var olduğu topluma muhalefet eden, ifade özgürlüğünün sınırlarını araştıran sanatçıların eserlerini bir araya getiriyor. 1 Eylül Barış Günü’nde kapılarını açan sergiyi görmek için üç gününüz var. Siyasetin belleğinin tutulduğu, içinde varolduğu topluma muhalefet eden, sataşan bir duruşa sahip olan sergide, millitarizim, iktidar, hiyerarşi, milliyetçilik, toplumsal cinsiyet politikalarının Kendine has üslubu ile sadece Avrupa ve Balkan sinemasının değil, dünya sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Yunanistanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un filmleri ‘Balkanların le neması’ başlıklı bir söyleşide ünlü yönetmenle sohbet etme şansı da buldu. Festival boyunca Angelopoulos’un setlerinden çekilen fotoğraşar ve yine yönetmenle ilgili belgesel filmler de sanatseverlerle buluştu. eleştirisine yağunlaşan işler yer alıyor. Tophane Tütün Deposu’nda 10 Ekim’e kadar açık kalacak olan serginin küratörlüğünü Halil Altındere üstlendi. Farklı kuşaklardan Türkiyeli 48 sanatçının yaklaşık 100 eserinden oluşan sergideki eserler Türkiye’de faklı kişilerden ve pozisyonlardan insanların dertlerini ve kendilerini ifade etme biçimlerini anlatıyor. İki bölümden oluşan serginin bir bölümünde otobiyografik çalışmalar yer alıyor. Diğer bölümde ise sanatçıların sisteme ve ifade özgürlüğüne ilişkin eleştirisini katı bir şekilde gösteren çalışmalar yer alıyor.

Kürtçe müziğin sevilen sesi Beser Şahin’in Kalan Müzik’ten çıkan ‘Seyristan’ adlı yeni albümü, Koçgiri, Dersim, Maraş ve Yerevan bölgelerini kapsıyor. Güçlü sesini oldukça iyi kullanan sanatçı, bugüne kadar gerek protest gerekse doğu ve batı müziğini sentezleyen çalışmalara imza attı ve çeşitli eserlerle orkestrasyon çalışmalar yaptı. Almanya da yaşayan Şahin’in beş solo albümü bulunuyor. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede sayısız konserler verenŞahin, uluslararası festivallerde Kürt müziğini temsil etti. ‘Seyristan’da otantik derlemelere ağırlık veren Şahin, kendi bestelerinin yanı sıra Ermeni asıllı Kürt müziğinin ölümsüz üstadı Aramê Tigran’ın ve Mikail Aslan’ın ikişer bestesine de albümünde yer veriyor. Albümde ayrıca Vartolu Pir Derviş İsmail’in ‘Ya Xızır’ parçası ile Beser Şahin ve Mikail Aslan’ın düeti de yer alıyor.

şıklık geleneğinin kadın temsilcileri, Kalan Müzik etiketiyle müzik marketlerdeki yerini alan ‘Kadın Âşıklar’ albümünde buluştu. Sevilay Çınar tarafından hazırlanan albümde bağlama ve vokal icralarının sadece eser sahipleri tarafından icrâ edilmiş olmasına, bağlama haricinde başka hiçbir enstrümanın ve ayrıca hiçbir vokalin eşlik etmemesine dikkat edilmiş. Albümde, Âşık fiahturna’dan Âşık Sarıcakız’a, Âşık Nurşah Bacı’ya; Âşık Sinem Bacı’dan Âşık Sürmelican’a, Âşık Gülçınar’a; Âşık Arzu Bacı’dan Âşık Ezgili Kevser’e kadar yirminci yüzyılın pek çok kadın âşığı yer alıyor. Albümde, âşıkların, içinde bulundukları toplumun dünya görüşünü, sanat zevkini, yaşam düzenini ve beraberinde de geleneklerini yansıtan, yaşatan ve gelecek nesillere aktarılmasında köprü görevi gören halk sanatçıları olduğuna tanık oluyorsunuz. Ayrıca, âşıkların, halk kültürü içerisinde önemli bir yer tutan âşıklık geleneğini, kadar ulaştırdıklarını da görebiliyorsunuz.

s a n a t //

Bu sergide fikirler suça dönüşüyor

T

‘Kadın Âşıklar’ dile geliyor

-

Tony Curtis hayata veda etti ‘Bazıları Sıcak Sever’, ‘Houdini’, ‘Trapez’ gibi filmlerde oynayan Amerikalı usta aktör Tony Curtis 85 yaşında hayata veda etti. Kalp durması sonucu hayata gözlerine yuman usta oyuncu 1925 yılında Macar kökenli Yahudi bir ailenin oğlu olarak New York’ta Bernard Schwartz adıyla doğmuştu.1943 yılında orduya katılan Curtis daha sonra drama okuluna gitti. 1948’de Universal Studios’tan teklif alınMonroe ve Jack Lemmon ile oynadığı ‘Bazıları Sıcak Sever’ oldu. Spartacus filminde Antoninus rolünde izliyicinin karşısına çıkan Curtis, 1958 yılında çekilen ve Sidney Poiter ile birlikte rol aldığı ‘The Defiant Ones’ filmi ile En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar’a aday olmuştu. Curtis son olarak 2008 yılında David & Fatima isimli bir filmde rol almıştı.



g ü n c e l // 29 Kas›m 2010

35

10 Ekim’de her yerde ‘Yaşadığımız Çevre Evimimizdir’ eylemi var

K

EG (Küresel Eylem Grubu) aktivistleri, 165 ülkede aynı anda gerçekleşecek olan, atmosferdeki karbondioksit miktarına dikkat çekmeyi amaçlayan eylemle ilgili bir basın toplantısı düzenledi. Taksim Hill otelde yapılan toplantıya KEG aktivistleri Gökşen Şahin, Ömer Madra ve Nuran Yüce katıldı. Aktivistler, 10 Ekim’de dünya ile aynı anda Ankara, İstanbul, Kars ve İzmir’de eş zamanlı düzenlenecek eylem için, kamuoyuna çağrıda bulundu. İstanbul’daki Küresel İklim Grubu “10/10/10 eylemcesi”nde saat 15:00’te Galatasaray’da buluşup Taksim’e yürüyecek. 16:00’da Taksim Gezi Park’ında şenlik konser ve “Eylemce” olacak. Toplantıda ilk sözü alan Nuran Yüce, “Hükümetler istemese de biz dünyanın her yerinde eylemci arkadaşlarımızla birlikte küresel ısınmayı durdurun çağrısını yineleyeceğiz. Bu anlamda tüm kamuoyunu da küresel mücadeleye müdahil etmek istiyoruz” dedi. Eylemin İstanbul’da yapılacak bölümüne dünyaca ünlü dil bilimci Noam Chomsky de katılacak. Yüce’den sonra söz alan Ömer Madra, havadaki karbondioksit miktarındaki parçacık oranının 350 ppm olması yönündeki gerçekliği ortaya çıkaran, James Hansen’in ‘Aktivist Eylemci’ başlıklı yazısını okudu ve gençlere “Haklarınız için ayağa kalkın hükümetin dürüst olmasını ve politikalarının sonuçlarıyla ilgilenmesini talep edin” Yaşlılara ise “Belimizi doğrultup, gençlerin yanında, miras alacakları dünyanın korunması için mücadele edelim” çağrısında bulundu. ‘AKP en kötü çevre politikasını uyguluyor’ AKP hükümetinin de diğer hükümetler gibi çevre konusunda çok ‘hoyratça’ davrandığına işaret eden Madra,

şekilleniyor. AKP 8 yıllık iktidarında en berbat çevre politikasını izliyor. Nükleer politikaları, Hidroelektrik santralle ilgili kararlar hep kapalı kapılar ardında alınıyo”’ dedi. “Bu mücadeleyi kazanmak zor bir iş, ama imkânsız değil. Karbon salınımını acilen durdurmalıyız. Kömür yakmayı durdurmalı ve gerekli olan enerjiyi güneş ve rüzgâr gibi yenilebilir kaynaklardan üretmeliyiz. Zamanımız az, 350

Madra’nın ardında söz alan Gökşen Şahin “10/10/10 tarihini takvimlerimize kaydediyoruz. 10 Ekim 2010 Pazar günü yaşadığımız her yerde EYLEMCE var! Yani, 350. org öncülüğünde hem dünya çapında bir sürü eylem yapıyoruz o gün, hem de alabildiğine eğlenmeyi planlıyoruz. Ayrıca, bu küresel partide kendimizi hiç de yalnız hissetmeyeceğimiz kesin! Şu sırada dünyanın 130 küsur

“AKP hükümeti dünyadaki hükümetlerden farklı davranmıyor. Enerji politikaları mevcut sistemin istediği yönde

ppm’in üzerinde kaldığımız her gün yıkıcı ve geri dönülmez iklim etkilerini görme ihtimalimiz artıyor.

ülkesinden 1400’den fazla “eylemce” yapılacağı kayıtlara geçmiş durumda” dedi.

Yerevan İzlenimleri ‘Büyük şehrin’ sokakları gittikçe boşalıyor...

2

Yerevan Caddeleri

007 yılında, yani Ermenistan’a ilk gelişimden yedi sonra, Yerevan’a döndüğümde dikkat çekici iki şey vardı. Birincisi 6-8 şeritli devasa caddelerdeki arabaların çokluğu, Yeraz modelli arabaların yerini siyah camlı ciplerin ve hammerlerin alması; ikincisi ise açılan lüks tüketim mağazaları, dünyanın önde gelen giyim, parfüm markalarının Yerevan caddelerinde görülen ihtişamlı vitrinleriydi. Bugün ise, üç sene sonra, yine iki şey dikkat çekici. Birincisi açılan mağazaların bir bölümünün büyük bir hızla kapanmış olması, ana caddelerde, şehrin en kıymetli yerlerindeki mağazalar şantiye haline gelip, yeni kiracılarını bekliyor olması. İkincisi ise trafiğin beklenmedik bir şekilde düzene girmiş olması. Yerevan’da araba kullananlar, yaya geçidinden yayaların karşıdan karşıya geçtiğine ve buralarda durulması gerektiğine ikna olmuş. Hızlı bir ceza uygulamasıyla birkaç yüz kişi iki-üç gün içinde kemer takmadığı, yayalara yol vermediği için ceza yedikten sonra, trafiğin düzene girdiğini anlatıyorlar. Cumhuriyet Meydan’ından yukarı doğru çıkan en işlek caddelerden Abovyan’da, elinde çiçek tutan Kara Bala heykelini herkes bilir. Tam onun karşısında, Cumhuriyet Meydanı ile Opera binasını birbirine bağlayan, lüks binaların yapılmakta olduğu Kuzey Caddesi’nin tam girişinde, bir arabanın üzerinde “Saatçi” levhasını koymuş çalışan Jora Hovhannesyan ise, Abovyan Caddesi’nde dükkânlarda kiracı olarak çalıştıktan sonra, çalıştığı dükkânların kapanmasıda da arabasında “30 yıldır Abovyan Caddesindeyim.


36 // g ü n c e l

29 Kas›m 2010

22 Temmuz 1980’de katledilen Kemal Türkler’in kızı Nilgün Türkler:

“Bütün katiller birbirine benziyor”

Nilgün Türkler

E

YLÜL darbesine iki ay kala, Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurucularından, DİSK lideri Kemal Türkler evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. Cinayetten 16 yıl sonra ailesinin dava açmasına izin veren devlet, katillerden biri olan Ünal Osmanağaoğlu’nun 19 yıl boyunca kaçmasını da sağladı.Maraş katliamının sorumlularından olan, Bahçelievler’de yedi TİP’li genci katleden ve Türkler davası sanığı olarak aranan ülkücü Osmanağaoğlu darbeden sonra yurtdışına kaçtı. Abdullah Çatlı’dan sonraki yeni reis olarak Türkiye’ye döndüğü ve Susurluk kazası öncesinde Çatlı’yla Kuşadası’nda buluştuğu, yakalanmasının ardından basına yansıyan haberler arasındaydı. Osmanağaoğlu, 1999’da yakalandığında kardeşinin kimliğiyle Kuşadası’nda Milli Park’ın işletmeciliğini yapıyordu ve bir yıl önce Güzelçamlı beldesindeki jandarma karakolunun bahçesine Atatürk büstü yaptırdığı da biliniyordu. Cinayetle ilgili ilk dava 1981’de açıldı. 1987’de iki tetikçi cinayetten 12’şer, olayda kullandıkları otomobili gasp etmekten de 20’şer yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1999’da açılan ikinci davada yargılanan Osmanağaoğlu’na üç kez beraat kararı verildi, ancak karar her defasında Yargıtay tarafından bozuldu. Türkler öldürüldüğü gün evden çıkmadan eşi Sabahat Türkler’e “İşçi arkadaşlarına selam söyle ve akşam torunumu getirmeyi unutma” demişti. Torunu Burç Akpınar, bugün onu öldürenlerin cezalandırılması için uğraşan

avukatlar arasında. Suikastın üzerinden tam 30 yıl geçti. O gün balkondan, babasının öldürülmesine tanıklık eden Nilgün Türkler Soydan, doğum günü olan 21 Ekim tarihinde görülecek duruşmadan artık bir karar çıkacağını umuyor ve “21 Ekim benim doğum günüm, 50 yaşıma basacağım ve otuz yıldır devam eden davamızın sonlanacağını umut ediyorum. Kamuoyunun vicdanında katil olarak zaten damgalanan ve hukuken de bunun böyle olduğu tescillenen Osmanağaoğlu’nun yüzüne, hüküm okunacak ve ben bundan çok mutlu olacağım. Bu benim hayatımda aldığım en güzel doğum günü hediyesi olacak. Maalesef faili meçhuller cenneti olan memleketimizde babanızın katilinin bulunmasından daha güzel bir hediye yok” diyor.

“Annemin tek tesellisi o gün benim de babamla birlikte gitmemiş olmamdı” Liseyi bitirdiğim yazdı. Babamın kendince aldığı güvenlik tedbirleri nedeniyle ablam ve ben üniversiteyi kazandığımız halde, gidemedik. Babam, esprili bir şekilde “Sizin yerinize başkaları okur” demiş ve konuyu kapatmıştı. İşte o yazdı. Babamla birlikte sendikaya gidip gelmeye başlamıştım. Fakat o gün, bir arkadaşımın daveti vardı, sendikaya gitmeyecektim. Sonradan annemin tek tesellisi, o gün benim de babamla birlikte gitmemiş olmam oldu… Hep birlikte kalktık, annemle babam balkonda kahvaltı etti. Ben

de bir iki lokma atıştırdım. Babam çıktı evden. El sallamak için, annem odasındaki pencereye, ben balkona çıktım. Babam arabasına yöneldi, kapısını açtı, şoför koltuğuna oturdu. Koruması da yanına oturdu. Bir koruması vardı, göreve başlayalı on beş gün olmuştu. Yeniyetme bir polisti, kendisini korumaktan aciz. Yazık! Ateş başladığında can havliyle kendisini çimlerin üzerine atarak hayatını kurtardı. Babam öldürülmeden on beş gün önce görevden alınan koruma öyle değildi, işini biliyordu. Daha sonra bu polisi verdiler dostlar alışverişte görsün diye. Babam kontağı çevirdiğinde üç taraşı kurşunlar yağmaya başladı. Babamın elini hatırlıyorum, arabanın yanına indiğimde vitesin yanında duruyordu… Mahkemede teşhis ettiğim Ünal Osmanağaoğlu, ateş edip bir süre duruyor, çevresine bakıyor, sonra tekrar ateş etmeye başlıyordu. Uzun boylu, sıska, uğursuz bir tipti… Bir polis arabasının geldiğini gördüm, kapımızın önünde bir Renault hareketlendi, saldırganlar üç kişi, ikisi arkaya, biri öne bindiler, araba hızla uzaklaştı. Polis ekip aracı, onları korurcasına yanlarından geçti ve herhangi bir müdahalede bulunmadı. Koşarak indim aşağı. Arabanın kapısını açtığımda babamın gözleri açıktı. Şakağında ve kulağının arkasında birer delik vardı. Karnından oluk gibi kan akıyordu ve gözleri açıktı. Yeşil yeşildi gözleri, düzdü kirpikleri, öyle bakıyordu. Beni kenara itip babamı dışarı çıkardılar. Üç kez çok derin nefes aldı…


g ü n c e l // 29 Kas›m 2010

Bir yoğurtçu minibüsü durdu. Adam, kasaların hepsini aşağıya attı. “Başkanım!” diye bağırıyordu. Tanıyormuş babamı, gerçi onu tanımayan yoktu. Babamı o adamın arabasıyla götürdüler. Sonra o adamcağızı bulamadım bir türlü… Hastaneye götürülürken yolda, DİSK’in önünde ölmüş babam. Çok garip bir duygu… Biliyorsunuz, tüm aklınızla biliyorsunuz öldüğünü ama inanmıyorsunuz. Bana babamın öldüğünü söyleyen Kamil Bey amcanın üzerine öyle bir yürümüşüm ki, “Tamam, tamam kızım baban yaşıyor, ben yanlış söylemişim” dediğini hatırlıyorum. Olay sonrası hastaneye gittik ama hemen eve gönderdiler bizi. Evde ablamla radyoyu açmak istedik. Birisi açmamıza engel olmaya çalıştı, birisi “Bırak artık öğrensinler” dedi. Bunlara tanık oluyorsun ama inanmıyorsun, konduramıyorsun. Radyoda duyduk. “Evinin önünde silahlı saldırıya uğrayan Kemal Türkler öldü” ben bayılmışım…

sınız” dedi. Ben başardım, cenaze kortejinde yürürken, inat ettim, ağlamadım… O zaman anneme ve ablama da çok kızdım. Uyardım onları. Doğru muydu bu yaptığım, bilmiyorum. Ama babam öyle istemişti. Babam DİSK’te katafalka konduktan sonraki ilk ziyaretimizin ardından eve döndük, telefonumuz çaldı. Ablam açtı telefonu, karşıdan bir ses, “Gördünüz mü, adamı biz böyle yaparız” dedi. İşte ben bu yüzden ağlamadım. Düşünüyorum da, belki de liderlerin ve böyle insanların ailesi, çocukları olmamalı. Yalnız olmalılar… fiimdi birisi öldürüldüğünde benim aklıma hemen çocukları gelir, “Napıyordur?” diye düşünürüm, hemen aklıma kendim gelirim, “Ne yapmıştım?” diye düşünürüm. Cenazenin nefisi olur mu? Olur... Siz de bilirsiniz, bazı insanların cenazeleri nefis olur. Babamın da öyle oldu, fabrikaların şalterleri indirildi bütün işyerleri kapatıldı ve bir gün için genel yas ilan edildi. Milyonlarca işçi kardeşiyle birlikte uğurladık kendisini.

“Bizim hep az babamız oldu” Annem daha sonra yatak odasını hiç terk etmedi. Olayın üzerinden kaç gün geçti bilmiyorum, annemin artık uyuması gerekiyordu. Doktorlar ona bir ilaç verdi, adı hâlâ aklımda, Noludar. Annem yatağına giderken benim yanında yatmamı istedi. İstemeye istemeye gittim, babamın yattığı yere uzandım, annem başını koyar koymaz ‘küt’ diye gitti. Çok üzüldüm, sanki babama ihanet etmişim gibi geldi, hani onun yerini alıyormuşum gibi. O zaman öldüğüne kesin kanaat getirdim. Babamın son kahvaltısında yediği bir domates vardı, onu sakladık bir süre. Bir de yarım kalan ekmeği vardı. O ekmeği annem aylarca sakladı, artık filizlenmeye başlamıştı. Güç bela aldık onu annemden ve attık. Her zaman çok yoğundu, bu sebeple bizim hep az babamız oldu. Sert ve otoriter bir adamdı ama çok da espriliydi. Sendikada çalışanlar “baban evde hiç gülüyor muydu?” diye sorarlardı. Gülerdi. Babasından söz ederken çok duygulanırdı. Bir odun işçisinin oğluydu, dört yaşında babasına acıdığı için ona yardım maksadıyla oyun oynuyormuş gibi yaparak, odun taşırmış. Hep bunu anlatırdı.

“Cenazenin nefisi olur mu? Olur...” Nihat Erim öldürüldüğünde, biz artık sona çok yakın olduğumuzu biliyorduk. Babam kesin öldürülecekti. Hazır olduğumuzu sanıyorduk. Babam öldürüldüğünde attığım çığlık aslında çok önceden provasını binlerce kez yaptığım bir çığlıktı. Erim öldürüldüğünde en azından bir hafta dışarı çıkmamasını istedik. O zaman bize “Ben bir ordu içinde dahi olsam, onlar kafalarına koyduklarını yapacaklar ve beni vuracaklar. Büyük bir cenaze töreni olacak. On binlerce insan katılacak ve siz benim ailem olarak en önde yürüyeceksiniz. Başınız dik olacak ve ağlamayacak-

37

“Neden daha önce tespit etmedim diye benden hesap soruluyor” Dava açmamıza izin vermeyen devletin hesabını şimdi bu katil benden “Neden 19 yıl beni teşhis etmedi?” diye soruyor. 19 yıl boyunca bu devletin hukuku, kolluk kuvveti gelip de, “Yahu! Burada bir adam vurulmuş” demedi. Bırakın bu adamın siyasi kimliğini, işçi önderi olmasını, yapıp ettiklerini… Bir insan, sıradan bir vatandaş vurulmuş deyip, gelip bir soruşturma yapmadı. Biz mahkeme mahkeme gezip “Babamız öldürüldü. Yok mudur sorulacak, araştırılacak bir şey” diye sorduğumuzda bir kez dahi “Ne diyor bunlar?” denilmedi. fiimdi işte bu katil, elleri babamın kanıyla sıvanmış olan bu katil, “Beni neden daha önce teşhis etmedi” diye benden hesap soruyor? Bu sorunun muhatabı 19 yıl boyunca, bu adamın kaçmasını sağlayan devlettir. Devlet neden bu adamı daha önce yakalamadığının, neden yakalayıp da serbest bıraktığının hesabını vermelidir.

16 yıl sonra lütfettiler: “Babanızı öldürenlere dava açabilirsiniz”!

“Hakim küstü! Artık duruşmaya girmiyor”

16 yıl hep dava açmak için başvurduk. Dava açmamıza izin vermeyen devlet soruşturma da açmadı. 1996’da, neden bilmiyorum, dava açabilirsiniz dediler. Ne devlet ama! 16 yıl sonra lütfettiler: “Babanızı öldürenlere dava açabilirsiniz”! Babamın katillerinden biri olan Osmanağaoğlu’nu devlet hep korudu. 1999’da, avukatımızın çabalarıyla yakalandığında, Kuşadası’nda, Milli Parklar’da, yani devletin çiftliğinde yedi yıldır, işletmecilik yapıyordu. Verdiği hizmetlerden ötürü ödüllendirilmişti.

Hâk im , k atili üç kere b er aat et tirdi ve bu k ar ar Yargıtay’dan üç kere geri döndü. Hâkim “küstü”, artık duruşmaya girmiyor. Keyfi bir tutumla, görevini yerine getirmiyor. HSYK adayı bu hâkim eski bir ülkücü olarak görev beğenmiyor ve canı istemediği duruşmaya girmiyor. Ve çözüm “çakma” bir mahkeme heyeti kurulmakla bulunuyor. Otuz yıl sonra bir zahmet görülen Kemal Türkler davasına şimdi de ‘oldu mu oldu’ mahkemesi bakıyor. Davaya vâkıf olamayan bu heyetin, mevzudan bihaber şekilde bir duruşma yaşandı.

“Bütün katiller birbirine benziyor”

“Nilgün Türkler bana bakıyor!”

Katille 19,5 yıl sonra mahkemede karşılaştım. “Yüzüme bak!” diye bağırdım. Çünkü göz göze gelmek istedim, sadece birkaç saniye baktı gözlerime. O günden bu yana, dava hep küçücük salonlarda görüldüğü için her duruşmada neredeyse diz dize oturtulduk katille. Bir kere bile kafasını kaldırıp yüzüme bakmadı, bakamaz. O gün göz göze geldik birkaç saniye. Saç tellerimden tırnak ucuma dek zangır zangır titremeye başladım. Üç saat hiç durmadan titredim, aynı anda o da titriyordu. Titremek değil aslında, sinirlerim boşaldı, kaslarımı kontrol edemedim. Avukatlarımız bacağımı falan sıkıyorlardı, normale döneyim diye. Duruşma sonunda beni nöroloji servisine götürdüler, doktor ‘19 yıllık gerilimin boşalması’ dedi. Normalmiş… Bu duygunun benzeri bir hissi Hrant Dink duruşmasında yaşadım. Katille göz göze geldik. “Bu kadın da kim?” demiştir herhalde Samast, “Neden bana böyle bakıyor?” Baktım gözüne. Evet, birbirine benziyor, hep aynı bakış.

Geçen duruşmada savcıyı çıldırtan bakış, babamın bakışıydı. Savcı, “Nilgün Soydan Türkler bana bakıyor” diye yargıca şikâyet etti beni. Duruşma salonun içinde benim saydığım 27 polis vardı: Katilin çevresine etten bir duvar örülmüştü. Biz itirazımızı dile getirdik. Ardından savcı duruşma salonun durumuyla ilgili mütalaasını verdi. Güvenlik gerekçesiyle böyle olması gerekiyormuş! Ben savcıya baktım. Kafamdan şunları geçiyordum. “Bu adam bir insan” diyorum “ Birini gerçekten sevebilir mi? Karısı, çocuğu var mıdır? Çocuklarına nasıl davranıyordur? Samimi olduğu an var mıdır?” diye düşünüyorum. Savcı gözlerini de bir iki lokma atıştırdım. Babam çıktı evden. El sallamak için, annem odasındaki pencereye, ben balkona çıktım. Babam arabasına yöneldi, kapısını açtı, şoför koltuğuna oturdu. Koruması da yanına oturdu. Bir koruması vardı, göreve başlayalı on beş gün olmuştu. Yeniyetme bir polisti, kendisini korumaktan aciz. Yazık! Ateş başladığında can havliyle kendisini çimlerin üzerine atarak hayatını kurtardı. Babam öldürülmeden on beş gün önce benden kaçırmaya başladı, ben bunu fark ettiğimde iyice bir kilitlendim savcının gözlerine. Çocukça belki ama bakıyorum ve umut ediyorum “Belki insafa gelir” diyorum. Ama o gittikçe artan bir huzursuzlukla bakışlarını benden kaçırıp beni hâkime şikayet etti. “Bana bakıyor, bakmasın. Niye bakıyor rahatsız oluyorum?” dedi. Ben de “Bu gece başını yastığa koyduğunda rahat uyuyabilecek misin” diye sordum. Aynı itirazı katil de yapmıştı. İkinci duruşmada, “Nilgün Soydan Türkler bana bakıyor” diye mahkeme başkanına şikâyet etti. Türkiye Cumhuriyeti savcısı da, babamın katili de bakışlarımdan aynı rahatsızlığı duyuyor! Ben sevindim bunun böyle olmasına. Gözlerim babama benzemiyor diye çocukken çok üzülürdüm. Bu duruşmalarda anladım ki aslında gözlerim benziyormuş babama. Babamın bakışlarından da insanlar ürkerdi ve etkilenirdi. Dava sürecinde benim için en büyük gözlerim babamınkine benziyormuş!


38 //

29 Kas›m 2010

Kaybettiklerimiz... BAKIRKÖY ZN. SURP ASDVADZADZN‹ ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

ÜSKÜDAR SURP HAÇ ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

FER‹KÖY SURP VARTANANTS ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

ONN‹K NALÇACIER

TAKUH‹ KESK‹N

S‹RVART ENF‹YEC‹YAN

vefat›n›n 40. gününe tesadüf eden 10 Ekim 2010 Pazar günü Bak›rköy Zn. Surp Asdvadzadzni Ermeni Kilisesi’nde Surp Badarak’› müteakip yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Ayn› gün saat 14.30’da merhumun Bal›kl› Ermeni Mezarl›¤›’ndaki kabri ziyaret edilecektir. Tüm akraba, dost ve sevenlerine duyurulur. A‹LES‹ KAMER Cenaze ‹flleri: 0532 452 56 28 – 0532 282 09 55

vefat›n›n 2. y›l› münasebetiyle 10 Ekim 2010 Pazar günü Üsküdar Surp Haç Ermeni Kilisesi’nde Surp Badarak’› müteakip yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Ayn› gün saat 13.30’da merhumenin Ba¤larbafl› Surp Haç Ermeni Mezarl›¤›’ndaki kabri ziyaret edilecektir. Say›n akraba, dost ve sevenlerine duyurulur.

vefat›n›n 1. senesine tesadüf eden 10 Ekim 2010 Pazar günü Feriköy Surp Vartanants Ermeni Kilisesi’nde Surp Badarak’› müteakip yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Ayn› gün saat 13.00’te merhumenin fiiflli Mezarl›¤›’ndaki kabri ziyaret edilecektir. Bay ve Bayan Raffi - Nareg Enfiyeciyan ve evlatlar› Alara

SAMATYA SURP KEVORK ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

SAMATYA SURP KEVORK ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

SURP VARTANANTS ERMEN‹ K‹L‹SES‹’NDE SURP BADARAK VE HOKEHANK‹ST DUALARI

N‹ŞAN ‹NCE

K‹VO SABUNC‹

BEDROS ÇADIRCI

vefat›n›n 1. senesine tesadüf eden 10 Ekim 2010 Pazar günü Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi’nde Surp Badarak’› müteakip yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Ayn› gün saat 14.00’te merhumun Bal›kl› Ermeni Mezarl›¤›’ndaki kabri ziyaret edilecektir. Say›n akraba, dost ve sevenlerine duyurulur.

vefat›n›n 2. y›l› münasebetiyle 10 Ekim 2010 Pazar günü Üsküdar Surp Haç Ermeni Kilisesi’nde Surp Badarak’› müteakip yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Ayn› gün saat 13.30’da merhumenin Ba¤larbafl› Surp Haç Ermeni Mezarl›¤›’ndaki kabri ziyaret edilecektir. Say›n akraba, dost ve sevenlerine duyurulur.

vefat›n›n 1. senesine tesadüf eden 10 Ekim 2010 Pazar günü saat 13.30’da fiiflli Ermeni Mezarl›¤›’ndaki kabri bafl›nda yap›lacak Hokehankist dualar›yla an›lacakt›r. Say›n akraba, dost ve sevenlerine duyururuz. Bay ve Bayan Garo – ‹ro Çad›rc›o¤lu ve evlatlar› Bay ve Bayan Berç – S›rpuhi Ç›ng›ryan ve evlatlar›

VAZKEN

Vazken Profesyonel Dijital Video Çekileri

Piosian

VAZKEN ARAKELYAN Vaftiz, nişlan, dü¤ün, gece davetleri için

TAMAR

profesyonel dijital video çekimleri Cenaze İşleri Ogganizasyonu

Adres: Ergenekon Cad. Bilezikçi Sok.

VAZKEN ARAKELYAN

No: 58-D 4. Dükkan - Pangalt›

Vaftiz, nişlan, dü¤ün, gece davetleri için profesyonel dijital video çekimleri Adres: Ergenekon Cad. Bilezikçi Sok. No: 58-D 4. Dükkan - Okmeydanı

0212 510 20 36

0544 248 48 55

0216 453 67 34


g ü n c e l // 29 Kas›m 2010

39

Protestanların hak ihlalleri “Tehdit’ mi, yoksa tehdit altında mı?” başlığıyla raporlaştırıldı:

“Protestanların yaşam hakkı tehlikede” Protestan Kiliseleri Derneği, Protestanların hak ihlallerini raporlaştırdı. “Tehdit’ mi, yoksa tehdit altında mı? Türkiye’deki Protestanlar’ın Yasal ve Sosyal Sorunları-2010” başlıklı raporda, Protestanların yaşam haklarının tehlikede olduğuna vurgu yapıldı; inanç özgürlüğü talep edildi. Türkiye’de Protestanların Yasal ve Sosyal Sorunları raporu, Dernek Başkanı Zekai Tanyar, Dernek Genel Sekreteri Umut Şahin ve İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı Avukat Orhan Kemal Cengiz’in katıldığı basın toplantısıyla açıklandı. Derneğin raporunda, medyada Protestanlar hakkında yanlış, olumsuz ve karalama sayılabilecek programlar ve yayınların, önceki yıllara göre azalmış olsa da, yer almaya devam ettiği belirtilerek “Devlet kurumu olan TRT’de bile Hıristiyanlara yönelik program yapılmadığı gibi, Hıristiyanlar ve misyonerlik hakkında ki programlarda hiç bir şekilde Hıristiyanlar’ın çağrılmıyor, onlara tartışmaya katılma ve kendi görüşlerini ortaya koyma şansı verilmiyor olması, TRT’nin tarafsız bir kurum olmadığını ortaya koyuyor” denildi. Dernek Başkanı Tanyar, Anayasa’da inanç özgürlüğünün önünü açan düzenlemeler olduğuna dikkat çekerken, yasa ve yönetmeliklerle de inanç özgürlüğünün kısıtlandığını belirtti. “Açıkça elle verilirken, el altından geri çekiliyor” diyerek Protestanlarla ilgili karalama kampanyalarına da dikkat çeken Tanyar, “Özellikle 2000 yılından bu yana Protestanlar özellikle medyada tehdit olarak sunuldu. Bu bizim yaşam hakkımızı tehdit etti. Kampanya, insanları, 2007’de üç insanın Malatya’da boğazlarının kesilmesine kadar götürebiliyor. 8. sınıf öğrencilerine ders kitaplarında ‘bu insanlar tehdittir, düşmandır’ anlayışı aşılandı. Bu kafa yapısından insanların kurtulmasını arzuluyoruz” dedi. Yasalara göre Protestanların ibadet yeri açabileceğini ancak uygulamada ibadet yeri açamadıklarını belirten Tanyar, “Yasalız ama istenmiyoruz. Sırf inancımızdan dolayı yasa dışı sayılıyoruz” şeklinde konuştu.

Protestanlara yönelik karalama kampanyası Avukat Orhan Kemal Cengiz de medyanın Protestanlara yönelik karalama kampanyalarının hemen ardından Protestanlara saldırıların gerçekleştiğine dikkat çekti. Son yıllarda Protestanlara saldırıların azaldığını belirten Cengiz, bunda Ergenekon’un çekirdek kadrosunun cezaevine girmiş olmasının katkısı olduğunu kaydetti. Cengiz, Protestanlar hakkında karalama kampanyası yapan, basın açıklamaları düzenleyen, Genelkurmay’a brifing veren

kadronun Ergenekon kapsamında yargılandığını belirtirken, “Ergenekon’un üzerine daha net bir şekilde gidilebilirse, bu çok net anlaşılabilecek” dedi.

Raporda, Protestanların yaşadıkları sıkıntılar şöyle yer aldı: • Kiliselerin yüzde 99’unun tüzel kişiliği yok. Kiliseler, tüzel kişilik olarak tanınmıyor. • İmar Kanunu’nda yapılan değişikliğe karşın Protestanlara ibadet yeri verilmiyor. Gayrimüslimler söz konusu olduğunda yasayla verilen, yönetmelikle geri alınıyor. Protestanlar tüm belediyelere, ibadet yeri açabilmek için başvuruda bulundu. Onlarca başvurudan sadece birine yanıt geldi. İstanbul’da Altıntepe Protestan Kilisesi şu an Türkiye’de Protestanların ibadet yeri olarak tanınan tek •Protestanların kişilik hakları korunmuyor, nefret söylemine karşı koruma geliştirilmiyor. Son olarak bir televizyon programında Protestanlara ilişkin eleştiriler nedeniyle dava açıldı. Yargıtay, Protestanları tanımadı ve “sıfat yokluğu” nedeniyle davayı reddetti. Aynı Yargıtay’ın Orhan Pamuk’un yazdığı bir yazı nedeniyle “sıfat yokluğu” şartını öne sürmeden tüm Türklere dava açma hakkı getirdiğine dikkat çekildi. •En büyük sorun ilköğretim ve lise öğrenimindeki zorunlu din dersi zorunu. Hıristiyan çocuklar bu derslerden muaf tutulsa da okul içinde bu nedenle ayrımcılığa uğruyor, “gâvur” yaftalaması ile karşılaşıyor. Bazı olaylarda Hıristiyan öğrencilerin öğretmenleri tarafından tüm sınıf içinde Müslümanlığa davet edildiği belirtiliyor. •Din dersinden muaf tutulmak için kimlikte Hıristiyan yazması koşulu getiriyor. Öğrenci ya da öğrencinin anne ve babasının Hıristiyan olduklarını sözle söylemeleri halinde dahi öğrenci dersten muaf tutulmuyor. •Protestanların yüzde 60’ı ise işsiz kalma ve hayati tehlike nedeniyle kimliklerinin din hanesine İslam yazdırmak zorunda kalıyor. •Protestanlar din adamı yetiştiremiyor. Gayrimüslimlerin din adamı yetiştirmek için orta öğrenim ve üniversite açmak için nasıl bir yol izleyebilecekleri konusunda bir açıklık bulunmuyor. Protestanların mezarlık statüleri belli değil. Kamu ve özel sektörde çalışan Hıristiyanlar kutsal sayılan günlerde tatil yapamıyor

Rapordaki çözüm önerileri: •Hükümet her felsefi düşünce, din ve inanca eşit uzak-

Chomsky düşünce özgürlüğü için İstanbul’da Düşünce Özgürlüğü için 7. İstanbul Buluşması 9 ve 10 Ekim tarihlerinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde yapılacak. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin işbirliğiyle yapılan buluşmaya dünyanın çeşitli ülkelerinden 20 kadar düşünür katılıyor. Katılımcılar, iki gün sürecek oturumlarda düşünce özgürlüğünün bugününü ve geleceğini de tartışacak. ‘Düşünce Özgürlüğü İçin İstanbul Buluşması’nın bu yılki onur konuğu, ABD’li ünlü dilbilimci, muhalif düşünür Prof. Noam Chomsky. ABD ve İsrail’in yayılmacı politikalarını sert bir dille eleş

tiren Chomsky’nin yanı sıra, Uluslararası Af Örgütü Türkiye raportörü Andrew Gardner, sosyolog ve siyaset bilimci Corinne Kumar, Uluslararası PEN 2. Başkanı Eugene Schoulgin, Gürcü yazar Irakli Kakabadze, insan hakları avukatı Judith Chomsky de Buluşmaya katılacak isimler arasında. 8 Ekim Cuma günü İstanbul’a gelmesi beklenen konuklar, aynı gün Ergenekon Terör Örgütü ile ilgili yazdıkları kitapla ‘mahkemenin seyrini etkilemeye çalışmaktan’ yargılanan Ertuğrul Mavioğlu ve Ahmet Şık’ın Kadıköy Adliyesi’ndeki duruşmasını izleyecekler. gününü ve geleceğini de tartışacak. şitli ülkelerinden 20 kadar düşünür katılıyor.Düşünce Özgürlüğü için 7. İstanbul

lıkta olma değerini ve tarafsızlık ilkesini gerçek anlamda hayata geçirmelidir. •Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri, sorunlara demokratik ve hukuka uygun çözümler üretebilmek için, Protestanlar’ın temsilcileri ve Protestanlar tarafından oluşturulan tüzel kişilerin hukuki temsilcileriyle düzenli olarak görüş alışverişinde bulunacak kanalları oluşturmalı ve açık tutmalıdır. •Türkiye’de düşünce, din ve inanç özgürlüğü, uluslararası hukuk standartları ölçüsünde güvence altına alınmalıdır. •Başta Diyanet İşleri Başkanlığı, İmam Hatip Liseleri ve Yüksek Öğrenim Kurumu bünyesindeki İlahiyat Fakülteleri aracılığıyla Türkiye’deki Sünni Müslüman kesime sunulan dinsel kamu hizmetinin yarattığı eşitsizlik göz önünde bulundurularak, diğer din ve inançlara mensup vatandaşlar için eşitliği sağlamanın yolları aranmalıdır. •Siyasetçiler, Protestanlara karşı karalayıcı, ötekileştirici söylemler kullanmamalıdır. Protestanlar ulusal tehdit olarak algılanmamalıdır. •Dernekler Kanunu’ndan yapılan değişiklikler Protestanların tüzel kişilik konusunda ihtiyaçlarını bir ölçüde karşılamış olsa da, bu konuda uygulamada yaşanan tutarsızlıklar ve kısıtlamalar giderilmelidir. •Nefret Suçları hakkında gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. •Nüfus kayıtlarında ve kimlik belgelerinde din veya inanç kaydı ve ibaresi kaldırılmalıdır. •İbadet yerleri edinmelerinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. •Zirve Yayınevi katliamı ile ilgili olarak sürmekte olan dava, suçu işleyenlerle sınırlı kalmayarak, katliamın gerçekleşmesine katkıda bulunmuş tüm faillerin ortaya çıkarılmasını sağlayacak bir şekilde sonuca ulaştırılmalıdır. •Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaktan çıkarılmalı ve aynı saatlerde öğrencilerin seçebileceği alternatif dersler müfredata konmalıdır.ar hakkında yanlış, olumsuz ve karalama sayılabilecek programlar ve yayınların, önceki yıllara göre azalmış olsa da, yer almaya detılma ve kendi görüşlerini Ders kitapları taranarak, genel olarak toplumun belirli kesimlerini incitici, karalayıcı ve düşmanlaştırıcı anlatım ve ifadeler çıkartılmalıdır. Milli Eğitim müfredatında ve kitaplarda, özellikle tarih anlatımı, günümüzde çeşitli etnik ve dinsel gruplara karşı önyargı ve kuşku yaratıp bunları beslemeyecek şekilde yeniden gözden geçirilmelidir.

şitli ülkelerinden 20 kadar düşünür katılıyor. Katılımcılar, Buluşması’nın ilk oturumu, gazetemizin katledilen genel yayın yönetmeni Hrant Dink’i konu alacak. Hepimiz Hrant’ız Bu oturumda Dink Davası avukatı Fethiye Çetin, ‘Hrant’ kitabının yazarı Tûba Çandar ve ‘Hrant Dinkİnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin işbirliğiyle yapılan buluşmaya dünyanın çeşitli ülkelerinden 20 kadar düşünür katılıyor. Katılımcılar, iki gün sürecek oturumlarda düşünce özgürlü Cinayeti: Medya, Yargı ve Devlet’ kitabı nedeniyle halen yargılanan gazeteci Kemal Göktaş konuşacaklar. Öğleden sonra yapılacak “Düşünüyorum, o halde...” adlı oturumda konuk konuşmacılar kendi ülkelerinde düşünce özgürlüğü ihlalleri üstüne tanıklıklarını aktaracak.


İMTİYAZ SAHİBİ AGOS Yayıncılık Basım Hizmetleri SAN. ve TİC. LTD. ŞTİ. ADINA Rahil Dink KURUCU • Hrant Dink • GENEL YAYIN YÖNETMENİ Rober Koptaş • SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Aris Nalcı • YAYIN DANIŞMANI Etyen Mahçupyan • YÖNETİM YERİ Halaskargazi Caddesi Sebat Apt. No 74 (Eski No 192), Kat 1, Daire 2 Osmanbey 34371 İstanbul • Tel: (212) 296 23 64 - 231 56 94 - 219 50 82 Fax: (212) 247 55 19 • HTTP www.agos.com.tr • e-posta: agos@agos.com.tr • HABER MERKEZİ haber@agos.com.tr • BASKI Star Medya Yayıncılık A.Ş. İnönü Cad. Basınekspres yolu Star Sok. No:2 İkitelli 34303 İST. Tel: (212) 629 08 12 • YAYIN TÜRÜ Haftalık Yaygın Süreli Yayın • ISSN 1303 - 0388 • ABONE Selin Özkaragöz abone@agos.com.tr ABONE KOŞULLARI Yurtiçi 6 aylık: 75 TL - 1 yıllık: 145 TL Avrupa 6 aylık: 85 Euro 1 yıllık: 170 Euro ABD/Kanada 6 aylık: 120 $ 1 yıllık: 240 $ Avustralya 6 aylık: 135 $ - 1 yıllık: 265 $ • REKLAM Linda Karin Özsu reklam@agos.com.tr • abone@agos.com.tr • ABONELİK İÇİN abone bedelini TEB Kurtuluş Şubesi (Şube kodu: 209) 15938 no’lu AGOS Yayıncılık TL. hesabına yatırmanız ve havale makbuzunu göndermeniz yeterlidir. • IBAN: TR760003200020900000015938 USD: TR700003200020900000015949 • EUR:TR430003200020900000015950 • AUD:TR160003200020900000015951 • Swift kodu: TEBUTRISXXX

Vicdani Retçi İnan Süver’den Başbakan Erdoğan’a mektup: 2001 yılından bu yana ısrarla asker edilmek isteniyorum.

“İdamımı istiyorum” “Size bu mektubu kural ve yönetmeliğine uymadığımdan dolayı diğer mahkûmlardan ayrı, tek başıma kaldığım 20 metrekarelik koğuşumdan, gecenin 03.20 sinde, uykusundan çoğu zaman olduğu gibi bağırarak uyanmış, gecenin karanlığında kimsesizlik ve yalnızlık bunalımına düştüğüm anlarda yazıyorum. 23 Temmuz 2001 yılından bu yana ısrarla ve inatla asker edilmek isteniyorum. Oysa ben 3 çocuk babası/inşaat işçisi/kimsenin tavuğuna kişt/ kimsenin de kedisine pisi pisi etmemiş/bilerek ince belli kara karıncayı incitmemiş/hep güçsüzden/hep kaybedenden yana olmuş/ futbolda bile hep küme düşme tehlikesinde olan takımları tutmuş/asla kimseye hükmetme derdinde olmayan, aynı zamanda kimsenin de emrine girmeyen, yalnız doğmuş, yalnız gömüleceğini bilen, buna göre yaşamak isteyen biriyim. Hal böyle iken 17 bin faili meçhul cinayetin işlendiği/4000 köyün yakıldığı/köylerinden yurtlarından zorla şehirlere göç ettirilen milyonlarca aç perişan yaşamların olduğu/50 000 gencin öldürüldüğü/kardeşin kardeşe düşman edilip kinlendirildiği/ milyonlarca gencin ruhsal rahatsızlıklara itildiği/binlercesinin de intiharlara sürüklendiği lanet savaş ve savaşma sanatı denen askerliği yapamıyorum, yapmıyorum, yapmayacağım gibi hiçbir ana kuzusu, tığ gibi, sakalı doğru düzgün çıkmamış gençlerinde yapmasını istemiyorum. Bu lanet savaşınıza kimsenin, tek bir gencin bile katılmaması için ne gerekiyorsa var gücümle yapacağım. 9 yıldır düştüğüm asker kaçaklığı durumu ile vatandaş olarak hiçbir hakkından yararlanmadım. Sivil ölü olarak çok zor koşularda yaşadım. 3. keredir askeri cezaevine alınıyorum. Özellikle 2003 yılındaki 4 ay hükümlü olarak kaldığım Ş irinyer Askeri Cezaevinde işkence, kötü muamele ve hakaretlere maruz kaldım. İlk ceza evine girişte arama adı ile makatlarımıza kadar kontrol edilip sabah 06.30’dan akşam 07.00’ye kadar zamanda, eğitim, spor ve cezaevi temizliği adı ile hem çalıştırılıp hem coplandık ve başımız eğikti. Çenemiz göğsümüze yapışık vaziyette çalıştırılır coplanırdık. Havalandırmada eğitim diye ayaklarımızı vurdururlardı. Sert vurmayanlar coplanırdı. Banyoya 15, 16 şar kişi olarak toplu ve çıplak götürülürdük. Anlatırken akıl durgunluğu yaşadığım gözümün önünden yıllardır gitmeyen bu uygulamaları yaşadığım bu cezaevindeyim. Burada beni hiçbir mahkûmla görüştürmüyor-

U

A

M

U

NLAŞILMASI çok zor bir ülke Türkiye. Dışarıdan bakanlar, sadece son günlerde yaşananlara, Kürt sorununda ateşkesin ardından neler geleceğine, başörtüsü tartışmalarına, emekli askerlerin faili meçhul cinayetlerle ilgili açıklamalarına, Ani’de namaz eylemine bakıp, Türkiye’nin bir kıyamete doğru sürüklenmekte olduğuna hükmedebilir. İşin kötüsü, hiç kimse böylesi kötümser bir tespitin büsbütün haksız olduğunu da söyleyemez. Ancak Türkiye aynı zamanda, bu denli tek boyutlu bir fotoğrafa sığması mümkün olmayan bir ülke. Her biri ardında devasa birer tarihsel yük taşıyan bu sorun-

lar. Velhasılı kelam hatırlamışken söyleyeyim. Protestan Kiliseleri Derneği, Protestanların hak ihlallerini raporlaştırdı. “Tehdit’ mi, yoksa tehdit altında mı? Türkiye’deki Protestanlar’ın Yasal ve Sosyal Sorunları-2010” başlıklı raporda, Protestanların yaşam haklarının tehlikede olduğuna vurgu yapıldı; inanç özgürlüğü talep edildi. Türkiye’de Protestanların Yasal ve Sosyal Sorunları raporu, Dernek Başkanı Zekai Tanyar, Dernek Genel Sekreteri Umut Şahin ve İnsan Hakları Gündemi Derneği Başkanı Avukat Orhan Kemal Cengiz’in katıldığı basın toplantısıyla açıklandı. Derneğin raporunda, medyada Protestanlar hakkında yanlış, olumsuz ve karalama sayılabilecek programlar ve yayınların, önceki yıllara göre azalmış olsa da, yer almaya devam ettiği belirtilerek “Devlet kurumu olan TRT’de bile Hıristiyanlara yönelik program yapılmadığı gibi, Hıristiyanlar ve misyonerlik hakkında ki programlarda hiç bir şekilde Hıristiyanlar’ın çağrılmıyor, onlara tartışmaya katılma ve kendi görüşlerini ortaya koyma şansı verilmiyor olması, TRT’nin tarafsız bir kurum olmadığını ortaya koyuyor” denildi. Dernek Başkanı Tanyar, Anayasa’da inanç özgürlüğünün önünü açan düzenlemeler olduğuna dikkat çekerken, yasa ve yönetmeliklerle de inanç özgürlüğünün kısıtlandığını belirtti. “Açıkça elle verilirken, el altından geri çekiliyor” diyerek Protestanlarla ilgili karalama kampanyalarına da dikkat çeken Tanyar, “Özellikle 2000 yılından

T

H

A

lar, dehşetli zaaflar olduğu kadar, geleceğe dönük büyük imkânlar da barındırıyor. Çünkü daha dün üzerinde konuşması büyük cesaret isteyen tabular, birkaç yıl içinde, günlük konuşmaların bir parçası haline gelip çözüm yoluna girebiliyor. Değişim elbette birtakım sancıları da beraberinde getiriyor. Toplumsal düzlemde yaşadığımız gelgitler, durum bizleri bazen aşırı bir ümide, bazen de kesif bir ümitsizliğe sevk ediyor. Oysa, biz her zaman farkına varamasak da, salt verilen siyasi ve toplumsal mücadelenin kendisi, varılmak istenen nihai hedeften bağımsız

se de biz dünyanın her yerinde eylemci arkadaşlarımızla birlikte küresel ısınmayı durdurun çağrısını yineleyeceğiz. Bu anlamda tüm kamuoyunu da küresel mücadeleye müdahil etmek istiyoruz” dedi. Eylemin İstanbul’da yapılacak bölümüne dünyaca ünlü dil bilimci Noam Chomsky de katılacak. Yüce’den sonra söz alan Ömer Madra, havadaki karbondioksit miktarındaki parçacık oranının 350 ppm olması yönündeki gerçekliği ortaya çıkaran, James Hansen’in ‘Aktivist Eylemci’ başlıklı yazısını okudu ve gençlere “Haklarınız için ayağa kalkın hükümetin dürüst olmasını ve politikalarının sonuçlarıyla ilgilenmesini talep edin” Yaşlılara ise “Belimizi doğrultup, gençlerin yanında, miras alacakları dünyanın korunması için mücadele edelim” çağrısında bulundu. ‘AKP en kötü çevre politikasını uyguluyor’ AKP hükümetinin de diğer hükümetler gibi çevre konusunda çok ‘hoyratça’ davrandığına işaret eden Madra, “AKP hükümeti dünyadaki hükümetlerden farklı davranmıyor. Enerji politikaları mevcut sistemin istediği yönde şekilleniyor. AKP 8 yıllık iktidarında en berbat çevre polile Karbon salınımını acilen durdurmalıyız. Kömür yakmayı durdurmalı ve gerekli olan enerjiyi güneş ve rüzgâr gibi yenilebilir kaynaklardan üretmeliyiz. Zamanımız az, 350 ppm’in üzerinde kaldığımız her gün yıkıcı ve geri dönülmez iklim etkilerini görme ihtimalimiz artıyor. bu yana Protestanlar özellikle medyada tehdit olarak sunuldu. Bu bizim yaşam hakkımızı tehdit etti. Kampanya, insanları, 2007’de üç insanın Malatya’da boğazlarının kesilmesine kadar götürebiliyor. 8. sınıf öğrencilerine ders kitaplarında ‘bu insanlar tehdittir, düşmandır’ anlayışı aşılandı. Bu kafa yapısından insanların kurtulmasını arzuluyoruz” dedi. Yasalara göre Protestanların ibadet yeri açabileceğini ancak uygulamada ibadet yeri açamadıklarını belirten Tanyar, “Yasalız ama istenmiyoruz. Sırf inancımızdan dolayı yasa dışı sayılıyoruz” şeklinde konuştu. Davullarla zurnalarla halay çeken ailelerin askere gönderdiği bu gençler kimileri gençliklerinin heyecanı kimileri de yine içine düştüğü gençlik bunalımı ile ya firar ediyor/ veya gittiği izinden 6 gün geç dönüyor/veya uykusunun ce bir atılması akıl kârımı? ve bu ceza da askerlikten gitmiyor.uyansın uykusundan. Öyle takım elbise giyip lumizinlerde kalabalık korumalar ile şehirden şehre hava atıp durmasın. Bana özel idam kararı verilmesini istiyorum. Yani idamımı istiyorum.”

K

K

I

olarak, değişimi kolaylaştırıyor, hızlandırıyor.İşte bu yüzdendir ki, daha referandum öncesinde Anayasa’nın toplumun gündeminde olmadığını söyleyenler, birdenbire, yeni bir Anayasa’nın bir haftada yapılabileceğini savunmaya başlıyor; daha dün üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmanın şeriat istemek anlamına geleceğini söylemuhafazakâr cenahın yüreğini okşayabilecek bir girişim, bugün aynı kesim tarafından, iyi niyetten yoksun bir yaklaşım olarak mahkûm edilebiliyor. Demek ki, kötümserliğe yenik düşmemek ve mücadeleyi hep sürdürmek gerek. Umut hepimizin hakkı.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.