EMEĞİN SANATI E-DERGİ 167. SAYI

Page 1

Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l:9 Say覺:167 15 Nisan 2015



EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ADNAN DURMAZ ARZU KÖK ASIM GÖNEN BEKİR KOÇAK BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL

ERTAN ŞAHİN G.C. SAVRAN HAMZA İNCE HALDUN HAKMAN HASİBE AYTEN HİLAL ÜÇER

EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 167. MERHABA SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZü YAŞAR KEMAL 5 Sevgisizler Panayırı ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Belki Bu Şi’r TAN DOĞAN ŞİİR 9 Ölüler Yas Tutmaz ASIM GÖNEN ŞİİR 10 Rönesans NİSA LEYLA ŞİİR 13 İri Yoldaş NECMETTİN YALÇINKAYA ÖYKÜ 14 Zorun Zoru HASİBE AYTEN ŞİİR 16 Testi Kırık Taş Çürük .. BÜLENT AYDINEL ŞİİR 17 Tekir SEMA LALE ŞİİR 19 Bir Çift Karanfil Yanar Gözlerinde NECİP TIRPAN 20

H. HABİP TAŞKIN İRFAN SARİ LEYLA ÇAĞLI MERİÇ AYDIN M. ERTURAN MUSA SU NECİP TIRPAN

N. YALÇINKAYA NİSA LEYLA OĞUZ ATEŞOĞLU ÖZER GENÇ REFİK ÖZDEMİR SEMA LALE ŞÜKRÜ ÖZMEN

Beyin Piçtir Kaplumbağa Adımı ERTAN ŞAHİN HÜSEYİN HABİP TAŞKIN ŞİİR ÖYKÜ 38 21 Mühürlü Kimse Bilmez BURCU TÜRKER ÖZER GENÇ ŞİİR ŞİİR 39 23 Aşk Devrimcidir Ben Ağladığımda ADNAN DURMAZ MERİÇ AYDIN DENEME ŞİİR 40 24 Hitit Güneşi Hayata Dokundurmalar MUSA SU HALDUN HAKMAN ŞİİR ŞİİR 46 25 Sana Ben Peri, Kuşlar Anne Derdi Doğaya Çağrı TEMEL KURT ALİ ZİYA ÇAMUR ŞİİR ŞİİR 47 27 Baharım, Erişmezim, Geç Babam Tütün Kokardı Kalmışım… GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN İRFAN SARİ ÖYKÜ DENEME 28 48 İhanetten Kine Değiş Tokuş Nagehan Dökülüşler BEKİR KOÇAK HAMZA İNCE ŞİİR ŞİİR 30 50 Ağıtları Atlaslara Yazın Susma N’olur… Unutulmasın ARZU KÖK LEYLA ÇAĞLI ŞİİR ŞİİR 51 31 Aşk, Hayat, İsyan İçin Sanat Dudu-Dudu Yeniden... YAŞAR DOĞAN TEMEL DEMİRER ŞİİR İNCELEME 32 52 Mozart'ın 40. Senfonisini Bölen Mahzun Ses ŞÜKRÜ ÖZMEN HİLAL ÜÇER ŞİİR ÖYKÜ 67 33 Yel İzinde Kaotika VEDAT KOPARAN MUAMMER ERTURAN ŞİİR ŞİİR 68 37

TAN DOĞAN TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN VİLDAN SEVİL YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR

Ve Dün, Bugün, Yarın… VİLDAN SEVİL MAKALE 69 Firkat OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 73 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 74 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü SANAT HABERLERİ-ANMA 75 Çeçen Edebiyatı REFİK ÖZDEMİR (Görsel: Adnan Durmaz) İNCELEME 99 Özgürlüğün Kovulduğu Yer HJALMAR GULLBERG ÇEVİRİ ŞİİR 104 Zorlamayın beni ARTUR LUNDKVİST ÇEVİRİ ŞİİR 105 Aya Yolculuk STİG CARLSON ÇEVİRİ ŞİİR 106 Orhan Veli’yi Düşünüyorum LASSE SÖDERBERG ÇEVİRİ ŞİİR 107 Dünya Şairleri(İspanya) Kısa Biyografisi KÜNYE 108 EDUARDO GALEANO (Özdeyiş) ADNAN DURMAZ GÖRSEL 109 Seslerde MEHMET KIYAT ŞİİR 110


EMEĞİN SANATI’NDAN 167. MERHABA Merhaba, Öncelikle, siz değerli okurlarımızdan, teknik nedenlerle üç günlük gecikme için özür dileriz. Ülkemiz seçime doğru giderken onunla birlikte her şey tepe taklak oluyor. Anlık ya da uzun süreli elektrik kesintileri, kimi yörelerde sürekli gidip gelen internet arızaları ve alabildiğine büyüyen pahalılık,pahalılık ve ardından yoğun yaşanan bir geçim sıkıntısı. Peki neden mıdırdanma, şikayet çok az... Ne yazık ki 12 Eylül faşizmi salt devrimci sürece ve direnen devrimcilere darbe vurmadı. Halkın iradesine de ağır bir darbe indirdi. Bir anlamda dar gelirli, yoksul, sıkıntı içinde yaşayan insanların beynine bir küçük burjuva rahatlığı pompaladı: Artık insanlar, kendilerine yaşatılanlara karşı direnme iradelerini yitirmiş, “Bugün üç lira alıyorum, yetmez, tam doyurmaz ama bana ne belki bu üç lirayı da yitiririm” türünden kaygılarla sahadan ve trübinden çekilmişler, önlerine sürülen zenginlerin yaşamını anlatan dizilerle avunmayı yeğlemişlerdir. En kötüsü de okuma ve öğrenme yetileri bu yolla budanmıştır. İzmir’de okuyamamış ama okumayı seven ayağı terlikli bir emekçi genç, metrodaki zamanını okumakla değerlendirirken, kendini modern ve çağdaş sanan yukarda belirttiğim iradesi ve vicdanı köreltilmiş bu toplumun üyesi, hiç utanmaksızın kitap okuyan gençle ve kılık kıyafetiyle alay edebilmiş ama önce bu emekçi genç tarafından, sonera da henüz iradesini ve vicdanının yitirmemiş insanlar tarafından hak ettiği dersi almıştır. İşte içinde bulunduğumuz bu tehlikeli hâl ve gidiş içinde, edebiyatçılarımıza önemli görevler düşmektedir. Artık imza günlerinden, şiiri kafelere ve barlara düşürmekten kurtarıp sahaya, alanlara sürerek, iradesi köreltilmek istenen kitleler arasında uyarıcı, yönlendirici görevlerini yapmak zorundadırlar. Ha egolarını şişirip, sen ben bizim oğlan hesabı birbirlerine şiir-edebiyat satanlara çok sözümüz yok. Onlar bizden de değildirler. Yerleri bu düzenin onlara rezerve ettiği yerlerdir. Ne bizim onlarla, ne de onların bizimle bir işi yoktur. Ne güzel diyor Koca Nâzım, “Sanat bahsinde sekterlik en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün görüşleri inkâr eder. “ Sözün özü, sanatçı; halkın yozlaştırılmış ve bozulmuş estetiği yerine çağının ve toplumun gerçeklerini, bu gerçeklere yaraşır bir biçimde dile getiren eserler vermek ve bu eserler aracılığıyla kitlelere seslenmek zorundadır. Bu da yeterli değildir. Yukarda betimlediğim kitlelerin rehberliğini de üstlenmek zorundadır.

Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZü Her türlü sanat edimi zamana karşıdır da. Tanıklık etmesi için, tanıklık ettiği zaman dilimini dondurmak zorundadır; ama bu tanıklıkta kazanan zaman ve hayattır. Onun için sanatın “kalıcılığı” yoktur. Kalıcılığa kanıt gösterilen sanat eserlerinin, zamana karşı verdiği mücadeleyi kazandıkları anlamını taşımaz onların bugüne gelmesi, onların tanıklık ettikleri zaman diliminin bitmediğini kanıtlar. Dondurdukları zamandaki ayrıntıların binlerce yıldır devam edip gittiğini... Bunun için temelde zaman ile sanatın uzlaşmaz gibi görünen çelişkisinde gizli bir uzlaşma görmek olanaklıdır. Gerçekçi sanata karşı çıkanların temel tezlerinden biri, gerçekçi sanatın ele aldığı sorunların insanlık tarihi içinde çözümü bulunduğunda böyle bir sanatın gerekliliğini ve geçerliliğini yitireceği doğrultusundadır. Bu tez karşısında gerçekçi sanatın söyleyeceği tek şey şudur: “Keşkesizindediğiniz gibi olsave bizimbinlerceyıllık sürdürdüğümüztanıklığımız bitse”...

* * *

Her “gerçekçi sanat” eseri dünyanın içine fırlatılmış değil bütün boyutlarıyla yerleşmiş insanı anlatır. Bu şiir de... Mekân; gerçekçi şiir için zamanla tanıklığın kesiştiği noktadır. Bunun sonucunda dane mekân mutlaklaşır ne de zaman. Binlerce yıl önce yazılmış bir sanat eserinin yaptığı tanıklığın bugün de sürmesi neyi gösterir? İnsanlığın ne kadar ilerlediğini mi, yoksa insanlığın ilerlerken hiç acelesi olmadığını mı? Bence ikincisi. Toplumsal gelişmenin nesnel yasaları saptanalı ne kadar oldu? Hadi bir de bu zaman dilimini, insanlığın bütün zamanıyla karşılaştırın. “Dahabebek bile değil” demek doğru olmaz mı? Binlerce yıllık bir Çin ve ya Mısır şiiri olacaktı Can Yücel çevirisiyle okumuştum belleğim beni yanıltmıyorsa; mahkemede zenginin her zaman haklı, yoksulunsa her zaman nasıl haksız çıktığını anlatır. Burada dondurduğu zaman diliminde şiir neyetanıklık etmiştir? Bugün de aynı şiir tanıklığını sürdürmüyor mu? O şiir zamanı dondurarak tanıklık ederken insanın “yazgısının değişmez” olduğuna mı tanıklık etmiştir, yoksa, insanın kültürel gelişiminin ne kadar çileli, zor gerçekleştiğinin mi tanıdığıdır? Bence yineikincisi. Şiir, tanıklığını da bugün sürdürüyor. Ta ki hayat kendi tanıklığını şiire karşı üstlenmeye hazır oluncaya kadar da sürdürecek. Kapitalizmin kültürünün karşısında insanın kendi iradesini koyacağı günleredek. Kimbilir belki başkaaraçlarlaondansonrada...

NİHAT ATEŞ Gerçekçi Sanat Eserinin Tanıklığı...

,( http://ilerihaber.org/yazarlar/nihat-ates/gercekci-sanat-eserinin-tanikligi/885/)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

SEVGİSİZLER PANAYIRI Adnan DURMAZ

oysa insanlar birbirine güzellik için gelmişti kuşların kanadına güzellik bulaşıyordu bulutlardan kar yıldızlarının raksında üşümenin aşk kesilişini gördük ve yapraklarda hayatın tüm macerasını küreklerle kazmalarla toprağa gömdük de sevdiklerimizi öylece bırakıp döndük bir daha yüzlerini göremeyecektik ve adımızı ünlemeyeceklerdi ve sevincin gölge tarafına hüzün adını vermiştik ağaçların kökleri toprağın derin karanlıklarına uzanır ya su’nun sonsuz macerasını yaprak ve çiçek kılmaya sevincin köklerine acı demeyi bilmez çoğu deli bir yağmur gürleyerek geldi dağlardan


Sayfa 7

yüzlere ince bir iplikle tutuşturulmuş gülüşler vardı ellerini tutuyorlardı sımsıkı parmaklarıyla sevgi için gelmişti insanlar birbirine oysa ama kendileri içindi hep hep kendileri için hep bütün hayatları boyunca o kadar çok acı çekmişlerdi ki oysa ki oysa sayısız uykusuz gece gözyaşıyla bakılan boşluklar bir omzun göçtüğü yerde ve birbirine geldiler gittiler uzaktan yakından aslında çıkınlarında paha biçilmez bir gülüş taşıyarak kuşların kanatlarında taşıdıkları ışıklar vardır ya hani her daim masumdur ya serçelerin gözleri işte öyle ama kelebek kanatlarından daha kırılgandır gülümseyiş dudak kıvrımları sevinç için geliyorlardı insanlar birbirlerine yürekte baharlar coşturan sevinç uzaklardan gelen yelin dallarda yapraklarda söylediği şarkıları ararcasına yağmurun sesinde uyumayı ararcasına kuytu sıcacık bir odada huzur için geliyorlardı dağların arasında inip de yaşlıların yüz çizgilerinde dinlenen gün ışığı gibi o kadar acı çekmişlerdi ki on binlerce ayak çiğnemiş yürekleri son bir umutla yeniden yeniden düşmüştü yollara sıkıntılarla geçmiş onca yıl çırpınarak oradan oraya yanlış dedikleri insanlar birer katildi yaşayamadıkları ne varsa geçmişlerinde birer cellattı vaktiyle ellerini tuttukları dudaklarından öptükleri sabahlara kadar güzel geceleri olmuştu da derin uçurumlara aktıklarını bilmeden sürüklenmişlerdi başkalarının hayatında kimin yaşamına katılırsak onun yaşamı değil midir yaşadıklarımız biraz da göçmen kuşların kekre ve yüksek rakımlı sesleri gelir gecenin uzak zamanlarında ve düşlerin resmidir gezegenler saman yolları ve akşamları dalbar dalbar bulutlar virane evler vardır terkedilmiş ıssızlara sahi hiç kendinize benzettiğiniz oldu mu onları sonra vitrin mobilyalarının da ölümlü olduğunu aklınızdan geçirdiniz mi hiç hayat aslında her şeyden daha hızlı koşmaktadır ki biz zamanı öldürmeyi iyi biliriz hatta zaman geçsin isteriz bir an evvel oysa insanlar birbirine mutluluk için geliyorlardı çıkınlarında koskoca bir geçmiş ve yaralarla dolu iler tutar yanı kalmamış kevgire dönmüş zamanlardan öfkeyle bağırmalardan derin dipsiz gayya kuyularından yalnızlıkların tut ki bin defa deneyip bir yüreği aşkta bin defa yanılmalardan arkamızda kan göletleri ihanetler riyalar yalan dostluklar kendilerini alarak geliyordu insanlar birbirine en çok da yaralı yırtık parçalanmış yanlarıyla çoğu çarpık bir ağızla gülme denemeleri yaparak çoktan unutmuştu yürekleri gülümsemeyi oysa


Emeğin Sanatı 167. Sayı

seçimlerini kendileri yapmadıklarının farkında değil yaşadığı koşullarda karşısına çıkanlar başından belli işte katilleri onlardan çıkıyordu geri dönüp bakınca oysa iş yeri okul önceden kurgulanmış bir tezgah herkes kurbandı aslında bulunduğu dünyayı kendi seçmemiş sen mutsuz çıkmışsan o cendereden karşındaki mutlu değil bir kavgadan geliyordu herkes birbirine- zorlu bir kavgadan oysa herkes sevgi için geliyordu biribirine karşısındaki de kendi kavgasında dehşetle mağlup birileri onu da geçmişinin katili olarak bırakıp gitmiş olmalıydı ki ta başında sevgi için buluşmuştu yolları göremediler yukarıda her şeyi tezgahlayan asıl katil katil sistemler-alçak kapitalizm hayvanca sömürü düzeni ortalık milyonlarca yaralı ve boşa geçmiş ömür bırakıyordu o kadar yorgundular ki, gülüşlerini zor taşıyorlardı yüzlerinde düşünemediler sevgi vermeyi- almakta kalmış akıllarıyla ilgi göstermeden ilgi aradılar sevinçsiz yüzlerine bir başkası çorap gibi gülücükler giydirsin oysa herkes birbirine sevgi için gidiyordu mutluluk sevinç huzur sevgi kendi sevgisizlikleriyle boğacaklarını bilmeden

ADNAN DURMAZ 31.03.2015 06.17


Sayfa 9

tan doğan

belki bu şi’r belki bir çocuğun eline geçecek bu şi’r bir genç kızın ya da delikanlının hazan yüklü hüzün yüzlü bir dize gözyaşı olup akacak denize gökten belki bir kuşun tarihini yazacak bu şi’r bir kızıl gülün yaprağın ya da dikenin kanayacak kavrulacak gönülde belki de kül olacak közlenmeden belki de bir çekmecede çürüyecek bu şi’r kurtlanacak bitlenecek güvelenecek ‘zaman’a kazınacak yitik adı ‘hayat’lardan bir ‘hayat’ olup uçacak


Emeğin Sanatı 167. Sayı

ÖLÜLER YAS TUTMAZ Asım GÖNEN geceyi ve dumanı tırnaklarımla kazıdığım taştan bir mezara gömebilseydim aşk ateşindeki canla yıkabilseydim tabuyu ve tiranı gözlerimde oyulmuş gözlerini asırların özlemiyle öperdim güneşin şavkıdığı kubbelerdeki göznuruyla emzirirdim acılı çığlıkları zulüm zafer diye uludukça en mavi kavuşmasını nehirlerin heybetinden çöllerin aman dilediği denizlerde severdim vay be vay be vay dünya balla dolu bir kovan olurdu kovan arıyla dolu bir insan ne zenginlik ne yoksulluk alabildiğine mutluluk alabildiğine yaşam be alabildiğine yaşam


emekteki serveti ve servetteki emeği aradıkça kaybolanın ahıyla çıkarabilseydim kursağından tekellerin kabını parçalayan şiddetiyle gazların yırtabilseydim postunu eskimiş adetlerin kavuşmanın sevinciyle yutardım mesafeleri ağulu bir hançerin kazıdığı çıkıp gelirdim gayya kuyularından bu yeryüzü bu denizler bu sınır taşlarını sevmez bu hasret derdim yedi iklim dört bucağa çıkarıp da gözlerimi yedirirdim dinsin diye titremesi bir deri bir kemiğin vay ben öleydim paramparça akışı nehirlerin göklerin parsellenmiş boşluğu ölülerin bile birbirine düşman edildiği mezar taşları ayrıcalığın dünya kimsenin emek vermediği hava su ve topraktı gökyüzünde ayışığı suda yakamozlar ekmeği yalanla tartanların tacından parlaktı kardeş parlaktı kime gidebilirim bu gece yüreğim kör bir kuyu kuzgunlar yiyor gözlerimi gelin de çocuğunun ölüsüne kapanmış ölüsünü görün işsiz bir babanın gelin de gözyaşlarıyla emellerini yıkayın faili meçhullerin sokak lambasına asılmış bir şairim işte kimin omuzlarında yer var

Sayfa 11


Emeğin Sanatı 167. Sayı

oyulmuş gözlerimin silebilmek için kanını zehirli kollarını boynuma engerek gibi dolayan bu gecede kimin kapısını çalabilirim sokaklardan irin gibi akarken bu insan seli ve grevlerin kırığından kan emerken yamyamlar kime sığınabilirim baksana kanserli bir ur gibi girmişler ruhuna çağın ve pörsümüş bir balık ölüsü gibi mezar taşları dikiliyor dörtbir yana ve paranın döllediği vebalı bir hasta gibi titriyor yapraklar düşlerine ekmeğin kokusu sinmiş ecel şerbeti ölüm oruçlarında ve en kara bulutları bir şimşek gibi yırtan zafer işareti idam sehpalarında ve sazın telinde kimim var kime gidem kardeş ilaç mı hasta için hasta mı ilaç için ey parya ey yüzünde defineler parlayan kapital sen olmadan önce vardı bu dünya bu gökyüzü bu denizler sen olmadan önce vardı ey zebani emdikçe dolan bir meme gibi senin hünerin değildi bu alem senin hünerin değildi

ASIM GÖNEN


Sayfa 13

RÖNESANS

ölüm okşanası bir serçeyken çocuklardan örülü toprakta anladım ki iktidar bir saat : kan’a ayarlı ve akrep zehrine… kurşunları süslemek makyavelli’ye kalırken ağlamak bir yağmur sal ekmek ve gazete parçacıkları na kalır çiçeğin diliyle… evrilip çevrildi anlam ah bir arşınlık zulme… ah hep , hep hile ! (şu ‘’hep’’ bile hep !) haritalar ve mezarlar yırtılsın yeniden karın dünyayı karın dağıtın gölleri, dağları, insanları dağıtın hayvanları, şefkati, tebessümü tabiat aldığını verir çocuklar dünyaya hükmedecektir

NİSA LEYLA


Emeğin Sanatı 167. Sayı

İRİ YOLDAŞ “İri Yoldaş” derdik biz ona. Gerçekten iri biriydi, gözleri kocaman bakardı. Gülünce dişleri parıldardı. Derneğin en ağır işlerini bir başına yapardı. Bir elinin büyüklüğü iki elimin toplamı kadardı neredeyse. Saftı, temizdi, herkes gibi devrime inanırdı. İzmir’de bir sabun fabrikasında çalışıyordu. “Oğlum” derdi bana, “ burjuvazi iktidarını kolay kolay terk etmeyecektir. Bu yüzden devrim kanlı geçecek. Sokakları temizlemek için neye ihtiyaç var: Tabii ki temizliğe. Yani bana.” O kadar inanmıştı ki devrime, -gerçi hepimize göre devrim yakındı- fabrikada kendisine verilen aylık sabun ve sıvı deterjanları evinde kullanmayıp merdiven altında biriktirmeye başlamıştı.


Sayfa 15 Derneğe geliş gidişleri sıklaşmıştı. Kolunun altında kitap ve gazetesi eksilmezdi. Notlar alıyor, kafasını kurcalayan soruları gelip dernekte birilerine sorup öğreniyordu. Son günlerde derneğimizde “Demokratik Kitle Dernekleri” üzerine yoğun tartışmalar sürdürüyorduk. “Dernek faaliyetleri elbette sınıflar üstü değildi. Mutlaka bir dünya görüşünün etkisi altında kalınabilirdi. Bu tür kurumlarda elbette çalışılabilinirdi. Ayrıca bu tür derneklerde illegal çalışmanın da mümkün olabileceğini dillendiren arkadaşlar vardı. Ama tek bir korkuları vardı: Legal alandaki çalışmanın bataklığına batmak!” Bir ara, birden kayboldu İri; uzun süre de gözükmedi, iyice unutturdu kendini. Bir gazetedeki manşetten, Bayraklı’daki bir hücre evine baskın yapıldığını ve bu üç teröristin de yakalandığı yazıyordu. Polisler hücre evine baskın yaptıklarında, İri’yi yerde boylu boyunca, acılar içinde kıvranırken bulmuşlar. İnliyormuş. Bereket onu sokan akrep hemen yanı başında duruyormuş. Polisler onu yakın bir sağlık ocağına götürmüşler. Bu sayede hayatı kurtulmuş İri’nin. Sonrada şubeye götürülüp sorguya almışlar. Gözaltındaki tavrı polisleri ikircime düşürmüş. Polislerden biri: “Bu ibne ya salak ya da salak rolü yapıyor ” demiş. Bir başkası: “Yo yo bizi salak yerine koyuyor,” demiş. Sonuçta İri’nin rol yapmadığına kanaat getirmişler. “Keşke kurtarmasaydık bu ibneyi, geberip gitseydi,” diye hayıflanmışlar. Sonra da İri’yi götürüp Buca Cezaevine atmışlar. Yıllar sonra İri’yle bir otobüs durağında karşılaştık. Selamlaştık. Saçları seyrelmiş, alnı açılmıştı. Ama gözleri kocaman bakıyordu yine de. Abisini sordum. “Konuşmuyorum onunla” dedi. “Niye ki, insan abisiyle küs kalır mı hiç?” dedim. “Ama o benim, merdiven altında beklettiğim temizlik malzemelerimi kendi marketinde sattı!” dedi. Bir şey diyemedim. O günlere gittim. Yüreğim cız etti birden.

NECMETTİN YALÇINKAYA (Çalınmış Hayatlar adlı yayınlanacak öykü kitabından)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

ZORUN ZORU Sevdiklerim gide gide azalttılar beni Çığ gibiydi evrilen zaman Şimdi incecik bir telin üstündeyim Ağacın olgun meyvesi Ha düştü ha düşecek Dünyanın bir yanı ateş karası Bir yanı ölüm

HASİBE AYTEN


Sayfa 17

TESTİ KIRIK TAŞ ÇÜRÜK YOSUNLAR SIRILSIKLAM Kırık bir ağaç testeresinde bir Mussolini ağlar Tarihin kehanetinden korkak kitaplar düşmüştür Ağaran sakallardan kar resmi yaparlar Kimliksizlikler lacivert üşümüştür Mevzu kabir ve tezahüre bağlanmak istenir elbet Kör kabristanlar çoktan çürümüştür Çimenden filozoflar pehlivan tefrikaları çoğaltır Emeksiz gazeteler terleyerek ölmüştür Duyumlar gasp edilir rezalet kanamalı Bütün manşetler yasal ve görülmüştür Terk-i diyar için bir çağ bir günü firari sayar Firari kılınçlar çekilmiş asmadan üzüm dökülmüştür Kin tutar kan tutar zaman tutar bir çığlığı Dörtlükler beyitler tüm nazımlar üzülmüştür Ölmüştür Picasso'dan yarım alıntı bir İspanya Ekside matematik artıda tarih gülmüştür


Emeğin Sanatı 167. Sayı

Kesmeyin tebessümünü bir çocuğa konan serçenin O serçenin gözlerine bir ülke üşüşmüştür Açılmayan kapıların düşmez kaleleri vardır Kaleler müstahkem sevdalara bürünmüştür Dehlizlerinde denizler taşır kanyonlar Esmer kırlangıçları isyankar düşünülmüştür Rengini gün batımıyla tanımlarken şehir Namlunun alevinden artan kıvılcımlar üşür Mahzun ve hasarlı kıyametleri taşır zaman Anların külhanına nakışlı taç örülmüştür Kelime zaptolunur teşbihte kıyamet kopar Anlamlar çarpışırken dil bilgisi sürülmüştür Testi kırık taş çürük yosunlar sırılsıklam Feryadı ayyuka tanımlayan yol yürünmüştür

BÜLENT AYDINEL


Sayfa 19

TEKİR Tekir kedilerin ayak izleri karda nasıl kalır Köşe yazarları müsait değildir sanırım Ölüm kendi paranla satın alınır Yak bir tane darılırım Şimdi ne desen yok param da bitti Sarıyere kadar yürür annemde kalırım Ben meşrutiyette evlenmiştim aslında Osmansız sülalesinden sayılırım

RESİM: CELİA PİKE

Tecrit ihanettir insana Ben de bu düşüncede varım Kulaklarım dondu soğuktan Bu şehir düzelmezse senden ayrılırım Tekmil sokaklar kilitli beline kadar kar Sorun yok elektirik direklerini ısırırım Sen var ya sen ne ömür insansın be Bir haberini alsam boynuna sarılırım Telmih istiareyi geçer ya bazen Ben sınıfta kalırım

SEMA LALE


Emeğin Sanatı 167. Sayı

BİR ÇİFT KARANFİL YANAR GÖZLERİNDE İçerde, Mapusluk günlerinde, Başka dünyada gibisin. Zalim bir gülü özlersin, Bir çift karanfil yanar gözlerinde. Kırbaç gibi şaklar yüzünde, Özgürlük kokusu reyhanın. Kanın çekilir, Sümbül'e hasretinden, Bilirim Selimiye'den. Güvercinin, Koğuşa, güneşle girdiğini, Üç metre kalın, Taş duvarın, İnce uzun penceresinden. Süzülüp giderken zaman,

Sessizliğin, Susmanın, Sözcükleri birikir, İnce bir sızı düşer. İçerden, Kan damlar, Kanatlarına baharın. Bir başka kavganın, Şavkı belirir, Dört taş duvar arasında, En güzeli, Pas tutmaz yüreğin. O güvercin düşer usuna, Her anını süsler düşlerin, Yolculuk hep yarına...

NECİP TIRPAN


Sayfa 21

KAPLUMBAĞA ADIMI / Hüseyin Habip TAŞKIN RESİM: VİNCENT VAN GOGH Yorgunluktan mıdır, yoksa havaların bir sıcak ve soğuk geçmesinden midir, bilemiyorum? Geçtiğimiz haftadan bu yana sandalyeme ne zaman otursam uykuya dalıyorum. Dur hele, yoksa yaşlılıktan mıdır? Aynaya bakmak aklıma geliyor, sonradan cayıyorum. Aynada istemediğim bir yüzle karşılaşmaktan korktuğum için mi? Korksam ne olacak ki! Çok kez aynada yüzümün derisinin kırıştığını, çizgileri de gelişigüzel belirgin hâlde olduğunu gördüm. İnsan yaşlanınca geçmişine neden özlem duyar? Yaşamla, ölüm arasındaki ince çizgiden mi acaba? Birçok tanıdığımı kara toprağa vermedim mi? Dünyaya kazık çakanını görmediğimden, ölüp de daha sonra gelen birisini duymadım. Son günlerde evde gezinirken kendi adımlarımı kaplumbağa yürüyüşüne benzetiyorum. Ah bir genç olacaktım ki siz beni o zaman görecektiniz. Bir koşuşum vardı sanki Leopar. Bana mı demezdim. Ah şu yaşlılık yok mu? Çocuklarımın gözünde bir yük olarak görülmekteyim. Yılda bir ya da iki kez ziyaretime gelirler, o da bayramlarda. Yanımda bir gün anca kalırlar, çok önemli işleri varmış, hemen gitmeleri gerekliymiş gibi. Eskiden yalan konuşamazlardı. Söyledikleri sözlerin nerelere gittiğini anında anlardım. Bir de korkarlardı, sonunda dayak yemek ya da azar işitmek vardı. Şimdi dayak yeme zamanları çoktan geçti. Çeneleri düşer; şunu ye, bunu yeme, üşütme, sıkı giyin. Öğüt vermesi kolay da iş yapacak durumda değilim hani! Birisi de çıkıp baba bize gel, kal demiyor. Nankörler! Eşekler, analarıyla etraflarında her zaman fır döndük. Büyüttük büyütmesine de bunlar kime çekmişler böyle? Karım Selma öldükten sonra bir müddet beni yalnız bırakmadılar. O zaman her işimi görüyordum. Yanlarına kalmaya gider, istediğim gibi hareket ederdim.


Emeğin Sanatı 167. Sayı

Şu yaşlılık yok mu? Ölmeyi çok kez istemişimdir. Yapamadım. Ya günü geldiğinde el ayaktan düşersem? İşte o zaman sonumun bittiği andır. Kapı mı çalınıyor? Sahi yahu, kapı çalınıyor. Yolunu şaşırıp gelen de kim? Hızlı hareket etmeye çalışsam da olmuyor. Yaşam bana, senin ömrün bu kadarmış demeye getiriyor. Bağırıyorum: “Geldim geldim!” Kapıda nefes nefese kaldım, açmasına açacaktım ama ilk önce kendi mi toparlamam gerekirdi. Bir kadın sesi duydum: “Atıf amca, benim, Neslihan, Şermin’in kızı.” “Şimdi açıyorum.” Kapıyı açtığımda Neslihan’ın elinde bir küçük tencere vardı. Hemen tahminde bulundum, tarhana ya da mercimek çorbası diye. Şermin ara sıra küçük tencerede çorba gönderirdi. Hemencecik içeriye girip tencereyi bırakması bir oldu. “Afiyet olsun!” der demez gitti. Arkasından epeyce baktım. Belki Selma’m mezardan dirilir, bana destek için gelir diye düşündüm. Belki de çocuklarım gelir, babamızı yalnız bıraktık, hata yaptık diye birbirleriyle yarışırlar: ‘Babam bende kalacak. Olmaz bende kalacak’ diye. Gözlerim yaşarırken kendime geldim. Kaplumbağa adımlarımla mutfağa doğru yürüdüm, Uzun yol gitmiş gibi zorlandım. mutfağa geldim. Neslihan tencereyi her zamanki gibi ocağın üstüne bırakmıştı. Kapağını açtığımda arpa şehriyesi, domates salçası, su ilaveli yapılma çorbaya bakarken dudaklarımı yalamaya başladım. Bugün, değişik çorba yapsa da benim için bir özellik taşımıyordu. Ilıklaşan çorbaya kaşığımı sallayıp bayatlamış ekmeği doğradım. Karnım doyunca kaşığı çeşmenin suyuna tutuktan sonra tutacağın üzerine bıraktım. Ağır adımlarla ara koridoru geçerek aylar sonra kullanılmayan salona girdim. Koltuklar, sehpalar, halı aynı yerindeydi. Sehpaların üzerinde tozlar net olarak gözüküyordu. Halının rengi koyu olduğu için tozlar gözükmüyordu. İki pencere arasındaki tekli koltuğa oturdum. Beyaz perdeler hafiften kirli beyaza dönüşmüştü. Kirli camlardan dışarı gözükmüyordu. Diğer odalarda aynı görüntü hâkimdi. Evdeki dağınıklık, kirlilik benden bir parçam olmuştu. Beni kınayanlar olabilir olmasına ama elimden gelen budur. Ah aaahhh, ben eskiden kendi işimi görürdüm. Şimdi ise düştüğüm hâle bak! Şimdi kıyıda unutulmuş bir eşya gibiyim sanki. Gözlerim kapanacak neredeyse, uykuya yenik düşmemek için direniyorum. Bunun bir anlamı var! Ya bir daha uyanamazsam? Ölümden korkmuyorum. Yaşama isteğim ağır basıyor basmasına ama kilometre taşlarım bitince benim yolumda bitecek. Koltuktan canım acıyarak kalktım, her yanım dökülüyordu. Bu gidişin hiç de iyi olmadığı belli. Kapı zili çalıyor. Adımlarımı kapıya doğru atmak istesem de, yorgun hâlimle olduğum yerde kaldım. Divana uzanıp gözlerimi tavana diktim, beyaz olduğunu yeni fark etmişçesine incelemeye başladım. Uykum ağır bastı. Saatin zili çalınca gözlerimi açtığım, öğlen üçe geliyordu. Birkaç yıl önce öğlenleri yatmazdım. Demek ki bedenim beni terk ediyordu. Sütçünün sesi geliyordu. “Sütçü sütçü.” Selma’mı hatırladım. Sokaktan geçen sütçüden süt alır, ısıtınca çocuklara birer bardak verdikten sonra gerisini yoğurt yapardı. Benim güzel, hamarat can yoldaşım, ne güzel yoğurt mayalardı. O günler zor günler olsa da, karı koca olarak üstesinden geldik, ama bugün, bu halimle hiçbir şeyin altından kalkacak durumda değilim. zorlanarak pencereye adımlarımı atarken, sanki birisi ayaklarıma yapışmış gitme der gibiydi. Pencerenin perdesini az araladım. Dışarıya bakarken kızlı, erkekli çocuklar oyun oynuyorlardı. Çocuk olmayı bir an olsun düşündüm.


Sayfa 23 Ayaklarım ağırmaya başlayınca yönümü duvar dibindeki koltuğa çevirerek yürümeye başladım. Kendimi koltuğa gelişi güzel bıraktım. Bugünde uykum ağır basıyor. Gözlerim kapandı kapanacak. Kapının zili çaldı. Kim o dedim ama sesimi ben bile duyamadım. Tak taaak Neredeyse kapı yerinden fırlayacaktı. “Atıf amca, Atıf amca ben Ayhan.” Ağzımdan cümleler dökülmüyordu. Bağıramıyordum. Bana ne oldu böyle? “Atıf amca iyi misin?” Tak, taaak, taakkk. Dinlemekle yetindim. İşe yaramayan çocuklarımı düşündüm? Ben öldükten sonra timsah gözyaşı dökmek için gelecekler. Babaya son görev diye acele ile beni toprağa gömecekler. Miras olarak bu evi satıp paraları paylaşacaklar. Yaşayan ölüden kurtuldukları için bayram edecekler. Çünkü ben onlar için kaplumbağa adımına geçişten sonra yok oldum. Yaşamımda çocuklarımın tarafından terk edilmek kadar ağrıma giden bu yaşanmışlığın yaşanmamış olmasını isterdim. Kapı zili ve yumruklamalarla birlikte komşularımın sesini duymaya başladım: “Atıf amca, ağabey kapıyı aç! Atıf…” Gözlerimi kapatmamak için direniyorum.

HÜSEYİN HABİP TAŞKIN KİMSE BİLMEZ yol inşaatlarında çalışan Kürt ameleler gibi şiir ve sevda emekçileriyiz bizim olmayanları da sahipleniriz yaşarız yaşamayız o ayrı konu terk edilmişlikleri toplarız buraların dert çöpleri bizden sorulur da 'kimse bilmez kimse bilmez' yaşamak bir sevdadır aslında farklı renkleri vardır ulaşılamayan acılarla cilveleşir sadece biz biliriz 'kimse bilmez kimse bilmez'

ÖZER GENÇ


Emeğin Sanatı 167. Sayı

BEN AĞLADIĞIMDA bitmez bir gece başlarken kimsenin bilmediği toprak huylu bir yağmur olur serzenişlerim bir çocuk büyür ninniyle annesinin ayağında ardına kadar açılır tüm evlerin kapıları kim bilir geri döner belki bir baba elleri dolu dolu ansızın katıla katıla güler ağlanacak halimize ayrılık bitiverir. bir çocuk gülünce öteki çocuklarda güler iri gözleri ve cılız boyunlarıyla binlercesi dili tutulur serçelerin, kumruların şarkısı biter eser kalmaz lal gülüşünden bilirim ben ağladığımda! sonrası kalır bir öncesinin hiç ortası olmayan en başa döner miyiz bilemem orası muamma. onların içinde bir tanesi var ki o hiç gülmediyse olmadı sen gülersin gelecek günlerin sessiz özlemiyle illaki bir ağlayanı hep var bir de gideni bu gülmelerin içinde ola ki ben ağlarsam, şayet ben ağlarsam eğer sayamadım kaç kez güldüğümü henüz sana bir dirim olurum gözyaşımdan sıcak ve gülüşümden taptaze.

MERİÇ AYDIN


Sayfa 25

RESİM: JOHN MORGAN

HAYATA DOKUNDURMALAR / Haldun HAKMAN -I-

-II-

Bugün çok kar yağdı ve düşündüm Perşembe günleri her zaman kar yağmadı Her gün yürümedim Hep okuyorum Yeni tarzda şiir yazılmazmış...

Perdeyi çektim Kıçımı geriye uzattım Baktım İki çocuk kartopu oynuyor Gece oniki sularında Otobüs durdu önümsıra Her yanı kar dolmuş Üşüdüm Bakakaldım iki çocuğa Her yanım kar doldu Sımsıcak bakakaldım...

Bu gün bütün karlara baktım Gözüm ve pencere çerçevesi kadar Odamdan, bembeyazdı görüntü Arabalar çiğnedi, çıktım, yürüdüm Çiğnenen ortadan... Dönerken gazete almıştım Düşürdüm Karların içinde aramadım Yitirdim... Eve döndüm, sıcaktı Soğuktu elimdeki gazete Açıp okudum yitirdiğim gazeteyi Yeni tarzda haber de yok bugün...

-IIIBir evden Ağarmış sabahlardan Kararmış akşamlardan Neyin nasıl olduğu bilinmeyen günlerden... Bakılan bir pencere açıklığından görülen Şeylerin hepsinden ibaret bir yaşamdan Cayılmamış ve caymanın acısından bakarak Yazdım bütün bunları...


Emeğin Sanatı 167. Sayı

|Evinden ayrılmanın acısıyla bırakıveriyor belki Şair, not defterini sokağa, ya da yabancı bir odaya... Oda biraz karanlıktır tam o sıra...| -IVBir çocuk annesinin bileğini sıkarak Pazar arabasına bakıyor merak içinde Kımıldamaya başlayan bir hareketsizlik Maskesini çıkarıyor çığlık çığlığa... -V-

-VII

Mum ışığı canlanıyor ve gölgeler Duvarın her gözeneğinde salınıyor Nefes alıp veren bir kozmos`u üflüyor...

Çoktandır senden ayrıyım Kaç...

Üşümek bile üşütemiyor! ... Yanmak bu alevlerden ibaret ateşe Soğuk deriyi büzen bu buzdağı`na! ... -VIKalkıp yürümek son`a* Rastgele bir kadının kasığındaki damarı Çekip çıkarmak Yapıştırmak dudağa Gözleri parçalanmış kan fışkırışı Her yer, her oda, her sokak, Çatılarına dek utanıyorken evler Bu karanlık kırmızıda Kupkuru gözlerle izlemek karanlığı...

Niye üflüyorsun soluğunu yüzüme Kaç... Vakit varken kaç en uzağa... -VIIIAy`ın ayaklarını kırdım Yürüyemiyor geceler Güneş kangren olmuş Batamıyor, doğamıyor Damarlarım akıyor Görmüyor göz... -IXÖlüyor|mu| öz ?

HALDUN HAKMAN


Sayfa 27

DOĞAYA ÇAĞRI Sokaklar caddelere çıksa da Çöz taşların düğümünü, Gözlerini yum, Ara dağların, ormanların Loş karanlığını. Işıklar şemsiye, Düşlerin aydınlığına. Yar duvarları da Dön toprağın bağrına.

Camlardan sıyrıl Aracısız yan güneşte, Tulumbalardan, Çeşmelerden değil, Gözlerden, derelerden iç Yürek serinliğini. Atkı ve çözgülerin Uzaklaş da raylarından Uzat yorgun bedenini Çimlerin, çiçeklerin kucağına.

Bankalar, borsalar Bent olmasın "Merhaba!" de yaşamaya. Yürek çağlayanına. Bırak damlar, saçaklar değil, Yıldızlar emzirsin Hasretlerin gözbebeğini.

ALİ ZİYA ÇAMUR


Emeğin Sanatı 167. Sayı

BABAM TÜTÜN KOKARDI Gülefer CAMBAZ SAVRAN

Balkonlar yıkanıp çayı ocağa koyduysa annem, bilirdim babamın işten geliş saatidir bu. Merdivenlerin en üst basamağına oturur, babamın gelmesini beklerdim. Büyük demir kapının tokmağı çevrildiğinde içimdeki sevinçle gelişini izlerdim. O, düşük omuzları ve kederli yüzü ile ağır adımlarla yukarı çıkarken bütün merdivenleri tütün kokusu sarardı. Çocuk heyecanımı durduramaz koşup ona sarılmak isterdim. Her defasında elinle “Dur” işareti yapar, ben biraz kırılgan, biraz sabırsız yanım-dan geçişini izlerdim. Saatler öncesinden odun ateşinde ısıtılırdı termosifonun suyu. —Hoş geldin, derdi annem —Hoş bulduk. Suyu hazır ettin mi? —He, hazır sen yukarı çık hele. —Bu kılıkta içeri girmeyi istemediğimi biliyorsun, üstüm başım ter ve tütün kokuyor.


Sayfa 29 Üzerindeki elbiseler çıkarılır çıkarılmaz dışarıdaki ipin üzerine atılırdı Daha sonra banyodan sesleri duyulurdu annemle babamın —Uy omuz başlarına kan oturmuş yine adam. —He ya, hararların ipleri kesti hep. Ustabaşı olacak o şerefsiz anamızı ağlattı bütün gün. Bir depo dolusu tütün balyalarını kamyonlara yükletti. Bu kadar mal bugün bitmez dediysek de “Bitecek…” dedi. Mümkünü yok bitmez bu iki günlük iş dedik dinletemedik “İşinize gelmiyorsa aha kapı” diye bir de arkadaşlarla bana kapıyı göstermez mi kavat. Mecburen bitirdik ama biz de bittik. Patrona yalakalık ediyor Allahsız. Göçmen Metin, “Geberteceksin herifi” dedi ama İbrahim zor tuttu onu. Rıfat kendi kendine söylenmeye başladı, Komünizm gelmiş olsa bunların hiç biri olmazmış. İbrahim söylenmeye başladı, “Ne öyle komünizm falan yakacaksın hepimizi. Bak işine adam ne dedi işine gelmezse aha kapı…” Sustuk mecburen. Akşamı zor ettim omuz başlarım ateş gibi yanıyor. Allah seni inandırsın şu çayın kokusu bütün gün burnumda tüttü. —Komünizm kim ki, belki de doğrudur, o gelse daha iyi olur işler. Babamın öfkeli sesi duyulurdu ardından. —Aklın ermez senin böyle işlere. Konuşma git de çayları doldur gözlerime sabun kaçırdın zaten. Annem banyodan çıkar çayları doldurur yanına kıtlama ve renkli akide şekerleri bırakırdı. O ise her zamanki yerine geçer oturur çayını yudumlarken damağına yapıştırdığı şekerin şapırtısını duyardım. Bahçemizdeki erik ve nar ağaçlarını hayranlıkla izlerken, gözünün ucuyla köşemde onu sabırsızlıkla bekleyen bana baktığını görürdüm. Sonra dönerek; —Gelsin bakalım şimdi babasının GÜL’ü” derdi. Kollarımı açarak ona kocaman sarılırdım. O benim saçlarımdan öperdi, ben onun yorgun yüzlerinden. BENİM BABAM BİRAZ SABUN ÇOKÇA TÜTÜN KOKARDI…

GÜLEFER CAMBAZ SAVRAN


Emeğin Sanatı 167. Sayı

İHANETTEN KİNE DEĞİŞ TOKUŞ ısındığım senin ateşin zamanın gözlerinde savrulan kül o közden aradığını aramaya devam et sen yeter ki düşme gözden

seni gidi fırsatçı seni ihanetten kine değiş tokuş omurgasız gecelerin artığı güllere karşı acımasız uçup gitmiş bir bilinmeze teşekkür için aradığın kuş

kaç gündür uğultular içindeyim gelip oturdu karanlık zor zamanın öfkesi korkulara pusu kırık ayna kırık cam ıslığın buğusunda nabzım yolu şaşırdı sıkıntıdayım bu akşam

o kitapların yazdığı doğru hüsrandır yeni yazgımız ne olursa olsun yine de gülümse boşluğa düşmüş evrenin gözleri ol dili ol kapatma kapıları biri kapına gelirse

BEKİR KOÇAK


Sayfa 31

AĞITLARI ATLASLARA YAZIN UNUTULMASIN Bir şark şarkısıyım, tıbbın katlandığı çıban. petrol, dolar biraz siyasa, bilmem kaç yüzyıllık parsa ne hırsın uyuyakaldığı bir an. kasıklarını ve karnını doyuramayan iştahı azmış azmanların elinde sübyan. bırakın hangi deniz daha mavi, hangi dağ kahverengi, bilmese de büyüsün çocuklar. savaşları, açlığı, sefaleti bir eski söylence tankları, tüfekleri oyuncak bilsin ömrünce ağıtları daha koyu yazın haritalara unutulmasın kadınlar gitsin ofset okyanusları doldursun.

LEYLA ÇAĞLI


Emeğin Sanatı 167. Sayı

DUDU-DUDU Sen susup kalsan da kendi mağaranda Mazgal suyu dudu-dudu… Savaşın olmadığı bir tek yer göster kendine Hilesine aldanmadığın bir cümle Yüzünü kirletmediğin bir gün Onurunu kıramayan eda Hayatını tehdit etmeyen bir gece Sağlığını bozmayan bir nefes Nefesini kesmeyen demi Seni sen iken seline şimdi katabilecek Sularda raksını göster kendine satmasan da yüreğini satın almasan da Bir zerre Katranını Şu her şeyi zehredenin Süz de geç Kendini Kirmanında eğrilmelerin nefsinle yüz yüze Üşüyüp kaldıysan sokakta Yakıp kendini ısıtacak bir şey bulamıyorsan Neden yakmıyorsun dünyayı Senin yuvanı yakanlar acıdı mı sana? Vekillerin esnafın adaletin ahdettin ve kasabından farklı olmalı savaşın Çünkü onların hiçbiri özgür değil gayri Hepsi bir başka boyunduruk altında Ama sen bu iğrenç savaşların asla olmayacağı bir yer seç kendine Elinin tersiyle sil geç gerisini Oy o ellerim nereye koyabileceğim o ellerim deyip Geçme Onlarla seni talan ediyorsa bir sistem Onları yenilmez silahın kıl ki Bütün bir dünya sarsılsın yerinden Ve bir duvar ör Kahpenin canına Yılanın koynuna girmeyeceği Sinsinin hileyi sokamayacağı Alçağın ihanet edemeyeceği candan bir duvar ör Bu yeryüzüne

YAŞAR DOĞAN/Lolan


Sayfa 33

MOZART'IN 40. SENFONİSİNİ BÖLEN SES Hilal ÜÇER Kapıda eşini uğurluyordu Sevda Hanım. Eşi yurtdışından bir iş almıştı ve bir süre uzaklarda olacaktı. Uzun olacak bir ayrılığın hüznüyle sarıldılar birbirlerine. Evin kapısının usulca kapatılmasının ardından, mutfak penceresinin önünde buluştu gözleri. Bir el sallandı, matemli bir hüzünle. Kasım ayının keskin soğuğu dolmuştu evin koridorlarına, biraz evvelki uzun süren sarılma anından arda kalan. Ellerini kollarında gezdirirken, bedeninde kalan soğuğu taşımıştı oturma odasının sıcak temasına. Duvardaki simetrisini kaybetmiş saat, dokuzu gösteriyordu. Gece, gündüzüne kavuştuğunda, kreşin yolunu tutacak kızını, uyutmak için almıştı kucağına. Beş yaşını henüz doldurmamış kız çocuğunun ufalmış pijamasından sallanan çelimsiz bacakları görünüyordu. Bir masalın sıcaklığı dolmuştu odaya. Sevda Hanımın dilinden yayılan ve bu sıcak havayı bozan bir ses bu yumağı çınladı kulaklarında. “Ben anneannemin yoğurdunu özledim anne.” Bu cümle, Sevda Hanımın beyninde yankı bulmuştu, bitmek bilmeyen. Hıçkıra hıçkıra ağlamasına engel olamamıştı kızının karşısında. O kadar sesli, o kadar haykırırcasına ağlıyordu ki hıçkırıklarına kızının hıçkırıkları da katılmıştı artık. Kulağında bir ses yumağı daha duyuluyordu; “Annecim lütfen ağlama, sen ağlarsan ben mutlu olamam, özür dilerim anne, gözlerini aç anne, yüzünü kaldır anne…” Küçücük yüreği anlamlandıramamıştı olanları. Böyle bir cümlenin, bir anneyi nasıl sarsabileceğini kestirebilecek yaşta değildi henüz. Tüm masumiyetiyle, sorgusuz, hesapsız, içinden geleni söylemişti oysaki. Yaşanılan hiçbir trajediden haberi yoktu küçük


Emeğin Sanatı 167. Sayı kızın. Zira ne Sevda Hanım ne de eşi Onur Bey, yaşanılanlardan bir hava estirmişlerdi ona. Daha birkaç gün önceydi. Eşinin bitmeyen mesaisini, kızıyla yapboz yaparak doldurduğu bir akşamdı. Televizyonun sükûnetini, plaktan odaya yayılan Mozart’ın 40. Senfonisi dolduruyordu. Bir an, sokaktan geçen bir köpeğin havlama sesi yankılandı odanın duvarlarında… “Annecim Rıfkı’nın sesi.” Kız çocuğu boncuk boncuk kahverengi gözlerini yapbozdan kurtarıp sesin geldiği yöne dikmişti. Köpeğin sesi uzaklaşmaya başladığı vakit duygular yine beden bulmuştu kız çocuğunun dilinde. “Ben Rıfkı’yı özledim. Ben anneannemi özledim.” “Kızım bak, aradığımız yapboz parçası buradaymış.” Sevda Hanım, çocuğun dağılan ilgisini tekrar yapboza yönlendirmeyi kızına hissettirmeden başarmıştı. Bir önceki günün akşamında, eşiyle sıcak bir kış gecesine eşlik eden ıhlamur çayını yudumluyordu. Günün bitirilmiş gazetelerine, şöyle son kez göz atarken eşinin yüzünde tariflendiremediği bir mananın saklı olduğunu fark ettiği an, göz göze geldiler. “Hayatım hiç gerilme, üzülme ama bilmen gereken bir şey var.” diyordu Onur Bey. “Hayır” der gibi bakıyordu eşinin yüzüne. Çünkü hiçbir şey bilmek istemiyordu -ki bunu önceden belirtmişti eşine- ancak konuşmasına devam etmesine de izin vermekten alıkoyamıyordu kendini. Onur Bey, oturduğu koltukta yer açmıştı. Sevda Hanım, elindeki gazeteleri orta sehpanın üzerine bırakıp ona ayrılan yeri doldurdu usulca. Sımsıkı sarıldılar önce, bedenleri ayrıldığında elleri ayrılmamaya direniyordu. Ve yarım kalan cümleler, tamamlanmak için can çekişiyordu. “Annen, anneme uğramış bugün. Ece’yi çok özlediğini, iki yılı aşkındır göremediğini, gerekirse kreşine gidip görmek istediğini söylemiş.” Sevda Hanım’ın yüzü şaşkınlığını gizleyememişti. “Ben, kızımın kokusunu kokladığım her gün, içimden nasıl özlemez diye iç geçirdim. Kızımın her gelişiminde, bu anları görememeyi nasıl göze aldı diye hayıflandım. En çok da hasta mı değil mi diye merak etmeyişine şaşakaldım. Beni sevmeyen bir annenin, kızımı sevmesini beklediğim için kendime kızdım.” Sevda Hanım’ın yüreğinden dökülen bu cümleler, kabarıp kabarıp son anda fark edilip de altı kapatılan ocaktaki süt misali, yüreğinde kalmıştı. Eşinin duyabildikleri daha başkaydı. “Çok mutluyum. Daha iki gün önce bir köpek sesi duyup da Rıfkı’yı özlediğini söyleyen kızım adına mutluyum. Yoğurt yemekten bıkmış olmasına rağmen, o yoğurdu özlediğini söyleyecek kadar hasret içinde olan kızım adına mutluyum. Sevginin farklı tenlerini, kokularını bilmesi adına mutluyum.” Gözlerinde yaşla ayrıldı odadan Sevda Hanım, yine hıçkırıklar dolmuştu odaya, uzaktan az biraz duyulan. Elinde tuttuğu sigaranın zayıf ateşi, zifiri karanlık balkonu aydınlatıyordu. Serin bir rüzgâr dağıtmıştı saçlarını. Üzerinde gri tonlarının hâkim olduğu hırkasının düğmelerini ilikledi hızlıca. Oturduğu sandalyede, bir geri bir ileri sallanıyordu artık. Unutmak için çırpındığı anılar, bu birkaç günde peşi sıra onu geçmişin karanlık, rutubetli odalarına çekiyordu. Oturma odasından Onur Bey’in gramofon koyduğu Mozart’ın keman konçertosu duyuldu. İki yıl öncesine yolculuk zamanıydı. Defalarca kez yapılmış muhasebelerin uzun bir aradan sonraki susuzluğuna, çatlamış dudaklarına, gözyaşlarıyla su verme günüydü. Bir eylül ayıydı. Yoğun geçmiş bir iş gününü geride bırakmış, kızını görmek için annesinin evine doğru yola koyulmuştu. Bir saatlik otobüs yolculuğunun ardından, iki gündür göremediği


Sayfa 35 kızının kokusunu duymaya başlamıştı, otobüs Urla terminaline giriş yaptığında. Uzun bir yazı annesinde geçirmişti kızı. Üç yaşına kadar bir geceyi bile kızından ayrı geçirmemiş olan Sevda Hanım, annesinin emekliliğiyle birlikte yazı, torunuyla geçirme dileğini kıramamış, günaşırı Urla yollarını arşınlamayı göze almıştı. Kendi yaşadığı metropol hayatı, kızının sokakta doyasıya oynamasına olanak tanımıyordu. Bu durum da bu yolu arşınlamasında önemli bir gerekçeydi. Eve varışını, yenen yemekleri, kızının saçları arasında boğulduğu anları, bir film şeridi gibi hızla geçmişti hafızası. O an gelip çatmıştı. Film kareleri renklere küsmüştü artık. Her yer siyah beyazdı. “Anne, Erdem’e çok yüz veriyorsun…” “Sen kendi hayatınla ilgilen, her şeye burnunu sokma.” demişti Feride Hanım’ın çatallanan sesi. Evin perdeleri havalanmış, açık olan pencereden Bir süre sessizlik dolmuştu odaya, bahçeden arada bir yükselen kızının gülücükleriyle bölünen. “Hayatın boyunca, beni kızın olarak görmedin. Ben ergen kıskançlığı içinde değilim anne, otuz beş yaşındayım. Bu yaşımda bile bu cümleleri kurabiliyorsam bunda senin hiç mi payın yok? Çocukluğumu hatırladığımda ya da gençliğimi, keskin bir mızrak saplanıyor kalbime. Acı çekiyorum. Hayata küsüyorum.” “Saçmalıyorsun.” demişti Feride Hanım. Umarsız, ilgisiz bir halde, önündeki börülceleri ayıklamaktaydı. “Hiçbir zaman kız çocuğun var diye gururlandığını görmedim ben. Çocukluğumu, Erdem’in külotlarını bana giydirirken ki andan itibaren, hatırlıyorum. Hep erkek çocuk düşkünü oldun sen. Kardeşimi benden gizli gizli severdin, duyardım, görürdüm. Beni neden gizli gizli sevmedin anne? Sizi fark ettiğim zamanlarda, “Gel bari seni de öpeyim…” diye başlayan cümle sana ait değil miydi anne? Buna bile razı bir çocuk olarak büyüttün beni. Beni öpmemek için mi gizli gizli severdin kardeşimi, bunu hiç anlayamadım. Saçlarımı ördüğünü hiç hatırlamıyorum anne. Dizinde uyumanın sıcaklığını hiç hissetmedim ben. Kızım diye seslendiğin birkaç kare var hafızamda o kadar. Hatalarım ya da başarılarım ise hiç umurunda olmadı senin…” Feride Hanım oturduğu yerden usulca kalmış, bu feryatları hiç duymamış gibi mutfağa yönelmişti. Elindeki tepsi de terkedilmişti, Sevda Hanım gibi. Bir kapı sesi duyulmuştu, oturma odasının perdelerini havalandıran. Sevda Hanım, yorulmuş bedenine daha fazla hükmedemiyordu, çöküverdi koltuğun köşesine. Birkaç dakika geçmiş miydi geçmemiş miydi bilemedi, kapı zili temaya hiç de uymayan bir oyun havası ritmiyle çalmaya başladığında. Heyecanla koştu kapıya. Feride Hanım kapıdaydı. Unutmuş olduğu telefonunu almak için geri dönmüştü. Odalarda telefonunu ararken Sevda Hanım, kapıyı usulca kapatmış, sırtını kapıya yaslamıştı. Uzun uğraşlar sonunda elinde telefonla kapıya yöneldiğinde ise ilk kez göz göze geldiler. “Bugün hesaplaşma günü anne. Yıllardır bana yaptıklarının, içimde biriktirdiklerimin hesabının kesilme günü. Ben gidiyorum anne. Beni daha fazla yıpratmana izin veremem çünkü benim bir kızım var. Hamile kaldığımda, Allah’a dualar ettiğim, bir kız çocuk nasip etsin diye yakardığım bir kızım var. Seni görmek, yaralarımı taze tutuyor ve her yaramın yanına yenileri ekleniyor. Kızıma annelik yapabilecek hiçbir yaşam aşkı bırakmıyorsun bende. İkinci çocuğu neden yapmıyorum biliyor musun anne? Hiç sormadın ki nereden


Emeğin Sanatı 167. Sayı bileceksin. Benimkisi de laf. Bir erkek çocuk doğurma ihtimalimden kaçıyorum anne. Hayatım boyunca taşıyacağım bir korku bıraktın bana, miras olarak. Sana benzemekten korkuyorum anne. Kızımın hakkına girmekten korkuyorum ya da gelecek erkek çocuğun. Çünkü sende gördüklerimin tam tersini yapmak için çırpınan bir yüreğim var artık. Sen, sevgini göstermekten utanırken, ben sevgisiz bir tek gün bile geçirmemeye yeminliyim kızımla. Şimdi gidiyorum. Kendim için gitmeliyim. Kızıma sağlıklı bir annelik yapabilmek için geçmişle boğuşmaktan, yaralarımı kaşımaktan, kapanmamaya yeminli hesaplarımızdan kaçmak zorundayım. Hoşçakal anne.” Feride Hanım, hayatı boyunca kızının gözlerine bakamamıştı ve sözler tükendiğinde de yine gözlerini kaçırmakla meşgul, dudakları yine mühürlüydü. Sevda Hanım, bütün söylenilmesi gerekenleri söylememişti daha ancak fazlasına da gücü kalmamıştı, ağlıyordu. Kapının kolunu yavaşça aşağı yöne bastırdı, tık diye bir ses, ritim tuttu gözyaşlarına. Merdivenlerden inerken “Durdur beni anne.” diye haykırıyordu iç sesi. Kapının önünde sıcak havanın ve belki de ateş gibi yakan cümlelerin terler döktürdüğü bedeni, soğumuş, buz kesmişti Feride Hanım’ın. Dudaklarından bir kelime duyuluyordu belli belirsiz, merdiven boşluğunda yankılanan ve gitgide duyulmaz olan topuk sesine karışan. “Gitme.” Gözlerinden akan yaşları sildi Sevda Hanım. İliklerine kadar üşümüştü. Oturduğu sandalyeden doğruldu. Balkon kapısının koluna uzandı eli. Onur Bey, kapının diğer tarafında kaç zamandır orda olduğundan habersiz beklemekteydi. Gözleriyle sevdiler birbirlerini. Kararlıydı. Annesinden öğrenemediği, hissedemediği sevgiyi eşinden öğrendiği, gözlemlediği ve içinden geldiği gibi, sınırlamadan, özgürce verecekti kızına. Bir çocuğa verilebilecek en önemli şey sevgiydi. Bunu, çok acı deneyim etmişti zira.

HİLAL ÜÇER ŞİİRDE YAKLAŞIM VE YAKIŞTIRMALAR Şiir, kimi yerde bir sözcük sağanağıdır. SALÂH BİRSEL Şiir bir buluştur, bir arayış değil. RÉNE CHAR Şiirler yeryüzünün açık kapılarıdır. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA Hayal anahtarıyla gerçeğin kapısını açma büyüsüdür şiir. ŞÜKRÜ ERBAŞ Bilim aklın şiiridir, şiir, yüreğin bilimidir. MAKSİM GORKİ Şiir şairin ve toplumun parmak izidir. ÖZDEMİR İNCE Şiir, yüreğin kabarmasıdır. VEYSEL ÖNGÖREN Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir. CEMAL SÜREYA Şiir mumdan kayıklarla alev denizini geçmeye benzer. ŞEYH GALİP Şiir bir büyük kaldıraçtır... Daha doğrusu bir kriko. CAN YÜCEL


Sayfa 37

KAOTİKA

Bir yıldız kaydı bir yelken suya düştü bir türkü yaktı çemberi oyalı bir kız…

Bir mermi vınladı bir alnı buldu bir çocuk düştü yere elinde bir ekmek…

Bir ağaç boyun büktü bir dere küstü alanlara döküldü bir halk kulak verip doğaya…

Bir gemi kalktı bir mendil sallandı ardından bir günbatımı ıssız kaldı bir şehir…

Bir kuş cıvıldadı bir yaprak kımıldadı dalında bir gonca çiçek açtı aşka çağırdı bahar…

Ve kim bilir daha nelere gebe şu gökkubbe altında bu kaotika…

MUAMMER ERTURAN


Emeğin Sanatı 167. Sayı

BEYİN PİÇTİR İlk Ustam İbrahim Yıldız'a

cigara çekişine bayılırdım öyle üfler di ki dumanı ağzından gök kubbe kaybolacak sanırdım bazen birlikte yürürdük bastonu da takılırdı peşimize beyin piçtir derdi ne demesi gürlerdi bakarken derin derin iç yüzüme ''hiç itiraz istemem oğlum çaylar benden yine'' yaşarken tanıyan tanımaz olurdu onu vermişler şimdi adını oturduğu mahalleye bir gün bir araba çarptı kırıvermiş hafiften bacağını sonrada fazla yaşamadı götürür şimdi postacı ecel kim bilir kime mektuplarını…

ERTAN ŞAHİN


Sayfa 39

MÜHÜRLÜ

Seyrediyorum acının rengini, Fırtınalı havadan çıkınca, Yum gözlerini mühürlü yalnızlık bu. Zamanın dişlerini yapıştır hayat! Tutunsun umut çarklarımıza. Şimdi seslerin sırrını arıyorum, Teslim olmamak adına...

BURCU TÜRKER


Emeğin Sanatı 167. Sayı

AŞK DEVRİMCİDİR

/ Adnan DURMAZ

Duygusal Aşkın Tarihsel Kökenlerine Dair notlar

Aşkın sonradan ortaya çıkmış bir olgu olması, onu reddetmemizi veya küçümsememizi gerektirmiyor. İnsan oğlunun onbinlerce yıllık evrim sürecinde bir takım insani özellikler ve onları üretip geliştiren koşullar zaman içinde ortaya çıkıp gelişmiştir.Aile kurumu, Devlet, sonra devletin kurumları neandrantel insanla birlikte var olmadı. S.N.Kramer Tarih Sümerde Başlar adlı alanında anıt kabul edilen yapıtında, İlk Açılan Okullar, İlk Rüşvet Olayları, İlk İkili Meclis, İlk Vergi İndirimi, İlk Nuh, İlk Aşk Şarkısı gibi yan başlıklar koyarak yapıtını oluşturur. Kuşkusuz buradaki “ilk”ler ilk değildir. İlk kez kullanılan yazının bize aktardığı ilk kanıtlanabilir olanlardır. Tanrıların öyküleri diyebileceğimiz mitolojik öyküler, ulusların yazıdan çok önceki zamanlarından bu güne ulaşmış olan destanlar, kısacası dünya halklarının söz yardımıyla kuşaktan kuşağa aktardığı tüm ürünleri, yazısız karanlık zamanlara ait yaşama biçimlerine ışık tutmaktadır.


Sayfa 41 .” Toprağın anatanrıçası dünyanın her yerinde, paleolitik taş devrinin bütün dinlerinde asıl ve üstün bir güçtür. Toprağın verimliliği ile kabilenin yaşamını sürdürmesi eşanlamlıydı. Dünyaya tanrıyı vermek durumunda olan güç, anatanrıçaydı. Dağların bu kadını, bir Girit mühüründe, birçok tepenin üzerine basmış olarak, iki yanında birer aslan figürüyle gösterilmiştir. Bu dişi öğeydi; erkek öğe daha sonra gelirdi. Dişi öğe.. Sümer anatanrıçası Inanna ile başladı. Adı sonradan Mezopotamyalı Ishtar (İştar) oldu. Göklerin bu kraliçesi, aşk ve savaş tanrıçasıydı. Onun iki yönlü, kuşku verici bir karakteri vardı. Ama aynı zamanda sevimliydi de. İsa'dan önce 1300 yıllarında bir Mezopotamya ilâhisinde şöyle deniyordu: «Kadınların kraliçelerine saygı. Tanrıların en büyüğüne binbir haz ve aşkla bezenmiş saygı. Olağanüstü sıcak, tadına doyum olmaz sevinçle doludur. Ağzı hayat demektir. Varoluşunun verdiği mutluluk sonsuzdur. Başının üzerinde tülü, büyüleyici bedeni ve ışıklı gözleriyle pek görkemlidir.» İnsanların kendi hayalinde yaratıp taptığı ilk tanrının, dişi olmasından çok daha ilginci, onun aynı zamanda AŞK ve SAVAŞ tanrısı da olması değil mi. Kim bilir belki de aşk, bir büyük teslimiyet, teslim oluş ve teslim alışı, olmazsa olmaz kılmış, insanın “kendi” ne dair en büyük savaştır. Ancak Burada vurgulamamız gereken, yazının bulunuşundan binlerce yıl önce insanın ilk tanrısını bir kadın olarak belirlemesi, onu aynı zamanda savaşın da, daha önemlisi aşkın da tanrısı yapmasıdır. Paleolitik taş devrinin karanlığında insan aklı ve yüreği aşkı keşfetmişti. Belki insanın en büyük keşfi aşktır. İştar’ın etimolojik (kökenbilimsel) çözümlemesine şöyle devam ediyor Halikarnas Balıkçısı: “Ama aynı zamanda dağları deviren kuvvetti O. Babil ve Asur'da inananları, tanrıçaya «ASTO RCTH! ASTORETH! » diye avazları çıktığı kadar bağırarak tapınıyorlardı. Sonra «ASTARTE» diye yalvardılar. Batıya doğru ise. mavi Akdeniz'in ak köpüklerinden çıkarak, Aşk ve Güzellik Tanrıçası Afrodite oldu. Daha sonra Praxiteles, Knidos Afrodite'si heykelini yarattı. Kınından sıyrılmış bir kılıç gibi apak ve çırılçıplaktı. Dört kat kalın duvardan bile dışarıya sızan parlaklığını görmemek için, hayâl gücü yönünden kör olmak gerekti. ”Kadını bu konuma koyarak, ona verilebilecek en yüce, tanrı, değerini, dünyanın, binlerce yıl öncesinin iletişim olanakları içinde, bütün toplumların vermiş olması, bunun, insanın gelişim sürecinde bir rastlantı olmadığını gösteriyor. Nasıl, dünyanın her yerinde, köleci toplum veya feodal toplum, bir seçme ve ratlantı olarak değil, gelişmenin diyalektik bir sonucu olarak yaşanmışsa, insanoğlunun her tür gelişimi de buna bağlı ve paralel olarak yaşanmıştır.” Akdeniz'in anatanrıçaları değişik dillerde ayrı şekilde adlandırılırdı.Küçük Asya'nın Kybele'si, Lykia'nın Leto'su Mekke'de Lat, Troia'da Helene'nin anası Leda oluyor. Günümüz İngilizcesinde bu kelime —Lad-Lady (hanrmefendi) biçimine dönüşmüştür. Hititlerin Kybele'si Hurri ve Pulasatilerde Hepa olarak adlandırıldı. Boğazköy'deki büyük bir röliyefte Hititlerin Fırtına tanrısı Teşup ile gizlice evlenmesi gösterilmektedir. Kybele İyonya'ya gelir, Hepa, Hebe adını alır, tanrı ve tanrıçalara kutsal içkisi nektardan sunar. Tanrıdağı Olympos'a geri yollanır. Herakles (Herkül) tanrı olunca, onunla evlendirilir. Hebe Roma'da gençlik tanrıçası olur. Filistin'e göçeden Küçük Asya (Anadolu) Pulasatileri Hebe'yi de birlikte götürürler. Hepa bu kez Heve adını alır. Adam ile Heve (Âdem ile Havva) buradan doğar. Jerusalem'in (Kudüs'ün) kahramanı, kurtarıcısı Adamos'la evlenir. Böylece, aynı tanrıça önce Hitit Fırtına Tanrısı, sonra Herakles ve


Emeğin Sanatı 167. Sayı sonunda Adamos ile evlendirilmiş olur. Ancak Eve (Havva) , Akdeniz gençliğinin ebedî tanrıçası olarak kalır”(Halikarnas Balıkçısı) . İşin özü, ana tanrıçaya, pek çok iyi niteliğin yüklenerek bu denli yüceltilmesinin özünde yatan, kadındaki üreme özelliğidir. Nerede ne ad aldığından önemlisi, üremeyi ve devamlılığı sağlayan varlık kutsanmış olmasıdır. Üreme, üretim, sadece doğurganlık kavramının ve bir türün devamı olarak üremenin dışında, insanoğlunun tarihsel gelişmesinin başlangıcını oluşturan ögedir. Her üreme belli bir emek sonucunda olmaktadır. Türün üremesi, doğada var olan her canlının doğal içgüdüsü olsa da, Üreme ve üretmeyi kiminle birlikte yapacağını, öncelikle akıl düzeyinde yani en üst düzeyde seçen tek canlıdır insan. Ana tanrıçanın en eski buluntularında üretkenliği ve anaçlığı hep ön plandadır. Günümüzde adı Sibel olarak Anadolu’da kızlara verilen ana tanrıça kibele’nin anaç ve doğurgan biçimli heykelleri, adı nerede nasıl değişmiş olursa olsun görüntüsü aynı olarak biçimlenmiştir ”Gayet fırlak memeli, abartılmış kalçalı ve hac işaretli, Anatanrıça'ya özgü bir başka şekil de Girit'te Phaistos'da bulunmuştu. Bu saydığımız özelliklerle birlikte Pubis bölgesindeki (kasık kemikleri kemeri) üçgen, Minoen Girit'inde kadının analığa adanışının yüksek gücünü ortaya koyar.” (Halikarnas Balıkçısı) Üreme ve üretim hangi anlamıyla kullanılırsa kullanılsın, emek sözcüğüyle yan yana yürüyen bir kavramdır.(Burada aklıma,Şolohov’un ‘Sevgi Emektir’ sözü geliyor) Her türden üretim ilişkileri içinde, yalnızca kadın erkek arasındaki, ezen ve ezilen ilişkisi değil, temel olarak, insanın insanı sömürüsü, yani toplumsal sınıflar ortaya çıktı. Kuşkusuz ki, emeğin olduğu her yerde sömürü de vardı. Engels’in, “Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır” biçiminde diyalektiğini ortaya koyduğu sınıflı toplumun binlerce yıllık tarihi içinde, devlet biçimleri ve onların oluşturduğu koşullar, kadın erkek ilişkisini de kendilerine göre biçimlendirmiştir. Engels, aynı yapıtında, “Bireysel cinsel aşk, ortaçağdan önce söz konusu edilemezdi. Söylemek gereksizdir ki, kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb. ayrı cinsten kimseler arasında daima cinsel ilişkiler isteği uyandırmış ve hiç kimse, ilişkilerin en içtenine giriştiği kimsenin, şu ya da bu olması konusunda kayıtsız kalmamıştır” diyor. Burada vurgulanması gereken, ortaçağdan önceki zamanlarda “ilişkileri en içteni”,Engels’e göre, kadın-erkek arasında, kadın ve erkek olmaktan kaynaklı ilişkilerdir ve burada da, insan seçicidir. ”kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb” diyor Engels.Bu gün karşı cinsler arasında var olan aşk ilişkisinde de olmazsa olmaz olan, özetle, aynı ölçütler değil mi:”kişisel güzellik,içtenlik,benzer beğeniler vb”… “Antik Yunan’da erkekle kadın arasında yalnızca üreme amacıyla varolan bir cinsellikten bahsedilir; aşk ise erkekler dünyasına aittir.Bauman(1998) da Hıristiyanlığın ortaya çıkışından sonra bile iki cins arasında, şimdi anladığımız şekliyle bir ‘romantik aşk’tan uzun zaman söz edilemeyeceğini, bu dönemde yine üreme amaçlı bir cinselliğin hüküm sürdüğünü belirtir. Aşkın romantik ve insana ait bir hissiyat olarak kurulması, Evans ve Bauman gibi yazarlara göre, Aydınlanma sonrası Romantizm akımıyla ilgili bir durumdur”(Doğu-Batı Dergisi, Mayıs-Haziran-Temmuz 2004) Bu alıntıyla benim kafamda doğan ikilem şudur. Bir bakıyoruz, insanlığın yazıyı bulmadan önceki zamanlara ait mitlerde aşk kavramı var, aşk ve güzelliğin tanrıçalarını yaratmış insanoğlu; zamanımızdan bazıları ise hristiyanlık sonrası bile kadın erkek ilişkilerini salt cinselliğe indirgeyip, romantik aşkı, daha sonra bulunmuş gibi gösteriyor. Burada gayet net olarak şunu


Sayfa 43 söylememiz gerekiyor; Hıristiyanlık vb. dinler aşkı ortadan kaldırmış olmalı ya da kendi aşk kurallarıyla aşkı boğmuş olmalıdır. Ancak ruhban sınıfının iktidarı devrilip Avrupa aydınlanma çağına ulaştığında, aşk da insanla birlikte yeniden nefes almaya başlamıştır.(Bu konuda çeşitli bilgilere başta Evlilik ve Ahlak olmak üzere Bertrand Russell’in yapıtlarında ulaşılabilir) O halde şöyle özetleyebiliriz: İnsanlığın ilk çağlarından başlayarak kadın ve erkek arasında, Engels’in deyimiyle, ”kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb”’ne dayalı seçicilik vardı. İnsanlık öncelikle kadını yüceltti ve onunla simgelediği tanrılara tapındı. Daha sonra, kadın ve erkek arasındaki ilişkiler, mevcut düzenlerin ve egemen güçlerin koyduğu kurallarla sınırlandırıldı. Aşk yalnızca evli olmayan kadınlarla yaşanılan ilişkilerin adı oldu. Engels anlatıyor: ” Bütün tarihsel bakımdan etkin sınıflarda, yani bütün yönetici sınıflarda, evlenme akdi, iki-başlı-aileden beri, ne idi ise o kaldı: büyüklerin düzene koyduğu bir uzlaşma işi. Cinsel aşk tarihsel bakımdan ilk kez olarak bir tutku, (hiç değilse yönetici sınıftan) tüm insanlara özgü bir tutku ve cinsel içgüdünün en yüksek biçimi —ona özgül niteliğini kazandıran da budur— olarak ortaya çıktığı zaman, bu ilk biçim, yani ortaçağın şövalye aşkı, hiç de bir karı-koca aşkı değildir. Tersine. Klasik biçimiyle, ozanlarının göklere çıkardığı Provence'lilerde, bu aşkın gemisi yelkenlerini eş aldatmaya doğru şişirir. Provençale aşk şiirinin çiçeği, aiba'lardır (aubade'lar) : Almanlar buna Tagelieder derler. Bu şiirler, görülmeden kaçabilmesi için, tan yerinin ilk ışıkları belirir belirmez kendisini çağıracak erketeci dışarda ortalığı gözetlerken, şövalyenin, sevgilisiyle —bir başkasının karısı— nasıl yattığını, ateşli renklerle anlatır; şiirin en yüksek noktasını da, ayrılık sahnesi oluşturur. Kuzey Fransızları, ve hatta namuslu Almanlar bile, bu şiir türünü, kendisine uygun düşen şövalye aşkı özentileriyle birlikte benimsediler.” Demek oluyor ki, doğanın hâkim olduğu insanın binlerce yılında aşk vardı. Kadın ve erkeği bir araya getiren şey ne zaman ki kendileri, kendi seçimleri değil, başkalarının koyduğu kurallar ve akitler oldu, işte o zaman aşk ortadan kalktı; işte o zaman oluşan evlilik kurumuyla birlikte, aldatma ve fuhuş kavramları da ortaya çıktı. Biz, tercihlerini egemen güçler ve onların kurumlarının yaptığı insana, beğenilerini ve her tür zevklerini başkalarının belirlediği insan, diyebiliriz. Daha da kısaltırsak, kendi beğenileri olmayan insan diyebiliriz. Günümüz insanı kendi beğenileri olduğunu sanan- ama belirli bir bilgi ve bilinç birikimine sahip değilse- kendi beğenileri olmayan insandır. Kapitalist sistem, her şeyi nasıl parçalayıp tüketim aracına dönüştürmüşse, çekirdek aileyi de, kadın ve erkek arasındaki aşkı da parçalamıştır. Bu parçalanmada aşk ve cinsellik tümüyle birbirinden kopartılarak birer tüketim nesnesine, meta’ya, dönüştürdü. Her biri üzerine devasa sektörler oturttu. Tüm dünyada ünlenmiş burjuva yazarları, Avrupa insanının ruhuna uygun bir mantık içinde, teşhislerini koyarak, cinsel özgürlük adı altında, fuhşu ve aldatmayı meşru kılan bir ahlak anlayışını da, düşün, sanat ve edebiyat alanlarında ve sistemin çıkarları doğrultusunda, inşa ettiler. İnsanın insanı kul ettiği zamanların, kadın– erkek ilişkilerinin, kaçınılmaz yozluğu daha önceden ortaya zaten konulmuştu: “Ama her ne kadar, bilinen bütün aile biçimleri arasında, yalnızca tek-eşlilik, içinde modern cinsel aşkın gelişebildiği aile biçimi olduysa da, bu, asla modern cinsel aşkın, eşlerin karşılıklı aşkı biçimiyle, yalnızca, hatta başlıca tek-eşlilik içinde geliştiği anlamına gelmez. Durmuş-oturmuş ve erkek egemenliği altındaki karı-koca evliliği, özlüğü gereği, bunun böyle olmasına aykırıydı.” diyor Engels. Aldatma ve yasak ilişkiler tüm tarih boyunca vardı.


Emeğin Sanatı 167. Sayı İnsanın insanı zorunlu seçimleri boyunca var olan bir kurumdur aldatma. Aldatma, nedeni ne olursa olsun, zorunluluğun dışında bir seçim değil midir. Daha önceki sistemler gibi, kapitalist sistem de, sadece sınıflar arası ilişkileri belirlemeyip, toplumdaki her türlü ilişkiyle birlikte, kadın erkek ilişkisinin de belirleyicisi olmuştur. Bu ilişki biçimlerini kendi yasaları ve ahlak kurallarıyla da belirlemiştir. Aşk da bu belirleme içinde payına düşeni almak durumundadır tabii.” Ama sanayi dünyasında, proletaryayı ezen iktisadî baskının özgül niteliği, kendini bütün sertliğiyle, ancak kapitalist sınıfın bütün yasal ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuksal eşitlik kurulduktan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez; tersine, bunlar arasındaki savaşınım, üzerinde yapılacağı alanı ilk hazırlayan odur. Aynı biçimde, erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak, erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık göstereceklerdir. O zaman görülecektir ki, kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir”(Engels) Burada yeni bir özet gerekiyor. İnsan oğlunun aklıyla hareket ettiği tüm zamanlarda, kadın ve erkek arasında ”kişisel güzellik, içtenlik, benzer beğeniler vb”ne dayalı bir karşılıklı seçim var olmuştur. O halde duygusal aşk ilk insandan bu yana var olan bir olgudur. Sınıflı toplumlarda aşk, başkalarının belirlediği tanım ve biçimlerde yaşanmıştır. Aşk gibi, evlilik kurumu da egemen olanların kuralları dahilinde işleyen bir kurum olmuştur. Fakat tüm bu süreç içinde aşk, kendi öz niteliği dolayısıyla, seçmeci bir özellik taşıyarak, kural dışılıklarda yaşamayı sürdürmüştür. Tarih boyunca âşıklar, hep bu kuraldışı seçimleri dolayısıyla cezalandırılmış, hatta öldürülmüşlerdir. Toplumların geniş kitleleri aynı zamanda kendilerine enjekte edilen bu gerici yasakların bekçiliğini ‘iyi’ ve ’namuslu’ insan olmak sayarak, seve seve yapmışlardır .Her dönemde, yasaklara karşı çıkanlar daha az, yasak bekçileri daha çok olmuştur. Bu nedenle olmalı, tüm zamanlarda, aşk, güzellik gibi kavramları egemen ideolojiler tarafından belirlenen bireyler, bunun dışına çıkanları dışlamayı tercih etmişlerdir. Bu nedenle olmalı, aşk hep aykırı olmak durumunda kalmış; dünyanın her yanında aşkının cezasını çekip yârinden veya canından olanlar binlerce türkü şiir ve ağıtla anıtlaştırılmıştır. Garip bir çelişki gibi görünüyor. Önce öldürüyor veya sevdiğinden ayırıyorsun, sonra da onu türkülerle anıtlaştırıyorsun. Bu türküler, mevcut egemen ideolojilerin, özgürlük gibi, aşkın da sahtesini zorla yaşatmaya çalıştığı ve hayal kırıklıkları içinde bıraktığı insanların, yaradılışlarında var olan aşk kavramını yok edemediklerinin, birer kanıtından başka nedir. Aşk ki, insanın aklı gibi, hep onun bir parçası olarak vardı. İnsan gibi, o da, hiç özgür olamadı. Bu nedenle olmalı, kendisine sunulan aşk reçetelerindeki aşkı bir türlü yaşayamadı insan; her defasında duvarlara çarptı ve uçurumlardan düştü aşk diye. Zorunlu seçimler asla aşk olamadı. Elbette ki, aile de kapitalizmin günümüzde geldiği noktada, tam bir zorunluluklar hapishanesine çevrilip, elden geldiği kadar yozlaşmanın içine itilmiş durumdadır. Engels’e göre; ”Eğer yalnızca aşk üzerine kurulu evlilik ahlâkî ise, yalnızca aşkın devam ettiği evlilik ahlâkî demektir.” O halde diyebiliriz ki, aşk evliliği olmayan evlilikler ahlâki değildir. Ahlâk da zamana, koşullara göre değişen bir kurum olduğuna göre, aşk üzerine kurulmayan evlilik insan doğasına aykırıdır, dememiz daha doğru olacaktır. Aşk bir seçmedir


Sayfa 45 Bize dayatılanı, bize her türlü iletişim aracı yoluyla ezberletilen ‘güzel’i ve reçetesi verilen ‘aşk’ı değil, tüm bunlardan (ve mevcut sistemin “değer” diye koyduğu, servet, ün, kariyer, asalet vb değerlerden) uzak,”kendi”miz olarak istediğimizi seçmedir aşk. Tüm insanların beğenmediği, onaylamadığı, noktada da beğendiğimizi, istediğimizi seçmedir. İşte bu nedenle de bir reddediştir, bize dayatılan tüm değer yargılarını ve köhnemiş kuralları. Tam da bu nedenle, aşk devrimcidir. Bu yazının sonuna Engels’in gelecekteki kadın erkek ilişkileri üzerine söylediklerini ekliyorum: “süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkilerin düzenlenme biçimi üzerine bugünden düşünülebilecek şey, özellikle olumsuz bir nitelik taşır, ve öz bakımından, ortadan kalkacak olanla yetinir. Ama bu işe hangi yeni Öğeler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadrin asla parayla ya da başka bir toplumsal güç aracıyla satın almamış olacak yeni bir erkekler kuşağı; kendini, gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadî sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı. İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin davranışını yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır — bir nokta, işte bu kadar.>” Adı geçen yapıtlar: Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Friedrich Engels,Sol Yay Altıncı Kıta Akdeniz, Halikarnas Balıkçısı, Bilgi Yayınevi Tarih Sümer’de Başlar, S.N.Kramer, Çev, Muazzez İlmiye Çığ, TTK. yay Batı Dolayımıyla Aşk Temsilleri: Romantik ve Seyirlik Aşk Hikayeleri, Belkıs Ayhan Tahran, Funda Bekar, Doğu-Batı Dergisi,Mayıs-Haziran-Temmuz2004)

ADNAN DURMAZ 6 Temmuz 2006


Emeğin Sanatı 167. Sayı

HİTİT GÜNEŞİ Uzaklardan geldi onlar Yol açtılar toynaklarıyla Vahşi atlar... Altın renkli Buğday benizli Gülen yüzleri... Gökyüzünün rengine dalardı Çukurlarında tutsak Mavi mavi gözleri... Barış ve sevgi ekildi topraklara Firavunlar eğildi

Çocuk askerler ok torbalarında Zeytin dallarıyla döndüler evlerine Dünya barışla tanıştı KADEŞ önlerinde... Kıtalar buluştu sıcak sularında İlmek ilmek dokunmuş Serilmiş bir halıdır anadolu... Karanlığında... Yarınlara umut taşır Yeniden doğacaktır Hitit Güneşi

MUSA SU


Sayfa 47

SANA BEN PERİ, KUŞLAR ANNE DERDİ bilir misin lavanta kokusunu? hiç rastgeldin mi gün batımına? çok konuşasın varken, susup kaldığın olmadı mı hiç? yoksa senin bir gece yarısı hiç mi yolunu kesmedi ayışığı? portakal çiçeklerinin yağmurun, sütün, mavinin yanık karanfillerin yani ince şeylerin adıyla aradım seni hani birisini seversin de onun asla haberi olmaz ya hani ırmaklar uyur ya geceleri öylesi... biliyor musun aşk dedikleri tamamlamakmış kendini denizde martı, dalında çiçek misali belki de ayrılık ondan bunca uzun belki de aşk ayrılık sadece... ejderha ağzı geceler parçalıyorken ellerimi anımsıyorum gümüş bir şamdanın aydınlığıydı yüzün sana ben peri, kuşlar anne derdi ah bilsen; ne çok, ne çok özledim seni..!

TEMEL KURT


Emeğin Sanatı 167. Sayı

FOTOĞRAF: A.Z.ÇAMUR

BAHARIM, ERİŞMEZİM, GEÇ KALMIŞIM…

İrfan SARİ

Şehri acı ve öfkeyle uğurluyorum şimdi… Bozuk insanların ayarını konuştuk ya! İşte o yüzden şehri pencerenin kenarına oturup uğurladım Baharım… Yok, öyle sevmediğimden falan değil, kirli insanların kirine bulanmasın diye… Cesur pankartlar gibi dudağımın arasına aldığım sigara, dumanıyla atılan sloganların hak arayışı gibi oldu… Dumanı savrulurken, gecenin karanlık rengini bozmadan, rengiyle yükselip, yükselip kayboldu sonra. Sigara deyip geçmeyeceksin! İçinde ne ateşler barındırır, ne hasretler, ne öfkeler sonra ucu bucağı yok sevdalar taşır, yürekten, serden geçen… Öfkenin kınından çıkışına da benzettim bir ara, şiir dizdim…


Sayfa 49 tenine dokunursanız gecenin uğruna sigara içilen talihinize benzer süpürmeye kalkışmayın uçuşan külcükleri vardır, efkar afkar… Artık zorlu bir sabaha doğruydum, düş evimde bu bozuk insanın, bozuk para değeri savruluyordu, kapıyı araladım balkona çıktım… Ay bulutların arkasına kapanmıştı, ay ışığı bulutun kıyılarına sigara ateşi gibi bir parıltı ile yüklenmiş, devirmek üzere gibi duruyordu… Belki Bulutların arakasına saklanmanın bir mahremiyeti vardı o an… Sormak istedim! Ama elimde sigara, serimde yara almış öfkemin katili olmak istemiyordum. Oysa sıyrılıp çıkmasını istedim dolunayın, kadın olsun istedim, tertemiz, tiril tiril, çırılçıplak gökyüzünde… Bilinçaltımın magmaları dökülürken, bir çeşmeden suyun sesi girdi aramıza, takıldığım gökyüzünden kopulup yeryüzüne indim ansızın… Garip bir andı… Girince aramıza ay’la, cenabet bir iç tebessüm depremi var oldu. Zaten karanlık bir örtü vermişti gece, şuradaki evlerin duvarlarını saymasak, geriye gözleri kör edilecek sokak lambaları kalıyor, yoksa havlayan köpeklerin dünyadan haberi yok. Mart ayı geceleri doğurgandır… Debelenip durur, toprakla didişir, havayla öpüşür, ağaçla-börtü böcekle kakışır, suyla dolar haznesi, gün ve güneşe armağanları vardır çünkü… Sözleri ezberimde olmayan bir şarkının müziğine yordum mart ayının bu müstesnalığını… Gelip dudaklarıma türeyen bu müziğe eşlik ederken suyun şarıltısı, sigaramdan dağılan duman ise ölüm anlarındaydı… Ciğerlerime gölge gibi düşen duman ve oksijen gibi konuk olan müzikleydim şimdi. Baharım, erişmezim, geç kalmışım… Şimdi suyun çarptığı im, şimdi suyun çıkardığı ses oldum. Ötelerce kilometrede kıvrılmış duyabiliyor musun? Duyabiliyor musun bilmiyorum? Ama! Buralarda bozuk insanlara inat bir bahar doğacak, mevsim çıldırmak üzere, bu yüzden şehri uğurladım az evvel. Karşıla… Dumandan arındırdım, efkardan, bozuk insanlardan, kendimden… Bende karanlık bir gündüz, sende aydınlık bir yüze dönüşsün gelecek…

İRFAN SARİ


Emeğin Sanatı 167. Sayı

NAGEHAN DÖKÜLÜŞLER Yıkık taş evlerde kaldı Çocukluğum hayallerim Hüzünbaz mezopotamya şafağında Gördükçe tanrıların taraf olduğunu Başkaldırışım kutsal inançlara Kemirgen bir uğultuda hayat Kulak uğultularımı kıskanan zaman Çiziyor tecrübe yağmurlar asitinde Tabuta konulmak üzere Dönekler konçertosuyla Alçak şehvetler vitrininde Yürürken kaldırımda yapayalnzlığım Çift adımlarda çiğniyorum Siyah çizgiler çekerek Çöküşe çürümüşlüğe Her akşam son şiirler mıhlıyorum Bir üç beş gecenin sesizliğine Ve çıplak kimsesizliğime Nagehan dökülüşler bırakmaz Zaman zehir zemberek

HAMZA İNCE


Sayfa 51

SUSMA N’OLUR… Vuruldu su ve ışık Mihrap kırıldı Ay küstü Sen sustun Ağlasaydın hiç olmazsa Kuşları gördüm Uçarken çok, ağlarken az Acı sim ve siyahtı Cesaret tuzla buz Işık az Az düşün İnsanlığı kalleşçe vurmayı seven Kılıç niye kutsanır? Şair yakmak neden yasaldır? İnfaz neden anayasadan önce gelir? Konuş ey tohum Yoksul bir çocuğun Çaldığı erik, Kurduğu düş, Bildiği masal, Yediği dayak, Emdiği süt kadar konuş Susma n’olur

Uçuşmadan önce Zühre’de gülümseme Gün gülünde ışıltı Bitmiş sayılmaz her şey Ak En yakın bulduğum denize doğru Kıraç ovaları yırtarak ak Sula Yaşam ver İlla ki çocukları sevindir Sıradağ görkemiyle doğrul ve yürü Kuş uyumlarını sırtına al ve yürü İnsanlar gördüm Ölürken çok, yaşarken az

ARZU KÖK


Emeğin Sanatı 167. Sayı

AŞK, HAYAT, İSYAN İÇİN SANAT YENİDEN...[1] Temel DEMİRER “Yürümek iyiye, haklıya, doğruya Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu.”[2]

Aşka, hayata mündemiç sanattan söz etmek, kim ne derse desin; isyansız, başkaldırısız mümkün değildir. Çünkü sanat, aşk, hayat ve isyanın en harikulâde hâllerindendir… “Yaşamın anlamı, amacı nedir? Sanat ve aşkın yaşamda yeri nedir? gibi sorular”[3] ekseninde “ne olduğu” sorusunu yanıtlamanın bir hayli zor olduğu sanat tartışmalı bir alandır. (Kolay mı? “Şiir çevrilemeyense, sanat da anlatılmandır,” der Robert Frost!) Evet her ne kadar Apollon ile bağdaştırılsa ve Apollonik bir duruş olduğundan bahsedilse de, antik Yunan’da tiranların hicvedildiği Dionysos şenliklerinin gösteriler aracılığıyla iktidara karşı toplumsal muhalefet alanlarının en önemlilerinden birini oluşturduğu göz önünde bulundurulduğunda, sanatın Apollon’un temsil ettiği aristokrasiye karşı ortaya çıkmış olması başlı başına bir ironidir. Tanımlanmasının güçlüğü bir yana, neyin sanat olarak adlandırılacağına dair düşünceler de tarih boyunca sürekli değişmiş, bu geniş anlama zaman içinde değişik kısıtlamalar getirilip yeni tanımlar yaratılmıştır. Sanatın “salt estetik haz” mı, yoksa “toplumsal bir araç” mı olduğu “Güzellik, hakikâtin ihtişâmıdır,” diyen Platon’dan beri tartışılır; ve bu tartışma Fransız natüralistlerinin ardından sosyalistlerin sanatlarını ideolojik eksende yapılandırmalarıyla yeniden, şiddetli bir biçimde alevlenir; sanatın ideoloji ve toplum arasında nasıl bir konumda yer aldığı ve alması gerektiği üzerine tartışmalar, sürüp gitmelidir… Melih Gökçek’in “Böyle sanatın içine tüküreyim” dediği Türkiye’de, önemi olmayan “gereksiz” gözüyle bakılan “bir şey” olan sanat; sıklıkla kavram kargaşasına konu olurken; gerçekten de, “Ne sanattır, ne değildir? Kim sanatçıdır, kim değildir?” sorularının yanıtı aciliyet kesbetmektedir. Coğrafyamızda sanat can çekişmektedir, zira kim neyi kime yapıyordur belli değil.


Sayfa 53 “Postmodern Zamanlar”da “artık... geride kaldı…” diye anılmaya başlanılan sanat; ne yazıktır ki, “para ile...” anılıp, “vazgeçilmez konumunu kaybetti.” Yani Jean Baudrillard’ın, “Bugün sanat olarak adlandırdığımız şey sanki yerine koyacak bir şey bulamadığımız bir boşluğa benzemektedir… Çağdaş sanatın iki yüzlülüğü özetle: Zaten beş para etmez bir şeyken beş para etmeyen, anlamsız, saçma sapan bir şey olmayı kendine bir hak olarak görmek; beş para etmez bir şey olmaya çalışmak ve yüzeysel terimler kullanarak yüzeysel bir şey olduğunu iddia etmekten ibarettir… Belki de sanat her şeyin estetik bir nesne olarak sunulabileceği ilkel bir ritüel, evrensel bir kitsch nesne görünümüne bürünerek ortadan kaybolacaktır,” saptamasındaki üzere! “Neden” mi? Gayet basit: Toplumun yozlaşmaya başladığı yerlerde bilinir ki, sanat orada can çekişiyordur. Artık yavaşa yavaş düşünen, hayal eden, üreten özgür bireyler, yok olmaya yüz tutmuştur. Ve “vasat” hâkim olmuştur ortama… Ancak ne aşk, ne hayat, ne isyan ne de tüm bunların toplamı olarak sanat tükenmez ve sanatta “artık” olmaz. Olsa olsa “bu aralar” olur. Sanatta mutlak terakkiden söz edilemez, yeni açılımlar eskilerini tüketemez ve hele hele eskiyle yeni arasında “daha iyi - daha kötü” ilişkisi kesinlikle kurulamaz. SANAT (VE SANATÇI) HAKKINDA SAPTAMALAR “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı… Sanat, insanın kendine oranla yücelmesidir… Sanat zorbalığa karşıdır,” Albert Camus’nün ifade ettiği gibi… “Sanat, baskının ve iktidarın bütüncü karakterine bütüncü bir yabancılaşmayla cevap verir,”[4] vurgusuyla ekler W. Theodor Adorno da: “Her sanat yapıtı işlenmemiş bir suçtur.” “Sanat, çağın duyarlılığı için bir meydan okumadır.” “Sanat daha önce yapılmamış olanı ister, fakat sanatın olduğu her şey daha önce yapılmıştı.” “Sanatın bugünkü görevi, düzene kaos getirmektir.” “-karanlık dönemlerde peki,/ şarkı da söylenecek mi?/ -elbette şarkılar da söylenecek/ belgeleyen karanlık dönemleri,” dizelerinin sahibi Bertolt Brecht’in Nazi Almanya’sındaki şu satırları sanatın ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin özetidir: “İki milyonu gammazcı, seksen milyonu gammazlanan bir ülke olmuş vatanım, yurdum suçlularla dolu, baba oğluna gerçeği söyleyemez, tevkif ederler yoksa. Doktorlar ölüm nedenini gizlemek zorundadır raporlarında, tevkif edilirler yoksa. Okuldaki öğretmen bile tarihi değiştirmek zorundadır. Ya biz ozanlar? Kodesi boylamamak için zararsız mısra ararız. Nereye baksam, yurttaşlarımın ezildiğini, yok edilmek istendiğini görüyorum, ne yapmak istiyor bu zorbalar? Bir takım güzel sözleri yan yana dizmek değildir sanat. İnsanların neler çektiğini bilmeden, onlardan etkilenmeden sanat yapılamaz. Bir ozan olarak insanların dertlerine kulak tıkarsam, kim inanır yazdıklarıma?” Aynı konuda Pablo Neruda da, “Tüm insanlara ışık, adalet ve onur saçacak/ mükemmel şehri kazanacağız!/ Şiir boşuna yazılmış olmayacak,” diye haykırırken ekler Louis Aragon: “Yeni sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren, onları neden gösterdiğini bilen, ‘sanat sanat içindir’den mümkün olduğunca uzak, insana yardımcı olmak, yaşam


Emeğin Sanatı 167. Sayı yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını da hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir.”[5] Tam da bunun için Pablo Picasso der ki “Coşkun zekânın ürettiği estetik bir obje olarak… sanat gerçekleri tanımamıza yardımcı olan bir yalandır.” Tam da bunun için Ernst Fisher der ki: “Sanat, gerçek ama bilinmeyen bir dünyaya egemen olmaya yarayan tılsımlı bir araçtır.” Tam da bunun için Paul Klee der ki: “Sanat görüneni vermez. Onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır.” Tam da bunun için Susan Sontag der ki: “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır.” Tam da bunun için Paul Gauguin der ki, “Art is either plagiarism or revolution/ Sanat ya devrimdir ya da apartmacılıktır.” Özetle ‘Ses Sese Karşı’ başlıklı yapıtında Aldous Huxley’in, Philip Quarles karakterine, “Sanat gereğinden fazla gerçektir. Tam anlamıyla saftır, imbikten süzülmüş su gibi,”[6] diye anlattırdığıdır o… Aristoteles, sanatın bir taklit (mimesis) olduğunu söylerken; “dünya-içi metafizik” demişti F. Nietzsche de sanat için; “Sanat ve yalnız sanat; gerçeğin elinden ölmemizi engelleyecek bir şey varsa o da sanattır,” vurgusuyla. “Yaşamlarımızı sanat eserlerine dönüştürmekten” bahsetmişti Michel Foucault da. “… ‘Sanatın kökeni’, der Hegel, suyun yüzeyini, ‘doğal’ görünüşlerin yüzeyini, yalnızca kendi iradesinin tezahür ettiği yüzeye dönüştürmek için suda taş kaydıran çocuğun jestidir.”[7] “Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat yoktur,” ibaresi kayıtlıdır Goethe’nin ‘Faust’unda da… Her şeyin ötesinde “Fiyatı olmayan şey”dir Jean-Luc Godard’ın işaret ettiği gibi sanat… Veya “İnsanın insanı kendi boyutuna taşımaya çalıştığı şeydir,” Erich W. Hunbeldt’un altını çizdiği üzere… “Dünya güzel olmadığı için sanat vardır… Sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır,” vurgusuyla Andrey Tarkovski’nin betimlediği üzere, “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanlığın gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır.”[8] Evet, evet sanat müthiş bir şeydir. “Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir insanın dünyasını değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası değişen insanların birlikteliği değiştirebilir,” Cansu Fırıncı’nın ifadesiyle![9] Çünkü “Sanat, tıpkı dünya gibi... başına buyruktur, ve insanın dünyayı kavrayışı durmaksızın değişirken dünyanın her zaman aynı kalması gibi... Sanatın da insanların geçici kavramlarından bağımsız kalması gerekir. Böylece sanat özellikle ahlâktan bağımsız kalmalıdır. Çünkü ahlâk, dünya üzerinde ne zaman yeni bir din çıkıp eskisini bir yana itse, sürekli olarak değişir,” Heinrich Heine’in deyişiyle… Ya da “İnsanın bir zamanlar yaşamış olduğu duyguyu, kendinde canlandırdıktan sonra, aynı duyguyu başkalarının da hissedebilmesi için hareket, ses, çizgi, renk veya kelimelerle


Sayfa 55 belirlenen biçimlerle ifade etme ihtiyacından sanat ortaya çıkmıştı” diyen Lev Tolstoy’un altını ısrarla çizdiği üzere: “Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyettir sanat.” İş bu nedenle Server Tanilli’nin ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’ başlıklı yapıtında, “Sanata aşina olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar bizi,” vurgusuyla ekler: “Peki, buradan kalkıp şu paradoksu ciddiye alarak sorabilir miyiz: insanların yaşamı, hatta doğa, sanata mı öykünürler? Sanat, dünyayı hissetme biçimimizi değiştirir ve zenginleştirir hep: başta ressamlardır ki, nesnelerin ya da eylemlerin en basit, en sıradan güzelliklerini görürler ya da tasarlarlar. Böylece ne kadar az figüratif olursa olsun, bizi dünyadan koparmak değil, dünyaya duyarlı kılmak için yapılmıştır sanat. Gündelik gerçeklik, çıkış noktalarımızın, alışkanlıklarımızın ve ihtiyaçlarımızın dışında belirdiği, bir yeni dikkati uyandırdığı andan başlayarak, yükseltici bir rol oynar sanat. Bu arada sanatçıya sağladığı ne sanatın? André Malraux, “Ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır,” diyor. Buradan kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan ve umudunu daha güzel, daha insanca bir dünyaya adamış bir kişiden başka ne olabilir?”[10] Buraya kadar aktardıklarım çerçevesinde İlhan Mimaroğlu ‘Ertesi Günce’ başlıklı yapıtında “Sanat ne işe yarar?” sorusunu şöyle yanıtlar: “İşe yaramaktan ne anlaşıldığına bağlıysa da, sanatın hiçbir işe yaramadığı, hiçbir iş görmediği doğru değildir. Sanat alınır, satılır. Sanat zenginleştirir, yoksullaştırır. Alçaltır, yükseltir. İş buldurur, işsiz bıraktırır. Yüze güldürür, arkadan vurdurur. Kiminin heykelini diktirir, kiminin mezar taşını bile yok eder. Gözyaşları döktürür, kahkahalar attırır, öksürtür, esnetir, uyutur, uyandırır komşuların uykusunu kaçırdığı da olur. Yahnisi, kalyesi, kızartması, buğulaması yapılmazsa da tabak olur, çatal bıçak olur, çanak çömlek olur, peçete olur, masa örtüsü olur, masa olur, iskemle olur. Kalburun üstünde kalıp kalmaması kalburuna bağlıdır. Hayata benzemek istediği olursa da hayatın kendine benzemesini de hoş görür. Politikayla bir yatakta yatmadığı yolundaki söylentiler uydurmadır. Kolesterol ve tansiyon düşürdüğü henüz kesinlikle saptanmamıştır; ama çene düşüklüğüne yol açtığı bir gerçektir. Ölür ya da ölmez. Öldüğünde dirilir ya da dirilmez. Genellikle ölüsü dirisinden daha çok iş görür.”[11] “Ya sanatçı” mı? Bu konuda Panait İstrati’nin ‘Nerrantsula’da der ki: “Bir insan ve bir sanatçı! Hayatta bu çeşit yaratıklara pek mi sık rastlanır? İlkin baştanbaşa bozulmuş bir çevrede dürüst ve erdemli kalmak ne kadar güçtür. Bilirim ki, insan ateş olsa cürmü kadar yer yakar. Hem sanatçı ne demektir? Rastlantının duygularını anlatma gücüyle dünyaya getirdiği bir ayrıcalık, tıpkı dalında ötmek üzere yuvasından uçan bülbül gibi. Bunda bir meziyet görmüyorum. Meziyet diye ben, otuz yıllık bir denemeden sonra usta bir kunduracının elinden çıkmış ayakkabıların eşini, nasıl yapıldığını hiç görmeden yapabilmeye derim. Yok; biz hepimiz, az çok mağrur, çaresiz insanlarız.


Emeğin Sanatı 167. Sayı Ne zaman ki bütün insanlığın derdiyle dertlenirsek, kendi olanaklarımıza göre bunu ifade edersek ve bencilliğimizin sebep olduğu kötülüklerle savaşırsak, ancak o zaman insan ve sanatçı olmaya başlarız: Sanat, bizim kusurlarımıza karşı açılmış bir savaştır.”[12] Attila İlhan’ın, “Toplumsal sanatçı, kalabalığın antenidir, yığınlarla özdeşleşmesi icap eder,” notunu düştüğü O; yani “Sanatçının bilinci yalıtık bir bilinç değildir. Özet özellikleri olan toplumsal bir bilinçtir. Ya da nesnel bir bilinçtir, böyle olmakla tepeden tırnağa tarihseldir.” “Sanatçıyı, sanatı üzerinde üst düzeyde bilinçlendirecek olan da estetikçidir. Sanatı, sanat yapıtını tartışarak sanatçıya yol gösterirler. Değerlendiricisi olmayan sanat yapıtı zamanın ezici gücüne karşı koyamaz. Hatta nesnel zamanda yerini alamaz.”[13] ‘Dorian Gray’in Portresi’ yapıtının önsözünde Oscar Wilde der ki: “Sanatçı, güzel şeylerin yaratıcısıdır… Sanatçı hiçbir zaman umutsuz ve hastalıklı değildir. Sanatçı her şeyi ifade edebilir. Düşünce ve dil sanatçı için, sanatın araçlarıdır… Bütün sanat aynı zamanda hem içsel, hem de görünendir.”[14] SANATIN “NE”LİĞİ Yaratıcılığın sıra dışılığıdır; “beş duyu”nun akışkan ayrı ayrılığıyla geçişken birlikteliğidir. “Ölüme karşı tek yanıt sanattır,” der André Malraux. İnsan(lık) tarafından, insan(lık) için, insan(lık)a rağmen yaratılmış her şeydir. Tutkudur; insan(lar)ın kendini ifadesindeki yaratıcı tarzıdır; çırpınışıdır sanat. Tabulara başkaldırmaktır; bütünü görebilmektir; tarihsel-toplumsal birikimdir. Gör(e)meyen insanların gözü, duy(a)mayanların kulağıdır, çarpan yüreği, düşündüren tutkusudur sanat. Sanat, özgürlüğün kapısını açan anahtar ve hayatı dayanılır kılandır. Sanatta insana özgü derin bir kavrayış gücü, hayatı ve varlığı değerlendirme ve yorumlama özelliği vardır. Yaratıcı hayal gücünden kaynaklanan bir bilgi türüdür. Gerçeğin düşler prizmasında kırılıp yeniden inşasıdır; düşüncelerin estetik hüviyet kazanmasıdır. Gerek sanatın yaratma gücü, gerek buna bağlı olarak estetik duyularının gelişmesi insan emeğinin bir ürünüdür. F. Engels, “İlk çakıl taşının insan eliyle işlenerek bıçak hâline gelmesi için öylesine uzun bir zaman geçmiştir ki bizim tarih diyebildiğimiz zaman bunun yanında önemsiz kalır. Ancak zorunlu adım atılmış, insan eli özgürleşmiştir. Bundan böyle de yeni hünerler kazanacak bu yolla edinilen büyük el yatkınlığı, insan soyundan soyuna geçecek, gittikçe artacaktır. Onun için emeğin sadece bir organı değil ama aynı zamanda da bir ürünüdür el,” diye belirtir sanat ile emek ilişkisini… Ve K. Marx da, “Beş duyunun oluşması şimdiye kadarki dünya tarihinin bir sonucudur,”[15] der… Kolay mı O; bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu var olan insan aklının, yüreğinin bir mahsulüdür. Hayal gücü ile esinlenmenin estetik dışavurumudur; bir iletişim biçimidir; gerçek özgürlüğün realiteye dökülmesidir. Yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi diye tanımlanır tanımlanmasına da; o, dümdüz bir yolda eğri büğrü yürümektir.


Sayfa 57 Tecrübe ve ortak hafızadır (Sanatın tanımı için, tecrübeler ve ortak hafızadan bahsetmek gereklidir!) Düşünmektir; duymaktır. (Yaratılan eğer düşünüp/ duymuyorsa sanat eseri olmaz!) Sanat, sorularla başlayan bir yoldur; sınırları aşmaktır, yıkmak ve kontrolsüz yaratmaktır. Özü hayattır; dünyayı yaşamaya değer kılan önemli öğelerden biridir; güzeli arar, bulur. O olmasaydı, gerçeğin kabalığı katlanılmaz kılardı dünyayı... “Olağan”ın normlarını yıkıp, yeni düşünceleri meşrulaştırmaktır. İnsan için anlamlandıran eylemdir; insan(lık)ın son sığınağıdır. Zulme karşı savaşta en büyük silahtır; küçük kıpkırmızı bir noktadır; o uçsuz bucaksız karanlıkta alabildiğine yoğunlukta parlayan… Sanat kendimizi tanımak ve anlamak için yapabileceğimiz en iyi şeydir. Ya da Paul Klee’nin, “Sanat, eksik olan bir halkı beklemektedir... Henüz eksik olan bir halkı bekleyen, çağıran şeydir sanat...” diye betimlediği… Kuşku yoktur ki sanatı eksiksiz bir şekilde tanımlayabilmek çok güçtür. Çünkü sanat, nesnel dünyanın, insanların bilinçaltına yansıttıkları estetik çözümlemeler ile yakın ilişkilidir ve öznel, göreceli değerlere dayanır. İnsanların bilinçaltında oluşturdukları ve bilinçle kavradıklarının çok değişiklik içermesi, farklı şekillenmesi, kabul görenlerin çeşitliliği kadar sonsuzluk içinde olması, bu tanımları bir noktada bitirememektedir. En basit olarak tanımlamak gerekirse; sanat, estetik endişeler taşıyan biçim oluşturmaktır. Estetik beğeniler, anlayışların değişmesini, toplumsal değişim içinde ele almak zorundayız. Tarih, sınıf çatışması üzerinde hareket eder. Sanat da o toplumun işlevini yansıtır. Sanat gerçekliği, sınıfsal prizmadan yansıtır; ideolojik işlevi buradan gelir. Siyasal anlam yapıtın dokusunda saklıdır. Dolayısıyla bir yapıt sadece ne anlattığıyla değil, nasıl anlattığıyla da önem kazanır. Çok yönlü bir olay olarak sanat ideolojinin estetik hüviyet kazanmış hâlidir. Ve sanat ürünleri toplumsal ilişkilerden doğan olgular ya da olaylardır. Toplumsal ilişkiler insanın doğal yapısı gereği değişir, değişmek zorundadır. Bu ilişkiler farklılaşmaya başladığında doğal olarak insanların estetik beğenileri ve dolayısıyla sanatçıların eserleri de değişir. Belirli bir toplumsal dönemin insanı, hep bu dönemin belirtilerini yaşar ve kendi yaşamı da o doğrultuda olur. Sınıflara bölünmesiyle birlikte sanatın nitelik olarak değişmesini de görürüz. Hangi sınıfa ait ise o sınıfın sanat anlayışı, ya da estetik bakış açısını o sınıf belirler. Hangi ideoloji hâkim ise o ideoloji sanata yön verir. Eğer sanat sömürücü sınıfların çıkarına hizmet edip gerici bir nitelik kazanıyorsa (ki bugün çok barizdir bu) tam tersi de mümkündür. Yani ezilen kitlelere hizmet edip ilerici bir nitelik de kazanabilir. Sanatın toplumsal dönüşümde ve bu dönüşümde mücadeleye büyük katkıları vardır; birçok toplumda belirleyici olmuş ve o mücadeleye kendi alanından destek vermiş, çıkarları aynılaşmıştır. Sanat, kendisi için değildir; toplumsaldır. Yaratıcılığın başladığı yerde var olandır; asla tek kişiye ait olmayandır; muhaliftir; eleştirilerimizde, duruşumuzda, protestolarımızda, üzüntülerimizde, sevinçlerimizdeki yaratıcı eylemdir. “Sanat eseri sınıflı toplum koşullarında yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında yeniden üretilir. Bu koşullarda sanatı sanat yapan, vazgeçilmez kılan söz konusu sanat eserini üreten


Emeğin Sanatı 167. Sayı sanatçının iktidara boyun eğmemesidir! Çünkü sanat boyunduruğu reddeder!” Sanat gerçektir. Somuttur. Cesur, güvenilmez ve taraflıdır. Bizi biz yapan her şeyin aslında sadece kendilerini gerçekleştirdiğini anlatandır. Sanatın -hazır- bir yanıtı yoktur. Aksine sanat yanıtlanması gereken bir sorudur; sıkıntılı durumlarda ortaya çıkar hep. Güzel olan şeylerin bütünüdür. “Gerçek olan güzeldir, güzel olan gerçektir,” deyişinin/ içeriğinin taşıyıcısıdır. Sanat, kısıtlı olan zamandan ve mekândan beslenir. Damarları hayata bağlıdır ve kalıcıdır. Sanat yapıtlarında saklı olan şey, bir duyuşu, düşünceyi, ölümlü boyuttan ölümsüzlüğe doğru olabilen çabayı aktarmaktır. Bazen sanat eserleri, o andaki uygarlık sözcüklerini sonraki kuşaklara ulaştıran tanıklardır. Johann Wolfgang Goethe’nin, “Sanat uzun, hayatımız kısadır,” ifadesi, sanatın sonsuzluk boyutundaki, varlık temeli olan gerçekliğini vurgulamaktadır. Sanat, insanın sonlu yaşamından, evrenin sonsuz yaşamına bıraktığı bir gerçekliktir. Burada insan, görülmeyen ve duyulmayanı ifade edebilmek için, diğer insanların algılamaları için gereken, görülen ve duyulan özellikteki biçimlere başvurur. Düşlenen ve hissedileni, düşlettirmek ve hissettirmek için, gerçek olanlar ile bir bağ oluşturur. Bu sayede iletişim, geçmişten geleceğe doğru biteviye sürer. Jean Paul Richer’ın ifadesi ile “Yasalar zamanlar ve uluslar bütün eserleriyle yıkılıp giderler, yalnız sanatın yıldızları, zamanın ufuklarında sonsuz ışıklar gibi parlar.” Bu sanatın ölümsüz bir hakikâte denk düşmesinden kaynaklanır. Gerçeklikten daha gerçek bir “hakikât”i ortaya koyan sanat yaşadığını hissetmektir; insan sınırsızlığının hülasasıdır; insanî vicdanla var olandır. İnsanı insan yapan değerlerin tümüdür: Sanat nefes almaktır. Var olmanın formudur. Yaratmak ve dışavurmaktır. Yaratıcılık ister, duygu ister, yetenek ister. Nihayetinde yaratma eylemidir. Derindir. Başkasının göremeyip düşündüğünü, görüp dışa vurmaktır. Vicdanla, kalple, beyinle, yetenekle ve çalışmanın verdiği güçle bir şeyler ortaya çıkarmaktır. Nihai kertede ideolojilerin estetize edilmiş hâlidir... Dünyayı değiştirecek bir sınıf için sanatın görevi, büyülemek yerine aydınlatmak, eyleme itmektir. Ancak bu ne denli doğruysa sanatta büyünün payının bütünü ile bir yana bırakılamayacağı o denli doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan çıkar. Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden gerekliyken; insanın estetik algısına hitap eden sanat insanın özgürlüğe kanat çırpışıdır. Gerçekliğin değiştirilebileceğini, denetlenebileceğini gösteren sanatın amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek ve değiştirmenin önünü açmaktır. Yaratıcı zekânın ürünüdür. Aşk gibidir. Nihai kertede sanat her şey içindir. Sanat, köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı hayal etmektir; insanın duygu ve düşüncülerini özgürce ifade edebildiği şeydir. Bir nevi yoktan var etmektir. İnsan hayatını tekdüzelikten kurtaran güçtür. Duyguların, düşüncelerin dışa vurumudur. Sanatta estetik kaygı olmalıdır. Üretilen şeyin birilerine göre güzel olması gerekmektedir. Çirkin bir şey olsa bile bir bu çirkinlik güzel bir yöntemle yapılmış olmalı ve bir ahenk


Sayfa 59 taşımalıdır. Ahenk taşımıyorsa bile içerdiği uyumsuzluk da dahi bir ahenk, bir güzellik olmalıdır. Ayrıca da bir meydan okumadır sanat ve sanat da meydan okuyanları taçlandırmak için vardır. Meselesi olan insanların ellerindeki tek kozdur sanat. Sanat, çağını sorgular, öncü düşünce üretir. Bu düşünceler zaman içinde toplumsal davranışlara yansır. Susan Sontag denemelerini topladığı ‘Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş’ başlıklı yapıtında, “Sanat sadece bir şey hakkında değildir; kendisi de bir şeydir. Sanat yapıtı, yalnızca dünya üzerine bir metin ya da yorum değil, dünyanın içinde bir şeydir,”[16] der. Sanat, dünyaya bakmaktır. Sırf bakmak da değil, baktığını yorumlamak, düşünmek ve anlatmaktır; lisandır; sınırları olmayandır. (Olmamalıdır da!) Soyut duyguları somut hâle getirmektir; insanın olmayana, olmasını istediğine olan açık özlemidir; bu özlem doğrultusunda kendini var etmesidir. Hayatın anlamı, yaşama amacı olarak sanat sokaklarda doğar, kasvetli mekânlarda ölür. Nesnel gerçekliğin insan bilincinde estetik imgeler hâlinde yansıması olan sanat özgürlüğün temsilcisidir; sanatın yasal veya yasal olmayanı yoktur. Tutku ve fedakârlık gerektirir; tutku ve fedakârlık olmazsa sanat da olmaz. Hareketli zamanlarda (savaş zamanlarının kaosu, devrim zamanlarının coşkusu, yıkım zamanları) sanat ve toplum birbiriyle bitişikleşir. Toplum türlü etkilerle sarsıldığında, çözülmeye başladığında, onu birarada tutan yapıştırıcılar etkisini yitirdiğinde, kitleler tek tek bireylere ve umutsuz bireylere dönüştüğünde, sanat yükselmeye başlar ve sanatçının yaratımı ancak böyle bir anda toplumsallaşır. “Sanat, topluma şuur getirir. Sanat, evrensel olabilir. Sınırsız, her türlü dinden ve ırktan bağımsız! Sanat bir silah olabilir, gerçek bir silah…”[17] Bir silah olarak sanatın en önemli görevlerinden birisi şudur: Çağına tanıklık etmek ve çağının vicdanı olmak: Ki bu anlamda Kobanê insanın insanlık karşısında inancını yitirmesi için bir vesile olabilir ancak. Çünkü sanat bir anlamda bireysel düzlemde yaşanan acıların toplumsal dile çevrilmesidir, ama bazen şu da olabilir, kitlesel olarak yaşananın bütün insanlığa haykırılmasıdır! Ve en önemlisi, “Bir kere, muhafazakâr sanat, Marksist sanat, ateist sanat, liberal sanat gibi abuk bir tanım olamaz,”[18] itirazlarına rağmen “muhafazakâr sanat” olmaz, olamaz! MARKSİZM VE SANAT Ama devrimci sanat, Marksist sanat (estetik) olur. Çünkü burjuva ideolojisi sanatı bir araç olarak, egemenliği doğrultusunda kullanırken; buna itiraz için devrimci sanat, aşmak için de Marksist sanat -“olmazsa olmaz”- bir kaçınılmazlıktır. Marksist teoriye göre sanat (ve edebiyat) bir üstyapı kurumu, bir bilinçlilik biçimidir. Bir bilinçlilik biçimi olarak, aynı zamanda kendine özgü bir “bilgi” biçimidir. Çünkü sanat toplumsal bir sorunsaldır. Marksizm’e göre, “sanat” da tıpkı “insan” gibi toplumsal ve tarihsel bir görüngüdür. Yani insanda bir yetenek olarak bulunan güzellik duygusu, estetik algı, kısaca sanat yetisi, aslında insana doğuştan verilmiş bir yetenek değil, insanlık tarihi boyunca hayvandan


Emeğin Sanatı 167. Sayı insana doğru olan gelişim süreci içerisinde, insan etkinliklerinin toplu bir sonucudur. Bu yönüyle doğal olarak sanat, toplumsal ve tarihsel bir görüngü olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumsal ve tarihsel bir görüngü olan “sanat”, Marksizm’e göre iki ana kaynağa dayanmaktadır. “Birinci kaynak, doğayı tanımada bir büyü aracı olmak; ikinci kaynak da, toplumsal yönden insanları aydınlatmak, insanlara toplumsallık bilinci vermek ya da bu bilinci geliştirmek.” Sanat’ın bu iki yönlü kaynağından bazen biri ağır basar, bazen diğeri. Fakat hangisi ağır basarsa bassın, sanatın öncelikli görevi insanları aydınlatmak ve eğitmektir. Toplumu geliştirmeyen ve aydınlatmayan bir sanatın Marksist estetik anlayışına göre, sanat olma özelliği de yoktur. “Marksizm, yalnız büyüleyen ama aydınlatmayan bir sanatı savunmaz. Çünkü böyle bir sanat eylemi, insansallaştırma, toplumsallaştırma niteliğinden yoksun olur ki, bu da sanatın özüne aykırı olur.” Bu açıdan sanat bilgisi dünyaya egemen olmada çok önemli bir mevzi ve güçtür. Marksizm için, insanın toplumsal bir canlı olma özelliği, her zaman, ilk planda gelir. Sanat, yaratı açısından subjektif ve bireysel bir özellik arz ettiği ve birey de toplumsal bir varlık olduğundan, tabiatıyla “sanat da, toplumsal bir varlığın ürünü” olmaktadır. Fakat, insanın toplumsal bir varlık; sanatın da toplumsal bir varlığın ürünü olması, sanat yapıtının bireysel biçimde doğduğu gerçeğini değiştirmez. “Sanatın bireysel biçim içinde doğuşu, onu, bütün öbür canlıların ürünlerinden ayırır. Sanat, insanın, insan emeğinin bir ürünüdür, ama, herhangi bir ürünü değildir.” “Sanat ürünü, elbette ki sanatçının eylem ve etkinliğinin ürünüdür, ama, bu eylem ve etkinlik, daha önce sanatçının kafasında bulunan düşünce ve kurguya katıldığında ancak sanat ürünü meydana gelir.” Marksist estetikte “insan”ın çok önemli bir yeri vardır. Buna göre sanatın merkezinde “insan” vardır. Bu düşünce yalnız sanat alanı için geçerli değildir. Marksist estetiğe göre, güzel ve değerli olan objeler, kendi güzelliklerinden ve değerlerinden değil; insanların o objeye güzellik ve değerlilik kattıklarından güzel ve değerlidir. Yani geçekliğin sanatın objesi olması, onun insana bağımlı olan yönüyle ilgilidir. Buna göre gerçeklik ikiye ayrılmaktadır. Birincisi doğal gerçeklik, diğeri estetik gerçekliktir. “Doğal gerçeklik, insanın dışında, insandan bağımsız olarak var olan gerçekliktir. Buna karşılık, estetik gerçeklik insana dayalı bir gerçekliktir.” “Buradan anlaşıldığı gibi, Marksist estetik için, sanatın objesi olan gerçeklik, insanın dışında insandan bağımsız bir varlık olmayıp, insansal ve toplumsal bir varlıktır.” “Marksizm, düşünme tarihinde şimdiye kadar rastladığımız türden bir materyalizm değildir, tersine, insanı ve insan eylemini varlığın odak noktası yapan tarihsel-insansal bir materyalizmdir, insana ve insan eylemine dayalı, varlığı insan eylemlerinin diyalektik süreci ile açıklamak isteyen hümanist bir materyalizmdir. Bundan ötürü burada bir çelişki söz konusu olmayıp, tersine, böyle bir sonuç, diyalektik materyalizmden mantıksal olarak doğan bir sonuçtur.” “Marksist estetiğe göre, biricik gerçeklik insan gerçekliğidir. Bunun dışında sanat için bir başka gerçeklik alanı yoktur ve olamaz da.” Nihayetinde her sanat yapıtının toplumsal-sınıfsal bir niteliği söz konusudur. Yani toplum


Sayfa 61 sınıfsal yapısıyla sanatı derinden etkiler. Sanatın, içinde bulunduğu zaman, mekân ve toplum tarafından belirlenen bir olgu olarak görülmesi, toplum içindeki hâkim güçlerin, mevcut sanat anlayışını ve sanat ürünlerinin niteliklerini belirlediği gerçeğini ortaya çıkarır. “Egemen sınıfın düşünceleri her dönemde egemen düşüncelerdir, toplumun egemen maddesel gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen tinsel güçtür de. Maddesel üretim için araçlara sahip olan sınıf, bununla tinsel üretim araçlarına sahip olur. Egemen düşünceler, egemen maddesel ilişkilerin ideal ifadesinden başka bir şey değildir. Sanat da bir tinsel ürün olduğuna göre, onda da egemen sınıfın düşüncelerini buluruz.”[19] Tüm bunlar da Georg Lukacs’ın, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği, yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir,”[20] diye formüle ettiğini kaçınılmaz kılar. Burada durup belirtelim: Arif Damar, “Şiir belki de sadece biçimdir, ama çağdaş bilimsel düşünceye varanlar, yeryüzüne, insanlara, yurduna derin, vazgeçilmez bağlarla bağlı olanlar, kendi mutluluğunu, öbür insanlardan ayırmayanlar, nerde olursa olsun, hangi koşullar içinde bulunursa bulunsun bencil yalnızlıklara düşmeyenler, toplumsal gerçekleri yaşamasına geçirenler, kısaca: ‘Issız bir telgrafhane gibi, durmadan sesler alıp sesler verenler, dünyanın memleketin hâli düzelmeden gözüne uyku girmeyenler,”[21] derken; Ahmet Telli de sanattan beklentisini şöyle açıklar: “Mızmız, bireyci, kendini sorgulamayan bir şiiri, salt estetik kaygılar adına yücelten anlayışlarla çatışkımız, aslında dünya görüşü alanındadır… Dünya ile uyumsuzluğumuza yön verecek kavgada, bilimi, sanatı ve politikayı temel aldığımıza göre, bunların özünde var olan değiştirme olgusuna işaret etmek bir sanatçının görevi olmalı. Yani sanata böyle bir işlevi ben vermiyorum, kendisi yükleniyor bunu.”[22] Ahmet Oktay da, toplumcu gerçekçiliğin konusunda tartışılması gereken üç ana kategoriyi şu başlıklar altında toparlar: “i) Öz’ün ve gerçek’in önceliği, ii) Devrimci romantizm ve doğal uzantısı olumlu tip, iii) Partizanlık ya da yan tutarlık.” Buna göre toplumcu gerçekçiliğin öz ve gerçek kavramlarına önem vermesinin nedeni Marksist bilgi kuramının yansıtmacı yorumu, yazını bilginin özel biçimi saymasıdır. Bir şiir ya da roman, son kertede nesnel gerçekliğin bilgisini, özünü açığa vuracaktır. Dolayısıyla yazın, belli bir ideolojinin dışavurumu olmaktadır.[23] İkinci ve üçüncü maddeler birinci maddenin doğal sonucudur. TOPLUMSAL HÂL(İMİZ) VE SANAT(LARI) Buraya kadar üzerinde durduğum sanat, sürdürülemez kapitalizmin dayattığı çürüme ve kaosun orta yerinde, her zamankinden daha da fazla muhtaç olduğumuz vazgeçilemez beşerî bir gereksinimdir! Çünkü “Sanat ruhları sevgiyle donatır… İktidarların çoğu, sevginin düşmanı olmuştur. O nedenle sevgiyi önde tutan doğrular, güzellikler, gerçekler hep yasaklanmıştır. Oysa sevgisizlik insanı ilkelleştirir.”[24] Örnek mi? Fransa’da faşist Ulusal Cephe’li belediye başkanı Fabien Engelmann, Hayange kentinin merkezinde yer alan çeşme şeklindeki sanat eserinin “ucube” olduğunu söyledi. Heykelin önce Ulusal Cephe renklerine boyanmasını istedi, sonra da heykelin sanatçı Alain Milla’ya geri satılması talimatı verdi![25] IX. yüzyıl Arap şairi Ebu Temmam’ın, doğduğu kentte, Şam yakınlarındaki Casim’de


Emeğin Sanatı 167. Sayı ulunan heykeli İslâm[26] köktendincileri tarafından yıkılmıştı. Ardından Ebu Temmam’ın, dünyadan göçtüğü kentte, Musul’da bulunan heykelinin IŞİD militanlarınca parçalandı! Kültür Bakanlığı, “Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) Yasa Tasarısı Taslağı’na Hayır” bildirisine imza atan tüm yöneticilerin görevden alınmasını ya da istifasını istedi! Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü tarafından kurumda tayt giyilmesi yasaklandı. Genelgede getirilen kuralların tüm personel için geçerli olduğu vurgulanırken şöyle denildi: “Kurum içinde sporcu atleti, kolsuz penye, şort, tayt, streç kot, sandalet, terlik, çivi topuklu ayakkabı, abiye vb giyilmeyecek”! İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği, ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyununun orijinal metnindeki “Seninle yatmak istiyorum” ve “Tavşan gibi inlerim” gibi replikler sorun oldu. Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir okuma ekibi Devlet Tiyatrolarının 2014 sezonunda sahneleme kararı aldığı bazı oyunların orijinal metinlerini inceledi. Ekip, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği iki oyunun metinlerinde “küfürlü ve erotik” ifadeler buldu. Buna göre, Kazım Akşar’ın yazıp sahneye koyduğu J. W. Von Goethe’nin alt sınıftan bir kadınla evlenerek taşraya taşınması sürecini anlatan ‘Güneş Batarken Bile Büyük’ oyununda, “Seninle yatmak istiyorum”, “Tavşan gibi inlerim” gibi repliklerin de bulunduğu bölümlerin çıkarılması istendi! Daha neler, neler?! Sanatın/ sanatçının bu zûle maruz bırakıldığı koordinatlarda toplumsal hâl(imiz)de buna uygundur! Ertuğrul Özkök’ün, “Türkiye rahatsız... Türkiye sıkıntılı... Türkiye’de herkes, bir şeylerden korkuyor... Türkiye kendini baskı altında hissediyor...” notunu düştüğü coğrafyamızda hakaret dilinin, nefretin, kutuplaşmanın, mutsuzluğun yayıldığına dikkat çeken Hale Soygazi, “Türkiye’nin içinde bulunduğu tuhaf ve açıklanamaz günler için “Susmamız kabul edilemez, ileride tarihe leke olur sustuklarımız,” derken ekliyor Sinan Genim: “Patlamanın eşiğindeyiz”! İçe dönük, insanı (ve insanî değerleri) çürüten bu “patlama”yla “Kadın cinayetleri aldı başını gidiyor. Şiddet mağdurlarının sayısı da giderek artıyor... Dayak cennetten çıkmadır, öğretmenin vurduğu yerde gül biter, eti senin kemiği benim gibi onlarca atasözümüz var ve sanki hemen hepsi de şiddeti haklı görüyor. Oysa, şiddet, en büyük insanlık suçlarının başında geliyor...”[27] Üç yılda suç oranlarının yüzde 58.20 oranında arttığı Türkiye’de neredeyse her gün insanlar korkunç şekilde öldürülüyor... ‘Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ (OECD) verileri, Türkiye’de 2013 yılında insanların yüzde 5.1’inin fiziksel saldırıya uğradığını gösteriyor ki dünya genelinde bu oranın ortalaması sadece yüzde 4. Bir başka deyişle Türkiye, fiziksel saldırıya uğrama oranlarında OECD’nin araştırma yaptığı 36 ülke arasında 28’inci sırada yer alıyor. Cinayet oranlarında ise Türkiye 36 ülke arasında 30’uncu sırada bulunuyor. Anket katılımı ile sürekli güncellenen numbeo sitesindeki verilere göre ise Türkiye’de 3 yılda suç oranları yüzde 58.20 oranında arttı. Türkiye’de intihar oranları de sürekli yükseliyor. Türkiye Psikiyatri Derneği, Ruh Sağlığı ve Medya Çalışma Birimi Koordinatörü Doç. Dr. Burhanettin Kaya, yaklaşık her 2.5 saatte bir kişinin intihar ettiğini, Türkiye’nin intihar artış hızlarına bakıldığında dünya listesinde en üst sıralarda yer aldığını söylüyor.


Sayfa 63 ‘Türkiye Psikiyatri Derneği’, “Yaşananlar, ruh sağlığımızı tehdit ediyor,” deyip; psikiyatr Kemal Sayar da, ruhsal rahatsızlıkların günümüzde neden hızlı bir tırmanışa geçtiğine dikkat çekerken; Türkiye’nin “sağlık” raporu da ürkütücü: Her üç ölümden ikisi kronik hastalıklardan kaynaklanıyor; kronik hastalığı olanlarda da depresyon yaygın! Kolay mı? Türkiye’de 5 yılda antidepresan ilaç kullanımı yüzde 56 arttı. 2008’de 16 milyon 500 bin 260 kutu 26 milyon antidepresan tüketiminin 2012 sonu itibariyle 25 milyon 958 bin 726 kutuya yükseldi! İyi de aşka, sanata, hayata, isyana yabancılaşan verili tabloda “Ne oluyor” mu? Elif Şafak’ın, ‘La Repubblica’ için kaleme aldığı makalede, “Türkiye’de devlet, her türlü güce sahiptir, vatandaşlar ise hayır. Millet olarak biz, belli bir yetkiye sahip olanlar tarafından tokatlanmaya alışmışız. Ailede, okulda, orduda, yolda, süpermarkette… tokat her yerde,” diye resmettiği ya da Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu’nun deyişiyle, “Toplumun Frankenstein gibi iyi kalpli ama etrafına zarar veren bir canavara dönüştü”ğü tabloda her şey alınıp, satılıyor… “Düşünüyorum, öyleyse varım,” diyen Descartes unutulurken; “Satın alıyorum, öyleyse varım” diyen piyasa kuralı dört yanı kuşatıyor… “Tüketim Toplumu” denilen hâl buyken; aslında tüketilen insan(lık)ın ta kendisi oluyor! “Kafanın dışı jöle; kafanın içi köle”yken![28] Bu durumu, “Para ve iktidar uğruna çırpınmaktan topluca kafayı yemiş hâldeyiz,” biçiminde yorumlayan Tuna Kiremitçi, hiç de haksız sayılmaz! Rıza Sarraf’ın, “Türkiye’ye 25 milyar TL gelir sağladım; cari açığın yüzde 15’ini ben kapattım,” haykırışları eşliğinde yaşananlar, örnekler, insan kirliliğinin arttığını gösteriyor. Yalakalık, ikiyüzlülük, riya, tutarsızlık, yamukluk, çıkarcılık, aşırı övünme, gösterişçilik, ürkeklik, yüksekten atma, düzenbazlık, kişiliksizlik, yolsuzluk; tüm bunlar insan kirliliğinin göstergeleri. Söz konusu kirlilik olgusu, toplumda yanlış algılar, yanlış değer yargıları hatta yoz eğilimler de doğuruyor; Honoré de Balzac’ın, “Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne suç, ne namus, ne de ruh,” saptamasında dikkat çektiği üzere! Bunlar tesadüf değil! Sürdürülemez kapitalizm koşullarında aşksız, sanatsız yabancılaşmış insan(lık) hâl(ler)i… AŞKSIZ, SANATSIZ YABANCILAŞMIŞ İNSAN(LIK) HÂL(LER)İ “Bugün egemen ‘insanî değerler’, önceki üretim tarzlarından tortuları üzerinde, kapitalist gerçek[çi]liğin içinde şekillenmiş, sahiplenmeyi, bireyciliği, sömürüyü, egemenlik bağımlılık ilişkilerini, yoksulluğu, ‘kutsal’ adına katliamı, savaşları onaylayan değer(sizlik)ler”de[29] somutlanırken; kapitalist modernizm, yani modern hayat, insanlığın duygu dünyasını da değiştirmiş. İnsanın duygusal yapısı üzerine araştırma yapan bir grup bilim insanına göre altı temel duygumuza yeni duygular eklenmiş. Evet... “Neşe, üzüntü, öfke, korku, şaşkınlık ve tiksinti” olarak bilinen altı temel duygumuza; “yüceltme, gurur, bencillik ve kafa karışıklığı, vicdan yitimi” gibi durumlar da eklenmiş. Artık devir değişti, modern hayat kimi insani duyguları köreltirken kimi insanlık dışı davranışlara yöneltiyor. İş, para ve çıkar eksenli oluşmuş bu dünya insan ruhunu sıkmakta, yalnızlaştırmaktadır. İnsan ruhu acımasız bir kıskacın pençesinde inlemekte, yüreğini kanatmaktadır.


Emeğin Sanatı 167. Sayı Kolay mı? “Gösteri kendini, hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunar. Gösteri, toplumun bir parçası olarak, özellikle, bütün bakış ve bilinçleri bir araya getiren sektördür. Bu sektör aldatılmış bakışın ve yanlış bilincin yeridir,” vurgusuyla Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’ başlıklı yapıtında öngördüğü üzere, toplum yapısında kültür hem metaların en ünlüsü oldu, karmaşık tüketim ağı içinde iktisadın taşıyıcı unsuru hâline geldi;[30] ki bu da, “kültür endüstrisi” ile sanatın bir gösteriye dönüştüğü meta fetişizmini devreye soktu… Özetle Jean Paul Sartre’ın, “İnsanlar kahramanları oynuyorlar; çünkü korkaklar. Azizleri oynuyorlar; çünkü kötü ruhlular. Suikastçiyi oynuyorlar; çünkü yanıbaşlarındaki komşularını öldürmek için yanıp tutuşuyorlar. İnsanlar oynuyorlar; çünkü doğuştan yalancılar,” diye betimlediği bu tablo hakkında Chuck Palahniuk da şu notları düşer: “Dünya nüfusu arttıkça, insan sayısı azalıyor.” “Bize inandırılan bu gerçek dışı dünyada yaşıyoruz, hiçbir teste tabii tutulmadığımız için neleri kurtarabileceğimiz konusunda hiç bir fikrimiz yok.” “Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız... Hepimiz heba oluyoruz... Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş... Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz... Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz... Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız... Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık... Bizim savaşımız ruhani savaş... Ve bunalımımız kendi hayatlarımız.” “Mobilya satın alırsınız. Kendinize dersiniz ki, bu hayatım boyunca ihtiyaç duyacağım son kanepe. Kanepeyi alırsınız ve sonraki birkaç yıl boyunca, hangi işiniz ters giderse gitsin, en azından kanepe sorununuzu çözmüş olduğunuzu bilirsiniz. Sonra o güzel yuvanızda kısılıp kalırsınız. Bir zamanlar sahip olduğunuz şeyler artık sizin sahibiniz olur.” “Dinleyin sürüngenler; Sizler özel değilsiniz, Sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz, sizler işiniz değilsiniz, sizler paranız kadar değilsiniz, bindiğiniz araba değilsiniz, kredi kartlarınızın limiti değilsiniz, sizler iç çamaşırı değilsiniz, Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz! Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz. Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz.” “Büyük birader bizi gözetlemiyor aslında, şarkı söyleyip dans ediyor. Şapkadan tavşan çıkarma numaraları yapıyor. Büyük birader uyanık olduğunuz her dakika dikkatinizi çekmekle meşgul. Sürekli aklınızın başka yerde olduğundan emin olmak istiyor. Tamamen zapt olduğunuzdan emin olmak istiyor.” Evet, ne yazıktır ki çağımızın, ateşi Olimpos tanrılarından çalıp insanlığa veren Promete’nin çağı değil, ulakların, tercümanların, tüccarların ya da aracı olarak çalışan herkesin tanrısı olan Hermes’in çağı olduğunu söyleyen Michel Serres,[31] haksız değil! Sürdürülemez kapitalist medyanın yarattığı aşksız, sanatsız yabancılaş(tırıl)mış insan(lık)ın iletişim(sizlik) çağındayız artık! Medyanın insanlar arasına girip diyalogu dolayımlaması ve kirletmesini yoğun olarak yaşıyoruz. İktidar tüm iletişim araçlarını ele geçirerek insanların aralarında kuracakları doğrudan ilişkilere müdahale edip yönlendirmeye çalışıyor. Birbirleriyle, yaşamla doğrudan bir ilişki yerini, medya üzerinden dolayımlanmış ilişkilere bırakıyor. Artık biz konuşmuyoruz, düşünmüyoruz; bizim yerimize medya konuşuyor, düşünüyor.


Sayfa 65 “Gölgeler ülkesi”dir artık yaşadığımız coğrafyaya/ dünya! 1860 yılında Alexander Herzen’e yazdığı mektupta Rusya için kullanmıştı bu deyimi: “O bir gölgeler ülkesidir. İçinde canlı insanların aslında yaşamayan karikatürleri dolaşıyor, konuşuyor, görünüşte düşünüyor, deviniyorlar…”[32] Bu tamı tamına öğrenilmiş bir çaresizlik hâlidir! Hal böyleyken de; sanatsız yabancılaş(tırıl)mış insan(lık) için Jean Paul Sartre’ın, “Umutsuzluk; insanlığın kendine karşı hazırlayabileceği suikastlerin en korkuncudur, umutsuzluk manevi bir intihardır,” uyarısı eşliğinde çıkışsızlık büyümektedir! Mesela Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre, dünyada her 40 saniyede bir kişi intihar ediyor. Bu sayı her yıl savaş ve doğal afetlere kurban gidenlerden daha fazla.[33] ÇÖZÜM: AŞK, SANAT, İSYAN

Tüm bunlar böyleyken çözüm: Aşk, sanat, isyanın ait olduğu insan(lık)a yeniden mal edilmesindedir… Bir an düşünün bize şarkılar söylüyorlar, içinde biz yokuz! Bize filmler yapıyorlar, bizsiz! Bize oyunlar sahneliyor, sergiler açıyor, şiirler, romanlar yazıyorlar, hepsi bizden azade, hepsi bizi daha da görünmez kılmak için! Biz kim miyiz? Biz bu dünyanın yoksulları, ezilenleri, sömürülenleriyiz; “halk” denilenleriz… Bizim için sanat ve sanatçı, halktan başka biri değildir. Sanat halkın ürünüydü ve boynumuzdan piyasanın boyunduruğu, sırtımızdan sömürenlerin ağırlığı söküldüğü zaman, yine bütün varlığıyla sadece halkın yani bizim olacaktır. O günler gelecek. Ancak o günler gelsin diye, önce “bu” günlere direnmek, aşkla başkaldırmak gerek. O hâlde zulüm ve yokluk günlerinde açların gözbebeklerine cesurca bakmak ve sokağa çıkmak zorundayız. Sanat ve sanatçı halksa, o da meydanlar, grev çadırları, dağ başları, gecekondu sokakları kadar, onlarla birlikte direnmek, onlarla birlikte başkaldırmak zorundadır. Bunun için Cemal Süreya’nın, “Sevmek, ne uzun kelime./ Derin deniz mavisi”; Şükrü Erbaş’ın, “Seni öpsem,/ gülse bir halk/ seni öpsem,/ yoksulluk utansa verdiği acılardan/ kırılsa her türlü korkunun kanadı,” dizelerinde aşk insanı insan(lık)a maleden cürettir; isyandır; yaratmaktır… Dikkat edin bunların hepsi sanata da mündemiçtir! Leo Buscaglia’nın, “Severek yaşamak, ‘hayat’a karşı, en büyük meydan okumadır”; Spinoza’nın, “Sevginin ölçüsü, ölçüsüz sevmektir”;[34] William Shakespeare’in, “İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar”; W. Goethe’nin, “Evîn, gelek tiştên negengaz pêkanî dike/ Sevgi, imkânsız birçok şeyi mümkün kılar”; Albert Camus’nün, “Sevmenin sınırı olamaz”; Theodor W. Adorno’nun, “Sadece sevgiye tutunacak gücü olan yaşar”; Emma Goldman’ın, “Sevmek, birini bulmak veya kazanmak değil… Bir başkasında kendini bulmaktır”; Nâzım Hikmet Ran’ın, “Sevmek, sevdiğin kişiyle birlikte olmak değildir unutma. Çünkü aşk; ‘onunla yaşamak değil, onu yaşamaktır aslında”; Che Guevara’nın, “Sevgili dediğin…, sana kendin olabilme şansını verendir,” saptamalarıyla betimlenmesi mümkün


Emeğin Sanatı 167. Sayı olan aşkla, tutkuyla sanata sarılma zamanıdır şimdi...

TEMEL DEMİRER NOTL AR [1] 23 Ekim 2014 tarihinde AKA-DER Taksim Şube ve Kültür Merkezi’nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:165, Mart 2015… [2] Nâzım Hikmet. [3] Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. (Ahmet Mithat’tan Ahmet Hamdi Tanpınar’a), İletişim Yay., 20. baskı, 2008. [4] W. Theodor Adorno, Minima Moralia, Çev: Orhan Koçak-Yavuz Erten, Metis Yay., 2. baskı, 2000. [5] “Sanatta toplumdan, toplum sorunlarından kaçma, bunaltı, soyuta (mücerrete) yöneliş, çeşitli kaynaklardan geliyor. Toplumdan kaçma, toplumla karşılıklı duygu ve idrâk bağları kuramamaktan, bunaltı, meydana getirdiğimiz eserlerimizin sanat ve anlatış gücünü yeter bulamamaktan, duygu ve seziş gücümüze, meydana getirdiğimiz eserlerin yetişememesinden… Anlamsızlık, işlediğimiz konuları bütün çabalarımıza rağmen aydınlık manalara, duygu ve düşünceyi okurlara kolayca geçirecek sanat formüllerine ulaştıramamaktan, sağlam sanat formüllerine erişememekten, Plâstik sanatlar aşırı soyuta gitmek ise biraz sanat gücünden yoksun olmaktan, kendimizden büyük sanatçıların dümen suyuna düşmüş bulunmaktan bol bol tembellikten, yalınkatlıktan, kolayca kaçmaktan. Toplum sorunlarından kaçmak ise düpedüz ödleklikten ileri gelir.” (Kemal Tahir, Notlar-2, Bağlam Yay., 1989, s.144.) [6] Aldous Huxley, Ses Sese Karşı, Çev: Mîna Urgan, İletişim Yay., 6. baskı, 2013 [7] Jacques Rancière, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika, Çev: Aziz Ufuk Kılıç, İletişim Yay., 2014. [8] Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman, çev: Füsun Ant, Agora Yay., 2007. [9] Cansu Fırıncı, “Sanat Ürkünçtür!”, http://cansufirinci.wordpress.com/2011/11/25/sanat-urkunctur/ [10] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi, Cumhuriyet Kitapları, 2009. [11] İlhan Mimaroğlu, Ertesi Günce, Pan Kitapevi, 1994. [12] Panait İstrati, Nerrantsula (Sokak Kızı), çev: Faruk Ersöz, Cumhuriyet Yay., 2001. [13] Afşar Timuçin, Estetik, İnsancıl Yay., 1998, s.7-8. [14] Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 2003. [15] Karl Marx-Friedrich Engels-Vladimir İ. Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev: Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yay., 1996, s.11. [16] Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, çev: Müge Gürsoy Sökmen-Yurdanur Salman, Metis Yay., 2000. [17] Mısra Belge-Melike Futtu, “Sokağa Her Şeyi Göze Alarak Çıkıyoruz”, Evrensel, 29 Temmuz 2014, s.12. [18] “Sanat, Azınlık Egosu Değil, Bir Devrimdir”, 3 Mayıs 2012… http://www.yirmidorthaber.com/yazar/Sanat_azinlik_egosu_degil_bir_devrimdir/haber-562871 [19] İsmail Tunalı, Marksist Estetik, Altın Kitaplar Yay., 1976, s. 134-135-98-99-45-47-50-241. [20] Georg Lukacs, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, çev: Cevat Çapan, Payel Yay., 2000. [21] “Kırkıncı Sanat Yılında Arif Damar’la Söyleşi”, Konuşan: Bedirhan Toprak”, Varlık, No:916, 1984, s.8-9. [22] “Ahmet Telli: Bir Kavga Sanatı, Bir Yaşam Tarzı Olarak Şiir”, Konuşan: Mustafa Sercan, Varlık, No:939, 1985, s.4-6. [23] Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, İthaki Yay., 2008, s.133 [24] Mısra Belge, “Adnan Binyazar: Sanat Ruhları Sevgiyle Donatır”, Evrensel, 14 Eylül 2014, s.9. [25] “Sosyalistin Sanatı, Sağcının Çenesini Yorarmış”, Taraf, 31 Temmuz 2014, s.13. [26] “İslâmî sanat” mı? Bakın ne der, onu imanın emrine veren Ömer Lekesiz: “İslâm zihniyet ve kültüründe ‘güzellik’ hayatın, insan hâl ve fiillerinin tümüne yayıldığı için, ‘hâle bağlı bir fiil’ olması bakımından sanatı da kendi içine çeker. Bu yanıyla güzellik, sanata mahsus (özel) bir nazariyatı hak etmez, zihniyet planında Kelam’ın, kültür (adetler, alışkanlar, toplumsal, kanaatler, davranışlar vb.) planında İslâm Hukuku’nun ona ilişkin verisi ne ise ona göre bir değer yüklenir. Diğer bir söyleyişle Şeriat, mükellefin fiillerinin Allah’ın ve Peygamberi’nin emirleri doğrultusunda şekillenmesi manasında, sanatı da mükellefin fiillerinden bir fiil olması bakımından içkindir. Bu bağlamda sanat, metafiziğe ve ahlâka dahil olan eşyanın hakikâtine uygun düşünme, sevgi, iyilik, yardımlaşma, iyi nasihat, güzel tavsiye vb. gibi hususlarla eşitlenmiş olarak ‘güzellik’ bağıyla varlık alanına çıkar. (…) Bu bağlamda sanatın değeri, sınırını söz konusu zorunluluğun belirlediği sadece ‘iyi kul’ olma değil ‘daha iyi kul’ olma arzu ve gayretinin bir sonucudur.” (Ömer Lekesiz, “Sanat, Güzellik ve Kulluk”, Yeni Şafak, 17 Ağustos 2014, s.7.) [27] Abbas Güçlü, “Şiddet, Kin, Öfke, Aldı Başını Gidiyor, Peki Nereye Kadar?”, Milliyet, 4 Haziran 2014, s.22. [28] Erdal Atabek, “Kafanın Dışı Jöle”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2012, s.4. [29] Ergin Yıldızoğlu, “Biraz da İnsanlığın Geleceği...”, Cumhuriyet, 16 Temmuz 2014, s.4. [30] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Çev: Ayşen Ekmekçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yay., 1996. [31] M. Zournazi, Umut, Değişim İçin Felsefeler, Çev: Uygar Abacı, Literatür Yay., 2004. [32] Rahmi Öğdül, “Gölgeler Ülkesinde Melekler”, Birgün, 19 Aralık 2013, s.17. [33] “40 Saniyede Bir Bulaşıyor”, Cumhuriyet, 5 Eylül 2014, s.18. [34] Spinoza, Etica, Çev: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, 2011.


Sayfa

MAHZUN Serin şimdi geceler serin uzun geceler İnceldikçe incelir zorlaşır bilmeceler Artık ne söz tamamdır ne de tamdır heceler Gönül akıla külhan sırrımız külde mahzun Enkazında abide külünde yeni ateş Zindanında daim nur gecesi bile güneş Bir dert ki bilmez onu ne arkadaş ne de eş Aşk odu kalbe gîran kalbimiz gülde mahzun Seyrederiz alemi üstümüzde O nazar O'nu kimimiz okur kimimiz O'nu yazar Ömür denen sermaye tükenir azar azar Ölmeden ölmemişsen olma sen gel de mahzun Gölgeler ve cesetler durmaklar yürümekler Saat kamus harita beynimde engerekler Ben isyanda yastayken secdede hep melekler Alnımda kum tanesi ateşim çölde mahzun Sudur hayatın özü suda varlık güncesi Suya düşer her ne var ati mazi öncesi Su ki yalan dünyanın o ukba penceresi Sular da esir burda denizde gölde mahzun Niceler şiir söyler gamın döker kağıda Niceler kahır çeker uyak verir ağıda Şu kelam meyvesinin bahçesi de bağı da Ol sevgiliden taraf esen bir yelde mahzun

ŞÜKRÜ ÖZMEN

67


Emeğin Sanatı 167. Sayı

YEL İZİNDE Çık sokağa bak gökyüzüne Karanlığı delen özgürlük mavide Bir bulutun üzerinde Bizli sevgi dolaşıyor şehrinde

Çık sokağa bak gökyüzüne Karanlığı delen özgürlük mavide Bir bulutun üzerinde Bizli sevgi dolaşıyor şehrinde

Kim bilir belki hep birlikte Yarın daha güzel olur Mutlu seven bir yüz Bizli günü güneşle karşılar olur

Kim bilir belki hep birlikte Yarın daha güzel olur Mutlu seven bir yüz Bizli günü güneşle karşılar olur

Bahar geliyor Toprak uyanışında Su çağlayışında Güneş gülümseyecek yine Kuş cıvıltılarıyla

Bahar geliyor Toprak uyanışında Su çağlayışında Güneş gülümseyecek yine Kuş cıvıltılarıyla

VEDAT KOPARAN


Sayfa 69

Savcı Mehmet Kiraz, Şafak, Bahtiyar, Elif… Ve Dün, Bugün, Yarın…

Vildan SEVİL

Ailemizi kuşatan hastalıklar zincirini kırmaya çalışırken susmanın verdiği asabiyet eşliğinde, yazıdan uzak bir zaman dilimi akıp gitti yine. Sonuncusu tuz biber ekti. İki haftadan fazla süren, artçı sarsıntı-ları devam eden, paçavra hastalığı da denen şu grip salgını aşılara karşın her yıl beni de ziyaret eder. Bu kez fazla salladı. Gençlikten olsa gerek. Yalnızca öksürük aksırık nöbetleriyle bölünen, çeçe sineği ısırmış gibi sürekli bir uyku hali. Baş dönmeleri, aşırı halsizlik… Sersemleşmiş, sanki samanla doldurulmuş bir kafa… Griptir, ülkemizde bu yıl, 51 kişiyi çekip götürse de geçip gidiyor. Beni korkutan, öyle kırk elli kişiyle sınırla kalmayacak, hızla yayılan başka salgınlar. Tüm topluma bulaştırılması amaçlanan, insanları yılgınlığa iten, korkuya boğan, kin, nefret, öfke biriktirerek üreyen ya da toplum mühendislerince laboratuvarlarda özene bezene üretilmiş, kanlı olaylara neden olan virüslerin yarattığı salgınlar… Yandaş medya, yandaş kamu görevlisi, yandaş güvenlik gücü, yandaş esnaf, yandaş işçi köylü, yandaş eğitim, yandaş hukuk, yandaş din kardeşi derkeeennn… Tüm toplumu yandaş katil, yandaş şehit üreten bir fabrikaya dönüştüren bir sürece hızlı giriş… Görülmemiş olaylar… Tüm ülkede, ancak savaş durumunda olabilecek, pek çok şaibeyi barındıran, yetkililerce bir türlü akla yatkın açıklama yapılmayan/yapılamayan elektrik kesintisi… Toplumun en örgütlü kesimi, futbol taraftarlarını teröre çekmeye yönelik provokasyonlar… Berkin Elvan’ın katillerinin açıklanmasını isteyen, yirmili yaşlarda iki gencin elini kolunu sallayarak Çağlayan Adliyesine girişi… Berkin Elvan cinayetinin faillerini ortaya çıkarmaya samimiyetle çalıştığı söylenilen Mehmet Selim Kiraz’ın, yani hukuka saygısını korumasını başarmış nesli tükenen insanlardan biri olduğu bildirilen korumasız savcının rehin alınışı ve olay duyulduğu anda yürüttüğümüz tahminin doğrulanışı… Kurtarılma olası varken 5 kurşunla mı, on kurşunla mı işlendiği, hangi silahlardan çıktığı hâlâ resmi olarak açıklanamayan, sayısız sorunun karanlıkta kaldığı bir cinayet ve rehin


Emeğin Sanatı 167. Sayı alma olayını gerçekleştiren yirmili yaşlardaki gençlerin savcıyla birlikte trajik ölümü. Merhum savcının taziye evinin önünde bindirilmiş kıtalar tarafından işgali ve bir lideri protesto, diğerini alkışlayan mitingleri… Akıl alır gibi değil ama gerçek ne yazık ki: Dokuz saat görüşüp de devletin savcısını kurtaramayan güvenlik güçlerinin, devlet katında kutlanması… (Aklımıza nasıl mukayyet olacağımızı, birileri öğretmeli bize) Genç bir kadının Emniyet Müdürlüğü önündeki intihar saldırısı… Oğlu öldürülmüş babanın linç edilmesi, kan revan içinde bırakılması… Öldürülen diğer gencin cenaze evine, güvenlik güçlerinin gözü önünde yapılan linç amaçlı saldırılar… Sosyal medyada ise, coğrafyamızda süregiden halkları birbirine kırdırma istemini, politikalarını hiç düşünmeden, adeta onlara hizmet edercesine yazılıp çizilen nefret ya da ölümü kutsama yazıları… Ve gerçekleri görenlerin yılgın, korku dolu suskunluğu… Teröristler öldürüldü diye zil çalıp oynayanlar, fırsat bilip tüm sola tehdit yağdıranlar, mezhep ve etnik çatışmayı körükleyen bir yanda. Savcıyı rehin alıp bu karanlık eylemde onunla birlikte canlarından olan o yirmili yaşlardaki çocukların gerçekleştirdiği eylemin kime ne yarar veya zarar sağladığı düşünülmeden kutsanması diğer yanda… Hem de dünyada ve ülkemizde sayısız örneği yaşanmışken, nice özverili genç yitirilmişken ölümlü eylemi kutsamak… Bilim ve akılla yoğrulmamış, körü körüne her türlü inancın; inananların beklentilerinin değil de o insanların yok edilmesine yaradığı onca deneyimimiz varken hem de… Ve elbette, böyle durumlarda her zamanki gibi ardından pek çok gencin tutuklanmasını getiren operasyonlar… Gel gör ki nedense acılı ailelere, o cenaze evine, o en insani ve en büyük acıya, evlat acısına bile sahip çıkamama aczi… “Sahip çıkamayacağım eyleme, paylaşmayı beceremeyeceğim acıya başka gençleri özendirme, yüreklendirme hakkını nereden buluyorum?” sorusundan nasıl da uzak, nasıl endişe verici bir kutlama-kutsama halidir bu, anlamak mümkün mü? İçeri alınan çocukları çıktıklarında bekleyen seçenekleri de sıralayalım mı? Ya korku, yılgınlık, sinmişlik, dünyadan elini eteğini çekmişlik… Ya çözülme, itirafçı, muhbir olarak salıverilme… Ya daha bilenerek, hınçla çıkma… Ya da örgüt içi, örgüt dışı cezalandırma, bir nedenle kim vurduya gitme. Genç kuşaklar değil ama bizler bunlara tanık olmadık mı? Sonuç; en kanlı, en büyük teröristlerin gizlenmesi, arttırılan baskı yöntemleriyle, şiddetle yığınların sindirilmesi. Sömürünün, talanın, vurgunun, her türlü ahlaksızlığın, yolsuzluğun, yalanın, cinayetlerin kanıksatılması. Çeşitli şehadet mertebeleri sunularak yürütülen kanlı, iğrenç bir sistem. Emperyalist politikalara bağlanmış, onlardan güç alan, kire bulanmış iktidar koltuklarının sevdası uğruna, ekonomik ve politik çıkarlar uğruna Arap ülkelerinde, tüm Ortadoğu’da kol gezen vahşete, kırıma, kıyıma ülkemizden çıkarılan bir davetiye değil midir bu olaylar zinciri? Ey vatan, millet, bayrak, din iman adına yüreğinize doldurulan kini, nefreti ağzınız köpürerek haykıran, gerçek teröristleri göremeyip yaşıtınız gençlerin katlinden sevinç duyanlar!


Sayfa 71 Ey eylemi kutlayıp yirmili yaşlarda katledilen yoksul çocukları kutsayarak teşvik edenler! Berkin Elvan’ın annesiyle babasının hepinize yaptığı çağrıyı, son açıklamalarını okuyun lütfen! Dayanılmaz acının, elemin yakıp kavurduğu o çığlığı duymalı herkes. (http://berkinelvan.blogspot.com.tr/2015/04/ailemizin-son-acklamasdr.html) Yetiştiği sosyal, ekonomik, kültürel yapıya ve çevreye göre biçimlenen çeşitli düşünce ve inançlar uğruna yine birbirini mi kıracak gençlerimiz? Evet hep gençler… Taraflar ayrı ama ölenler, öldürülenler hep yoksul gençler… O heyecanlı, isyankâr ruhlar! Askerde, dağda, kentte, kırda katledilen, birbirine kırdırılan hep gençler, hep gençler… Ege Üniversitesinde katledilen ülkücü Fırat Çakıroğlu öldürüldüğünde sosyal medyada bu temayı vurgulayan bir şeyler yazmıştım. Olay sıcaktı ve katil zanlısı henüz bilinmiyordu. Ne fark ederdi ki benim için. Ölen de öldüren de gençti ve onların birbirini düşman bilmesinde en son suçlanacak kişiydi o gençler, ilahlara sunulan kurbanlardı onlar bana göre. Fırat’ın bir öğretmen çocuğu ve cinayet zanlısının, 14 çocuklu, Çataklı yoksul bir çiftçi olan Serno ailesinin dördüncü çocuğu üniversiteli Nurullah Serno olduğunu sonra öğrendim. Nurullah, annesine telefonda okulda çok baskı gördüklerini söylemiş. Annesi de “Aman sen karışma oğul, okulu bitirip gel. Ben seni okumaya gönderdim” dermiş. Bu yayınım üzerine, fanatik mahallelilerden salvo ateşi başladı hemen. Vatansever ülkücüyle PKK’lıyı nasıl bir tutardım? (Vatan, bayrak tanımaz komünisttim) Ya da ezilen halkın baskı gören çocuğuyla bir faşisti nasıl bir tutardım? Gizli Kürt düşmanıydım. Ben, savaşlarda, çatışmalarda, siyasal cinayetlerde vurulan gençlerin katlinde ve kendini satmamış, dürüst yetişkinlerin, dürüst görevlilerin, aydınların katlinde silahı satan, veren elleri, amaçlanan oyunları görüyorum yalnızca. Makt ulleri ise yalnızca oğlum, kızım, dostum, arkadaşım olarak görüyorum. Ne yapayım, elimde değil. Kimilerine göre ideolojim devreden çıkıyor ya da savunduğum ideolojiye hiç yakışmıyordum. Kimilerine göre, tastamam dünya görüşümün insanıyım. Kimilerine göre de ağzımla kuş tutsam işe yaramazın tekiyim zaten. Anlayacağınız bu mahallelerde yer bulamaz biriyim. Ne yapalım benim aklım, yüreğim böyle söylüyor, yalnız onlara biat etme gibi kötü bir huyum var ve en kötüsü de susamıyorum. Kim ne derse desin… Umurumda değil. Dedik ya grip ufak zayiatlarla gelir geçer ama bu salgın vebadan beter ve etnik, dinsel, mezhepsel, şoven belirtilerle ortaya çıkıp yayılıyor. Öfke, kin, nefret, düşmanlık, linç, kan, ölüm saçan bir virüs dolaşıyor coğrafyamızda. 2004’ten beri 18 yaşından küçük tam 212 çocuğun siyasal olaylarda katledilişi, Uludere,/Roboski, Reyhanlı, Güneydoğu’daki 6-7 Ekim olayları, siyasal görülmese de toplumsal bir cinnetin, kadın cinayetlerinin artışı, üniversitelerde başlayan şimdilik ufak tefek çatışmalar ve diğerleri… Sıkıyönetim ilanları, büyüklerimize açılan, çocukların bile sanık olduğu sayısız hakaret davaları, “Gözünün üstünde kaşın var, yürü karakola” yasaları ve torbalara tıkılan nice antidemokratik yasa, halkı daha da yoksullaştıran ekonomik kararlar… Ve biriken hoşnutsuzluğu, öfkeyi bastırmanın akıl almaz yöntemleri… Bu yöntemlerle gelen cinayetler… Ey bütün mahallelerin salvocuları! Ağzınıza geleni söyleyin, sövüp sayın. Ama ben sizden anlamanızı dileyeceğim yine de… Geçmişte çok yaralandık, çok acı çektik. Son yıllarda ise Gezi eylemleri ve sonrasında


Emeğin Sanatı 167. Sayı

katledilen o güzelim gençlerin açtığı iyileşmez yara, duyduğum acı, şimdi de Berkin’in katillerini cezalandırmak isteyen Savcı Mehmet Kiraz, onu rehin alan Şafak Yayla, Bahtiyar Doğruyol, canlı bomba Elif Karsen, Çataklı Nurullah, ülkücü Fırat ve Burakla ve sürekli deşiliyor, daha da derinleşiyor. Bu salgın daha önce de kırıp geçirdi, tertemiz pırıl pırıl yoksul gençlerimizi. Ve gele gele ortaçağın alaca karanlığına geldik. Koyu karanlık bastırmak üzere. Az kaldı. Çok az kaldı.

VİLDAN SEVİL 06.04.2015

YAZARLARIN DİLİNDEN ELEŞTİRİ VE ELEŞTİRMEN Eleştirmeci dediğin insanın gayesi yermek değil, bulmak, keşfetmektir. SAİT FAİK ABASIYANIK Eleştiriye bağlılık insan saygısının bir açınımıdır ve insan saygısı taşıyan biri hem eleştirmekten, hem eleştirmekten korkmayacaktır. AFŞAR TİMUÇİN Sanat bir kurmadır, eleştiriyse bir çözümleme. ASIM BEZİRCİ Eleştirmen kişisel bir beğeninin değil, beğeninin tarihsel gelişiminin denetiminde yürür. BEDRETTİN CÖMERT Edebiyat eleştirisinin başlıca amacı, belli bir sanat eserini meydana getiren gerçekteki olayların açıklanmasıdır. DOBROLYUBOV Eleştiri sanatın düzenleyicisidir. Eleştiri olmaksızın sanatı sahte sanatın boyunduruğundan kurtarmak olanaksızdır. DİMİTİR LİHAÇOV Akvaryumu dışardan görebilmek için en iyisi balık olmamaktır. ANDRE MALRAUX Edebiyat eleştirmeninin ilk işi, incelediği eserin toplumbilimsel karşılığını göstermektir. GEORGE PLEHANOV


FİRKAT Mevkuf bir güvercinsin meydanlarda anlat! Kaç yabani güvercine gardiyan azaplarla Kelepçeyle tahakkümle vukuf etti tevkifat Artık bana yasak dinamit kasıklarla Kasık kasık Alev alıp kasırgalarda azap! çünkü yasadışı kılındı cephane cephelerde Partizan raconlarla ulumayla infilak! illegaldi orda militan pankartlarla; Yabani hayvanların vahşetiyle çıldırmak bilirim bir sarsıntıyı uyarır yeraltında bu yer kabugunu sarsan anarşistce tufanlar bu buyurgan infilağın korkunç tahribatından partizan gövdemiz sağ Çıkamaz… Saçak altlarından kasırgayla fışkıran Demirden pervazlarda alkış kopartan güvercinler bile infilağı susturmaz; sahaflar pasajında saçkıran çınarların tomurcuklu hormonal yaprakları altında esnaflar yeryüzünü makreme sakallarla süpürürken çığlıklarla makberi yeraltına, sen el bombası pimini çıldırtıp çeker gibi, mekanizma tetikleyen fünye sıyırır gibi; partizan ellerimden ellerini çek bırak! O an süpernova şiddetiyle köpük köpük patlarım sen mecalsiz ellerimi ah bir kere bıraksan! Zaten yangın meydanında Gürültüyle asfaltı panzerler geçer yalar Yalar geçer panzerler coplanmış dudakları Elektrik sıçratan şimşekli yıldırımlar Militan cüsselerin örslerini balyozlar Dikenli telle yırtılır damarı meydanların Tel örgüler çekilir yüreklere partizan Yüklenir paryaların sırtına yalçın dağlar Dumanlar fışkırtan bu yalaz yangınlarında dinamit patlamalar kışkırtır bu meydanlar Zulmetli yangınlarda kıvılcımlar sıçratan İnfilaktir öpüşmemiz militan feryatlarla Artık bize firkati muştular bu çığlıklar darbeci depremlerin kanuni buyruğunda Fabrikasyon kanunlarla halvetler bize yasak Çelik yelek Panzerlerin tahakküm krallıgında yürürlükten kaldırıldı anarşist el tutuşmak duman duman yangınların rahminde boğulsak da katlimin müsebbibi yalnız ama yalnızca bombasından pim sıyıran tahribatçı bir firkat!

OĞUZ ATEŞOĞLU

Sayfa

73


Emeğin Sanatı 167. Sayı

DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” Şairin bir yanı ırmaktır Bir yanı seferi Kendini üryan bırakır da Cem-i cümleyi giyindirir Kibir ve küfür utanır azizliğinden ENGİN TURGUT

Şiir havali bir tabancadır Kimseyi öldürmez Zehirli havayı arıtır Dünyanı değiştirme pahasına da olsa. CAN YÜCEL O ki bardağa dökülen şaraptır (Bal yoğunluğundadır, sıcaktır, ışıktır). CAHİTKÜLEBİ

herhangi bir anında yaşamın dünyanın bütün fotoğrafları, bütün resimleri ve en güzel türküleridir şiir. ses İSMAİL GENÇTÜRK sesteki tını bak işte o, çok önemli: Bir şiir, gergin pazar sessizliği kentin a'dan sonra u, u'dan sonra a. yüreğiyle yarışamayan gövde SABAHATTİN KUDRET AKSAL ölüm için yaratılmış bir hayvan ÖZDEMİR İNCE Her gün böyle gelip dünyadaki yerini alıyor. Şiir üzümün güneşidir, elmanın kurdu.

'Zor olan, diyor, şiirin hayatını yaşamaktır. Yazmak sonra gelir hep.' Bir bardak su ister Gibi kolay çıkıyor bu sözler ağzından.

İLHAN BERK

Böğürtlenlerin tozudur şiir. Ozanların devleti yok, ÜLKÜ TAMER dünyanın bütün enlemlerine uzanır Onların ülkesi. Şiir sızlanmaz, haykırır LİÇEZAR ELENKOV Ama sızlayan yanını da Bir şairin yakındığımız yanı Duyar insanın içindeki ya dilidir, ALİ YÜCE ya dilsizliği. BEHÇET NECATİGİL Şiire girecektir. Her şey, yapay ve kurgusal olmayan Gerçek bir insan yüzü, gerçek bir doğa, gerçek bir toplum yansımalıdır anlattıklarından ATAOL BEHRAMOĞLU

DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR


Sayfa 75

YAŞAM VE SANATTA

1 AYIN İZDÜŞÜMÜ NOBEL ÖDÜLLÜ ROMAN YAZARI GÜNTER GRASS, 87 YAŞINDA HAYATINI KAYBETTİ… Polonya'ya bağlı olan Danzig kentinde dünyaya gelen Alman yazar Grass, Almanya'nın Lübeck kentindeki bir hastanede hayatını kaybetti. Oyun yazarlığını da sanat yaşamına sığdırmış olan Grass, 1999 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştı. 1959'da yayımlanan "Teneke Trampet" romanıyla dünya çapında ün kazanan Grass'ın aralarında "Kedi ve Fare" ve "Köpek Yılları"nın da bulunduğu birçok eseri de milyonlarca okura ulaştı. Grass’ın, 2012'de İsrail'in bölgedeki politikalarını eleştirdiği "Was gesagt werden muss" (Söylenmesi gereken. söylenmeli) adlı şiiri sebebiyle İsrail’e girişi yasaklanmıştı. SÖYLENMESİ GEREKEN ŞEY SÖYLENMELİ (*)

Neden sessizim ben, Çok uzun zamandır saklıyorum Açıkça ortada olanı Ve plan oyunlarında denenmiş Sonunda geride kalanlar olarak, En iyi dipnotlar olacağımız gerçeği.


Emeğin Sanatı 167. Sayı İlk darbe için hak iddia ediliyor Organize yönetilen tezahürat ile Zorbalar tarafından boyun eğdirilmiş İran halkı yeryüzünden silinebilir Çünkü inşaat alanında Bir atom bombası olduğu tahmin ediliyor.

Yasaklar beni, Ben ona bağlıyım Ve bağlı kalmak isterim.

Yaşlanmış ve son mürekkebimle, Şimdi neden söylüyorum ilk defa, Nükleer silahlı İsrail Ama neden kendi kendime yasaklıyorum, Zaten kırılgan olan dünya barışını Diğer ülkeleri onun ismiyle adlandırmayı, Tehdit ediyor mu? Yıllardan beri -gizlenen sır olsa daÇünkü söylenmesi gerekiyordu, Giderek büyüyen nükleer gücünü kullanabilir Yarın çok geç olabilirdi Ama kontrol dışı, Çünkü biz Almanlar olarak Hiçbir test onun sınırlarına Yeteri kadar suç yüklüyüz Erişemediği için mi? Yeni bir suça aracı olabilirdik. Ve hiçbir mazeretin Bu gerçek karşısında Bizim suçumuzu silemeyeceği Benim öz sessizliğime itaat eden Öngörülebiliyordu. Genel bir sükut hissediyorum Baskıcı bir yalan Ve ilave edeyim: artık susmayacağım Ve ceza sunan bir engelleme olarak… Çünkü batının iki yüzlülüğünden Bedelini ödeyemeyiz, dikkat: Artık yoruldum, Anti-semitizm yargısı yaygındır. Ayrıca umuyorum ki, Pek çok insan Ama şimdi, ilk baştan beri Sessizlikten kurtulmayı, Benzersiz ve özel suçlara sahip olan Belirgin bir tehlike nedeni olan Benim ülkem, Şiddete çağrıdan vazgeçilmesini Zaman zaman aranacak Ve israil’in nükleer potansiyelinin Ve konuşulmak istenecektir Bedelsiz, sınırsız ve sürekli Sırayla ve tamamen ticari olarak Kontrol edilmesini isteyecektir. Hızlı bir şekilde söylersek, Ve iran’ın nükleer tesisleri Biz buna “tazminat” diyoruz Uluslararası bir organ ve Adresleme özelliğine sahip Her iki ülkenin hükümetleri tarafından Başka bir denizaltı teslim edilmeli İsrail’e, Denetlenecektir. Her şeyi yok eden savaş başlıkları ki, Tek bir atom bombasının var olduğu bile Ancak o zaman hepsi; İspatlanamamış o yeri vurabilsin. İsrailliler, filistinliler ve daha fazlası, Ama korkutucu bir kanıt istiyor. İşgal altındaki bu bölgede yüz yüze Söylenmesi gereken neyse düşman yaşayan, Onu söyleyeceğim Çılgınlık tarafından işgal edilmiş bütün insanlara Bugüne kadar neden sustum? Ve sonunda bize de yardım etmeye, Çünkü demiştim, zaten bir suç lekesiyle Bir çıkış yolu bulacaklar... Yaralı olan benim kökenim, İsrail hakkındaki gerçekleri söylemeye


Sayfa 77

ZAMANI GEÇMEYEN YAZAR EDUARDO GALEANO SONSUZLUĞA YÜRÜDÜ… Eduardo Galeano Latin Amerika’nın kesik damarlarıydı. Latin Amerika’nın türküleri, nehirleri, kanlı sokakları, çiçek açmış tropik ormanları, ağlayan çocukları, gülen sevdalılarıydı. Baskıya, zulme, işkenceye ve yasağa direnendi. Askeri Yönetimleri rezil edendi. Tek adamların iştahına, zorbanın şehvetine, iktidar tutkunlarının aptallığına meydan okuyandı. Yeryüzünün vicdanıydı. Türkiye onu “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” adlı kitabından tanıdı. Hemen ardından Savaşın ve Aşkın Gece ve Gündüzleri” .. 70’li yıllarda çıkmıştı bunlar (Alan yayınları) ve 2 Eylül’ün faşist sansürcü baskıcı dönemlerinde her iki kitap da bizim ilacımızdı. Sonra 3 ciltlik “Ateş Anıları” ve “Kucaklaşmanın Kitabı”( Can Yayınları) ve o muhteşem”, “Biz Hayır Diyoruz”( Metis), “Aynalar” ( Sel yayıncılık...) Eduardo Galeano, okuru Latin Amerika ülkelerinin doğası, tarihi, coğrafyası dünü ve bugünü arasında bir daha bellekleri ve yüreklen terk etmeyecek bir yolculuğa çıkarıyordu ...Ama aynı zamanda eşitsizlik, sömürü, baskı, despot totaliter rejimler ve emperyalist dünyanın ikiyüzlülükler, yalanları arsasında da... Anımsayabilirsiniz, bu kitabı Hugo Chaves, Obama’ya”Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nı hediye etmişti, okusun da Latin Amerika’nin çilekeş halini anlasın diye. Eduardo Galeano, Tupamaro sempatizanıydı. Yazdığı için, yazıları için tutuklandı Yazdığı için, yazıları için sürgün edildi. Sürgünden 12 yıl sonra döndüğünde şu tespiti yapıyordu: “Onlar, askeri diktatörlükler, ülkemde ve tüm Latin Amerika’da korkuyla zehirlediler insanı ve insan ilişkilerini. Herkesi biribirine düşman ettiler. Toplumu zehirlediler, geriye açlığı ve şiddeti yerleştirdiler. .” 90’lı yıllara ilişkin ise şunları söylüyordu:: “Şimdilerde, düşman, eskisi gibi göze görünmüyor, eskisi gibi somut değil, onun için daha da tehlikeli. Şimdiki düşman seçeneksizlik... Şimdi tek bir modelin diktatörlüğü, tek imgenin diktatörlüğü, seçeneksizliğin diktatörlüğünü yaşıyoruz... Şimdi kapitalizmle kapitalizm arasında seçim yapmaya özgürüz.” “Şimdi tüketim toplumunun tutsaklarıyız.. Artık kim olduğumuz, ne olduğumuz, ne yaptığımız önemli değil, yalnızca neyi ne miktarda tükettiğimiz önemli... Sistem bugün bize tek gelecek öneriyor. Herkes daha çok


Emeğin Sanatı 167. Sayı tüketmesi gerektiği bir gelecek. Sistem, ‘neye sahipseniz O’sunuz’ diyor. ‘hiçbir şeye sahip değilseniz, hiçsiniz’, diyor...” Cumhuriyet’teki yazısında Zeynep Oral, Eduardo Galeano’nun çok müthiş üç temel özelliğinden söz ediyor: 1. Belleksiz toplumlara ilaç gibi gelmesi... Hiç ama hiç unutulmaması gerekenleri ele alıyor. Unutmamızı engelliyor. Unutmuş olsak bile hatırlatıyor. Yitirdiğimiz belleğe yeniden kavuşmamızı sağlıyor. Hem belleğimize hem ruhumuza sesleniyor. 2. Olayları bütünsellik içinde ele alıyor. Dünyanın bir ucundaki bir haksızlığın, bir yanlışın, dünyanın öteki ucunu nasıl etkileyeceğini gösteriyor.Aralarındaki ilişkiyi ortaya koyuyor. 3. Yazma biçemi, kıvrak zekâsını, eleştirel bakışını, ironiyi ve şiirsel dilini bir arada harmanlıyor. Resmi tarihlerin dışından bakıyor olaylara. Sıradan insanın yaşadıkları, hissettikleri aracılığıyla anlatıyor. Sizi okşayarak, sarsarak, yüreğinize dokunarak anlatıyor. Onun dilinde bir çocuk şarkısı, sokaktaki bir diyalog, bir ağacın kesilmesi, bir kahkaha, bir gözyaşı ciltler dolusu açıklamanın yerini alıyor. En genel çizgilerle özetlediğim bu üç özellik, onu yeryüzünün vicdanı haline getiriyor! İşte Galeano’nun bugün ülkemiz içinde önem taşıyan bir tespiti daha: "Görevliler, görevini yapmaz. Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. Okullar cahillik öğretir. Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. Para, insandan özgürdür. İnsanlar nesnelerin hizmetindedir." Eduardo Galeano

AFŞAR TİMUÇİN'İN HAZIRLADIĞI 21 MART 2015 DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ… Şiirin ölüm kalım savaşı verdiği bir dünyada yaşıyoruz. Gerici güçler gerçek bilimi gerçek felsefeyi gerçek sanatı boğma yolunda bütün çabalarını ortaya koyarken ince bilge kırılgan şiir gökdelenlerin siyasetlerin çıkarların markaların adaletsizliklerin tankların altında eziliyor. Bir kazanma hırsıyla dünyaya ele geçiren sermaye herkese ileri teknoloji ürünleri pazarlarken şiiri de bütün gerçek değerlerle birlikte yok etmek istiyor. İletişim araçlarının yetkinliğine karşın yanlış bilinç üretmeyi görev bilenler yüzyılların getirdiği değerleri geçersiz kılmaya, parayı tanrı sayan bir


Sayfa 79 uydurma değerler dizgesini yaşama geçirmeye çalışıyor. Evrensel cahillik her gün biraz daha yaygınlaşıyor kurumlaşıyor kökleşiyor saldırganlaşıyor. Hiçbir değer tanımama konusunda kararlı görünen dünya sermaye güçleri bu amaçlarını gerçekleştirme yolunda adım adım ilerlerken demokrat görünen demokrasi düşmanlarından, ahlak değerlerini her şeyin üstünde tutar görünen ahlak düşkünlerinden, devrimciliği kimseye bırakmayan kurulu düzen yardakçılarından alabildiğine destek görüyor. Bu yüzden şiire bugün daha çok gereksinimimiz var. Kurtuluşun yalan yanlış tasarılarda, köksüz temelsiz düşlerde, ikiyüzlü ya da çokyüzlü ilişkilerde, basit ve bayağı siyasetlerde olmadığını, güçlünün eline bakmanın onursuzluk olduğunu bilenler dünyanın ancak şiirle, şiiri yaratanlarla ve şiiri özümleyenlerle kurtulabileceğini de biliyor. Şiir bize daha da insan olma yolunda neler yapmamız gerektiğinin öngörüsünü sağlıyor. Şiir bize kim olduğumuzu, insan için ne yapmamız gerektiğini, insana adanmanın nasıl bir şey olduğunu öğretiyor. Şiir kimseyi öldürmüyor, kendi için bir şeyler elde etmek istemiyor, insanlığı üçe dörde beşe bölmeyi düşünmüyor, insana güzelin yüceliğini duyururken aç yatan çocuklar için işsiz babalar için acılı anneler için daha doğru bir dünya kurmaya çalışıyor. Şiir insan olmanın ve insana adanmanın bilincidir. Şiir ışıktır umuttur savaştır inanıştır arayıştır. Şiir ün değildir unvan değildir zenginlik değildir, bir köşeyi tutmak bir yeri ele geçirmek ve orada cahilliğin ve çıkarcılığın saltanatını kurmak değildir. Kendilerini şiire adayanlar, yüce duyguların gerçek savaşçıları, gelin hep birlikte dünyayı şiirle kurtaralım, çünkü bugünkü koşullarda şiirden başka hiçbir şey bize aydınlıkların yolunu açacak gibi görünmüyor.

CEYHUN ATUF KANSU ŞİİR ÖDÜLÜ ARZU KARADAĞ’IN… Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü bu yıl “Dervişâne/Gün Sonu Şiirleri” adlı dosyasıyla Arzu Karadağ kazandı. Adnan Binyazar, Müslim Çelik, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş, Bahar Gökler, Emin Özdemir ve Sevgi Özel’den oluşan Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü Seçici Kurulu, 2015 yılı için Arzu Karadağ’ın dosyasını oy çokluğu ile ödüle değer gördü. 1979 Pülümür doğumlu olan Arzu Karadağ, Uludağ Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümünü bitirdi. Ses ve İz yayınlarında koordinatörlük, editörlük, Uluslararası bir firmada da yöneticilik yapıyor. Şiirleri, ilk olarak üniversitede arkadaşlarıyla çıkardığı “Usça ve Dostça” dergisinde (1998) yayımlandı. Karadağ’ın, Kalbim Tut Beni (2005), Şehirlere Düştü Gökyüzüm (2007), Taşlanan Rüya (2010) ve Baktım Yarın (2012) adlı kitapları bulunuyor. Karadağ, daha önce Ali Rıza Ertan, Yılmaz Güney ve Kaygusuz Abdal şiir ödüllerini kazanmıştı. (http://www.edebiyathaber.net)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

8. METİN ALTI OK ŞİİR ÖDÜLÜ İÇİN BAŞVURULAR BAŞLADI… Bu yıl 8'incisi verilecek olan Metin Altıok Şiir Ödülü için geri sayım başladı. Adaylar 24 Nisan 2015 tarihine kadar 2014 yılı içerisinde yayımlanmış şiir kitaplarıyla (8 kopya olarak), Kırmızı Kedi Yayınevi’ne başvurabilirler. Ödül için belirlenen seçici kurul şu isimlerden oluştu: Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Güven Turan, Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Haydar Ergülen, Eray Canberk Başvuru Adresi: KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ Ömer Avni Mah. Emektar Sok. No: 18 Gümüşsuyu – Beyoğlu İstanbul Tel: (212) 244 89 82

ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ YARIŞMASI SONUÇLANDI… 11 Nisan 1980’de öldürülen TRT İstanbul Radyosu Prodüktörü, Gazeteci Yazar Ümit Kaftancıoğlu adına Yalın Ses Yayınları tarafından bu yıl 11.’si düzenlenen öykü yarışması sonuçlandı. Adnan Özyalçıner, Mehmet Güler, Öner Yağcı, Zeynep Aliye, Ayşe Akaltun, Feyza Akbulut Öner, Hakan Cücünel ve Tekin Büyükkaya’dan oluşan seçici kurulun yaklaşık 3 aylık okumaları sonucunda dereceye giren ilk 10 öykü belirlendi. Birincilik, “Başın Öne Eğilmesin…” adlı öyküsü ile Hamdullah Köseoğlu; İkincilik, “Kuyruklu Yıldızım Mujica” adlı öyküsü ile Ferhan Şaylıman; Üçüncülük, “İsmail’in Bir Derdi Var” adlı öyküsü ile Akın Çokuğurluel. Mansiyon: “Sadece İki Taş Kalmıştı” adlı öyküsü ile Hilal Tüzün, “Ayna” adlı öyküsü ile Sezgin Ateş, “Çılgın Atmacalar” adlı öyküsü ile Ayla Şenel, “Büyümeye Yüz Tutmuş Bakkal” adlı öyküsü ile Ubeydullah Günel, “Mahur Beste” adlı öyküsü ile Zeliha Ergün, “Kefen Hırsızları” adlı öyküsü ile Atiye Güner Tümüklü, “Birkaç Dakika” adlı öykü ile Ahmet Can Demir. (http://www.edebiyathaber.net)


Sayfa 81

ŞAİR VAHİTTİN BOZGEYİK ŞİİR ÖDÜLÜNÜ KAZANANLAR AÇIKLANDI… Gaziantepli Şair,Gazeteci-Yazar Vahittin Bozgeyik anısına ailesi ve arkadaşları tarafından düzenlenen şiir yarışmasının sonuçları belli oldu. 2015 ödüllerinde Türk şiirine katkısından dolayı onur ödülü şair Ali Çapan’a layık görüldü. Hayri Balta ile Sadettin Kaplan’a Jüri Özel ödülü, İbrahim Halil Aycan’a Vahittin Bozgeyik’e bağlılığından dolayı Vefa Ödülü verildi. Fevzi Günenç, Hüseyin Toprak, Tamer Abuşoğlu, Meral Can, İ. Halil Aycan ve Nurettin Bozgeyik’den oluşan jüri, yapılan değerlendirme sonucu “Haviye” adlı şiiriyle Fatma Fındık’ın birinci, “Hayaller Düşlere Senden Söz Eder” adlı şiiriyle Celil Cinkır’ın ikinci, “Meçhul Eşikler” adlı şiiriyle Ömriye Karataş’ın üçüncü olmasını kararlaştırdı. Yarışmada Mansiyon alanların isimleri ise şöyle sıralandı: Turgay Özkul, Enver Nizamov, Mustafa Doğan, Nuran Kara, Züleyha Özbay Bilgiç,Erkin Özet, Ahmet Yılmaz Tuncer, İbrahim Şaşma, Havva Kılıç, Hikmet Elitaş, H. Kübra Özelçi, Gültekin Akyar, Hüseyin Yılmaz, Serpil Kaya, Blerina Doda, Osman Buğra Beydoğan, Fikret Sanal, Nurcan Şirin, Betül Düz, Zeki Akdoğan, Cavit Yoldaş, Yazgülü Karalar ve Yıldız Toksöz’ün şiirleri de övgüye değer bulundu.

ŞAİR ARJEN ARİ ADINA DÜZENLENEN ŞİİR YARIŞMASI SONUÇLANDI… Kürt edebiyatının önemli isimlerinden Şair Arjen Arî anısına düzenlenen şiir yarışmasının sonuçları açıklandı. Bu yıl ikincisi düzenlenen yarışmada Arjen Arî ödülünü Yahya Yavuz kazandı. Yavuz’un eserleri, Evrensel Basım Yayın tarafından yayımlanacak. Seçiciler Kurulunda, Berken Bereh, Lal Laleş, Ferhat Pîrbal, Beyar Bavî, Necla Arî yer alıyordu. Toplantıda konuşan Evrensel Basım Yayın Editörü Yusuf Karataş, “Yarışmamız Kürt dili ve edebiyatının önündeki engellere, ana dili yasağına karşı dillerin, kültürlerin, halkların tam hak eşitliği mücadelesine dil ve edebiyat cephesinden verilmiş bir sestir” dedi (/EVRENSEL)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

SONSUZLUKTA BİR YAŞAMI UMUDA UYARLAMA USTASI: GÜNGÖR GENÇAY Sosyalizm mücadelesinde örgütlü olarak yerini almış olan, sosyalist gerçekçi şiirin önemli temsilcilerinden Güngör Gençay, 22 Nisan 2012’de sonsuzluğa uğurlamıştık. Güngör Gençay, 24 Temmuz 1934'te İstanbul'da doğdu. Tavşanlı İlkokulu, Uşak Lisesi (1955) ve İstanbul Matbaacılık Okulunu bitirdi. Çeşitli işler (1957-60) yaptıktan sonra, Yapı ve Kredi Bankası Asmaaltı ve Beyazıt şubelerinde müdür yardımcısı olarak çalıştı (1960-72). Özel bir şirkette yöneticilik yaptıktan sonra emekli oldu. Gerçek Sanat Yayınlarını yönetti. Şiir ve yazıları Yeditepe, Türk Düşüncesi, Yaba Edebiyat, A. Kadir, Rıfat Ilgaz ile çıkardığı Gelecek dergilerinde yayımlandı. İlk kez 1960’da “Gelecek” adlı sanat dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü olmaktan, ikinci kez 1971’de ise aynı dergide çıkan bir şiiri nedeniyle sıkıyönetim mahkemesi önüne çıktı. 1986’da Gerçek Sanat Dergisi’nde çıkan bir yazısı nedeniyle DGM’de 142. maddeden , İst. 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde de basın kanununa muhalefetten yargılandı. Halen devam eden davaları bulunmaktadır. G. Gençay şairliğin yanı sıra genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Gerçek Sanat Yayınları’yla sanat alanındaki kuşatmaya karşı da bir direnme mevzisi oluşturdu, toplumcu şair ve yazarlara olanaklar sunsu.Gerçek Sanat Yayınları bugüne kadar iki yüzü aşkın kitabı okuruyla buluşturarak (çocuk edebiyatı, öykü, roman, şiir, oyun, inceleme, çeviri, gezi, anı, mektup) kültür sanat alanında önemli bir hizmette bulunmuştur. Güngör Gençay şiir kitaplarının yanında edebiyatın öykü, deneme, inceleme, araştırma, söyleşi, anı, seçki gibi diğer alanlarındaki üretimleriyle de bir zenginliktir. Örneğin, Buruk Anmalar Defteri’nde bugün birçoğumuzun ismini bilmediğimiz, bizlere unutturulmaya çalışılan toplumcu gerçekçi yazar ve şairler anısına yazdığı yazıları bir araya getirerek gelecek nesillerin onları tanımasını sağlamaya çalışmıştır. Ayrıca çocuk kitaplarıyla geleceğin umut çiçekleri çocuklarımızın dünyalarına özgürlüğün kalıplara sığmayan bakışını getirebilmek için çabalamıştır. Üç Kapıdan’da ise edebiyat, resim ve politika üzerine çeşitli aydın ve sanatçılarla yapılan söyleşiler yer almaktadır


Sayfa 83 Ayrıca Güngör Gençay’ın son dönemde hazırladığı dört adet şiir antolojisi de bulunmaktadır. Bunlar grev ve direniş şiirlerini içeren Şalterler İnince, 1 Mayıs Şiirleri, emekçi kadınlara yazılan şiirlerden oluşan Hayatı Dokuyanlara ve deprem şiirlerinden oluşan Zalim Titreme’dir. Şiirde gelecek kuşaklara bir sesleniş var. Bu kirli düzenin, mücadele eden insanlara uyguladığı baskıyı ikinci ve üçüncü kıta bize göstermekte. Üstelik mücadele eden ve bedel ödeyen insanları ilahlaştırmamamız gerektiği, onların da bizim gibi insan olduğu, insan yanıyla ele alınması gerektiği vurgusu da yapılmıştır. Dördüncü kıtada ise insanlar arasındaki sınıf ayrımı, ezen ve ezilen üzerinden ortaya konmaktadır. Bir yanda namuslu yaşamak, ezilenlerin mücadelesine yürek ve bilek gücünü vermek, bir yanda namussuz yaşamak ezenin yanında olmak vardır. Yılmaz Odabaşı, onun hakkında şu sözleri yazıyor: “Bir sevdayı, iliklerinize, atardamarlarınıza kadar duyumsayarak, gerçek bir kararlılık ve inançla ve zorlamasız yazdığınız şiirlerdeki ideolojik perspektifi bu aşamada bir başka güzel kazanım olarak niteliyor, sizi bir kavganın-sevdanın şairi olarak selâmlıyorum.” Güngör Gençay; şair, yazar ve yayıncı olmasının yanında bir mücadele adamıydı. Onun şair ve yazar kişiliği, edebiyat tarihi açısından incelenip değerlendirilecektir. Yaşarken onu hazırladıkları antolojilerin kıyısına köşesine sıkıştıranları, zamanın şaşmaz ölçütü utandıracaktır. Yaşamı boyunca verdiği emek ve özgürlük savaşımı ise devrimcilerin mücadelesinde yaşayacaktır. Şair Aziz Kemal Hızıroğlu, “Emek Kayalarında Bir Kızılderili:Güngör Gençay” şiirinde Onu şöyle anlatıyor: “emekçi kabilelere akıttı zamanını/masalsız çocuklara, yaralı umutlara/ömrünü kitaplara verdi de gitti/biraz okuduk çokça kitlendik///varsıl sahafları soktu yorgun usuna/yabani çiçekleri, kalemuçlu çığlığı/çıkınındaki acıları örttü de gitti/biraz fark ettik çokça görmedik “Gün gelecek, Ekmekte ve katıkta yapılan Hakça paylaşımlar gibi Ortak bir kavgayı özümleyecekler Ayni paralelde, Ayni meridyende olmasa da yaşamları, Gülüşün ılıman bölgesinde buluşup Beş kıtanın çocukları Ortak acılara tutunacaklar. ” Barut Yüklü Yıldızlar’dan

Akşam serpeledikleri gökyüzüne Yıldızları bir-bir Sabah sevinçle toplayacaklar. Kanatlanmış bir salıncak mutluluğunda Göz kırpmasında barutsuz yıldızların Ya da fizikten ve kimyadan Çıkarılıp kurulmuş bir ihanette


Emeğin Sanatı 167. Sayı

EDEBİYATIMIZDA İLK MADEN VE MADENCİ EMEĞİNİN YAZARI: AHMET NAİM (ÇILADIR) Edebiyatımızda ilk sosyalist gerçekçi tavırla maden öykülerinin yazarı Ahmet Naim’i 24 Kasım 1967’de yitirmiştik. Edebiyat tarihçilerimizce görmezden gelinen bu değerli yazarımızı 48. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Gazeteci, araştırmacı ve öykü yazarı olan Ahmet Naim Çıladır ya da dostlarının deyimiyle “Kanca Ahmet” 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Eyüpsultan Reşadiye İlkokulu'nu bitirdikten sonra, liseyi Konya Sultanisi’nde okudu. Çok genç yaşta yaşamını sürdürebilmek için çalışmaya başladı. Ağır beden işlerine karşın kendi kendini yetiştirerek ayakta kalmasını bildi. Bu süreçte kendi çabasıyla iyi düzeyde Fransızca öğrendi. Askerlik görevini bitirdikten sonra, Zonguldak Ticaret Odası’na memur olarak girdi. Daha sonra Ereğli Kömürleri İşletmesi’nde (EKİ) çalıştı. Maden İşçileri Sendikası’nın ilk kuruluş çalışmalarına katıldı. İstatistik Servis Şefi iken 1957 yılında emekli oldu. Ahmet Naim, Zonguldak Kömür Havzası ve kömür işçilerinin yaşamları ile ilgili ilk öyküleri yazmıştır. Bunlardan bir bölümü, 1935-1944 yılları arasında Yedigün, Yurt ve Dünya dergilerinde yayımlanmıştır. 1934-1938 yılları arası onun yazarlığı bakımından en verimli yıllar olmuş, bu süre içinde, “Bir Müstemleke Harbinin Tarihi” ile “Zonguldak Kömür Havzası” adlı, ekonomik konulara değinen iki inceleme kitabından başka, “Define” ve “Uzun Mehmet” adlarında iki de oyunu yayımlanmıştır. Ahmet Naim, daha sonraki yıllarda, İstanbul’daki başka dergi ve gazetelere arada bir yazılar yollamıştır. Bu yazılar onun Zonguldak ve çevresinde ününü yaygınlaştırmış, ama yurt çapında tanınmasını bir türlü sağlayamamıştır. Hele öykülerinin kitaplaşamayışı, Türkiye’nin büyük bir üretim bölgesinde emeğin ne yollardan sömürüldüğünü anlatan “sanatla işlenmiş belgelerin zamanında okunmasını engelleyerek, edebiyatımızda Zonguldak gerçeğinin de ortaya çıkmasını geciktirmiştir.” Bunun yanı sıra halkın batıl inançlarını ele alan öyküler de yazdı. Ahmet Naim, yeraltındaki madenci yaşamı ile yöre köylerinde yaşayan insanların doğal yaşamını sosyalist gerçekçi bir anlayışla bütün çıplaklığı ile gözler önüne seren öyküler yazmıştır.Edebiyatımızda, Zonguldak Kömür Havzası işçilerinin yaşamlarını sergileyen ilk öyküleri onun kalemiyle hayat buldu. Yaşadığı dönemin çok zor koşullarına, tüm olumsuzluk ve yoksunluklara karşın büyük bir özveriyle Zonguldak tarihi ve kömür


Sayfa 85 havzasına ilişkin ilk çalışmalarıAhmet Naim gerçekleştirmiştir. Ahmet Naim, Doğan ŞADILLIOĞLU’nun kendisiyle 1967 yılında yaptığı ve Yeditepe Dergisi’nde yayımlanan röportajda, Maksim Gorki’den etkilendiğini söyleyen Ahmet Naim, öykülerini şöyle değerlendirir:“...Ben toprak ve yeraltı insanlarını iyi tanırım, özellikle yeraltı insanlarını. Çalışma koşullarını, yaşantılarını öz hayatım gibi bilirim. Onun için yıllar önce belli başlı sanat dergilerinde yazdığım hikâyelerde köy, tarla, ağa saltanatı ve yeraltı konuları işlenmiştir. Diyebilirim ki Türk hikâyeciliğine gerçek niteliğiyle maden hikâyelerini sokan ilk yazarım... Basılmış olan kitaplarımın çoğu sosyal konular üzerine etütlerdir. Hikâyeci tanındığım halde ve yayınlanmış yüzü aşkın hikâyeme karşı, tek hikâye kitabım yoktur. Bu eksikliği gidermek için on beş hikâyemi kitap halinde yayınlamak üzereyim.” Yazar İrfan Yalçın, Ahmet Naim’i ve sanatını şöyle yorumlar: “Ahmet Naim, kendi kendini yetiştirmiş, Zonguldak’ın dar koşulları içinde bile, Türkiye ölçüsünde bir üne erişebilmiştir. Kömür ocaklarında da çalışan Ahmet Naim, ocağı, kömürü, yeraltı işçisinin dramını çok iyi bilir. Bunu onun hikâyelerini okuyunca hemen anlıyoruz. O, Türk hikâyesinde ilk olarak yeraltı işçisini ele alan, bu işçinin serüvenini yazan kişidir.” Mehmet Ergün ise Ahmet Naim’in kendi yöresini yansıtan özelliğinin yanında, kendi özgün sanatçılığını da vurgular: “Ahmet Naim için söylenecek ilk söz onun hayat mektebinden yetişme bir öykücü olduğudur. Bir yörenin öykücüsüdür her şeyden önce. Konu olarak çok yakından tanıdığı, hatta üzerinde tarihi ve ekonomik araştırmalar yaptığı bir yöreyi; inanış, yaşayış ve geleneksel yapısıyla somut, sıcacık bir yöreyi seçmiştir: Zonguldak yöresini. Ahmet Naim, giderek artan bir ustalık içerisinde hep aynı yöreyi ve hep aynı yörenin insanını kendi kendini tekrarlamadan (edebiyatın o yoz batağına yuvarlanmadan) verebilmiş bir sanatçıdır.” Kemal ANADOL’un şu tespitleri de çok önemlidir: “Kazmacısı, domuzdamcısı, lağımcısı ile Ahmet Naim'e kadar Türk edebiyatında iş kazası, göçük, grizu yoktur. Yerin altından çıkartılan cesetleri, saniyede yıkılan umutları, çıkıp giden canları, dağılan aileleri bize o tanıtmıştır.” Ahmet Naim, kuşkusuz "Yerel"dir. Çünkü ekmek parasını Zonguldak'ta kazanmış, başı burada belaya girmiş, acı ve tatlıyı bu kentte yaşamıştır. Birikiminde, deneyiminde, gözlemlerinde, insan ilişkilerinde hep Zonguldak ve Zonguldaklılar vardır.Ahmet Naim "ulusaldır. Çünkü ulusal yazınımızda ilklere imza atmıştır. Yukarıda söylediğim gibi edebiyatımıza ilk kez işçi öykülerini o sokmuş, Zonguldak maden işçilerini, kıvırcıkları, lâzları, başçavuşları, mühendisleri ülkeye o tanıtmıştır. Abartmadan söylüyorum,Ahmet Naim "evrensel" dir. Çünkü öykülerinde sınıf çelişkileri,


Emeğin Sanatı 167. Sayı

emekçilerin yaşam biçimi, alışkanlıkları, acıları ve az da olsa umutları vardır. Bunların hepsi evrenseldir. Somut bir örnek vereyim. Alın Çıladır'ın "Ateş Nefes" hikâyesini, çevirin İngilizce ve Fransızcaya. Oradaki okurlar da bu çarpıcı grizu öyküsünü rahatlıkla okuyacak, okumak bir yana etkilenecek, ürpereceklerdir! KAYNAKÇA : 1.GÜRDALÖZÇAKIR-http://kdzereglifutbol.blogspot.com.tr/2012/01/madenci-edebiyatindasimge-isim-ahmet.html 2.HAMİT KALYONCU-http://kdzereglifutbol.blogspot.com.tr/2009/11/atesnefes.html

FAŞİZME VE FAŞİSTLERE İNAT, ÜMİT KAFTANCIOĞLU YAPITLARIYLA YAŞIYOR... Faşizmin katlettiği değerlerimizden biridir Ümit Kaftancıoğlu. Destansı okuma savaşımının izlerini daha sonra yapıtlarına destansı üslubuyla yansıttı. Onun yüreğinde halk ve insan sevgisinden daha üstün bir sevgi yoktur. Yapıtları incelendiğinde, Anadolu’dan ve halkından kopmadığı görülür. Dili halkın dilidir, yaşamı halkın yaşamıdır. O’nun gözünde insansız bir ortamda yaşam yoktur, sönüktür: "Dünya'nın atmosferi, kabuğu, magması, ekvatoru insan bana göre. İnsan yığınları, toplum, topluluk... İnsansız, ıssız bir lokantada yemek yiyemedim, üç beş kişiyle sinema seyredemedim. Üst üste ağzına kadar dolu belediye otobüsü, korsan bir minibüs bana yaşamı vurgulamıştır.“ Fakir Baykurt, Kaftancıoğlu' nu şöyle anlatmaktadır: "... Kaftancıoğlu'nun dikkati çeken başlıca özelliklerinden biri, dilindeki zenginliktir. Doğu Anadolu, bütün başka yoksunlukların tersine, bir kültür ve dil hazinesidir. Orada kat kat uygarlıklar, her uygarlığın zamanımıza kadar birikip gelen katılımları bir dil coşkunluğu, bugün doğu halkında renkli, sanatlı bir anlatımı adeta gelenek haline getirmiştir. Her türlü dil ve anlatım sanatını kendi kişiliğinde toplamış pek çok insan, her biri birer bilge gibi köylerin tozu toprağı içinde ömür sürmektedir. Ümit Kaftancıoğlu, bu kültürü çok iyi özümsemiş, kendine mal etmiş, üstelik gördüğü eğitim ve kendini yetiştirme çabasıyla aydınlanmış umut verici bir yazarımızdır." Tehditler alıyordu faşist çevrelerden. Ölmeden önce çocuklarına seslendiği bant kaydında onlara şöyle sesleniyordu:


Sayfa 87 "Ölüm hiç önemli değil / Yaşam var dağ gibi / Yaşam var, gökyüzü, deniz / O insana şaşarım / Binbir meyva yüklü / Ağacın altında yere düşen / Sararmış bir yaprağa üzülsün / Selam olsun hepinize / Herkese, yaşama, yaşam sevincine / Selam..." 11 Nisan 1980’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Yapıtları ve yaşamı, Anadolu’nun bağrından çıkacak Yiğit ve aydınlık düşünceli nice insanlara maya olacaktır.

İNSANLIK HALLERİNİN İNCE ŞAİRİ: ORHON MURAT ARIBURNU… Çok yönlü bir sanat insanı olan Orhan Murat Arıburnu’nu 1 Nisan 1989’da 71 yaşında sonsuzluğa uğurlamıştık. O, komple sanatçı denilen türden bir insandı: şair, sinema ve tiyatro yönetmeni, oyuncu, senarist ve yapımcı… Dilsel ya da kurumsal tuhaflığı çarpıcı bir biçimde yansıttığı şiirleriyle ün kazanan Arıburnu’nun İlk şiiri 1936'da Edebiyat Dergisi’nde yayınlandı. Ardından Gün, Varlık, Genç Nesil, Yeditepe, Küçük Dergi, Yenilik, Gelecek gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1947'de Türkiye'de ilk kez şiir sergisi açtı. Gündelik dille yazdığı genellikle kısa şiirleri, şaşırtıcılığı, alay ve yergi öğelerine dayanır. Biçim denemeleriyle Garip Şiir'e, konularıyla toplumcu şiire yakındır. Toplumsal bozuklukları taşlayan şiirleri Gariple toplumcu şiirin bileşkesi görünümdedir. Örgütçü yapısıyla öne çıkan Arıburnu, 1970 yılında üstlendiği Türk Sanatçılar Birliği genel başkanlığı ve Türkiye Edebiyatçılar Birliği genel sekreterliği görevlerini iki yıl yürüttükten sonra Türkiye Yazarlar Sendikası kurucu üyesi oldu. Ölümünden sonra adına sinema ve şiir konulu Orhon MuratArıburnu Ödülleri düzenlendi. 1946'da Şadan Kamil'in "Gençlik Günahı" filmiyle sinemaya girdi. 1951'de kendisinin oynayıp yönettiği ilk filmi "Yüzbaşı Tahsin"de Kurtuluş Savaşı'nı konu aldı. 1952'de çektiği "Sürgün" filminde yine Kurtuluş Savaşı'nda düşmanla işbirliği yapıp sürgüne gönderilenlerin öyküsünü anlattı. 1953'te çektiği "Kanlı Para" filmiyle 1'inci Türk Film Festivali'nde yönetmen, senaryo yazarı ve oyuncu olarak ödül aldı. 1954'te büyük ticari başarı kazanan "Beklenen Şarkı" filmini Cahide Sonku ve Sami Ayanoğlu ile birlikte yönetti. 1959'daki "Tütün Zamanı" filminde Yılmaz Güney'e şans tanıyan yönetmenlerden biri oldu. Yaşamının son yıllarını Almanya Berlin’de geçirdi. 11 Nisan 1989’da Berlin’de yaşamını yitirdi. Şiir kitapları: Kovan(1940), Bu Yürek Sizin(Almanya'da hazırladı, 1982) Buruk Dünya(şiirlerinden seçmeler, 1985) Oyun Kitabı: İnsan Gürültüye Gitmese (1972)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

YETMEZ Mİ Önce, Ozanlar ölsün Sonra, hiç kimse. Varsın Ozansız kalsın dünya Barışı İnsanlığı Sevgiyi Yarattılar ya! ORHAN MURAT ARIBURNU EMEĞİN VE KAVGANIN UNUTTURULMA ZİNCİRİNİ KIRAN ŞAİRİ: MUAMMER HACIOĞLU Unutulmak kıskacına terk edilen, çağdaş edebiyatımızda adı bile anılmayan, insandan ve emekten yana şiirler dokuyan Muammer Hacıoğlu; altmış sekizlerden on iki eylüle geçen süreç içinde ve sonrasında dokuz şiir kitabı yayınlamış, kitaplarında kurtuluşun sosyalizmde olduğu görmüş, göstermiş bir şairdi. Muammer Hacıoğlu, şiirlerinde ağırlıklı olarak toplumsal sorunları, emekçileri, ülkemiz ve dünya halklarının yaşadığı trajedileri ve sosyalizm umudunu işledi hep. Edebiyatımızı inceleyen kitaplarda adı geçmeyen, şiiri moda gibi tüketenlerin haberleri bile olmayan protest bir şairdir O. 1980 öncesi ve sonrası iktidar karşıtı tavrından ötürü defalarca gözaltına alındı. Şiirlerinde burjuvaziyi kıyasıya eleştirdi ve bedelini ağır ödedi. “yüreğimin yangınından aklımın çengeliyle çıkardım” dediği basılmış basılmamış şiirlerini insanlığa miras bırakarak 4 Nisan 1992’de kanserden öldü. Yapıtları: Altın Mısralar(1969), Susun Ağlayacağım(1971), Beni Sokaklar Çağırıyor(1972), Öfke Kında Durmaz(1973), Şafaklar Kana Bulandı(1975), Kelepçe(1976), Uğultu(1976), Bir Yumruk Büyüyor(1977), Ateş Benzin Emiyor(1979), Mayın Tarlasında Büyüyen Çiçek (1991), PK. 690 Beyoğlu (Bütün Şiirleri–2006)


Sayfa 89

“Bir şairin ölümü, eşittir bir ordunun dağılmışlığına” diyen Muammer Hacıoğlu’nun şiirlerindeki sesi sokaklarda sloganlarımızda yankılanmaya devam ediyor:

“açılsın artık kilitlenmiş ağzınız dünya halkları bağırın sesiniz birer alev gibi yansın boşlukta kopsun damarları gökyüzünün bağırın dünya halkları bağırın bağırın bağırın daha bağırdıkça siz devrimin atları kalkıyor şaha” SABAHATTİN ALİ, FAŞİZME İNAT HÂLÂ ARAMIZDA YAPITLARIYLA UMUT SAÇIYOR! Sabahattin Ali, Türk Edebiyatında, Nâzım’ın şiir alanındaki baş kaldırıcı sesini anlatıda sürdüren ilk yazarlarımızdandır. Kırk bir yıllık yaşamına baktığımızda, 1928’lerde Mustafa Kemal’i eleştiren bir şiir yazabilen, doğru bildiğini anlatmaktan yılmayan bir insandır. Bu tavrı nedeniyle çeşitli defalar devlet memurluğundan alındı... Sonra tekrar göreve başlatıldı. İnönü diktasının son dönemlerinde Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla birlikte, gene ona yol göründü. 1945’ten ölümüne dek, Aziz Nesin’le birlikte İnönü’nün döneminin baskıcı faşist politikalarına karşı daha sonra adı defalarca değişerek tekrar yayınlanacak olan Marko Paşa mizah gazetesini çıkardılar. 2. Dünya Savaşı sonrası tırmanışa geçen faşizm, sosyalist yazarlar, şairler, aydınlar üzerinde baskı fırtınası estiriyordu. Mahkemelerden, polis baskısından bunalmıştı: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” Bu dönemde yurt dışına kaçmak isteyen Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948 günü kendisini kaçıracak olan kontrgerilla görevlisi Ali Ertekin tarafından katledildi. Edebiyatımızda orta sınıfların, köylünün, yoksulların hayatlarını bize anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildi. Ama bunu büyük bir ustalıkla, devrimci ve gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikâyecimiz, romancımız O’dur. Sabahattin Ali’nin Resimli Ay'da yayımlanan (30 Eylül 1930) ilk öyküsü "Bir Orman Hikâyesi”ni Nazım Hikmet, şu sözlerle okurlara


Emeğin Sanatı 167. Sayı sunmuştur: "Bu yazı bizde örneğine az tesadüf edilen cinsten bir eserdir. Köylü ruhiyatının bütün muhafazakâr ve ileri taraflarını, iptidaî sermaye terakümünü yapan sermayedarlığın inkişaf yolunda köylülüğü nasıl dağıttığını ve en nihayet, tabiatın deniz kadar muazzam bir unsuru olan ormanın muğlak, ihtiraslı hayatını, kımıldanışların zeki bir aydınlık içinde görüyoruz.” Sabahattin Ali kişilik olarak da, olgun, bilinçli, sözünü esirgemez biriydi. Hatta dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu'nun da ağzının payını verdiği anlatılır: Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun yanına giden Sabahattin Ali, ütülü pantolonu ceketi ve paltosuyla makama girer. Saraçoğlu, “Bir proleter böyle mi giyinir Sayın Ali?” deyince Sabahattin Ali, taşı gediğine oturtur: “Bizim davamız tüm proletaryayı böyle giyindirmektir.” Sabahattin Ali öyküleri kör cehaleti, saf şiddeti, gerçek kötülüğü anlatır. Sabahattin Ali, konuştuğu herkesin, gittiği her yerin, gördüğü her şeyin hikâyesini öğrenip yazmak tutkusu tüm öykülerinde açıkça görülür. Zamanının ötesinde olacak olayları hikâyelemiş öngörülü bir yazardır. Sabahattin Ali, birey-toplum, yurttaş-devlet, kır-kent, işçi-patron, kadın-erkek karşıtlıklarına bakışı akılcılıktan öte bir tarih ve toplum bilincini öngörüyordu. Yazısına içkin olan bu bilinç, didaktik değil, anlatıda erimiş organik bir bilinçti. Romanın, öykünün doğuş nedeni olan "gerçeklik" kavramı ile organik bağını asla ihlal etmedi. Bireysel sanılanın toplumsal yüzünü, toplumsalın içinde bireyin iradesini yansıttı. Bu açıdan Sabahattin Ali'yi farklı kılan işte bu köy ve kasaba yaşantısını ilk kez toplumcu bir anlayış içinde yorumlamış olmasıdır, yani yerel rengin ötesine geçişidir. Şiirlerinde gözlem vardır onun, tecrübe edilmiş yalnızlıklar, kırlangıç tüyüne sarınmış hayaller, özlemler, gerçeği şiirler içselleştirmiş, yani ki kahvesine süt tozu katılmış kaynar sular vardır onun şiirinde. Onun şiiri; dopdolu, canlıdır, gerçekle örülü bir balıkçı ağıtıdır. Türkçenin içindeki geleneksel çoban ateşini getirir. Türkçenin ocağından sözcüklerin korlu demirini çıkaran bir geleneksel halk demircisi gibidir, şiirlerin işliğinde Sabahattin Ali. RÜZGÂR şiirinden… Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya En büyük şey, en asil şey küçülür burda. Burda yalan para eden biricik iştir, Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir. Kimi coşar din uğruna geberir, yalan! Kimi gider vatan için can verir, yalan! Bir filozof yetmiş eser yazar, yalandır; Bir kahraman istibdadı ezer, yalandır. Şairlerin büyük aşkı fani bir kızdır, Bu dünyada herkes sinsi, herkes cılızdır. Ne hakiki aşktan burda bir çakan vardır, Ne de onu görse dönüp bir bakan vardır, Her büyüklük cüzzam gibi dökülür burda, En muazzam ölüm bile küçülür burda.


Sayfa 91

SOSYALİZMİN BAĞLAMANIN BAĞRINDAN YANKILANAN GÜR SESİ: ÂŞIK İHSANİ 68’lerden 78’lere sesi her devrimcinin nabzında atan Âşık İhsani’yi, 77 yaşında, 21 Nisan 2009’da sonsuzluğa uğurlamıştık. Bir dönem, gökkubbeyi sosyalizm şiarıyla sarsan İhsani'nin sesi eylemlerimizde çınlamaya devam ediyor. Âşık İhsani, 1963 yılına kadar geleneksel halk türlülerini okumayı tercih etti. 1968"li yıllarla birlikte devrimci rüzgârdan etkilenen İhsani, Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Âşık İhsanı bu bilinci ve inancı ile halk şiirine çok yenilikler kattı. En başta devlete ve düzene hiçbir dönemde uşaklık etmedi. Ölümüne dek yoksuldu, yoksullardan yanaydı… Her dönem de sazıyla, sözüyle, haksızlığa, baskı ve zulme baş kaldırdı, ona sus dendikçe susmayıp sesini daha da yükseltti. Sosyalist bir düzen özlemiyle yazdığı, bestelediği türkülerle devrimcilerin direnç ve sınıf bilincini pekiştirdi. Âşık İhsani'nin ilk yazdığı devrimci şiir "Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar Geliyoruz, geleceğiz, yakındır" şiiri oldu. Dönemin gençlik hareketiyle birlikte birçok protesto gösterisine katılan Âşık İhsani, Türkiye ve ülke dışında birçok konser verdi. Âşık İhsanı'nın sosyalist bilinçle gürleyen şiirleri, binlerce yıllık halk şiirinin en modern, en güçlü sesi oldu. İlhan Başgöz, “Âşık İhsani köy kültürünün soyut aşk şiiri temasından, kent kültürünün yazılı, eleştiri kültürüne geçişin en önemli ismidir. Âşık İhsani’nin şiiri ve hayat hikâyesi toplumun 1940’lardan beri geçirdiği, iyili kötülü sosyal değişimin hikâyesidir ve öğreticidir” diye betimler onu. Temel Demirer’e göre de o bir filozoftur aynı zamanda: “Onun dizelerine baktığımızda herhangi bir Anadolulu saz şairiyle değil, kelimenin tam anlamıyla bir filozofla karşı karşıya olduğumuzu görürüz.” Bir ara serbest ölçüyle de şiirler yazmayı denedi. Onun sesi ve sazından bütün Anadolu’da yankılanan “Mektup” şiiri 12 Mart’ın simgelerinden biri olmuştu. Mısralarını çuvallar dolusu dertle dolduran, noktalarını birer mızrak başı gibi sert vuran İhsani’nin şiirleri kalıcı değildir denildi. Şu şiiri bugünde hâlâ geçerli değil midir?

“Duydun mu bilmem? ‘Etkin az’mış ‘Senden bir şey olmaz’mış… Böyle diyor ‘sanatı sanat için’ yapanlar.


Emeğin Sanatı 167. Sayı

Yani O kıç koklayıp yer kapanlar… Varsın desinler be! Ne çıkar…

Ama Yemin ederim ki senin adına İnadına Bu deveyi bu diyarda güdeceğim. Yani benden önceki ustalarımın Bıraktığı yerden Yoldan Seri Somut Ve soldan Devam edeceğim.”

GERÇEKÇİ ŞİİRİMİZİN İNCE ŞAİRİ: YAZAR VE GAZETECİ RUŞEN HAKKI Ruşen Hakkı’yı üç yıl önce 11 Nisan günü sonsuzluğa uğurlamıştık. Ruşen Hakkı, 21 Temmuz 1936 günü Kütahya’da doğdu. Kütahya Erkek Sanat Enstitüsü Demircilik Bölümünü bitirene dek türlü işlerde çıraklık ve kalfalık yaptı. 1956–82 yılları arasında kadastro teknisyeni ve fen memuru olarak çalışıp emekliye ayrıldı. 1964 yılından beri İzmit’te yaşıyor ve 1971’de Işık gazetesinde “Günce” başlığı altında günlük yazılar yayınlıyordu. Emekçi kökenli sosyalist gerçekçi şairlerimizden olan Ruşen Hakkı, kendisinin de şiire, öyküye ustaların öncülüğünde başlayıp yön verdiğini belirtti. Kocaeli Kitap Fuarı’ndaki söyleşisinde yazılar yazmaya başlamadan önce sürekli okuduğunu ifade etmiş, günümüzde çırakların, ustalarının üstüne çıktığını vurgulamış, çırak denilen şair ve yazarların, Türk edebiyatına emeği geçmiş kişileri okumadıklarını, bu nedenle yazarların iyi yazamadıklarını, topluma bir şeyler kazandıracak cümleler kuramadıklarını belirtmişti. Sennur Sezer, ölümünden kısa bir süre önce Evrensel gazetesinden Ruşen Hakkı’ya yazdığı mektup’ta, ona şöyle sesleniyordu: "Merhaba Ruşen, insan yaş aldıkça incinir oluyor, esen yelden, uçan kuştan. Zor hayatların bir armağanı bu elbet. Sonra arkadaşlara bir hoşça kal diyemeden helallaşıveriyoruz dünyayla. Dostlar sıcacık anıyorlar bizi. Ne var ki duymuyoruz. Oysa ardımızdan söylenenleri hastayken duysak iyi gelirdi belki. Bu yüzden genç arkadaşlardan biri, Kadir İncesu hastalığını duyurduğu arkadaşlarımızdan selamlar da toplamış. Hepsini sıcak sıcak sana iletiyorum. Şifa niyetine. Dostluk yaşasın diyorum sonra. Çünkü senin yüzün


Sayfa 93 dostluğun yüzüdür.” Yazar Afşar Timuçin, ölümünün ardından şu değerlendirmeyi yaptı:“Ruşen Hakkı Türk şiirinin önemli bir adıdır. O, hem bir halk adamıydı hem de derinlemesine düşünen bir aydındı. Genç insanlar, onun şiirinden de kişiliğinden de çok şeyler öğrendiler ve öğrenecekler. Ölümü erken oldu ama buna ölüm demek pek uygun düşmese gerek.” Özkan Mert, ona yönelttiği şiirinde şöyle tanımlıyordu Ruşen Hakkı’yı: “Ruşen Hakkı ki, / gözünü kırpmadan yakmıştır kalbini / 45 / yıldır / sözcüklerin içinde. / ve / yıkamamıştır insan yüzlerini / okyanuslarda. / bir köprü olmuştur şiirleri / bizi bize /ulaştıran.” Şiirleri: Köprü (1962), Yuvarlak Masa Oturumu (1964), Hüznün Dalgın Kuşları (1968), Dağlama (1974), Çakmaktaşı Kav Kıvılcım (1980), Canevimden (1989), Üretimde Sevda (1993), Elini Hünerle-Kuşlara Yelek Giydir (1999). Hikâyeleri: Sokağın Ucu Deniz (1977), Irmak (1979), Kentin Konukları (1991), Sırtı Çil Çiçeği Bahçesi Kadın (1996), Benim Sevgili Papatyam (Çocuk hikâyesi, 2001). Romanı: Umudun Çiçeklendiği Günler (1991). Günlüğü: Bir Şafaktan Bir Şafağa (1997).

HÜZNÜN DALGIN KUŞLARI Bir türküyü dinliyorum sırtımda duvar Adımlarından anlıyorum saçları panayırlı Geçip gidiyordu - Ardından güz çiçekleri. Bir kumsalı akşamlıyorum sırtımda eli Duruşundan anlıyorum ucundayız sevişmenin Usulca uzanıyor - Gözleri menevişli. Bir döşeği atıyorum gerildikçe kollarım Soluğundan anlıyorum tükendi tükenecek Köprü olsa - Altından ırmaklarım. Ürkek ama hep ürkek Hüznün dalgın kuşları. RUŞEN HAKKI


Emeğin Sanatı 167. Sayı

OKTAY RİFAT GERGEFÇE ÖRDÜĞÜ ŞİİRLERİYLE DALGALANDIRMAYA DEVAM EDİYOR HAYATIMIZI… Şiirimizde değişimin değişmezliğe varan çizgisinde Garip şiirinden 80’lere uzun yol kat eden şiirleriyle, romanlarıyla, tiyatro yapıtlarıyla edebiyatımıza damgasını vuran Oktay Rifat’ı 18 Nisan 1988’te yitirdik. Sürekli akışkan bir şiir anlayışı içinde sürekli farklı deneyimlerle sürdürdü şiirini. Çıkış çizgisinde toplumcu eğilimler taşısa da çevrenin ve dönemin etkileri ile birlikte toplumcu bakışını kapalı şiirin içine hapsetti. O dönemde hepsi sosyalist olan Fransız sürrealistlerinden etkilenir gibi olmuşsa da onlardan farklı olarak anlamı yoğunlaştırarak vermek yerine anlamı buharlaştırmayı yeğledi.. Şiire yalınlıkla başlamış ve sonlara doğru bir anlam kapalılığına gitmiştir. Bütün bunlara karşın, kendisi bir yazısında sanatla ilgili şunları söyler: "Edebiyatçı olarak uyanık, bilgili, hiç olmazsa bir politikacı kadar cesaretli olmak zorundayız. Sanat eserinin sürümüne, gelişimine set çeken kanunların kalkmasını sanat derneklerimiz istemeli. İktidar hükümetlerinin milli eğitim politikası bizi en az bir şiir, bir roman kadar ilgilendirmeli.”

BİZ VE ONLAR İçlerinden geçenleri anlıyorduk, söyleyemediklerini. Yoksulsunuz, iğrençsiniz, diyorlardı, ne giysiniz var dolabınızda, ne iki türlü yemeğiniz, ne de paranız, sevginize karnımız tok, özgürlükse özgürlük bizim için, Sırıtmaya bile gerek duymadan arkalarını dönüyorlar soframıza. Oysa biz alın terimizi bölüşürüz, yağma ve harç bilmeyiz. Tütünü öküz için icat ettik, sürerken bir cıgara içimi dinlensin diye. Öküz bizsek, hani soluk alacak vakit nerde! Bu yüzden hor bakıyorlar bize, kanımızı içtiklerinden. Bencillik en büyük bereket onlara, beylikleriyse en büyük dolap. OKTAY RİFAT


Sayfa 95

ŞİİRİMİZDE DERİNLİK VE YOĞUNLUĞUN USTASI: SABAHATTİN KUDRET AKSAL 19 Nisan 1993’te yitirdiğimiz Sabahattin Kudret Aksal, derinlikle yoğunluk arasında gidip gelen, biçimsel titizliği öne çıkaran şiirleriyle edebiyatımızda özgün bir yere sahip şairlerimizdendir. Başlangıçta Garip şiirinin etkisindeki şiiri, zamanla felsefi bir boyut kazanarak, İkinci Yeni şiirinden de yararlanarak, dile yeni olanaklar kazandırmayı düşünen, kentli sıradan insanın tutum ve davranışlarını, nesnelere ve doğaya bakışını irdeleyen, zamanı sorgulayan, simge ve soyutlamalarla büyüleyici yalınlıkta ve biçimci ilginçlikler de taşıyan bir yapıdadır. Başlangıçta Garip akımının etkisinde, gündelik yaşamın bireysel sevinç ve umutlarını dile getirdi; 1960'tan sonra, bir ölçüde gizemci, insanın, evrenin ve zamanın sorgulandığı, genellikle ölçülü ve uyaklı şiirler yazdı Aksal, şiirlerinin yanı sıra öykü ve oyunlar da yazdı. Öykü ve oyunlarında, psikolojik öğeleri ve biçim arayışlarını öne çıkardı; "küçük insan"ların yaşamlarını, aile bireyleri arasındaki çatışmaları konu edindi.

Anlat halini türküye Söylesin kendi diliyle Aydınlık olur daha bir

Kişinin aklı erdemi Şaşmaz yankısı zamanın Sözün gücü değil mi ki

İlginçliği dünyamızın Mutlu elbirliğiyledir Çizginin bir de boyanın

Doğruluğun alnından ak Sürer suya kor adımı Akıp giden deli ırmak

SABAHATTİN KUDRET AKSAL KÖY ENSTİTÜLERİ GÜNEŞİ AYDINLATMAYA DEVAM EDİYOR 17 Nisan, yalnızca eğitim tarihine değil, toplumsal tarihimize de damgasını vuran Köy Enstitülerinin kuruluş yıldönümünüdür. 1940’dan bugüne, hakkında binlerce yazı, tez ve kitaplar yazılan köy enstitüleri, emekçi halk çocuklarının okuma, öğrenme ve bilinçlenme sürecini başlattı. Anadolu’nun dört bir yanında köylerden gelen çocuklar, dünyayı


Emeğin Sanatı 167. Sayı tüm boyutlarıyla öğrenmeye başladılar. İçlerinden geldikleri yoksul ya da orta gelirli köylüler için birer ışık kaynağı oldular. Böylece Köy Enstitüleri, yoksul halkın demokratik eğitime kavuşunca nasıl dinamik bir güç olacağını gösterdi. Enstitülerin yaklaşık yirmi bin mezunu, gittikleri köylerde birer halk önderi oldular. Öğretmen örgütlenmesinin öncüsü oldular. Köyü incelemeye, dünya edebiyatının başyapıtlarını okumaya giriştiler. Ve kendileri de özgün yapıtlar vermeye başladılar. Altı yılda Türk Edebiyatı Tarihine “Köy Enstitülü Yazarlar Kuşağı” diye damgasını vuran altmışı aşkın ozan, yazar ve bunların yanında araştırmacı, bilim adamı, müzisyen, ressam, yontucu yetiştiren Köy Enstitüleri, yalnızca eğitim tarihimizde değil, sanatsal ve toplumsal tarihimizde de hak ettiği yeri aldı:

“Yüzyıllarca çektin, bitmedi derdin Gitmedi altından çamurlaşan ter Sesin duyulmadı, göğsünü gerdin Yeter bugün artık çektiğin yeter” SHAKESPEARE , İNSANLIĞA PERDELER AÇMAYA DEVAM EDİYOR… Dünya Edebiyatı’nın en önemli şair ve tiyatro yazarı Shakespeare; 23 Nisan 1616’da sonsuzluğa göçtüğünden bu yana yapıtlarıyla insanoğlunun imgelemindeki kin, nefret, acı, pişmanlık duygularını yeniden biçimlendiriyor; insanoğlunun içsel gelişimine katkı sunmaya devam ediyor. Kendisinden sonra gelen şair, yazar, oyuncu, yönetmen, sinema yönetmeni gibi sanat adamlarının her zaman harmanladığı bir hazine oldu Shakespeare’nin yapıtları. Shakespeare, tarih boyunca en çok okunmuş yazar olma özelliğini hiç kaybetmedi. Eserleri 100'ü aşkın dile çevrildi. Sinemaya en çok uyarlanan oyunlar da yine Shakespeare'e ait. Şiirleri ise 400 yıl öncesinden insanlığın umutlarını, aşklarını, kırıklıklarını ince ama zaman zaman ironik bir biçemle anlattı. İnsanlığın Bu Büyük Ustası, bugün de İnsanlığa seslenmeyi sürdürmektedir. Günümüzün Makbethlerine ve diğer zalimlerine karşı koymanın yollarını göstermektedir…


Sayfa 97

66. SONE Vazgeçtim bu dünyadan Tek ölüm paklar beni Değmez bu yangın yeri Avuç açmaya değmez Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru Ödlekler gecmiş başa derken mertlik bozulmuş Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın Değil mi ki kötüler kadı olmuş yemen'e Vazgeçtim bu dünyadan Dünyamdan geçtim ama Seni yalnız komak var O koyuyor adama... SHAKESPEARE (Can Yücel Çevirisiyle)

MAYAKOVSKİ’NİN ŞİİRİ , DEVRİMİN ÖRSÜNDE ÇEKİÇTİR HÂLÂ!.. Büyük ekim devrimini örse çekiç indirir gibi yazan şairi Mayakovski’yi 83. ölüm yıldönümünde saygıyla selamlıyoruz. Mayakovski'nin yenilikçi şiirinde sözcük, dil, yapıt üzerinde çalışma deneyi Rus şiir dilinin gelişmesi için büyük önem taşır. Aynı zamanda onun şiir dili Rus edebiyatının zengin klasik mirasına, Rus dilinin kaynaklarına dayanıyor. Onun yenilikçiliği, şiirin gelişmesinde oynadığı rol ulusal ortamda sonraki şair kuşakları için kalıtının önemini belirliyor. “Büyük kitlelerin iş, eğlence ve isyanının şarkısını söyleyeceğiz. Modern başkentlerde yükselen devrimin çok sesli ve çok renkli dalgalanmasının şarkısını söyleyeceğiz: madeni seslerin ve gemi tezgâhlarında gecelerin sıcağını ve şiddetle açgözlü duman içen yılanlarıyla alev alev parlayan rıhtımların, dumanlarının izlerinin kıvrılarak tehdit ettiği bulutlara asılı fabrikaların


Emeğin Sanatı 167. Sayı şarkısını söyleyeceğiz”diyerek dünyada sosyalist gerçekçi edebiyat akımının önemli isimlerinden birisi olan Mayakovski, ABD emperyalizmiyle kol kola girmiş gericilerin saflarında meclise giren yayınevi patronlarına onay veren platonik solcu edebiyatçıların aşık attığı bir ortamda dahi, Mayakovski ve temsil ettiği edebiyat akımı devrimci şiir uğraşımıza ışık tutmaktadır:

MARŞIMIZ Şiirinden İsyanın ayak sesi, alanları döv! Yukarı, gururlu başlar dizisi! Biz, ikinci Nuh tufanıyla Yeniden yıkayacağız dünyanın tüm kentlerini. Günlerin öküzü hantal, Yılların kağnısı ağır, Tanrımız koşudur bizim Yüreğimizse davul. Altınımızdan daha yücesi var mı? Kurşun vızıltısı mı bizi sindirir? Çınlayan sesimizdir o altın; Silahımızsa türkülerimizdir. MAYAKOVSKİ







Emeğin Sanatı 167. Sayı

— İSVEÇ ŞİİRİNDEN ÖRNEKLER — ÖZGÜRLÜĞÜN KOVULDUĞU YER Özgürlüğün kovulduğu yere Baharlar geldi gene Çiçekler açtı gene Ama kıvanç kayboldu. Yabancının bastığı yerde Toprak sertleşir, En sonunda otlar bile Boyun eğer ezilirse. Selâm çakar ökçe vurup İkram eder gerekirse İçkiyle kelepçeyi Uzatırsan ellerini. Kıvancın olmadığı yerde Nasıl açar bilmem nasıl Şu aksi papatyalar, Kim düşünür devşirmeyi Özgürlüğün kovulduğu yerde.

HJALMAR GULLBERG (Çeviri: Lütfi Özkök)


Sayfa 105

ZORLAMAYIN BENİ Zorlamayın beni yadsımaya Düşlerde görünen gerçeği Gerçekte görünen düşü. Zorlamayın beni Kurt köpeklerinin tüylerini okşamaya, Gazetelerle volkanları söndürmeye, Dikenli kundura giymeye; Çıplak ayaklarla salt ufka varmak mümkündür Bir çocuk gibi, kucağında fidan taşıyan. Benim işim değil betimlemek aç gözleri, Olayların dizisinde kanlı sözcükleri silmek; Ben tutuşmuş çıraları loş ve perişan odalara atacağım, Ezeceğim yaklaşan tüm bitleri, Kıracağım otomotları zencilerin kara pamuklarıyla. Bana göre değil urağanları dinlemek suların dibinde Ahtapotları sümbüllerle beslemek. Atlamasına atlarım, nahkûm bir kuleden ölüme, Orman yangınına bir mezar taşı kurtarmak için; İçmesine içerim güzelliği sıçanlı nehirlerden, Kırlangıçlı bir akşam göğünün temel taşını atmak için. Ama gene de zorlamayın beni, gözlerimle gördüğümü yadsımaya, Bir bambu gibi diklemesine büyüyen tüzeyi, Çam kozalaklarında sıcak sıcak kızaran Ve bir şiiri kar kokan.

ARTUR LUNDKVİST (Çeviri: Lütfi Özkök)


Emeğin Sanatı 167. Sayı

AYA YOLCULUK

Ama bizim de kendimize göre bir türkümüz var Yeter ki yeliniz şişirsin yelkenimizi Yeter ki haberiniz kentimize ulaşsın Hangi anakaradan yollarsanız yollayın Yardımın yarı yolda olduğunu biliyoruz Bırakmayın bizleri böyle Kayalarla fosiller arasında donmaya Bu buzdan soğuklar içinde. Biz geleceğin yolu üzerinizdeyiz Biz özgürlüğün yolu üzerinizdeyiz Hey duruyor musunuz Biz özgürlüğün geleceğine çıkan yol üzerindeyiz.

STİG CARLSON (Çeviri: Lütfi Özkök)


Sayfa 107

ORHAN VELİ’Yİ DÜŞÜNÜYORUM 1. Limon rengi bir gök altında kulağıma şarkılar çalındı. İşittim kötülüğün soluk alışını Açık arazisinde kara dğşüncelerin. İşte bugün geliyorum billurların mesafesinden Doğunun yıldızlarını göğsünden içmek için Ey dilinde güvercinlerin tünediği, Yalın içkilerle kadınların sevdalısı! Ey şiirlerindeki güzelliğin Kelebek hafifliğini hapsetmeye çalıştığım ozan kardeş! 2. Yurdumda kar meydanlarda ölürken Savsaklamanın uyuşukluğu kaplar içimi. Yurdumda çalınır o ezici, kahredici Avrupaî ölümün tekdüze oda musikisi. Yurdumda kar, genç kızların düşleri gibi kokar Beyaz dallar altında okurken yabancı şiirlerini 3. Her gece bir gündüzün içine akar, Her tedirgin pencere bir çığlık fırlatır Kapanırken karanlığın göğsüne. An olur uzak ülkeler özlenir, An olur zamanın anaforu kösnüyle içilir. Ama bugün seni düşünüyorum ey yaşamın kırdığı ozan! 4. Görüyorum ölümünü herkesinkine benzeyen, Görüyorum yalınlığını kahramanlara yaraşan, Duruyorum bir dakika hayale dalmak için Gök denen şu koskoca erincin altında.

LASSE SÖDERBERG (Çeviri: Lütfi Özkök)


ŞAİRLERİNİN KISAKISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA DÜNYA ŞAİRLERİNİN (İSVEÇ) ÖZGEÇMİŞLERİ:

AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına HJALM AR GULLBE RG(1898-1961):1898’de Malmö’de doğdu. Üniversite eğitiminden sonra S tockholm’de Devlet önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk Tiyatro sunun yönetim kurulunda ve Radyoevinin tiyatro başkanlığında bulundu. 1940’d a İsveş Kraliyet Hareketi’nin başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonra 1960'da harekete liderlik etmeye başladı ve olaylar Akademisine üye seçildi. Hitler ve kölelerinin karşısında tavır aldı. Yunan klasikleri yanında Şilili kadın şair esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı Gabriela Mistral, Lizbon'da F.G.Lorca, J.R.Jimenez’i İsveççeye Gullberg, Halkın burjuva yıl tutuklanarak hapse atıldı. Hapisten kaçan çevirdi. Neto; önce Fas'a sonra da sevdiği, Zaire'ye gitti. 1962sınıfının yılında da değerini önemli bir üzere şairdir.ülkesine Şiirleri döndü. bir çok Angola dile çevrilmiştir. 1961’desömürgeciliğine intihar eden şairin kurtuluşyadsımadığı savaşına devam etmek halkının Portekiz karşıçevirileriyle verdiği birlikte 38’i aşkın kitabı vardır. kurtuluş savaşı, şair Neto'nun önderliğinde başarıya ulaştı. 1969-1970 Asya Afrika Yazarlar Birliği'nden Lotus ART UR LUNDKVİST(1906-1991):Güney İsveç’in köyünde doğdu. İlk kitabını 1928’de yayımladı. 1929’da “5 Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış bir Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da Gençler Antolojisi” ile adını duyurdu. İsveç diline yabancı edebiyatları tanıtma bakımından kimse onun kadar hastanede sonsuzluğa yürüdü. katkıda Dünyanın her Rebelo, yönüne MOZAMBİKli uzun yolculuklar K. Ve. Portekize G. Amerika, Sovyetler Birliği, JORGEbulunmamıştır. REBELO:1940 doğumlu Jorge şair, yapmıştır. avukat, gazeteci karşı Mozambikli Çin, Hindistan, ve bu arada İstanbul İsveç’in en verimli özgürlükmücadelesini, yazarıdır. Yolculuk günlükleri, gerilla grubu ileAfrika direnişin öncülerinden oldu. vb. Şiirlerinde Mozambik bağımsızlıkromanlar, için öyküler, eleştiriler, ve yabancı yazarların biyografileri yanında yirmi şiir kitabıyla yapıtlarının sayısı mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive ederaltmışı , kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye geçer: Sovyetleri destekleyen bir komünist olan Toplumcu şiddetli bir anlayışla yazmış, gençler üstünde çok etkisi gelen iki İsveçli gazeteciye verilmişti. 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra Mozambik'in olmuştur.1958’de kendisine Lenin BarışRebelo, ödülü verilmiştir. enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri kasabasında oldu. STİG CARLSO N(1920-1971):İsveç’in batısında Falköping doğdu. Babası inşaat ustası idi. Orta ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri şiirleriyle dünayaya öğreniminden sonra basın h ayatına atıldı. Gazetelerde sanat eleştirmenliği yapve tı. 1953’te “Şiir Dostları”yayan adlı üye şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 sayısı 15.000’i geçen kuzeyin en önemli şiir kulübü nü kurdu. Ölünceye değin kurumun başkanlığını yaptı. Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. KomünŞiirlerinde yıkılınca ABD’ye sığınmak kaldı. ölüm cezasına Denem e, öykü ve şiir antolojileri düzenledi. toplumcu görüş zorunda ön planda yer Gıyaben alır ve umutla karamsarlık çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya el ele yürür. On yedi şiir kitabı yayınlamıştır. döndü.SÖDERBE İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabıdoğd «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı.hayat Yoksulluk içinde LASSE RG(1931):Stockholm’da u. Bab ası ünlü bir gazeteciydi. Öğrenimini okulunda yaptı. öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. Yabancı edebiyatlara karşı duyduğu ilgi onu yabancı illerde yaşamaya yönel tti. Uzun yıllar İspanya ve pariste DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. 1960 bohem bir yaşam sürdü. Yıllar sonra dönüp Malmö’de yaşamaya başladı. Şiirlerinde Fransız gerçeküstücülerin olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî etkilerini görmek kolaydır. Sonorganizasyonu) yıllarda siyasal direnir şiire eğildi yeni den çalışmalar da geri Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı bununama sonunda ilk eysel kez hapse atılır. yapmaktan 18 ay hapisten durmadı. düzenlediği ve Küba siyahların şiiri antolojilerinden ayrı olarak yirmi dokuz şiir kitabı çıktıktan Kendi sonra çevirileriyle da mücadelesini sürdürdüİspanyol Güney Afrika’da yazması ve yayınlaması yasakken o illegal yazmıştır. yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, KAYNAK: ÇAĞDAŞ İSVEÇ ŞİİRİ, ÇEVİRİ: LÜTFÜ ÖZKÖK, YEDİTEPE YAYINLARI, 1973) Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.

EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.04.2015 Yıl: 9 Sayı: 167

Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı

Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi EMEĞİN SANATI E-DERGİ © Dergide yayınlanan eserlerin herE-Dergisi türlü hakkı Aylık Sosyalist Kültür/Sanat şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. 15.12.2014 Yıl: 9 Sayı: 163 Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir.

Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir

Not: göndermek isteyen Not: e-dergimize e-dergimize yapıt yapıt göndermek isteyen dostları, dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi



SESLERDE Güneş büyüye büyüye iner yer yüzüne Hem ağaca, hem bakıra erişir sesi Dinlenik ve korkusuz Bir ıssızlığık serinletir ayakları Öğle sularını ve içimizi Yeni bir savaşa başlatır Aşınmaz bir direnç salar kanımıza Dörtnal çıkar devrimin atları Alanlar ve sevinçler dolusu Bir eylem çizilir çocuklara Yiğit ve istekli Sesimizi uzatırsak kazmalara Azalır toprağın üzüntüsü Güneş büyüye büyüye iner yer yüzüne

MEHMET KIYAT


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.