Comm haziran

Page 1


Haziran

8 Haber Derlemeleri 10 İlhan’ın Dip Dalgası 11 Kafka’nın Karamsarlığı 12 Mehmet Turgut Röportajı 16 Süikaste Uğrayan Gazeteciler 18 Ümit Alan Röportajı 22 Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala...

26 Kırmızı İle Mavinin Ezeli Rekabeti: Coca-Cola vs Pepsi 31 Dora Hospital En Kötü Reklamlar 32 Dünyadan Reklamlar 34 Yiyin Gari... Pardon Gidin Gari 34 Taklitlerimden Sakının 35 Vodafone Freezone:Özgürce Yaşa 36 Coca-Cola Dünyası 37 Şeli De Eskinazis Röportajı 39 Marka ve Pazarlama 41 Etkinlik Haberleri

12

18

37


44 Kart Vizit mi? Link Versem 46 Lose Your Solving Puzzle: Puzzle Retreat 47 İnstaMessage 48 Bu Bir Savaş Demek!

56

60

52 15.Eskişehir Film Festivali Notları 58 Samsara 60 Çiçek Dürbününe Bakan Kadın: Sevin Okyay 66 Alternatif Film Afişleri

74 Ayı’n Kafası 75 Galiba 76 Underrated 77 Müzik Haberleri 78 Overground Underground: Banksy 82 Mafia 83 Sokak Farkı 84 Yasaklarla Korunan Bir Moda: Haute Couture


İmtiyaz Sahibi Anadolu Üniversitesi İletişim Kulübü

Yazılım Rameş Aliyev

Genel Yayın Yönetmeni Canberk Ulusan

Yazarlar Armağan Abanuz, Aykut Coşkun, Aysun Yapıcıoğlu, Ekin Çiftçi, Emre Yener Namaz, Esen Özay, Gamze Konakçı, Hakan Alper Yavaşçalı, Hasan Mert Kozbe, Irmak Dokuzcu, Kerem Salış, Osman Şimşek, Sedef Oral, Seher Önemli, Ufuk Özkan

Bölüm Editörleri Ahmet Sedat Tözün Alper Küçükbezirci İpek Kesici Yağmur Yarkent Tasarım Canberk Ulusan Halil Beydilli İllüstrasyon Yeliz Sargın

Teşekkürler Can Candan, Mehmet Turgut, Sevin Okyay, Şeli De Eskinazis, Şule-Ömer Ceylan Redaksiyon Berrak Gürbüz

Reklam Pazarlama Gizem Aktuğ Tel: 0505 319 30 89 E-Posta: gizem.aktug@commmag.com

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi’nde yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.

Seval Temel E-Posta: seval.temel@commmag.com

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi’nin içeriği, tamamen ya da bölümler halinde dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz. İçeriğin her hakkı saklıdır.

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi Haziran 2013 – SAYI 04 Adres: Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü, Öğrenci Merkezi, Kat 3, İletişim Kulübü, 26470, Eskişehir E-Poste: info@commmag.com İnternet Sitesi: www.commmag.com Facebook: facebook.com/CommMag Twitter: twitter.com/commmagazine

Kapak Görseli Banksy (20??)





Haber Derlemesi

Hollanda’da belediyeler esrar üretimi için başvuruda bulundu Hollanda ekonomisinin ‘görünmeyen lokomotifi’ olan esrar tüketimi, yerel belediyelerin ilgisini çekiyor. 14 belediye yüz milyonlarca Euro’luk esrar pazarına talip olarak yasal olarak esrar üretimi yapabilmek için Adalet Bakanlığı’na resmi başvuruda bulundu. Eindhoven, Tilburg, Venlo gibi büyük şehirlerde esrar yetiştirmek isteyen belediyeler arasında yer alıyor. Belediyeler, ‘Hükümet, yasadışı kenevir ekimi ile mücadelede samimiyse bu yetkiyi bize vermeli’ diyor. Günlük kişi başı 5 gram esrar satışının serbest olduğu Hollanda’da, Hint keneviri türünden ürünlerin satışı yapılan ve ‘coffee shop’ adı verilen 700 kafe bulunuyor. Bunların devlete ödediği yıllık vergi miktarı 400 milyon Euro. Ancak milyarlarca Euro değerindeki esrar satışının kayıt dışı olduğu tahmin ediliyor.

Van Gogh’un çizimleri satışta

Son 50 yılın en sıcak yazı olacak!

Hollandalı ünlü ressam Van Gogh’un çizimlerinin yer aldığı sınırlı sayıdaki kitapçıklar Amsterdam’da yer alan Van Gogh Müzesi tarafından hediyelik eşya dükkânında satışa çıkarıldı. Van Gogh’a ait eskiz defterlerden oluşturulan ve günümüze ulaşan 4 tane bin adet kopya kitapçık sanatçının en büyük portrelerinin temellerine dair ipuçları ve kendine has stilinin oluşumuna dair adımları içeriyor. Milliyet Gazetesi’nin haberine göre, müze yaptığı açıklamada ‘Satışa çıkan kitapçıklar onun yaşadığı ve algıladığı dünyayı anlamamıza izin veriyor. Kitapçıklar sayesinde onun yaratıcı dehasına şahit olabiliyor ve ayak izlerini takip edebiliyoruz’ dedi. Müze ayrıca kitapçıktaki çizimlerinin çoğunun kurşun kalem ve siyah pastel boya ile bir kısmının ise çeşitli tebeşirlerle yapılmış olduğunu belirtti. Van Gogh’un resim haricindeki işlerinin de yer aldığı eskiz defterinde Paris’e sorunsuz varabilmek için çizmiş olduğu harita ve beğendiği bir şiirin kopyası gibi pek çok detaya da yer verilmiş. Bin adetlik özel baskının fiyatları 580 dolar olarak belirlendi.

Meteoroloji yetkilileri 2013 yazının ölçüm yapılan son 50 yılın değerlerine göre daha sıcak geçeceği konusunda uyardı. Prof. Mikdat Kadıoğlu da “92 gün süren yaz mevsiminin en az 64 gününde sıcaklık mevsim normallerinin üzerinde olacak” dedi. Yaklaşan yaz ile beraber hava sıcaklıklarının artışa geçmesi üzerine uzmanlar ‘kavurucu yaz’ uyarısında bulundu. Meteoroloji Genel Müdürlüğü Analiz ve Tahminler Şube Müdürü Ahmet Uçar, “Dikkate aldığımız bazı araştırma merkezlerine göre bu yaz mevsimi ölçüm yapılan son 50 yıla göre daha sıcak geçecek” diye konuştu. İklim ve Toplum İçin Uluslararası Araştırma Enstitüsü’nün araştırmasına göre hava sıcaklıklarının özellikle batı bölgelerde yüzde 75 oranında mevsim normallerinin üzerinde geçeceğini anlatan İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ise, bu değerlerde sadece hava ile ilişkili sıcaklıktan bahsedildiğini anlattı.

John Lennon’ın gitarına 408 bin dolar Ünlü Beatles grubu üyelerinden John Lennon ile George Harrison’un çaldığı gitar, açık artırmada 408 bin dolara satıldı. Özel sipariş üzerine 1966’da VOX şirketi tarafından imal edilen gitarı kimliği açıklanmayan bir New Yorklu satın aldı. Julien’s müzayede evi, gitarın 200-300 bin dolardan satılması yönündeki tahminlerin çok ötesinde bir fiyata satıldığını ifade etti. si olarak “Sihirli Alex” olarak tanınan ve 1960’larda Beatles’ın yakın çevresinde yer alan Alexis Mardas’a hediye etti. Arkasındaki bir plakette “Sihirli Alex’e, dostluğun için teşekkürlerimle, 2-5-1967, John” yazısı bulunan gitarı Mardas’ın 2004’te sattığı bildiriliyor.

8

22 milyon Yahoo kullanıcısının bilgileri çalındı Türkiye en az tatil yapan üçüncü ülke İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası’nın (İSMMMO) “Türkiye’de Tatil ve Çalışma İstatistikleri” adlı raporuna göre, Türkiye 34 Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkesi arasında yılda ortalama 25 gün ile en az tatili olan üçüncü ülke durumunda. OECD ülkelerinin, resmi tatiller ve yıllık ücretli izin günleri verileri üzerinden yapılan hesaplamaya göre sıralamada, en çok tatil hakkı olan birinci ülke 38 gün ile Malta olurken Fransa ve Slovenya ise 36’şar gün ile ikinci ve üçüncü sırayı paylaştı. Cnbce.com’da yer alan haberdeki rapora göre, Japonya’da ise tatillerin sayısı Türkiye ile eşit durumda.

Yahoo şirketinin Japonya merkezli bilgisayarlarına düzenlenen saldırıda 22 milyon kişinin kullanıcı bilgilerinin çalınmış olabileceği açıklandı. Sitenin toplam 200 milyon kullanıcısının onda birinin hesap bilgilerini içeren bir dosyanın saldırı sırasında çalındığı bildirildi. Çalınan dosyanın, kullanıcıların kimliklerini kopyalamaya yetecek tüm bilgileri içermediği vurgulandı. Ancak Yahoo yetkilileri, hesaplarının ele geçirilmesi ihtimaline karşı, tüm Yahoo kullanıcılarından şifrelerini değiştirmelerini istedi. Yahoo şirketinden yapılan yazılı açıklamada, Yahoo Japonya’nın idare bilgilerini hedef alan bilgisayar saldırısının 16 Mayıs gecesi fark edildiğini, bunun ardından, güvenlik gerekçesiyle başlatılan inceleme boyunca tüm internet hizmetlerinin kesildiği belirtildi.


Roma dönemine ait sikkeler Türkiye’ye getirildi

Sosyal medya asosyal yapıyor

Kaslı erkek sağcı oluyor

Avustralyalı din bilimci Julie Hooke, yıllarca koleksiyonunda bulunduğu sikkelerin, ölümünün ardından Türkiye’ye verilmesini istedi. Hooke’un kişisel koleksiyonunda özenle koruduğu Anadolu bölgesi kaynaklı sikkeler yeniden Türkiye’ye döndü. Sikkelerin Roma Dönemi’ne ait olduğu ve büyük bir kısmının antik dönemde Mysia (Anadolu’nun kuzeybatısı) ve Phrygia (bugünkü Afyon, Kütahya, Eskişehir, Ankara, Çorum’u içine alan bölge) olarak adlandırılan bölgelerden geldiği belirlendi. Türkiye’nin son dönemlerde kaçak eserlerin yeniden ülkeye dönüşünü sağlamak için çalışmalarını dünya basınından takip eden Avustralyalı din bilimci Julie Hooke yıllar önce müzayedelerden satın altığı sikkelerin tekrar Türkiye’ye gönderilmesi meslektaşı Rosemary Canavan’a vasiyet etti. Doğan Haber Ajansında yer alan habere göre, 2012 yılında Julie Hooke’un vefatı üzerine Avustralya’da Katolik İlahiyat Üniversitesi’nde dekan yardımcısı olan Canavan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü ile temasa geçti. Hooke’un vasiyetini aktararak sikkelere ait liste ile talebine ilişkin dilekçeyi Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne iletti. Bunun üzerine, Canavan ile irtibata geçilerek, sikkelerin Melburn Başkonsolosluğuna verilmesi, oradan Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’na nakli ve devamında 5 Mayıs’ta Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne teslimi sağlandı. Kültür Varlıkları Genel Müdür Yardımcısı Zülküf Yılmaz, ‘Avustralya’dan getirilen 23 parça sikkenin 22’si tunç biri gümüş. M.Ö. 1. ve 2. YY. Roma dönemine ait şehir sikkeleridir’ dedi

Sanal mobbingin yüzde 84’ü sosyal paylaşım sitelerinde meydana geliyor. Uzmanlar, bu tarz sitelerin aslında asosyal yaptığı konusunda uyarıyor. Genç kızların yüzde 63’ü, erkeklerin de yüzde 51’i sosyal paylaşım sitelerinde hakarete uğradıklarını kaydediyor. Alman televizyonlarında da ele alınan konu, son zamanlarda sık sık tartışılır oldu. Alman televizyonlarındaki bir yarışmanın katılımcısı olan Georgina Fleur internette pek çok hakerete ve küfre maruz kaldığını bu yüzden bir psikoterapistten destek aldığını belirtti. İnternetin insanları asosyal yaptığını ifade eden Fleur, sokakta yürürken kimsenin bu tarz sataşmalarda bulunmaya cüret edemediğini” ancak internet ortamında durumun farklı olduğunu söyledi. Ünlü isme danışmanlık yapan psikoterapist Franziska Kühne de ‘İnsanlar yalnızlaşıyor. Sürekli internetteler. Kişisel olarak buluşmaktansa elektronik posta yazmayı tercih ediyorlar’ diye konuştu. Komedyen ve sunucu Niels Ruf ise bu görüşe katılmadığını belirtti. Ruf, sıkı bir internet kullanıcısı olduğu halde sık sık görüştüğü çok sayıda arkadaşı olduğunu ifade etti.

Danimarka’da yapılan araştırma ile erkeklerin kasları ile siyasi görüşleri arasında bir bağlantı olduğu ortaya çıktı. Erkeklerin kol kaslarının ölçülerini, sosyo-ekonomik düzeylerini ve ekonomik dönüşümlerini inceleyen Aarhus Üniversitesi bilim adamları vücudunun üst kısmı daha zayıf olan erkeklerin sol görüşe daha yakın olduğunu, daha kaslı ve maskülen olan erkeklerin ise sağ görüşü desteklediği kaydetti. Bunun sebebi olarak ise fiziksel açıdan güçlü olan erkeklerin, içgüdüsel olarak savaşmaya daha yatkın olduğu, politik olarak da kendi konumlarını, toplumun çıkarlarından daha önde tuttuğu gösterildi. Fiziksel olarak zayıf olan erkekler ise kendi çıkarlarından ziyade toplumun çıkarlarını daha önde tuttuğu ve barışa daha yatkın olduğu açıklandı.

9


İlhan’ın Dip Dalgası

Y

azıya başlamadan başlığını attım ve Attilla İlhan ile ilgili aklıma gelen ve beni gülümseten ilk şey kesinlikle ‘kasket’i oldu. Çocukken okuldan eve dönüşlerimin ‘dip dalgası’ydı Attilla İlhan. İçeriklerini anlayacak kadar bilgi birikimim olmasa da kısacası çocuk olsam da Attilla İlhan, programında şiirden başlayıp, İzmir’in yeni yapılan geniş pencereli evlerinden mimarların coğrafyayı iyi tartıp ölçememelerini eleştirecek kadar geniş düşünce evrenine sahipti. Sırf bu küçük örnek üzerinden bile İlhan’ı sadece şair, yazar ya da eleştirmen olarak ele alamayız. Attilla İlhan belki de babamın tabiriyle ‘yaşayan tek Türk filozofuydu.’ Düşünce adamıydı. Çocukluklarımın dip dalgası büyüdükçe düşüncelerimi ilk önce bulanıklaştırıp ardından berraklaştırdı. Onu başkalarıyla defalarca tanıyıp, sohbetlerine şahit oldum. Hulki Cevizoğlu ve Erol Manisalı ile programlarda yaptığı her eleştiri, her düşünce yaklaşımı, her körü körüne tapmadığı kavramları beni ne kadar olabildiyse yaşken eğdi. Attilla İlhan’ın şair ya da yazar kişiliğini ele almadan önce bütün kavram ve olaylara yaklaşımları üzerine düşünmek gerekir. Çünkü Attilla İlhan yazdıkları ve ürettikleriyle kişiliğini ve çizgisini ortaya koymaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. İçinden çıkılamayacak sandığımız birçok kavramı denemelerinde çok basit ve derin bir soru olan ‘hangi?’ serisi ile olabildiğince insanlara anlatmaya çalışmıştır. ‘hangi?’ serisi; küreselleşme, siyaset, edebiyat ve tarih gibi birçok kavramı bizler için genişletir. Bana kalırsa Türkiye’nin ve dünyanın yakın tarihini okul sıralarında bizler için paketlenmiş olan tarihin dışına çıkararak ilgilenenlerde bir fakındalık yaratmıştır. Attilla İlhan’ın görüşlerinde veyahut söylemlerinde herhangi bir dikteye rastlamak biraz zor olsa gerek çünkü İlhan düşüncenin her zaman haklı ve haksız olan iki kapısını da açık bırakmıştır,

üstelik bizleri mümkün görünen bir düşünce algınlığından ve cereyandan uzak tutarak. Hayalin, aşkın ve düşüncenin ve mavinin özgürlüğüne inanır. Özgürlüğe olan bu inancından olsa gerek İlhan’ın fikirlerinde herkes kendisiyle özdeşleştirebileceği bir şeyler bulur. Bir şehirli varsa bir köylünün de olabileceğini yadsımaz. İki zıt olabilecek kavram arasındaki bağdan veya bağsızlıktan bahseder, belki hafif eleştirel bir gülümseme ile şehirlinin, köylünün, doğunun, batının aralarında çekiştirip durduğu her kavram Attilla İlhan’da bir kez ve en mühimi farklı bir şekilde vücut bulur. Bu durum bir tarafta olmayı marifet sanan kendi tabiriyle inanç aydınlarının rahatlarını kaçırır. Çünkü Attilla İlhan esasında aydın olabilmeyi bilinç aydınlığı ve inanç aydınlığı arasındaki temel farkları çözümlemekle tanımlar. Kendini çağını tanımlamaya çalışan çağdaş bir sanatçı olarak görür. Şehirlinin köylüye bakışını köylünün kapıcı olmasından öteye taşır ya da batı ile doğunun ölüme nasıl farklı yaşlaştıklarına dair düşünmemize sebep olur. Doğan Hızlan’ın tabiriyle ‘’popüler olan ile nitelikli olanı birleştirir.’’ Attilla İlhan düşüncelerini ve insanları beslemek adına sadece yaşasınlar diye su verip geçmiyor, toprağını havalandırıyor, büyüdüğünü gördükçe başka bir saksıya ya da saksının yetmeyeceği zamanlarda üşenmeden inandığı her fikri alıp bahçeye ekmeye erinmiyor. Düşünmenin ötesinde düşüncelerin hissiyatına ve temeline iniyor. Bir kavramın neden ortaya çıktığı ve neden düşünüldüğü, Attilla İlhan için insanların dünya üzerindeki varlıklarının bir sebebinin de öbür yanlarını aramak sorunsalı kadar önemli bir hal alıyor. Belki de insanın öbür yarısının ne olduğunu düşünmesidir Attilla İlhan’a bu denli çok şeyi yazdıran. Ona herkes tarafından kabul gördüğüne inandığım iyi şair, hakkaniyetli eleştirmen veyahut sosyal realist sıfatlarını kazandıran. İpek Kesici ipek.kesici@commmag.com

10


Kafka’nın Karamsarlığı

P

rag’da Hristiyan bir ülkede Yahudi olarak doğan ve sanatın tümüne düşman bir ailede baskı ve sorun içinde yaşayarak büyüyen, tüm bunlara rağmen yine de sanatçı olmayı seçen bir adamdı Franz Kafka. Belki de bu yüzdendir Kafka’nın bizde bıraktığı izlenimlerin karamsar ve içe dönük olması. Prag Üniversitesi’nin Hukuk Fakültesi’nde okumasına rağmen Alman Edebiyatıyla yakından alakadar olmuş ve bu zamanlarda ilk eseri olan “Bir Savaşın Betimlemesi” adlı eserini kaleme almıştır. Edebiyata ilgisini hiçbir zaman yitirmediği gibi okulunu da bırakmamış ve Hukuk Bölümü’nden mezun olarak Hukuk Doktoru olarak anılmıştır. Eserlerinde sürekli özgürlük, suç, otoriteye karşı koyma gibi konuları işleyen Kafka, hayatı boyunca insanlığın kurtuluşu adına bir şeyler yapmak istemiştir. İşte ‘‘Dava, Şato, Amerika’’ gibi eserleri de hep bu isteğinin ürünüdür. Franz Kafka, 1904 yılında tanıştığı Max Brod, hayatı boyunca en yakın arkadaşı olmuş ve onun edebiyat camiasına girmesini sağlamıştır. Max Brod’a öldükten sonra bütün eserlerini yakmasını

vasiyet etmesine rağmen Brod, onu dinlemeyerek aksine bütün eserlerini derleyerek yayınlamış; bizim bugün Franz Kafka’dan ve onun dopdolu eserlerinden haberdar olmamızı sağlamıştır. Max Brod, Kafka’nın ölümünün ardından onun eserlerini yayınlamakla kalmamış, yaşam öyküsünü de kaleme almıştır. Ünlü yazarın ailevi sebeplerinden dolayı sürekli sosyallik konusunda sıkıntılar çektiğini, babasının baskısından sürekli rahatsızlık duyduğunu bunun da eserlerine yansıdığını anlatan Max Brod, aslında Kafka’nın genel kanaatin aksine karamsar bir insan olmadığını da dile getirmiştir. Franz Kafka henüz 40 yaşındayken akciğer kanseri nedeniyle hayata gözlerini kapatmıştır. Belki de hayattayken anlatamadıklarını hayatını kaybettikten sonra anlatabilen yazarlardan sayabiliriz Kafka’yı. Hukuk Doktoru kimliğiyle Dünya Edebiyatı’nın modernist yazarları arasında gösterilen adeta kapalı bir kutu olarak tanıdığımız Kafka’nın aslında karamsar bir yazar olmadığını insanlığın kurtuluşunu umut etmesinden bile anlayabiliriz, gerçekten görmek istediğimizde. Sedef Oral sedef.oral@commmag.com

11


Mehmet Turgut

Sedef Oral sedef.oral@commmag.com


13


Volkswagen ile birlikte bu yıl ilk defa sekiz üniversiteyi gezip bildiklerini herkesin karşısında pratik olarak anlatma imkânı bulan Mehmet Turgut’u Anadolu Üniversitesi’nde yakaladık. Sıcakkanlılığıyla bizi kırmayıp merak ettiklerimizi cevapladı. -Fotoğraflarınızda photoshopa fazlasıyla yer veriyorsunuz. Çok güzel şeyler çıkarıyorsunuz ortaya fakat çok da eleştiri alıyorsunuz olumsuz yönde. Photoshop olmasaydı şu eksik olurdu diyebileceğiniz bir şey var mı? Yine bu kadar iddialı olur muydu fotoğraflarınız? Şimdi siyah-beyaz fotoğrafçılıktan renkli fotoğrafçılığa geçildiği dönemlerde bir takım kendini bilmezler fotoğraf renkli olmaz siyah-beyaz olur demişler. Günümüzde de bir takım yine kendini bilmez, dijital fotoğrafçılıkla beraber fotoğraf dijital olmaz, analog olmalıdır diyor. Photoshopa karşılar vs. Benim ailem bir asırdır fotoğrafçılık yapıyor. Babaannem bile fotoğrafçıydı yani. Bizim ailede siyah-beyaz, renkli, sonra da dijital olmak üzere üç aşamayı da yaşadım ve şu an photoshopta yaptığım şeyin neredeyse %90’ını karanlık odada yapabiliyorum, hala yapabilirim yani. Fotoğrafa müdahaleyle ilgili söylemlerin hiçbir geçerliliği yok. Zaten fotoğraf makinesinin önüne, insan gözü 50 mm.’ye yakın olduğundan 50 mm. dışında bir lens taktığınızda zaten fotoğrafa müdahale etmiş oluyorsunuz. Balıkgözü bir lens taktığınızda müdahale etmiş oluyorsunuz gibi. Yüzlerce farklı film var. Kontrast filmler, siyah-beyaz filmler… Farklı bir negatif kullandığınız

açıları pek de olumlu değil. Zaman zaman bu kötüye de kullanılıyor, alet de ediliyor. Ama bana yüzlerce proje geliyor. İçinden en iyilerini uzun bir şekilde araştırıp; kimin, nasıl yaptığına bakarak seçebilirsiniz. Bence herkes yapmalı. Sonuçta sanatçı çok da zengin değil. Para yardımı yapma şansı yok hiçbir yere. Ama yapabileceği şeyler var. Elindeki fotoğraf makinesi, fırçası: bunlar sanatçının silahları. Bence bunları kullanmalılar. Ben de elimden geldiğince kullanıyorum. 14

zaman yine müdahale etmiş oluyorsunuz. O yüzden de fotoğrafa müdahale ile ilgili söylemlerin hepsi geçersiz olmuş oluyor. -8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde aralarında Murat Başoğlu, Enis Arıkan, Sarp Levendoğlu gibi isimlerin de yer aldığı kadına şiddete dikkat çekmek isteyen birkaç ünlü; oje sürmek, topuklu ayakkabı giymek gibi bazı kadınsal faaliyetlerle size poz verdiler. Hatta siz de kamera karşısına geçtiniz. Bu projeyi ilk duyduğunuzda ne düşündünüz? İnsanlardan nasıl tepkiler aldınız? İlk duyduğumda bir şey düşünmedim. Çünkü proje benim fikrimdi. Ve bir kadınla empati kurmak üzerine bir şey çekmek istedim. Bir kadınla empati kurmanın da en basit yolu kadının yaptığı bir şeyi yapmaktı. Bu sosyal sorumluluk projelerinde ne yaptığınızın çok bir önemi yok, kiminle yaptığınızın önemi var. Hani hep insanlar yargılıyorlar ya işte neden ünlü insanlarla sosyal sorumluluk projeleri yapılıyor falan. Bütün dünyada bu böyle yapılıyor. Bunun sebebi de şu: atıyorum kadına şiddette mesele kadına şiddet gösteren adamı düzeltmek değil sadece ünlü birini kullandığınızda o ünlü kişiyi televizyonda izleyip seven kişinin söylediği bir şeyin dikkat çekmesi. Bütün mesele bu ve ben de burada öyle bir şey yaptım. -Sosyal sorumluluk projesi demişken birçok sosyal sorumluluk projesinde yer aldınız. Hatta bu konuda birçok ödül de aldınız. Bu konuda söylemek istediğiniz bir şey var mı? Yani günümüzde sanatçıların sosyal sorumluluk projelerine bakış

-Türkiye’de fotoğraf anlayışının gelişmesi ve insanların, özellikle gençlerin fotoğrafa olan ilgileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Sadece Türkiye’de değil, dünyada fotoğraf en büyük sanat akımı. Bir sıralama yapsak Türkiye’de ilk sıralarda olur. Çünkü herkesin elinde fotoğraf makinesi var. Bu konuda Japonları falan bayağı solladık. Dijital fotoğrafçılığın gelişiyle de fotoğrafa çok fazla merak arttı. Çünkü insanlar iyi fotoğrafa daha kolay ulaşmaya başladı. O yüzden de şu an da fotoğraf çok popüler. Ben bu arada


İnstagram’a veya herkesin fotoğraf çekmesine hiç karşı değilim. -Yani herkesin elinde fotoğraf makinesi olması fotoğrafa kalite olarak baktığımızda zarar vermez mi? Herkes içinden bir şarkı mırıldanabilir. Herkes bir Mozart mırıldanabilir mesela; ama bu Mozart’ın değerini düşürür mü? Benim bir klasik parçayı mırıldanmam var, bir de iyi bir orkestranın çalması var. Mesela atıyorum, herhangi bir insanın fotoğraf çekmesiyle Ara Güler’in fotoğraf çekmesi arasında ne kadar büyük bir fark olması yine birilerinin fotoğraf çekmesinin Ara Güler’in fotoğrafını kalitesizleştiremeyeceği kadar doğal bir durum. -Türkiye’de gerçekten fotoğraf konusunda usta deyip idol olarak aldığınız bir isim var mı? Ya ben idol olarak kimseyi almadım. Babamı dahi almadım yani. Benim ailemden gelen fotoğraf eğitimi; kendin öğren, izle, gözlemle, sonra kendi tarzını oluştur üzerineydi. O yüzden de böyle kimse idol olmadı yani. Gerçi şöyle de bir şey var mesela, ben kimsenin posterini de duvarıma asmadım çocukken. Öyle bir şeyim de olmadı hiç. O yüzden de hep kendi kendime bir hayat yaşadım bu anlamda. -Hiç fotoğrafçılıktan başka bir iş yapabileceğinizi düşünmediniz mi? Hayır. Yani belki heykeltıraş olabilirim diye düşünüyordum. Babamın çünkü Davut ağabey diye bir heykeltıraş arkadaşı vardı. Stüdyosunun üst katını atölye yapmışlardı, atölyesi olmadığı için. Ben daha ilkokuldayken onunla beraber çamura da girmiştim yani. -Yani fotoğraf olmasaydı da, yine başka bir sanat dalı mı olurdu diyorsunuz? Evet bir plastik sanat olurdu kesin. -‘‘46 benim için bir oyun alanı, hiçbir beklentim yok.’’ demişsiniz. Bu derginin size kazandırdıklarına bakacak olursak neler var elinizde? 46 bana bir ev parası kaybettirdi. Bir ev, bir araba parası kaybettirdi bana. 46 olmasaydı bir evim, bir arabam olurdu; ama o evin, arabanın içi boş olurdu. Şimdi hem 46 var, hem evim var, hem arabam var. -Kendinizle barışık bir insan olduğunuzu ve karelerde olmaktan hoşlandığınızı söylemiştiniz. O karede olmak mı yoksa başkalarını fotoğraflamak mı daha büyük keyif sizin için? Tabii ki başkalarını fotoğraflamak. Ben insan çekmeyi çok seviyorum. Ama kendimle de barışığım. Yani sonuçta çirkin bir herif değilim. İyi fotoğraf verdiğimi düşünüyorum. O yüzden de kendimi de çekiyorum arada sırada. -Fotoğraflarınızda çok fazla kan var. Birçoğu sert, karanlık. Okuduğumuz kadarıyla da çok duygusal bir adam olduğunuzu görüyoruz. Nasıl oluyor böyle? Ya fotoğraflarımın hepsinde kan yok bu arada. Mehmet Turgut kanlı fotoğraf çekiyor durumu şehir efsanesi. Şöyle oluyor, kanlı

ve sert fotoğraflar insanların akıllarında kaldıkları için ilk düşündüklerinde akıllarına bu geliyor. Ama ben reklam fotoğrafları çekiyorum, albüm kapakları çekiyorum. Hiçbirinde kan yok. Ama kanlı fotoğraf çekerim, yani seviyorum, barışığım. -Aşk Tesadüfleri Sever, sizin hayat hikâyenizden esinlenilerek yazılmış… Evet, hayat hikâyemden yola çıkılarak çekildi. Yani filmin %60’ı benim hayatım. -Peki size hiç oyunculuk teklifi gelmedi mi? Bana iki tane uzun metraj, sayısını bilmediğim kadar da dizi-film teklifi geldi. -Aşk Tesadüfleri Sever’de oynamayı düşünmediniz mi? Hayır. -Peki, Mehmet Günsür ile olan benzerliğiniz özellikle seçilmiş bir şey miydi? Evet. -Ntv’de “Falan Filan” başlıyor. Ne söylemek istersiniz bu konuda? Valla, falan filan yani. Bayağı enteresan bir program oldu. 2 bölüm çektik, 12’sinde yayınlanacak ilk bölüm. Program benim gibi. Bir kere anons yok, şimdi şuraya bağlanıyoruz yok. Rahat, kendi halinde bir program. İçinde sohbet de var. Dışarıda yaptığım etkinlikler, katıldığım yaptığım sergiler, hepsi olacak. Ben çekerken çok eğlendim. Umarım izleyenler de sevecek. -Fotoğrafçılığınızın önünü kapatır mı, daha çok zevk aldığınız bir iş olmasın bu durum? Yoo, fotoğrafçılığın önünü hiçbir şey kapatamaz. O yüzden hayatım boyunca fotoğrafçılık en çok keyif aldığım şey olacak. -Son olarak Volkswagen ile birlikte üniversiteleri dolaşıp kendi stüdyonuzu kuruyorsunuz üniversitelere. Çok büyük bir etkinlik bu. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Ben 2003 senesinden bugüne kadar yaklaşık 10 senedir bilfiil bütün üniversitelerde fotoğraf seminerleri veriyorum. Ama bunlar hep teorik söyleşilerdi. İmkânımız yoktu ve buraya bir tırla gelip bir set-up kurup bütün beraber çalıştığım makyaj, saç, grafik tasarım kısmını getirip bunu yapıyoruz arkadaşlar demem için Volkswagen’e ihtiyacım vardı. Volkswagen bu anlamda çok büyük destek oldu bana. Benim bir hayalimi gerçekleştirdiler. Bu sene 8 üniversitede bunu yapacağız. Sekiz üniversitede gelen herkes Mehmet Turgut nasıl fotoğraf çekiyor; insan, araba fotoğrafı nasıl çekilir bunu görecek. Aynı zamanda moda tasarımı, fotoğraf, resim, müzik, grafik tarım gibi alanlarla ilgilenen herkesin bir şeyler alabileceği bir etkinlik olacak. Ben her yıl devam etmesini istiyorum. Bu sene yapacağız, hatalarımızı göreceğiz. Seneye daha iyisini, ondan sonraki sene daha iyisini yapacağız.

15


Suikasta Uğrayan Aydın Gazeteciler Sabahattin Ali: Yazın hayatına şiirle başlamış, daha sonra öyküler kaleme almış ve bütün bu eserlerini çeşitli dergilerde yayınlayarak okuyucularıyla buluşturmuştur Sabahattin Ali. Ancak edebi kişiliği sadece bunlarla da kalmamış aynı zamanda birçok dergi ve gazetede köşe yazıları yazmış, mizahi üslubuyla zamanın hükümetini eleştirmekten de geri kalmamıştır. Özellikle Marko Paşa, Öküz Paşa gibi siyasi dergilerde yazdığı yazılarıyla birçok kez hapis cezası almıştır. Sabahattin Ali hayatı boyunca ezilen insanların haklarını savunmasına rağmen yine de verilen cezalara engel olamamıştır. Gazetesine kilit vurulan, kitapları yasaklanan, para kazanamaz hale gelen Sabahattin Ali tekrar cezaevine girmemek, ailesiyle yeni bir hayat kurabilmek için kaçmaya karar vermiştir. Ne yazık ki halkın sorunlarına olan ilgisi insanların sorunlarını, acılarını paylaşması Sabahattin Ali’nin öldürülmesine engel olamamış ve Sabahattin Ali Bulgaristan’a kaçarken faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Ahmet Samim: Fecr-i Aticiler içerisinde gazeteciliği meslek edinmiş tek kişidir. 2. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı Gazetesi’nde yazarlık yapmıştır. 2. Meşrutiyet’ten sonra İttihat ve Terakkicilerin yönetime geçtiği ve sözde özgürlükçü bir ortamın oluştuğu dönemlerde Ahmet Samim de öldürülen gazeteciler arasında yerini alarak özgürlükçü ortamdan pek de nasibini alamayan bir isim olmuştu. İstanbul’da bir faili meçhulün kurşunuyla hayatını kaybeden Ahmet Samim için Uygur Kocabaşoğlu şunu söylüyor: ‘‘Ahmet Samim, “kurşunla sansür”; sehpa ve sürgünle susturmaç geleneğinin erken kurbanlarından birisiydi.’’

Abdi İpekçi: Yazılarında Atatürkçülüğü, barışı, düşünce özgürlüğünü, ülkenin bağımsızlık ve bütünlüğünü savunan Abdi İpekçi birçok gazetede farklı görevlerde yer almıştır. 1979 yılında hem siyasi hem ekonomik karışıklık içerisinde olan Türkiye’de sokaklardaki güvenliği askerler sağlamaya başlamıştı. Gazeteci Abdi İpekçi de bir takım çözüm yollarıyla bu siyasi çıkmazın son bulmasını istiyordu. Ancak bu konuda başarılı olamadığı gibi bir akşam gazeteden çıkıp evine giderken trafikte durduğu bir sırada Mehmet Ali Ağca tarafından beş el kurşunla ölüme mahkum edilmişti.

Çetin Emeç: İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olan Emeç, gazeteciliğe babasının gazetesi “Son Posta”da başlamıştı. Daha sonra gazetecilik mesleğini çeşitli gazetelerde ve farklı görevlerle devam ettirdi. Sivri dille yazdığı yazıları nedeniyle her gün birçok kez tehdit mesajları, telefonları alan Çetin Emeç, bir sabah işine gitmek üzere evinden çıktığında kimliği belirsiz bir saldırgan tarafından şoförü Sinan Ercan ile birlikte öldürüldü.

Uğur Mumcu: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni tamamladıktan sonra birçok gazetede çalışarak köşe yazarlığı ve çeşitli görevlerde bulunmuştur. Hükümeti ve yönetimi eleştiren gerek kitapları, gerek yazıları bazen işsiz kalmasına neden oldu. Gazetecilik hayatının başarılarla dolu olması belki Uğur Mumcu’nun ölümünü erken getirmişti. Bilinmeyen birçok şeyi ortaya çıkarması, pek çok konuyu aydınlatması belli kesimlerin ilgisini biraz fazla çekmişti. Tüm bunların sonucunda Uğur Mumcu, Ankara’daki evinin önünde arabasına konan bir bomba sonucunda hayatını yitirmiştir. Mumcu’nun öldürülmesine sebep olarak Abdullah Öcalan’ın bir müddet MİT için çalıştığını araştırması iddia edilmektedir

16


Ahmet Taner Kışlalı: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuştu. Daha öğrencilik yıllarında başlamıştı gazetelerde çalışmaya. Üniversitede akademisyen olarak çalışırken Bülent Ecevit’in önerisi üzerine siyasete atıldı. Daha sonra tekrar üniversitelere geri dönen Kışlalı, gazetelerde başarılı yazılar yazdığı gibi başarılı pek çok gazeteci de yetiştirdi. Ahmet Taner Kışlalı hem siyasi hem de akademik hayatı boyunca muhalif tavırlarıyla belirli kesimlerin dikkatini çekmiş ve 1999’da Ankara’daki evinin önünde uğradığı bombalı saldırıyla hayatını kaybetmiştir.

Bahriye Üçok: Türk tarihçi ve siyaset bilimci olan Bahriye Üçok, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nden mezun olup laikliğin savunucusu ilahiyatçı olarak yer etmişti insanların aklında. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde akademisyenlik yapan Üçok, fakültenin ilk kadın öğretim üyesiydi. Akademisyenliği sırasında çıkardığı kitaplarla çok fazla tehdit alan Bahriye Üçok, bir süre akademisyenliğe ara vermek zorunda kaldı ve siyasete adım attı. Televizyonda yayınlanan bir açık oturumda, islamda örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığını dile getiren Üçok’un aldığı tehditler artmıştır. Bütün bunlar sonunda İstanbul’dan Ankara’daki evine gelen kitap kargosunu açan Üçok içindeki bombanın patlamasıyla ağır yaralandı ve ameliyata alınmadan hayatını kaybetti. Cinayeti, “İslami Hareket” adlı örgüt üstlendi. Kemal Türkler: Yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Kemal Türkler, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu ve üniversite hayatında geçimini sağlayabilmek için fabrikada işçi olarak çalışmak zorunda kaldı. Sendikal hayatı bu şekilde başlayan Türkler, babasının rahatsızlığından ve geçim sıkıntılarından dolayı Hukuk Fakültesi’ni 3. yılında bırakmak zorunda kalmıştır. Maden-iş Sendikasının yönetim kuruluna getirildikten sonra sendikalarda çeşitli görevler yürüten Kemal Türkler sendikal hayatı boyunca yaptığı protestolar nedeniyle birçok kez tutuklanıp serbest bırakılmıştır. Son olarak da evinin önünde vurularak öldürülmüştür.

Hrant Dink: Malatya doğumlu Ermeni asıllı Türk gazeteci. Annesi ve babasının boşanması ardından Ermeni Yetimhanesine yerleştirilen Hrant Dink, Türkiye’deki sol siyasetten etkilenmiş Marksist-Leninist çizgide siyaset yapmaya başlamıştır. İstanbul Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakütesi Zooloji Bölümü’nü bitirdikten sonra Agos Gazetesi’nin kuruculuğunu, genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını üstlenmiştir. Aynı zamanda Zaman Gazetesi’nde de yazan Dink, tüm halkların kardeşliğini, bütünlüğünü öngörüyordu. Ancak bu görüşleri öldürülmesine engel olamadı. Faşist bir suikast sonucu vurularak öldürülen Hrant Dink’in katilinin Ogün Samast adlı zanlı olduğu açıklandı. Ve Hrant Dink bu ülkede öldürülen 62. gazeteci oldu. Sedef Oral sedef.oral@commmag.com

17


Ăœmit Alan

Sedef Oral sedef.oral@commmag.com



-Son zamanlarda birçok şiir, kitap sansüre uğradı. Sizin de zaten ‘’Sansürle yaşamaya alışma rehberi’’ diye bir yazınız var bu konuyla ilgili. Ancak bakıldığında sansürlenen kitapların eskisine nazaran daha fazla satılıp okunduğu görünüyor. Bu durumu nasıl açıklarsınız? Çoğu sansürlenen kitabın eskisinden daha fazla satılmaya başladığı bir gerçek. Bunların aslında birer yol kazası olduğunu düşünüyorum sansür yapanlar için. Aslında o kadar satılmasını istemiyorlar ama bir şekilde yapının içerisindeki her şeyi kontrol edemedikleri için böyle kazalar oluşuyor. Daha sessizce yapmayı planlayacaklardır ilerde. Şu anda onu yapamıyorlar ve o yüzden biz görüyoruz. Ne olur: çok güçlü yayınevleri tamamen iktidara yakın sermayeye geçer ve kitaplar hiç basılmaz basılsa da ilgi görmez, reklamı yapılmaz. İşte bu tarz kazalar da bir geçiş döneminin ürünü bence. Hiç basılmayacağı ya da basılıp da hiç dikkate alınmayacağı dönemin öncesindeki bir takım yol kazaları. -Son yazınızda Fazıl Say’ın cezasının da son noktayı koymasıyla ‘’Al düşünce özgürlüğü, düşürme; koy cebine’’ diyorsunuz. Türkiye’deki ifade özgürlüğü artık sosyal medyada da kısıtlanıyor gördüğümüz kadarıyla. Peki bu şekilde ne kadar devam edecek? Güzel bir yere gitmiyor. Yazıda da bahsettiğim gibi aslında sadaka kültürü aynı şekilde burada da işliyor. Ekonomide nasıl bir sadaka kültürü var, sosyal devlet yerine nasıl sadaka kültürünü koydular, düşünce özgürlüğü için de aynı kültür gelmeye başlıyor. İşte mesela bizim gibi düşünürsen özgürsün diyorlar, neyi ne kadar düşünmen gerektiğine onlar karar veriyor. Onu bile bir lütuf haline getirmeye başladılar. İfade özgürlüğü insanların en temel haklarından biriyken şu anda sadaka olarak dağıtılabilecek duruma geliyor. Belki ilerde bir değişiklik olmazsa ifade özgürlüğü diye bir şey hiç kalmayacak. Yani karamsar bakmıyorum. Ama bu bir mücadele alanı ve bu mücadele alanında neler olacağını zaman gösterecek.

larının da olduğu 90’lara ait bir dönemdi. İnternetin olmadığı bir dönemde insanlar önlerine gelen bilgiyi yorumlayan, eğlenceli hale getiren birilerine ihtiyaç duyuyorlar. Gazeteleri daha sıkıcı hale gelmekten kurtaran köşe yazarlarıydı. Haberi yorumluyorlardı. Şu an zaten öyle bir enformasyon geliyor ki herkesin bloğu var. Ben bir bilgiye ulaşacaksam internette her konuyla ilgili her şeye ulaşıyorum zaten. Artık o kadar da önemli bir kurum değil köşe yazarlığı. O yüzden de eskisi kadar dikkatimizi çeken bir şey de değil. -Peki özellikle okuduğunuz köşe yazarları var mı? Aslında bütün köşe yazarlarını okuyorum işim gereği. Ama özellikle okuduklarım her gazeteden birkaç tane var. Bizim gazetede çok var. İşte Yıldırım Türker olsun, Ece Temelkuran olsun, Ateş İlyas Başsoy olsun, Meltem Gürle, Nuray Mert olsun seviyorum ve okuyorum bu isimleri. Habertürk’te Umut Talu’yu okurum. O bizim için medyada iyi bir ağabeydir. Ondan sonra Hürriyet’te Ahmet Hakan vardır. Onun da bir yazıyı okutma konusundaki maharetinden ötürü okuyorum. Köşe yazarlığının eğer yaşayabilme umudu varsa ancak böyle Ahmet Hakan’ın üslubu gibi bir üslupla olabilir. Ne yapıyor işte: madde madde yazıyor, çok ilgi çekici başlıklar atıyor. Fikirlerinden ziyade, fikirlerini satma becerisini sevdiğim için okuyorum.

-Birgün Gazetesi’nde köşe yazıları yazıyorsunuz. Medya eleştirmenliği yapıyorsunuz ve insanlar sizi hicivlerinizle tanıyor. Bu şekilde tanınmak nasıl bir şey? Yani güzel bir şey aslında. Benim asıl siyasallaşma sürecim aslında mizah dergilerinden oldu. Bizim kuşağın siyasallaşmasında en önemli basamak yayını diyorum ben onlara. Yani ben bir lise öğrencisiyken çok ağır siyasi kitaplarla başlayamam. Leman, Gırgır dergisi gibi karikatür dergileriyle başlıyorum. Ve Leman dergisi 90’larda tekti çok da güçlü bir siyasi etkendi. Orada şunu gördüm. Eğer ben 17-18 yaşlarında bir gence ulaşmak isteyip, ona kendimi anlatmak istiyorsam hicivi kullanmalıyım. Hicivle ulaşmaya çalışırsam daha fazla kişiyi ikna etmek için daha fazla şansım olur. Bunu ben bir misyon olarak alıyorum. Beni siyasallaştırmaya hiciv katkıda bulunduysa ben de bunu kullanmak istiyorum. Bir enstrüman olarak kullanıyorum. Yani kimisi müziği kullanır, ben de hicivi kullanıyorum.

-Ümit Alan olduğunuz için mi Birgün’de yazıyorsunuz? Yoksa başka bir gazetede yazıyor olsaydınız yine aynı siz olur muydunuz, aynı fikirlerinizle yazabilir miydiniz? Çok zor ana akım medyada böyle bir lüksüm asla olmaz diye düşünüyorum. Çünkü bir yere çarpardım mutlaka. Şu an da bütün medya gruplarını özgürce eleştirebiliyorum. Çünkü Birgün’ün çok bağımsız bir yeri var. Sosyalist cephede çok bağımsız bir yerde duruyor. Birgün’ün içinde bir şeyi eleştirdiğim zaman yine Birgün’den o kadar büyük bir tepki görmüyorum. Çünkü orası çok bağımsız bir yapı, yani kimse o kadar güçlü değil. Zannediyorum başka yerde bu iş olmazdı. -Konuşmanızda dediniz ki iktidar yanlısı gazeteler de olabilir ama muhalif gazetelere de yer verilmeli... O konuda Umur Talu’dan bir alıntı yapmıştım. Objektiflik bugün mit haline geldi. Objektif olmak tabi ahlaki bir durumdur, tarafsız bakmaya çalışırsınız; ama öyle bir mit var ki tosluyorsunuz mutlaka bir yere. Mesela ben işçilerle ilgili bir grev haberinde ne kadar objektif olabilirim? Ben işçiden yana tavrımı koyarım, ya da savaşla ilgili bir durumda barıştan yana tavrımı koyarım. Bunlar artık subjektif kavramlar olarak görünmeye başladı insanlara. Ben de diyorum ki tamam, subjektiflik olsun ama öyle maskeli objektifim diye satılan subjektiflikten daha iyidir. Evet ben iktidardan yanayım diyen bir gazete varsa, aynı güçte engellenmeyen muhalefetten yanayım diyen gazete de olmalı. Ancak böyle olur şu anda bütün gazeteler yandaş. Ne gazeteciliğin ne yapılan işin bir değeri kaldı. İtibarı kalmadı olayın.

-Artık köşe yazarlığının bitmek üzere olduğunu söylediniz. Yani Türkiye’de birkaç yıl sonra köşe yazarlığı diye bir meslek olmayacak mı? Ya farklı isimle olur ya da etkisiz olur. Bu artık güçlü köşe yazar-

-İngiltere Gazeteciler Sendikası hapishanelerinde en çok gazeteci olan ülke olarak Türkiye’yi seçmiş. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Utanç verici bir durum. Ama biz hala diyoruz ki onlar gazeteci

20


değil, başka başka şeyleri var. Şu an barış sürecindeyiz. Hapishanedeki gazetecilerin çoğu KCK tutuklusudur. Bu durumu da şöyle satmayı düşünüyorlar. 90’larda bu insanlar öldürülüyordu, hiç olmazsa şu an tutuklular. Bu kadar vahim bir tablo var ortada. Bir sürü tutuklu gazeteci var. KCK süreci var. Barış olacak da bu gazeteciler içerde mi kalacak? Bu insanlar gazetecilikten başka ne yapmışlar ki? Onlar bir halkın çıkarlarını savunarak gazetecilik yapmaya çalışıyorlar ama yapamıyorlar. Gerçekten utanç verici bir durum. -Eski bir sözlük yazarısınız. Türkiye’de sözlük yazarlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Evet ekşi sözlükte hala hesabım var ama yazmıyorum. Benim de internetin ilk yıllarında el yordamıyla bir şeyler yapmaya çalışırken çok eğlendiğim bir yerdi. Bizim o zamanlar Twitter yoktu, o işlevi gördü bizim için. Benim Birgün’de yazmama bile ekşi sözlüğün faydası oldu. Mesela ilk medya eleştirilerime orada başladım. Birçok köşe yazarıyla dalga geçen, birçok başlığı ben açmışımdır. Bana inanılmaz bir pratik oldu. Ama Türkiye’de sözlük yazarlığı Twitter’dan sonra bayağı bir yara aldı. Bir de trol diye bir kavram oluştu. Trol kavramı aslında birçok kişiyi sözlüklerden kaçıran şey oldu. Beni dahil. Ne yapıyor trol yazar? Çok korkunç bir başlık açıyor; örneğin, 12 Eylül’de işkencede polis copundan zevk alan kadın diye bir başlık. Sonra onun altındaki tepkilerle eğleniyor. Çünkü solcular hemen ona tepki gösteriyor. Böyle bir kavram çıktı ve o kirletti biraz sözlükçülüğü. Sözlükçüler bunların nasıl üstesinden gelir bilemiyorum ama baktığınızda o sözlükler hala bilgi kaynakları. Çünkü her şey orada duruyor, siz içerisinde sadece kendi muhakemenizi yapacak düşünceye sahip olmalısınız. 1999-2000’lerin arasında bir şey var ki internette çok az şey bulabiliyorsunuz. O dönemi ekşi sözlük çok iyi veriyor. Ama dediğim gibi trollerle mücadelenin bir yolu bulunmalı. Facebook’taki spamlar gibi sözlükte de şikayet etme kısmı olabilir. Ve belli bir şikayetten sonra o hesap kapatılabilir mesela. Böyle bir filtre olsa ben sözlüğü daha rahat kullanabilirim. -Basın sendikalarının az olduğunu ve engellendiğini söylediniz. Eğer sendikalar engellenmeseydi nasıl farklılıklar olurdu sizce? İnsanları herhangi bir nedenle işten çıkarmak çok zor olurdu. Bu da patronun etkisini, medya sahipliği yapısını farklı bir yere götürürdü. Birçok gazeteci için bu böyle. Eğer güçlü bir sendikamız olsaydı gazeteciler bu kadar yem olmazlardı. Bir kararla birçok insanın görevine son verilmezdi.

-Siyasi bilincin oluşması için Türkiye’nin yakın tarihinde yaşadığımız bir takım olaylardan bahsettiniz. Temennimiz bir daha böyle şeyler yaşanmaması. Fakat gençlerin siyasi bilinçlerini uyandırmak adına neler yapılabilir? Biraz önce de söylediğim enstrümanları iyi kullanmak gerekiyor: sinemayı, mizahı. Ama böyle sıkıcı sanat filmi gibi değil de nasıl ulaşabilirim diye düşünmek gerekiyor. Eğer siyasetini yaymak isteyen insanlar varsa bu şekilde yaymalı. Bugün elimizde farklı imkanlar var çünkü. Diziyi, sinemayı, müziği; bunları hep kullanabiliriz. Siyaset üretmek isteyen yapılar bunu görmek zorunda. Yoksa bildiri dağıtmak, siyasi bir gazete çıkarmakla olmuyor. -İnternet hukuku diye bir şeyden bahsettiniz? Nedir bu tam olarak? Şu an internet çok hazırlıksız yakalanılmış bir şey, tüm dünya için. Muhtemelen gazetecilikle de öyle karşılaşılmıştı. O zamanlarda gazetecilikte çok kontrolsüzdü. Biz onları görmediğimiz için sanki şu an, gazetecilik hukukuyla birlikte doğmuş gibi algılıyoruz. Oysa gazetecilik hukuku ile birlikte doğmadı ki. Aynı şekilde sosyal medyanın da hukuku yavaş yavaş oluşacak. Şu an içinde yaşıyoruz ama belki bir 50 yıl sonra tamamen kurulmuş olacak. -Son olarak bir roman taslağınız olduğunu biliyoruz. Biraz bahseder misiniz? Evet öyle bir şey var. Çok kabataslak bahsedeyim. Türkiye’de bir dönem oldu, taverna dönemi diye. Taverna müziği diye bir müzik çıktı. Taverna müziğinin çıkışı neydi? Taverna müziğinin çıkışı, Özal döneminden sonra yeni bir zengin tabakası yaratıldı. 12 Eylül’ün yapılmasının asıl nedeni 24 Ocak kararları denilen kararlarla Türkiye’yi serbest piyasaya geçirebilmekti. Bu başarıldı da. Bunlardan sonra bir kitle oluştu Türkiye’de. Bir anda zenginlediler. Bu zenginleyen insanlar daha önce evlilikler yapmışlardı. Daha önceki evlilikleri daha geleneksel yapıdaydı. Böyle adamlar çıktı ve bu adamlar taverna denilen yerlere gitmeye başladılar ve yasak aşkları oldu. Taverna müziği dediğimiz şey genelde yasak aşklar üzerinedir. Bir kültür oluştu. O kültür Türkiye’de çok az incelendi, çok az sürdü. Ben o kültürün içinde geçen, fonunda onu işleyen ve o dönemi anlatan bir roman yazıyorum. Uzun yıllardır yazıyorum derken, kafamda yazıyorum. Hemen hemen bilmediğim taverna şarkısı yoktur. Çok fazla taverna müziği dinliyorum, sevdiğimden de değil de ilgi duyduğumdan. O dönemi deşifre etmek istiyorum. Kitabı da umarım birkaç yıl içerisinde çıkarmayı düşünüyorum.

21


Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ… Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ… “Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Nâzım… Şiirleri nice şarkı olmuş mavi bir gözlü devdir, minnacık bir kadını seven. Gözlerini dünyaya açtığı 1902 yılından 1963’e dek yazmıştır, söylemiştir. Hayatının büyük kısmını ya demir parmaklık ardında ya çoook uzaklarda geçirmiştir. Mezarı Moskova’dadır, vasiyetinde yazdığı gibi bir çınar ağacının gölgesinde. “ Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, - öyle gibi de görünüyor Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani... ” Ezgi’nin Günlüğü, vasiyetini pek güzel dillendirmiştir tatlı sesiyle. Fazıl Say, Nâzım Oratoryosu’nu adamıştır kendisine. Ve işte o tüylerinizi diken diken eden sesin sahibi Genco Erkal bir kez daha ‘mavi gözlü dev’i sizlerle buluşturuyor. “Ne güzel şey hatırlamak seni”… Adeta hislerimize tercüman oluyor bu cümle. Aynı zamanda Nâzım Hikmet’in dizelerinde dile geliyor. Ne güzel şey hatırlamak seni, yazmak sana dair, hapiste sırt üstü yatıp seni düşünmek: filanca gün, falanca yerde söylediğin söz, kendisi değil edasındaki dünya... 3 Haziran 1963’te veda etti hayata. Biz direniyorduk, yıl 2013’tü. O da yanımızda... Sen neredeysen o da orada; Taksim’de önce, sonra İzmir’de, Ankara’da, Rize’de, Antalya’da, Fransa’da, doğduğu Selanik’te, sonra Moskova’da… “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” diye bağırarak yanımızda. Nâzım Hikmet, Ne güzel şey hatırlamak seni, şiirlerini, aşka dair gülümsemelerini. Söyleyecek çok şey olunca susar insan. Ama sen her şeyini dizelerine sığdırdın taşıra taşıra. Şimdi her neredeysen, selam söyle Piraye’ye, Hikmet Bey’e ve seni dünyayla paylaşan annen Ayşe Celile Hanım’a. Direnin Nâzım’ın dizeleri. Direnin şiirler. Diren Gezi Parkı. Esen Özay esen.ozay@commmag.com 22





K覺rm覺z覺yla Mavinin Ezeli Rekabeti: Coca-Cola vs. Pepsi

26


Y

az mevsimine girdiğimiz bu günlerde buzdolabını açtığımızda görmek isteyeceğimiz şeylerden biri şüphesiz ki koladır. Karamelize şekerle tatlandırılmış ve içinde kafein barındıran bu gazlı içeceğin neredeyse her yemeğin yanına yakışması da onu sofraların baş tacı yapıyor. Haliyle bu ürün tüketicinin vazgeçilmezleri arasında yerini alıyor. Gıda sektöründeki gelişmeleri takip eden Beverage Digest adlı araştırma şirketine göre Coca-Cola ve PepsiCo, gazlı içecek pazarında yaklaşık %90 paya sahip. Hal böyle olunca önde gelen bu iki marka arasında rekabet kaçınılmaz. Sloganlarından reklam filmlerine, renklerinden stratejilerine kadar birçok açıdan farklılıklar gösteren kampanyalar yapmaları, birbirlerinin taklidi değil zıttı olmaları, bu çekişmeyi dikkat çekici ve izlenir kılıyor.

27


Coca-Cola Company 1886 yılında kuruldu. Merkezi Atlanta’da olan ve CEO’luğunu Türk iş adamı Muhtar Kent’in yaptığı şirket, 200’ü aşkın ülkede 3500’den fazla ürün çeşidiyle dünyanın en büyük alkolsüz içecek şirketi. Bu kadar büyük pazar payına sahip olmasında, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan yaşam tarzının bir simgesi olarak başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada yaptığı reklam kampanyalarının etkisi büyük. Türkiye’de ise 1964’ten beri hizmet vermektedir. PepsiCo, 1965 yılında Pepsi Cola ve Frito Lay’in birleşmesi ile kuruldu. Dünyanın en büyük ikinci yiyecek-içecek şirketi ve 215’ten fazla ülkede faaliyet gösteriyor. Ancak Pepsi Cola, 1903 yılında

ABD’de açılmış. Bugün dünyanın birçok ülkesinde şişeleme ve üretim fabrikası olan Pepsi, hemen hemen tüm ülkelerde satılmaktadır ve büyük bir pazar payına sahiptir. Pepsi’nin Coca-Cola’dan sonra üretilmeye başlamasıyla ortada bir efsane dolanmaya başlar. Aslında Pepsi’nin formülü ile ilgili birçok efsane vardır. Bunlardan en yaygın olanı ise Pepsi çalışanlarının bir gün Coca-Cola laboratuvarına girip formülü almalarıyla ilgilidir. Çalışanlar tam formülü alacakken güvenlik görevlileri gelir ve formülün bir kısmı eksik kalır. Sonrasında tadı Coca-Cola’ya yakın olan Pepsi ortaya çıkar. Tabi ki bunun bir efsane olduğunu bir kez daha belirtmekte fayda var. 28

Coca-Cola ve Pepsi kapışmalarının belki de en büyüğü isim hakkı davasıdır. Pepsi’nin o dönemki başkanı Charles Guth’tur. Coca-Cola öncelikle Guth’u müşteri Coca-Cola istediği zaman ona Pepsi vermekle suçlar. O dönemde Amerikan ekonomisinin de iyi gitmemesi nedeniyle Guth, yarı fiyatına iki kat fazla Pepsi satmaya başlar. Bu durumdan rahatsız olan Coca-Cola, Pepsi Cola isminin kendisine ait olduğunu öne sürerek dava açar. Daha önce 153 tane ismi bu şekilde mahkemeye vermiş ve kazanmıştır. Mahkeme ABD’den Kanada’ya, oradan da İngiltere’ye sıçrar. Pepsi işin peşini bırakma niyetinde değildir. Son olarak mahkemede ‘cola’ sözcüğünün bu tür meşrubatların genel adı olduğu kabul

görür. Bu sayede bundan sonraki üreticiler de kola adını rahatlıkla kullanabilecektir. Bu iki rakip markanın bugüne dek izledikleri stratejiler genellikle birbirinden farklı oldu. Coca-Cola kendisini geleneksel bir duruş üzerine konumlandırdı, her zaman yerel değerlere hitap etmeyi bildi. Kurulan aile sofralarında, ramazanlarda hep başköşede oldu. Pepsi ise kendini gençliğe adadı, spor aktivitelerine sponsor oldu. Daha yenilikçi, daha dinamik, daha enerjikti. Buna bağlı olarak Pepsi ünlü kullanımı konusunda oldukça cömert davranırken, Coca-Cola içimizden biri oldu ve kampanyalarında ünlü kullanımına gitmedi. Aynı zamanda Coca-Cola logo konusunda istikrarlı


davrandı ve ilk gün kullandığı logo ne ise yine aynı kırmızı logoyu kullanmaya devam etti. Böylece logo ile tüketicinin bilinçaltına yerleşmeyi başardı. Pepsi ise kırmızı ile başladığı logosunu zamanla daha dinamik olan lacivert ile değiştirmeyi tercih etti, kendini yeniledi. Piyasaya çıktığı günden bu yana 11 farklı logo kullandı. Aslına bakacak olursak bu süreçte bir nebze zihinlerdeki marka kimliğini zedeledi, algıyı karıştırdı diyebiliriz. Bir marka için sloganın ne denli önemli olduğu artık tartışılacak bir konu değil sanırım. Kısası, uzunu, açık-net tam tersi nereye çeksen oraya geleniyle sloganlar birçok pazarlamacıya göre bütünleşik pazarlamanın en önemli unsuru. Slogan müşteriyle; ürünün tadından, kokusundan hatta dokusundan bile önce tanışır. Kısacası çok büyük bir silahtır slogan. Markalar bu silahı ister etkilemek amacıyla tüketiciye ister yok etmek amacıyla rakibine doğrultur. Özellikle otomobil ve gsm sektöründe bu silah yok etmek amacıyla kullanılsa da pazarlama tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kapışması olan Coca-Cola & Pepsi savaşında durum pek aynı değil gibi. Rakibe yönelik yergilere nadir şahit olduğumuz cola sloganları yıllar içerisinde doğal olarak yer yer büyük yer yer küçük değişikliklere uğramış. 1800’ lü yılların sonuna yani Coca-Cola’ nın yeni kurulduğu haliyle rakipsiz olduğu yıllara bakacak olursak şirket direkt olarak bilinirliği arttırmaya ve hafızalara kazınmaya yönelik sloganlar seçmiş. Örnek olarak ‘’Coca-Cola İçiniz, Nefis ve Ferahlatıcı, Yorgunluğu Alır ‘’ gibi açık, kolay anlaşılır sloganları gösterebiliriz. Dönemin sosyolojik durumu ve şirketin rakipsiz oluşunu göz önünde bulundurduğumuzda başarılı işler olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 1903 yılında Pepsi’ nin üretime başlaması yani ilk resmi rakibin piyasaya girmesiyle sloganlar Coca-Cola açısından eskiye göre daha kapsamlı, ikna edici olmaya başladı ve kaliteden daha sık söz edildi. ‘’Kalitenin İçeceği, Susuzluk Giderici Nefis Ferahlatıcı ‘’ Pepsi ise çıkış dönemine uygun şekilde Coca-Cola ile aynı politikayı izleyerek bilinirliliği arttırmaya çalıştı. ‘’Artık Pepsi Cola Var, Lezzetli ve Sağlıklı ‘’ 1900’ lü yılların ortalarına kadar satışlarda Pepsi’ yi 5’ e katlayan Coca-Cola tanıtım konusunda da farklılık yaratıcı yollar seçti. Bunun karşısında Pepsi ise kendini bir türlü farklılaştıramayarak insanlara ‘’Neden Pepsi içelim?’’ sorusunun cevabını veremedi. İki dev şirket arasında yaşanan ‘cola’ isminin kullanımı davasını Pepsi kazandı. Bu sonuçla Pepsi ‘cola’ isminin kullanımını kazanmıştı ancak dava sonucu sayesinde piyasaya girecek yeni üreticilerin hepsi aynı ismi kullanabilecekti. Dava doğrultusunda iki ürünün de cola olarak anılması Coca-Cola’ yı sloganlarda farklılaşıp isim vurgusu yapmaya yönlendirmişti. ‘’Tam Adıyla İsteyin, Gerçeğe Ulaşın. Gerçeğini Tam Adıyla İsteyin. Takma İsimler Taklitleri Cesaretlendirir’’ Satışlar rakamları altında ezilen Pepsi 1950’ li yıllarda daha ön-

cesinde logoya mavi rengi entegre etmesi dışında yeni bir atılım daha gerçekleştirerek gençlere yönelmeye ve dinamizme vurgu yapmaya başladı. O dönemlerde büyük risk olarak görülen bu atılım kısa sürede sonuç verdi ve Pepsi satışlarını katladı. Bu bağlamda ilk sloganı ‘’Sosyal ve Eğlenceli Ol’’ dan sonra 1960’lı yıllarda hedef kitlesini netleştirici bir slogan yayınladı. ‘’ Pepsi Artık Kendini Genç Hissedenler İçin Var! ‘’ Kulakların bu sloganlara aşina olması sonucu o dönemlerde şirket ‘’ Pepsi Kuşağı ‘’ gibi bir hikaye uydurarak marka aşkını gençler arasında kuvvetlendirdi. ‘’Canlan! Pepsi Kuşağındasın’’ sloganıyla net bir şekilde dönemin hareketli ve dinamik gençliğini kendine bağladı. 1970’ li yıllarda ‘Gençliğin Markası’ haline gelen Pepsi 1980’ lerin başında Pepsi Challenge’ ı duyurdu ve yıllar boyunca dünya genelinde gençlere yönelik yüzlerce tanıtım etkinliği yaptı. İşte tam bu dönemde yani Coca-Cola’ nın yeni tat arayışına girdiği o bocalama sürecinde Pepsi tarihinin en büyük vurgununu yaptı ve yeniden Pepsi Generation kapsamında Don Johnson’ ın yanında dünya devi Michael Jackson’ u reklam yüzü olarak kullandı. Bu süreçte pazara hakim olma yolunda hızlı adımlarla ilerleyen Pepsi ‘’ Pepsi’ nin sana vereceği çok şey var. Yeni Kuşağın Seçimi. ‘’ gibi sloganlarla tanıtım bağlamında gücüne güç kattı. Pepsi’ nin patladığı bu yıllarda Coca-Cola yeni tat arayışına gidip ‘New Coke’ isim yeni ürününü piyasaya sürdü. Ancak gelenekselliğine aşık oldukları bir markadan ‘new’ kelimesini duymaya dahi tahammül edemeyen tüketiciler yeni ürünü boykot etti ve şirket ürünü piyasayadan çekerek eski klasik tadı yeniden piyasaya sürdü. Yazının bu kısmına kadar anlattığımız süreç sloganlar açısından iki markanın da en hareketli olduğu dönemi. 2000’ li yıllara doğru yaklaştığımızda ise iki marka da artık yönünü belirlemiş ve o yönde biraz tekdüze ancak etkili sloganlarla tanıtım çalışmalarına devam ettiler. Kuruluşundan bugüne gelenekselliğiyle ön planda olan Coca-Cola bunun yanına mutluluk temasını da entegre ederek bu doğrultuda fazlasıyla yoğunlaştı. Özellikle ülkemizin de içinde bulunduğu geniş kültüre sahip ülkelerde geleneksel sloganlar ve reklamlar çok ilgi gördü. ‘’Ramazan Sofralarının Vazgeçilmezi, Bu Sofralar Daim Olsun, Hayatın Tadı ‘’ gibi sloganlar bunlara örnek olabilir. Bunun yanında Pepsi de çizgisini bozmayarak gençlere ve hayatın dinamizmine olan eğilimlerine devam etti. ‘’Pepsi Ruhunu Yakala , Her Zaman Daha Fazlası’’ mankenler adına yapılan bir kampanyada kullanılan ‘’Skinner is Better’’ ve bunların yanında en güncel olanı ‘’Pepsi Yaşatır Seni’’ Daha önce de belirttiğimiz gibi bu iki markanın savaşında sloganlara baktığımızda istisnalar dışında silahlarını birbirlerini vurmak için değil tüketiciyi etkilemek için kullanmışlar. Sloganlara ve bu sloganların kullanıldıkları dönemlere genel olarak baktığımızda iki 29


markanın da bütünleşik pazarlama konusunda ne kadar başarılı olduğunu, yaptıkları hataları hızlı bir şekilde kapatıp bunlardan doğru dersleri çıkardıklarını rahatlıkla görebiliyoruz. Savaşın reklam filmleri boyutuna baktığımızda yine markaların genel pazarlama politikalarının yansımalarını rahatlıkla görebiliyoruz. 70’li yıllarda gençlere yönelik kampanyalara ağırlık veren Pepsi, bunu reklamlarına kesin bir şekilde yansıtmışken; 130 yıllık tarihi boyunca geleneksellikten şaşmayan Coca-Cola ise gençlere ve günlük yaşama da reklam filmlerinde sıklıkla yer vermekte. Bu açıdan Pepsi’ ye göre daha çeşitli bir tutum sergiliyorlar. Aslında reklamlar genel olarak bunlarla sınırlı değil. Sponsorluklar doğrultusunda iki markanın da farklılaştığı oluyor tabi. Örneğin uluslar arası spor organizasyonları bu büyük iki markanın belki de en sıcak çatışmaları yaşadığı sahadır. Ve bu alanlarda genel tanıtım politikalarının dışında işler yapabilmekteler. Nabza göre şerbet yani ! Reklam filmlerinin içeriğini bu kadar kısa bir şekilde hızlıca anlattık gelin bir de birkaç film örneği verelim. Bu filmimiz 2002 Dünya Kupası öncesinde hazırlanan sponsor filmlerine bir örnek. Beyonce, Pink ve Britney Spears gibi dev isimlerin yer aldığı proje zengin bir prodüksiyona sahip. Sponsorluk adına yapılmış başarılı bir örnek. Bu filmde Pepsi’ nin ünlü kullanımı konusunda ne kadar rahat olduğunu görüyoruz. Tabi yine aynı dönemde çekilen; Ronaldinho, Ronaldo, Roberto Carlos, David Beckham ve daha nicelerinin oynadığı reklamları da unutmamak gerekiyor. Açıkçası ünlü kullanımı açısından Pepsi için 2002 çıkışlı bir reklam güncel bile sayılabilir. Bu cümleyi okuduğunuzda belki de hepinizin aklına aynı reklam geldi: ‘’Michael Jackson Pepsi Generation’’ O dönemlerde büyük yanı uyandıran ve rakibi Coca-Cola’ ya büyük çelme takan reklam filmi Pepsi’ nin ünlü kullanımı dışında gençlere yönelik yaptığı çalışmalara da güzel bir örnek. Bu doğrultuda ülkemizde baktığımızda Pepsi’ nin 2000’li yılların başlarında Mega Star Tarkan’ ı reklam yüzü olarak seçmesini örnek verebiliriz. Üzerinde lise kıyafeti bulunan Tarkan ve o dönemlerde şanslı 50 kişiye Tarkan’ ın da katılacağı bir partinin 30

davetiyeleri… Buram buram gençlik ve dinamizm kokuyor. Coca-Cola’ dan birkaç örnek verecek olursak Türkiye A Milli Futbol Takımı için 2002’ de çekilen bu unutulmaz filmi gösterebiliriz. Tüm halkın el ele verdiği ve ülkenin dört bir yanında kırmızı-beyaz renkteki ampüllerle ortalığı aydınlattığı bir tema işleniyor. İçimizi ısıtan bu reklam; birlik beraberlik, mutluluk ve geleneksellik kavramlarını olduğu gibi yansıtıyor. Geleneksellikten sıyrılıp Coca-Cola’ nın en iyi kullandığı temaya gelelim ‘’Mutluluk’’. Özellikle son yıllar da ülkemizde de Coca-Cola tarafından yoğun olarak işlenen bu temanın en son örneği ‘’birmilyonneden’’ kampanyası. Gizli kamera görüntülerinden oluşan bu sevimli reklam filmi, hayatta mutluluk içeren ne kadar çok şey olduğunu özetliyor. Tek kelimeyle muhteşem! Ünlü kullanımını konusunda hep Pepsi’ den bahsettik haklı olarak. Eğer hafızalarımızı biraz zorlayacak olursak Coca-Cola’ nın yakın geçmişte yayınlamış olduğu ‘’Brrr’’ reklamlarını anımsayacağız. Kolanın serinletici etkisine vurgu yapılan reklamlarda ünlü isimler olarak oyuncu Cüneyt Artık ve şarkıcı Müslüm Gürses kullanılmıştı. Ancak bu örneğin dışında Coca-Cola’ nın ünlü kullanımı anlamında bir girişimi yok gibi. Coca-Cola ülkemizde Ramazan Ayı için o kadar başarılı işler yaptı ki kimse Coca-Cola’ sız bir Ramazan sofrası düşünemez oldu sanki. Sofrada iftar saatini bekleyen kalabalık, elden ele dolaşan kırmızı şişeler ve Coca-Cola sonucunda erilen hidayet! Aslında Coca-Cola Ramazan sofralarından önce ürününü tüm sofralara sokup vazgeçilmez hale getirdi. Bunu markanın son reklam filmi serisinde de görüyoruz. ‘’Sofra Hikayeleri’’ belki de 2013’ ün ilk yarısında görülen en başarılı iş. Eğer işi sonuca bağlamak gerekirse, izlenilen bütünleşik pazarlama politikaları dahilinde reklam filmleri de markanın politikasıyla aynı doğrultuda. Gelenekselliğe, mutluluğa, birlikteliğe vurgu yapan Coca-Cola; gençliğe, heyecana, dinamizme hitap eden Pepsi… Bu savaş ne zaman biter bilemiyoruz ancak emin olduğumuz bir şey var ki bu rekabet iki markayı da canlı tutuyor. Aykut Coşkun-aykut.coskun@commmag.com Yağmur Yarkent-yağmur.yarkent@commag.com


ZORLA REKLAM OLMAZ , AMA DORA HOSPİTAL’LE OLUR Merhabalar, bu sayıdan itibaren bu köşemizde her ay tarihin en kötü, saçma reklamlarından birini sizlere sunacağız. Bu ay sizlere güncel de olması sebebiyle İsmail Yk’nın Dora Hospital reklamlarını inceleyerek bu köşemize başlıyoruz. Öncelikle Dora Hospital reklamları hedef kitlesine uygun olarak avrupa yayını yapan kanallarda yayınlandı. Gurbetçiler arasında İsmail YK’nın gönüllerindeki yeri tartışılmaz düzeyde. Adeta bir idol. Konuşması, giyim tarzı, şarkıları ile yurtdışındaki gurbetçilerin sesi durumunda. Bu bağlamda İsmail YK’yı reklamda oynatarak hedef tam 12’den vurulmak istenmiş. Zaten insanlarımız bir ünlü ve yanında güzel kızlar, bir de onun yanında ağza takılacak bir jingle bulduğu an reklam akıllarında kalıyor, gerisi boş oluyor. Reklam ne olursa olsun en azından markalar kendinden bir şekilde bahsettiririm diyip bu tip reklamlarla halkın karşısına çıkıyor. (ee ‘’reklamın iyisi kötüsü olmaz’’ mı?) Gelgelelim bu reklam neden bu başlıkta inceleniyor sorusunun cevabına. Bu noktaya kadar reklamlar; hedef kitleye çok uygun, reklam şekli bir yere kadar doğru ancak reklamların içeriği... ‘’İsmail Yk’nın oyunculuğuyla bezenmiş bir reklam.” Yakışıklı İsmail abimiz acayip cool bir şekilde asansörden çıkıyor ve muhabirlerle konuşmaya başlıyor. Muhabir soruyor: “Kliplerinizde oynattığınız bu kızları nereden buluyorsunuz?” diye. İsmail abimiz yapıştırıyor cevabı(ağzı doldurarak) “DORA HOSPİTAL’DAN.” Muhabir şaşırıyor: “Nasıll yani?” Sonra İsmail abimiz olayı açıklıyor. Dora Hospital’in büyüklüğünü, estetikte bir numara olduğunu söylüyor. Burada bir de slogan veriliyor: “Zorla güzellik olmaz ama estetikle olur.” O noktadan sonra reklam kopuyor. Çok farklı bir boyuta girili-

yor, bombabomba.com şarkısının sözleri değiştirilmiş haliyle jingle başlıyor (tam o anda benimde gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor). Sonra o inanılmaz sözler, o klip. Tam anlamıyla bir sanat eseri(ucube olanından). Öncelikle kadınlara açık şekilde hakaret içerikli mesajlar veriliyor. Tüm kadınların çirkin olduğu ancak Dora Hospital’e gelenin güzel olduğu söyleniyor. Estetiksiz hiçbir kadının güzel olamayacağı söylenerek estetik olunması için vurgu yapılıyor. Bu durumla beraber aynı zamanda reklamlar çok tehlikeli hale geliyor. Kendi idolleri çıkıp estetiksiz güzel olamazsınız diyince ister istemez o kızlarda bir kendini beğenmeme, değişim isteği olur. Reklam, hedefine ulaşmış ve düşünceyi belirlemiş oluyor. Ancak asıl olarak düşünlmesi gereken bu etik mi? (Etik nedir? Kelime anlamı? Pazardan 1 kilo etik aldım?) Çünkü İsmail YK’nın hayran kitlesi genel olarak 7-20 yaş arası gençler. Eğer siz gençlere, daha doğru düzgün kararlar alamayan insanlara, estetiksiz hiçbir şey olunamayacağını aşılarsan bu insanlar için bir tehlike içermeye başlar. Reklam bir yere kadar komik, dalga geçilesi ancak bu durum düşünülmeli. Bu reklamdan sonra umarız ters bir şeyler çıkmaz, insanlar depresyona sürüklenmez. Şaka gibi geliyor olabilir ancak bu mümkün. 2. reklam hakkında zaten konuşmak dahi pek istemiyorum. İnsanları tamamen dış görünüşüyle değerlendiren bir kişi (reklam olduğu için karakter) için ne düşünülebilir ki. Zekanın, kültürün, iç güzelliğin hiçbir önemi yok mesajı açık olarak veriliyor. Oyunculuklardan bahsetmiyorum dahi. Madem bu kadar bütçe ayırdınız, biraz daha özen yahu birazcık. Kısacası bu özelliklerden dolayı bu reklam filmleri direkt olarak tarihin en kötü reklamları arasına girmeye hak kazanıyor. Eveet! Böylece sizler için ilk ilginç reklamlarımızı incelemiş olduk. Önümüzdeki ay daha absürt daha da kötü reklamlarla görüşmek üzere, bol okumalı günler! Osman Şimşek osman.simsek@commmag.com 31


Mutluluğa Kapak Aç

Bu sayıda “Dünyadan Reklamlar” köşesinde bir farklılık yapmak istedim. Her ay beğendiğim reklamları taşıdığım bu bölümde, bu ay Coca Cola’nın 2009’dan beri sürdürdüğü ve oldukça başarılı olduğu ‘’Open Happiness’’(Mutluluğa Kapak Aç) kampanyasını ve kampanya kapsamında yayınlanan birkaç reklamını taşıyacağım. Öncelikle Coca-Cola’nın “Open Happiness” kampanyasından bahsetmek istiyorum. “Open Happiness” kampanyası, markanın ‘’Coke Side of Life’’(Coca-Cola Tadında Hayat) kampanyasının ardından 2009’da başlayan global bir kampanya. Kampanyanın amacı insanları küçük şeylerle mutlu etmek üzerine kurulu. Coca Cola bu kampanyada uluslararası birçok reklam yayınladığı gibi

ülkelere özel reklamlar da yayınlıyor. Öncelikle bu reklamlardan ülkemizde olan örneklerinden bahsedip daha sonra global reklamlara değineceğim. Ülkemizde kampanyanın reklamları C-Section reklam ajansı tarafından yapılıyor. “Mutluluk Kamyonu”, “Beklenmedik Misafir” ve “Sevgili Makinesi” gibi Coca-Cola’nın bilinen reklamları da C-Section tarafından bu kampanya kapsamında Türkiye’de yapılmış reklamlar arasında. Ben özellikle bu yazımda Türkiye örneği için “Sevgili Makinesi”ni seçtim. Bunu seçememin nedeni reklamın global etkisi ve aldığı Cannes Lions ve Kristal Elma ödülleri dahil 7 ödül alması.

Sevgili/Mutluluk Makinası

Coca-Cola’nın kampanyanın başından itibaren etkili kullandığı otomatlar bu reklamda da kullanılıyor. Türlü şekilde mutluluk dağıtan bu otomatlar çoğu kez insanlara Coca-Cola verirken bazı uluslararası reklamlarda sandviç, kek gibi ürünler de dağıtarak insanları mutlu etmeyi amaçlıyor. Bu reklamda ise otomat 32

sevgililer gününde bir AVM’ye yerleştiriliyor ve sadece sevgili olduğunu kanıtlayan çiftlere çalışıyor. Çiftlerin mutluluk anılarının oluşturduğu reklam , 1 milyondan fazla kişi tarafından izlenmiş ve bahsettiğim gibi Kristal Elma ve Cannes Lions ödülleri dahil 7 ödülle ödüllendirilmiş.


Small World Machines ile Hindistan Pakistan Dostluğu

Kampanyanın global çapta yayınlanan reklamları arasında en çok beğendiklerim arasında olan Small Word Machines, otomatların kullanıldığı reklamlar arasında işlediği konu bakımından diğerlerinden sivriliyor. Leo Burnett Chicago&Sydney’in hazırladığı, mutluluğun insanları birbirine yakınlaştıran bir etmen olduğundan bahseden reklamda uzun yıllar birbirleriyle savaşan iki ülke, Pakistan ve Hindistan’ın vatandaşları arasında bağ kurma amaçla-

nıyor. Bunu iki ülkenin belli kentlerine yerleştirdiği Small World Machine otomatları yardımıyla yapmaya çalışıyor. Bu otomatlarda verilen görevlerle Pakistanlı ve Hindistanlı insanlar beraber sanal ekranlara dokunarak gülen yüzler, kalpler ve barış işaretleri çizmişler, dans etmişler ya da sanal ortamda ellerini birbirlerine dokundurarak barış ve sevgi mesajları ulaştırmışlar.

Mutlu Bayraklar

Coca-Cola mutlulukla ilgilibir kampanya yaparken global anketlerde Dünya’nın en mutlu ülkesi seçilmiş olan Danimarka için özel bir reklam yapmasa olmazdı. Coca Cola-Happy Flag McCann Kopenhag tarafından yapılmış ve fikir itibari ile bu reklama dahice yakıştırmasını yapmak çok da fazla olmuyor. Coca-Cola logosunda Danimarka bayrağını bulan McCann, bunu nasıl avantaja cevireceğini de iyi bilmiş. Havaalanlarında, gelenlerin bayrakla

karşılanmasının bir gelenek haline geldiği Danimarka’da, ülkenin en büyük havaalanına bayrakların direk logonun üzerinden çıkartılabileceği özel outdoor mecralarından koyarak karşılamaya bayraksız gelen insanlara bayrakları dağıtmış. Böylece Coca-Cola dünyanın en mutlu ülkesinde, herkese mutlu bir karşılanma şansı yaratmış Hasan Mert Kozbe mert.kozbe@commmag.com

33


YİYİN GARİ..PARDON DİDİ’N GARİ! Reklamveren: Çaykur Reklamveren Yetkilisi: Yavuz Sütlüoğlu Reklam Ajansı: M.A.R.K.A. Ajans Başkanı: Hulusi Derici Kreatif Ekip: Zeynel Özer, Ece Berktav, Nafiz Oksar Müşteri İlişkileri: İlkay Ünlü, Beril Mardin, Özge Şatır, Ezgi Karatekin Ajans Prodüktörü: Candaş Kaflı Prodüksiyon Şirketi: Dijital Sanatlar Yönetmen: Can Ulkay Çaykur, geçtiğimiz haftalarda piyasaya yeni sürdüğü soğuk çayın reklamını yayınladı. Reklamı ilk izlediğimde aklıma ‘’Ayşe Teyze’’li Lays reklamları geldi. Reklamda sizin de gördüğünüz üzere diğer soğuk çay firmalarında olduğu gibi; ‘’enerji, serinlik, hareket’’ figürlerinden daha çok doğallık ve geleneksellik vurgulanmış. Markanın Çaykur olduğunu düşünürsek bu gayet doğal bir olay. Ancak ürün, firma için yeni bir pazara giriş ürünü olduğu için biraz daha farklı bir reklam da çekilseydi pek yargılanmazdı. Reklamda çayın genel talipleri arasında genç kesimden daha çok aileler yer alıyor. Hedef kitle olarak diğer firmalara göre daha geniş bir yelpaze hedefleyen Çaykur bu konuda başarılı olmuş gibi gözüküyor. Bu yorumu son 1 haftada halk arasındaki gözlemime dayanarak yapıyorum. Gençlerin tercihlerinde pek bir değişim olmasa da, marketlerden kutu içecek alıp, onları yolda içme alışkanlıkları olmayan amcalarımızı ve teyzelerimizi ellerinde Didi’yle görür olduk. Firmanın isim olarak Didi kullanması ve şişe tercihi olarak klasik, 330 ml. yerine 500 ml. kutuları kullanması bağlantılı. Öyle ki her ne kadar reklamda ‘’böyle yapın didim’’ denmesinden yola çıkılsa da ‘’didi’’ Lazca ‘’büyük’’ anlamına gelir. Şu an için ürün çok yeni de olsa, piyasada bir hareketlenmeye yol açtı. Hedef kitle olarak gençleri pek etkilememiş gibi gözüken bu ürünün kafe/restorant tarzı yerlerde daha sık görünmesi bu soruna çözüm olabilir. Ayşe Teyze’yle iyi bir imaj çizen Lays’in yolundan gidilmesi de zaten reklamlarında gelenekselliğini kullanan Çaykur için iyi bir yol olmuş. Son olarak, reklamın içinde Çaykur’un fabrikasının görünmesi de bir nevi güç gösterisi olmuş. Bundan sonra yeni yöntemlerle kendisini tanıtması gereken Didi’nin ve Çaykur’un nasıl bir yol izleyeceğini hep beraber göreceğiz.

TAKLİTLERİMDEN SAKININ

Geçtiğimiz hafta televizyonda dünyaca ünlü süper yıldız C.Ronaldo’yu görünce yeni bir şampuan reklamı izlemeye kendimi hazırlamıştım ki her şey bir anda bambaşka bir hal aldı. İnternette meşhur olan ve sonunda gerçeğiyle yan yana gelmesiyle ünü katlanan ‘’Adana’lı Ronaldo’’ artık reklam yıldızı olmuş. Adanalı’nın oynadığı reklam, klima konusunda 100 yıldan fazla bir geçmişe sahip olan ve kendisini klimanın mucidi olarak tanımlayan “Alarko Carrier” firmasına ait. Kendisini orijinal klima olarak tanımlayan ve adeta rakiplerine

‘’çakma’’ diyen bir firma için bundan daha güzel bir reklam yüzü olamazdı. Futbol konusunda yeteneklerini herkesin bildiği ve kimilerine göre dünyanın en iyisi olarak kabul edilen C.Ronaldo’nun benzerinin reklamda oynatılması ve yeteneklerinin de ‘’çakma’’ olduğunun gösterilmesi, reklamın sonunda ise ‘’Her şeyin bir orijinali var.’’ denmesi son derece akıllıca. Mesajı çok net veren bu senaryo gerçekten çok başarılı. Üstelik Adanalı Ronaldo’nun ülkemizde sempatiyle karşılanması ve reklamdaki ‘’yerel’’ performansının da bu sempatiyi arttırması marka için başka bir artı olmuş. Kerem Salış kerem.salis@commmag.com

34


Vodafone Freezone: Özgürce Yaşa

Vodafone Freezone ;gençler için , gençlerin beklentilerine göre hazırlanan bir mobil gençlik projesi olma özelliği taşıyor. Vodafone başarılı bir marka. Tarifelerinin uygunluğuyla, yaptığı reklamlarla adından sıklıkla söz ettiriyor. Bunun yanında marka, yaptığı halkla ilişkiler kampanyalarıyla da tercih edilebilirliğini arttırıyor. Vodafone sadece tarife düzenlemelerinin gençler tarafından tercih edilmek için yeterli olmadığını biliyor ve hedef kitlesi olan gençler ile marka arasında duygusal bir bağ yaratmaya çalışıyor. Hedef kitle gençler olunca çoğu marka halkla ilişkiler kampanyalarını eğlence üzerine yapıyor, stratejisini gençlerin özelliklerine ve isteklerine göre belirliyor. Vodafone da bunu yapmayı tercih etmiş tabii ki doğru analizlerlerle. Vodafone, hedef kitlenin isteklerini doğru analiz ederek doğru etkinliklere imza atıyor. ‘’Özgürce yaşa’’ sloganıyla yola çıkan marka , geçtiğimiz yıllarda Şebnem Ferah’ın bestelediği ve sloganla aynı ismi taşıyan ‘’özgürce yaşa’’ adlı şarkıyla sosyal medyada büyük etki yarattı. Şebnem Ferah başta olmak üzere birçok rockçı ile çeşitlli illerde Freezonelular için konserler düzenledi. Etkinlikler hala Şebnem Ferah ve Teoman’la devam ediyor. Vodafone, Freezone’u rock felsefesi üzerine temellendirmiş ve bu temeli oluştururken gençlerin asi olma, karşı çıkma, özgür ve

rahat olma içgüdülerinden yararlanmış. Günümüz gençliğinin bu özelliklerini düşündüğümüzde kampanyanın neden pop veya başka bir tür üzerine değil de rock felsefesi üzerine kurulduğunu çok daha rahat anlamlandırabiliriz. Vodafone hedef kitlesi dahilindeki lisede okuyan gençler için de liseler arası müzik yarışması düzenleyerek lisedeki gençleri de düşünmüş ve birçok markanın düştüğü hataya düşmemiş. Çoğu marka kolay yolu tercih ederek sadece üniversiteleri kapsayan kampanyalar hazırlıyor çünkü üniversitelerde etkinlik hazırlamak ve kampüslere girmek oldukça kolay ama unutulmaması gereken bir şey var ki lise öğrencileri de oldukça büyük ve özellikle mobil operatörler tarafından kazanılması gereken bir kitle. Mobil operatörler arası geçiş sistemi geldiğinden beri rekabet oldukça kızıştı. Operatörler her gün farklı kampanyalar ve tarifeler yaratıyor, kullanıcılar da sıklıkla operatör değiştiriyor. Mobil operatörlerin, kullanıcılarda uzun soluklu bir etki yaratması gerekiyor. Bunun için de kullanıcılarda marka sadakati yaratmak gerekiyor. Marka sadakati yaratmak için halkla ilişkiler alanında yapılan çalışmalar oldukça önemli. Markalar bunun farkına varmalı ve PR çalışmalarına ağırlık vermelidirler. Aysun Yapıcıoğlu aysun.yapicioglu@commmag.com

35


Coca Cola Dünyası

Coca Cola yine muhteşem bir halkla ilişkiler kampanyasıyla daha bizlerle. Coca Cola’nın dününü, bugününü ve geleceğini görmemiz için kurulan Coca Cola dünyası çadırları (çadır dediğime bakmayın, kocaman bir dünya içinde) şehir şehir geziyor. Duraklarından birinin de Eskişehir olmasını fırsat bilip, bu eğlenceli dünyaya adımımı attım. Nasıl mı? 3 lira ödeyerek. Tabii ki öğrenci halimle 3 lira ödememde giriş için yaptıkları kampanyadan haberdar olmayışımdı sebep. Coca Cola bizi geri dönüşüme yönlendirmek adına güzel bir çözüm üretmişti ancak benim haberim yoktu. 3 Coca Cola açma halkası ya da kapağı ile bu dünyaya giriş yapılabildiğini kapıda öğrenmem hiç hoş olmamıştı. Bu kadar merak uyandıran, daha önce eşine ülkemizde en azından benim rastlamamış olduğum bu etkinliğin hangi zamanlarda hangi şehirlerde olacağıyla ilgili de bilgi vereyim; 11 Mayıs – 2 Haziran 2013 Eskişehir 15 Haziran – 7 Temmuz 2013 Bursa 6 Eylül – 29 Eylül 2013 Konya 11 Ekim – 3 Kasım 2013 Gaziantep 15 Kasım – 8 Aralık 2013 Antalya 2014 yılında Hatay, Kayseri, Trabzon, Elazığ, Şanlıurfa, Diyarbakır, Mersin, 2015 yılında Ordu, Sakarya, Kocaeli, İstanbul, Tekirdağ, Balıkesir, Çanakkale, 2016 yılında Manisa, İzmir, Denizli, Muğla, Isparta, Antalya, Adana, 2017 yılında Malatya, Kahramanmaraş, Konya, Ankara, Eskişehir, Bursa, İstanbul Bu kadar geniş bir zaman için planlanmış bu halkla ilişkiler projesini The Partners üstlenmiş durumda. Eh bu kadar meraklandırdığıma göre artık çadırların içeriğinden de bahsedebilirim. İlk çadırda bizi Coca Cola’nın geçmişi karşılıyor. Coca Cola’nın mucidi eczacı Dr. John Pemberton bize kolayı nasıl bulduğunu ve 36

nasıl günde 1.8 milyar bardak tüketilen bir içecek halini aldığını anlatıyor. Yine aynı çadırda Coca Cola’nın zaman tüneline giriyoruz ve şirket tarihinin önemli olayları ve dönüm noktalarıyla karşılaşıyoruz. Ve tabii ki de geçmişten günümüze Coca Cola reklamları da bu çadırda. Coca Cola’nın 1967-1997 yıllarında İzmir Bornova tesislerinde kullandığı üretim hattı. Coca Cola’nın üretim, dağıtım ve satış süreci, bir futbolcu edasıyla çadır içinde atabileceğiniz kafa golleri, ancak takım halinde oynanabilen kocaman bir langırt, beden koordinasyonunuzu ölçebileceğiniz Xbox 360 ve günün anısı olarak birlikte fotoğraf çekinmek isteyebileceğiniz bir kutup ayısı da ikinci çadırda sizi bekliyor. Son çadırda ise Coca Cola ambalajlarıyla çeşitli objelerin yapımını öğrenebilir, dengeli beslenme ve aktif yaşamın sırlarını ve doğal kaynakların nasıl korunacağını keşfedebilir, Coca Cola ambalajlarının geridönüşümü hakkında bilgi edinebilir ve sinemasında film izleyip, mağazasından alışveriş yapabilirsiniz. Çıkışta da kolalar şirketten! Peki bu tarz bir kampanya ile ne hedefleniyor? Projeyi yöneten The Partners’a göre, markanın sevenlerine teşekkür etmesi hedeflenmiş ve iddiaları ise Coca Cola Dünyası ile en kapsamlı, en uzun soluklu, daha önce gerçekleştirilmemiş, deneyimsel pazarlama stratejisi ile sanatı buluşturarak, markaya özel olarak tasarlanmış, markanın bilinirliğini ve tüketici sevgisini attırmak. Bu kadar uzun vadeli bir halkla ilişkiler kampanyasının ne kadar sağlıklı olacağını ve öngörülenin dışında bir tüketici reaksiyonuyla karşılaştığı takdirde ne kadar esneyebileceğini zamanın muhakkak göstereceğine inanıyorum. Coca Cola da olsa, tüketicinin olduğu yere doğru sürekli bir eğilim göstermeli marka. Eğer bu tarz uzun vadeli bir kampanya yapılıyorsa, normal bir kampanyadan en az bin kez fazla süzgeçten geçmeli ve farklı fikirciklerin de formülüne katılması gerekiyor, tıpkı üretimde yaptıkları şekilde. Armağan Abanuz armagan.abanuz@commmag.com


Ĺželi De Eskinazis

ArmaÄ&#x;an Abanuz armagan.abanuz@commag.com


Favoreat’i bir de siz tanımlar mısınız? Favoreat.com, yemek yapma tutkusu, yeteneği olanları sağlıklı, uygun fiyatlı, çeşitli ihtiyaçlara yönelik, kolay ulaşılabilir yemek arayanlar ile buluşturan bir sosyal ağdır. Favoreat.com, yurdumuzun dört bir yanından insanların, leziz yemeklerini, yemek tariflerini, yemek konusundaki deneyim ve bilgilerini paylaşabilecekleri, sattıkları yemeklerden gelir elde edebilecekleri, yemek yapmaya zamanı olmayanlara ise zaman kazandıran ve bu kişilerin yeni dostluklar kurabilecekleri, yemek hakkındaki tutkularını paylaşabilecekleri bir online topluluk. Favoreat.com tam anlamıyla yemek yapmayı, paylaşmayı ve yemeyi sevenlerin ortak buluşma noktası! Nasıl bir ihtiyaca yönelik olarak bu proje ortaya çıktı? Yemek konusunda çok becerikli olan Türk halkının (genç /yaşlı / kadın /erkek) maharetlerini, hem zevk alacakları hem de kolayca para kazanacakları müthiş bir serüvene dönüştürmek ana gayemizdir. Türkiye’de hünerli ellerin marifetlerini kazanca dönüştürmelerine olanak veren bir platformun olmaması, yemek yapmayı çok sevip bunu kazanca çevirmek isteyenlerin sadece kendi sosyal çevrelerinden ya da en fazla bloglarından satış gerçekleştirebiliyor olmaları, böyle bir siteye olan ihtiyacı doğurdu. Türkiye’nin dört bir yanındaki yemek konusunda çok marifetli olan halkımızı, bu yöresel, değişik ev yapımı tatları arayanlar ile buluşturacak çok geniş bir platformda ağırlamak istedik. Değişik tatlar ve mutfaklar , sağlıklı , diyet , organik, tatlı, tuzlu gibi çeşitli kategorilerde farklı yemek opsyonları arayan fakat yemeğe yüksek bütçe ayırmak istemeyen kitlenin aradığını bir tık ötesinde bulabileceği ve bununla beraber yemek ile ilgili bir çok etkileşim ve paylaşımda bulunabileceği bir ortam sunuyoruz. Favoreat.com , belirli bir okazyonu olanlara istediği yemeği yaptıracak geniş bir “aşçı” kataloğu ve yemek yapmaya vakit bulamayanlara çeşitli opsyonları bir arada sunar. Favoreat.com’da yemek ile ilgili aklınıza gelebilecek tüm ihtiyaçlarınızın bir arada bulunduğu Profeat bölümü de yer alıyor. Bu bölümde yemek kurslarından, çeşitli mutfak eşyalarına, cafe ve restoranlardan Türkiye’nin dört bir yanından çeşitli yiyecek ürünlerinin bulunduğu gurme bölümüne kadar aradığınız birçok kategoriyi bulabileceksiniz. Türkiye’nin ilk yemek odaklı sosyal ağı favoreat.com, üyelerin ilgisini yemek yapıp satmaya ve satın almaya yöneltmek, bu arada da üyeler arası çeşitli aktiviteler gerçekleştirip sosyalleşmelerini sağlamayı hedefler. Sitenin kaliteli ve sempatik duruş sergilemesi, kullanım kolaylığı, içerik enteresanlığının yanı sıra en önemli özelliği alıcı ve “aşçı”ları memnun etmek ve üyelerin yemek konusundaki olabilecek tüm ihtiyaçlarına karşılık vermektir. Böyle bir girişimle karşılaştığımda, ilk olarak ev hanımları için yeni bir kazanç yolu olduğunu düşündüm. Gerçekten de kullanıcı kitlesinin çoğunluğunu kadınlar mı oluşturuyor? Türkiye’de elleri marifetli kitleye baktığımızda tabii ki bayanlar çoğunluğu oluşturuyor. Fakat kullanıcı kitlemiz sadece ev hanımı bayanlardan değil, yemek yapma yeteneği, tutkusu olan ve internet 38

kullanımına aşina olan ortalama 18-55 yaş arası kadın-erkek geniş bir kesimden oluşuyor. Hedef kitlemizdeki kişiler çalışmıyor olabilir , ya da profesyonel olarak çalışıp da yemek yapmayı kazanca çevirerek ek gelir elde edebilir. Yemek yapmayı seven bir çok erkek profil de mevcut; hatta bakarsanız en ünlü restoranların şefleri genelde erkek. Burada ana amaç yemek yapma hobisi olan herkesin bu hobisinden para kazanmasını sağlamak, bunu yaparken hem eğlenceli hem de paylaşımı geniş bir ortam sunmak. Alıcı kitlesinin ise online yemek siparişi veren, fastfooddan çok değişik tatlar ve ev yemeği seven, arayan tüm kişilerden oluşmasını bekliyoruz. Favoreat’ten beklentiniz nedir? Türkiye’nin yemeği çok kuvvetli olan mutfağının marifetli ellerini tüm Türkiye halkı ile buluşturmayı bekliyoruz. Tamamıyle kullanıcı yararı düşünülerek tasarlanmış olan bu sitede “amatör aşçılarımıza” olabildiğince çok gelir kaynağı sunmak , ve sağlıklı , uygun bütçeli, yemek arayanlara da aradıklarını rahatlıkla bulma imkanı sunmak istiyoruz. Örneğin daveti olan, rejim yapan, çocuklarına sağlıklı yemek vermek isteyen fakat yemek yapmaya zamanı olmayanlara geniş bir katalog sunarak fast-food yemek sipariş vermek yerine sağlıklı yemek alternatifleri sunmak istiyoruz. Ayrıca işyerlerinin de kendilerine yemek / tatlı yapacak amatör aşçılar bulmalarına da olanak sağlamayı hedefliyoruz. Birkaç yıl sonra fastfood ürünlerinin siparişini verdiğimiz sitelerin yerine geçecek mi Favoreat? Favoreat’in konumlandırması fastfood yemek siparişi verilen sitelerden tamamen farklıdır. Burada hem sosyallik, hem paylaşım, hem de bireylerin kendi ürettiklerinden para kazanma özellikleri mevcuttur. Favoreat.com sadece yemek alıp satmak değil, yemek ile ilgili tüm ihtiyaçları karşılanmak üzere kurgulanmıştır. Tarif paylaşımı, blog yazıları paylaşımı, merak ettiklerini sormaları için online sohpet ortamı, kişilerin mutfak ile ilgili ihtiyaçlarını karşılayacağı profesyonel firmaların ürünlerini sattıkları Profeat bölümü gibi burada yemek ile ilgili aradığınız her şey mevcut! Burası tam olarak bir e-ticaret platformu değil, yemek odaklı geniş ihtiyaçların karşılanacağı bir sosyal ağdır. Dolayısıyla fastfood sitelerin yerine geçmeyi hedeflemiyoruz. Türkiye’den çıkmış olan yemeksepeti.com gibi bir proje var. Bu projede yemek sipariş etmenin basitliği tüketiciyi çeken temel etken. Sizin projenizdeki temel farklılık nedir sizce? Favoreat.com yemek odaklı sosyal ağ olarak dünyada ilk ve tek. Temel farklılığımız para kazanmaya eğlenceli ve yasal çerçeveler dahilinde tamamen serbest bir platformda imkan vermemiz ve sağlıklı ev yemeği ya da şık davetler için geniş amatör aşçı ya da yemek alternatifleri arayanlara geniş bir katalog sunmamız. Favoreat’te içerik girişlerinde fiyatlandırma, ilan adeti, açıklama vs. gibi hiçbir detaya karışmıyoruz. Alıcı üyeler ise kolaylıkla etrafında üretilen her kategorideki yemekleri görüntüleyebilir, profillerindeki haritadan lokasyonlarını belirleyip etrafındaki zengin seçeneklere ulaşabilirler. İletişimin tamamen serbest olduğu platformumuzda alıcı ve aşçı aralarında ödeme ve teslimat koşullarında da diledikleri gibi anlaşabilirler.


Marka ve Pazarlama

Klasik bir tanım olarak pazarlama; mal ve hizmetlerin üreticiden tüketiciye veya kullanıcıya ulaşmasını sağlayan, işletme faaliyetleridir. Bir marka açısından iyi pazarlama, temelde kar etme, kazancına ivme kazandırma, tüketici tarafından benimsenme, tüketicinin istek ve beklentilerine en iyi şekilde cevap verebilme gibi esaslara dayanır. Marka olarak ürününüzü daha rahat satmak ve bir mal veya hizmeti iyi bir şekilde tüketiciye sunmak için tüketiciyi etkileyebilen faktörleri göz önünde bulundurmak ve satın alma kararına etki eden unsurları iyi değerlendirmek gerekir. Özellikle geleneksel pazarlama anlayışından çağdaş pazarlama anlayışına geçiş ile birlikte markaların tüketici ile ilişkilerini daha da artırmak ve geliştirmek isteği çoğalmıştır. Çünkü yeni müşteri kazanmak, eskisini elde tutmaktan daha maliyetlidir. Bu sebeple marka, müşterileri ile arasını sürekli olarak sıcak tutmak ister. Yani bir bakıma markanın pazarlama ve satış stratejisinin temelinde genel olarak tüketicinin tatmin düzeylerini artırabilmek için tüketicilerin satın alma davranışlarını doğru analiz etmek ve bu doğrultuda tüketiciye ‘’doğru şekilde ürün sunuş’’ vardır denebilir. Benzer ürünleri, hizmetleri başkalarının ürün veya hizmetlerinden ayırt etmek, öne çıkarmak üzere kullanılan ya da belirli bir hizmetin sunulması sırasında kullanılan ayırt edici, dikkat çekici birtakım unsurlar bunun içinde tanımlanmaktadır. Sözcükler, sayılar, harfler, şekiller, akılda kalıcı sloganlar, ürünün şekli veya ambalajı ile bunların birlikte sunuluşları markanın farklı, diğerlerinden ayrılan sunuşu olarak değerlendirilmektedir. Peki marka başarıya ulaşmak için nasıl bir bir pazarlama stratejisi oluşturur? Öncelikle marka adına bir kişilik oluşturulmalıdır. Keller’e göre marka kişiliği, markaya atfedilebilen insana ait özelliklerdir. Marka kişiliği, insanların, markanın ne olduğu veya ne yaptığı yönündeki düşüncelerini değil, marka hakkında nasıl hissettiklerini etkiler. Tüketiciler markalara genelde insan kişiliklerini atamaktadırlar. Marka kişiliği, ürünle ilgili özellikler, ürün kategorisine ait çağrışımlar, marka ismi, sembolü, logosu, reklam tarzı, fiyat ve da-

ğıtım kanalı gibi uygulamalarla şekillendirilebilir. Marka kişiliği ve ürün arasında ilişki kuracak olan tüketicinin kendisidir. Bu kişilik ile kendi kişiliği arasında bağlantı kurulduğunda ise tüketici-marka ilişkisi oluşacaktır. Yani pazarlamanın temeline tüketici yerleşir ve hedef kitle kavramı ortaya çıkar. Pazarlayacağı ürüne göre bir hedef kitle belirleyen marka bu hedef kitlenin ihtiyaç ve isteklerini karşılamaya yönelik bir görüş oluşturmak ister. Bu görüşü oluştururken bir yandan da bu kişiler üzerinde bir bakış açısı, kimlik ve stil oluşturma isteği güder ki tüketici sadakatini kazanabilsin. Aynı zamanda reel dünya yerine onlara hayallerini kurduğu dünya içinde var olma şansı sunarak tüketicisinin tatmin olmasını da sağlar. Ancak bu göründüğü kadar basit bir olgu değildir. Markalar tüm bu isteklerini yerine getirirken evrensel değerlerin yanında yerel değerlere de önem vermek zorundadır. Bunun için kimi zaman marka yönetiminde sadece işletmecilerin değil; etnograf, psikolog, sosyolog, antropologlardan da görüşler alınmalıdır. Günümüzde Google, P&G, Intel gibi öncü markalar pazarlama stratejisi oluştururken bu görüşlerden de faydalanmaktadır. Çünkü birçok tüketici genel-geçer mesajlar barındıran ürünler dışında kendine yakın bulduğu, kendinden iz bulduğu ürünleri daha çok tercih eder. Bir diğer etken, markanın diğer markalardan farklı bir yönünün bulunmasıdır; bir başka deyişle homojen ürünler arasından fark edilebilmesidir. Çünkü insanlar her zaman sıradan olanı değil fark yaratanı benimser. Markanın ürünlerini farklılaştırması gerekir, ürününü daha rahat satmak ve pazarlamak için rakiplerine göre üstünlük kazanmalıdır ki tercih edilebilmek için bir adım önde olabilsin. Bunları başarabilmek için bazı şeyleri gerçekleştirmeyi sağlamak zorundadır : •Farklılaşmayı sağlar. •Müşteriye, satın almak için sebepler sunar. •Müşteriye tutarlılık ve güven aşılar. •Marka yayma için sağlam temeller sunar. •Marka için bir itibar oluşturur. 39


•İşletmeye pazarda güçlü bir konumlandırma sağlar. Tüm bu faktörler yerine getirildikten sonra tüketici odaklı olarak rekabetçi avantaj kazanmak açısından önemli olan marka değerini artırmak için çaba sarf edilemlidir. Yani tüketiciyi dinlemek, duygusal bağ kurmak, sözünü tutmak, tüm duyulara hitap etmek, mesajı tekrarlamak net bir şekilde belirtmek sayılabilir. Marka konumlandırma da pazarlamanın önemli bir parçasıdır. İşletmenin faaliyet göstereceği hedef pazarda, hedef kitleye sunacağı mal ya da hizmetlerinin nerede yer alacağının belirlenmesi sürecidir bu işlem. Yani rakip firmalardan farklılaştırılmasıdır. Bir ürünü markalaştırmanın başlangıcı, ürünü müşteri zihninde farklı bir ürün algısını oluşturma ile başlar. Müşteri bakışıyla marka konumlandırması ise hedef pazar olarak bilinen müşteri grubunun, markanın belirli bir pazarda elde ettiği yeri algılayış biçimidir. Mark Twain der ki: “Ürünler fabrikalarda üretilir, markalarsa zihinlerde oluşturulur.” Eğer markanın bir konumu olmazsa, marka müşterilerin zihninde bir değer de yaratamaz. Marka konumlandırması sayesinde marka bir itibar, bir imaj kazanır. Marka imajı içerisinde temel olarak; markaya ait olan ürün kalitesi, fiyatı, dış görünümü, genel itibarı ve promosyon etkinliği ifade edilebilir. Reklamcılara ve pazarlamacılara göre marka imajı, firmaların başarılarının temeli olarak görülmektedir. Marka imajı oluşturulmasında reklam kampanyalarının rolü büyüktür. Güçlü bir marka imajının yaratılması için markanın tüketici zihninde olumlu etki bırakabilmesi gereklidir. Örneğin Türkiye gibi gelişmekte olan toplumlarda bazı malların kullanılıp tüketilmesi, kişilere bile belirli ölçüde itibar sağlayabilir. Aslında bu itibarın nedeni ihtiyacın karşılanmasından ziyade gösteriş yapmak olarak da kabul edilebilir. Örneğin; bugün İstanbul’da yaşayan bazı kesimler ünlü alışveriş merkezlerinden alışveriş yapmakla toplumun diğer

40

kesiminden insanların önüne geçtiklerini, daha itibarlı olduklarını zannederler. Yapılan bir diğer araştırmaya göre Fransa’nın kişi başına düşen milli geliri ülkemizden 10 kat daha fazla olmasına rağmen, ülkemizde gösterişli ve lüks arabaların tercih edilmesi ve Fransa’da ekonomik arabaların tercih edilmesi tamamen markanın itibarı ile kişi itibarının özdeşleştirilmesindendir. Bu konuda pazarlamanın büyük payı vardır ve bu pazarlamanın itibar faydasını etkili bir şekilde yaratmış olur. Günümüzde teknolojik yeniliklerin artması, rekabet şartlarının değişmesi ve karmaşık hale gelmesi, talep ve beklentilerin tek bir yapıdan çok, içinde değişik etmenler barındıran heterojen bir yapıya dönüşmesinden dolayı işletmelerin benzer amaca hizmet eden ürünler üretiyor olsa da bu ürünlerin tüketici zihninde farklı algılanması ve farklılık yaratması gerekir. Marka, ayırt edici özelliği sayesinde pazarlamayı farklılaştıracak ve tüketicinin gözünde farklı bir yer edinecektir. Bu farklılaştırmaların yanında, hiçbir müşteri kendisine ürün satışı yapılmaya çalışılmasından hoşlanmaz. Ürün satışında farklı yollar kullanarak müşterinin sizden ürünü istemesini sağlamak gerekir. Örneğin; her zaman sizden haberdar olmak isterler, o ara neler yaptığınızı merak ederler. Bu medya organları, sosyal projeler gibi alanlarda var olmakla paralel bir artış gösterebilir. Bunlar hem tüketiciyi bilinçlendirir, daha duyarlı hale getitir hem de satış artışı sağlayabilir. Markaların tüketiciye sunduğu ödeme şekilleri de tüketicinin markaya olan tavrını değiştirebilir. Yani ödeme seçenekleri artırılmalıdır. Bunun yanında ürünü elde ederken kimi zaman ekstra olarak markanın bir diğer ürünü ya da marka ile ilişkili olan herhangi bir ürünün promosyonu, hediyesi tüketiciye sunulabilir ve bu sayede ürün daha cezbedici hale gelebilir.

Gamze Konakçı - gamze.konakcı@commmag.com Irmak Dokuzcu - irmak.dokuzcu@commmag.com


Etkinlik haberleri Proje Fuarı ve İK Zirvesi Gerçekleşti

16. Brandmarker Uluslararası Pazarlama İletişimi Kongresi İçin Geri Sayım Başladı

İzmir Ekonomi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü, Endüstri Sistemleri Topluluğu ve İnsan Kaynakları Kulubü’nün düzenlediği en büyük kariyer etkinliği, sektörün önde gelen şirketlerinin katılımıyla 31 Mayıs Cuma günü İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde gerçekleşecektirildi. Kariyer gününe birçok büyük firmadan yetkili kişiler katıldı ve katılımcılar yetkililere merak ettikleri birçok soruyu sorarak cevap buldular.

6-22 Haziran tarihlerinde gerçekleşecek olan ‘’uluslararası aktivite’’, bu sene de katılımcılarına pazarlamayı farklı bir pencereden görme fırsatı sundu. Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü, “Summertime Marketing” sloganıyla pazarlamanın kapılarını sizin için araladı. Brandmarker ekibi, etkinliğin 16. senesinde de dünyanın dört bir yanından gelen ve pazarlamaya ilgi duyan üniversite öğrencilerinin pazarlama ve iletişim dünyasındaki son gelişmeleri, duayenlerin ağzından dinlemelerini amaçladı. Hafta boyunca katılımcılar, “Markaların Ortaya Çıkış Hikayeleri, İçerik Pazarlaması, Tüketiciye Ulaşım Kanalları, Markaların Dünyaya Açılışı” hakkında bilgi edinme fırsatı yakaladı.

Anneler En İyisini Bilir !

Reklam Oburları Kampüste

Hanımeller, Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü’nde eğlenceli bir etkinlik düzenledi. “Ben Bilmem Annem Bilir” yarışması ile aktiviteye katılanlar kendilerini eğlencenin içinde buldu. Bunun yanı sıra birçok hediye, sahibini buldu.

Dünyanın en komik reklamlarıya herkesin keyifli vakit geçirmesini sağlayan, yüzleri güldüren Reklam Oburları 28 Mayıs’ta Yıldız Teknik Üniversitesi’ndeydi. 40 dakika boyunca tüm salondakilere eğlenceli bir alternatif oldu. Davutpaşa Kampüsü Fen Edebiyat Fakültesi Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen etkinlik, katılımcılara birçok hediye kazanma şansı sundu. 41




KARTVİZİT Mİ? LİNK VERSEM? Merhabalar, sizlere her ay bir sosyal iletişim ağını tanıtma amacıyla çıktığımız bu yolda bu ayki durağımız Linkedin sitesi oldu. Linkedin kısaca 2002 yılında kurulan; geçmişinizi, özelliklerinizi, eğitiminizi, katıldığınız etkinlikleri, aldığınız sertifikaları gösterebildiğiniz bir nevi CV olarak da kullanılabilen bir sosyal iş ağı mecrasıdır. Yani Linkedin’i iş dünyasının Facebook’u olarak da görebiliriz. Linkedin aynı zamanda iş, okul ve diğer arkadaşlarınızla da bağlantı kurabileceğiniz bir sosyal ağdır. Sorularınızı uzman insanlara sorabilir, herhangi bir konuda onların fikrini de alabilirsiniz. İnsanlar genellikle Linkedin’i sadece iş ve çalışan bulma amaçlı olarak kurulan bir site olarak düşündükleri için bu ayrıntıyı da vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Eklediğiniz insanlar bağlantılarınız adı altında gözükmektedirler. Yani yeni arkadaş ekle yerine bağlantı ekle şeklinde insanları ekleyebiliyorsunuz. Okulunuz, çalıştığınız yer ile bağlantılı olan kişileri Linkedin size önererek bu bağlantıları tanıyor musunuz şeklinde arkadaşlarınızı bulmanıza kolaylık katıyor. Linkedin işlevsel olarak sosyal ağlar arasında en amacına uygun olarak kullanılan sitedir. Sitenin genel olarak kuruluş amacı iş arayanlar ve işverenlerin ortak buluşma alanı olmasıdır. Her gün yüzlerce şirket iş ilanları vererek diğer kullanıcıların başvuruda bulunabilmesini sağlamaktadır. Linkedin’in Türkiye temsilcisi bu

Linkedin’in Twitter ile anlaşması gereği Linkedin profilinizi Twitter ile bağlayıp Twitter’dan paylaştığınız durum güncellemelerini aynı anda Linkedin sayfanızdan da paylaşabilmektesiniz. Aynı şekilde tam tersi de mümkün, bu da bağlantılarımızın bizim neler yaptığımızı ne düşündüklerini göstererek bir nevi o kişi hakkında bir referans sağlamaktadır. Linkedin’in Twitter dışında herhangi bir sosyal ağ ile bağlantısı bulunmamaktadır. Linkedin, geçen birkaç ay öncesine kadar ‘’her’’ iş grubundan insanın kendi profillerini yaratarak iş başvurusunda bulunabileceği ya da şirketlerin onların özelliklerine göre onlara teklif götürebildiği bir mecra idi; her iş grubundan dedik ancak Linkedin birkaç ay önce kendi sitesi üzerinden yapılan eskortluk servislerine bir son vermek amacıyla kullanıcı sözleşmesine 44

amaca uygun olarak Linkedin’e; Linkedin sayfasından başvuruda bulunarak işe alınmıştır. Linkedin ülkemizde çok popüler bir sosyal ağ olmamasına karşın; Linkedin’in dünyada 200 ülkeden 200 milyon kişiden fazla kullanıcısı vardır. Her gün Linkedin’e kayıt olanların sayısı yaklaşık olarak 172.000’dir. Yani şu anda daha aktif olarak kullandığımız çoğu sosyal paylaşım ağlarından daha fazla kişi Linkedin’i kullanmaktadır. 2011 yılının Haziran ayında Türkçe dil desteği gelmesi ile birlikte Türkiye’deki kullanıcı sayısı artmıştır. Şu anda Linkedin’in Türkiye sınırları içerisinde yaklaşık olarak 1 milyona yakın kullanıcısı vardır. Bunlar arasında şirket patronlarından öğrencisine kadar her kesimden insan vardır. Linkedin’e kayıt olmak tamamen ücretsizdir ve kayıt olmanız için size tek gereken şey bir e-mail adresidir. Kayıt olduktan sonra karşınıza gelen sayfadan özelliklerinizi girip profilinizi oluşturup Linkedin’i kullanmaya başlayabilirsiniz. Bazı özellikleri kullanabilmeniz için ise paralı üye olarak da söyleyebileceğimiz ‘’Unique’’ üye kapsamında olmanız gerekmektedir. Bu özelliklerden bazıları : Bağlantınız olmayan kişilere mesaj atabilmek, nitelikleri girebileceğimiz arama filtreleri yaratmak, profilleri kolayca bulabilmemiz adına profilleri klasörlere kaydetmek, her profilin altına kişi ile ilgili not düşebilmek ve bu şekilde o profil kullanıcısı ile bağlantıya geçebilmektir.

eklediği ‘’Bulunduğuz yerde yasal olsa bile, eskort hizmetleri veya fuhuşu öne çıkaran profil oluşturmak veya içerik yerleştirmek yasaktır.’’ maddesini ekleyerek tüm eskortların profillerini kapatmaya başlamış ve kendi sitesi üzerinden yapılan fuhuşu engellemeye çalışmıştır. 2011 yılının Haziran ayında Linkedin’in mobil uygulamasındaki bir açık nedeniyle tam 6,5 milyon kişinin Linkedin hesabı saldırıya uğramış ve hacklenmiştir. Ancak buradaki hata Linkedin’in uygulamasında olsa da insanların şifrelerini seçerken güvenliklerini ne kadar ciddiye almadıklarını da göstermektedir. Çünkü çalınan çoğu hesap şifreleri doğum tarihleri, ad soyad gibi ibarelerden oluştukları için çalınmaları çok kolaylaşmıştır. Çalınan 6,5 milyon


hesaba rağmen Linkedin’in yaptığı açıklamaya göre çalınan hesaplardan herhangi birinde gizlilik ihlali yapıldığı göze çarpmamıştır. Linkedin’İn en güvenli sosyal ağlardan biri olma felsefesine ters

gelen bu olay karşısında itibarları sarsılmış olsa da Linkedin hala en güvenli sosyal ağlardan biri olmaya devam ediyor.

Linkedin her geçen gün büyümektedir ve 2011 yılında halka arzı da gerçekleşmiştir. Buna paralel olarak sitenin değeri de gitgide artmıştır ve şu anda değeri 8,9 milyar dolar olarak tescillenmiştir. Linkedin giderek büyüyen sosyal ağların çok popüler olduğu bu dönemde ününe ün, değerine değer katarak ilerlemeye devam etmektedir. Linkedin’i kullanmak için etkili 10 neden: 1. En önemlisi sağladığı profesyonel network kurma imkanıyla bir çok kapının açılmasını sağlamasıdır. Sitenin en önemli gücü budur. 2. Site içindeki arama fonksiyonları ile bir çok kişi ve kurumla iletişim kurabilirsiniz. Gündelik yaşamda, ulaşma olanağı bulamayacağınız bir çok insanla LinkedIn sayesinde tanışabilirsiniz. 3. Özel, önemli kişilere tanıtım amaçlı, kısa, çarpıcı cover letter’lar gönderebilirsiniz. 4. Soru – Cevap forumları size uzmanlar tarafından yanıtlanmış, bir çok ilginç konuda bilgi sahibi olma şansı verir. 5. Bir çok kaliteli iş ilanı, kaliteli adaylara ulaşmak için sadece LinkedIn’de yayınlanır. 6. Profiliniz sizin için kişisel olarak bir pazarlama aracıdır. İnsanlar profilinize Google, Bing, Yahoo gibi arama motorları aracılığıyla ulaşabilir. 7. LinkedIn network’ünüz genişledikçe iş başvurusu yaptığınız ve yapmayı düşündüğünüz şirketlerdeki bağlantılarınıza ulaşma şansı verir. 8. LinkedIn grupları sayesinde uzmanlık alanınızla ilgili spesifik konuları öğrenebilirsiniz. İş arayışında değilseniz bile bu gruplar içindeki bilgi paylaşımını izleyerek kişisel ve profesyonel gelişiminize katkıda bulanabilirsiniz. Kim bilir gündelik hayatta karşılaştığınız, işinizle ilgili zorlu bir problemin çözümü belki de bu gruplarda saklıdır. 9. LinkedIn’in güvenli arama seçenekleri sayesinde işvereniniz, yöneticiniz farketmeden gönül rahatlığıyla iş arayabilirsiniz. 10. İşe alımcılar ve insan kaynakları profesyonellerinin neredeyse tamamı LinkedIn’ deki aday potansiyelini dikkatle takip eder. Siz iş aramasanız da farkında olmadığınız yeni olanaklar sizi bu site sayesinde bulabilir. Sonuç olarak; tüm dünyadaki işverenlerin ve çalışanların birbirini bu kadar kolay bulabilmesi ve CV’lerine bu kadar rahat ulaşması, Linkedin’i çok cazip kılıyor.Eğer kariyerinizi sıkı tutmak istiyorsanız, herkesin fazlaca önem verdiği ve bu önemi de hak eden bu siteye bir an önce üye olup, profilinizi güncel tutmanızı öneririm. Kerem Salış-kerem.salis@commmag.com Osman Şimşek-osman.simsek@commmag.com 45


Lose Yourself Solving Puzzle: PUZZLE RETREAT

Başlıkta her şey açık ve net sanki! Kendinizi kaybedecek, yer yer beyninizi mobil platformun kollarına bırakıp kaçacak ama dönüp dolaşıp bu gereksiz bağımlılığa esir olacaksınız. İşin şakası bir yana mobil platformda pek fazla ilgi görmeyen Zeka&Bulmaca oyunları kategorisine çarpıcı bir giriş yapan Puzzle Retreat, the Voxel Agents tarafından tasarlandı. 7 ayrı kategoriden oluşan oyunumuz, bu kategoriler dahilinde 210 bölüm içeriyor. Puzzle Retreat; üzerinde tekli, çiftli, üçlü, dörtlü, beşli buz bölmelerinin ve bu bölmeler tarafından kapatılması istenilen boşlukların bulunduğu ahşap bir zeminde oynanıyor.

46

Bölümler ilerledikçe eklenen buzları eritme, durduma ve yön verme özelliğine sahip itemler oyunu içinden çıkılmaz hale getiriyor. Vaziyeti görsel açıdan ele aldığımızda ise bir zeka oyunu için fazlasıyla tatmin edici grafiklere ve seri geçişlere sahip. Buz parçalarının senkronize hareketleri ve oyun içi sesler tüm sistemi çekici hale getirmiş. İşlevsel ve kullanımı kolay menüsü de cabası. Mobil marketlere sessizce girip kısa sürede yüksek indirme oranı yakalayan Puzzle Retreat, aynı kategorideki güçlü rakipleri ‘’Where is my water?’’ ve ‘’Cut the rope’’ serilerine meydan okumaya devam edeceğe benziyor.

Aykut Coşkun aykut.coskun@commmag.com


İnstaMessage

Gün geçmiyor ki mesajlaşma programları çılgınlığına bir yenisi daha eklenmesin ama bazı program yaratıcılarının hakkını yememek gerek. Yakaladıkları farklılıklar ve çıkış noktaları o kadar yerinde oluyor ki programın çıktığı anla yüzbinlerce indirmeye ulaştığı an arasındaki zaman dilimi bahsedilmeye değer bir ifade bile olmuyor. İşte onlardan biride InstaMessage tamamen özgür yaratıcılar tarafından oluşturulmuş olan bu program sizin Instagram profiliniz ile giriş yapıp çevrenizde size en yakın olan Instagram kullanıcıları ile anlık me-

sajlaşmanızı sağlıyor. Kullanımı bu kadar kolay hale geldiği için yanlış amaçlarla kullanımı hayli fazla olsa da boş vaktimizin çok fazla olduğu şu günlerde yakınlarda biri ile sohbet ederek vakit geçirme fikri hiç fena gelmiyor çoğu insana. Eğer ilk defa geldiğiniz bir yerdeyseniz ve yakınlarınızda biri ile iletişim kurmak istiyorsanız gerçekten kullanışlı olduğunu söyleyebilirim. Ki yakın çevrenizde bir Instagram kullanıcısı bulmak emin olun artık bir çok şeyi bulmaktan çok daha kolay. Alper Küçükbezirci alper.kucukbezirci@commmag.com

47


Bu bir savaş demek!

Çıktığı ilk andan itibaren yalnızca fotoğraf üzerine odaklanan Instagram, 1 yıl önce Facebook tarafından satın alınmıştı. Herkesi bir fotoğrafçı haline getiren bu uygulama ile Facebook büyük bir adım attı. Öyle ki Facebook’un mobil gelirlerinin %30’unu Instagram sağlıyor. Twitter’ın yazı odaklı olmasının yanı sıra Facebook’un gün geçtikçe görselleşmesi, Twitter’ı da görselliğe itti ve 6 saniyelik video yükleme olanağı sunan Vine isimli bir uygulama geliştirdi. Vine’ın pazarı günden güne büyüdü. Markaların reklam kampanyalarına Vine’ı da eklemesiyle uygulamanın popülerliği daha da arttı. Vine uygulaması ile büyük bir atak yapan Twitter karşısında Facebook’un boş durmayacağı belliydi. Beklenen oldu ve 20 Haziran Perşembe günü Instgram’ın CEO’su Kevin Systrom, Facebook etkinliğinde Instagram’ın video uygulamasını duyurdu. Aynı zamanda Instagram’daki kullanıcı sayısının 130 milyon civarında olduğu ve 1 günde 1 milyar fotoğrafın ‘like’ edildiği bilgisini paylaştı. Instagram videosu, hikayenizi paylaşmanın bir diğer yolu. 15 saniye boyunca video çekiliyor ve 13 filtre ile özelleştiriliyor. Yani içeriği tamamen siz belirliyorsunuz. Yapacağınız düzenlemelerle nasıl duracağına siz karar veriyorsunuz ve dilerseniz videonuzu eş zamanlı olarak Facebook’ta paylaşabiliyorsunuz. Ayrıca “Cinema” teknolojisi sayesinde görüntü kalitesi oldukça yüksek videolar yaratıyorsunuz, netlik kaybı olmadan. Instagram’ın Vine karşısında tercih edilmesinin sebeplerine gelirsek, öncelikle 15 saniye boyunca video çekebilmek oldukça 48

avantajlı. Vine’da 6 saniye mecburiyeti vardı, daha az süre çekim yapamıyorduk. Instagram videoyla ise 3 ila 15 saniye arasında bir video oluşturabiliyoruz. Markalar açısından bakacak olursak 15 saniye bir televizyon spotu için yeterli bir süre. Bu sürede bir hikaye anlatılabilir, ufak ayrıntılara yer verilebilir, tüketiciyi güldürmeye yönelik sloganlar kullanılabilir, kısaca akılda kalıcı bir etki yaratılabilir ve mesajlarını bu kanalla yayabilir. Bir diğer güzel ve bana kalırsa en çekici yanı ise filtreler. Instagram Photo’nun bu kadar popüler olmasının nedenlerinden belki de en büyüğü çeşitli efektlerle fotoğraflarımızı özelleştirmek ve büyüleyici fotoğraflar ortaya koyabilmekti, herkes bir fotoğrafçı oldu. Vine’da çekilen video üzerinde sonradan düzenleme yapılamazken, Instagram Video’da 13 farklı efekt vererek kendine hayran bırakan videolar oluşturabiliyoruz. Instagram’a kayıtlı kullanıcı sayısının Vine’dan yaklaşık 10 kat fazla olması da büyük avantaj oldu. Instagram Photo kullanıcıları bir güncelleme ile Instagram Video uygulamasından da faydalanabildi. Bu da hazırda bekleyen 130 milyon kullanıcı demekti. Bunun yanı sıra Facebook’un 1 milyar kullanıcısının Instagram videolarını izleyeceğini ve videoların ağızdan ağıza yayılacağını düşündüğümüzde, Vine’ın şansı oldukça azalıyor. Instagram Video’nun etkisinin oldukça büyük olduğunu rakamlara bakarak görmek de mümkün. İlk 24 saat içinde 5 milyon video yüklendi. 1 dakika içinde yüklenen videoların toplam uzunluğu 40 saate ulaştı. Miami Heat’in NBA şampiyonu olduğu zaman ise en çok yüklemenin yapıldığı saat oldu. Bakalım Twitter nasıl bir cevapla karşımıza çıkacak. Yağmur Yarkent yagmur.yarkent@commmag.com




İllüstrasyon: Yeliz Sargın yeliz.sargin@commmag.com


15. Eskişehir Film Festivali Notları Simurg 1996 ve 2000 yıllarında F-tipi cezaevi ve ölüm oruçları çerçevesinde yaşananlar ilk kez olayların kahramanları tarafından Simurg’da anlatılıyor. Yönetmen Ruhi Karadağ, 10 yıl gibi uzun bir süre zarfında, tamamen kendi emeğiyle bu filmi hazırlamış ve filmi, cezaevlerinde ve ölüm oruçlarında hayatlarını kaybeden siyasi tutuklular ve ailelerine ithaf etmiştir. Refik Ünal, Cafer Gürbüz, Çiğdem Kazan, Hüseyin Muharrem Gündüz, Ali Ekber Akaya ve Delil İldan’ın kendi hayatlarını, yaşam mücadelelerini anlattığı filmde bütün olaylar, anlatılanlar, kişiler, zaman ve mekan gerçektir. 1996 yılında, hükümetin F-tipi cezaevi sistemini uygulamaya koymak istemesiyle Türkiye çapında tüm cezaevlerinde açlık grevi eylemleri başladı. Hücrelere girmek istemeyen siyasi mahkumların bir bölümü açlık grevini ölüm orucuna dönüştürdü ve yaklaşık 50.000 insanı derinden yaralayan bir süreç başlamış oldu. 69 gün süren ölüm oruçları hükümetin F-tipi projesini erteleme kararı ile son buldu. Ancak bu sırada 12 mahkum yaşamını yitirmiş ve onlarca mahkumun sağlığı geri dönülemez bir şekilde hasar görmüştü. 2000 yılına gelindiğinde, hükümet ertelenen F-tipi cezaevi projesini tekrar yürürlüğe koymak isteyince cezaevlerinde ikinci bir ölüm orucu eylemi başlatıldı. 20 Ekim 2000’de başlayan ve ilkine göre ülke çapında çok daha fazla destek gören bu eylem sırasında ne yazık ki hükümet ve mahkumlar arasında bir anlaşma sağlanamadı.

No

Şili tarihinde kara bir leke olarak tanımlanabilecek Pinochet rejiminin sonunu getiren referandumun görmeye alışık olmadığımız bir yüzünü gösteren NO (HAYIR) , reklam yazarı olan Rene’nin muhalefet tarafından hayır kampanyası için ikna edilmesini ve referandumun kampanya sürecinden sonucuna kadar olan dönemi bizlere izletiyor. Pablo Larrain’in Tony Manero ve Post Mortem gibi yine Allende ve Pinochet rejimleri arasında gidip gelen filmleriyle kıyaslandığında daha aktif bir profil çizen No, Larrain’in dönem üzerindeki ilgisinden de nasibini alarak gözlemlenmesi ve bilgi edinilmesi zor olarak tanımlanabilecek tanım52

F-tipi cezaevlerinin tamamen kaldırılmasını ve cezaevleri koşullarının iyileştirilmesini isteyen mahkumlar talepleri yerine getirilmezse gözlerini kırpmadan ölüme gideceklerini söylerken, hükümet F-tipini uygulama konusunda hiçbir şekilde geri adım atmayacağının sinyallerini veriyordu. Buna karşılık sokakta protestolar düzenlendi, aydınlar arabuluculuk yapmaya çalışıt. Aralık ayında bazı mahkum aileleri ve yakınları cezaevlerindeki eylemi desteklemek amacıyla dışarıda ölüm orucuna baladılar. Başta İstanbul olmak üzere birçok ilde ölüm orucu evleri kuruldu. Eylemin 51. gününde bizzat Adalet bakanı tarafından yapılan açıklamada F-tipi Cezaevi uygulamasının ertelendiği ilan edildi. Fakat 9 gün sonra, 19 Aralık günü sabaha karşı 04:00’da Türkiye’deki 20 cezaevinde beklenmedik bir operasyon başlatıldı. 8000’in üzerinde güvenlik kuvvetinin katıldığı ve 4 gün süren bu operasyonda ateşli silahlar, gaz bombaları ve iş makineleriyle cezaevlerine girildi. İronik bir şekilde “Hayata Dönüş” adı verilen bu kanlı operasyonun bilançosu 32 ölü ve 200’ün üzerinde ağır yaralı idi. Ölüm orucundaki yaklaşık 300 mahkum ise engelli durumuna getirildi, 1000’in üzerinde siyasi mahkum F-tipi cezaevlerine transfer edildi. Operasyonun ardından ölüm oruçları içeride ve dışarıda 2007 yılına kadar devam etti. Şimdiye kadar en fazla insanın katıldığı ve en uzun süreli cezaevi eylemi olarak tarihe geçen ölüm oruçlarında toplam 122 kişi yaşamını yitirdi, yaklaşık 600 kişi bedensel ve zihinsel sağlığını kaybetti. Ekin Çiftçi ekin.ciftci@commmag.com

lamaları başarılı bir şekilde ele almış. Şili’nin yakın tarihi ile Türkiye yakın tarihinin tekrar tekrar hatırlara geldiği Larrain filmlerinde olduğu gibi No’da da bize yakın olan birçok öge bulmak mümkün. Gael Garcia Bernal ise oyuncu tercihi olarak doğru yerde durarak No’yu daha da aktif hale getiriyor. Görüntü özellikleri değiştirilerek adeta VHS filmi izlemiş hissi yaratan film, sanat yönetimi ve prodüksiyonuyla da dönemin atmosferini izleyiciye başarılı bir şekilde sunuyor. Larrain’in önceki filmleriyle birlikte izlenecekler listesine alınması gereken bir film haline geliyor. Canberk Ulusan canberk.ulusan@commag.com


F Tipi Film Duruşu ve dinamikleriyle sadece müzik tarihi değil, siyasi tarihimizde de kendine önemli bir yer edinen “Grup Yorum” tarafından geliştirilen bu proje, binlerce kişinin kurban olduğu bir drama, “Yüksek güvenlikli cezaevleri” olarak geçen F tipi cezaevlerinde, kapalı kapılar ardında yaşanan işkencelere, zulme ve baskılara odaklanıyor. Sosyal Tecrit modeline dayanan F tipi cezaevlerinde genellikle devlete karşı işlenen suçlar(!) ve/veya organize suçlardan dolayı tutuklu ya da hükümlü bulunanlar üç kişilik ya da tek kişilik yaşam birimlerinde kalıyor, diğer mahpuslarla ve infaz memurlarıyla iletişim kuramıyorlardı. F tipi cezaevleri, genelleştirilmiş bir duyusal ve sosyal tecrit öngördüğü ve bu nedenle de insanlık dışı, onur kırıcı muamele ve ceza yasağına aykırı olduğu gerekçesi ile ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmiştir.

9 farklı yönetmenin 10’ar dakikalık kısa filmlerinin bir araya getirilmesiyle oluşan F tipi filmin her bir senaryosu oldukça etkileyici. Ezel Akay, Barış Pirhasan, Sırrı Süreyya Önder, Reis Çelik, Hüseyin Karabey, Aydın Bulut, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay ve Grup Yorum’un oluşturduğu kısa filmlerin oyuncu kadrosunda ise Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak, Gizem Soysaldı, Erkan Can, Fırat Tanış gibi başarılı isimler yer alıyor. Filmin çekimleri, Kocaeli’de kurulan bir film platosunda oluşturulan F tipi hapishanede gerçekleştirildi. Hücrelerden, havalandırmalardan ve koridorlardan oluşan dekorların birebir aynı boyutlarda inşa edildiği filmin ekibinde profesyonel sinemacıların yanı sıra reji ve prodüksiyon etabında da sinema-televizyon bölümü öğrencileri yer aldı. Ekin Çiftçi ekin.ciftci@commmag.com

Los Amantes Pasajeros

Almodovar sineması denildiğinde son dönemde karşımıza çıkan La piel que habito (İçinde Yaşadığım Deri) , Volver (Dönüş) , Hable con ella (Konuş Onunla) gibi filmler gelirken Los Amantes Pasajeros (Aklımı Oynatacağım) gibi bir filmin bu filmler arasına katılması bir sinemasever için üzücü olarak tanımlanabilir. Zira komedi filmi yapma gayesiyle yola çıkan bir ustanın böyle bir sonuca ulaşması pek alışıldık bir durum değil. Olay örgüsünün zayıflığı, konunun belirli noktalara odaklanıp bu odak noktaları-

na çakılıp kalması, diyalogların zayıflığı ve temele oturtulmayışı ‘’Bu film Almodovar’ın mı?’’ sorusunu çokça sordurtmayı başarıyor. Zira başlangıçta yarattığı beklenti dışında neredeyse hiçbir anında tatmin etmeyi başaramadı. Para, boş zaman gibi unsurların fazla olduğu anlarda karşılaşabileceğimiz türler arasına giren Aklımı Oynatacağım, deneyimlenmemesi kayıp olarak nitelendirilebilecek filmlerden değil ne yazık ki. Deneyimlendiği taktirde kaybedecekleriniz arasında ise zaman olduğunu söylemek mümkün. Canberk Ulusan canberk.ulusan@commag.com

53


Rebelle(Savaş Cadısı)

Türkiye’de ilk olarak !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde bu sene gösterilen Rebelle (Savaş Cadısı) , Eskişehir’deki gösterim programında da yerini aldı. Nerede olduğunu tam olarak belirtilmeyen bir coğrafyada Komona isimli bir kız çocuğunun ailesinden ayrılıp militan olarak yetiştirilmesine ve militanlıktan cadılığa terfi ettirilmesine kadar ve bu süreç içerisinde başına gelen ve başından geçen olayları yer yer gerçeküstü bir üslupla ele alıyor.

Oldukça çarpıcı ögelere sahip olsa da tam anlamıyla tatmin edici boyuta ulaşamayan filmde tam bir yönetmen sineması izi görmek çok kolay değil ancak Kim Nguyen böylesine ana akım olabilecek bir konudan başarılı bir şekilde ortaya çıkmış denebilir. Yine de gerek içerisinde bulunduğu coğrafya, gerek hikayesi, gerekse Rachel Mwanza’nın oyunculuğu filmi deneyimlemekten memnun kılar hale geliyor. Canberk Ulusan canberk.ulusan@commag.com

54


55


BENİM ÇOCUĞUM (MY CHILD) Çocukları eşcinsel veya trans bireyler olan Türkiyeli bir grup anne ve babanın hikayelerini beyazperdeye taşıyan uzun metraj bir belgesel olan “Benim Çocuğum”, Eskişehir Film Festivali kapsamında 11 Mayıs’ta seyircilerle buluştu. Türkiye’den 7 farklı ailenin çocuklarıyla yaşadıklarını samimi bir dille anlatan belgeselde öncelikle kameranın karşısına oturan 7 farklı anne babanın, sanki karşısında oturmuşsunuz da size hayatını anlatıyormuş gibi samimi bir şekilde kendilerini anlatmalarını izliyoruz. Doğdukları yerleri, kendi anne babalarını, eşleriyle tanışmalarını anlatmaya başlıyorlar ve sonra çocuklarına getiriyorlar konuyu. Yaşadıklarını, heyecanlarını, kızgınlıklarını, daha sonra kabullenme süreçlerini anlatıyorlar bizlere. Mutluluklarının, kızlarının ya da oğullarının olduğunda değil, çocuklarının olduğunu fark ettiklerinde çoğaldığını anlatıyorlar. Daha sonra birbirleriyle tanışıyorlar ve LİSTAG yani LGBTT Aileleri İstanbul Grubu’nu kuruyorlar birlikte. Şimdi ise hepsi LİSTAG çerçevesinde başka ailelere ulaşıyorlar, toplantılar düzenliyorlar, kısacası daha anlayışlı, daha güzel bir dünyanın var olması için ellerinden geleni yapıp, hepimize daha ‘farkında’ yaşamamız gerektiği bilincini veriyorlar. Film gösterimi sonrası gerçekleşen söyleşiye filmin yönetmeni Can Candan ve ailelerden Şule Ceylan-Ömer Ceylan katıldı. Filme başlama süreçlerinden, filmin yapımından bahsettiler, daha sonra LİSTAG faaliyetlerini anlattılar, danışma hattını verdiler. Söyleşi sonrası ise kendileriyle keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Çocuğunuz size açıldığında çalışıyor muydunuz? Ya da şu anda çalışıyor musunuz? Yani, çevreniz öğrendiğinde tepkileri nasıl oldu? Şule Ceylan: Ben ressamım, şu anda çalışma günlerimi kendim ayarlıyorum ama aynı zamanda öğretmendim, o zamanlar çok yoğun bir şekilde çalışıyordum. İlk anladığımda iş ortamımda bir tepki olmadı çünkü o zamanlar hiç kimseye söylemedim. Sonradan, o açıldıktan sonra tamamen resimle uğraştığım bir dönemdi. Bu benim için büyük bir yüktü ve son zamanlarda, LİSTAG’dan da önce, taşıyamayacağımı öğrendim ve onlara açıldım ve çok iyi karşıladılar. Yani bu tamamen sizin içinizdeki korkularla ilgili bir şey. Siz kendinizden güvenli ve emin iseniz insanlar hiçbir şey söylemiyor, aksine beni çok takdirle karşıladıklarını söylediler her zaman. Çok bilgisizlerdi, bana hep sorular sordular, hatta önceleri ‘Kusura bakmazsan sana bir şey sorabilir miyiz?’ diyerek yaklaşıyorlardı. Şimdi artık çok rahat bir şekilde onlarla konuşuyoruz, yine bilmedikleri şeyleri soruyorlar, hiçbir sorun yok. Zaten birinin tepkisi tepkiselse size hiçbir şey söylemiyor, arkadan belki bir şeyler söylüyordur ama o da hiç önemli değil. Filmde hep belli kalıpları kırmış kişileri, yani kabullenmesi daha kolay, bilinçli insanları gördük, doktor, ressam, öğretmen gibi. Bu sınırları aşamamış, daha muhafazakar veya daha bilgisiz insanlara ulaşabiliyor musunuz ya da onlar size ulaşabiliyor mu? Şule Ceylan: Film bizim erken bir dönemimizde başladı aslında. Henüz iki yıllık bir deneyimimiz vardı ve henüz oldukça küçük bir gruptuk. Bu arada tabii herkes yüzünü göstermeyi de göze alamayabiliyor, biz tereddütsüz bunu kabul ettik. İçimizde yani LİSTAG grubunun içinde daha tutucu çevrelerden, gelir seviyesi daha düşük çevrelerden insanlar var. Bu hep merak konusu oluyor bunu bize çok sık soruyorlar,ama hiç eğitimi olmayan, o benim çocuğum ben onun yanındayım diyen annelerimiz var, bir başkasının evinde temizlik yaparak hayatını sürdüren annemiz var yani bu çok da doğru orantılı değil. Yani düşünüldüğü gibi eğitimli aileler, gelir seviyesi yüksek aileler ya da orta sınıftan aileler daha çok ilgilenir gibi yanlış bir kanı var, aksine ben şunu biliyorum ki statü sahibi, çok yüksek eğitimli insanlar kendi statülerinin zedeleneceği korkusuyla eğitimsiz, düşük gelirli insanlardan daha baskıcı olabiliyorlar. 56

LİSTAG 2008’de kurulan bir oluşum, kuruluşundan bu yana siz varsınız, çalışmalara da sizinle birlikte başladı. Şu anda ne gibi çalışmalar yapıyorsunuz? Türkiye’deki homofobiyi göz önüne aldığımızda basın nasıl karşıladı, herhangi bir tehdit adınız mı veya etkinlikler, aktiviteler her yere ulaşabiliyor mu? Ömer Ceylan: Öncelikle tehdit almadığımızı söyleyebilirim. Bu biraz sizin duruşunuzla ilgili, siz dik durursanız kimse size bir şey söyleyemez. Ama biraz ezik durursanız, karşı tarafın eleştirilerini kabul edemeyecek durumdaysanız sizin üzerinize çullanırlar. Basını da ikiye ayırmak lazım. Ana akım basın biraz daha çekingen ama film dolayısıyla ana akım basında da yer aldık, mesela Ayşe Arman 4 gün boyunca Hürriyet’te hakkımızda yazdı. Ama televizyon meselesine geldiğimizde orası biraz ‘cıs’. Çünkü RTÜK’ten korkuyorlar, filmin kendisi değil, röportajını, haberini bile kolay kolay çıkartmak istemiyorlar. Filmden önce Okan Bayülgen LİSTAG’ı programa çıkarmak istedi, kabul ettik fakat programdan iki gün önce sadece telefonla katılabileceğimizi söylediler. İki gün sonra program iptal edilir dediler ertesi hafta da Okan Bayülgen geçen hafta kanal yönetimi buna izin vermedi bunu açıkladığım için bir ihtar daha alırım dedi ve sonra o kanaldan ayrıldı. Yani televizyonda zor. Şule Ceylan: Ben de LİSTAG’ın neler yaptığından bahsedeyim. LİSTAG ilk başlarda 4-5 kişilik bir grupken bile faaliyetlerine son hızla başladı yani birilerinin daha gelmesini beklemedi. Bunu özellikle Eskişehir için söylüyorum, yani on kişi bulalım da bir şeyler yaparız değil, biz de 1-2 kişiyle başladık. Sonra üç oldu beş oldu. LİSTAG ayda bir CETAD’la ortak paylaşım ve bilgilendirme toplantısı düzenliyor. CETAD’ın açılımı, Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği. Filmde de gördüğümüz gönüllü psikiyatrlar bizimle paylaşım toplantıları düzenliyorlar. Bu toplantı sadece ailelere ait oluyor, LGBTT bireyler gelemiyor. İlk defa öğrenen aileler, çocukları ya da internet vasıtasıyla bize ulaşıyor ve ayda bir bu toplantıyı yapıyoruz. Ayda bir kendimize özel bir günümüz var. Yemekli toplantılarımız oluyor çocuklarımızla birlikte, bir arada oluyoruz. Haftada bir o haftanın işlerini planladığımız toplantılarımız oluyor. Şimdi bir ofisimiz de var, cumartesileri kiraladığımız bir ofisimiz çünkü biz gayet de fakir bir oluşumuz. Kendi çapımızda haftada bir gün ofiste toplanıyoruz çünkü bundan önce, kafelerde buluşuyorduk. Ama bunlar bize hiç zor


gelmedi, o şartlarda da yürüttük çalışmalarımızı. Ayrıca telefonumuz var, danışma hattımız. O telefon dönüşümlü olarak bizlerde oluyor. Bize telefonla ulaşanlarla konuşuyoruz, isterlerse bire bir görüşme yapıyoruz ve onları CETAD’a veya bizim başka toplantılarımıza yönlendiriyoruz. Şimdi ise başka bir faaliyetimiz daha var, Lambda(Lambdaİstanbul LGBTT Dayanışma Derneği)’nın toplantılarına biz de bir veya iki kişi olarak katılıyoruz. Orada gençler açılıyorlar, ailelerine nasıl açılabileceklerini tartışıyorlar, biz de ailenin temsilcisi olarak eğer bize bir şey sormak isterlerse orada bulunuyoruz çünkü biz içimize, yani toplantılarımıza ve yaptığımız çalışmalara LGBTT bireyleri almıyoruz. Danışma hattına onlardan da çok telefon geliyor. Ben açılayım mı açılmayayım mı, bana ne önerirsiniz; hiçbir şey olmasa bile bir şeyler konuşmak, paylaşmak istiyorlar ve biz onları Lambda’ya, SPoD’a, Kaos GL’ye yönlendiriyoruz. Çünkü biz öncelikli olarak ailelerle ilgileniyoruz ama böyle ortak bir çalışmaya da başladık. Peki ülke dışında da diğer LGBTT dernekleriyle çalışmalar yapıyor musunuz? Sanırım Amerika’da Onur Yürüyüşü’ne katılmışsınız, yurtdışı ile bağlantılı olarak başka neler yapıyorsunuz? Şule Ceylan: Evet, Avrupa’dan yürüyüşlere davet ediliyoruz, Onur Yürüyüş’lerine davet ediliyoruz, biz de onları buraya davet ediyoruz. Böyle de karşılıklı bir bağımız var. İtalya, İspanya, Malta gibi ülkelerle bağlantılarımız var. Genelde Avrupa ülkeleri mi? Ömer Ceylan: Evet, Avrupa’nın da batısı. Doğu blok ülkelerinde aile örgütü yok. Can Candan: Evet aslında, Avrupa’nın doğusundaki tek aile örgütü LİSTAG. Ömer Ceylan: Ayrıca bizim bu aile örgütlerinin hepsinden ayrılan bir noktamız var: Onlarda LGB (lezbiyen, gey, biseksüel) aileleri ayrı örgütleniyor, T(trans) aileleri ayrı örgütleniyor. Biz de ise hep birlikte örgütlenme söz konusu. Arnavutluk’un dernek açarken bizden yardım istemesinin de önemli bir nedeni bu. İngiltere’de bir anneye sormuştum niye böyle diye, ilk böyle ayrı olarak kurulmuş daha sonra da birleşemedik ama aramızda bir düşmanlık veya küslük yok; trans bireyler bize başvurduğunda trans örgütün telefonunu veriyoruz dedi. Ama aralarında bir bütünlük yok. 25-27 Haziran tarihlerinde mecliste ziyaretler gerçekleştirdiniz, konuşmalar yaptınız. Bunun dışında belgesel de 15 Nisan tarihinde mecliste gösterildi, ancak ne yazık ki meclis gösterimine 548

milletvekilinden sadece 6’sı katılmış. Film gösterimi sırasında neler yaşandı, gösterimden sonra milletvekilleriyle neler konuşuldu? Şule Ceylan: Geçen sene haziran ayında biz iki aile meclise gittik. Randevu alarak değil, danışmanların bize hazırladıkları bir organizasyonla. Salı günüydü, grup toplantılarının olduğu gün. Koridorlarda yakaladığımız milletvekilleriyle konuştuk, işte merhaba ben İstanbul’dan geliyorum, eşcinsel annesiyim, gibi. Oktay Vural’la bile konuştum ben. Ona böyle bir çıkartma yaptım, o da şoka girdi tabii. Bir arkadaşım BDP milletvekilleriyle görüştü, ben CHP grubuyla konuştum. 20’ye yakın milletvekiliyle görüştük bu şekilde. Hepsinin yaklaşımı çok farklıydı gerçekten. Çünkü bir anne görünce karşılarında şaşırıyorlardı. Eşcinselleri biliyorlar transeksülleri biliyorlar ama bu çocukların ailelerinin olduğunu, onların “uzaydan ışınlanmadıklarını” gördüler ve bize gerçekten yardım teklifinde bulundular. İsim verebilirim sanırım: Binnaz Toprak, Aykan Erdemir, Melda Onur, Gürsel Tekin, Aylin Nazlı Aka, Sezgin Tanrıkulu. Özellikle Aykan Erdemir bizi bizden daha çok düşündü bile diyebilirim. Film gösterimi ise Binnaz Toprak’ın öngörüsüyle gerçekleşti, o filmin galasında çok heyecanlanmıştı, “Bu film mecliste gösterilmeli” dedi. Cemil Çiçek ile görüşüldü ve yakınlarda bir yerde film gösterimi oldu ve maalesef bu gösterime sadece 6 milletvekili katıldı. Ama olsun, basında çıktı film, nasıl bu kadar az milletvekili geldi diye eleştiriler aldı, bu da iyi bir şeydi bizim için. Can Candan: Şule’ye %100 katılıyorum, söylediklerinde hemfikirim. Özellikle son söylediği çok önemli bence. Bu konuyu gündemde tutmamız, kamuoyuna sürekli olarak taşımamız çok önemli, bu anlamda meclis gösterimine 6 kişinin katılması çok da büyük bir sorun değil. Bu zaten maraton gibi bir şey. Sonuçta Türkiye gibi bir yerde herkesin ‘Aman ne güzel’ deyip, Cemil Çicek’in gelip de kapıda bizi karşılayıp da hadi buyurun meclisin ortasında filmi gösterelim demeyeceğinin hepimiz farkındaydık. Dolayısıyla bu bir başlangıçtır. Kulaklarına kar suyu kaçtı, bir giriş yaptık. Basında da haberlerin çıkması iyi oldu. Sadece CHP değil BDP milletvekilleri de desteklediler. Diyarbakır galamızı yapacağız 19 Mayıs’ta, bu galada BDP milletvekillerinin de daha somut desteğini göreceğimizi umuyoruz. Dolayısıyla bizim o parti bu parti gibi bir ayrımımız yok, bütün milletvekilleriyle bu konuyu konuşmak ve meclisin gündemine getirmek gibi bir çabamız söz konusu, o da devam edecek zaten. Ömer Ceylan: Ak Parti milletvekilleriyle de konuşmak isteriz ancak bu konudan çekindikleri için çok fazla gözükmek istemiyorlar.

Benim Çocuğum, 7 Haziran’da vizyona girdi! Gelişmeleri internet sitesinden takip edebilir ve gösterim takvimine ulaşabilirsiniz: www.benimcocugumbelgeseli.com Ekin Çiftçi ekin.ciftci@commmag.com 57


Samsara Samsara, Baraka’nın yönetmeni Ron Fricke’nin yirmi yıl sonra çektiği ilk film. Kelime olarak ‘samsara’ Sanskritçeden bire bir çevrildiğinde doğanın sonsuz döngüsü anlamına geliyor. Filmde doğum, ölüm, yaşam ve reenkarnasyonu konu edinmiş. Oldukça renkli başlayan Samsara, bir anda bir matem havasına bürünerek yaklaşık iki saat sürecek yeryüzü macerasına başlıyor. Herhangi bir karakter, diyalog ya da bir filmde karşılaşacağınız klasik ögelerin bulunmadığı bu belgeselde yalnızca doğa, dinler, renkler, kültürler, ışıklar ve birbirinden farklı bakışlar sunan gözler izliyoruz. Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Amerika’ya kadar pek çok yerde seyircinin ayaklarının altından kayarcasına adeta süzülen film birbirinden özel ve güzel görüntüleri bizzat yerinde seyrediyor hissi veren bu yöntemle kendine bir kez daha hayran bıraktırıyor. Yönetmen, içinde aslında çok derin mesajlar barındıran filminde seyirciye düşünmesi için huzurlu bir ortam sağlıyor. Doğanın hakimiyetinde başlayan ve sanayileşmeden uzak köşelerde devam eden belgesel, zamanla Hong Kong, Tokyo ve Dubai

58

gibi endüstrinin ve para döngüsünün merkezlerine de uğrayarak dünyanın geçirdiği değişimlere dikkat çekiyor. Üretim toplumu olmaktan çıkıp tüketim toplumu olmayı neredeyse adım adım tasvir ediyor, düzenden süregelen düzensizliği çarpıcı görüntülerle suratımıza çarpıyor. Silahlanma meselesine de değinerek toplumlar üstü mekanizmaların eleştirisini yapıyor. En sonda da canlısı ve cansızıyla tek bir bütün olan dünyanın düzeninin bozulduğunu akıllardan çıkmayacak bir final ile betimliyor. Başlangıçta yaptığı gibi filmini sonsuzluktan çekip yine sonsuzluğa atıfta bulunarak sonlandırıyor. Artık çok az filmde kullanılan analog 70 mm film formatıyla çekilen film, insanlığı doğaya bağlayan yaşam döngüsünün görsel bir yansıması. Bir sinema deneyimi olarak diğer binlerce film arasında, belki de tek başına, çok özel bir yere konumlandırılması gereken “Samsara”; sosyal, kültürel, ekonomik ve politik mesajlarını söze ihtiyaç duymadan, doğanın ve insanın doğal (gibi duran) yaşantısının el verdiği kadarıyla aktarmayı seçiyor. Ekin Çiftçi ekin.ciftci@commmag.com


ŞARKI LİSTESİ 1- Bali Girls – Michael Stearns, Bonnie Jo Hunt, Ron Sunsinger 2- Ladakh – Michael Stearns 3- Modern Life – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 4- Jerusalem – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 5-Villages and Freeways – Michael Stearns 6- Swimming and Skiing – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 7- Dubai – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 8- Food Chain – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 9- Dump/Igen – Lisa Gerrard, Marcello De Francisci, Michael Stearns 10- Manila – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 11- Sagazan – Michael Stearns 12- Pagan – Michael Stearns (Vocal by Vidia Wesenlund) 13- Geisha – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 14- War Machine – Lisa Gerrard and Marcello De Francisci 15- Organics – Michael Stearns (Vocals by Vidia Wesenlund) 16- Katrina – Michael Stearns (Vocal by Vidia Wesenlund) 17- Cebu – Michael Stearns 18- St. Peters – Michael Stearns (Vocals by Vidia Wesenlund) 19- Thousand Hands – Michael Stearns, Bonnie Jo Hunt, Ron Sunsinger 20- Organics Excerpt – Michael Stearns

59


Çicek Dürbününe Bakan Kadın: Sevin Okyay

İpek Kesici ipekkesici@commmag.com Canberk Ulusan canberkulusan@commmag.com



-Cogito isimli dergide hayalinizdeki çalışmayı ‘’Evde oturup yalnızca canımın istediği şeyi yapmak.’’ Olarak özetlemişsiniz. Çalışmaktan zevk aldığınız çok açık ancak para kazanma baskısı karşısında yaratıcılığınızı yitirdiğinizi düşünüyor musunuz? Para kazanma baskısı hep vardı tabii. Hala da var. Çalışmazsam nasıl geçinirim bilemiyorum. Emekli maaşıyla geçinmenin biraz zor olduğu bir gerçek. Şöyle bir baskı oluyor tabii: Zamanını yiyor. Bilmiyorum acaba benim kadar çok sinema oyuncusu portresi yazan olmuş mudur? Çünkü bunlar kalıcı şeyler değil. Sonra okuyorsun, bak o zamanında -15 yıl önce- böyleymiş diyorsun. Ben yazıları da saklamadığım için böyle bir keyfim de yok yani. Yazmaya mecbur olduğun şeyi yazmak ilginç bir şeyde olsa insana yük gibi oluyor. Ben biraz çok çalışkan izlenimi uyandırsam da tembel bir insan olduğum için bu işler olmasa ‘’Allah kitap yazayım.’’ Der miydim? Bilemiyorum. Şunu biliyorum: Çünkü yaptım, keyif için çeviri yapardım. Herhangi bir yerde yayınlanıyor diye düşünmeden, keyif için. Zor bulduğum şeyleri. Belki bir kitap, bir roman, hikaye falan. Aslında baskı şurada başlıyor. O sisteme dahil olup da birileri için çalışıp karşılığında her ay belirli bir para almayı kabul ettiğin anda başlıyor. Çünkü ondan sonra senden istenenleri yapmaya başlıyorsun. Kendi istediklerini değil. Bu, yaptığım bütün işler için geçerli yani. Çok isteyerek yaptığım şeyler de var. Çok zor yapıp ardından çok memnun olduğum şeyler de var. Mesela Manguel, Hayali Yerler Sözlüğü gibi. Kutlukhan ile çevirdik. Yaptığımdan en fazla iftihar duyduğum çeviridir. Böyle var birkaç tane çok sevdiğim şeyler. Çıkan kitapları da seviyorum. ‘’120 Filmde Seyrialem’’i pek sevmiyorum çünkü ne oldu? 25 yılı geçti. O zamanlar seçilmiş 120 filmin şimdi bir anlamı kalmadı. Klasik değillerdi sadece. Karışıktılar. İshak ile oturup toparlamıştık. Zaten İshak Reyna olmasa benim hayatta hiçbir kitabım olmazdı. Bnların hepsini bana zorla İshak toplattı. Film yazılarını da, Çiçek Dürbünü’ndeki yazıları da. Onlar ilk İyi Şeyler’de çıkmıştı. Hep şiir çıkıyordu sonra İshak düzyazı bölümünün başına geçti. Orada hepimize zorla kitap yazdırdı. Ben ne itirazlar ettim ona. ‘’Ben bunu yapamam İshak.’’ , ‘’Bunları kim okuyacak İshak?’’. En sonunda birkaç tanesine ‘’Bunlar benim yazılarım değil.’’ Dedim. Ben zaten yazı saklayamadığım ve üç yılda bir bilgisayarım çöktüğü için İshak buldu yazıları. ‘’Bunlar benim değil.’’ Diye keçi gibi inat ediyordum. Cogito’da mı Kitaplık’da mı ne çıkmıştı. ‘’Abla sen ne diyorsun? Ben editörüydüm. Sen yazdın bunları.’’ Diyor. Çiçek Dürbünü’nde sağlıkla ilgili bir yazı vardı. Çok inat etmiştim bu benim değil diye. Sonra buldu gösterdi. ‘’Allah allah. Ne akıllı maşallah.’’ Dedim. Neler yazmışım, hiç hatırlamıyorum. Sonra kitabı da o yaptırdı. O kitap (İlk Romanım) makineyle birlikte yandı. Bir kere daha yazdım. ‘’Abla yaz ne olur. Abla yaz ne olur.’’ Dedi. Ona bir çeviri yapıyordum. Ona aldırmadıydı ama buna başlamıştım. O zaman daha İyi Şeyler’de de değildi. Yapı Kredi’deydi.Üç çeviri bir kitap başlangıcı şeklindeydi zaten. Sonra bir tanesini yaptım çevirilerin. Phoenix bastı Ankara’da, sonra Can’a geldi. Can üç baskı yaptı. Böyle yaşayan bir kitap oldu çıktı 62

ama Can’a geldiğinde ben üçte bir kadar uzaktım. Araya eklemeler falan yaptım. Hep birileri zorlamıştır. Aslı zorlamıştır YKY’den ‘’Şunu yap, bunu yap.’’ Diye. Can’dan Ebru zorlamıştır ‘’Haydi Sevin Abla, haydi yap şu kitabı. Haydi baskı yapacağız. Yeni kitap yaz. ’’ diye. İşte ‘’Ruhum tembel.’’ Derken bunu kastediyorum. Birileri dürtmezse olmaz ama bu olumlu anlamda. Kötü baskı değil. -Söylemlerinizden yola çıkarak bu hayat üzerindeki tayin ve tercih hakkını cesaretle kullanma yetisini nasıl edindiniz? Bir yazınız da ‘’Hayat üzerindeki tayin ve tercih hakkımı cesaretle kullanabilirim.’’ Demişsiniz. Bu aslında delice bir cümle. Bunu yapmak delice oldu onu da söyleyebilirim sana. Her şeyin bir tercih meselesin olduğuna inanıyorum. Bir yerden ‘’Para sıkıntısı çekiyorum. Şudur, budur.’’ Derken bir yerden de aslında gurur duyuyorum çünkü bu bir tercihin sonucu. Yani bambaşka bir şey olmayı da tercih edebilirdim. Çok başka bir görevden emekli olmuş olabilirdim. Çok daha farklı bir durumda olabilirdim. O zaman yapmış olduğum şeyleri de yapamazdım. Ben onları yapmış olmaktan memnunum. Her şey bir yana, böyle bir hayat yaşamaktan memnunum. – Çok yorucu ve koşturucu olsa da. – Sen böyle bir tercih kullandığın zaman zaten tayin de etmiş oluyorsun yani. Ne yapacağını kendin tayin ediyorsun, sana empoze etmiyorlar ya da bir derecede edebiliyorlar. Yani burası genel anlamda ‘’user friendly (kullanıcı dostu)’’ dediğimiz türden bir iş yeridir ya da bana öyle davranıyorlar bilmiyorum. Burada kendimi çok rahat hissediyorum yani. Öyle bir baskı da hissetmiyorum. 15 yıldır falan sürekli bir şey yapmasam da gelip giderek burada çalışıyorum. Mesela radyoda sanıyorum 14 yıl oldu. Ondan önce de gelirdim. Kültür – sanata danışmandım çünkü. Burası da benim için şanslı bir yer. Baksana çok tercih hakkı kullanmışım. Mesela caz yazma tercih hakkı kullanmışım. Spor zaten başından beri severdim. Edebiyat severdim. Sinema da tamamen bir tercih. Gerçi sadece 1984’te film festivaline gidebilme uğruna yapılmış bir tercih film yazısı yazmak. Hakikaten delice, Don Kişotvari bir şey olduğuna inanıyorum. Demek ki güzel bir şey sonuçta. Çünkü Don Kişot’u severiz. Aslında o nasıl bir cümle biliyor musun? Onları yapmış olarak geriye acı bir tebessümle bakıp ‘’Boş ver gene de iyi oldu.’’ Lafı yani. O kadar da iddialı değil. -Etkilendiğiniz roman karakterlerinden Holden, Seymour ve Nemeçek’in ortak bir yönü var mı sizce? İki tanesi J.D Sallinger karakteri tabii. Nemeçek çok küçüklüğümün çocuğudur. Nemeçek de inandığı şeyi yapmıştır. Hepsi iyi ya da kötü inandığın şeyi yapan insanlar. Tabii Seymour onların içerisinde çok özel durumdadır. Adam balayının ilk günü intihar etmiş hem de karısının yanında. Daha ne olsun? Karısını da sakınmamış yani. Zaten Glass çocukları benim çok kıymetlimdir. En son her şey bittikten sonra Seymour’u yine ben çevirmiştim Coş-


kun’un çevirisiyle. O kadar zordur ki o da çok zor çevirdiğim bir şeydi. ‘’Abi ama bu da kanırtıyor artık.’’ Demiştik bir cümle için. ‘’Hiçbir şey yapamam orijinali de kalır.’’ Diyordum. O zaman daha cümle bölmüyordum. Şimdi kendim okuduğum zaman üç kere geri dönüyorsam bölüyorum. Çünkü o da bir marifet değil yani. Okuyucunun anlaması lazım. İki dilin yapısı çok farklı olduğu için. İngilizce’de bazen cümlenin uzunluğu seni rahatsız etmiyor. Gene çözebiliyorsun ama Türkçe’de bazı şeyleri başa sona attığın için anlaşılmaz hale geliyor yani. Onu sonradan fark ettim. Daha gençmişim tabii. -Sallinger hakkında pek bir şey bilinmemesi neyden kaynaklanıyor sizce? Geçen yıl galiba ‘’Üzüntü, muz kabuğu ve Sallinger.’’ Diye bir kitap çıktı. Onun haricinde onun hakkın hiçbir şey yok. Bence bilinmesini istemediği için. İstemiyor, münzevi bir adam. Şimdi bu yakınlarda da 22 yaşındayken Kanada’da bir sevgilisine yazdığı mektuplar çıktı. Eski sevgilisi mektuplarını satmaya kalkmıştı, müzayede de sattı da. O zaman Sallinger yaşıyordu. Hiç memnun kalmamıştı. Sonra Norton Editor diye bir bilgisayar programının sahibi Peter Norton satın alıp Sallinger’a iade etti. Çok süperdi. Bunun üzerine hemen Norton Editor’e geçtim ben. Önce bir baktım çünkü bizim işte de bir norton var. Oymuş. Eve de aldım destek diye. Adam çok para verdi. Glass çocukları çok tatlıdır ama hepsinin içinde roman kahramanı dedikleri için edebiyattaki kahramanım Cyrano de Bergerac’tır. O benim baş kahramanım. Senin o iddialı bulduğun cümleyi kahvaltıda yer. Öyle bir arkadaşımız. Edmond Rostand’ın oyunu, Sabri Esat Siyavuşgil çevirmişti. Sonra da çeviren birtakım insanlar oldu ama benim haytta gördüğüm en iyi çeviridir. Hangi dilden hangi dile olursa olsun. Burnu çok büyük olan yoksul bir Gaskon şövalye. Alay edenleri mahvediyor. Çok iyi bir silahşör. Kuzenine aşık ama söyleyemiyor. -Aslında o burun da biraz imgesel bir unsur değil mi sizce de? Tabii canım, tabii. Gerçek bir kahramandır. Düzgün bir adamdır. Onun için oyununu Moliere çalar ve bir uşakla yukarıdan tepesine kalas atıp öldürür. Sonları çok iyi olmuyor ama Cyrano benim hakikaten adamımdır yani. Satılmamış ve asla satılmayacak. Gerçi biz bu hayatın içinde asla satılmayacak kısmından pek emin olamıyoruz. Yüksek fiyat teklif eden olmadığı için bilemiyorum. -Tolkien’i ve romanlarını sevdiğinizi biliyoruz. Hobbit’in filmini nasıl değerlendiriyorsunuz? Hobbit’i ben çok seviyorum, gene de çok sevdim. Neden? Çünkü Martin Freeman düşünebildiğimden çok daha iyi bir Hobbit olmuş. Daima tabii yapım tasarımları müthiş oluyor. Shire’ı çok özlemişim. Tabii sonuçta küçücük bir kitabı üç filme açmak için zorlamış. Bir de tabii öteki (Yüzüklerin efendisi) kadar iş yapmamıştır diye tahmin ediyorum çünkü orada özdeşleşebileceğin karakterler vardı. Burada Bilbo ve tabii ki Gandalf dışında pek de yok. Cüceler arasında ayrım yapmak zor oluyor. Gerçi kendim için konuşmuyorum. Onların bütün ailevi ilişkilerini de bildiğim için

var içlerinde sevdiklerimiz. Çok güzel bir macera ama bir filmde mükemmel olurmuş. Ben onun sıkıntısını çektiğini düşünüyorum filmin. -Cüce karakterler sanki yeteri kadar verilememiş gibi? Tabii canım. Öyle bir grup çocuk gibiler. İleri filmlerde öldükçe bir anlam ifade edecekler çünkü birkaç tanesi ölüyor. Kitapta ölüyordu herhalde ölüyorlardır yani bilmiyorum. -Hayao Miyazaki’nin en beğendiğiniz projesi nedir? Vallahi hepsi. Hiç ayırt edemeyeceğim. Ben en büyük şoku Heidi’nin arka planlarını Miyazaki’nin çektiğini öğrendiğimde yaşamıştım. Bunu duyduğum zmaan dedim ki ‘’Aman Allah’ım. Kim bilir daha nelerde ortağız?’’ Ben adamı sadece kendi filmleriyle biliyorum ama şimdi şirketi var, yapımcılık yapıyor. Ben hakikaten müthiş olduğunu düşünüyorum. Onun da karakterleri çok sağlam karakterler. Yiğt, cesur, tayin ve tercih yapmış. Bir de çizimler haikaten muhteşem. Filmlerini al gör. Bir dört filmlik Miyazaki Box’ı var. Korsan falan da değil. Ben aldım çok hoş. Gerçi bu box’lardaki filmlerin seçimini her zaman çok doğru yapmazlar Miyazaki olduğu için fark etmez. Hangisi olursa seversin. -Senaryo yazmayı hiç düşündünüz mü? Hiç düşünmedim ama çok sevirdim. Senaryo, altyazı. -Neden hiç düşünmediniz? Yani kendimi neden öyle bir sıkıntıya sokayım ki? Dümdüz yazmak varken. Benim işim değil ki. Neden her işi de ben yapayım? Zaten yeterince iş yapıyorum. Zaten haddimi aşmış durumdayım. Yönetmenlik de hiç düşünmedim. Onu da söyleyeyim. -Biraz özel olmazsa, röportajlarınızdan okuduğumuz kadarıyla hep annenizden bahsediyorsunuz. Şu andaki birikimlerinizin temelini çocukluğunuzda attığınızdan. Sürekli sinemaya gittiğinizden bahsediyorsunuz. Sıfır numara nankör bir evlattım. Annemin kıymetini bilme yolunda hiçbir tezahülüm yoktu. Tam tersine onun için baş belası olmuştum. Otuzlu yaşlardan sonra iyileşmişti aramız ama çok erken öldüğü için olmadı yani. Kendimi hep suçlu hissetmişimdir. Hakikaten inanılmaz bir şeydi. Her şeye biz giderdik ve ben herkesin annesi böyle sanırdım. O zaman çok az özel tiyatro vardı. Şehir tiyatrosu olsun, yazın devlet tiyatroları vardı. Baleye gider gelirdik. Bütün gelen sirklere götürürdü. Sadece kaliteli olmasını isterdi. Her şeyi dinlerdik, giderdik. Çok kitap okurdu. Gelen bütün iyi filmlere bizi götürürdü. Böyle bir seyirci ve okur olarak acayip bir temelle çıktık. Bu da büyük bir şansmış. 15-16 yaş sırasında anlamıştım herkesin annesinin böyle olmadığını. O sıralarda da zaten annemle dolaşmak istemiyordum ne yazık ki. Maça da çok götürürdü bizi. Buradaki Real Madrid – Beşiktaş maçında bile sabah köründe kapıda kuyruğa girmiştik mesela. Kendisi Beşiktaşlıydı. Çok severdi. Kendisi antrenmanlara gidermiş. 1914 doğumlu, dikkatini çekerim. Çok acayip bir kuşakmış 63


onlar. Bakıyorum da gerçekten tam cumhuriyet kızı gerçekten. Çocuk yaşlarda birtakım özgürlüklere kavuştukları için onlara hep öyleymiş gibi gelmiş. Kendilerinden çok emindiler. Her şeyi yapabileceklerini düşünüyorlardı. Çok hoş bir kuşak yani. Gerçekten çok etkisi vardır. Gerçi babam da çok severdi bunları ama işleri yüzünden sık sık gitme imkanı da yoktu. Kolay da sevmezdi. İkisi de çok kitap okurdu. Ben çok küçük yaşlardan itibaren babamın arka odada bahçeye bakan çalışma odasındaki kitaplardan sorumluydum. Yazarları soyadlarına göre dizerdim. Defterler tutardım. Böyle aralı aralı yazardım ki araya gelirse onlara da yer açılsın diye. Bazen sayfa eklerdim. Kendimi çok önemli bir görev yaparmış gibi hissederdim. -Yayıncılık sektöründe e-dergiye, online yayıncılığa kayma söz konusu. Sizce bu durum basın yayın sektörünün geleceği mi yoksa sadece basılı yayınla birlikte devam edecek bir unsur mu? Gazeteler dahi kapanıyor ama ben ölmeyeceğini düşünüyorum. Devam edeceğini düşünüyorum. Çünkü her ikisinin de avantajları var. Bütün avantaja sahip olan internet değil. Kitabın da avantajları var. Kitabın bir de tutkunları var. Hep devam edeceğini düşünüyorum ama belki bambaşka bir şekil alacak. Belki kitapçılık butik olacak da e-kitap esas olacak. Onu bilemiyorum tabii ama tarafsız olamıyorum. Çünkü kesinlikle basılı kitap, dergi ve gazete taraftarıyım. Çünkü elimde toplu olarak olması, elinde tutmanın verdiği his… Oradan oraya atlayabiliyorsun ama bütünü göremiyorsun. Mesela burada da benim çok sevdiğim bant gibi bir-iki dergi online olmak durumunda kaldı. Arka Pencere olsun, şu olsun, bu olsun. Zor geliyor bana. Nedir yani? Açarsın içindekilere bakarsın. Çok daha kolay. Tabii arşivleme konusunda ben bile pes ettim. Kuplelerimi elden çıkardım. Aslında çıkarmazdım, toz da bana koymazdı ama çok yer kaplıyor. Hangi eve sığacaksın ki onlarla? Zaten DVD var, caz CD’si var, bütün bir kütüphane olarak polisiyeler var. Çünkü buradaki polisiye programım Cinayet Masası 14. Yılına giriyor. Dolayısıyla yer olmuyor. CD’leri değil ama filmlerin bir kısmını eleyip bir kısmını saklamayı düşünüyorum. Bilgisayara güvensem ayapacağım ama üç yılda bir başıma iş açtığı için güvenemiyorum. Sonuncuda resmen alev alev yandı. Kardeşim ‘’Bir duman çıkıyor.’’ Dedi. Dışarıdaydım ben de. ‘’Ne dumanı çıkıyor abi?’’ dedim. Bir baktık alev almış yanıyor bilgisayar. İnanılır gibi değil. Bu kadar konuştuktan sonra ben kitapçıyım. -120 Filmde Seyrialem’in ön sözünde de söylüyorsunuz. Bilgisayarınız o dönemlerde yanmış ve eski yazılarınızı kaybetmişsiniz değil mi? Her dönemde. Namussuz kediler bebekti o zamanlar. Küçücük hayvanlar masaya atlayıp kablosunda çekip düşürdüler bir seferinde. Bir gün oğlumla arkadaşı oyun oynuyorlarken bir şey yapmışlar bilgisayara. Virüs aslında. Ekrana bir şey geliyor ve tamamen dolu bir z çiziyor. Yılan oyunu gibi. Ben de mutfaktayım. ‘’Kutlukhan?’’ dedim. Kutlukhan yanına gitti. Ben mutfaktan geldim, bunlar bakıyorlar. ‘’Ne oldu?’’ dedim. ‘’Gitti.’’ Dediler. İkisi de bilgisayardan anlar yine de döndüremediler. Tamamen gitti. Yandığında da götürdüm. ‘’Yok abla yanmış.’’ Diyorlar. Yahu yanmış zaten görüyorum. Bir şey yapılabilir mi? Diye soruyorum. Tamamen gitti. O dönemde çok yazmıştım. Çok şey vardı ama hepsi gitti. Belki saklayanlar vardır diye bazen bir 64

çağrıda mı bulunsam acaba diye düşündüm. ‘’Benim yazılarımı saklayan var mı?’’ diye sormak çok kendini beğenmişlik olur diye de yapamıyorum. -Peki neden 120 film? Hiç hatırlamıyorum ama 100 olmasın biraz fazla olsun demiştik. Çok az olmasını istemiyorduk ama çok da fazla olursa yayınevinin maddi durumunu düşünmek amacıyla çok da kalın bir kitap olmaması için 120’de anlaştık. Pazarlığa 150’den başlamıştık. İshak 100 diyordu ben 150 diyordum yanlış hatırlamıyorsam. 120’de buluştuk. 12 ay her ay 10 filmden hoş aslında. -SİYAD meselesine gelecek olursak. Ödül törenlerinde verdikleri ödüllerden dolayı ve kendi içerisindeki yapısından dolayı zaman zaman yazarların arasında polemikler oluyor. Siz SİYAD’ın çok eski bir onur üyesi olarak yapısını nasıl değerlendiriyorsunuz? SİYAD yazarları arasında çok ender oluyor. Daha çok diğer yazarlarla oluyor. Doksan küsür kişi var ve bunların çoğu internet gazetecisi. Nasıl içine kapanık olabilir? Eskiden bunu söyleyebilirlerdi. Ben girdiğimde 17-18 kişiydi. O zaman zaten eleman da alınmıyordu. Bence çok da kötü değilmiş doğrusu. Bu tip dernekler bu kadar çok üyeli mi oluyor onu da bilemiyorum yani. Belki kademeli oluyordur. Çok üye alıyordur da belirli bir kademede duruyordur. Bilemiyorum. Zaten ben bir dönem yönetim kurulundaydım. Ondan da fevkalade hazzettiğimi söyleyemeyeceğim çünkü insanı ikide bir toplantıya çağırıyorlar. Gerçi ben iki toplantıya falan gitmiştim. Yani ben öyle bir yapısı olduğunu düşünmüyorum. Nasıl olabilir ki? Kendi aramızda film üzerine anlaşamıyoruz. Belki içerisinde gruplar olur. Kendini hissettiren gruplar oluyor. Bir derginin elemanları olabilir. Mesela bir Emek hareketi gibi bir hareket olabilir. -Emek mevzusu açılmışken, Emek gösterisi sırasında müdahalede bulunuldu. Siz de oradaydınız. Sizce çözüm nasıl olmalı? Ne önerirsiniz? İlkinde oradaydım. İkincisinde gitmem ailem tarafından yasaklandı. Hiçbir çözüm görmüyorum açıkçası ama sonuna kadar da mücadele edilmeli bence. Bu öyle bir dönem ki. Bu kapitalist dönemde hakim olan para. Paraya karşı olan mücadelede başarıya ulaşmak zor ama mücadele etmemek için hiçbir neden yok. Tamamen hukuki bir mücadeleye girilebilir miydi? Diye de düşünüyorum. Yaptıkları, üstüne konmaları tamamen de meşru değil. Belli ki onlar da gereken yerleri yağlamış görünüyorlar çünkü destekle çalışıyorlar. Hakikaten baştan sona yalan beyanda bulunuyorlar. O sinemayı da takır takır yıkıyorlar. Ayrıca o sinemanın bir eşini yukarıya taşımanın mümkün olabileceğini


sanıyorlar. Mümkün olabilir ama o, o zaman Emek değil. ‘’Festival dışında iş yapmıyor.’’ Diyorlar. Sinema olarak kalması şart değil ki. Kültür merkezi olabilir. Sinema da gösterirsin. Tiyatro olarak da kullanırsın, konserler yaparsın. Her şeye müsait çok güzel bir salon. İsmet Bey çok para harcadı. Kötü, eski durumda değil. O zamanın parasıyla 100 bin lira harcadı oraya, tekniğine, koltuklarına, her şeyine. Tamamen elden geçmiş ve iyi durumda bir sinemadır. Yıkılacak bir sinema değil. Hakikaten içim parçalanıyor. Orada daha önce Melek diye bir sinema vardı. Alt katında tiyatro vardı. Orası beni çocukluğumun yerlerinden biridir. Ne derece iş yapmıyor onu da bilmiyoruz. Salon çok büyüktü. Artık büyük salonlar iş yapmıyor. Bir kere Emek gişe yapan filmleri oynatan bir sinema değildi. Oynattığı zaman kendi seyircisini de kaybederdi. Beyoğlu’nda James Bond koysan kim gider? Kimse gitmez. 150 kişi dolduramazsın o salona. Çünkü seyircisinin öyle bir talebi yok. Öyle bir şey istemiyor. Emek’in daha orta karar seyircisi vardır tabii. Çok hoş Hollywood filmleri göstermişlerdir. Atilla’yı tartakladılar yani daha ne olabilir? -Emek fuayesi sokağa açılan sinemalardan biriydi. Onu da üçüncü kata taşıyacaklar. Bununla birlikte Türkiye’de son on yıldır AVM sinema kültürü ortaya çıktı. Sizce bu kültürle birlikte ana akımın dışında AVM’lerde de alternatif filmler gösterilme imkanı olabilir mi? Niye göstersinler ki bilmiyorum. Bir ara Capitol’e çok giderdim. Orada gerçekten her şey oynardı. Pankreas üzerine bir belgesel vardı. Ben çok merak ediyordum. Orada bulup izlemiştim ama sade bu mu yoksa bir Christian Mingui filmi de oynayacak mı bilemiyoruz tabii. İş yapacağını düşünürlerse oynatırlar. Çok azının sinema salonu olarak yeterli salonu var. Birkaç tane iyi salonu olan AVM var. Mesela biz sadece Emek için mücadele verdik. Adam orada çatır çatır İstanbul’un en güzel sineması olan Saray’ı yıktı. Hiçbir iş için kullanmadı. Çok güzel bir sinemaydı. En seçki müzisyenler, baletler, dansçılar, her şey orada sahnelenirdi. Orada oynarlardı. Orayı yıktılar. El Hamra yandı ama kurtarılabilir durumda. En eski sinemadır kalanların içinde. Mimari olarak çok güzel bir sinemadır. Alkazar’ın sahibi hala tutuyor. Onunla anlaşılıp belki kurtarılabilir. Yani böyle anlaşmalar yapmak lazım. Çünkü sonuçta ne oluyor? Kapitalizmde bitecek iş. Parası olan birisi orayı işletecek. Sevabına kabul edecek. Böyle şeyler yapan bankalar, şirketler var yani. Belki böyle bir şey olabilir. Çünkü AVM sinemalarını hakikaten sevmiyorum ben. Bir tek Profilo’nun bir iki salonunu çok severdim. Oraya da bayağı zamandır gitmedim. Güzel salonlardı. Özel olarak yüksek tavanlı 9 metre yerine 11 metre yapılmış. Her şey sinema üzerine yapılmıştı. Çok meraklı bir müdürleri vardı. Belki onlar da bozulmuştur.

Bu filmleri oynatan tek yer olan Beyoğlu şu anda en tehlikede olan. Bir sinematek olsa keşke. İki tane sineması var. Pera’da da gösterseler razıyız. Elli elli seyrederiz ne olacak? Çok güzel olur ama birisinin bunu maddi olarak üstlenmesi lazım. Bu halinde kalması baş tercihimiz tabii. Ayda 30 bin lira. Ne olacak? Para mı toplayacağız? Toplayamayız. Daha çok sinemaya gidilmesini nasıl sağlayacağız? İnsanlar maymun iştahlı. İyi ihtimalle üç ay giderler. Sonra gene gitmezler. Çok isterim Beyoğlu’nun kalmasını. Çünkü bizim kalemiz şu anda. Hatta Atlas bile öyle. Her şey önce eski sinema. -Daha önce sorduğumuzda Dünya sinemasında favorileriniz arasında İngiltere olduğunu söylemiştiniz. Bununla birlikte polisiye, film-noir, fantastik gibi türlerin sizin için farklı olduğunu söylemiştiniz. Bu türlerin ve İngiltere’nin sizin için farklı olmasının sebebi nedir? Polisiyeyi daha çok dizilerde severim. İngiltere’nin tiyatro geleneğini seviyorum. Çok iyi oyuncuları var. Oyuncularını seviyorum. Mike Leigh’ler falan. Televizyondan yetişen çok sağlam film yönetmenleri vardır. Mesela Amerikan bağımsızlarında Jim Jarmush’un çıktığı dönemleri daha çok severim. Fransız Yeni Dalgasını çok severim. Bir de Çek Yeni Dalgasını çok severim. Onların ikisini de çok uzun yıllar sonra filmlerini yeniden izledim. Hala harikuladeydiler. Hala aynı zevkle izledim. Ölmeyen sinemalar olduklarını düşünüyorum. Sadece İngilizleri severim diye bir şey yok. Başka bir bağlamın içinde çıkmıştır o. Çok sormuşlardır ben de İngilizleri seviyorum demişimdir. Ülke sevmek biraz tuhaf aslında. Fransız filmlerini çok severim. İnsanlara Fransız filmi şifre gibi geliyor. ‘’Abi tamam Fransız filmi. Çok konuşuyorlar.’’ Falan diyorlar. Böyle hissi, psikolojik durumlar. İnsanlara öyle geliyor. -Türkiye Sinemasında son 20 yılda Dünya festivallerinde daha önceye göre öne çıkma durumu var. Nuri Bilge, Semih Kaplanoğlu, Tayfun Pirselimoğlu, Reha Erdem gibi isimleri bir önceki jenerasyon olarak tanımlarsak bir şeyi başlattılar. Şimdi Hüseyin Tabak, Ali Aydın gibi yeni isimler geliyor. Bunlarla birlikte gelen yeni filmleri de görüyoruz. Sizce Türkiye sineması yükseliyor mu? Hayır ama düşmüyor da. O düzeyde gidecek yönetmenler olduğunu düşünüyorum. Tamamen kişisel gayretlerle yürüyor. Dijital kullanımı kurtardı tabii. Kimse film yapamıyordu doğal olarak. Para yüzünden yapılamıyordu ancak o da bitiyor, çok üzülüyorum. Siyah-beyaz filmlere ne kadar üzüldüysem ona da çok üzülüyorum. Festivalde iyi filmler gördüm. İyi yönetmenler var. -Onur Ünlü’nün kendi filmini kendisinin göstermesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Gayet olumlu buluyorum. Böyle hissediyorsa tayin ve tercih meselesi. -Öyle tabii ama o şekilde de talep çok olduğu için herkese ulaşılamıyor. Bir yerden sonra çıkmaz gibi oluyor. Onur’un filmi iş yapar. Nitekim festivalde de ağzına kadar doldu. İnsanlar içeri giremedi. Keşke AVM’lerde gösterseydi de ondan sonra okullarda bedava gösterseydi diyorum. -Teşekkür ederiz. 65


Alternatif Film AfiĹ&#x;leri

66


67


68


69


70


Derleme: Ufuk Ă–zkan ufuk.ozkan@commmag.com 71




Yalnız İnsanlar

G

iriş cümlesi yazmayı oldum olası beceremedim. Gördüğünüz üzere hâla beceremiyorum. Başlangıcı Beatles’dan Elenaor Rigby ile yapmak istedim, yapamadım. Parçanın içindeki şu sözler geçiyordu aklımdan: ‘’ All the lonely people Where do they all come from? All the lonely people Where do they all belong? ‘’ Yalnız doğduk, yalnız öleceğiz düşüncesi yarı yarıya doğrudur. Öncelikle hiçbirimiz yalnız başına gelmedi dünyaya. İlk başta bir sperm de olsan bir yumurta da çevrende birçok vardı aynından. Sen o kolektif üreme tesisinden çıkıp başka bir yalnız olmayan insanın içine sığındın: Annenin. Dokuz ay besin ve enerjisinden beslendiğin bir insanın içindeyken de yalnızım diye savunamazsın kendini, değil mi? Hayır, yalnızlığın kaba etine atılan ilk şaplağın, ağlaması ile başladı. Herkesin içinde, yine herkesin umursamazlığında. Bebeklikten evlilik yaşına (?) kadar geldin. Arada oyun arkadaşların, sınıf arkadaşların, ailen ve çevren oldu. Kendine yalnız dememek için etrafındaki herkesi bir kümeye koymaya başladın. Bak işte şunlar eski sevgililerin, şunlar flörtlerin, şunlar ise kinini tutup artık konuşmadıkların. Yine de onca zaman içinde hiç durup düşünmedin, yalnız olmanın nesi var? Yazının bu kısmından itibaren yalnızlık, çoğumuzun ilk duyduğunda kelimeye atfettiği üzere sevgili yoksunluğuna evriliyor. Öyle ki yalnızlık sadece bu toplumda değil, içinde yaşadığımız dünya düzeninde suç. Çünkü sen, sağlıklı, şıpsevdi bir insansın ve hayattaki gerekliliklerini tamamlayabilmen için bir partnerinin olması şart.

74

Neolitik çağda insanlar soylarını sürdürebilmek ve doğaya karşı durabilmek adına sürekli üredikleri ve çiftleştikleri (çift olmak anlamında) biliniyor. Popülasyon olarak milyarları bulduğumuz şu zamanda soyumuzu sürdürme çabası herkes için bir gereklilik değil. Nitekim, çift olma normu günümüze kadar gelmiş, üzerine yeni eklediğimiz ekonomik sistem gereksinimleri ile gelişmiş ve güçlenmiştir. Ekonomik sistem gereksinimden kastım ise şu: Hepimiz kapitalistiz. Tüm çift kapitalistler her sene belli günlerde güne özel hediyeler alıp hem birbirlerini mutlu ederler hem de sistemi bir tık daha yağlarlar. Yalnız olan bir insan sevgililer günü armağanı alamaz. Evlenmeyen bir erkeğin babalar günü hediyesi de olmaz. Yine buna bağlı olarak yılbaşını bekar geçiren bir kadının çam ağacı altında sarılı hiçbir hediye paketi yoktur. Popüler kültür ise yalnız yaşama isteğimize karşı savaş açmış durumda. Her televizyon dizisinde bir aşk hikayesi, her hit parçada bir ayrılık acısı var. Romantik romanlar yok satıyor. Gece kulüpleri damsız içeri almıyor, çift kişilik tatiller daha ucuz. Aşk iletileri beynimizi kemirirken yalnız olmayı toplumdan önce siz ayıplıyorsunuz. Tüm bu sevgilim-yok-batsın-bu-dünya yakarışlarımız da bundan kaynaklanıyor. Yalnız kalmayı seviyorsanız yalnız olmayı seçin. Sevgilinizin ya da hoşlandığınız birinizin olması sizi diğerlerinden bir üst konuma getirmez. Toplumun size yapıştıracağı ‘evde kalmış, zor beğenen, aseksüel/ gizli eşcinsel, burnu havada, geçimsiz’ damgalarını göz ardı ettiğiniz sürece mutlusunuz. Bekarlığın sultanlık olmadığı gibi birlikteliğin de bir tahtı yoktur. Ahmet Sedat Tözün sedat.tozun@commmag.com


Altın Oran Bu Olsa Gerek

B

ir ‘ayçiçeği’ kadar muazzam, ‘Mona Lisa’ gibi karmaşık ve Da Vinci’nin hissettiği kadar sınırsız, bir kozalak gibi çok basamaklı ve toprağın üzerinde sakin, bazen de kusursuz bir Mısır Piramiti misali dünya harikası. Küçülsem ve kabuğundaki döner çizgilerinde bir yolculuğa çıksam, elimde olsa, seni o burjuva kokan ağızlara asla göndermezdim. Fransızların , açlıktan ölme korkusuna kapılmış gibi, ‘escargot’ dedikleri bu canlıya, süslü püslü tabaklarında yer vermelerini, içime sinerek hafızama almadım hiç. Yiyecek şey kalmamış olsa gerek, bu minik hayvanlarda ağızlarının tadını arıyorlar. Vampir misali, sarımsak suyuyla uzak tutuyorlarmış onu bahçelerinden, bazen de bakır şeritler asıyorlarmış. Kurak toprakları andıran derisinde bir yerlerde, kulakları var sanırdım. Antenlerinin işlevlerini hâlâ tam olarak bilemediğim için bundan emin olamıyorum. Emin olsaydım minik kulaklarına; insanlardan uzak durması gerektiğini, onları gördüğünde hızla gözden kaybolabilmek için onu hızlı kılan bir evrim geçirmesinin aciliyetini fısıldardım. Yağmur kokusu, yavrularını alıp toprağın diğer yüzüne ‘merhaba’ diyeceğinin habercisi olmasa, önüme bakmadan yürüyebilirdim. O çıtırtıyı duymamak için, mükemmel kabuğunu insan eli altında

kirlenmiş ayakkabılarımla yok etmemek için parça parça, ıslak toprak kokusuna açtım tüm duyularımı. Birçok kez daha antenlerini uzatıp önüne koyduğum ekmeğe ilgi ve merakla nasıl baktığını ve parlak adımlarla ona ulaşma çabasını görebilmek için çiçek kokularını bir kenara ittim hep. Var oluş sebebini sevdiğim biricik hayvan, sıcak havalara dayanamayıp kuruduğunda yumuşak bedeni; annesinin, çantasına birkaç mendil koymayı unutması sebebiyle burnunda sümüğü kurumuş bir ilkokul çocuğuna benzettikleri için mi sümüklü böcek demişler ona? Neden kabuğunu hiçe saymışlar? Kim sümüklü böcek ismini vermiş ona? Neden yemesin diye bahçelerindeki domateslerin dibine o kırmızı zehirden koymuşlar sonra? Ben onu toprakta açtığı minik çukura yavrularını, beyaz yumuşak yumurtalar içinde bırakırken gördüğümde, olağanüstülüğünün farkında değildim. Bir çocuğun meraktan beslenen acımasızlığıyla topraktan alıp iki parmağımın arasına almış incelerken, aklıma esip de onu alıkoyduğum minik çukura bakmasaydım… Nereden bilebilirdim minik kabuğunun aştığı zorlu yolların çokluğunu? Esen Özay esen.ozay@commmag.com

75


Hak ettiği değeri görmeyenlerin köşesi, Underrated.

James Vincent McMorrow

The Raconteurs

Two Door Cinema Club

Köken: İrlanda Tür: Folk Kimler sevebilir? Glen Hansard, Chris Isaak, Elvis Costello sevenler. Dikkat çeken şarkıları: Breaking Hearts, This Old Dark Machine, If I Had a Boat.

Köken: Amerika Birleşik Devletleri. Tür: Alternative rock. Üyeler: Jack White, Brendan Benson, Jack Lawrance, Patrick Keeler. Kimler sevebilir? The White Stripes, The Black Keys sevenler. Dikkat çeken şarkıları: Level, Many Shades of Black, Blue Veins, Steady As She Goes.

Köken: İrlanda. Tür: Indie, dance. Üyeler: Sam Halliday , Alex Trimble, Kevin Baird. Kimler sevebilir? Kasabian, The Strokes, Franz Ferdinand sevenler. Dikkat çeken şarkıları: What You Know, This is the Life, I Can Talk, Sleep Alone.

Emre Yener Namaz yener.namaz@commmag.com

76


Müzik Haberleri

The Doors’un Klavyecisi Ray Manzarek Hayatını Kaybetti Jim Morrison’la birlikte The Doors’un gizli lideri olarak gösterilen klavyeci Ray Manzarek, kanserle mücadelesine yenik düşmesi sonucunda 74 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Anthony Moore Hayatını Kaybetti Daft Punk’ın “Discovery” albümünde beraber çalıştığı şarkıcı Anthony Moore evinde ölü bulundu. Romanthony adını kullanan sanatçı “One More Time” ve “Too Long” parçalarını seslendirmişti.

MGMT’den İki Yeni Şarkı Saykodelik rock ikilisi MGMT çıkaracakları üçüncü albümden iki yeni şarkı paylaştı. Grup, Portland’da verdikleri konserde “Your Life is a Lie” ve “Mystery Disease” isimli parçalarını konserde sevenlerine sundu.

Tame Impala’nın Basçısı Gruptan Ayrılıyor Avustralyalı saykodelik rock grubu olan “Tame Impala” yaptıkları açıklamada basçıları olan Nick Allbrook’un ayrıldığını belirttiler. Ayrıca grup, bir gün kendilerinin de bu yolu seçebileceklerini ekledi. Allbrook’un yerine ise “Pond” grubundan Cam Avery alacak.

Franz Ferdinand’dan Yeni Albüm Geliyor İskoçyalı grup Franz Ferdinand 4 yıl aradan sonra “Right Thoughts, Right Words, Right Action” isimli albümle geri dönüyor. En son 2009’da “Tonight”ı yayınlayan grubun yeni albümünün çıkış tarihi ise 27 Ağustos.

Depeche Mode Konseri Bir Kez Daha İptal Ünlü İngiliz grup Depeche Mode’un Maçka Küçük Çiftlik Park’ta vereceği konser, Bulgaristan sınır kapısındaki grev yüzünden prodüksiyon tırlarının sınırda kalmasından ötürü iptal edildi.

Lotus’tan Daft Punk Yarış Arabası Daft Punk’ın plak şirketi olan Columbia Records’la işbirliğine gideceğini Lotus F1 ekibi, mart ayında açıklamıştı. Bunun üzerine de Lotus, kokpitinde belirgin bir şekilde Daft Punk markalaması olan yarış arabasını bu hafta içinde görücüye çıkardı.

Space Oddity’ye Uzaydan Klip David Bowie’nin efsane şarkısı olan “Space Oddity”e uzaydan cover’lanarak uzayda çekilen ilk müzik videosu olmuş oldu. Kanadalı bir astronot olan Chris Hadfield’ın Uluslararası Uzay İstasyonu’nda çektiği klip görülmeye değer.

The Beatles’ın Gitarı 408 Bin Dolara Satıldı The Beatles üyelerinden John Lennon ve George Harrison’ın çaldığı gitar açık arttırmada 408 bin dolara alıcı buldu. 1967 yapımı “Magical Mysterious Tour” adlı filmin bir sahnesinde “I am the Walrus”u çalarken Harrison tarafından , “Hello, Goodbye” adlı şarkının klibinde de Lennon tarafından kullanılmıştı.

77


OVERGROUND UNDERGROUND: BANKSY


Y

eraltında kalma çabası onu daha da yerüstüne itiyor. Sanatı, protest tavrı, sınırları aşan ünü ve reddi zor tekliflere rağmen perde arkasındaki duruşuyla şöhreti reddederek şöhret olan “gerilla sanatçı” Banksy ve onun dokunuşlarıyla tuğla yığınından müzayedelik sanat eserlerine dönüşen duvarlar bu ay dergimizin konuğu.


BANKSY KİMDİR? Tüm şöhretine rağmen anonim kalmayı öyle iyi başardı ki hakkında rivayetler dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Bugüne kadar sadece “Guardian Gazetesi”ne bizzat röportaj veren Banksy, röportörün sorduğu “Senin gerçek Banksy olduğunu nasıl bilebilirim?” sorusuna “Bu konuda hiçbir garantin yok” cevabını vererek kanlı canlı karşılarında otursa dahi hiç kimseye gizliliği konusunda taviz vermeyeceğinin altını çiziyor. Bu gizemli kahramanın kimliği hakkında öne çıkan iki varsayım var: birincisi, Banksy’nin bir kişi değil, bir grup olduğu iddiası. Diğeri ise, “Mail on Sunday” gazetesinin yıllar önce Jamaika’da çekilen bir fotoğraftan yola çıkarak Banksy’i deşifre ettiği haberi. Gazeteye göre Banksy’nin adı Robin Gunningham. İngiltere’nin Bristol kentinde doğmuş, kasaplık eğitimi almış. Söylenilene göre ailesi bile onu sıradan bir ressam sanıyormuş. Banksy, her ikisini de ne yalanlayıp ne de kabul ederek kendisini bu tartışmaların uzağında tutuyor. Medya karşısına çıkması gerektiğinde kar maskesi takıyor ve neden bunu tercih ettiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Sanırım, önünüzde çirkin suratlarını göstermek için can atan yeterince kendini beğenmiş salak var. Gidip ufak çocuklara büyüdüklerinde ne olmak istediklerini sorun, alacağınız yanıt şudur: ‘Ünlü olmak istiyorum.’ Sorduğunuzda, sebebini ya bilmezler ya da önemsemezler. Ben sadece iyi görünen resimler yapmaya çalışıyorum, kendim iyi görünmeye çalışmıyorum.” Sokak sanatına başladıktan bir süre sonra eserlerindeki farklılık bir imza gibi görünür olmaya başlayınca Banksy mahlasını alan sanatçı, şablon graffitinin (stencil) öncüsü kabul ediliyor. Estetiğin yanı sıra ironi ve kara mizah yüklü duvar çizimleriyle bilinirliğinin zirvesine ulaşıyor. Bu noktadan sonra ünü de, kendisi de İngiltere’ye sığmıyor ve Barselona’dan New York’a, Paris’ten Batı Şeria’ya dünyanın pek çok yerinde duvarlara ruh veriyor. GERİLLA SANATÇI Kendisine gerilla sanatçı diyen Banksy, bu lakabının da altını dolduruyor. Graffiti çizmek ya da manifesto yayınlamakla yetinmeyip savaş karşıtı gruplar, Greenpeace ve reklâm karşıtı Avdet gibi muhalif gruplar için de poster ve afişler hazırlıyor. Üzerinde Kraliçe yerine Prenses Diana’nın fotoğraflarının bulunduğu paralar basmak, Disneyland’e gidip Disney karakterlerinin arasına Guantanamo tutuklusu kuklası koymak gibi eylemlerde bulunuyor. Belki de hiç alakası olmayan kitleler tarafından bile tanınmasını ya da dikkat çekmesini sağlayan ise “The Simpsons” için hazırladığı jenerik oldu. “The Simpsons”ın Güney Kore’de fason iş yaptırması özelinde tüm eğlence dünyası ve ucuz iş gücü sömürüsüne göndermelerle dolu olan jenerik çok ses getirdi. Bana göreyse en büyük siyasi protestosu, İsrail – Filistin sınırına gidip, kendi ifadesi ile Filistin’i bir açık hava hapishanesine çeviren güvenlik duvarına çizip “Tatil Enstantaneleri” adını verdiği 9 eseri. Hiçbir izin ve destek almadan yapılan bu iş gerçekten takdire şayan zira ben o duvarın önünde yürümeye bile cesaret edemeyebilirim. Ayrıca, sanat galerileri ve müzelere de muhalefet ediyor ve onlara karşı küçük “operasyonlar” düzenliyor. New York’taki Metropolitan, Londra’daki Tate ve Paris’teki Louvre müzelerine tebdili kıyafetle sızıp, duvarlara kendi eserlerini asıyor. Bu operasyonları kaydedip internet üzerinden yayınlayan Banksy, galerileri bir

80


avuç milyonerin koleksiyon fiyatlarını yükseltmesine yarayan aracı kurumlar olarak görüyor. Sokak sanatının bilinirliğine ve sevilmesine verdiği katkının yanında, diğer graffiti sanatçılarını cesaretlendirmek ve heveslendirmek için de çalışıyor. Uygun gördüğü bazı duvarlara sadece “this wall is a designated graffiti area” yazıp gidiyor ve birkaç gün içinde o duvar, çağrıyı yanıtsız bırakmayan değişik graffiti sanatçılarının elinden çıkan çalışmalarla doluyor. EXIT THROUGH THE GIFT SHOP Banksy’i anlatan daha doğrusu anlatmaya çalışan bir de “sahte belgesel” var. Banksy’nin filmini yapmaya niyetlenip kendisi film olan Thierry Guetta’nın yönetmenliğindeki film neredeyse Oscar alıyordu. Tahmin ettiğiniz üzere filmin galasına gelmeyen Banksy, onun yerine şu satırları içeren bir mektup gönderdi: “Bayanlar, baylar ve yayıncılar... Sanatın saf heyecanı ve ekspresif gücünü aktaran bir film yapmaya çalışmak zordur. Bu yüzden hiç zahmete girmedik. Bu basitçe gündelik süren hayatın hikâyesi, sersem vandalizmdir. İzlemek üzere olduğunuz şey gerçektir, özellikle de yalan söylediğimiz kısımları...” PARA PARA PARA Kimilerinin hayranlık duyduğu Banksy, kimi sokak sanatçılarının tepkisini de çekiyor. Artan popülaritesi yüzünden kendilerinin yeraltı imajını zedelediğini düşünenlerin yanında Banksy’i bu işten para kazandığı için suçlayanlar da çoğunlukta. Haksız da sayılmazlar tabii, çünkü 2008 yılında Los Angeles’a gidip bir depo kiralayan Banksy, kafasına göre boyayıp, içini doldurduğu depoda eserlerini görücüye çıkardı ve büyük ilgi gördü. Christina Aguilera, Brad Pitt, Angelina Jolie, Jude Law gibi ünlü isimlerin talip olduğu ve yüklü meblağlar ödediği sergi, Banksy’nin alışılagelen tarzının dışına çıksa da yine kimliksizliğinden taviz vermedi ve sergisinin açılışında bulunmadı. Belki de müşterilerden biridir tabii, bence Angelina Jolie’yi canlı görme fırsatını kaçırmış olamaz. Para için sokak sanatını satıyor eleştirilerine rağmen Banksy’nin para için sanat yaptığını söyleyemeyiz. Evet, o maharetli spreyinin değdiği her şeyin anında birer metaya dönüştüğü doğru ancak Banksy kendini sermayenin kollarına bırakmayı hiçbir zaman kabul etmedi. Nike’nin yaptığı cazip teklifi reddedişini buna örnek gösterebiliriz. Banksy’e ve eserlerine olan ilgi öyle afakî boyutlara ulaştı ki Londra’nın kenar semtlerinden birinde, bir çocuk işçinin dikiş makinesiyle İngiltere Bayrağı dikerken (İngiltere’de o dönem çokça tartışılan İngiliz firmalarının Uzakdoğu’da çocuk işçi çalıştırmasına gönderme) resmettiği duvar söküldü ve ta Miami’de bir galeride 450.000 pound’a alıcı buldu. Daha da beteri, Banksy’nin kimliğini bulduğunu iddia eden biri, bir açık arttırma sitesine bunun için ilan verdi ve site ilanı kaldırmadan önce ilanın değeri bir milyon dolara kadar yükseldi. Banksy’nin, eserleri, manifestoları ve duruşuyla en çok eleştirdiği şeylerden biri de maddiyat üzerine kurulu kapitalist sistem. Buna rağmen onu anladığını ve beğendiğini iddia edenler, kendi ifadeleriyle hayranları, onun ait oldukları yerden kırılıp, sökülüp alınan eserlerine yüz binlerce pound vererek onlara sahip oluyor. Sokak sanatını sokaktan çalarak kapitalizmin çarklarında öğütüp bir sektör haline getiriyorlar. İngiltere’de çekilen “Banksy nasıl satılır?” isimli belgeselde de nasıl yapıldığını gayet güzel anlatmışlar. Bu ne yaman çelişki ben çözemedim, size bırakıyorum. Hakan Alper hakan.alper@commmag.com

81


A

sla ait olamayacağın bir dünya hakkında fikir sahibi olmanın çekici olduğu yadsınamaz bir gerçek. “The Sims” tarzı oyunlar bu isteğe hitap etseler dahi bazı spesifik merakları karşılayamıyorlar. İşte bu durumda “GTA, Football Manager” ve yazımızın asıl konusu olan “Mafia” tarzı oyunlara ihtiyaç doğuyor. Fanatiklerinin hevesle beklediği ve biraz abartırsak oynayanların çoğunluğunun fanatiği olduğu oyunumuz şu ana kadar 2K Games tarafından oyun severlere sunuluyor. Şu ana kadar iki oyunu çıkmış olan “Mafia” serisinin üçüncü oyunu büyük bir merakla bekleniyor. Oyundan genel olarak kısaca bahsetmemiz gerekirse iki oyunda yeraltı dünyasına yeni yeni adım atan gangsterlerin yükselişini yönetmemiz üstüne kurulu ancak bu tarzda olan birçok oyuna rağmen “Mafia” serisini kült kılan bazı özellikler var. İlk olarak oyunumuz hikaye konusunda şu ana kadar çok az oyunun yaklaştığı bir noktaya çıta koymuş durumda. Dönem oyunu olarak dönem koşullarını çok doğru kullanması, iki oyun arasında kurduğu minik bağlantılar ile iştah açıcı bir hikaye ile karşılaşacağınıza emin olabilirsiniz. “Mafia” serisini diğerlerinden ayıran bir diğer özelliği ise oynanabilirliğidir. Minik ayrıntıları oyunun içine yerleştirmesi ve oyuncu insiyatifini doğru bir şekilde kullanması bir yana, eski arabaları kullanmanın ve o dönem şarkılarının çaldığı radyoları dinleme zevkini bize sunması bir yana. “Mafia” sonrası birçok dönem oyunundan ne yazık ki lezzet alamayacaksınız. Çok kalabalık olmamakla birlikte çok fanatik bir kitlesi olan “Mafia” serisini vazgeçilmez kılan özelliklerini hem genel olarak hem de iki oyun arasındaki farkları ele alarak değerlendirdik. Keyifli okumalar. TOMMY’NİN DÜNYASI MI, VITO’NUN DÜNYASI MI? “Mafia”, hayatımıza öyle bir giriş yaptı ki mutlaka çoğumuz oyunu hayatımızın merkezine yerleştirdik ve bir an önce ilk oyunu bitirip, ikincisini beklemeye koyulduk. 2K yetkilileri ise geç de olsa beklentileri karşıladılar ve karşımıza “Mafia” serisinin ikinci oyununu çıkarttılar. Peki siz hangisi olmayı tercih ederdiniz: Tommy Angelo mu yoksa Vito Scaletta mı? Oyunları hikaye açısından karşılaştırırsak ilk önce ve ısrarla söylenmesi gereken şey: serinin ikinci oyunun, ilkine göre çok daha kısa olmasıdır. “Mafia I (The City of Lost Heaven)”, içerdiği çeşitli görevler ve ikinci oyuna göre yaklaşık iki buçuk kat daha uzun oyun süresiyle, aksiyonu fazlaca yaşamamıza vesile olmuştu. “Mafia II”de ise oyunun heyecanın ve aksiyonun tadı adeta damağınızda kalıyor. Oyuna, günde ortalama 1 saat ayırarak 1 hafta 82

gibi kısa bir sürede bitirebiliyorsunuz ve görev çeşitliliği de buna paralel olarak ilk oyuna göre daha kısır kalıyor. İki oyunun da hikayesinin tamamen farklı olması, bizi ikinci oyunda 1945-50’li yıllara götürüyor ve bu sefer masum bir insanken birden kendimizi mafyanın içinde bulmuyor, bilerek ve isteyerek zaten yer altından devam eden o yaşamı devam ettiriyoruz. Oyunlar birbirlerinden tamamen bağımsız ancak ikinci oyunda öyle bir görev var ki adeta ilk oyuna kusursuz bir gönderme ve jest yapılmış. Kişisel olarak bu görevi ağzım açık bitirdiğimi belirtmem gerek ancak size bu görev hakkında bilgi vererek tadını kaçırmak hiç istemiyorum. İlk oyunda New York ve Chicago baz alınarak yapılan ‘’Lost Heaven’’, ikinci oyunda ise yerini New York ve San Francisco baz alınarak yapılan ‘’Empire Bay’ şehrine bırakıyor. İlk oyunun çıktığı yıla göre harika şehir detayları olduğunu düşünenler, “Mafia II”yle tekrar büyülenmişlerdir çünkü oyunda, yaşlı bir kadına saygısızlık yapan bir serseriye haddini bildirmekten tutun da kirlenen ayakkabılarınızı güzelce parlatmaya kadar her türlü özgürlüğe sahipsiniz. “Empire Bay”de karşımıza 50 çeşitten fazla araba ve bu arabalarda özgürce dinleyebileceğimiz, dönemin şarkılarını çalan, 3 çeşit radyo olacaktır. İlk oyunda olan ve semt bölgelerine göre sürekli çalan müziğin yerine böyle bir uygulama gelmesi çok daha iyi olmuş. Bu bir aksiyon olduğu için silahlı çatışma ve yakın dövüş sahneleri çok önemli. “Mafia I”de biraz eksik olan bu konu, ikinci oyunla birkaç gömlek üst seviyeye çıkmış. Yakın dövüşte rakibimizi alt etmek için bize farklı seçenekler sunan oyun, silahlı çatışmalarda ise karakterimizi duvar/sandık gibi objelerin arkasına saklayabilme ve güvenli şekilde ateş edebilme imkanıyla karşımıza çıkmış. Son olarak ise oyuna eklenen ev yaşantısı gerçekçiliği fazlaca artmış. Görevleri bitirmek için evinize gidip dinlenmeniz gerekiyor ve yeni görevde evinizdeki bir telefon aracılığıyla size bildiriliyor, böylece gerçekçilikten uzak introlar devre dışı kalmış oluyor. Üstelik evinizde sağlığınızı artırmak için yiyecek bulunuyor ve kendi kıyafet dolabınızdan zevkinize göre giyinebiliyorsunuz. Evinizin garajına kişisel zevklerinize göre dizayn ettirdiğiniz aracınızı da park etmek “Mafia II”yle mümkün hale gelmiş. 2K, serinin ikinci oyunu için fazlaca bekletti ama tam da olmasa bu beklemenin karşılığını verdi. Kendinizi tamamen oyunun içinde hissetmenizi sağlayan “Mafia II”, ilk oyuna göre çok daha gerçekçi ve sürükleyici. En azından oyun, serinin üçüncüsünü büyük bir heyecanla beklemeye yol açacak kadar güzel. Dileriz yeni oyun da en az ilk ikisi kadar güzel ve sürükleyici olur. Alper Küçükbezirci - alper.kucukbezirci@commmag.com Kerem Salış - kerem.salis@commmag.com


Sokak Farkı

Y

debiyat, başlı başına yolculuğa çıkmaya çekinmeyenlerin, zaruri bir şey olmadıkça evlerinden ayrılmayan onca insana karşı yapılan bir yolculuk olsa da, yeraltı edebiyatı diğer edebiyat türlerinden, ağaç gövdesinden yükselen dalların en hırçını, en uzağa yükselmeyi isteyeni olarak ayrılıyor. Yeraltını anlamaya başlamak içinse, sadece isimlerin dikkat ölçerliğini ne denli yüksek tuttuğuna bakabiliriz. Bir kere edebiyat olarak bile ‘yeraltı.’ Başından sonuna dek muhalifken, Pascal Bruckner’ın “Adsız Devlet”i, William S.Burroughs’un “Ara Bölge”si ya da Ingvan Arbjömmsen’in “Beyaz Zenciler” i sadece isimleri ile bizleri tedirgin etmeye yetiyor. Zaten onların da istedikleri insanların gündelik yaşantılarının boşlukları ile tedirgin etmek, bir nevi acı bir farkındalık yaşatmak. Bu tedirginliğe cesareti olmayan kimseler içinse yeraltı sadece tuhaf ve anlaşılmaz olmaya yenik düşecek ne yazık ki. Kendilerinin farkında olmamalarının asıl tuhaflık olduğunu görmezden gelerek yaşamaya devam edecekler. Çünkü yeraltı benim için insanların algılarında büyük ve sarsılmaz bir yeri olan –horgörü- nün bir tür dışavurumu . Çevrenizin en çok kullandığı kelimelerden biri olan ‘hoşgörü’ . Sözde insanların hayatına bu denli dahil olmuşken, neden bu insanlar ‘horgörü’ diye bir gerçeğin olduğunu yadsıyorlar? Bu horgörünün içine dahil edebileceğimiz öyle çok önyargı, ötekileştirme, kalıplar, bir türlü açmayı akıl edemediğimiz pencere var ki. Bu pencereyi açıp hatta rahat durmayıp pencerenin içinden koşmaya başlayan yazarların ve edebiyat severlerin olduğu sonu olmayan bir yolculuk. Bütün bunlarla eş zamanlı olarak kullanılan sözcüklerin hatta yaşadığımızı sandığımız sözcüklerin farklı tanımlarını bulabileceğimiz eşşiz bir sözlük olmaktan geri durmuyor yeraltı. John Fowles aşkı ‘’diğer insanın içinde var olan bir şeyi sevmekten çok, kendi içimizde yer alan sevme kapasitesi’’ olarak tanımlarken, yüzyıllardır tanık olduğumuz savaşı “Savaş, ilişkileri görmedeki bozukluktan kaynaklanan bir psikozdur. Birbirimizle kurduğumuz ilişkileri, ekonomik ve tarihi durumumuzla ilişkilerimizi ve en çok da hiçlikle ilişkimizi. Ölümle.” olarak betimliyor. Yine kimileri özgürlüğü ve özgür olmayı; dilediklerini yapıp, para oldukça da istedikleri yere gidip, canlarının çektiği şeyi tıkanıncaya kadar yemek olduğunu zannederken, yeraltı bizlere sevdiğim bir yazarın

da söylediği gibi kendi hayatımız üzerinde tercih ve tayin hakkını cesaretle kullanmaya çekinmemenin ve bir seçim yapıp, o yolda devam etmenin, insanın içgüdü ve iradesinin kendini tek başına yeni bir duruma fırlatıp atmasına izin vermenin yani özgürlüğümüz için bulunduğumuz bekleme odasından çıkmamız gerektiğini öğretiyor. Kısacası yeraltı; korkularımız, özgürlüklerimiz, aşklarımız ve diğer tanımına ihtiyaç duyduğumuz her kavramı, her insani durumu bizler için çerçevesiz bir dille anlatmayı ihmal etmiyor. Hubert Selby Jr. bize hücredeki bir adamla kendini özdeşleştirip, zihninin kalabalığından bahsederken, John Fowles “Koleksiyoncu” adlı kitabında sokakta çevirip, sorduğumuz 10 insandan 8’ine tuhaf gelecek olan ilişkilerden bahsediyor. Aslına bakarsak doğamızda olan dürtülerin ahlaki çerçevelerle sınırlandırılmış olmasının bizi nereye ve ne kadar götüreceğini düşünmemize, yine sanki iki insan arasındaki ‘mecburi’ ilişkiden bahsederken, aslında bir insan üzerinde iktidar olma ve iktidar dışında kalan kişinin de doğal olarak teslim olmasından söz ediyor. Seçtiği karakterlerin sosyal statülerine de gönderme yaparak, alt sınıfın sürekli bir şekilde bu durumdan hoşlanmasa bile üst sınıfa yaranma çabasını, üst sınıfın da statüsünün üstünlüğünü kullanmaya hiç çekinmemesine dikkat çekiyor. Yani yerin üzerinde görür görmez hemen yargılarımızla paketleyeceğimiz birçok ilişki Fowles’un karakterleriyle yerin altında düşünmeye çekindiğimiz bambaşka bir tavır alıyor. Gündelik yaşantımıza uyarlamak gerekirse yeraltı, Beyoğlu’nda gezinen bir dolu insanın Tarlabaşı’na bir türlü inememesi gibi bir şey. Paralel sokaklarda yaşayan insanların ne yaşadığını, ne hissettiğini sanmamız yanılgısı. Kasti bir yanılgı çünkü hiçbir suçu, çarpıklığı, olmamışlığı kendimize ve çevremize layık görmediğimizden ama dünya üzerinde böyle şeyler hep yaşandığı için suçu paralel caddede, evine hiç girmediğimiz insanların üzerine atıyoruz. Bir gün içerisinde bile düşündüklerimizle kaç defa çarpıklığa düştüğümüzü unutarak. Çünkü bizler yeraltının bizlere anlatmak istediği “Esas Trajedi” yi kaçırıyoruz. Çünkü Fowles’a göre “Esas Trajedi” bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesiydi. İpek Kesici ipek.kesici@commmag.com 83


Yasaklarla Korunan Bir Moda: Haute Couture

Seher Ă–nemli seher.Ăśnemli@commmag.com



Fransızca’da ‘haute’; yüksek sınıf giyim,moda demektir, ‘couture’ ise dikmek,işlemek,tasarlamak anlamındadır. Bu iki sözcük bir araya geldiğinde tüm dünyanın lugatına girmiş yüksek kalite giyim anlamındaki ‘haute couture’ ü oluşturur. 19.y.y sonları Fransasında ortaya çıkan haute couture anlayışı dünyanın her yerinden Fransa’ya alışveriş yapmak için gelen yüksek zümreden kadınların Fransız terzileri tercih etmesiyle başladı. Hazırgiyim adının daha duyulmadığı bu dönemde zevkli ve zengin kadınların talepleri sayesinde kalite ve tasarım konusunda yarışan bir çok terzi peyda oldu. Şahsa özel üretilen,elde onlarca saat harcanarak dikilen hazırlanan kıyafetler sadece kadınlar arasında değil, atölyeler,terziler,tasarımcılar ve moda evleri arasında da yüksek rekabetler oluşturdu.

86


Günümüzde saatte binlerce jeanın üretilebildiği hazırgiyim sektörünün var olmasıyla ve zamanla yarış halinde olduğumuz şu çağda haute couture anlayışının dinazorlaştığını söyleyebiliriz. Haute couture her ne kadar kişiye özel tasarım,ısmarlama giyim anlamına da gelse her ısmarlama giyim yada kişiye özel tasarım haute couture değildir. Çünkü bir tasarımcı atölyesine ve ürettiklerine haute couture ünvanını verebilmesi için belirli şartlar vardır. Fransa’da yasalarla korunan bu işçilik sanatı kendini bu şekilde tanıtmak isteyen modaevleri için şu kriterleri şart koştu;senede iki kez,tek olma özelliğini koruyan 80 parçalık bir koleksiyon ve paris’te en az bir atölye ve 70 kişilik usta bir ekip bulundurma,bir

haute couture atöleysi olabilmek için haute couture sendikasına (chambre syndicale de la haute couture)üye olmak şartlardan bazıları. Bu sendikaya üye olabilmek içinse atölyede çalışacak insan sayısından,çalışanların saat ücretlerine,dekorasyondan,üretim adetlerine her konuda sıkı kurallar bulunur.Haute couture sendikası üyelerinden belli başlıları şunlardır;Alexander McQueen,Balenciaga,Cacharel,Chanel,Cristian Dior,Givenchy,Dice Kayek,Louis Vuitton,Elie Saab,Pierre Cardin,Armani,Versace ve Valentino. Tüm kıyafetler yüzlerce saatlik mesailer sonucu hazırlanır. Her kıyafet bu atölyelerde çalışan usta insanların el emeği ve becerisine dayalı olarak ortaya çıkar.

McQeen-haute couture 2012 87


Haute couture duayeni Elie Saab’dan el işçiliği yüksek bir tasarım

88


cristian dior-haute couture 2013

89


Bu atölyelerin mahsülleri yenilikçi dikiş teknikleri,muntazam kalıp hazırlamalarıyla,boncuk,payet işlemeleriyle markaların hazırgiyim koleksiyonlarından çok daha prestijli olan gerçek insanların,gerçek emeklerin ürünleridir.Bu üstün giysi tasarım piyasası multi milyar dolarlık bir endüstridir.Haute couture üretimi ve tasarımı yüksek maliyetlidir.Bu piyasada en iyi kalitedeki kumaşlar,antika parçalar ve 24 ayar altın iplikler gibi eşsiz materyaller kullanılır.Kişiye özel haute couture birçok detay ve özen gerektirir.Kişinin kıyafeti nerede kullanacağı,yaşam tarzı ve sosyal konumu bunlardan bazılarıdır.Bir haute couture giysinin prova ve üretim süreçleri gibi kişiselliği ve ekstra zamanı gerektiren bu hizmetin pahalı olması da çok normaldir. 90


Chanel’in baş tasarımcısı karl lagerfeld’den bir haute couture

91


Valentino’nun 2013 bahar hauto couture Ĺ&#x;ifon elbisesi

92


Her yıl Fransa’da,milano’da ve floransa’da düzenlenen haute couture defile organizasyonları adeta her markanın kılıç çektiği bir er meydanıdır.haute couture atölyeleri markaların ve tasarımcılarının gurur kaynağı ve reklam kapağıdır.Bu özel atölyelerde üretilen kıyafetler markanın hazırgiyim piyasasına da hareket veren bir başka vitrindir. Haute couture’ün günümüzde ki müşteri kitlesi de üreticisi kadar kısırdır.Bu özel ve lüks piyasanın alıcısı birçok moda tasarımcısına göre dünyada 300-350 kadınla sınırlı.Bu göz nuru kıyafetlere artık daha çok ödül gecelerinde,kırmızı halılarda dünya starlarının ve

aktristlerin üzerinde rastlayabiliyoruz.haute couture talep eden bu insanların tek ortak özelliği malzeme ve üretim kalitesine düşkünlükleridir.Yine birçok moda tasarımcısının “vaz geçilmesi zor bir lüks”olarak tanımladığı bu nesli tükenen yüksek moda sanatı için bu çağda bile uzun kıyafet provalarına zaman ayırabilecek kadınların olduğunu söyleyebiliriz. Bu özel piyasa da son yıllarda türk tasarımcılar da yer edindi. Başta dice kayek markasıyla ayşe ve ece ege kardeşler dünyanın az sayıdaki couture müşterilerine hizmet verenler arasında.

Dice Kayek imzalı Ayasofya adlı haute couture tasarımı

93


DİCE KAYEK-KAFTAN HOUTE COUTURE

94


CHANEL -HAUTE COUTURE 2013

95


ELİE SAAB-HAUTE COUTURE

96


ELİE SAAB

97


ELİE SAAB

98


CRİSTİAN DİOR-HAUTE COUTURE 2013

99


VALENTİNO-HAUTE COUTURE

100


ELİE SAAB-HAUTE COUTURE

101


CRİSTİAN DİOR-HAUTE COUTURE

102


GİVENCHY-HAUTE COUTURE

103



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.