Duyg - Ön okuma

Page 1

Biri Külkedisi mi dedi? Buyurun benim! Gecenin dondurucu soğuğuna aldıracak ne gücüm ne de mo-

ralim vardı. İstanbul’un ayazında, elimde sigara, titriyordum. Aslında isyan etmeliydim. Ben ne zaman geceleri sigara içer olmuştum? Sormama gerek yok! Unutmam mümkün müydü? Çok pardon! Sedat’ın hayatında Senem oldukça ben daha çok sigara içerdim. Sinirliydim, hırsımı alamamış, yine söylemek istediklerimi içime atmıştım. Sedat bu gece yeterince gerilmişti ve ben onu daha fazla üzemezdim. Hoş, ne söylersem söyleyeyim, bir şey değişmiyordu ki! Susmak en iyisiydi. Balkon kapısından içeri geçen Sedat’ın arkasında kalakaldım. Aklım bomboştu, ama o ne olursa olsun Sedat’tı. Onu her şeyiyle kabullenmiştim. Kimdi, neydi, umurumda değildi. Yıllar önce beni kurtardığı o lanet gün görünmez ipler onu bana, beni ona kopmamak üzere bağlamıştı. Onca fırtınaya rağmen ondan kopmamıştım. Fırtınalarda savrulurken Sedat, “Sana zarar veriyorum Cano,” dediğinde acı acı gülmüştüm. Bu arada o hep bana “Cano” der ve benim içimin yağları erir ya, neyse! Sırıtırken Bekir’in ağzından konuşur gibi, “Demirden korksaydık trene binmezdik bebişim,” diye sesimi kalınlaştırmış ve onun da keyfini yerine getirmiştim. Tekrar yaşayacak olsam, yine aynı cevabı vereceğimi biliyorum. Tabii, bu gecenin geçirdiğim en berbat doğum günü oluşunu ve balkonda sinirle beraber soğuktan it gibi titrediğim gerçeğini yok etmiyor. Elimi saçlarıma götürdüm, ağzımdan küçük bir inilti çıkma-

3


sını engelleyemedim. Sesimden güç alır gibi, “Allahım ne günah işledim! Etrafım manyak dolu!” diye söylenmekten geri de kalmıyordum. Ağlamayı istemek ve ağlayamamak gerçekten çok trajikomikti. Boğazınıza takılan, ama orada olmayan bir şeyi nasıl yok edebilirdiniz ki? Cevap gayet basit, avaz avaz ağlayarak! İşin garip yanı, bırakın ağlamayı, yedi yıldır bir damla gözyaşı dökmemiştim. Tamam, ara ara şımarık gözyaşlarım olmuştu, ama üzüntüden ağladığım hiç olmamıştı. Derin bir nefes alarak hayatımda geçirdiğim en berbat doğum gününü unutmaya çalıştım. Aslında en berbat kısmı Senem’di. İyi bile başlamıştı. Şımarığım doğru, oldum olası doğum günlerimden nefret ederim ve edeceğim! Bu yaşıma kadar doğum günümün olduğu günü yas ilan etmiştim ki bu gelenek yine bozulmadı. Bu ruh halimi sabahın köründe beni arayıp, “Akşam yemeğe geliyorum,” diyen Sedat’a anlatabilseydim bir de. Keşke sabah dönüp ona, “İşim var,” diyebilseydim. “Bu gece mi?” diye sordum memnuniyetsizce. Yüzüme yansıyan huzursuzluğumun telefonda belli olmaması bir yerde iyiydi, çünkü hayatta kırmak isteyeceğim en son kişi Sedat’tı. Bazen onun benim üzerindeki etkisini sorgulamaya çalışan insanlara gıcık oluyorum. Onların anlamasını beklemek ahmaklık! Sedat benim nefesimdi! İki iki daha dört yani! “İşten izin almışsın, işin mi var?” dedi meraklı, bir o kadar sert bir tonda. “Hayır.” “Hasta mısın? Geleyim mi?” “Hayır, hasta falan değilim.” “Ali yanımda, gelsin istersen.” “Sedat yine psikopata bağladın,” dedim sinirle. O her zaman beni kırılacak camdan bir vazo olarak görüp üzerime titremeyi görev edinmişti. “O zaman akşama bana yemek hazırla Duygu!” diyerek resmen beni azarladı. Yemek yapmayı çok biliyorum ya! Hafif alay-

4


la, “Sedat Bey, istediğiniz özel bir yemek var mı?” diye sorarken onun sevdiği, ama benim yapmayı bilmediğim yemeklerin ismi aklımda uçuşuyordu. “İşim var Duygu, akşam görüşürüz,” diyerek kapattı. “Şirin şey!” diye sırıttım. İlgili, ama bir o kadar soğuk kalacak ve hiç değişmeyecekti. Böyle soğuk konuşmalar onunla aramızda olağandı. İlk seneler bu tavırlarına çok üzüldüğüm halde artık onun bu hallerine alışmıştım. Zamanla şirin bile gelmeye başlamıştı. Gülmez adam zor da olsa gülmeye, hatta benimle dalga geçmeye başlamıştı. Onunla tanışalı tam yedi sene olmuştu. Geçmişe baktığımda, gerçekten uzun zamandır onu tanıdığımı düşündüm. Zaman aktıkça mertliğini, vakit geçirdikçe merhametini öğrendim. O sert bakışlarının ardında gösteremediği sevgisi ve taşlaşmış kalbinin içinde, sevilmeyi isteyen kocaman bir çocuk olduğunu öğrendim. Tıpkı benim gibi! Ben onun neyiydim, hâlâ bilmiyorum, ama o benim evim, yurdum, yaşamaktan korkmadığım her şey olmuştu. Sıkıntıyla telefonu televizyon sehpasının üzerine bıraktım. “Telefon yok. Bakmayacağım,” dedim kendi kendime. Bugün benim doğum günümdü ve kapsama alanı dışında kalmaya kararlıydım. Bu yemek işi nereden çıkmıştı, hiçbir fikrim yoktu. Sedat yemek isteyecek tam gününü bulmuştu. Ona, “Bugün benim doğum günüm ve kimseyi görmek istemiyorum,” diyemedim, zaten fırsat da vermedi. Sedat doğum, ölüm, bayram gibi özel günleri takip eden biri değildi. Ben de buna sığınarak sessiz kaldım. Her zaman yediğimiz bilinen akşam yemeklerinden biriydi işte. Ayrıca bütün günümü evde miskinlik yaparak geçirecektim. Bir şeyler yapmak eğlenceli bile olabilirdi. Bir ara Ali ve Bekir’i de yemeğe çağırsam mı diye aklımdan geçirdiğim düşüncelerim doğum günümü hatırlayınca mum alevi gibi söndü. Kazara doğum günümü öğrenirlerse, beni bara falan götürmeye kalkarlardı ki bu en son istediğim şeydi. Alim yine şebeklik yapar, Bekir duygusala bağlar, Sedat homur homur homurdanırdı. Sırıtarak mutfağa geçtim. Keyfim buzdo-

5


labında hiçbir şeyin olmadığını görene kadar yerindeydi. Yemek yemek çoğu insan için zevkti, ama benim için sadece yaşamam için gerekli olan kadarını almam demekti. Allah’tan birkaç parça kek, börek tarifi öğrenmeyi becerebilmiştim. Hazırlıklara başlamaya karar verip duş almayı sonraya bıraktım. Eşofmanlarımla tezat olan botlarımı giyip İstanbul’un kuru soğuğundan beni koruyan asker yeşili kapüşonlu montumu üzerime geçirdim. Kapının hemen yanındaki duvarda asılı duran boy aynasına baktığımda, kapüşonumdan sarkan at kılına benzeyen saçlarımı toplamak bayağı zor oldu. O kadar komik görünüyordum ki! Seslice, “Umarım bir tanıdığa rastlamam,” dedim ve sokak kapısını açtığımda, yan komşum her zamanki gibi meraklı gözlerle bana bakıyordu. Acaba Gül Abla tanıdıktan sayılır mıydı? “Günaydın Duygu.” Tanrım, bu kadın kapının önünde mi yatıyordu? “Duygu kapıya çıktı, koş Gül!” cümlesi kapı komşum Gül Abla’yı tam olarak tanımlıyordu. “Günaydın Gül Abla,” dedim sırıtmaya çalışarak. “Erkencisin.” “Evet,” dedim konuşmayı sonlandırmak için. Tabii, abuk sabuk botlarımla tezat eşofmanımı süzdükten sonra, “Bugün iş yok galiba?” dedi merakla. “İzin aldım,” dedim soğukça. Kısa cevapların ona yeterli olmadığını biliyordum. Tabii, meraktan ölmesini ummak fazla iyimserce olacaktı. “Hasta mısın? Akşam mercimek çorbası yapmıştım. Sana da bir kâse vereyim,” diyerek hareketlendi. “Yok, Gül Abla, teşekkür ederim. Hasta değilim.” “O zaman izin...” dediğinde kapımı kilitleyip asansörün düğmesine basmış, bekliyordum. Allahım bu asansör fizandan mı geliyordu? Meraktan ölmese bile, kuduz olmuş köpek gibi kıvrandığını görebiliyordum. “İşlerim var,” iyi bir cevaptı. Yüzünden, verdiğim cevabın di-

6


şinin kovuğuna bile yetmediğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Bana göre ben iyi bir dedikodu malzemesi değildim. Tabii Gül Abla için ben ve evim bir hazineydi. Aslında benim eve develerimden başka kimse girip çıkmazdı. Tabii son aylarda Senem gelip gidiyordu. Hakkını yemeyeyim; güzelliği, kıyafetleri ve umursamaz tavrıyla dikkat çekiyordu. Bir akşam Gül Abla, Senem’e selam verdiğinde, manyak dil çıkararak kadını şoka uğratmıştı. O gün bugündür Gül Abla daha bir meraklı, daha bir dedektif ! Ben düşünce deryasında boğulurken nihayet asansör geldi. “Görüşürüz Gül Abla,” deyip kendimi kurtararak asansörün içine attım. Neden asansörlerin üç bir tarafı ayna olurdu, hep merak ederim. Asansöre her bindiğimde yaptığım gibi kendimi incelemeye koyuldum. Sağdan baktım, beğenmedim. Soldan baktım, beğenmedim. Yana doğru döndüm, sonuç yine aynıydı. Çirkindim. Kendime gülümsedim. Yüzümü aynaya yakınlaştırıp geçmekte olan sivilcemle uğraştım. “İğrencim ben ya!” dedim sırıtıp kendime dil çıkararak. Aslında iğrenç değildim, insandım ve ne olursa olsun yüzümde sivilce istemiyordum. Asansörden inip apartman kapısına ilerlediğimde, rüzgârın uğultusu kulaklarımda çınladı. Soğuğu karşılamak için montumun fermuvarını ağzıma kadar çekip kafama kapüşonumu geçirdim. Yüzüme çarpan bilmem eksi kaç derece soğuk, nefesimi kestiğinde, ben montumun içinde adeta büzüşmüştüm. Ellerimi nereye sokacağımı şaşırıp montumun cebine soktum. Evin önüne park etmiş olan arabanın içinde bizim çocukların ağızları açık, uyuduklarını gördüm. Ya, var ya, ne diyeyim! Yüz kere söyledim, gerek yok beklemelerine diye, ama Sedat’a anlatamadım. Çocukları eve alsam ev Kızılay gibi oluyor, her kapıdan bir adam çıkıyordu. Durumu kabullenmekten başka yapacak bir şey yoktu. İzinli olduğumu bildikleri için uyumuş olmalıydılar. Yoksa hepsi dipçik gibi çocuklardı. Arabanın yanından hızla iki sokak aşağıdaki büyük markete yürüdüm. Çok soğuktu ve ben sanırım İstanbul’da değil, Kutuplar’daydım.

7


Marketin önüne geldiğimde soğuktan donmuş bedenimle açılmayan otomatik kapıya bakıyordum. Tanrım, marketler öğlen açılıyordu da benim mi haberim yoktu! Saate baktığımda şok oldum, daha sekiz bile olmamıştı. Eh be Sedat! Sabahın köründe uyanmama o sebep olmuştu. Soğuktan takırdarken bin bir küfürü yedi tabii. Kapıdaki açılış saatinin dokuz olduğunu gördüğümde sinirlerim iyice tepeme çıktı. Eve çıktığımda bir daha aşağı inmeyecek ve akşama pizza söyleyecektim. “Taş ye Sedat!” Soğuktan hissetmediğim ellerimi cebimden çıkardım. Sıcak nefesimle ellerimi ısıttıktan sonra tekrar geri soktum. Bir daha eldivenlerimi almadan dışarı çıkmamayı yazdım aklımın bir kenarına. Tam evin olduğu sokağa sapacaktım ki iki kadın her gün gördüğüm “Nihal’in Ev Yemekleri” adlı dükkânın kepenklerini açmaya çalışıyordu. Başımın üzerinde ışık yandığına yemin edebilirim. Karşı caddeye uçarak geçtim ve “Günaydın,” dememle iki kadın ürkerek sıçradı. Fazla heyecanlı bir “Günaydın”dı sanırım. Beni tehlikenin olmadığını anlayacak kadar süzüp, “Gü… naydın,” diyebildi daha genç görüneni. Ne soracağımı bilmiyordum. Ne söyleyeceğime karar verip, “Yemek, yemek alacaktım,” dedim. Düşün düşün, bunu bulabilmişti benim yemek konusundaki kıt aklım. Güzel olan kız, “Bu saatte mi?” diye sorarken dükkânı açmış, beni içeri davet etmişlerdi bile. “Yani benim akşam misafirim var.” “O zaman tamam. Çünkü yemekler öğlene ancak hazır olur,” dedi nezaketle gülümseyen diğeri. “Seçme şansım var mı?” “Mönümüz geniştir, istediğiniz özel bir şey var mı?” “Siz ne tavsiye edersiniz?” “Çeşitli mezelerimiz ve sulu yemeklerimiz var.” “O zaman birkaç meze ve içinde et olan her şey olabilir,” dedim. Sedat zaten masada et olmadığı zaman, “Yemek nerede?” diye sorardı.

8


“Sarmada arkadaşım ustadır.” “O zaman sarma da olsun. Akşam yemekleri almaya gelirim,” dedim memnuniyetimi belli ederek. “Taşımanız zor olur. Adresinizi vermeniz yeterli.” “Ben iki sokak aşağıda Kılıç Apartmanı, dokuzuncu kattayım. Yirmi bir numara.” “Yemek kaç kişilik?” “İki ama siz üç kişilik gönderirseniz sevinirim,” dedim, aklımda Sedat’ın iri görüntüsü ve hiç tükenmeyen iştahı belirmişti. Dükkândan çıktığımda kendimle gurur duyuyordum. Ellerimi tekrar ceplerime sokup eve doğru yürümeye başladım. Evin karşısındaki tekel bayisinden kendim için kola, sigara, Sedat için de rakı aldım. Sonra evde ıvır zıvır kalmadığı aklıma geldi. Hemen yanındaki küçük bakkala girip ne bulduysam aldım. “Yirmi dört saat açık olan küçük esnaf sana şükürler olsun,” dedim keyifle. Eve çıkıp anahtarımı kilide sokup Gül Abla’ya yakalanmamak için hızla içeri girdim. Botlarımı çıkarıp tavşan terliklerimi giydim ve mutfağa içecekleri yerleştirip sigaramı açtım. Sabahları aç karnına sigara içmeye Bekir’den alışmıştım. Gün doğmadan kalkar, kendi kederinde boğulur, geçtiği pencerenin karşısında dalıp gider, sigarasını üflerdi. Bir iki derken ben de alıştım. Bana çok kızıyordu, ama kimin umurundaydı ki! Ciğerlerimi sigaranın dumanıyla doldurduktan sonra biraz evi toplamaya niyetlenmiştim ki telefon çaldı. Kararlıydım, kapsama alanı dışında kalacaktım. Merak beni üç kere ısrarla çalan telefonun ardından ele geçirmişti, ama inat ettim. Bakmadım. Evi toparlayıp banyoya girmem iki saatimi aldı. Pis biri sayılmazdım, ama dağınık biri olduğum bir gerçekti. Duşun altında sıcak su tepemden aşağı süzülürken, aklım bomboştu. Duştan çıktığımda evin ısısını biraz daha arttırdım ve yatak odasına geçip eşofmanlarımı giydim. Salondaki köşe koltuğumun üzerinde bütün günü miskinlik yaparak geçirmek gerçekten güzeldi. İtiraf etmeliyim, yalnız kalmayı pek sevmediğim bir gerçekti. Kalabalıklar içinde

9


geçen bir çocukluktan, geniş bir aileden sonra İstanbul benim için tam bir yalnızlıktı. Yalnızlığı sevmiyordum, ama çok dost canlısı biri değildim. Doğru dürüst ne bir dostum ne de dertleştiğim bir kız arkadaşım vardı. Zaten üç deveyle gezip tozarken ister istemez insanlardan kopmak zorunda kalmıştım. Bir ara telefonumu elime aldım. Kapanmış! Şarja takıp telefonu açtım. Kuzenim ve birkaç eski dost büyük ihtimal doğum günüm için aramıştı. Telefonu kapatıp konsolun üzerine bıraktım. Küçüklüğümün mutlu zamanlarında doğum günlerim, süs köpeği gibi giydirilip yığınla insanın önüne çıkarılarak “agucuk gugucuk”larını dinlemekle geçmişti. Oysa çoğu insan böyle kutlamalar için ölürdü. Bense anneme hep surat asardım. Keşke o günlerin kıymetini bilseydim. Şimdi içim sızlayarak özlemle o günleri anıyorum. O zamanlar niye mutsuzdum? Halen bir cevabım yoktu. Çocukluk işte! Oysa o yıllarda mutsuz olmam için hiçbir neden yoktu. Saat üç gibi kapının tanıdık tınıda çalınmasıyla yerimden kalktım. Tam da zamanıydı. Oysa izlemek istediğim ve aylardır ertelediğim dizinin bölümlerini ardı arkasına seyretmek gerçekten güzeldi. Fantastik olan her şeyi izleyebilirdim. Kapıda darbuka ritmi tutturanın kim olduğunu biliyordum ve direkt kapıyı açtım. “Selam çirkin,” dedi Bekir. “Ya bir gün bu kapıyı insan gibi çalabilecek misin?” dedim sinirle. “Aşk olsun Duygu.” “Hayırdır bu saatte?” “Telefonun nerede senin? Abi delirdi meraktan!” “Kapalı. Niye aradı ki?” “Ne bileyim? Sesini duymak istemiş olabilir.” “Off, yine bir sürü bağırır artık.” “Biliyorsun, sen onun zaafısın,” dedi Bekir ve salonun koltuğuna yayıldı. Bekir’e alıngan, bir o kadar hak vererek baktım. Haklıydı, tamam, ama Sedat değişmişti. Senem sayesinde daha da asabi,

10


astığı astık, kestiği kestik bir adam olmuştu. Ondan çıkaramadığı hıncını etrafından çıkarır olmuştu. Tabii, en yakınları Bekir ve Alim bundan nasibini alıyordu. Sonra da ben... “İyice sinire bağladı. Herkesi yanından köşe bucak kaçırıyor,” dedim kederle. “Senem’e rağmen sen kaçmıyorsun.” “Bekir bu konuyu konuşmak istemediğimi biliyorsun,” dedim. “Biliyorum ve ben de konuşmak istemiyorum. Senem hayatımızda olduğu sürece konuşulacak bir mevzu olmayacak.” “Alışmalısın,” dedim mahzunca. “Neye Duygu?” dedi. Alışmak istememekte haklıydı. “Senem’e!” “Sen alıştın mı?” “Başka çarem var mı?” “Eğer…” dedi ve sustu. Susmakta kahretsin ki haklıydı. Aslında konuşmaya, içimizi dökmeye hepimizin ihtiyacı vardı. Bezmiştik, ama Sedat bizim hayatımızda öyle bir yerdeydi ki kimse onun üzülmemesi için konuşmuyordu. “… eğer ne?” dedim yine de. Bekir sıkıntıya düşmüş gibi gür kahverengi saçlarının arasında parmaklarını gezdirdi. Saç kestirme vaktinin geldiği belli oluyordu. “Boş ver! Sen bizim kıymetlimizsin. Seninle neler atlattık, ama artık gerçekten taşmak üzereyim,” dediğinde unutmak istediğim her şey yeniden canlandı. Ben artık büyümüş ve o korku filmi tadında yaşadıklarımı kalbimin en ücra köşelerine gömmüştüm. “Bu söylediklerinden hiç hoşlanmadım. Ne demek taşmak?” deyip derin bir nefes alarak koltuğa oturdum. “Memlekete dönmeyi düşünüyorum.” “Sedat’ı ve beni bırakamazsın,” diye adeta ciyakladım. “O uçuşta ve nasıl yere inecek, bir fikrim yok. Senem onu iyice dengesizleştirdi. Oysa...” dedi ve sustu. Gerçekten Senem konusu dördümüz arasında bir tabu olmuştu. Ne Alim ne ben ne Bekir, Sedat’la artık Senem konusunu konuşuyorduk, çünkü hepiniz

11


ağzımızın payını almıştık. Bir fasıl sofrasında Bekir’in, Senem hakkında konuşması üzerine Sedat’tan yediği yumruk son nokta olmuştu. Zamanla birbirimizi gaza getirdiğimizi anlayıp kendi aramızda da konuşmaz olduk. “O bizi bırakmaz! Sadece âşık,” dedim, ama söylediğimden kendim bile memnun kalmadım. İçimde bir yerlerde kırılan vazoların parçalarını toplamaya bile tenezzül etmedim. “Ne aşkı ya? Güldürme beni, o sadece…” dedi ve yine sustu. Sonra sırıttı ve “Kızım, ben buraya sana bakmaya geldim, yine derinlere girdik. Ara şu deliyi!” dedi ve iri cüssesiyle koltuktan kalktı. Bekir gerçekten iriydi ve koltuk gerçekten çökmüştü. Ben bu üç deveyi nereden bulmuştum ya! Gülümsedim ve telefonuma uzandım. Tanrım! Gerçekten kızmış olmalıydı. Tuşlara aceleyle bastım. Bir çalışta açıldı ve Sedat’ın gürleyen sesi duyuldu. “Duygu eve gelince o telefonu ne yapacağım biliyor musun?” “Bilmek istemiyorum,” dedim demesine ama içimden telefonu bir yerlerime sokacak diye düşünmekten geri kalmadım. Karşımdaki “Sado” lakabının hakkını vermiş Sedat vardı. Yapardı. “Ben sana benim telefonum açılacak demedim mi? Beni meraktan öldürmeye mi çalışıyorsun? Ya sana bir şey olsaydı? Ben ne yapardım?” dediğinde ben havası inmiş balon gibi koltuğa çöktüm. Sedat asla duygularını belli etmez, asla göstermezdi. Betonarme yüzünden tek anlaşılan kızgınlığı olurdu. Bir an duyduklarıma inanamadım. Sesimin nasıl çıktığına aldırmadım. Zaten aldıracak ne aklım ne de sesim kalmıştı. “Ne yapardın?” dedim istediklerimi duymak için. Hoş, ne duymak istediğimi bilmiyordum. “Kaderin önüne geçilmez, üç Kulhuvallah bir Elham,” dediğinde sırıttığını biliyordum. Sanki kaderin önüne geçip beni ölümün ellerinden kurtaran o değilmiş gibiydi. Normale dönüp, “Zevzek sen de!” dedim duyduğum hüsranı gizleyerek. Duyduğum hüsran da neydi? Ben hangi boyutta yaşıyordum? Ne istiyordum ki hüsran duyuyordum.

12


“Bekir burada.” “Versene bana onu.” “Veremem, kafası buzdolabının içine girmiştir, duymaz şimdi.” “Daha yeni yemekten kalktık. Ne yiyor o hayvan? Neyse akşam görüşürüz,” dedi ve kapattı. O sırada Bekir ağzı dolu mutfaktan çıktı. Ne yediyse artık zorla yuttu ve “Çirkinsin falan, ama bu ıvır zıvır alma işinde ustasın,” dedi alayla. “Teşekkür ederim. Sedat’ı aradım. Seninle konuşmak istedi, ara istersen,” dediğimde çoktan tuşlara basmıştı bile. “Söyle abi,” dedi elindeki sodayı kafasına dikerek. Biraz dinledi ve “Ben gerekeni yaparım. Yarın para elimizde, sen kafanı yorma,” diyerek kapattı. Biliyorum ki yanında ben olmasaydım, daha farklı konuşurdu. Her zaman beni işlerinden uzak tutma gibi bir çaba içindeydiler. “Bekir…” dedim. “Söyle babam!” “Elini vicdanına koy, olur mu? Uyma sen o Sado’ya,” dedim haddim olmadan. Uyma demiştim, çünkü ben onun nasıl bir zevkle adam öldürdüğüne ya da acı çektirdiğine şahit olmuştum. Bekir’in gitme vakti gelmişti. Fazla konuşmuştum ve o da fazlasıyla dinlemişti. Gelip bana sarıldı ve “Babam, sen bunları düşünme, olur mu? O telefonun sesi açık olsun, ama yok gel, Bekir buraya yerleş diyorsan, kapalı tut,” dedi ve saçlarımı eliyle karıştırıp kapıya yöneldi. “Yarın Alim’i al gel,” dedim sırıtarak. “Niye, ne oldu yine?” “Sürpriz!” “Senin sürprizlerini hiç sevmiyorum, bilesin,” dedi ve kapıyı çekerek çıkıp gitti. Sevmezdi tabii, onlara sürpriz yemek yapacağım diye Sedat’ın mutfağını yakmıştım. Yetmezmiş gibi bir de dumandan zehirlenmiştim. Üçü üç gün boyunca başımdan ayrılmamıştı. Onları seviyordum. Benimki bir kabullenişti. Bazen

13


sevdiklerinizin kusurlarını görmezden gelmeniz gerekirdi ve ben bu iriyarı üç adamı bütün kusurlarına rağmen seviyordum. Onlar benim ailemdi. Kirli işlerini, olmadık aşklarını, bellerinde silah dolaşmalarını ve can yakmalarını görmezden geliyordum. Alim bana bir keresinde Sezar’ın hakkını Sezar’a verdiklerini, haklı olan kimseye dokunmadıklarını söylemişti. Ben de kendi kafamda onları günümüze uyarlamıştım. Onlar benim Robin Hood develerimdi. Tabii, bu onların gözlerini kırpmadan adam öldürdüğü gerçeğini örtmüyordu. Zaman bana kabullenişi yaşatırken, ben yine de onların işlerinden olabildiğince uzak duruyordum. Zaten onların da beni işlerine sokma gibi bir niyeti yoktu. Geçmişin karanlık izlerinden kurtulup izlediğim diziye döndüm. Konsantre olmakta pek zorluk çekmedim. Kendimi öyle kaptırmışım ki saatin ilerlediğini ve havanın karardığını bile fark etmemişim. Kapı çaldığında, ancak televizyondan gözlerimi ayırabildim. Kapıyı açtığımda Nihal’in ev yemeklerinin güzel kokuları burnuma dolmuştu. Bir eleman eli kolu dolu, bana gülümsedi. “Siparişleriniz,” dedi ve ben hemen elinden paketleri aldım. Benim yaşlarımdaki çocuk açıklamaya başladı. “Tencereleri yarın gelip alırım. İçecek istemediğiniz söylendi.” “Çok teşekkür ederim,” dedim ve tencereleri içeri alıp çocuğu uğurlayana kadar yemekleri kenara koydum. Çocuk son olarak, “Yemek yemeden önce mikrodalgada ısıtmanız yeterli,” dedi. Teşekkür edip Sedat’ın kaçta geleceğini öğrenmek için telefonuma ulaştım. Tuşlara bastığımda sırıtıyordum. Onu kandırmak eğlenceli olacaktı. Her zamanki gibi telefonum tek çalışta açıldı ve “Duygu?” dedi konuşmamı bekler halde. O hep tetikteydi ve bu beni geriyordu. “Sedat ne zaman geliyorsun?” “Bir saate orada olurum.” “Gecikme ve gelirken ekmek al.” “Yemeği dışarıda yeriz diye düşünmüştüm.”

14


“Bir sürü yemek yaptım.” “Sen mi?” “Evet, niye şaşırdın?” dediğimde sırıtıyor, ama belli etmiyordu. “Zehirlenmesek bari!” “Çok komik, istersen gelmeyebilirsin.” “Bunu kaçırmam!” “İyi o zaman, bekliyorum,” dedim ve kapattığımda ben de sırıtıyordum. Duştan çıktığımdan beri kafamda olan havluyu çıkardığımda, saçlarım neredeyse kurumuştu. Odama geçip saçlarımı taradım. Belki de kendimde en sevdiğim şey uzun kahverengi gür saçlarımdı. Sırtıma geliyordu, ben onları kestirmeyi hiç düşünmüyordum. Sedat bana ne zaman kızsa “Kezban” diyerek saçlarıma yapışır, canımı yakmadan çekiştirip dururdu. Tarayarak şekil verdiğim saçlarım yine pırasa gibi omuzlarıma döküldü. Üzerime oturan uzun kollu, kayık yaka dekoltesi fazla siyah tişörtümü giydim ve altına dar paça bir kot geçirdim. Saçlarımı atkuyruğu yaptığımda kendimi liseli kızlar gibi hissettim. Azıcık kilo alabilsem iyi olurdu. Yirmi beş yaşına gelmiş, halen yaşıtlarım kadar alımlı, seksi bir görüntüye sahip değildim ve olamayacaktım. Tamam, bizim develer bana çirkin deyip dursalar da çok da eciş bücüş değildim, ama işte güzel de değildim. Özel hayatım, olmayan sosyal hayatıma göre tam bir fiyaskoydu. Olmadık kızlar şirkette kariyer sahibi, boylu poslu herifleri buluyor, ben ağzım açık onlara bakıyordum. Sanırım develerim haklıydı, ben çirkindim. Bu yaşıma kadar iki erkek arkadaşım olmuştu. Son erkek arkadaşım ya Sedat ya ben dediğinde, aptalca ona bakmıştım. Duyduklarımın şokunu atlatıp kahkahalarla gülmüştüm ve ofisin kapısını bulamazsa, ona yardım edeceğimi söylediğimde, yüzündeki şaşkınlık hatırladıkça beni hâlâ çok güldürür. Aptal züppe! Kendini Sedat’la nasıl aynı kefeye koyabilirdi? Onu kimseye değişmezdim ve son nefesime kadar bu böyle olacaktı. Sedat benim için hayattı. Kardeşim, abim, ailem, arkadaşım,

15


o benim her şeyimdi. Kim olduğu, ne olduğu, ne iş yaptığının bir önemi yoktu. Olmayacaktı. Tamam, onaylamadığım yüzlerce hareketi, uygunsuz ilişkileri ve özel hayatına soktuğu Senem vardı, ama bana karşı her zaman anlayışlı ve merhametliydi. Onun bakışını hiçbir şeye değişemezdim. Hayat benim için neredeyse Sedat’tan önce, Sedat’tan sonra diye ikiye ayrılıyordu. Ben yedi yıl önce ölmeyi dilerken, onun gözlerini gördüğüm an yaşama tutunmuştum. Çıplak bedenimi ölümün soğuk karanlığından çıkardıktan sonra, olmazsa olmazlarım arasında yer almıştı. Sanki korku filminin ortasında, bir güneş gibi doğup beni kurtarmıştı. Hiç izin almadan hayatıma girmişti ve şükür ki izin almamıştı. Geçmiş neden yakamı bırakmıyordu? Niye her an karşıma çıkacak gibi hissediyordum ve halen olanları çözümlemeye çalışıyordum? Bu soruların tabii ki bir cevabı yoktu. Alim birçok kez benimle konuşmaya çalışmıştı. Yufka yürekli, pamuk kalpli Alim! Tabii ki onu gülen yüzümle savuşturmuş ve konuyu her seferinde kapatacak bir şey bulmuştum. Ben yaşadıklarımı bedenimden görünen kadarını anlamalarına izin vermiştim. Böylesi kolaydı…

16


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.