Genç-Analiz

Page 1

Sayı:5 Temmuz 2010

GENÇ-ANALİZ Young Future Academy Aylık Gençlik ve Kariyer Dergisi

YOUNG FUTURE ACADEMY


GENÇ GELECEK KÜNYE Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım Lideri Yiğit AKKOCA İnsan Kaynakları Koordinatörü Burçin TOKSÖZ Dergi Editörü Şeyda KAYA Görüntü Yönetmeni Melike GÜNEŞ Dış İlişkiler Koordinatörleri İdil ÖZMAÇİN Utku HATİPOĞLU İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ Sosyal Organizasyon Koordinatörü Mihraç NALBANTOĞLU Stratejik Araştırmalar Takım Lideri Barhan KAYNAK Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri Utku HATİPOĞLU Yurtdışı Eğitim Danışmanı Anna BEGOVİC

İÇİNDEKİLER . Eller…Eller… ……………………… 1 . En Gözde Tablolar ………………… 3 . Bugünün Türkiye’si ……………….. 8 . Etik.. Tik Tik Tik.. ………………... 11 . Mutsuzluğa da Var Mısın? ………. 15 . Kayan Yıldız ………………………. 17 . Kahramanlık Zordur ……….…...... 19 . Dragons’ Den ……………………….. 22 . Bulgaristan ………………………… 24 . Çin Bilmecesi ……………………… 29 . Kayıp Kitaplar Gizli Kardeşlik ….. 33 . Nietzsche Ağladığında ……………. 44 . Neil Patrick Harris ……………...... 47 . YFA Ekibine Sorduk ……………... 48

Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:137 Deü Rektörlük Karşısı Cumhuriyet Apt. K:2 D:6 Alsancak,İZMİR Tel:05065882913


ELLER... ELLER...

Sevgili Genç Analiz okurları, Temmuz ayının (kendisi en sevdiğim ay olur) ilk gününde hepinize merhabalar. Bu yazıyı okuyanlar ya da okumayıp tatilde olanlar veya tatilde olduğu halde okuyanlar ve herkes falan filan hepinize güzel bir temmuz diliyorum. (okuyanlara daha güzelini dilemekten kendimi alıkoyamasam da :) Tatil dolayısıyla nedense aklıma yazacak çok şey gelmiyor aslında. Öğrenciliğin verdiği bir duygu olsa gerek, 2-3 aylık tatil döneminde eller kalem tutmak istemez. O eller ki tuzlu suyu ister, o ellerle ki kumdan kaleler yapılır, o eller yok mu o eller işte onlar bilmem kaç koruyucu faktörlü güneş kremi sürmek ister, yetenekli eller sahilde gitar çalmak ( tabi ki 'akdeniz akşamları' :p ) ister, yeteneksiz eller de ateş için çalı çırpı toplar (gitar olur da ateş olmaz mı hiç) , o eller Maraş dondurmasının külahını yakalamaya çalışmak ister, o eller plajda voleybol topuyla temasta olmak ister, o ellerle tavla zarı pek güzel atılır, hele okey ıstakası büyük bir aşkla tutulur, işte aşk dedik, o eller yaz aşkının elleriyle buluşmak ister, her şeyi ister ama ah o eller kalem tutmak istemez. Ama yine de biz sizlerden ayrılamıyoruz, o yüzden şuanda elimde kalemim sizlere yazıyorum. Gençlik, öğrencilik, tatil, ders yok, gez toz... bunlar güzel şeyler, her daim -özellikle de temmuzda- eğlenceli, iç açan şeyler yazmak istiyorum aslında. Ama aklım hep somurtkan konulara takılıp kalıyor. Belki fazla ciddiye alıyorum her şeyi belki de cidden takıntılıyım ama ben ülkemizin haline boşverip rengarenk konulara dalamıyorum bir türlü. Ardı arkası kesilmeyen, bir çığ gibi büyüyen şehitlerimiz... Allah ailelerine sabır versin. Başka bir söz bulamıyorum. Benim sözlerim hep bu duruma sebep olanlara (onlar kendilerini iyi bilir) fakat buraya yazamıyorum (onlar anladılar iyi(!) dileklerimi). Başka ocakların bu acıyla sönmemesi için dua ediyorum, şimdilik elimden tek gelen bu.


Bir de küçük bir soru sormak istiyorum arkadaşlar size ; yahu dünya kupası maçlarını takip eden var mı? (evet çok hızlı alakasız konu değişimleri yapıyorum, haklısınız) Ben ki futbol hastası bir insanım, yıllarım tribünlerde geçti, hiç takip etmek gelmiyor içimden. Oturduğum kafedeki televizyonlara hep sırtımı dönüyorum. Masamda konuşturtmuyorum dünyaymış, kupaymış, maçmış... Yahu Türkiye'nin katılmadığı bir organizasyon bu kadar mı yavan olur? Aklıma geldikçe içim acır, üzülürüm. Düşündükçe -ki düşünmemek için kendimi parçalıyorum- ağlayasım gelir. Hayır olamaz inanmak istemiyorum, ülkemin katılamadığı bu kupayı yok sayıyorum... Ah biz bu hallere düşecek adam mıydık?... Ah!...

Veeee sonunda Aşk-ı Memnu bitti :) Çok sevinçliyim Bihter öldüğü için, ama Behlül de ölse daha güzel olurdu bence. Her ne kadar romanını okusam ve sonunun böyle olacağını bilsem de Behlül ölmediği için final beni tatmin etmedi. Allah'tan sakalları çok çirkindi de biraz sevinebildim ;) hepinize aldatmacasız, boynuzsuz, Bihtersiz, Behlülsüz, Ednan Beysiz, mis gibi, huzurlu tatiller. Daha fazla gevezelik etmeden sizleri diğer arkadaşlarımın yazılarıyla baş başa bırakıyorum. Çok yanmayın ha tatilde, güneş cilde zararlı...

ŞEYDA KAYA Editör


Müzayedelerin En Özel Tabloları Resim, hayatınızda ne yoğunlukta yer alıyor? “Eeeh işte”ciler bilgisayarlarında birkaç GIF, birazcık daha fazla sevenler de birkaç JPEG barındırıyor muhtemelen. Bazılarımızın evinde, fena ressamların çizdiği “seri üretim tablo” dediğimiz türden resimler duvarlarda asılı olabilir. En fazla ünlü bir tablonun röprodüksiyonun posterini almışsınızdır, artık daha da ne olsun değil mi? Daha ne olabilir? Mesela bir tabloya 80 milyon dolar verebilirsiniz! Gerçek sanatseverler için dünyanın en pahalı on tablosunu listeledik. Aslında dünyanın en pahalı tabloları müzelerde bulunuyor. Bu listedekiler ise özel koleksiyonlarda yer almış, yani satın alınmış tablolar. Örneğin Mona Lisa satılsa, bu listedekilerin toplamı kadar bir paraya bile satışa çıkabilirdi. Mona Lisa, 1962’de sigortalandığında, 100 milyon dolar değer biçilmiş. O zamandan beri enflasyonu hesaba katarsanız tablonun bugünkü değeri 650 milyon dolar oluyor!

1 - “Garçon à la pipe” - Pablo Picasso: Picasso, bu tabloyu 1905’te yapmış. 100x81 boyutlarında ve tuval üzerine yağlıboya yapılmış. Resimdeki Parisli çocuk, Picasso’nun komşusunun oğluymuş. Sotheby’s Müzayede Evi tarafından 2004 yılında 104,1 milyon dolara satın alınarak tüm zamanların en pahalı tablosu olmuş. Ancak beklenen fiyatlar gelmemiş ve 70 milyon dolara satılmak zorunda kalınmış. Picasso uzmanlarına göre bu pek şaşırtıcı değil, çünkü tablo zaten Picasso’nun en önemli tablolarından biri değil. Resmin kübik olmamasından dolayı bunu biz de söylerdik gerçi.


2 - “Portrait of Dr. Gachet” - Van Gogh: Vincent Van Gogh’un en bilinen ve en çok saygı duyulan resmi. Van Gogh, Haziran 1890’da, yani hayatının son birkaç ayını yaşarken iki farklı versiyonunu çizmiş. Resimler 67x56 boyutlarında ve tuval üzerine yağlıboya yapılmış. Doktor Gachet, son aylarında Van Gogh’u tedavi etmeye çalışan doktormuş. Ayrıca amatör bir ressam olduğu için iyi arkadaş olmuşlar. Doktorun tabloda elinde tuttuğu bitki, tedavide kullandığı yüksükotuymuş. Van Gogh, resim hakkında “Doktor Gachet’i yüzünde hüzünlü bir ifade ile resmettim ama görenler yüzünü ekşitiyor da sanabilir. Kederli ve nazik, ancak anlamlı ve zeki bakıyor. Bence bütün portreler böyle yapılmalı” demiş. Bu resim 1990’da Japon işadamı Ryoei Saito tarafından 82,5 milyon dolara alınmış ve döneminin en pahalı tablosu olmuş. Saito, tabloyu yerini kimseye söylemediği bir kasaya koymuş ve öldükten sonra kendisiyle birlikte yakılmasını istemiş ama büyük tepki gelince bir müzeye bağışlanacağını açıklamış. Ancak Saito öldükten sonra tablo ortadan kaybolmuş. Kimbilir, belki gerçekten yakıldı, belki de hala kimse o kasanın yerini bilmiyor.

3 - “Bal au moulin de la Galette” - Pierre-Auguste Renoir: Renoir’ın aynı isimde bir tablosu var ama onu Paris’teki Musée d’Orsay elinde tutuyor. Bahsettiğimiz tablo ise onun 131x175 boyutlarındaki ufak versiyonu. Bu tablonun sahibi de bizim meşhur Ryoei Saito’ymuş. Aynı artırmada 78 milyon dolara bu tabloyu da satın almış ve yakılmasını istemiş. Neyse ki en azından bu kayıp değil.


4 - “Irises” - Van Gogh: Van Gpgh bu tabloyu, ölmeden bir yıl önce, akıl hastanesinde yapmış. 71.93 boyutlarında ve tuval üzerine yağlıboya. Bu tablo için “hastalığımın paratoneri” demiş, çünkü ancak resim yaparak delirmekten kendini kurtarabildiğini düşünüyormuş. Tablo 1987’de 49 milyon dolara bir işadamına satılmış, ancak parası çıkmayınca 78 milyona Getty Museum’a gitmiş. Döneminin en pahalı resmiymiş ayrıca.

5 - “Massacre of the Innocents” - Peter Paul Rubens: Bu tablo da iki tane yapılanlardan. 2002’de tabloyu 76,7 milyon dolara satın alan Kanadalı Lord Thomson, tabloyu Ontario Sanat Galerisi’ne bağışlamış.


6 - “Les Noces de Pierrette” - Pablo Picasso: Bu tablo, Picasso’nun ilk dönemine ait. 1901’de yapılan tabloda, yakın arkadaşı Carlos Casagemas’ın kendini öldürmesinin üzüntüsünü henüz ünlü olmamış ressamın çok fakir bir hayat yaşamasının etkilerini görmek mümkün. Picasso, tablosunun Fransa’da 1989’da 72,6 milyon dolara satıldığını görseydi ne düşünürdü acaba?

7 - “Portrait de l'artiste sans barbe” - Van Gogh: “Sakalsız otoportre” anlamına geliyor. Yani Van Gogh’un kendini resmettiği birçok tablodan biri, ancak diğerleri arasında sakalsız olan tek resmi. Tuval üzerine yağlıboyayla 40x31 boyutlarında, 1889 yılında yapılmış. 1998’de, New York’taki Christie’s Müzayede Evi'nde 65 milyon dolara satılmış.

8 - “Rideau, Cruchon et Compotier” - Paul Cézanne: Cézanne bu tabloyu 1893-1894 arasında yapmış. 58x72 büyüklüğündeki tablo, tuval üzerine yağlıboya. 1999’da 60 milyon dolara satılmış.


9 - “Femme aux Bras Croisés” - Pablo Picasso: Bu tablo da, Picasso’nun kariyerinin ilk yıllarını kapsayan mavi dönemden. 1902’de yapılmış Bu resimdeki model, evsiz bir kadınmış. 61x91 büyüklüğündeki tablo, 1998’de 50 milyon dolara satılmış.

10 - “Acrobat and young Harlequin” - Pablo Picasso: Picasso bu resmi 1905’te, 190x107 boyutlarında, tuval üzerine yağlıboya yapmış. Tablo, Japon iş adamı Akio Nishino tarafından 38,4 milyon dolar ödenerek satın alınmış. YİĞİT AKKOCA


BUGÜNÜN TÜRKİYE’SİNE BAKIŞ Karanlık gibi ya da alacakaranlık ama tamamen kararmaya gün geçtikçe daha da yaklaşan ve umut ışıklarının demir parmaklıklar arkasında saklı olduğu bir Türkiye.Yavaş yavaş ve sinsice etki altına alınan ve piyon olma yolunda her gün bir adım daha ilerleyen Türkiye.Bu piyonla belki başka piyonları etkimiz altına alabiliriz ama son hamleye gelemeden bizi etki altına alacakları o kadar açık ki. Çünkü arkalarında vezirleri ve en önemlisi de kaleleri var. Bu durumun böyle olmasının nedenini daha doğrusu nedenlerini analiz etmek için biraz geriye gitmek lazım.Atatürk’ten sonra başa gelen iktidarların yanlış politikaları, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri ve en önemlisi de halkın uzun süre dünyada olan bitenden bihaber olması bugünkü sürecin de temel taşlarını belirleyen en önemli nedenlerden biridir.Askeri darbelerin artçı etkileri ve 60 anayasasının Türkiye’ye bol geçirilmiş bir gömlek misali fazla özgürlükçü olma bahanesiyle 80 anayasasıyla bu gömleği iyice daraltarak giyilemez hale getirmek ve Türkiye’yi de içinde boğulmaya mahkum etmek.Bir zamanlar televizyon,radyo hatta telefonun her mahallede bir tane bulunduğu dönemlerden bugüne kadar geçen süreçte halkın her şeyden uzak kalarak, en önemlisi de dünyayı bir adım geriden takip ederek olayların geç farkına varması sonucu ilerleme yolundaki Türkiye’nin gerileme sürecine girmiş olması ve her geçen gün batılı ülkelerle arasındaki mesafeyi bir adım daha artırması bugünün Türkiye’sini ve iktidarın politikaları doğrultusunda geldiğimiz süreci özetlemede yeterince etkilidir. Avrupa birliğine girebilecek potansiyeli olan ve stratejik konumu itibariyle de dünyada çok önemli bir yere sahip olan Türkiye için bugün bu sadece çok uzak olan bir belirsizlikten ibarettir. Bunun suçunu da tek bir partiye ya da iktidara


yüklemek son derece yanlıştır. Çünkü suç 1938’den bugüne yapılan yanlışların toplamından başka bir şey değildir. Winston Churchill’in lafı bu durumu daha da iyi özetlemektedir;’’Her millet hak edildiği şekilde yönetilir.’’ Dinin bugün sadece politikada kullanılan araç haline getirilmesi ve Müslüman ülkeler içinde en modern ülkenin Türkiye olmasına rağmen birçok kalıptan kurtulamamış olması geleceğini karanlığa doğru sürüklemektedir.Halkın en hassas olduğu noktadan din üzerinden siyaset yapılarak insanların doğru ve yanlışları bir kalıp içine sokulmuştur.Halkın büyük bir kısmı bugün aslında kendi istedikleri şekilde değil, birilerinin onlara dikte ettirdiği şeylerin doğru olduğuna inanmayı tercih ederek yaşamaktadır.Bu da başa çıkılamayacak kadar komplike bir yapının arapsaçı misali ülkemizi içten içe sinsice sararak mahvetmesine yol açmaktadır. Amerika’da yaşayanın bu konudaki üstün katkılarını da görmezden gelmemek lazım.Yoksul ailelerin çocuklarını maddi ve manevi anlamda destekleyerek gelecekte kendisine adeta bir ordu yetiştiren bu şahıs Türkiye’yi Amerikan pastasının sosu haline getirmeyi hedeflemektedir. Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye maalesef karanlık şahısların elinde şekillendirilmektedir.Özetle çıkar sahiplerinin dışarıda, aydınların ise içeride olduğu bir ülkede durumun düzelmesini beklemek fazla iyimser hatta gerçek dışı olacaktır… İDİL ÖZMAÇİN



ETİK…TİK TİK TİK… Bebekler… Minik minik sevimli parmaklar, tombik yanaklar ve sevgi yumaklığı… Birçok çift ailelerini tamamlamak için böyle minik misafirler ister hayatlarında. Ama ne yazık ki her durumda mümkün değildir bu mutluluk. Her alanda olduğu gibi insanın sağlığı bu konuda da engel olabiliyor. Ancak günümüzde tıbbın gelişmesi ile bu tip aileler için farklı çözümler bulunmakta. Bu çözümlerden biri de sperm bankacılığı… Peki nedir sperm bankacılığı? Her yerde duyabileceğimiz bu terim spermlerin toplanıp soğutularak saklandığı bir kurumu ifade etmektedir. Tabii ki bu işlem her önüne gelen için kontrolsüz yapılan bir uygulama değil. Öncelikle koşullara uygun erkeklerden alınan spermler uygun koşullarda dondurularak çocuk sahibi olmak isteyen ailelere veriliyor. Ülkemizde sperm bankacılığı yasak, bu nedenle de bir sperm bankası mevcut değil. Ancak bu durumun yasal olduğu ülkelerde işlem yaptırmak mümkün. Zaten bunun bilinen (medyatik diyelim) iki örneği de söz konusu, ülkemizde… (İlgilenenler için; Leyla Bilginel ve Güner Özkul) Sperm bankacılığında ki geçerli mantıksa çok basit: her kadın zamanı geldiğinde annelik duygusunu tatmak ister, bu bir içgüdüdür. Ama herkes evlilik bağını boynuna takmak istemeyebilir. Dolayısıyla evlenmek istemeyen ancak bu duyguyu tatmak isteyen bayanlar için bulunmaz bir fırsat sperm bankaları. Öte yandan sadece bekar anneler için değil evli çiftler içinde çoğu durumda çözüm; çocuğu olmayan çiftler de bu bankalardan yararlanarak ailelerine yeni üyeler kazandırabiliyor. Peki insanların spermlerini saklamalarının geçerli sebepleri var mıdır? Tabii ki bunun için bazı sebepler var. Kanser gibi tedavisi ağır olan hastalıklar spermlere zarar vererek insanların çocuk sahibi olmazsını engelleyebiliyor ya da ani bir kaza veya ölüm sonucu yine bireyler bu şansı ellerinden kaçırabiliyor. Şimdi ölen adamın neden çocuğu olsun ki dediğinizi duyar gibiyim. Ancak bazılarımızın hatırlayacağı üzere geçtiğimiz aylarda gündemi hayli meşgul etti bu konu. Almanya’da bir kadın ölen kocasının spermlerinden çocuk sahibi olmak isteği ile mahkemeye başvurdu. Çünkü eşinden bir parça taşımak ondan bir hatıraya sahip olmak istiyordu. Daha önce eşinin spermleri bir klinikte


dondurulmuştu, ancak klinik eşin vefatından dolayı izin alınamayacağı için

işlemi gerçekleştirmek istemedi. Fakat kadının isteği de son derece mantıklıydı. Eşinden bir çocuk sahibi olmak için bu son şansı olabilirdi. Zira sperm bankasında dondurulan örneklerin 12 yıldan daha fazla korunup korunamayacağı henüz anlaşılmış değil. Merak edenler için bayanın bu isteği mahkeme tarafından kabul edildi ve hamilelik başlatıldı. Gelelim sperm bankacılığının Türkiye’deki konumuna… Henüz bu konu kanunlarla yasaklanmış değil, ancak birçok kişi bu durumu etik olmayan bir olay olarak etiketlendiriyor. Örf, adet ve geleneklerimize uygun olmadığını söylüyor. Tartışılır… Sonuçta ülkemizde etik olmayan birçok şeye göz yumuyoruz değil mi ama… Kime ne birileri bekar anne olmak istiyorsa? Bu durum etik değil deniyor. Bir zamanlar çoğu hastalığın tedavisi de etik değildi bazı kesimler için. Ama çocuk sahibi olamamak da bir sağlık sorunu ve bunun için üretilen çözümler bizim için sevindirici olmalı. Yani isteyen kişi bu yola başvurabilmeli ve hatta ülkemizde de böyle bir kurum oluşturulmalı. Aslında bu durumdan çok da uzak değiliz. Bazı özel kliniklerde evli çiftler için bu uygulama yapılabiliyor-sperm dondurma işlemi- . ancak bu durum bekar annelik isteğini karşılamıyor. Sperm bankalarından yararlanmak isteyenler farklı ülkelerde bu işlemi yaptırabiliyor, örneğin Amerika (20 bin dolar) ve İngiltere (10-15 bin dolar).

Son zamanlarda ülkemizde yasalaştırılmaya çalışılan olaysa, sperm bankaları aracılığı ile çocuk sahibi olma durumunun kanunlarla yasaklanması. Yani yasa kabul edildiğinde bu uygulamayı ülkemizde yaptıramayacağınız gibi, başka bir ülkeden de bu konuda yararlanamayacaksınız. Çünkü bu durumda çocuğunuzun bir yasallığı olmayacak! Çok garip bir ifade değil mi? Çocuk var ama yasal değil… Acaba neden karşı çıkılıyor sperm bankacılığına bazı kesimlerce? Bunun başlıca sebeplerinden biri babasız çocuk dünyaya gelmesi. Yani çocuk babasını tanımayacak sadece annesinin varlığını bilecek. Bu durumda çocuğun ileriki hayatında mutsuz olabileceği ve hayatının kötü etkilenebileceği tartışılıyor. Oysa ki evliliklerde doğal yollarla dünyaya gelen bebekler için böyle bir ihtimal yok mudur? Boşanmalar günümüzün gerçeği ve çiftlerin bu dönemde birbirlerine zarar vermek adına çocuklarını hırpalaması, psikolojik olarak yorması da görülmedik şey değil. O halde


önemli olan çocuğun neye sahip olduğu değil, çevresinin kendisine nasıl hissettirdiğidir. Kaldı ki eğer istenilirse çocuk 18 yaşını geçtiğinde biyolojik babasıyla da tanışabiliyor. Demek ki bu sorun kesin ve değişmez temellere dayanmıyor. Bir de güzide ülkemde bu duruma caiz olup olmadığı sorulmalı… Sormaya da gerek yok ya cevap basit aslında. Maazallah ülke elden gidiyor diye ayaklanırlar. Soyumuz babası yabancı ve üstelik babasız büyün çocuklara mı kalacak sonra? Konu dağılmadan toparlamakta fayda var. Sperm bankacılığının yararları ortada. Dünyaya yeni bir ruh taşımak için güzel bir yöntem. Zararlarına gelince , biyolojik olarak bir zarar mevcut değil. Tabii ki bu, bu yolla doğan çocuklar ultra sağlıklı oluyor , hastalanmıyor demek değil. Yanlış anlaşılmasın, demek istediğim diğer çocuklarla aynı sağlık koşullarına sahip oluyorlar ve hatta doğuştan gelecek bir hastalıkları olma ihtimali oldukça düşük. Zira donörler sağlık testlerinden geçiriliyor ve kronik veya ağır hastalığı olanlara işlem uygulanmıyor. Sonuç olarak insanların da bir çeşit hayvan olduğunu (evet düşünerek yolumuzu çizebiliriz) ve içgüdülere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Eğer bir birey bu sorumluluğu yüklenebileceğine inanıyorsa, önüne engeller konulmamalı diye düşünüyorum. Tabii ki donörler nasıl bir testten geçiyorsa, bu yola başvurmak isteyen bireylere de bir takım testler uygulanarak duruma psikolojik olarak hazır olup olmadıkları belirlenmeli. Tecavüzlere, tecavüzcüleriyle evlendirilmeye etik bakan ülkem , sperm bankacılığının en azından mantıklı bir sebebi var… BURÇİN TOKSÖZ


Mutsuzluğa da Var mısın? 'Ne tuaf şey' diye geçirdi genç kadın içinden... 'İçim acıyor, kalbim hiç olmadığı kadar ağır geliyor bedenime, ruhuma, aklıma. Sessizce akan gözyaşlarımla yıkıyorum ruhumu. Ama ayaktayım işte. Her şeye, herkese rağmen dimdik ayakta...' Bir ara duraksadı ve yanı başında her şeyden habersiz oynayan küçük kızına baktı sevgi dolu gözlerle. Sonra tekrar başladı anlatmaya: 'Eşimi hain pusuya kurban verişimin üstünden tam bir sene geçti. Koskoca bir sene... Ama acısı dün gibi taze. Her gün aynı acıyla başlıyorum güne ve aynı acıyla dalıyorum gecenin kör karanlığında uykuya. Lanet ediyorum her gün, her an, her dakika bizi yaşanmamış ve alsa yaşanamayacak bir geleceğe mahkum edenlere, kızımı öksüz bırakanlara, acımıza saygı duymayıp şehidine ihanet edenlere. Keşke diyorum bazen, keşke asker olmasaydı; bir öğretmen, doktor olsaydı ya da sıradan bir işçi... İşte o zaman belki böyle yarım kalmazdı hikayemiz... Sonra sus diyorum kendi kendime: 'Sus, çünkü sen şehit eşisin. Sana ulaşabileceğin en yüksek rütbeyi veren adamın eşi. Onu asker olduğu için sevmemiş miydim? Ben onun vatan sevgisine, gözü karalığına aşık olmamış mıydım? Üç yıl önce başlamıştı her şey. Bir mayıs sabahıydı. Her izin gününde yaptığımız gibi yine sabah erkenden buluşmuştuk. Henüz onu beş aydır tanıyordum. Ama elini tutup, gözlerinin içine baktığımda işte bu o adam diyordum; evleneceğim, bir ömür boyu mutlu olacağım kişi o. O sabah bir başkaydı Uğur. Elimi bir başka tutuyor, gözüme bir başka bakıyordu. Sonra bir an durdu ve sessizce 'Hakkari’ye tayinim çıkı' dedi. Şimdi hatırlıyorum da tek bir kelime bile söyleyememiştim o anda. Öylece kalakaldım. Yanaklarımdan yaşların süzüldüğünü hissediyordum. Sonunda güç bela 'Ya biz...?' diyebildim. Onun cevabı ise 'Ya vatan...?' olmuştu. O an öyle kızmıştım ki sinirden hem ağlıyor hem titriyordum. O ise konuşmasına devam etti: 'Ya vatan... Biliyorum, şu an çok


kızıyorsun bana. Ama beni anla lütfen. Ben bir askerim. vatanım için Muş'a, Van'a, Şırnak'a da giderim. Çünkü ben sadece Kezban'ın oğlu, senin sevgilin Uğur değilim. Ben bu toprağın oğlu, bu ülkenin sevgilisiyim. Bizler M. Kemal Atatürk'ün oğullarıyız. Şimdi bana gitme dersen ben senin o sevdiğin adam olamam. Çünkü o zaman ben ben olamam. Ömür boyunca korkak bir adam olarak yaşarım. Bunu bize yapma. Etrafına bir bak sevgilim. Ben üstünde yürüdüğümüz bu toprak için, şu bakmaya doyamadığımız deniz için, şu çiçekçi teyze için , senin için ve en önemlisi bayrağımız için mücadele etmeye gidiyorum. Ve benim gibi nicesi daha var. Korkularını anlıyorum. Kim istemez ki mutlu olmayı... peki sen benimle mutsuzluğa da var mısın? 'Evet’ diye haykırmıştım o zaman. Genç kadın elini boynundaki eşinin yüzüğüne götürüp buruk bir gülümsemeyle şimdi olsa yine evet derim hem de bin kere evet.

Şİmdi tek bir isteğim var: Evladına, sevgiline, şehidine İHANET etme Türkiye. Çünkü onlar senin için anasının kucağını bıraktı, eşini gözü yaşlı koydu, çocuklarını sırf sen güven için de uyuyasın diye öksüz bıraktı.

Yasemin ALP


Bir yıldız mıydı kayan yoksa sadece yanan bir taş parçası mı ? Yanan bir taş parçası kayar gözümüzün önünden ve kaybolur. Aramaya gitsek ardından, acaba bulabilir miyiz nereye düştüğünü? Evet yanan bir taş parçası kayar gözümüzün önünden ama asla “yanan bir taş parçası” olmaz bizim için adı. Işıl ışıl parlayan bir yıldız kayar gözümüzün önünden. Alnında yılların bıraktığı derin çizgelere sahip bir ihtiyar da olsak, kıvırcık saçlı küçücük bir kız çocuğu da, hiç fark etmez. Hemen bir dilek tutmaya çalışırız yıldız kayarken. Çalışırız diyorum çünkü yıldız kayarken dilek tutmak o kadar kolay olmaz çoğu zaman. Anlıktır çünkü yıldız kayması. Birçok insan anlayamadan kaybeder yıldızını karanlık gökyüzünde. Ve yıldızını kaybeden her insan bir sonraki kayacak yıldızı için önceden hazırlar dileğini. Bilir aslında belki de bir daha kayan bir yıldız göremeyebileceğini ya da görse bile aradan ne dilediğini unutturacak kadar uzun yıllar geçmiş olabileceğini. Bilir ama yine de hazırda bulundurur işte dileğini. Dilekler ve mekanlar değişir insanlar değiştikçe ama zaman hep aynıdır. Güneydoğuda sıcaktan damda yatan kıvırcık saçlı bir kız çocuğunun yıldızı da olsa kayan, sabaha karşı balık tutmaktan dönen bir teknedeki, ihtiyar balıkçının yıldızı da olsa; dilekler hep gece dilenir, derin karanlıkta. Evet derin karanlıkta dilenir dilekler, gecemizi parıltısıyla biraz olsun aydınlatan yıldızımız kayıp karanlığa gömerken bizi bir yandan, biz öbür taraftan çaresizce medet bekleriz aslında yanan taş parçasından. Siz belki küçük iki kişilik bir uçak dilerken özgürce uçabilmek için, başkası kuş olmayı diler aynı anda ve belki de aynı yıldızdan. Ben tam yıldız kayarken dilek tuttum ama olmadı yalan o işler diyen oldu mu size hiç? Bana oldu. İşte bu yüzden olmuyor onların diledikleri. Sakın onlara inanıp vazgeçmeyin dileğinizden. Onlar neyi nasıl istemeleri gerektiğini bilemedikleri için, neyi kimden ya da neyden istemeleri


gerektiğini bilmedikleri için olmuyor. Sanırım bir de başkası da var sizinle aynı yıldızı kaydıran ve sanırım dileğiniz olmuyorsa o başkası sizden daha hızlı =) )) Ben de önceden hazırladım dileğimi, karanlık gecelerimin yıldızı kayıp boşa gitmesin diye. Ben yıldızımın hiç kaymamasını, bana hep göz kırpmasını diliyorum gökyüzünden. Dünyamın hep aydınlık kalmasını diliyorum; gece ve gündüz. Kayıp gitmemesini diliyorum yıldızımın . Aydınlık ve barış dolu bir dünyada kimse gereksiz kavgalarla ölmesin istiyorum. Kimse ismi nedeniyle hedef olmasın kurşunlara, kimse öksüz kalmasın terör saldırıları sonrasında, hiçbir gazetecinin cesedi kaldırımda kalmasın kimliği nedeniyle. En önemlisi de hangi nedenlerle olursa olsun, asıl yeryüzündeki genç yıldızlar kaymasın birer birer. Biliyorum söylenen dilekler olmazmış sözde ama ben herkes bilsin istiyorum bu dileğimi, çünkü ancak herkes bilirse gerçekleşebilir benim dileğim. Bir dilek kuyusundan ya da kayan bir yıldızdan çok; yana bir taş parçasından çok; insanlardan yardım istiyorum bu dilek için, sadece gerçek insanlardan. Daima aydınlık ve barış dolu bir dünya da hep birlikte yaşama sanatını başarabilmemiz için sadece gerçek insanlardan yardım bekliyorum . Diliyorum gerçek insanlardan, yeryüzünde parıldayan genç yıldızlarıyla.

TÜRKAN BİRCAN


KAHRAMANLIK ZORDUR

Üniversitelerin isimlerinin bulundukları şehirle özdeşleşen isimler olması gerekir. Çağrışım yapmalıdır çünkü, akılda kalmalıdır. Özellikle de o şehirde yaşamış önemli tarihi kişilerin adlarının konulması adettendir bilirsiniz. Mesela Bolu’daki üniversitenin adının Bolulu mimar ve sanayici olan İzzet Baysal olması gibi. Ve ya ; Aydın -------------------------> Adnan Menderes Kahraman Maraş----------> Sütçü İmam Isparta -----------------------> Süleyman Demirel gibi gibi… Şimdiki konumuz ise İzmir’de kurulacak olan 4. Devlet üniversitesinin adının ne olacağı ? Ya da ne olması gerektiği. Geçtiğimiz dönemde TBMM’de İzmir’in de aralarında bulunduğu 7 ilde devlet üniversitesi kurulması tasarısı kabul edilmişti. Tabi hemen çalışmalara başlandı. Yeri, adı, falanı filanı… her nasıl ki çocuğa isim konulurken anne-baba ve dünürler tartışırsa İzmir’de de aynısı oldu. AKP İzmir milletvekilinin önerisiyle Katip Çelebi’de karar kılındı şimdilik. Katip Çelebi’nin İzmir ile alakası nedir acaba? Yanlış anlaşılmasın, Katip Çelebi gibi büyük bir bilim adamı ve aydına saygısızlık etmek istemem İstanbul’da doğup İstanbul’da ölmüş birinin adı neden İzmir’deki üniversiteye verilir ki? İzmir’in kahramanlarına, İzmir’in aydınlarına kıran mı girdi? İzmir denilince ne yani kimsenin aklına hiçbir isim ya da hiçbir olay gelmiyor mu? Benim aklıma gelen ilk isim Hasan Tahsin. Bu konuya birazdan geleceğim. Sonra mesela Umur Bey var. Aydınoğulları’nın kurucusunun oğlu. Çok önemli tarihi bir zattır kendisi. 13. Yy’da Batı


Anadolu’nun Türkler tarafından alınmasında payı büyüktür. 18 yaşındayken İzmir valiliğine atanmıştır. 1348 yılında İzmir kuşatması sırasında en önde kale surlarına tırmanırken atılan oklarla şehit olmuştur. Hadi diyelim ki Umur Bey’i herkes bilmiyor, ben tarihi çok seviyorum, herkeste aynı çağrışımı yapmaz, uç olan benim. Ya peki Çaka Bey? Kime sorsan Çaka Bey denilince aklına İzmir gelir, eminim ki herkes Çaka Bey’in kim olduğunu bilir. Kendisi ilk Türk Amirali’dir. İzmir’i ilk defa Türk idaresine katmıştır, Bizanslılardan 1081 yılında almıştır. Ve bunu yaparak Bizanslıların kendisinden öğrendiği yöntemlerle onları vuracak kadar zeki biri olduğunu kanıtlamıştır. Bu isimle bazılarının alıp veremediği ne acaba çok merak ediyorum. Daha sayabilirim ama gerek yok. Çünkü benim için önemli olan güzel şehrime ve aşık olduğum Karşıyaka’ma yeni bir üniversitenin kuruluyor olması, onun ismi değil. Ama gel gelelim bunu (ve her şeyi) sorun yapmayı marifet sayan birileri var güzel ülkemde. İlk , isim ne olsun denildiği zamanlarda bir çok kişi doğal olarak Hasan Tahsin olsun demiş. Diyecekler tabi; Hasan Tahsin denilince akla İzmir, İzmir denilince akla Hasan Tahsin gelir. Ama bazı korkak ya da zavallı kişiler demiş ki ; ‘’ Yunanlı kardeşlerimiz alınabilirler. Açılım sürecinin yaşandığı böyle bir dönemde yapmayalım, etmeyelim…’’ Yahu elin yunanını ne ilgilendirir benim ülkemdeki üniversitenin adı! Neymiş efendim onları denize dökmüşmüşüz de hatırlatmak ayıpmış. Ülke topraklarımızı işgal etmişler yahu ister denize dökerim ister aya gönderirim, ne yapsam ülke savunması için bu benim hakkımdır. Hakkım olanı yaptım diye utanacak halim yok ki!


Kanıma dokunan bu. Ülkemde isim koyarken bile özgür olamıyorum. O ne der, bu ne yapar zihniyetiyle, korkarak, karaktersizce, bağımlı bir halde yürümez bu işler. Yoksa üniversitenin adının Hasan Tahsin olması ülkemin eğitimine bir katkı sağlamaz, ya da olmamasını sorun etmeye değmez. Fakat içim almıyor ‘’Yunanlıya ayıp’’ diyerek bir şeylerden vazgeçmek. Hasan Tahsin ki Kurtuluş Savaşı’nın simgelerinden biridir (Kurtuluş Savaşı da bizim en büyük onurlarımızdan biridir, unutanlara duyurulur). O ki gencecik bir yiğittir, İzmir kahramanıdır (Kahramanlık zordur Türkiye’de ve hatta suç kimi zaman). 20bin kişilik Yunan ordusunun İzmir işgalini başlattığı gün Kurtuluş mücadelesini başlatan ilk kurşunu sıkan şehittir. O bir vatanseverdir, o cesaretin simgelerindendir.

Bu özelliklerden rahatsız olan Yunanlılar değil de siz misiniz yoksa bu ismi beğenmeyenler, bahane üretenler?!?

ŞEYDA KAYA


DRAGONS' DEN

Arkadaş sohbetleri, okul yolları, dünyayı kurtarma esnalarında :p ki muhabbetlerde hep bir programdan bahsetmiştim ancak hiç dergide yazma fırsatım olmamıştı. Adı Dragons' Den. Her defasında Acun Ilıcalı gibi bir prodüktörün dünyadaki yarışma programlarını Türkiye'ye muhteşem uyduran- bu yarışma programını Türkiye'ye getirmesi gerektirdiğini dile getirmiştim. Ancak böyle olmadı, bir başka kanal bir başka prodüksiyon olarak Bloomberg HT çok yakında bu prgoramın Türkiye versiyonunu yapacaklar ve eminim ki doğru değerlendirenler için muhteşem bir fırsat olacak. Bu yüzden bu sayıda bu program hakkında kısa bilgi vermek istedim. Programı yaklaşık 2 senedir takip ediyorum ve gerçekten yaratıcı, girişimci ve yetenekli insanların yanındalar... Türkiye’de biliyoruz yalan dolan çok olur ama bu program doğru kullanılırsa muhteşem bir fırsat olur. Sizlerle kısa tanıtım bilgisini paylaşmak istiyorum; PARAM YOK DİYEN KİM BANA İŞİMDE ORTAK OLACAK DİYENLER İŞTE FIRSAT YENİ PROJE FİKİR SAHİBİ VEYA İŞİNİ BÜYÜTMEK İSTEYEN DEĞİŞİK PAZARLARDA LİDER OLMAK İSTEYEN BU YARIŞMA TAM SİZE GÖRE FIRSATI KAÇIRMAYIN.


Dragons' Den NEDİR? (Türkçe:Ejderlerin Mağarası) Japonya kökenli formatına Sony ve kısmen Microsoft'un sahip olduğu risk sermayesi konulu televizyon programı. Programa katılıp fikirlerini açıklayan girişimler Ejderha denilen iş uzmanları tarafından yaratılan finansmanla güvenceye alınmayı hedeflerler. Yarışmacılar genellikle ürün tasarımcıları ya da potansiyel olarak çok karlı uygulanabilir iş fikri olan hizmet sağlayıcılarıdır fakat fon ve yönetim eksiklikleri vardır. Her birinin kendine has iş sahası olan, kendilerine ejderha adını veren beş zengin iş adamı bu ürünleri ve fikirleri değerlendirmektedir. Dragons’ Den yarışmasına katılmak için aşağıdaki formu doldurmanız yeterli. Juri üyeleri değerlendirmesi sonucunda projenize destek olacak yatırımcıyı bulabilirsiniz. http://www.ddturkiye.com

Not: Mutlaka bu programı izlemeyenler sitedeki videoyu izlemeliler. Eminim faydası olacaktır. Zeki Türk halkına ve içinde her yeteneği barındıran Türk gençlerine faydalı bir proje olmasını diliyorum. Sevgilerle

YİĞİT AKKOCA


B

U

L

G

A

R

ANADOLU YURTDIŞI EĞİTİM

İ

S

T

A

N

DANIŞMANLIĞI

Şirketinizin merkezi neresidir? kaç yıldır bu piyasada hizmet vermektesiniz ? Bulgaristan Anadolu yurtdışı Eğitim danışmanlığı merkez ofisimiz Plovdiv’de olup Sofya ‘da da şubesi bulunmaktadır. Türkiye merkez ofisi ise Ankara ‘dadır. Şirketimiz 10 yıldır İzmir şubesi olarak, biz 4 yıldır Bulgaristan eğitim danışmanlığı yapmaktayız Bulgaristan’da Eğitimin tercih nedenleri nelerdir ? 1- Türkiye’ye en yakın noktada yurt dışı eğitime imkan tanıması ve YÖK tarafından bu üniversitelerin tanınması , 2-Eğitim imkanlarının bolluğu yanı sıra ekonomik olarak diğer ülkelerden daha ucuz olması 3 – Bulgaristan’ın 1 OCAK 2007 tarihinde Avrupa Birliği Üyesi olması ve Alınacak Diplomanın ( EUA ) Avrupa üniversiteler birliği diploması olması, 4-Bir lise mezunu olmaktansa veya üniversitede geleceği olmayan ve istemediğiniz bir bölümü okumaktansa, Ö.S.S Şartı Aranmadan Bulgaristan Üniversitelerinde istediğiniz bölümlerde okuma şansına sahip olunması, BULGARİSTAN üniversitelerine YÖK Denklik vermektedir Her öğrencinin hayalinde üniversiteli olmak vardır. Üniversite mezunu olmak çok daha akılcı bir seçimdir Üniversiteli olmak her öğrencin hayalidir. Ve ihtiyacınız olan bir şeydir. Gerek Özel sektör’de gerekse Kamu sektöründe sizin bireysel becerileriniz ve aldığınız eğitimin kalitesi ile ilgilenecektir. 5-Bulgaristan’da bir yıl eğitim almanın maliyetinin, her şey dâhil olmak üzere Türkiye’de alacak olduğunuz özel bir dershane eğitiminin masrafına eşit olması , 6-Ülkemizde uygulanan Ö.S.S. üniversite giriş sistemini aşamayıp, lise mezunu olmak yerine, Tıp, Eczacılık, Diş hekimliği, Mimarlık, İnşaat Mühendisliği, Makine


Mühendisliği, Bilgisayar Mühendisliği, Gemi İnşa Mühendisliği Fizik tedavi iyileştirme Vb.100lerce bölüm okuma fırsatının sunulması. 7- Bulgaristan’daki birçok üniversitenin, ülkemizdeki çoğu üniversiteden daha köklü bir geçmişe sahip olması, buna ek olarak, Bulgaristan’daki üniversitelerin bilimsel araştırma ve akademik üretim güçlerinin, ülkemizdeki üniversitelerin çok büyük bir bölümümün üstünde olması. Bulgaristan’daki üniversitelerin çoğunun, dünya sıralamasında Türkiye’deki birçok üniversitenin üstünde yer alması, 8-Bulgaristan’ın bilingual bir ülke olması nedeniyle eğitim alınırken Bulgarca ve bunun yanında İngilizce dilinin öğrenilmesi

ister istemez

9-Bulgaristan’da eğitim alarak, birçok ülkeden gelen öğrencilerden oluşan çok uluslu bir ortamda yaşanması sınıftaki arkadaşlarınızın, farklı ülkelerde yarının profesyonel çalışanları ya da yöneticileri olacakları nedeniyle Bunun da geniş bir çevre edinme imkânı verecek olması ve gelecekte birçok farklı açılımlara sahip olunmasını sağlaması 10-Bulgaristan’da konaklama ve sosyal giderlerin, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerinin çok altında olması 11-Bulgaristan’da herhangi bir üniversitenin hazırlık bölümünü başarı ile tamamladıktan sonra, dilediğiniz üniversitenin dilediğiniz bölümüne kolayca kaydınızın yapılabilmesi

Bulgaristan Anadolu Yurtdışı Eğitim Danışmanlığının diğer benzer yurtdışı eğitim danışmanlıkları arasından tercih edilme nedenleri nelerdir ? Bulgaristan Anadolu Yurtdışı Eğitim Danışmanlığı olarak bulgaristanda üniversite eğitimi için öğrencinin evrak, kayıt işlemleri, tercüme hizmetleri, milli eğitim izinleri, vize ve oturum işlemleri, yurt veya eve yerleştirme, gelindiğinde okuldaki kayıt işlemleri, öğrenci dosyalarının hazırlanması, askerlik ertelemesi dosyası hazırlanması gibi resmi işlemler haricinde öğrencinin Bulgaristan’a geldiğinde hiç zorluk çekmemesi için tüm yardımlarda bulunulması, Tüm okullarda bulunan danışmanlarımız aracılığı ile okulda tüm yardımların verilmesi, öğrencilerimizin Bulgaristan’a gelmesine gerek olmadan tüm işlemlerin profesyonel kadromuz ile hazırlanması ve geldiklerinde hiç yabancılık çekmeden her işlemin hazır olması nedeni ile direk eğitimlerine yönelmeleri.velilere düzenli ve devamlı bilgi verilmesi. Öğrencilerimizin genel uyum sağlama,eğitim gibi sorunlarıyla takından ilgilenilmesi. Bulgaristan ‘da herhangi bir üniversiteden alınan diplomanın Türkiye'de denkliği varmı'dır. ?Bulgaristan Avrupa birliği üyesi olduğu için,orada herhangi bir üniversiteden alınan diplomanın Türkiye'de denkliği vardır.Mezun olduktan sonra denklik sınavı girme zorunluluğu yoktur.Ancak Yüksek öğretim kurumu ( Y.Ö.K. )


diplomanın yeterli olup olmadığını tespit etmek isterse seviye tespit sınavına girilmelidir. Sınav başarı ile geçilirse Türkiyede mesleğinizi icra edebileceksiniz. Denklik için detaylı bilgi YÖK'ü 0312 298 70 00 0312 298 70 00 arayarak okumak istediğiniz üniversitenin adını belirterek hakkında bilgi alabilirsiniz

Lisedeki bölümüm Sözel, eşit ağırlık, sayısal veya meslek lisesi hangi bölümlere başvuru yapabilirim? Üniversitelerimizde herhangi bir liseden mezun olan öğrencilere alan ayrımı yapılmaksızın, Tıp, Eczacılık, Diş Hekimliği, Mimarlık, Hukuk, Mühendislik, Fizik Tedavi, Turizm, Spor ve diğer tüm bölümlere yerleştirme yapılır Bulgaristan'daki üniversitelerden Türkiye'deki üniversitelere yatay geçiş yapabilirmiyim? Bulgaristan'daki üniversitenin hazırlık ve birinci sınıfı bitirilir, üniversitede ders başarı oranının %60 geçilir ve öğrenci Seçme Sınavından (ÖSS'de) taban puan alınırsa ve Türkiye'deki bir üniversitede boş kontenjan bulunması halinde yatay geçiş yapılabilir. Her üniversitenin kendine ait yurtları var mıdır? Yurtlarda öğrenci hangi imkanlardan faydalanabilir? Yurtlarla okul arasındaki mesafe nedir? Her üniversitenin kendine ait yurdu vardır. Yüksek kalitede olmayan ancak ders çalışma imkanı ve öğrencilerin gereksinimlerini konusunda titiz davranılmaktadır. Öğrenci yurtlardaki her alandan faydalanma hakkına sahiptir. Yurtların okullarla arası 20 - 30 dakika civarındadır Bulgaristan'da okuduğum süre esnasında Ailem bana nasıl para gönderebilir? Bulgaristan’a gitmeden önce Türkiye'deki herhangi bir bankadan TL hesabı açarak, üzerinde mastercard veya visa amblemi olan bankamatik kartınızdan Bulgaristan'da bulunan tüm banka atm'lerinden anında leva olarak para çekebilirsiniz. Bulgaristan'da hayat şartları nasıldır? Aylık Toplam ne kadar masrafım gider? Bulgaristan üniversiteleri ortalama Yurt ücretleri 130.TL'dir. Ev kiraları eşyalı ortalama : 500.TL'den 600.TL. ( semtine ve lüksüne göre değişebilir.) Bir öğrencinin Aylık ortalama giderleri 500.TL - 600TL'dir. Bulgaristan'a nasıl gidilir? Ulaşım fiyatları ne kadardır? İstanbul'dan Otobüsle Plovdiv'e 6- 7 saat, Sofya’ya 8-9 saat Sürmektedir. Her gün İstanbul Esenler otogarından Bulgaristan’a 8 firma sefer düzenlemektedir.


Otobüs Bilet Ücretleri :İstanbul'dan Plovdiv : 40.TL. İstanbul'dan Sofya : 45.TL. Türk öğrenciler Bulgaristan’daki hastanelerden faydalabilirlermi? SSK veya Bağkur sigortaları geçerli olacak mı? SSK ve BAĞ-KUR Bulgaristan’da geçerli değil ancak Bulgaristan'da aylık ödeme ile Sağlık sigortasına baglanabilirler. Öğrenciye verilen liçna kartının/oturma izninin süresi ne kadar olacak? Bulgaristan makamları , öncelikle altı ay daha sonra bir yıllık oturum izni vermektedirler. Öğrenciliğinin devam ettiği her yıl için birer yıllık uzatma yapmaktadırlar. Altı aylık oturum : 250 TL. Bir Yıllık oturum : 500 TL

AYŞE TUNA ÖZÇELİK &TANJU ÖZÇELİK BULGARİSTAN ANADOLU YURTDIŞI EĞİTİM DANIŞMANI KIBRIS ŞEHİTLERİ CAD.SİNESAF APT.NO:92/14(TANSAŞ KARŞISI) ALSANCAK-İZMİR TEL.:0-232-4213554 FAX:0-232-46 46 777 TURKCELL CEP: 0-530-6914353 ,0-535-8440581 0-532-5856468 AVEA CEP: 0-505-7687040, WEB : www.bulgaristan.info , www.bulgaristanegitim.org MSN : betatun@hotmail.com

Röportajı Hazırlayan: Anna Begovic


Çin Bilmecesi ’19. yüzyıl Avrupa’nın,20. yüzyıl ABD’nin ve 21. yüzyıl Asya yılı olacaktır.’ Eğer ekonomiyle biraz ilgileniyorsanız bu cümleye hemen hemen bütün ekonomi dergilerinde, haberlerde, gazetelerin ekonomi sayfalarında sık sık görüyorsunuzdur. Şuan için pek de yanlış olduğunu söyleyemeyiz aslında. Özellikle 2008’de ABD’nin yaşadığı ekonomik bunalımla birlikte gözler Asya’nın parlayan yıldızı Çin’e çevrildi. Çünkü Çin kendinden hiç beklenmeyen büyük bir ekonomik başarı kazandı. Bir zamanlar hiçbir ekonomistin dikkate almadığı Çin, 21. yüzyılın küresel gücü olarak adlandırılmaya başlandı. Çin’in ekonomik performansı gerçektende nefes kesicidir. Çin yakın tarihe kadar yabancılarla temastan kaçınmıştır ve başka ülkelerle ticarete önem vermemiştir. Çin halkına göre ticaret ‘aşağılık insanların yaptığı bir işti.’ Fakat sanayileşmenin hız kazanmasıyla birlikte Çin daha fazla tecrit politikasına devam edemedi. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sömürge devletlerinin baskısıyla limanlarını uluslararası ticarete açmak zorunda kaldı. 1949’da Mao’nun iktidara gelişiyle Çin tecrit politikasına geri döndü ve bu durum Mao’nun ölümüne kadar devam etti. 1979’lardan sonra ise başarılı bir dışa açılım politikası uygulamıştır. 1979 yılından bu yana Çin dünya ihracatı içindeki payını 2 katına çıkarmış ayrıca ihracat hızı dünya ihracat artış hızının üzerinde olmuştur. 1985-2007 yılları arasındaki dönemde ihracat yıllık ortalama yüzde 19.8 oranında olmuştur. 2001 yılındaki WTO üyeliğinden sonra ihracat 2002-07 döneminde yıl bazında ortalama yüzde 29’luk artışlara sahne olmuştur. 2007 yılında ihracat 1.6 trilyon olarak gerçekleşmiştir.


2008 krizinde ABD’nin hapşırmasıyla tüm dünyayı saran bir grip baş gösterdi. Çin de bu salgın hastalıktan etkilenen ülkelerden biriydi. Fakat onu diğerlerinden ayıran önemi bir fark var. Çünkü Çin ekonomisi bu krizden en erken kurtulan ülkelerden biriydi ve ekonomisini krize rağmen büyütmeyi başarabildi. Çin ekonomisi 2008’in son aylarında çift rakamlı büyümeden tek rakamlı büyümeye geriledi. Ayrıca Temmuz 2008 tarihinde ihracatı yüzde 26 hızla artan bir durumdan 2009 Şubat ayında ihracatı yüzde 27 daralır hale geldi. Gidişatın iyi olmadığını fark eden Çin Hükümeti alarma geçti ve 4 trilyon renminbi değerinde kamu alt yapı harcaması ve 9.6 trilyon renminbi düzeyinde bir banka kredisi artışı devreye sokuldu. Alınan önlemlerle birlikte 2009 yılının son üç çeyreğinde Çin ekonomisi ayağa kalktı. 2009 yılı bütünü için yüzde 8.7 reel büyüme görülürken, 2010 yılının başında tekrar yüzde 12’lik bir büyüme hızını yakaladı. Çin 2009 da ilk defa ihracat şampiyonu oldu. 746 milyar avroluk ihracat toplamıyla Almanya’yı bile geride bıraktı. Boğazına kadar borç batağında olan ABD, Çin’in en büyük ihracat pazarını oluşturmaya başladı. Bütün bu veriler Çin’in 21.yüzyılın küresel gücü olacağına işaret ediyor. Ancak sadece bu verilerle hareket etmemiz bizi doğru sonuçlara ulaştırmayacaktır. Çünkü Çin’in ekonomik sorunlarının hepsini çözdüğünü söylememiz pek de mümkün değil.Ayrıca küresel güç olabilmek için coğrafya,toplum,askeri kapasite gibi pek çok faktörde etkilidir. Çin Ekonomisi ve Sorunları:Çin ekonomisinin sağlam temellere dayandığını söylemek oldukça güç.Örneğin;Çin’de kredilerin çoğu hatır için ve iş hayatı dışındaki kişilere veriliyor bunun sonucunda da bu kredilerin çoğu geri ödemesiz batık kredi oluyor.Oluşan borçlar düşük maliyetli ihracatlarla kapatılmaya çalışılıyor.Bu durum Çin ekonomisini ihracata bağımlı bir hale getirmiştir. Fakat sağlam bir ekonomi için hem dış piyasada ihracat aktif olmalı hem de iç piyasa ayakta tutulmalı.Oysa Çin’de iç tüketim ülke için risk yaratacak kadar azdır.Belki Çin’deki büyüme oranları çok yüksek.Fakat ekonomideki bu yüksek büyüme kriz riskini de beraberinde büyütüyor.Çünkü büyüme oranlarındaki hafif bir düşüş bile Çin ekonomisinde derin yaralar açmaya yetecektir.Son 30 yıldır kaybedilen bu büyüme hızını sonsuza kadar süreceğini umut etmek ise hayalperestlik olacaktır. Tarihte bunu hiçbir ülke başaramadı ve Çin’ de başaramayacaktır. 1997’lerde hızla büyüyen Doğu Asya ekonomisinde yaşanan beklenmeye çöküş ve ya Japonya’nın 1980’lerde


yaşadığı bankacılık krizi Çin’in içinde bulunduğu riski göstermek için verilebilecek örneklerden ikisidir. Her ne kadar Çin’in 2008 krizinden başarıyla çıktığı iddia edilse de, ülke ekonomisine biraz daha yakından bakılınca ekonomide oluşan yapısal dengesizliklerin artığı görülecektir. Çünkü ülkede uygulanan teşvik programı ve rekor seviyeye çıkan banka kredileri yabancıların etkisiyle ülkeye gelen spekülatif yatırımları arttırmıştır. Bu durum hisse senedi ve gayrimenkul sektörlerinin şişmesine neden oldu. Ayrıca Çin 2009 yılında yatırım oranını yüzde 49 düzeyine çıkardı. 2008 yılında ise tüketim oranı yüzde 35’e inmişti.Bu durum Çin’de ciddi boyutlara ulaşan bir arz fazlası yarattı. Yani cin gittikçe iç ve dış talepteki dengeyi kurmaktan uzaklaştı. Eğer Çin iç tüketimini canlandırmanın bir yolunu bulamazsa,bir sonraki ekonomik durgunluk veya bunalımda daha derin bir yara alacaktır.

Çin Coğrafyası:Çin haritasına yakından baktığınızda fiziksel olarak soyutlanmış bir ülke profili göze çarpar.Kuzeyde Sibirya Güneyde Himalaya’lar ve ormanlarla , Batıda çöller ve doğuda ova ve deltalarla çevrilidir. Nüfusun büyük bir kısmı ülkenin doğu bölümünde yaşamaktadır.Çin’in dış dünyaya açılmasıyla birlikte halk ikiye bölündü.Kıyı kesim ticaretle zenginleşirken, nüfusun büyük bir kısmının yaşadığı iç bölgeler ise fakir kalmaya devam etti.Bu durum Çin’de kargaşayı beraberinde getirdi.Çünkü iç bölgelerde yaşayan halk kıyı bölgelerine göçe ve zenginleşen kıyı bölgeleri de hükümet denetiminden çıkmaya başladı.Sonuç olarak kıyı ve iç kesimler arasında dengesiz bir nüfus dağılımı ortaya çıktı. ‘Ayrıca Çin’de siyasi bir sorun mevcuttur. Çünkü Çin ideoloji ile değil, para gücüyle ayakta durmaktadır. Ekonomik daralma olur ve para akışı durursa bunun zararını sadece bankacılık sistemi değil , tüm Çin toplumu çeker. Çin’de


sadakat ya satın alınır ya da zorlamayla sağlanır.’(George Friedman:’Gelecek Yüz Yıl’) Çin Askeri Kapasitesi:Çin’in küresel güç olması demek ABD’ye kafa tutmakla eş anlamlıdır. Oysa Çin tarihine bakıldığı zaman Çin’in saldırgan devlet profilinden oldukça uzak olduğu görülecektir. Günümüzde hem çinin bulunduğu coğrafi konum hem de donanmasının güçsüzlüğü nedeniyle ABD üzerinde bir tehdit ve baskı oluşturması söz konusu olamaz. Bununla birlikte ABD’nin Çin üzerinde istediği zaman baskı kurması daha muhtemeldir. ABD şu anda çinin en büyük ihracat partneri. Fakat kısa bir süre sonra ABD Hükümeti ihraç edilen Çin mallarının kendi iç piyasa üreticisine verdiği zararı ve işsizlik oranını artırabileceği riskini fark edip Çin’ bir dur ihtarı verecektir.

Geçtiğimiz mayıs ayında ünlü yatırım danışmanı Gloom,Boom&Doom’un yayıncısı Dr. Mark Faber Çin ekonomisinin yavaşlayacağını ve muhtemelen gelecek 9-12 ayda çökeceğini iddia etti.Yine yakın tarihlerde Hedge Fund yöneticisi Jim Chonos ve Harvardlı profesör Kenneth Rogaff da Çin’de bir çöküş gerçekleşeceği öngörüsünde bulundu. Tüm bu verilere dayanarak Çin’in önümüzde ki on yılın patlayan balonlarından biri olma olasılığı oldukça yüksek gözüküyor.Yani Çin 21. yüzyılın yeni küresel gücü değil de ekonomik çöküşle siyasi parçalanmaya giden bir ülke olabilir. Kaynakça: George Friedman:’ Gelecek Yüz yıl ’ Deniz Gökçe: 'Çin'de eğitim ve komünist parti'

YASEMİN ALP


KAYIP KİTAPLAR GİZLİ KARDEŞLİK Uzun zaman önce okuduğum ancak forumlardan takip ettiğim ve soruna yol açan ancak okuyucuyu tamamen kendine kilitleyen bir kitap olan Fraternis; kısaca gizli kardeşlik ve kayıp kitaplar arasındaki esrarengizi kaldırmayı amaçlıyor.Sizlere kendi yorumumu bildirmem doğru olmayacağı gibi tek taraflı yazı yazmamda doğru olmayacağı için bu konu hakkında öncelikle kitabın tanıtımını ardındanda iki farklı görüşü sunmak istiyorum.

Kitap tanıtımı: Çok satan 2012: Marduk'la Randevu ve Seni Tılsımlar Korur kitaplarının yazarından Aydınlanma, Masonluk, İlluminati ve Yeni Dünya Düzeni'nin kısa tarihi Kapalı bir 'erkekler kulübü' görüntüsüne sahip Mason localarının gerçek kökeni, geçmişi en az beş bin yıl geriye giden bir 'bilge kadınlar' kültü müdür? Geometri'nin Babası' Pythagoras'ı ellerindeki 'gizli bilgiyle' tanıştırıp, seçkin bir lider olarak yetiştirenler, Delphi, Samos, Cumae gibi kentlerde üslenmiş, Sibyl adlı bu güçlü kadınlar mıdır? Marduk yörünge geçişleri dahil, dünyanın uzak geçmişinde yaşananları içeren binlerce yıllık kayıtlar ve evrenin yapısıyla ilgili bilgiler, bu kadınların güvence altına aldığı özel bir kitap koleksiyonunda mı saklanıyordu?


'Kitapların sağladığı güç' sayesinde Roma'da Cumhuriyet yönetimini kurarak etkin ve nüfuzlu bir iktidar odağı haline gelen 'Kardeşlik Örgütü', Ana Tanrıça ideallerine bağlı bu kültün devamı mıydı? Binlerce yıl korunan 'gizli bilgi', Cathar'lar ve Tapınak Şövalyeleri aracılığıyla Masonik örgütlere dek iletilmiş miydi? Sophia ya da Maria Magdalena gerçekte kimdi? Masonik Hiram Abif efsanesinin ardında hangi 'örtülü mesaj' yatıyordu? Efsanevi Illuminati, aşırı sağcı ve köktendinci grupların iddia ettiği gibi 'komplo' peşindeki bir gizli örgüt müydü, yoksa beş bin yıllık 'eşit, adil, barışçı ve kardeşçe dünya' düşlerini yaşama geçirmeye çalışan, idealist bir burjuva entelektüelleri grubu mu? '2012: Marduk'la Randevu'nun devamını oluşturan, 'Saklı Tarih' dizisinin bu ikinci kitabında Burak Eldem, dünyanın en eski bilgi koruyucuları geleneğinin izini sürüyor... Kitabın yazarı Burak Eldemin 2006 yılındaki bir yazısından alıntı; Anlaşılan "fraternis" birilerinin nasırına fena basmış. son beş gün içinde farklı çevrelerden bana iletilen haberlere bakılırsa, bazı "birader"ler, değil kitabın okunması, adının anılmasından bile rahatsızlık duyuyorlar. ilginç tabii; bugüne dek basılan ve kitapçı raflarında yerini alan; mason localarını "dünyanın en kötü ve karanlık insanlarının suç örgütü" ilan etmiş, aşırı sağcı, dinci, nefret dolu "antimasonik" kitaplara hiç aldırmıyorlar ama "fraternis" onları tedirgin ediyor. "sağa sola" haber salıp kitabın öne çıkmaması, ilgi gösterilmemesi yolunda "temennilerini" bildiriyorlar; localardaki informal sohbetler sırasında genç inisiyelere benim "zanaat" ile ilgili verileri "çarpıttığımı" söylüyorlar. neden acaba? "fraternis"in onlara tuttuğu aynadaki kendi görüntüleri vicdanlarını rahatsız ettiği için mi, yoksa kitabın localardaki genç masonların "kafalarını karıştırmasından" korktuklarından mı? Doğrusu bunları pek de umursadığımı söyleyemeyeceğim. Ama yine de o "üstat kişi"lere sormak lazım, "kitap niçin bu kadar keyfinizi kaçırdı beyler?" diye. On yedinci yüzyılın devrimci ve idealist örgütünü, bugünün grotesk görüntülü "kiraz ve karpuz sevenler cemiyeti" haline ben mi getirdim yoksa? Varlığı ve işlevi, binlerce yıllık "eşitlik,


özgürlük, kardeşlik" ülküsünü yaşama geçirmek olan; bu uğurda binlerce dürüst insanın kellesini kaybettiği, gizli bir misyon örgütlenmesini, egemen düzenle uzlaşmış protestan ahlâkı savunucusu, tuzukuru vaizler birliğine dönüştüren ben miyim? Devrimciliği teslimiyetçilikle; dayanışmayı yapmacık bir "hayırseverlikle"; paylaşımcılığı "dul kadının cukkasıyla" ben mi değiştirdim? Yoksa bazı şeyleri çok daha eskilerdeki bazı büyük "kahraman"larınızda, sözgelimi iki ara bir derede locaya inisiye ettiğiniz oliver cromwell'da ya da gül-haç fantezilerinin "pamuk elli" okültisti elias ashmole'da falan mı aramanız gerekiyor? "fraternis" durduk yerde bunları sizin gözünüze soktuğu için mi rahatsızlık duyuyorsunuz? "bizim sibyl kültüyle hiçbir bağlantımız yok, bunlar fantezidir" diyormuşsunuz. eh, gerçekten de fiilen en az iki yüz yıldır o kültürle bağlarınızı bütünüyle kopardınız ve idealin gerçek sahibi olan kadınları dışlayarak bir "erkekler kulübü" kabuğu ördünüz kendinize. keşke her şey bu kadarla kalsaydı; o zaman yalnızca işin içine bir tür "cinsiyet ayrımcılığı"nın sızdığından yakınır, eleştirilerimizi o noktaya yönlendirirdik ki, bu da "tedavisi mümkün" bir hastalığa işaret ederdi. ama ne yazık ki bugün abd'de, ingiltere'de, kanada'da ve daha birçok ülkede presbiteryen ve evangelist "birader"lerinizin boy gösterdiği localarınız, "umutsuz vaka" konumunda beyler; çünkü sizin büyük büyük dedeleriniz iki yüz yıl kadar önce, yalnızca kadınlara değil, idealin çekirdeğindeki en temel ilkelere bile gözünü kırpmadan ihanet etti. "ana tanrıça ile masonluğun ilişkisi yoktur, biz yalnızca tektanrılı büyük dinleri kabul ederiz" buyuruyormuşsunuz, size bu işin aslını astarını soran genç birader'lerinize. eğer son iki yüz yıl içindeki durumdan söz ediyorsanız, doğrudur, "fraternis" de bunu anlatıyor zaten: ilkelerinizi sınıfsal hegemonya güdüleriyle nasıl rafa kaldırıp judeo-hıristiyan inançları kendi lehinize kullanmak istediğinizden söz edip, o muhteşem u-dönüşünüzün bir panoramasını çıkarıyor. (üstelik yeni bir şey de değil; bunları zamanında engels de söylemişti.) yok eğer ta fransız devrimi'nin sıcak günlerine dek bir biçimde ayakta kalmayı başaran o en eski ve temel ideali hâlâ sahiplendiğiniz iddiasıyla konuşuyor ve "bizim gea'yla, tanrıça kültüyle, eşitlik ve özgürlük ülküsüyle ilgimiz yok" diyorsanız, iki seçenek söz konusu: ya


sizin geleneğin tarihinden zerre kadar haberiniz yok, ya da birader'lerinizin gözlerinin içine baka baka, pervasızca yalan söylüyorsunuz. nedense, bana ikinci seçenek doğruymuş gibi geliyor. Büyük üstat'larınızdan, fransız devrimi'nin simge ismi maximillien robespierre ne derdi acaba, bugünkü halinizi görünce, merak ediyor musunuz hiç? hani şu simgesi tanrıça olan "akıl kültü"nü kuran ve fransa'daki bütün kiliseleri lağvedip kybele'yi yeni "deist" anlayışın merkezine yerleştirmeye uğraşan büyük liderinizden söz ediyorum. devrimin sürekliliğiyle ulaşılacak yeni "altın çağ"ı simgelemek üzere, ünlü heykeltraş joseph chinard'a paris'te "génie de la republique" adıyla, frigya tanrıçası'nın heykelini yaptıran robespierre canım. yoksa engin ardıç'ın dediği gibi, "mahmutpaşa'da floş kaçakçılığıyla iştigal ederken" fransız devrimi'ni, robespierre'i falan öğrenmeye vaktiniz mi olmadıgerçekten? Peki ya "aydınlığa bir kadının eliyle ulaştım" diyen, "onursal büyük üstat" olarak saygıyla bağrınıza bastığınız pythagoras'ı okumaya, incelemeye vaktiniz oldu mu? ilkin samos, sonra da delphi'deki sibyl'ın tedrisatından geçip, kroton'da geleneğin ilk büyük "kardeşlik örgütü"nü kuran ve güney italya'da iktidara yürüyen pythagoras'tan söz ediyorum. okulunun kapısına hermes'in bir büstünü yerleştiren ve delphi sibyl'ının mağara girişindeki "kendini bil" sloganını bir plakete yazdıran, "geometrinin babası" pythagoras. sicilya ve malta'daki, binlerce yıllık "dünya anne" tapınaklarında tefekküre dalan; düzenli aralıklarla delphi'ye gidip sibyl'a saygılarını sunan; örgütünde kadınlara özel bir değer veren; "et ve kanla beslenen kişi, dünya anne'nin ilkelerine karşı gelir" diyen ünlü vejetaryen bilge. ama tabii loca çıkışı kebapları, etleri, tavukları mideye indiren "büyük üstat"lara pythagoras iki numara büyük gelir, o ayrı

mesele. Sırf şu günkü değil, son iki yüz yıl içindeki bütün "aktivitenizle" tarihinizin "büyük ustaları"nın, mezarlarında bir o yana bir bu yana dönüp durmalarını sağlıyorsunuz. yalnızca pythagoras'tan, gracchus'tan, julianus'dan, jacques de molay'dan falan da söz etmiyorum. "pergel ve gönye" simgelerini ilk kez resmen kullanan, "the levellers" örgütünün özverili, idealist, militan lideri john lilbourne'un kemikleri sızlıyor mesela. fransa'daki en saygın locaya, başyapıtının adını vererek ("toplum sözleşmesi locası") onurlandırdığınız, devrimin esin kaynaklarından jean-jacques rousseau... despot monarşinin


karşısına sözünü esirgemeden, cesaretle dikilen ve bu nedenle uzun süre bastille'de yatmak zorunda kalan voltaire; hani şu, adını sibyl'lardan (ve tabii muse'lerden) alan "dokuz kız kardeş" locasında inisiyasyonu yapılan voltaire... amerikan devrimi için kelle koltukta bütün kolonilerde mekik

dokuyan, "özgürlüğün oğulları" örgütünün militan yöneticilerinden, birader paul revere... yine amerikan devrimi'nin simge isimlerinden, judeo-hıristiyan inanç sistemlerine yönelttiği keskin eleştirilerle de sivrilmiş, deist liderlerden thomas paine... özgürlüğün oğulları örgütünün kurucu çekirdeği durumundaki "sadık dokuzlar" grubunun liderlerinden, şu ünlü "boston çay partisi"ni örgütleyip, planları taverna köşelerindeki gizli loca toplantılarında hazırlayan militan gruptan, birader

thomas crafts, sözgelimi... alayının kemikleri sızlıyor bugünkü halinizi gördükçe. Sahi, "loca toplantıları" dedik. sizin atalarınız öyle şık döşenmiş, pırıl pırıl loca binalarında, gıcır önlüklerini ve mavi şeritlerini çekip, eldivenlerini giyerek "geyik toplantıları" yapmazdı çocuklar; "üstadı azam"larınızın bunları çok iyi biliyor olması lazım. saatlerce oturup protestan ahlâkı üzerine "cici çocuk" vaazları dinleyecek vakitleri de yoktu pek. kimse "şu locaya bir kapağı atayım, iş ilişkilerimde çok faydası olur" gibi köylü kurnazlıklarını da aklından geçirmezdi. Bıçak kemikteydi çünkü; post pahalıydı, kelle koltuktaydı. bulunan her kenar köşe mekân, köhne bir taverna, şehir dışındaki terkedilmiş bir çiftlik, güvenli bir yerdeki herhangi bir birader'in evi, onlar için "loca"ydı. "lacilerini çekip", ritüelcilik oynamakla uğraşacak hali yoktu kimsenin. bir küçük hata, bir yanlış adım, sızacak bir bilgi ya da rahat davranışların vereceği bir tek küçük açık, amerika'da koloni valilerinin, fransa'da xvi. louis'nin cellatlarının, ingiltere'de i. charles'ın muhafızlarının elinde ölmek demekti. onların boş laflar ve gösterilerle işi yoktu kısacası, onlar "devrim" yapıyorlardı. 1640'ta ingiltere'de, 1776'da amerika'da, 1789'da da fransa'da. Hani şu Türk filmi repliği vardır ya, "senin annen bir melekti yavrum" diye; işte sizin atalarınız da "devrimciydi" çocuklar. Eğer aralarından nüfuzlu, uyanık ve "mal mülk sahibi" olanlar, iktidarı ellerine geçirdikten sonra su koyverip, büyük bir panikle idealleri terk etmeye ve protestan keşişlerle işbirliğine gitmeye kalkmasaydı, o devrimler de "burjuva cumhuriyeti" ile falan durmayacak; beş bin yıllık "büyük anne" idealine, yani tam eşitlik, özgürlük ve paylaşıma dek yürüyecekti. ama burjuvazi bu işte, şişede

durduğu gibi durmuyor.


"fraternis", uzun bir tarihe yayılmış yol haritası üzerinden giderek, bunları anlatıyor. üstelik, her şeyi bu kadar üzerinize alınmanın da gereği yok, masonluk, fraternis'teki uzun serüvenin yalnızca son birkaç yüzyılını içermekte; çok da önemsenmiş falan değilsiniz yani. asıl önemli kısım, sizin "cemaziyülevvel"iniz. hani şu tüyleriniz diken diken olarak reddettiğiniz, "ana tanrıça" kültü, sibyl geleneği ve evrensel "altın çağ" ideali. "sibylline kitapları'nın bizle ilgisi yoktur" demiş üstat kişi'lerinizden biri. haberi olsa şaşardım zaten. o muhafazakâr, uzlaşmacı, burjuva örgütü yapısı içinde gelenek öyle dumura uğramış ki, inisiyasyon töreninde sunağın üzerine yerleştirilenin, ezelden beri büyük dinlerin kutsal kitapları olduğunu sanıyor o bilgili üstatlarınız. pythagoras da beş yıllık "sessizlik dönemi"ni geride bırakan inisiye adayının önüne incil mi koyuyordu dersiniz, sayın "worshipful master"? olur ya, hıristiyanlık doğmadan altı yüz yıl önce, bütün bunlar malum olmuştur belki kroton bilgelerine. roma'daki "decemviri" üyeleri neyin üzerine yemin ediyordu peki? imparator "dönek julianus", kurmaylarına kitabı mukaddes'ten pasajlar mı okuyordu? kilise'yle amansız bir mücadeleye giren cathar'ların "kusursuz"ları, bildiğimiz incil'i mi gözlerinden bile sakınarak saklıyorlardı sizce? Sahi, ikinci derece ritüelinizdeki şifreniz "shibbolet", eski ahit'in yargıçlar kitabına mı gönderme yapar, yoksa eleusys mitleri ve demeter mi vardır ardında? "üstat mason" şifresi "maa ha bune" nedir peki? "her şeyi gören göz" olmasın sakın? hani piramidin tepesinde ışıldayıp, güneş formundaki tanrıça hathor'u simgeleyen, ünlü "ra'nın gözü"? Bir de, engin ardıç da geçenlerde köşesinde sormuştu gerçi ya, biraz daha farklı biçimde ben de yineleyeyim: sibylline kitapları'nda da anlatılan şu phaethon mitindeki iki parlak ve iri "göksel olgu" nedir acaba, hani şu boğa burcu'nun hemen üzerinde beliriverenler? "üstadı azam"larınız hiç söz ettiler mi size? haydi biz hasbelkader, birinin "marduk" olduğunu çözdük ya, ikincisi neyin nesidir? belki siz biliyorsunuzdur dedim de. Yoksa siz "zanaat"ın babasının "hiram usta" olduğu; işin içine eski mısır'dan ezoterik simgeler, osiris gizemleri sızdığı geyiklerine


gerçekten inanıyor musunuz? hayır, "duayen" demagoglarınızdan albert pike bile inanmıyor ve bıyık altından gülüyordu da, o bakımdan. Demek sibyl'larla, kadın bilgeler kültüyle, ana tanrıça idealleriyle falan ilginiz yok, öyle mi? oooldu, gözlerim dooldu... BURAK ELDEM Radikal gazetesi kitap ekinde yazı yazan Haluk Kelpon'un karşı eleştirisini sizlerle paylaşıyorum; Tarih:28/04/2006 Batı'da komplo teorilerinin bilinen ilk özneleri masonlar ve İlluminati'dir. Zamanla işin içerisine Tapınak Şövalyeleri, Yahudiler, sosyalistler ve hatta uzaylılar giriyorlar. Birbirleriyle pek de ilintili olmayan bu özneleri birleştirmek komplo teorisyenleri için mesele değildir. Bütün bu özneleri ya da en azından bazılarını birleştirmek için ortak bir arka plan yaratmak yetiyor. Komplo teorisyenlerinin tarihe ilgisinin başlangıcı bu ihtiyaçtır. Burak Eldem'in Fraternis-Kayıp Kitaplar, Gizli Kardeşlik isimli yeni kitabını da bu çerçeve içerisinde değerlendirmek gerekiyor. Yeni kitabında ana tanrıça kültünden İlluminati'ye uzanan bir tarih kurgulayan Eldem bütün bunları bir şekilde daha önceki kitabında işlediği kıyamet senaryolarıyla da ilişkilendiriyor. ESKİ GİZEMLİ BİLGİLER Eldem'in tarih teorisine göre Eski Dünya'nın hemen her yerinde yaygın ve aynı kaynaklardan beslenen bir tanrıça kültü vardır. Bu dönemde dünya cennetten farksızdır. Sınıflar bulunmuyor, kulluk yoktur. Ama mülkiyetin doğuşu ile yanlış bir uygarlık süreci başlıyor. Zaman içerisinde bütün panteonlarda eril tanrılar hâkim hale geliyorlar. Eski 'uygarlık'ın temsilcileri ise bu durum karşısında ayakta


kalmak ve 'bilgi birikimlerini' korumak için uğraşmaya başlıyorlar. Ana tanrıça kültüne bağlı Sibly adlı kadınlar öncelikle Eski Dünya'nın önemli bölgelerini birleştiren bir 'network' oluşturuyorlar. Kadim zamanların bilgeliği adı altında Yunan ve Roma topraklarında ortaya çıkan bütün kitaplar, tıpkı Sibylline Kitapları gibi, aslında bu rahibeler tarafından korunan kayıtlar ve bilgilerdir. Eldem'e göre Sybill rahibelerinin eğittiği Pythagoras'ın taraftarları ellerindeki gizli sırlarla Roma'ya geçmişlerdir. Burada cumhuriyetin kurulması için uğraşan ama başarısız olan kardeşlik üçe ayrılıyor. İlk grup insanları eğiterek ideale yürümeyi tercih ediyor. İkinci grup varılacak idealden çok iktidarı ele geçirmeye odaklanan komploculardan oluşmaktadır. Mistik eğilimleri ağır basan üçüncü grup ise gnostizmi seçiyor. Eldem bu üç grubu ve onların türevlerini Latince 'kardeşliğe ait' anlamına gelen 'Fraternis' sözcüğü ile tanımlamayı tercih etmektedir. Ortaçağ ile Batı'da çöküşe geçen Fraternis, Doğu'da ortaya çıkıyor. Mutezile akımının ve Abbasi Rönesansı'nın Fraternis'in katkılarıyla meydana geldiğini savunan Eldem'e göre halife El Memun bilginin peşinde koşan bir Arap soylusudur. Batı'nın yobazlığa teslim olduğu günlerde El Memun geçmişin büyük uygarlıklarının sahip olduğuna inandığı 'eski gizemli bilgiler'i merak ederek araştırmalara girişiyor. Burada araya girmek gerekiyor. Abbasi Rönesansı, Eldem'in İndiana Jones gibi tasvir ettiği, El Memun'un kişisel merakları yüzünden değil merkezileşmek isteyen İslam devletinin ihtiyaçları nedeniyle gerçekleşmişti. Eldem 'Abbasi Rönesansı' sırasında sarayda görev yapan 'putperest yabancılar' konusunda da yanılıyor. Dönemi asıl etkileyen ve muhafazakar çevrelerden gelen eleştirilere hedef olan 'Şuubiye' adı altında örgütlenen Mecusilerdir. Abbasilerin Mecusilere gösterdiği ilginin nedenini ise inaçlarında değil İran devlet geleneğine aşina olmalarında aramak gerekiyor.


FRİG KÜLAHLI FRANSIZLAR Eldem ayrıca Harran Sabiileri içerisinde de 'neredeyse birebir Fraternis modeline uyan bir grubun varlığını hissettiren işaretler' olduğunu iddia ediyor. Ama söz konusu işaretlerin neler olduğu konusunda okuyucuya bir bilgi vermiyor. Eldem konu ile ilgili Eloise Hart'a gönderme yapmakla yetinmektedir. Oysa Hart, yazılarının yer aldığı dergilerden de anlaşılacağı üzere, her yerde bu tür işaretler görebilecek kapasitede birisidir. Konuya hâkimiyetinin Zecharia Sitchin'in astronomiye hâkimiyeti kadar olduğu ortadadır. Fraternis daha sonra Paulisyenleri, Şeyh Bedreddin isyanını, Bogomilleri, Catharları ve Tapınak Şövalyelerini etkiliyor. Sonra masonların arasına giriyor ve hem Amerika'da hem de Fransa'da devrim yapıyor. Eldem'e göre İlluminati, Fraternis'in son kalesidir. Eldem bütün bu mezhepler, tarikatlar ya da örgütlenmeler arasında olduğunu iddia ettiği hayali ilişkiyi doğrulamak için kanıtlara değil tuhaf akıl yürütmelere başvurmaktadır. Örneğin Eldem'e göre Tapınak Şövalyeleri finansla ilgilendikleri için burjuvalaşmışlardır. Fransız Devrimi ile Fraternis arasında ilişki vardır çünkü devrim sırasında Fransızların giydikleri külahlar Frigyalılarınkine benzemektedir. KİTAPTAKİ YANLIŞLAR Eldem'in Tapınak Şövalyeleri ile ilgili olarak Joseph von Hammer'e gönderme yapması da son derece çarpıcıdır. İlk komplo teorisyenlerinden olan Hammer, zamanının en büyük gericisi Metternich'in isteklerine uygun bir biçimde, devrimci hareketlerin hepsinin ortak bir sapkın köke sahip olduğunu iddia etmişti. Eldem ise aynı işi farklı bir yönden gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu yüzden Hammer'e gönderme yapması ya da ünlü komplo teorisyeni Nesta


Webster gibi İlluminati'nin kuruluş tarihinde keramet araması eşyanın tabiatına uygundur.

Öte yandan Eldem'in İlluminati hakkındaki bilgileri de eksik ve yanlıştır. İlluminati'nin kurucusu Adam Weishaupt 1777 yılında, yani Freiherr von Knigge ile tanışmasından önce, Münih'te mason olmuştur. Eldem'in 'Weishaupt'un sağ kolu' diye nitelendirdiği Cato'nun asıl adı Franz Xaver Zwackh'dır. Bu arada Weishaupt'un öldüğü şehir Göttingen değil Gotha'dır. Eldem'in masonların kullandıkları şifreleri anlatırken verdiği örnek de tuhaftır. Eldem'e göre İkinci Dünya Savaşı'nda Amerikan askerleri aralarına sızmaya çalışan Japonları ayırt edebilmek için onların 'L' sesini 'R' biçiminde telaffuz etmelerinden yararlanmışlardır. Ortalama bir Amerikalının zeki olmadığını kabul etmek mümkündür. Ama yine de Amerikan askerlerinin Japonları ayırt etmek için onların suratına değil de İngilizceyi nasıl konuştuklarına bakmaları pek inandırıcı görünmüyor. BİR KENAR SÜSÜ OLARAK MARKSİZM Yazılarında marksizmi bir kenar süsü olarak kullanan Eldem'in tarihe bakışı karmakarışıktır. Engels'ten alıntılar yapan, marksist tarihçi George Thompson'ın anaerkillikle ilgili çözümlemelerini kullanan Eldem aynı anda Gerda Lerner gibi tarihi kadın bakış açısıyla yeniden yazma iddiasındaki feminist tarihçilerin teorilerine ya da Barbara Walker gibi çocuk masallarını bile cinsiyetçi bulan feminist teorisyenlerin fikirlerine sıçrayabilmektedir. İlkel komünal toplumu bir tür 'Asr-ı Saadet' gibi gören Eldem ilerleme fikrinden pek hoşlanmamaktadır. Eldem 'kaba gücün bilgeliğe üstünlüğü gerçekleşmeseydi tarihin sınıf savaşımı eksenine oturmayabileceğine' inanmaktadır. Ona göre marksistlerin hıristiyanlığı ve tektanrıcılığı ileriye doğru atılmış adımlar olarak görmeleri 'güvenilirliği tartışılan verilerden yola çıkan ve sağlam dayanaklara sahip olmayan' bir tezdir. Bu ciddi yanılgının nedeni tarihsel gelişimi ileri giden 'çizgisel bir süreç'


olarak görme anlayışıdır. Eldem 'tarihe genel olarak doğru bakan ve görece en sağlıklı analizleri üreten marksist düşünürlerin' de bu 'şabloncu' eğilimden etkilendikleri kanısındadır. Bu çerçeve içerisinde Eldem'in Şeyh Bedreddin'in ya da Catharların isyanları başarıya ulaşsaydı tarihin değişeceğini iddia etmesi şaşırtıcı değildir. Ezilenlerin mücadelesi olarak taşıdıkları anlam dışında bu hareketlerin o halleriyle iktidar olma şansları yoktu. Benzeri isyanlar sonrasında iktidar olanlar da tarihi değil kendilerini değiştirdiler., Bedreddin ile aynı ideolojik temele sahip Safevilerin iktidara geldikten sonra Sünni muhafazakârlığına rahmet okutan Caferiliği benimsemeleri ve feodal iktidarı devam ettirmeleri buna en iyi örnektir. HALUK HEPKON Sizlerle iki tarafın görüşünüde paylaştım. Tabiki kitabı okuyup bilgilerinize yön verecek olan sizlersiniz ve kesinlikle bu kadar sansasyon yaratan bir kitabı okumanızı tavsiye diyorum. Sevgilerle Yiğit Akkoca


NİETZSCHE AĞLADIĞINDA

“..Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır."

Yazıma kitaptan bir alıntı yaparak başlamak istedim. Sizlere yaklaşık bir senedir elimde sürünen, iki sefer başlayıp yarıda bıraktığım ama sonunda bitirmeyi başarabildiğim ve daha önce yarım bıraktığım için hata yaptığımı anladığım bir kitabı tanıtacağım, Nietzsche Ağladığında. Kitap, Irvin D. YALOM’un* yazdığı, psikanalizin doğduğu yıllarda Dr. Breuer ile Nietzsche arasında gecen diyalogların büyük bölümünü kapladığı, Nietzsche'nin hayatını ve düşüncesini, psikanaliz ile harmanlayarak anlatan psikolojik bir roman. Ortamı psikanalizin doğumu öncesinde ki 19.yüzyıl Viyana’sı. Dönemin ünlü şahısları Josef Breuer, Sigmund Freud, Lou Salomé kitabın yan karakterleridir ve roman bu gerçek kişilerin bilimsel, felsefi, sosyal görüşlerini Nietzsche ile kurgulanmış olay örgüsünde bazen gerçek, bazen sadece kurgusal bir şekilde iletmektedir. Karakterlerden bahsetmek gerekirse; Nietzsche: Daha iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş, inzivayı seven, kendi tanımıyla tanrıyı öldürmüş birisi. Sahip olduğu tek şey valizi ve düşünceleri. Karısı, görevleri ve vatanı yok. “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum” diyor.


Breuer: Teşhis dehası, ümitsizlerin doktoru. Psikanalizin kuruluşunda büyük paya sahip. Hayatında ‘ama’ ve ‘keşke’lere çok fazla yer veren biri. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Freud: Breuer’in arkadaşı, tıp fakültesinden yeni mezun olmuş toy bir doktor. Rüyalarla uğraşmayı seviyor. Salomé: Baş döndürücü, özgür bir Rus güzeli. Aynı anda birden fazla erkekle birlikte olabiliyor. Nietzsche’yi yakın bir arkadaşıyla aldatmış. Yirmi bir yaşında. Benim düşüncelerime gelirsek; psikolojiyi sevenler için ideal bir kitap bence. Şahsen psikanaliz ilgisini çeken biri olarak, bu yaklaşımın doğum sancılarının çekildiği zamana dair bir kitap okumak beni çok mutlu etti. Ayrıca yazar hayal gücüyle gerçekten de hayranlık uyandırıyor. Dr. Breuer ile Nietzsche arasında geçen konuşmalar çok iyi kurgulanmış. Ama beğenmediğim tarafları da var bu kitabın. Bazı yerlerde konuşmalar biraz fazla uzuyor ve insanda çok fazla bir kafa karışıklığına yol açabiliyor. Buraları okumayı bitirebilmek için insanın kendini baya bir zorlaması gerek. (“Nietzsche’den önce ben ağlıcam ama yaa ” dediğim zamanlar oldu ) Ama her şeye rağmen, okunması gereken kitaplar listesinde üst sıralarda yer alabilecek bir kitap. Bazıları ‘sığ’ bir roman olduğunu söylese de, kendinizden çok şey bulabileceğinize eminim. Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın . *IRVIN D. YALOM ~ Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi psikiyatri profesörü. Grup Psikoterapi, Varoluşsal Psikoterapi, Hastanede Grup Psikoterapisi ders kitaplarının yazarı. Diğer romanları; Divan ve Aşkın Celladı.

ÖZGE HORSANALI ozgehorsanali-yfa@hotmail.com


How I Met Your Mother'ın Awesome karakteri=Neil Patrick Harris 2000’ler, çirkin vatkalar ve taytlarla Neil Patrick Harris’in gümbür gümbür geri döndüğü zamanlar olarak hatırlanacak. Neil Patrick Harris, hatırlaman pek mümkün değil ama 1990’ların başında 16 yaşındaki doktor Doogie Howser olarak hayatımıza girdi. Ablanla ağabeyine sor, mutlaka hatırlıyorlardır. O sırada gerçekten 16 yaşında olan Neil, giderek büyümeye ve sevimsizleşmeye başladı (geç ergen çirkinliği, çocuk aktörlerin en büyük kabusu!), 1993’te iyice düşen reytingleri yüzünden dizi iptal edildi. Çocuk aktörlerin büyük çoğunluğu gibi Neil de hayatımızdan çıkıp gitti. En azından biz uzun süre öyle sandık. Neil, “Doogie Howser”dan sonra filmlerde konuk oyunculuk, tutmayan dizi denemeleri, tiyatro, müzikaller ve çizgi film dublajları ile vasat bir bir kariyere sahip oldu. Bunlardan hatırlayacakların, “Starship Troopers” ve “Harold & Kumar” serisidir muhtemelen. Neil, aynı sezonda Emmy ve Tony ödüllerini sunmasını, Oscar ödül törenini açmasını, haftada 120.000 dolar kazanmasını ise 2005’te başlayan “How I Met Your Mother”a borçlu. Hala ciddi bir film kariyeri yok ama Josh Whedon’un internet serisi “Dr. Horrible’s Sing-Along Blog”da başrol oynayacak kadar mütevazı. Buna, Joss Whedon’un 2002 dizisi “Firefly”ın seçmelerine katılıp seçilmemesinin ardından gelen bir telafi olarak da bakılabilir! Neil, gerçekten de dizide göründüğü gibi başarılı bir illüzyonist. Dizi boyunca içtiği Red Bull’lar senaryo gereği değil, kendi enerji içeceği aşkı sonucu oluşan bir doğaçlama. Bu bedava reklam sonucu Red Bull’un Neil’e hediye ettiği hayat boyu bedava içecek çeki de yanına kar.

YİĞİT AKKOCA


YFA Ekibine Sorduk Bu ay dergi için 2 sorumuz olacak : İlki ''Yaz tatili için hangi tatil yerini tercih edersiniz sıralayınız'' Tatil yerleri: Bodrum-Çeşme-Marmaris-Ayvalık-Fethiye ikinci soru ''Sizin kişiliğinizi ifade eden ülke hangisi?Neden?''

1. 2. 3. 4. 5.

Çeşme Ayvalık Bodrum Marmaris Fethiye

Yiğit AKKOCA 1.Ayvalık 2.Çeşme 3.Marmaris 4.Bodrum 5.Fethiye Hamdi AYAR

1)ayvalık 2)fethiye 3)marmaris 4)çeşme 5)bodrum

:)

ikinci sorunun cevabı İtalya olabilir. makarna, pizza, şarap, ferrari,Roma,Venedik, Siena, Floransa( geçen gittim müzeye heykel elliyorum polis geldi inanır mısınız :D) e daha ne olsun?? :D ÖZGE HORASANLI


1.bodrum 2.ayvalık 3.fethiye 4.çeşme 5.marmaris Ülke olarak da elbette İtalya. Tarihi yerleri, İtalyan mutfağı(benim asla vazgeçemeyeceğim makarnası),insanı eskiye götüren sokakları, evleri,aşıkların şehri Venedik ve Roma... Yasemin ALP 1) Bodrum 2) Marmaris 3) Çeşme 4) Ayvalık 5) Fethiye Benim kişiliğimi ifade eden ülke Türkiye. Çünkü ben Türk’üm. Bu ülkenin her karış toprağı benim kültürümle harmanlandı, ben bir insan olarak kültürümden yani geçmişimden ve yaşayış tarzımdan bağımsız değilim. Her renk, her yemek, her davranış benden bir parça taşır bu ülkede ve ben de bu toprakların kokusunu taşırım üstümde. Bu nedenle hiçbir ülke benim karakterimi, duygularımı bu kadar iyi anlatamaz tabi ki. Şeyda KAYA


'' MALTA BİZİM İŞİMİZ'' CENSU YURTDIŞI EĞİTİM VE TATİL DANIŞMANLIĞI

***CENSU YURTDIŞI EĞİTİM DANIŞMANLIĞI KURULDUĞU YILDAN BU YANA YURTDIŞI EĞİTİM DANIŞMANLIĞINI TÜRKİYE’DE BAŞARI VE TİTİZLİKLE SÜRDÜRMEKTEDİR. CENSU YURTDIŞI EĞİTİM DANIŞMANIĞI’NIN KALİTE ANLAYIŞI YERİNDE HİZMET POLİTİKASIDIR. MALTA MERKEZ OFİSİMİZ SLIEMA’DA 1999 YILINDAN BU YANA MALTA DA EĞİTİME VE TATİLE GİDEN ÖĞRENCİLERİNE BİREBİR YERİNDE HİZMET VERMEKTEDİR.


CENSU FİYATLARINA DÂHİL OLAN TAAHHÜTLERİMİZ

 APARTMAN VE OKULUN YURT STANDART KONAKLAMALARDA MUTFAK VE MUTFAK MALZEMELERİ  İNGİLİZCE SEVİYE TESPİT SINAVI  ÜCRETSİZ SPOR SALONU UYELIĞİ  ÖĞRENCİ KARTI  KURS KAYIT ÜCRETİ  KURS KİTAPLARI VE EĞİTİM MATERYALLERİ  EĞİTİMİN SONUNDA KURS SERTİFİKASI  HAFTADA 1 KEZ KONAKLAMA TEMİZLİĞİ + ÇARŞAF VE HAVLULARIN DEĞİŞİMİ CENSU TÜRKİYE OFİSLERİ TARAFINDAN SUNULAN REHBERLİK HİZMETLERİ

 MALTA’DA YAŞAMIŞ VE TÜM OKULLARI GEZME İMKANI BULMUŞ EĞİTİM DANIŞMANLARINDAN MALTA HAKKINDA DETAYLI BİLGİ AKTARIMI  MALTA VİZE BAŞVURUSU VE İŞLEMLERİNİN TAKİBİ  SAĞLIK SİGORTALARININ YAPILMASI (30,000 EURO TEMİNATLI)  İSTANBUL- MALTA YOLCULUĞUNDA, MALTA HAVALİMANINDA MALTA VİZE POLİSİNE SUNULACAK FORMLARIN HAZIRLANMASI VE İMZAYA SUNULMASI  ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİ İSENİZ HARÇSIZ PASAPORT VE YURTDIŞI ÇIKIŞ HARCINDAN MUAFİYET BELGESİNİN VERİLMESİ  KAYIT OLAN TÜM ÖĞRENCİLERİMİZE TOEFL & KPDS TEST TEKNİKLERİ VE SINAVA HAZIRLIK ADLI KİTAPLARIN VERİLMESİ  ORYANTASYON  MALTA HAVALİMANINDA ÖĞRENCİLERİMİZİN TÜRKÇE OLARAK KARŞILANMASI  MALTA HAVALİMANINDA KARŞILAMA VE UĞURLAMANIN YAPILMASI  MALTA CEP TELEFON HATTININ (VODAFONE) MALTA HAVALİMANINDA SİZLERE SUNULMASI VE HATTINIZIN TELEFONUNUZA TAKILARAK AKTİF EDİLMESİ  YANINIZDA GETİRECEĞİNİZ ELEKTRİKLİ EŞYALARI (DİZÜSTÜ BİLGİSAYAR, TELEFON ŞARJLARI VS…) RAHATLIKLA KULLANABİLMENİZ İÇİN MALTA’DA KULLANILMAKTA OLAN İNGİLİZ ELEKTRİK PRİZ/FİŞ SİSTEMİNE UYUM SAĞLAYACAK ADAPTÖRÜN SİZLERE SUNULMASI.  HAVALİMANINDAN SEÇMİŞ OLDUĞUNUZ KONAKLAMA YERİNE TRANSFERİNİZİN VE KONAKLAMAYA GİRİŞİNİZİN YAPILMASI  KONAKLAMA YERİNİZDEN SEÇMİŞ OLDUĞUNUZ OKUL VE MALTA’DA SİZE GEREKLİ OLABİLECEK (MARKETLER, UYGUN TELEFON GÖRÜŞMESİ, RESTURANTLAR VS. ) YERLERİN GÖSTERİLMESİ  MALTA’DAKİ İLK GÜNÜNÜZDE MALTA-TURKEY.COM HOŞGELDİN YEMEĞİNİN VERİLMESİ  7 GÜN 24 SAAT BOYUNCA ÜCRETSİZ ACİL YÂRDİM HATTI (ACİL DURUMLARDA SİZLERE GEREKEN BİLGİLERİN VERİLMESİ VE DESTEK/ULAŞIM, GEREKLİ ACİL DURUMDA TRANSFERLERİ ÜCRETSİZDİR  MALTA ADASINDA HERHANGİ BİR SAĞLIK SORUNU YAŞANMASI DURUMUNDA FİRMA DOKTORUNUN; BULUNMUŞ OLDUĞUNUZ AİLE, YURT VEYA APARTMANA YÖNLENDİRILEREK SİZLERİN EN KISA SÜREDE MUAYENE OLMANIZIN SAĞLANMASI. DOKTORUN VERECEĞİ RAPORA GÖRE, İLAÇ TEDAVİSİNE DAYALI İYİLEŞME İSE İLAÇLARIN ALIMI, EĞER DAHA CİDDİ BİR PROBLEMSE HASTANEYE NAKLİNİZIN GERÇEKLEŞTİRILMESİ


CENSU YURTDIŞI EĞİTİM MALTA DİL OKULLARI

       

EC MALTA DİL OKULU SPRACHCAFFE MALTA DİL OKULU CLUBCLASS DİL OKULU LINGUATIME MALTA DİL OKULU NSTS MALTA DİL OKULU CHAMBER COLLEGE MALTA DİL OKULU ESE MALTA DİL OKULU

IELTS MALTA DİL OKULU

Daha fazla bilgi için:http://www.maltakulturdernegi.com/

CENSU YURTDIŞI EĞİTİM DANIŞMANLIĞI Kıbrıs Şehitleri Cad. Sinesaf Apt. No:92/14 (TANSAŞ KARŞIŞI) ALSANCAK /İZMİR TEL:02324213554


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.