Ürün Sosyalist Dergi - Sayı 30

Page 1

Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır,

Nisan - Mayıs 2011

ONLAR

Nisan ‑ Mayıs 2011

30

1939, Nâzım Hikmet

İşsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, zulüm...

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI halklar devrim yapıyor, emperyalistler savaş

5

ISSN 1302-2520

ÜRÜN SOSYALİST DERGİ

Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir şafak vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman. En bilgin aynalara en renkli şekilleri aksettiren onlardır. Asırda onlar yendi, onlar yenildi. Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için : zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.

Sayı 30

....

9 771302

urun_30.indd 1

252008

05.04.2011 23:25:30


Nisan ‑ Mayıs 2011

Sayı: 30

İKİ AYDA BİR ÇIKAR

Merhaba (2) Bıçak Kemiğe Dayandı (3) AKP Saldırıyor ‑ Ali Uğur (9) Torbadan Neler Çıktı? ‑ Fatih Aydın (12) AKP’nin Dış ve İç Politikası Bir Bütündür ‑ Muhsin Salihoğlu (15) Şiir: Ellerinize ve Yalana Dair ‑ Nâzım Hikmet (18) Kapitalizme Karşı Mücadele Yükseliyor ‑ Hülya Kortun (20) 12 Mart Darbesinin Kırkıncı Yılı ‑ Ahmet Erhanlı (23) 30 Mart Filistin Toprak Günü ‑ Cemile Vuslat (27) Komünist Partilerinden Libya Değerlendirmeleri (29) Devrim ve Karşıdevrim Notları ‑ İsmail Kaplan (31) Libya Gündeminden (73) Libya Yazıları ‑ Fidel Castro Ruz (85) Kıbrıslı Türkler Kardeşimizdir, Eşitimizdir, Dostumuzdur (97) Dev‑İş Genel Başkanı Mehmet Seyis’in Açıklaması ve Ortak Mektup (99) Gündemden (101) Oğuzhan Müftüoğlu ve Arkadaşlarına Açık Mektup (111) Onbeşler’i Andık (118)

Siyaset ve Sosyal Hareketler Diyalektiği ‑ Mert Büyükkarabacak (119) Sendika ve Siyaset İlişkisi ‑ Celal Uyar (127) Devrimci Bir Emek Odağı Yaratmanın Olanakları ‑ Erhan Kaplan (136) Mustafa Suphi ve 15’leri Anarken ‑ Hasan Tezcan (145)

1905 Devrimi Üzerine Konuşma ‑ V. İ. Lenin (149) Ulusal Gelir Kime Aittir? ‑ Ozan Gökbakar (165) Unutma (174) YEREL SÜRELİ YAYIN ISSN 1302–2520 Kurucu Sahibi: Ural Ateşer , Selçuk Uzun, Ahmet Taştan Yazı İşleri Müdürleri: Eytişim Basın Yayın Reklam Sanat Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Fatma Şenden Zırhlı İSTANBUL: Sıraselviler Cd. Billurcu Sok. Ocaklı Han No: 3/6 Beyoğlu Tel–Faks: 0212 245 28 11 ANKARA: Adakale Sok. Özkazanç Apt. No: 18 K: 5 D:10 Kızılay / Çankaya Tel: 0312 435 89 42 İZMİR: İbrahim Sertçelik – Akdeniz Mah. 1343 Sok. 17/A Aydın Hanı Konak Tel: 0532 394 82 32 MERSİN: Osman Koçak – Çankaya Mah. Soğuksu Cd. Aslıhan İş Merkezi Kat: 1 No: 1 Tel: 0324 232 62 09 e–posta: posta@urundergisi.com web: www.urundergisi.com Baskı: Avcı Ofset/İst. – Davutpaşa Cd. İpek İş Merkezi No: 13 Topkapı – İstanbul 0212 612 58 32 Abonelik için: Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi TL Hesabı: 1051 1289096 IBAN: TR08 0006 4000 0011 0511 2890 96

urun_30_cs5.indd 1

Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi EURO Hesabı: 1051 3233509 IBAN: TR32 0006 4000 0021 0513 2335 09 Türkiye İş Bankası Şişli Şubesi USD Hesabı: 1051 3397979 IBAN: TR02 0006 4000 0021 0513 3979 79

04.04.2011 18:53:28


MERHABA 2011 yılının ilk üç ayında, Tunus ve Mısır’da başlayan halk devrimlerinin et‑ kisi Arap dünyasını çepeçevre sardı. Emperyalizmin işbirlikçisi kapitalist şeyh‑ lik, krallık ve diktatörlüklere karşı işçi sınıfının, emekçilerin ve gençliğin yaygın protestolarıyla şekillenen toplumsal muhalefet güç kazandı. Ortadoğu ve Kuzey Afrika merkezli bu dünya çapında tarihsel önem taşıyan büyük toplumsal depre‑ min sarsıntısı, Avrupa ve Kuzey Amerika’da da hissedildi. ABD’nin başını çektiği emperyalist sistem, devrimci yükselişe savaş ve karşı‑ devrimlerle yanıt verdi. ABD, Fransa ve İngiltere’nin başlattığı ve NATO’ya dev‑ rettiği Libya’ya karşı savaş, çok amaçlı kapitalist stratejinin bir parçasını oluş‑ turuyor. Küresel kapitalist sistem, dünyayı yeniden fethederek büyük krizinden savaş yoluyla çıkmak istiyor. Dünya işçi sınıfları ve ezilen halklar, bu stratejiyi boşa çıkarabilecek potansi‑ yele sahip. Emperyalizmin hırsı boyunu ve çapını aşıyor. İnsanlığa, canlılara ve doğaya kötülükten ve felaketten başka bir şey sunamayan kapitalist soyguncular oligarşisi, yeni devrimler dalgasının altında kalacak. AKP yönetimi, füze kalkanı projesini kabul ettiği yetmiyormuş gibi, Libya’ya karşı NATO savaşının da parçası oldu. CHP ve MHP yönetiminin desteğini alan bu politika, halkın büyük çoğunluğunun iradesine aykırı olarak, ülkemizi Arap ve İslam halklarına karşı kapitalist Haçlı Seferinin bilinçsiz askeri durumuna düşürdü. TUSKON, MÜSİAD ve TÜSİAD oligarşisi, açıkça sömürgecilerin ve militaristlerin işbirlikçisi olduklarını bir kez daha gösterdiler. Dış politikada olduğu gibi, iç politikada da işçilerin, küçük çiftçilerin, kamu emekçilerinin, esnafın, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, gençliğin, bütün ezi‑ lenlerin iradesini çiğneyen AKP, seçimlerde kazanacağı yeni bir başarıyla iktida‑ rını kalıcılaştırmak istiyor. Halkımız AKP’ye teslim olmayacak, meşru haklarını kararlı biçimde savunacak. Bağımsız, demokratik, laik, sosyalist bir ülkeye giden yolu açacak. Bu yıl Sovyetler Birliği’nin dağılışının 20’nci, şovenist SİP’in TKP adını gasp etmesinin 10’uncu yıldönümü. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halklar, geçmiş sosya‑ lizm deneyimlerinden dersler çıkararak 21’inci yüzyılın sosyalizmini gerçekleş‑ tirme yolunda yürüyecekler. SİP’ten adımızı geri alacağız. Mustafa Suphi’lerin ve İsmail Bilen’lerin partisi, tarihsel adı ve kimliğiyle, siyaset sahnesinde boşluğu hiç doldurulamayan meşru, yasal, demokratik yerini hakkıyla yeniden kazana‑ cak. Büyük birlik ve dayanışma günleri geliyor. 1 Mayıs bu yoldaki ilk durağımız olacak. Dergimizin Hollanda temsilciliğini üstlenen Kenan Sancar’a özverili katkıla‑ rından dolayı teşekkür ediyor, zor görevinde başarılar diliyoruz. Her zamanki çağrımızı yineleyerek bütün okurlarımızdan, fabrikalarında, okullarında, köylerinde, mahallelerinde yaşadıklarını, duygu ve düşüncelerini, eleştiri ve önerilerini bizlere iletmelerini bekliyoruz. Dostça selamlarımızla.

urun_30_cs5.indd 2

04.04.2011 18:53:28


ÜRÜN’den

Bıçak Kemiğe Dayandı

Kapitalizmin otuz yıllık neoliberal saldırısının yol açtığı toplumsal yıkım, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, bağımlılık, onursuzluk, özgürlük ruhunun ayaklar altında çiğnenmesi, sömürgeci savaşlar, işgaller, kadın haklarının ve aydınlanmanın dinsel bağnazlığın karanlık saldırısı altında çökertilmesi, çevre felaketleri, dünya kapitalist sisteminin dikişlerini patlattı. Uzun zamandır kaynayan Asya ve Latin Amerika halklarına Avrupa, Kuzey Amerika ve Afrika halkları da katıldı. Yunanistan’dan Hindistan’a, İngiltere’den Almanya’ya, Türkiye’den Portekiz’e, Irak’tan Filistin’e, İspanya’dan İtalya’ya, Kuzey Kıbrıs’tan Kürdistan’a işçi sınıfının, yoksul köy‑ lülerin, şehir emekçilerinin, işsizlerin, gençliğin, kadınların, ezilen halk ve kültürlerin kapitalizme, emperyalizme, ırkçılığa, ayrımcılığa karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesi adım adım yükseliyor. Kitlelerin ekonomik, sosyal ve siyasal amaçlarla yaptıkları grev, direniş, miting, yürüyüş gibi protesto ey‑ lemlerinin sayısında ve çapında büyük bir artış var. Dünya çapında yeni bir devrimci dalgayı ortaya çıkaran eşitlik ve özgür‑ lük mücadelesinin günümüzdeki zirve noktaları Tunus ve Mısır halk devrim‑ leri oldu. Bıçak kemiğe dayanınca işbirlikçi kapitalist diktatörleri deviren ama iktidarı devrimci halk güçlerine teslim edecek belirleyici hamle gücünü şu ana kadar kendilerinde bulamayan bu devrimlerin de etkisiyle, Ortadoğu ve Kuzey Afrika patladı. Bahreyn’den Fas’a ABD ve AB işbirlikçisi kapitalist oli‑ garşilerin iktidarda olduğu bütün Arap dünyası halk gösterileriyle sarsılıyor. ABD’nin başını çektiği dünya kapitalist sisteminin egemenleri, özellikle de ABD, İngiltere ve Fransa, yanlarına İtalya, Norveç, Kanada, Yunanistan ve Türkiye’yi alarak bu devrim dalgasına karşı savaş ve karşıdevrim saldırısını 3

urun_30_cs5.indd 3

04.04.2011 18:53:28


başlattı. NATO şu anda Libya’ya karşı faşist bir savaş yürütüyor. Özellikle Arap ve İslam toplumlarına karşı kapitalist Batı’nın Haçlılar ordusu görünü‑ münü vermemek için, emperyalist saldırganların AKP yönetimini, Arap şeyh ve krallarını da bu karşıdevrim seferine katmaları, işin özünü değiştirmiyor. Savaşın karakterini efendilere uşaklık yapan korucular belirlemez. Emperyalist strateji İşbirlikçi Bahreyn kralını halkın öfkesinden korumak için bu ülkeyi Su‑ udi Arabistan’a işgal ettiren, Libya’ya NATO saldırısıyla ölüm yağdıran ABD ve AB burjuvazileri, kapsamlı bir politik‑askerî strateji uyguluyor. Bu strate‑ jiyi uygularken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya saldırıya doğrudan onay verdirdikleri Güney Afrika ile çekimser kalarak saldırıya göz yuman Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Almanya gibi büyük devletlerin işbirliğinden de yararlanıyorlar. Şu anda ABD, İngiltere ve Fransa’dan oluşan en azgın emper‑ yalistler grubunun stratejik hedefle‑ rini şöyle özetleyebiliriz: Politik olarak, Mısır ve Tunus devrimlerini etkisizleştirmek, Arap dünyasında ve bizzat kendi ülkele‑ rinde devrimci yükselişi durdurmak istiyorlar. Ekonomik olarak, Libya’nın millileştirilmiş doğal kaynaklarını özelleştir‑ mek ve serbestçe yağmalamak, Arabistan ve Körfez ülkelerinde zaten kendi ellerinde olan doğal kaynaklar üzerindeki tekelci hâkimiyetlerini sürdürmek, bütün Arap dünyasını serbest pazarları olarak kullanmak istiyorlar. Askerî olarak, Libya’da yeni üsler elde etmek, Ortadoğu ve Afrika’yı ta‑ mamen özel av alanı hâline getirmek, İsrail siyonizmini korumak, Mısır ve Tunus devrimci güçlerini kuşatmak ve bu ülkelerde ayakta tutmaya çalıştık‑ ları işbirlikçilerine güç vermek, İran’ı ve onun Filistin, Lübnan ve Suriye’deki müttefiklerini kuşatmak istiyorlar. İdeolojik olarak, en gerici ve baskıcı diktatörlükleri yıllar yılı ayakta tut‑ mak için yaptıkları kirli işleri temizlemek, kendi sömürücülüklerini, katliam‑ cılıklarını, ırkçılıklarını ve işkenceciliklerini gizlemek istiyorlar. Bu amaçla, özgürlüğe susamış halk kesimlerinin ve aydınların kafasını karıştırmak için 4

urun_30_cs5.indd 4

04.04.2011 18:53:28


“diktatörlüğe karşı savaş”, “demokrasiye geçiş” sloganları atıp özgürlük mas‑ kesi takıyorlar. Dünya kapitalist medyasını bu amaçla en elverişli araç olarak kullanıyor, psikolojik savaş yürütüyorlar. NATO’nun yürüttüğü ölüm saldırılarıyla somutlaşan emperyalist saldı‑ rının genel amacı, dünya egemenliğini dolar milyarderlerinden oluşan ulus‑ lararası kapitalist oligarşinin elinde sıkıca tutabilmek için dünyayı yeniden fethetmek, kendilerine kayıtsız şartsız bağlı olmayan her ülke yönetimini de‑ virmek, yerlerine sadık uşaklarını geçirmek, gerekiyorsa ülkeleri bölmek ve kapitalist tekellerin daha zahmetsizce çekip çevireceği küçük birimler oluş‑ turmaktır. Bu genel amaç, dünya kapitalizminin büyük krizinden savaşla çık‑ mak anlamına geliyor ve krizden halk devrimleriyle çıkma olasılığını daha baştan yok etmeyi içeriyor. Zihnimizi özgürleştirmek Dünyanın efendilerinin genel stratejisine dünya devrim güçlerinin de uy‑ gun bir karşılık vermesi gerekiyor. Bu yolda ilk adım, zihinlerimizi kapitalist ideolojinin şartlandırmalarından kurtarmak, kapitalist‑emperyalist sistemin bütün ideolojik aygıtlarının (üniversite, medya vb.) üç vardiya çalışarak yay‑ dığı yalanlara kapılmamaktır. Sosyalist ideolojinin bütün temel kavramlarının günümüz dünyasını kav‑ ramak için vazgeçilmez önemde olduğunu unutanlar, egemen liberal öğreti‑ lerin sığ ve aldatıcı kavramlaştırmalarıyla devrimcilik yapılabileceğini sanan‑ lar kendi ayaklarına kurşun sıkarlar ve kitleleri aldatırlar. Sosyalist öğretiyi unutmayalım, unutturmayalım. Devrimlerin ve karşıdevrimlerin deneyimle‑ rini unutmayalım, unutturmayalım. Kısa hafızalı olmayalım. Tarih bilincin‑ den yoksun olanlar geleceği kuramazlar, özgürlüğe kavuşamazlar. Kavramamız gereken en yalın gerçek şudur: Sermaye, devlet ve din kate‑ gorilerini kökten aşmadan egemen dünya düzeninden çıkış yoktur. Tarihsel olarak çok köklü temellere dayanan sermaye, devlet ve din ittifakı günümüz‑ de de bütün toplumların yaşama gücünü boğan cenderedir. Bu egemen üçlü, kendini günümüzde emperyalist‑kapitalist sistem olarak ortaya koyuyor. Emperyalizme dayanarak kapitalizmin, devletin ve dinin baskısından kurtu‑ lamazsınız. Kapitalizme dayanarak emperyalizmin, devletin ve dinin baskı‑ sından kurtulamazsınız. Devlete dayanarak emperyalizmden, kapitalizmden ve dinden kurtulamazsınız. Dine dayanarak emperyalizmin, kapitalizmin ve devletin baskısından kurtulamazsınız. Emperyalizm özgürlük ve eşitlik ge‑ 5

urun_30_cs5.indd 5

04.04.2011 18:53:28


tirmez. Kapitalizm özgürlük ve eşitlik getirmez. Devlet özgürlük ve eşitlik getirmez. Din eşitlik ve özgürlük getirmez. Amerikan ve Avrupa egemenlerine dayanarak, NATO’nun füzeleri ve bombalarıyla hiçbir yere özgürlük gelmez. Amerikan ve Avrupa egemenleri‑ nin, NATO seferlerinin peşine takıla‑ rak ancak zavallı bir uşak olursunuz. Yerli egemenlere dayanarak ABD ve AB boyunduruğunu kıramazsı‑ nız. Dine dayanarak yerli ve yabancı egemenlerin ayağınıza vurduğu zin‑ cirleri parçalayamazsınız. Yerli ve yabancı egemenlerin şu ya da bu ke‑ simine dayanarak eşitlik ve özgürlük mücadelesinde mesafe alamazsınız. Nabi Yağcı, Baskın Oran, Ufuk Uras, Kemal Okuyan, Zeki Kılıçarslan‑Cem Somel’lerle sermayenin, devletin ve dinin üçlü pençesinden kurtulamayız. Sosyalist öğretiyi liberalizmle, milliyetçilikle, dincilikle sulandıranlar tarih önünde emekçilere kötülük yapmaktan sorumludurlar. Avrupa ve Amerikan solunun bir kesiminin, NATO’nun peşine takılarak Libya’ya özgürlük getireceklerini iddia etmesi, oportünizmin tamamen çürü‑ yerek emperyalizme dönüşmesi demektir. Türkiye solunun daracık bir kesimi ise Libya’nın, ardından da Suriye’nin, Filistin Hamas yönetiminin, Lübnan Hizbullah örgütünün ve İran’ın emperyalizm ve işbirlikçileri tarafından yapı‑ lacak bir müdahaleyle yıkılmasını diktatörlüklere son veren özgürlük rüzgârı olarak gösteriyor. Bu tutum, oportünizmin tamamen çürüyerek emperyalizm işbirlikçiliğine dönüşmesi demektir. Bu arada, kimi işbirlikçi liberaller, gerici İslamcılarla ağız birliği yaparak, Müslüman Kardeşler örgütünün demokratik bir güç olduğunu, Suriye’deki sözüm ona “Alevi azınlık diktatörlüğü”nün çoğunluktaki Sünnilerin sözü‑ mona temsilcisi Müslüman Kardeşler örgütüne zulüm yaptığını söylüyorlar. Suriye işçi sınıfının, halkının ve yurtseverlerinin devrimci ve bağımsızlıkçı mücadelelerle dolu tarihinden de, Müslüman Kardeşler örgütünün emperya‑ lizmin işbirlikçiliği ve gericilikle dolu karşıdevrimci tarihinden de bütünüyle habersiz olan cahiller, emperyalizmin psikolojik savaşında piyon rolünü üst‑ leniyorlar.

6

urun_30_cs5.indd 6

04.04.2011 18:53:28


Teslim olmak yok Dünyanın, bölgenin ve ülkenin bu karmaşık ortamında NATO savaşına katılan ve İzmir’i bu sömürgeci savaşın komuta merkezi yapmakla övünen AKP’yi hâlâ özgürlükçü bir güç sayanlar, AKP’den demokrasi ve barış bekle‑ yenler, onun seçim stratejisine uygun kararları alanlar; Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla, kadınıyla erkeğiyle, işçi sınıfına ve ezilen halklara ihanet ediyorlar. DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin, Alevi‑Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız’ın NATO savaşına destek veren CHP’den aday olmaları da, işçi sınıfına ve ezilen halklara ihanetten başka bir anlam taşımıyor. Yargıyı bütünüyle ele geçiren ve yürütme erkinin basit bir uzantısı duru‑ muna getiren AKP, son olarak, Anayasa Mahkemesi’nden 4C düzenlemesinin “anayasaya uygun” olduğu kararını çıkarttı. AKP’nin yüksek yargıda kitlesel kadrolaşma atağından önceki Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu’nun cid‑ di bularak Anayasa Mahkemesi’ne götürdüğü iptal isteminin reddedilmesi, kamu hukukunu ayaklar altına alıyor ve işçileri, emekçileri kapitalizmin vah‑ şi sömürüsüne terkediyor. Devletin bütün erklerini kendisinde toplayan AKP yönetimi, işbirlikçi kapitalist egemenlerin, ABD’nin, AB ve NATO’nun yürütme komitesi olarak ülkede ve bölgede işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkların tam karşısında konumlanmış durumda. AKP’ye kuşkusuz boyun eğmeyeceğiz. Genel manzara İşçiler, köylüler ve kamu emekçileri yoksulluğun pençesinde. Tarım çö‑ kertildi. Türkiye sanayisizleştiriliyor, küçük ve orta sanayi çöküyor. İşsizlik toplumsal afet boyutlarında. Kürt halkının milyonlarca kişiyle günlerce alanları, sokakları doldurma‑ sı, kitlesel sivil itaatsizlik kampanyası yürütmesi yok sayılıyor, Kürt halkının iradesi dikkate alınmıyor. Aleviler yıllarca oyalandı ama hiçbir temel istekleri karşılanmadı. Ermeniler, bütün azınlıklar ikinci sınıf yurttaş olmaya devam ediyor. Zorunlu din dersleri, kadınlara yönelik cinayetlerde ve şiddette görülen olağanüstü artış, kadın haklarının geriletilmesi, 27 Mart 2011’de yapılan Yükseköğretime Geçiş Sınavında kadın ve erkek öğrencilerin haremlik‑se‑ lamlık usulü yerleştirilmesi, Diyanet’in ve cemaatlerin gitgide dallanıp bu‑ daklanması, devletin baskı aygıtlarının cemaatlerin tekeline bırakılmasına yönelik kadrolaşmalar, laikliğin can çekişmesi anlamına geliyor. 7

urun_30_cs5.indd 7

04.04.2011 18:53:28


Gençlik geleceksizleştiriliyor. Halk için bilim ve halk için eğitim ilke‑ si hedef tahtasına konuluyor. Üniversite mezunlarının ataması yapılmıyor. Okullar öğretmensiz, öğretmenler işsiz bırakılıyor. Kendi üniversitelerimiz‑ den mezun olan gençleri işsiz bırakanlar, ABD ve Avrupa’dan öğretmen adı altında emperyalizmin Truva atı olacak kadroları okullara ve üniversitelere yerleştirme planları yapıyor. Memurluk sınavları iktidarın kazanç kapısı oldu. YÖK despotizmin ve bağnazlığın kalesi olmaya devam ediyor. AKP’den farklı düşünmenin, onun beğenmediği görüşleri savunan ki‑ tap yazmanın, cemaatleri araştırmanın ve sorgulamanın, AKP egemenleri‑ nin yaşam tarzına aykırı bir hayat sürmenin hapislik suç sayılması, ülkenin toplama kampına çevrilmesi, her türden muhalifi sindirmeye ve yok etmeye dönük komplolar, sahte delil imalatı ve herkesin dinlenmesi, her iletişimin kayıt altına alınması artık dayanılmaz boyutlarda. Türkiye, George Orwell’in 1984 romanında betimlediği toplum oldu. Düşünce ve ifade özgürlüğü yok, örgütlenme özgürlüğü saldırı altında, toplanma ve gösteri özgürlüğü her gün çiğneniyor. Terörle Mücadele Yasası gerçek anayasa, Özel Yetkili Mahkemeler gerçek devlet oldu. AKP kendinden önceki işbirlikçi kapitalist iktidarların geleneğini sürdü‑ rüp NATO’nun füze kalkanı projesine boyun eğdi. İran’a karşı saldırı üssü olmayı kabul etti. Libya savaşına katılarak Libya ve Arap halklarına karşı sal‑ dırganlığın komuta merkezi oldu. AKP’nin Japonya’daki büyük nükleer felakete gözünü kapayıp bir avuç holding sahibinin kârına kâr katacak nükleer santralleri halka ve doğaya da‑ yatma inadı devam ediyor. Doğa tahrip ediliyor. Suyumuz, toprağımız zehir‑ lendi. Derelerimiz kurutuluyor. Ormanlarımız yok oluyor. Sanayi ve santral kirliliği hastalık saçıyor. Deprem ve sel tehlikesi dikkate alınmıyor. Şehirler çirkinlik abidesi oldu. Rant aşkı, arsa talanı, lüks düşkünlüğü yaşam kalitesi‑ ni düşürdü, sanat ve edebiyat yozlaştırıldı. Kâr amacına hizmet etmeyen her şey değersizleştirildi. Türkiye çürümüş bir düzenin baskısı altında boğuluyor. Bıçak kemiğe dayandı. İşçi sınıfı ve ezilen halk kesimleri bu sömürü ve zulme katlanma‑ yı kabul etmeyecektir. Egemen kesimlere bel bağlamadan, kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz, kendimizi kendi gücümüzle kurtaracağız. Yeter ki, bü‑ tün toplumsal muhalefeti işçi sınıfının bilimsel öğretisi doğrultusunda tek bir nehir yatağında akıtma becerisini gösterelim. Egemen kapitalist ideolojinin liberal, milliyetçi ve dinci ayartmalarına kapılmayalım. 8

urun_30_cs5.indd 8

04.04.2011 18:53:29


AKP Saldırıyor Ali Uğur

Adalet ve Kalkınma Partisi, 12 Eylül 2010’da yapılan kısmi anayasa de‑ ğişikliği referandumundan 12 Eylül rejiminin yeni efendisi olarak çıkmıştı. O günden bu yana da iktidarını sağlamlaştırmak için hamle üstüne hamle yapıyor. Şu anda AKP iktidarı, 1980 faşist darbesinin yerleştirdiği devlet ya‑ pısı içerisinde yasama, yürütme ve yargı erklerini bütünüyle ele geçirmiş, ka‑ pitalist iktidar bloku içinde yer alan rakiplerinin devlet erklerindeki gücünü tasfiye etmiş durumda. AKP, hepimizin bildiği gelişmeler sonucunda Çankaya savaşlarını kazan‑ dı. Ergenekon, Balyoz ve uzantısı davalarla Türk Silahlı Kuvvetleri’ni iyice güçten düşürdü. Anayasa Mahkemesi’ni kendisine bağladı. Referandumdan sonra Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu da gönlüne göre oluşturan AKP, zaten güçlü bir şekilde kendisine bağlı olan özel yetkili mahkemelerde ve bi‑ rinci derece mahkemelerinde kendisine muhalefet etme cesaretini gösteren az sayıdaki hâkim ve savcıyı neredeyse toptan tasfiye ederek, bu mahkemeleri kendisi açısından dikensiz gül bahçesine çevirdi. Yüksek yargının işleyişini hızlandırmak bahanesiyle çıkardığı kanunla, Yargıtay ve Danıştay’ı doğrudan doğruya kendine bağlamanın yolunu açtı. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş kapsamlı atamalarla Yargıtay’a 160, Danıştay’a 51 yeni üye yerleştirdi, bu ku‑ rumlarda da kitlesel ölçekte kadrolaştı. Kendisini seçmen desteğiyle orantısız bir güce kavuşturan yüzde 10 barajı sayesinde yasama ve yürütme erklerinde sahip olduğu ezici üstünlüğü, yargı erkini de yürütmenin basit bir uzantısı hâline getirerek pekiştirdi. Böylece, devlet yapısı içinde yürütme erkini iki başlı hâle getiren, Cumhurbaşkanı‑Milli Güvenlik Kurulu‑yüksek yargı ve 9

urun_30_cs5.indd 9

04.04.2011 18:53:29


bağlaşık kurumlar aracılığıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, hükümete paralel bir iktidar odağı olma ve devlet iktidarını paylaşma imkânını sağlayan bö‑ lünmeye son verdi. AKP’nin yakın ama‑ cı, 12 Haziran 2011’de yapılacak seçimleri tek‑ rar kazanmak ve bütü‑ nüyle ele geçirdiği devlet iktidarını kalıcılaştır‑ mak. Bu yüzden de, ken‑ disine biat etmeyeceğini düşündüğü her çevreye saldırıyor. Hak arayışı içindeki işçilere, emek‑ çilere, küçük çiftçilere, Kürtlere, Alevilere, gençlere, kadınlara yönelik sürekli baskılarını, egemen sınıf içinde kendisine karşı olan kesimlere de yöneltiyor. Bu kapsamdaki baskıların odağında Türk Silahlı Kuvvetleri; medya, üniversi‑ te ve diğer eğitim kurumları sahibi kapitalist gruplar; ulusalcı parti, kurum ve dernekler var. AKP iktidarı, mutlak iktidar hırsıyla devletin baskı aygıtları ile ideoloji aygıtlarını tekeline almak için her yola başvuruyor. Balyoz davasında çoğu general ve amiral olmak üzere 163 görevli veya emekli TSK mensubu‑ nun darbe havası içinde tutuklanması, sınır birlikleri ve yeni sözleşmeli “te‑ rörle mücadele” birlikleri kurulmasını öngören kanunlar, polisi askerlikten muaf tutan yeni ayrıcalık düzenlemeleri, TSK’yı etkisizleştirme planının par‑ çalarıdır. Başkent Üniversitesi ile Kanal B’nin sahibi Mehmet Haberal’in ağır sağlık sorunlarına rağmen hastanede taciz edilmesi, doktorlarının tutuklan‑ ması, Başkent Üniversitesi’ne el koyma hazırlıkları, Yeditepe Üniversitesi ve İSTEK Vakfı okullarının sahibi Bedrettin Dalan hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılması, Doğan grubuna yönelik mali ve siyasi baskılar, İşçi Partisi, Yeni Parti, Ulusal Kanal, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Çağdaş Eği‑ tim Vakfı’na yönelik tutuklama ve baskılar, Oda TV’ye yönelik tutuklamalar, medya ve eğitim alanında AKP ile destekçisi Gülen grubunu kelimenin ger‑ çek anlamında tekelleştirme girişimidir. AKP, Kürt ulusal hareketini ezmek için, KCK davasını kullanıyor, tama‑ men düşünce ve örgütlenme çerçevesindeki etkinliklerinden dolayı Kürt po‑ 10

urun_30_cs5.indd 10

04.04.2011 18:53:29


litikacılarını zindanda tutuyor. Sosyalist solu ezmek ve terörize etmek için uydurma Devrimci Karargâh davasını kullanıyor, düşünce ve örgütlenme öz‑ gürlüğü alanına giren yasal eylemleri suç sayıyor. Kemalist ve ulusalcı çevre‑ leri yıldırmak için Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaları kullanıyor. Üstelik kendi aşırı‑sağcı, dinci ve milliyetçi önyargılarıyla kitlelerin kafasını bulan‑ dırmaya çalışıyor: Komünizmi, sosyalizmi, enternasyonalizmi, devrimciliği, laikliği, bilimciliği, Kemalizmi, kadın haklarını, Kürt yurtseverliğini, düşün‑ ce ve inanç özgürlüğünü, hak aramayı, toplumsal örgütlenmeyi aynı potada birleştiriyor, hepsini yıkıcılık, bölücülük, kâfirlik olarak kodluyor. Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh ve KCK davalarını, tek merkezli, örgütlü bir kö‑ tülüğün tasfiyesi olarak propaganda ediyor. AKP, bitmek tükenmek bilmeyen siyasi davalar tezgâhlıyor, devrimci toplumsal muhalefetin yıllar boyunca sü‑ ren mücadeleyle ortadan kaldırdığı düşünce suçu kavramını yeniden hort‑ latıyor. Basın özgürlüğünün en ufak belirtilerine bile tahammül edemiyor. Son olarak, Soner Yalçın ve arkadaşlarının tutuklanmasını, Yalçın Küçük’ün, Nedim Şener’in ve Ahmet Şık’ın tutuklanması, Doğu Perinçek, Tuncay Öz‑ kan ve Mustafa Balbay’ın hücreye atılması izledi. Baskınlar, komplolar, sahte belge imalatı, niyet okuyarak insanları terör örgütü üyesi sayma, yasal siya‑ sal örgütlenmeyi teröristlik olarak damgalama kural oldu. Üstelik, AKP, bu anlayışla yürütülen davalara bakan kişileri şimdi yüksek yargı kurumlarına atayarak, haksızlıkların ileride yüksek yargıda düzeltilmesinin yolunu da ka‑ patıyor. AKP, bütün bu saldırılarla gücünün ötesinde hedefler peşinde koşuyor. Toplumsal muhalefetin bölünmüşlüğünü kullanmak, AKP’ye biat etmeyen‑ lerin birbirlerine yönelik kuşkularını sömürmek, ulusalcı çevrelerin şovenist önyargılarından yararlanmak, işbirlikçi liberallerin yaydığı “ileri demokra‑ si” yalanlarıyla solun ve Kürt ulusal hareketinin kafasını karıştırmak, Kürt ulusal hareketinin düzen içi çözüm hayallerini körüklemek, AKP’nin fiilî bir tek‑parti diktatörlüğünü yerleştirmesi için yeterli olmayacaktır. Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da, Latin Amerika’da işçi sınıflarının, emekçi halkların, sömürülen ve ezilen halk kitlelerinin eylemliliğinde gö‑ rülen büyük artış, dipten gelen devrimci dalganın yarattığı eşitlik ve özgür‑ lük rüzgârları Türkiye’yi de saracaktır. AKP’nin emperyalizmin emrinde dinci‑kapitalist polis devletine geçit vermeyeceğiz.

11

urun_30_cs5.indd 11

04.04.2011 18:53:29


Torbadan Neler Çıktı? Fatih Aydın

Kamuoyunun haklı bir şekilde Torba Yasa olarak adlandırdığı “Bazı Ala‑ cakların Yeniden Yapılandırılması İle Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Si‑ gortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun Ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” artık tasarı olmaktan çıktı, ka‑ nunlaştı. Hayatımızı pek çok yönden etkileyecek böylesine bir yasaya karşı işçi ör‑ gütlerinin bütünsel, ısrarlı bir mücadele yürüttüğünü söylemek ne yazık ki pek mümkün değil. Hatta, aksine, Türk‑İş ile Hak‑İş konfederasyonları, bu süreçte sessiz kal‑ dıkları gibi, yer yer iktidarı destekleyen beyanatlarda bile bulundular. Özel‑ likle, yasanın kazanılmış haklara karşı yönlerini gizleyen, yasayı topyekün reddetmek yerine birkaç kozmetik maddenin komisyon aşamasında geri çe‑ kilmiş olmasını iktidarın iyi niyetine yorarak müteşekkir bir tarz tutturul‑ ması gözlerden kaçmamıştır. Hak‑İş genel merkeziyle ve bağlı sendikalarıyla hiçbir eyleme katılmadı. Türk‑İş’te ise, genel merkez destekli olmamak üzere, Türk‑İş'e bağlı kimi sendikaların ilk günden tasarıya karşı mücadele içine gir‑ diğini söylemek lazım. Haksızlık etmemek ve tarihe eksikli olarak geçirmemek için, bu süreçte, DİSK’in, KESK’in ve TTB’nin yasa tasarısına karşı güçleri oranında etkin‑ likler gerçekleştirdiğini de belirtelim. Zaten, 1) Çırakların asgari ücretlerinin düşürülmesi; 2) Evden çalışma, uzaktan çalışma gibi esnek çalışma biçimleri‑ ni içeren 76. madde; 3) Deneme süresini 4 aya çıkartan 77. madde ile özellik‑ le turizm sektöründe çalışan işçileri etkileyecek denkleştirme maddesi olan 78 nolu madde bu örgütlerin tepkisi sonucunda daha fazla gündeme geldi ve muhtemelen yaklaşan seçimleri de göz önüne alan iktidarın tercihiyle komis‑ yon aşamasında geriye çekildi ve şimdilik kaydıyla bir kenara kondu. 12

urun_30_cs5.indd 12

04.04.2011 18:53:29


Yasa, Hükümetin işçi örgütleriyle herhangi bir mutabakat aranmaksızın çıkarttığı bir yasa oldu. Patron örgütlerinin daha önceleri talepte bulundu‑ ğu ve “iş piyasasını daraltıcı etkileri azaltma” gerekçesine sığınılarak pek çok madde geçti. Çeşitli kurumlar yasanın emekçiler için olumsuz yönlerini yazdılar ve bunları kamuoyu ile paylaştılar. Yasanın, özellikle çalışma yaşamına dair olan maddeleri bütünüyle emekçilerin aleyhine. O nedenle, yasanın bu mad‑ delerine topluca itiraz etmek ve değiştirmek gerekiyor. En önemli gördüğümüz birkaç maddesi ile yetinmek istiyoruz: *** İşsizlik Sigortası Fonu’nun kullanımında değişiklik yapıldı. Her ne kadar sendikalardan bu yönde çok güçlü bir talep olmadı ise de, işçiler yıllardır fo‑ nun gerçek amacına hizmet etmesini, yani, doğrudan işsizlere ait olmasını istiyorlardı. Bunun için de en azından fonun yönetiminde işsizlerin (veya iş‑ çilerin) bulunduğu bir değişiklik yapılmasını istiyorlardı. Yönetimin işçilere devredilmediği bir durumda da, yararlanma süresinin arttırılmasını (şu anda en az 600 gün çalışmış sigortalılar 180 gün, 900 gün çalışmış sigortalılar 240 gün, 1080 gün çalışmış sigortalılar 300 gün süre, alınan yardım miktarının çoğaltılmasını ve kolaylaştırılmasını ve yardımın kesilmesini de iş bulunma şartına bağlanmasını istiyorlardı. Halen sadece 170 bin kişinin (resmen işsiz sayısı 3 milyon) yararlandığı bir İşsizlik Sigortası Fonumuz var. Yeni yasa ile, Hükümet, yukarıda belir‑ tilen taleplerin hiçbirini yerine getirmediği gibi, bugün itibariyle işsizlere ait olması gereken 46 milyar Türk Lirasını bulan (bugünkü kurla yaklaşık 29 milyar ABD doları) bu paranın gelirlerinin yüzde 50'sine el koyabilecek ve 31 Aralık 2015'e kadar yeni işçiler için işveren primi de fondan karşılanacak. Ayrıca, fonda biriken bu paramızdan sendikaların karşı çıktığı Özel İstihdam Bürolarının da yararlanmasının yolu açılmış oldu. *** İkinci en önemli konu, belediye işçilerine sürgün tehdidi içeren “ihtiyaç fazlası” olarak adlandırılan madde. Gerekçesinde bile insanlık dışı bir anlam taşıyan “ihtiyaç fazlası” kavramıyla tanımlanan bu madde, Belediye‑İş verile‑ rine göre yaklaşık olarak 55 bin kişiyi ilgilendiriyor. Bu maddeye göre, eğer bu işçiler ihtiyaç fazlası olarak ilan edilirlerse, Milli Eğitim ve Emniyet teşki‑ latlarının taşra örgütlerine yollanacaklar. Yeni atandıkları yerde 5 gün içinde 13

urun_30_cs5.indd 13

04.04.2011 18:53:29


işe başlamadıkları takdirde ise işten çıkartılacaklar. Buna karşın, belediye de ihtiyaç fazlası ilan edip yolladığı işçinin yerine yeni kadrolu işçi istihdam ede‑ meyecek. Ama, hizmet alımı yolu serbest olacak. Yani, bu maddenin günlük dile çevirdiğimizde gördüğümüz, mevcut kadrolu işçilere sürgün, belediye‑ lerde işe girme umudu olanlara da sadece yarı kölelik koşulları içeren taşeron işçiliğinden ibaret. *** Kabul edilen yasa ile kamuda da esnek istihdam getiriliyor. Kamu çalı‑ şanlarına kademe ilerlemesi için disiplin cezası almama şartı getiriliyor. Per‑ formans uygulaması gündeme getiriliyor. 6 aya kadar başka yerlere göndere‑ bilme durumu söz konusu oluyor. Bu maddede sayılan hükümlerin her biri, siyasi etkilerin alabildiğine pervasızca kullanıldığı bir iklimde yaşadığımızı düşünürsek, işçilerin güvencelerini ortadan kaldıran ve keyfiliğe kapıları so‑ nuna kadar açan bir niteliktedir. *** Son olarak, 3 Şubat 2011 tarihinde Ankara Ostim Organize Sanayi Böl‑ gesinde meydana gelen patlamada hayatını kaybeden 20 işçiden dolayı gün‑ deme gelen ve denetimsiz işyerlerini istisna olmaktan çıkartıp kural hâline dönüştürecek madde. Şimdiye kadar işyeri denetimleri oturmuş, düzgün iş‑ leyen ancak yetersiz sayılarından dolayı her yere yetişemeyen uzmanlardan oluşmuş iş müfettişleri tarafından yapılıyordu. Bunun yerine, denetimlerin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın memurları tarafından yapılma‑ sı öngörülüyor. Mevcut denetim birimlerinin tasfiye edilmesi, işyerlerinin kontrol ve denetimlerinin kadere bırakılmasına yol açacağı gibi, doğrudan siyasilerin talepleri üzerine harekete geçmesi amaçlanan memurlar yoluyla, bu denetimlerin siyasi bir baskı unsuru olarak kullanılmasına da kapı açılmış olacaktır. Diğer maddeler daha önemsiz olduğu için değil, en çok bu maddelerin iş‑ çilerin hayatını etkileyeceğini düşündüğümüz için bunlarla yetindik. Yasanın geçmesinin işçi mücadelesini çok etkilemeyeceğini umut ediyo‑ ruz. İşçi sınıfı mücadelesi bir yasanın aleyhimize olması ile hayatı kararma‑ yacak kadar güçlü geleneklere sahiptir. Geçici olarak sessizliğin sağlanması iktidarlara kalıcı bir rahatlık sağlamayacaktır. Sendikalar ve emek örgütleri, bu yasaya ve emek düşmanı AKP iktidarının uygulamalarına karşı en kısa zamanda kendilerine gelip gereken cevabı vereceklerdir umudunu taşımaya devam ediyoruz. 14

urun_30_cs5.indd 14

04.04.2011 18:53:29


AKP’nin Dış ve İç Politikası Bir Bütündür Muhsin Salihoğlu

Libya’ya karşı savaş tezkeresini çıkaran AKP iktidarı, İzmir’i NATO hava harekâtının komuta merkezi yapmakla övünüyor; büyük bir diplomatik ba‑ şarı kazandığını iddia ederek Türkiye halkını kandırmaya çalışıyor. AKP’nin daha düne kadar ortak bir inancı ve kültürü paylaşmakla övündüğü bir halkın tepesine emperyalistlerle ortaklaşa ölüm yağdırması, övünç değil utanç kay‑ nağıdır. Türkiye kapitalistlerinin Libya’daki menfaatlerini koru‑ manın yolu olarak NATO çerçe‑ vesinde birleşmiş sömürgeciler çetesine katılmayı ve Libya’ya saldırının merkezi olmayı seçen AKP iktidarı, bu saldırı suçunun hesabını er geç verecektir. Türki‑ ye halkı, alnına sürülen bu lekeyi affetmeyecektir. Dışarıda emperyalist savaşa katılma kararını alan AKP, ülke içinde de 12 Eylülcü faşizmin parlak örneklerini yaratıyor. Polisi, yargıyı ve medyayı, han‑ gi görüşte olursa olsunlar, bütün siyasal muhaliflerini sindirmek, tutuklamak, cezalandırmak ve itibarsızlaştırmak için birleşik bir aygıt olarak kullanan AKP, tutuklayıp Silivri’ye attığı gazeteci‑yazar Ahmet Şık’ın yayınlanmamış kitabı İmamın Ordusu’nu daha basılmadan yasadışı ilan etti. Kitabın taslağı‑ nı imha etmek için Radikal gazetesini ve İthaki yayınevini bastı. AKP iktidarı, engizisyon çağını hortlatmış bulunuyor. Artık George Orwell’in 1984 romanında betimlediği “Büyük Birader”i coşkuyla sevmeyen, 15

urun_30_cs5.indd 15

04.04.2011 18:53:30


işkencecisini sevgiyle kucaklamayan herkes suçludur. AKP’nin hoşlanmadığı herhangi bir düşünceyi aklından geçirmek, terörist ilan edilmek için yeterli delil durumuna getirildi. Her görüşten AKP muhalifi, salt yasal siyasal düşünceleri ve eylemleri nedeniyle içeride. Komünistler, sosyalistler, devrimciler, Kürt yurtseverle‑ ri, sosyalist‑kemalistler, kemalistler, demokratlar, ulusalcılar, laikler, çağdaş yaşamcılar, AKP’yle uyuşmayan sağcı liberal muhafazakârlar, hepsi terörist olma iddiasıyla yıllardır içeride tutuluyor. Rıdvan Turan, Hatip Dicle, Yalçın Küçük, Çetin Doğan, Doğu Perinçek, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Meh‑ met Haberal, Nedim Şener gibi geniş bir yelpaze oluşturan AKP muhalifleri‑ nin hepsinin terörizm iddiasıyla tutuklu olarak yargılanması, AKP’nin mu‑ halefeti başlı başına suç sayan bir siyasal felsefeye sahip olduğunu gösteriyor. AKP, geçmişin kötülüklerini yargılamıyor, mezar sessizliği içinde kendisine boyun eğecek bir toplum yaratmak için bugünkü muhaliflerini ortadan kal‑ dırıyor. Dini siyasal ve toplumsal hayatın her alanına egemen kılarken, kapitaliz‑ min neoliberal soygun ve talan politikalarını baş tacı eden; işçi sınıfını ve bütün emekçile‑ ri daha düşük üc‑ retlere, daha kötü yaşam koşullarına mahkûm eden; sen‑ dikal hakları tırpan‑ layan; zorunlu din dersini kıskançlıkla koruyan; cemevleri‑ nin kapatılması için dava açan; kadın haklarını gerileten; işçileri ve gençleri zehirli gazla terbiye eden; anadilde eğitime karşı çıkan; yüzde 10 barajıyla muhalif yurttaşları en temel siyasal haklarından yoksun bırakan; emperyalist savaşlarda sömürgeci‑ liğin yamaklığını yapan AKP, ülkeyi karanlığa sürüklüyor. AKP, eşitlikle de, özgürlükle de, demokrasiyle de, bağımsızlıkla da, barış‑ la da, halkların dostluğuyla da bağdaşmıyor. Emperyalizmin işbirlikçiliğiyle, 16

urun_30_cs5.indd 16

04.04.2011 18:53:30


sömürgeci savaşlarla, halklara düşmanlıkla, NATO’yla, 12 Eylülcülükle pek güzel uyuşuyor. AKP’nin dış ve iç siyaseti birbirini tamamlıyor. Emperyalizmin elebaşıları ABD, Fransa ve İngiltere, dünya kapitalist sis‑ teminin dayattığı sömürü ve zulme artık dayanamayan Tunus ve Mısır halk‑ larının devrimleriyle başlayan devrimci yükselişi tersine çevirmek için, hızla büyük bir savaş ve karşıdevrim hamlesi başlattı. Arap devrimlerini boğmak, toplumsal muhalefetin yükseldiği ülkelerde devrim olasılığını ortadan kal‑ dırmak, emperyalizme bütünüyle teslim olmamış ülke yönetimlerini devire‑ rek yerlerine sadık uşaklarını geçirmek, yeniden sömürgeleştirdikleri ülkele‑ rin doğal kaynaklarını gaspetmek, kendi ülkelerinde kapitalist krizin yüküne karşı harekete geçen işçi sınıflarını ve emekçi kitleleri şovenizm ve savaşla baştan çıkarmak istiyorlar. Bu stratejinin genel hedefi, devrimleri önlemek, dünya kapitalist krizinden savaşla çıkmaktır. Dünyanın bu somut koşullarında, AKP’nin dış ve iç politikasının oluştur‑ duğu zehirli bileşim, eğer işçi sınıfı, emekçi kesimler ve ezilen halklar gereken siyasal ve sosyal tepkiyi gösteremezlerse, çok daha tehlikeli sonuçlar doğur‑ maya adaydır. 17

urun_30_cs5.indd 17

04.04.2011 18:53:30


Ellerinize ve Yalana Dair Bütün taşlar gibi vekarlı, hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli, bütün yük hayvanları gibi battal, ağır ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz. Arılar gibi hünerli, hafif, sütlü memeler gibi yüklü, tabiat gibi cesur ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz. Bu dünya öküzün boynuzunda değil, bu dünya ellerinizin üstünde duruyor. Ve insanlar, ah, benim insanlarım, yalanla besliyorlar sizi, halbuki açsınız, etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız. Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan. İnsanlar, ah, benim insanlarım, hele Asyadakiler, Afrikadakiler, Yakın Doğu, Orta Doğu, Pasifik adaları ve benim memleketlilerim, yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız, elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz. İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, Amerikalım benim, 18

urun_30_cs5.indd 18

04.04.2011 18:53:30


uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, ellerin gibi tez kandırılır, kolay atlatılırsın... İnsanlarım, ah, benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa, meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı, söz yalan söylüyorsa, ses yalan söylüyorsa, ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. Nâzım Hikmet, 1949 19

urun_30_cs5.indd 19

04.04.2011 18:53:30


Kapitalizme Karşı Mücadele Yükseliyor Hülya Kortun

Türkiye’de ve dünyada kapitalizme karşı işçi sınıfının ve emekçilerin mü‑ cadelesi yükseliyor. DİSK’e bağlı Birleşik Me‑ tal İşçileri Sendikası, me‑ tal patronlarının örgütü MESS’in toplu sözleşme gö‑ rüşmelerinde dayattığı düşük ücretleri ve hak kayıplarını kabul etmedi. 21 işyerinde grev kararı aldı ve grevleri belirli bir takvim içinde uy‑ gulamaya başladı. İlk grev 22 Mart 2011’de Eskişehir’de İtalyan sermayeli Candy grubuna ait Doruk fabrikasında başladı. 11 Nisan’da İstanbul RSA işyerinde işçilerin greve çıkmasıyla tamamlanacak olan grev takviminin sonunda, 15 bin işçi greve çıkmış olacak. Türkiye işçi sınıfı ta‑ rihinde öncü bir rol üstlenen, başta 15‑16 Haziran 1970 Büyük İşçi Eylemi olmak üzere kapitalist sömürüye ve kapitalizmin koruyucusu‑kollayıcısı dev‑ lete karşı mücadelenin belkemiğini oluşturan metal işçilerinin bu grevi, uzun bir aradan sonra, bu işkolundaki ilk kapsamlı işçi mücadelesi olacak. Birleşik Metal‑İş, Dev Sağlık‑İş, Nakliyat‑İş, Limter‑İş, Sine‑Sen, Dev Maden Sen, Sosyal‑İş, Emekli‑Sen, Basın‑İş, Petrol‑İş, Hava‑İş, Tek Gıda‑İş, Belediye‑İş, Tümtis, Deri‑İş, Eğitim‑Sen, Ses, Haber‑Sen, Enerji‑Sen ve Türk Tabipleri Birliği’nden oluşan işçi ve emekçi örgütleri de güvencesiz‑esnek ça‑ 20

urun_30_cs5.indd 20

04.04.2011 18:53:30


lıştırmaya, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya karşı “Yaşamları parçala‑ nırken kaderleri birleşenler, güvenceli iş, insanca yaşam için yürüyor” sloga‑ nıyla 3 Nisan’da Ankara’da büyük bir yürüyüş ve miting düzenleyecek. İngiltere’de işçi sendikaları birliği Trade Union Congress TUC’un çağrısıyla 500 bin işçi ve emekçi, bütçede sosyal har‑ camalara ayrılan payın kökten budanmasına karşı 26 Mart Cumartesi günü büyük bir yü‑ rüyüş ve miting gerçekleştirdi. Kapitalist patronların ve dev‑ letin düşük ücretlerle güven‑ cesiz çalışmaya mahkûm ettiği işçiler, maaşlarını düşürdüğü emekliler, okul harçlarını art‑ tırdığı ve burslarını kestiği öğ‑ renciler, kemer sıkma politikasına son verilmesini, kârlarını katlayan büyük kapitalist şirketlerin vergilerinin yükseltilmesini ve muhafazakâr‑liberal Da‑ vid Cameron hükümetinin istifa etmesini istediler. İngiltere işçi sınıfının ve halkının bu büyük yürüyüş ve mitingi, 2003’te Irak savaşına karşı düzenlenen barış mitinginden sonra, İngiltere’de gerçek‑ leşen en kapsamlı toplumsal eylem oldu. İngiltere’de 2010 yılında, kapitalist sömürü ve baskı politikalarına karşı siyasal, sosyal ve ekonomik protestolara katılanların sayısında büyük bir artış görülmüştü. 26 Mart 2011 eylemi, bu sürecin daha da yaygınlaşarak devam ettiğini gösteriyor. Almanya’da bir avuç bü‑ yük kapitalist enerji tekelinin nükleer santralleri topluma dayatmasına karşı eylem‑ lerde yoğun bir artış var. Muhafazakâr‑liberal Angela Merkel hükümetinin halka, bütün canlılara, doğaya ve gelecek kuşaklara ağır zarar‑ lar verme pahasına nükleer politikada ısrar etmesi bü‑ 21

urun_30_cs5.indd 21

04.04.2011 18:53:30


yük tepkiye yol açtı. Japonya’daki nükleer felaketten ders çıkarmayı reddeden Alman kapitalist oligarşisi, 12‑14‑26 Mart günleri, birçok şehirde yüzbinlerce kişi tarafından protesto edildi. 9 ve 25 Nisan günleri yeni eylemler yapılacak. Dünya işçi sınıfı, küresel kapitalizmin 1980’lerde ve 1990’larda yoğunla‑ şan neoliberal saldırısına karşı koyamamış, sosyalist ve demokratik kazanım‑ larını koruyamamıştı. Özellikle 1989‑1991 kapitalist karşıdevrimlerinden sonra sosyalist sistemin dağılmasıyla büyük bir ideolojik, politik ve örgütsel kargaşaya düşmüştü. Başına gelenleri ancak 1990’ların ikinci yarısında anlamaya başlayan, 2000’lerde düşe kalka kendini toparlama sürecine giren işçi sınıfı ve emek‑ çilerin kitlesel eylemlerinde, özellikle 2007‑2008’de patlayan dünya kapita‑ list krizinin sonuçları ortaya çıktıkça, büyük bir artış meydana geldi. Dünya işçi sınıflarının anti‑kapitalist kitlesel eyleminde görülen büyük artış, Arap dünyasını saran anti‑kapitalist ve anti‑emperyalist devrimci yükselişle atbaşı gelişiyor. Dünya kapitalist sisteminin efendisi emperyalist yönetimler, dünya çapın‑ daki devrimci yükselişi durdurmak ve kapitalist krizden savaş yoluyla çık‑ mak için, Arap dünyasında savaş ve karşıdevrim hamlesi tezgâhladılar. Kendi halklarının kapitalist sömürü ve zulme yönelik tepkilerini, şovenizmi, milita‑ rizmi ve sömürgeciliği körükleyerek ezilen halklara yansıtıyorlar, Arap halk‑ larının kaynaklarına zorbalıkla el koyuyorlar. Arap şeyh, kral ve diktatörleri ile Türkiye egemenlerini korucu olarak kullanıyorlar. Emperyalist elebaşılar, Arap halklarının 1950’ler, 1960’lar ve 1970’ler bo‑ yunca elde ettikleri anti‑emperyalist, anti‑feodal kazanımları, NATO’nun müdahale ve savaşlarıyla bütünüyle ortadan kaldırmak, Tunus ve Mısır’da devrimin derinleşmesini ve yayılmasını önlemek istiyorlar. Hiç kuşkumuz olmasın, Libya’da başarıya ulaşırlarsa, emperyalizme toptan teslim olmamış her ülkeyi de düşürmek için yeni komplolar düzenleyecekler. Suriye, İran, Bo‑ livya, Venezüella, Küba ve Kuzey Kore’de, “insan hakları”, “diktatörlüğe karşı mücadele” sloganlarıyla gerici isyanlar tertipleyecekler, emperyalist müdaha‑ le ve savaşlarla bütün dünyayı yeniden fethedecekler. Emperyalistlerin hırsı büyük ama gücü sınırlı. Köleleştirdikleri işçiler, emekçiler, ezdikleri halklar ayağa kalkıyor. Dünya kapitalizmi bu kez başarılı olamayacak. Yeniden yükselen devrim dalgasının altında kalacak.

22

urun_30_cs5.indd 22

04.04.2011 18:53:30


12 Mart Darbesinin Kırkıncı Yılı Ahmet Erhanlı

Tam kırk yıl önce, 12 Mart 1971 günü öğle saat‑ lerinde, dönemin Genel‑ kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç ile kara, hava ve deniz kuvvetle‑ ri komutanlarının verdiği muhtırayla, Amerikan em‑ peryalizmi ve yerli işbirlikçi tekelci burjuvazi, Türk Silahlı Kuvvetlerini, halkın devrimci mücadelesinin üzerine sürmeyi başarmıştı. 12 Mart faşist cuntası, 1950’lerin ikinci yarısından itibaren adım adım yükselişe geçen ve 1960’lar boyunca ivmesini arttırarak resmî ideolojinin çemberini aşıp sosyalizme yönelmeye başlayan devrimci uyanışı ezmek; işçi sınıfını, yoksul köylüleri, gençliği, öğretmenleri, memurları, aydınları, genç subayları, Kürt aydınlarını yıldırmak ve örgütsüz bırakmak hedefini güdü‑ yordu. 12 Mart darbesi, Amerikancı faşist cuntanın; ordu içerisinde, halkın devrimci mücadelesiyle birleşmek isteyen genç devrimci subayları ve kema‑ lizmle sosyalizmi birleştirmeye çalışan “sol kemalistler”i 9 Mart 1971’de bin türlü hileye başvurarak alt etmesiyle başladı. 12 Mart darbesi, Amerika’nın politik‑askerî doktrininin parlak bir uygulaması oldu. 12 Mart cuntası aracı‑ lığıyla Amerikancı kontrgerilla, Amerikan terminolojisiyle söyleyecek olur‑ sak, Amerikan dostu kapitalist rejime karşı ayaklanan toplumsal ve siyasal muhalefet güçlerini ezdi ve Amerikancı istikrarı yeniden kurdu. 23

urun_30_cs5.indd 23

04.04.2011 18:53:30


Faşist kontrgerilla rejimi, başında Süleyman Demirel’in bulunduğu, bü‑ yük kapitalistlerin ve toprak beylerinin temsilcisi sağcı‑muhafazakâr Adalet Partisi’nin her yönlü desteğiyle, ilan ettiği sıkıyönetim ve başta İstanbul ol‑ mak üzere büyük merkezlerde yürüttüğü Balyoz Harekâtı yoluyla, bağım‑ sızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini ortadan kaldırmak, devrim ve sosyalizm kavramlarını toplumsal bellekten silmek için ülke çapında devrim‑ cilere yönelik bir sürek avı başlattı. İdam, kurşuna dizme, işkenceyle öldürme, sakatlama, sorgusuz sualsiz hapishanelere tıkma olağanlaştı. 12 Mart diktatörlüğü, Türkiye İşçi Partisi’ni kapattı, Devrimci İşçi Sendi‑ kaları Konfederasyonu’nun faaliyetlerini durdurdu, grevleri, yürüyüşleri, mi‑ ting ve gösterileri yasakladı. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nı, Türkiye Dev‑ rimci Gençlik Federasyonu’nu ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nı feshetti. 12 Mart rejimi, komünist, sosyalist, devrimci‑demokrat dergileri kapattı. Her türlü muhalif ses ve kalemi susturdu, sansürü ve otosansürü egemen kıldı. 12 Mart döneminin ayırt edici özelliği, işkenceyle elde edilen sözümona delillere, sahte belge üretimine, telefon dinlemelerine, ajan‑provokatörlere, komplo ve iftiralara, basın‑yayın organlarının yürüttüğü itibarsızlaştırma kampanyalarına dayanan kitlesel siyasal davalar oldu. 12 Mart düzeni, 27 Mayıs Anayasası’nda tanınan siyasal özgürlükleri kö‑ künden budadı. TRT’nin ve üniversitelerin özerkliğine son verdi. Salt komü‑ nizm düşmanlığına indirgediği resmî Atatürkçülüğü herkese dayatırken, sı‑ nırlı laiklikten geriye doğru büyük adımlar attı. İmam Hatip okullarına lise statüsü verdi, tarikatları ve cemaaatleri güçlendirdi. Ülkücü faşizmi destek‑ ledi. Amerikan hizmetinde olmak şartıyla hem dinciliği‑mukaddesatçılığı, hem milliyetçiliği körükledi. Türk‑İslam‑NATO Sentezi doğrultusunda dev adımlar attı. 12 Mart faşizmdi. Amerika ile büyük kapitalistlerin ve toprak beylerinin vurucu gücüydü. Grev yasaklarıyla ücretleri düşürmenin, sermaye birikimini hızlandırmanın aracıydı. Sosyalizme, devrime, bağımsızlığa ve demokrasiye düşmanlıktı. 12 Mart faşizmdi. Grevci işçilere, toprak işgal eden köylülere, emekçi halkla birleşen devrimci‑ilerici gençlere, işçi sınıfına dost aydınlara, yurt ve ulus sevgisiyle diline ve kimliğine sahip çıkan Kürtlere, dürüst gazetecilere tahammül edemiyor; hepsini “yıkıcı‑bölücü”, “anarşist”, “darbeci” ilan edip “illegal örgüt üyesi” sayıyor, tutukluyor ve yargılıyordu. 24

urun_30_cs5.indd 24

04.04.2011 18:53:31


12 Mart faşizmdi. Deniz Gezmiş’leri asarak, Mahir Çayan’ları, Sinan Cemgil’leri vurarak, İbrahim Kaypakkaya’ları işkence ederek öldürmenin, Yılmaz Güney’leri zindana tıkmanın adıydı. 12 Mart faşizmdi. Sıkıyönetimdi, sokağa çıkma yasağıydı, İstanbul’un bü‑ tün evlerini tek tek aramaydı, yol çevirmeydi, köy basmaydı, kitap yakmaydı, kışlaları zindan yapmaydı, her yere arananların resmini asmaktı, “sayın muh‑ bir vatandaşlar”ı yüceltmeydi. 12 Mart faşizmdi. Siyonist‑sömürgeci işgale karşı savaşan Filistin halkını destekleyen enternasyonalist Türkiye devrimcilerini yok etmek için, ABD, İs‑ rail ve Ürdün gizli servisleriyle işbirliği yapmaktı. 12 Mart faşizmdi. Sovyetler Birliği’ne, sosyalist sisteme, bağımsız ve bağ‑ lantısız ilerici Arap rejimlerine karşı NATO’nun vurucu gücü, üssü, sıçrama tahtası ve füze rampası olmaktı. Bütün zulmüne rağmen 12 Mart rejimi kalıcı olamadı. 1970’lerin ikinci yarısına damgasını vuracak olan yeni devrimci dalganın yükselmeye baş‑ lamasıyla 12 Mart’ın yıldızı söndü. 12 Mart’ın yok etmeye çalıştığı bütün devrimci akımlar, parti ve örgütler, sendika ve dernekler çok daha güçlü olarak yeniden sahneye çıktı. İşçi sınıfı ve dostları, komünistler, sosyalistler, devrimci‑demokratlar toplumun en ince damarlarına kadar nüfuz etti. Ame‑ rikan emperyalizminin liderliğindeki dünya kapitalist sistemi ve işbirlikçi burjuvazi, 1970’lerin devrimci yükselişini, ülkeyi iç savaş boyutlarına ulaşan siyasal cinayetler, kanlı terör, kitlesel kıyımlar sürecinden geçirerek ancak 12 Eylül 1980 darbesiyle durdurabilecekti. Dünya kapitalist sistemi ve Türkiye’deki uzantıları açısından, 12 Mart karşıdevrimi, 12 Eylül’ün provasıydı. 12 Mart kalıcı olama‑ dı ama 12 Eylül kalıcı oldu. AKP iktidarı, 12 Mart ve 12 Eylül diktatörlüklerinin mantıksal uzantısı olarak, bugün aynı karşıdevrimi de‑ rinleştirerek sürdürüyor. Dünya işçi sınıfının ve ezilen dünya halk‑ larının ayrılmaz parçası olan Türkiye işçi sı‑ nıfı ve ezilen halkları açısından, 1950’lerin ikinci yarısında başlayan ve 1960’ları belirleyen devrimci yükseliş dönemi, 1970’lerin çok daha yaygın ve derin kitlesel devrimci atılımının provasıydı. 12 Eylül’ün baskısı ve sosyalist sistemi çökerten 1989‑1991 karşıdevrimleri‑ 25

urun_30_cs5.indd 25

04.04.2011 18:53:31


nin olumsuz etkisi altında kalan Türkiye işçi sınıfının devrimci hareketi, art arda ağır kayıplara uğradı. İşçi sınıfı hareketinin ideolojik, politik ve örgütsel likidasyona karşı ayakta kalmaya çalıştığı 1980’ler ve 1990’lar boyunca, Kürt coğrafyasında güç kazanan ezilen halk hareketi, doğal müttefiklerinin etkili desteğinden yoksun kalarak yön kaybına uğradı. Dünyada, bölgede ve ülkede adım adım tekrar yükselmeye başlayan devrimci dalga, kapitalist kri‑ zin derinleşmesiyle hızlandı. Neoliberal meşruiyet masalları iflas eden kapitalist sınıflar ve devletler, krizin bütün yükünü işçi sınıflarına ve ezi‑ len halklara yükleme‑ ye kalkınca, sistem zayıf halkalarından patladı. Tunus ve Mısır halk devrim‑ lerini engelleyemeyen dünya kapitalist sistemi, bu devrimlerin derinleşmesini ve yayılmasını önlemek, bütün Arap halklarını sarmasını engellemek için Libya’da karşıdevrimci bir isyan, iç savaş ve emperyalist işgal planını yürür‑ lüğe soktu. Yeni devrimler dönemi başladı; ne var ki, her devrim, karşıdevrimleri de tetikleyerek ilerler. Bölgede ve dünyada devrimci ayaklanmalar ve karşıdev‑ rimci isyanlar, darbeler ve savaşlar artık kaçınılmaz olgular olarak gündeme gelecek. AKP iktidarının, 12 Mart ve 12 Eylül diktatörlüklerinin mantıksal uzantı‑ sı olması gibi; işçi sınıfı hareketi ve müttefikleri, 1960’ların devrimci yükseli‑ şinin, 1970’lerin devrimci atılımının, 12 Mart’a ve 12 Eylül’e boyun eğmeme‑ nin, likidasyonu boşa çıkarmanın mantıksal uzantısıdır. 12 Mart darbesinin kırkıncı yılında, yenilgilerimizden ders alarak, hatalarımızı tekrarlamadan, zayıf yönlerimizi güçlendirerek, güçlü yönlerimizi pekiştirerek yola devam ediyoruz. Dünyayı ağır toplumsal ve doğal felaketlere sürükleyen kapitalizme ve emperyalizme karşı, 21. yüzyılın yeni devrimler dönemine daha bilinçli ve daha örgütlü olarak girmeliyiz. 26

urun_30_cs5.indd 26

04.04.2011 18:53:31


30 Mart Filistin Toprak Günü Cemile Vuslat

Filistin halkı 30 Mart 2011’de Toprak Günü müna‑ sebetiyle düzenlediği gösteri ve yürüyüşlerle sömürgeci ve işgalci siyonist İsrail’i protes‑ to etti. Bundan 35 yıl önce, 1976’da İsrail hükümeti, Ce‑ lile bölgesinde Filistinlilere ait geniş toprak parçalarına el koymuş ve bu toprakları sömürgeci yerleşimcilere tahsis etmişti. Filistin’i ve Arap varlığını ortadan kaldırıp Yahudileştirmek amacını güden bu kararı protesto etmek isteyen Filistin halkı, Toprak Günü ilan ettiği 30 Mart 1976’da genel grev düzenlemişti. Genel grevi önlemek isteyen İsrail hükümeti o gün sokağa çıkma yasağı koymuştu. Her şeye rağmen sokağa çıkıp protestolara katılan Filistinlilere İsrail ordusu ve polisi ateş açmış, 6 kişiyi öldürmüş, yüz‑ lerce kişiyi de yaralamıştı. O günden bu yana 30 Mart Toprak Günü, Filistin vatanını “İsrail”, “işgal toprakları”, “özerk yönetim bölgesi” gibi çeşitli statülerle bölen siyonist sö‑ mürgecilere karşı Filistin’in toprak bütünlüğünü ve Filistin halkının tekliğini simgeleyen bir mücadele ve birlik günü olarak kutlanıyor. İsrail’de yaşayan Filistinlilerin ayırımcılığa karşı eşitlik, işgal bölgesinde yaşayan Filistinlilerin işgalden kurtuluş, özerk bölgede yaşayan Filistinlilerin bağımsızlığa kavuşma ve özerk bölgenin FKÖ yönetimindeki Batı Şeria ve Hamas yönetimindeki 27

urun_30_cs5.indd 27

04.04.2011 18:53:31


Gazze şeklinde bölünmesine son verme mücadelesinin ortak simgesini oluş‑ turuyor. Toprak Günü nedeniyle İsrail’in kuzeyi, orta kesimleri ve güneyindeki Arap kasaba ve köylerinde tüm okullar ve işyerleri tatil edildi, yürüyüş ve etkinlikler düzenlendi. Protesto yürüyüşlerinin en büyüğü, binlerce kişinin katılımıyla Celile böl‑ gesindeki Arap kasabalarından Erraba’da yapıldı. Bu yürüyüşe, Sahnin’den ve Deir Hanna’dan katılımcılar da yürüyerek geldi. Sahnin ve Deir Hanna’dan yürüyüşe katılanlar, Erraba’ya gelmeden önce, 35 yıl önceki protestolarda öl‑ dürülenlerin mezarlarına çiçekler bıraktı. Lod’da bir gün öncesinden gösterilere başlayan 1500 dolayındaki İsrailli Arap, 50 dolayında evin yıkım kararını protesto etti. Lod’da 1600 dolayında konut yıkım tehdidiyle karşı karşıya bulunuyor. Necef’teki Bedevi köyü Arakib’te de gösteriler düzenlendi. İsrail tarafın‑ dan köy statüsü tanınmayan Bedevi köylerinden biri olan Arakib, son yıllarda halkının verdiği toprak mücadelesi ve sürekli yaptıkları evlerin İsrail ordusu tarafından yeniden yıkılmasıyla gündemde bulunuyor. Gazze’de ve Batı Şeria’da binlerce Filistinli, Toprak Günü gösterilerine katıldı. Gazze’nin kuzeyindeki Beyt Hanun’da yüzlerce Filistinli, İsrail ceza‑ evlerindeki Filistinli tutukluların resimlerini taşıyarak ve Filistin bayrakları altında yürüdü. Ancak Hamas polisi, Gazze kentinde Filistinli devrimci ve ilerici örgüt‑ lerin düzenlediği gösteriye saldırdı. 15 Mart’ta yaygın bir halk katılımıyla gerçekleştirilen Filistin birliği kampanyasının devamı olarak düzenlenen bu yürüyüşe katılanları, Hamas polisi sopalarla döverek ve biber gazı sıkarak dağıttı. Bazı göstericiler gözaltına alındı, en az bir kişi de yaralandı. Hamas, devrimci ve ilerici örgütlerin bu eylemini “izinsiz” sayıyor. Batı Şeria’daki Filistin kentlerinden Ramallah’ta toplanarak kentin hemen yakınındaki Beyt El siyonist yerleşimine yürümek isteyenlere de Filistin Yö‑ netimi güvenlik kuvvetleri engel oldu. Siyonist yerleşimin yakınına Filistin bayrağı dikmek isteyen iki genç, polislerce gözaltına alındı. Ramallah’ın yanı sıra Cenin, Nablus ve Tulkerim’de çeşitli grupların katı‑ lımıyla gösteriler düzenlendi. 30 Mart Filistin Toprak Günü bütün dünyaya önemli bir mesaj veriyor: Si‑ yonist sömürgecilerin işgaline uğrayan ve yok edilmek istenen Filistin’i unut‑ ma, unutturma. 28

urun_30_cs5.indd 28

04.04.2011 18:53:31


Komünist Partilerinden Libya Değerlendirmeleri

Komünist partileri : Libya saldırısını durdurun Hindistan Komünist Partisi (Marksist), yaptığı açıklamada, NATO güçle‑ rinin Libya’ya yönelik saldırısını lanetledi. Amerikan‑Nato güçlerinin Irak’ta milyonlarca insanın ölümüne ve büyük tahribata yol açtığını, bugün de aynı şeyi Libya’da tekrarlamak istediğini belirten HKP(M), Libya’nın egemenliği‑ nin kabaca çiğnendiğini vurguladı. Libya halkının korunacağına dair söyle‑ me rağmen, ülke içi bir ihtilaftan yararlanarak rejimi değiştirmeye yönelik hesaplı bir müdahalenin uygulamaya konulduğunu belirtti. HKP(M), Bahreyn halkının barışçı ayaklanmasını askerî müdahaleyle ez‑ mek için Suudi Arabistan’la suç ortaklığı yapan ikiyüzlü Batılı devletlerinin, petrol zengini Libya’da ve Ortadoğu’da çıkarlarını korumak için fütursuzca güç kullandığına işaret etti. HKP(M), Hindistan’daki bütün demokratik ve ilerici güçlere, ABD ve müttefiklerinin bir Arap‑Afrika ülkesine giriştiği bu en son askerî saldırıyı protesto etmeleri çağrısında bulundu. Portekiz Komünist Partisi, Libya’ya karşı emperyalist saldırıyı kararlı bi‑ çimde kınadığını açıkladı. PKP; ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği askerî saldırının, sadece Libya halkı için değil, hakları, demokrasi, egemenlik ve barış için mücadele eden herkes için ciddi sonuçlar doğuracağını vurgu‑ ladı. Portekiz hükümetinin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Libya’ya yönelik müdahale ve saldırıya olumlu oy vermesini ağır şekilde kınayan PKP’ye göre, ABD ve müttefiklerinin saldırısı, “aynı zamanda, ayaklanarak sosyal ve politik hakları, özgürlük, demokrasi ve ülkelerinin gerçek egemen‑ liği ve bağımsızlığı için mücadele eden bölgedeki diğer halklara karşı da yö‑ 29

urun_30_cs5.indd 29

04.04.2011 18:53:31


nelmiştir.” PKP, bütün ilerici ve demokratik güçleri, bu emperyalist saldırıyı protesto etmeye çağırdı. Yunanistan Komünist Partisi, yaptığı açıklamada, “Libya’ya karşı Fransız‑İngiliz kasaplarının önderliğindeki AB emperyalistlerinin, ABD’nin yardımıyla ve Yunanistan’ın katılımıyla başlattığı uluslararası emperyalist askerî müdahaleyi” kınadı. Bu saldırının “demokrasi ve özgürlük savunucu‑ su AB”nin, “hür dünya”nın gerçek yüzünü ortaya koyduğunu belirten YKP, emperyalistlerin ve G. Papandreu’nun “insani amaçlarla” hareket ettiklerine dair iddialarının utanç verici bir sahtekârlık olduğunu, çünkü halk düşmanı otoriter hükümetlerle Afrika’da, Ortadoğu’da ve her yerde açıkça veya el al‑ tından işbirliği yaptıklarını vurguladı. YKP’ye göre, emperyalistlerin derdi, Libya halkını korumak değil, Libya petrolünü ve doğal gazını ele geçirmektir. Libya halkı kendi sorunlarını kendi başına çözebilir. Kurtların onları korumasına ihtiyaçları yoktur. YKP, Libya’ya saldıran güçlerin, krizin yükünü işçilerin sırtına yükleyen, özelleştirmeler, dayatmalar, toplu sözleşmelerin iptal edilmesi, açlık ücretleri yoluyla halkı sömüren güçler olduğunu vurguladı. Suda ve Aktio’daki Ameri‑ kan ve NATO üslerinin derhâl kapatılmasını isteyen YKP, Yunan askerî uçak‑ larının ve gemilerinin derhâl Libya’dan çekilmesi çağrısında bulundu. 43 partiden emperyalist saldırıya karşı ortak açıklama 43 komünist ve işçi partisi Libya’ya yönelik savaşa karşı ortak bir bildiri yayınladı. Bildiri metni şöyledir: ABD, Fransa, İngiltere ve bir bütün olarak NATO’nun başını çektiği emperyalist katiller, Birleşmiş Milletler’in onayıyla, bu kez Libya’da yeni bir emperyalist savaş başlattılar. Onların sözüm ona insani gerekçeleri bütünüyle yanıltıcıdır! Halkın gö‑ züne kül serpiyorlar! Gerçek amaçları Libya’daki hidrokarbon kaynaklarıdır. Biz, komünist ve işçi partileri, emperyalist askerî müdahaleyi kınıyoruz. Libya halkı, kendi geleceğini, emperyalist dış müdahaleler olmaksızın, kendi belirlemelidir. Bütün halkları, bombardımana ve emperyalist müdahaleye karşı tepki göstermeye ve bunların derhâl sona ermesini talep etmeye çağırıyoruz.

30

urun_30_cs5.indd 30

04.04.2011 18:53:32


Devrim ve Karşıdevrim Notları İsmail Kaplan

I

Tunus Devrimi’nin ikinci başarısı Tunus işçi ve köylülerinin başlattığı devrim, 14 Ocak 2011’de işbirlikçi ka‑ pitalist diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’yi devirdikten sonra bugün (28 Ocak) ikinci başarısını kazandı. Eski rejim döneminde bakanlık yapmış olan 12 ba‑ kan azledildi. Gelişmeleri hatırlayacak olursak, Bin Ali’nin kaçmasından sonra, cumhur‑ başkanlığına getirilen eski meclis başkanı Fuad Mebazaa, 1999’dan beri Zey‑ nel Abidin Bin Ali’nin emrinde başbakanlık yapan Muhammed Gannuşi’yi yeniden başbakan olarak görevlendirmişti. 17 Ocak’ta kurulan sözüm ona “ulusal birlik hükümeti”, içişleri, maliye, savunma ve dışişleri bakanlığı gibi bütün kilit bakanlıklar da içinde olmak üzere, 23 bakanlığın başında Zeynel Abidin Bin Ali’nin iktidar partisi Demokratik Anayasal Birlik üyelerinin bu‑ lunduğu ve göstermelik olarak muhalefetten sadece 4 bakana yer veren sahte bir hükümetti. Devrimi başlatan halkın iradesiyle alay eden ve işbirlikçi dik‑ tatörlük rejiminin sadece diktatörün değişmesiyle sürdürülmesi anlamına ge‑ len bu hükümet, isyancı kitlelerden öylesine bir tepki görmüştü ki, muhalefete mensup 4 bakanın ertesi gün istifasıyla daha toplanamadan sakatlanmıştı. Tunus devrimcileri o günden beri bu hükümetin derhâl istifa etmesi, eski iktidar partisinin feshedilmesi ve yönetimin halka devredilmesi için grevler ve gösteriler düzenliyorlardı. Küçük tavizlerle eski rejimi sürdürmek isteyen egemen işbirlikçi kapitalist blok bir manevra yaptı. Cumhurbaşkanı ve Başba‑ kan partilerinden istifa ettiklerini ve artık bağımsız olduklarını açıkladılar. 31

urun_30_cs5.indd 31

04.04.2011 18:53:32


Bu küçük kurnazlıkla, devrimci halk kitlelerinin köklü talebini boşa çıkar‑ maya çalıştılar. Ancak Tunus devrimci halk kitleleri kesintisiz biçimde grev, genel grev, açlık grevi, miting ve protesto gösterilerine devam ettiler. İşçi sınıfının grevlerle; “Kurtuluş Kervanı” adıyla ka‑ saba ve köylerden yola çıkan ve uzun bir yürüyüşle başkente ge‑ len bin köylünün, açlık grevi ve protesto gösterileriyle, uyguladı‑ ğı devrimci baskı, bu kez egemen bloku daha büyük bir taviz vermek zorunda bıraktı. Başbakan Muhammed Gannuşi, Zeynel Abidin Bin Ali döneminde bakanlık yapmış olan 12 bakanı görevden aldığını, yerlerine, bağımsız ba‑ kanları atadığını açıkladı. Değiştirilen bakanlar içinde savunma, içişleri ve dışişleri bakanı da var. Daha önce hükümete 3 bakan veren, ancak tabanın isyanıyla bir gün içinde bu kararından vazgeçen Tunus Genel İşçi Sendikası bu değişiklikleri olumlu bulduğunu ilan etti. Kuşkusuz eski rejimin önde gelen 12 isminin azledilmesi önemli bir gelişmedir ama asla yeterli değildir. Mesele sadece şu ya da bu ba‑ kanın azledilmesi değil, iktidarın bütünüyle devrimci halka devredilmesi ve devrimin, bizzat kendisinin bir yönetim mekanizması oluşturmasıdır. Tunus’ta devrim ve karşıdevrim arasındaki kıran kırana mücadele devam ediyor. Devrim, 12 kapitalist bakanın azledilmesini sağlayarak yeni bir başarı kazanmış bulunuyor ama cumhurbaşkanlığının ve başbakanlığın hâlâ eski rejimin adamlarının elinde kalması kabul edilemez. Devrim yoluna devam etmek ve derinleşmek zorundadır, yoksa boğulur. Tunus devrimcilerinin hızla örgütlenerek, işçi köylü kitlelerini, gençliği, kendi siyasal deneyimleri temelinde adım adım ileriye taşıyacaklarına güve‑ niyoruz. Bu güvenin temelinde, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin, işsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen gençliğin, devrimin fiilî itici gücünü oluştu‑ ruyor olması yatıyor. Bu güvenin temelinde, ordunun tabanını oluşturan ve üniforma giydirilmiş işçi ve köylülerden oluşan erler ve alt kademe subaylar arasında devrime sempatiyle yaklaşanların hızla artması, devrimin ordunun içine nüfuz ederek ordunun halka karşı sürülmesini engelleme becerisini 32

urun_30_cs5.indd 32

04.04.2011 18:53:32


göstermesi yatıyor. Bu güvenin temelinde, devrimci, demokrat ve yurtsever güçlerin bir araya gelerek birlikte hareket etme kararı alması ve bir cephe oluşturması yatıyor. “14 Ocak Cephesi”ni kurduklarını ilan eden ve devrimin derinleştirilmesi çağrısı yapan siyasal güçler, Sol İşçiler Birliği, Birleşik Nasır‑ cı Hareket, Ulusal Demokratik Hareket, Ulusal Demokratlar, Baas Hareketi, Bağımsız Solcular, Tunus Komünist İşçi Partisi, Ulusal Demokratik Emek Partisi’nden oluşuyor. Kuruluş Bildirgesi’nde, “halk devrimimizin amaçları‑ na ulaşması doğrultusunda ilerlemesi ve karşıdevrimci güçlerle mücadeleye devam etmesi hedefiyle çalışacak bir siyasal çatı” olarak tanımlanan 14 Ocak Cephesi’ne, daha da büyük başarılar diliyoruz. Tunus Devrimi, daha şimdiden bölge ve dünya çapında işçi ve emekçi kitlelerini devrim duygusuyla esinlendi‑ ren, kitleleri harekete geçiren bir kıvılcım oldu. Özellikle Arap toplumlarında kitle‑ sel harekette büyük bir artış var. Cezayir, Fas, Moritanya, Ürdün, Yemen ve nihayet Mısır’da sokaklar ve alanlar öfkeli kala‑ balıklarla dolup taşıyor. Tunus Devrimi, sonucu ne olursa olsun, kapitalizme ve emperyalizme karşı yeni devrimler döneminin fiilî başlatıcısı olarak tarihe geçecek. 28 Ocak 2011

II

Devrim ateşi Mısır’a sıçradı Dünya kapitalist sisteminin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki kilit taşı Mısır’da halk kitleleri dört gündür kesintisiz olarak süren geniş çaplı gösteri‑ lerle Hüsnü Mübarek’in zalim diktatörlüğüne karşı isyan ediyor. Önce inter‑ netin fişini çeken ve cep telefonlarının işlemesini durduran işbirlikçi kapita‑ list rejim, ardından, üç kişiden fazla kişinin bir araya gelmesini ve her türlü miting ve gösteriyi yasakladı. Polis, sokaklara ve alanlara çıkan göstericilere düpedüz ateş ediyor. Şu ana kadar, resmî açıklamalara göre 7 kişi katledildi, yüzlerce yaralı var. Göstericilerle başa çıkamayan hükümet, bu kez, sokağa çıkma yasağı ilan etti. Ne var ki, kitleler daha da büyük öfkeyle sokağa çıkı‑ yor ve polisin kurşun yağmuruna rağmen polis araçlarını deviriyor ve ateşe veriyor. 33

urun_30_cs5.indd 33

04.04.2011 18:53:32


Amerikan ve İsrail işbirlikçisi kapitalist diktatörlüğün sömürü ve zulmün‑ den yaka silken Mısır işçi ve köylüleri, yoksul ve işsiz gençler, Tunus işçi ve köylülerinin başlattığı devrimden de esinlenerek harekete geçtiler. Şu anda gelen haberlere göre, iktidar partisinin merkezini ateşe veren göstericiler, dev‑ let televizyon merkezini ve dışişleri bakanlığı binasını kuşatmış bulunuyor. İkiyüzlü Amerika ve Avrupa Birliği, halk kitlelerini itidale davet eden açık‑ lamalar yapıyor ve Hüsnü Mübarek rejimini sözüm ona “ifade özgürlüğü ko‑ nusunda reform” yapmaya davet ederek desteklemeye devam ediyor. Mısır’ın emperyalizmle ve siyonizmle işbirliğine son verecek bir devrimin etkisine girmesi emperyalist‑kapitalist sistem için gerçek bir kâbus senaryosudur. Bu amaçla her türlü baskı, hile ve oyunu yapacaklardır. Ancak, uzun bir dönem‑ dir Mısır’ı dayanılmaz sömürüye, yoksulluğa, onursuzluğa, özgürlüksüzlüğe mahkûm eden rejime karşı isyan duygularını bastırmak zor olacak. İliklerine kadar çürümüş işbirlikçi kapitalist diktatörlüğe karşı ayaklanan Mısır halkını selamlıyor ve en içten duygularımızla destekliyoruz. Tunus’un ardından Mısır halkının ayaklanması, dünya‑tarihsel önemde bir gelişmenin başlangıcıdır. Bu ülkelerdeki kısa vadeli sonuçlardan bağımsız olarak, emperyalizme ve kapitalizme karşı yeni devrimler döneminin başladı‑

34

urun_30_cs5.indd 34

04.04.2011 18:53:33


ğını herkes bilince çıkarmak zorundadır. Kapitalist karşıdevrimler dönemi‑ nin mezar sessizliği sona erdi. Neoliberal dönemin yok saydığı işçi ve emekçi kitleler yeni bir döneme uyanıyor, tarihin sahnesine güçlü özneler, yaratıcı kahramanlar olarak çıkıyor. 28 Ocak 2011

III

Mısır halkının ilk kazanımı Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek, zaten yürürlükte olan sıkıyöne‑ timin üstüne, sokağa çıkma yasağı koyduğu hâlde, halk ayaklanmasını bas‑ tıramadı. Gelen haberlere göre, Kahire’de en az 7, Süveyş şehrinde en az 13, İskenderiye şehrinde en az 6 göstericiyi öldüren ve binlerce kişiyi ateşli silah‑ larla yaralayan polis vahşetine rağmen, ayaklanma devam ediyor. Gösterici‑ ler, Mısır’ın her tarafında iktidardaki Ulusal Demokrat Parti’nin binalarını ateşe veriyor. Mübarek, polisin yetersiz kalması üzerine, son adım olarak, ordu birlikle‑ rini halkın üzerine sürmeye karar verdi. Tanklar ve zırhlı birlikler, meydan‑ ları, hükümet binalarını ve elçilikleri kontrol altına alıyor. İsyancı halk, tank‑ ların ve zırhlıların üzerine çıkarak askerleri devrime katılmaya çağırıyor ve ordunun halkın saflarına geçmesi, zorba Mübarek’i terk etmesi yönünde teza‑ hürat yapıyor. Askerler halka karşı henüz hiçbir yerde ateş etmediği gibi, belli bölgelerde polisin silahlarını elinden alıyor ve onları meydanlardan kovuyor. Mısır’ın, özelleştirmeler, devlet mülklerinin talanı ve borsa vurgunculuğuyla semirmiş önde gelen kapitalistlerinin Kahire’den kaçtıkları bildiriliyor. Hüsnü Mübarek, gizli bir yerden yaptığı ve devlet televizyonundan yayın‑ lanan konuşmasında, halkın dertlerine kulak vereceğini, halkın yoksulluktan ve yolsuzluktan kaynaklanan şikâyetlerini anlayışla karşıladığını ama kamu düzeninin ve güvenliğin bozulmasına müsaade etmeyeceğini söyledi. Halkı rahatlatmak için yarın hükümetin istifasını isteyeceğini ve yeni bir hükümet kurduracağını belirtti. Devrim, böylece, işbirlikçi kapitalist diktatörlükten ilk tavizi almış bulu‑ nuyor. Ancak tek başına bu taviz hiçbir işe yaramaz. Mısır’ın başkanlık sis‑ teminde hükümetler sadece başkanın kuklasıdır. Asıl ipler Mübarek’in elin‑ dedir. Devrim yoluna devam etmeli ve diktatörü de, diktatörün çevresini de, diktatörlük rejiminin kurumlarını da görevden alarak, halk devrimini katı‑ lan güçlerin ortak iktidarını oluşturmalıdır. 35

urun_30_cs5.indd 35

04.04.2011 18:53:33


ABD Başkanı Barack Obama, Ulusal Güvenlik Kurulu’nu toplayarak ABD’nin Mısır ayaklanmasına karşı ne gibi önlemler alması gerektiği konu‑ sunu görüştü. Obama, yaptığı açıklamada, Hüsnü Mübarek rejimini destek‑ lemeye devam edeceklerini ancak rejimin acil reformlar yapması gerektiği‑ ne inandığını söyledi. Ne tesadüftür ki, resmî bir ziyarette bulunmak üzere Amerika’da bulunan Mısır Genelkurmay Başkanı, ziyaretini yarıda keserek Mısır’a dönüyor. Olayların akışını, kısa va‑ dede, Mısır kapitalist oligar‑ şisinin, Mısır ordusunu halka karşı harekete geçirip geçire‑ meyeceği, veya tersinden söy‑ lersek, ayaklanan Mısır halk kitlelerinin Silahlı Kuvvetleri bir şekilde etkileyip etkileye‑ meyeceği belirleyecek. Eğer halk kitleleri isyanı kararlılıkla sürdürür, ne baskıya, ne hileye pabuç bırak‑ madan yoluna devam ederse, üniformalı işçi ve köylü gençlerden oluşan ordu kitlesi, en azından bir bölümüyle, firavunların kör aleti olmayı reddederek devrimci halkla birleşebilir. Oligarşi, orduyu kör alet olarak kullanamadığı anda, iktidarı kaybedecektir. Mısır Arap dünyasının en büyük ülkesidir ve dünya kapitalist sisteminin temel sütunlarından biridir. İşbirlikçi Mısır oligarşisinin desteği olmadan, emperyalizmin ve siyonizmin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da egemenliğini sürdürmesi neredeyse imkânsızdır. Dünya kapitalist sisteminin büyük krizi, neoliberalizm modeliyle 30 küsür yıldır dünya işçi sınıflarına ve ezilen halklarına karşı ekonomik bir soykırım uygulayan kapitalist egemenlerin bütün meşruiyet efsanelerini yerle bir etti. Meşruiyet efsanelerini yitiren egemenler ayakta kalamazlar. Uyguladıkları sistem iflas ettiği hâlde, iş hesabı ödemeye gelince, devleti, zenginlerin, büyük şirketlerin ve bankerlerin kurtarıcısı olarak sahneye sürme yüzsüzlüğünü gösteren egemenler, artık halkın öfkesinden kurtulamayacaklar. Yunanis‑ tan, İngiltere, İrlanda, Fransa, Hollanda, Belçika, İtalya, İspanya, Portekiz’de işçilerin, öğrencilerin, çiftçilerin, eğitimcilerin uzun ve ısrarlı grev, direniş ve boykotlarından sonra, Tunus’ta devrim patladı. Tunus ayaklanması, Ce‑ zayir, Fas, Moritanya, Ürdün, Arnavutluk ve Yemen kitlelerine esin kaynağı 36

urun_30_cs5.indd 36

04.04.2011 18:53:33


oldu. Ardından, Mısır patladı. Tekil ve yalıtılmış bir gelişmeyle değil, dünya kapitalist‑emperyalist sistemini saran ve dünya çapında tarihsel önem taşıyan sistemsel bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Devrim harekete geçiyor. Devrim dalgası uzun bir aradan sonra tekrar yükseldi ve daha da yükselmeye devam edecek. Yeni dönem başladı. Artık kafalarımızı, politikalarımızı, strateji ve taktiklerimizi, örgütlenmelerimizi yeni döneme göre yenilemek zorundayız. Yaratıcılığa her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Marks, Engels, Lenin ise, her zamankinden daha güncel. 29 Ocak 2011

IV

Mübarek’in ikinci manevrası Mısır’da işçi sınıfının, yoksulların, işsizlerin, gençliğin işbirlikçi kapitalist Hüsnü Mübarek diktatörlüğüne karşı isyanı büyüyor. Sıkıyönetime ve sokağa çıkma yasağına rağmen, on binlerce protestocu, sokakları ve alanları hiç terk etmeden ayaklanmayı sürdürüyor. Gelen haberlere göre, diktatörlüğün uşak‑ ları şu ana kadar 300 göstericiyi öldürdü, binlerce kişiyi de yaraladı. Hüsnü Mübarek’in ayaklanan halk kitlelerini yatıştırabilmek ve iktidarını koruyabilmek amacıyla, baştaki hükümetin istifasını istemesi ve yeni bir hü‑ kümet kurdurma kararı, alay ve öfkeyle karşılandı. CİA ve Mossad’la yakın ilişkileri bilinen Mısır İstihbarat Örgütü’nün 20 yıllık başkanı, sıkı Ameri‑ kancı Ömer Süleyman’ın cumhurbaşkanı yardımcılığına, eski cezaevleri ge‑ nel müdürü Mahmut Vecdi’nin içişleri bakanlığına atanması, rejimin, devri‑ mi kan ve terörle bastırmak için fırsat kollamaktan asla vazgeçmeyeceğini de gösteriyor. Dün Mısır’da işçi sendikalarının çağrısıyla genel grev yapıldı, üretim ve hizmetler bütünüyle durdu. Bugün (1 Şubat 2011) Kahire’nin Tahrir (Kurtu‑ luş) meydanında milyonların katılacağı bir miting yapılacağı açıklandı. Bu açıklama üzerine, Mısır ordusu adına yayınlanan bildiride, ordunun halka karşı silah kullanmayacağı belirtildi. “Mısır’ın büyük halkına” hitabıyla başlayan bildiride şöyle deniliyor: “Halkın meşru haklarını tanıyan Silahlı Kuvvetleriniz, Mısır halkına karşı güç kullanmadı ve kullanmayacak. Barış‑ çıl ifade özgürlüğü herkesin hakkıdır. Silahlı Kuvvetler, yüce Mısır halkının meşru taleplerinin farkındadır ve bunları tanımaktadır. Silahlı Kuvvetlerin sokaktaki varlığı sizin iyiliğiniz ve güvenliğiniz içindir. Bu büyük halka karşı güç kullanılmayacaktır.” 37

urun_30_cs5.indd 37

04.04.2011 18:53:33


Bugün, Tahrir meydanında toplanan 2 milyon kişi hep bir ağızdan Hüsnü Mübarek’in devrilmesi, Amerikan ve İsrail işbirlikçisi rejiminin yıkılması, ücretlerin arttırılması, işsizliğe son verilmesi, yolsuzlukların soruşturulması, halka ateş açanların cezalandırılması sloganlarıyla gösteri yaptı. Başta İsken‑ deriye olmak üzere birçok şehir, kasaba ve köyde de milyonlarca gösterici aynı taleplerle alanları doldurdu. Siyasal hayata uyanan milyonlarca işçi ve emekçinin kendi talepleriyle sokaklara ve alanlara çıkması, en geniş kitlelerin eylemliliğinde görülen bu büyük artış, gerçek bir halk devriminin en belirgin işaretidir. 80 milyonluk Mısır halkı, bir devrim gerçekleştiriyor. Sokakları ve alanları dolduran mil‑ yonların iradesinin yarattığı enerjinin önünde, Hüsnü Mübarek dayanamayacaktır. Kapitalist rejimin Amerika, Avrupa Birliği, İsrail destekli ko‑ damanları daha şimdiden “düzenli bir geçiş” için pazarlık yapıyor. Arap dünyasının en büyük ül‑ kesi ve dünya kapitalizminin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki temel direği olan Mısır’ı siste‑ min içinde tutmak için, emperyalist metropoller her türlü baskı ve hileye başvuracaktır. Sokağa çıkma yasağına kulak asmayan halk kitleleri gece yarısına doğru hâlâ alanları boşaltmadı. Hüsnü Mübarek biraz önce gizli bir yerden yaptığı konuşmada, parlamentodan, seçimlerin erkene alınmasını isteyeceğini; ayrı‑ ca, seçimlerde tekrar cumhurbaşkanlığına aday olmayacağını belirtti. Yeni yönetime düzen içinde geçiş için kendisinin birkaç ay daha başta kalacağını, Mısır halkına uzun yıllar çok hizmetler ettiğini; ülkenin kargaşaya düşme‑ mesi için son bir hizmet daha vererek Mısır topraklarında ölmek istediğini söyledi. Alttan alma ve kendini acındırma ile aba altından sopa göstermeyi ve gözdağı vermeyi harmanlayan bu konuşma, Mübarek’in devrimi yatıştırmak için yaptığı ikinci manevrayı oluşturuyor. Mübarek zaman kazanmak istiyor. İlk tavizi hükümeti değiştirerek vermişti. Tekrar aday olmayacağını söyleye‑ rek ikinci tavizi veriyor. Tabii ki bu tavizler, halkı aldatmayı amaçlayan küçük kurnazlıklardan ibaret. Söz konusu kurnazlıklara, şiddete dayalı acımasızlık‑ 38

urun_30_cs5.indd 38

04.04.2011 18:53:34


ların eşlik edeceğinden şüphe yok. Ne var ki, bu kadar muazzam bir enerjiy‑ le ayaklandıktan sonra, halk kitleleri hilelere kanmayacak ve şiddete boyun eğmeyecektir. Ayaklanma daha da güçlenecektir. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali de aynı yolu izlemiş, ancak devrimi durduramamıştı. Hüsnü Mübarek’in daha başarılı olması için özel bir neden yok. Bu arada, Amerika’nın ve İsrail’in sadık kölesi Ürdün kralı Abdullah, devrim korkusuyla, Başbakan Samir Rifai’nin hükümetini görevden aldı. Sö‑ züm ona “Halkın yoksulluk ve yolsuzluk şikâyetlerine eğilecek yeni bir hükü‑ met oluşturması için” bendelerinden birisi olan, eski başbakanlardan Maruf Bakit’i başbakan yaptı. Devrimci dalga, daha şimdiden, işbirlikçi kapitalist diktatörleri manevra yapmaya zorluyor. Cezayir’de ise, eğitim ve sağlık emek‑ çileri bugün greve çıktı. Filistin ve Irak halklarının emperyalist ve siyonist işgallere karşı uzun yıl‑ lardır devam eden direnişi, böylece, dünya kapitalist sisteminin büyük bu‑ nalımının ardından, Arap dünyasının her tarafına yayılmaya başlayan yeni ayaklanmalarla birleşiyor. Ezilen halkların ayaklanmaları ile Avrupa işçi sı‑ nıflarının hareketleri de birbirini güçlendirecek. Anti‑emperyalist halk hare‑ ketleri ile anti‑kapitalist işçi hareketleri, enternasyonalist dayanışmayla birle‑ şik bir devrimci dalga olarak ortaya çıkabilir. Enternasyonalist dayanışmanın en etkili yönteminin, kendi ülkemizdeki devrimci hareketi güçlendirmek ol‑ duğunu hatırlayalım. 1 Şubat 2011

V

Mübarek’in yeni oyunu Mısır’da devrim ve karşıdevrim arasındaki kapışma sürüyor. 1 Şubat 2011 günü başta Kahire ve İskenderiye olmak üzere, ülke çapında aynı anda 18 milyon kişinin Hüsnü Mübarek rejimine karşı düzenlediği görkemli gösteri‑ lerden sonra, dün, hükümetin emriyle harekete geçen faşist zorbalar sürüsü, Kahire’nin Tahrir meydanında, İskenderiye’de ve birçok şehirde, meydanları terk etmeyen halka saldırdı. Çoğu sivil polislerden oluşan saldırganlar, birçok kişiyi öldürdü ve yaraladı. Egemen dünya medyası, rejimin harekete geçirdiği katilleri “halk” saya‑ rak, olayları, “halkın ikiye bölündüğü”, “Hüsnü Mübarek yanlısı halk kesim‑ lerinin sahneye çıktığı” yorumlarıyla vermeye başladı. Mısır İçişleri Bakanlı‑ ğı yayınladığı bildiride, herkesin evine ve işine dönmesini “tavsiye etti”; aksi 39

urun_30_cs5.indd 39

04.04.2011 18:53:34


takdirde, ülkenin kargaşadan kurtulamayacağını, hiç kimsenin can ve mal güvenliğinin sağlanamayacağını belirtti. Ordu adına yapılan açıklamada ise, “halkın yaptığı protesto gösterileriyle sesini zaten herkese duyurduğu, göste‑ ricilerin artık alanları boşaltması gerektiği” söylendi. İşbirlikçi diktatörlük, ege‑ menlerin her devrimci kalkış‑ mada başvurduğu klasik taktiği uyguluyor. Ortalığı karıştırmak, sivil görünümlü saldırılarla kit‑ lelerin gözünü korkutmak, so‑ kağa ve alanlara çıkmalarını önlemek, bağımsız işçi sendika‑ larının ve bağımsız öğrenci der‑ neklerinin yöneticilerini destek‑ siz bırakmak, ilerici parti ve örgütleri tabansız bırakmak, örgütlü isyancıları yalnızlaştırmak istiyor. “Halkın ikiye bölündüğü ve birbiriyle çatıştığı” izle‑ nimini yerleştirerek, “düzeni sağlayan tarafsız güç” olarak sözüm ona meşru bir gerekçeyle tekrar duruma hâkim olmak için oyun kuruyor. Dünya kapitalist sisteminin efendileri, Amerika ve Avrupa egemenleri, Mısır işçi, köylü ve gençlik kitlelerinin muazzam ayaklanmasını etkisizleş‑ tirmek, siyaset sahnesine özne olarak çıkan halkın hayranlık veren devrimci enerjisini boğmak için hesap yapıyorlar. İkiyüzlü bir yaklaşımla, diktatörlük rejiminden “halkın ifade özgürlüğüne saygı göstermesini” isterken, perde ar‑ kasında Hüsnü Mübarek ve uşaklarıyla pazarlık yapıyorlar. Hem dünya ka‑ pitalist sistemi açısından, hem de söz konusu sistemin Arap halklarına karşı koçbaşı olarak kullandığı İsrail açısından yaşamsal önem taşıyan işbirlikçi sömürü ve zulüm düzenini muhafaza etmek için, Hüsnü Mübarek’i her şeye rağmen ayakta tutmanın mı; Mübarek rejimini en az değişiklikle sürdürme‑ nin yolu olarak işkenceci‑istihbaratçı Ömer Süleyman’ı desteklemenin mi; diktatörlük rejimine demokratik bir görüntü vermek için Amerikancı Mu‑ hammed El‑Baradey’i başa geçirmenin mi; devrimci gelişmeyi önlemek için zaten yıllar boyunca adım adım yerleştirdikleri dinciliğin dozunu daha da arttırarak Müslüman Kardeşler’i iktidara ortak etmenin mi; tarafsız görü‑ nümlü bir askerî diktatörlüğe yol vermenin mi daha uygun olacağını karar‑ laştırmaya çalışıyorlar. Ne işçi ve köylü kitlelerinin çektiği acılar, ne demokra‑ si ve özgürlüğün ayaklar altına alınması umurlarında. Varsa yoksa, kör olası kârları, hâkimiyetleri ve stratejik çıkarları. 40

urun_30_cs5.indd 40

04.04.2011 18:53:35


Arap halklarının çoğu, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı 1920’lerde büyük kalkışmalar gerçekleştirdiler. 1950’lerde ve 1960’larda çok daha bü‑ yük ayaklanmalarla ulusal kurtuluşa kavuştular. Ne var ki, emperyalizme, işbirlikçi kapitalistlere ve feodal beylere karşı gerçekleştirdikleri devrimleri sosyalizme taşıyamadılar. 1970’lerin ortalarından başlayan ve 1980’lerde hız‑ lanan karşıdevrimci ve gerici bir süreçle, tekrar emperyalizmin boyunduruğu altına girdiler ve kapitalizmin neoliberal saldırısı altında bunaldılar. “Artık yeter” diyerek bugün emperyalizme ve işbirlikçi kapitalist burjuvaziye karşı üçüncü kuşak devrimci ayaklanmalar dönemini başlattılar. Tunus ve Mısır devrimlerini desteklemek, Arap toplumlarını saran isyan dalgasını selamla‑ mak için dün çeşitli destek ve dayanışma eylemlerini gerçekleştiren Türkiye devrimcileri, Mısır halkının, devrimi ileriye götürecek metanet, sabır ve usta‑ lığa sahip olduğuna, emperyalizmin ve uşaklarının bütün baskı ve hilelerini boşa çıkaracağına inanıyor. Mübarek’in yeni oyunu da işine yaramayacak, çöküşünü hızlandıracaktır. 3 Şubat 2011

VI

Mısır devriminde bugün 17 Ocak 2011’de “Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali’nin Yanına Git” sloganıyla sokağa çıkan yüz kişinin gösterileriyle başlayan, bir hafta boyunca binleri harekete geçiren, 25 Ocak’tan bu yana ise on binlerce, yüz binlerce ve milyonlarca işçinin, emekçinin, köylünün, gencin, şehir şehir, kasaba kasaba, köy köy sokakları ve alanları doldurmasıyla doruğa çıkan büyük halk ayak‑ lanması, diktatörlük rejiminin kanlı terörüne ve başta Amerika olmak üzere emperyalist efendilerin bütün oyunlarına rağmen yoluna devam ediyor. Dev‑ rim ile karşıdevrim arasındaki boy ölçüşme sürüyor. Kapitalizmin 30 yıldır süren neoliberal saldırısına karşı, nihayet, emekçi kitlelerin en derinlerinden fışkıran devrim dalgasını durdurabileceğini sanan Hüsnü Mübarek, bugün, on binlerce işçinin grevleri ve ülkenin her yanında milyonlarca insanın gösterileri karşısında yeni bir manevraya başvurdu. İşbirlikçi diktatör, Mısır devlet televizyonundan yayınlattığı bir haberle, bu gece halka sesleneceğini ve çok önemli bir konuşma yapacağını duyurdu. Cumhurbaşkanı yardımcılığına atamış olduğu Ömer Süleyman’ı kabul etti ve onunla uzun bir görüşme yaptı. Gün boyu uşaklarına yaptırdığı konuşmalar‑ la bugün görevden ayrılacağı izlenimini oluşturdu. Tahrir meydanına giden Genelkurmay Başkanı Korgeneral Sami Enan, göstericilere “Merak etmeyin, 41

urun_30_cs5.indd 41

04.04.2011 18:53:35


bugün bütün istekleriniz karşılanacak” dedi. İktidardaki Ulusal Demok‑ rasi Partisi’nin genel sekreteri Hüsam Badravi, CNN televizyonuna verdiği demeçte, Hüsnü Mübarek’in bugün çok yurtseverce bir karar vereceğini ve yetkilerini muhtemelen Ömer Süleyman’a devredeceğini söyledi. Başbakan Ahmet Şefik, Mübarek’in yetkilerini Ömer Süleyman’a devredeceğini ve ya‑ rın artık Mübarek’in cumhurbaşkanı sıfatını taşımayacağını sandığını be‑ lirtti. Savunma Bakanı Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi başkanlığında toplandığı bildirilen Yüksek Askerî Konsey toplantısından sonra ordu adına yayınlanan bildiride, “ordunun Mısır halkının meşru taleplerini desteklediği ve halkı saldırılara karşı koruyacağı ve bu amaçla Yüksek Askerî Konsey’in sürekli toplantı hâlinde kalacağı” açıklandı. Bu arada, Washington’da Ame‑ rikan Kongresi’ne bilgi veren CİA başkanı Leon Panetta, Hüsnü Mübarek’in yetkilerini Ömer Süleyman’a devrederek kenara çekileceğini söyledi. Hüsnü Mübarek’in konuşmasından hemen önce Michigan’da bir konferansa katılan Barack Obama, Amerikan yönetiminin Mısır’ın geleceğini temsil eden genç kuşağı desteklediğini ve demokrasiye düzenli geçişten yana olduğunu belirtti. Hâlâ barışçı gösteriler yapan silahsız kitlelerin iradesine uyacağı izleni‑ mini başarıyla yaratan Hüsnü Mübarek ise, gece yaptığı konuşmada, yabancı güçlerin dayatmalarına boyun eğmeyeceğini, Eylül ayındaki seçimlere kadar cumhurbaşkanı olarak başta kalacağını, Mısır halkına çok hizmet ettiğini, bu arada hatalar yapmış olabileceğini kabul ettiğini, fakat kendisinin ve oğlunun Mısır’da kalacağını, gösterileri yabancı ajanların çıkardığını, ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen yıkıcılara uyulmamasını istediğini, hainlerin mutlaka cezalandırılacağını, anayasada değişiklik yapmak ve demokrasiye düzenli bir geçişi sağlamak için bazı yetkilerini yardımcısı Ömer Süleyman’a devrettiği‑ ni, onun muhalefetle gerekli diyalogu sağlayacağını söyledi. Hüsnü Mübarek’in ardından Ömer Süleyman da bir konuşma yaptı. Cumhurbaşkanından aldığı yetkilerle Mısır’ın birliğini ve bütünlüğünü ko‑ rumak için görev yapacağını, gençlerin başlattığı devrime sahip çıkacağını, ama kaosu önlemek, can ve mal güvenliğini sağlamak için herkesin gösterile‑ re son verip işine ve evine dönmesinin gerekli olduğunu, muhalefetle diyalog kapılarını açık tutacağını, demokrasiye ve özgürlüğe düzenli geçiş için başta ordu olmak üzere devlet kurumları ile muhalefetin ve halkın işbirliği yapması gerektiğini söyledi. Hüsnü Mübarek, kendisinin ve işbirlikçi rejimin iktidara sıkı sıkıya sa‑ rılmasından başka bir anlam taşımayan bu bayat manevra öncesinde, Ömer 42

urun_30_cs5.indd 42

04.04.2011 18:53:35


Süleyman’a, Müslüman Kardeşler dahil burjuva muhalefet partilerinin tem‑ silcileriyle bir görüşme yaptırmıştı. Hüsnü Mübarek’in defolmasını, rejimi‑ nin yıkılmasını, iktidarın halka devredilmesini, yoksulluğa, yolsuzluğa ve işsizliğe son verecek bir düzenin kurulmasını isteyen kitlelerin iradesini hiçe sayan bu teslimiyetçi görüşmenin yarattığı sis perdesi dağılmadan, hükümet, ücret ve maaşlara yüzde 15’lik bir zam yaptığını ilan etmişti. Görüldüğü gibi, Mısır oligarşisi, kitleleri terörle yıldırmak, küçük rüşvet ve tavizlerle aldatmak, devrime saygı duyulduğu açıklamasıyla onların gu‑ rurlarını okşamak, ordu dahil bütün devlet kurumlarının tek vücut olduğunu göstererek halkı bezdirmek, boş umutlar yaratarak milyonları hayal kırık‑ lığına sürüklemek, muhalefeti bölmek gibi taktiklerin hepsini can havliyle kullanıyor. Mısır Komünist Partisi, devrimci gruplar, ilerici ve yurtsever örgütler, ba‑ ğımsız işçi sendikaları, köylü örgütleri, gençlik dernekleri, kadın örgütleri, meslek birlikleri ise, siyasal hayata uyanan ve kendi siyasal deneyimleri teme‑ linde gitgide radikalleşen milyonları daha da bilinçli ve örgütlü hâle getirmek, ordunun tepesindeki militaristleri yalnızlaştırırken silahlı kuvvetlerin temel kitlesini veya en azından bir kısmını devrim saflarına çekmek, karşıdevrim cephesi içindeki çatlakları derinleştirmek, devrimin kendi iktidar organlarını oluşturmak, savunma durumundan hücum durumuna geçebilme becerisini göstermek göreviyle karşı karşıyalar. Egemen rejimin siyasal, askerî, ekono‑ mik ve medyatik gücü felce uğratılmadan, devrimin hiçbir kazanımı kalıcı olamaz. Egemenler paraya, silaha, propaganda organlarına hükmetmeye de‑ vam ettikçe, devrim tıkanır ve boğulur. Hüsnü Mübarek ile Ömer Süleyman’ın konuşmaları, meydanları mesken tutmuş devrimci Mısır halk kitlelerinde büyük bir öfkeye yol açtı. Öfkenin belli olmasından ve Hüsnü Mübarek’in yeni manevrasının sonuç getirmeye‑ ceğinin anlaşılmasından sonra, ABD Başkanı Obama, “Mısır’da demokrasiye geçiş sürecinin başladığını gösterecek daha somut adımlara ihtiyaç olduğunu ve Mübarek’in yaptığı konuşmanın yetersiz kaldığını” söyledi. Başta ABD olmak üzere dünya kapitalist sisteminin yöneticileri ile Mısır oligarşisinin temsilcileri arasında perde arkasında ne gibi pazarlıklar dön‑ düğünü, devrimi boğmak için ne gibi karanlık planlar yapıldığını şimdilik bilmiyoruz. Ama bir şey çok açık: On milyonlarca sade Mısırlı’yı sokaklara ve alanlara sürükleyen devrimin büyük öfkesi karşısında Hüsnü Mübarek ve uşakları tutunamayacak. 10 Şubat 2011 43

urun_30_cs5.indd 43

04.04.2011 18:53:35


VII

Hüsnü Mübarek yıkıldı Mısır kapitalist oligarşisinin 30 yıllık önderi, emperyalizmin ve siyoniz‑ min uşağı Hüsnü Mübarek yıkıldı. Diktatör yıkıldı ama diktatörlük yerinde duruyor. Mısır’ın kahraman işçileri, köylüleri ve gençleri Hüsnü Mübarek’i devirerek ilk büyük zaferi kazandılar ama onları daha büyük zaferler bekli‑ yor. Sırada emperyalizme bağımlı kapitalist diktatörlüğü yıkma görevi var. İş bitmedi, yeni başlıyor. Mısır’ın devrimci halk kitleleri, umuyoruz ki, yeni zaferler için birleşecekler, örgütlenecekler; analarının ak sütü gibi helal olan görkemli devrimlerini ileriye götürecekler. 11 Şubat 2011 Cuma günü Mısır’ın her tarafında en az 20 milyon insanın sokaklara ve alanlara bir kez daha çık‑ ması, “Hüsnü Mübarek, rejimini al da git” sloganlarıyla işbirlikçi rejime duy‑ dukları öfkelerini dayanılmaz güçle haykırması karşısında, Hüsnü Müba‑ rek ayakta kalamadı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Ömer Süleyman aracılığıyla akşam saat 6’da devlet televizyonundan yaptırdığı açıklamada, istifa ettiğini bildirdi. Ama devrilen diktatör, bu açıklamada bile, halkın iradesine, devri‑ min gücüne saygıyla boyun eğeceğine, yeni oyunlar peşinde koşuyor. Asla yetkisinde olmayan bir şey yaparak, yönetimi Yüksek Askerî Konsey’e dev‑ rettiğini açıklıyor. Halk devrimine karşı sayısız suçun sorumlusu olan Hüsnü Mübarek hal‑ ka hiçbir karar dayatamaz. Devrim kendi geçici hükümetini oluşturmalı ve bütün iktidar, kurucu halk iradesinin eline geçmelidir. Yüksek Askerî Kon‑ sey, derhâl halkın iradesine bağlı olduğunu, halk devrimini gerçekleştiren işçilerin, köylülerin ve gençliğin emrinde hareket edeceğini açıklamalıdır. Askerî diktatörlük, Hüsnü Mübareksiz bir Hüsnü Mübarek rejimi anlamına gelir. İnanılmaz fedakârlıklarla halk devrimini gerçekleştiren kahraman iş‑ çiler, emekçiler, köylüler, gençler kendi kendilerini yönetme hakkına, yetene‑ ğine ve gücüne sahiptir. Bütün iktidar devrimci halk kitlelerine! Mısır halkı Mübarek’in adamlarının, emperyalizmin işbirlikçisi zengin patronların ve generallerin, halk devrimini gasp etmesine izin vermemelidir. “Yaşasın Özgür Mısır” sloganlarıyla zaferlerini kutlayan Mısırlı halk kitlelerinin sevincini paylaşıyoruz. Dünya kapitalist‑emperyalist sisteminin 44

urun_30_cs5.indd 44

04.04.2011 18:53:35


Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki kilit taşı yerinden oynuyor. Mısır halk devri‑ minin dünya tarihsel çapta sonuçları olacak. Yeni devrimler çağı, 21. yüzyılın devrimler çağı kesin olarak başladı. Kapitalizmin neoliberal karşıdevrimler dönemi sona erdi. Hepimizi büyük görevler bekliyor. 11 Şubat 2011

VIII

Devrimci dalga ve emperyalizmin oyunları Tunus ve Mısır’da emperyalizmin uşağı kapitalist diktatörleri deviren yeni devrimler dalgası karşısında dünya kapitalist sisteminin egemenleri, kolayca tahmin edilebileceği gibi, sinsi oyunlara yöneliyor. Daha Mısır’daki uşak‑ ları Hüsnü Mübarek’in devrildiği gün, CİA’nın eski başkanlarından James Woolsey, CNN kanalında önemli bir değerlendirme yapmış, Amerika’nın bu olaylardan ders çıkararak derhâl yeni adımlar atması gerektiğini söylemişti. Ona göre, ABD yönetimine düşen görev, “bir yandan Mısır ve Tunus’ta dü‑ zenli geçişi sağlamak, istikrarı korumak, iktidarın Fransız devriminde, Rus devriminde veya İran’da olduğu gibi, kötü insanların eline geçmemesi için çalışmak; bir yandan da, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu saran halk öfkesini, Amerika ve Batı dostu olmayan rejimlere, örneğin Suriye ve İran rejimleri‑ ne yöneltmek için elinden gelen her şeyi yapmak, bu ülkelerdeki isyancılara somut yardımlarda bulunmak”tı. Dünya kapitalizminin elebaşıları bu reçete doğrultusunda hareket ediyorlar. Tunus ve Mısır’da artık ayakta duramayan diktatörlerin feda edilmesine rıza gösterip eski rejimin önde gelen temsilcilerinin yönetiminde işbirlikçi diktatörlük rejimlerini sürdürmek için tezgâh kuran ABD ve AB hükümetleri, devrim dalgasının Ürdün, Yemen, Fas, Cezayir, Bahreyn, Kuveyt, Körfez emir‑ likleri, Irak, Suudi Arabistan gibi kendi denetimlerinde bulunan ülkelerde etkili olmaması için hummalı bir faaliyet gös‑ teriyor. Tunus ve Mısır’a heyet üstüne heyet gönderip hâlâ iktidarı elinde tutan işbirlikçilere arka çıkıyor, halk devrimini gerçekleştiren kitleleri yatıştırmak için özellikle genç kadroları baştan çıkarmaya ve devşirmeye yönelik “sivil toplumu geliştirme” programlarını acilen devreye sokuyorlar. Aynı program sözünü ettiğimiz ülkelerde de uygulanmaya başlandı. Amaç çok açık: Mısır ve Tunus’ta halk devrimlerini boğmak, devrimin etkisini bir saray darbesi 45

urun_30_cs5.indd 45

04.04.2011 18:53:35


boyutuna indirip zaman içinde yok etmek; öteki ülkelerde ise, henüz devrim boyutuna ulaşmamış toplumsal hareketlerin büyümesine izin vermemek. Woolsey’in önerdiği şekilde, halk öfkesini “Amerika ve Batı dostu olmayan rejimlere yöneltmek” planının ilk uygulaması ise Libya’da yapılıyor. Libya’nın özellikle doğu bölgesinde eski kraliyet hanedanına bağlı ve İslamcı eğilimli aşiretleri harekete geçirmeyi başaran emperyalizm, Libya’da kendisine doğ‑ rudan bağlı olacak bir yönetim kurmak için hamle yapıyor. Bilindiği gibi, Libya dünyanın önde gelen petrol üreticilerinden biri olan, toprakları geniş fakat sadece 7 milyon nüfuslu zengin bir ülkedir. 1969’da cumhuriyeti kuran ve sosyalist sistemin varolduğu koşullarda petrolü milli‑ leştirerek emperyalizme kafa tutan anti‑emperyalist Libya devrimi, sosyalist sistemin dağılmasından sonra gücünü koruyamadı. 1986’da Amerikan saldı‑ rısına uğrayan ve “terörist devlet” listesine alınarak uzun yıllar acımasız bir Amerikan ve Batı ambargosu altında bunalan Libya yönetimi, özellikle Irak’ın 2003’te işgal edilmesinden sonra anti‑emperyalizm politikasından vazgeç‑ ti. Amerika ve Avrupa egemenleriyle arasını düzeltmek için büyük ödünler verdi. Bu ödünler karşılığında ambargo kaldırıldıysa da Amerika, Libya’yla yeniden diplomatik ilişki kurmak için ta 2008’i bekledi. Libya, dünya kapita‑ listlerinin (bu arada Türkiye kapitalistlerinin) büyük kârlar sağladığı büyük bir şantiye oldu. Dünyanın büyük şirketleriyle kurulan ihale ilişkileri, Ame‑ rikan ve Avrupa egemenleriyle içli dışlı olmayı getirdi, yolsuzluğu besleyerek yönetim çevrelerinin yozlaşması ve halktan kopması sonucunu doğurdu. Bununla birlikte, Libya yönetimi, işbirlikçi Arap kralları ve diktatörleri türünden emperyalizme doğrudan bağlı uşak bir yönetim olmadı. Ilımlı ve zayıf biçimde de olsa anti‑emperyalist jestleri bir yana bırakmadı. İtalya’yı sömürgecilik döneminde Libya halkına karşı işlediği suçlarından dolayı taz‑ minat ödemek zorunda bıraktı, ABD’yi ve İsrail’i rahatsız etmeye devam etti. Yani, Libya yönetimi hiçbir zaman emperyalizmin “bizim çocuklar” katego‑ risine girmedi. Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının ayağa kalktığı koşullarda, Libya halkının yozlaşmış yönetime karşı birikmiş öfkesini de kullanabileceğini he‑ saplayan emperyalizm, eski işbirlikçilerini harekete geçirerek bir isyan başlat‑ tı, yozlaşmış yönetim çevreleri ve devlet aygıtı içinde kendisine bağlı kesimle‑ ri de bu isyana katılmaları yönünde teşvik etti. Emperyalizm şu anda, yalan haber üretimine dayalı dünya çapında büyük bir yatık medya operasyonunun da yardımıyla, karşıdevrimci isyanın büyük bir halk hareketi olarak görün‑ 46

urun_30_cs5.indd 46

04.04.2011 18:53:36


mesini sağlamaya çalışıyor. Hüsnü Mübarek, Bin Ali, krallar, emirler söz ko‑ nusu olduğunda sus pus olanlar, asla kendilerinden saymadıkları Muammer Kaddafi karşısında kükrüyorlar. Dünyanın bütün gericileri, ABD başkanı Obama, dışişleri bakanı Clinton, İngiliz başbakanı Cameron, dışişleri baka‑ nı Hague, Alman başbakanı Merkel, Birleşmiş Milletler genel sekreteri Ban Ki‑moon, Libya’nın başındaki “kanlı katil”in cezalandırılması ve devrilmesi için çağrıda bulunuyorlar. İşin özü şudur: Zengin Libya petrolüne tekrar el koymak; Libya’yı özel‑ leştirme batağına mahkûm etmek; Tunus ve Mısır’da sarsılan yönetimlerini kaybetme riskine karşı, bu iki ülkenin arasına kama gibi girecek stratejik bir ülkeye doğrudan doğruya el koymak için büyük bir emperyalist müdahaleyle karşı karşıyayız. Küba devriminin deneyimli önderi Fidel Castro’nun uyarısı‑ na herkes kulak vermelidir. Castro, ABD yönetiminin NATO’yu devreye so‑ karak Libya’yı işgal etmek için plan yaptığını söylüyor. Libya’nın yeni bir Irak, yeni bir Afganistan, yeni bir Pakistan olmasına izin vermemeliyiz. Devrimle‑ rin ve karşıdevrimlerin diyalektiğini kavramayanlar büyük bir hata işliyorlar. Her ülkenin somut koşullarını, güç dizilişini, emperyalizmin planlarını hesa‑ ba katmadan soyut bir halk ayaklanması fikriyle başı dönenler, emperyaliz‑ min oyuncağı durumuna düşerler. Mısır ve Tunus’ta olanlarla Libya’da olan‑ lar aynı şey değildir. Gün, devrimci uyanıklığı elden bırakmadan, her yerde devrimi ilerletecek, emperyalizmi ve kapitalizmi zayıflatacak politikalar izle‑ mektir. Dünya kapitalizminin elebaşısı emperyalist kodamanlar nasıl Mısır, Tunus ve Libya’da somut duruma uygun şekilde, aynı emperyalist amaçlara hizmet eden ayrı politikalar izliyorlarsa, biz de aynı ustalığı devrimci amaçlar için gösterebilmeliyiz. Bütünsel devrimci amaçlarımıza hizmet edecek şekil‑ de, farklı ülkelerde, somut duruma uygun, ayrı politikalar belirlemeliyiz. 24 Şubat 2011

IX

Emperyalizmin politik‑askerî doktrini Dünya egemenliğini amaçlayan Amerikan emperyalizminin politik‑askerî doktrininde, işbirlikçi hükümetlere karşı ayaklanmaları bastırma, devrimci halk güçlerini ezme stratejisi ile işbirlikçiliği reddeden bağımsız hükümetlere karşı işbirlikçi‑gerici ayaklanmaları destekleme stratejisi birbirini tamamlar. “Dost” hükümetlere karşı isyan edenler düşmandır, ezilir. “Düşman” hükü‑ metlere karşı isyan edenler, dost sayılır ve desteklenir. 47

urun_30_cs5.indd 47

04.04.2011 18:53:36


Bu iki farklı strateji somut koşullara göre bütünsel emperyalist‑kapitalist amaçlar doğrultusunda uygulamaya konulur. Amerikan emperyalizmi, dün‑ ya kapitalist sisteminin elebaşısı olarak, dünyanın her tarafında sosyalizm, bağımsızlık ve demokrasi güçlerine karşı topyekün politik‑askerî bir savaş içindedir. Politik‑askerî savaşın alanı bütün dünyadır. Her ülke ve her bölge somut duruma göre değerlendirilir. Amaç mümkün olduğu kadar çok ülkeyi ve bölgeyi elde tutmak, elden kaçmış ve “düşman” saflarına katılmış ülke ve bölgeleri geri kazanmaktır. Bir ülke veya bölgedeki kayıpları telafi etmek için karşı saflardaki ülke veya bölgeleri düşürmek olağan bir yöntemdir. Amerikan emperyalizmi, İkinci Dünya Savaşı’ndan dünyanın tartış‑ masız birinci gücü olarak çıktı. Kendisine bağladığı kapitalist dünyadaki işbirlikçilerine karşı işçi sınıfının ve ezilen halkların başlattığı sosyalist ve devrimci‑demokratik devrimleri bütün gücüyle ezmeye çalışırken, sosyalist sisteme katılmış veya emperyalizme karşı sosyalist sistemle bağlaşıklık kur‑ muş ülkelerde karşıdevrimler tezgâhlamak için her çabayı gösterdi. Bu planı geniş ölçüde başarılı oldu ve hem sosyalist sistemi dağıtmayı, hem de sosyalist sisteminin desteğinden yoksun kalan bağımsız ve bağlantısız ülkelerin çoğu‑ nu çökertmeyi başardı. Amerikan emperyalizminin önderliğindeki dünya kapitalist sisteminin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu saran yeni halk devrimleri dalgasını, sözünü ettiğimiz askerî doktrin çerçevesinde değerlendirdiği besbellidir. Tunus ve Mısır’da dipten gelen devrim, emperyalizmin uşağı kapitalist rejimleri sars‑ tı, rejimin başındaki diktatörleri devirdi. Ama ABD ve Avrupa yönetimleri, devrimin etkisizleştirilmesi, işbirlikçi sömürü düzeninin sürmesi, Tunus ve Mısır’ın ellerinden kaçmaması için her şeyi yapıyor. Özellikle Mısır, emper‑ yalizmin dünya ve bölge hâkimiyeti ile Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail siyonizminin güvenliğinin sağlanması açısından kritik bir ülke. Mısır’ı ve Tunus’u elde tutmak için harıl harıl çalışan emperyalizm, mil‑ yonlarca işçi ve emekçinin açığa çıkan devrimci enerjisinin; halk kitlelerinin işsizliğe, yoksulluğa, yolsuzluğa ve köleliğe duyduğu derin nefretin, bütün bu çabayı anlamsız kılabileceğini biliyor. O yüzden, Mısır’ın ve Tunus’un ara‑ sında kalan, toprağı geniş, nüfusu az, petrolü zengin mi zengin Libya’yı, kar‑ şıdevrimci aşiretleri ayaklandırıp askerî bir müdahaleyle sağlamca ele geçi‑ rebileceği, olası kayıplarını telafi edebileceği bir alan olarak gördü ve bütün uşaklarını seferber edip fiziki ve psikolojik bir savaş başlattı. Mısır’ın ulusal bağımsızlıkçı Cemal Abdülnasır yönetimi altında bulun‑ duğu, Sovyetler Birliği’yle dayanışma içinde olduğu 1950’ler ve 1960’larda, 48

urun_30_cs5.indd 48

04.04.2011 18:53:36


emperyalizmin uşağı kral İdris Sunusi Libya’sında petrol, Batılı tekellerin malıydı ve Trablus yakınlarında kurulmuş Wheelus Hava Üssü’nde Ameri‑ kan emperyalizminin 4600 askeri bulunuyordu. Büyük Amerikan üssünün yanı sıra, İngilizlere ait daha küçük üsler de, bu yarı‑sömürge, yarı‑feodal ülkenin topraklarındaki müthiş doğal zenginliğin Batı kapitalizminin kasa‑ larına kâr olarak akmasını sağladığı gibi, ilerici Mısır yönetimine karşı bir baskı unsuru işlevi görüyordu. Libya’da Muammer Kaddafi önderliğindeki 1969 ulusal bağımsızlık devrimi, krallığı ortadan kaldırıp cumhuriyeti ilan etti, Amerikan ve İngiliz üslerini kapattı, yabancı askerleri sınır dışı etti ve petrolü millileştirdi. Libya’yı kaybeden emperyalizm, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren En‑ ver Sedat ve Hüsnü Mübarek eliyle Mısır’ı saflarına çekmeyi başardı. Bugün, halk devrimlerinin olası gelişimiyle Mısır’ın ve Tunus’un bağımsızlık yolu‑ na girebileceğini düşünen emperyalizm, zayıf halka olarak değerlendirdiği Libya’yı yine doğrudan doğruya kendine bağlamaya çalışıyor. Sosyalizm, bağımsızlık ve demokrasi güçleri, emperyalizmin planları ko‑ nusunda uyanık olmazlar ve Libya’daki gerici isyanı, kapitalist sistemin top‑ yekün politik‑askerî savaş doktrini çerçevesinde Mısır ve Tunus devrimlerine karşı somut emperyalist hamle olarak değerlendiremezlerse, büyük bir kay‑ ba uğrayacaklardır. Libya’nın doğrudan doğruya emperyalizmin denetimine girmesi, Libya halkının köleleştirilmesi demektir. Libya’nın köleleştirilmesi, Mısır ve Tunus devrimleri için kötü haber olacaktır. Mısır ve Tunus devrim‑ leri için kötü haber, Türkiye, bölge ve dünya halkları için de kötü haberdir. 25 Şubat 2011

X

El Cezire şebekesi Katar emirinin kurduğu El Cezire televizyonu, özellikle 2001 Afganistan işgali ve 2003 Irak işga‑ li sırasında yaptığı nesnel yayıncılıkla önce Arap ve İslam dünyasında, sonra bütün dünyada haklı bir ün kazanmıştı. El Cezire, Amerikan haberciliğinin tekelini kırıyor ve, onların aksine, yalan haber üreti‑ mine dayalı yanıltmaca kampanyalarıyla dünya ka‑ muoyunu biçimlendirmeyi reddediyordu. Her yer‑ de sömürü ve zulme karşı mücadele eden devrimci güçler, emperyalist saldırı ve işgallere karşı koymaya 49

urun_30_cs5.indd 49

04.04.2011 18:53:36


çalışan barışseverler, El Cezire kanalını, dünya kapitalist oligarşisinin kitle iletişim araçlarını kitle aldatma silahı olarak kullanma ve beyinleri istila etme politikasını delik deşik etmede etkili bir kurum olarak görüyordu. Doğrusu, El Cezire kanalının, emperyalizmin kuklası bir petrol şeyhli‑ ği olan Katar’ı demir yumrukla yöneten Amerikancı Şeyh Hamid bin Halife El‑Tani’ye ait olması; üstelik, bu emirin, Irak işgalini yöneten Amerikan Mer‑ kez Komutanlığı CENTCOM’un cephe karargâhına ev sahipliği yapması mi‑ deleri bulandırmıyor değildi. Yine de, El Cezire’nin, faşist‑militarist Fox TV ile liberal‑militarist CNN gibi Amerikan kanallarının savaş ve işgal yanlısı karartma politikalarını delen dürüst haberciliği, bu mide bulantısını bastı‑ rıyordu. El Cezire dürüst yayıncılık ve düşünce özgürlüğüne değer veren tartışma programlarıyla Arap ve İslam dünyasında yaygın bir izleyici kitlesine ulaştı. Kamuoyunu sadece bilgilendiren değil, oluşturan bir güce kavuştu. Bu süreç içinde, Arapçanın yanı sıra İngilizce ve Urduca yayın yapan dünya çapında bir şebeke oldu. Ne var ki, El Cezire yaygınlaştıkça, dürüst yayıncılık ilkesinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı. Sansasyon merakı, doğrulanmamış haberler, güdümlü olduğu kuşkusunu uyandıran temelsiz yorumlar, tartışma programlarında yelpazenin daraltılması, muhalif seslerin azaltılması, ABD yönetiminin gün‑ demine uygun haber ve program tercihleri konusunda şikâyetler arttı. Kanal önce sıradanlaşmaya, daha sonra CNN ve Fox’a benzemeye başladı. El Cezire’nin dürüst habercilikten en köklü sapması ise, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı sarsan tarihsel olaylar sırasında görüldü. Tunus ve Mısır’daki halk devrimleri ve Libya’daki karşıdevrimci ayaklanma günlerinde, El Cezire, ha‑ ber ve yorumlarında Amerikan yönetiminin iyice güdümüne girdi. Tıpkı Irak savaşı sırasında Fox ve CNN kanallarının yaptığı gibi, emperyalizmin psiko‑ lojik savaş aygıtına dönüştü. Şu anda El Cezire şebekesi, Tunus, Mısır ve Libya konusunda Amerikan politik‑askerî stratejisine uygun olarak sistemli biçimde yalan haberler üretiyor, düzmece resimler ve videolar yayınlıyor, bütünüyle manipülatif yorumlar yapan psikolojik savaş uzmanlarını gün boyu ekranda tutuyor. El Cezire, ABD öncülüğündeki dünya kapitalist sisteminin yürüttüğü karşıdevrimci psikolojik savaşın amiral gemisi olarak hareket ediyor. Irak savaşı sırasında ABD’nin savaş suçlarına gözünü kırpmadan ortaklık eden yerli kapitalist medya ise, hem Erdoğancı‑Fethullahçı, hem Doğancı ka‑ natlarıyla, utanç verici geçmişlerinden hiç ders çıkarmadan, bu kez, Libya’ya 50

urun_30_cs5.indd 50

04.04.2011 18:53:36


karşı emperyalist bir işgalin yolunu açacak yayın yapıyor. Yatık medya, bu uğursuz yayınlarında, El Cezire’nin sahte haberlerini ve güdümlü yorumla‑ rını kaynak gösteriyor. El Cezire, Amerikan kuklası sahibinin sesi bir kitle aldatma silahı olarak artık halkların nefretini üzerine topluyor. Türkiye’de yaşayan her yurttaşı ilgilendirmesi gereken iki noktayı da ha‑ tırlatalım. Birincisi, El Cezire şebekesinin sahibi Katar emiri Şeyh Hamid bin Halife El‑Tani, Sabah‑ATV grubunun da ortağıdır. Sabah‑ATV grubu‑ nun Çalık holdinge devredilmesi sırasında devletten alınan krediler yetersiz kalınca, Gül’ün ve Erdoğan’ın dostu Katar emiri de %25 sermaye koydu ve her finansal kararda veto yetkisine sahip şirket ortağı olarak gruba katıldı. İkincisi, Cine 5 televizyon kanalı 10 Şubat 2011 günü, 40 milyon 500 bin dolar bedelle El Cezire’ye satıldı. Cine 5, El Cezire’nin Türkçe yayın yapan şubesi olarak yakında karşımızda olacak. 25 Şubat 2011

XI

Emperyalizm Libya’ya saldırıyor Dünya kapitalist sistemine yön veren emperyalist elebaşıların Libya’yı boğ‑ ma harekâtı sürüyor. ABD, Libya’nın Amerikan bankalarında bulunan 30 mil‑ yar dolarlık varlığına el koydu ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden Libya’ya ambargo kararı çıkarttı. İsviçre, Libya’nın ülkedeki malvarlığını dondurdu. Almanya, Libya’dan aldıkları petrolün bedelini ödemeyeceklerini açıkladı. Libya’nın eski sömürgeci işgalcisi İtalya; Libya’yla İtalya arasındaki saldırmazlık antlaşmasını iptal etti. Amerikan 6. Filosu, Libya açıklarında manevra yapıyor. Amerikan, İngiliz ve İtalyan özel birlikleri Libya’ya çıktılar; karşıdevrimci isyancılarla birleşip olası emperyalist işgalin ön hazırlıklarını yapıyorlar. Bütün dünya kapitalist medyasının yalan haber bombardımanı devam ediyor. Libya’ya sözümona “insani müdahale” için dünya kamuoyu hazırlanıyor. Sosyalist ülkelerde 1989‑1991 yılları arasında gerçekleştirilen kapitalist karşıdevrimler sırasında, 2003 yılında Irak işgali öncesinde yürü‑ tülen psikolojik savaşlar tekrar yürürlüğe konuldu. Küba devriminin önderi Fidel Castro, “Plan, Libya’nın İşgal Edilmesidir” ve “Utanç Verici Ölüm Dansı” başlıklı iki yazı yazarak, başta ABD olmak üzere emperyalist dünyanın, Libya petrolüne el koymak, Libya halkını köle‑ leştirmek, Mısır’da yükselen devrim dalgasını engellemek amacıyla Libya’yı işgale hazırlandığını belirtiyor. Dürüst hiçbir insanın, herkesin gözü önünde 51

urun_30_cs5.indd 51

04.04.2011 18:53:36


hazırlanan bu cinayet karşısında sessiz kalamayacağını söylüyor. Venezüella önderi Hugo Chavez, Kaddafi’ye ve Libya’ya karşı büyük bir yanıltmaca kam‑ panyasının yürütüldüğünü, ABD’nin Libya petrolüne el koymak istediğini açıklıyor ve herkesi Libya’yı savunmaya çağırıyor. Emperyalist efendiler, devrimcileri asla affetmezler. Sosyalist devrimlerin, anti‑emperyalist ve anti‑feodal devrimlerin başını çeken önderleri ilk fırsatta yok etmek, onlardan intikam almak için fırsat kollarlar. Sömürgecileri ko‑ van, kralları ve diktatörleri deviren, petrolü ve doğal kaynakları millileştiren, bankaları kamulaştıran, toprak ağalarının çiftliklerini köylülere dağıtan, ka‑ pitalist şirketleri halkın mülkiyetine geçirip işçilerin yönetimine veren komü‑ nistler, sosyalistler, devrimci‑demokratlar, ulusal kurtuluşçu yurtseverler her zaman emperyalistlerin hedefinde olmuştur. Emperyalizmin baskı ve tehdidi altında devrimci iradelerini koruyamayıp emperyalizmle belirli oranda işbirliğine giren ama doğrudan doğruya uşak olmayı, “bizim çocuklar” kategorisinde yer almayı hâlâ kabul etmeyen ön‑ derler bile bu kaderden kendilerini koruyamamışlardır. Anti‑emperyalist ve anti‑feodal Libya devriminin önderi Muammer Kaddafi de bugün bu kaderi paylaşıyor. 2003’ten sonra Batı egemenleriyle uzlaşmak, Libya ekonomisini emperyalist tekellere açmak, Kaddafi’nin işine yaramadı. Amerikan egemen‑ liğine son vermenin, işbirlikçi kralı devirmenin, üslere el koymanın, petrolü millileştirmenin bedelini daha önce Amerikan hava saldırısı; ABD, AB ve BM ambargosuyla ödeyen Kaddafi ve Libya halkı, bugün bu bedeli, karşıdevrim‑ ci, kralcı ve İslamcı aşiret isyanıyla, ambargoyla ve işgal tehdidiyle ödüyor. Emperyalizm, kışkırttığı gerici isyan ve yürüttüğü psikolojik savaşla sonuca ulaşamazsa, iç savaş ve işgal yoluyla oluk oluk kan dökmeye hazırlanıyor. Fidel Castro ve Hugo Chavez’in ısrarla vurguladığı gibi, her dürüst insanın bu emperyalist komploya karşı koyması gerekirken, kendilerini sosyalist ve devrimci olarak niteleyen çevrelerin tam tersi bir tutum takınması utanç veri‑ ci bir teslimiyet anlamına geliyor. Somut şartların somut tahlilini yapmaktan aciz çevreler, bağımsız bir tutumla akıl yürüteceklerine, kendilerini kapitalist medya tekellerinin güdümüne bırakıyorlar. Devrimlerin ve karşıdevrimlerin deneyimlerini bile hatırlamıyorlar. Romanya karşıdevriminde yaşananları, sahte haber imalatıyla hazırlanan kapitalist darbe sürecinde Nikolai Çavu‑ şesku ve Elena Çavuşesku’nun nasıl kurşuna dizildiğini, Romanya’nın nasıl köleleştirildiğini; Irak işgalinde yalan haberlerle yaratılan linç ortamı için‑ de Irak’ın nasıl işgal edildiğini, Amerika’ya teslim olmayı reddeden Saddam Hüseyin’in nasıl idam edildiğini, Irak halkının nasıl soykırıma uğratıldığını; 52

urun_30_cs5.indd 52

04.04.2011 18:53:36


bütün bu süreçlerde, emperyalist egemenlerin “diktatörü devirmek”, “özgür‑ lük ve demokrasi götürmek” bayrağı altında kapitalist sömürü ve sömürgeci zulüm sistemlerini nasıl yerleştirdiklerini unutuyorlar. Bütün bunları yaptınız, bari Fidel Castro’nun ve Chavez’in sözlerine kulak verin, onlarla yol arkadaşlığı yapın. Ne gezer! Dünya emperyalizminin eleba‑ şılarıyla, kapitalist gericiliğin sembolleriyle, Obama’yla, Clinton’la, Gates’le, Cameron’la, Merkel’le, Sarkozy’yle, Berlusconi’yle, Ban’la, Netanyahu’yla yol arkadaşlığı yapıyorlar. Emperyalist merkezlerin soğukkanlı bir planlamayla yürüttüğü komplo bile onları kendine getiremiyor. Örneğin, SİP’ten Kemal Okuyan, Hugo Chavez’in ağzının payını veriyor. Şöyle diyor Kemal Okuyan: “Tunus ve Mısır’da ‘tarihsel bir değişim’, Libya’da ‘emperyalist müdahale’ saptamaları da bu nedenle bana fazlasıyla mekanik geliyor. Örnek olsun, Chavez’in bir anda ‘dış müdahale’den söz etmeye başla‑ ması, Kaddafi’ye sahip çıkması sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Sürecin bir bütünlüğü var, Mısır’da olanlarla Libya’da olanlar birbirinden koparılamaz, ayrıca Kaddafi’nin diğerlerinden farkı kesinlikle abartılamaz.” (“Devrimi biz mi çaldık?”, soL, 26 Şubat 2011). Tabii, Kemal Okuyan, “örnek olsun” diyerek, sadece Chavez’e değil, Fi‑ del Castro’ya ve Ürün’e de yanıt verdiğini üstü kapalı şekilde ortaya koyuyor. Emperyalizmin Mısır ve Tunus’ta işbirlikçi kadrolarını korumak, diktatörlük rejimini ayakta tutmak için neler yaptığını; buna karşılık, Libya’da Kaddafi’yi yok etmek, rejimi devirmek için nasıl harekete geçtiğini gizlemeye çalışıyor. Emperyalizmin politik‑askerî doktrininde, dost rejimlere karşı ayaklanma‑ ları bastırmanın, düşman rejimlere karşı ise ayaklanmaları kışkırtmanın ve desteklemenin öngörüldüğünü unutuyor. Örneğin, EMEP Genel Başkan Yardımcısı Kâmil Tekin Sürek, şöyle di‑ yor: “Libya diktatörlüğü, Tunus ve Mısır’dan farklı olarak halka karşı büyük katliamları göze aldığına dair açıklamalar yapmakta ve bu yönde adımlar at‑ maktadır. Libya diktatörlüğü, halkın bir kısmını diğerlerine karşı kışkırtmak için; ayaklanmanın dış güçlerin oyunu olduğu yalanını yaymakta ve Libya’ya ekmek parası için gitmiş Türkiyeli, Mısırlı vd. halklardan işçileri rehin alma politikası gütmektedir. Libya’da olanların Tunus, Mısır, Yemen, Ürdün, Ce‑ zayir, Fas gibi ülkelerde olanlardan bir farkı yoktur. Ortadoğu halkları Tunus ayaklanmasından sonra, ayağa kalkıldığında diktatörlerin devrilebileceğini ve taleplerinin hiç olmazsa bir kısmını elde edebileceklerini görmüş ve Tu‑ nuslu, Mısırlı kardeşlerinin gittikleri yoldan gitmişlerdir. Libya diktatörlüğü en kısa zamanda ülke yönetimini halka devretmeli, bugüne kadar yaptığı zu‑ 53

urun_30_cs5.indd 53

04.04.2011 18:53:36


lüm ve soygunun hesabını vermelidir. Kaddafi ve adamları yabancı işçileri rehin alma politikasından vazgeçmelidir. Kiralık katillerin halka kurşun sık‑ masına son verilmelidir.” (“Halkın Taleplerini Yerine Getirin”, emep.org, 21 Şubat 2011). Ne yazık ki Amerikan psikolojik savaş makinasının yaydığı görüşlerin basit bir kopyası olan bu açıklamayı, sadece tarihsel bir ibret belgesi olarak kayda geçirmekle yetineceğiz. EMEP Genel Başkan Yardımcısı Kâmil Tekin Sürek’e, Arnavutluk karşıdevrimi sırasında, sosyalist yönetimi devirmek iste‑ yen isyancıların yayınladıları bildirilerin tıpatıp bu bildiriye benzediğini ha‑ tırlatalım. Arnavutluk’taki karşıdevrimci isyancılar, sosyalist yönetimi “kan‑ lı diktatörlük”, Arnavutluk Emek Partisi kadrolarını “katiller sürüsü” olarak tanımlıyor ve Enver Hoca heykellerini yıkıyorlardı. İsyancılar başarıya ulaştı. Arnavutluk, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin sömürgesi oldu, halkın sosyalist ve demokratik bütün kazanımları küçücük bir işbirlikçi kapitalist oligarşinin kesesini şişirmek üzere kurban edildi. Öte yandan, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var? Böyle saçmalık olur mu?” şeklindeki sözle‑ rine değinerek, “ ‘NATO’nun Libya’da ne işi var?’ diye bir cümleyi ben kur‑ mam” dedi. Kılıçdaroğlu’nun dün Londra’da gazetecilerin sorularını cevap‑ landırırken söylediği bu söz, CHP yönetiminin Libya konusunda ABD’nin dümen suyundan ayrılmayacağı mesajını veriyor. Kılıçdaroğlu, daha önce de, Libya’daki karşıdevrimci isyana “Libyalı demokratları selamlıyoruz” di‑ yerek destek çıkmıştı. CHP yönetimi, bu tutumuyla dış politikada işbirlikçi AKP’nin bile gerisine düşüyor. AKP, Türkiye sermayesinin, inşaat müteahhit‑ lerinin Libya’daki çıkarlarını ve pazar payını koruma kaygısıyla, ikili mesaj‑ lar verip ABD müdahalesine yarım yamalak biçimde de olsa karşı çıkarken, CHP, doğrudan doğruya ABD ve AB egemenlerini memnun edecek bir “uslu çocuk” teslimiyeti içinde. Bu teslimiyeti şiddetle kınıyoruz. Kendini ABD’ye, AB’ye, İsrail’e beğendirmeyi esas alanlar, halk düşmanlığından, işbirlikçilik‑ ten başka bir yere varamazlar. Bu yol ne halkçılığa, ne yurtseverliğe, ne ilerici‑ liğe açılır; ne de, işçi ve emekçi kitlelerine herhangi bir şey kazandırır. Amerikan emperyalizmi, dünya kapitalist sisteminin bütün etkili odakla‑ rını peşine takarak, Libya halkına karşı korkunç bir cinayet işliyor. Bu cina‑ yete karşı koymak, sadece Libya halkını değil, Libya halkının yanı sıra, Mısır, Tunus, Filistin, Suriye, Türkiye, bölge ve dünya halklarını desteklemek de‑ mektir. Libya’nın 1950’lerde ve 1960’larda olduğu gibi, emperyalizmin ve siyo‑ nizmin üssü durumuna getirilmesine cesaretle karşı çıkmalıyız. Emperyaliz‑ 54

urun_30_cs5.indd 54

04.04.2011 18:53:36


min temsilcileri olan Obama’yla, Clinton’la, Gates’le, Cameron’la, Merkel’le, Sarkozy’yle, Berlusconi’yle, Ban’la, Netanyahu’yla değil; sosyalizmin, devri‑ min ve yurtseverliğin temsilcileri olan Fidel Castro ve Hugo Chavez’le birlikte yürüyeceğiz. 3 Mart 2011

XII

Tunus ve Mısır’da dinamik denge ve SİP Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da devrim ile karşıdevrim arasındaki mücadele devam ediyor. Tunus’ta eski rejim döneminin de başbakanı olan Başbakan Muhammed Gannuşi, 27 Şubat 2011 günü, ülke çapında düzenlenen, başkent‑ te ise 80 bin kişinin katıldığı halk gösterileri‑ ne dayanamayarak istifa etti. Halk devrimini gerçekleştiren güçler, ta 14 Ocak’tan bu yana Gannuşi’nin görevden ayrılmasını, işçi, köylü ve emekçi kitlelere hayatı dar eden özelleştirme ve terör politikalarındaki sorumluluğu nede‑ niyle cezalandırılmasını talep ediyorlardı. Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesi, siyasal tutukluların serbest bıra‑ kılması, 12 kapitalist bakanın görevden alınması, iktidar partisi Demokra‑ tik Anayasal Birlik’in feshi gibi başarıların ardından Başbakan Muhammed Gannuşi’nin istifa etmesi, Tunus halk devriminin yeni bir hamlesi anlamına geliyor. Amerika, Fransa ve dünya kapitalist sisteminin her yönlü desteğini arkasına alan işbirlikçi Tunus kapitalizmi, iktidarı devrimci halk güçlerine teslim etmemek için her yola başvuruyor. Devrimci ve yurtsever‑demokrat güçleri temsil eden 14 Ocak Cephesi, halk devrimini ilerletmek için aydınlat‑ ma ve örgütlenme çalışmalarına devam ediyor. Cephe’nin değerlendirmesine göre, iktidar bütünüyle devrimci halk güç‑ lerinin eline geçmedikçe, yeni bir anayasa hazırlayacak geçici bir devrimci hükümet ve halk meclisi kurulmadıkça, halk devriminin amaçları gerçekleş‑ meyecektir. Eski rejimin egemenleri başta kaldıkça, rejim işbirlikçi kapitalist bir diktatörlük olmaya devam edecek, ülke emperyalizmin boyunduruğun‑ dan kurtulmayacak, işsizlik, pahalılık, düşük ücretler kader olmaya devam edecektir. Cephe temsilcileri, buna karşılık, egemen burjuvazinin, şu anda, orduyu doğrudan doğruya halkın üzerine süremediğini belirtiyorlar. Egemen burju‑ vazi, iktidarını, devrime bağlılık yeminleri ederek, gençleri pohpohlayarak, 55

urun_30_cs5.indd 55

04.04.2011 18:53:37


işçileri ve köylüleri aldatarak, bütün suçu Zeynel Abidin Bin Ali’ye yükle‑ yerek, Amerika ve Avrupa’nın gönderdiği heyetlerin “artık normalleşme za‑ manı geldi” şeklindeki açıklamalarını kanıt göstererek sürdürdüğünü belir‑ tiyorlar. Cephe temsilcileri, kitlelerin siyasal eğitimlerinin esas olarak kendi deneyimleri temelinde gelişeceğini bilerek, sabırla, onları kendi kaderlerini kendi ellerine almak konusunda ikna etmeye çalışıyorlar. Devrimin bittiği‑ ni ve olağan günlere dönüldüğünü, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin düzeni restore etmeyi başardığını iddia eden çok bilmişlerin kötümserliğini paylaşmıyorlar, devrimi ilerletmek ve halk iktidarını kurmak için yola devam ediyorlar. Emperyalist sistemin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki köşetaşı Mısır’da da, Hüsnü Mübarek’i deviren devrim‑ ci halk kitleleri, rejimin simgesini devirecek cesaret ve ustalığı ortaya koydular ama henüz kendi yönetim‑ lerini kurmaya hazır bir bilinç ve ör‑ gütlenme düzeyinde olmadıklarını da gösterdiler. Halk devrimine dö‑ nüşen gösteriler ve ayaklanma sıra‑ sında, halka ateş etmeyen ve halkın Tahrir (Kurtuluş) Meydanı suyuna giderek prestijini koruyan ordunun, verdiği sözleri tutmasını bekliyorlar. Devrime bağlı olduğunu ilan ordu üst yönetimi tabii ki yalan söylüyor. İşçilere, köylülere, gençlere, kadınlara, aydınlara, işsizlere bol bol özgürlük ve demokrasi sözleri veriyorlar. Halk kitlelerine yerine getirmeyecekleri sözleri verirken, öte yandan, 27 Mayıs 1960’da “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız” sözünü veren Alparslan Türkeş gibi, bütün uluslararası antlaşmalara bağlı kalacaklarını ilan ediyorlar. Ordu üst yönetiminin, ABD’ye, AB’ye, İsrail’e verdiği sözler, yerine getirmeye niyetli ve kararlı oldukları sözlerdir, çünkü zaten onların yıllanmış işbirlikçisidirler. Ordu, herkesi işine dönmeye ve normalleşmeye çağırırken dikkatle hare‑ ket ediyor. 25 Şubat Cuma günü, bir grup polis, ordunun atadığı geçici hükü‑ metin Mübarek’in elemanlarından oluştuğunu belirterek geçici hükümetin istifasını isteyen protestocuları copladı ve polisle göstericiler arasında küçük çaplı bir çatışma çıktı. Ordu üst yönetimi derhâl bir açıklama yaparak, gös‑ tericilerden ve halktan özür diledi. Ordunun devrime bağlı olduğunu, polis‑ 56

urun_30_cs5.indd 56

04.04.2011 18:53:37


lerin emir almadan kendi başlarına hareket ettiğini ve cezalandırılacaklarını açıkladı. Şu anda geçici bir denge durumu var. İktidar işbirlikçilerin elinde; ama, iş‑ birlikçilerin kendi elemanlarından oluşan ordu üst yönetimi, halka saldırma‑ ya cesaret edemiyor. Sokaklarda ve alanlarda halk güçlü; ama, iktidarı kendi eline alacak bilinç, örgütlülük ve cesaretten henüz yoksun. İki taraf birbirini kolluyor. Şimdilik, ordu halkın suyuna gidiyor, halk da ordunun suyuna gi‑ diyor. Sonucu, komünistlerin, devrimcilerin, demokrat ve yurtsever güçlerin, halkı ne ölçüde ikna edebilecekleri; devrim ve sosyalizm davasına ne ölçüde kazanabilecekleri; işçilerin ve köylülerin hangi yönü tercih edecekleri; ünifor‑ malı işçi ve köylülerden oluşan ordu kitlesi ile çoğunluğu toplumun yoksul ve orta kesimlerinden gelen alt ve orta kademe subayların, işbirlikçi burju‑ vazinin kararlı müttefiki olan ordu üst yönetiminden ne ölçüde kopacakları belirleyecek. Hassas denge ister istemez bozulacak. Emperyalizmin en önemli kalelerinden birinde, milyonlarca işçinin ve köylünün ayağa kalkmasıyla or‑ taya çıkan siyasal enerjinin, halk devrimini iktidara taşıyacak boyutlara ulaş‑ masını diliyoruz. Tunus’ta ve Mısır’da diktatörleri deviren, ancak henüz iktidarı kendi eli‑ ne alacak bilinç ve örgütlenme seviyesinde olmayan işçi sınıfı ve dostları ile; diktatörü feda ederek ve halka tavizler vererek iktidarı kendi ellerinde tutan, ancak şimdilik işçi sınıfını ve dostlarını ezebilecek güçten yoksun olan em‑ peryalizm ve işbirlikçi burjuvazi arasında dinamik bir dengenin söz konusu olduğu işte bu koşullarda, “Ortadoğu’da devrim filan yok!” diye peşin peşin haykıran çokbilmişler var. SİP’in yöneticilerinden Kemal Okuyan, Ortadoğu’da her şey emperyaliz‑ min planları doğrultusunda yürüyor temasını işleyen üç yazı yazdı. “Devrimi çalınan devrim”, “Ortadoğu’da devrim filan yok!”, “Devrimi biz mi çaldık?” başlıklı bu ibretlik yazıları (sırasıyla, soL, 7, 25, 26 Şubat 2011) bütün devrim‑ ciler, eğitim çalışmalarında kapitalist düzene teslimiyetçiliğin, devrimcilik‑ ten vazgeçmenin örnekleri olarak lütfen incelesinler. Kemal Okuyan şöyle söylüyor: “Mısır’da beklenen oldu, alabildiğine yok‑ sul, çaresiz ve örgütsüz Mısır halkı, canını dişine takarak karşısına dikildiği kanlı düzenin baş sorumlularından ABD emperyalizminin manevralarına yanıt üretemedi. ... Mısır’da yükselen bir devrimdi. Emperyalist dünyanın halk kalkışmasını önceleyen hazırlık ve girdileri, Vaşington’un en küçük bir gizleme gereksinimi duymadan sergilediği süreci yönlendirme yeteneği bu 57

urun_30_cs5.indd 57

04.04.2011 18:53:37


gerçeği hiçbir biçimde değiştirmiyor. Söz konusu hazırlık ve girdiler, yıpranan Mübarek’i yığınların eylemiyle değiştirmeye soyunan gözükara bir mühen‑ dislik çalışmasının değil, yoksulların öfkesindeki ani yükselişi fark eden er‑ ken uyarı sistemlerinin devreye girmesinin ürünüydü. Obama Amerikası’nın felsefesine uygun doğrultuda. ... Arap dünyasının tarihsel merkezinde yaşa‑ nanları bu aşamadan sonra karşı devrim diye adlandırmayacaksak, tamı ta‑ mına bir restorasyonla karşı karşıya olduğumuzu bileceğiz. Yazık oldu mil‑ yonların yarattığı muazzam enerjiye, yazık oldu ‘kurtuluş’ olasılığına sımsıkı tutunanların ölümüne kavgasına. … İleride, 2011 başlarında Arap ülkeleri için ‘devrimci bir dönem açılmıştı’ saptaması yapılmayacak, yapılamayacak! Ortadoğu’da emperyalizm açısından ‘sürdürülebilir olmaktan çıkan’ düzen yeniden yapılandırılıyor. ... Mısır ve Tunus’ta emperyalistler de, kapitalizm de hiçbir şey kaybetmedi. Emperyalistlerin ve kapitalizmin hiçbir şey kaybet‑ mediği bir gelişmeden hayır gelmez. Üstelik, emperyalistler ve kapitalizmin kazanabileceği bir sürecin önü açıldı. ... BOP olmadı, şimdi başka bir şeyi deniyorlar. Tutar mı sorusuna, ‘tutmaması için şimdilik bir neden yok’ yanı‑ tını verebiliriz. ... Emperyalizm uzun süredir teklediği bir coğrafyaya yeniden müdahale ediyor, bugün için söylenecek temel gerçek bu. ... Ortadoğu’daki ayaklanmalara yolu açan güç piyasadır. ... Ortadoğu’da gelişmeler doğrul‑ tu itibariyle devrimci değildir. ‘Gerici’ diyemiyorsak, bu korkaklığımızdan, bazı topraklarda seçeneksiz kalışımızdandır. ... ‘Devrimi Çalınan Devrim’ ve ‘Ortadoğu’da Devrim Filan Yok’ başlıklı yazılarımda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelere değinmiş, ‘devrim’ olarak adlandırılmakta neredeyse küresel bir konsensus yaratmış olan ‘halk hareketleri’nin neden ‘devrimci bir dönem’e işaret etmediğini, ABD’nin bu sürece sanıldığından daha hazırlıklı girdiğini, sürecin bir coğrafyanın uluslararası tekeller tarafından yeniden ya‑ pılandırılmasına doğru gittiğini anlatmaya çalışmıştım. ... Henüz süreç nok‑ talanmadı ama halk ayaklanmalarını peşin peşin ‘devrim’ diye selamlamayı zorlaştıran gelişmeler yaşandı oysa… Her şeyden önemlisi, ABD’nin sürece sanıldığı kadar hazırlıksız yakalanmadığı ortaya çıktı. Evet, bir toplum mü‑ hendisliği ile halk hareketi yaratmamışlardı ama eski müttefikleri olan gü‑ nünü doldurmuş diktatörlere karşı başlaması muhtemel bir hareketlenme öncesinde sağlam bağlantılar kurmuş, bazı siyasi hareketlerle temasa geçmiş, kimi güvenilir unsurlara misyon yüklemişlerdi. Bütün bunlar ‘devrimci bir irade’nin gelişmesini engelleyecek kadar etkili oldu. Dahası, Amerikan yö‑ netimi, gelişmeleri uzun süredir hesabını yaptığı bir yeniden düzenlemenin genel çerçevesinin içine yerleştirebilecek netliğe sahipti, o bu netlik doğrultu‑ 58

urun_30_cs5.indd 58

04.04.2011 18:53:37


sunda girdiler yaparken bunu bozacak bir karşı ağırlık yaratılamadı.” Daha sınıf savaşının başında; halk devriminin başlangıcında; üstelik ilk muharebe, köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir, sokaklara dökülen, alanları dolduran, fabrikaları durduran, polisleri sokaklardan kovan; ordu üst yöneti‑ mini, halka ateş açma emrini verememeye mecbur eden on milyonlarca işçi, köylü ve emekçinin Amerikancı diktatörleri devirmesiyle sonuçlanmışken; ortada devrim filan olmadığını, Amerika’nın çok güçlü olduğunu, düzeni tıkır tıkır restore edecek ve istikrarı sağlayacak ustalık, güç ve olanaklara sahip olduğunu; savaşı kesinlikle onun kazanacağını ilan eden bir parti, han‑ gi yüzle devrimden ve sosyalizmden söz edebilir? Türkiye Komünist Partisi adını nasıl kullanabilir? Karşımızda zorlukları bilen, ama kitlesini zorluklar içinde mücadeleye sevkeden devrimci bir parti değil, düşmanın yenilmezliği yalanını yayan bozguncu bir odak var. Bakın, Kemal Okuyan’ın her şey bitti, emperyalizmin kazandığı belli oldu dediği günün öncesinde, Mısır halkı or‑ duyu kendisinden özür dilemek zorunda bıraktı; ertesinde ise, Tunus halkı, Başbakan Gannuşi’yi de süpürdü. Mücadele sürüyor, devrim devam ediyor. SİP yöneticileri, 28 Şubat 1997 sürecinde, Türkiye’de burjuvazi kapitaliz‑ mi restore etmeyi başardı, devrim fırsatı kaçtı diyerek yaptıkları durum de‑ ğerlendirmesinden sonra, işçi sınıfından umudu kesmiş, Kemalizmi yeniden üreten, kapitalizme teslim olan ve egemen burjuvazinin bir kanadının peşine takılan şovenist bir doğrultu benimsemişlerdi. Bu doğrultuyu gizlemek için de, TKP adını çalmışlardı. Bugün ise, 1997’de Türkiye için yaptıklarını bütün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya genişleterek yeniden üretiyorlar. Türkiye’de gerçekleştiğini iddia ettikleri kapitalist restorasyonu, devrimsiz gelişme perspektifini bu kez, böl‑ geye yayıyorlar. Amerika’nın bütün bölge çapında kapitalizmi restore edecek bir güce sahip olduğunu, halk hareketlerinden umutlanıp bir devrim pespek‑ tifi geliştirmenin yanlış olduğunu iddia ederek, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı Amerika ve egemen sınıflar için devrim tehlikesini bertaraf etmiş restorasyon bölgesi olarak sunuyorlar. Tunus ve Mısır’da, milyonların işçi sınıfına özgü taleplerle, işçi sınıfına özgü mücadele yöntemlerini kullanarak yarattıkları devrimci birikimi küçümsüyor, devrimci kadroları istikrarlı kapitalizm ma‑ salına inandırmaya çalışıyorlar. Türkiye’de teslimiyetçi olan, bölgede de, dünyada da teslimiyetçiliğe sav‑ rulur. Kemal Okuyan, Türkiye’de üstlendiği bozguncu rolü, bölge çapına çı‑ karıyor. Türkiye’de dikensiz bir gül bahçesi yaratma fantezisinin peşinde ko‑ şan Türk egemen burjuvazisine, emperyalizmin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 59

urun_30_cs5.indd 59

04.04.2011 18:53:37


da dikensiz bir gül bahçesi yaratabileceği fantezisini sunarak güven vermeye çalışıyor. Emperyalizmin dümen suyunda giderek bölgesel yayılmacılık ya‑ pan Türkiye sermayesi, Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da büyük menfaatlara sa‑ hip. Bölge gücü olmaya soyunan işbirlikçi burjuvazi, mülküne, sermayesine el koyacak bir halk devrimi ihtimalinden ölesiye korkuyor. SİP, nesnel olarak, Türkiye burjuvazisinin bu korkusunu yatıştırmaya çalışıyor. Kemal Okuyan’ın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devrim ve karşıdevrim süreçlerini çarpıtan durum değerlendirmesi, ibretlik bozgunculuğu böyle bir güdüden besleniyor. 3 Mart 2011 XIII Bahreyn’de emperyalist işgal Suudi Arabistan Krallığı, 14 Mart 2011 günü, 150 zırhlı araç ve 1000 asker‑ le Bahreyn’i işgal etti. Birleşik Arap Emirlikleri de, Bahreyn’e gönderdiği 500 polisle Suudi Arabistan’ın bu işgaline destek verdi. Bahreyn halk muhalefeti, Arap dünyasında Tunus ve Mısır devrimleriyle başlayan yükseliş sürecinin parçasını oluşturan kesintisiz miting ve gösteri‑ lerle, kraliyet rejiminin yıkılmasını, işsizliğin, yoksulluğun ve ayrımcılığın sona ermesini istiyor. İşgalin, halk muhalefetiyle baş edemeyen Amerikan işbirlikçisi petrol şeyhi Bahreyn Kralı Hamad Bin İsa El Halife’nin yardım istemesi üzerine yapıldığı bildiriliyor. İşbirlikçi Bah‑ reyn diktatörü Hamad Bin İsa El Halife, işgal güçleri‑ nin ülkesine yerleşmesinin ardından, 15 Mart günü, üç ay süreyle olağanüstü hâl ilan etti ve bütün gös‑ terileri yasakladı. Bahreyn, 1 milyon 250 bin nüfuslu, petrol ve inci zengini, hızla gelişen İslami bankacılık sistemiyle, petrodolarları dünya kapitalist sisteminin hiz‑ metine sunan küçücük kapitalist bir ülkedir. Bahreyn, aynı zamanda, İran’ı denizden kuşatma altında tutan Amerikan 5. Filosu’nu barındırıyor. Yani, 60

urun_30_cs5.indd 60

04.04.2011 18:53:38


Bahreyn, dünya kapitalist sistemi açısından, ekonomik, mali ve askerî yönler‑ den, nüfusu ve yüzölçümüyle ters orantıya sahip önemli bir merkezdir. Bütün bu gerçekleri dikkate aldığımızda, Bahreyn’e yönelik Suudi işgalinin, Ame‑ rikan emperyalizminin doğrudan planlaması ve güdümü altında yapıldığı açıktır. Zaten, ABD, AB ve NATO yetkilileri, Suudi Arabistan’ın Bahreyn’i işgal etmesine ses çıkarmadıkları gibi, Bahreyn muhalefetini “anlayışlı” ol‑ maya davet ettiler. Bahreyn’in işgal edilmesi, Arap dünyasında devrim ve karşıdevrim ara‑ sındaki kapışmanın yeni bir ifadesidir. Bu işgal, Arap dünyasında, Tunus ve Mısır devrimleriyle başlayan yükseliş sürecini durdurmak için emperyaliz‑ min Libya’dan sonraki ikinci saldırı hamlesidir. Devrimler, egemen sınıfın cennetini kaybetmesi demektir. Dolayısıyla, ege‑ menlerin en vahşi saldırısıyla karşılaş‑ mayan bir devrim henüz görülmemiştir. Marks ve Lenin, bu deneyimi özetlemek üzere, devrimlerin ister istemez birleşik ve güçlü karşıdevrimlere yol açarak iler‑ lediğini belirtirler. Arap dünyasında Tu‑ nus ve Mısır halk devrimleriyle başlayan büyük devrimci patlama, Amerikan emperyalizminin başkanlığındaki dünya kapitalist sisteminin birleşik ve güç‑ lü karşıdevrimiyle karşılaşıyor. Küba devriminin önderi Fidel Castro, Arap dünyasındaki devrim hareketini, çapı açısından, Avrupa’da 1789’da Bastil’in ele geçirilmesiyle başlayan Fransız devrimine benzetiyor. ABD ve NATO’ya korkulu günler yaşatan Arap halk devrimlerini boğmak isteyen bugünkü kapitalist‑emperyalist karşıdevrimin çapı da, Fransız devrimini boğmaya ça‑ lışan gerici krallıkların hamlesine benziyor. Tunus ve Mısır’da devrimin derinleşmesini; siyasal bilince yeni uyanan işçi ve emekçi halk kitlelerinin sokaklardaki ve alanlardaki güçlerini, sadece diktatörleri değil, burjuvazinin devlet iktidarını bütünüyle alaşağı ederek do‑ ruğa ulaştırmalarını engellemek isteyen dünya gericiliği, Tunus ve Mısır’da kitleleri ehlileştirmek, genç devrimci kadroları devşirerek kendi saflarına çekmek için elden gelen gayreti gösteriyor. Burjuva muhalefet güçlerine ikti‑ dardan pay verme işareti çakarak halk devriminin itici güçlerini yalnızlaştır‑ maya çalışıyor. Elindeki mevzileri sıkı sıkıya savunuyor, ancak sıkıştığı nok‑ tada küçük ödünler vermekten kaçınmıyor. Baskı, tehdit, yıldırma, bezdirme, 61

urun_30_cs5.indd 61

04.04.2011 18:53:38


aldatma politikasıyla devrimin gücünü zayıflatmak; devrimi, sadece diktatö‑ re yönelik bir saray darbesi boyutuna indirgemek istiyor. Devrimin patladığı ülkelerde mevzilerini savunma politikası güden dünya gericiliği, Tunus ve Mısır’ın ortasında bulunan petrol zengini Libya’da saldı‑ rıya geçerek karşıdevrimci bir isyan örgütledi. Mısır ve Tunus’taki devrimi kuşatmak, bu ülkelerde çatırdayan egemenliğini ikame etmek üzere Libya’yı düşürmeye çalıştı. Libya’da ekonomiyi sabote etmek üzere, büyük bir yatık medya kampanyasıyla, ülkede çalışan yabancı işçilerin panik içinde kaçma‑ sını sağladı. Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İsviçre burjuvazisi, Libya’nın kendi ülkelerinde bulunan zengin malvarlığını dondurdu. Birleş‑ miş Milletler Güvenlik Konseyi, Libya’ya ambargo kararı aldı. NATO AWACS uçaklarıyla Libya hava sahasını kontrol altına aldı. Amerikan 6. Filosu, Lib‑ ya açıklarında konuşlandı. Amerikan, İngiliz ve İtalyan özel birlikleri karşı‑ devrimci isyancılarla birleşip işgalin ön hazırlıklarını yapmak üzere Libya’ya çıktılar. Fransa, karşıdevrimci isyancıları “meşru hükümet” olarak tanıma kararı aldı. ABD başkanı Obama, Suudi Arabistan kralından, Libyalı isyan‑ cıları silahlandırmanın mali yükünü üstlenmesini istedi. Avrupa Parlamen‑ tosu, “insani gerekçelerle Libya’ya askerî müdahale” çağrısında bulundu. Bu amaçla, ilk adım olarak, “Libya üzerinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesi”ni istedi. Arap Birliği, Suriye’nin açık itirazına rağmen, Libya’da uçuşa yasak bölge kurulmasını destekledi. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmus‑ sen, Libya’ya müdahale edecek NATO ordusunun hazır olduğunu, ama dünya kamuoyunun bu adıma ikna edilmesi için beklediklerini söyledi. İşte bu kadar elverişsiz koşullarda, Libya halkı, 1969 devriminin kazanım‑ larını korumak için karşıdevrimci isyanı bastırmaya çalışıyor. Emperyalist güçlerin kuklası oldukları iyice ortaya çıkan isyancılar Libya’da zor duru‑ ma düşünce, Rusya, Çin ve Almanya; gözü dönmüş bir korsanlıkla davranan Amerika, İngiltere ve Fransa’nın peşine gözü kapalı takılma konusunda te‑ reddüt etmeye başladı. Libya’ya karşı NATO saldırısında önemli bir rol üstlenen Suudi Arabis‑ tan, şimdi de Bahreyn’i işgal ederek emperyalist sisteme paha biçilmez bir hizmette daha bulunuyor. ABD, AB ve NATO ise Suudi işgalini destekliyor. Suudi gericiliği ta başından beri İslam dünyasında karşıdevrimin taşıyıcısı oldu; Afganistan devrimini boğmak için ABD’nin emrinde yaptığı uğursuz işler herkesin hatırında. Mısır, Arap dünyasındaki emperyalist hâkimiyetin kilit taşıdır. Bu kilit taşı, Suudi Arabistan, Irak, Körfez ülkeleri, Libya ve Cezayir topraklarında 62

urun_30_cs5.indd 62

04.04.2011 18:53:38


yatan muazzam zenginliklerin, emperyalist haramilerin tekelinde tutulma‑ sını ve işçi sınıflarından, emekçi halklardan esirgenmesini kolaylaştırıyor; ayrıca, emperyalizmin vurucu gücü İsrail’in, Filistin halkını köleleştirmesini sağlıyor. Hüsnü Mübarek’i devirmeyi başaran ama iktidarı kendi eline alma bilincini ve gücünü henüz kendinde bulamayan, askerî yönetimi sıkıştırmak‑ la yetinen Mısır halkı, son olarak Başbakan Ahmet Şefik’in görevden alınma‑ sını sağladı. Arap dünyasında karmaşık bir süreç yaşanıyor: Tunus ve Mısır’da dev‑ rimci halk ayaklanmaları; Libya’da karşıdevrimci isyan; Bahreyn’de Suudi iş‑ gali; Cezayir ve Yemen’de kanla bastırılan gösteriler; Irak, Fas ve Suudi Arabistan’da mitingler; Arap halk devrimlerini boğ‑ mak isteyen dünya kapitalist gericiliğinin başı Amerika’nın ve NATO’nun müdaha‑ leleri... 21. yüzyılın yeni devrimler döne‑ mi, Mısır’ı, Suudi Arabistan’ı, Suriye’yi, İsrail’i, Filistin’i ve bütün bölgeyi içine alacak yeni ayaklanmalar, darbeler ve savaşlar dönemini de başlatıyor. 16 Mart 2011 XIV Emperyalizmin yeni savaşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 17‑18 Mart 2011 gece yarısından sonra yaptığı oylamada, Libya’ya emperyalist saldırıya onay verdi. Amerikan, İngiliz ve Fransız sömürgecileri ve peşlerine taktıkları işbirlikçileri, sözümo‑ na “sivilleri ve sivil yerleşim bölgelerini korumak” adına Libya’yı istedikleri gibi bombalayacaklar. Güvenlik Konseyi, buna karşılık, Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan ederek bütün Libya hava sahasını Libya hükümetine yasakladı. Ka‑ rar, ayrıca, Libya Merkez Bankası, Libya Yatırım İdaresi, Libya Uluslararası Bankası, Libya Afrika Yatırım Portföyü ile Libya Ulusal Petrol Şirketi’ne ait bütün varlıkları donduruyor ve Libya’ya yönelik ambargoyu daha da sertleş‑ tiriyor. Sömürgecilerin ellerini serbest bırakan, sömürgeci saldırıya karşı vatan‑ larını ve 1969 anti‑emperyalist, anti‑feodal devriminin kazanımlarını koru‑ mak isteyen Libya halkının ellerini bağlayan bu karar, emperyalizmin kanlı tarihinde yeni bir sayfa açıyor. Hatırlanacağı gibi, Irak’ta uçuşa yasak bölge ilan edilmesi, ABD sömürgecilerinin Irak işgalini hazırlayan adım olmuştu. 63

urun_30_cs5.indd 63

04.04.2011 18:53:39


Irak halkına soykırım uygulayan, Irak’ın zengin petrol kaynaklarına el ko‑ yan, ülkeyi bir özelleştirme cennetine çeviren neoliberal emperyalist işgalin bir benzeri bugün Libya’da uygulamaya sokuluyor. Daha şimdiden Amerikan basınında, Libya’nın üçe bölünmesinin ve Körfez bölgesinde olduğu gibi, kü‑ çük petrol şeyhlikleri hâlinde yönetilmesinin ne kadar uygun olacağına iliş‑ kin “uzman görüşleri” yayınlanıyor. Dünya halklarını emperyalizmin yeni savaşı konusunda uyarmak için Libya üzerine art arda yedi yazı kaleme alan Fidel Castro haklı çıktı. Ameri‑ kan, İngiliz ve Fransız emperyalizminin Libya’ya saldırısı, Tunus ve Mısır’da patlayan Arap halk devrimleri dalgasını kuşatmak ve boğmak, Libya petrolü‑ ne el koymak, emperyalizme ve siyonizme yeni askerî üsler sağlamak amacını taşıyor. Dünya kapitalist sisteminin elebaşıları, Arap halklarının 1970’lerde petrol kaynaklarını ulusallaştırma hamlelerini geriye çevirip bu kaynakları tekrar yabancı şirketlerin mülkiyetine geçirerek özelleştirmek ve yabancılaş‑ tırmak istiyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı, Libya’ya karşı “NATO’nun kaçınılmaz savaşı” için dünya halklarının gözünü boyayacak bir bahane sağ‑ lıyor. Bu bahane, kararın gayrimeşruluğunu ve utanç verici sömürgeci nite‑ liğini gizleyemez. Bütün dünyada sade insanların kafası Japonya’daki büyük felaketle meşgul. Sözümona halkları temsil ettikleri iddiasıyla görev yapan büyük devlet yöneticileri ve BM yetkilileri ise, elbirliğiyle nükleer felaketin derinleşmesini önlemek yerine, zalimce fırsatçılık yapıyor ve Libya’ya savaş kararı çıkarıyor. Güvenlik Konseyi’nde yapılan oylamada, veto yetkisine sahip sürekli üyelerden 3 emperyalist saldırgan (ABD, İngiltere ve Fransa) ile 7 geçici üye (Bosna‑Hersek, Kolombiya, Gabon, Lübnan, Nijerya, Portekiz ve Güney Af‑ rika) olumlu oy verdi. Veto yetkisine sahip diğer 2 üye (Rusya ve Çin) ile 3 geçici üye (Almanya, Brezilya, Hindistan) çekimser kaldı. Kararı tek başına veto etme gücüne sahip Rusya da, Çin de; sürekli üyelerden herhangi birinin veto etmemesi durumunda kararın yürürlüğe girmesi için gerekli olan dokuz olumlu oya ulaşılmasını engelleyebilecek geçici üyeler de, saldırgan savaşa hayır demedi. Emperyalist suçluların, savcı, yargıç, polis ve cellat rolünü de üstlendiği bir hukuk düzeni olur mu? 64

urun_30_cs5.indd 64

04.04.2011 18:53:39


Daha şimdiden ABD, İngiltere, Fransa, Norveç, hava saldırısına katıla‑ caklarını, İtalya ise üslerini saldırganlara açacağını açıkladı. Amerikan yö‑ netiminin sızdırdığı bilgilere göre, Suudi Arabistan, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri de hava saldırısına katılacak. Arap dünyasını saran devrim dal‑ gasıyla boğuşan, kapitalist şirketlerinin kârlarını korumak isteyen emperya‑ listler ile kendi ülkelerinde halk muhalefetini ezmek için her yola başvuran ve Bahreyn’i işgal eden işbirlikçi krallar ve şeyhler elele vermiş, Libya halkına karşı insanlık suçu işliyor. Bu insanlık suçuna karşı koymak, devrimciliğin, halkçılığın, demokratlığın, dürüstlüğün, adaletin ve hukukun gereğidir. Sosyalist sistemi yıkan 1989‑1991 kapitalist karşıdevrimlerinden sonra, sosyalist ve devrimci felsefeden uzaklaşıp işbirlikçi liberalizme savrulan ay‑ dınların içine düştüğü hazin durum içimizi acıtıyor. Eskiden yazdıkları veya çevirdikleri ya da, en azından, okudukları, okuttukları, tanıttıkları kitaplarda yer alan en temel kavramları bile boşluyorlar. Sosyalizmin, sosyalist devrim‑ lerin, anti‑kapitalizmin yanı sıra, anti‑emperyalist devrim kavramını, halk devrimi kavramını, toprak devrimi kavramını, devrimci demokrasiyi, sosya‑ list yönelimli ülkeler kategorisini unuttular. 1950‑1980 döneminde Arap dün‑ yasında Mısır, Suriye, Irak, Cezayir, Libya, Sudan ve Güney Yemen’de ger‑ çekleşen anti‑emperyalist, anti‑feodal devrim hareketlerini, anti‑sömürgeci dönüşümleri zihinlerinden sildiler. Sömürge imparatorluklarını çökerten büyük devrim dalgasının bileşenlerini kötülemekle meşguller. Emperyalizme ve işbirlikçilerine ait iktidarın yıkılmasını, yerli ve yabancı tekellere, büyük toprak ağalarının çiftliklerine el konulmasını diktatörlük olarak tanımlıyor‑ lar. Sosyalist sistemi ve sosyalist yönelimli ülkeleri çökerten dünya çapındaki neoliberal kapitalist saldırıya hâlâ bütünüyle teslim olmayan herkesi de kara‑ lıyorlar. Bu savrulmuş aydınların kafasında, yabancı ve yerli kapitalistler oligar‑ şisinin iktidardan düşürülmesini ve mülklerin ulusallaştırılmasını diktatör‑ lük, mutlu azınlığın iktidarını ve mülkiyetini korumayı esas alan oligarşik parlamentoları demokrasi sayan liberal dikotomiden başka bir şey kalmamış. Sosyalist devrimcileri de, devrimci demokratları da diktatör ilan ediyorlar. ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin faşist kanadının, aşırı sağcı Çay Partisi’nin emperyalist muhalefeti karşısında seçimi yeniden kazanmak için, Irak ve Afganistan’da sürdürdüğü “Bush savaşları”na “kendi Libya savaşını” ekleye‑ rek şovenizmi ve militarizmi körüklemekten başka çare bulamayan vicdansız Obama’yla bir olmak, onları rahatsız etmiyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin bütün sosyal ve ekonomik kazanımlarını kökünden budarken, sömürgeciliği, 65

urun_30_cs5.indd 65

04.04.2011 18:53:39


militarizmi ve ırkçılığı körükleyerek iktidarda kalmak isteyen İngiltere baş‑ bakanı Cameron, Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy ve İtalya başbakanı Berlus‑ coni gibi aşırı sağcı kapitalist politikacılardan insanlık bekliyorlar, onların bombalarıyla gelecek bir demokrasi hayal ediyorlar. ABD emperyalizminin başını çektiği dünya kapitalist sisteminin karşı‑ devrimleri ile emperyalizme ve kapitalizme karşı dünya işçi sınıfının ve ezi‑ len halklarının devrimleri arasındaki kapışma, Arap dünyasındaki devrimci dalgayla yeni bir evreye girdi. Biz bu iki cephe arasındaki mücadelede dev‑ rimlerin safında olmaya devam edeceğiz. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, Libya halkını kötü gününde yalnız bırakmayacaktır. Libya halkının sömür‑ geci saldırıya karşı savaşını destekliyoruz. 18 Mart 2011 XV Geçici bilanço Marks ve Lenin, yazı ve konuşmalarında, büyük Alman şairi Heinrich Heine’nin “Ejderha tohumları ektim/Pireler biçtim” dizelerini sık sık kulla‑ nırlardı. Arap dünyasını saran büyük devrim dalgasının, siyasal iktidar or‑ ganlarında şu ana kadar doğurduğu sonuçlara bakınca, Heine’nin dizelerini hatırlamamak elde değil. Tunus ve Mısır’da emperyalizmin işbirlikçisi kapitalist diktatörleri devir‑ meyi başaran işçi, köylü ve gençlik kitleleri, sokaklarda ve alanlarda ejderha‑ lar ektiler ama iktidar katlarında pireler biçtiler. Milyonlarca işçinin, yoksul köylünün, işsiz gencin, yoksul emekçinin kapitalizme ve emperyalizme, işbir‑ likçi oligarşiye karşı büyük öfkesi, kahramanca mücadelesi, diktatörü devirdi ama devrimci halkın egemenliğini kuramadı. Egemenlik, diktatörü feda eden ama diktatörlüğü sürdüren büyük burjuvazinin, toprak beylerinin ve onların uzantısı asker‑sivil yüksek bürokratların elinde kaldı. İşçiler ve emekçiler sömürücü sınıfların geleneksel devlet yapısını ortadan kaldırıp halkın kendi kendini yönetmesine dayanan yeni iktidar organlarını kuramayınca, kamusal nihai kural koyma gücü devrimci halk kitlelerinin eli‑ ne geçmeyince, ekonomik iktidar da, bankaların, şirketlerin, fabrikaların ve çiftliklerin sahibi yerli ve yabancı kapitalist sınıfın elinde kaldı. Yoksulluğu, işsizliği ve yolsuzluğu doğuran; düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldıran; milyonlarca insanı yabancı sömürgecilerin kölesi durumunda tutan oligarşik rejim, sarsılıp çatırdasa da, halka keyfince 66

urun_30_cs5.indd 66

04.04.2011 18:53:39


ateş açıp muhaliflerini işkenceye alamasa da, devrimci partileri, sendikaları, dernekleri yasaklayamasa da, devrimci halk kitlelerinin nabzına göre şerbet vermeye mecbur kalsa da, sürüyor. Kapitalist sınıfın kâhyalığını yapan devlet yöneticileri el altından iş çevi‑ riyor; sokakların ve alanların devrimin etkisine girdiği yeni koşullarda yeni‑ den örgütleniyor; emperyalizmle işbirliğini daha da geliştiriyor; baskı ve pro‑ paganda güçlerini çeşitlendiriyor; devrimci kadroları devşirmek için rüşvet, ünvan ve şöhret silahlarını kullanıyor; şovenizmi körüklüyor, halkı birbirine düşürecek taktikleri inceltiyor. Uygun zamanın gelmesini bekliyor, karşıdev‑ rimci hamleye hazırlanıyor. Devrimci halk kitleleri, işçi sınıfına özgü mücadele yöntemlerini, ekono‑ mik ve siyasal grevleri, fabrika ve toprak işgallerini, boykot, miting ve gös‑ terileri kullandılar. İşçi sınıfına özgü siyasal ve ekonomik taleplerle ortaya çıktılar; herkese iş, herkese ekmek, insanca yaşayabilecek ücret, emeklilik ve sigorta hakkı, iş güvencesi, kadınlara eşitlik talep ettiler. İşçi sınıfına özgü örgütlenme biçimleriyle mücadeleye atıldılar; bağımsız siyasal parti, dernek, kooperatif, dayanışma ve yardımlaşma birlikleri kurdular; işçi sınıfına gönül vermiş öğrencileri ve aydınları çevrelerine topladılar; gazete, dergi, internet sitesi, bülten ve bildirilerle görüşlerini yaydılar ve örgütlendiler. İşçi sınıfı, yoksul köylüler ve emekçi kesimler, bugünkü geçici dengenin devam edemeyeceğini bilerek yeni atılımlarla devrimi derinleştirmek ve yay‑ mak zorundalar. Yoksa sokaklardaki ve alanlardaki devrimci güçleri darbo‑ ğaza girer, boğulur ve adım adım etkisizleştirilir. İktidarı ele geçirebilmek için derinleşmeye ve yeni atılımlara ihtiyaç du‑ yan Tunus ve Mısır’daki halk devrimlerinin etkisi, Arap dünyasının her ta‑ rafına yayılıyor. Kuveyt ve Suudi Arabistan’da toplumsal huzursuzluk; Fas ve Ürdün’de grev ve gösteriler; Yemen, Cezayir ve Irak’ta işbirlikçi egemenlerin kanla bastırmaya çalıştıkları yaygın miting ve gösteriler; Filistin’de gösteri‑ ler; Bahreyn’de Suudi işgaliyle ve olağanüstü hâl ilanıyla kanlı şekilde bas‑ tırılmak istenen sürekli gösteriler, devrimci dalganın yaygınlığını ve çapını gösteriyor. Amerikan emperyalizmi ve Avrupalı ortakları, Mısır ve Tunus devrimle‑ rini kuşatmak ve zayıf halka olarak gördükleri Libya’nın petrolüne el koymak için bu ülkede karşıdevrimci aşiretlere dayanan gerici bir isyan başlattılar. İs‑ yanın zora girmesi üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden karar çıkararak NATO müdahalesinin yolunu açtılar. New York Times, Washington 67

urun_30_cs5.indd 67

04.04.2011 18:53:39


Post, Wall Street Journal gibi Amerikan kurulu düzeninin etkili gazetelerinin verdikleri haberlere göre, Suudi Arabistan krallığı ve Mısır ordusu, Ameri‑ kan yönetiminin isteğiyle, Libya’daki isyancıları silahlandırıyor. Amerikan, İngiliz, İtalyan ve Fransız özel savaş uzmanları başıbozuk isyancılara askerî eğitim veriyor. Mısır ve Tunus’u ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Libya yönetiminin devrilmesinin bir zorunluluk olduğunu söyledi. Suriye’de, Lübnan’da ve Filistin’de ABD’ye ve İsrail siyonizmine muhalif yö‑ netimleri devirmek veya zayıflatmak için ortam kızıştırılıyor. Tunus ve Mısır halk devrimleri, sadece Arap dünyasını değil, bütün dünya işçi sınıflarını ve emekçi halklarını esinlendiriyor. Avrupa’da başta Yunanis‑ tan olmak üzere, Fransa, Belçika, Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Ar‑ navutluk, Almanya ve eski sosyalist ülkelerde işçi grevlerinde, köylü eylemle‑ rinde, gençlik hareketlerinde görülen canlanma. Asya’da Hindistan’da büyük işçi eylemleri. ABD’de işçi sınıfının, kamu emekçilerinin eylem ve direnişleri. Latin Amerika’da pembe dalgaya yol açan uyanış. Kuzey Kıbrıs’ta, Kürdistan Bölge Yönetimi’nde büyük protestolar. Türkiye’de işçi sınıfının grev ve gös‑ terilerinde, sağlık emekçilerinin protestolarında, gençlik hareketinde, Kürt hareketinde, Alevi uyanışında, kadın hareketinde görülen canlanma, basın emekçilerinin yıllar sonra sokağa çıkması. Devrimci yükseliş yavaş yavaş bü‑ tün dünyayı sarıyor. Kendi işçi sınıflarını ve bağımlı ülkelerdeki halkları vahşice sömüren ve ezen; işbirlikçi kralları, şeyhleri, diktatörleri koruyan ve kollayan emperya‑ list ülke devletlerinin güdümü. Amerikan güdümüyle hareket eden, kendi işçi sınıflarını ve halklarını ezen işbirlikçi Arap yönetimlerinin ABD planına göre ezilmesi gereken komşu ülke halklarını bastırmak ve bağımsızlık yanlı‑ sı yönetimleri devirmek için askerî müdahalelere katılması. Av kokusu alan, “utanç verici ölüm dansı”na katılan dünya kapitalist sistemi. Beyinlerini yatık medyanın yalanlarına kiralamış işbirlikçi liberaller. Devrim ile karşıdevrimi, özgürlük ile köleliği birbirine karıştıran bilinçsiz zavallılar. Bu uğursuz abluka, her şeye rağmen kırılacak. 1980’lerden 2000’lere ka‑ dar üstünlüğü elinde tutan neoliberal kapitalist karşıdevrim, bugün istediği kadar yeni savaşlar, darbeler ve isyanlar tezgâhlasın, artık inisiyatifi devrimci güçlere kaptırıyor, yükselen devrim dalgasına yetişmekten aciz bir karşı akın‑ tıya dönüşüyor. Zamanın ruhu değişiyor. 21. yüzyılın devrimleri, sosyalist ve devrimci demokratik atılımları yeniden getirecek; hem de, daha güçlü, daha olgun, daha gelişmiş, daha incelmiş, hatalarından daha çok ders almış olarak. 18 Mart 2011 68

urun_30_cs5.indd 68

04.04.2011 18:53:39


XVI Mısır’da referandum Mısır’da işbirlikçi kapitalist diktatörlü‑ ğü küçük ödünlerle ayakta tutmak, Ameri‑ kan boyunduruğunu ve siyonist sömürgeci İsrail’e teslimiyeti sürdürmek isteyen Yük‑ sek Askerî Konsey, 19 Mart 2011 Cumar‑ tesi günü anayasa referandumu düzenledi. Anayasa oylamasına katılım sadece yüzde 41’de kaldı. Katılanların yüzde 77,2’si evet oyu verirken, yüzde 22,8’i hayır oyu kullandı. Askerî yönetim, 45 milyon seçmenin yüzde 59’unun katılmadığı, seçmen‑ lerin sadece yüzde 31,6’sının desteğini alan bu referandum sonucunu büyük bir zafer olarak sunuyor. Oysa bu sonuç, askerî yönetime zayıf bir halk des‑ teği anlamına geliyor; halk çoğunluğunun askerî yönetime güvenmediğini ve bekle‑gör tavrı içinde olduğunu, önemli bir çekirdeğin ise muhalefete devam ettiğini, devrimi ilerletmek için arzulu olduğunu gösteriyor. Referandumda Hüsnü Mü‑ barek döneminin iktidar partisi Ulusal Demokrat Parti ile İslamcı Müslüman Kardeşler hareketi evet oyu verdi. Mısır Komünist Partisi, bağımsız sendika hareketi, gençlik hareketi, ilerici ve yurtsever parti ve çevreler hayır oyu verdi. Ame‑ Ulusal Demokrat Parti Müslüman Kardeşler rikancı reformcu‑liberal burjuva çevrelerine dayanan Muhammed Baradey ile Amerikancı milliyetçi‑reformcu çevrelere dayanan Amr Musa bile hayır oyu verdi. Bu saflaşma, Amerikancı askerî yönetim ile Amerikancı İslamcıların, iş‑ birlikçi düzeni koruma, muhafazakârlık ve gericilik temelinde anlaştığını gösteriyor. Halk devrimini gerçekleştiren güçler ise, muhalefeti sürdürüyor; egemen çevrelerin muhafazakârlık ve gericilik temelinde devrimi etkisizleş‑ tirme ve geçici bir parantez durumuna düşürme politikasına karşı çıkıyor. Askerî yönetimin ve Müslüman Kardeşler’in anlaştığı platform, reformist burjuva çevrelerini bile tatmin etmekten uzak kaldı. Siyasal ve ekonomik sistemde köklü değişikliklerin yapılmasını, emperya‑ list ve işbirlikçi kapitalist boyunduruğun kırılmasını isteyen ve bu isteklerle 69

urun_30_cs5.indd 69

04.04.2011 18:53:39


halk devrimini başlatan işçilerin, yoksul köylülerin, işsizlerin, küçük esnafın, gençlerin, kadınların temel istekleri ise karşılanmadı. Devrim henüz temel hedeflerine ulaşamadı. Bu nesnel durumun, halk güçlerinin yeni atılımlarına yol açması, işçi sınıfının ve bütün emekçilerin devrimi yeni başkaldırılarla ilerletmesi beklenir. Amerika’nın günlük yönlendirmesiyle hareket eden askerî yönetim, İs‑ lamcı Müslüman Kardeşler hareketiyle pazarlığa oturdu ve onları yönetime daha da çok katacağına dair sözler vererek sınırlı anayasa değişikliğine destek sağladı. Müslüman Kardeşler hareketinin askerî yönetimle anlaşması, iktidar çevreleri ile İslamcılar arasında, Hüsnü Mübarek dönemi boyunca adım adım gelişen çekişmeli ortaklığın yeni bir aşamasını oluşturuyor. Hüsnü Mübarek iktidarı, devletin üç temel kurumunu zaten İslamcılara teslim etmişti: Eğitim, yargı ve devlet medyası. Bir zamanlar kadın haklarında Arap dün‑ yasına öncülük yapan Mısır, eğitim alanındaki İslamcılaştırma politi‑ kasıyla, bu alanda köklü biçimde geriye gitmişti. Türban önce okullarda, sonra toplumun her ala‑ nında fiilen zorunlu hâle getirilmiş, kadınlar fii‑ len ve resmen ikinci sınıf yurttaş durumuna düşü‑ rülmüştü. Yargı organlarının İslamcılara teslim edilmesi, şeriat hukukunu gitgide yaygınlaştırmıştı. Özel hayat dahil toplum hayatının her alanını, kapi‑ talizmin işleyişi için gerekli olan yabancı sermayeyle ortaklık, faiz gibi temel ekonomik kurallar hariç, saran şeriat hukuku, laikliği salt bir kabuk duru‑ muna indirgemişti. Devlet medyasının, özellikle de televizyonun, İslamcılara teslim edilmesi, kamuoyunun dinci şartlandırmayla belirlenmesi sonucunu doğurmuştu. Müslüman Kardeşler hareketinin gericiliği, salt felsefi görüş, inanç ve kül‑ tür alanıyla sınırlı değildir. Müslüman Kardeşler, siyasal, sosyal ve ekonomik görüş ve yaklaşımlarıyla da düpedüz gericidirler. 70

urun_30_cs5.indd 70

04.04.2011 18:53:40


Siyasal alanda komünizm düşmanı, demokrasi düşmanı, kadın düşmanı ve yabancı düşmanıdırlar. Siyasal ve felsefi liberalizmi kökten reddederler. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü ile laikliği, “İslama yabancı, Batı taklitçisi uygulamalar” sayarlar. Sosyal alanda, kadınları, ateistleri ve İslam dinine mensup olmayanları ikinci sınıf insan kabul ederler. İşçi sendikalarını, grev hakkını, tarım işçileri‑ nin ve yoksul köylülerin hak arayışlarını, burjuvazinin mülklerine ve toprak beylerinin topraklarına el konulmasını, “dinsiz komünistlik” ilan ederler. Ekonomik alanda ise, kendilerini kapitalizme uyarlamışlardır. Serbest piyasayı, serbest ticareti, serbest sözleşmeyi mutlak hak kabul ederler. Kapi‑ talist mülkiyeti sınırlayan, işverenleri kısıtlayan her girişimi “devlet baskısı” sayarlar, devletin patronlarla işçiler arasına girmemesini savunurlar. Nâsır döneminde gerçekleştirilen fabrika ve toprak kamulaştırmalarını, ekonomik devletleştirmeleri reddetmiş oldukları gibi, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek döneminde işletmelerin eski sahiplerine devredilmesini desteklemişler, özel‑ leştirmeleri hararetle savunmuşlardır. Yani, Müslüman Kardeşler, ekonomik liberalizmi, neoliberal düşünceyi bütünüyle içselleştirmişlerdir. Zaten, Müs‑ lüman Kardeşler’in yönetici kadrosu, son derece zengin “işbilir” insanlardan oluşuyor. Askerî yönetimin referanduma sunduğu ve kabul edilen taslak, Hüsnü Mübarek dönemi anayasasındaki birçok hükmü koruyor. Rejim başkanlık rejimi olmaya devam ediyor. Ordu ve polis doğrudan doğruya cumhurbaşka‑ nına bağlı kalıyor; cumhurbaşkanı olağanüstü hâl ilan edebiliyor; iki kanatlı parlamentoda senatörlerin üçte birini, meclis üyelerinin onda birini atayabi‑ liyor. Müslüman Kardeşler, anayasa referandumunda, “yetmez ama evet” sloganı‑ nı kullandılar. Sadece sınırlı değişiklikler yapan anayasa taslağını birçok bakımdan be‑ ğendiklerini, ancak iki temel konuya yer vermediği için ye‑ tersiz bulduklarını ilan ettiler. Birincisi, taslakta, kadınların devlet başkanı ve yargıç olma‑ 71

urun_30_cs5.indd 71

04.04.2011 18:53:40


sını yasaklayan bir hüküm yoktu. İkincisi, Mısır’ın Hıristiyan azınlığı olan Kıptiler’in de devlet başkanı ve yargıç olmasını engelleyen bir hüküm bulun‑ muyordu. Yani, Müslüman Kardeşler’e göre, devlet başkanlığı ve yargıçlık, sadece Müslüman erkeklere özgü birer hak olmalıydı. Salt bu iki konudaki ayrımcılıkları bile, Müslüman Kardeşler hareketinin ne kadar gerici olduğu‑ nu ortaya koyuyor. Mısır devrimini boğmak isteyen askerî yönetim ve Müslüman Kardeşler’in karşı safında yer alan devrimci güçlerden Mısır Komünist Partisi ise, kendi sözleriyle, “uzun yıllar koyu bir gizlilik ve ağır baskı altında çalışmaya zor‑ lanan partinin, partiye bağlı bütün kesimlerin ve birimlerin katıldığı kap‑ samlı bir toplantı sonucunda, 25 Ocak devriminin yol açtığı yeni ve sağlıklı siyasal‑sosyal ortamı dikkate alarak, varlığını ve eylemlerini resmen ilan et‑ meye oybirliğiyle karar verdiğini” açıkladı. Açıklamaya göre, uzun bir mücadele tarihine sahip olan, işçi sınıfıyla güç‑ lü bağlar kuran ve Mısırlı emekçilerin sosyal ve siyasal özlemlerinin taşıyıcı‑ sı olan Mısır Komünist Partisi’nin üyeleri, bugüne kadar, devrim sürecinde olumlu ve güçlü katkı sağlamışlardır ve “bağımlılık, despotizm ve zulümden kurtulmuş olmakla yetinmeyen; özgürlük, adalet ve onur ilkeleri üzerinde yükselen bir toplum kurma mücadelesine” devam edeceklerdir. İşçi ve emekçilerin kitlesel ayaklanmasıyla somutlaşan devrimci yükseliş ile emperyalizmin müdahale ve savaşlarıyla somutlaşan karşıdevrim dalgası‑ nın Arap dünyasında ve dünyada yarattığı karmaşık ortam içerisinde, Mısır devrimci halk güçlerine yeni başarılar diliyoruz. Mısır halkının 25 Ocak dev‑ rimi, emperyalistlerin ve yardakçılarının umduğu gibi bir son değil, köklü siyasal, sosyal ve ekonomik değişimlere yol açacak yeni bir başlangıçtır. Bölge halklarının kaderi ortaktır. Mısır askerî yönetimi, Mısır devrimi‑ ni boğmak için yanıp tutuşuyor. Libya halkına karşı gericileri ve emperyalist saldırıyı destekliyor. Libya halkına ölüm yağdıran emperyalistler, Tunus ve Mısır’da iktidarda tutunmaya çalışan işbirlikçi kapitalist oligarşileri koruyor ve kolluyor. Tıpkı Tunus devrimi gibi, tıpkı Libya halkının emperyalizme direnmesi gibi, Mısır devrimi de esin kaynağımız olmaya devam edecektir 24 Mart 2011

72

urun_30_cs5.indd 72

04.04.2011 18:53:41


LiBYA GÜNDEMİNDEN

Libya’dan elinizi çekin 19 Mart 2011

Fransa, Amerika ve İngiltere, bugün Libya’yı en gelişmiş füze‑ ler ve ağır bombardıman uçaklarıyla bombalamaya başladı. Zalim Obama, faşist Sarkozy ve ırkçı Cameron, peşlerine Batı’nın aşırı sağcı, ırkçı, muhafazakâr ve gerici iktidarlarını takarak yeni bir emperyalist savaşa giriştiler. İrili ufaklı sömürgeciler, Hollanda, Belçika, İtalya, Norveç, Danimarka, Kanada ile işbirlikçi petrol şeyhleri, Suudi Arabistan, Katar da bombalamaya katılıyorlar. Bu savaş emperyalist bir savaştır. Sömürgecidir, ırkçıdır, gay‑ rimeşrudur, haksızdır, halk düşmanıdır, insanlık düşmanıdır. Ka‑ pitalist‑sömürgeci‑Hıristiyan‑beyaz‑siyonist İsrail’in dostu Kuzey 73

urun_30_cs5.indd 73

04.04.2011 18:53:41


Amerika ve Avrupa egemenlerinin, yanlarına Arap korucuları alarak başlattığı yeni bir Haçlı Seferidir. Amacı zengin Libya pet‑ rollerine el koymak, Arap devrimlerini boğmak, Mısır ve Tunus’ta devrimin derinleşmesini önlemektir. Mısır yönetimini elinde tutan ve devrimci halka saldırmak için uygun zamanı kollayan Mısır ordusunun; kendi halkını ezmesi yetmiyormuş gibi, Bahreyn halkıyla başedemeyen Bahreyn kralı‑ nı korumak için Bahreyn’i işgal eden Suudi Arabistan’ın; kitle al‑ datma silahı El Cezire şebekesinin sahibi Katar şeyhinin, Libya’ya yönelik bu sömürgeci ve emperyalist saldırıya katılması, bu savaşın kapitalist karşıdevrimci niteliğini gösteren ek kanıtlardır. Emperyalistler, Libya saldırısını 19 Mart’a denk getirdiler, Irak’a saldırı ve işgalin başladığı 19‑20 Mart 2003’ü herkese anış‑ tırarak halklara gözdağı veriyorlar. Irak’taki katli‑ amlarını, yıkımlarını, iş‑ kencelerini hatırlatıyorlar. 8 yıl sonra Irak savaşını bu kez Libya’da tekrarlıyorlar. Libya halkının, devrimcilerinin, yurtseverlerinin bu alçakça saldırıya karşı kanlarının son damlasına karşı savaşacağına inanı‑ yoruz. Libya halkının sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı köklü bir direniş ve zafer geleneği vardır. Şehit Ömer El Muhtar’ın torun‑ ları, 1969 devrimini gerçekleştiren kuşağın çocukları, vatanlarını ve devrimin kazanımlarını savunacaklardır. Umuyoruz ki, “Savra hatten nasr” (zafere kadar devrim) sloganı, sömürgeci saldırganla‑ rın korkulu rüyası olacaktır. Türkiye halkı, kardeş Libya halkını destekliyor. Türkiye dev‑ rimcileri, Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının en derin his‑ siyatını dile getirerek bu emperyalist savaşı lanetliyor. İnsanlıktan çıkmayı kabul etmeyen herkes, emperyalizmin Libya’ya saldırısına karşı çıkmalıdır.

74

urun_30_cs5.indd 74

04.04.2011 18:53:41


Libya halkı emperyalizme boyun eğmeyecek 21 Mart 2011

Dünya kapitalist sisteminin en saldırgan emperyalist üçlüsü, Amerika, İngiltere ve Fransa’nın Libya’ya yönelik vahşi saldırısı sürüyor. Sömürgeci haydutlar, Lib‑ ya halkının tepesine füzeler ve ağır bombalar yağdırıyor. Sözüm ona “sivilleri ve sivil yerleşimleri ko‑ rumak” bahanesiyle başlatılan bu kapitalist‑sömürgeci Haçlı Seferi, daha şimdiden üç aylık bir bebenin de içinde olduğu yüzlerce sivilin öl‑ mesine, binlerce sivilin yaralanmasına, şehirlerin su, elektrik ve kanalizasyon sistemlerinin tahrip edilmesine yol açtı. Savaş NATO karargâhından yönetiliyor. Bütün dünyada insanlar, Japonya’daki nükleer felaketi endişey‑ le izler ve felaketin daha da büyümemesi için büyük devletlerin ha‑ rekete geçmesini beklerken, kâr ve iktidar hırsıyla gözleri dönmüş emperyalist efendiler, yeni bir savaş başlattılar. En son teknolojik ölüm araçlarıyla Libya halkını vuran emperyalist vahşetin sonuç‑ ları ortaya çıktıkça, halkların, sade insanların, saldırıya duyduğu tepki artıyor. Libya saldırısına doğrudan doğruya katılmayan, ama ellerinde imkân olduğu hâlde Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalarak saldı‑ rının yolunu açan Rusya, Çin ve Almanya’nın “üzüntü beyanları” ise, timsahın gözyaşları olmaktan öteye gitmiyor. Arap Birliği Ge‑ nel Sekreteri Amr Musa’nın, “biz sivillerin vurulmasını istememiş‑ tik” sızlanması da sahtekârlıktan ibaret. Sömürgeci saldırganların, yanlarına irili ufaklı Batılı faşist, ırkçı, dinci, muhafazakâr ve liberal yönetimleri alarak ve Arap şeyhlerin‑ den, krallarından, diktatörlerinden, generallerinden oluşan koru‑ cular ordusunu da talan sürüsüne katarak yürüttüğü bu yeni Haçlı Seferi, Türkiye kapitalist egemenlerinin bölge halklarına karşı Batı emperyalizminin maşası olmaktan vazgeçmediğini de gösterdi. 75

urun_30_cs5.indd 75

04.04.2011 18:53:41


AKP yönetimi, bütün ilkeli dış politika iddiasına rağmen; za‑ limlere karşı mazlumun yanında olmak, bölge halklarının birliği için çalışmak, barışçı olmak, savaşa karşı olmak sloganlarını dilin‑ den düşürmediği hâlde; bölge gücü olmak hedefiyle, bölge halkla‑ rına, İslam dini ve kültürüne dayanan kardeşlik, ortak tarih, ortak gelecek edebiyatı yapmasına rağmen; karar noktasına gelince, çark etti, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” çıkışını unuttu ve yine Arap ve bölge halklarına ihanet etti. Arap ve İslam dostu olmakla övü‑ nen Erdoğan, Gül, Davutoğlu, Arınç; neredesiniz? CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise, kendini ABD, Avrupa Birliği ve İsrail’e beğendirme gayretkeşliğine devam ederek, inanılmaz bir aymazlıkla, “Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar aldığına göre, Libya’ya harekât uluslararası meşruiyet kazanmış demektir” diyebildi. Hakkını yemeyelim, aslında kan dökülmesini istemez‑ miş, ama maalesef başka çare kalmamış! Şöyle devam ediyor: “Bu tür bir operasyonun daha farklı yapılmasını arzu ederdik, kan dö‑ külmemesi için, ama koşulların uygun olmadığı yönünde bazı bil‑ giler geliyor, Kaddafi’nin direndiği yönünde bazı bilgiler geliyor.” (20 Mart 2011, gazeteler). Kılıçdaroğlu, bütün halkçılık, ilericilik, demokratlık, bağımsız‑ lıkçılık iddialarını boşa çıkaracak şekilde hareket ediyor. Emperya‑ list saldırıya karşı direnmeyi suç sayıyor. Üstelik bunu, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşını yönetmekle övünen partinin, CHP’nin genel başkanı olarak yapıyor. Nerede kaldı senin Kuvayi Milliyeciliğin? Kılıçdaroğlu’nun sözünü ettiği “bilgiler”, emperyalizmin kitle al‑ datma silahı olan dünya kapitalist medya şebekesinin ürettiği sahte haberler ve yorumlardır. Tıpkı Yugoslavya, Afganistan, Irak savaş‑ larında olduğu gibi, dünya kapitalist medyası, kitlelerin beynini allak bullak etmek üzere korkunç bir psikolojik savaş yürütüyor. Yalan haberlerle, akıl almaz senaryolarla önce beyinleri düşürüyor; sonra, gerçek füzelerin, bombaların, ölümün, katliamın yolunu açıyor. Dünya kapitalist medya şebekesinin Türkiye ayağını oluşturan ve Irak’a karşı emperyalist savaş ve işgal sürecinde Amerikan em‑ peryalizminin her yalanını tekrarlayarak savaş suçu işleyen Türkiye 76

urun_30_cs5.indd 76

04.04.2011 18:53:41


kapitalist medyası, aynı suçu Libya’ya karşı savaşta da tekrarlıyor. Libya’ya ve Kaddafi’ye yönelik her yalanı evlerin oturma odaları‑ na boca ediyor. Gazetecilikle, araştırmacılıkla, meslek ahlakıyla, dürüstlükle, tarafsızlıkla, haberleri doğrulatmak kaygısıyla hiçbir ilgisi kalmamış cahiller sürüsü, uzman sıfatıyla ekrana ve sayfala‑ rına, sadece savaş yanlısı akademisyenleri, büyük şirket yanlısı ik‑ tisatçıları ve hukukçuları, gözünü kan bürümüş emekli polis, asker ve diplomatları çıkarıyor. Türkiye kapitalist medyasının, Amerikan ve Avrupa sömürgecilerinin medyası olduğu; militarist‑kapitalist zorbalığın vicdansız aleti olarak hareket ettiği; Türkiye halkına da, Libya halkına da, bölge halklarına da, dünya halklarına da düş‑ manlık güttüğü bir kez daha ortaya çıktı. Libya’ya karşı sömürgeci savaşın amacı açıktır: Dünyanın dör‑ düncü büyük petrol üreticisi olan Libya’nın zengin petrolüne el koymak, bu ülkeyi tekrar emperyalizmin ve siyonizmin üssü du‑ rumuna getirmek, Mısır ve Tunus devrimlerini kuşatmak, bu dev‑ rimlerin derinleşmesini ve halk güçlerinin iktidara gelmesini en‑ gellemek, devrim dalgasının diğer ülkelere yayılmasını önlemek, dünya kapitalist krizinin ABD ve Avrupa işçi sınıflarında ve emek‑ çilerde yarattığı kitlesel hareketlenmeyi ve devrimci mayalanma‑ yı şovenizm ve militarizmle durdurmak, kapitalist krizden savaş yoluyla çıkmak. Libya savaşı, dünya kapitalist egemenlerinin yeni devrimler dalgasını boğmak için başlattığı karşıdevrimci hamlenin önemli bir ayağıdır. Emperyalistler, Kore’den Vietnam’a, Laos’tan Kamboçya’ya, Küba’dan Yugoslavya’ya, Afganistan’dan Irak’a, giriştikleri bütün saldırı ve savaşları “insani gerekçelere” dayandırdılar; “diktatör‑ lüğe son vermek”, “sivilleri korumak”, “demokrasi ve özgürlük götürmek” sloganlarını kitleleri aldatmak için sis perdesi olarak kullandılar. Tıpkı, Hitler’in savaşlarını başlatırken yalan haberler, hiç olmamış çatışmalar, sahte belgeler üretmesi gibi, bütün bu sa‑ vaşlarda düpedüz yalan söylediler. Bu tarih hiç yaşanmamış gibi, Amerika ve Avrupa liberal solu ile Türkiye’deki onursuz takipçilerinin, emperyalist yalanlara da‑ yanarak yorum üretmesi, sicili bu kadar kirli saldırgan devletlerin 77

urun_30_cs5.indd 77

04.04.2011 18:53:41


bomba ve füzeleriyle demokrasi ve özgürlük getireceklerini savun‑ ması, artık işçi sınıflarına, emekçilere, ezilen halklara açıkça iha‑ net boyutuna ulaştı. Immanuel Wallerstein’in Libya’ya emperyalist saldırıya karşı çıkan Hugo Chavez’e çatması (bugünlerde, Fidel Castro’ya açıkça çatamayanlar Chavez’in ağzının payını veriyorlar) ve apaçık olguları eğip bükerek kendini rezil etmesi, oportunizmin emperyalizm işbirlikçiliğine dönüştüğünü gösteriyor. Lütfen her‑ kes, Wallerstein’in “Libya ve Dünya Solu” başlığını taşıyan 15 Mart 2011 tarihli ibretlik yazısını okusun. Libya halkı en olumsuz koşullar altında direnmeye devam ediyor. Türkiye halkı, kardeş Libya halkının yanında olacaktır. Libya’da saldırıya uğrayanlar, sadece Libya halkı değil, bütün Arap halkları, bütün bölge halkları, bütün dünya halkları, Türkiye halk‑ larıdır, bizleriz. Libya halkına sömürgeci saldırı ve işgale karşı bu haklı ve meşru direnişinde başarılar diliyoruz. AKP ikidarını, bütün kapitalist egemenleri uyarıyoruz: Libya halkına karşı savaştan uzak durun. Amerikan ve Avrupa sömür‑ geciliğinin aleti olmayın. NATO şebekesinin parçası olmayı red‑ dedin. Üsleri kullandırmayın, Türk uçaklarını ve denizaltılarını Libyalı kardeşlerimizi vurmaya yollamayın. İtalyan faşist sö‑ mürgecilerine karşı uzun savaşta yaka‑ lanan ve idam edi‑ len Libya kahramanı Ömer El Muhtar, 15 Eylül 1931’de idam edilmeden önce, idam kararını veren mahkeme başkanına şöyle demişti: “Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bizden sonraki ne‑ sillerle de savaşacaksınız. Bana gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.” Ömer El Muhtar yaşıyor. Libyalı yeni nesiller de sömürgecilerle 78

urun_30_cs5.indd 78

04.04.2011 18:53:41


savaşmaya devam ediyor. Zafer, eninde sonunda, direnen halkla‑ rın olacak. Emperyalist saldırganlar yenilecek. Libya halkı, kendi yurdunda bağımsız, özgür ve kendi kaderinin efendisi olarak ya‑ şayacak.

Emperyalist haçlı seferine katılmayın 23 Mart 2011

Fransız Basın Ajansı AFP’nin bildirdiğine göre, NATO sözcüsü General Pierre St‑Amand, Libya’yı denizden kuşatmak için, NATO üyesi altı ülkeden toplam 16 savaş gemisi ve denizaltının görev ya‑ pacağını açıkladı. NATO sözcüsüne göre, Türkiye de Libya’ya 4 fir‑ kateyn, 1 yardımcı gemi ve 1 denizaltı gönderecek. AKP hükümetini bu konuda derhâl açıklama yapmaya davet ediyoruz. Bu haber doğru mudur? Türkiye halkından gizleyerek böyle bir karar aldınız mı? Zamanında Dolmabahçe önüne demir‑ lemiş İngiliz işgal donanmasının acısını yaşamış Türkiye halkının, kardeş Libya halkına yönelik saldırıya karşı öfkesi ve tepkisi orta‑ dayken, böyle bir suça ortak oldunuz mu? Türkiye, Libya halkına karşı savaşın ve işgalin parçası olmama‑ lıdır. Hükümeti, eğer doğruysa, bu kararından geri döndürelim. İşçi sınıfı, bütün emekçiler, sosyalist, devrimci, ilerici, yurtsever partiler, DİSK, Türk‑İş, KESK, gençlik dernekleri, meslek odala‑ rı, köylü birlikleri, üniversiteler, dürüst basın, bütün barışseverler, bütün yurtseverler, hükümetin bu kararını iptal ettirmek üzere derhâl harekete geçmeliyiz. Parlamentoda temsil edilen muhalefet partileri bu konuda derhâl önerge vermeli, genel görüşme ve genso‑ ru mekanizmasını harekete geçirmelidir. Arap ve İslam dostluğuyla övünen, bölge halklarının birliğini savunduğunu iddia eden AKP iktidarı, size sesleniyoruz: “Zulme karşı susan, dilsiz şeytandır” ilkesi sizin için boş bir propaganda sloganı mıdır? Emperyalist donanmaların parçası olmayı kabul et‑ tinizse, zulme karşı susmakla yetinmiyor, zalimin suç ortağı olu‑ yorsunuz. Bakın, 21 Mart gecesi katıldığı televizyon programında konuşan Fransız İçişleri Bakanı Claude Gueant, “Tanrıya şükürler 79

urun_30_cs5.indd 79

04.04.2011 18:53:42


olsun ki, Cumhurbaşkanımız Nikolas Sarkozy, Haçlı Seferi’nin ön‑ derliğini yaparak önce BM’yi, ardından da Arap Birliği’ni ve Afri‑ ka Birliği’ni harekete geçirdi” dedi. Arap ve İslam halklarına karşı Haçlı Seferi’nin peşine takılan “koyu dindar Müslümanlar” olmayı içinize sindirecek misiniz? Kuvayi Milliyecilikle övünen CHP yönetimi, size sesleniyoruz: Emperyalist bombalara ve füzelere karşı vatanını ve haklarını savu‑ nan Libya halkına karşı, emperyalizmin ölüm makinesi NATO’nun parçası olmayı nasıl içinize sindireceksiniz? Dünya kapitalist sisteminin efendisi Batılı hükümetler, demok‑ rasinin ve uluslararası hukukun bütün ilkelerini ayaklar altında çiğniyorlar. Dünyayı ortaçağ barbarlığına mahkûm ediyorlar. Lib‑ ya halkına ölüm yağdıran saldırganlar bir haçlı seferi başlattıkla‑ rını küstahça ilan ediyorlar. Emek, kültür, adalet, barış, özgürlük, eşitlik, kardeşlik, hukuk, uygarlık, çağdaşlık değerlerinden birini bile savunan hiçbir insan, bu katliama göz yummamalıdır. *** Yukarıdaki yazı daha yayınlanmadan, AKP’den, NATO sözcü‑ sünün verdiği haberi doğrulayan bir açıklama geldi. AKP Meclis Grubu Başkan Vekili Bekir Bozdağ, Libya’ya yönelik silah ambar‑ gosunu denetleyecek NATO deniz gücünde Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının da görev almasını öngören tezkerenin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmasının ardından yarın Genel Kurulda gö‑ rüşülmesinin planlandığını bildirdi. Yani, İslamcı AKP yönetimi, emperyalist Batı’nın düzenlediği Haçlı Seferi’nin parçası olmayı içine sindiriyor. CHP ve BDP başta olmak üzere bütün muhalefet partilerini tezkereye karşı çıkmaya, savaşa hayır demeye çağırıyoruz. Sade AKP milletvekilleri de yö‑ netimin bu kararına karşı halkın ve vicdanlarının sesini dinlemeli‑ dirler. Meclis, mazlumun yanında olmayı vazgeçilmez değer sayan Türkiye halkının Libya halkıyla dostluk, barış ve dayanışma irade‑ sine uymalıdır. 8 yıl önce Irak’a karşı savaşa katılmayı öngören 1 Mart tezkeresini reddettiği gibi, Libya’ya karşı haçlı seferi tezkere‑ sini de geri çevirmelidir. 80

urun_30_cs5.indd 80

04.04.2011 18:53:42


Direnen Libya’ya Destek Yürüyüşü 23 Mart 2011

Libya’ya yönelik emperyalist saldırıyı dün (22 Mart 2011 Salı) saat 19:00’da İstanbul’da yaptığımız yürüyüş ve basın açıklama‑ sıyla protesto ettik. Ürün taraftarlarının, Birlik Dayanışma emek‑ çilerinin ve TÜM‑İGD’li gençlerin katıldığı protesto yürüyüşü Ga‑ latasaray Lisesi önünde başladı ve Fransız Başkonsolosluğu önünde yapılan basın açıklamasıyla tamamlandı. Coşkulu protesto eylemi halkın büyük sempatisiyle karşılaştı. “Diren Libya, seninleyiz”, “Libya halkı emperyalizme boyun eğ‑ meyecek”, “Zafer direnen halkların olacak”, “Savra hatten nasr” (Zafere kadar devrim) sloganları çevredeki halkın alkışlarıyla karşılandı. İstanbul’da bulunan bazı Libyalılar ise, yanımıza gelip yürüyüşe katıldılar ve Türkiye devrimcilerinin Libya halkıyla da‑ yanışmasına teşekkür ettiler. 81

urun_30_cs5.indd 81

04.04.2011 18:53:43


Yapılan basın açıklamasında, Fransız, İngiliz ve Amerikan em‑ peryalistlerinin ikiyüzlülüğü teşhir edildi. Bütünüyle gayrimeşru nitelikteki bu ölüm saldırısının sömürgeci bir Haçlı Seferi olduğu vurgulandı. Libya petrollerine el koymak, Libya’yı emperyalizmin üssü durumuna getirmek, Arap dünyasındaki devrimleri kuşat‑ mak ve boğmak, dünya kapitalist krizinin yüküne karşı direnen Avrupa ve Amerikan işçi sınıfları ile emekçi tabakalarını şovenizm ve militarizmle zehirlemek amacını taşıdığı açıklandı. Emperyalist egemenlerin, krizden devrimle çıkılması seçeneğini önlemek üzere savaşa başvurduğu belirtildi. Açıklamada, AKP iktidarının ve CHP yönetiminin, NATO’nun baskılarına boyun eğmesi protesto edildi. Amerikan ve NATO üs‑ lerinin kapatılması, NATO’dan çıkılması talep edildi. Türk uçakla‑ rının, gemilerinin ve denizaltılarının emperyalist haydutların em‑ rine verilmemesi istendi. Hükümetin, Türkiye halklarının en derin duygularına saygı göstermek zorunda olduğu; insanlığa karşı suç işleyen emperyalist zorbalara karşı çıkmaz, Libya savaşına karşı ke‑ sin tavır almazsa, sadece Libya halkına değil, bütün bölge halkları‑ na ve bizzat Türkiye halklarına ihanet etmiş olacağı vurgulandı. Basın açıklamasında, Libya halkına Türkiye işçi ve emekçileri‑ nin en içten dayanışma duyguları iletildi. Libya halkının direni‑ şini zafere kadar sürdüreceğine, Ömer El Muhtar’ın ve 1969 dev‑ rimcilerinin yolunu izleyeceğine duyduğumuz inanç dile getirildi. Zafer sömürgeci katiller sürüsü‑ nün değil, Libya halkının olacak‑ tır. Obama, Sarkozy, Cameron gibi kapitalizm uşakları, yaptık‑ ları katliamların hesabını er geç verecekler. 1980’lerden 2000’lere kadar süren tek yanlı neoliberal kapitalist saldırı dönemi sona erdi. Yeni devrimler çağı başladı; işçi sınıfları, emekçiler, halklar artık bütün meşruiyet masalları iflas eden emperyalizme ve kapitalizme boyun eğmiyor. Kapitalist Haçlı Seferlerini elbirliğiyle durduracağız. 82

urun_30_cs5.indd 82

04.04.2011 18:53:43


Egemenler, Libya’ya savaş tezkeresini kabul etti 24 Mart 2011

Bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan gizli oturumda AKP ikti‑ darı, CHP ve MHP’nin desteğiyle Libya’ya karşı emperyalist savaşa katıl‑ ma kararı aldı. BDP ve DSP ise, Türkiye halklarının Libya’yla dostluk ve barış iradesine uygun olarak savaş tezkeresine hayır oyu verdi. Egemen kapitalist sınıfın çeşitli kanatlarının ortaklaşa aldığı bu kararla, Türkiye, silahlı kuvvetlerini emperyalist savaş maki‑ nesi NATO’nun vahşi saldırısının emrine veriyor. Türkiye halkları, Libya halkına karşı NATO filolarının ve donanmalarının yürüttü‑ ğü sömürgeci saldırının bir parçası olmanın utancını kendilerine yaşatan AKP, CHP ve MHP’den hesap soracaktır. Arap ve İslam halklarının dostu olmakla övünen AKP, Irak’a karşı 1 Mart 2003 tezkeresini getirmiş, ama Meclis’ten geçireme‑ mişti. Bugün de Libya’ya karşı savaş tezkeresini getirdi ve bu kez kabul ettirdi. AKP gerçek yüzünü bir kez daha gösterdi. AKP, Arap ve İslam halklarının değil, Amerikan ve Avrupa emperyalizminin dostudur. Uluslararası kapitalist haydutların koruculuğunu yapan Arap şeyhleri ve krallarıyla birlikte, emperyalizmin işbirlikçiliğini yapmaktadır. Türkiye işçi sınıfının, emekçilerin ve ezilen halkla‑ rın düşmanı olduğu gibi, bölge halklarının ve bütün dünya halk‑ larının da düşmanıdır. AKP yönetiminin dini kapitalizm, putu Amerika, mabedi NATO’dur. İslam inancında samimi olsalardı, Amerika’dan değil, Allahtan korkarlardı. CHP yönetimi, 1 Mart 2003’te Irak tezkeresine red oyu vermişti. Bugün ise Libya tezkeresine kabul oyu verdi. Kemal Kılıçdaroğlu yönetimi, CHP’yi ABD’nin, AB’nin, NATO’nun hizasına getirerek iktidara geleceği ham hayalini kuruyor. Emperyalist savaşın parça‑ sı olanlar, ne halkçıdırlar, ne de bağımsızlıkçı. Emperyalistlerle bir 83

urun_30_cs5.indd 83

04.04.2011 18:53:44


olup kardeş Libya halkının tepesine çökenler, Türkiye halklarından gereken karşılığı alacaklardır. Halkın iradesine aykırı davrananlar, gün yüzü göremezler. Kürt halkının parlamentodaki temsilcisi BDP, Libya halkına karşı savaşa katılmayı reddederek halkların kardeşliği ilkesine uygun davrandı. DSP, Amerikan, Fransız ve İngiliz zorbalarının safında yer almayı kabul etmeyerek Kuvayı Milliyecilik iddiasını ciddiye aldığını gösterdi. BDP ve DSP, emperyalizmin gözüne gir‑ mek için AKP iktidarıyla yarışan CHP ve MHP’nin işbirlikçiliğini tescil ettiler. NATO’nun Libya saldırısını tezgâhlayan dünya kapitalist siste‑ mini yöneten emperyalist efendiler, Libya’yı köleleştirmek, petrol kaynaklarına el koymak, Arap devrimlerini durdurmak, kendi ülkelerindeki işçi ve emekçileri şovenizm ve militarizm zehriy‑ le şaşırtıp etkisizleştirmek istiyorlar. Bölgeyi ve dünyayı yeniden fethederek kapitalist krizden savaşla çıkış stratejisini uygulamaya koyuyorlar. Savaş tezkeresini halktan gizli bir oturumla çıkaran Türkiye’nin kapitalist egemenleri, kaderlerini bir kez daha emperyalist efendi‑ lere bağladılar. Boşuna! Halkların gazabı, efendileri de, uşakları da çarpacak. Hepsi aynı sonu paylaşacak

84

urun_30_cs5.indd 84

04.04.2011 18:53:44


Libya Yazıları Fidel Castro Ruz

I

Nato’nun Libya’yı işgal planı Kapitalist bir sistemin doğası, onu destekleyen ve biçimlendiren kurumsal çerçeveye dayanır. Petrol, büyük Amerikan şirketleri‑ nin elinde tuttuğu en önemli zengin‑ liklerden birine dönüşmüştür; bu enerji kaynağı aracılığıyla da, büyük Ameri‑ kan şirketleri, dünyadaki siyasi güçleri‑ ni ciddi şekilde arttıran bir araca sahip oldular. Ülkemizdeki ilk adil ve egemen kanunlar çıkarılır çıkarılmaz, Küba Devrimini kolayca ortadan kaldırmaya karar verdiklerinde ellerindeki asıl silah buydu: ülkemizi hemen petrolden mahrum etmek. Mevcut medeniyet, bu enerji kaynağı üzerinde geliştirildi. Venezüella, bu yarımkürenin en büyük bedel ödeyen ülkesi oldu. Amerika Birleşik Devlet‑ leri, bu kardeş ülkeye tabiatın bahşettiği engin petrol yataklarının sahibi ve efendisi olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, İran’daki petrol yataklarından petrol çıkarmaya başladılar, tıpkı Suudi Arabistan, Irak ve bu ülkelerin yakınındaki, yüksek miktarda petrol rezervine sahip diğer Arap ülkelerinde yaptıkları gibi. Bu ülkeler, dünyanın başlıca petrol tedarikçileri oldular. Dünyadaki tüketim, 85

urun_30_cs5.indd 85

04.04.2011 18:53:44


Amerika Birleşik Devletleri topraklarından çıkarılanlar ve hatta daha sonra buna bir de gaz, hidrolik ve nükleer enerji de dahil olarak, günde yaklaşık 80 milyon varil gibi muhteşem bir rakama aşama aşama yükseldi. XX. Yüzyılın başlarına kadar, sıvı yakıt tüketen milyarlarca motor ve otomobil üretilmeden önce, sanayi gelişimini mümkün kılan başlıca enerji kaynağı, kömürdü. Petrol ve gaz israfı, insanlığın mağdur olduğu, kesinlikle çözülemeyen, en büyük trajedilerden biriyle yakından alakalıdır: iklim değişikliği. Devrimimiz zafer kazandığında, Cezayir, Libya ve Mısır henüz petrol üre‑ ticisi değillerdi ve Suudi Arabistan, Irak, İran ve Birleşik Arap Emirliklerin‑ deki rezervlerin büyük bir kısmı hâlâ keşfedilmeyi bekliyordu. Libya; 1951 yılının Aralık ayında, İkinci Dünya Savaşından sonra bağım‑ sızlığını kazanan ilk Afrika ülkesidir, toprakları Komutan Erwin Rommel ve Bernard L. Montgomery’nin tüm dünyaca tanınmasını sağlayan, Alman ve İngiliz birlikleri arasındaki önemli savaşlara sahne olmuştur. Libya topraklarının %95’i, tamamen çöldür. Teknoloji, bugün günde bir milyar 800 milyon varil ve yüklü miktarda doğal gaz kaynaklarına ulaşan üstün kalitede önemli hafif petrol kaynaklarının keşfedilmesini mümkün kılmıştır. Bu zenginlik, Libyalıların yaklaşık 75 yaşa kadar uzanan yaşam beklentisine ve Afrika’nın kişi başına düşen en yüksek gelirine erişmelerini sağlamıştır. Çölleri, Küba’nın yüzölçümünün üç katı büyüklüğünde, devasa bir fosil su gölü üzerinde bulunmaktadır, bu da tüm ülkeye yayılan geniş tatlı su şebekesinin kurulmasını sağlamıştır. Libya, bağımsızlığını ilan ettiğinde bir milyon nüfusa sahipti, bugün ise 6 milyonun üzerinde nüfusu vardır. Libya Devrimi, Eylül 1969’da gerçekleşmiştir. Baş‑ lıca önderi, genç yaşlarından itibaren Mısırlı lider Cemal Abdül Nâsır’ın fikirlerinden ilham alan, bedevi kökenli asker Muammer Kaddafi’dir. Şüphesiz, Kaddafi’nin karar‑ larının birçoğu, tıpkı Mısır’da olduğu gibi, Libya’da da, yol‑ suzluklara bulaşmış ve güçsüz monarşi yıkıldığında meydana gelen değişimlerle birebir alakalıdır. 86

urun_30_cs5.indd 86

04.04.2011 18:53:44


Bu ülkenin vatandaşlarının binlerce yıla uzanan savaş gelenekleri vardır. Anibal’in Alpleri geçen ve Eski Roma’yı az kalsın yenecek olan ordusunda Libyalıların da yer aldığı söylenir. Kaddafi’yle hemfikir olabilir veya olmayabilirsiniz. Bütün dünya, kitlesel yayın organları kullanılarak, gelen her türlü haberin işgali altındadır. Bu ha‑ berlerden hangilerinin yalan, hangilerinin gerçek olduğunu, ya da bunların, bir kaos ortamında Libya’da meydana gelen türlü olayların bir karışımı olup olmadığını kesin olarak öğrenmek için yeterli bir süre beklemek gerekecektir. Benim için kesinlikle aşikâr olan, Libya’da barışın kesinlikle Amerika Birleşik Devletleri Hükümetinin umurunda olmadığıdır ve belki de birkaç saat veya gün içerisinde, bu zengin ülkenin işgal edilmesi emrini NATO’ya vermekte tereddüt etmeyeceğidir. Hain emeller besleyenler, Kaddafi’nin Venezüella’ya gittiği haberini uy‑ durdular. 20 Şubat Pazar günü akşam saatlerinde bunu ortaya atanlara, Ve‑ nezüella Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro, bugün haysiyetli bir cevap verdi ve “Libya halkının, egemenliğinin gereklerini yerine getirerek, içinde bulun‑ duğu zorluklara barışçıl bir çözüm bulmasını, emperyalizmin müdahalesi olmaksızın Libya halkının ve ulusunun bütünlüğünü korumasını temenni ediyoruz...” dedi. Ben, Libyalı önderin ülkesini terkedeceğine; üzerine atılan eylemlerin, bunlar kısmen ya da tamamen yanlış olsun ya da olmasın, sorumluluğunu üstlenmekten kaçınacağına kesinlikle ihtimal vermiyorum. Dürüst bir insan; dünyanın herhangi bir halkına karşı işlenen her türlü haksızlığa daima karşı çıkacaktır ve en kötüsü de, şu anda, NATO’nun Libya halkına vermek üzere hazırlandığı ceza karşısında sessiz kalmak olacaktır. Bu savaşçı teşkilatın başkanlığı, bunu gerçekleştirmek için acele etmekte‑ dir. Bunu herkese duyurmak lazımdır! 21 Şubat 2011

II

Utanç verici ölüm dansı Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’daki müttefiklerinin Ortadoğu’da uyguladığı yağma politikası, krize girdi. Bu da; önüne geçilemez bir şekilde artan tahıl fiyatlarıyla patlak verdi. Bunun etkileri, muazzam petrol kaynak‑ larına rağmen su kıtlığı, kurak bölgelerin ve halkın geneline yayılan yoksul‑ luğun, imtiyazlı kesimlerin sahibi oldukları petrolden hasıl olan muazzam 87

urun_30_cs5.indd 87

04.04.2011 18:53:44


kaynakla çelişki yarattığı Arap ülkelerinde daha şiddetli hissedilmektedir. Gıda fiyatları üçe katlanırken, aristokrat azınlık servetini ve gayrimenkul varlığını milyar dolarlara çıkartmaktadır. Esas olarak İslam kültürü ve inancına sahip olan Arap halkları; tarih sah‑ nesine çıktıkları günden beri, kendilerini yönetecek güçlerin temel yüküm‑ lülüğü olarak gördükleri sorumlulukları yerine getirme yeteneğinden yoksun devletlerin, İkinci Dünya Savaşına kadar süren ve sonrasında muzaffer güç‑ lerin Birleşmiş Milletler’i kurduğu ve dünya ticaret ve ekonomisini dayattığı sömürgeci düzenden beri, bir de, kan ve ateşle kendilerini aşağıladığını gör‑ düler. Mübarek’in Camp David’deki ihaneti yüzünden, BM’nin Kasım 1947’de kabul ettiği antlaşmalara rağmen, Filistin Arap Devleti kurulamadı; İsrail ise, Amerika Birleşik Devletleri ve NATO’nun kuvvetli bir nükleer güç müttefi‑ ğine dönüştü. Amerika Birleşik Devletlerinin Ordu‑Sanayi Düzeni, aşağıladığı ve boyun eğdirdiği Arap devletlerine ve İsrail’e her yıl on milyarlarca dolar vermiştir. Cin, şişeden çıktı ve NATO, bunu nasıl kontrol altına alacağını bilmiyor. Libya’daki üzücü olaylardan kendilerine maksimum çıkar sağlamaya çalı‑ şacaklardır. Kimse, şu an orada neler olup bittiğini tam olarak bilemez. Akla mantığa en sığmayanları da dahil olmak üzere, şu âna kadar duyduğumuz bütün rakam ve haberleri, kaos ve dezenformasyon tohumları saçan kitlesel basın yayın organları aracılığıyla bize ileten kaynak, İmparatorluktur. Libya’da bir iç savaşın olduğu açıktır. Peki, bu savaş neden ve nasıl patlak verdi? Kimler bedel ödeyecekler? Reuters Haber Ajansı, tanınmış bir Japon bankası olan Nomura’nın yorumunu yansıtarak, petrol fiyatları her türlü sı‑ nırın üzerine çıkabilir dedi: “Libya ve Cezayir petrol üretimini durdurursa petrol fiyatları varil başına 220 do‑ ları aşabilir ve OPEC’in atıl kapasitesi günlük 2,1 milyon varil seviyesine düşer. Körfez Savaşı sırasında ve petrol fi‑ yatlarının 147 dolara ulaştı‑ ğı 2008 yılında aşağı yukarı bu seviyelerdeydik.” denildi yapılan değerlendirmede. 88

urun_30_cs5.indd 88

04.04.2011 18:53:45


Bugün, kim bu fiyatı ödeyebilir? Böyle bir gıda krizinin tam ortasında, sonuçlar ne olacaktır? NATO’nun başlıca liderleri heyecan içerisindeler. ANSA Haber Ajansı, İn‑ giltere Başbakanı David Cameron’un “... Kuveyt’te yaptığı bir konuşmada, Ba‑ tılı ülkelerin, Arap dünyasının demokratik olmayan hükümetlerini destekle‑ mekle hata yaptığını kabul ettiğini” bildiriyor. İçtenliğinden ötürü kendisini tebrik etmek gerekir. Fransız meslektaşı Nicolás Sarkozy ise şöyle diyor: “Sivil Libya halkının kanla ve zalimce bastırılması kabul edilemez”. İtalyan Dışişleri Bakanı Franco Frattini de, Trablus’da bin kişinin öldüğü tahminlerinin “güvenilir” olduğunu söyledi ve “bu trajik rakam, kan gölü de‑ mektir” açıklamasında bulundu. Hillary Clinton, “ülkedeki kan gölünün kabul edilemez olduğunu ve bit‑ mesi gerektiğini” bildirdi. Ban Ki‑moon da şöyle diyor: “Ülkede şiddet kullanımı kesinlikle kabul edilemez”. “... Güvenlik Konseyi, Uluslararası Topluluğun kararına uygun davrana‑ caktır”. “Bir dizi seçeneği değerlendiriyoruz”. Ban Ki‑moon’un asıl beklediği, Obama’nın son sözü söylemesidir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı, bu Çarşamba günü akşamüstü sa‑ atlerinde konuştu ve Dışişleri Bakanının, NATO üyesi müttefikleriyle alına‑ cak önlemleri kararlaştırmak üzere Avrupa’ya gideceğini belirtti. Demokrat Parti’nin taleplerini karşılamak üzere, aşırı sağcı Cumhuriyetçi John McCain, İsrail yanlısı Connecticut Senatörü Joseph Lieberman ve Çay Partisi liderle‑ riyle başa çıkma imkânının doğmasının verdiği rahatlık yüzünden okunu‑ yordu. İmparatorluğun kitlesel basın yayın kuruluşları, harekete geçmek için ge‑ rekli zemini hazırladı. Libya’ya askerî bir müdahale hiç de garip kaçmaya‑ caktır; ayrıca, müdahale sonucunda, Avrupa’ya günlük yaklaşık iki milyon varil hafif petrol de temin edilecektir, tabii eğer daha öncesinde Kaddafi’nin başkanlığına ya da hayatına son veren olaylar meydana gelmezse. Her halükârda, Obama’nın rolü oldukça karmaşık. Bu ülkede böyle bir macerayla kan dökülürse, Müslüman ve Arap dünyası nasıl tepki gösterecek‑ tir? NATO’nun Libya’ya müdahalesi Mısır’da başlayan devrim dalgasını dur‑ durabilecek midir? 89

urun_30_cs5.indd 89

04.04.2011 18:53:45


Irak sahte gerekçelerle işgal edildiğinde, bir milyonu aşkın masum Arap vatandaşın kanı döküldü. “Görev yerine getirildi!” diye haykırıyordu George W. Bush. Dünyada hiç kimse, ister Libya’da, ister dünyanın herhangi başka bir ye‑ rinde, savunmasız sivillerin ölümüne razı gelemez. Merak ediyorum: Acaba Amerika Birleşik Devletleri ve NATO, Afganistan ve Pakistan’da her gün pi‑ lotsuz Amerikan uçakları ve NATO askerlerinin öldürdüğü savunmasız sivil‑ lere aynı ilkeyi uygulayacak mı? Utanç verici bir ölüm dansıyla karşı karşıyayız. 23 Şubat 2011

III

NATO’nun kaçınılmaz savaşı Mısır ve Tunus’un aksine Libya, Afrika’nın İnsani Gelişim Göstergesi’nde ilk sırada yer almaktadır ve kıtadaki yaşam süresi en yüksek ülkedir. Devlet tarafından eğitime ve sağlığa özel bir önem verilir. Şüphesiz nüfusun kültü‑ rel seviyesi bakımından da, Libya en öndedir. Halk açlıktan ve yoksulluktan muzdarip değildir. Sorunları diğer ülkelerden daha farklıdır. Bu ülke, hırs‑ lı üretim ve toplumsal kalkınma planlarını gerçekleştirmek için çok sayıda yabancı iş gücüne ihtiyaç duydu. Bu nedenle, Mısır’dan, Tunus’tan, Çin’den ve diğer başka ülkelerden yüzlerce, binlerce işçi aldı. Biriktirdiği inanılmaz serveti, şu an insan hakları adı altında kendisini işgal etmek etmek isteyen zengin devletlerin bankalarına yatırdı. Medyanın yalan haberleri dünya kamuoyunda kafa karışıklığına yol açtı. Libya’da gerçekten ne olduğunu anlamak, yayılan haberlerden hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu ayırt edebilmek için biraz zaman geçmesi gerekecek. Telesur gibi, ciddi ve itibarlı haber ajansları muhabirlerini ve kameraman‑ larını iki gruba da gönderme ve böylece neler olup bittiğini anlama sorumlu‑ luğunu üstlendiler. İletişim engelleniyordu; dürüst diplomatlar, gece gündüz demeden, doğru haber verebilmek için mahalle aralarına gidip oralarda ne olup bittiğini göz‑ lerken hayatlarını tehlikeye atıyorlardı. İmparatorluk ve temel müttefikleri, olayları haberleştirmek üzere en gelişmiş medya kurumlarını kullandılar, bu haberler içinden gerçeğin parçacıklarını ayıklamak gerekiyordu. Şüphesiz ki, Bingazi’deki protestolardaki genç insanların, erkeklerin, pe‑ çeli ve peçesiz kadınların yüzleri hakiki bir öfkeyi yansıtıyordu. 90

urun_30_cs5.indd 90

04.04.2011 18:53:45


Nüfusun %95’inin samimiyetle paylaştığı İslam inancına rağmen, bu Arap ülkesinde aşiret öğesinin hâlâ etkili olduğunu görmek mümkündür. Emperyalizm ve NATO, ge‑ lişmiş ve zengin ülkelerin tüke‑ tim ekonomisini ayakta tutan petrolün büyük kısmını üreten Arap dünyasındaki devrimci dalgadan ciddi bir şekilde endi‑ şe duydular. Askerî bir müda‑ haleye ortam hazırlamak için Libya’daki iç çatışmayı kullan‑ maktan kaçınamazlardı. Baştan itibaren ABD yönetiminin yap‑ tığı açıklamalar bu açıdan çok netti. Durum bundan daha uygun olamazdı. Kasım seçimlerinde, Cumhuriyet‑ çi sağ kanat, bir hitabet ustası olan Obama’ya ağır bir darbe indirmişti. Şu anda Çay Partisi’nin aşırı unsurları tarafından ideolojik olarak desteklenen faşist “görev tanmamlandı” grubu, Başkan Obama’yı basit bir süs durumuna düşürmüştü. Her türlü ölçüyü aşan bütçe açığı ile kamu borçlarının bir tür‑ lü durdurulamayan artışı yüzünden, Obama’nın sağlık programı ve kuşkulu ekonomik canlanması bile tehlikeye düşmüştü. Yalanlar seline ve yaratılan kafa karışıklığına rağmen, ABD, Çin’i ve Rusya’yı, Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya askerî müdahalesini onaylamaya ikna edemedi. Ne var ki, ABD, İnsan Hakları Konseyi’nde, o sıradaki hedefi‑ ne ulaştı. Askerî müdahale konusunda Dışişleri Bakanı’nın sözleri en küçük kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktı: “Hiçbir seçeneği dışlamıyoruz”. Libya’nın, öngördüğümüz gibi, bir iç savaşa sürüklendiği ve Birleşmiş Milletler’in bu savaşı durdurmak için hiçbir şey yapamadığı, aksine, Genel Sekreterin yangına körükle gittiği açıktır. Aktörlerin belki de tahmin edemediği tek şey, bizzat isyancı güçlerin li‑ derlerinin yabancı askeri bir müdahaleyi kabul etmeyeceklerini ilan ederek sorunu daha da karmaşık hâle getirmeleriydi. Pek çok ajansın haberine göre, Devrim Komitesinin sözcüsü Abdülhafiz Ghoga 28 Şubat Pazartesi günü yaptığı açıklamada, Libya’nın geri kalanının da Libyalılar tarafından kurtarılması gerektiğini, Trablus’u kurtarmak üzere 91

urun_30_cs5.indd 91

04.04.2011 18:53:45


de bir ordu topladıklarını söyledi. Ulusal egemenliğin kendileri için önemini vurguladı. Aynı gün, Bingazi Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü Abeir Imnei‑ na, Libyalıların ulusal duygularının çok güçlü olduğunu dile getirdi: “Irak işgali örneği, tüm Arap dünyasında büyük bir korkuya yol açmıştır. 2003’teki Amerikan işgali ülkeye demokrasi getireceğini vaat etmişti. Ama Irak’ta olanları biliyoruz. Biz de aynı yoldan geçmek istemiyoruz. Amerikalı‑ ların gelmesini istemiyoruz. Ağlayarak Kaddafi’ye sığınmak zorunda kalmak istemiyoruz çünkü. Bu bizim devrimimiz ve onu gerçekleştirmekle yükümlü olan biziz.” Bu açıklamalar yayınlandıktan birkaç saat sonra, ABD’nin iki büyük ba‑ sın kurumu The New York Times ve The Washington Post, konuyla ilgili yeni yorumlarını ve haberlerini yayınladılar. Ertesi gün, 1 Mart’ta, DPA ajansı şu haberi verdi: “ABD basını, Libyalı is‑ yancıların, Batı’dan, Başkan Muammer el Kaddafi yanlısı kuvvetlerin stra‑ tejik mevzilerini havadan bombalamasını isteyebileceğini yazıyor. The New York Times, isyancı liderlerin, Kaddafi’nin yeniden iktidarı alması ihtimalin‑ den gitgide daha çok endişe ettiklerini belirtti. The Washington Post, isyan‑ cıların, Batı’nın desteği olmazsa, Kaddafi’ye bağlı güçlerle savaşın çok uzun süreceğini ve pek çok insanın hayatına mal olacağını söylediklerini yazdı. The New York Times’a göre, isyancıların sözcüsü, hava harekâtı Birleşmiş Milletler çerçevesinde yürütülürse, uluslararası müdahale anlamına gelmez demiştir.” Haberlere göre, isyancıların konseyinde, avukatlar, akademisyenler, yar‑ gıçlar ve toplumun ileri gelenleri bulunuyor. Gösterilere katılanlar arasında tek bir işçinin, köylünün, kol emekçisinin, maddi üretimle ilgili insanların veya öğrencinin, savaşçının bulunduğuna değinilmemesi düşündürücüdür. İsyancıları, Libya toplumunun, ABD ve NATO bombalarıyla Libyalıları öl‑ dürtmek isteyen ileri gelenleri olarak takdim etmek için bu gayretkeşlik ne‑ den? Irak’ta milyonlarca insanın öldürüldüğü, evsiz, işsiz bırakıldığı veya göç etmek zorunda kaldığı feci olayları bu kadar etkili bir şekilde dile getiren, Bingazi Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü gibi bir insan, bir gün bize gerçeği anlatacaktır. Böyle bir müdahale bildiğimiz birçok emperyalist savaştan hangisine ben‑ zeyecektir? 1936’daki İspanya savaşına mı? Mussolini’nin 1935’te Etiyopya’ya açtığı savaşa mı? George W. Bush’un 2003’te Irak’a karşı giriştiği savaşa mı? 92

urun_30_cs5.indd 92

04.04.2011 18:53:45


Veya Meksika’nın 1846’da işgal edilmesinden 1982’de Falkland Adaları’nın istila edilmesine kadar, ABD’nin Amerika kıtaları halklarına karşı yürüttüğü bir sürü savaşa mı? Tabii, önümüzdeki 16 Nisan’da bir kez daha anacağımız, kiralık askerlerin Domuzlar Körfezi çıkarmasını, kirli savaşı ve anavatanımı‑ zın 50 yıl boyunca abluka altında tutulmasını da unutmamak gerek. Bütün bu savaşlarda, milyonlarca cana mal olan Vietnam savaşında oldu‑ ğu gibi, en utanç verici gerekçeler ve önlemler kullanıldı. Libya’ya kaçınılmaz askerî müdahale konusunda herhangi bir şüphe du‑ yanlar için, iyi haber aldığını düşündüğüm AP haber ajansının bugünkü manşetini aktarıyorum: “Diplomatlar, NATO ülkelerinin; uluslararası toplu‑ luğun Libya hava sahası üzerinde bir hava ambargosu uygulanması kararına varması durumunda, 1990’larda Balkanlar üzerinde oluşturulan uçuşa yasak bölgelerin model alınacağı bir acil eylem planı hazırlanması gerektiği konu‑ sunda uzlaştıklarını söylediler.” Haber şöyle devam ediyor: “Konunun hassasiyeti nedeniyle adları‑ nı veremeyen yetkililer, ele alınan seçeneklerin başında, 1993’te Güvenlik Konseyi’nin onayıyla Bosna üzerinde kurulan uçuşa yasak bölge ile 1999’da Güvenlik Konseyi’nin ONAYI OLMADAN NATO’nun Kosova’yı bombala‑ masının bulunduğunu belirttiler.” 2 Mart 2011

IV

NATO’nun kaçınılmaz savaşı (ikinci bölüm) 1969 yılında, o sırada henüz 27 yaşında bir albay olan Kaddafi, Mısır’daki Nâsır’dan ilham alarak, Libya’da Kral I. İdris’i devirmişti. Kaddafi, akabinde tarım reformu ve petrolün millileştirilmesi gibi adımlar atmış, artan gelirler iktisadi ve toplumsal kalkınmaya vakfedilmiş, özellikle de eğitim ve sağlık hizmetleri çölde yaşayan seyrek nüfusa ulaştırılmıştı. Çölün gerisinde devasa bir paleosu denizi, yani fosil su denizi yatıyordu. Öte yandan, burada deneysel bir çiftliğin varlığını öğrendikten sonra, bu su‑ larla yapılan tarımın petrolden daha yararlı olabileceğini de düşünmüşüm‑ dür. Müslüman halklara özgü yoğun dini faaliyetler de ülkedeki aşiret gelenek‑ lerini dengeliyordu. Küba, Libyalı devrimcilerin kendilerine has girişimlerine ilke gereği saygı duydu. Libya liderliği hakkında fikir belirtmekten kaçındık. 93

urun_30_cs5.indd 93

04.04.2011 18:53:45


Zaten ABD ve NATO’nun asıl derdinin Libya değil, Arap dünyasını saran devrimci dalga olduğunu görüyoruz. Bunu her ne pahasına olursa olsun en‑ gellemek istiyorlar. ABD ve NATO’cu müttefikleri ile Libya arasındaki ilişkilerin son yıllar‑ da mükemmel olduğunu kimse yadsıyamaz. Tunus ve Mısır’daki isyanlara

kadar durum böyleydi. Libya ile NATO liderleri arasındaki üst düzey toplan‑ tılarda, kimsenin Kaddafi’ye itirazı yoktu. Ülke üst kalite petrol, gaz ve po‑ tasyum kaynağıydı. Kaddafi iktidarının ilk dönemlerinde yaşanan sorunlar geride kalmıştı. Petrol üretimi ve dağıtımı dış yatırıma açılmıştı. Birçok kamu kurumu özelleştirilmişti. IMF bu oyuna mutlu mesut yönetmenlik yapmıştı. Sağcı Aznar Kaddafi’ye övgüler düzüyor, Blair, Berlusconi, Sarkozy, Zapa‑ tero ve hatta dostum İspanya Kralı, Libya liderinin müstehzi bakışları altında geçit töreni düzenliyorlardı. Herkes müsterihti. Beni fazla alaycı bulabilirsiniz ama aslında alaycı değilim, yalnızca niye şimdi Libya’ya müdahale etmek ve Kaddafi’yi Lahey Adalet Divanı’na sevket‑ mek istediklerini anlamakta güçlük çekiyorum. Gün boyu Kaddafi’yi silahsız kitlelere ateş açma emri vermekle suçluyor‑ lar. Niye bu silahların, özellikle de karmaşık baskı silahlarının ABD, İngiltere ve diğer sözde Kaddafi düşmanları tarafından temin edildiğini kabul etmi‑ yorlar? Ben, yalnızca, şu anda Libya’yı işgal etmek için kullandıkları sahte gerek‑ çelere katlanamıyorum. 94

urun_30_cs5.indd 94

04.04.2011 18:53:45


Kaddafi’yi son ziyaret ettiğimde 2001 Mayıs’ıydı, görece mütevazı meskenine Reagan’ın düzenlediği saldırıdan 15 yıl sonra. Bana yıkın‑ tıyı göstermişti. Ev doğrudan bom‑ baya hedef olmuştu. Üç yaşındaki kızı saldırıda ölmüştü. Kaddafi onu Ronald Reagan’ın öldürdüğünü söylüyordu. Bu saldırı ne NATO, ne İnsan Hakları Konseyi, ne de Gü‑ venlik Konseyi’nin herhangi bir kararına dayanıyordu. Daha önceki ziyaretim ise 1977’de idi. Libya’da devrimci süreç başladıktan sekiz yıl sonra. Trablus’u ziyaret etmiştim. Sebha’da Libya Halk Kongresi’ne katılmıştım. Fosil suları denizinden elde edilen sularla yapılan deneysel çift‑ likleri incelemiştim. Bingazi’yi ziyaret etmiş ve çok sıcak karşılanmıştım. Son dünya savaşında büyük muharebelere sahne olan ülke buydu. O vakitler nüfusu altı milyonu bulmuyordu. Daha inanılmaz miktarda hafif petrol ve fosil su kaynaklarından da haberleri yoktu. O sıralar Portekiz’in Afrika’daki sömürgeleri daha yeni kurtuluyordu. Angola’da 15 yıl boyunca ABD’nin aşiretler arasından örgütlediği paralı askerler, Mobutu hükümeti ve iyi donanımlı ırkçı Güney Afrika’nın Apartheid rejimi ordusuna karşı savaşmıştık. Bu ordu, bugün bildiğimiz üzere ABD di‑ rektifleriyle Angola’yı 1975’te işgal ederek bağımsızlığını engellemeye çalıştı. O yıl başkent Luanda’nın eteklerine kadar varmışlardı. Bu süreçte bir dizi Kübalı uzmanı kaybettik. Acilen kaynak yolladık. Sonraki 13 yıl boyunca Güney Afrikalı ırkçılar, Angolalılara ve enternas‑ yonalist Kübalı birliklere karşı savaşmaya devam ettiler. ABD ve İsrail’in desteğiyle, Apartheid rejimi nükleer silahlar geliştir‑ di. Angolalılar ve Kübalılar ırkçı ordunun hava ve kara birliklerini Cuito Cuanavale’de geri püskürtüp, konvansiyonel silahlarla Namibya sınırına doğru sıkıştırdıklarında, onların ellerinde nükleer silah vardı bile. İki defa birliklerimiz bu tür silahlarla saldırıya uğrama tehdidiyle karşılaştılar: Kasım 1962’de Küba’da ve 1980’lerde güney Angola’da. Ama Güney Afrika ırkçı re‑ jimi nükleer silah kullanmış olsaydı dahi, o korkunç sistemin devamını sağ‑ layamayacaklardı. O sırada ABD’de Ronald Reagan ve Güney Afrika’da da Pieter Botha iktidarı vardı. 95

urun_30_cs5.indd 95

04.04.2011 18:53:46


Şimdi kimse bunlardan, emperyalist sömürü nedeniyle kıyılan yüz binler‑ ce candan bahsetmiyor. Bugün Arap halkları başkaldırdıkları için benzer bir büyük riskle karşı karşıya. ABD ve NATO’nun korkulu rüyası olan Arap dünyasındaki devrim hare‑ keti, mahrum olanların devrimi olacak. Avrupa’da 1789’da Bastil’in ele geçi‑ rilmesinden sonra en büyük olduğu söylenen bir dalga. Ondördüncü Lui bile Suudi Kralı Abdullah’ın ayrıcalıklarına veya bugün Yankiler aracılığıyla çıkartılan devasa zenginliğe sahip değildi. Libya krizinden bu yana, Suudi Arabistan’dan çıkarılan petrol günde bir milyon varile yaklaştı. Bu sayede bu ülkenin ve onu kontrole edenlerin gelir‑ leri günde bir milyar dolara yaklaşıyor. Elbette kimse Suudi halkının para içinde yüzdüğünü zannetmesin. Ora‑ da başta inşaat olmak üzere çeşitli sektörlerdeki işçilerin çalışma koşullarını, düşük maaşlar karşılığı günde 13‑14 saat çalışmaya zorlandıklarını okumak insanın yüreğini burkuyor. Mısır ve Tunus’ta işçilerin çıkışının, Ürdün’de işsiz gençliğin, Filistin’de, Yemen’de ve hatta daha yüksek gelirli Bahreyn’de ve BAE’de yaşananların ardından, Suudi üst tabakası da etkilendi. Bu dönem, başka zamanlara benzemiyor: Arap halkları olup biteni anında öğreniyorlar, haberler son derece manipüle edilmiş olsa dahi. İmtiyazlı sınıflar için en kötüsü de, bu gelişmelerin gıda fiyatlarındaki ar‑ tış ve iklim değişikliğiyle birlikte yaşanmış olması. Dünyadaki başlıca mısır üreticisi ABD, bu ürünün yüzde kırkını ve ayrıca soya hasılatının önemli kıs‑ mını, otomobiller için biyoyakıt üretmek üzere kullanıyor. Bolivarcı Başkan Hugo Chávez, Libya’ya NATO müdahalesi olmadan kri‑ ze bir çözüm bulunması için cesur bir girişimde bulundu. Eğer müdahaleden önce, geniş bir görüş birliği sağlayabilirse bir şansı var. Böylece Irak deneyi‑ minin yeniden yaşanmasının önüne geçebiliriz. 4 Mart 2011

96

urun_30_cs5.indd 96

04.04.2011 18:53:46


Kıbrıslı Türkler Kardeşimizdir, Eşitimizdir, Dostumuzdur

Gün geçtikçe AKP’nin ve kurdukları hükümetin en çirkin yüzü daha da belirgin hâle gelir oldu. Sözde liberallerin ve halktan kopuk, işçi sınıfına inancını yitirmiş Nabi Yağcı benzeri döneklerin AKP’yi parlatmak için gös‑ terdikleri bütün gayretlere rağmen, Recep Tayyip Erdoğan bizlere çok tanıdık gelen ezberini saymaya devam ediyor. Biliniyor ki, AKP’nin bugünkü ana kadrosunun ezici çoğunluğu, daha düne kadar açıkça Amerikan çıkarlarını, kapitalizmi ve emperyalizmi savu‑ nan gericilerden oluşuyor. Dün, bu ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden ilerici, devrimci, sosyalist Türkiye gençliğine karşı savaşan, Kanlı Pazar’lar tertipleyerek Amerikan askerlerini koruyan bu kadrolar, günümüzde ülkemi‑ zi yönetiyorlar. Bu anlayışa sahip bütün kadrolar gibi, bunların da doğal refleksleri mater‑ yalizme sövgüden, sosyalizme küfürden, kültürü, sanatı, eşitlikçi anlayışları reddetmekten ibarettir. Eğer kendilerini kontrol etmez ve yapılanlar kendile‑ rince tahammül sınırlarını aşarsa, bir anda bütün sevecenliklerinin yok oldu‑ ğunu ve otomatik olarak ağızlarından onlarca küfürün boşaldığını görmek olasıdır. Bunlarda, bir sosyal devlet mantığı içerisinde yurttaşların eğitiminin, sağlığının, ulaşımının, barınma ihtiyaçlarının karşılanmasını bir hak olarak görme anlayışı yoktur. Her şeyi, gücü her şeye yeten muktedirlerin lütfu gibi görmektedirler. Sadaka kültürünü sahiplenen bir yaklaşımları olduğu için de, devletin ke‑ sesinden, yani kamunun ortak bütçesinden verilen her şeyi kendi kişisel mülk‑ leri gibi görme alışkanlıkları da devam etmektedir. Tüm kamusal kaynak‑ 97

urun_30_cs5.indd 97

04.04.2011 18:53:46


larımızı ulufe dağıtma mantığıyla paylaştırıyorlar. Kendilerinden olmayana pay vermiyor; biat etmeyeni açlıkla terbiye ediyorlar. Bütün bu yönleriyle de geçmişteki en pespaye sağ iktidarların kopyası olmaktan öteye gidemiyorlar. Hatırlarsanız, Demirel de yıllar önce İlksan olayında açığa çıkan skandal için “verdimse ben verdim, ne olmuş” demişti. Bu iktidarın başı da, TOKİ aracılığıyla kamu tarafından yaptırılan Galatasaray stadyumunun açılışında onurlu, namuslu futbol seyircileri tarafından yuhalanınca “nankörler” diye tüm seyircilere hakaret etmişti. Mantık aynı: Parayı biz verdik; siz bir kapıku‑ lu gibi bize biat etmelisiniz. Kapımızdaki dilenciden nasıl onurlu bir davranış beklemiyor isek, sizden de öyle tepkiler gelmemeli demişlerdi. Dünkü “nankörler” sözü henüz unutulmadan, bugün de Kıbrıslı Türk hal‑ kına “beslemeler” diye yeni bir hakarette bulunuldu. Kıbrıslı sosyalistler, sendikacılar, bütün emek örgütleri uzun yıllardır iki halkın birliği için, iki halkın eşit ilişkiler temelinde bir araya gelebilmesi için mücadele yürütüyorlar. Kıbrıslı Türkler de kendi güçleriyle ayakta kalmak is‑ tiyorlar elbette. Ancak, adadaki askeri güçlerden ve Kıbrıs Türk yönetiminin Türkiye ile ilişkisinden dolayı ülke tecrit altında. Bu nedenle adanın en temel ihtiyaçları bile ancak Türkiye’nin yaptığı “kamu” yardımları ile karşılanabi‑ liyor. İşte Erdoğan bu durumdaki Kıbrıs halkına “beslemeler” diye hakaret etti. Bu yardımların zor durumdaki bir halk için daha iyi durumdaki emekçi kardeşlerinin “gizlice, kimseyi utandırmadan ve hiç kimsenin onururu zede‑ lemeden” verdiği bir dayanışma olarak görmek yerine, dilenciye verilmişçesi‑ ne kafalarına kakılacak bir sadaka gibi göstermek bize yakışmaz. Biz Türkiyeli emekçiler bu tutumu hak etmiyoruz. Zor durumdaki tüm halklar kardeşimizdir, dostumuzdur, eşitimizdir. Ekmeğimizi paylaşırız. Sof‑ ramıza gerekirse fazladan bir tabak daha koyarız. Kimse bizim adımıza onur‑ lu insanlara hakaret edemez. Kabul etmiyoruz. Kıbrıs Türk halkı, Türkiyeli bütün emekçilerle birlikte bu ülkede, Kıbrıs’ta, halkların eşitliğine dayalı, halkların dillerini, inançlarını, kültürlerini özgür‑ ce geliştirmelerini sağlayacak, her halkın kendi istediği gibi yaşama hakkına saygı gösterilecek bir düzen kuracağız. Bunun için de işe bu gerici, ilkel, ka‑ pitalizme ve emperyalizme kulluk eden iktidarı ve eski, yeni yardakçılarını aramızdan def ederek başlayacağız. 7 Subat 2011

98

urun_30_cs5.indd 98

04.04.2011 18:53:46


Dev‑İş Genel Başkanı Mehmet Seyis’in Açıklaması ve Ortak Mektup 28 Ocak 2011’de Sendikal Platform öncülüğünde gerçekleşen ve 10 binlerce insanın katıldığı “Toplumsal Varoluş Mitingi” sonrası TC Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yapılan mitingde Sendikal Platform dışında açılan birkaç pankartı bahane ederek Kıbrıslı Türkleri aşağılayan açıklamalarına tepki için bugün (7 Şubat 2011) Sendikal Platformun belirlediği 10 kişilik heyet ile TC Elçiliğine gidildi. Burada amacımızın Sn. Erdoğan’a söylediklerinin doğru olmadığını ve kendisinin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e “Sokağın Sesini Dinle” çağrısı yaparken kendisinin Kıbrıs’ta Sokağın Sesini anlamadığını ve Kıbrıslı Türkleri aşağılama hakkı olmadığını vurgulayan bir mektubu Elçilik eli ile iletmekdi. Sendika Başkanlarından oluşan 10 kişilik heyet olarak kaldırımdan yü‑ rüyerek Elçilik önüne vardığımızda gördüğümüz tablo Askeri Cunta Yöneti‑ miyle yönetilen bir tablo görüntüsü idi. 10 kişilik heyet için yüzlerce polis ile tüm yollar kapatıldı. Elçilik içerisin‑ de ise TC askeri yığınağı bilgisi bize ulaştı. Daha da ilginç olan getirdiğimiz zarfı Elçinin kabul etmemesi oldu. Kapıya dahi verilmesine izin verilmedi ve Elçiden “Mektubu Posta ile göndersinler” haberi geldi. Bu meydanları doldu‑ ran 10 binlerce Kıbrıslıtürke bir saygısızlıktır. Belli ki Sn. Erdoğan ve memurları Kıbrıs’ta karmaşa yaratmaya yönelik oy‑ nuyorlar. Bir yandan Kıbrıslı Türkleri bölerek dayatmalarını hayata geçirmek isterlerken, aslında tam da Mübarekin yaptığı gibi kardeş düşmanlığı yaratıp çatıştırma poltikası güdüyor, bir yandan da kendi iç politikalarına oynayıp olumsuzlukları gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Daha 3‑4 gün önce Türkiye emekçilerini AKP’nin dayattığı Neo‑Liberal yasaları protesto ederken polise dövdürüp, biber gazı saldırısına uğratılmışlardı. İşte bu diktatör tavırlarını gözden kaçırmak için bildik taktiği uyguluyorlar. Kıbrıs’ta “Şehit, Bayrak ve Vatan” edebiyatı ile olumsuzluklarını gözden kaçırmaya çalışıyorlar. Ancak bilinmelidir ki Sendikal Platform gerekli her aşamada hem daya‑ tan AKP’ye, hem de emir alan UBP’ye karşı gereken tavrı ortaya koyacaktır. Kıbrıs’ın tüm toplumsal ve doğal mülkiyetinin AKP’ye yakın sermayedarlara haraç mezat satılmasına, çocuklarımızın göçünü hızlandıran ekonomik‑an‑ tidemokratik ve demografik yapımızı bilinçli bir şekilde dağıtan dayatmalara ne AKP başkanı Tayip bey ne de işbirlikçi UBP Hükümeti sessiz kalmamızı beklemesin. 99

urun_30_cs5.indd 99

04.04.2011 18:53:46


urun_30_cs5.indd 100

04.04.2011 18:53:47


GÜNDEMDEN

Ülke ve dünya gündeminde yer alan önemli konu‑ lara ilişkin olarak Ürün’ün çeşitli tarihlerde yaptığı değerlendirme ve açıklamaları sunuyoruz.

Newroz 2011 19 Mart 2011

Ülke çapında yapılacak kitlesel gösterilerle kutlanacak olan Kürt halkının ulusal günü Newroz (21 Mart), Diyarbakır ve İstanbul’da yarın (20 Mart Pazar) yapılacak. Diline, kültürü‑ ne, varlığına sahip çıkmak, ayrımcılıktan kurtulmak, eşitliğe ve özgürlüğe kavuşmak için uzun ve sabırlı bir mücadele yürüten Kürt halkı, bu yıl Newroz’u, onurlu bir barış, genel af, Kürtçe eğitim talebiyle karşılıyor. Gösterilere yüz binlerce kişinin ka‑ tılması bekleniyor. 101

urun_30_cs5.indd 101

04.04.2011 18:53:47


Kürt ulusal hareketi, 1980 sonrasın‑ da, kapitalizmin neoliberal karşıdev‑ rimci saldırısının bütün dünyayı kasıp kavurduğu dönemlerde atılım yapma gücünü göstermişti. Yeni devrim dalga‑ sının dünya çapında yükselmeye başla‑ dığı, Arap dünyasını sardığı ve emper‑ yalizmin devrimci yükselişi boğmak için bölgede yeni kanlı saldırılara giriş‑ tiği günümüz koşullarında, Kürt ulusal hareketinin Türkiye ve bölge işçi sınıfı hareketleriyle birleşerek yeni başarılara ulaşmasını diliyoruz. Kürt halkıyla birlikte “Newroz Piroz Be” diye haykırıyoruz. Kürt ulusal hareketi ile sosyalist hareketin birliği sağlan‑ madıkça, emperyalizmin yıllanmış işbirlikçileri, Türk ve Kürt egemenleri, Kürt halkının özgürlük taleplerini boğmak için elverişli bir ortam bulacaklardır. İçeride ve dışarıda kapitalist egemenlerle anlaşarak, sosyalizmden uzaklaşarak, kapitalist düzenin dengeleri içinde kalarak çözüme ulaşma fantezisi, ha‑ yal kırıklığından başka sonuç doğurmaz. İsrail’in Filistin’e ve Lübnan’a saldırılarını sistemli olarak destekleyen, Afganistan’a, Pakistan’a, Irak’a ve son olarak Libya’ya soykırımsal saldırı‑ larda bulunmaktan çekinmeyen sömürgeci ABD ve Avrupa Birliği’nin, 12 Eylül faşizminin yeni efendisi işbirlikçi AKP’nin ve Gülen hareketinin, Kürt halkına kölelikten başka bir gelecek öngördüğünü sanmak ağır bir hata olur.

Japonya’da felaket 16 Mart 2011

Japonya halkı, 11 Mart 2011 günü büyük bir felakete uğradı. Richter ölçeğiyle 8.9 büyüklüğündeki depremin ardından gelen tsunami, binlerce insanın ölümüne yol açtı. Doğal felaket, kapi‑ talizmin yarattığı toplumsal felaketle ikiye katlandı. 102

urun_30_cs5.indd 102

04.04.2011 18:53:47


Çevrecilerin bütün muhalefetine rağmen kurulan ve işletilen atom reaktörleri art arda patladı ve radyoaktif sızıntı daha şim‑ diden yüzbinlerce insanı etkilemeye başladı. Milyonlarca kişi‑ nin ağır hastalıklara tutulabileceği ve ölebileceği bildiriliyor. Nükleer santrallerde ölümü göze alan işçiler ve mühendisler, kahramanca bir mücadeleyle, sızıntıyı durdurmaya, felaketin daha da derinleşmesini engellemeye çalışıyor. Büyük şehirlerde milyonlarca insan, hâlâ susuz, elektriksiz ve yiyeceksiz. Doğa ve toplum açısından bakıldığında sadece felaket üre‑ ten ve atıklarının saklanması zorunluluğu yüzünden, yüzlerce yıl boyunca gelecek kuşakları bile rehine alan nükleer santral‑ ler, kapitalist enerji tekellerinin en kârlı oyuncakları arasında yer alıyor. İtalyan ANSA ajansının verdiği bilgiye göre, şu anda dünyada 442 aktif nükleer santral var. 65 nükleer santral ise inşaat hâlinde. Bütün bu santraller sadece 10 şirket tarafından inşa edilmiş. Nükleer santrallerin 104’ü ABD’de, 58’i Fransa’da, 54 ‘ü Japonya’da bulunuyor. Bilindiği gibi, AKP iktidarı, halkın bütün itirazlarına rağ‑ men, Akkuyu ve Sinop’ta iki atom santrali kurmayı kararlaş‑ tırmıştı. Santrallerin birini Rusya, birini Japonya inşa edecek. Japonya’daki felaket, tehlikenin boyutlarını pratikte bir kez daha gösterdiği hâlde, Başbakan Erdoğan, ka‑ rardan dönmeyecekle‑ rini söyledi. İnanılmaz bir mantıkla, tehlikeyi evlerdeki piknik tüple‑ rin tehlikesiyle eşdeğer tuttu. Kapitalist enerji tekellerinin ve işbirlik‑ çilerinin çıkarı uğru‑ na, bütün halkı ve doğayı felakete atmaktan çekinmeyen AKP iktidarına dur demek boyun borcumuzdur. Deprem, tsunami ve kapitalist tekellerin dayattığı nükleer santral felaketine uğrayan Japonya halkının acısını paylaşıyoruz. 103

urun_30_cs5.indd 103

04.04.2011 18:53:47


Yeni devrimler döneminde 8 Mart 8 Mart 2011

Türkiye, bölge ve dünyada emekçi kadınlar, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutluyor. Emekçi kadınlar, büyük insanlığın yarısını oluşturuyor; fabrikalarda, tarlalarda, bahçe‑ lerde, atölyelerde, bürolarda, okullarda, evlerde hayatı kuruyor; kapitalist sömürü ve ataerkil zulme karşı eylemlerde, grevlerde, direnişlerde, mitinglerde devrimleri büyütüyor; F tipi hapis‑ hanelerde, dağlarda, ovalarda eşitliğin, özgürlüğün ve onurun simgesi oluyor. Bu yılın ilk aylarında, emekçi kadınlar, dünya kapitalist sisteminin dayattığı işbirlikçi neoliberal diktatörlüklere karşı ayaklanan Arap halklarının en ön saflarında yer aldılar, dinsel baskıların ve ataerkil geleneklerin ağır zincirini kırarak eşitlik ve özgürlük için sokaklara ve alanlara çıktılar, Tunus ve Mısır halk devrimlerinin bayraktarı oldular. AKP’nin dinsel gericiliği güçlendirme, erkek egemenliğini pekiştirme politikasına karşı koyan, kadın cinayetlerini protes‑ to eden, kapitalist sömürüye ve ataerkil köleliğe karşı örgütlenen kadınlar, yarını bugünden kuruyor. Emekçi kadınlar, tıpkı 20 yüzyıl devrimlerinde olduğu gibi, 21. yüzyılda da, kapitalizme ve emperyalizme karşı işçi sınıfının ve ezilen halkların gerçek‑ leştireceği devrimlerde güçlü özneler olacaklar 104

urun_30_cs5.indd 104

04.04.2011 18:53:48


Kapitalizmin iş katliamı 4 Şubat 2011

Dün Ankara’nın Ostim ve İvedik sanayi bölgesinde iki sana‑ yi işletmesinde meydana gelen oksijen tüpü patlamaları sonucu 18 işçi hayatını kaybetti. İş güvenliği ve iş sağlığı açısından hiç‑ bir denetimin söz konusu olmadığı bir ortamda düşük ücretle, sigortasız ve sendikasız çalıştırılan işçilerin toplu ölümüne yol açan bu felaket, kapitalizmin işçi kanıyla beslenen vahşi sömürü sistemi olduğunu ortaya koyan son örnek oldu. İş kazalarında işçi ölümleri açısından Avrupa’da birinci, dünyada ikinci sırada bulunan Türkiye kapitalizmi, son 30 kü‑ sur yılda işçi ve emekçi haklarına yönelik çok yönlü neoliberal saldırının bir parçası olarak dayattığı kuralsızlaştırma ve esnek çalışma modeliyle, patronların elini daha da rahatlatırken, işçi‑ lerin çalışma koşullarını kat kat kötüleştirdi. Devlet, merkezî ve yerel yönetim organları eliyle, işyerlerinin denetiminden fiilen vazgeçilmesi anlamına gelen yönetmelik ve tüzük değişiklikle‑ riyle sermaye sahiplerinin işçileri köle statüsünde çalıştırmasını kolaylaştırdı. Emeğe yönelik neoliberal saldırının suç ortakları olan sermaye sınıfı ve devlet yönetimi, 18 işçinin kâr hırsıyla ölüme terk edilmesinden eş derecede sorumludur. 105

urun_30_cs5.indd 105

04.04.2011 18:53:48


Dün Ostim ve İvedik’te kapitalizmin iş katliamı meyda‑ na gelirken; şehrin diğer tarafında, polis güçleri, Torba Yasa’yı protesto eden binlerce işçi ve emekçiyi zehirli gaz, tazyikli su ve coplarla dağıtmakla meşguldüler. Üstelik, Torba Yasa tasa‑ rısında, işçilerin, kamu emekçilerinin ve geleceğin işçileri olan meslek lisesi öğrencilerinin kazanılmış haklarını daha da buda‑ yan sayısız madde arasında, uzman iş müfettişlerini işyerlerinin denetiminden tamamen uzaklaştıran bir düzenleme de bulunu‑ yordu. Yani, AKP iktidarı, iş katliamlarını daha da kolaylaştıra‑ cak bir adım atarken; bu adımı protesto eden işçi ve emekçileri zorbalıkla susturmaya çalışıyordu. AKP iktidarı, bu davranışıy‑ la, emeğe düşman ve sermayeye dost özünün, kapitalizmin en vahşi düzenlemelerini pervasızca dayatacak boyutlarda olduğu‑ nu gösterdi. Emeği sömürüp ezen sermaye ve devlet ittifakına dayanan kapitalist sistem, işçi sınıfının öfkesini bilemeye devam ediyor. Ülkeyi sömürücüler açısından dikensiz gül bahçesine çevirmek isteyen iktidar sahipleri bilsinler ki, bu vahşi düzen böyle git‑ meyecek. İnanmıyorsanız, en yakın örnek olarak, Tunus’a ve Mısır’a bakın. Sömürücü zorbaların sözünün kanun olduğu dö‑ nem sona erdi. Neoliberal altın çağınız bitti tükendi. Söz, artık her yerde, işçilerin, köylülerin, emeğiyle çalışanların.

Hakkını arayan emekçilere saldırı 3 Şubat 2011

AKP iktidarının hazırladığı, işçilerin, kamu emekçilerinin ve meslek okulu öğrencilerinin kazanılmış haklarını budayan Torba Yasa tasarısını protesto etmek için, ülkenin her yerinden Ankara’ya gelen göstericilere polis, bugün, zehirli gaz, tazyik‑ li su ve coplarla müdahale etti ve mitingi dağıttı. Böylece AKP iktidarı; KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin çağrısıyla toplanan binlerce işçi ve emekçinin bütünüyle yasal ve anayasal hakkı olan barışçı yürüyüş ve mitingini şiddete başvurarak kırdı. 106

urun_30_cs5.indd 106

04.04.2011 18:53:48


Oysa, daha iki gün önce, Başbakan Tayyip Erdoğan, Hüs‑ nü Mübarek yönetimine, Mısır halkının sesine kulak verme ve kendini ifade etme hakkını tanıma çağrısı yapmıştı. Bu çağrı, yatık medya tarafından Erdoğan’ın özgürlük ve demokrasiye bağlılığının en sağlam kanıtı olarak gösterilmiş ve göklere çıka‑ rılmıştı. Ankara’da Meclis’e doğru yürümek isteyen emekçiler, tıpkı Mısır işçileri ve köylüleri gibi, kendilerini ifade ediyorlardı. AKP iktidarı, kendi çağrısına bizzat kendisi uymadı. Demokra‑ si iddiası taşıyan her rejimde doğal hak sayılan bir hakkın kul‑ lanımını zorbaca engelledi. Kendi halkına karşı, tıpkı Hüsnü Mübarek rejiminin Mısır halkına davrandığı gibi davrandı. Ay‑ nası iştir kişinin, lafa bakılmaz. Erdoğan güzel sözlerinin hiçbir anlam taşımadığını bizzat kendi eylemiyle ortaya koyuyor. Ne var ki, Hüsnü Mübarek gibi davranmak, şu sıralarda çok açık biçimde görüldüğü gibi, iktidar sahipleri için pek akıl kârı sayılmaz. Mısır işçi ve köylülerinin lânetini üzerinde toplayan Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık diktatörlüğü, bütün dünyanın göz‑ leri önünde, sonuna yaklaşıyor. Herkesin kulağına küpe olsun: Halka karşı zorbalık, eninde sonunda cezasını bulur.

107

urun_30_cs5.indd 107

04.04.2011 18:53:48


Komedinin ardındaki gerçek 29 Ocak 2011

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, 188 cinayetten sorumlu tutulan Hizbullah ana davası sanıkları hakkında Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nce verilen cezaları 26 Ocak 2011 günü onadı ve 16 sanığa verilmiş olan müebbet hapis cezasını kesinleştirdi. Cezaları kesinleştirilen 16 sanığın 10’u ise, 4 Ocak 2011’de 10 yıllık tutukluluk süresi dolduğu için tahliye edilmişlerdi. Hizbullah’ın yönetim kademesinden 10 kişi firar etmiş bu‑ lunuyor. Kürt devrimcilerine, yurtseverlerine karşı yürütülen kontrgerilla harekâtının en kanlı cinayetlerinden bir kısmını işleyen Hizbullah yöneticilerinin serbest bırakılmasıyla sonuç‑ lanan gelişmeler, egemen işbirlikçi kapitalist düzenin mantığını ortaya seriyor. Egemen burjuvazinin her iki kanadının temsil‑ cileri, AKP iktidarı da, askerî‑bürokratik yapı da, aralarındaki çelişme ve kapışmaya rağmen, ortak bir kararla Hizbullah’a göz kırparak onu tekrar sahneye sürüyor. İşçi sınıfının bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesi ile Kürt halkının eşitlik ve 108

urun_30_cs5.indd 108

04.04.2011 18:53:48


özgürlük hareketini bastırmak için toplumu gitgide gericileştir‑ mekte ve dinsel faşizme yöneltmekte anlaşan egemenler soğuk‑ kanlı bir planlamayla bu adımı attılar. Kürt ulusal hareketinin, barışçı çözüm için demokra‑ tik özerklik talebini ortaya koyması üzerine, militarizmden başka bir çözümü öngörmeyen egemenler, Kürt bölgesinde askerî‑politik örgütlenmelerini yeniden düzenliyorlar. Valilik ve kaymakamlıklar, Silahlı Kuvvetler, emniyet omurgası çev‑ resinde, koruculuk sisteminin pekiştirilmesi, Fethullah Gülen cemaatinin çok yönlü olarak bölgeye nüfuz etmesi için olanak sağlanması, kontrolden çıkma eğilimi gösteren Hakkâri, Yükse‑ kova ve Cizre’nin idari ve askerî yapısının değiştirilmesi hazır‑ lıkları, Hizbullah hareketinin siyasal alana yeniden daha güçlü biçimde sürülmesiyle tamamlanıyor. AKP iktidarı, bu adımla, kısa ve uzun vadeli amaçlarını bir‑ leştiriyor. Önümüzdeki seçimde, ülke ve bölge halkını din te‑ melinde bir kültür savaşı çerçevesine hapsederek, sağcı, gerici, mukaddesatçı‑milliyetçi bütün güçleri kendi etrafında birleş‑ tirmek ve referandumda sağladığı başarıyı tekrarlamak istiyor. Böyle bir başarı temelinde, toplumu uzun vadede de kendi hege‑ monyası altında tutabilme hesabı yapıyor. Askerî‑bürokratik yapı ise, laik ve ulusal Kürt hareketini, İslam kartına daha çok başvurarak güçsüzleştirmek, Kürt hal‑ kının özlemlerine karşı elindeki alet edevat çantasını çeşitlen‑ dirmek istediği gibi; Kürt siyasal hareketinin gelişimine tekrar müdahale ederek onu doğal gelişim mecrasından bir kez daha saptırmak, dinsel gericilik ve terör çerçevesine hapsederek ülke, bölge ve dünya çapında kolayca tecrit etmek istiyor. Kısa vadeli olarak da, toplumsal vicdanda mahkûm olmuş Hizbullah yö‑ neticilerini serbest bırakmanın uyandırdığı haklı tepkileri AKP iktidarını zayıflatmak için kullanma hesabını yapıyor. İmralı’nın Kürt ulusal hareketini kestirme yollardan giderek kısa vadede başarıya ulaştırabileceği kanısıyla, ülkenin ve böl‑ genin toplumsal ve siyasal ilerlemesi hedefi dışına çıkması, ege‑ 109

urun_30_cs5.indd 109

04.04.2011 18:53:48


menlerin politikasına karşı tutarlı bir karşılık verilmesini güç‑ leştiriyor. Çoktandır emperyalizme ve kapitalist sisteme felsefi ve siyasal teslimiyet noktasına savrulan İmralı’nın; denize düşen yılana sarılır misali, ulusalcı‑laik‑Kemalist çevrelere uzattığı elin havada kalması üzerine, laiklikten de taviz vermesi, ülke ve bölgedeki toplumsal gericiliğin en önemli dayanakları ara‑ sında yer alan, AKP iktidarına kritik yardımlarda bulunması ve Fethullah Gülen cemaatine ittifak teklif etmesi, hiçbir sonuç do‑ ğurmayacak nafile çabalardır. Sadece halk kitlelerinin kafasını karıştırır ve egemenlerin, Hizbullah dâhil dinci gericilik silahını daha kolay biçimde kullanmalarının önünü açar. Bu arada, Yargıtay 9. Dairesi’nin, yaptığı yorumla, tutuklu‑ luk süresini 10 yıl gibi inanılmaz derecede uzun bir süreye yay‑ ması, Türkiye’deki bütün demokratikleşme iddialarını kökten çürüten ibretlik bir adım olmuştur. 10 yıl tutukluluk zaten peşin olarak verilmiş çok ağır bir ceza demektir. Egemenlerin yurttaş haklarını bu kadar pervasızca ayaklar altına alması, despotiz‑ min ve faşizmin hangi boyutlara ulaştığını gösteriyor. İşbirlikçi kapitalist rejim; sosyalist, devrimci ve demokratik muhalefete karşı elindeki hiçbir kozdan, ne kadar zalimce olursa olsun, vaz‑ geçmek istemiyor. İşçi köylü kitlelerinin bizzat girişeceği köklü bir bahar temizliği olmadıkça, halk kendi kaderini kendi eline almadıkça, despotik sistem kendi kendini dönüştürmeyecek, de‑ mokratikleşmeyecektir.

110

urun_30_cs5.indd 110

04.04.2011 18:53:49


Oğuzhan Müftüoğlu ve Arkadaşlarına Açık Mektup

Devrimci Yol‑ÖDP hareketinin lideri Oğuzhan Müftüoğlu’nun yaşamı ve mücadelesiyle ilgili büyük söyleşi kitabı Şubat 2011’de Ayrıntı Yayınları tarafından yayınlandı. Kitap, Bitmeyen Yolculuk. Oğuzhan Müftüoğlu Kitabı başlığını taşıyor. Adnan Bostancıoğlu’nun Oğuzhan Müftüoğlu’yla yaptığı büyük söyleşi, 1960’lardan bu yana devrimci hareket içinde yer alan, 1970’lerin ikinci yarısında devrimci demokrat hareketin en güçlü ve en yaygın örgütü olan Devrimci Yol’un önderliğini yapan, 12 Eylül faşizmine esir düşüp zindanda 11 yıl yattıktan sonra 1996’da Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurulmasına öncülük eden Oğuzhan Müftüoğlu’nun anılarını ve değerlendirmelerini içeriyor. 1970’lerin ikinci yarısında Türkiye işçi sınıfının, yoksul ve topraksız köy‑ lülerin, kamu emekçilerinin, şehir yoksullarının, başta Kürt halkı olmak üzere ezilen halkların, öğrencilerin, kadınların, aydınların, emperyalizme ve kapitalizme karşı büyük ve görkemli atılım yıllarında, işçi sınıfının komünist hareketi içinde en güçlü ve en yaygın örgüt, Türkiye Komünist Partisi’ydi. O sıralarda, komünist hareket ile devrimci demokrat hareket arasında, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele ediyor olmaktan kaynaklanan dayanışma ve güçbirliği olduğu gibi, ideolojik, politik ve örgütsel görüş ay‑ rılıklarından kaynaklanan çekişme ve rekabet de vardı. Üstelik bu rekabet, dönemin sekter havasının etkisiyle zaman zaman yıkıcı boyutlara da ulaşı‑ yordu. 111

urun_30_cs5.indd 111

04.04.2011 18:53:49


Emperyalizmin ve kapitalizmin tezgâhladığı 12 Eylül 1980 darbesini ön‑ leyebilecek birleşik bir cepheyi kuramayan komünist ve devrimci hareketler, 12 Eylül faşizminin zulmünü birlikte yaşadılar. Dışarıda devrim cephesini örememenin acısını, aynı zindanları, aynı işkence odalarını, aynı hücreleri paylaşarak ödediler. 1970’lerin devrimci atılım yıllarını ve 12 Eylül faşizminin baskılarını TKP saflarında yaşayan kadrolar olarak, Oğuzhan Müftüoğlu’nun söyleşisi‑ ni merakla okuduk. Bu dönemleri “dost ve rakip” Devrimci Yol’un liderinin gözünden izlemek, ilginç ve öğretici bir deneyim oldu. Geçmiş bilgilerimizi tazelemek, devrimci hareketin güçlü ve zayıf yönlerini görmek, ortak hata‑ larımızdan ders çıkarmak fırsatını bulduk. Kitaptan yararlandık ve yeni dö‑ nemde mutlaka başarıya ulaşacak olan Türkiye devriminin tarihinin yazıl‑ masında önemli bir kaynak olacağı düşüncesine vardık. Ancak kitabın 251.‑252. sayfalarında, “DAL’da Karşılaşma” başlığını taşı‑ yan bölümde okuduklarımız bizi irkiltti ve derinden üzdü. İlgili bölüm şöy‑ le: – DAL’da bulunduğunuz süre içerisinde başka

siyasi hareketlere yönelik operasyonlar da oldu. Bu sırada geçmiş yıllardan tanıdık insanlar gelip gitti mi? – Cuntanın en çekindiği grup Devrimci Yol ol‑ duğu için ilk operasyonu bize karşı düzenlemiş‑ lerdi. Diğerlerini sonraya bıraktılar. Devrimci Yol operasyonunda belirli bir mesafe aldıktan sonra, mart ayına doğru diğerlerine yöneldiler. Dev‑Sol ekibi zaten 12 Eylül’ün hemen arka‑ sından yakalanmıştı. Bir ara TKP’liler bizim yakalanmamızla ilgili Kızılay’da bir bildiri gibi bir şey dağıtmışlar, “Bir Devin Çöküşü” diye. Polislerden biri herhâlde moralimi bozmak için o bildirilerden birini getirip bana göstermişti. Çok tuhafıma gitmişti. Solcu bazı gruplar, demek, kendilerine rakip gördükleri bir sol grubun faşist cunta tarafından ortadan kaldırılmış olmasına çok sevinmişlerdi. Bir de sol neden yeniliyor diye uzun uzun sebep aranır. – Sonra TKP’liler de geldiler değil mi? – Evet, sıra onlara gelince onlar da geldi.

112

urun_30_cs5.indd 112

04.04.2011 18:53:49


Bu bölümde söylenenler düpedüz yalandır, kuru iftiradır. Bu yalanı, bu if‑ tirayı kategorik olarak reddediyoruz. TKP’liler böyle bir bildiri dağıtmamış‑ lardır. TKP’liler, Dev‑Yolcuların yakalanmasına asla sevinmemişlerdir. TKP’lilerin o dönemdeki politikasına yön veren temel belge, daha ilk gün, darbe günü yayınlanan “Cuntaya karşı direnişte birleşelim!” çağrısıydı. Tür‑ kiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin çağrısı, “Milli Güvenlik Konseyi denilen cunta, yönetime el koydu. Parlamentoyu dağıttı. Tüm politik partileri kapattı. Anayasayı kaldırdı. Böylece burjuva parlamenter sisteme son verdi ve yerine açık askersel bir diktatörlük getirdi. Saldırının sivri ucu işçi sını‑ fına, emekçilere, ilerici partilere, sınıf sendikalarına, demokratik örgütlere, demokratik basına, Kürt ulusal hareketine, anti‑Amerikan dindar yığınla‑ ra yöneliktir. Cuntanın arkasında Amerikan emperyalizmi, işbirlikçi tekel‑ ci burjuvazi var.” diye başlıyor ve “Amerikancı cuntaya karşı direnişte tüm yurttaşlar birleşin!” cümlesiyle bitiyordu. Oğuzhan Müftüoğlu’nun söylediğinin tersine, daha o gün, ülkenin çeşitli yerlerinde TKP kadroları ile diğer devrimci kadrolar arasında cuntaya karşı ortaklaşma ve dayanışma örnekleri yaşandı. Bir gün önce bile duvara yazı yazmak gerekçesiyle birbirleriyle kapışan kadrolar, cuntanın baskısına karşı direniş ruhunu yaymak, halka salınan ağır korku ve panik havasını dağıtmak, sıkıyönetim bildirileri ve polis baskınlarıyla aranan insanlarını korumak için harekete geçtiler. 12 Eylül döneminde örgüt ve grup ayrımı olmadan aranan insanlarımızı karşılıklı olarak güvenli yerlerde barındırdık, aynı evlerde saklandık, ekme‑ ğimizi, suyumuzu paylaştık. İçeriye alınan insanlarımız için hukuksal yar‑ dım ve dayanışma girişimlerinde bulunduk. Yakalanıp aynı dönemde işkenceye alındığımızda, hücrelerde birbirimi‑ ze moral ve tüyo verdik, yaralarımızı sardık. Hiçbir şey yapamadığımızda, baygın yoldaşımızın elini tuttuk. Devrimci onurumuzu savunduk, birlikte slogan attık, birlikte marş söyledik. Devrim ruhunu unutmadık, unutturma‑ dık. Savunmalarımızı birlikte hazırladık. Geçmiş kapışmalarımıza üzüldük, incir çekirdeğini doldurmayan titizlenmelerimize güldük, yanlış anlamaları‑ mızdan ve kabalıklarımızdan utandık. Birbirimizden çok şey öğrendik, derin dostluklar kurduk. Bu söylediklerimizi karşılıklı olarak doğrulayacak insanlar çok şükür hâlâ yaşıyor. Tabii ki, Oğuzhan Müftüoğlu’nun TKP’lilere kasten iftira attığını söyle‑ 113

urun_30_cs5.indd 113

04.04.2011 18:53:49


miyoruz. Ancak, polisin işkencedeki bir insanı çözmek için her türlü yalanı kullanabileceğini, sahte belge imal edebileceğini düşünmemesini, devrimci bir hareketin liderine asla yakıştıramıyoruz. Daha önceki dönemleri bir yana bırakalım, 12 Mart faşizmi döneminde de, 12 Eylül faşizmi döneminde de, bugün de, işkenceci odakların, kontrgeril‑ lanın, psikolojik savaş aygıtlarının en olmadık belgeleri imal ettiğine, en akla sığmaz yalanlara dayanarak kitleleri şartlandırdığına, insanları kandırdığına, medyayı ve yargıyı yönlendirdiğine Oğuzhan Müftüoğlu da tanık olmuştur. Hadi, o gün işkence altında Oğuzhan Müftüoğlu’nun basireti bağlandı, iş‑ kencecilerin yalanına inandı diyelim; fakat, aradan 30 yıl geçti. 30 yıl boyun‑ ca bu konuyu kafasında tartıp nasıl bir sonuca ulaştıramadı? Niçin bu olayın doğrusunu yanlışını sorup soruşturmadı? Üstelik, Oğuzhan Müftüoğlu, zindanda TKP’lilerle birlikte kaldığı gibi, çok daha sonraları ÖDP’de TKP kökenli kadrolarla birlikte yan yana çalıştı. Oğuzhan Müftüoğlu, işkencecilerin yalanına inanmış, bu yalanı hiç sor‑ gulamadan kabul etmiş ve 30 yıl sonra pek matah bir şeymiş gibi devrimci‑ lerin ve halkın kafasına boca etmekten kaçınmamış. Bu tutumunu devrimci ahlaka sığdıramıyoruz. Akla, mantığa, sağduyuya açıkça aykırı düşen bu ifti‑ rayı ortaya atmasını açıkça kınıyor ve ondan özür bekliyoruz. Sorularıyla söyleşiye yön veren Adnan Bostancıoğlu’nu da, sanki TKP’liler açısından çok olağan bir şeyden söz ediliyormuş gibi, hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermeden, sorgusuz sualsiz bu iftirayı kabullenip kitapta aktarması nede‑ niyle kınıyor ve TKP’lilerden özür dilemeye davet ediyoruz. Biz Oğuzhan Müftüoğlu ve arkadaşlarını siyasal yaklaşımları, mücadele yöntemleri açısından çok eleştirdik ve hâlâ eleştiriyoruz. Devrimci demokrat bir platformu savundukları Dev‑Yol döneminde de eleştirdik, dünya kapita‑ lizminin neoliberal saldırısının başladığı dönemde Gorbaçov revizyonizmi‑ nin rüzgârından etkilenip TKP ve başka örgütlerden gelen kadrolarla refor‑ mist demokrat bir platforma savruldukları ÖDP döneminde de eleştirdik. Bu konulardaki eleştirilerimiz arşivlerde duruyor. Ama, devrimci bir hareketin faşizmin baskısına uğramasından sevinç duymak bambaşka bir şeydir. Biz zulme uğrayan her devrimciyle dayanışma içinde olduk ve oluruz. Bırakın devrimcileri, zulme uğrayan reformcularla, burjuva demokratlarıyla da dayanışma içinde olduk ve oluruz. Hatta egemen sınıfın içinde anti‑demokratik baskılarla karşılaşan, hukuk dışı yöntemlerle saf dışı edilen çevrelerin de demokratik, yasal haklarını savunduk ve savunu‑ 114

urun_30_cs5.indd 114

04.04.2011 18:53:49


ruz. TKP, Oğuzhan Müftüoğlu’nun hiç sorgulamadan aktardığı iftirayı asla hak etmiyor. İftiraya daha yakından bakalım isterseniz. Oğuzhan Müftüoğlu, 12 Eylül’den sonra en zor koşullarda faşizme karşı mücadele eden TKP’lilerin, başka hiçbir işleri güçleri yokmuş gibi, Dev‑Yolcuların yakalanmasıyla ilgili olarak “Kızılay’da bir bildiri gibi bir şey” dağıttıklarını söylüyor. Ne kadar lastikli bir dil, değil mi? Ne demek bildiri gibi bir şey? Bildiri mi, başka bir şey mi? Bir değerlendirme yazısı mı, bir broşürün içinde bir cümle mi, ne? Doğrudur, TKP’liler o dönemde cuntaya karşı bütün halkı birleşmeye ça‑ ğıran, işkenceleri ve baskıları teşhir eden bildiriler dağıttılar. Yeni kurulan YÖK’e karşı, idamlara karşı, NATO’ya karşı kuşlama yaptılar. Duvarlara yazı yazdılar, pankart astılar. Faşist şeflerin cakasını en güçlü olduklarını sandık‑ ları dönemde bozdular. Faşist anayasayı kabul ettirme oylamasında hayır oyu verilmesi için Taksim’de, Kadıköy’de, Maltepe’de, Şişli’de, Mecidiyeköy’de, Gültepe’de, Levent’te, Hisarüstü’nde, Ortaköy’de, İstinye’de, Hasköy’de, Alibeyköy’de, Eyüp’te, Bakırköy’de, Merter’de, Beyazıt’ta, Aksaray’da, Topkapı’da, Kartal’da, Beykoz’da, Paşabahçe’de, Kızılay’da, Mamak’ta, İzmit’te, Gebze’de, İzmir’de, Bursa’da, Zonguldak’ta, Çukurova’da, birçok şehir ve kasabada, fabrikalarda, işyerlerinde, işçi semtlerinde, üniversitelerde, liselerde, her fedakârlığı göze alıp bildirilerini insanlara ulaştırdılar. Devrim‑ ci umudu ayakta tuttular. Ama kafalarını peynir ekmekle yemedikleri için, ancak cuntayı güçlendirecek bir gelişmeye güya sevinip saçma sapan bir bil‑ diri dağıtmaya kalkmadılar. Oğuzhan Müftüoğlu, kendini akıl mantık ölçülerini unutacak kadar çok önemsiyor. Şu cümlelere bakar mısınız lütfen: “Cuntanın en çekindiği grup Devrimci Yol olduğu için ilk operasyonu bize karşı düzenlemişlerdi. Diğerle‑ rini sonraya bıraktılar. Devrimci Yol operasyonunda belirli bir mesafe aldık‑ tan sonra, mart ayına doğru diğerlerine yöneldiler.” Böyle saçma bir böbür‑ lenme olur mu? Faşizmden operasyon yeme kıdemine mi bel bağlıyorsunuz bu yaşta? Bu kadar keskin “biz ve diğerleri” ayrımı, bu kadar yılın olumlu olumsuz deneyiminden sonra, ayıp kaçmıyor mu? Ne var ki, bu kibirli dilin gerçeğe aykırı olduğunu, tarihi düpedüz tahrif ettiğini, bir cümle sonra kendisi de söylemek zorunda kalıyor: “Dev‑Sol ekibi zaten 12 Eylül’ün hemen arkasından yakalanmıştı.” Hani ilk olarak size yö‑ nelmişti cunta? Hani ilk operasyon size karşı yapılmıştı? Bakın, sizden önce operasyon yiyenler de var. 115

urun_30_cs5.indd 115

04.04.2011 18:53:49


“Bir Devin Çöküşü”, faşist cuntanın devrimci örgütlere yönelik operasyon yapma sırasından bile kendine sahte bir pay çıkarmaya çalışmaktır. “Bir Devin Çöküşü”, 30 yıl sonra bile işkencecilerin yalanını gerçekmiş gibi ortaya salmaktır. TKP’liler, sizin yakalanmanızla ilgili olarak “Bir Devin Çöküşü” diye her‑ hangi bir bildiri dağıtmadılar, sizin yakalanmanızdan sevinç duymadılar. Ama siz, bu akla mantığa aykırı iddianız ve kibirli dilinizle bir devi çökerti‑ yorsunuz. Bizi, sadece gerçeğe sadakat adına, tarihe doğru not düşmek adına, bu acı mektubu yazmak zorunda bırakıyorsunuz. Tüy dikmek Biz Oğuz Müftüoğlu’nun, söyleşi kitabında, bir işkencecinin iftirasını 30 yıl sonra tekrarlamasının üzüntüsünü yaşadık. Bugünün ağır koşullarında, dünyanın her yerinde devrim ile karşıdevrim arasındaki kapışmanın sert‑ leştiği dönemde, AKP’nin saldırısına, emperyalist müdahale ve savaşa karşı elimizden geleni yapmaya çalışır ve bütün devrimcileri yeni bir bilinçle or‑ tak yürüyüşe davet ederken, dost bildiğimiz bir hareketin liderinden gelen bu saçma iddiaya anlam veremedik. Her ihtimale karşı, ne olur ne olmaz diyerek, o dönemi yaşayan kadro‑ lar arasında bu konuda ayrıntılı bir araştırma yürüttük. Zaten daha önce hiç duymadığımız, hiç aklımızdan geçirmediğimiz, aramızda hiç gündeme gel‑ memiş böyle bir olayın asla yaşanmadığına emin olduk. Tam üzüntümüzü ve tepkimizi belirtmeye hazırlanırken, hep dayanışma içinde olduğumuz Birgün gazetesinin 9 Mart 2011 tarihli sayısında Mehmet Süha Alparslan imzalı, “Bir Devin Çöküşü!” başlığını taşıyan bir yazıya rast‑ ladık. Doğrusu, “entel magandalar” gibi yakışıksız bir dil kullansa da, yazarın asıl amacı kolayca anlaşılıyor. Yazar, sözü günümüze getirip işbirlikçi liberal‑ leri eleştirmek istiyor. Şöyle diyor: Bu ülkenin aydın geçinen kimi entel magandaları da bir acayiptir. Gericilere başka bir yelpazeden hep destek vermek adetleridir. Şimdi kendine sol maske takan “DSİP”çiler gibi, “Yetmez Ama Evet”çiler gibi.

Ve hemen ardından, Oğuzhan Müftüoğlu’nun söyleşisinden yukarıda ver‑ diğimiz bölümü aynen aktarıyor, TKP’lilere yönelik iftirayı bu kez Birgün

116

urun_30_cs5.indd 116

04.04.2011 18:53:49


okurlarının üstüne boca ediyor. Herhâlde Türkçedeki “tüy dikmek” deyi‑ mi, İngilizcedeki “hasara hakaret eklemek” deyimi böyle bir şey olsa gerek. TKP’lilerin 12 Eylül 2010’daki anayasa referandumunda hayır oyu kullandı‑ ğını, “yetmez ama evet” tutumunu sistemli biçimde eleştirdiğini bile bilme‑ den, TKP’lileri DSİP’lilere benzetiyor. Oğuzhan Müftüoğlu, işkencecisinin akla mantığa sığmaz yalanını hiç sor‑ gulamıyor, kabul ediyor. İnandığı bu yalanı 30 yıl boyunca içinde saklıyor, 30 yıl sonra yaptığı büyük söyleşide dile getiriyor. Adnan Bostancıoğlu, bu olma‑ dık iftiraya, herkesin bildiği olağan bir şey muamelesi çekiyor, aslını astarını araştırmadan kitapta yer veriyor. TKP’lilere yargısız infaz yapmak anlamına gelen bu iftiraya yer veren kitabı, Ayrıntı Yayınları, hiçbir araştırma ve dü‑ zeltme zahmetine katlanmadan, yayınlıyor. Mehmet Süha Alparslan, DSİP’i eleştirmek istiyor. Eleştirisini temellendirmek için tarihe dalıyor. Oğuzhan Müftüoğlu’ndan aldığı sözüm ona “bilgi”yle TKP’lilere kara çalıyor. Birgün gazetesi bu kara çalmaya sayfalarında ve sitesinde yer veriyor. Çember ta‑ mamlanıyor. Ankara DAL [Derin Araştırma Laboratuarı: Dönemin işkence birimi‑editörün notu]’daki işkencecinin yalanı tekrarlana tekrarlana medya‑ tik gerçeğe dönüştürülüyor. Tarih çarpıtılıyor. TKP’lilere karşı linç uygula‑ nıyor. Dürüst medyanın en temel kuralları, gerçeğe sadakat, devrimci gazetecilik ilkeleri, devrimci yayıncılık gelenekleri, devrimci sorumluluk, devrimci ah‑ lak ayaklar altına alınıyor. Sadece egemenlere özgü olduğunu düşündüğümüz “Ben yaptım, oldu” kibri benimseniyor. Gözlerimizin önünde, bir dev, haki‑ katen, sapır sapır dökülüyor. Oğuzhan Müftüoğlu’nu, Adnan Bostancıoğlu’nu, Ayrıntı Yayınları’nı, Mehmet Süha Alparslan’ı, Birgün gazetesini, işkencecilerin 30 yıl önceki bir yalanıyla TKP’lilere kara çaldıkları için, bütün TKP’lilerden özür dilemeye çağırıyoruz. Türkiye devrimini gerçekleştirmek, kapitalist sömürüye ve emperyalist zulme son vermek, yeni bir dünya kurmak için, daha birlikte yürüyecek çok uzun yolumuz var. Sizi sorumluluğa davet ediyoruz. Dostlukla. Ürün Sosyalist Dergi

117

urun_30_cs5.indd 117

04.04.2011 18:53:49


Onbeşler’i Andık

Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve 13 yoldaşımızı, anti‑emperyalist savaşa katılmak ve bir işçi‑köylü cumhuriye‑ ti kurmak için yurda dönerlerken 28‑29 Ocak 1921 gecesi Karadeniz açıkla‑ rında burjuvazi tarafından haince katledilmesinin 90. yılında andık. “TKP’liler buluşuyor 15’leri Anma Etkinliği” İstanbul, Ankara ve Mersin’de yapıldı. Mersin’deki etkinliğimiz aynı zamanda Mersin Ürün Temsilciliğinin açılması sebebiyle ayrı bir öneme sahipti. Etkinlikler, başta Onbeşler ve TKP safında şehit düşenler olmak üzere tüm devrim ve sosyalizm şehitleri için saygı duruşunun gerçekleştirilmesi ve Enternasyonal marşının okunmasıyla başladı. İstanbul’daki panelde Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) temsilci‑ si Mert Büyükkarabacak “Siyaset ve Sosyal Hareketler Diyalektiği”, Sosyal‑İş Sendikası Genel Sekreteri Celal Uyar “Sendika ve Siyaset İlişkisi” ve Petrol‑İş Sendikası Sendikal Eğitim Uzmanı Erhan Kaplan “Devrimci Bir Emek Odağı Yaratmanın Olanakları” başlıklı sunumlarını yaptılar. Ankara’da etkinliğin açılış konuşmasını TKP emektarı Bekir Karayel yap‑ tı. Panelde Cihan Kılıçarslan “Sosyalizm mücadelesinde Mustafa Suphiler” ve Fatma Şenden “Mustafa Suphilerden günümüze sosyal politikada dönüşüm‑ ler” başlıklı sunumlarını gerçekleştirdiler. Mersin’de etkinliğin açılış konuşmasını Ürün Sosyalist Dergi Mersin tem‑ silcisi Osman Koçak yaptı. “28 Kânunisani’nin 90. Yılında Türkiye İşçi Sınıfı Hareketinin Ulusal Soruna Bakışı” konulu panelde İsmail Kaplan ve Celal Sonuvar konuştu. Bu sayımızda İstanbul’da yapılan “Sosyalizm Mücadelesinde Sendikalar ve İşçi Sınıfı” başlıklı panelin konuşmalarını sunuyoruz. 118

urun_30_cs5.indd 118

04.04.2011 18:53:49


Siyaset ve Sosyal Hareketler Diyalektiği Mert Büyükkarabacak

Sözlerime başlamadan önce, bir kez daha Mustafa Suphi ve Onbeş‑ ler nezdinde tüm devrim şehitlerini saygıyla anıyorum. Mücadeleleri mü‑ cadelemize ışık tutuyor. Bugün, bu konuşma çerçevesini çizerken Sos‑ yalist Dayanışma Platformu olarak sınıf hareketinde, sınıfta yaşanan son değişmeler neler, altı çizilmesi gere‑ ken şeyler neler, bunlarla ilgili birkaç başlıktan bahsettikten sonra kendi yaptığımız çalışmalardan birkaç de‑ neyim yani bizim bu duruma karşı ürettiğimiz yanıtlardan deneyimlerle sunumumu gerçekleştirmeyi düşü‑ nüyorum. İşçi sınıfının içinde bulunduğu durumu değerlendirirken ilk olarak altı çizilmesi gereken şey şu: Gerçek‑ ten de 1970’lerden bugüne bir yapısal değişimin yaşandığını gözlemlemek gerekiyor. Biz bunu genel olarak proleterleşme dalgasının üçüncüsü olarak düşünüyoruz. Birincisi ma‑

nifaktur birikim dönemi. İkincisi 1800’lerin ortasından başlayan ve gelişen sınıf hareketiyle ilgili bildi‑ ğimiz geleneksel bütün kurumların, sendikaların, komünist örgütlerin

119

urun_30_cs5.indd 119

04.04.2011 18:53:50


yaratıldığı fabrika dönemi. Üçüncü‑ sü, daha ziyade bizim hizmet kapita‑ lizmi diye nitelendirdiğimiz, özellik‑ le 1970’de yaşadığımız krizden sonra finans‑kapitalin buna ürettiği tepki sonucunda ortaya çıkmış olan deği‑ şimlerin ürünü dönem. Nedir hizmet kapitalizmi dedi‑ ğimiz dönemin ana karakteristik özellikleri altı çizilmesi gereken yön‑ leri? 1. Bunu bir fordist modeli ya da fabrika modelinin büyük oranda güç kaybetmesi. Bunu fabrika düzeninin bütünüyle ortadan kalktığı anlamın‑ da söylemiyorum. Fakat, sınıfın ağır‑ lık merkezinin fabrikalarda olduğu‑ nun tartışılmaz olduğu dönemden yepyeni istihdam biçimlerinin ortaya çıktığı bir döneme doğru girmiş bu‑ lunuyoruz. Bu anlamda fabrika dü‑ zeni ve fordist modelinin sona ermesi üst başlığında tanımlanabilecek bir yapısal değişim var. İş gücünün bir‑ leşiminde ortaya çıkan bir değişim ve imalat sektöründen hizmet sektörü‑ ne doğru bir kayış. Hizmet sektörün‑ de muazzam bir yığılma var. Türkiye’de en son verilere baktığı‑ mızda hizmetler sektörü Türkiye’de tüm istihdamın % 48’i. Fakat hizmet sektörü tüm bu yığılmaya rağmen yoğunlaşma içeren bir alan değil. Yani, fabrikaların o klasik tarzda bildiğimiz örgütlenmeye kolaylık sağlayan biçimini hizmet sektöründe göremiyoruz. Sektörde çalışanların

önemli bir kısmı kendini işçi diye nitelendirmekten bile imtina edebi‑ liyor. İmalat sektöründe ise özellikle bu postfordist dediğimiz metodlarla ortaya çıkartılan bir biçim; çekirdek‑ te görece iş güvenceli bir kadrolu işçi birikimi ve bunun dışında da yoğun bir taşeronlaşma ve dış halkalarda bir işçi birikimi, geçici işçiler. Part‑time çalışmanın yoğunlaşması, atipik çalışma biçimlerinin artması, iş sa‑ atlerinin uzaması, 1970’deki krize finanskapitalin vermiş olduğu tepki düşmekte olan kâr oranlarını arttır‑ mak için doğrudan, nispi sömürüyü arttırmaya dönük bir müdahaleydi ve bu da çalışma koşullarını oldukça bozan bir takım sonuçlar yarattı. Bizce, bu yaşanan değişmeler açı‑ sından bakıldığında en önemli altı çizilmesi gereken şey sınıftaki orta‑ ya çıkan parçalanma hâli. Sınıftaki parçalanmayı birçok başlıkta nite‑ lendirmek mümkün; sanayi hizmet‑ ler ayrışması, nitelikli‑niteliksiz işçi ayrışması, çekirdek‑çevre iş gücü ayrışması, kadrolu‑taşeron ayrışma‑ sı. Mesela şimdi kamuda çalışan bir insan olarak bir okulda, bir eğitim biriminde bile şu anda kadrolu, 4B’li, 4C’li öğretmenler, şirket çalışanları vs. diye yaklaşık 5‑6 tane farklı istih‑ dam biçimi çerçevesinde bölünmüş durumdayız. Şimdi, bu genel durumun ortaya koymuş olduğu sonuçlar ne bizim

120

urun_30_cs5.indd 120

04.04.2011 18:53:50


açımızdan? Gerçekten az önce de söylediğim gibi bu bir proleterleş‑ me dalgası çünkü dünyanın şimdi‑ ye kadar kapitalizme açık olmayan birçok noktası kapitalizme açıldı. Tarım, teknoloji‑yoğun bir biçime dönüşüyor, kırlar hızlıca boşalıyor, Türkiye’de o bildiğimiz kendine yeterliliğe dayanan o küçük tarım birimleri şehirlere doğru yoğunlaş‑ mayla birlikte eriyor. Bir proleterleş‑ me dalgası var. Bu proleterleşme dal‑ gası yoksullaşmanın derinleşmesiyle, çalışma koşullarının kötüleşmesiyle paralel yürüyor ve tüm bunlarla be‑ raber olağanüstü bir işsiz kitlesiyle kuşatılmış bir proleterleşme dalgası, bunun tabii ki işçi sınıfı üzerinde olağanüstü bir etkisi var. İşçi sınıfın‑ daki çeşitlenmenin, iş bölümünün artmasıyla, teknik gelişmenin bunun imkânlarını sağlamasıyla işçi sını‑ fındaki muazzam bir çeşitlenme ve parçalanma ve tabii ki hizmet sek‑ töründe yaşanan gelişmeler. Hizmet sektörünün –demin de bahsetmeye çalıştım– en belirgin özelliği, bura‑ da hizmet sektöründe çalışan işçiler arasından sınıf bilincinin oluştuğu‑ na, bunların mücadeleye dalga dal‑ ga katıldığına dair deneyimleri şu an için sınırlı olarak görebiliyoruz. Burada en önemlisi, belki de, bu par‑ çalanmanın doğal bir sonucu olarak işçi sınıfının topyekûn davranma yeteneğindeki olağanüstü zayıflama.

Sınıf olarak varlığını korumasına, hatta nicelik olarak bir artış yaşamış olmasına rağmen sınıfın merkezini kaybetmiş olması. Biz bunu tabii si‑ yasi sonuçlarıyla, mücadeleye yansı‑ yan sonuçlarıyla da çok net bir şekil‑ de görebiliyoruz. Dünyada sendikalı işçi sayısında çok net bir azalma var. Klasik örgüt‑ lenme biçimlerinde bir tıkanış var. Tabii ki bunu da sadece işçi sınıfının yapısında ortaya çıkan şeylerle açık‑ lamak mümkün değil, bunun sub‑ jektif koşulları da var. Mesela sosya‑ lizmin yaşamış olduğu geri çekilme, dünyadaki sol partilerin, sosyalist hareketlerin yaşamış olduğu sıkın‑ tılar da bu durumu yoğunlaştırıyor diye düşünüyoruz. Şimdi, böylesi bir momentte aslında bizim üstünde durduğumuz iki temel soru; burada da kurucu özneden bahsedeceksek eğer, gerçekten de sınıf hareketinin ayağa kalkmasından, yeniden sürece damgasını vurmasından bahsedecek‑ sek eğer, sosyalistlerin üzerine düşen görevleri tanımlayacaksak bizim bir takım soruları net bir şekilde ortaya koymamız gerekiyor. Bu sorulardan bizce en önemlisi şu; Sınıfın kitlesel kollektif davranış yeteneğini yeniden yaratmak nasıl mümkün olacaktır? Gerçekten de en son tekel direni‑ şiyle birlikte yaşadığımız süreci bir değerlendirecek olursak 90 gün bo‑ yunca Ankara’nın merkezine yerleşen

121

urun_30_cs5.indd 121

04.04.2011 18:53:50


bir işçi sınıfı gerçekliği, tüm ülkenin gündemini belirleyen bir işçi sınıfı gerçekliği fakat bunun işçi sınıfının tümü tarafından ortaya konulan kol‑ lektif anlamda güçlendirilen bir şey hâline dönüştürülmesinde ortaya çı‑ kan zorluklar, destek grevlerinde ya‑ şanan sıkıntılar ve eksiklikler ve 90 günlük eylemden sonra ortaya çıkan bir anda büyük bir geri çekilme ve sanki bir sene sonrasında böylesi bir Tekel direnişi yaşanmamış gibi bir momente yeniden dönmemiz. Bizim geçmişte yaptığımız çok belirgin tar‑ tışmalar vardı. “Kendinde sınıf” ve “kendisi için sınıf” ayrımı üzerinden yürüyen tartışmalar. Bugün için bakıldığında aslında kendinde sınıfı bile ülke politik at‑ mosferine müdahalesi açısından çok fazla görme şansımız kalmıyor. Bunu şununla birlikte söylemek gerekiyor aslında; şu anda da işçi sınıfı belki de bahar eylemlerinden bu yana en kıpırtılı dönemlerinden bir tanesi‑ ni yaşıyor. Olağanüstü fazla sayıda lokal eylem, olağanüstü fazla sayıda lokal örgütlenme girişimi, sendika‑ lara doğru bir yönelme girişimi var. Fakat, bunların bir merkezden yok‑ sun olmasından dolayı, bu girişim‑ ler ülke politik atmosferine, hatta sosyalistlerin gündemine bile zaman zaman girmekte zorlanıyor. Şimdi bu birinci soru, kollektif yeteneği yeni‑ den kazanmayla ilgili bir tartışma

yürütmemiz gerekiyor. İkincisi, işçi sınıfının burjuvaziden ve düzenden kopuşması, yani kendisi için bir sınıf seviyesine sıçramasının imkânları nelerdir? Gerçekten de gündelik mü‑ cadelelerden, yani bu sendikal alanda yaşanan hak mücadeleleri çerçeve‑ sinde yürüyerek böylesi bir kopuş‑ mayı yaratma şansına sahip miyiz? İşte burada da işçi sınıfı siyase‑ tiyle ilgili bir takım eksikliklerimizi masaya yatırmak gerekiyor. Özellikle sosyalizmin yaşamış olduğu prestij kaybı telafi edilemediği için, böylesi bir kopuşmanın yeniden yaratılabil‑ mesi, yeniden bir sınıf iktidarı pers‑ pektifinin ortaya konulabilmesi, bu‑ nun dinamik ve politik özne olarak inşaa edilebilmesi durumuyla karşı karşıyayız. Dünyada daha önceki kopuşma deneyimine baktığımızda şunu görüyoruz. Fabrikalar döne‑ minde ortaya çıkan bu olgu, yani işçi sınıfının bir iktidar adayı olarak dün‑ yanın, toplumun önüne çıkması; bi‑ zim 1830’larda Lyon ayaklanmasıyla başlattığımız kopuşma sürecidir. Bu kopuşma sadece işçi sınıfının gün‑ delik çalışmayla ilgili sorunlarından kaynaklanmamıştır. Aynı dönemde politik ortamda yaşanan, o dönem‑ de burjuvazi ve feodalizm arasındaki mücadelede işçi sınıfının oynadığı rol, o restorasyon süreçlerinde pro‑ letaryanın devreye girmesi, özgürlük meselesine bir taraf olarak eklemlen‑

122

urun_30_cs5.indd 122

04.04.2011 18:53:50


mesi, bu kopuşma imkânının sadece gündelik mücadeleler yoluyla yaratı‑ lamayacağının da göstergesidir. Bu‑ rada siyasete büyük bir rol düşüyor. Şimdi en son yaşadığımız olaylara baktığımızda da, mesela bu Tunus’la Mısır. Çok güncel örnekler. Tabii bu‑ rada direk olarak işçi sınıfının bir sınıfsal kopuşmasını, kendi iktidarı perspektifiyle hareketlenmesini gö‑ remiyorum. Çünkü yürütülen tar‑ tışmalarda da çok fazla şekilde işte bir sınıfsal subjektif unsurun eksik‑ liğinden, işte sol örgütlerin yetersiz‑ liğinden bahsediliyor ama yine de bu coğrafyayı düşünürsek; bu coğrafya aslında hep yoksulluk isyanlarıy‑ la, gıda ürünlerinin fiyat artışlarına karşı isyanlarla kamuoyuna yansır‑ dı ama hiçbiri şu dönemki ağırlıkta sonuçlar doğurmamıştır. Bu sonuç‑ ların oluşmasında, alttakilerin, yok‑ sulların, dışlananların siyasete boylu boyunca katılması ve siyasi gündeme müdahale etmesiyle birlikte gerçek‑ ten de ciddi bir siyasi taraf yaratıl‑ dığını görme şansımız var. Şimdi, SODAP olarak burada, bu sınıfsal meseleyi ele alırken kendimize koy‑ duğumuz başlıklar. Yani bunları yap‑ malıyız, bu hedeflere doğru yürüme‑ liyiz derken altını çizdiğimiz şeyler şunlar arkadaşlar: Öncelikle bu işçi sınıfı içerisindeki parçalanmadan bahsederken bizim yönümüzü ver‑ diğimiz, kendimizi yönelttiğimiz,

örgütlemeye çalıştığımız öncelikli kesimler çekirdek dışı dediğimiz ya da kadrosuz dediğimiz ya da gü‑ vencesiz dediğimiz, dışlanmış de‑ diğimiz, varoşlar dediğimiz sınıfın en alt tabakası. Gerçekten buralarda dağınıklıktan, yaşamsal sorunlardan kaynaklı olarak örgütlenmek gerçek‑ ten zor. Ama örgütlenmenin en temel maddesine yani öfkeye ulaşma şansı‑ mız var. Dolayısıyla SODAP özellikle 1990’lardan itibaren mücadelesinin ana gövdesini varoşlar olarak seçmiş bir yapı. Bugün sadece sınıf örgüt‑ lenmelerini sendikalar olarak düşün‑ memizin yetersizliğinin de altını bir kez daha çizmemiz gerekiyor. Bura‑ da işsiz örgütlenmeleri, dünyadaki örneklere de bakıldığında özellikle Arjantin’de yaşanan isyanlarda işsiz örgütlenmelerin inisiyatifini görü‑ yoruz. İşsiz örgütlenmeleri yaratmak istiyoruz kendimize. Bunu mutlaka başarmalıyız. Bütün sınıfa tek bir taktikle, tek bir ana eksenle yürümek değil, işçi sınıfının tüm farklı öbek‑ lerine, demin çizmiş olduğum bu farklılaşmaya, bu parçalanmaya karşı çok zengin, farklı taktikler geliştire‑ bilmek, farklı örgütlenme modelle‑ ri geliştirebilmek. Böylece şu an da yapılması gereken şey, sınıfa tek bir örgütlenmeyle gidip bu örgütü ör‑ gütlemek değil, farklı örgütler, farklı taktikler yaratarak örgütlerin birbir‑

123

urun_30_cs5.indd 123

04.04.2011 18:53:51


leriyle dayanışmasını, bir eksende buluşmasını sağlamak gerekiyor bu‑ günün ihtiyacı olarak. Ve gerçekten de sınıf örgütü açısından önemini görebileceğimiz dünya deneyimleri açısından bakıldığında bunların da varolan klasik sendikal örgütler içer‑ sinden değil biraz bunların dışından, çeperlerinden üretildiğini görüyoruz. Bu konuda en zengin örnekler Latin Amerika’da yaşanıyor. Fakat şunun da altını çizmek lazım. Sendikal ör‑ gütlerin içinden değil biraz bunların dışından, bunların çeperinden üre‑ tildiğini görüyoruz. Bu konuda en zengin örnekler Latin Amerika’da yaşanıyor. Sonra şunun da altını çizmek la‑ zım; herhâlde Tunus’ta yaşanan ha‑ reketlerde, oradaki hem komünist partinin, hem de var olan sendikala‑ rın etkisini görmezden gelmememiz gerekiyor. Dolayısıyla bu noktalarda yapılacak çok uç ve ani değerlendir‑ melerin de zaman zaman gerçeğin duvarına çarptığını görmemiz gere‑ kiyor. Dolayısıyla bugünkü sınıf ör‑ gütlenmelerine bakışın altını çizmek gerektiğinde, sınıfın çeşitli parçala‑ rıyla kollektif davranmasının artık çok daha fazla bilinçli örgütlenme‑ ye, siyasetin çok daha fazla sendi‑ kal örgütlenmenin içine girmesine ve bir taktik zenginliği yaratmasına bağlı olduğunu düşünüyoruz. Sana‑ yi kapitalizminde işçi sınıfının ko‑

numlanmasını yani; büyük devasa fabrikalarda bir arada olmasının, mahallelerinin bir arada olmasının, bir işçi sınıfı kültürünün popüler kültüre karşı bu kadar zayıflamamış olmasının yarattığı imkânların bu‑ gün olmadığını görerek bunların al‑ tını çizmeye çalışıyoruz. Şimdi bu genel durum tespitin‑ den sonra bir kurucu özneye yani, sınıf hareketini yeniden yaratmak hedefiyle yola çıkan, kendine böyle bir dert edinen, sınıfı kendine esas alan bir kurucu öznenin yapması ge‑ rekenleri biraz daha basitleştirmeye çalışırsak: 1. Alana çıkmak ve sınıfın içi‑ ne girmek gerekir. Çünkü özellikle 80’ler sonrasının yarattığı en bariz sonuçlardan bir tanesi sınıf ve sos‑ yalistlerin arasına devasa duvarların örülmüş olması. Sendikal bürokra‑ si, genel olarak yoksul mahallelerde özellikle tarikatlar üzerinden geli‑ şen bir başka örgütlenme, çeteler vs. dolayısıyla sınıfın içine girebilmek bir mesele hâline gelmiştir bugün sosyalistler açısından. Sol içerisinde çok fazla öbeklenmeler yaşandı. Sını‑ fı örgütlemek üzere yola çıkan farklı perspektifler, sendikal öbeklenmeler ortaya çıktı. Bunlar bir süre sonra, bir takım tartışmalardan sonra, pa‑ tinaj çekerek hayatın gerçekliğinin dışına çıktılar. Yazılmış onlarca program vardır.

124

urun_30_cs5.indd 124

04.04.2011 18:53:51


Şimdi esas olan bu programları sını‑ fın içerisinde yazabilmektir. Yani ha‑ yatın ihtiyaçlarına kendimizi açabil‑ mektir, bu noktaya gelebilmek dahi çok önemli bir mesele. 2. İş bölümü. Gerçekten de bu‑ günkü bu zenginliğe karşı mücadele edebilmek için bunu farklı siyasi öz‑ nelerin de bir arada örgütleyebilmesi. Herkesin olanaklarını büyük oranda birleştirebilmesi ve herkesin iyi bildi‑ ği işi yaparak bu işe katkı sağlama‑ sının önünü açacak bir örgütlenme modeli. Koordinasyonun dahi öneminin altını çizmek gerekir. Bugün yaptığı‑ mız toplantı gibi bir takım deneyim aktarımlarının ya da birkaç hafta öncesinde “güvencesizler platformu” çerçevesinde gerçekleşen. Çünkü bir‑ birimizin yaptıklarından haberdar olma şansımız da maalesef çok fazla olmuyor. 3. Ortak işçi meclislerinin yara‑ tılması. Örneğin KESK’in bir kongre süreci var ve biz KESK’teki arkadaş‑ larla da tartışıyoruz. KESK’te artık kimin yönetici olacağının bir önemi yok. Çünkü KESK, şu anda, içinde bulunduğu durumdan daha devrim‑ ci yöneticiler aracılığıyla çıkabilecek bir durumda değil. Esas önemli olan sınıfın farklı öbekleriyle bir ortak enerji yaratacak yeni örgütlenme modeli yaratabilmek. Dolayısıyla ortak işçi meclislerinin yaratılma‑

sını artık önümüze bir hedef olarak koymalıyız. Bunu Ekim Devriminin ilk günlerinde ortaya çıkan Sovyetler gibi sınıfın öz yönetim aygıtları ola‑ rak değerlendirmeliyiz. İşte siyasetin etkisi burada ortaya çıkmalı. Bugün sınıfa dışarıdan bilinç taşımak değil, ama sınıfa dışarıdan politikleşme taşımak gibi çok önemli bir misyon‑ la karşı karşıya olduğumuzu düşü‑ nüyoruz ve burada kendi adımıza demokratik karar alma süreçlerine kendimizi açmak gibi çok önemli gö‑ revlerimiz var. 4. İdeolojik hegemonyayı kura‑ bilmek. AKP’nin yaratmış olduğu şu momentte –nasıl demiştik– Tunus’ta sınıfı ya da yoksulları ya da dışlan‑ mışları böylesi bir öfkeyle devrime kalkıştırabilen güç, nasıl o Binali denen adama karşı isyansa, Mısır’da Mübarek’e karşı isyansa bugün de gerçekten var olan politik atmosfe‑ re karşı sınıfı ortaya dökebilecek bir ideolojik hegemonyadan bahsediyo‑ rum. Şimdi zaman da oldukça daraldı ama biz bu tüm anlattıklarımız çer‑ çevesinde neler yapıyoruz dersek iki şeyden bahsetmek istiyorum. 1. BATİS. –Arkadaşımızın da al‑ tını çizmeye çalıştığı şey– Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası. Merkez olarak Bursa’da örgütlü, 5 bine yakın üyesi var. Aslında bugün konfederas‑ yonlara bağlı hatta toplu sözleşme ya‑

125

urun_30_cs5.indd 125

04.04.2011 18:53:51


pabilen birçok örgütten çok daha et‑ kin bir pozisyonda. Bunların yaptığı en önemli şey sınıfa bir hukuki des‑ tek vermek. Çünkü işçi sınıfı bugün var olan haklarını bile kullanabilme imkânından oldukça uzak, örgüt‑ süzlüğünden dolayı. Toplu sözleşme perspektifiyle hareket etmiyor, işye‑ ri örgütleme gibi bir perspektifle de hareket etmiyor fakat dediğim gibi oldukça farklı orijinal yönleri olan özgün bir sınıf örgütlenmesidir. 2. Dayanışma evleri. Bunlar da yine bizim varoşlarda dışlanmışlar arasında bir yaşamsal dayanışma ör‑ gütü olarak çalışan bir örgütlenme‑ miz. Şu süreçte biraz ivmesini kay‑ betmiş olsa da özellikle 2000’lerin ortalarında çok önemli işler yaptı. Burada da yapmaya çalıştığımız şey aslında bütün bu dışlanmış kesime, yani bırakalım bir kadrolu çalışmayı, bırakalım bir toplu sözleşmeyi, günü‑ birlik karnını doyurma derdiyle karşı karşıya olan insanlara yaşamsal des‑ tek sunan sınıfsal örgütlenmeler. Bu insanların ancak dayanışma içerisin‑ de bir güç olarak hayatta kalabilecek‑ lerini ispat etmeye çalışan dayanışma örgütleri. Bunların benzerleriyle La‑ tin Amerika’da Venezüella devrimin‑ de çok fazla karşı karşıya geliyoruz. Bunlar neler yaptı? Bunlar eğitim, sağlık dayanışmaları kitap paylaşım‑

ları yapıyorlar. İş yerinden parasını alamayan işçinin parasını alan sokak sendikaları oradaki yozlaşmaya, çü‑ rümeye karşı mücadele eden gençlik birimleri şeklinde tam anlamıyla bir yaşam örgütlenmesi olarak çalışma‑ ya gayret eden bir örgütlenme. Şimdi son olarak şundan bahset‑ mek istiyorum. Sınıfın parçalı yapı‑ sına karşı bizim oldukça özgünlüğe, her bir öbeğin kendisini örgütlemeye çalışacak taktiklere ve bunları da ko‑ ordine edecek, bu zenginliği hep bir‑ likte yürütebilecek bir merkezî mü‑ dahaleye ihtiyacımız var. Dolayısıyla, burada subjektif unsur çok önemli. Yani sınıfı örgütlemenin kendisi belli bir momente geldikten sonra eğer bir üst noktaya sıçrayamıyorsa bunun kendisi de bir süre sonra etkisizleş‑ meye başlıyor. Bu da, subjektif unsur, ideolojik unsur, sosyalizmin yeniden bir alternatif olarak kendini ortaya koyabilmesidir. Hepimiz bu ihtiyacı duyuyoruz. Burada bizler 21. yy sos‑ yalizmi başlığı altında bir tartışma yürütüyoruz. Bir ideolojik hegemon‑ yaya karşı özellikle zengin yoksul çe‑ lişkisini esas alan, burada ortaya çık‑ ma potansiyeli olan öfkeyi esas alan bir ideolojik müdahaleyi üretmeye, geliştirmeye çalışıyoruz. Teşekkür ederim.

126

urun_30_cs5.indd 126

04.04.2011 18:53:51


Sendika ve Siyaset İlişkisi Celal Uyar

Yoldaşlar, Yoldaşlarımızın Kemalist burju‑ vazi tarafından katlinin 90. yılında düzenlemiş olduğunuz toplantının benim için iki önemli anlamı bulun‑ maktadır. Birincisi toplantının gün‑ demini işçi hareketinin oluşturması ve toplumsal kurtuluş savaşının ta baştan önünü kesmek için önderleri‑ mizi katleden burjuvazinin yanılmış olmasıdır. Evet yanıldılar, eğer ya‑ nılmasalardı onların ülkü ve utku‑ ları için savaşım sürdüren bizler bu salonda olmazdık. Bu salon onların yanıldığının kanıtıdır.

mıyor. Her üç konfederasyon da yeni bir alternatif yaklaşım üretmemenin yanı sıra işçi sınıfının hak ve çıkarla‑ rının korunması temelinde sendikal eylem birliğini de gerçekleştirmeme‑ nin sonucu olarak gündeme gelen “sendikal rekabet” ise işçileri bölme, sözleşmeleri kilitleme, sendikaları transfer etme (DİSK’ten Oleyis Sen‑ dikasının Hak‑İş’le kirli pazarlığı) sonucunu doğurarak işverenlerin ek‑ meğine yağ sürüyor. Ne yapacağını bilmezlik ve çıkış‑ sızlık ortamında sendikal bürokrasi çıkış yolunu fiilen devlete yaslan‑

Yoldaşlar, Konuşmamda sendika ve siyaset ilişkisini irdelemeye çalışacağım. Doğal olarak komünist siyaset ile sı‑ nıf ve kitle sendikacılığından ne an‑ ladığımı anlatmaya çalışacağım. Türkiye sendikal hareketi, içine düştüğü bunalımdan bir türlü çıka‑

127

urun_30_cs5.indd 127

04.04.2011 18:53:52


makta görüyor. Yine sendikal bürok‑ rasi için sendikal yöneticilik konum‑ ları milletvekilliğine giden yolda ara durak olarak değerlendirilmektedir. Devletle bütünleşen sendikal bü‑ rokrasi sadece rica ediyor. Devlet ve hükümet ise her rica edişte yeni bir dayatma ile karşılık veriyor. Örneğin 2821 ve 2822 nolu yasaların yerine çıkacak yasada “noter şartı ve %10 barajını kaldırırım ama bunun kar‑ şılığında sizler de Ekonomik Sosyal Konsey’e katılmak zorundasınız” dayatmasında bulunuyor. Katılma konusunda her üç konfederasyonda birbiri ile yarışmaktadırlar. Özellik‑ le Hak‑İş’e ayrı bir parantez açmak gerekmektedir. İslamcı gericiliğin siyasal örgütlenmesi AKP’nin burju‑ va devletini İslamcı temelde yeniden yapılandırma projesinde İslamcı ser‑ maye çevreleriyle, onların örgütleri MÜSİAD gibi örgütlerle kol kola yeni bir “sivil” inisiyatif, ancak “takkeli ve türbanlı bir sivil inisiyatif” oluştu‑ ruyor. Ve “sivil toplum örgütü” ola‑ rak AKP hükümetinin açıktan baş destekçisi durumundadır. Türk‑İş konfederasyonu kamu kuruluşla‑ rının tasfiyesi ile birlikte çoğu sen‑ dikası sıfır üye ile yüz yüze kalma sürecine girmiştir. DİSK ise sınıf sa‑ vaşımından diyalog sendikacılığına evrilmenin bedelini ödemektedir. Sonuçta tümüyle devlete endeksle‑ nen sendikal hareket “resmî” bir ni‑ telik kazanıyor. Sendikasızlaştırma,

taşeronlaştırma ve kuralsız çalıştır‑ ma ricalara rağmen hızla sürüyor. Özelleştirme politikalarında ısrar eden tekelci burjuvazinin bu saldı‑ rılarına karşı sendikal hareketin bir kesiminin üretebildiği tek politika ise “Özelleştirmeye Hayır” demekten ileriye gidemiyor. Sendikal hareketteki bu olum‑ suzlukların temelinde ise; komü‑ nistler ile işçi hareketinin birliğinin sağlanamamış olması yatıyor. İşçi hareketinin uzağında, kendi özel ve öznel gündemiyle meşgul olan, çok parçalı komünist hareketimiz “Fab‑ rikasız Sosyalizm Mücadelesi”nin olamayacağını anlamaktan hâlâ çok uzaktadır. Komünist hareket, işçi ha‑ reketine müdahaleyi, kendi özel gün‑ demini işçi hareketine taşıma ya da işçi hareketinin kendiliğinden gün‑ demine tabi olma olarak ele alıyor. Böylesi basit ve kolaycı yaklaşımların tek sonucu ise, çıkışsızlığın yeniden üretimidir. İşçi sınıfının ileri, öncü kesimleriyle bağlanmadan, sınıfın içinde geniş ve yaygın politik etki alanına sahip bir akım olarak var ol‑ madan yapılacak çalışmaların tümü komünistleri marjinellikten ve top‑ lumsal yaşamın kenarında politika yapmaktan kurtaramayacaktır. Bu gerçeğin artık anlaşılması gerektiği‑ ne inanıyorum. Pratik yolu ise, ko‑ münist hareketin gündemi ile sınıfın mücadele gündemini eylem içinde birleştirmekten, her ikisini de bir ve

128

urun_30_cs5.indd 128

04.04.2011 18:53:52


aynı kanaldan akıtmaktan geçiyor. Hep bilinir ya da bilindiği sanılır. Ancak tekrarlamakta yarar var; tüm toplumsal sınıf ve tabakalar içinde, toplumsal yaşamın bütün alanların‑ da yapılan ve birbirini senkronize eden bir politik çalışma, komünist politik çalışma niteliği taşır. İşçi sı‑ nıfı içinde yürütülen çalışma ise, bu geniş perspektifin odağında yer al‑ makta ve olmazsa olmaz bir özellik taşımaktadır. Sınıf çalışması iki kanalda gelişir. Birinci kanalı doğrudan fabrika ve iş yerlerinde bire bir, yüz yüze sürdü‑ rülen çalışma oluşturmaktadır. Zor‑ luğuna, zahmetine ve fiziki darlığına rağmen çalışmanın ana eksenidir. İkinci kanalı ise komünistlerin sınıfa yönelik taleplerinin, sınıfın önündeki sorunlara yönelik çözümlerin değişik propaganda ve ajitasyon malzemeleri ile sınıfa ulaştırılmasını oluşturur. Birinciyi besler, takviye eder, işini kolaylaştır. Birbirini bütünleyen bu iki kanallı çalışmanın, işçi sınıfının ekonomik, ideolojik ve siyasal müca‑ delesinin bütün alanlarını kapsaması gerekir. Sınıf içinde çalışan komü‑ nistler ve bir bütün olarak komünist hareket, sınıf savaşımının her alanın‑ da öncü ve yol açıcı olmak zorunda‑ dırlar. Kendini salt siyasi propaganda ve ajitasyonla sınırlayan bir komü‑ nist çalışma başarılı olma şansını taşımaz. Böylesi bir çalışma darlığı, dogmatizmi ve “sol” çocukluk hasta‑

lıklarını üretmekten başka bir sonuç vermeyecektir. Aynı şekilde sadece ekonomik bir zeminde yürütülen çalışmalar da kaba bir ekonomizmin üretimine yol açar. Sadece ideolojik alanı esas alan çalışma tarzı ise aydın elitizmini ve örgütsüzlüğü üretmek‑ ten öteye geçemez. Devrimin politik ordusunun ana gücü ve öncüsü işçi sınıfının mücadeleye kazanılmasının yolunun üç alanda birden yürütülen komple bir çalışmadan geçtiğini ar‑ tık anlamak gerekir. Benim konuş‑ mamı bu üç ayaklı mücadelenin bir ayağı olan işçi sınıfının ekonomik, sendikal mücadele ayağı oluşturuyor. Yoldaşlar İşçi sınıfının ekonomik mücade‑ lesinin odağında, onun sendikal ör‑ gütleri bulunuyor. Sınıfın geleneksel örgütleri olarak sendikalar bugün de işçi sınıfının vazgeçilmez örgütleri olarak korunup güçlendirilme, daha‑ sı yeni bir açılımla yeniden yapılan‑ dırılma zorunluluğu taşıyor. Bu özel‑ likleriyle de komünistler için özel bir çalışma alanını oluşturuyorlar. Sınıf çalışması yürüten komü‑ nistler ve bir bütün olarak komünist hareketin işçi sınıfının ekonomik mücadelesindeki öncü ve yol açıcı gö‑ revini yerine getirebilmesi için önce‑ likle net ve tutarlı bir sendikal anlayı‑ şa ve programa sahip olması gerekir. Sonrasında ise sendikal pratiği, sen‑ dikaların ele geçirilmesi hedefinden

129

urun_30_cs5.indd 129

04.04.2011 18:53:52


arındırması. Türkiye sendikal hare‑ ketinde bugünün ve yakın geçmişin pratiği bize gösterdi ki komünistle‑ rin, sendikalardaki çalışmaların ana hedefi olan örgütleri ele geçirip siyasi örgütlenmeye bağlı yan örgütler du‑ rumuna düşürmeyi amaçlama bir yandan sendikal örgütü üye kitlesin‑ den tecrit ederek paralize olmasına yol açmakta, diğer yandan komünist hareketin işçi sendikası içerisindeki politik prestijini yok etmektedir. Yoldaşlar Konuşmamın bu bölümünde işçi sınıfı hareketinin yaşadığı bu çıkış‑ sızlığın nedenlerine de değinmeye çalışacağım: Son otuz‑kırk yıl, dünya siyasal süreci bakımından muazzam de‑ nebilecek değişim ve dönüşümlerin yaşandığı zaman dilimi olarak ta‑ rihteki yerini aldı. Bu dönemin genel yönelimi tamamlanmış bulunmak‑ tadır. Yaşanan değişim ve dönüşüm tüm insanlığın yaşamını belirleme‑ ye devam etmektedir. Bu durumun en önemli parçası gerçekleşmiş olan sosyalist sistemin ortadan kalkma‑ sıdır. Dünya sosyalizminin yaşadı‑ ğı oto‑likidasyon ve emperyalizm karşısında diz çökmesinin yarattığı yıkımın değerlendirilmesi, sonuç‑ larının çıkarılması, işçi hareketinin bundan sonraki gelişmesi açısından büyük önem taşıyor. Sosyalizmin, işçi‑emekçi demok‑

rasilerin yıkılma nedenlerinin en başta geleni, kuruluş sürecinde baş‑ lıyor. Gelişmiş bir sanayiye ve sayı‑ ca büyük bir işçi sınıfına sahip, ileri bir kapitalist ülke olmayan Çarlık Rusya’sında kırılan kapitalist zin‑ cirin, eşitlikçi toplum düşüncesini Avrupa’ya kapitalizmin ana vatanına taşınamaması, dünya sosyalizmine büyümemesi, tek ülkede kuruculuk pratiğine mahkûm kalması, daha ku‑ ruluş sürecinde kısıtlılıklar yarattı. İzleyen süreçte yaşanan olumsuz‑ luklar, sosyalist kuruculuğun yal‑ nızca emek üretkenliğinde sağlanan ilerleme, dolayısıyla maddi‑teknik gelişme süreci olarak ele alınması, sosyalizmi bir kalkınma stratejisi durumuna getiren indirgemeci anla‑ yışlar, kuruculuk pratiğini zedeledi. • Kitlelerin değişen ve çeşitlenen tüketim ihtiyaçlarına cevap vereme‑ yerek hantallaşan ve bürokratikle‑ şen merkezî planlama mekanizması etkin hâle getirilemedi. Tüketim alışkanlıkları alanı, iletişimin olağa‑ nüstü geliştiği günümüzde tamamen kapitalist medyanın yönlendirilme‑ sine terk edildi. Yeni yaşamın tüke‑ tim kalıpları yaratılamadı. Kapita‑ lizmin tüketim kalıplarıyla rekabete girişildi. • Yeni insanın yaratılamaması, emek üretkenliğinde sağlanan ge‑ lişmenin insan bilincindeki yeni‑ lenmeyle bütünlenememesi, yeni bir

130

urun_30_cs5.indd 130

04.04.2011 18:53:52


ahlak ve kültürün yaratılamaması, enternasyonalist bakışlı yeni kuşak‑ ların yetiştirilmesinde gösterilen ata‑ let ve donukluk süreç boyunca aşıla‑ madı. • Sosyalist demokrasilerin yerleş‑ tirilmesi, kitle inisiyatifinin ve katılı‑ mının artırılarak doğrudan demok‑ rasinin yaşama geçmesinde başarılı olunamadı. • Ekonomik uygulama ve politik sistem “Reel Sosyalizmin” Marksiz‑ me katkısı adı altında teorileştirile‑ rek dokunulmazlaştırıldı. • 1980’in ikinci yarısında açık‑ lık, yeniden yapılanma ve demokra‑ si sloganlarıyla başlatılan yenilenme atılımı, öznel tüm niyetlerin ötesinde gerçekleşmiş sosyalizm pratiklerinin emperyalizm karşısında diz çökme‑ sini getirdi. Yaşanan bu kendi ken‑ dini tasfiye ve kapitalist restorasyon süreci, dünyamıza yeni bir görünüm kazandırdı. • İki kutuplu ifade ettiğimiz dün‑ yamız, emperyalizmin hegemon‑ yasında, tek kutuplu bir dünyaya dönüştü. Tek kutuplu dünyamızda emperyalist kampın dayattığı “yeni dünya düzeni” olarak adlandırılan yeni dönem hüküm sürmektedir. Yeni dünya düzeni azgın bir sömü‑ rüye, ulusların –zor yolu da dahil– ezilmesine, emperyalizmin tanıdı‑ ğı kadar özgürlük ve demokrasiye denk düşüyor.

• Yeni dünya düzeni tüm ulusla‑ rarası kurum ve kuruluşların işlev‑ lerinin yeniden biçimlendirilmesini de getiriyor. Birleşmiş Milletler, yı‑ kılan sosyalist devletlerin emper‑ yalist kampa entegrasyonunu ger‑ çekleştirmeyi üstlenirken, NATO yıkılan komünizm düşmanın yerine muhayyel düşmanın varsayılması altında yeni dünya düzenini tehdit edebilecek ulusal ve toplumsal hare‑ ketlere karşı yeniden biçimlendirildi. Başta Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan’ın, Irak’ın işgal edilme‑ si, gibi işlevleri üstlendi. Yarattıkları Bin Ladin, Nükleer Silah ve Terörist ülke gibi muğlak kavramlar muhay‑ yel düşmanı temsil ediyor. • Bugün başta bölgemizde sü‑ ren enerji kaynaklarının paylaşımı kavgası bir yandan savaş ocakları yakarak devam ederken, bir yandan da, yeni konsepte uygun olarak “de‑ mokrasi”, “sivil inisiyatif” vb. olum‑ lu kavramları kullanarak ve dolar milyarderlerinin kurduğu vakıflar aracılığıyla hükümetler alaşağı edil‑ mektedir. Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğunun sınırları yeniden belir‑ lenmek istenmektedir. Irak işgalini, Suriye’nin diz çöktürülmesi, İran’ın uluslararası ilişkilerden izole edilme‑ si süreci devam ederken patlak veren Arap dünyasındaki halk ayaklanma‑ larının toz bulutu altında yaşıyoruz. Tüm bu süreçte Türkiye Cumhu‑

131

urun_30_cs5.indd 131

04.04.2011 18:53:52


riyeti ve İsrail Devleti bölgesel he‑ gemon güç olmaya dayalı rekabet politikaları kızışarak devam etmek‑ tedir. Kürdistan’da süren kirli savaş, çözülemeyen Kıbrıs, Filistin sorunu, Irak’ın işgaliyle başlayan İran’ın izole edilme politikaları ve yeni başlayan Arap dünyasındaki halk ayaklan‑ maları, bunların nereye evrileceği, bölgemizi patlamaya hazır bir barut fıçısı hâline getirmiş bulunmaktadır. Tüm bunlar yeni dünya düzeninin dünya ve bölgemize dayattığı çözüm‑ süzlükler olmaya devam ediyor. • Yaşanan değişimin diğer yönü‑ nü, üretim teknolojisinde sağlanan muaazzam ilerlemeler oluşturuyor. Bilimsel teknolojik gelişme ve bu ge‑ lişmenin üretimde uygulanmasında sağlanan baş döndürücü hız, üreti‑ min yapısında köklü değişimlerin yaşanmasına neden oldu. Yeni tekno‑ lojilerin kullanımı hizmetler sektö‑ ründe yeni iş alanları açıyor ve top‑ lumun daha büyük bir kesimlerini çalışanlar kategorisi içinde işçileştiri‑ yor. Emeğin genel anlamda niteliğini ve entelektüel düzeyini yükseltiyor. Üretim araçları ve üretim organizas‑ yonunda sağlanan değişim, dünün ayrıcalıklı kafa emeği sahiplerinin elinden bu ayrıcalıklarını alıyor – yani sınıf profili içinde– onları üre‑ tim sürecinin içine çekiyor. Üretken emek “beyin gücünü” de kapsıyor. • Üretim teknolojisinde “esnek üretim” diye ifadelendirilen yeni bir

imalat modeli ortaya çıktı. Bu üre‑ tim modeli çok kısa bir zaman süresi içinde pazarın ihtiyaçlarına uyarla‑ nabilme yeteneğine sahip olmasıyla ayırt edilebiliyor. Üretimde robot kullanımı giderek gelişiyor. Sermaye‑ nin uluslararasılaşması sürecin ola‑ ğanüstü yükselişi ve bunun sağladığı faiz‑rant gelirlerinin artışı sürece eş‑ lik ediyor. • Bu gelişmelerin tümü yeni bir emperyalist iş bölümünün gerçek‑ leşmesinin olanaklarını sunuyor. Bir avuç metropol kapitalist ülke daha çok bilgi ve teknolojinin üre‑ timini kendinde toplayarak yeni bir entegrasyon zinciri yaratırken, bu teknolojilerin üretime uygulanışını ülke özelliklerini de hesaba katarak bir dizi ülkeye dağıtıyor. Ve böylece alt entegrasyon zincirleri yaratıyor. Bu yolla teknoloji üretiminde geri kalmış, geri bıraktırılmış ülkelerin bağımsız sanayileşme çabalarının önünü keserken, emperyalist bağım‑ lılığı da yeni koşullarda üst düzeyde yeniden üreterek bu ülkeleri sömür‑ meyi sürdürme olanağı sağlıyor. Sürdürülen bu yeni uygulama, geri bıraktırılmış ülkelerin farklı bir sa‑ nayisizleştirilme sürecini yaşamala‑ rını beraberinde getiriyor. • Bilimsel teknolojik gelişmele‑ rin sonuçları salt üretim sürecinde yarattıkları ile kalmıyor. İdeolojik ve politik süreçlerde, düşünce sistemin‑ de de bilinç bulanıklıkları yaratıyor.

132

urun_30_cs5.indd 132

04.04.2011 18:53:52


Gerçekleşen gelişmelerden güç alan kimi dönek Marksistler, bilimsel tek‑ nolojik devrimle proletarya ve bur‑ juvazinin bütünüyle sınıfsal karak‑ terlerinin değiştiğini, işçi sınıfının gerçekleştirdiği ürüne, dolayısıyla emeğine yabancılaşmanın ortadan kalktığını ileri sürebiliyorlar. Bu tezlerle, yani işçinin yarattığı ürüne kendinden bir şeyler katabilmesinin “olanaklarının” ortaya çıktığını vaaz ediyorlar. Böylelikle yabancılaşma‑ nın kapitalizm içinde ortadan kalka‑ bileceğinin olanaklı olduğunu, hatta gerçekleştiğini öne sürebiliyorlar. Buna bağlı olarak tek tek baktığımız‑ da olumlu sayabileceğimiz, burjuva ideologları tarafından yeniden an‑ lamlandırılan kavramlar etrafında “demokrasi”, “kimlik siyaseti”, “insan hakları”, “anti‑militarist, sivil inisi‑ yatif” ideolojik kavramlarla kitleleri yanıltmaya ve burjuvazinin “tarihsel haklılığını” kanıtlamaya çalışmakta‑ dırlar. Diğer yandan ise, emperyalist kapitalizmin aşıldığını, globalleşen dünyada kapitalist üretim ilişkileri‑ nin değiştirdiği ve sermeyenin geniş kitlelere dağılarak niteliksel bir de‑ ğişime uğradığını, üretimde yüksek teknoloji ve robot kullanımına bağlı olarak işçi sınıfının üretim sürecinde sönümlendiğini ve giderek yok ola‑ cağını savunmaktadırlar. Tüm bun‑ ların sonucu olarak parti, mücadele gibi şeylerin tarihsel misyonlarını tamamladıklarını vaaz ediyorlar.

• Bilimsel teknolojik gelişmenin, yüksek teknolojinin üretimde kulla‑ nımı, kafa kol emeği ayrımı, kol eme‑ ğini üretimden dışlayarak ortadan kaldıran bir süreç işliyor. Üretimde yüksek teknoloji kullanan işçi artık okur‑yazar ve sadece dört işlem bilen işçi olmuyor. Ancak yüksek teknoloji bu kez kafa emeğindeki rolünü ay‑ rıntılı bir biçimde belirleyerek bilgi‑ sayar programının bir parçası hâline getiriyor. Dünkü kol emeğinin rolü , bu kez kafa emeğine geçiyor. Akar bantta tornavidayla vida sıkan işçi‑ nin yerini, ekran karşısında kendi‑ ne verilen programı gerçekleştirmek üzere gösterilen tuşa basan işçi alıyor. Bu yeni işbölümü ise, kafa kol emeği ayrımı sürecinde, kafa emeğinin kol emeği karşısında mevcut vasıflı ka‑ rakterini ortadan kaldırıcı bir özellik olarak kendini gösteriyor. * Kapitalist üretim içinde işçi yabancılaşma olgusunu en yüksek düzeyde yaşıyor. Sanayide günü‑ müzde uygulanan postfordist üretim modelinde, eğer bitmiş mamulün ne olduğu ve hangi işte kullanılacağı kendisine söylenmemiş ise işçinin bunu bilme, anlama şansı bulunma‑ maktadır. İşçi akar bantta veya bilgi‑ sayar ekranının başında sadece ken‑ disine verilen işi tekrar ediyor. * Bilimsel teknolojik gelişme‑ lerin üretim sürecine uygulanması, üretim yapısında değişime neden oluyor. Esnek üretim ve ürün biçim‑

133

urun_30_cs5.indd 133

04.04.2011 18:53:53


leri ortaya çıkıyor. İş yeri ölçeği kü‑ çülüyor. Büyük fabrika ve işletmeler eski üretim ölçekleri rantabl olma özelliklerini yitiriyor. Artık ham maddeden, bitmiş mamule entegre, kombina türü işletmeler terk edili‑ yor. Daha çok küçük ve orta boy mo‑ dern teknolojiye sahip yeni bir işyeri türü gelişti. Bu türün ana işletmesi esas olarak modern montaj hattın‑ dan ibarettir. Ülkenin, dahası dün‑ yanın çeşitli yerlerinde üretilen par‑ çalar bu ana işletmede sadece monte ediliyor. İmalatın parça dağılımı ise uluslararası rekabete üstünlük sağ‑ lama imkânı veren maliyet unsuru belirliyor. Maliyetin düşürülmesine imkân sağlayan ucuz işçilik ve nak‑ liye kolaylıkları esas faktörü belirli‑ yor. Yarı zamanlı çalışma, düzensiz istihdam biçimleri tüm dünyada te‑ mel istihdam biçimi olmaya aday du‑ rumdadır. Yoldaşlar, Konuşmamın bu bölümünde Tür‑ kiye sendikal hareketine özellikle de DİSK’e dair bir takım değerlendir‑ melerde bulunacağım. Ülkemiz 12 Eylül askerî‑faşist diktatörlüğü tüm toplumsal muhale‑ feti bastırdığı gibi sendikaları da sus‑ turdu. Özellikle DİSK yöneticilerinin bir kısmını uzun yıllar hapishanede tutarken bir kısmını yurt dışına kaç‑ mak mecburiyetinde bıraktı. Fabri‑ kalardaki öncü işçiler de aynı akıbeti

yaşarken binlerce militan işçi işsizlik cenderesine sokuldu. 12 yıl örgütsüz kalan DİSK işçileri Türk‑İş ve Hak‑İş sendikaları arasında pay edildi. DİSK 12 yıl sonra açıldığında sıfır üye ve kuruşsuz açılmak durumunda kaldı. Uzun yıllar süren ülke barajı, %50+1 barajı, noter şartı cenderesinden ge‑ çerek var olmaya çalışıldı. Bir başka zorluk da, burjuvazi tarafından çok yoğun olarak, sendikalar ve sendi‑ kacılara karşı yürütülen sistematik dezenformasyon politikasının geniş kitleler tarafından kabul görmesi, özellikle genç işçilerin sendikalardan uzak durması sendikal örgütlenme‑ lerin önünü tıkadı. Diğer yandan, yeniden açılan DİSK, kuruluş ve 1980’e kadar yü‑ rüttüğü sendikal politikaları yani demokratik sınıf ve kitle sendikacı‑ lığını terk ederek çağdaş sendikacılık denen özünde sınıf uzlaşmacılığına dayalı politikaları benimsedi. Söz‑ de çağdaş sendikacılığa karşı çıkan sendikalar da en çok çağdaş sendi‑ kacılık politikalarını uyguladı. Bir başka çıkmaz ise; TKP’nin bir takım yöneticileri eliyle likidasyonunun sendikalara yansıması, TKP üyesi veya TKP’nin sendikal politikaları doğrultusunda sendikalarda yer alan sendika yöneticisi ve militan işçilerde demoralizasyon ve sendikal örgüt‑ lenmelerden çekilmek oldu. Özellikle çağdaş sendikacılık denen sınıf uz‑ laşmacılığına dayanan politikaların

134

urun_30_cs5.indd 134

04.04.2011 18:53:53


kimi TKP’li sendikacılar tarafından bu topraklara taşınması, sendikalar‑ da yer alan TKP militanlarını çok zor durumda bıraktı. Böylesi bir süreçte TKP üyeleri ya kendiliğinde sendika‑ lardan çekildi ya da tasfiye edildiler. TKP’nin likidasyonu ve TKP sa‑ vaş erlerinin sendikalardan çekil‑ mesiyle birlikte DİSK politikasızlığa mahkûm oldu. Sınıf savaşımı, mü‑ cadelenin yerine ikame edilen uzlaş‑ macılık, diyalog, devlete yaslanma, DİSK yöneticiliğini milletvekilliğine atlama aracı olarak kullanma DİSK’i diğer konfederasyonlarla aynılaştır‑ dı. Bu durum, aynı zamanda, bur‑ juvazi tarafından sendikalara karşı yürütülen politikalara da bol bol malzeme sunmaktadır. Yukarıda da belirttiğim gibi, işçi hareketinin uzağında kendi öznel gündemi ile meşgul olan sol ve ko‑ münist hareket zaman zaman ortaya çıkan sınıfın kendiliğinden hareket‑ lerine tabi olmak ve oradan yeni bir sınıf hareketi yaratma hayallerine ka‑ pılmaktadırlar. Zonguldak Madenci Yürüyüşü ve Tekel örneğinde olduğu gibi ya da Amerika’yı yeniden keşfe‑ derek “güvencesizler” üzerinden işçi sınıfını yeniden tarif etmeye ve yeni sınıf hareketi yaratma hülyalarına kapılmaktadırlar.

fı bölen, sözleşmeleri kilitleyen bir sendikal rekabet ortamı ve sendikal bürokrasinin rakipsiz egemenliğidir. Sendikal hareket kendisine dar gelen, onu sıkan ve krizini derinleştiren 2821‑2822 sayılı bu yasalara onları kırarak karşı çıkmak zorundadır. Ancak böylesi bir mücadele sonucun‑ da sendikal örgütlenmede başarı sağ‑ layabilir, sendikal çalışmanın değişik alanlardaki yeni politikaları yaşama geçirilebilir ve işçi hareketinin siya‑ sallaşması amacına ulaşılabilir. Bu nedenle dönemin sendikal mücadele hedefi, “özgür sendikacılık” ve “öz‑ gür toplu iş sözleşmesi düzeni” ola‑ rak formüle edilmelidir. Diğer tüm çalışmalar da bu ana açılıma bağlı olmalıdır. İşte bu hedefi gerçekleştirmek için, sınıf ve kitle sendikacılığının takipçisi olan kadrolara büyük so‑ rumluluk düşmektedir. İşçi sınıfımız mücadele eden ve mücadele içinde kendini yenileyerek yeniden yapılan‑ dıran bir sendikal harekete ihtiyaç duyuyor. Başta komünistler olmak üzere tüm sınıf bilinçli kadroların böylesi bir bilinçle davranması, mad‑ di ve moral gücü bu noktada yoğun‑ laştırması gerekiyor. Hepinize teşekkürler.

Yoldaşlar Sonuçta ortaya çıkan durum ise, krizdeki bir sendikal hareket, sını‑

135

urun_30_cs5.indd 135

04.04.2011 18:53:53


Devrimci Bir Emek Odağı Yaratmanın Olanakları Erhan Kaplan

Ben de “merhabalar” diyerek söz‑ lerime başlayayım. Ben hem SODAP temsilcisi Mert arkadaşımdan, hem Sosyal‑İş temsilcisi olan, aynı zaman‑ da pek çok alanda birlikte olduğum Celal arkadaşımdan dinlediklerim‑ den notlarımı aldım. Ortaklaştığımız kısımları adım adım saymaya gayret edeceğim. Benden bu panelde konuşmacı olmam istendiğinde, konuşmamı “Devrimci bir emek odağı yaratma‑ nın olanakları” üzerine şekillendir‑ mek istedim. Sebebi şu: Bugün bur‑ juva basınının da gündemine girmiş, bizim de konuştuğumuz iki konu var. Birisi Mısır, bir diğeri de Tunus. Her iki ülkede yaşananlar aslında biraz böyle bir odak yaratmanın da ihtiyaç hâline dönüştüğünün bir göstergesi‑ dir. Bunu konuşmanın ilerleyen kı‑ sımlarında biraz daha anahatlarıyla belirtmeye çalışacağım.

Şimdi çok kısaca, konuşmama bir temel olması açısından günümüzü de içeren bir geçmiş hatırlatması ya‑ payım. Sosyalistler olarak neleri yap‑ tık, neleri yapamadık olmak üzere bir kısa çerçeve çizmek istiyorum. Bu‑ nun için de yaklaşık 30 yıllık bir sü‑ rece kısaca değinerek günümüze gel‑ mek istiyorum. Çünkü, dünyamızda yeni bir dönem başlıyor. Öncelikle herkesin, özellikle de sosyalistlerin ve ülkemizin geleceğini değiştirmek isteyen devrimcilerin bilinçlerine çı‑ kartması gereken şu: Bir dönem ka‑ pandı ve o kapılar bir daha açılma‑ yacak. Yeni bir dönem başladı, fakat yeni dönemin kısa vadede sosyalizm açısından neler getireceği henüz bü‑ tün yönleriyle anlaşılacak kadar açık değil. Fakat net olan bir şey var, eski dünya yok oldu gitti. Neydi bu eski dünya? 30 yıldır

136

urun_30_cs5.indd 136

04.04.2011 18:53:53


bütün halklara dayatılan bir ikti‑ sadi ve siyasi politika bulunmakta. Türkiye’den örnek verecek olursak, ama sadece Türkiye açısından değil, benim bütün saydıklarımı gerek La‑ tin Amerika’da, –Mert arkadaşım bu konudan yeterince bahsetti– gerek Asya ülkelerinde, gerek Avrupa ülke‑ lerinin hepsinde görmek mümkün, hepsinde de ortaklaşan, bir standart tez ve ideoloji vardır. Bunlar neoli‑ beral tezler olarak adlandırıldı. Yani, yeni dönemin, yeni liberalleşmiş dö‑ nemin politakaları ve tezleri. Öz ola‑ rak, çok basitçe, nedir neoliberal dü‑ zen, dediğimizde karşımıza çıkan tek bir cümle var: “Devlet hiçbir şekilde iktisadi alana, ekonomiye müdahale etmez”. Bu sözün zihinlerde bir anlam taşıması için sürecin öncesini de bil‑ mek gerekiyor. Öncesinde şu vardı; devlet hemen her alana müdahale etmek zorunda kalıyordu. Devlet sağlığa, eğitime, ulaşıma, kimi yerlerde kiralara ezi‑ lenler lehine müdahale ediyordu. Kı‑ sacası sosyal devlet denilen olgu vardı. Fakat iktisatçı arkadaşlarım bunun ayrıntısını bilebilirler, dünya çapında 70’li yıllardan başlayarak kâr oranla‑ rının düşmesiyle, yani sermaye sını‑ fının, kapitalistlerin elde edecekleri kâr oranlarının düşmesiyle birlikte dünyada bu durum değişmeye baş‑ ladı. Daha önce de halklara sosyaliz‑ min korkusuyla bazen parasız verilen

her hakkı elimizden alıp bunları özel sektöre devredip yeni sermaye alan‑ ları, yeni kâr alanları açmaya gayret edilen bir süreç başladı. En azından buna niyet edildi. Fakat insanlara siz onlarca yıl bo‑ yunca, birkaç kuşak boyunca, eğiti‑ mi, sağlığı, ulaşımı vs. parasız ya da geniş halk kesimlerinin kolaylıkla karşılayabileceği ölçüde düşük fiyat‑ larla temin ettiyseniz, bunu bir anda “Ben tüm bu haklarınızı alıyorum, düne kadar bedava verilen bu hakları bundan sonra yüksek fiyatlarla vere‑ ceğim.” derseniz olamaz, bunun bir bedeli olur. Değişik ülkelerde değişik bedelleri olur. Kapitalist ülkeler ara‑ sında demokratik hakların kısmen de olsa daha fazla olduğu yerlerde böylesi bir durumun sonucu seçim‑ lerde yenilgiyle alınır. Bu tezleri bir

137

urun_30_cs5.indd 137

04.04.2011 18:53:53


anda uygulatmaya kalkan ve sosyal hakları kısan hükümetler, iktida‑ rı kaybederler. Latin Amerika gibi, Türkiye gibi sınıfsal çelişkilerin daha keskin olduğu toplumlarda ise, böyle‑ si tezleri kabul ettirmenin, bunu top‑ luma dayatmanın yolu darbelerden, kontrgerillalardan, jitemden geçer. Ama bundan daha önemli bir konu var. Her şeyin bir bedelinin olduğu, devletin asla iktisadi alana müdahale etmeyeceği fikri sadece zor yoluyla dayatılamazdı. Bunun için adım adım giden bir süreç iz‑ lendi. Öncelikle “Hayatta her şeyin bir bedeli vardır; okula gönderiyor‑ san bunun parasını ödemen gerekir, hastahaneye yattıysan tabii ki bunun parasını ödemen gerekir” diye bir dü‑ şünce kafalara yerleştirildi. “İnsanlar çalıştığı kadar alır, devlet de asla eko‑ nomiye müdahale edemez.” 30 yıl bo‑ yunca böyle bir ideolojik hegemonya altında –o süreçlere ben girmeyeyim kısmen iki arkadaşım da değindi–, sosyalist sistemin yıkılışına varana dek geçen bir süreci yaşadık. Sosya‑ list sistem bile, evet herhâlde kapita‑ lizmin bildiği bir şey vardı, bu kadar insan yazdığına, konuştuğuna göre mutlaka bir temeli vardır düşünce‑ siyle başka bir tarafa gitti. Konumuz değil, ayrıntısına şimdi girmeyeceğiz ama herkesin bildiği gibi, Ürün der‑ gisinde konu ayrıntılı olarak defalar‑ ca değerlendirildi.

Ama öncelikle zihinlerin ele ge‑ çirilmesi gerekiyordu, beyinlerin ele geçirilmesi gerekiyordu ve o yapıldı. Bireycilik, özel sektör güzellemeleri genel olarak kabul görmeye başladı. O yapıldıktan sonra insanlarda ka‑ muculuktan kaçınmak başladı. Özel‑ likle kamuda örgütlü olan sendikacı arkadaşlarım bilir, kamuda örgütlü olan işyerlerindeki işçiler bile özel‑ leşmenin herhangi bir zararı olma‑ yacağını söyleyip “salın gitsin” de‑ dikleri noktaya gelmişlerdi. Buna bir kısım soldan da bir anlamıyla destek olunmuştur. “Mademki bir kapitalist sistemi yaşıyoruz, mülkiyetin devlet‑ te mi, kamuda mı, özel sektörde mi olduğu çok önemli değildir” gibi bir düşüncenin yansımasıyla, biz adım adım kamunun elindeki bütün te‑ sisleri, işletmeleri ve haklarımızı eli‑ mizden çıkarttık. Bu bizim açımızdan kaybedilmiş bir durum. Ama işte o kapandı dediğimiz dünyanın içinde bu neoliberal tezler de bulunuyor. Artık en azından ide‑ olojik anlamda böyle bir argüman geçerli değil. Çünkü devlet asla mü‑ dahale edemez düşüncesi kitlelere yansıtıldı, kitleler bu görüşe uygun olarak şekillendi. Fakat sonuç olarak kapitalist dev‑ letler ne yaptı? Yaklaşık olarak 3‑4 yıldır dünya çapında krizlerle boğu‑ şuyoruz. Bu krizin 70’li yıllarda açığa

138

urun_30_cs5.indd 138

04.04.2011 18:53:53


çıkması gerekirken bir şekilde öte‑ lendi. Ayrıntısına girmeyelim ama bir şekilde ötelendi. İşte bir önceki dünyanın temeli dediğim neoliberal tezlerin insanla‑ rın zihnine yerleşmesi için, Celal ar‑ kadaşımın da bahsettiği gibi, dünya çapındaki büyük kuruluşlar, sözde bağımsız kuruluşlar, Dünya Banka‑ sı gibi, Birleşmiş Milletler gibi, İMF gibi bütün bu kuruluşların verdikleri fonlarla destekledikleri, teşvik ettik‑ leri akademik çalışmalara bakarsanız bütünüyle, neoliberal tezlerin halkla‑ ra, insanlara nasıl uygun olduğunu anlatan; bunun aksine, kamuculu‑ ğun, sosyal hakların, sosyal getirile‑ rin aslında ne kadar insan doğasına aykırı olduğunu iddia eden tezlerin teşvik edildiği bir dönemdi. Bu dönem bugün bitti. Nasıl bitti? Yaklaşık 3‑4 yıldır devam eden, çok daha da devam edeceği belli olan, eskisi gibi bir alev olmaktan ziyade yangın olarak tanımlanabilecek bir kriz var. 1929 Buhranından örnek veriliyor; “başladı 3‑4 yıl sonra etki‑ si de yok olup gitti” vs. gibi, ama bu öyle bir şey değil. Adım adım, azalıp çoğalarak ama yok olmadan çok daha uzun yıllara yayılacak bir bunalım olduğu söyleniyor. Hatta bunalım‑ dan çıkışın bizler açısından, sade bir insan açısından en büyük göstergesi bilirsiniz, şudur: Eğer çalışacak bir işiniz varsa, bu işten de insanca bir

gelir elde edebiliyorsanız mesele de‑ ğildir. İşte şimdi bunalımdan çıkıl‑ dığı iddia edilen Amerika’da bile iş‑ sizliğin bir önceki döneme, bunalım öncesi döneme denk hâle gelebilmesi için en az 10 yıl geçmesi gerektiği id‑ dia ediliyor. Dolayısıyla bunalımdan vs. çıkılmış değil. Ama bundan, tüm toplumsal kesimlerin bunalımdan etkilendiği gibi bir şey anlaşılmasın. Bir kesim bunalımdan, denildiği gibi, kurtuldu. Nasıl kurtuldu? İşte hani devlet asla müdahale etmez denilen, yani neoliberal tezlerin temeli olan o argümanı yok ederek, devlet bütün kapitalist sisteme müdahale etti. Ama kimlere müdahale etti? Ka‑ pitalizm 1929 Bunalımından işsizlere para vererek, işsizleri gerekli ya da ge‑ reksiz işlerde istihdam ederek, sosyal harcamaları arttırarak, eğitimlerini, sağlıklarını vs. parasız sağlayarak, son olarak da dünya savaşına girerek çıktı. Şimdiki dönemde ise emekçilerin güçsüzlüğünden, ideolojik hegemon‑ yanın devam etmesinden de kaynak‑ lı, karşısında sistem olarak sosyalist bir alternatifin de olmamasından kaynaklı olarak devletin müdahalesi yoksul halk kitlelerine dönük olmadı. Milyarlarca, trilyonlarca dolar ban‑ kaları, sahtekârları kurtarmaya har‑ candı. Banker Kastelli benzeri, Titan‑ cılar benzeri sahtekârları kurtarmaya harcandı. Günümüzdeki sonuçlara

139

urun_30_cs5.indd 139

04.04.2011 18:53:54


baktığımızda, bankaların hepsinin kârlarına kâr kattıkları, emeğiyle geçinenlerin ise giderek daha fazla sefalet içerisine girdikleri görülüyor. Dünyamız, kapanan bu yeni dünya‑ nın etkilerinin de uzantısıyla, tarih‑ te ilk defa iflas eden şirketlerin yanı sıra, iflas eden ülkelerle karşılaştı. Bir çok ülke “Ben iflas ettim, bundan sonra hiçbir şey ödeyemiyorum.” noktasına gelebildi. Hepimizin bil‑ diği gibi, refah devleti denildiğinde, refah devleti uygulamaları denildi‑ ğinde, Kıta Avrupası denilen Avru‑ pa Birliği ülkeleri ile çeperleri akla geliyordu. Ama biliyorsunuz, geçen 2010 yılı, bu “refah” devletlerin‑ de, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Romanya’da, Çek Cumhuriyeti’nde, İzlanda’da, İspanya’da, Portekiz’de, Almanya’da, Fransa’da günlerce sü‑ ren grevler, direnişler ve ayaklanma‑ larla sona erdi. Şimdi yeni bir döneme doğru geli‑ yoruz. Bu emekçi düşmanı tez çöktü, ama karşı tez henüz taze. Etkisi henüz tüm kitleleri kucaklamadı. Halkların bakışı yavaş yavaş değişiyor. Yani madem ki devlet bu alanlara mü‑ dahale edebiliyor, madem ki devlet sermayedarı kurtarabiliyor, o zaman bu devlet bizi de kurtarsın. Ve bizim aynen o enternasyonal marşında söylediğimiz gibi, her şeyi biz elimi‑ ze alabiliriz; hem fabrikalar, hem de toprak, her şey emekçinin olacaktır,

tufeyliye, parazite, yani sırtımızdan geçinenlere ihtiyacımız yok düşün‑ cesinin de öncelikle kafamızda olu‑ şabilmesi gerekiyor. Çünkü devrimci bir teori olmadan devrimci pratikler, devrimci müdahaleler olamaz ama, bu devrimci teori kafamıza yerleşme‑ den, yani, evet bu iş olabilir düşüncesi kafamıza yerleşmeden devrimci dö‑ nüşümlerin gerçekleşmesi mümkün değildir, bunu asla unutmayalım. Şimdi gelelim her iki arkadaşımın da bahsettiği iki ülkeye: Tunus’a ve Mısır’a. Tunus ve Mısır’da ne oldu? Bugüne dek olmaz denen bir şey ya‑ şandı. Bu iki ülkede, sadece işçi sını‑ fına yönelmiş olanların da, devrimci mücadele için işçi sınıfından kaçıp farklı toplumsal kesimlere yönelmiş olanların da çıkartabilecekleri çok büyük dersler var. Bugün Mısır’da bir devrim yaşandı. Bu devrimin sonucu halkçı bir yönelim mi olur, sosyalizm mi olur, devrimci güçler yenilir eskisi gibi mi kalır henüz bilmiyoruz. Ce‑ lal arkadaşımın da dediği gibi henüz sonuç belli değil, hakların, kitlelerin pozisyonlarında biraz karmaşıklık var, ama buna rağmen bir devrim ya‑ şanıyor. Ne demektir devrim, biraz kendi‑ mizi hatırlayalım, ustalarımızı, ho‑ calarımızı, eski tezlerimizi hatırlaya‑ lım. Nedir eski tezlerimiz? Tunus’ta bir devrim gerçekleşiyor, halklar ayakta. Tunus’ta artık insanlar eskisi

140

urun_30_cs5.indd 140

04.04.2011 18:53:54


gibi yönetilmek istemiyor. Tezleri‑ mizi hatırlayalım. Bir ülkede devrim olabilmesi için Lenin diyordu ki, üç şeyin gerçekleşebilmesi gerekiyor; O ülkede artık insanların eskisi gibi yönetilmeyi istememesi gere‑ kiyor. Yönetenlerin de eskisi gibi yö‑ netemez duruma gelmesi gerekiyor. Ama, Lenin sadece bu iki şart yetmez diyordu, işte biz şu anda o “yetmez” noktasını konuşuyoruz. Niye yetmez bu iki şart. Lenin, bir şart daha var, o da es‑ kisi gibi yönetilmek istemeyenlerin ülkede nasıl bir iktidar istediklerini onlara gösterecek bir özneye, parti‑ ye, örgüte, organizasyona, adına ne derseniz deyin, bir şeylere ihtiyaçları vardır, diye işaret ediyordu. İşte bu ülkeler açısından biz he‑ nüz bu ilk iki aşamadayız. Güçlü bir komünist partinin, yığınlarla kucak‑ laşmış bir partinin eksikliği hissedi‑ liyor. Tunus’ta halklar ayağa kalktı, in‑ sanlar eskisi gibi yönetilmek istemi‑ yorlar, hükümet eskisi gibi, iktidar eskisi gibi yönetemiyor. Türkiye’de ise, Roni Margulies diye bir arka‑ daşımız var. DSİP adlı, Başbakanın bile övgülerine mazhar olan, adında devrimci, sosyalist ve işçi sözcükleri geçen bir partinin sözcülerindendir. Belki ismini duymuşsunuzdur, “yet‑ mez ama evet” kampanyasını yürü‑

tenlerden biridir. Hatta yumurtalı protestolara maruz kalmıştır. Kendi aramızda konuşuyorduk, sol sayılan birine, her şeye rağmen sol içinde sa‑ yılabilecek birine yumurta atılır mı, atılmaz mı diye. Neyse, işte bu ar‑ kadaş, işçiler orada grevlere çıkıyor, halk ayaklanıyor, devrime yürüyor, Zeynel Bin Abidin adlı diktatörü ül‑ kesinden kovuyor. Bu adam ise otu‑ rup dalga geçiyor. “Orada bildiğiniz gibi değil kardeşim, bunların üçü beşi kalkarlar ve ondan sonra gerisin geri otururlar” diye alay eden yazılar yazabiliyor. Peki hemen ardından Mısır yaşa‑ nıyor. Mısır yaşandığında ise bu kez aynı şey söylenmedi. Görüyorsunuz, süreç çok hızlı gelişiyor. Bu kez bi‑ raz susuldu, sebebi ise şu: Mısır’da da olunca, yavaş yavaş acaba mı diye başka yerlere gelinmeye başlandı. Şimdi bizi burada ilgilendiren nokta ne? Hayat devrimcilerin her şeye hazır olmasını gerektirecek kadar çeşitlilik‑ le dolu, yeniliklerle dolu, sürprizlerle dolu. Siz eğer kafaca hazır değilse‑ niz, devrimci durum geldiğinde bile ondan haberiniz olmayacak. Roni Margulies’i devrim yapıldığında, ik‑ tidar el değiştirdiğinde bile inanmaz hâlde yazılar yazarken görebileceği‑ mizi düşünüyorum. Onun gibi, Nabi Yağcı’nın da aynı şeyi yazmaya başla‑ yacağını düşündüm.

141

urun_30_cs5.indd 141

04.04.2011 18:53:54


Çünkü Türkiye’de bugün baktı‑ ğımızda yönetilenler aslında eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Türkiye insanlarına baktığımızda halkla‑ rın, işçi sınıfının, emekçi kitlelerin mevcut kapitalizme itirazları olduğu görülüyor. Kürt halkı bütünüyle es‑ kisi gibi yönetilmek istemiyor. Başka kimler istemiyor? İşçiler eskisi gibi yönetilmek istemiyor. İşçiler istemi‑ yor, aleviler de eskisi gibi yönetilmek istemiyor. Yeter artık, görünmezlik, yok sayılma son bulsun diyorlar. Şe‑ riat tehlikesi gören, çağdaş bir yaşam taleplerinin tehlikede olduğunu dü‑ şünen ezici bir kesim de şimdiki gibi yönetilmek istemiyor. Mert arkada‑ şımın başta söylediği gibi, orada bu‑ rada yüzlerce yerde, sadece kıpırtı da değil, gümbür gümbür işçiler eylem‑ ler içerisinde. Ne yazık ki o eylem‑ lerin tümünün, bir taraftan yoksul halkın, bir taraftan işçilerin, emekçi‑ lerin, ortak yere kanalize edilebilme durumu henüz yok. İşte biz onu ko‑ nuşuyoruz. Peki bu noktada bahsettiğimiz devrimci emek odakları niye önemli? Bakın Mısır’da ne oluyor? Bir yanda, halk günlerce Tahrir meydanını işgal ediyor. Diğer yanda, on binlerce işçi greve çıkıyor. Yani biz sadece fabri‑ kaları mı hedeflesek daha iyi olur, yoksa gecekonduları mı hedeflesek devrimi daha hızla gerçekleştiririz? Bunun diyalektik bir bütünlüğünü

Bolşevikler gerçekleştirmiş, Kübalı‑ lar gerçekleştirmiş, farklı farklı ülke‑ ler gerçekleştirmiş, biz de bu ülkede gerçekleştirebiliriz. Nasıl ki Tunus’ta yoksulların ayaklanmasının hemen ardından Tunus genel işçi sendikası grev ilan ettiyse ve Tunus’taki bu işçi sendikası hükümete sonradan geri çektiği üç bakan verebiliyorsa bunun sebebi bu diyalektik bütünlüktedir. Bugün Tunus’ta 14 Ocak Cephe‑ sini kurduklarını ilan eden ve devri‑ min derinleştirilmesini isteyen güç‑ ler var. Bakalım bu güçlerin yapısı Türkiye’ye benziyor mu? Bu siyasal güçlerin birinin adı, Sol İşçiler Bir‑ liği. Diğerinin adı Birleşik Nâsırcı Hareket, Mısır’ın efsanevi lideri Ce‑ mal Abdül Nâsır çizgisinden gelme‑ dir –kamucu, anti emperyalist bir çizgiye sahiptir. Ulusal Demokratik Hareket, niteliğini bilmiyorum ama solculara daha yakın olduğunu bi‑ liyorum. Ulusal Demokratlar, Baas Hareketi, Bağımsız Solcular diye bir örgüt, Tunus Komünist İşçi Partisi ve Ulusal Demokratik Emek Parti‑ si. Kısacası bu cephe içinde ülkede‑ ki tüm devrimci, demokratik güçler yer almış. Yani Tunus’ta kendilerine ilerici güçler denen kesimler, örgüt‑ ler bir araya gelip bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunun ardından ne çıkar, bilmiyoruz, hep birlikte bakacağız. Ama umuyoruz ki, bu cephe Tunus’ta

142

urun_30_cs5.indd 142

04.04.2011 18:53:54


yeni dönemin devrimci dalgasının ilk başlatıcısı olabilir, olmayacak bir şey değil. Şimdi aynı soruyu ülkemiz için sorsak, Türkiye’de bir şeyler değişir mi diye, çoğunlukla değişmez cevabı alabileceğimizi düşünüyorum. Çün‑ kü Türkiye böyle değil, şöyle değil, oraya benzemez, buraya benzemez. Biz şimdi 2011 yılındayız. 1917 devrimleri öncesinde, 1917 Ocak ayında Lenin’in bir yazısı var, dünya savaşı patlamış, dünya savaşını de‑ ğerlendiriyor, 1905 devriminin ders‑ lerini tartışıyor. Lenin, yazısında her ne kadar bizim kuşak sosyalist bir devrimi göremeyecekse de diyor. Bu yazıyı yazmasından bir yıl geçmeden Bolşevikler iktidarı ele geçirdiler! Ama Lenin’in, Bolşevik hareketin farkı şu ki, onlar kendilerini gelişe‑ bilecek her duruma karşı hazırlıklı kılacak mekanizmaları ellerinde bu‑ lunduruyorlardı. Belki biz devrimi göremeyeceğiz diyor, ama kafaca ik‑ tidarı almaya sürekli hazırlar, uygun ortam geldiğinde biz işçi sınıfı olarak iktidarı ele alacağız diyorlar. Bu tutuma dair bir örnek vermek istiyorum, bundan yüzyıl öncesin‑ den. 1911 yılında, yani tam 100 yıl önce İstanbul’da Kağıthane’de ya da Haliç’in herhangi bir yerinde ya da burada Beyoğlu’nda bu toplantıyı ya‑ pan komünistlerin yerine, misal ola‑

rak o zaman Osmanlı Amele Fırkası var, onun üyelerini koyunuz. 100 yıl öncesine dönünüz ve kendinizi 100 yıl önceki komünistlerin yerine ko‑ yup bir düşününüz. Bu ülkede bir değişim olur mu sorusu etrafında bir toplantı yapı‑ yor olsak. 1911 yılındayız ya, içinde bulunduğumuz ülke öylesine güçlü Osmanlı Devleti ki, muhtemelen yol‑ daşların çoğu bu devleti hiç kimse yı‑ kamaz değerlendirmesi yapardı. Ama, misal olarak bu Amele Fırkası üyeleri bu toplantıyı yaptıktan yaklaşık 1 yıl sonra Balkan Savaşı patladı. Osman‑ lı Balkanlardaki bütün topraklarını kaybetti. O toplantıdan 7 yıl sonra, yani 1918’e gelindiğinde ise Osman‑ lı Devleti bütün Arap Yarımadası’nı, Irak’ı, Filistin’i, Lübnan’ı kaybetti. Aynı yıllar içerisinde Mısır’la bütün bağı koptu, Kıbrıs’la bütün bağı kop‑ tu vs. vs. Hatta bütün Anadolu da em‑ peryalistlerin işgali altına girdi. Yani alt tarafı on yıl içerisinde, 1911’den 1921 yılına gelindiğinde koskoca Os‑ manlıyı oluşturan toprakların 5’te 4’ü ortadan kalkmıştı. Kendimizi o dönemin komünist‑ lerinin, o dönemin gecekondularında yaşayan insanların yerine koyduğu‑ muzda acaba bu değişikliği görebilir miydik? Sanmıyorum. Ama o dönem göremememiz normal sayılabilirdi, çünkü daha önce böyle olaylar ya‑ şanmamıştı. Bugün ise, biz böylesine

143

urun_30_cs5.indd 143

04.04.2011 18:53:54


köklü dönüşümlere hazır olamazsak, yani zihnimizi devrimcileştiremez‑ sek, önce devrimci bir değişimi kendi zihnimizde yapamazsak, devrimci bir durum doğduğunda da bizlerin yükselen halk hareketlerine uygun cevaplar veremeyeceğimizi biliyo‑ rum. Unutulmasın ki, tarihte böyle‑ sine fırsatlar insanlığın önüne defa‑ larca gelmez. Bu noktada ben, bu toplantıda hem çok eski dostumuz Sosyal‑İş’ten Celal arkadaşımın, hem de SODAP’ın temsilcisi Mert arkadaşımın bu nok‑ tada çok ortak sözler sarf ettiğimizi gördüm. Bu da beni sevindirdi. Ürün devrimci yapıların bir ara‑ dalığını zaten savunmakta. Mert’in söylediklerinden biri olan, işçi ey‑ lemlerinin artık sosyalistlerin bile gündemine girmediği tespiti de doğ‑ ru. Bu bir zayıflık, sınıfın içerisine girme ihtiyacı var, dedi. Çok doğru bir tespit; daha fazla sosayalistler arası ortaklaşma, daha fazla ortak iş yaparak yeni yönelimleri belirleme dedi, bu da çok önemli. Celal arkadaşım da aynı şeyleri söyledi. Komünistler ve işçi hareketi arasında bir kopukluk var dedi. Bu kopukluğun giderilmesi zorunludur tespitinde bulundu. Bugün Türkiye işçi sınıfı bir de‑ ğişim gerçekleştirecekse, bu değişi‑ mi siz dışardan durup ona devrimci bir bilinç aşılayarak yapamayacak‑

sınız. Kitleler ayaklandı. Tunus’taki, Mısır’daki kitleler ayaklandı. Ben aynı ortamı bugün Türkiye için dü‑ şünüyorum. Örneğin, bugün tüm Türkiye’de, Konya’da, Sivas’ta, İstanbul’da, Kocaeli’nde kitleler, on binler sokağa çıkmış olsaydı, öncüsü kim olacaktı? Merak etmeye gerek yok, öncüsü biz olacaktık diyorsak, zaten sorun yok. Ama hayır, başka organize güçler var, bizim dışımızda da güçler var, biz mutlaka onlardan daha organize, mutlaka onlardan daha bilinçli olmak durumundayız tespitini yapıyorsak, daha fazla or‑ taklaşmaya ihtiyaç vardır. Sosyalistlerin de tüm bu konu‑ ları konuşup çok daha fazla birlik, çok daha fazla işbirlikleri konusuna eğilmeleri, aynı amacı güdenlerin farklılıklarıyla birlikte yeni cepheler oluşturmaları gerekmektedir. Yeni bir devrimci emek odağı yaratma hususunda adımlar böyle atılmalıdır kanısındayım. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.

144

urun_30_cs5.indd 144

04.04.2011 18:53:54


Mustafa Suphi ve 15’leri Anarken Hasan Tezcan

30 Ocak 2011’de Berlin’de düzenlenen 15’leri Anma Etkinliği’nde yapılan konuşma

Bölüm 1 15 Kânunusani 1919 (Rosa Luxemburg ‑ Karl Liebneckt) 28 Kânunusani 1921 (Mustafa Suphi ve yoldaşları) 5 Kânunusani 1980 (Celalettin Kesim) 19 Kânunusani 2007 (Hrant Dink) 20 Eylül 1992 (Musa Anter)’leri unutmayalım! 90 küsur senedir ince, uzun ve kanlı bir yolda yürüyoruz. Tüm bu politik cinayetlerin ortak yanı, “faili meçhul” kalmalarıdır. 15’ler de böyle, Celalettin de böyle, Musa Anter de böyleydi ve şimdi Hrant Dink de böyle sürdürü‑ lüyor. Demek ki, 90 küsur senedir gelenek değişmemiş. Demek ki, yukarıda sayılan güçler, her ne kadar farklı ve ayrı hareket etseler de, aynı merkez bun‑ ları idam sehpalarında birleştiriyor. Öyleyse gelecekle ilgili tasarımlarımızı dil‑din‑milliyet‑cinsiyet farkı gözetmeksizin, yeniden ve aklı selimle gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. Peki, adı Cumhuriyet olan bu düzen nasıl kuruldu? Kuruluşundan 15 sene kadar öncesine gidersek, 1908’de İkinci Meşrutiyet denilen olayla karşılaşıyo‑ ruz. Bugünkü deyimiyle anayasal parlamenter monarşi, yani Parlamento‑Sul‑ tanlık ortaklığı. Bu hareketin ardında, çoğunlukla askerî bürokrat kadroların yer aldığı İttihat‑Terakki hareketi vardı. İttihat‑Terakki kadroları genellikle “dünyayı ben yarattım” tiplerden oluşuyordu ve gerçekte Almanya’nın işbir‑ likçileriydiler. Bu nedenle bu süreçte, ülkenin bir adı da, tesadüf değil, Al‑ manlara göre “Enver Land” idi. Bunu bilen diğer emperyalist güçler, Balkan halklarını ayaklandırarak 1912‑13’te Balkan Savaşı’nı başlatıverdiler. Osman‑ 145

urun_30_cs5.indd 145

04.04.2011 18:53:54


lı kısa bir sürede Balkanlardan çekil‑ mek zorunda kaldı. Balkan halkları gerilla savaşı tarzında savaşıyorlardı. Osmanlı düzenli orduları bununla başa çıkamayınca, Enver Paşa’nın ön‑ cülüğünde “Teşkilat‑i Mahsusa” ku‑ ruldu. Osmanlı, İttihat‑Terakki’nin ünlü Triumvirası, yani ünlü üç paşası Enver‑Talat‑Cemal öncülüğünde ve Almanya’yla birlikte birinci büyük savaşa sürüklendi. Savaş sürecinde ve yine bu paşaların öncülüğünde, 1914‑15’lerde Teşkilat‑ı Mahsusa’nın organizatörlüğünde Ermeni soykı‑ rımı da uygulanmıştır. Savaşın so‑ nunda, savaş suçlusu olan bu paşalar ülkeden kaçınca, arta kalan kadro‑ lardan (B) takımını kuran Mustafa Kemal, sahneye çıkacaktır. Aynı ha‑ mam, aynı tas, aynı silahşörler. Düne kadar en büyük padişah diyenler, Osmanlıdan eser kalmayınca, Cum‑ huriyetçi olacaklardır. Bölüm 2 1921 yılı Ocak ayının 28’ini 29’una bağlayan gece, Trabzon açıklarında seyreden bir motora, arkadan gelen bir diğer motor yetişti. İki tekne bor‑ da bordaya geldiler. Limanda silahsız‑ landırılmış ilk teknedeki yolcuların aksine; arkadan yetişenler dişinden tırnağına silahlıydı. İlk teknedekiler, 4 ay, 20 gün önce kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin, Genel Başkanı Mustafa Suphi dahil, önder kadro‑ suydu. Arkadan yetişenler Trabzon

limanı kâhyası ve Kuvayı Milliye kumandanı Yahya Kâhya’nın adam‑ larıydı. Komünistler işgal altındaki ülkenin bağımsızlığı için savaşmak üzere Anadolu’ya gelmişlerdi. Yah‑ ya Kâhya, Ankara’dan emir almıştı. Nâzım Hikmet’in söylediği gibi, iki motorda iki sınıf çarpışıyordu. Mülk sahipleri sınıfı için önce‑ lik milli düşmanlıkta değil; sınıf düşmanlığındadır. Burjuva Fran‑ sa Ordusu, Prusya desteğinde Paris Komüncülerini katliamdan geçirdi. Çin’in burjuva milliyetçi ordusu, sömürgecilerin desteğinde Şanghay işçilerinin ayaklanmalarını bastırdı, komünist katliamı yaptı vb. 21 Şubat 1921’de Londra Konferansı başlayacaktı. İstanbul Hükümeti’nin yanı sıra, Ankara Hükümeti de Konferansa davetliy‑ di. Mustafa Kemal ve yakın çevresi, İngiltere emperyalizmine güvence vermeye çalışıyordu. TKP önderleri‑ nin katledilmesi, Kuvayı Seyyare’nin tasfiyesi; TBMM’deki Halk Zümre‑ si/Yeşil Ordu’nun ve Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın dağıtılması, Londra Konferansı’nın hemen önce‑ sinde ve eş zamanlı olarak gerçek‑ leştirildi. Ancak İngiltere siyasetini değiştirmedi. Kemalizmin emper‑ yalizmle uzlaşma hayallerinin ilk aşaması hüsranla sona ermişti. Sov‑ yetlerle 16 Mart 1921’de Moskova antlaşması imzalandı.

146

urun_30_cs5.indd 146

04.04.2011 18:53:54


Devletin tarihçisi Cemal Kutay Suphilerin katledilmesini yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Onları Ankara’ya sokmamak, Yunan’ı denize dökmek‑ ten daha hayati bir şart olmuştu. ...Ve bu şerefli vatan vazifesini nefis‑ lerine layık görenler, 28 Ocak 1921 gecesi, Trabzon açıklarında Mustafa Suphi ve on beş Yoldaş’ının cesetle‑ rini Karadeniz’in dalgalarına teslim ettiler.”* Komünistlere, devrimcilere, düzen muhaliflerine karşı siyasi ci‑ nayetleri “şerefli vatan vazifesi” gören zihniyetin, 90 yıldır tarihçileri de ek‑ sik olmadı, tetikçileri de, hükümetle‑ ri de... Bölüm 3 Bunları anlatmak her ne kadar bir görev ise, yeterli değildir. M. Suphi ve tüm devrimci kayıplarımıza la‑ yık olabilmek için, onların bıraktığı yerden ve onlar gibi bir eylemi sür‑ dürmek boynumuzun borcudur. Gü‑ nümüzde birincil görev, Marksizmin ilkelerine gönülden bağlı, teorisiyle pratiğiyle güçlendirilmiş, enternas‑ yonal işçi sınıfının partisinin de‑ vamlılığını sağlayabilmektir. Fakat bunları söyleyebilmek için de göreve hazır olunması gereklidir. Bunları Berlin’de söylememizin de tarihsel bir devamlılığı var. Bilin‑ diği gibi Ethem Nejat, TKP’nin birin‑

ci sekreteridir ve eski bir Berlinlidir, 1918‑19’larda arkadaşlarıyla Kurtu‑ luş gazetesini Berlin’de yayınladılar. 1970’lerin TKP’si bu geleneğe bağlı kalarak, Berlin’de Kurtuluş gazete‑ sini yayınlamaya devam etmiş, çar‑ şı‑pazar, posta kutusu eylemleriyle emekçi kitlelere iletmiştir. Berlin’de‑ ki eski TKP’liler bu tarihsel eylemle‑ rin canlı tanıklarıdırlar. Son söz olarak söyleyecek olur‑ sak: bu ortak tarihimize baktığımız‑ da, aynı hamamda, aynı tasla tımar edilmemizin mümkün olmadığını görüyoruz. Kirlilik artık paslanma sürecine girmiştir. Tesadüf değil, 30 seneden beri Kürt halkına karşı ya‑ pılan savaşa kirli savaş diyoruz. Bu böyle gidemez ve gitmemelidir, bu‑ nun alternatifi Yugoslavya olmaktır. Dil‑din‑milliyet‑cinsiyet gözetmek‑ sizin, tüm Anadolu halklarının eşit ve özgür olabileceği bir düzen için omuz omuza mücadele vermekten başka alternatifimiz yoktur, fakat bunun kapitalist bir sistemde başa‑ rıya ulaşabilmesinin pek mümkün olamayacağını söylersek, kimse bizi karamsarlıkla suçlamasın. Bunların mümkün ve kalıcı olabilmesi için ye‑ niden sosyalist yola açılmanın daha mutlu sonuçlar verebileceğini ısrarla söylemek istiyoruz.

* C. Kutay, Tarih Sohbetleri Mecmuası, sayı 8, s.227, Mayıs 1968, İstanbul

147

urun_30_cs5.indd 147

04.04.2011 18:53:54


urun_30_cs5.indd 148

04.04.2011 18:54:00


1905 Devrimi Üzerine Konuşma* V. İ. Lenin Çev.: İsmail Kaplan

Genç arkadaşlarım ve yoldaşlarım,* Bugün, haklı olarak Rus devriminin başlangıcı sayılan “Kanlı Pazar”ın** on ikinci yıldönümüdür. On iki yıl önce bugün, Papaz Gapon’un önderliğindeki binlerce işçi –Sos‑ yal Demokrat değil, Tanrı’dan korkan sadık kullar– başkentin her yanından merkeze, Kışlık Sarayın önündeki meydana doğru, çara dilekçe vermek için oluk oluk akıyordu. İşçiler azizlerin resimlerini taşıyordu. İşçilerin o zamanki önderi Gapon, çara yazdığı mektupta, onun kişisel güvenliği konusunda gü‑ vence vermiş ve halkın önüne çıkmasını istemişti. Askerler çağrıldı. Özel süvari birlikleri ve Kazaklar, çekilmiş kılıçlarla ka‑ labalığa saldırdılar. Silahsız işçiler diz çökmüş, çara gitmemize izin verin diye yalvarıyorlardı; Kazaklar bu insanlara ateş açtılar. Polis raporlarına göre, o gün, binden fazla kişi öldürüldü ve iki bini aşkın kişi de yaralandı. İşçilerin öfkesi tasvir edilemez hâldeydi. 22 Ocak 1905’in, “Kanlı Pazar”ın genel manzarası böyledir. * Lenin bu konuşmayı 22 (9) Ocak 1917’de Zürih Halkevi’nde genç İsviçre işçilerinin dü‑ zenlediği toplantıda Almanca olarak yaptı. ** 9 Ocak 1905’te bayraklar ve aziz resimleri taşıyan 140 binden fazla St. Petersburg işçi‑ si çara dilekçe vermek üzere Kışlık Saraya yürüdü. Yürüyüş Papaz Gapon tarafından 16 (3) Ocak 1905’te Putilov fabrikasında başlayan ve 20 (7) Ocak’ta genel greve dönüşen St. Peters‑ burg işçilerinin greviyle bağlantılı olarak örgütlenmişti. Bolşevikler, çarın, bir işçi katliamı düzenleyebileceği konusunda işçileri uyardılar. Uyarıları doğru çıktı. Çarın emriyle, askerler silahsız işçileri, eşlerini ve çocuklarını kurşunlar, kılıçlar ve Kazak kamçılarıyla karşıladı. Binin üzerinde insan öldü ve yaklaşık 5 bin kişi yaralandı. Kanlı Pazar olarak ün kazanan 9 Ocak, 1905 devriminin başlangıcını oluşturdu.

149

urun_30_cs5.indd 149

04.04.2011 18:54:00


Bu olayın tarihsel anlamını daha açık olarak anlayabilmemiz için, işçile‑ rin dilekçesinden birkaç bölüm alacağım. Dilekçe şu sözlerle başlıyor: “St. Petersburg’da yaşayan biz işçiler, Sana geldik. Bizler zulmün ve zorbalı‑ ğın ezdiği talihsiz, lanetli köleleriz. Sabrımız tükendi, işi durdurduk ve bize yalnızca hayatımızı sürdürmeye yetecek kadar bir şey vermeleri için efendile‑ rimize yalvardık. Ama bu isteğimiz reddedildi; işverenlerin gözünde her şey yasadışı. Bizler buradayız, binlerce kişiyiz. Bütün Rus halkı gibi her türlü in‑ san hakkından yoksunuz. Senin memurların öyle şeyler yaptılar ki, hepimiz köle hâline geldik.”

Dilekçede şu istekler yer alıyor: Af, yurttaş özgürlükleri, adil ücret, top‑ rağın yavaş yavaş halka devredilmesi, genel ve eşit oy hakkına dayanan bir kurucu meclisin toplanması. Dilekçe şu sözlerle sona eriyor: “Efendimiz, kendi halkına yardımı reddetme. Seni kendi halkından ayıran duvarı yık. İsteklerimizin yerine getirileceği konusunda emir ve söz ver, o zaman Rusya’yı mutlu edersin; yoksa biz burada ölmeye hazırız. Bizim için yalnız iki yol var: ya özgürlük ve mutluluk, ya mezar.”

Ataerkil bir papazın önderliğindeki eğitimsiz, okuma yazma bilmeyen işçilerin bu dilekçesi şimdi okunduğunda insanda tuhaf bir duygu yaratı‑ yor. İnsan, elinde olmadan, bu saf dilekçeyi, gerçekte burjuva gevezeleri olan toplumsal‑barışçıların, sözde sosyalistlerin şimdiki barış kararlarıyla karşı‑ laştırıyor. Devrim öncesi Rusya’sının aydınlatılmamış işçileri, çarın, hâkim sınıfın başı olduğunu, yani daha şimdiden, bin bir ilişkiyle büyük burjuvaziye bağlı olan, tekellerini, ayrıcalıklarını ve kârlarını şiddetin her yoluyla savun‑ maya hazır büyük toprak sahiplerinin başı olduğunu bilmiyorlardı. “Yüksek eğitimli” kişiler –şaka etmiyorum– olduklarını iddia eden bugünün toplum‑ sal‑barışçıları, emperyalist yağma savaşı yürüten burjuva hükümetlerinden “demokratik” barış beklemenin; barışçı dilekçelerin, kanlı çara, demokratik reform yaptırabileceğine inanmak kadar budalaca olduğunu kavramıyorlar. Yine de, ikisi arasında büyük bir fark var. Bugünün toplumsal‑barışçıları‑ nın büyük çoğunluğu, yumuşak öğütlerle halkı devrimci mücadeleden sap‑ tırmaya çalışan ikiyüzlü kişilerdir. Hâlbuki devrim öncesi Rusya’sının eğitim görmemiş işçileri, siyasal bilince yeni erişen dürüst insanlar olduklarını ey‑ lemleriyle kanıtladılar. 150

urun_30_cs5.indd 150

04.04.2011 18:54:01


22 Ocak 1905’in tarihsel anlamı, geniş halk kitlelerinin siyasal bilince ve devrimci mücadeleye böylece erişmesidir. “Kanlı Pazar”dan iki gün önce, Rusya liberallerinin o zamanki önderi olan ve yurt dışında yasadışı sansürsüz bir dergi çıkaran Bay Pyotr Struve, “Rusya’da henüz devrimci bir halk yok” diye yazıyordu. Okuma yazma bilme‑ yen bir köylü ülkesinin, devrimci bir halk doğurabileceği düşüncesi, burjuva reformcularının bu “yüksek eğitimli”, kibirli ve aşırı budala önderine tama‑ men saçma görünüyordu. O günlerin reformcularının –bugünün reformcu‑ ları gibi– gerçek bir devrimin imkânsızlığına olan inancı böylesine derindi! 22 Ocak (ya da, eski takvime göre 9 Ocak) 1905’ten önce, Rusya’nın dev‑ rimci partisi, küçük bir insan grubundan oluşuyordu. Ve o günün reformcu‑ ları (aynen bugünün reformcuları gibi) bize, alayla “tekke” adını takmışlardı. Birkaç yüz devrimci örgütleyici; yerel örgütlerin birkaç bin üyesi; esas olarak dışarıda basılan, inanılmaz zorluklarla ve birçok kurban pahasına Rusya’ya gizlice sokulan ve ayda bir yayınlanan yarım düzine devrimci gazete. 22 Ocak 1905 öncesinde, Rusya’daki devrimci partiler ve özellikle devrimci Sosyal De‑ mokrasi böyleydi. Bu durum, Rusya’da henüz devrimci bir halk yok diyen dar kafalı ve küstah reformcuların iddiasına biçimsel haklılık kazandırıyordu. Ama birkaç ay içinde manzara tamamen değişti. Yüzlerce devrimci Sosyal Demokrat “birdenbire” çoğalıp binlerce oldu; binler, iki üç milyon proleterin önderi oldu. Proleter mücadelesi, elli ila yüz milyonluk köylü kitleleri arasın‑ da yaygın kaynamalar, çoğu kez devrimci hareketler doğurdu. Köylü hareketi orduda yankısını buldu ve askerlerin isyanlarına, ordunun bir kesimiyle diğer kesimi arasında silahlı çarpışmalara yol açtı. Böylece, 130 milyon nüfuslu dev bir ülke devrime gitti; bu yolla, uyuşuk Rusya, devrimci bir proletaryanın ve devrimci bir halkın Rusya’sına dönüştü. Bu dönüşümü incelemek, deyim yerindeyse, bu dönüşümün niye müm‑ kün olduğunu, yöntemlerini ve yollarını anlamak gerekir. Bu dönüşümün baş etkeni kitlesel grevdi. Rus devriminin özelliği, toplum‑ sal içeriğinde burjuva‑demokratik devrimi, mücadele yöntemlerinde proleter devrimi olmasıydı. Rus devrimi, bir burjuva demokratik devrimiydi, çünkü, doğrudan doğruya ve kendi güçleriyle gerçekleştirebileceği yakın hedefi, de‑ mokratik bir cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü ve soyluların uçsuz bucaksız mülklerine el konulmasıydı. Bunların hepsi, 1791‑1793’teki Fransız burjuva devriminin hemen hemen tümüyle gerçekleştirdiği hedeflerdi. 151

urun_30_cs5.indd 151

04.04.2011 18:54:01


Rus devrimi, aynı zamanda, bir proleter devrimiydi de. Yalnızca proletar‑ yanın önder güç olması, hareketin öncüsü olması anlamında değil; özellikle proleterlere özgü bir mücadele silahının –grev– kitleleri harekete geçirmenin baş aracı ve belirleyici olayların dalga‑benzeri yükselişindeki en niteleyici olgu olması anlamında da, bir proleter devrimiydi. Rus devrimi, tarihte kitlesel siyasal grevin olağanüstü önemli bir rol oy‑ nadığı ilk (ama şüphesiz son değil) büyük devrimdir. Hatta denebilir ki, Rus devriminin olayları ve siyasal biçimlerinin gelişim sırası, bu olayların temeli‑ ni ve siyasal biçimlerin bu gelişim sırasını açıklayacak grev istatistikleri ince‑ lenmeden anlaşılamaz. Kuru istatistiklerin bir konuşma için pek uygun olmadığını ve muhteme‑ len dinleyiciyi sıkacağını çok iyi biliyorum. Yine de, bütün hareketin gerçek nesnel temelini değerlendirebilmemiz için, kendimi birkaç sayı vermekten alamıyorum. Devrimden önceki on yıl boyunca Rusya’da grevcilerin ortala‑ ma yıllık sayısı 43 bindi; ki, bu, on yıl içinde 430 bin grevci demektir. Ocak 1905’te, devrimin ilk ayında, grevcilerin sayısı 440 bindi. Başka bir deyişle, bir ay içinde, bir önceki on yılın bütünündeki grevci sayısından daha çok sayıda grevci ortaya çıktı! Dünyadaki hiçbir kapitalist ülkede, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri veya Almanya gibi en ileri ülkelerde bile, muazzam 1905 Rus grev hareke‑ tine eş herhangi bir şey olmamıştır. Grevcilerin toplam sayısı 2 milyon 800 bin kişiydi. Ülkedeki fabrika işçilerinin sayısının iki katından fazla! Bu, tabii ki, Rusya’nın şehir fabrika işçilerinin, Batı Avrupa’daki kardeşlerinden daha eğitilmiş, daha güçlü ya da mücadeleye daha yatkın olduklarını kanıtlamıyor. Bunun tam tersi doğrudur. Ama bu sayılar, proletaryanın potansiyel gücünün ne kadar büyük ola‑ bileceğini gösteriyor. Bu sayılar, devrimci bir dönemde –ben bunu en ufak bir abartma yapmadan, Rus tarihinin en doğru verilerine dayanarak söylü‑ yorum– proletaryanın, olağan barışçı zamanlardakinden yüz kat daha büyük bir savaşma gücü üretebileceğini gösteriyor. Proletaryanın gerçekten yüce he‑ deflere yönelen ve gerçekten devrimci biçimde yürütülen bir savaşta ne kadar büyük, ne kadar muazzam bir çaba harcama yeteneğine sahip olduğunu ve olacağını, 1905’e kadar, insanlığın henüz bilmediğini gösteriyor! Rus devriminin tarihi, hiç yılmadan ve en büyük fedakârlığı göstererek sa‑ vaşanların, öncüler olduğunu, ücretli işçilerin en iyi unsurları olduğunu gös‑ teriyor. Fabrika ve işletme ne kadar büyükse, oradaki grevler de o kadar inatçı 152

urun_30_cs5.indd 152

04.04.2011 18:54:01


oluyor ve yıl içinde daha sık tekrarlanıyordu. Şehir büyüdükçe, proletaryanın mücadelede oynadığı rol daha önemli oluyordu. En çok sayıda ve en fazla sınıf bilincine sahip işçi sınıfı unsurunun yaşadığı üç büyük şehirde, St. Peters‑ burg, Riga ve Varşova’da, bütün işçilere oranla herhangi başka bir şehirde‑ kiyle karşılaştırılmaz biçimde daha çok (ve tabii ki, kırsal bölgelere göre çok daha fazla) grevci işçi vardı. Rusya’da –muhtemelen diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi– metal işçileri, proletaryanın öncüsünü temsil ediyor. Bu konuda şu öğretici olguyla karşılaşıyoruz: Bütün işkollarını ele alırsak, 1905’te greve katılan kişi sayısı her yüz işçiye 160 kişiydi, ama metal sanayiinde bu sayı her yüz işçiye 320 kişiydi! 1905 grevlerinin sonucunda, her Rus fabrika işçisinin, ücretinin ortalama 10 rublesini –savaş‑öncesi döviz kuruna göre 26 franka yakın– kaybettiği, bu parayı mücadele uğruna feda ettiği hesaplanıyor. Ama metal işçilerini ele alırsak, ücretlerdeki kaybın üç kat daha büyük olduğunu görürüz! İşçi sınıfının en iyi unsurları, duraksayanlara önderlik yaparak, uy‑ kudakileri ayağa kaldırarak ve zayıfları cesaretlendirerek en önde yürüdüler. Ayırt edici bir özellik, devrim sırasında iktisadi grevlerin siyasal grevlerle iç içe geçmesiydi. Harekete büyük gücünü, yalnızca bu iki grev biçiminin çok yakın birlikteliğinin verdiğinden şüphe edilemez. Sömürülen geniş kitlelerin devrimci hareketin içine çekilebilmesi için, çeşitli sanayi dallarındaki ücretli işçilerin, kapitalistleri nasıl zorladıklarını ve böylece durumlarında hemen ve doğrudan doğruya iyileştirme sağlayabildiklerini günlük örneklerle bu kit‑ lelere göstermesi gerekiyordu. Bu mücadele Rus halkına yeni bir ruh verdi. Ancak o zaman eski yarı‑köle, ağır, ataerkil, dindar ve yumuşak başlı Rusya, Nuh Nebi’den kalma özelliklerinden kurtuldu. Ancak o zaman Rus halkı, gerçekten demokratik ve gerçekten devrimci bir eğitimden geçti. Burjuva kodamanları ve onların gözü kapalı papağanları olan toplumsal reformcular, kitlelerin “eğitim”i hakkında kibirlice konuştuklarında, genel‑ likle, öğretmence, bilgiççe bir şeyden, kitlelerin maneviyatını bozan ve kafa‑ larına burjuva önyargılarını yerleştiren bir şeyden söz ederler. Kitlelerin gerçek eğitimi, hiçbir zaman, onların bağımsız siyasal ve özel‑ likle devrimci mücadelesinden ayrılamaz. Sömürülen sınıfı yalnızca müca‑ dele eğitir. Yalnızca mücadele sömürülen sınıfa kendi gücünün büyüklüğünü gösterir, onun ufkunu genişletir, yeteneklerini artırır, zihnini geliştirir, ira‑ desini sağlamlaştırır. Gericilerin bile 1905 yılının, mücadele yılının, “çılgın yıl”ın ataerkil Rusya’yı kesinlikle mezara gömdüğünü kabul etmek zorunda kalmasının nedeni budur. 153

urun_30_cs5.indd 153

04.04.2011 18:54:01


1905 yılındaki grev mücadelelerinde metal işçileriyle dokuma işçileri ara‑ sındaki ilişkiyi daha yakından inceleyelim. Metal işçileri en yüksek ücret alan, sınıf bilincine en çok sahip olan ve en iyi eğitilmiş proleterlerdir. 1905’te sayıları metal işçilerinden iki buçuk kat daha fazla olan dokuma işçileri, Rus‑ ya’daki işçilerin en geri ve en kötü ücret alan bölümüdür. Ve pek çok durum‑ da, köydeki köylü yakınlarıyla bağlarını henüz kesinlikle koparmamışlardır. Bu bizi çok önemli bir noktaya getiriyor. 1905’in bütünü boyunca metal işçilerinin grevlerinde, siyasal grevler, ikti‑ sadi grevlere ağır basıyordu. Bu ağırlık yılın sonuna doğru çok daha belirgin hâle gelir. Öte yandan, dokuma işçileri arasında 1905’in başlangıcında, ikti‑ sadi grevlerin ezici bir ağırlığını görüyoruz ve ancak yılın sonunda siyasal grevler ağır basmaya başlıyor. Bu durum, tam bir açıklıkla şunu gösteriyor: yalnızca iktisadi mücadele, koşulların doğrudan doğruya ve hemen iyileşti‑ rilmesi için mücadele, sömürülen kitlelerin en geri tabakalarını ayağa kaldı‑ rabilir, onlara gerçek bir eğitim verir ve –devrimci bir dönem sırasında– on‑ ları birkaç ay içinde bir siyasal savaşçılar ordusuna dönüştürür. Tabii ki, bunun olabilmesi için, işçilerin öncüsünün, sınıf mücadelesini, ince bir üst tabakanın çıkarları için verilen bir mücadele –reformcuların pek çok kez yerleştirmeye çalıştıkları bir anlayış– saymaması gerekliydi. 1905’te Rusya’da olduğu ve Avrupadaki yaklaşan proleter devriminde olması gerek‑ tiği ve şüphesiz olacağı gibi, bu mücadeleyi, proletaryanın, sömürülen çoğun‑ luğun gerçek öncüsü olarak öne çıkması ve bu çoğunluğu mücadelenin içine çekebilmesi için mücadele olarak görmesi gerekliydi. 1905’in başlangıcı, ülkenin tümünü süpüren grevlerin ilk büyük dalgasını getirdi. O yılın ilkbaharı kadar erken bir zamanda, Rusya’da yalnız iktisadi değil, aynı zamanda siyasal ilk büyük köylü hareketinin yükselişini görüyo‑ ruz. Bu tarihsel dönüm noktasının önemini anlamak için, Rus köylülüğünün yarı‑köleliğin en şiddetli biçiminden ancak 1861’de kurtulduğunu hatırlamak gerekir. Köylülerin çoğunluğu okuma yazma bilmez. Toprak ağalarının ezdi‑ ği, papazların aldattığı bu insanlar, birbirinden çok uzak köylerde, yolu yolağı olmayan yerlerde, birbirlerinden yalıtlanmış olarak anlatılmaz sefalet içinde yaşarlar. Rusya hemen hemen bütünüyle soyluların temsil ettiği bir hareket olan, çarlığa karşı ilk devrimci harekete, 1825’te tanık oldu.* 1825’ten sonra, çar Aleksander II’nin teröristler tarafından öldürüldüğü 1881’e kadar hareke‑ * Soylu kökenli devrimcilerin yarı‑köleliğe ve istibdata karşı düzenlediği 14 Aralık 1825 silahlı ayaklanması.

154

urun_30_cs5.indd 154

04.04.2011 18:54:01


te orta‑sınıf aydınları önderlik etti. Bu devrimci aydınlar, terörist mücadele yöntemlerinin kahramanlığıyla en yüksek özveriyi gösterdiler ve bütün dün‑ yayı hayrete düşürdüler. Onların fedakârlıkları elbette boşuna değildi. Onlar şüphesiz Rus halkının sonraki devrimci eğitimine –doğrudan doğruya veya dolaylı olarak– katkıda bulundular. Ama, doğrudan doğruya hedefledikleri halk devrimini yaratamadılar ve zaten yaratamazlardı. Bu hedef, ancak proletaryanın devrimci mücadelesiyle gerçekleştirildi. Ancak tüm ülkeyi süpüren kitlesel grevin dalgaları, emperyalist Rus‑Japon Savaşının* ağır dersleriyle bağlantılı grevler, geniş köylü kitlelerini derin uy‑ kularından uyandırdı. “Grevci” sözü köylüler arasında yepyeni bir anlam kazandı: bu söz, isyancı, devrimci demek oluyor ve önceleri “öğrenci” sö‑ züyle belirtilen kavramı ifade ediyordu. Ama “öğrenci” orta sınıfa, “okumuş kesim”e, “eşraf”a aitti ve bu nedenle halka yabancıydı. “Grevci” ise halktan‑ dı, sömürülen sınıfa aitti. St. Petersburg’tan sürüldüğünde, çoğu kez köyüne dönüyordu ve köylülerine, bütün şehirlere yayılan ve hem kapitalistleri, hem soyluları yok edecek yangını anlatıyordu. Rus köyünde yeni bir insan türü or‑ taya çıktı –sınıf bilincine sahip genç köylü. Bu kişi “grevciler”le ilişki kurdu, gazete okudu, köylülere şehirlerdeki olayları anlattı, siyasal isteklerin amacını açıkladı ve onları toprak sahibi soylularla, papazlarla ve hükümet memurla‑ rıyla savaşmaya teşvik etti. Köylüler durumlarını tartışmak için gruplar hâlinde toplanıyorlardı. Ya‑ vaş yavaş mücadelenin içine çekildiler. Geniş kalabalıklar büyük mülklere saldırdı, malikâne konaklarını yaktı ve erzaklara el koydu, tahılı ve diğer yi‑ yecek maddelerini ele geçirdi, polisleri öldürdü ve uçsuz bucaksız mülklerin halka devredilmesini istedi. 1905 yılının ilkbaharında köylü hareketi, salt bir azınlığı, aşağı yukarı uyezdlerin yedide birini içine alarak daha henüz başlıyordu. Ama şehirlerdeki proleter kitlesel grevlerle kırsal bölgelerdeki köylü hare‑ ketinin birleşimi, çarlığın “en sıkı” ve son desteğini sarsmaya yetti. Ordudan söz ediyorum. * 1904‑1905 Rus‑Japon savaşı çarlığın yenilgisiyle sonuçlandı. 5 Eylül (23 Ağustos) 1905’te Portsmouth’ta (ABD), Rusya ile Japonya arasında barış anlaşması imzalandı. Çarlık hükümeti kiraladığı Port Artur’u ve Dalni’yi bıraktı. Güney Mançurya demiryolunu ve Sahalin’in güney bölümünü Japonya’ya verdi. Japonya’yı, Kore’nin hâkim gücü olarak tanıdı. Üstelik, Rusya Japonya’ya, Japon ve Ohotsk denizcilerinin Rus kıyısında ve Bering Denizi’nde balıkçılık yapması için ayrıcalık verecekti. Çarlık hükümeti, barış anlaşmasının, ülkede büyüyen devrime karşı mücadele için ellerini serbest bırakacağını umuyordu.

155

urun_30_cs5.indd 155

04.04.2011 18:54:01


Donanmada ve orduda bir dizi ayaklanma başladı. Devrim sırasında, grevlerin ve köylü hareketinin her yeni dalgasına Rusya’nın her yanındaki ayaklanmalar eşlik ediyordu. Bunların en ünlüsü, Karadeniz’de isyancıların eline geçen ve Odesa’da devrime katılan Prens Potemkin zırhlısındaki ayak‑ lanmadır. Devrimin yenilgisinden ve öteki limanları (örneğin Kırım’daki Fe‑ odosya limanını) ele geçirmeye yönelik başarısız girişimlerden sonra, zırhlı, Konstanza’da Romanya makamlarına teslim oldu. Sizlere, hareketin doruğunda yer alan olayların somut bir manzarasını ve‑ rebilmek için, Karadeniz ayaklanmasından küçük bir olayı ayrıntılı olarak anlatmama izin verin lütfen. “Devrimci işçi ve denizci toplantıları gittikçe daha sık aralıklarla düzenle‑ niyordu. İşçilerin toplantılarına askerlerin katılmasına izin verilmediği için, büyük işçi kalabalıkları askerlerin toplantılarına geliyordu. Binlerce kişi hâlinde geliyorlardı. Ortak eylem düşüncesi candan bir karşılık görüyordu. Siyasal anlayışın daha yüksek olduğu bölüklerden temsilciler seçildi. “O zaman askerî yetkililer eyleme geçmeyi kararlaştırdı. Bazı subaylar top‑ lantılarda ‘vatansever’ nutuklar çekmeye çalıştı ama sıkıntı verici bir başa‑ rısızlığa uğradılar: tartışmaya alışkın denizciler, subaylarını utançla kaçmak zorunda bıraktı. Yetkililer, bunu göz önüne alarak, bütün toplantıları yasak‑ lamayı kararlaştırdı. 24 Kasım 1905 sabahı, tepeden tırnağa savaş donanım‑ lı bir bölük denizci, donanma kışlasının kapılarına yerleştirildi. Tuğamiral Pisarevski yüksek sesle emir verdi: ‘Kimse kışladan çıkmayacak! Karşı gelen herkesi vurun!’ Bu emrin verildiği bölükten Petrov adlı bir denizci, bir adım öne çıktı, herkesin gözü önünde tüfeğini doldurup bir kurşunla Belostok Alayı’ndan Yüzbaşı Stein’i öldürdü, bir kurşunla da Tuğamiral Pisarevski’yi yaraladı. Subayın biri, ‘tutun şunu!’ diye bağırdı. Kimse kımıldamadı. Pet‑ rov tüfeğini yere atıp haykırdı: ‘Niye kımıldamıyorsunuz? Yakalasanıza beni!’ Petrov tutuklandı. Her yandan koşan denizciler öfkeyle kendilerinin Petrov’a kefil olduklarını söyleyerek, bırakılmasını istediler. Heyecan yükseldi. “Durumdan bir çıkış yolu bulmaya çalışan bir subay Petrov’a şöyle sordu: ‘Ev‑ ladım, subaylarını kazayla vurdun, değil mi?’ ‘Ne demek kazayla? Ben öne çıktım, tüfeği doldurdum ve nişan aldım. Böyle kaza olur mu? ‘Arkadaşların senin bırakılmanı istiyor.’ “Ve Petrov bırakıldı. Ama denizciler bununla yetinmedi. Görevdeki bütün subaylar tutuklandı; silahsızlandırıldı ve karargâha hapsedildi... Kırk kişiye yakın denizci temsilcisi bütün gece tartıştı. Bir daha kışlaya girmelerine izin vermemek koşuluyla subayları serbest bırakmaya karar verdiler.”

156

urun_30_cs5.indd 156

04.04.2011 18:54:01


Bu küçük olay, ayaklanmaların çoğunda olayların nasıl geliştiğini gös‑ teriyor. Devrimci halk arasındaki devrimci kaynaşmanın silahlı kuvvetlere yayılmaması düşünülemezdi. Ordudaki ve donanmadaki hareketin önderle‑ rinin, esas olarak sanayi işçileri arasından ve, istihkâmcılar gibi, daha fazla teknik eğitim gerektiren kesimlerden çıkması dikkat çekicidir. Gene de, geniş kitleler hâlâ çok saftılar. Ruh hâlleri çok pasif, çok iyi niyetli, çok Hıristiyan‑ caydı. Gayet çabuk alevleniyorlardı; herhangi bir adaletsizlik durumu, subay‑ ların çok sert davranışı, kötü yemek vb. isyana yol açabiliyordu. Ama sebattan yoksundular. Hedefi açık seçik kavramamışlardı. Silahlı mücadeleyi en gay‑ retli biçimde sürdürmedikçe, bütün askerî ve sivil yetkilileri alt etmedikçe, hükümeti devirip ülke çapında iktidarı ele geçirmedikçe, devrimin başarısı‑ nın güvence altına alınamayacağını anlamamışlardı. Geniş denizci ve asker kitleleri kolayca isyan edebiliyordu. Ama eş kaygı‑ sızlıkla, tutuklu subayları aptalca serbest bıraktılar. Subayların verdikleri söz‑ lere inandılar, kendilerini kandırmalarına izin verdiler, yatıştırılmayı kabul ettiler. Bu yolla subaylara değerli zaman kazandırdılar. Subaylar da takviye kuvvet getirip isyancıların gücünü kırdılar. Ardından da, hareketin en vahşi biçimde bastırılması ve önderlerinin idam edilmesi geldi. 1905’teki bu ayaklanmaları, 1825’in Dekabrist (Aralıkçı) ayaklanmasıyla karşılaştırmak özellikle ilginçtir. 1825’te siyasal harekete önderlik edenlerin neredeyse hepsi subaydı, hem de soylu subaylar. Onlar, Napolyon savaşları sırasında, Avrupa’nın demokratik düşünceleriyle temas etmiş ve bu düşünce‑ lerden etkilenmişlerdi. O sıralarda, hâlâ yarı‑kölelerden oluşan asker kitlesi pasif kalmıştı. 1905’in tarihi, tamamen değişik bir manzara sunuyor. Birkaç istisna dı‑ şında subayların ruh hâli ya burjuva‑liberal, ya reformcu, ya da açık açık karşıdevrimci idi. Askerî üniforma giymiş işçiler ve köylüler ayaklanmaların ruhuydu. Hareket halkın bütün kesimlerine yayıldı ve, Rus tarihinde ilk kez, sömürülenlerin çoğunluğunu kapsadı. Ama hareket iki şeyden yoksundu. Bi‑ rincisi, kitlelerin sebatı ve kararlılığı –güvenme hastalığı kitleleri kasıp kavu‑ ruyordu. İkincisi, askerî üniforma giymiş Sosyal Demokrat işçilerin örgütlü‑ lüğü. Onlar önderliği kendi ellerine alma, devrimci ordunun başında yürüme ve hükümete karşı bir taarruz başlatma yeteneğinden yoksundular. Sonuçta, bu iki eksikliğin –belki istediğimizden daha yavaş biçimde, ama kesinlikle– sadece kapitalizmin genel gelişmesiyle değil, şimdiki savaşla da ortadan kaldırılacağını söyleyebilirim. 157

urun_30_cs5.indd 157

04.04.2011 18:54:01


Rus devriminin tarihi, tıpkı 1871 Paris Komünü’nün tarihi gibi, bize, şu reddedilemez dersi öğretiyor: Militarizm, ulusal ordunun bir kesiminin di‑ ğer kesime karşı muzaffer mücadelesi dışında, hiçbir zaman ve hiçbir koşul altında yenilemez ve yok edilemez. Militarizmi sadece kınamak, kötülemek, “reddetmek”, eleştirmek yetmez; onun ne kadar zararlı olduğunu kanıtlamak yetmez; askerlik yapmayı barışçı biçimde reddetmek aptalcadır. Görevimiz, proletaryanın devrimci bilincini sağlam tutmak ve proletaryanın en iyi un‑ surlarını, yalnızca genel bir biçimde değil, somut olarak eğitmektir: Böylece halk arasındaki kaynaşma en yüksek düzeye ulaştığında, bu unsurlar dev‑ rimci ordunun başına geçeceklerdir. Herhangi bir kapitalist ülkenin günlük deneyimi bize aynı dersi öğreti‑ yor. Kapitalist bir ülkenin geçirdiği her “küçük” bunalım, bize, büyük bir bunalım sırasında kaçınılmaz olarak büyük çapta yaşanacak olan çatışma‑ ların unsurlarını, başlangıçlarını minyatür ölçeğinde gösterir. Örneğin, grev, kapitalist toplumun küçük bir bunalımı değildir de nedir? Prusya İçişleri Bakanı Bay von Puttkammer meşhur cümlesini, “Her grev, ortalığa devrim canavarını salar” cümlesini söylediğinde haklı değil miydi? Bütün kapitalist ülkelerde, en barışçı, en “demokratik” –deyimi bağışlayın– olanlarında bile, grevler sırasında askerlerin çağrılması, gerçekten büyük bir bunalımda işlerin nasıl biçimleneceğini göstermiyor mu? Biz yine Rus devriminin tarihine dönelim. Sizlere, işçi grevlerinin bütün ülkeyi ve sömürülenlerin en geniş, en geri tabakalarını nasıl harekete geçirdiğini, köylü hareketinin nasıl başladığını ve silahlı kuvvetlerdeki isyanın köylü hareketine nasıl eşlik ettiğini göstermeye çalıştım. Hareket doruğuna 1905’in sonbaharında ulaştı. 19 (6) Ağustos’ta çar, halk temsiline yer verecek bir sistemin getirilmesine ilişkin bir ferman çıkardı. Bulygin Duması* denilen şey, gülünç derecede dar bir seçmen topluluğunu kapsayan oy hakkı temelinde yaratılacaktı. Ve bu garip “parlamento” hiçbir * 19 (6) Ağustos 1905’te, çarın fermanı, Devlet Dumasını kuran yasa ve Duma seçimlerine ilişkin kurallarla birlikte yayınlandı. Bulygin Duması, adını, çarın tasarıyı hazırlama görevini verdiği İçişleri Bakanı A. C. Bulygin’den alıyordu. Tasarıya göre, Duma, hiçbir yasa çıkarma hakkına sahip değildi; sadece çarın danışma kurumu olarak bazı sorunları tartışabilecekti. Bolşevikler, işçilere ve köylülere Duma’yı aktif olarak boykot etme çağrısı yaptı ve ajitasyon kampanyasını, silahlı ayaklanma, devrimci ordu ve geçici devrimci hükümet sloganlarıyla yürüttü. Bolşevikler Bulygin Duması’nın boykot edilmesini, bütün devrimci güçlerin seferber edilmesi, kitlesel siyasal grevler yapılması ve silahlı ayaklanmaya hazırlanma yöntemi olarak kullandılar. Duma seçimleri yapılmadı. Böylece, hükümet Duma’yı toplayamadı.

158

urun_30_cs5.indd 158

04.04.2011 18:54:01


yasama gücüne sahip olmayacaktı. Dumanın sadece danışma gücü, tavsiyede bulunma gücü olacaktı! Burjuvazi, liberaller, oportünistler, korkuya düşen çarın bu “armağan”ına iki elle sarılmaya hazırdılar. Bütün reformcular gibi, bizim 1905 reformcuları da, reformların ve özellikle reform vaatlerinin sadece tek bir amaca hizmet ettiği; halkın huzursuzluğunu yatıştırma, devrimci sınıfı, mücadelesini bı‑ rakmaya ya da en azından gevşetmeye zorlama amacını güttüğü tarihsel du‑ rumların ortaya çıkacağını anlayamadılar. Devrimci Rus Sosyal Demokrasisi, Ağustos 1905’te halka hayali bir ana‑ yasa verilmesinin gerçek anlamını iyi kavramıştı. Bu nedenle, bir an bile du‑ raklamadan şu sloganları ortaya attı: “Kahrolsun Danışma Duması! Duma’yı boykot edin! Kahrolsun çarlık hükümeti! Çarlık hükümetini devirmek için devrimci mücadeleye devam! Rusya’nın ilk gerçek halk temsilciler meclisini çar değil, geçici devrimci hükümet toplamalıdır!” Tarih, devrimci Sosyal Demokratlar’ın haklı olduğunu kanıtladı, çünkü Bulygin Duması hiçbir zaman toplanamadı. Daha toplanmaya fırsat bulama‑ dan, devrimci fırtına tarafından süpürüldü. Ve bu fırtına, çarı, seçmenlerin sayısında dikkate değer bir artış sağlayan yeni bir seçim yasasını ve Duma’nın yasama gücünü kabul etmek zorunda bıraktı. Ekim ve Aralık 1905’te, Rus devriminin yükselen dalgası tepe noktasına ulaştı. Halkın devrimci gücünün her pınarı her zamankinden daha geniş bir ırmakta akıyordu. Size daha önce söylediğim gibi, Ocak 1905’te 440 bin olan grevcilerin sayısı Ekim 1905’te (tek bir ayda!) yarım milyonu aştı. Sadece fab‑ rika işçilerini gösteren bu sayıya, birkaç yüz bin demiryolu işçisi, posta ve telgraf çalışanları vb. eklenmelidir. Genel demiryolu grevi, bütün demiryolu seferlerini durdurdu ve hüküme‑ tin iktidarını en etkili biçimde felce uğrattı. Üniversitelerin kapıları ardına kadar açıldı. Barış zamanında, genç beyinleri bilgiç profesörlerin bilimiyle sersemletmek; öğrencileri, burjuvazinin ve çarlığın uysal hizmetçisi olarak yetiştirmek için kullanılan ders salonları, şimdi binlerce işçinin, zanaatkârın ve büro işçisinin siyasal sorunları açıkça ve özgürce tartıştığı halk toplantıla‑ rının sahnesi olmuştu. Basın özgürlüğü kazanıldı. Sansür yok sayıldı. Hiçbir yayıncı zorun‑ lu sansür nüshasını yetkililere göndermeye cesaret edemedi ve yetkililer de buna karşı herhangi bir girişimde bulunamadı. Rus tarihinde ilk kez, St. Pe‑ tersburg ve öteki şehirlerde devrimci gazeteler özgürce çıktı. Tek başına St. 159

urun_30_cs5.indd 159

04.04.2011 18:54:01


Petersburg’da, tirajı 50 bin ile 100 bin arasında değişen üç Sosyal Demokrat günlük gazete yayınlanıyordu. Proletarya, hareketin başında yürüyordu. Sekiz saatlik işgününü devrimci eylemle kazanmak için yola çıkmıştı. “Sekiz saatlik işgünü ve Silah!” St. Pe‑ tersburg proletaryasının savaş sloganıydı. Devrimin kaderinin yalnızca silah‑ lı mücadeleyle belirlenebileceği ve belirleneceği görüşü, gittikçe artan bir işçi kitlesi tarafından benimseniyordu. Savaşın ateşi içinde, özgün bir kitle örgütü, bütün fabrikalardan gelen temsilcileri kapsayan ünlü İşçi Temsilcileri Sovyeti kuruldu. Birkaç şehirde bu İşçi Temsilcileri Sovyeti, gitgide geçici devrimci hükümet rolünü, ayaklanma‑ nın organı ve önderi rolünü oynamaya başladı. Asker ve Denizci Temsilcileri Sovyetleri örgütlemek ve bunları İşçi Temsilcileri Sovyetleriyle birleştirmek için çeşitli girişimler yapıldı. Bir süre için Rusya’daki birkaç şehir, küçük yerel “cumhuriyetler” oldular. Hükümet yetkilileri görevden alındı ve İşçi Temsilcileri Sovyeti gerçekte yeni hükümet olarak görev yaptı. Ne yazık ki, bu dönemler çok kısaydı, “zaferler” çok zayıf, çok yalıtlanmıştı. 1905 sonbaharında köylü hareketi daha da büyük boyutlara ulaştı. Tüm uyezdlerin üçte birinden fazlası “köylü karışıklıkları” denen şeyden ve düzen‑ li köylü ayaklanmalarından etkilendi. Köylüler en azından iki bin malikâneyi yaktı ve yağmacı soyluların halktan gaspettiği yiyecek stoklarını aralarında bölüştü. Ne yazık ki, bu iş yeterince tam değildi! Ne yazık ki köylüler, toplam top‑ rak mülklerinin yalnızca on beşte birini, büyük feodal toprak sahipliği ayıbı‑ nı Rus toprakları üzerinden silebilmek için yıkmaları gerekenin yalnızca on beşte birini yıktılar. Ne yazık ki, köylüler eylemlerinde birbirlerinden çok ko‑ puk, çok dağınıktılar; yeterince örgütlü, yeterince saldırgan değillerdi. Dev‑ rimin yenilgisinin temel nedenlerinden birisi budur. Rusya’nın ezilen halkları içinde bir ulusal kurtuluş hareketi alevlendi. Rus‑ ya nüfusunun yarısından fazlası, hemen hemen beşte üçü (tam söyleyelim, yüzde 57’si) ulusal baskıyla karşı karşıyadır. Onlar anadillerini kullanmakta bile özgür değillerdir, zorla Ruslaştırılırlar. Örneğin, sayıları on milyonlarca kişiyi bulan Müslümanlar, çabucak bir Müslüman Birliği örgütlediler –za‑ man, her türlü örgütün hızla büyümesi zamanıydı. Şimdi anlatacağım olay, dinleyicilere, özellikle gençlere, o sıralarda Rusya’da ulusal kurtuluş hareketinin işçi hareketleriyle birlikte nasıl yüksel‑ diğini örnekleyecektir. 160

urun_30_cs5.indd 160

04.04.2011 18:54:02


Aralık 1905’te Polonyalı öğrenciler, yüzlerce okulda, bütün Rusça kitapla‑ rı, resimleri ve çarın portrelerini yaktılar ve “Defolun! Rusyaya dönün!” diye haykırarak Rus öğretmenlerine ve Rus okul arkadaşlarına saldırdılar, onları kovdular. Polonyalı ortaokul öğrencileri şu istekleri de içeren bir talep liste‑ siyle ortaya çıktılar: “1‑ Bütün ortaokullar bir İşçi Temsilcileri Sovyetinin denetimi altında olma‑ lıdır. 2‑ Okul binalarında ortak öğrenci ve işçi toplantıları yapılmalıdır. 3‑ Gelecekteki proleter cumhuriyetine bağlılığın bir göstergesi olarak, ortaokul öğrencilerinin kızıl gömlekler giymesine izin verilmelidir.”

Hareketin dalgası yükseldikçe, gericilik, devrimle savaşmak için daha gayretli ve kararlı biçimde silahlanıyordu. 1905 Rus devrimi Karl Kautski’nin 1902’de Toplumsal Devrim kitabında sözünü ettiği gerçeği doğruladı (o sı‑ ralarda Kautski hâlâ, hasbelkader devrimci Marksistti ve şimdi olduğu gibi, toplumsal yurtseverliğin ve oportünizmin savunucusu değildi). Şuydu yaz‑ dığı: “… Yaklaşan devrim… hükümete karşı kendiliğinden bir ayaklanmaya daha az ve uzayan bir iç savaşa daha çok benzeyecektir.”

1905 devriminde böyle oldu ve gelmekte olan Avrupa devriminde şüphe‑ siz böyle olacaktır! Çarlık, kinini özellikle Yahudiler üzerine kustu. Yahudiler devrimci ha‑ rekete önder yetiştiren en büyük kaynağı (toplam Yahudi nüfusuna oranla) oluşturuyordu. Ve şimdi de, Yahudiler, diğer uluslara oranla, aralarından en çok enternasyonalist çıkaran ulusturlar. Çarlık, halkın en cahil tabakalarının en alçakça Yahudi düşmanı önyargılarını, kıyımları örgütlemek için (belki de kıyımlara doğrudan doğruya önderlik etmek için) ustalıkla sömürdü –100 kasabada 4 binden fazla Yahudi öldürüldü ve 10 binden fazlası sakatlandı. Ba‑ rışçı Yahudilerin, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, gaddarca katledilmesi, uygar dünyanın her yanında tiksinti uyandırdı. Tabii ki, uygar dünyanın gerçekten demokratik unsurlarının tiksintisinden söz ediyorum. Ve bunlar da sadece sosyalist işçiler, proleterlerdir. Batı Avrupa’nın en özgür, cumhuriyetçi ülkelerinde bile, burjuvazi, “Rus mezalimi” hakkındaki ikiyüzlü açıklamalarını en utanmazca mali işlerle, 161

urun_30_cs5.indd 161

04.04.2011 18:54:02


özellikle çarlığı mali açıdan destekleme ve Rusya’yı sermaye ihracı vb. yoluyla emperyalistçe sömürme uygulamasıyla birleştirmeyi çok iyi becerir. 1905 devriminin doruğu, Moskova’daki Aralık ayaklanmasıyla geldi. Do‑ kuz gün boyunca az sayıdaki isyancı, örgütlü ve silahlı işçi –sekiz binden fazla değildiler– Moskova garnizonuna güvenemeyen çarın hükümetine karşı sa‑ vaştı. Gerçekten, çarlık Moskova garnizonunu kilit altında tutmak zorunda kaldı ve devrimi ancak St. Petersburg’tan Semenovski Alayını getirerek eze‑ bildi. Burjuvazi Moskova ayaklanmasını yapay bir şey olarak nitelemekten ve onunla alay etmekten hoşlanıyor. Örneğin Alman sözde “bilimsel” edebiya‑ tında, Bay Profesör Maks Weber, Rusya’nın siyasal gelişimini incelediği uzun araştırmasında, Moskova ayaklanmasından “darbe” olarak söz ediyor. “Le‑ nin grubu” diyor bu “çok bilgili” Bay Profesör, “ve Sosyalist Devrimcilerin bir kesimi, bu anlamsız ayaklanmaya çoktandır hazırlanmışlardı.” Korkak burjuvazinin profesörce biliminin bu bölümünü uygun şekil‑ de değerlendirebilmek için salt grev istatistiklerini hatırlamak yeter. Ocak 1905’te tamamıyla siyasal amaçlı grevlere yalnız 123 bin kişi katıldı. Ekimde bu sayı, 330 bine çıktı. Ve Aralık’ta tepe noktasına ulaşıldı. Tek bir ayda 370 bin kişi tamamen siyasal amaçlı grevlere katıldı! Devrimin ilerlemesini, köylü ve asker ayaklanmalarını da hatırlayalım. Aralık ayaklanması konusundaki burjuva “bilimsel” görüş yalnızca saçmalıktan ibaret değildir. Bu görüş, pro‑ letaryada en tehlikeli sınıf düşmanını gören korkak burjuvazi temsilcilerinin kullandığı bir bahanedir. Gerçekte, Rus devriminin amansız akışı, çarlık hükümeti ile sınıf bilincine sahip proletaryanın öncüsü arasında silahlı, belirleyici bir savaş yönündeydi. Biraz önce, Rus devriminin geçici yenilgisine yol açan zayıflığının neden‑ lerini zaten belirtmiştim. Aralık ayaklanmasının bastırılması, devrimin geri çekilmesinin başlangı‑ cını oluşturdu. Ama bu dönemde de çok ilginç ânlar görülüyor. İşçi sınıfının en ileri savaşçı unsurlarının, devrimin geri çekilmesini durdurmayı ve yeni bir saldırı hazırlamayı iki kez denediklerini hatırlamak yeter. Konuşma sürem neredeyse doluyor; dinleyicilerimin sabrını kötüye kul‑ lanmak istemem. Yine de, Rus devriminin en önemli yanlarını –sınıf niteli‑ ğini, itici güçlerini, mücadele yöntemlerini– ana hatlarıyla (böylesine büyük bir konu üzerinde kısa bir konuşmanın elverdiği ölçüde) verebildiğimi sanı‑ yorum. 162

urun_30_cs5.indd 162

04.04.2011 18:54:02


Rus devriminin dünya çapındaki anlamı üzerine birkaç söz söyleyeyim. Coğrafi, ekonomik ve tarihsel açıdan Rusya yalnız Avrupa’ya değil, Asya’ya da aittir. Rus devriminin sadece Avrupa’nın en büyük ve en geri ül‑ kesini sonunda uyandırmakla ve devrimci bir proletaryanın önderlik ettiği devrimci bir halk yaratmakla kalmamasının nedeni budur. Rus devrimi daha fazlasını gerçekleştirdi. Bir uçtan öbür uca bütün Asya’da bir hareket doğurdu. Türkiye, İran ve Çin’deki devrimler, güçlü 1905 ayaklanmasının derin bir iz bıraktığını ve yüzlerce milyon insanın ileriye doğru hareketinde ifadesini bulan etkisinin silinmez olduğunu kanıtlıyor. Rus devrimi, dolaylı bir şekilde, Batı ülkelerini de etkiledi. Çar’ın anayasa fermanına ilişkin haber Viyana’ya 30 Ekim 1905’te ulaştı ve Avusturya’da ge‑ nel oy hakkının nihai zaferinde belirleyici rol oynadı. Ellenbogen Yoldaş –o sıralarda henüz toplumsal yurtsever olmamıştı, yol‑ daşımızdı– siyasal grev konusundaki raporunu sunduğu sırada, bu haberi bildiren telgraf Avusturya Sosyal Demokrat Partisi Kurultayı’nın konuşmacı kürsüsüne konuldu. Tartışma derhâl ertelendi. Avusturya Sosyal Demokra‑ sisini temsil eden delegelerin toplandığı salonda yankılanan haykırış şuydu: “Yerimiz sokaklardır!” Sonraki günler, Viyana’da yapılan en büyük sokak gösterilerine ve Prag’da kurulan barikatlara tanık oldu. Avusturya’da genel oy hakkı için yürütülen savaş kazanılmıştı. Rus devriminden söz ederken, bu geri ülkedeki olayların, mücadele doğ‑ rultusunun ve yöntemlerinin Batı Avrupa örneklerine pek az benzediğini ve bu nedenle herhangi bir pratik önem taşımadığını öne süren Batı Avrupalı‑ larla sık sık karşılaşıyoruz. Bundan daha yanlış bir şey olamaz. Yaklaşan Avrupa devriminin yaklaşan muharebelerinin biçimleri ve ne‑ denleri şüphesiz birçok açıdan Rus devriminin biçimlerinden farklı olacaktır. Yine de, Rus devrimi –sözünü ettiğim o özgül anlamda, proleter niteli‑ ği nedeniyle– yaklaşan Avrupa devriminin önsözüdür. Şüphesiz, yaklaşan bu devrim ancak bir proleter devrimi olabilir, hem de sözcüğün daha derin anlamında, içeriği de proleter, sosyalist olan devrim. Yaklaşan bu devrim, sadece sert muharebelerin, sadece iç savaşların insanlığı sermayenin boyun‑ duruğundan kurtarabileceğini daha da büyük ölçüde gösterecek. Yalnızca sı‑ nıf bilincine sahip proleterlerin, sömürülenlerin geniş çoğunluğuna önderlik edebileceğini ve edeceğini daha da büyük ölçüde kanıtlayacak.

163

urun_30_cs5.indd 163

04.04.2011 18:54:02


Avrupa’nın bugünkü mezar sessizliğine aldanmamalıyız. Avrupa devri‑ me gebedir. Emperyalist savaşın canavarca dehşetleri, hayat pahalılığının yol açtığı acılar her yerde devrimci bir ruh hâli doğuruyor. Ve hâkim sınıflar, burjuvazi, ve onun uşakları olan hükümetler, gün geçtikçe, muazzam ayak‑ lanmalar olmadan içinden asla çıkamayacakları çıkmaz bir sokağa giriyorlar. 1905’te Rusya’da demokratik bir cumhuriyet kurmak amacıyla, çarlık hü‑ kümetine karşı proletaryanın önderliğinde bir halk ayaklanması nasıl başla‑ dıysa; önümüzdeki yıllar da, bu yağmacı savaş yüzünden, Avrupa’da da pro‑ letaryanın önderliğinde mali sermayenin iktidarına karşı, büyük bankalara karşı, kapitalistlere karşı halk ayaklanmalarına yol açacaktır. Ve bu kalkış‑ malar burjuvazinin mülksüzleştirilmesinden, sosyalizmin zaferinden başka bir biçimde sonuçlanamaz. Biz eski kuşaktan olanlar, bu yaklaşan devrimin belirleyici muharebele‑ rini görecek kadar yaşamayabiliriz. Ama, ben inanıyorum ki, İsviçre’nin ve bütün dünyanın sosyalist hareketinde böylesine mükemmel biçimde çalışan gençlik, yaklaşan proleter devriminde yalnızca savaşacak kadar değil, kaza‑ nacak kadar da talihli olacaktır. Bu umudumu güvenle ifade edebilirim. 22 (9) Ocak 1917’den önce Almanca yazıldı. İlkin Pravda, sayı 18, 22 Ocak 1925’te yayımlandı. İmza: N. Lenin Toplu Eserler, c. 23, s. 236‑253

164

urun_30_cs5.indd 164

04.04.2011 18:54:02


Ulusal Gelir Kime Aittir? Ozan Gökbakar

Yakın zamanda Türkiye İstatistik Kurumu tarafından açıklanan ulusal gelir verileri, burjuva basını tarafından, ülkemiz ekonomisinin büyüme içe‑ risinde olduğu, hatta bu konuda rekor kırıldığı şeklinde ifadelerin yer aldığı haberlerle aktarılmaktadır.* Ancak ilginç bir şekilde “resmî” işsizlik oranla‑ rında ekonomik büyümeye paralel bir azalış olduğunu söylemek güçtür. İs‑ tatistik kurumunun raporlarına göre işsizlik oranı hâlen yüzde 10’un üze‑ rindedir ve tarım dışı işsizlik oranı 2009 yılından beri yüzde 20 düzeyinde seyretmektedir.** Ulusal gelir hesapları Ulusal gelir verileri ekonomik büyümenin ölçülmesinde yararlanılan araçlardandır. Söz gelimi, bir ülkede ihtiyaç duyulan ve üretilen malların yal‑ nızca ekmek ve ekmeği üretmek için kullanılan un, su ve değirmen olduğunu varsayalım. Bu durumda söz konusu ülkede, bir yıl içerisinde üretilen toplam ekmek, un, su ve değirmen miktarının karşılık geldiği toplam parasal tutar, o ülkenin ulusal gelirini ifade eder. Ekonomik büyüme ise, ulusal gelir düzeyin‑ de artış olması, yani kabaca ülkedeki üretim ve tüketim malları miktarının artmasıdır. Eğer, ekmeğin üretilmesinde kullanılan değirmenin eskidiği ve bu eskime‑ nin yarattığı tamir, yani yenileme maliyetiyle; üretilen ekmeğin, suyun veya unun satın alınması sırasında yapılan KDV kesintisinden devletin elde ettiği * http://www.milliyet.com.tr/buyume‑rakamlari‑aciklandi‑rekora‑ramak‑kaldi‑/ekono‑ mi/sondakika/30.06.2010/1257234/default.htm ** http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=25&ust_id=8

165

urun_30_cs5.indd 165

04.04.2011 18:54:02


dolaylı vergi gelirlerinin toplam tutarı, ulusal gelir rakamına eklenirse “brüt ulusal gelir” ya da diğer adıyla “gayrisafi milli hasıla” tutarı ortaya çıkar. Hükümete bağlı organlarca “gayrisafi milli hasıla” olarak adlandırılan “brüt ulusal gelir”, ülkede kullanılan makine, fabrikalar vb. üretim araçları‑ nın aşınma maliyetlerini de içerdiği için, önemli bir ekonomik gösterge ola‑ rak karşımıza çıkmaktadır. İşçilerin çalışıp ürettiği değerden sağladığı kâr, faiz ve rantla yaşayan iş‑ verenler, ülkelerine ait üretim faktörlerini, yani iş gücü ve makinaları (ör‑ neğimizde değirmen) başka ülkelere yatırım yapmak üzere de kullanırlar. Bunların buradan elde edeceği gelire, dış alem faktör gelirleri adı verilir. Aynı şekilde, başka ülkelerden gelen yabancı işverenlerin ülkemize yapacağı yatı‑ rımlardan elde edeceği gelirler de, ülkemiz adına dış alem faktör gideri ola‑ caktır. Dış alem faktör gelirleri ve giderleri arasındaki fark ise net dış alem faktör gelirleri olarak adlandırılır. Eğer net dış alem faktör gelirleri tutarı, brüt ulusal gelir tutarından çıkarılırsa gayrisafi yurt içi hasıla elde edilir. Halka sayılarla yalan söylemenin incelikleri 2008 yılının mart ayında hükümete bağlı istatistik kurumu tarafından ulusal gelirin hesaplanmasına ilişkin bazı değişikliklere gidilmiştir. Bunlar‑ dan ilki büyüme verilerinde istatistik kurumunun “Gayrisafi Milli Hasıla” yerine “Gayrisafi Yurt İçi Hasıla” tutarını esas almasıdır.* Hatırlanacak olur‑ sa, ülkemiz ekonomisi dış ticaret açığına bağlı olarak uluslararası ödemeler dengesinde yıllardır sürekli açık vermektedir. Söz konusu açık, yabancı ül‑ kelerden sağlanan ve “sıcak para” adı verilen para girişleriyle dengelenmeye çalışılmaktadır. Yani ülke için yurt dışındakinden daha yüksek olan bir faiz oranı belirlenerek yabancı tasarruf sahiplerinin ülkemizdeki bankalara para yatırması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu durum yabancıların ülkemizdeki bankalardan faiz geliri elde etmesi anlamına gelir. Bu, gayrisafi milli hasıla‑ nın içerdiği net dış alem faktör gelirlerini azaltıcı bir unsurdur. İstatistik ku‑ rumunun “ulusal hesaplar” adlı raporlarında artık GSMH’ye yer vermemesi, yalnızca GSYH’ye yer vermesi bu bağlamda oldukça dikkat çekmektedir. Yapılan ikinci değişiklik ise hesaplamalarda 1987 fiyatlarının değil, yeni düzenlemelerle 1998 fiyatlarının esas alınmasıdır. 1987’deki genel fiyat düze‑ yinin 1998’e oranla daha düşük olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, * TÜİK, Gayrisafi Yurt İçi Hasıla Güncelleme Çalışmaları, 1987 ve 1998 bazlı GSYH seri‑ leri Arasındaki Farklılıklar, 8 Mart 2008

166

urun_30_cs5.indd 166

04.04.2011 18:54:02


bu durum, daha önceki yönteme göre daha yüksek rakamların ortaya çıkma‑ sına yol açmaktadır. Büyüme oranlarına bakıldığında ise, genel olarak diğer yılların yeni hesaplama yöntemine göre oranları aynı iken, 1998 fiyatlarına göre yapılan hesaplamalarda 2001, 2004 ve 2005 yıllarının büyüme oranları 1987 fiyatlarına göre yapılan hesaplamalarda olandan daha yüksek gözük‑ mektedir. Ayrıca, 1987 yılı rakamlarına göre yapılan hesaplama 2008 yılın‑ dan sonra kullanılmadığı için, son yılların rakamlarına ilişkin kıyaslama yapılamamaktadır.* Ulusal gelirin dağılımı Üretime konu olan malların toplam parasal tutarı, aslında bu malların üretiminde çalışan işçilere ödenen ücretlerin ve işçilerin ürettiği malı satan işverenlerin elde ettiği kârların toplam tutarıdır ve işte bu yüzden söz konusu olan bu toplam parasal tutar, o ülkenin ulusal geliri olarak adlandırılır. Yani bir ülke ne kadar üretiyorsa, o kadar toplam gelir elde ediyor demektir. Ulusal geliri teşkil eden üretim faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan mal ve hizmetler kendi içerisinde kabaca üretim malları ve tüketim malları şeklinde iki gruba ayrılır. Bahsi geçen ekmek nihai tüketim malı, ekmeği üretmek için kullanılan değirmen ise üretim malına örnektir. “Toplumun yıllık ürünü iki kesimden oluşur; bunlardan birisi üretim araç‑ larını, diğeri tüketim nesnelerini kapsar. Bunların her birinin ayrı ayrı ele alınması gerekir. Yıllık ürünün, üretim araçlarını oluşturan kesiminin toplam değeri şöyle bö‑ lünür: bu değerin bir kısmı, yalnız, bu üretim araçlarının yapımında tüketi‑ len üretim araçlarının değerini temsil eder; bu yenilenmiş bir biçim içerisinde tekrar ortaya çıkan sermaye değerden başka bir şey değildir; öteki kısım, işgü‑ cüne yatırılan sermayenin değerine ya da kapitalistlerin bu üretim alanında ödedikleri ücretlerin toplamına eşittir. Son olarak, değerin bir üçüncü kısmı, bu kategoriye giren sanayi kapitalistlerinin, toprak rantı da dahil kârlarının kaynağıdır.”**

Ulusal gelir, bütün toplumun ürünü gibi gözükse de, aslında toplumun belli bir kesiminin ürünüdür. Çünkü, kapitalizmde toplum, mal ve hizmet‑ lerin üretimini gerçekleştiren, ancak yarattığı değerin tamamına değil de belli bir bölümüne karşılık gelecek şekilde ücret alan işçi‑emekçi kesim ile, işçi‑emekçi kesimin ürettiği değerin karşılığını alamadığı kısmına el koya‑ * http://www.tuik.gov.tr/VeriBilgi.do?tb_id=57&ust_id=16 ** Kapital, 2. Cilt, Sol Yayınları, Ankara, 1976, s. 416

167

urun_30_cs5.indd 167

04.04.2011 18:54:02


rak, yani emek harcamadan yaşayan işverenler kesimi, yani kapitalist kesim olmak üzere, kabaca iki ana sınıfa ayrılmıştır. Söz konusu olan fabrika ve işyeri sahipleri, yani kapitalistler, işçilerin mümkün olduğunca çok üretip mümkün olduğunca az ücret istemelerini ar‑ zularlar. Çünkü fabrika ve işyeri sahipleri, iktisadi varlıklarını, işçilerin üret‑ tikleri ürünlerin satışından elde edecekleri kârla sürdürebilirler. Söz konusu kâr, işçilere çalıştıkları iş günü boyunca ürettikleri değerin, örneğin ekmeğin satışından elde edilen gelirin tamamını değil de, yalnızca bir kısmını ücret olarak vererek sağlanabilir. Üretilen her malın değerinin içerisinde, daha ön‑ ceden üretilmiş olan hammadde ve malzemelerin elde edilebilmesi için gere‑ ken sabit sermaye; satın alınmış hammadde ve malzemeyi kullanarak yeni bir mal üretenlere, yani işçilere ödenen ücretler için ayrılan değişken sermaye; ve en sonunda, işçilerin ürettiği malın değeri ile işçilere ödenen ücret arasındaki farktan oluşan artı değer olmak üzere, üç kısım söz konusudur. Daha önce‑ den üretilmiş olan hammadde ve malzemeler de zaten daha önceden başka sektörlerdeki işçilerin harcadıkları emek gücünün ürünleridir. İşçilerin ve emekçilerin ürettiği değer üzerinden elde ettikleri kâr, faiz ve rantla, yani sermaye geliriyle, bir başka deyişle, emek harcamadan yaşayan fabrika, banka ve toprak sahipleri, elde ettikleri gelirin bir bölümüyle kendile‑ rinin ve ailelerinin kişisel tüketimlerini, diğer kısmıyla ise yeni yatırımlarını karşılarlar. Kâr, faiz ve rantla yaşayan işveren kesimi, gerek zorunlu, gerekse lüks ih‑ tiyaçlarını karşılamaya ve yeni yatırımları gerçekleştirmeye yetecek kadar sermaye biriktirmek ve bunu yapabilmek için de işçilere mümkün olduğunca az para verip onları mümkün olduğunca çok çalıştırmak zorundadır. Elbette ücretler dışında işçilerin hayatlarını devam ettirebilmek için yapılması ge‑ reken ve bu bağlamda patronların mümkün olduğunca kaçınmaya çalıştığı çeşitli harcamalar da söz konusudur. Böylece burada söz konusu olan, sigorta kesintileri, iş yeri güvenliği için gerekli yatırımlar vb. harcamalar aslında iş‑ çilerin cebinden çıkarken, bunlara çoğu zaman patronların çeşitli yollarla el koyduğu da görülür. Ekonomik büyümenin gerçekleşebilmesi için üretim mallarına ilişkin ya‑ tırımların artması, toplam ülke gelirinin artmasına yol açar. Toplam gelir‑ deki her artış yatırım ve tüketim mallarına yönelik yeni harcamalar yaratır. Bu harcamalar, toplumu oluşturanların ısınma, barınma, beslenme, eğitim ve sağlık gibi gereksinimleri için söz konusu olan zorunlu tüketim malları, 168

urun_30_cs5.indd 168

04.04.2011 18:54:02


genellikle emek harcamadan yaşayanların teşkil ettiği zenginlerin daha çok nail olabildiği lüks tüketim malları ve bütün bu tüketim mallarının üretile‑ bilmesi için gereken üretim malları için yapılan harcamalar şeklinde üç ana grupta toplanır. Bütün bu harcamalardaki artışlar, aynı zamanda toplam talep düzeyindeki artışlar anlamına gelir. Yani talep gelirin bir sonucudur. Kapitalizmde gelir dağılımındaki adaletsizlik, gelir ve talep artışlarının da eşit bir şekilde olmadığı bir ortam teşkil eder. Zenginlerin yani, kâr, faiz ve rantla yaşayanların artan gelirlerini kişisel tüketimlerine ve yeni yatırımla‑ ra harcaması, yatırımların hemen gelir getirmediği ve lüks tüketimin arttığı bir ortamda, toplam mal fiyatlarının artmasına neden olur. Burada, yatırım mallarına daha önce örnek gösterdiğimiz değirmen ve un, su vb. malların daha çok üretilebilmesi için, bunların üretiminde kullanılan diğer mallara olan talebin de artması söz konusudur. Talep artışlarının fiyat artışlarını beraberinde getirmesini ise, müzayede salonundaki malların satılması olayına benzetebiliriz. Söz gelimi, bir malın, yalnızca bir tane olduğu, ancak iki kişi tarafından istenildiğini var saydığı‑ mızda, iki kişi de mal satan kişiye diğerinden daha çok para vermeye razı olabilecektir. Eğer almak isteyenlere bir kişi daha eklenirse, o zaman talep artmış olur; bu durumda, satan kişi daha çok para isteyebilecektir. Ulusal gelirdeki artış ve buna bağlı olarak toplam harcamalarda ortaya çı‑ kan artışın bir sonucu olarak bu bağlamda malların genel fiyat düzeyinde de yükselmeler ortaya çıkar. Özellikle tüketim mallarının fiyatlarındaki artış, bunları üretenlerin aldıkları ücretlerde artışlar talep etmelerini zorunlu kılar. Aksi takdirde, zorunlu tüketim mallarını satın alamayan işçi‑emekçi kesimi yaşamını devam ettiremez. Aynı durum, zorunlu ve lüks tüketim mallarını satın alabilen işyeri sahipleri için pek geçerli değildir. İşçilerin mecburi ola‑ rak ücretlerinde artış istemeleri ve bunun için grev vb. yollara başvurmaları nihayetinde ücretleri arttırsa bile, bu artışlar, lüks tüketimlerinden ve emek harcamadan sağlanan yaşam koşullarından ödün vermek istemeyen iş yeri sahipleri tarafından mal fiyatlarına yansıtılır. Böylece mal fiyatları daha da artmaya devam eder. Mal fiyatlarındaki artış oranı olan enflasyon bu şekilde, ekonomik büyümenin gerçekleştiği dönemlerde yükselir. Bütün bunlar, belli bir noktadan sonra, bütün tüketim ve üretim mallarını ürettiği hâlde tüketim gereksinimlerini bile karşılayamayan milyonlarca in‑ sanın olduğu bir ortamın oluşmasına yol açar. Üretilmiş ama pek çoğu satıla‑ mayan milyonlarca mal ve bunları ürettiği hâlde yeteri kadar geliri olmadığı için tüketemeyen milyonlarca insan... 169

urun_30_cs5.indd 169

04.04.2011 18:54:02


Böylece satılamayan malların fiyatları düşmeye başlar, bu da genel olarak kârları düşürür. Kârları azalan patronlar da, bunun üzerine, yatırımlar için gereken masrafları azaltırlar. Yatırımların azalması, nüfusun ve iş gücünün arttığı bir ortamda insanların işsiz kalmasına yol açar. Ancak bu durum, yal‑ nızca yatırımların azalmasıyla da kalmaz, aynı zamanda, var olan fabrika ve iş yerlerinin kapanmasına da yol açar. Yani, patronlar, sırtlarından para ka‑ zandıkları işçileri, yani zenginliği üretenleri de işten atmaya başlar. İşte bu durum, ekonomik büyümeyi takip eden kriz dönemidir. Bu şekilde, kapita‑ lizm, sürekli ve kaçınılmaz olarak her büyüme döneminde önce enflasyon‑ daki yükselişlere, ardından da krizlere sebep olan gerilimli bir kısır döngüye insanlığı mahkûm eder. İş adamlarının ekonominin lokomotif gücü olduğunu söylemek, onları el üstünde tutmak gülünçtür. Zira iş adamları en ufak bir ekonomik krizde önce kendi lüks tüketimlerinden değil aksine ekonomik büyüme için ülke‑ nin ihtiyaç duyduğu yatırımlardan cayarlar. Patronların keyif içerisinde ve emek harcamadan yaşamasını sağlayan kapitalist ekonominin müzmin has‑ talığı olan krizlerin ve enflasyonun yükünü de böylece üretenler, yani ulusal gelirin gerçek sahipleri çekmiş olur. Ekonominin lokomotif gücü yalnızca işçi‑emekçi kesimdir. Patronlar ise emek harcamadan yaşayan hazır yiyiciler olarak ekonomik büyümenin ayak bağından başka birşey değildirler. Kalkınma için Sosyalizm Görüldüğü gibi, kapitalizmde, üretim ve değişim araçlarının, yani fab‑ rikaların, tarlaların, bankaların, hammaddelerin vb. mülkiyetini elinde tu‑ tan patron kesimi, bunların işlemesini, mal ve hizmet üretmesini sağlayan, yani üreten işçi‑emekçi kesimin yarattığı değerin bir bölümüyle kendi lüks tüketimini emek harcamadan sağlarken, diğer bölümü ile de yeni yatırımlar için sermaye biriktirmektedir. İşçi‑emekçi kesim ise bütün mal ve hizmetleri üretirken, bunların karşılığı olmayan ama ancak hayatını devam ettirmesini sağlayan zorunlu malları tüketmesine yetecek kadar (hatta bazen bunun dahi altında) aldığı ücretle ısınma, barınma, giyinme gibi ihtiyaçlarını karşılama‑ ya çalışır. Bunların yanında eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanabilmek için vergi ödemek durumunda kalır. Çoğu zaman da ödediği vergilerin kar‑ şılığını alamaz. Bu şekilde adaletsiz bir ortam olan kapitalist üretim ilişkileri, bir de bütün bunların üstüne, düzenli olarak kriz ve enflasyona sahne olur. Üstüne üstlük, son dönemde kapitalizmin geldiği nokta, sermayenin mer‑ 170

urun_30_cs5.indd 170

04.04.2011 18:54:02


kezileşmesi ve yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olarak kapitalistler ara‑ sında ortaya çıkan kartel ve tröst tarzı örgütlenmelerin, yani tekelleşmenin bir sonucu olarak giderek daha sık yüksek enflasyon, kriz ve savaş süreçle‑ rinin yaşanmasına yol açarken, bu süreçlerin giderek daha fazla sıklaştığını göstermektedir. Bütün bunlar, kapitalizmin üretim ve kaynak tahsisini de sağlayamayan bir üretim sistemi olarak artık insanlığın gelişmesinin, kalkın‑ masının önünde engel teşkil ettiğini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda tarihte uzaya ilk defa yapay uydu (1957‑Sputnik) ve insan (1961‑Yuri Gagarin) yollayan ülkenin sosyalist bir ülke olan Sovyetler Birliği olması ve söz konu‑ su ülkenin iktisadi veriler bağlamında dünya kapitalizminin hamisi ABD’yi geçmiş olması tesadüf değildi. İşte bu noktada, sözünü ettiğimiz tüm üretim ve değişim araçlarının tüm halkın mülkiyetinde olduğu, üretim ve kaynak tahsisinin kapitalistlerin üre‑ tim anarşisi ve başarısız piyasa mekanizması yerine tüm halkın katılımıyla işleyen merkezî bir planlama motifi ile gerçekleştirildiği sosyalist üretim iliş‑ kileri zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Sosyalist üretim sisteminde, ka‑ pitalizmden farklı olarak, fabrikalar, tarlalar, bankalar, hammadde kaynak‑ ları vb. üretim ve değişim araçları, halkın mülkiyetindedir. Üretimden elde edilen birikim, halka ait olan kamu bütçesinde toplanır ve bütün tarımsal, sınai yatırımlar, ayrıca eğitim, sağlık ve barınma gibi hizmetler için gereken yatırımlar kamu bütçesinden ve dengeli olarak yürütülen planlı bir kalkın‑ ma politikası çerçevesinde karşılanır. Böylece evsizlik, işsizlik, enflasyon, kriz gibi kapitalizme özgü sorunlar sosyalist üretim ilişkilerinde gözlemlenmez. Gerek kapitalizmin, gerekse sosyalizmin geçmişini göz önünde bulundur‑ duğumuzda, insanlığın varlığını sürdürebilmesi için sosyalizmin nasıl bir zo‑ runluluk olduğu daha iyi anlaşılabilir. Zenginliği ve gücü, kendisine ekono‑ mik açıdan bağımlı geri kapitalist ülkeleri sermaye ihracı yoluyla sömürmeye dayanan ABD ile sosyalist üretim ilişkilerinin ilk örneklerinden Sovyetler Birliği arasında yapılacak bir kıyaslama bu konuda gerçekleri ortaya koyar. Söz gelimi, ABD tarihi boyunca her yerde savaş çıkarıp hiç yıkıma ve işga‑ le uğramadığı hâlde; kurulduğu yıllarda, önce ABD ve İngiltere gibi ülkelerce yok edilmeye çalışılan, sonrasında İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasın‑ da milyonlarca insanını kaybetmesine ve büyük bir iktisadi yıkıma yol açan Nazi Almanyası’nın işgaline rağmen, Sovyetler Birliği, savaş sonrasında, ABD para birimi dolar bazında yapılan hesaplamalarla, brüt ulusal geliri açısından dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü hâline gelmişti. Üstelik parasal bir 171

urun_30_cs5.indd 171

04.04.2011 18:54:03


ölçüt olduğu için kullanılan ülkenin para biriminin ilgili ülkeyi avantajlı kıl‑ dığı göz önünde bulundurulduğunda, kalkınmışlık açısından ABD’nin Sov‑ yetler Birliği’nden daha geri konumda olduğu dahi söylenebilirdi. Başından beri kalkınma ölçütleri arasında güvenilirliğinin ne kadar da şüpheli olduğu ortada olan ulusal gelir hesapları yerine, kalkınma düzeyine ilişkin bilgi veren ölçütler arasında daha güvenilir olan temel fiziki ve demog‑ rafik ölçütler dikkate alındığında, sosyalist Sovyetler Birliği, dünya kapitaliz‑ minin öncüsü ABD’nin önünde dahi gözükmekteydi. Örneğin, fiziki üretim açısından bakıldığında kalkınma düzeyinin yük‑ sekliği hakkında bilgi veren ağır sanayi üretiminde Sovyetler Birliği, ABD da‑ hil bütün gelişmiş sömürücü kapitalist ülkeleri İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra geride bırakmıştı. Söz gelimi, ABD’nin çelik üretiminin 124 milyon ton* olduğu dönemde Sovyetler Birliği’nde 150 milyon ton çelik üretilmişti.** Aynı durum demir vb. diğer işlenmiş metallerin üretiminde de söz konusuydu.*** Bunun yanında, bir başka kalkınma ölçütü olan sağlık hizmetleri verileri dikkate alındığında, ABD’de 100 bin kişiye 972 hastane yatağı ve 282 dokto‑ run düştüğü, Fransa’da ise bu sayıların 1140 ve 278 olduğu dönemde, Sovyet‑ ler Birliği’nde 100 bin kişiye 1210 hastane yatağı ve 347 doktor düşmekteydi.**** Bir diğer kalkınma ölçütü olan eğitim verilerine bakıldığında da, Sovyet‑ ler Birliği, en önde gelen kapitalist ülkeleri yine geride bırakmıştı. Örneğin, öğrenci ve öğretmen sayıları dikkate alındığında (öğretmen başına düşen öğ‑ renci sayısının mümkün olduğunca düşük olması gerekir) kapitalist ABD’de öğretmen başına 21 öğrencinin düştüğü dönemde, Sovyetler Birliği’nde öğret‑ men başına 15 öğrenci düşmekteydi.***** Üstelik bütün bu saydığımız, eğitim ve sağlık hizmetleri, hatta bunların yanında barınma, ısınma, su, elektrik gibi ihtiyaçlar, sosyalist ülkelerde fatu‑ rasız olarak halka sunulmaktaydı. Eğitim, sağlık vb. alanlarda Sovyetler Birliği’nin sağladığı başarılardan çok daha fazlasını gerçekleştiren, kişi başına milli gelir, eğitim, sağlık vb. alan‑ * Meydan Larousse Ansiklopedisi, ek cilt 21, s. 39 ** Meydan Larousse Ansiklopedisi, ek cilt 23, s. 779 *** Adı geçen yayınlar, ek cilt 21, s. 39 ve ek cilt 23 s. 779 **** Memo Larousse Ansiklopedisi , 4. cilt, s. 993 ***** Memo Larousse Ansiklopedisi, 2 cilt, s. 639

172

urun_30_cs5.indd 172

04.04.2011 18:54:03


larda Sovyetler Birliği’ni bile geçen Demokratik Almanya gibi diğer sosyalist ülkeleri de burada ayrıca hatırlatmak gerekir. Soğuk Savaş sonunda başta Sovyetler Birliği olmak üzere sosyalist sistemi ortadan kaldırmayı başaran kapitalizm, insanlığa çok büyük zarar verdi. İn‑ sanlığı ve doğayı gerçek bir yıkımın eşiğine getirdi. Ne var ki, vahşi neolibera‑ lizmi, Küba ve benzeri direniş noktaları hariç, her yerde hâkim kılarak yirmi yıldır gezegenimizde istediği gibi at koşturan kapitalizm, işçi sınıflarının ve ezilen halkların tepkisiyle yeniden karşı karşıya geldi. Arap halklarının Tu‑ nus ve Mısır’daki görkemli ayaklanmaları, Yunanistan işçi sınıfının sürekli grevleri, Avrupa ve Asya’da büyük grev ve gösteriler, Latin Amerika halk‑ larının adım adım gelişen başarıları, sokakları ve alanları yeniden keşfeden emekçi kitlelerin gitgide büyümesi; yirmi birinci yüzyılın yeni devrimler dö‑ nemine girdiğimizi, devrim ve sosyalizmin yeniden güncel hedefler durumu‑ na geldiğini gösteriyor. Kapitalizmin ve emperyalizmin hesap vereceği günler yeniden yaklaşıyor. İnsanlığa ayakbağı olan, ulusal gelirden, işçi‑emekçilerin, yani zenginliği yaratanların, uygarlığın yükünü sırtında taşıyanların emekleri ölçüsünde na‑ siplenebilmesine engel olan kapitalizmden kurtulmak için zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yoktur. Kazanacağımız ise, geçim sıkıntısından, işsizlik korkusundan uzak, ba‑ rınma, eğitim, sağlık vb. ihtiyaçlarımızın ücretsiz olarak karşılandığı, tüm yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz, barış ve huzur içerisinde yaşayabileceği‑ miz sosyalist bir dünyadır!

173

urun_30_cs5.indd 173

04.04.2011 18:54:03


UNUTMA

Orhan İyiler’i Yitirdik Uzun süredir kanserle boğuşan yoldaşımız ve dostumuz komünist aydın Orhan İyiler, bugün (25 Şubat 2011) sabah saatlerinde yaşamını yi‑ tirdi. Orhan İyiler, özellikle 12 Eylül diktatörlüğü ve Gorbaçov revizyo‑ nizminin yarattığı bozgun yıllarında, kapitalizme ve emperyalizme karşı devrim ve sosyalizm düşüncesini ayakta tutmak için bütün gücüyle uğ‑ raşan insanlardan biriydi. Makalele‑ ri, konuşmaları, romanları, öyküleri, dersleriyle o karanlık dönemde insan onurunun canlı bir örneğiydi.

1989‑1990 yıllarında 10 Eylül der‑ gisi yazı kurulunda birlikte çalıştığı‑ mız yoldaşımız ve dostumuz, Ürün Sosyalist Dergi'nin 29 Ocak 2005'te düzenlediği TKP'liler Buluşuyor Dünden Bugüne, Bugünden Yarına 15'leri Anma etkinliğinde “Dünya‑ nın Komünist Rönesansa İhtiyacı Var” başlıklı konuşmasında genç ku‑ şaklara şöyle seslenmişti: “Yoldaşlar, bir daha asla, bir daha kesinlikle, asla komünistlerin yozlaş‑ masına imkan vermeyecek bir siste‑ mi, Marksist sistemi derinleştirerek Leninizm’in dehşetli güzel öğretisin‑ den yola çıkarak yeniden insanoğlu‑ nun burçlarına vermek zorundayız. Mustafa Suphi’ler ve arkamızdaki binlerce şehitler ve binlerce destan ve binlerce büyük belgeler bizim mi‑ rasımızdır. Sizi bu bekliyor. Bir daha asla, çünkü dünya elden gidiyor. Bu yozlaşmanın hesabını mutlaka ve mutlaka sorarak yola çıkacak komü‑ nistler. Dünya halklarının istediği mücadeleyi, o gebe mücadeleyi, o her gün boy atan mücadeleyi alıp götüre‑ ceklerdir. Yaşasın Komünizm, Mark‑ sizm, Leninizm.” Her zaman saygı ve sevgiyle ana‑ cağımız Orhan İyiler'i devrim ve sos‑ yalizm mücadelesinde yaşatacağız.

174

urun_30_cs5.indd 174

04.04.2011 18:54:03


Kızıldere 12 Mart 1971 faşizmi, 39 yıl önce 30 Mart 1972’de THKP‑C ve THKO üyesi on devrimciyi Kızıldere’de kat‑ letti. Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Er‑ tan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp Türkiye devrim tarihine, zulme boyun eğme‑ menin, emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadele azminin, devrim ve sosyalizm özlemini en zor koşullarda sürdürmenin, devrimci dayanışma‑ nın sembolü olarak geçtiler. Kendini halkına ve yurduna adayan gençli‑ ğin, sömürülen işçi ve köylülerin, sade insanların gönlüne kazındılar. 10’lar türkülerde, ağıtlarda sonsuz‑ laştılar. Oysa 10’ları vuranların adını bilen yok. Kızıldere işbirlikçi egemenlerin umduğu gibi bir son olmadı. Türkiye halklarının devrimci mücadelesinde yeni bir dönemin başlangıcını oluş‑ turdu. Emperyalizmin ve kapitaliz‑ min boyunduruğundan siyasal, sosyal ve ekonomik kurtuluş mücadelesini bizzat işçi ve köylü kitlelerinin yü‑ rüttüğü yeni dönemde, işçi sınıfının ideolojik, politik ve örgütsel öncülü‑ ğü ve bilimsel sosyalizmin evrensel kuralları öne çıktı. Türkiye devrimi‑

nin görkemli atılım yılları başladı. 1 Mayıs’lar, 8 Mart’lar, Newroz’lar, kit‑ lesel grevler, toplu direnişler, faşizme ve NATO’ya karşı eylemler günlük hayatın parçası oldu. 12 Mart faşizmini derinleştirerek tekrarlayan 12 Eylül 1980 faşizmi‑ nin, bütün ülkeyi kan gölüne çeviren komploların, siyasal cinayetlerin, kit‑ lesel kıyımların ardından bu görkem‑ li atılıma son vermesi de egemenlerin derdine çare olamadı. Tarih sona ermedi. Gün döndü, devran değişti. Devrimci mücadelenin ülkede, böl‑ gede ve dünyada yeniden yükseldiği bir döneme girdik. Kapitalizmin dünya çapındaki neoliberal saldırısının yarattığı ağır tahribatı yavaş yavaş aşmaya başla‑ yan işçi sınıfımız ve emekçi halklar, Kızıldere’de düşen devrimcilerin mi‑ rasını ileriye taşıyacak, 10’ların dev‑ rim ve sosyalizm özlemini gerçekleş‑ tirecek.

175

urun_30_cs5.indd 175

04.04.2011 18:54:03


urun_30_cs5.indd 176

04.04.2011 18:54:04


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.